Hacca Dair Diğer Hükümler. 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi 5

Ayetler Arasında İlişki: 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Tekbir Zamanı: 11

İnsanın Münafık Ya Da İhlâslı Olması 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi 12

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 13

İslam'ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi 16

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Peygamberlere Olan İhtiyaç Ve Davetlerinde Müminlerle Birlikte Çektikleri Sıkıntılar. 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebepleri 20

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Peygamberlerin Gönderilmesinden Önce İnsanlığın Durumu: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Nafile İnfakın Miktarı Ve Harcama Yerleri 23

Kelime ve İbareler: 23

Nüzul Sebebi 24

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 25

Savaşın Farz Oluşu Ve Haram Aylarda Da Mubah Kılınması 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 26

Nüzul Sebebi 26

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Savaşın Meşru' Oluşunun Hikmetleri: 29

İrtidat ve Mürted: 30

Öldürülmeden Önce Mürtcdden Tevbe Etmesi İstenir mi?. 30

İçkinin Haram Kılınışının İkinci Aşaması Ve Kumarın Haram Kılınışı 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arasındaki İlişki 32

Açıklaması 33

İçki ve Zararları: 33

Kumar ve Zararları: 35

İhtiyaçtan Arta Kalanı (el-afvi) înfak Etmek: 35

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Yetimin Malına Velayet 38

Belagat: 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 38

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

Müslüman Erkeğin Müşrik Kadın İle Evlenmesi 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Nüzul Sebebi 40

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Hayız (Ayhali) Ve Hükümleri 43

I'râb: 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi 44

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Allah Adına Yemin Etmek İle Lağv Yemini 48

İ'râb: 48

Kelime ve İbareler: 48

Nüzul Sebebi 48

Ayetler Arası İlişki 49

Açıklaması 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Îlâ'nın Hükmü. 50

Belagat: 50

Kelime ve İbareler: 50

Nüzul Sebebi 50

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Boşanmış Kadının İddeti Ve Kadınların Hakları 53

İ'râb: 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Nüzul Sebebi 54

Açıklaması 54

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

İddetin Vücûbu: 55

Ric'atin (Erkeğin İddet İçerisinde Hanımına Dönüşünün) Meşrûiyyeti: 57

Karı Kocanın Hakları: 58

Talak Sayısı Ve Talaka Bağlı Olan Hükümler. 58

Belagat: 59

Kelime ve İbareler: 59

Nüzul Sebebi 59

Açıklaması 60

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Talâk (boşama) Sayısı ve Bu Husustaki Sünnet: 62

Hul’: 64

Hul' Bir Talak mıdır, Bir Fesh midir?. 64

Erkek Hul' Yapmayı Kabule Mecbur Edilir mi?. 65

Mebtûte Nikâhı: 65

Hanım Evinde Hizmet Etmekle Yükümlü müdür?. 66

Boşanmış Kadına Karşı Davranışta Erkeğin Vazifesi Ve Erkeğin Velayeti 66

Belagat: 66

Kelime ve İbareler: 67

Nüzul Sebebi 67

Açıklaması 68

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 69

Ücret Karşılığı Süt Emzirmek, Süt Emzirme Süresi, Çocukların Nafakası Ve Diğer Hükümler. 70

I'râb: 70

Belagat: 70

Kelime ve İbareler: 70

Ayetler Arası İlişki 71

Açıklaması 71

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 73

Kocası Vefat Eden Kadının İddeti 75

İ'râb: 75

Kelime ve İbareler: 75

Ayetler Arası İlişki 75

Açıklaması 75

İddet Bekleyen Kadının Uyması Gereken Yasaklar: 76

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 77

Yas Tutma (îhdad): 77

Kocası Vefat Etmiş Olan Hanıma Talib Olmak Ve Onunla Nikahlanma Zamanı 78

Belagat: 78

Kelime ve İbareler: 79

Açıklaması 79

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 80

Kendisiyle Zifafa Girilmeden Önce Boşanan Kadının Durumu. 81

İ'râb: 81

Belagat: 82

Kelime ve İbareler: 82

Nüzul Sebebi 82

Açıklaması 83

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Namaza Dikkat Göstermek.. 86

İ’râb: 86

Belagat: 86

Kelime ve İbareler: 86

Nüzul Sebebi 87

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

Kocası Vefat Etmiş Kadına Bir Yıl Süre İle Evinde Kalması İçin Vasiyette Bulunmak Ve Boşanan Her Kadına Mut'a Vermek   90

Kelime ve İbareler: 90

Nüzul Sebebi 90

Ayetler Arası İlişki 91

Açıklaması 91

Mut'a Emri Vücub mu Yoksa Mendupluk mu İfade Eder: 92

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 93

Ümmetlerin Ölümü Korkaklık Ve Cimrilik İle Hayatta Kalışları İse Kahramanlık Ve İnfakladır. 94

Belagat: 94

Kelime ve İbareler: 94

Nüzul Sebebi 94

Ayetler Arası İlişki: 95

Açıklaması 95

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 96

Ebi Dehdâh'ın Kıssası: 97

6- Borca Dair Bazı Hükümler. 97

Peygamber Samuel İle Kral Talufun Kıssası Ve İsrailoğullartnın Cihadı Terk Etmeleri 98

Kelime ve İbareler: 98

Ayetler Arası İlişki 99

Açıklaması 99

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 100

Talut'un Hükümdarlığı, Büyük Bir Kalabalığın Küçük Bir Topluluk Önünde Bozguna Uğraması 100

Belagat: 101

Kelime ve İbareler: 101

Açıklaması 101

Talût ve Calût Kıssası: 103

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 104

 


Hacca Dair Diğer Hükümler

 

108- Rabbinizden rızık istemenizde si­ze bir günah yoktur. Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi hidayete ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın. Daha evvel gerçekten sapık­lardandınız.

199-  Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün. Allah'tan mağfi­ret dileyin. Muhakkak, Allah gafurdur, rahimdir.

200- Menasikinizi bitirince babalarını­zı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı hatırlayın. İnsanlar­dan bazıları: "Rabbimiz bize dünyada ver." der. Ahirette ise nasibi yoktur onun.

201- Onlardan bazısı da: "Rabbimiz bi­ze dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." der.

202- İşte, onların, kazandıklarından bir payları vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir.

203- Bir de sayılı günlerde Allah'ı zik­redin. İki günde acele eden veya geri­de kalan kimseler için günah yoktur. Bu, takvalı hareket eden kimse içindir. Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzurunda haşrolunacağınızı bilin.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbinizden rızık", hac günlerinde ticaret yapmak suretiyle kâr ve bağış "istemenizde size bir günah" bir vebal "yoktur."

"Arafat'tan",  Hacıların hac ibadetini eda etmek için durdukları yerin adı­dır. Oraya bu adın veriliş sebebi insanların orada biribirlerini tanımalarıdır.

Arafe hacıların Arafat'ta vakfe yaptıkları günün adı olup Zilhicce'nin dokuzun­cu günüdür, "hep birlikte geri döndüğünüz" yani kalabalıklar halinde oradan döndüğünüz "zaman Meş'ar-ı Haram'da" bu, kuzah adını alan Müzdelife'nin sonlarında bir dağın adıdır. Ona Meş'ar denilmesinin sebebi ibadet için bir alâ­met oluşundandır. Şeair ise alâmetler anlamındadır. Saygınlığı dolayısıyla "ha­ram" lıkla nitelendirilmiştir. Orada yasaklanan şeyler yapılmaz. Müslim' in ri­vayet ettiğine göre Resulullah (s.a) orada etraf iyice aydınlanıncaya kadar vak­fe yapıp Allahu Teâlâ'yı zikretmiş ve dua etmiştir. "Allah'ı zikredip" Müzdeli-fe'de geceyi geçirdikten sonra orada telbiye, tehlil ve dua ile "Allah'ı anın." Zi­kir, dua tekbir ve tahmid getirmektir.

"O sizi hidayete ulaştırdığı gibi" size dininin alametlerini, haccın menasi-kini gösterdiği için "siz de O'nu anın."

"Sonra siz de" ey Kureyşliler "insanların döndüğü yerden" yani onlarla birlikte vakfe yapmak suretiyle Arafat'tan "birlikte dönün." Kureyşliler sair insanlarla birlikte vakfe yapmayı büyüklüklerine sığdıramayıp Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Burada geçen "sonra" kelimesi konudan söz etmek ile ilgili sıralanış dolayısıyladır. "Allah'tan mağfiret dileyin." Günahlarınızdan dolayı bağışlanma isteyiniz. "Menasikinizi" haccınızın ibadetlerini eda ederek "bitirin­ce..." Akabe cemresine taş atıp tavaf ettikten ve Mina'da geceledikten sonra, demektir. Yani hac menasikinizi bitirdikten sonra tekbir ve sena ile Allahü Te­âlâ'yı çokça anınız. Daha önce yaptığınız şekilde, atalarınızı anıp onların övü­nülecek günlerini dile getirdiğiniz gibi.

"Onlardan bazısı da "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik" başarı, sağlık, nimet (veya rızık). "ver ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateşin azabından" ora­ya girmemek suretiyle "koru!" Bunu zikretmekten kasıt, hem dünya hem ahi-ret hayrını istemeye bir teşviktir.

"İşte onların kazandıklarından" yaptıkları hac ve dua dolayısıyla "bir payları" sevapları "vardır. Allah hesabı çok çabuk görendir." O, bütün insanla­rı konu ile ilgili bir hadisin de işaret ettiği gibi, dünya günlerinden yarım gün­lük bir sürede hesaba çeker.

"Bir de sayılı günlerde" üç teşrik gününde, cemrelere taş attığınız sırada tekbir getirmek suretiyle "Allah'ı zikredin. Kim iki günde" taşlarını attıktan sonra Mina'dan çabuk ayrılmak suretiyle "acele ederse ona" bu acelesi dolayı­sıyla "günah yoktur. Kim de" teşrik günlerinin üçüncü gecesini de Mina'da ge­çirip o günün de taşlarını attıktan sonraya "geriye kalırsa, ona da günah yok­tur." Yani onlar, bu hususta serbesttirler. "Bu, takvalı hareket eden" haccında Allah'tan korkan "kimse içindir." Çünkü gerçek manada hacceden kişi odur. "O'nun huzurunda haşrolunacağınızı bilin!" Ahirette O'nun huzurunda topla­nacaksınız ve O, size amellerinizin karşılığını verecektir. [1]

 

Nüzul Sebebi

 

198.  ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî' nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle demektedir: "Ukaz, Micenne ve Zu'1-mecaz cahiliye dönemin­deki pazar günleri idi. Hac mevsimlerinde ticaret yapmanın günah olacağından korktular. O bakımdan Resulullah (s.a)'a bu hususa dair soru sordular. Bunun üzerine: "Rabbinizden" hac mevsiminde "rızık istemenizde size bir günah yok­tur." ayeti kerimesi nazil oldu.

Ahmed, İbni Ebu Hatim, İbni Cerîr et-Taberî, Hakim ve başkaları ise deği­şik rivayet yolları ile Ebu Umame et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: "İbni Ömer'e dedim ki: 'Bizler (hacılara binek) kiralıyoruz. Bizim haccet­memiz sözkonusu olur mu?' İbni Ömer şöyle dedi: 'Bir adam Resulullah (s.a)'ın yanına geldi ve senin bana sorduğun hususu ona sordu. Hz. Peygamber (a.s.) ona cevap vermedi. Nihayet Hz. Cebrail onu: "Rabbinizden rızık istemenizde si­ze bir günah yoktur." ayetini indirdi. Resulullah (s.a) onu çağırttı ve: "Sizler hac etmiş olursunuz." diye buyurdu."

199.  ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Araplar Arafat'ta, Kureyşliler ise Müzdeli-fe'de vakfe yapıyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ 'Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün.' buyruğunu indirdi."

200.  ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Cahiliye halkı hac mevsiminde vakfe yapar ve kalkıp: Benim babam yemek yedirir, başkalarının borcunu yük­lenir, diyetlerini üzerine alırdı, derlerdi, böylelikle onlar babalarının yaptıkları işlerden başkasından bahsetmezledi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: "menasiki-nizi bitirince... Allah'ı anın." buyruğunu indirdi.

İbni Cerîr'in de rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: "Cahiliye Arapları hac menasiklerini bitirdikleri vakit cemrenin yanında durur, cahiliye dönemin­deki atalarını sözkonusu eder, babalarının yaptıklarını dile getirirlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Hatta onlardan bazıları: 'Allah'ım babamın çadırı büyük, kazanı da büyüktü, malı pek çoktu. Ona verdiğinin ben­zerini bana da ver" Bunun üzerine cahiliye günlerinde babalarını anmaya gös­terdikleri bağlılıktan daha ileri bir şekilde Allah'ı anmaya kendilerini mecbur etmeleri için bu ayet-i kerime nazil oldu."

200. ayet-i kerime ile ilgili bir diğer nüzul sebebi ile 200 ve 201. ayetin nü­zul sebebi ile ilgili olarak İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet et­mektedir: "Bedevi Araplardan bir topluluk vakfe yapacakları yere gelir ve: 'Al-lahım, bu yıl yağmuru bol, ürünü çok, dostluk ve güzellik yılı olsun.' [2] deyip ahirete dair hiç bir şeyi sözkonusu etmezlerdi. Allahu Teâlâ da onlar hakkında: "İnsanlardan bazıları: 'Rabbimiz bize dünyada ver.' der. Ahirette ise onun bir nasibi yoktur." buyruğunu indirdi. Müminlerden bir başka grup da gelir: "Rabbimiz bize dünyada da, ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru... Allah hesabı pek çabuk görendir." derlerdi. [3]

 

Ayetler Arasında İlişki:

 

Allahu Teâlâ takvayı, hesap günü için azıklanmayı, Allah'tan korkmayı teşvik ettikten sonra; ticarî ilişkiler, tartışma ve düşmanlığa götürdüğünden dolayı burada da "Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur." ayeti yer almaktadır. Böylelikle ticaretin de hac aylarında yasaklanmış olduğu zan­nedilmez. Yine Allahu Teâlâ ihram halinde dikişli elbise giymeyi yasakladığın­dan ve insan da oldukça muhtaç olabileceğinden, ticaretin de yasaklanmış ol­duğu zannedilebileceği dolayısıyla bu yanlış kanaatleri önlemek için Allahu Te­âlâ hac esnasında ticaret yapmayı mubah kılmaktadır. Çünkü bu nzık için bir çalışmadır. Rızık veya kazanç sağlamak ise Allah'ın lütfundandır, yasak değil­dir. Çünkü böyle bir ibadet ihlâsa aykırı değildir. Bu bakımdan hac ile birlikte ticaret maksadının da bulunmasını engelleyen bir durum yoktur. Yasaklanan yalnızca hacca ticaret maksadıyla gitmektir. Müslümanlar ibadeti olumsuz yönden etkiler korkusuyla işin başında, ticaretten -nüzul sebeplerinde açıkladı­ğımız gibi- çekinmişlerdi. Bu bakımdan dükkânlarını kapatıyorlardı. Allahu Teâlâ kazanç elde etmenin Allah'ın lütfundan olduğunu, ibadetin ihlasla yapıl­ması halinde günah sözkonusu olmadığını onlara bildirdi. [4]

 

Açıklaması

 

Hac esnasında alışveriş yapmanızda, bineği kiralamak suretiyle helâl rı­zık talebinde bulunmanızda -bizzat gözetilen temel maksat bu olmadıkça- sizin için bir günah yoktur. Bu gibi şeyler ancak ibadete bağlı bir maksat olarak ya­pılabilir. Çünkü rızık talebi, haccm güzel maksadının gözetilmesiyle beraber yine bir ibadettir. Bununla birlikte hac mensikini eda etmek için başka bir şey­le uğraşmamak daha faziletli ve daha mükemmeldir. Çünkü Allahu Teâlâ: "On­lar, Allah'a ancak dinlerini halis kılan kimseler olarak ibadet etmekle emrolun-dular." (Beyyine, 5/98) diye buyurmaktadır.

Hacda ticaretin mubah olması için şu da şarttır: Ticaret, itaatin eksikliği­ne sebep olmamalı, ve ticaret yapan kimseyi hac amellerinden alıkoymamalı-dır. Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Hac Arafe'dir." [5] hadisi dolayısıyla haccın en önemli rükünlerinden birisi olan Arafat'ta vakfede bulunduktan ve Ara­fat'tan Allahu Teâlâ kalabalıklar halinde ayrıldıktan sonra, kendisini zikredip anmayı emretmektedir. Bu yüzden hacceden bir kimsenin Müzdelife'ye doğru yola koyulup orada gecelediği vakit, Meş'ar-i Haram'ın yanında telbiye, tehlil, dua, hamd ve sena ile Allahu Teâlâ'yı zikretmesi görevidir. Bu mübarek yerde Allah'ı bu şekilde anmamasından korkulması sebebiyle ondan Aflahu Teâlâ'yı zikretmesi talebinde bulunulmuştur. Meş'ar-i Haram imamın (hac emirinin) üzerinde durduğu dağın (tepenin) adıdır. Rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) Müzdelife'de sabah namazını kıldıktan sonra devesine bindi ve Meş'ar-i Haram'a kadar geldi, orada dua etti, tekbir ve tehlil getirdi. Güneş ortalığı iyi­ce aydınlatıncaya kadar vakfesini devam ettirdi. İbn Abbas'tan rivayet edildiği­ne göre o insanlara bakmış ve: "Bu gece insanlar uyumazlardı." demiştir.

Daha sonra Allahu Teâlâ, zikretme şeklini beyan ederek: Size ne şekilde zikredeceğini öğrettiği gibi siz de O'nu anınız. Bu zikir; tazarru, ihlas, kalbî bir yöneliş, huşu ve Allah'a karşı huzurlu bir kalp ile yapılmalıdır. İşte güzel bir şekilde yapılan zikir budur. O, size güzel bir şekilde hidayet verdiği gibi, siz de O'nu güzel olarak anın. Halbuki size hidayet verilmeden sizler akide ve ameli­niz itibarıyla haktan sapmış kimselerdiniz. Çünkü putlara, heykellere tapıyor, sizleri Allah'a yakmlaştırsmlar diye onları Allah nezdinde aracılar veya şefaat­çiler ediniyordunuz.

Daha sonra ayet-i kerime Kureyşliler ile diğer bazı kabilelere; bütün in­sanlar oradan ifâde edip ayrıldıkları ve vakfe yaptıkları gibi, Arafat'ta ifâda yapmalarını emretmektedir. Halbuki onlar bu ayet-i kerimeden önce başkaları­na karşı üstünlük taslayarak Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Buharî ve Müs­lim' in rivayet ettiğine göre Kinane, Cedîne ve Kayslılar ve onların dinini takip eden el-Hums [6] diye anılanlar, cahiliye döneminde sair Araplarla Arafat'ta vakfe yapmayı kendilerine yediremeyerek Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı.

İslâm'da eşitlik ilkesini gerçekleştirmek, ayrıcalıkları bir kenara atmak için Allah Teâlâ Arafat'ta bütün Müslümanlarla birlikte vakfe yapmasını Pey­gamberine emretmekte ve Kureyşlilerin davranışını iptal etmek üzere de Ara­fat'tan ifâda etmelerini emir buyurmaktadır.

Haccm amelleri pek çok olup herhangi bir kusurdan uzak kalması pek zor olduğundan dolayı, Allahu Teâlâ onlara mağfiret dilemelerini emretmektedir. Allahu Teâlâ, samimi bir tevbe ile birlikte kendisinden mağfiret ve rahmet is­teyen kimseye mağfiret ve rahmetini çok geniş olarak verir.

Allahu Teâlâ daha sonra bir başka cahili adeti de ortadan kaldırmaktadır. Bu ise, ataların şerefli konumlan ile karşılıklı iftihar etmek âdetidir. Çünkü Araplar Mina'da mescit ile tepe arasında hac işlerini bitirdikten sonra -nüzul sebeplerinde açıkladığımız gibi- vakfe yapıyorlardı. Nitekim İbni Abbas'tan ge­len şu rivayet de bunu tekit etmektedir: "Araplar haclarını bitirdikten sonra onlardan herhangi birisi atalarının cömertlik, hamaset, akrabalık bağlarını gö­zetmek gibi önemli günlerini sayıp döker, burada şiirler okurlardı. Allahu Te­âlâ onlara İslâm nimetini ihsan buyurunca atalarını andıkları gibi, Allah'ı zik­retmelerini onlara emir buyurdu."

el-Kaffâl'ın rivayetine göre İbni Ömer şöyle buyurmuştur: "Fetih günü Resulullah (s.a), el-Kasva adındaki devesi üzerinde tavaf yaptı. Elindeki asası ile Hacer-i Esved-i istilam (okşamak, öpmek, sevmek, el sürmek) ediyordu. Da­ha sonra Allah'a hamdü senada bulundu ve şöyle dedi:

"Şimdi ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, sizden cahiliye hamiyetini ve çözü­lüşünü gidermiştir. Ey insanlar! İnsanlar ancak iki türlüdür: (Birincisi) İyi, takva sahibi ve Allah katında değerli, ikincisi ise günahkâr, bedbaht ve Allah katında değersiz bir kimsedir." Daha sonra Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Şüphe­siz ki biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da birbirlerinizle tanı-şasınız diye sizleri cemiyetler (milletler) ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Al­lah katında en değerliniz, en takvâlı olanınızdır..." (Hucurat, 49/13) ayetini okudu.

Yine Peygamber (s.a) Veda haccmda teşrik günlerinin ikincisinde bir hut­be irad etti ve bu hutbesinde Arapları övünmeleri terketmeye yöneltti ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir ve muhakkak atanız da birdir. Arap olan bir kimsenin Arap olmayana, Arap olmayan bir kimsenin Arap olana, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takva yönünden hariç- bir üstünlüğünün olmadığını bilin. "Tebliğ ettim mi?" deyince hazır bulunanlar: "Resulullah (s.a.)'a "evet, tebliğ ettin", dediler.

Böyle bir adetin ortadan kaldırılması Allahu Teâlâ'nın çokça zikredilmesi emredilerek gerçekleştirilmiştir. Tıpkı onların daha önce atalarını ve onların övünülecek durumlarını sözkonusu ettikleri gibi. Hatta onların atalarını anma­larından da daha ileri derecede Allah'ı anmaları istenmektedir.

Daha sonra Resulullah (a.s) en güzel olan hali takınıp diğerlerini terket-mek üzere dua esnasında zikreden insanların durumlarını hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Hacda insanlar iki türlüdür: Kimisi dualarını yalnızca dünya ile ilgili hususlara hasreder, dünyanın hayırlarının arttırılmasını ister, ahirete dair bir şey söylemez. Adeta ahiret onun hatırından geçmez, ahiretin hiç bir şeyine de önem vermez gibi davranır. Böyle bir kimse; makam, mevki, zenginlik, düşmanlara karşı zafer ve buna benzer dünyevî şeyler ister. Bu gibi kimselerin Allah'ın takva sahipleri için hazırlamış olduğu rıza ve cennetlerin­den ahirette herhangi bir paylan yoktur.

Diğer bir grup ise, hem dünya hem de ahiretin iyiliğini istemeye özen gös­terir ve: 'Rabbimiz! Sen bize dünyada hoş ve mutlu, huzurlu bir hayat bağışla! Ahirette de razı olunacak mutlu ve huzurlu bir hayat ver.' der" Ahiretin de dünyanın da mutluluğunu talep etmek faydalı ve güzel amel işlemeye bağlıdır. Dünya, rızık yolunda çalışıp gayret etmeyi, güzel geçinip güzel davranmayı, iyi huy sahibi olmayı gerektirir. Ahiret ise ancak sahih iman ile elde edilebilir. İşte bu ikinci kısım, günahlardan ve cehennemde azab görmenin sebeplerinden uzak durmaya çokça gayret gösterir ve şöyle der: 'Rabbimiz, bizleri nefisleri­mizin arzularından koru. Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, bi­zimle günahlarımızın arasını da öylece uzaklaştır. Seni razı edecek işler yap­maya muvaffak kıl. Mümin, Allah'ın farzlarını yerine getirip masiyet ve mün-kerlerden uzak durup dünya ve ahiret mutluluğunu talep ettiği takdirde Alla­hu Teâlâ da her ikisinde (dünya ve ahirette) ona başarı ihsan eder.

Dünyadaki iyilik; sıhhat, güven, diğer insanlara muhtaç olmamak, salih evlat, salih zevce, düşmanlara karşı muzaffer olmaktır. Ahiretteki iyilik ise, se­vaba nail olmak ve azabtan da kurtulmaktır.

Allahu Teâlâ, daha sonra sadece dünyayı talep edenler ile hem dünya hem de ahireti birlikte talep eden bu iki kesime işarette bulunarak, her birisinin ta­lep ve duasından payının verileceğini beyan etmektedir. Bir görüşe göre Allahu Teâlâ: "İşte onların kazandıklarından bir payları vardır." buyruğu yalnızca ikinci kesime aittir. Çünkü Allahu Teâlâ birinci kesimin hükmünü: "Ahirette ise onun nasibi yoktur." buyruğu ile zikretmektedir. Durum her ne olursa olsun karşılığa nail olmak kazançtan başlar. Çünkü "kazandıklarından" buyruğun-daki "(min= dan" buyruğu gayenin başlangıcını ifade etmek içindir, bir kısmını ifade etmek için değildir. Kazanç ise kişinin ameli ile nail olduğu şey hakkında kullanılır. Allah ise hesabı çabucak görüverendir. Her kazanan kişiye amelinin karşılığını amelinin akabinde çok çabuk verir. Ahiretteki hesap her amel işle­yen kimsenin kendi ameline vakıf olması ile olur. Bu ise bir anda gerçekleşir. Rivayet edildiğine göre Allahu Teâlâ bütün insanları göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde hesaba çekecektir. Diğer bir rivayete göre dünya günlerinden yarım günlük bir sürede bunu gerçekleştirecektir. Kısacası: "Rabbimiz bize dünyada da ahirette de bir iyilik ver." ayeti, dünya ve ahiret adına yapılacak bütün talepleri ihtiva etmektedir. Hesabın gerçekleşmesi muhakkak olduğuna göre o, pek yakın ve pek çabuktur.

Bu ayet-i kerimeye benzer Allahu Teâlâ'nın şu buyrukları da vardır: "Kim bu dünyayı isterse biz de burada istediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz. O, buraya kınanmış ve kovulmuş olarak boy­lar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için çalışıp çabalarsa çalışma­larının karşılığı olarak mükâfat görür. Her birine Rabbinin bağışından art ar­da veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ, 17/18-20); "Kim ahiret ekinini isterse biz onun ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendi­sine ondan veririz. Ahirette ise onun hiç bir nasibi yoktur." (Şûra, 42/20).

Daha sonra Allahu Teâlâ Meş'ar-ı Haram'ın yanında; sözü geçen, kendisi­nin zikredilmesine dair emri verdikten sonra Mina günlerinde ve Mina günleri sonrasında menasikin eda edilmesi halinde zikredilmesini emretmekte ve: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin." diye buyurmaktadır. Buradaki sözkonusu "sayılı günler" ise Zilhicce'nin 11, 12 ve 13. günleri olan Mina günleri veya Teş­rik günleridir. Bunlar Cemrelerin taşlandığı günlerdir. Bu günlerde hediye ve kurbanlıklar kesilir.

Bu günlerde Allah'ı zikretmek, namazın akabinde cemrelerin taşlanması esnasında ve kurbanlar kesilirken getirilen tehlil ve tekbir ile olur. Zikrin türü bakımından hacı olanlarla olmayanlar arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, hacı olmayanlar Arefe günü de tekbir getirilir, hacılar ise telbiye getirirler. Ri­vayet yoluyla gelen tekbir şekli şöyledir: "Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber kebirâ" Hz. Ömer'den gelen rivayete göre ise o, (Hz. Muhammed (a.s.) Mina'da çadırında tekbir getirir, onun etrafında bulunanlar da onunla tekbir getirirlerdi. Hatta yolda bulunan insanlar da tekbir getirirlerdi. el-Fadl b. Ab-bas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Müzdelife'den Mina'ya kadar Resulullah (s.a.)'ın arkasında bineğinin üzerindeydim. Akabe Cemresine taş atıncaya kadar telbiyesini kesmedi."

Dikkat edilecek olursa bu surede hacda zikretme emri "sayılı günler" diye varid olmuştur. Hac suresinde ise "belli günlerde" diye varid olmuştur: "Ta ki onlar kendileri için birtakım menfaatlere tanık olsunlar, belirli günlerde de Al­lah'ın adını ansınlar." (Hacc, 22/28).

Bu bakımdan İmam Şafiî "belli günler" in Kurban bayramının birinci gü­nü sonuncuları olmak üzere; Zilhicce'nin ilk on günü olduğunu; "sayılı günler" in ise Nahr (Kurbanın birinci) gününden sonraki üç gün olduğu görüşündedir. Bunlar ise Teşrik günleridir. el-Kaffâl da Tefsiri'nde kaydettiği rivayet ile bu görüşü tekid etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir münadiye şöyle nida etmesini emretmiştir: "Hac Arafe'dir. Her kim tanyerinin ağarmasından önce Müzdelife'ye gidilecek gece gelebilir ise, haccı idrak etmiş olur. Mina'nın günleri ise üçtür. Her kim iki günde acele ederse onun üzerine vebal yoktur." Sünen sa­hipleri de Abdurrahman b. Ya'mer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Necid halkından bazı kimseler Resulullah (s.a)'ın yanma Arafe'de vakfede iken geldiler. Ona soru sordular. O da bir münadiye şöylece seslenmesini em­retti: "Hac Arafe'dir. Her kim Cem [7] gecesi (Müzdelife'nin diğer adıdır) tanyeri­nin ağarmasından önce gelirse (haccı) idrak etmiş olur. Mina günleri üç gün­dür. Her kim iki günde acele eder (ve Mina'dan ayrılırsa) onun üzerine vebal yoktur. Her kim geriye kalırsa onun üzerine de vebal yoktur." İmam Malik'in gö­rüşüne göre ise taş atma günleri "sayılı günler", kurban kesme günleri ise "bel­li günler" dir. Buna göre kurban kesme günü sayılı bir gün değil malum (belli) bir gündür. Ondan sonraki günler ise hem belli hem de sayılı günlerdir. Dör­düncü gün ise sayılır, fakat belli günlerden değildir.

"İki günde acele eden kimse..." ayetinin anlamı da şudur: Her kim üç gün­de yapılması istenenleri acele ederek iki günde yaparsa onun üzerine bir gü­nah yoktur. Her kim de acele edilebilir iznine binaen gecikirse onun üzerine de bir günah yoktur. O halde daha faziletli olan Mina'da kalmak ve orada üç gün üç gece geçirmektir. Bunu ise her gün zevalden sonra Cemrelere 21 taş atmak için yapar. Her bir Cemreye 7 taş atılır. Böylelikle Hz.İbrahim'in uygulamasına uyulmuş olur. Akabe cemresinin başka bir özelliği ise Kurban bayramının bi­rinci günü sadece oraya taş atılmasıdır. Mina'da Teşrik günlerinin birinci ve ikinci gecelerini geçirmek suretiyle ruhsatı seçmek de caizdir. Bundan sonra ise Mekke'ye gidilir. Kişi, eğer ikinci günü güneş batmcaya kadar Mina'dan ay­rılmayacak olursa, üçüncü gün zevalden önce veya sonra taş atıncaya kadar geceyi orada geçirir, sonra Mina'dan ayrılır. Ruhsat yolunu terketmekten dola­yı da onun için bir günah yoktur.

Acele ayrılmak veya sonraya kalmak ile ilgili bu hafifletme ve muhayyer bırakma, acele edenden de sonraya kalandan da günahın nefyedilmesi (yok edilmesi) veya bu mağfiret, Allah'tan korkan takva sahibi [8] ve O'nun yasakla­dıklarını terkeden, haccına zulüm ve günah bulaştırmayan kimseler içindir. Çünkü gerçek hacı budur. Zira bütün ibadetlerden maksat takvadır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: "Allah ancak takva sahibi olanlardan (amellerini) kabul eder." (Maide, 5/27). Takvanın gerçekleştirilmesi ise kalp ve dil ile Allah'ı zikretmek, bütün durumlarda onun gözetimi altında olduğunun şuuruna varmakla olur. Daha sonra Allahu Teâlâ takvalı olmayı emrederek: "Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz O'nun huzurunda haşroluna-caksınız." diye buyurmaktadır. Yani hac menasikini eda ettiğiniz vakit ve bü­tün hallerde Allah'tan korkunuz demektir. Ardından takva emrini tekit etmek­te ve şöyle buyurmaktadır: Ve biliniz ki muhakkak sizler Kıyamet gününde amellerinizden dolayı hesaba çekilmek ve karşılıklarını görmek üzere diriltile­cek ve bir araya toplanacaksınız. Haşir ise cesetlerin çıkışından itibaren başlar ve hesap için huzurda beklemenin sonuna kadar devam eder. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir. Güzel akıbet, takvanın bir sonucudur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İşte, bu cenneti biz, kullarımızdan takva sahibi olanlara mi­ras veririz." (Meryem, 19/63). Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "O gün kimse kimseye herhangi bir fayda sağlayamaz. O günde emir ve hüküm yalnız Allah'ındır." (İnfıtar, 82/19).

Amelleri dolayısıyla hesaba çekileceğini bilen bir kimse salih amel işleme­ye bakar, Rabbinden korkar. Allahu Teâlâ hakkındaki kendisinin anılması ve takva sahibi olunması emirlerini defalarca tekrarlamaktadır. Böylelikle ibadet­te önemli olanın nefsin ıslah edilmesi, hayrın işlenmesi, kötülük ve günahlar­dan uzak kalınması olduğu anlaşılmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan akı­bet hakkında zan veya şüpheye sahip olan kimse bazen iyi amel işler, bazen de iyi ameli terkeder.

Allahu Teâlâ Arafat'tan birinci defa ayrılmayı ve menasikin bitiminden sonra da ikinci defa ayrılmayı sözkonusu edince -ki bu ayrılma, insanların hac mevsiminden meşair ve vakfe yapılan yerlerde bir araya gelip toplanmaların­dan sonra geldikleri bölgelere ve sair yerlere dağılması ile olur- şöyle buyur­maktadır: "Allah'tan korkun ve bilin ki, muhakkak O'nun huzurunda haşrolu-nacaksınız." Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "De ki: "Yeryü­züne sizi dağıtan O'dur. Sonra ise yalnız O'nun huzuruna toplanıp götürülecek­siniz." (Mülk, 67/24). [9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur..." ayet-i kerimesi, hacılar için hac esnasında hac ibadetini eda etmekle birlikte, ticaret yapmanın da caiz olduğunu göstermektedir. Bu şekilde ticaret maksadını da gütmenin şirk olmayacağını, mükellefin bunu yapmakla kendisi için farz kılınmış ihlas şartının dışına çıkmış olmayacağını ifade etmektedir. Fakat ticaretsiz bir hac daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde yapılan bir hac ile dünya şaibelerinden ve kalbin hacdan başka şeylerle alakalı olmasından uzak kalınır.

"Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman..." buyruğu, Arafe günü vakfe yapmanın mutlaka yerine getirilmesi gereken farz bir emir olduğunu göstermektedir. Çünkü "geri dönmek (ifâda)" ancak orada vakfe yaptıktan son­ra olur. Diğer taraftan, Meşar-i Haram'da zikretme emri buna bağlı olarak anılmıştır.

Arafe günü zevalden önce vakfede bulunup, sonra ifâda yapıp öğleden ön­ce oradan dönen kimsenin bu şekilde vakfesinin hiç bir önem taşımayacağı hu­susu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Öğleden sonra Arafe'de vakfe ya­pıp geceden önce gündüzün, oradan dönenin de haccının tamam olduğu üzerin­de İmam Malik dışında icma etmişlerdir. İmam Malik der ki: "Gecenin bir bölü­münde de vakfede bulunulması kaçınılmazdır." Yine geceleyin Arafe'de vakfe yapan kimsenin haccının tamam olduğu hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Cumhurun delili Allahu Teâlâ'nın "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz za­man" buyruğudur. Burada gece veya gündüz tahsisi yoktur. Yine Urve b. Mu-darris yoluyla gelen hadis de onların delilleri arasındadır. Bu hadiste Urve şöy­le demektedir: "Resulullah (s.a.)'a Müzdelife 'de vakfe yerinde dururken var­dım ve şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Rasulü! Ben sana Tay dağlarından geliyorum. Bineğimi bitkin bıraktım, kendim de oldukça yoruldum. Allah'a yemin ederim, üzerinde vakfe yapmadık hiç bir dağ [10] bırakmadım. Ey Allah'ın Rasûlü benim haccım oldu mu? Resulullah (s. a) şöyle buyurdu: "Kim bizimle birlikte sabah namazını Cem denilen yerde (Müzdelife'de) kılarsa, bundan önce de gece yahut gündüz Arafat'a gelmiş ise, artık o kişi kirini gidermiş [11] ve haccını tamamla­mış olur."[12]

İmam Malik' in delili ise Müslim tarafından rivayet edilen Hz. Cabir'den gelen uzunca hadis-i şeriftir. Orada şöyle denilmektedir: "(O,) Güneş batıncaya ve sarımtırak renk bir parça ve güneş kursu kayboluncaya kadar (Arafat'taki) vakfesine devam etti." Hz. Peygamber(a.s)'in fiilleri ise bilhassa haçta gerekli­lik ifade eder. Çünkü: "Menasikinizi benden öğreniniz." diye buyurmuştur.

"Arafat'ta sadece gündüzün vakfe yapan kimsenin herhangi bir sorumlulu­ğu var mıdır?"

Şâfiüerin dışında kalan cumhur güneşin batışına kadar vakfe yapmayı va­cip görmüşlerdir. Böylelikle Arafat'taki vakfesinde gece ile gündüz bir arada vakfe yapmış olsun ve bu yüzden Peygamber (s.a)'in fiilî uygulamasına da uy­muş bulunsun.

Şayet güneş batışından önce ifâda yapar (Arafat'tan ayrılır) ve geri dön­mezse, haccı sahih ve tamamdır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre bir kurban kes­mesi gerekir. Malik de der ki: "Gelecek sene haccetmesi ve yine gelecek sene haccında bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. Böyle bir kimse haccı kaçıran kimse gibidir. Şafiîlerin görüşüne göre ise, gece ile gündüz vakti vakfeyi yap­mak sünnete ittibaen, yalnızca bir sünnettir. Eğer güneşin batışından önce ifâ­da yaparsa bir kan (kurban kesmesi) gerekmez, İsterse geceleyin Arafat'a dön­mesin. Çünkü bu konuda şöyle bir sahih haber vardır: "Her kim gece yahut gündüz tan yerinden önce Arafat'a gelirse onun haccı tamam olur."

Resulullah (s.a)'a uyarak dua yapmayı daha kolaylaştırdığı için binmeye güç yetirenin binek üzerinde Arafat'ta vakfe yapması daha efdaldir. Şayet bin­meye gücü yetmiyorsa ayakta durarak dua eder. Gücü yettiği sürece bunu sür­dürür. Eğer ayakta durmaya gücü yetmiyorsa oturmasında bir mahzur yoktur. Binek üzerinde vakfe yapmak hac için bir saygı ifade eder. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'ın şeairini tazim ederse o kalplerin takvasından ötürüdür." (Hacc, 22/32).

Kur"ân-ı Kerîm'in genel ifadelerinin ve sabit sünnetin zahiri, Arafe'nin her tarafının vakfe yapılacak yer olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Ve ben burada vakfe yaptım, Arafat'ın her tarafı vakfe yapılacak yerdir."

Arafe gününün fazileti pek büyük, sevabı pek çoktur. Allah bu günde bü­yük günahları affeder. Salih amellerin mükâfatını kat kat verir. Sahih hadiste Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmaktadır. "Arefe günü tutulan oruç, içinde bu­lunulan ve bir önceki senede işlenilen günahlara keffârettir." Bu günde oruç tutmak, hacı olmayanlar için bir sünnettir. Bazı ilim adamları Arafe gününde Arafat'ta oruç tutmuştur. Yine Hz. Peygamber(a.s.) şöyle buyurmuştur: "Du­anın en faziletlisi Arafe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamber­lerin söyledikleri en faziletli söz ise: 'Lâ İlahe illAllah vahdehû lâ şerike leh (Al­lah'tan başka hiç bir ilah yoktur, O bir ve tekdir, Onun hiç bir ortağı yoktur.)' sö­züdür." Dârakutnî de Hz. Âişe'den Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Allahu Teâlâ'nın Arafe gününde cehennemden azad ettiği ka­der kişi başka bir günde azat edilmemiştir. Aziz ve Celil olan Allah yaklaşır, sonra da o hacılarla meleklere karşı övünür ve: 'Bunlar neler istedi?' diye sorar."

Ayet-i kerimeler hac esnasında pek çok yerde Allah'ı zikretmeyi teşvik et­mektedir. "Meş'ar-i Haram'ın yanında Mina günlerinde haccı bitirdikten son­ra..." Bu ise, Meş'ar-i Haram'ın yanında dua ve telbiye getirerek Mina'da tehlil ve tekbir ile, Arafat'ta, Arafat'tan ifâdadan sonra ve hac işlerini bitirdikten sonra da mağfiret ve dua ile olur. Böylelikle Allahu Teâlâ ile bağ daha bir güç­lenir, Allah'a ibadet ettiği ya da insanlarla ilişki halinde bulunduğu vakit Müs-lümanm kalbi gözle görülür, kulakla işitilir bir halde Allah'ın haşyeti ile daha çok dolar. İmam Ahmed ve Müslim, Nubeyşe el-Huzelî'den şöyle bir hadis riva­yet etmektedir: "Teşrik günleri; yeme, içme ve zikir günleridir."

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Birinci emir Meş'ar-i Haram'ın yanında zikretme emridir. İkincisi, ihlas üzere zikretme emridir. Üçüncüsü ise cahiliye döneminde haccın akabinde yapıldığı gibi ataların övünülecek hallerini anmak, şerefli konumlarını dile getirmekte olduğu gibi Allah'ı zikretmeye devam et­mektir. Hatta ataları anmaktan daha ileri derecede bunu sürdürmektir. Bu, ayet-i kerimelerde belirtilen en mükemmel zikir ve dualar arasında hem dünya hem ahiretin hayrını bir arada ihtiva eden duadır. Bu dua, müminden çokça yapılması istenen kapsamlı dualar arasındadır "Rabbimiz! Bize dünya ve ahi-rette bir iyilik ver."

Buharî ile Müslim' de de Hz. Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Peygamber (s.a)'in en çok yaptığı dua şu sözleriydi: "Allah'ım bize dünya ve ahirette bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru."

Resulullah (s.a)'ın Arafe gününde öğle ve ikindi namazlarını cem-i takdim ile (öğle vaktinde) kıldığı ve cuma günkü gibi bir hutbe irad ettiği sabittir. Ak­şam ve yatsı namazlarını ise cem-i tehir ile (yatsının vaktinde) kıldığı sabittir. Bu namazları tek bir ezan ve iki kamet getirerek kılmıştır. Sahih' te böylece sabit olmuştur. Malik ise der ki: "Resulullah (a.s.), Bu namazları iki ezan ve iki kamet getirerek kılmıştır."

Cumhurun görüşüne göre Müzdelife'de gecelemek bir rükün değildir. Ma­lik ise der ki: "Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir. Sonra yükleri indirmek ve iki namazı bir arada kılıp bir şeyler yiyip içecek kadar olması yeterlidir. Müz­delife'de gecelemek müekked bir sünnettir. Orada geceyi geçirmeyenin bir kan akıtması (kurban kesmesi) gerekir. Gecenin çoğunluğunu orada geçirene ise bir şey düşmez."

Hanefîler der ki: "Oradan geçmek suretiyle tanyeri ağardıktan bir an son­ra dahi Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir. Bu tıpkı Arefe'deki vakfe gibidir. Orada geceyi geçirmek ise sünnettir."

Şafiîler ise der ki: "Gece yarısından sonra orada bir an dahi bulunmak, Müzdelife'de gecelemek için yeterlidir."

Hanbelîler der ki: "Gece yarısından sonra Müzdelife'de gecelemek vaciptir. Bunu terkedenin bir kan akıtması (kurban kesmesi) gerekir." Bütün mezheple­re göre yerine getirilmesi gereken fidye veya kandan kasıt, bir kurbandır. Müz­delife'de vakfe yapmanın vacip oluşunun delili daha önce geçen Urve b. Mudarris'in rivayet ettiği hadis-i şerittir: "Kim bizimle birlikte bu namazı kılar, sonra buradan ifâda edene kadar bizimle birlikte vakfe yaparsa ve bundan önce de gece yahut gündüz -Arafat'tan [13] ifâdada bulunursa, onun haccı tamam olur ve o kimse kirini gidermiş olur."

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre hacı Akabe cemresine ata­cağı ilk taş ile birlikte telbiye getirmeyi keser. Malik'ten meşhur olan görüşe göre ise Arafe günü güneşin zevalinden sonra telbiyeyi keser. Cumhurun delili Müslim'in rivayet ettiği el-Fadl b. Abbas'tan gelen şu hadisdir: "Resulullah (s.a) Akabe cemresine taş atıncaya kadar telbiye getirmeyi kesmedi."

Akabe cemresine taş atmak, başını tıraş etmek ve kurban kesmek ile hacı için küçük tahüllül (ihramdan çıkış) gerçekleşir. Çünkü Dârakutnî'nin Hz. Ai-şe'den rivayetine göe Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Taş atıp tıraş olup kurbanınızı kestiğiniz takdirde (ihram dolayısıyla sizin için yasak olan) her şey -kadınlar müstesna- size helâl olur. Dikişli elbise giymek koku sürünmek sizin için helâl olur."

Diğer bir ifadeye, Akabe cemresine taş atmak, tıraş olmak ve ifâda tavafı­nı yapmaktan ibaret olan üç şeyden ikisini yapmakla bu gerçekleşir. Büyük ta-hallül ise ifâda tavafını yapmakla olur. Kadınlarla birlikte olmak ve ihramın bütün yasaklan ifada tavafından sonra helâl olur. [14]

 

Tekbir Zamanı:

 

"Sayılı günler" de Allah'ı zikretmek, namazların akabinde ve cemrelere taş atarken tekbir getirmektir. Malik der ki: "Tekbîr, kurban bayramının birin­ci günü öğle vaktinden başlar, son teşrik günü sabah namazından sonrasına kadar devam eder. Buna göre tekbir getirilecek namazların sayısı onbeş tane­dir."

Şafiî'den gelen bir rivayete göre ise Kurban bayramının birinci gününün gecesinin akşam namazından itibaren tekbire başlanır.

Ondan gelen bir diğer rivayet ile Ebu Hanife'den gelen başka rivayete göre Arefe günü sabah namazından itibaren tekbire başlanır ve kurban bayramı bi­rinci günü ikindi namazından sonra tekbir kesilir. Hanefî ve Hanbelîlerin mezhebi ile Şafiîler ce meşhur olan görüşe göre ise Arafe günü sabah namazın­dan itibaren tekbire başlanır ve son teşrik günü ikindi namazı sonunda kesilir. Buna göre tekbir getirilen namazların sayısı 23 olur. Bunun delili ise Hz. Cabir'in Peygamber'(s.a)den yaptığı şu rivayettir: "Hz. Peygamber Arefe günü sa­bah namazını kıldı, sonra bize doğru yöneldi ve 'Allahu Ekber" dedi. Bu tekbiri­ne teşrik günlerinin son günü ikindi namazına kadar devam etti."

Allahu Teâlâ'nın: "İşte onların kazandıklarından bir payları vardır." buy­ruğu ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demektedir: "Burada sözü geçen kişi baş­kasından mal alıp hacceden kimsedir. Böyle bir kimse bu haccı dolayısıyla se­vap alır." Dârakutnî'nin kaydettiğine göre de İbni Abbas'tan gelen rivayette o, bu ayet-i kerime hakkında şöyle demiştir: "Bir adam 'Ey Allah'ın Rasulü! Ba­bam haccetmeksizin vefat etti, ben onun yerine haccedeyim mi?' Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şayet baban üzerinde bir borç olsaydı ve sen bunu ödemiş olsaydın, bu yeterli olmaz mıydı?" Adam: "Evet," deyince Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha büyük bir haktır." İbni Abbas'ın görüşü Malik' in görüşüne yakındır. Yani yerine hac edilen kimse, verdiği para­nın sevabını alır ve hac görevi hacceden kimse içindir. Böyle bir kimse adeta beden ve amellerinin sevabını alıyor gibidir. Adına hac yapılan kimse için ise malının ve harcamalarının sevabı vardır. Bundan dolayı vekâleten hac yapan kimsenin kendi adına farz olan haccı yapmış olması ile olmaması arasında (Malik' e göre) bir fark yoktur.

Sayılı günlerde zikretme emrinin muhatabının hacceden olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kimse cemrelere taş atarken tekbir getirmek ile muhatap alındığı gibi, belli günlerde Allah'ın rızık olarak ihsan etmiş olduğu davarlar üzerinde ve namazlar akabinde telbiye getirmeksizin, tekbir getirmekle muha­taptır.

Ashab, tabiîn ve fukahanın büyük çoğunluğunun görüşüne göre hacı olma­yanların da tıpkı hacılar gibi tekbir getirmeleri istenir. Her bir namazın akabin­de, ister tek başına, isterse cemaatle namaz kılsın hacı olmayanlar da tekbir ge­tirirler. Bu günlerde getirilen tekbir açıktan getirilir. Böylelikle bu getirilen tek­bir ile, tekbir zamanmda açıklamış olduğumuz şekilde, selef-i salihe uyulmuş olur. İmam Malik' in el-Müdevvene' sinde şöyle denmektedir: "Namaz akabinde tekbir getirmeyi unutursa şayet namazdan kalktığı yere yakın ise oturur ve tekbir getirir. Eğer uzaklaşmış ise ona bir şey gerekmez. Tekbir getirmeksizin gider ve diğerleri ise oturmakta olurlarsa diğerleri tekbir getirmelidir."

Malik' in mezhebinde meşhur olan göre göre tekbir lafzı üç defa söylenir. Bir rivayete göre de şu ilave yapılır: Lâ ilahe illAllahu vAllahu ekber ve li'l-la-hi'l hamd (Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur, Allah en büyüktür, hamd yalnız Allah'ındır.)"

Fukahanın icmaına göre kurban bayramının birinci gününde yalnızca Akabe cemresine taş atılır. Çünkü Resulullah (s.a) Kurban bayramının birinci günü bundan başka diğer cemrelere taş atmış değildir. Bu cemreye taş atma zamanı ise güneşin doğuşundan itibaren zevale kadar olan süredir. Yine fuka­hanın icmaına göre teşrik günlerinde cemrelere taş atma zamanı zevalden son­ra güneşin batış vaktine kadardır.

Şafiî' nin dışında cumhura göre güneşin doğuşundan ve fecirden önce, Akabe cemresine taş atmak caizdir. Fakat fecimden sonra o cemreyi taşlamak caiz olmaz. Şafiî ise gece yarısından sonra Akabe cemresine taş atmayı mubah görmüştür.

"Taş atma günleri geçtikten sonra ister bütün cemrelere, isterse bir tanesi­ne taş atmak terkedilirse daha sonra taş atılmaz ve taş atamayanın kurban kesmesi gerekir." Malik' in görüşü de budur.

Ebu Hanife ise der ki: "Şayet bütün cemrelere taş atmayı terketmiş ise bir kurban kesmesi gerekir. Tek bir cemreye taş atması gerekir ise, her bir cemre­ye atmadığı her bir taş karşılığında bu miktar bir kurban bedeline ulaşıncaya kadar yoksul bir kimseye yarım sa' yemek yedirir. O vakit, dilediği kadar ye­mek yedirir. Ancak bundan Akabe cemresi müstesnadır. O zaman bir kurban kesmesi gekekir." Şafiî der ki: "Tek bir taş karşılığında bir müd yemek (buğ­day), iki taş karşılığında iki müd, üç taş karşılığında ise bir kan (kurban) gere­kir."

Hepsine göre taş atma vakti, Kurban bayramının dördüncü günü güneşi­nin batmasıyla sona erer.

Teşrik gecelerini Minâ'da [15] geçirmek cumhura göre vâcibdir. Bu gecelerde çobanlar ve Hz. Abbâs soyundan gelen hacılara su vermek (Sikâye) ile görevli olan kimseler dışında Minâ'dan başka Mekke'de veya başka bir yerde geceyi geçirmek caiz değildir. Çoban ve hacılara su vermekle görevli olanların dışında Minâ gecelerinden bir tanesini Minâ'da geçirmeyi terkeden kimsenin kurban kesmesi gerekir. Çünkü Minâ'da geceyi geçirmek haccın şeârinden ve menâsi-kindendir.

Taş atmaya gücü yetmeyen hasta ve çocuk adına başkası taş atar. Hasta olan kimse kendi adına taş atılacak zamanı tespit etmeye çalışır ve o vakitte her bir Cemre için yedi defa tekbir getirir. Mâlik'e göre bir kurban kesmesi ge­rekir, cumhura göre ise kurban kesmesi gerekmez. [16]

 

İnsanın Münafık Ya Da İhlâslı Olması

 

204- İnsanlardan öylesi vardır ki, dün­ya hayatı hakkındaki sözü senin hoşu­na gider ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yaman olanıdır.

205- O ayrılıp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise fesadı sevmez.

206-  Ona: "Allah'tan kork!" denildiği zaman, kibir kendisini günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem ye­ter. Gerçekten o ne fena yataktır!

207- İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini sa­tar. Allah kullara çok merhametlidir.

 

Belagat:

 

"Gerçekten o ne fena yataktır!" buyruğu cehennemin oldukça kötü bir ya­tak olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah burada, kendisinin kibrini, izzetini, Allah'tan korkma emrine kulak asmasına engel gören kimsenin barınacağı ye­rin ve yatağının cehennem olacağına dair tehdidini yemin ile te'kid etmektedir. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

Söylediği sözler iman ve hayır konusunda sana uygun düştüğünden dolayı "senin hoşuna gider... Halbuki o düşmanlığı en yaman olandır." Düşmanlık ve adaleti oldukça şiddetlidir.

"O" senin yanından "ayrılıp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya ekini ve nesli yok etmeye çalışır" yürür. "Nesil" den kasıt hayvanların nesillerinin de­vam etmesidir. "Allah ise fesadı sevmez" ona razı olmaz.

"Kibir kendisini günah işlemeye sürükler." Boş gurur, kibir ve gayreti, sa­kınması emrolunan günahı işlemeye sevkeder. "Yatak" uyumak için hazırlan­mış yerdir. Çocuğun beşiğine "mehd" denilmesi bundan dolayıdır. Cehenneme de "mihâd (yatak)" adının verilmesi kâfirlerin kalacakları yer olmasından veya ateşin döşeğin yerini tutacağından dolayıdır. [18]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir'in, es-Süddî'den 204-206. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak rivayetine göre: Sakifli el-Ahnes b. Şerîk [19] Resulullah (s.a.)'ın yanma geldi, müslüman olduğunu açıkladı ve daha sonra oradan ayrıldı. Müslümanlara ait bir ekin ve eşeklerin yanından geçti. Ekini yaktı ve eşekleri de öldürdü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

el-Hâris b. Ebi Üsame'nin Müsned'inde ve İbni Ebi Hatim'in rivayetine gö­re Said b. el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Suheyb er-Rûmî hicret edip Peygam­ber (s.a.)'in yanına gitmek üzere yola koyuldu. Kureyşliler onun arkasından ge­liyorlardı. Bineğinden indi ve torbasmdaki okları çıkartıp şöyle dedi: Ey Ku­reyşliler! Biliyorsunuz ki ben aranızda en iyi ok atan bir kimseyim. Allah'a ye­min ederim ki torbamda bulunan bütün okları atıncaya kadar yanıma yaklaşa­mayacaksınız. Sonra da sizinle kılıcımla elimde ondan bir parça kaldığı sürece çarpışacağım. Daha sonra da istediğinizi yaparsınız. Ama isterseniz size Mek­ke'de malımın nerede olduğunu söyliyeyim siz de benim serbestçe gitmeme izin verin. Onlar: Olur, dediler. Suhayb Resulullah (s.a.)'m yanma Medine'ye gelin­ce Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yahya'nın babası! Ne kârlı bir alışveriş, ne kârlı bir alışveriş." Bunun üzerine: "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rı­zasını arayarak nefsini satar..." ayeti nazil oldu. [20]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde hacda iki tür insan bulundu­ğunu söz konusu etti. Onlardan kimisi dünya için Allah'a dua eder, kimisi de ahiret için Allah'a dua eder. Bütün ibadetlerden maksat ise Allah'a karşı tak-valı olmaktır. Takvanın yeri ise dil değil, kalptir. Burada takva terazisinde iki sınıftan söz edildiğini görüyoruz: Münafık ve mümin. Birincisi gizlediğinden inancından başka türlüsünü açığa vurandır, ikincisi ise amelinde ihlas sahibi ve Yüce Allah'ın rızasını arayan bir kimsedir. [21]

 

Açıklaması

 

Bazı insanların söyledikleri sözleri beğenir, üslubu ve açıklaması hoşunuza gider. Fakat gerçekte o bir münafıktır. Hakikati dile getirmemekte içinde gizledi­ğinden başkasını ilan etmekte, yapmadığı şeyleri söylemektedir. Bununla fani dünyadan bazı şeyler elde etmek istemektedir. Allah adına yemin ederek doğru olduğunu söylemesi ise, onunla ilgili yanlış kanaatleri daha bir arttırır ve başka­larını daha çok saptırır. Ve der ki: Allah bunu bilir, benim doğru söylediğime de tanıktır. Gerçekte böyle bir kimse güçlü bir tartışmacı, cedelcidir. İnsanları açıkladıkları şeyler ile aldatır, müslümanlara düşmanlığı da ileri derecededir. İşte bu üç haslet (güzel söz, doğru söylediğine dair Allah'ı şahid tutmak ve tartışma gü­cü) nüzul sebebinde de açıkladığımız gibi, el-Ahnes b. Şerîk'de toplanmıştı.

Aslında bu gibi kişilerin gerçek yüzleri çabucak ortaya çıkar. Bu kimsenin gözden uzak kaldığı vakitlerde, söylediğinin zıddı bir durumda olduğu görülür. Yeryüzünde fesat çıkartmaya çalışır, ekini helak eder, neslin kökünü kazımaya çalışır. Bunu da kötülüğü enreden nefsi arzularını razı etmek, heva ve şehvet­lerine bağlı kalmak, hakir dünyevi maksatlarını üstün tutmak üzere yapar. Şa­nı Yüce Allah ise fesada razı olmaz, fesat çıkartanları da sevmez. O şekil ve sözlere bakmaz, O ancak kalplere ve amellere bakar.

Herhangi bir kimse böylesine öğüt verdiği ve ona: Allah'tan kork! dediği takdirde cahili hamiyet duygusu ile şeytanî bir tekebbür onu, günah ve haram işlemeye iter. Çünkü böyle bir kimse salahtan ve ıslah edicilerden nefret eder. Buna cehennem azabı yeterlidir. Barınacağı yer ve onun döşeği odur. Dünyada kötü ameli, insanları aldatması, durumu ve sözlerindeki aldatıcüığı sebebiyle onun varacağı bu döşek ne kötüdür! Şanı Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer biz dilesek onları sana elbette gösteririz. Sen de onları mu­hakkak simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah amellerinizi bilir." (Muhammed, 47/30).

İkinci tür insan ise, Allah'ın rızası uğrunda kendisini satan bir gruptur. Bunların Allah yolunda hak ve adaleti gerçekleştirmek için cihad ettikleri, ma­rufu emredip münkerden nehyettikleri, salih amelleri ve hak sözleri araştırıp durdukları görülür. Bunların özü sözü birdir, ihlâslı kimselerdirler. Bunların iki yüzü yahut iki farklı dili yoktur. Dünyayı Rablerinin katında bulunan güzel mükâfata tercih etmezler. Allah insanlara karşı pek şefkatlidir. O bakımdan pek az amele karşılık ebedî ve kalıcı nimetlerle onları mükâfatlandırır, takatle­rinin üstündeki işlerde onları mükellef tutmaz. Geniş rahmet, ihsan ve lütfunu onlara yayar. Şayet bu böyle olmasaydı bu fesatçıların şerri yeryüzünde üstün gelir ve nihayet orada salah namına bir şey kalmazdı: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip defetmeseydi, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara, 2/251). [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Malikî mezhebine mensup ilim adamları şöyle derler: Bu ayet-i kerimede din ve dünya işlerinde ihtiyatlı olmaya ait bir delil vardır. Şahidlerin, hakimle­rin durumlarının hassasiyetine de dikkat çekilmektedir. Hakim, insanların za­hiren görülen hallerine ve zahiren onların açığa çıkardıkları iman ve salahları­na göre -onların iç durumlarını araştırmadıkça- hareket etmemelidir. Çünkü Yüce Allah insanların durumlarını bize açıklamış, onlardan bazılarının kötü ve çirkin niyetleri olmakla birlikte, güzel sözler açığa vurduklarını söylemiştir.

Hadis imamlarının Ümmü Seleme'den yaptığı rivayette Hz. Peygamberin: "Ben o kimsenin lehine, işittiğime göre hüküm veririm." buyruğuna gelince; bu İslam'ın ilk dönemlerinde böyle idi. O dönemlerde insanların durumlarının kö­tülükten uzak olması sebebiyle zahir ile yetinilirdi. Ancak fesat yaygınlık ka­zandıktan sonra tezkiye ve batınî durumların bilinmesi kaçınılmaz bir hal al­mıştır. [23]

Sahih olan ise Kurtubî'nin de belirttiği gibi şöyledir: Öyle olmadığı ortaya çıkıncaya kadar görünene kadar amel edilir. Çünkü Ömer b. el-Hattab (r.a.)'m Sahih-i Buharı de şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ey insanlar! Gerçek şu ki artık vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizleri bizim için amellerinizden zahir olan şeylerle sorumlu tutuyoruz. Her kim bize hayır izhar ederse biz de onu emni­yette tutar ve onu kendimize yaklaştırırız. İçinde ne gizlediği ile bizim bir ilgi­miz yoktur. İçinde gizlediklerinden dolayı onu hesaba çekecek olan Allah'tır. Her kim de bize bir kötülük izhar edese biz bundan dolayı ona eman vermeyiz ve onu tasdik etmeyiz. İsterse içinin iyi olduğunu söylesin..." [24]

Ayet-i kerime münafıklar güruhunun işlerinin güçlerinin fesat çıkartmak, tahrib etmek, içten içe yıkımlar yapmak olduğunu ifade etmektedir. Bu müna­fıklar Allah'tan korkmaz, asla çekinmezler. O bakımdan Cehennemde azaba uğratılmaları bir haktır. Cehennem münafıkların barınağı ve varacakları yer­dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!

Bu ayet-i kerime aynı zamanda amelini Allah için ihlasla yapıp Allah yo­lunda cihad eden kimsenin Allah'ın rızasına, rahmetine hak kazandığını ebedi­lik cennetine nail olacağını ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yer­de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır... Yapmış olduğunuz bu alış­verişe sevinin. İşte büyük kurtuluşun ta kendisi budur." (Tevbe, 9/111)

Birinci tür insan her ümmet ve toplumda bulunur. Kişi, kimi zaman tek bir ferdi, kimi zaman pek çok ferdi aldatabilir. Bazen bir ümmetin tümünü dahi al­databilir ve ümmeti kötülük ve azabın uçurumlarına yuvarlayabilir. Bu kesim­den olan insanlar çoğu zaman yalan yere yapılan yeminlere dayanırlar. Allah adına kalplerinde bulunanın söylediklerine ve iddia ettiklerine uygun düştüğü­ne dair yemin ederler. Bir kimsenin: "Allah bilir veya şahiddir ki ben şunu seve­rim, şunu isterim" demesi de yemin etmek anlamındadır. İlim adamları der ki: Böylesi, yeminden daha da tekidlidir. Bazı fukahanın görüşüne göre ise, her kim yalan yere böyle bir şey söyleyecek olursa, bu kişi mürted olur. Çünkü bilgi­sizliği Yüce Allah'a (hâşâ) nisbet etmektedir. Durum her ne olursa olsun, bu en azından dine aldırış etmediğini gösterir. İsterse böyle bir yemin eden kimse Yü­ce Allah'a bilgisizlik nisbet etme kasdını gütmemiş olsun. Çünkü bu, ancak: "Al­lah'ı ve iman edenleri aldatan..." (Bakara, 2/9) münafıklardan sâdır olur.

"İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini satar." şeklindeki oldukça özlü Kur'anî tabir değişmez bir hakikati göstermektedir. O da insanlar arasında ihlâslı bir kesimin varlığının bütün kullar için genel bir rahmet olduğunu, yalnızca o kimselere özel bir rahmet olmadığını göstermek­tedir. Kendilerinin dışında kalan ıslah yapanların yaptıkları ile diğer insanlar, çoğu zaman istifade eder. Çünkü onların yaptıkları ıslahın meyveleri kendile­rinden sonra ortaya çıkar. Allah'ın kullarına faydalı olmak uğrunda Yüce Al­lah'ın rızasını arayarak kendisini feda eden kimsenin tehevvüre kapılarak ken­disini tehlikeye atmaması gerekir. Böyle bir kimsenin oldukça hikmetli dav­ranması ve işleri uygun bir şekilde değerlendirip ölçmesi görevidir. Çünkü: "Muhakkak Allah müminlerden... satın almıştır." (Tevbe, 9/111) sözünde geçen satma işleminden kasıt, nefsi hakir düşürmek ve onu zelil etmek değildir. Mak­sat kullara merhamet ve kamu maslahatını tercih ederek kötülüğü defetmek ve kamu yararına olan işleri yapmaktır.

Yüce Allah'ın, "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider..." ayet-i kerimesinin el-Ahnes hakkında nazil olmuş olması ayet-i kerimenin genel hükmünü tahsis etmez. Aksine bu ayet-i kerime, onun niteliklerine sahip olan herkes hakkında umumidir. Çünkü asıl muteber olan sebebin özelliği değil, lafzın umumiliğidir. Said el-Makburî der ki: Bazı kitap­larda şöyle denilmektedir: Bir takım kullar vardır ki dilleri baldan tatlı fakat kalpleri zakkumdan daha acıdır. [25] İnsanlara karşı yumuşaklıklarından dolayı koyun postuna bürünmüşlerdir. Dünyalarını dinlerini vererek satın alırlar. Yü­ce Allah da şöyle buyurmaktadır: Sizler bana karşı mı cüretkârlık ediyor ve be­ni mi aldatıyorsunuz? İzzetim hakkı için böylelerinin üzerlerine öyle bir fitne göndereceğim ki, aralarından halim-selim olan kimseyi dahi şaşkın bir halde bırakacaktır. Muhammed b. KaTs el-Kurazî de der ki: "İşte bu buyruk, Yüce Al­lah'ın Kitab'mda da vardır." Saîd der ki: Bu, Allah'ın Kitab'ınm neresinde yer almaktadır? diye sorunca, şöyle der: Yüce Allah'ın, "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider..." buyruğudur. Saîd der ki: Peki, bu ayet-i kerimenin kimler hakkında nazil olduğunu biliyor musun? Muhammed der ki: Ayet-i kerime belli bir kimse hakkında nazil olabilir, daha sonra ise bu ayet-i kerimenin hükmü umumilik kazanır." İbni Kesir der ki: el-Kurazî'nin söylediği bu söz doğru ve yerindedir." [26]

 

İslam'ı Kabule, Hükümlerine Tabi Olmaya Davet Ve Bu Davete Muhalefet Edenin Cezası

 

208-  Ey iman edenler! Hep birden Silm'e girin. Şeytanın adımlarına uy­mayın gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.

209- Size apaçık deliller geldikten son­ra kayarsanız, bilin ki şüphesiz Allah, Aziz'dir, Hakîm'dir.

210- Onlar buluttan gölgeler içinde Al­lah'ın ve meleklerin kendilerine geli­vermesinden ve işlerin bitiriliverme-sinden başkasını mı bekliyorlar? Bü­tün işler Allah'a döndürülür.

211- İsrailoğulları'na sor, Biz onlara ne kadar açık ayetler verdik?! Kim Al­lah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse şüphesiz Allah ceza­sı pek şiddetli olandır.

212- Dünya hayatı kâfirlere pek süslü gösterilmiştir. Ve müminlerle alay edi­yorlar. Halbuki o takva sahipleri Kıya­met gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

 

Belagat:

 

"Onlar... başkasını mı bekliyorlar?" Bu nefiy anlamında inkarî bir istif­hamdır. Buna delil ise "başkasını" ifadesinin gelmesidir. Yani onlar başka bir şey beklemiyorlar.

"Buluttan gölgeler içinde" Buradaki nekrelik (belirtisizlik), durumun deh­şetini ifade etmek içindir.

"... süslü gösterilmiştir." Geçmiş zaman fiilinin kullanılması işin yapılıp bi­tirilmiş olması ve insanların tabiatında bunun yer etmiş olması dolayısıyladır.

"Alay ediyorlar." Müminlerle alaylarının devamlı olduğunu ifade etmek için muzârî olarak atfedilmiştir. [27]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Silm": Teslim olmak, bağlanıp itaat etmek demektir. Sulh, barış ve İslam dini hakkında kullanılır. Burada kasıt İslam'dır.

"Hep birden" Süyutî'nin tercihine göre bu kelime "silm"den haldir. Yani İs­lam'ın bütün hükümlerini kabul edin, demektir. Bilginler ise bunun "girin"den hal olduğunu söylemişlerdir. O takdirde mana "Topluca girin" demektir.

"Şeytanın adımlarına" yolları demektir. Kasıt kötülükleri süslü göstermesi ve tefrika doğrultusunda vesveseler vermesidir, "uymayın. Gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır." düşmanlığı açıkça görülendir.

"Size apaçık deliller" Kendisine davet edildiğiniz İslamın hakkın kendisi olduğunu gösteren gayet açıkça görülen deliller ve belgeler "geldikten sonra ka­yarsanız." Bütünüyle İslam'a girmekten meylederseniz. Asıl anlamı itibariyle kaymak ayağın tökezlemesidir. Daha sonra haktan sapmak hakkında da kulla­nılır olmuştur, "bilin ki şüphesiz Allah Azizdir" sizden intikam almaktan hiç bir şeyin aciz bırakamayacağı mutlak galip; "Hakîm'dir." yaptıklarında hikme­ti sonsuz, kötülük işleyeni cezalandıran, iyilik yapanı da mükâfatlandırandır.

"Onlar buluttan" ince beyaz buluttan "gölgeler içinde Allah'ın ve melekle­rin kendilerine gelivermesinden" burada kasıt Allah'ın azabının veya emrinin kendilerine gelmesidir. "Yahut Rabbinin emrinin gelmesini..." (Nahl, 16/33) buyruğunda olduğu gibi. "ye işlerin bitirilmesinden" Yani onların helak edilme­lerinin tamamlanıp sona erdirilmesinden "başkasını mı bekliyorlar? Ve bütün işler Allah'a döndürülür." Yani ahirette bütün işler O'na döndürülür. O da in­sanlara amellerinin karşılığını verir.

Selef ehli der ki: Buluttan gölgeler içerisinde gelmek Yüce Allah'ın başka bir takım ayet-i kerimelerde kendi zatını vasfettiği şekildeki geliş gibidir. Her­hangi bir tahrif, ta'til, keyfiyet nisbet etmek söz konusu olamaz. Allah'ın sıfat­larına dair söz söylemek, zatı hakkında söz söylemek gibidir. Zatında, sıfatla­rında ve fiillerinde O'nun benzeri hiç bir şey yoktur.

"İsrailoğulları'na verilen açık ayetler" Allah'tan geldikleri gizli kalmayan, açıkça görülen mucizeler demektir. Asa, beyaz el, denizin yarılması, men ve selvanın indirilmesi gibi. Onlar iman edecek yerde bunları küfür ve inkârla de­ğiştirdiler. "Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse..." De­ğiştirmek, bir şeyi bir durumda bir başka duruma dönüştürmektir. Allah'ın ni­meti ise, Onun peygamberlerine vermiş olduğu hidayet ve kurtuluşun kaynağı halinde takdim ettiği göz kamaştırıcı ayetleri, mucizeleridir.

"Dünya hayatı" süslenerek güzelliklerle bezenerek "kâfirlere" Mekke hal­kına "süslü gösterilmiştir." güzelleştirilmiştir.

"Müminlerle alay ediyorlar." fakirlikleri dolayısıyla onlarla alay ediyorlar. Bilâl, Ammar ve Suhayb gibileri ile ve malları sebebiyle de onlara karşı üstün­lük taslıyorlar.

"Halbuki o takva sahipleri" şirkten sakınan bu gerçek müminler, "kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani -imana, takvaya, küfür ve fücura göre- belli bir miktar veya muayyen bir şey ve sa­yı ile değil. Yahut da bu onların bolca rızıklanacaklarını kinaye yoluyla ifade etmektedir. Dünyada da ahirette de onlara oldukça geniş bir rızık verir, demek­tir. Dünyada bu şekilde alay edenlere onları egemen kılmak suretiyle, ahirette de cennete, ilahî rızaya nail olmak suretiyle müminler ve inkâr edenlere üstün­lük sağlarlar. Bu buyruk "o hesapsızca harcar" ifadesine pek çok harcar anla­mında kullanmaya benzer. [28]

 

Nüzul Sebebi

 

208. ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve onun Yahudi arkadaşları hakkın­da nazil olmuştur. Bunlar İslâm'ı kabul ettikten sonra da Cumartesi gününü tazim etmeye ve develerinden uzak durmaya devam ettiler ve dediler ki: Ey Allah'ın Rasulü, Cumartesi bizim tazim ettiğimiz bir gündür. Bize o günde tatil yapmaya müsaade et. Tevrat da Allah'ın kitabıdır. Bize izin ver de geceleyin namazlarımızda Tevrat'ı okuyalım. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Hep bir­den Silm'e girin." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu İbni Cerîr'in İkrime'den naklet­tiği rivayettir.

Atâ ise İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'a iman edin­ce hem onun şeriatine hem de Musa'nın şeriatına iman ettiler. Cumartesi gü­nünü tazim ettiler, deve etlerinden, sütlerinden İslam'a girdikten sonra da uzak durdular. Müslümanlar onların bu durumlarına tepki gösterdi. Onlar da: Biz hem bunun, hem de ötekinin yükümlülükleri altından kalkabilecek güce sahibiz, dediler. Peygambere de şöyle dediler: Tevrat Allah'ın kitabıdır, bize izin ver de Tevrat gereğince amel edelim. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. [29]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde insanların salâh ve fe­sat bakımından iki grup olduğunu açıklamaktadır: Bir grup yeryüzünde fesat çıkartır ve mamur olanı da tahrip eder, diğer grup ise yaptıklarıyla Allah'ın rı­zasını ve O'na itaat etmenin yollarını arar. Burada da müminlerin halinin itti­fak üzere ve birlik içinde olduğunu, tefrikadan uzak olduklarını belirtmekte ve onlara: Tek bir din üzere olunuz, İslam etrafında toplanınız, o din üzere olu­nuz, İslam etrafında toplanınız, o din üzerinde sebat gösteriniz, diye emir ver­mektedir. [30]

 

Açıklaması

 

Ey Kitab Ehli arasından iman edenler! Her hususta Allah'a itaatle bağla­nın ve bütünüyle İslama girin. İslamı bütünüyle alın, ona başka şeyleri karış­tırmayın. İslamın size emretmiş olduğu usul, fürû' ve hükümlerin gereğini topluca yerine getirin. Herhangi bir parçalama yahut dilediğinizi seçme yoluna gitmeyin.[31] Meselâ, namaz ve orucu yerine getirirken zekât ve hadleri terke-dip şarap içmek, faiz almak, zina etmek ve -şimdilerde gördüğümüz- diğer ay­kırı davranış ve durumlara sapmayın.

İslam birliğini, müslümanların da söz ve kanaat birliğini koruyunuz. Tıp­kı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın ve ayrılmayın..." '(Ali İmrân, 3/103). Anlaşmazlıktan ve ihtilâfa düşmek­ten sakınınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Anlaşmazlığa düşme­yiniz, sonra darmadağın olursunuz ve gücünüz kaybolur, gider." (Enfâl, 8/46). Hz. Peygamber ve Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz."

Dinde tefrikaya düşmeyin, ayrılık ve anlaşmazlık hususunda şeytanın hi­lelerine kapılmayın. Şeytan türlü menfaat ve faydaları insanlara güzel göste­rir. Kişiyi hak ve hidayetten alıkoyar, cemaat arasına tefrika düşürür. Apaçık deliller kendilerine geldikten sonra yine de ihtilâfa düşen Kitaplarını tahrif edip değiştiren, eksiltip artıran ve böylelikle birlikleri darmadağın olan ve Al­lah tarafından düşmanları kendilerine musallat kılman Kitap Ehli'nin duru­muna düşmeyin.

Şeytanın adımlarını izlemekten sakındırılmamızın sebebi ise, onun düş­manlığı apaçık ve uzlaşmaz bir düşman oluşundandır. Onun bütün daveti sa­pıklık ve batılın ta kendisidir.

Daha sonra Yüce Allah, dosdoğru yoldan sapanları tehdit etmekte ve: Eğer siz haktan sapıp Allah'ın dosdoğru yolu olan İslam'dan uzaklaşacak olur iseniz -apaçık ayetler, kesin ve net deliller size geldikten sonra böyle yapar ve şeytanın yolunda o anlaşmazlık, ihtilaf ve tefrika yolunda gidecek olursanız-şunu biliniz ki şüphesiz Allah, yenik düşürülemeyen Aziz'dir yahut O, emrini yerine getiren Gâlib'dir. Sizden intikam almaktan O'nu hiç bir şey acze düşüre­mez. O sanatında hikmeti sonsuzdur. Günahkârı ihmal etmez, dünyada da ahi-rette de onu cezalandırır ve sorumlu tutar.

İşte bütün fertler hakkında da hüküm böyledir. Eğer dosdoğru yola bağlı kalmaz ve güzel ahlâktan mamul sapasağlam bir zırhın içerisine girip korun­maz, Allah'ın şeriatını kısmen veya tamamen ihmal ederlerse, dünyada da ahi-rette de asla onlara başarı ihsan edilmez.

Daha sonra Yüce Allah tehditlerini daha da arttırmakta ve bu arada şöyle bir soru ortaya koymaktadır: Muhammed (s.a.)'in daveti apaçık delil ve göz ka­maştırıcı bu hallerle ispat edildikten sonra, Muhammed (s.a.)'in davetini ya­lanlayan bu yalanlayıcılar hâlâ neyi beklemektedirler? Bunlar Allah'ın emrinin dışına çıkan kimselerdir. Acaba bunların bekledikleri Allah'ın kendilerine va-detmiş olduğu buluttan gölgeler içerisinde gelişinden başka bir şey midir? On­lar bu buluttan hayır beklerken ibretli bir ceza olmak üzere onlara azap gele­cektir ve yine onlar meleklerin gelip Allah'ın takdir edip haklarında murad et­miş olduğu şeyleri yerine getirmesinden başkasını mı bekliyorlar? Bu ise Al­lah'ın hükmettiği ve kesinliğe kavuşturduğu bir emridir. Ondan kaçış yoktur. Sonunda bütün işler kıyamet gününde Allah'a döndürülecektir. O herşeyi hük­mettiği yerli yerine koyacaktır. O bütün mahlıikatı başlatan İlk'tir, bütün işle­rin kendisine döneceği de Ahir'dir.

Rahmet getirdiği sanılan ve hayır umulan bulut içerisinde azabın indiriliş hikmeti ise, daha önce herhangi bir uyarı söz konusu olmaksızın, ansızın azabı indirmektir. Bir başka ayet-i kerimede olduğu gibi: "Ve o günde gökyüzü bulut­la yarılıp meleklerde indirildikçe indirilir." (Furkan, 25/25).

İşte bu mümin kimseye tevbe etmek ve durumunu düzeltmek hususunda elini çabuk tutması için bir işarettir ki, azab ansızın gelip ona çatmasın, far­kında olmadan, bilmeden azab gelip onu bulmasın. Eğer Kıyamet ansızın gelip ona çatmayacak olsa bile, ölüm ansızın gelip onu bulur yahut salih amel işle­mekten kendisini aciz bırakacak bir hastalık. Bir başka ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun­maz. Haberiniz yokken ansızın size azab gelmezden önce Rabbinizden size indi­rilenin en güzeline uyun." (Zümer, 39/54-55)

Daha sonra ayetler İsrailoğulları ile Peygamberlerinin vasıtasıyla ortaya çıkmış pek çok mucizeler hakkında diyalog ve tartışma yolunu açmaktadır. Ta ki bu, benzeri ayetler yahut mucizeler üzerinde yükselen son peygamberin ri-saletine iman etmeye onları itsin. İşte bu doğrultuda şöyle buyurmaktadır:

Ya Muhammed! İsrailoğulları'na şerefli rasulleri vasıtasıyla gerçekleşmiş pek çok ayetler, mucizeler hakkında soru sor. Musa ve İsa (ikisine de selâm ol­sun) peygamberlerin gösterdikleri mucizeler gibi senin doğruluğuna delalet eden mucizeler de gelmiştir. Bu mucizeler kişinin peygamberleri tasdik etmeye ve rahat bir kalple onları kabul etmeye götürür. Acaba onlar öğüt alırlar mı, düşünürler mi, hakkı inkâr ve tuğyan etmekten vaz geçerler mi? Şayet vazgeç­meyecek olurlarsa geçmişlerinin basma gelen ibretli azabın bir benzeri onlara da gelir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın sünnetlerini değiştiren herkesi tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: Kim Allah'ın nimetlerini kendisine ulaşıp onları bilip tanıdıktan sonra değiştirir, bu nimetleri sapıklığının küfür ve isyanının sebepleri haline dönüştürürse o kimseye çetin bir azab, katî bir ikab ve kaçınıl­maz bir ceza vardır. Allah'ın sözü geçen nimetleri ise hakkı, hayrı ve hidayeti gösteren delil ve belgelerdir. Bu nimetleri değiştirmenin azaba sebep oluşunun nedenleri Allah'ın adalet ve insaf üzere kurulu sünnetlerinin bir parçası oluşu­dur. Böylelikle iyilik yapan ile kötülük yapanı birbirinden ayırdeder. Allah mu­halefet eden, kötülük eden kimseye cezası çetin olandır, itaat edip güzel amel işleyene karşı da şefkatli ve rahîmdir.

Fakat inkarcı kâfirlerin tabiatı ileri derecede dünya sevgisi, bu sevginin gözlerinde güzel görünmesi ve dünya sevgisinin kalplerinde iyice yer etmesi üzerinde yükselir. O kadar ki bu dünyaya ve dünyanın güzellik ve süslerine kendilerini kaptırır, dünyayı her şeye tercih eder; Allah'ın katındaki pek çok ebedi nimete bile. Çünkü onlar ahirete samimi olarak iman etmemektedirler. Diğer taraftan da hatırlarına her nasılsa gelip yer etmiş yalan tevil, vehim ve emellere tabi olurlar.

Onların müminlerle alay ettiklerini, İbni Mes'ud, Ammâr ve Suhayb gibi müminlerin fakirlerini alay konusu edindikleri görürsün. Diğer taraftan bu gibi kimselerin dünya lezzetlerini nasıl terkedip de ibadetlerle kendilerine azab et­tiklerine akü erdiremiyor, hayret ediyorlar. Nitekim zenginlerin de nimetler içe­risinde yüzmeyi bırakıp akidelerini tashih etmekle, amellerini ıslah etmekle, er­demli ahlâki güzelliklere bezenmekle ölümden sonrası için hazırlanmalarını da hayretle karşılarlar. Onların takındıkları tavır yahut bakış açılan ruhanîliğin herhangi bir etkisi bulunmayan katıksız maddî bir tavır ile özetlenebilir.

Daha sonra Yüce Allah lezzetleri ve dünyalıkları içerisinde yakin ve iman ehli müslümanlardan daha hayırlı olduklarını zanneden bu alaycılara şöylece cevap vermektedir:

Belli bir süre bir takım kâfirler bir takım müminlere mal yahut makam ve mevki veya güç ve saltanat, pek çok yardımcı ve tabileriyle üstünlük sağlamış olsalar dahi, takva sahipleri rütbeleri itibariyle ahirette onlardan daha üstün olacaktır. Müminler A'lâ-yı İlliyîn'de kâfirler ise Esfel-i Sâfilîn'de olacaktır. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte kullarımızdan takva sahibi olan­lara miras olarak verdiğimiz cennet budur." (Meryem, 19/63).

Zemahşerî "Müminlerle" diye buyurulduktan sonra "halbuki takva sahip­leri" diye buyuruluş sebebini şöyle izah ediyor: Böylelikle O kendi nezdinde an­cak takva sahibi olan müminin mutlu olacağını göstermek istemekte ve bunun müminleri takvaya teşvik etmesini dilemektedir. [32]

İşte ahirette üstün tutulan ebedi mükâfat budur. Dünyaya gelince; orada­ki üstünlük ebedî değildir, geçicidir. Hatta hakikatte o aşağılık bir şeydir. Kıt akıllı yahut meseleleri tam kavrayamayan kimseler ona aldanır. Şayet dünya, Allah'ın nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar bir değer taşısaydı, Allah oradaki hiç bir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.

Şanı Yüce Allah lütfundan dilediğini nzıklandırır; fasık ve kâfir bir kimse olsa bile. O dilediğinin rızkını genişletir yahut azaltır; mümin ve itaatkâr bir kimse olsa bile. Dünyada ve ahirette ise O rızkı yine çok, pek çok verir. Hadis-i şerifte nitekim şöyle denilmektedir: "Ey Ademoğlu! Sen infak et, ben de sana infak edeyim." [33] Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmaktadır: "Ey Bilal infak et! Arş sahibi olan Allah'ın azaltacağından korkma!" [34] Yüce Allah da şöyle bu­yurmaktadır: "Her ne infak ederseniz Allah onun halefini (yerine geçecek şeyi) verir. O rızık verenlerin hayırlısıdır." (Sebe', 34/39). Buna göre 212. ayet-i keri­mede geçen "hesap" kelimesinin iki anlamı vardır: Birisi herhangi bir takdir söz konusu olmaksızın miktar veya genişlikten az vermemek ve daraltmamak-tan kinaye. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak infak ediyor, demenin anlamı pek çok infak ediyor, şeklindedir.

Kur'an-ı Kerim'deki bu ayet-i kerimenin anlamı Yüce Allah'ın şu buyruk­larını da andırmaktadır: "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de bura­da dilediğimize dilediğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veri­riz. O da burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için de gereği gibi çalışırsa işte onların bu çalışmaları (Allah katında) makbul olur. Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin bağı­şından ard arda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir. Bir bak! Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza! Elbetteki ahiret derece farkları itiba­riyle daha da büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür." (İsrâ, 17/18-21). Dikkat edilecek olursa dünya rızkı için çalışma şartı koşulmamakta-dır. Çünkü bazen miras, hibe, vasiyet, hazine yahut sahip olduğu akar ve tica­ret mallarının fiyatlarının yükselmesi gibi değişik yollarla ve çalışmaksızın rı­zık gelebilir. Fakat ahiret için, iman ile birlikte çalışma şartını koşmaktadır. Nitekim burada ahireti müminler arasından takva sahibi olan kimselere tahsis etmektedir. [35]

Dünyada hesapsız rızık fertlere nispetle söz konusu olur. Bizler pek çok iyi kimselerin ve pek çok kötü kimselerin zengin veya fakir olduğunu görebiliyo­ruz. Fakat takva sahibi daima durum itibariyle daha güzel ve daha tahammül-lüdür. Günahkâr kimse gibi fakirlik ona ıztırab vermez. Çünkü takva ile o, her türlü darlıktan bir kurtuluş bulabilir ve Allah'ın ona inayeti sebebiyle umul­madık rızıklarıyla karşı karşıya kalır.

Genel olarak ümmetlerin durumu ise bundan farklıdır. Allah'ın ümmetle­re dair sünneti, amellerine göre onları rızıklandırması, yanlışlıkları sebebiyle de mahrum bırakması şeklindedir. Çünkü ummadığı, gücünün yetmediği, çalış­madığı ve tedbirini almadığı bir cihetten ümmete izzeti, serveti, kuvvet ve ege­menliği vermesi O'nun sünnetlerinden değildir. [36]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslam parçalanma kabul etmez. Bir bütündür. Ona iman eden bir kimsenin bütünüyle onu kabul etmesi icab eder. Hoşuna gideni seçip gitmeyeni terketmesi söz konusu olamaz. İslam ile diğer dinleri bir araya getiremez. Çünkü Yüce Allah dininin bütün öğretilerine tabi olmayı, bütün farzlarını uygulamayı veya helal ve mubah, yasak ve haramı uygulamak suretiyle bütünüyle düzenine say­gı duymayı emretmektedir. Böyle bir saygı bu dine gerçekten imanın bir gereği­dir. İslamın şer*! hükümleriyle çatışmalar halindeki daha önce gelmiş bütün se­mavî şeriatleri neshettiğini de ayrıca belirtmek gerekir. İşte bu yoldan başkası­nı yahut bu çizginin gayrisini seçmek, şeytanın adımlarına, vesvese ve batılları­na uymak demektir. Yüce Allah'ın, "Size apaçık deliller geldikten sonra kayarsa­nız..." ayet-i kerimesi, günahı bilen bir kimsenin cezasının onu bilmeyenden da­ha fazla olduğunun delilidir. Kendisine İslam daveti ulaşmamış bir kimsenin de şer1! hükümleri uygulamayı terketmekle kâfir olmayacağını göstermektedir.

"Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelivermesini ve işle­rinin bitirilivermesini mi bekliyorlar?" ayet-i kerimesi, muhalefet edenlerin ve­ya isyankârların akıbetinin helak ve azab olduğunu göstermektedir. Bu ise ke­sin, mutlaka gerçekleşecek ve geri çevrilemeyecek bir husustur. Böyle bir sonu­cu aklı başında olan herkes takdir eder. Kur'an-ı Kerim'in belirlediği de budur. Yüce Allah buyuruyor ki: Onlar şanı Yüce Allah'ın onları cezalandıracak ve on­lar hakkındaki hükmünü yerine getirecek herhangi bir fiili açığa çıkarmasın­dan başkasını mı bekliyorlar? Nitekim Yüce Allah bir fiil ihdas etmiş ve buna nüzul ve istiva adını vermiştir. Aynı şekilde Yüce Allah, bir diğer fiil ihdas eder ve buna "gelivermek" adını verir. Allah'ın fiillerinin ise herhangi bir alet ve se­bebe ise ihtiyacı yoktur. O bundan yüce ve münezzehtir.

Hakka ve İslama tabi olma yolunu insanlara gösteren deliller pek çoktur. Bundan dolayı İsrailoğulları'na azarlayıcı ve sitemkâr bir soru sorulduğunu gö­rüyoruz: Şanı Yüce Allah'ın kendileri ile Musa'yı desteklediği, denizi yarmak, bulutlarla gölgelendirmek, asa, el ve buna benzer nice mucizeler onlara gelmiş­tir. Nitekim Mücahid, Hasan-ı Basrî ve başkaları böyle demiştir. Onların dışın­da kalanlar ise şöyle der: Muhammed (a.s)'in peygamberliği hakkında onlara onu tanıtıcı ve onun peygamberliğine delâlet edici nice ayetler gelmiş bulun­maktadır! Her iki tefsiri -yaptığımız gibi- bir arada almayı engelleyen bir du­rum yoktur. Onlar kendi kitaplarındaki belgeleri değiştirip Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkar etmişlerdir. Allah'ın nimetini değiştiren herkes de onlar gibidir. Hepsi için çetin bir ceza vardır.

Dünyaya aldanan maddeci kâfirlere gelince; bunlar Kureyş'in başkanları ve onlara benzer kimselerdir. İnsanları zenginlik ve refahlarına göre tasnif eder, fakir müminlerle alay eder, dünyaya yönelirler. Onların ölçüleri katıksız materyalist ölçülerdir. Dünyadan dolayı ahiretten yüz çevirmişlerdir. Bunlar kısır görüşlü kimselerdir. Çünkü Yüce Allah yeryüzünde bulunan her şeyi onun süsü olarak yaratmıştır. Bununla amel bakımından kimin daha iyi oldu­ğunu ortaya çıkarmak ve insanları denemek için böyle yapmıştır. Bunlar ise dünyadan başka bir şeye inanmamaktadırlar.

Şeriatın gösterdiği yol üzere yürüyen müminlere gelince; dünyanın zineti ve süsü onları fitneye düşürmez, kendisine bağlamaz. Onlar derece itibariyle kâfirlerden daha yüksekte olacaklardır. Çünkü onlar cennette, kâfirler ise ce­hennemdedirler ve kâfirler müminlerle alay etmelerinin cezasını elbet görecek­lerdir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İşte bugün iman edenler o kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde bakarlar. O kâfirlere işleye-geldiklerinin cezası verildi mi?" (Mutaffifîn, 83/34-36).

Hz. Ali'nin rivayetinde göre Resulullah (s.a.) şöye buyurmuştur: "Fakirli­ğin veya elinin darlığı sebebiyle mümin bir erkek veya mümin bir kadını küçül­ten bir kimseyi Allah Kıyamet gününde önce teşhir eder, sonra onu rezil eder. Mümin bir erkek veya mümin bir kadına iftirada bulunan yahut da onda olma­yan bir şeyi söyleyen bir kimseyi de Yüce Allah Kıyamet gününde -o kişi hakkın­da söylediğinden çıkıncaya (karşılığını çekinceye) kadar- ateşten bir tepe üzerin­de onu durdurur. Müminin büyüklüğü Allah katında mukarreb bir melekten daha büyüktür ve Allah katında daha kerimdir. Tevbe eden mümin bir erkek yahut mümin bir kadından fazla Allah tarafından sevilen bir şey yoktur. Mü­min bir erkek, semada bir kişinin hanımını ve çocuklarını tanıdığı gibi tanı­nır."

Ahirette kafirin cezayı hak etmesi söz konusu olmakla birlikte, şanı Yüce Allah adalet ve rahmetinden dolayı dünyada kendisi ile faydalanacağı nzık ve bağışını ondan engellememekte, geçimini ve haysiyetini teminat altına almış bulunmaktadır. Allah ona ve yeryüzündeki her bir canlıya nzık vermektedir. Allah insana nimetlerini hesapsız olarak bağışlamaktadır. Yani iman ve takva­ya göre, küfür ve günahkârlığa göre bir takdir söz konusu değildir, Allah'ın ba­ğışı geniş, bol ve çoktur, sının yoktur. Kudreti yüce ve celil olan Rabbimiz sayı­sızca infak eder. Onun bütün lütuflan hesapsızdır. Hesaplı olan ise kulun dün­yada iken yaptığı ameldir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinden bir karşılık ve amellerinden fazla olarak (hesap ile) verilir." (Nebe, 78/36). Bundan dolayı takvalı müminin ahiretteki nzkı, dünyadaki nzkından daha geniştir. İş­te o vakit nzkm fazlalığı ve devamı ile ahirette mümin, kafirden aynlacaktır. Kâfirin ise orada bir nzkı yoktur. Onun cezası cehennemdeki azab olacaktır. Yüce Allah müminler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki takva sahip­leri gölgelerde, pınarlarda ve arzu ettiklerinden meyveler içindedirler. İşlediği­niz sebebiyle afiyetle yiyin için, çünkü Biz ihsan edenleri böyle mükâfatlandırı­rız (denilir onlara)." (Mürselât, 77/41-44). Şanı Yüce Allah kâfirler hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Artık bugün burada onun hiç bir yakın dostu yoktur. Gıslîn'den başka hiç bir yiyeceği de yok ki, onu ancak günahkârlar yer." (Hakka, 69/35-37). [37]

 

Peygamberlere Olan İhtiyaç Ve Davetlerinde Müminlerle Birlikte Çektikleri Sıkıntılar

 

213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberlerini müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde, insanların ihtilâf et­tikleri şeyler hakkında, aralarında hükmetmek için de hak ile kitapları indirdi. Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler, apaçık deliller ken­dilerine geldikten sonra ve ancak ara­larındaki kıskançlıktan dolayı, onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah böy­lece izniyle iman edenleri hakkında ih­tilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

214- Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cen­nete girivereceğinizi mi sandınız? On­lara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Haberiniz olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır.

 

Belagat:

 

"İnsanlar tek bir ümmetti." Yani insanlar önceleri tek bir din üzere idiler. Bu ise iman ve hakka sımsıkı sarılmak dini idi. Fakat bir kısmı iman etmek bir kısmı da kâfir olmak suretiyle anlaşmazlığa düştüler.

"Yoksa siz... mi sandınız?" Bu inkârı bir sorudur. Baştaki "yoksa" anlamı­na gelen "em" edatı burada munkatıdır. Hayır, siz böyle zannettiniz anlamın­dadır.

"Haberiniz olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır." Bu buyrukta dört tane "te'kid" vardır. Birincisi "Haberiniz olsun." anlamına gelen ve baş­langıç edatı olan "elâ" edatı, ikincisi "muhakkak" anlamına gelen "inne" edatı, üçüncüsü cümlenin isim cümlesi olması, dördüncüsü ise yardımın her şeye Ka­dir olan Allah'a izafe edilmesidir. [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ümmet" kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir kaç anlamda kullanılmıştır:

1- Tek bir bağ ile birbirlerine bağlı olan cemaat ve topluluk. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yarattıklarımızdan da öyle bir ümmet (topluluk) vardır ki hakla yol gösterirler ve onunla adaletle hükmederler." (A'râf, 7/181); "Siz... en hayırlı bir ümmetsiniz." (Ali İmrân, 3/110).

2- Millet, yani akaid ve teşrî'in esasları anlamında. Yüce Allah'ın, "İşte si­zin bu ümmetiniz tek bir ümmettir." (Enbiyâ, 21/92; el-Mü'minûn, 23/52) buy­ruğunda olduğu gibi.

3- Zaman anlamında. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Eğer onlardan azabı sayısı belli bir vakte (ümmete) kadar geciktirirsek..." (Hûd, 11/8); "Uzun bir müddetten (ümmet) sonra hatırladı." (Yusuf, 12/45) buyrukla­rında olduğu gibi.

4- Önder, İmam. Yüce Allah'ın, "Şüphesiz İbrahim bir ümmetti." (Nahl, 16/120) yani hayrı kendinde toplamış bir adamdı, anlamında.

Burada bu kelimeden kasıt müfessirlerin pek çoğuna göre millettir. Yani bütün peygamber ve rasuller tek bir din üzeredir. Diğer bazıları ise bu ayet-i kerimede ümmet; cemaat ve topluluk anlamındadır, demişlerdir.

"Allah peygamberlerini, müminleri cennetle "müjdeleyici" kâfirleri cehen­nem ile "korkutucular olmak üzere gönderdi."

"Kitaplar''dan kasıt, bütün semavi kitaplardır. "Apaçık deliller" tevhidi açıkça ortaya koyan belgeler, demektir.

'"Yoksulluk" fakirliğin ileri derecesidir. Aynı zamanda insanın canından başka şeylere gelen musibet hakkında da kullanılır. Malın gasp edilmesi, yurt­tan kovulmak, güvenliğin tehdit altında olması, Allah'a davet faaliyetine karşı durulması gibi. "Sıkıntılar" dan kasıt hastalık ve insanı kendi zatında isabet eden yara ve öldürmek gibi her türlü musibettir.

"Sarsıldılar" türlü belâlara rahatsız edildiler. Sarsıntı "Zilzâl"; bir işteki çalkantı ve kararsızlık demektir. "Allah'ın yardımı ne zaman" yani Allah'ın yardımı ne vakit gerçekleşecektir? "Muhakkak Allah'ın yardımı yakındır." Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah'ın rahmeti ihsan edicilere pek yakındır." (A'râf, 7/56). [39]

 

Nüzul Sebepleri

 

214. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Katâde ve es-Süddî şöy­le demektedirler: Bu ayet-i kerime müslümanlarm oldukça sıkıntılara, zorluk­lara düşüp de sıcak ve soğuk ile karşı karşıya kaldığı, kötü bir geçim ve türlü eziyetler onlara gelip çattığı Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bu ga­zada durum Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği hale gelmişti: "Ve kalpler gırtlarlara kadar gelmişti." (Ahzâb, 33/10); "Ve şiddetli bir şekilde sar­sılmışlardı." (Ahzâb, 33/11). Münafıklar ise: "Allah ve rasulü bize aldanıştan başkasını vadetmediler." (Ahzâb, 33/12) demişlerdi. İmanlarında doğru ve sa­mimi olanlar ise şöyle demişlerdi: "İşte bu Allah'ın ve rasulünün bize va'dettiği-dir, Allah ve rasulü bize doğru söylemiştir. Bu durum onların iman ve teslimi­yetlerinden başka bir şeylerini arttırmamıştı." (Ahzab, 33/22).

Atâ ise şöyle demektdir: Resulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye girince ol­dukça sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Çünkü mallarını almadan Mek­ke'den çıkmış, evlerini barklarını ve mallarını müşriklerin ellerine terketmiş Allah'ın ve rasulünün rızasını bunlara tercih etmişlerdi. Bir taraftan Yahudiler Allah'ın rasulüne açıktan açığa düşmanlık ediyorlar diğer taraftan da zengin bir takım kimseler içten içe münafıklığını gizliyordu. Yüce Allah da müminle­rin kalplerini hoşnut etmek üzere: 'Yoksa siz... mi sandınız?" buyruğunu indir­di. [40]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede müminlere bütünüyle Silm'e girmelerine ve tamamıyla İslâm olmalarını emretmişti. Bu iki ayet-i kerimede ise peygamberlere olan ihtiyacı ve onların gösterdikleri yoldan ilerlemenin in­sanlar için zaruri olduğunu, peygamberlerin davetine inanan kimselerin mih­net, sıkıntı ve belâlara maruz kalabileceğini beyan etmektedir. Böylesine dü­şen ise, Allah kurtuluş veya yardıma izin verinceye kadar sabretmektir. Diğer­lerinin küfürleri üzere ısrar etmeleri ise dünyaya duydukları sevgidendir. [41]

 

Açıklaması

 

İnsanlar (yani Ademoğulları) ilâhî hidâyete gerek duydukları bir duruma düşmüşlerdi. Allah da peygamberleri onlara müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere göndererek ihsanda bulun­du ki artık peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah'a karşı bir mazeretleri kalmasın.

Peygamberlerin bazıları ile insanları hakka iletecek kitap da indirdi. [42]

 

Peygamberlerin Gönderilmesinden Önce İnsanlığın Durumu:

 

Cumhur şöyle demiştir: Bu ümmet tek bir din ve dosdoğru bir tek inanç üzere hidayet ümmeti idi. Akidesi bir, şeriatı birdi. Bu İslam dini idi. Fakat kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Ebu Davud'un rivayetine göre İbni Abbas şöy­le demiştir: "Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında on tane karn geçmiştir. Hepsi de hak şeriatı üzere idiler, fakat sonradan ihtilâfa düştüler Allah da peygamberle­ri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi."

Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir: "İnsanlar tek bir üm­met idiler sonradan anlaşmazlığa düştüler." Cumhur, görüşlerinin doğruluğu­na şunu da delil gösterir. Hz. Adem bir peygamber idi. Onun çocukları da onun dini üzere idiler, hem hidayete çağırıyor hem kendileri hidayet üzere idiler. Bu, iki oğlu arasında kıskançlık gösterinceye kadar ve bilindiği haliyle onlardan bi­ri ötekini öldürünceye kadar böyle idi.

Bir başka kesim (İbni Abbas, Atâ ve Hasan el-Basrî) ise şu görüştedir: Söz konusu bu ümmet, herhangi bir hak ile hidayet bulmamış ve amelleri herhangi bir şeriatın sınırını tanımayan dalâlet ümmeti idi. Buna dair delilleri ise pey­gamberlerin gönderilmesini gerektiren durumlardır. Bununla peygamberlerin görevleri aklen anlaşılır bir şekilde açıkça ortaya çıkar ve akidenin fesadından amellerde de sapık hevalara tabi olmaktan dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları hakkında aralarında Peygamberlerin hükmetmelerini gerektiren sebep söz ko­nusu olur. Durum böyle olmasa peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı ol­maz ve buna ihtiyaç kalmazdı.

Ebu Müslim el-İsfahanî ile Kadı E bu Bekir el-Bâkıllâni ise şöyle demekte­dir: İnsanlar fıtrat üzere idiler. İtikad ve amelde aklın gösterdiğini kabul edi­yorlardı. Fakat insanların ilâhi hidayet olmaksızın akıllarına teslim olmaları anlaşmazlığa götüren bir durumdur. O bakımdan çoğu zaman vehimler, mak­sat olarak gözetilen inanç ve hükümlere ulaşmalarına engel teşkil etmiştir.

Ancak el-Menâr tefsirinin sahibi bir başka manayı tercih etmektedir ki, o da şudur: İnsan yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Yani Allah insanı geçiminde biri ötekine bağlantılı bir şekilde yaratmış olması anlamında tek bir ümmet olarak yaratmıştır. Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu süreyi bi­ri ötekine yardımcı olmadan insan bireylerinin yaşamaları kolay değildir. Bir­birlerine muhtaç olmamalarına da imkân yoktur. O bakımdan başkalarının gü­cünün ferdin gücüne katılması kaçınılmaz bir şeydir. İşte "İnsan tabiatı itiba­riyle uygar bir varlıktır." şeklindeki sözlerle ifade edilen de budur [43] O takdir­de bunun anlamı şöyle olur: İnsanlar toplumsal bir nitelikte ve bir araya gelip toplanma özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu ise karşılıklı olarak ya­rışmaya, anlaşmazlığa ve ihtilâfa götürür. İşte peygamberlerin gönderilmesi, insanlar arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek ve hak ile hayra iletmek, batılı ve dalâleti açıklamak içindir.

Gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, rasullerin sayısı ise 313'tür. Kur'an-ı Kerim'de isimleriyle zikredilenler de 18'dir. Rasullerin ilki Ebu Zerr hadisinde geldiği üzere [44] Hz. Adem'dir. Şefaat hadisi diye bilinen hadis dolayı­sıyla Nuh olduğu da söylenmiştir. Çünkü o hadiste zikredildiğine göre insanlar Hz. Nuh'a şöyle diyecektir: "Sen rasullerin ilkisin..." Hz. İdris olduğu da söy­lenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberlerle birlikte Kitabı da indirdiğini be­yan etmektedir. Burada ise (el-Kitâb) bütün kitaplar anlamında bir cins isim­dir. Taberî der ki: Burada "el-Kitâb"ın başına gelen Elif ve Lâm harfleri, ahd harfleridir, kasıt ise Tevrat'tır.

Kitabın fonksiyonu ise teşrîe, hüküm vermeye ve anlaşmazlıklarda insan­lar arasında haklı ile haksızı ayırdetmeye, insanları hak akideye, faziletli iliş­kilere, salih amellere iletmek, onları kötülüğün ve fesadın akıbetinden sakın­dırmak, hevâ ve batıl tevillerden uzaklaştırmaktır. O bakımdan Kitab her za­man için hak ile iç içedir, onunla birliktedir. Bu ise bir başka ayet-i kerimenin "doğruyu söylemek" diye ifade ettiği şu anlama uygun düşmektedir: "İşte bu bi­zim Kitabımızdır, size karşı hak ile konuşuyor." (Casiye, 45/29). Kur'an-ı Ke-rim'deki hidayet ve müjdeleme ile ilgili ayetin ifadesine de uygundur: "Muhak­kak bu Kur'an en doğru olana iletir ve müminleri müjdeler." (İsrâ, 17/9). Sema­vî her bir kitap hakkın kendisidir. Din ve dünya işlerinde nihaî ve hakkı batıl­dan ayırdedici hükmü verir. "el-Kitâb" -sayıca pek çok olsalar dahi- peygamber­lere verilen kitapları ifade etmektedir. Böylelikle bu kitapların özleri itibariyle tek bir kitap olduğuna ve asıl itibariyle aynı şeriatı kapsadıklarına işaret et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah, Kitab Ehli'nden bazılarının kitaplarını düşmanlık ve hakka karşı gelerek ayrılığın sebebi ve kaynağı haline getirdiklerini zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır: Başkanlar, hahamlar ve ilim adamları Allah'ın hak için indirmiş olduğu kitap etrafında anlaşmazlığa düştüler. Oysa bundan önce onlara kitabın anlaşmazlıkları körüklemekten yana uzak ve korunmuş ol­duğuna dair apaçık belgeler ve deliller gelmiş idi. Bu belge ve deliller Kitabın insanları mutlu kılmak için geldiğini, onları bedbahtlığa sürüklemek, araları­na tefrikayı sokmak için gelmediğini ortaya koyuyordu. Dini koruyup gözeten, peygamberlerden sonra onu muhafaza eden, onda bulunanları uygulamaları is­tenen ilim sahipleri arasındaki ayrılığın tek sebebi kıskançlık ve zulüm, insan­ların haksızlıklarına engel olmak üzere ortaya koymuş olduğu şeriatın sınırla­rını aşmalarıydı. Fakat önderlerinin kendilerine ve hükümleri altındaki insan­larına karşı işledikleri bu cinayet, Kitabın hakka iletici olmasını herhangi bir şekilde çürütmemektedir. Zira kusur kitapta değil; o kitabı uygulamakla görev­li olanlardadır.

Şu kadar var ki kötülükten uzak bir maksata sahip olmakla birlikte sahih bir iman hakka götürür, anlaşmazlıktan uzak tutar. Şüphesiz ki müminler, in­sanların hakkında ihtilafa düştükleri hakka giden doğru yolu bulur, Rablerini razı edecek şeye onun tevfik ve nimeti sayesinde ulaşırlar. Allah her zaman için dosdoğru yola iletendir. Dini kendi nevalarına göre tevil edip yorumlayan­lar ise sapıklık, fesat ve kötülük içerisindedirler. Allah katında onlar için acıklı bir azab vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz dinlerini bölük pörçük edip fırka fırka ayrılanlar var ya, sen hiç bir şekilde onlardan de­ğilsin. Onların işi Allah'a aittir. Sonra o onlara yaptıklarını haber verecektir." (En'âm, 6/159).

İlim adamlarının Allah'ın Kitab'ına karşı yaptıkları bu davranışın çirkin tablosunun sunulmasından sonra, Allah rasulünü ve müminleri sabırlı olmaya, sebat göstermeye, kafirlerle karşı karşıya gelme halinde de sıkıntılara katlan­maya teşvik etmektedir. Müminler çeşitli bela ve mihmetlere maruz kalırlar.

Tıpkı önceki peygamberlerin türlü sıkıntılarla, oldukça ağır üzüntülerle karşı karşıya kaldıkları gibi. Onlar bu hallere kurtuluncaya ve zafere erinceye kadar sabrettiler, sebat gösterdiler. Çünkü cennetlere girmek, Allah'ın rızasına nail olmak, cihad etmeyi, sıkıntılara katlanmayı, eziyetlere göğüs germeyi gerekti­rir. Fitne ve mihnetleri başarıyla geçmeyi, imtihanları başarı ve sebatla bitir­meyi gerektirir. Herhangi bir şekilde darlık göstermeden usanç ve tahammül­süzlük belirtileri ortaya koymadan, hidayet yolundan sapma göstermeden. Bu­nunla birlikte de ilahî tekliflerin yükümlülüklerini yerine getirerek...

Müminin, zaferin geciktiğini sanma, hakkı yoktur. Şüphesiz Allah'ın dost­larına ve sevdiklerine olan yardımı pek yakındır.

Önceki peygamberlerin ve ona uyan müminlerin maruz kaldıkları bu du­rumlar, ibret ve öğüt almak için dosdoğru bir örnektir. İşte sizler de İslamın ilk döneminde bulunan ey müslümanlar; henüz onların düştükleri belâların ben­zeri belâlara düşmediniz. Onlar öyle darlık, korku, fakirlik, acı ve hastalıklara maruz kaldılar ve bu belâlar onları o derece rahatsız etti ki, çektikleri acı ve karşı karşıya kaldıkları bu katı durumlar sonucunda peygamber de -ki insan­lar arasında Allah'ı en iyi bilen, tanıyan, onun güvenine en çok ihtiyaç duyan­lardır- Allah'ın yardımı ne zaman? demek zorunda kaldı. Öyle ki çektikleri sı­kıntılardan dolayı sabırları tükenmek üzereydi. Onlara: Şunu biliniz ki mu­hakkak Allah'ın yardımının gerçekleşmesi, ortaya çıkması pek yakındır. Nite­kim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o pey­gamberler ümitlerini kesip de kendilerinin yalancı çıkarılacaklarını zannettik­leri bir sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Fakat günahkârlar güruhundan ise azabımız asla döndürülmez." (Yusuf, 12/110).

İşte bütün bunlarda (peygamberlerin tavırlarında ve ilk müslümanların konumlarında) daha sonra gelip de; İslâm yalnızca bir ibadettir, sanıp herhan­gi bir sınamadan geçmeyeceklerini veya herhangi bir türden eziyete maruz kal­mayacaklarını, türlü musibet ve sıkıntılarla karşılaşmayacaklarını zanneden­ler için bir ibret vardır. Onların böyle bir zanları, hidayet ehlini sınama husu­sundaki Allah'ın sünnetini bilmeyişlerindendir. Bu ibtilâ ise hak ve iman üzere sebat güçlerini, Allah'a davetin gerektirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanma güç­lerini belirlemek içindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edece­ğiz. Sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve im­tihan olunmadıkça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri Biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Yoksa Allah siz içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etme­den cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/142).

Yine de geçmişte olsun, halihazırda olsun müslümanlar, önceki peygamber­lerin maruz kaldıklarının benzerlerine ulaşmış değildirler. Onlardan kimisi öldürüldü, kimisi ise diri diri testerelerle biçildi, kimi müminler ateşte yakıldı. [45] Yemen'de, Yüce Allah'ın da haber verdiği üzere Ashab-ı Uhdûd'a yapıldığı gibi: "Alevli ateş hendeklerinin sahipleri öldürüldü. O zaman onlar onun etrafında oturuyorlar ve onlar müminlere yaptıkları şeyi görüyorlardı. Onlar o iman edenlerden yalnızca Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman ettiklerinden dolayı inti­kam aldılar." (Burûc, 85/4-8). [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberlere, semavî kitaplara her zaman ve mekânda ihtiyaç vardır. Çünkü bunlar insanları hak dine, sahih inanca yöneltmekte, insanlara sağlıklı hayatın yolunu göstermekte, dünya ve ahiretteki mutluluk yolunu açıklamak­ta, hak ile batıl arasındaki açık sınırları ortaya koymakta, insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda adaletle hüküm vermektedirler.

Yalnızca fıtrat, tabii his ve meyiller hidayet ve doğruluk için kafi değildir. Çünkü o bilinmeyen bir şeydir, üstü bulutlarla örtülüdür, belli bir takım kalıp­lara sokulmuş değildir. Hayatı yönlendirmeye beşerî akıllar da elverişli değildir. Çünkü akıllar arasında fark vardır. Kimi zaman birbirleriyle çatışma halinde­dir, gerçekleri idrak etmekte yetersizdir. Hikmetli bir takım kimselerin akılları hak yolunu idrak etse dahi, bu insanlar arasında oldukça az bir kesime münha­sırdır. Alimin ortaya koymuş olduğu bir teorinin doğruluğunun ortaya çıkması yahut bir sözün doğruluğunun tespiti ancak uzun deneylerden ve arka arkaya yapılan kesintisiz etüd, düşünme ve dikkatli incelemelerden sonra ortaya çıkar. Bu sefer söylenen sözün veyahut hikmetin doğruluğunun sonucunu bekleyenler, uzun ya da kısa bir zaman beklemek zorunda kalırlar. İnsan kimi zaman hevâ ve arzularının etkisi altında kalabilir veya menfaat ve faydalarının kaygısına düşebilir. O bakımdan görüşü kabul edilemez veya başarılı olamaz.

İnsanoğlu hataya yapıp zarara uğramadan tecrübe ve teorilerin sonuçları­nı beklemeden önce, hakkı ve adaleti özel herhangi bir menfaat beklemenin et­kisi altında kalmaksızın; dünya ve ahirette hayırlı olana insan aklını ve fıtratı­nı yönlendirmek üzere şanı Yüce Allah'ın peygamber ve rasulleri göndermesi, O'nun lütuf, rahmet ve hikmetinin bir tecellisidir.

Yüce Allah anlayışların hatalarını düzeltmiş, doğru sanılan yerdeki yanlış yönleri insanlara ilim geldikten sonra beyan etmiş, apaçık belgeler (Kitabın "ayrılıklar ortaya çıkarmak" damgasından masum olduğuna dair deliller) orta­ya çıkmıştır. İşte: "Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler... onun hak­kında ihtilâfa düştüler." buyruğu bunu ifade etmektedir. Bu buyruğun ifade et­tiği anlam şudur: Yalnızca insanların güdüleri amellerini; davranışlarını, ken­dilerini salâha götürecek noktalara götürmeye, yönlendirmeye yeterli değildir. Tür olarak onları başkalarından ayıran güce uygun direktif verme özelliğinde bir başka hidayetin de bulunması kaçınılmazdır.

İnsan nevinin kendisini diğer canlılardan güçleri,düşünme ve tetkik kabi­liyetidir. Direktif verme özelliğini taşıyan hidayet ise, onların arasından gelen peygamberlerin getirdiği ve Yüce Allah'ın o peygamberlere indirdiği Kitabın hi­dayetidir. Bunlarla birlikte rasullerin yalan söylemekten masum, kitapların da hatadan korunmuş olduklarına dair deliller de ortadadır. O halde insanlara düşen, risalet ve masumiyete dair delilleri kavramak yolunda öncelikle akılla­rını kullanma görevidir. Bunu kavradıkları takdirde kesinlikle peygamberlerin davetlerini tasdik istidadını elde ederler. Bu davete iman ettikleri ve peygam­berlerin getirdiklerini de akıllarıyla kavradıkları vakit ise, ona sımsıkı sarıl­maları ve ondan asla ayrılmamaları görev olur.

"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin..." ayeti imanın bir takım hak ve görevle­rinin bulunduğunu göstermektedir. Bunlar dünya ve ahiret mutluluğuna götü­rür. Bu görevleri kim ihmal eder veya bu konuda bir kusur işlerse Yüce Al­lah'ın bu ümmetin geçmişlerine lütfettiği egemenlik ve izzet gibi üstün nimet­lerinden mahrum kalır. Ayrıca cennete bu bedelden başkası ile ulaşmak müm­kün değildi. Temennilerin hiç bir faydası yoktur. Müslümanlara düşen sadece bu dünya hayatındaki rolünü ve taşıdığı mesajı değerlendirebilmekten ibaret­tir. Yalnızca kalbî iman ona yetmez. Bir takım işleri başarmalı, büyük fedakâr­lıklarda da bulunmalıdır. Nefsini güzelliklerle bezeyinceye, kusurlarını düzel-tinceye kadar nefsine karşı mücadele vermelidir. İyilik ve takva üzerinde daya­nışmalıdır. Dünya ziynetinden, dünyaya kapılmaktan uzak durmalıdır. Ahiret için ihlâsla amel işlemeli, yalnızca Allah'ı razı etmeye çalışmalıdır. Herhangi bir riya düşüncesi ve şöhret emeli ile şâibelenmemelidir.

Selef-i salihînin eğitim jekli üzere müslüman yeniden oluşturulduğu tak­dirde, arzulanan İslâmî izzetin gerçekleştirilmesi, düşmanlara karşı umulan zaferin elde edilmesi mümkündür. Tabii ki bununla birlikte düşman gücüne karşı yeterli bir şekilde koyabilecek gerekli güç ve araçlarının da tamamlan­ması, ümmetin yeniden oluşturulabilmesi için gereken planlamanın yapılması, ilerlemenin ve kalkınmanın esaslarının tam bir kararlılık, ısrar ve ihlas ile fi­ilen uygulama alanına geçirilmesi de gereklidir. [47]

 

Nafile İnfakın Miktarı Ve Harcama Yerleri

 

215- Sana neyi infak edeceklerini so­rarlar. De ki: "İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimle­rin yoksulların ve yolda kalmışların­dır. Her ne hayır işlerseniz muhakkak[48]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hayır", helâl ve çokça mal demektir. Ona bu adın veriliş sebebi, hayır yollarında harcanmasının uygun olduğundandır. Azı da çoğu da kapsar.

"Akrabalar" çocuklar, çocukların çocukları ve sonra kardeşlerdir. "Yetim" küçükken babasını kaybeden kimsedir. 'Yoksul (miskin)" kendisine yetecek ka­darını kazanmaktan aciz olan, bununla birlikte aza da kanaat gösteren kimse­dir. "İbnü's-Seb'il (yol oğlu)" ise yolcu demektir.

"Her ne hayır işlerseniz" infak veya başka kabilden olsun, "muhakkak Al­lah onu çok iyi bilir" ve onun mükâfaatmı verir. [49]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müminler Allah'ın rasulüne mallarını nereye harcayacaklarına dair soru sor­dular. Bunun üzerine: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar; de ki: İnfak edece­ğiniz hayır..." ayeti nazil oldu.

İbnü'l-Münzirtn de Ebu Hayyan'dan rivayet ettiğine göre Amr b. el-Cemûh Resulullah (s.a.)'a: Mallarımızdan neyi infak edelim ve onları nereye har­cayalım? diye sordu; bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ebu Salih yo­luyla gelen rivayette, İbni Abbas'm şu sözleri de aynı istikamettedir: Bu ayet-i kerime ensardan olan Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Kendisi pek çok malı olan yaşlı bir kimse idi. Ey Allah'ın rasulü, dedi, ben neyi tasadduk edeyim ve kime harcayayım? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [50]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimelerde dünya sevgisinin ayrılık ve ihtilâfa sebep olduğu, gerçekten iman edenlerin ise Allah'ın rızası uğrunda malları ve canları dolayısıyla sıkıntılara katlanacakları belirtilmişti. O bakımdan Allah yolunda infaka insanı teşvik eden bu buyruğun zikredilmesi gayet uygun düşmektedir. Çünkü kazanç ve infak sabır ve cömertlik gerektirir. Malın feda edilmesi canın feda edilmesi gibidir. Her ikisi de imanın alâmetleri arasında yer alır.

Bununla birlikte şunu bilelim ki, mutlaka her bir ayetin sonraki ayet ile arasında bir münasebetin bulunmasına gerek yoktur. Özellikle eğer hükümler sorulmuş veya sorulması muhtemel bir takım sorulara cevap olarak geliyorsa durum böyledir. Çünkü bu tür sorular -bu ayette de görüldüğü gibi- bu durum­ların hükümlerini bilmek ihtiyacından dolayı sorulur. Gerçekten de -nüzul se­bebinde de belirtmiş olduğumuz gibi- fiilen bu hususta soru sorulmuştur. [51]

Dikkat edilirse daha önce şöyle demiştik: Bakara suresinin baş tarafından itibaren Yüce Allah'ın, "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin." (Bakara, 2/172) ayetinden öncesine kadar Kur'an ve risaletten söz edilmektedir. Bu ayet-i kerime ve ondan sonrakilerden itibaren Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çı­kanları görmedin mi?" (Bakara, 2/243) buyruğuna kadar olan ayetler ise, amelî bir takım hükümleri dile getirmektedir.

Bu ayet-i kerime ise müminlerin yapacakları infakın harcama yerlerini açıklamaktadır. [52]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Arkadaşların sana farz olan zekâtı değil de tatavvu nafa­ka olarak neyi, nerede harcayacakları hakkında soru soruyorlar. Sen onlara şöylece cevap ver: Az veya çok her ne harcarsanız bunun sevabı yalnız size ait olacaktır. Harcama yerleri ise en yakın akraba oldukları için öncelikle anne ba­baya ve çocuklaradır. Daha sonra diğer akrabalar -yakınlık sırasına göre- gelir. Arkasından kendilerine bakanlar vefat etmiş yetimler, kazanmaktan aciz kal­mış miskinler gelir. Sonra da memleketlerine geri dönmek imkânını kaybetmiş yolda kalmış yolculara vermek gerekir. Kayıtsız şartsız olarak her türlü iyilik ve itaat yollarında yaptığınız infakların Allah karşılığını verecektir; çünkü O, her şeyi bilendir. Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. O karşılık vermeyi ve yapıla­na sevap vermeyi unutmaz. Aksine iyiliğin kat kat sevabını verir.

Daha sahih kabul edilen görüşe göre bu ayet-i kerime muhkemdir. Neshe-dilmiş değildir. Çünkü bu ayet-i kerime nafile sadakayı beyan içindir. Zira in­fak edilecek şeyin miktarını tayin etmemektedir. Şer"an öngörülen zekâtın mik­tarının ise tayin edildiği icma ile kabul edilmiştir. [53]

İnfakta bulunulacak tarafların sıralanışı Ahmed ve Nesaî'nin Ebu Hurey-re'den yaptığı rivayette şöylece ortaya konmaktadır: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sadaka veriniz!" Adamın birisi yanımda bir dinar var, deyince: Hz. Pey­gamber: "Onu kendine tasadduk et!" diye buyurdu. Adam: Bende bir başka dinar daha var, deyince Hz. Peygamber: "Onu da hanımına tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir dinar daha var, deyince; Hz. Peygamber bu se­fer: "Onu da çocuğuna harca" diye buyurdu. Adam: Bir dinarım daha var, de­yince Hz. Peygamber: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir diğer dinar daha var; deyince Hz. Peygamber: "Onu artık ne yapacağını sen daha iyi bilirsin!" diye buyurdu.

Atâ'dan gelmiş bir diğer rivayete göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'m hu­zuruna gelen bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam gelip şöyle demiş: Benim bir dinarım var. Hz. Peygamber: "Onu kendine harca!" diye buyurmuş. Adam: Be­nim iki dinarım var, deyince Hz. Peygamber "O ikinci dinarını ailene harca!" diye buyurmuş. Adam: Üç dinarım var! deyince Hz. Peygamber: "Onu hizmetçine har­ca!" diye buyurmuş. Adam: Benim dört dinarım var, deyince Hz. Peygamber "Onu anne babana harca" diye buyurmuş. Adam: Beş dinarım var, deyince; Hz. Peygam­ber: "Onu yakınlarına harca!" diye buyurmuş. Adam: Benim altı dinarım var, de­yince Hz. Peygamber: "Allah yolunda infak et ve o, bunların en alt derecesidir."

Ayet-i kerime anne babaya ve yakın akrabaya verilen tatavvu' sadakanın daha faziletli olduğunu beyan etmektedir. Bunun delili de Resulullah (s.a.)'m şu buyruğudur: "Ey kadınlar topluluğu! Süs eşyanızla dahi olsa tasaddukta bulununuz." Abdullah b. Mes'ud'un hanımı Zeyneb kocasına şöyle dedi: Benim gördüğüm kadarıyla sen elidar birisisin. Sana verdiğim takdirde sadaka yerine geçecekse onu sana vereyim. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona şöyle sordu: Himayemde bakmam gereken yetimler varken kocama verdiğim takdirde bu verdiğim benim için sadaka yerine geçer mi? Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin için iki ecir olur. Birisi sadaka ecri, öbürü yakınlık dola­yısıyla ecir." Bir diğer rivayette şöyle buyurulmaktadır: "Kocan ve çocukların kendilerine tasaddukta bulunduğun kimseler arasında en lâyık olanlardır." Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Önce kendinden başlayarak nefsine tasaddukta bulun." Nesaî ve başkala­rının rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Veren el üstteki (olan) eldir. Babana, annene, kızkardeşine, kardeşine ve sırasıyla yakınlarına (ver)." Şüphesiz akrabalara karşı şefkat daha ileri derecededir. Sana karşı kö­tü duygular besleyen akrabayı gözetmek ise ihlâsı daha bir yerleştiricidir.[54]

Neyin harcanacağı sorulmakla birlikte ayet-i kerimedeki cevabın kimlere harcanacağını beyan etmesi "üslubu hakîm" yolu iledir. Onlar bir şey hakkında soru sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir ki, o da harcama yapılacak yerlerdir. Çünkü infak, yerini bulmadıkça hayrı tahakkuk ettiremez. [55]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime nafile (tatavvu) sadakanın harcama yerlerini beyan et­mektedir. Bu harcama yerlerinden bir tanesi de şudur: Zengin olan bir kimsenin muhtaç olan anne ve babasına durumlarım düzeltecek kadar -yiyecek, gi­yecek ve buna benzer hususlarda- infakta bulunması vacibdir.

Erkek evlât babasını evlendirmekle görevli midir? İmam Malik der ki: Er­kek evlat babasını evlendirmekle görevli değildir. Fakat babasının hanımına ister annesi olsun ister olmasın infak etmekle görevlidir. İmam Malik'in baba­sını evlendirmek görevi yoktur, demesi ile ilgili olarak Kurtubî şunları söyle­mektedir: Çünkü İmam Malik'in görüşüne göre babanın çoğunlukla evlenmeye ihtiyacı olmaz. Şayet kesin olarak evlenmeye ihtiyacı olursa onu evlendirmek oğlu için vacib olur. Çünkü durum böyle olmasaydı, hem babasına hem de ba­basının hanımına infak etmeyi vacib görmezdi. Malî ibadetler ile ilgili olan hu­suslara gelince, babasına haccını yapabilecek yahut gaza masrafını karşılaya­cak bir miktar vermekle görevli değildir. Ancak babasının adına fıtır sadakası­nı vermesi görevidir. Bunun böyle olması, babasının nafakasını karşılamak yükümlülüğü ve babasının müslüman olması dolayısıyladır. [56]

Meşhur görüşe göre Şafiîler şöyle derler: Erkek yahut kadın olsun, evlâdın baba ve dedelerinin iffetini koruması lâzımdır. Çünkü bunlar da nafaka ve gi­yecek gibi onların önemli ihtiyaç alanları arasında yer alır. Diğer taraftan he­lak olmaya götürecek zinaya onları maruz bırakmamalıdır. Böyle bir şeye ma­ruz bırakmak ise babalığa hürmet ilkesine uygun değildir. Şer'an yerine getir­mekle emrolunduğu onlarla iyilikle geçinmeye de uymaz. [57]

Bu ayet-i kerime bir takım hususlara delâlet etmektedir. Bunların, bazıla­rını şöylece sayabiliriz:

1- Allah rızası gözetildiği takdirde infak etme az ya da çok olsun, sevap kazanma­ya vesiledir. Nafile ve farz bütün sadakalar bu genel hüküm kapsamı içerisine girer.

2- Daha yakın olanların nafaka hususunda öncelikleri vardır. Çünkü Yüce Allah: "De ki: İnfak edeceğiniz hayır anne ve babanın, akrabaların..." diye bu­yurmaktadır. Ayrıca Peygamber (s.a.) de daha önce geçen buyruğunda Yüce Al­lah'ın muradını beyan etmektedir: "Geçindirdiğin kimselerle başla. Annen, ba­ban, kızkardeşin, erkek kardeşin ve sırasıyla yakınların."

3- Bu buyrukta, açıklamış olduğumuz gibi anne babaya ve yakınlara infa-kın, oğul için bir görev olduğunun delili vardır. Bu görevin yalnızca onlara kar­şı olması buna karşılık yoksulları, yolcuları ve ayetin söz konusu ettiği diğer bütün grupları kapsamamasmın sebebi şudur: Diğerleri hem zekâtın, hem na­file sadakanın kapsamına girerler. Diğer taraftan Ebu Hureyre tarafından ri­vayet edilen merfû' hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda verdiğin bir dinar, bir yoksula verdiğin bir dinar, bir köleyi azad etmek için verdiğin bir dinar, aile halkına harcadığın bir dinar (bütün bunlar arasında) aile halkına harcadığın dinarın ecri hepsinden daha büyüktür." İbni Mes'ud'un rivayetine göre ise Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman bir kimse aile halkına bir infakta bulunduğu takdirde bu, onun için bir sadaka olur." [58]

 

Savaşın Farz Oluşu Ve Haram Aylarda Da Mubah Kılınması

 

216-  Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize yazıldı. Bazen hoşlanmadığı­nız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz birşey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217- Sana haram ayı, onda   savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda yapılan savaş büyüktür. Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden büyüktür." Eğer güç yetirse-ler sizi dininizden döndürünceye ka­dar sizinle savaşmaktan geri kalmaz­lar. Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse, on­ların bütün amelleri dünyada da ahi-rette de heder olup gider. Onlar ateş­liktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdır­lar.

218-  Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Belagat:

 

"Hoşunuza gitmediği" yani hoşlanılmayan bir şey olduğu "halde". Burada masdar, ism-i mefûlün yerine mübalağa ifade etsin diye kullanılmıştır. "Hoşu­nuza gitmediği halde" buyruğu ile "sevdiğiniz bir şey" buyrukları arasında Be-di' ilminde mukabele sanatı vardır.

"Allah bilir, siz bilmezsiniz." buyruğunda ise selbî tıbâk adı verilen bir mutabakat vardır. [59]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hoşunuza gitmediği" hoşlanılmayan bir şey olduğu "halde" kâfirlere karşı "savaş üzerinize" faiz olarak "yazıldı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey size hayırlı olur." Burada ("bazen" anlamını verdiğimiz: "asâ" buyruğu, tereccî (umut) içindir.

"Allah yolundan alıkoymak" insanları Allah’ın dininden engellemek "Onu" Allah'ı "inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan" Mekke'den "alıkoymak ve halkını" peygamberi ve müminleri "oradan çıkarmak ise, Allah katında" o ayda savaş yapmaktan günah itibarıyla "daha büyüktür. Fitne" yani kalplerine şüp­heler bırakmak yahut helak olana kadar onları işkencelere maruz bırakmak suretiyle müslümanları dinlerinden döndürmek için yapılan işler [60] "katilden daha büyüktür."

"Her kim dininden irtidad eder" döner "de kâfir olarak ölürse, onların bü­tün amelleri dünyada da ahirette de heder olup gider." Yani dünyada da ahiret-te de bâtıl olur ve fesat bulur. Bunlara hiç bir değer ve ecir verilmez. Burada "kâfir olarak ölürse" kavlinin "irtidât" ile birlikte gelmesi, şunu ifade etmekte­dir: İslam'dan dönecek olursa amelleri bâtıl olmaz. O amelleri dolayısıyla yeni­den müslüman olursa sevap alır ve tekrar iade etmesine de gerek yoktur; hac gibi. Bu Şafiî'nin görüşüdür. Malik ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, bu amellerini iade eder.

"Şüphesiz iman edenler" imanları üzere sebat gösterenler "hicret edip" va­tanlarından, çoluk çocuklarından ayrılıp "de Allah yolunda cihad edenler var ya..." Cihad kelimesi zorluk ve meşakkat anlamına gelen "cühd"den alınmadır. Allah yolunda yapılması ise onun dinini yüceltmek için yapılması anlamında­dır. "İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar." Bu yollara başvurmakla Allah'tan sevap umarlar. [61]

 

Nüzul Sebebi

 

216. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle demek­tedir: Allah müslümanlara cihadı farz kılınca bu onlara ağır geldi ve bundan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

217.  ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberi, İbn Ebi Hatim, el-Mu'cemu'l-Kebir' inde Taberânî ve Sımen'inde Beyhâkî, Cündeb b. Abdullah'dan şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) bir grup kişiyi Ab­dullah b. Cahş el-Esedî komutasında gönderdi. Yolda Amr b. el-Hadramî ile karşılaştılar. Ancak o gün Recep ayından mı, yoksa CemaziyelahirMe mi olduk­larını bilemediler. Müşrikler müslümanlara: Sizler haram ayda adam öldürdü­nüz, deyince Yüce Allah, "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar" buyruğu­nu indirdi. Buna göre bu ayetin nüzul sebebi, müfessirlerin ittifakıyla Abdul­lah b. Cahş'ın başından geçen olaydır.

Müfessirler derler ki: Resulullah (s.a.) Peygamber (s.a.)'in halasının oğlu olan Abdullah b. Cahş'ı Bedir savaşından iki ay kadar önce Medine'ye gelişinin 17. ayının başında Cemaziyelahir'de (askeri birliğin komutanı olarak) gönder­miş idi. Onunla birlikte muhacirlerden sekiz kişilik bir topluluk vardı. Görevle­ri Kureyşllere erzak götüren kervanı gözetlemek idi. Kervanda aralarında Amr b. el-Hadremî'nin de bulunduğu üç kişi daha vardı. Abdullah b. Cahş ve bera­berindekiler Amr'i öldürdüler, iki kişiyi de esir aldılar ve kervana da el koydu­lar. Kervan arasında kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş'in develeri, ayrıca Taiflilere ait ticaret malları da bulunuyordu. Olay Receb'in ilk gününde olmuş­tu. Onlar ise bunun Cemaziyelahir'de olduğunu zannediyorlardı. Medine'ye Peygamber (s.a.)'in huzuruna geldiklerinde, onlara: "Allah'a yemin ederim ben haram ayda savaşmanızı size emretmedim" dedi. Ganimeti dağıtmayı durdur­du, Kureyşliler ise şöyle dediler: Muhammed haram ayda haram olan savaşma­yı helâl kıldı. Halbuki bu ayda korku içerisinde olan bir kimse bile güvenlik ka­zanır ve insanlar geçimlerini sağlamak için çalışırlar [62]

Bazı müslümanlar da şöyle demişti: Onlar bu işleriyle günah kazanmamış olsalar bile ecirleri yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler, Allah yolunda cihad edenler var ya..." ayetini inzal buyurdu. [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Savaşa dair hükümler, sadaka (nafile infak) hükümlerinden sonra söz konu­su edildi. Bu ikisi arasında oldukça sağlam bir ilişki vardır. Çünkü savaşmanın can ve değerli malı feda etmeyi gerektirdiği bilinen bir husustur. Mal canın yon-gasıdır. İnfak ise mal ile bir cihaddır. O bakımdan malın feda edilmesinden daha üstün olan cihadın, burada söz konusu edilmesi uygun düşmektedir. Ancak cihad ile din istikamet bulur. Onun da malın ve canın feda edilmesine ihtiyacı vardır. [64]

 

Açıklaması

 

Ey müslümanlar topluluğu, kâfirlerle savaşmak, -ihtiyaç kapatılabildiği takdirde- farz-ı kifaye olmak üzere farz kılındı. İhtiyaç karşılanamadığı ve düş­man İslâm topraklarına girdiği takdirde ise, farz-ı ayn olur. Cumhur der ki: Ci­hadın ilk olarak farz kılınması, muayyen değil de kifaye olmak üzere gerçekleş­miştir. Daha sonra düşman İslâm topraklarına girinceye kadar cihadın farz-ı kifaye olacağı, girmesi halinde de farz-ı ayn olacağı üzerinde icmâ' devam ede-gelmiştir. Atâ der ki: Savaşın farz kılmışı Muhammed (s.a.)'in ashabı üzerinde farz-ı ayn şeklinde olmuştur. Şeriat hakim olunca artık kifaye yoluyla farz hali­ne gelmiştir. [65]

Tabiatınız itibarıyla savaş sizin için hoşlanılmayan bir şeydir ve zordur. Çünkü savaş için malın feda edilmesi, nefsin telef olmak ile karşı karşıya bıra­kılması söz konusudur. Fıtri olan savaştan çekinme duygusu insanın mükellef kılındığı bu şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü insan bazen taşıdığı fayda dolayısıyla acı olan şeyleri alıp kullanmaya razı olabilir. Diğer taraftan siz­ler, tabiatınız gereği bazı şeylerden hoşlanmayabilirsiniz, fakat daha sonraları o şeyde sizin için hayır ve menfaat olduğu görülür. Çünkü savaşta ya zafer ve ganimet, ya da şehadet ve ecir ile Yüce Allah'ın rızası söz konusudur. Cihad ile Allah'ın kelimesi yüceltilir, hakkın, adaletin burcu yükseltilir zulüm bertaraf edilir. Sizler savaşı terketmek gibi bazı şeyleri sevebilirsiniz. Gerçekte ise bun­lar sizin için bir kötülüktür. Çünkü savaşı terketmekte zillet, fakirlik, düşman­ların İslam topraklarına, mallarına tasallutu, saygı duyulması gereken değer­lerin ayaklar altına alınması söz konusudur. Bu kimi zaman tümüyle müslü-manlarm yok olmaları sonucunu dahi verebilir.

Allah, savaşın sizin için dünyanızda hayırlı olduğunu bilir. O size hakkı­nızda hayırlı ve faydalı olandan başka bir şeyi emretmez. Ayrıca sizler bilgini­zin az ve sınırlı olması dolayısıyla Allah'ın bildiğini bilemezsiniz. O bakımdan cihad vazifesini ifa etmemeye meyletmeyiniz. Böyle yaparsanız sizin için zarar­lı olur. Çünkü dünya karşılıklı olarak tarafların birbirlerini savması esası üze­rinde kuruludur. Sizler Rabbinizin size emrettiğini yerine getirmek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Tabiat ve nevalarınıza meyletmekten sakınınız. Allah'ın ilminde onun dinini yücelteceği, az olmalarına rağmen o dine mensub olanlara zafer vereceği; çokluklarına rağmen de batılın peşinden gidenleri yardımsız bı­rakacağı sabit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca kalabalık bir topluluğu mağlup et­miştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).

Size savaşı farz kılan Allah, yine bilir ki; şu düşmanlara karşı savaştan, onları korkutmaktan ve zelil kılmaktan başka bir şeyin faydası olmaz. Ancak bu şekilde tekrar müslümanlara karşı saldırıda bulunmaya, haksızlıklar yap­maya kalkışamazlar.

Bu ayet-i kerimede üzerlerine savaşmanın farz kılınanların kimler olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır:

el-Evzai ve Atâ der ki: Bu ayet-i kerime ashab-ı kiram hakkında nazil ol­muştur. O halde üzerlerine cihadın farz olduğu kimseler onlardır.

Cumhur ise şöyle demektedir: İhtiyaca veya duruma göre savaşmak bütün müslümanlar üzerine farzdır. Şayet İslâm galip ve üstün ise bu farz-ı kifâyedir. Eğer düşman galip ve üstün ise zafer gerçekleşinceye kadar farz-ı ayndır. Ter­cih edilen görüş de budur. Resulullah (s.a.) da sahih hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır. Cihada katılmak için çağırıldığınız vakit cihada çıkınız."

Bu, savaşı farz kılan ilk ayet-i kerimedir. Bu farz oluş, hicretin ikinci yılın­da olmuştu. Daha önce Mekke'de savaşmak müslümanlar için yasak idi. Yüce Allah Medine'ye hicret ettikten sonra müşriklerden savaşanlarla savaşmayı: "Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşılanlara (savaşa) izin verildi." (Hacc, 22/30) buyruğu ile izin verdi. Arkasından bütün müşriklerle savaş mu­bah kılındı, daha sonra da cihad farz kılındı.

Abdullah b. Cahş seriyyesi tarafından İbnü'l-Hadranıî'nin öldürülmesi me­selesi, Kur*an-ı Kerinı'in söz konusu ettiği bir çalkantıyı ve bir takım soruları gündeme getirmişti. Yüce Allah buyurdu ki: Ya Muhammed, ashabın haram ayda -o da Receb'tir- savaşmanın hükmünü helal midir, yoksa haram mıdır? di­ye soruyorlar.

Onlara de ki: Evet, haram ayda savaşmanın günahı, büyüktür. Bu kabul edilmeyecek bir iştir. Çünkü haram ayda savaşmama hükmü o gün için söz ko­nusu idi. Fakat Kureyşlilerin müslümanları dinlerinden çevirecek şekilde Al­lah'ın yolundan alıkoymaları, müslümanları öldürmeleri, yurtlarından çıkar­maları Allah'ı inkâr etmeleri, müslümanları hac ve umreden alıkoymak sure­tiyle Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, oranın ahalisini -ki onlar Resulullah (s.a.) ile ashabıdır- Mekke'den çıkarmalarının ise, evet bütün bunların, Allah katında olsun insanlar arasında olsun günahı, haram ayda savaşmaktan daha büyüktür. Esasen fitne öldürmeden daha ağırdır. Onların Ammâr b. Yâsir'e, babasına, kardeşine, annesine ve diğer müslümanlara karşı işledikleri görül­medik kötülükteki işleri ve barbarca cinayetleri İbnü'l-Hadramî'nin öldf-ülme-sinden çok daha büyüktür. Yani sizler, ey müslümanlar, iki zarardan daL a hafif olanını, iki kötülükten daha ehven olanını işlemek durumundasınız.

Bu müşrikler veya kâfirler hâlâ şer ve münker üzerindedirler. Müslüman­lara karşı savaşı sürdürmektedirler ve Müslümanları dinlerinden döndürünce-ye kadar da bunu yapacaklardır. Onlar İslâmı müminlerin kalplerinden çıkar­maya çalışmaktadırlar. Her kim onlara muvafakat eder, kâfir olarak ölür, İsla­ma dönmek suretiyle tevbe etmezse onun ameli boşa çıkmış olur, sevabı ve ecri yok olur, gider, orada ebedi kalmak üzere cehennemlikler arasına katılır. İşte bu irtidat eden kâfirlerin cezasıdır.

Abdullah b. Cahş ve ona benzer Allah yolunda cihad edenlere gelince; bun­lar Allah'ı ve raslünü tasdik edenler, ailelerinden, vatanlarından ayrılan müş­riklerle birlikte müşriklerin yurdunda kalmayı terkeden, müşriklerin egemen­liklerini tiksinerek reddeden, bunun için de dinlerinde fitneye uğratılmaktan korkarak Allah'ın adını yükseltmek, dininin zafere kavuşması için hicret eden, Allah'ın yolunda savaşan ve Peygamber (s.a.)'e katılan kimselerdir. İşte asıl kamil olan bu insanlar ancak Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah en güzel şe­kilde onları mükâfatlandıracak onların günahlarını örtecek, lütuf ve insanıyla onlara merhamette bulunacaktır. O, onlara ve onların benzerlerine karşı mağ­firet sahibi, merhametli olandır. Soruyu soranların ashab-ı kiramdan olduğunu kabul edersek, anlamı böyle olur.

Konuyla ilgili bir rivayet daha vardır [66] Buna göre müşriklerden bir grup haram ayda savaşma hakkında soru sormuşlardı. O takdirde bu buyruğun anlamı da şöyle olur: Müşrikler çelişki içindedirler. Bir taraftan haram ayın hür­metini, saygınlığını kabul ediyorlar, diğer taraftan da bundan daha büyük olan bir işi yapıyorlar. Allah'ın yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoymak, oranın halkını oradan çıkarmak, müslümanları dinlerinden geri çevirmek için fitneye maruz bırakmak. İşte bunlar Yüce Allah nezdinde günah olarak çok daha büyüktürler. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı." ayet-i kerimesi, cihadın farz olduğunu açıklamaktadır. Cihad mümin için bir imtihan ve cennete götüren bir yoldur. Cihaddan kasıt, kâfir düşmanlarla savaşmaktır. Peygamber (s.a.)'e, Mekke'de ikamet ettiği onüç yıl süre ile savaşmaya izin verilmemişti. Hz. Pey­gamber hicret edince, müşriklerden kendisi ile savaşanlarla savaşmak üzre izin verildi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşanlara (savaşmaya) izin verildi." (Hacc 2/39). Daha sonra da genel olarak bütün müşriklerle savaşması hususunda ona izin verildiğini görüyoruz.

Cihad hoşlanılmayacak bir iştir. Çünkü cihadda malı çıkartıp verme, va­tandan, aileden ayrılma, bedenî olarak zarar görme, sakat kalma hatta ölüm bile söz konusudur. Cihaddan hoşlanmayışlarının sebebi budur. Yoksa onlar Yüce Allah'ın cihadı farz kılmasından hoşlanmamış değillerdir. Bu ayet-i keri­me hakkında İkrime şöyle demektedir: Onlar önceleri cihaddan hoşlanmıyor iken, daha sonra onu sevdiler ve: "Dinledik itaat ettik" dediler. Çünkü bir em­rin yerine getirip ona itaat edilmesi beraberinde bir zorluğu da getirmektedir. Fakat sevabı bilindiği takdirde, o sevaba karşılık sıkıntılara katlanmak olduk­ça hafif gelir. Esasen ebedîlik yurdunda, ebedî hayattan ve doğruluk makamın­da ikrama nail olmaktan daha üstün bir nimet olmaz.

İhtiva ettiği zorluklar sebebiyle cihaddan hoşlanmamaya rağmen cihad, aziz olmanın, galip gelmenin, muzaffer olmanın veya şehid olmanın yoludur. Müslümanlar cihadı terkedip savaşmaktan yana korkuya kapılarak bu vazife­den geri kalınca birliktelikleri parçalanmaya başlamış daha sonra da savaştan çokça kaçmaya, söz birlikleri dağılmaya, düşmanları tarafından Endülüs'te, Fi­listin'de ve başka yerlerdeki toprakları işgal edilmeye başlanmıştır.

Ayet-i kerime, "haram ay"da savaşmanın haram olduğunu göstermektedir. O bakımdan Atâ bu ayet-i kerimenin nesh olunmadığı görüşündedir. Çünkü savaş ile ilgili ayet geneldir, bu ise özeldir. Genel olan bir ayet-i kerime ise, özel hüküm ihtiva edeni nesh etmez. Fakat cumhur bu ayet-i kerimenin nesh edil­diğini, haram aylarda müşriklerle savaşmanın mubah olduğunu kabul etmek­tedir. ez-Zührî'nin görüşüne göre ise nesheden buyruk: "Müşriklerle topluca sa­vaşınız." (Tevbe, 9/36) buyruğu ya da: "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen... lerle savaşınız." (Tevbe, 9/29) ayetidir.

Muhakkik ilim adamları da şöyle demektedir: Bu ayet-i kerimeyi neshe­den, Yüce Allah'ın, "Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5) ayetidir. Yani, "Yeryüzünde dört ay dolaşıp..." (Tevbe, 9/2) ayetinde sözü geçen haram ayların bu "dolaşma süresi" dışında herhangi bir hürmetleri kalmış değildir.

Bu görüşü, Resulullah (s.a.)'m Huneyn'deki Hevazinliler ile Taifteki Sakif-lilere yaptığı gazalarının Ebu Amir'i müşriklerle savaşmak üzere göndermesi­nin [68] haram aylarda olması desteklemektedir.

İbnü'l-Arabî der ki: Sahih olan, bu ayet-i kerimenin haram ayda Resulullah (s.a.)'a karşı savaşmayı oldukça büyük bir iş olarak değerlendiren müşrikleri reddetmekte olduğudur. O bakımdan Yüce Allah, "Allah yolundan alıkoymak, Onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür." diye buyurmaktadır. -Küfür olan-fitne ise, haram ayda savaşmaktan daha ağırdır, daha beterdir. Siz bütün bun­ları haram aylarda yaptığınıza göre, bu ayda size karşı savaş vermek artık ke­sinleşmiştir. [69]

Haram aylar ise Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bunun son üç ayı ardı ardına diğeri ise tek başına gelmektedir. [70]

Müslümanların ilişilmesi yasak olan haklarını çiğnemek, onları dinlerin­den çevirmek kasdıyla fitneye düşürmek, yurtlarından kovmak ise -ki bütün bunlar hissedilir ve maddî suçlardır- haram ayın saygınlığını çiğnemekten da­ha büyük birer cürümdür. Çünkü bu, manevî bir meseledir.

"... sizinle savaşmalaındangeri kalmazlar." ayet-i kerimesi de sürekli bir şekilde müminleri kâfirlerin kötülüklerine karşı uyarmaktadır. [71]

 

Savaşın Meşru' Oluşunun Hikmetleri:

 

Kur'an-ı Kerim savaşın meşru oluş hikmetini açıklamıştır. Bu ise müslü-manların dinlerinden dolayı fitneye uğratılmalandır. Yüce Allah, "Fitne katil­den büyüktür." (Bakara, 2/217) diye buyurmaktadır. Müşrikler türlü şüpheleri söz konusu etmek yahut müslümanlara Ammâr b. Yâsir ve ailesine Hz. Bilâl'e, Habbâb b. el-Eret'e Suhayb ve başkalarına yaptıkları gibi işkence yapmak su­retiyle onları dinlerinde fitneye düşülüyorlardı. Hz. Ammârt dininden dönmesi için ateşle dağlamak suretiyle işkence ettiler. Peygamber (s.a.) onun yanından geçiyor, baras hastalığını andıran şekilde ateşin izlerini vücudunda görüyordu. Babasına, kardeşine ve annesine de işkence yapmışlardı. Ümmü Hâni'den şöy­le dediği rivayet edilmektedir: Ammâr b. Yâsir, babası, kardeşi Abdullah, anne­si Sümeyye Allah yolunda azaba uğratılıyorlardı. Bir seferinde Resulullah (s.a.) yanlarından geçerken şöyle buyurdu: "Sabretmeye bakın ey Yâsir ailesi, sabretmeye bakın. Şüphesiz sizinle buluşmak üzere sözleştiğimiz yer, cennet­tir."

Yâsir işkence altında vefat etti. Ammâr'ın annesi Sümeyye ise, işkence ya­pılmak üzere Ebu Cehil'e verildi. Sümeyye amcası Ebu Huzeyfe b. Ebî Muği-re'nin cariyesi idi. Dininden döner umuduyla ona aşırı derecede işkence yaptı. Fakat istediğini söylemedi. Harbesiyle onu fercinden vurdu ve o hanım şehid oldu. (Allah ondan razı olsun) Kendisi vefat ettiğinde oldukça yaşlı idi.

Ümeyye b. Halef de dininden döner umuduyla Bilâl'e işkence yapıyordu. Bir gün bir gece boyunca aç susuz bırakır, sonra da güneşin sıcağında kızmış kumlar üzerinde sırtı üzerine yatırır, üstüne kocaman bir kaya parçası bırakır ve ona: Ölünceye ya da Muhammed'i inkar edip Lat ve Uzza'ya tapmcaya ka­dar bu durumda kalmaya devam edeceksin, derdi. Ancak Bilâl bunu kabul et­miyor, Allah yolunda canının feda olmasına aldırış etmiyordu. Bazen onu ço­cuklara teslim ediyorlar, çocuklar onu bir ipe bağlıyor ve Mekke sokaklarında dolaştırıyorlardı. O ise durmadan: "Ehad, Ehad (Allah bir ve tektir, Allah bir ve tektir)" diyordu.

Habbâb (r.a.) da sırtı üstünde ateşe bırakılmakla işkence ediliyordu.

Hatta Kureyşliler Resulullah (s.a.)'ın kendisine dahi işkence etmekten ge­ri durmadı. Pislik ile dolu deve işkembesini -Kabe'nin yakınında namaz kıldığı bir sırada- onun sırtına bıraktılar. Hz. Fatıma gelip onu attı. Daha pek çok şe­killerde Hz. Peygambere işkencelerde bulundular. Allah bu işkencelerin şerrin­den onu korumuştu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O alay edip du­ranlara karşı muhakkak ki Biz sana yeteriz." (Hicr, 15/95). [72]

 

İrtidat ve Mürted:

 

"Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de..." ayeti, her kim İslâmı bırakıp da küfre dönerse... demektir. Bu müslümanlara İslam dini üzerinde se­bat göstermeleri için bir tehdittir. Dinden dönmenin (irtidat) amelleri iptal edip bozduğu hususunda müslümanlar arasında ittifak vardır. Acaba amellerin bo­şa çıkması ölüm şartına bağlı mıdır? [73]

Şafiî ayet-i kerimede yer alan: "Kâfir olarak ölürse" buyruğundan irtida-dın amelleri boşa çıkarmasının kâfir olarak ölme şartına bağlı olduğu hükmü­nü çıkarmıştır. Ayet-i kerimenin zahir ifadesi onun bu görüşünü desteklemek­tedir. Yine ayetin zahiri, irtidat eden kimse küfür üzere ölmedikçe amelin boşa çıkmayacağını göstermektedir. Malik ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, irti­dat tek başına daha önce yapılan amelleri boşa çıkarır. İsterse irtidat eden kişi İslâm'a dönsün. Onlar bu görüşlerinde Yüce Allah'ın şu buyruklarındaki genel ifadelere istinad ederler: "Andolsun ki eğer şirk koşarsan muhakkak senin ame­lin boşa çıkar." (Zümer, 39/65); "Şayet şirk koşarlarsa andolsun ki yaptıkları bo­şa çıkar." (En'am, 6/88); "Her kim imanı inkâr edip kâfir olursa artık onun ame­li boşa çıkar." (Maide, 5/5). Bu ayet-i kerimeler, yalnızca irtidat hakkındadır.

Burada amellerin boşa çıkması, mücerred olarak şirk koşmaya bağlı olarak ifa­de edilmiştir. Hitab her ne kadar Peygamber (s.a.)'e yönelik ise de, bu hitabtan kasıt, onun ümmetidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)'in şirk koşması imkânsız bir şeydir. "Artık içinizden her kim dininden irtidat eder..." şeklinde burada va-rid olan ayet-i kerimeye gelince; bu ayet iki hükmü dile getirmektedir: Birincisi amelin boşa çıkması, ikincisi cehennemde ebedî kalmak. Cehennemde ebedi kalmanın şartlarından bir tanesi de mürteddin küfür üzere ölmesidir.

Şafiîlerin görüşüne göre: "Andolsun eğer şirk koşarsan muhakkak senin amelin boşa çıkacaktır." ayet-i kerimesi Resulullah (s.a.)'a karşı hükmün ağır­laştırılması kabilindendir. Yüce Allah'ın, "Ey peygamberin hanımları! İçinizden her kim apaçık bir hayasızlık işlerse azab ona iki kat katlanır." (Ahzâb, 33/30) buyruğunda hanımlarına karşı azabı ağırlaştırması gibi.

Bu görüş ayrılığının etkileri, haccettikten sonra irtidat eden, sonra tekrar İslâm'a giren kimsenin durumu hakkında ortaya çıkar. Malik ve Ebu Hanife böyle bir kimsenin tekrar haccetmesi gerekir, çünkü irtidat etmesi onun haccı-nı da boşa çıkarmıştır, derler. Şafiî ise haccetmesi gerekmez; çünkü o daha ön­ceden haccetmiştir. İrtidat ise ancak küfrü üzere ölmesi halinde amelini boşa çıkartır, demektedir. [74]

 

Öldürülmeden Önce Mürtcdden Tevbe Etmesi İstenir mi?

 

Hanefîler der ki: İrtidat eden kimsenin tevbe etmesini istemek müstehab-tır. Böyle bir kişiye önce İslam teklif edilir. Çünkü İslama girme ihtimali var­dır. Fakat bunu yapmak vacib değildir. Çünkü İslam daveti ona ulaşmış bulun­maktadır. Buna dair delilleri ise bazı ashabın Hz. Ömer zamanında İslâm'a gir­dikten sonra, Allah'ı inkâr eden birisini, ondan tevbe etmesini istemeksizin öl­dürmüş olduklarıdır. [75]

Cumhur ise şöyle demektedir: Mürtedin öldürülmeden önce üç defa tevbe etmesini istemek vacibdir. Çünkü Ümmü Mervân adı ile bilinen bir kadın, İs­lâm'dan dönüp irtidat etmişti. Bu durumu Resulullah (s.a.)'a ulaşınca Hz. Pey­gamber o kadının tevbe etmesinin istenmesini tevbe etmediği takdirde ise öl­dürülmesini emir buyurdu. [76]

Hz. Ömer mürtedden tevbe etmesini istemenin vacib olduğu görüşündedir.

Mürteddin mirasına gelince: Ali, Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşüne göre müslüman mirasçılarına aittir. Malik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise Beytülmal'e aittir. Çünkü Peygamber (s.a.): "Müslüman kâfire mirasçı olmaz; kâfir de müslümana mirasçı olmaz." [77] diye buyurmuştur.

Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Mürteddin irtidadı esnasında kazandık­ları Beytü'l-Mal'e fe/dir. Müslüman iken kazandığı ve sonra irtidat ettiği halde elinde bulunan mallan ise, müslüman mirasçıları miras olarak alır.

Ebu Yusuf, Muhammed ve İbni Şubrüme ise şöyle demektedirler: Mürte-din irtidadmdan sonra kazandıkları müslüman mirasçılarına aittir.

Müşriklerin durumunun ve mürtedlerin hükmünün bilinmesinden sonra Yüce Allah hicret eden [78] muhacirler ile mücahidlerin mükafatlarını beyan et­mektedir: Bunlar umduklarına nail olacak, felaha erecek, mutlu olacaklardır. Allah'ın rahmetine, ihsanına, ilahi lütuf, mağfiret ve nimetine nail olacaklar­dır. Şanı Yüce Allah bu şekilde görecekleri güzel mükâfatları hakkında "umar­lar" diye ifade kullanmaktadırlar. Allah onları medhetmiş bulunmaktadır. Bu dünyada herhangi bir kimse isterse çok ileri derecede itaat eden bir kimse ol­sun yine de cennete gireceğini bilememektedir. Bunun ise iki sebebi vardır:

1- Evvelâ iman sahibi olarak ölümünün gerçekleşeceğini bilemez.

2- Bu şekilde kulun ameline güvenmesi ve ameli bırakması önlenmek is­tenmiştir. Ummak her zaman için korku ile birlikte olur. Tıpkı korku ile birlik­te ummanın (recanın) olduğu gibi.

Yüce Allah'ın, kendisi sebebiyle müminleri övdüğü hicret, Mekke'den Me­dine'ye müslümanlar için farz idi. Daha sonra sahih hadiste yer. alan: "Fetihten sonra hicret yoktur; fakat cihad ve niyet vardır." sahih hadisi ile nesh edilmiş­tir. Bununla birlikte teşrî' döneminde hicretin vücub illetinden şu hükme varı­labilir: Benzeri bir illet sebebiyle hicret her zaman ve mekânda vacibtir. Mü­min bir kimsenin, itikadını açığa vurduğu yahut yapması icabeden şeyleri yap­tığı takdirde işkenceye uğratılmak suretiyle dininden döndürülmek kasdı ile fitneye düşürüleceği bir beldede ikamet etmesi caiz değildir. [79]

 

İçkinin Haram Kılınışının İkinci Aşaması Ve Kumarın Haram Kılınışı

 

219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar var­dır. Fakat günahları faydalarından da­ha büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar, de ki: "İhtiyacı­nızdan arta kalanını. Allah ayetlerini size böylece açıklar, iyice düşünesiniz diye."

 

Belagat:

 

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar" Burada hazf ile yapılan icaz vardır. Bu ikisinin kullanılmasının hükmünü sana soruyorlar, demektir. Buna delil ise Yüce Allah'ın, "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah... vardır." buyruğudur.

"Fakat günahları faydalarından daha büyüktür." buyruğunda itnâb var­dır. Çünkü özlü ifadeden sonra geniş bir açıklama gelmektedir.

"Allah ayetlerini size böylece açıklar." buyruğunda mücmel, mürsel bir teş­bih vardır. Yani, Yüce Allah size bu hükümleri genişçe açıklayıp beyan ettiği gi­bi, diğer hükümleri, vaidleri ve tehditleri ile ilgili ayetlerini de böylece açıklar ki, dünya ve ahiret hususunda; dünyanın zeval bulup yok olacağı ve ahiretin de geleceği, bekası hususunda düşünesiniz diye. [80]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar." Yani bunları içmenin ve kullanmanın hükmü hakkında soru soruyorlar. Soru soranlar müminlerdir.

İçki (el-Hamr): Bir şeyi örtüp üzerini kapattığı zaman kullanılan "hame-ra"dan gelmektedir. İçkiye (şaraba) bu ismin veriliş sebebi, aklın üzerini örtüp kapatması dolayısıyladır. Hanefîlere göre hamr kaynayan, sertleşen, köpük atan çiğ üzüm suyudur.

Cumhurun görüşüne göre ise üzüm, hurma, darı ve sarhoşluk veren her şeyin suyu hakkında kullanılır.

Meysir; kumar demektir. Kolaylık anlamına gelen "el-yüsr"den alınmıştır. Çünkü kumar herhangi bir gayret ve sıkıntı çekmeksizin elde edilen bir kazançtır. Mücahid der ki: Kumarın her türlüsü meysirdir. Hatta çocukların ce­vizlerle oynaması dahi böyledir.

"De ki: İkisinde" yani her ikisini kullanmakta "da hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır." Günah (ism) zenb anlamındadır. Za­rarlı söz veya fiil dışında günahın söz konusu olduğu bir şey yoktur. Zarar ise ya bedende ya canda ya da akılda veya malda söz konusudur. Günaha düşmeye sebep, bu iki davranış sebebiyle taraflar arasında düşmanlığın, sövüşmenin ve çirkin sözlerin söz konusu olmasındandır.

İnsanlar için bunlardaki menfaatlere gelince, şarapta lezzet ve geçici bir mutluluk ve neşe vardır. Şarap ticareti ile kâr da gerçekleşir. Kumarda ise, emek harcamadan, çabalamadan mal elde etmek söz konusudur. O bakımdan bunlar ya ekonomik ya da şehvanî bir takım faydalar gerçekleştirmektedir.

"Fakat günahları faydalarından daha büyüktür." Yani bunların sebep ol­dukları kötülükler, bunları kullanmanın cezası faydalarından daha büyüktür. Sözü geçen fayda ise, içki içmekle, kumar oynamakla zevk almak ve neşelen­mektir. Kumar yoluyla başkalarının malları alınır ve diğer kimselere karşı onunla övünülür. Günahlarının çok ve büyük olması, içki içen ve kumar oyna­yan kimselerin pek çok yönden günah kazanıp işlediklerini ifade eder.

"İhtiyaçtan arta kalan (el-Afv)": İnsanın kendisinin ve geçindirmekle yü­kümlü olduğu kimselerin ihtiyaç duydukları şeylerden arta kalan demektir. O bakımdan insan kendisinin ihtiyaç duyacağı şeyleri harcayıp kendisine yazık etmemelidir. [81]

 

Nüzul Sebebi

 

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." ayet-i kerimesi Ömer b. el-Hattâb, Mu-az b. Cebel ve Ensar'dan bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: İçki ve kumar hakkında bize hükmünü bildir. Çünkü her ikisi de aklı gideriyor, malı alıp götürüyor. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [82]

Ahmed de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinden (Araplar) içki içiyor, kumar parasını yiyordu. Bun­lar hakkında Resulullah (s.a.)'a soru sormaları üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu buyruğu işitenler; bunlar bize haram kılınmadı, sadece bunlarda bü­yük bir günah olduğu buyuruldu, dediler ve içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında ceamate imam olup namaz kıldırdı. Okuduğu yeri karıştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah ondan daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Sarhoşken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler! Şüphesiz içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir. Ondan uzak durunuz." (Maide, 5/90). Daha sonra devamın­da Yüce Allah'ın, "Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/91) buyruğu da gelin­ce, onlar: Rabbimiz vazgeçtik, diye cevap verdiler.

Bu ve diğer rivayetlerden içkinin haram kılınmasının dört aşamada geç­tiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu dört aşamada teşrî', tedricî olarak insanları daha hafiften daha ağır bir hükme intikal ettirmek üzere gelmiştir. Bu ise ba­şarılı ve terbiye edici bir yöntemdir. Şayet onlara tek bir defada: "İçki içmeyi­niz!" denilecek olsaydı, "İçkiyi bırakamayız" diyebilirlerdi. O bakımdan içki içme alışkanlığını tedavi etmek, insanları bu köklü hastalıktan kurtarabil­mek için Mekke'de [83] içki hakkında dört ayet-i kerimenin nazil olduğunu gö­rüyoruz:

1- "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarır ve güzel bir rı-zık edinirsiniz." (Nahl, 16/67) Bu bakımdan müslümanlar içki kendilerine helâl olduğu halde, içki içmeye devam ediyorlardı.

2- "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı fay­dalar vardır." (Bakara, 2/219). Bu ayet-i kerime az önceden de açıkladığımız gi­bi, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel ve Ashab-ı Kiramdan bir grup kimsenin (Allah hepsinden razı olsun) fetva sorması üzerine nazil olmuştur. Bu ayetten sonra bir kısım içki içmeye devam etti, bir kısmı da onu terketti.

3- "Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesi ise, Abdurrahman b. Avfm ashab-ı kiramdan bir grubu davet etmesi, bunların içki içip sarhoş olmaları, akabinde onlardan birisinin imam olup "De ki: Ey kâfir­ler!" (Kâfirûn) suresini okurken, "Sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek yer­de, "Sizin taptığınıza ben taparım" demesi üzerine, bu ayet-i kerime nazil ol­du. Bunun nazil oluşundan sonra içki içenler daha da azaldı, içenler de gündü­zün içki içmez oldular. Çünkü namaz vakitleri birbirlerine yakındır. Devam edenler geceleyin içer oldular.

4- "Muhakkak içki, kumar..." (Maide, 5/90) ayet-i kerimesi ise şöyle bir olaydan sonra nazil olmuştu: İtbân b. Malik aralarında Sa'd b. Ebî Vakkas'ın da bulunduğu bir topluluğu davet etti. Bu topluluk içki içip sarhoş olunca kar­şılıklı olarak birbirlerine karşı övünmeye başladılar ve bu konuda şiirler oku­maya koyuldular. Nihayet Sa'd Ensar"ı hicvedici bir şiir okudu. Ensar*dan olan bir kimse ona bir devenin çene kemiği ile vurdu ve başını yaraladı. Resulullah (s.a.)'a şikâyette bulununca Hz. Ömer şöyle dua etti: Allah'ım, içki hakkında bize açık ve seçik bir beyanda bulun. Bunun üzerine: "Muhakkak içki ve ku­mar... artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91) buyrukları nazil oldu. Bu­nun üzerine Hz. Ömer: Vazgeçtik, Rabbimiz [84] dedi.

el-Kaffâl der ki: İçkinin haram kılınmasının böyle bir sıraya uygun olarak gerçekleşmesinin hikmeti şudur: Şanı Yüce Allah bu kavmin içki içmeye olduk­ça alışmış olduğunu ve onunla pek çok faydalar sağladığını biliyordu. O bakım­dan bir defada onları bu işten men etmiş olsaydı bu iş onlara ağır gelirdi. Bun­dan dolayı haram kılınmasında böyle bir tedrici yolun kullanılması ve böyle bir yumuşaklığın söz konusu olması elbetteki yerli yerindedir.

Yüce Allah'ın, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar." buyruğunun nüzul sebebine gelince bu da İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayete göre şöyledir: Allah yolunda infak etmekle emrolunmaları üzerine ashab-ı ki­ramdan bir kesim Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Bizler mal­larımızda emrolunduğumuz bu nafakanın ne olduğunu bilemiyoruz. Malları­mızdan ne kadarını infak edelim? Bunun üzerine Yüce Allah, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." buyruğunu in­dirdi. Soru soranlar müminlerdir. Bu "çoğul için kullanılan (fiilin sonlarında yer alan) vav'dan açıkça anlaşılmaktadır. Soranın Amr b. el-Cemuh olduğu da söylenmiştir. Burada sözü geçen infak bir görüşe göre cihad uğrundaki harca­ma, cumhurun görüşüne göre ise nafile sadakalar, bir başka görüşe göre ise farz sadakaları yani farz olan zekat ile ilgilidir. [85]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Şanı Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde savaşmanın hükümleri­ni açıklamıştı. Bu ise dış ilişkilerle ilgisi olan bir emirdir. Daha sonra ise top­lum yapısını ıslâha geçtiğini görüyoruz. Bu ıslâh ise fazilet, kerem, toplumsal dayanışma, akidenin temizliği ve bedenin temizliği temelleri üzerinde yükselir. Her bir kalkınmanın veya mesajın iç ve dış ıslahata girmesi kaçınılmazdır. An­cak bu şekilde zafer dolu bir yürüyüş ve üstün şerefler gerçekleştirilebilir; top­lum ve fert sağlam temeller, güçlü esaslar üzerinde yükselebilir.

Bu ayet-i kerime de hem bir önceki ayet-i kerime hem daha sonra gelen ayet-i kerime gibi ashab-ı kiramın sorularına cevap sadedindedir. İbni Abbas der ki: Ben Muhammed (s.a.)'in ashabından daha hayırlı bir topluluk görme­dim. Onlar peygamberlerine ancak üç mesele hakkında soru sordular. Bunların hepsi de Kur'an-ı Kerim'dedir: "Sana kadınların ay halinden sorarlar." (Baka­ra, 2/217); "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar." (Bakara, 2/217); "Bir de sana yetimleri sorarlar" (Bakara, 2/220). Onlar kendilerine fayda sağlayacak şeyler dışında herhangi bir şeyi sormuyorlardı [86]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Ashabın sana içki içmenin, kumar oynamanın hükmünü soruyorlar; bunlar helâl midir, haram mıdır? diye. İçkinin satılması, satın almması, içki kullanmaya götüren yahut ona yardım eden bütün yollar tıpkı o içki­yi içmek gibidir. Sen onlara de ki: İçkinin içilmesinde ve kumar oynanmasında pek büyük bir günah vardır. Çünkü her ikisinde de pek çok zararlar ve büyük fesatlar vardır.

İçkinin günahı insanlara zarar vermesi, insanlar arasında düşmanlığı ye­şertmesi, kin doğurması dolayısıyladır.

Kumarın günahına gelince, kişi kumar oynamakla hakka tecavüz eder, zulmeder. Onun sonucunda arada düşmanlık ve kin başgösterir. Bunlarda in­sanlar için bazı menfaatler de vardır. İçkinin menfaati; içki ticareti, içki içmek­le lezzet almak, neşve, cimrinin cömert olması, korkağın da içkiyle cesaret bul­ması şeklindedir.

Kumarın faydası ise kumar ile kumarbazların elde ettikleri kâr yahut ele geçirdikleri paylar veya fakirlere deve etlerinin dağıtılmasıdır. Aslında kuma­rın faydalı olduğu bir vehimdir. Zararı ise bir hakikattir. Çünkü kumar oyna­yan bir kimse, edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcamaktadır. O ba­kımdan bu işi meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar. O da edeceğini sandığı kârı elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder, bunalıma girer, kederi alabildiğine büyür, vaktini kaybeder.

İçki ve kumarın günahı faydalarından daha büyüktür. Çünkü sarhoş ol­dukları zaman kimi ötekinin üzerine hücum eder, birbirleriyle çarpışırlardı. Kumar oynadıklarında da aralarında kötülük ve anlaşmazlık meydana gelir, kalplerindeki kinler ortaya çıkardı. Zarar eğer faydadan daha büyük ise, o iki­sinden de kaçınmak icabeder. Çünkü: "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaat­lerin sağlanmasından önce gelir." İşte bundan dolayı cahilie dönemi Arapların-dan pek çok kimse içki içmekten uzak durmuştur. el-Abbas b. Mirdas bunlara örnektir. Ona: İçki içmez misin, o senin hararetini alır, denilince şu cevabı ver­mişti: Ben kendi elimle cehaletimi satın alıp da onu içime sokamam. Sabahle­yin kavmin efendisi iken, akşam onların en akılsızı olmaya razı gelemem.

İçkilerin zararları hususunda doktorların görüşbirliği vardır. Avrupa'da, Amerika'da sarhoşluk verici maddeleri önlemenin propagandasını yapmaya yö­nelik pek çok cemiyet kurulmuş ve bunların alım-satımmı kısıtlamaya dair ka­nunlar çıkartılmıştır. [87]

 

İçki ve Zararları:

 

İlim adamları ayet-i kerimede geçen "Hamr=şarap" ile neyin murad edildi­ği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife ve Iraklı ilim adamları, hamrın yalnızca üzüm suyundan yapılan sarhoşluk verici içecek olduğu görü­şündedirler. Hurma yahut buğday, arpa veya darı ve buna benzer üzüm suyu dışındaki sarhoşluk verici içeceklere ise "hamr" adı verilmez. Bunlara "nebiz" denilir. Buna göre hamn haram kılan ayet-i kerime yalnızca onu haram kılmış olur. Sarhoşluk verici diğer içeceklerin ise -ki bunlara nebiz adı verilmektedir-sarhoşluk vermeyecek çok cüz'i bir kısmı helâl sayılır. Sarhoşluk verici miktar­ları ise sünnet-i nebeviyye ile haram kılınmıştır.

Ebu Hanife dışında kalan cumhur, Hicaz alimleri ve muhaddisler ise üzüm suyundan olsun, başkasından olsun sarhoşluk verici her türlü içkinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Buna göre hurma, arpa ve buğday gibi şeyler­den yapılan bütün içecekler bir hamrdır. Hamr sarhoşluk veren her şeyin genel adı olduğuna göre, çoğu ile azı ile sarhoşluk veren bütün şeylerin haram kılın­mış olması Kur'an-ı Kerim'in nassı iledir.

Birinci görüşün sahipleri, dil anlamını ve sünneti delil gösterirler. Kelime­nin dil anlamını delil göstermeleri şöyledir: Nebiz kabilinden olan içeceklere "hamr" adı verilmez. Dilde "hamr" ancak üzüm suyundan olup sertleşen, köpü­ren çiğ suya denilir.

Sünnetten delil ise Enes b. Malik'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği şu ha-dis-i şeriftir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoş ol­mak (haramdır)." Hz. Ali'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoşluk (haram kılınmıştır)[88]. Sarhoşluk (seker): Sarhoşluk veren bir şeydir. Hurmadan yapılan nebiz hakkında da kullanılır. Derler ki: Nebizlerin az miktarının haram olmadığının delillerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda hamr'm haram kılınış illetini söz konu­su ederken, düşmanlık, kin ve benzerlerini zikretmesidir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ın zikrinden ve namaz­dan alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Bu hususlar ise ancak sarhoş olmakla meyda­na gelir. O bakımdan sarhoşluk verici diğer maddelerde, ancak sarhoşluk veren miktar aranır. Çünkü kendisinde bu illetin bulunduğu miktar odur.

İkinci görüşün sahipleri, bu konuda hem kelimenin dildeki anlamını hem de bu konuda sabit olan sünneti delil gösterirler.

Dildeki anlamı: Dilde "hamr" kelimesi, aklı örten, kapatan şeyler hakkın­da kullanılır. Dilde kelimelerin anlamı kıyas yoluyla sabit olmaktadır. Ayrıca ashab-ı kiram "hamr" kelimesinin ne anlama geldiğini pek iyi biliyorlardı. Çünkü onlar dili ve Kur'an'ı daha iyi bilen kimseler idi. Bu kelimenin üzüm ya­hut kuru üzüm, hurma, arpa ve başka her neden olursa olsun, sarhoşluk verici her şey hakkında kullanıldığını biliyorlardı.

Sünnetten delillerine gelince; bu hususta sarhoşluk verici bir şeyi katiyet­le haram kılan pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birisi Ahmed, Müslim ve -İbni Mace dışında kalan- Sünen sahipleri tarafından Hz. Ömer, İb-ni Ömer ve onların dışında kalan 16 sahabiden rivayet edilen şu hadistir: "Sar­hoşluk veren her şey hamrdır ve her hamr da haramdır." Yine Ahmed, Ebu Da-vud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ile İbni Hibbhan'ın Hz. Cabir'den, Ahmed, Nesaî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadisi buna delildir.

Ahmed, Müslim ve dört Sünen sahibi Ebu Hureyre'den şu hadisi de riva­yet ederler: "Hamr hurma ve üzüm ağaçlarından yapılır." Ahmed ve Nesai dı­şında Sünen sahipleri de en-Nu'man b. Beşir'den şu hadisi rivayet etmektedir­ler: "Şüphe yok ki üzümden hamr yapılır, baldan hamr yapılır, kuru üzümden hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır. Ben sizlere sar­hoşluk veren her şeyi yasaklıyorum."

İşte bu sahih hadislerin açık ifadeleri, "nebîz" adı verilen şeylerin "hamr" diye adlandırıldıklarını göstermektedir. Çünkü bunlar da sarhoşluk veren şey­lerdir, dolayısıyla bunlar da haram olurlar. Bunların çoğunun da azının da ha­ram olduğunun delili ise Buharî'nin Hz. Aişe'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.)'a baldan yapılan nebiz hakkında, yine baldan yapılan içki hakkında soru soruldu da o: "Sarhoşluk veren her bir içki haramdır." diye bu­yurdu.

Tercih edilen görüş (ikinci kesim olan) Hicazlıların görüşüdür. Çünkü as-hab-ı kiram hamr'ı haram kılındığını işitince bundan nebizlerin de haram kı­lındığı neticesine vardılar. Arap dilini ve Şâri'in muradını insanlar arasında en iyi bilenler onlardı. Aynı zamanda bu Enes (r.a.) yoluyla gelen şu hadisle sabit olmuştur: "Hamrm haram kılındığı sırada Ebu Talha'nın evinde içki içenlere ben içki dağıtıyordum. O günkü içkimiz taze hurma suyundan yapılan bir içki idi. Hamrm haram kılındığını işitir işitmez kaplarını yaktılar ve kırdılar." Ta­rihçiler hamrın Medine'de haram kılındığını tespit etmektedirler ve o zaman da içki olarak içilen şey, buğday ve hurma nebizi idi.

Üzüm suyundan yapılan içkinin, -sarhoşluk verdiğinden dolayı- çoğunun da azının da haram olduğunu kabul etmekte Iraklılar da Hicaz alimleri ile itti­fak halindedirler. O bakımdan sair nebizlerde de böyle bir ittifakın söz konusu olması gerekir; çünkü bunlar arasında bir fark yoktur.

İçkinin zararlarına gelince; bunlar maddi ve manevî pek çoktur. Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti bunlara işaret etmektedir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alı­koymak ister." (Maide, 5/91). Sahih hadis-i şerif de içkinin zararlarını topluca ifade etmektedir. Sözü geçen bu hadis-i şerif, Taberanî'nin İbni Ömer'den riva­yet ettiği şekliyle şöyledir: "İçki hayasızlıkların anasıdır. Büyük günahların en büyüğüdür. İçki içen namazı terkeder, annesi ile halası ile teyzesi ile ilişki kur­mak durumuna dahi düşer."

İçkinin zararları vücuda, cana, akla, mala ve insanlar arası ilişkileredir. Bütün bu zararlar bir arada olabilmektedir. Bu zararların bazısını şöylece sıra­layabiliriz:

1- Sağlığa zararları: Bütün sindirim organlarını bozar. Yemek yeme arzu­sunun kaybolmasına, gözlerin dışarı fırlamasına, mide büyüdüğünden dolayı göbek büyümesine, karaciğerin fonksiyonlarının bozulmasına, böbrek rahatsız­lıklarına, vereme, damarların sertleşmesi dolayısıyle erken yaşlılığa, neslin za­yıflamasına veya kesilmesine sebeptir. Alkolik bir kimsenin çocuğu genellikle güçsüz ve zayıf akıllı olur.

2- Akla zararları: İçki akıl gücünü zayıflatır. Çünkü genel olarak insanın sinirleri üzerinde etkili olur. Bazen deliliğe kadar götürebilir.

3- Malî zararları: İçki serveti darmadağın eder, malı telef eder. Kadına ve çocuklara gereken harcamaları yapmak hususunda ihmale götürür.

4- Toplumsal zararları: Sarhoşlar arasında anlaşmazlıklar ve düşmanlık­lar başgösterir. Başkaları arasında da bu anlaşmazlıkların başgöstermesine se­bep olurlar. Çoğu zaman sarhoşlar ya başkasını öldürür, döver veya yaralarlar ya da başkaları onları.

5- Ahlâkî zararları: Sarhoş oldukça zelil, hakir bir kimse haline geliverir, alay konusu olur, gülünç ve başkaları tarafından hafif alınacak bir hale gelir. Çünkü sözleri arasında tutarsızlık, davranışları ve görünüşü çarpık olur. Sar­hoş olan bir kimse de başkasına iftira etme, sövme, hakaret etme, zina ve öl­dürmeye teşebbüse cesaret elde eder. Bundan dolayı içki "kötülüklerin anası" adı ile anılmıştır.

6- Genel zararları: Sırların açıklanmasıdır. Devletlerin oldukça önemli ha­berleri casuslara çoğunlukla içki masalarında sızdırılmıştır.

7- Dini zararları: Sarhoş olan bir kimsenin sahih bir ibadet yapması bekle­nemez; özellikle de dinin direği olan namazı. Çünkü içki Allah'ı zikretmekten, namazdan ve diğer dinî görevleri yerine getirmekten alıkoyar. Sarhoş olan bir kimse, ancak içki içmeye, heva ve arzularına boyun eğmeye önem verir. İradesi zayıflar, tenbel ve donuk bir hal alır. Hatta alkolikliği ve alkolün kanma karış­mış olması dolayısıyla kolay kolay sarhoş olmaktan kendisini alıkoymaz. O ba­kımdan alkolik bir kimse ister istemez ve iradesi dışında sarhoşluk veren içkiyi alıp kullanmaya adeta susar.

Kısaca içki kötülüklerin anasıdır. Her türlü çirkinliğe götüren bir yoldur. Ne-saî'nin rivayetine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "İçkiden uzak durunuz. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Sizden öncekiler arasından abid birisi vardı. Ahlaksız bir kadın ona bağlandı. Cariyesini o abide gönderdi ve ona: Seni bir şehadette bulun­mak üzere çağırıyoruz, dedi. Abid o kadının cariyesi ile birlikte yola koyuldu. Bir kapıdan içeri girdi mi o kapıyı üzerine kapatırdı. Nihayet oldukça gözalıcı bir ka­dının yanma vardı. Kadının yanında bir köle ve bir şarap tulumu vardı. Kadın ona: Ben seni şehadette bulunmak üzere çağırmadım. Benimle ilişki kurasın diye seni çağırdım veya şu şaraptan bir bardak içmen ya da bu köleyi öldürmen için. Adam: O halde şu şaraptan bana bir bardak ver, içeyim dedi. O şaraptan ona bir bardak içirdi, ardından: Biraz daha verin, dedi. Daha da verdiler. Sonunda hem o kadın ile ilişki kurdu, hem de katil oldu. O bakımdan içkiden uzak durunuz. Şüp­hesiz ki -Allah'a yemin ederim- iman ile içki alışkanlığı bir arada olmaz. Mutlaka aradan fazla zaman geçmeden onlardan birisi ötekini çıkartır." [89]

 

Kumar ve Zararları:

 

(Kumar anlamına gelen) el-Meysir ya açıkladığımız gibi el-yüsrMen (kolay­lık anlamına) gelmektedir veya bir şeyi bölüp parçalamak hakkında kullanılan "yesera" den gelmektedir. Develer hakkında da kullanılır. Çünkü deve bölüp parçalamaya konu olur. Yüce Allah'ın söz konusu edip haram kıldığı "el-Mey-sir" ise kumar kasdıyla develerin ayrılan parçaları için ok çekmek demektir. Daha sonra zar (tavla) ve içinde kumar bulunan bütün oyunlar hakkında kul­lanılmaya başlanmıştır.

Önceden de açıklamış olduğumuz gibi Araplar tarafından oynanan "el-Meysir"in keyfiyeti şöyle idi: Arapların o dönemde on tane okları vardı. Bunla­ra aynı zamanda (tahta parçalan anlamına gelen) el-Ezlâm ve el-Eklâm adları da verilirdi. Bu on tane okun el-Fezz, et-Tevem, el-Rakîb, el-Hils, el-Musbil, el-Muallâ, en-Nâfis, el-Menîh, es-Sefîh ve el-Veğad adlarını taşırlardı. Bu okların ilk yedisi kesip parçalara ayırdıkları develerden belli paylara tekabül ederler­di. Bu develeri de ya on parçaya veya yirmisekiz parçaya ayırırlardı. Son üç okun ise herhangi bir payı yoktu. el-Fezz bir pay, et-TeVem iki pay, el-Rakib üç pay, el-Hils dört pay, en-Nâfis beş pay, el-Musbih altı pay, el-Muallâ ise yedi pay alırdı ki en yüksek pay onundu.

Araplar bu okları güvendikleri adaletli bir kimsenin elinde bir torbaya bı­rakırlardı. O kişi bu okları iyice karıştırır, sonra elini torbaya sokar ve bir kişi adına bir ok çıkartırdı. Sonra bir diğer kişinin adına diğer oku çekerdi. Bu böy­lece sürüp giderdi. Üzerinde payı belli oklardan herhangi birisi adına çıkan kimse, o ok üzerinde belirtilen payı alırdı. Payı bulunmayan bir okun adına çe­kildiği kimse ise, bir şey almaz ve bütün devenin bedelini öderdi. Çekilişte çı­kan bu payları fakirlere dağıtırlar, onlar bu develerden bir şey yemezler ve bu­nunla övünürlerdi. Kendi yaptıkları bu işten uzak duranları yerer ve böyle bir kimsenin mürevvetsiz ve bayağı anlamına gelen "el-Beran" ya da "el-Veğad" di­ye anarlardı.[90] Nitekim daha önce açıkladık.

Kumarın pek çok zararı vardır. Kur"an-ı Kerim'in de beyan ettiği üzere onun da şarap gibi kin ve düşmanlığa sebep olması, Allah'ı anmaktan alıkoy­ması bu zararları arasında yer alır. İnsanı tenbelliğe alıştırmak, vehmi sebep­lerden nzık beklemek, akli gücü zayıflatmak suretiyle eğitimi ifsad eder. Çün­kü insan tabii kazanç yollan arasından faydalı işleri terkeder, kumar oynayan kimseler ise ziraatle, sanayi ve ticaret ile uğraşmayı ihmal eder. Halbuki bun­lar medeniyet ve ümranın temelleri arasında yer alır.

Kumarın zararlanndan ve en ünlülerinden birisi de şudur: Kumar oyna­yan kişi iflas eder, aileler yıkılır, ocaklar söner. Çünkü kumar sayesinde servet, zengin olandan bir an içerisinde fakire intikal ediverir. Bir gecede yok olup gi­den nice servetler ve bir anda fakirler arasına katılan nice kumarcılar vardır. [91]

 

İhtiyaçtan Arta Kalanı (el-afvi) înfak Etmek:

 

Ya Muhammed, aynca sana Yüce Allah'ın, "Allah yolunda infak ediniz." (Ba­kara, 2/195) buyruğuna uymak kasdıyla, müslümanın infak edeceği şeyin mikta-n hakkında soru soruyorlar. Sen onlara de ki: AfVi yani ihtiyaçtan arta kalanı infak etsinler. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri infak ederek kendinizi zayi etmeyiniz.

Yüce Allah sizlere sözü geçen bu hususları (yani içki ve kumarın haram kılınması ile ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesinin gereğini) açıkladığı gi­bi, Kitab'ının diğer başka yerlerinde de sizlere hükümleri ve apaçık ayetleri beyan etmektedir. Bunlar sizin maslahat ve menfaatlerinizi gerçekleştiren hu­suslara dair olup sizlere neyin faydalı neyin zararlı olduğunu göstermektedir. Bu hükümlerin teşrî' edilmesindeki hikmet ise, dünya ve ahiret işlerinde bun­lara dair hususlarda basiretle ve uyanıklık ile tefekkür etmeniz, dünyanın ze­val bulacağını ve yok olup gideceğini, ahiretin ise ebedî, üstün ve değerli oldu­ğunu bilmeniz veya mallarınızdan dünya hayatınızı düzene koyacak olan mik­tarını alıkoyup geri kalanını da ahirette size yarayacak hususlara infak etme­niz içindir.

Bu ayet-i kerimenin manasını dile getiren pek çok hadis-i şerif varid ol­muştur. Bunlardan birisi İbni Cerir et-Taberî'nin Cabir b. Abdullah'tan yaptığı şu rivayettir: Hz. Cabir dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'a madenlerden biri­sinden elde ettiği altından bir yumurta (kadar bir altın) getirdi. Ey Allah'ın Ra-sulü dedi, sen sadaka olarak bunu benden al. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına da malik değilim. Resulullah (s.a.) ondan yüz çevirdi (duymazdan geldi). Bu sefer sağ tarafından Hz. Peygambere geldi ve önceki sözünün benze­rini ona söyledi. Yine Resulullah (s.a.) ondan yine yüz çevirdi. Adam bir daha benzer sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber yine ondan yüz çevirdi. Bir daha benzer sözler söyleyince Hz. Peygamber kızgınlıkla: "Hadi onu getir!" dedi. Resulullah (s.a.) onu aldı ve ona öyle bir fırlattı ki, eğer o altın parçası ona isa­bet etseydi ya kafasını yarar veya onun bir tarafında ya±*a açardı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bütün malını sadaka vermek üzere getirir, sonra da insanlara avuç açmak üzere oturur. Gerçek şu ki sadaka zen­ginlikle birlikte verilir." Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu da rivayet edil­mektedir: "Sen malının fazla olanından ver ve buna da geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla. Yeteri kadar mal elinde tuttuğun için kınanmaz-sın." Buharı ve Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadakanın hayırlısı zenginken verilen sadakadır. İşe geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla."

Cabir b. Abdullah'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.), Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetine göre- şöyle buyur­muştur: "Sizden biriniz eğer fakir ise önce kendinden başlasın. Eğer artarsa kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerle başlasın. Yine bundan sonra artacak bir şey olursa, artık başkasına tasadduk etsin."

Daha sahih olan görüşe göre bu ayet-i kerime, hükmü sabit olup mensuh değildir. Çünkü ayet-i kerimede arta kalanın infak edilmesinin farz olduğuna delâlet eden bir ifade yoktur. Bilakis ayet-i kerime farz olan zekâtı değil de na­file olarak ne infak edeceklerini soranlara cevap olmak üzere nazil olmuş olup burada Yüce Allah bu gibi kimselere Allah'ın razı olacağı sadaka türünü beyan etmektedir. [92]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Az veya çok ister üzüm suyundan ister başkasından olsun, sarhoşluk ve­ren her şey haramdır ve bu sarhoşluk veren şeyi içmekten dolayı içki haddinin uygulanması gerekir. Geçmişteki sarhoşluk verici maddeler ile elma, soğan ve buna benzer şeylerden yapılan fakat yeni isimlerle anılan sarhoşluk verici di­ğer maddeler arasında fark yoktur. Çünkü sarhoşluk verici her madde aklı gi­derir, malın ve sağlığın zayi olmasına sebep olur. Kişinin şeref ve haysiyetini ortadan kaldırır. O bakımdan bunlar da tıpkı şarap gibi haramdırlar. Buna se­bep ise bunlarda da sarhoşluk illetinin varlığıdır. Morfin, kokain, eroin gibi bu­run ile koklanarak yahut deri altından iğne yoluyla alman bir takım zehirlerde olduğu gibi. Daha öldürücü ve daha ağır maddelerin haram olması ise öncelikle söz konusudur.

İslâmî teşriin özellikleri ve güzel meziyetleri arasında şu da vardır: İs­lâm'ın şer"î hükümleri müslümanlara bir defada farz kılınmamıştır. Bunun ye­rine şerl hükümler tedricî olarak, basamak basamak gelmiş ve ardarda birkaç seferde bu hükümler onlara farz kılınmıştır. Bu şekildeki metod, bu ümmete bir ikram ve bir iyiliktir. İşte teşrî'de tedricîlik ilkesi budur. İçkinin ve faizin haram kılınması bu şekilde gerçekleşmiştir. Belli bir karşılık olmaksızın bir şeyler elde etmenin, haksız ve makul bir emek olmaksızın insanların mallarını ele geçirmenin söz konusu olduğu her türlü oyun haramdır. Kumar, masa oyunları, yarışmacılardan birisinin, yarışı kazananlara vereceği bir bedel üze­rine yarış, piyango gibi bütün oyunlar dinî açıdan haramdır. Çünkü bunlar ile ya mallar zayi edilmekte, ya da şer"î olmayan bir yolla mal kazanılmaktadır. Ayrıca bu gibi oyunlarda toplumu ve fertleri mahveden pek çok zararlar da söz konusudur.

Ebu Musa'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Belli bir şekilde atılan şu üzerleri işaretli küplerden (zarlardan) uzak duunuz. Çünkü bunlar meysir (kumar) türün dendir." Yine Peygamber (s.a.) Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Musa'dan rivayetlerine göre şöyle buyurmuş­tur: "Her kim zar oynarsa Allah'a ve rasulüne isyan etmiş olur." Ali b. Ebi Tâlib (r.a.), İbni Abbas ve ashab-ı kiram ile tabiinden başkaları şöyle demişlerdir: İs­ter zar, ister satranç olsun kumar bulunan her şey "el-meysir"in kendisidir. Ço­cukların ceviz ve zarlarla oynamaları dahi böyledir. Mubah kılman atlarla ya­rış ve hakların birbirlerinden ayırdedilmesi için kur'a çekmek ise bundan müs­tesnadır. Bu ise verilecek olan bedel yahut mükâfatın devlet yahut bir takım zenginler ya da -kaybedenin bir şey ödemek zorunda olmaması şartıyla- yarış­macılardan birisi tarafından verilmesi halinde helâl olabilir.

Malik der ki: Meysir iki türlüdür: Birisi vakit geçirmek için oynanır, öbürü kumar kasdıyla oynanır. Zar (tavla), satranç ve bütün vakit geçirme oyunları böyledir. Kumar meysiri ise insanların (mal) ortaya koyup üzerinde bahis oy­nadıkları şeydir.

İlim adamlarının belirttiklerine göre bahis de kumar kabilindendir. İbni Abbas der ki: Bahis bir kumardır. Cahiliye döneminde insanlar mal ve hanım­ları üzerinde bahis oynarlardı. Bu onu haram kılan hüküm varid oluncaya ka­dar mubah idi. Hatta Hz. Ebubekir: "Elif, Lam, Mîm. Bunlar en yakın bir yerde mağlup oldular." (Rûm, 30/1) ayeti nazil olduğu sırada müşriklerle bahse tu­tuşmuş ve bu bahiste kaybetmesi söz konusu olmuştu. Resulullah (s.a.) da ona: "Bahse konu edilen şeyi daha da artır ve vadeyi daha da uzat" demişti. Daha sonra bunu Yüce Allah haram kıldı, kumarın haram kılınmasıyla bu bahis oyunlarının mübahlığı da nesh edildi.

Fakirleri gözetmek, yetimleri, musibetzedeleri korumak yahut okul, barı­nak, hastahane yapımı gibi ve bunlara benzer hayır ve kamu yararına işlerin yapılması için tertib edilen hayır piyangoları da aynı şekilde haramdır. Çünkü bu işler aslında -Şeriat bakımından muteber olmakla birlikte- bunları gerçek­leştirmeye götüren yol haramdır. Çünkü rüşvet, yalan şahitlik gibi bizatihi ha­ram olan bir takım davranışların helâli elde etmek için işlenmeleri caiz değil­dir. İsyandan bir itaatin ortaya çıkması da söz konusu olmaz. Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah temizdir, O an­cak temiz (ve helâl) olanı kabul eder."

Diğer taraftan şeriat cahiliye dönemi Araplannın oynadıkları kuman ha­ram kılmıştır. Onlar elde ettikleri fakirlere yedirip o paylardan hiç bir şey al­mamakla birlikte, bu kumarları haram kılındı.

Hayır için olmayan piyangolarda zarar edenlerin kimlerin kâr ettiğini bil­medikleri için -Arapların oynadıkları ve masa kumarlarının zıddına- kâr eden­lere karşı düşmanlık doğurmaması bu tür piyangoların caiz olduğunu söyleme­ye yeterli değildir. Çünkü bu gibi piyangolarda insanların mallarını batıl yol­larla yeme vardır. Yani bunlar ayni veya menfaat kabilinden gerçek bir ivaz (bedel) olmaksızın insanların mallarının yenmesi sonucunu verir. Bu ise Kur"an-ı Kerim'in nassı ile haram kılınmıştır.

Piyangoda o piyangoya katılanlar kârı elde edenin kendi mallarını alması­na müsaade etmiş ve bu malı gönül hoşluklanyla vermişlerdir, iddiası da doğru olamaz. Çünkü gerçekte karşılıklı rıza yoktur. Bilet bedelini ödeyen herkes kâr sağlayacağını ümid eder ve o hayal ile bu işe girer. Zarar etmesinden gönlü hiç bir zaman hoşnut olmaz. Karşılıklı akid ve muamelâtta muteber olan rıza ise, ayıplardan (kusurlardan) uzak olması şartına bağlıdır. Taraflar ister maddî, is­ter manevî olsun, herhangi bir şekilde ikrahtan uzak olmalıdır. Piyangoda sözü edilen razı oluş ise, mecburi bir rızadır. Tıpkı faiz ve rüşvette hasıl olan rızada olduğu gibi. Rıza şeriatın sınırları çerçevesi içerisinde olmadıkça Şer"an mute­ber değildir.

Kamu menfaati için yapılan hayır(!) piyangolarında umulan maksadın, zenginlerin mallarına bir takım vergiler koymak yoluyla da gerçekleştirilmesi mümkündür. Bu vergiler belli bir karşılık olmaksızın ülkenin ve toplumun ihti­yaçlarını karşılamak üzere alınır. Bu da şu ilkeye uygun olarak yapılır: "Kamu zararını önlemek için özel zarara katlanılır." Veya hakim (İslâm devlet yöneticisi) eğer devlet hazinesinin ihtiyacı varsa, zenginlerden borç alabilir.

içkide bir takım ticari menfaatler yahut zevk ve neşenin varlığı veya ku­marda fakirlerin gözetilmesi ve kâr sağlayan kimsenin yorulmaksızın zengin olmanın sevincini duyması, bu iki şeyin haram kılınmasına engel değildir. Çünkü bir şeyin haram ya da yasak kılınmasında gözönünde bulundurulan esas nokta zararlarının, menfaatlerinden ağır basmasıdır; günahın bizzat dün­yada sağlanan faydadan daha büyük olması ve ahirette daha büyük zararlara sebep teşkil etmesidir. Haram kılındıktan sonra günah söz konusudur, faydalar ise ancak haram kılınmadan önce söz konusu edilebilir.

Nafile nafaka (sadaka) ya gelince; bu ihtiyaçtan arta kalan nafakadır ki, işte buna "el-afV adı verilir. Bu ayet-i kerimede infakm miktarı hakkında soru sorulmaktadır. Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olan daha önce gördüğümüz ayet-i kerimedeki soru ise, infakm harcanacağı cihet ile ilgili idi: "De ki: İnfak edeceğiniz hayır anne ve babanın..." (Bakara, 2/215) (diye cevaplandırılması bundan dolayıdır).

Afv; kolaya gelen, artan ve verilmesi dolayısıyla kalbe sıkıntı gelmeyendir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: İhtiyaçlarından arta kalanı ve vermek­ten dolayı nefislerinize eziyet vermeyip sizi muhtaç bırakmayan kadarını infak ediniz.

İslâmm başlangıç dönemlerinde "Allah yolunda infak ediniz." (Bakara, 2/195) buyruğunda nafaka emrinin mutlak olmasının hikmeti şudur: Önceleri müslümanlar az bir topluluk idiler. Bu topluluğun kendi arasında dayanışma­ya ve yardımlaşmaya ihtiyacı vardı. Kamu menfaatlerinin gerçekleşmesi için bu gerekliydi. Müslümanlar sayıca çoğalınca ve kamu menfaatlerine yeterli olan miktar da tahakkuk edince, bu sefer infak için bir kayıt getirmeye ihtiyaç duyuldu. Bundan dolayı da müslümanlar neyi infak edeceklerine dair soru sor­dular. Onlara geçindirmekle yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarından arta kalanı infak edecekleri şeklinde cevap verildi.

Yüce Allah'ın, "İyice düşünesiniz diye." buyruğu ile hemen ondan sonra gelen bir sonraki ayette yer alan: "Dünya ve ahiret hususunda" buyruğu dü­şüncenin kullanılmasının zorunluluğuna ve hem dünya hem ahiret menfaatleri hususunda aklın kullanılmasının zorunlu olduğuna bir işarettir. Bundan dola­yı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Ümmetin hayatında gerek duyduğu tek­nik, sanat, ziraat, ticaret, savaş ve savunma işleri dinî bakımdan farz-ı kifâye işlerdendir. Eğer bütün ümmet bunları ihmal edecek olursa, hepsi de günahkâr olurlar. [93]

 

Yetimin Malına Velayet

 

220- .Dünya ve ahiret hususunda. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: On­lar lehine ıslah etmek hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada yaşarsanız sizin kar-deşlerinizdirler. Allah ıslah yapanları da fesat yapanları da bilir. Eğer Allah dileseydi muhakkak sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir.

 

Belagat:

 

"Şayet onlarla bir arada yaşarsanız" buyruğunda gaibten muhataba iltifat vardır. Çünkü bundan önce: "Sana... sorarlar." buyruğu yer almaktadır. Bura­da iltifatın hikmeti ise, muhatabı kendisine söylenecek buyrukları dinlemeye, oları kabule ve bu konuda gereken titizliği göstermeye hazırlamasıdır.

"ıslah yapanlar ile fesad yapanlar" buyruklarında "tıbâk" adı verilen Bedî ilmi sanatı vardır. [94]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dünya ve ahiret hususunda" yani dünya ve âhiret hakkında, düşünesiniz de, her ikisinde de sizin için daha iyi olanı yapasınız, diye. Bu buyruk bir önce­ki ayet-i kerimede yer alan: "Düşünesiniz" buyruğuna mütaallaktır. Yani her iki dünya ile alâkalı hususlar hakkında düşünesiniz, sizin için daha iyi olanı yapasınız diye.

"Bir de sana yetimleri sorarlar." Yani yetimleri kontrol etmek, onların ba­kımlarını üstlenmek, kendi durumları ile ilgili karşılaştıkları zorluklarını kont­rol altına almak hakkında soru sorarlar. Çünkü onlarla birlikte (mallarından) yemek yiyecek olurlarsa günah işlerler. Onlara ait olan mallan kendi malların­dan ayırır ve yalnızca onlara yemek yapacak olurlarsa, bu da bir sıkıntı olur.

Yetim; babasını kaybeden kimse demektir.

"De ki: Onlar lehine ıslah etmek" mallarını nemâlandırmak suretiyle on­lar lehine ıslâh, bu işi terketmekten daha "hayırlıdır."

"Şayet onlarla bir arada yaşarsanız" mallarınızı onlarınkine karıştırırsa­nız "sizin kardeşlerinizdir. Allah dileseydi sizi zahmete sokardı" onlarla birlikte yaşamayı haram kılmak suretiyle sizi darlığa sokardı. Ayette geçen "el-a'net" meşakkat ve sıkıntıya düşürmek demektir.

"Şüphesiz Allah Azîz'dir" emrinde galiptir, yaptıklarında ise hikmeti son­suz "Hakîm"dir. [95]

 

Nüzul Sebebi

 

Ebû Dâvûd, Nesaî, Hâkim ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbâs şöy­le demiştir: Yüce Allah'ın: "Yetimin malına da... en güzel olandan başka bir su­retle yaklaşmayın." (En'âm, 6/152) buyruğu ile: "Şüphesiz haksızlıkla yetimle­rin mallarını yiyenler... (Nisa, 4/10) ayet-i kerimesi nazil olunca, yanında yetim bulunan herkes gidip yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden, içeceğini kendi içeceğinden ayırdı. Yetimin yiyeceğinden bir miktar bir şey arttı mı, onu yiyip bitirinceye yahut da bozuluncaya kadar o yetim için saklanırdı. Bu durum on­lara ağır gelince konuyu Resulullah (s.a)'a zikrettiler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Bir de sana yetimleri sorarlar." ayetini indirdi.

ed-Dahhâk ve es-Süddî der ki: Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Araplar câhiliye döneminde yetimlerle birlikte yiyip içmekten ve diğer işlerde onlarla müş­terek olmaktan çekinirlerdi. [96]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yetimlere dair sorulan sorunun infâk, içki ve kumar hakkında sorulan so­rularla birlikte gelmesinin hikmeti ıslâh edilmeleri ve eğitilmeleri için kendisi­ne infak edilmesi daha uygun olan bir grup insanı hatırlatmaktır ki, bunlar ye­timler topluluğudur. İşte bu yetimlere, ihtiyaçtan arta kalandan infak edilir. [97]

 

Açıklaması

 

Sana bir de yetimlerle birlikte oturup kalkmak ve onların işlerini görüp gözetmekten sorarlar. Acaba onların mallarını kendi mallarına karıştırmak mıdırlar, yoksa onların mallarını ayrı mı tutmalıdırlar? Yüce Allah onlara şöy­le cevap vermektedir: Mallarını artırıp çoğaltmak ve korumak suretiyle ıslah maksadını gütmek, onlardan uzak durmaktan hayırlıdır. Eğer mallarını katıp karıştırmak yetimlerin faydasına, onların hayrına ise bu hayırlıdır. Onlar din ve neseb itibariyle sizin kardeşlerinizdirler. Kardeş, kardeşle birlikte olur, mal­ları birbirleriyle iç içe girer ve bunda bir mahzur, zorluk yoktur. Şayet nakit paralar gibi birtakım mallarını ayrı tutmakta, mallarını ıslâh sözkonusu ise o vakit hayırlı olan bu olur. Onlar hakkında maslahata riâyet etmek ve malları­na güzel bir şekilde nezâret etmek, sizin için bir görevdir.

Bu ayet-i kerime iyi niyet bulundurmak şartıyla, yetimlerin mallarını ken­di mallarına karıştırmak hususunda bir izin ihtiva etmektedir. Velinin bu işi yaparken kendisine fayda sağlamak, yetime de zarar vermek kasdı olmamalı­dır. Onların mallarının kendi mallarına karışması, haksız yere mallarını yemeye yol açmamalıdır. Şanı Yüce Allah kimin iyilik, kimin kötülük yaptığını ve nefislerin bütün gizlediklerini bilendir. "Allah ıslah yapanları da fesat yapan­ları da bilir." cümlesi böyle bir durumdan sakmdırmaktadır. Yüce Allah bura­da kimin ıslah, kimin de fesat ettiğini bildiğini haber vermektedir. Bunun an­lamı ise şudur: O her birisine yaptığı işe göre karşılık verir. Çoğunlukla sakın­dırmak maksadıyla Allahu Teâlâ'ya "bilmek" nisbet edilir.

Şayet Yüce Allah yetimlerden uzak durmayı ve onların mallarını da kendi mallarınızdan ayırmayı farz kılmak suretiyle size darlık vermek ve işinizi zor­laştırmak dileseydi, elbetteki bunu yapardı. Fakat O şu iki maslahatı dikkate almaktadır: Yetimin maslahatı ile kolaylık ve zorluğu defetme maslahatı. Şanı Yüce Allah umumiyetle kullarına kolaylık sağlar: "Allah sizin için kolaylık di­ler ve sizin için zorluk dilemez." (Bakara, 2/185); "Dinde sizin için herhangi bir zorluk kılmadı." (Hacc, 22/78).

O Yüce Allah asla mağlup edilemeyen güçlüdür. Zor olan amellerle mükel­lef tutmaya kadir olandır; fakat O yaptığında hikmeti sonsuz Hakimdir ve an­cak takatin içinde olan şeylerle mükellef tutar. Nitekim Yüce Allah: "Allah hiç­bir nefsi vüsatinden fazlasıyla mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) diye buyur­maktadır. [98]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime ıslâh yoluyla yetimlerin mallarında tasarrufta bulunma­nın caiz olduğuna delildir. Yetimin velisinin satmak, satın almak, mudârebeye (sermaye-emek ortaklığına) vermek, paylaştırmak ve bizzat velinin kendisinin müdârib olması (sermaye-emek ortaklığında emek sahibi olması) caizdir.

Yetimlerin vasilerinin çoğunluğunda görülenin hilâfına salâh yani kişinin yapılan işlerde Allah'ın gözetimi altında olduğunu bilmek, fesattan ve fesat yapmaktan uzak durmak şartıyla, yetimin malı ile kendi malını birbirine ka­rıştırabilir.

el-Cassâs el-Râzî der ki: Yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsa­nız." buyruğu kendi malını yetimin malına karıştırmanın mubah olduğuna ve yetim hakkında akrabalık ve nikahlama yoluyla tasarrufta bulunmaya, kızını yetim ile evlendirmeye, himayesi altındaki yetim kızı çocuklarından birisi ile evlendirmenin mubah olduğuna delildir. Böylelikle yetimi kendisine, ailesi hal­kına katmış, kendisi de onlara katılmış olur. Bütün bunlara delil ise "Onlarla bir arada yaşarsanız." lafzının mutlak olmasıdır.

İbni Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre ayet-i kerime velinin zann-ı galibi­ne göre yetimin yiyeceğini tahmin ettiği miktarı kendi malına karıştırmasının caiz olduğuna delil olduğu gibi, insanların yolculuklarda yaptığı şekliyle bir ara­da yemek yemenin caiz olduğuna da delildir. Yolculukta yolcuların her birisi belli bir miktar çıkartır, sonra da herkesin çıkardığını ortaya koyar, sonra da bunu bir arada yerler. Halbuki o sofralarda insanların yediği miktarlar farklı olabilir. Yi­ne bu şekilde birlikte yemek yemenin caiz olduğuna Ashab-ı Kehf kıssasmda yer alan Yüce Allah'ın şu buyruğu da delildir: "Şimdi siz aranızdan birinizi şu gü­müş paranız ile şehre gönderin de baksın, hangi yemeği daha temiz bulacaktır..." (Kehf, 18/19). Burada: "şu gümüş paranız" buyruğunun da ifadesinden anlaşıldı­ğı gibi, para onların hepsine ait idi. Burada "gümüş para" çoğula izafe edilmiştir. Hep birlikte de o para ile alınacak yemekten yemeleri için onlardan birisine ye­mek satın alması için emir verildiği görülmektedir. [99]

"Onlar lehine ıslah etmek hayırlıdır." buyruğu yetimin malı ile ticaret yapmanın ve yetimi evlendirmenin vasî üzerine bir görev (vâcib) olmadığını göstermektedir. Çünkü lafzın zahiri Yüce Allah'ın muradının burada mendubi-yet ve irşâd ifade ettiğine delâlet etmektedir.

Ayetin zahiri yetimin velisinin yetime dünya ve ahirete dair hususları öğ­retmesi gerektiğini göstermektedir. Yetim lehine icâre yapabileceğini, onu bir­takım meslekleri öğretecek kimselerin yanında ona ücretle çalıştırabileceğini de göstermektedir. Yetime herhangi bir şey hibe edilirse vasî bu konuda yeti­min lehine ıslâh sözkonusu olduğundan dolayı yapılan bu hibeyi kabzetmek hakkına sahiptir.[100]

Yetimin malından yapılan harcamalara dair vasî veya kefil kişinin şahit tutmasına gelince; bu durumda Mâlikîlere göre iki durum sözkonusudur. Biri­sinde şahit tutması mümkün olan haller; bu konuda vasinin beyyine ile olma­dıkça sözü kabul edilmez. Tıpkı annenin veya çocuğu büyütenin (el-hâdına) na­faka ve giyeceğini vermek gibi. Babanın bu konuda anne veya çocuk bakıcısı hakkında söyleyeceği sözler, onun bu nafaka ve giyeceği, aylık ya da senelik kabzettiğine dair bir beyyinesi (delili) olmadıkça kabul olunmaz. İkinci bir du­rum ise, şahit tutması imkânsız olan hallerdir. Bu konuda beyyine olmaksızın sözleri kabul edilir. Her vakit görülen yemek ve elbise giymek gibi.

Kişinin kendisine helal olması halinde himayesindeki yetim kız ile evlen­mesi ve yetimin malından kendi adına bir şeyler satın alması ile ilgili olarak bu ayet-i kerimeden farklı görüşler çıkartılmıştır.

İmam Mâlik der ki: Kişi himayesindeki yetim kız ile evlenemez. Fakat ye­timin malından kendi adına bir şeyler satın alabilir.

İmam Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Eğer yapılan ıslâh bir hayır ise, yetimi evlendirmesi caiz olduğu gibi, kendisinin yetimle evlenmesi de caizdir. İmam Mâlik'in de dediği gibi vasi, yetim çocuğun malından kendisi adına se-men-i mislinden daha fazlası ile bir şeyler satın alma hakkına sahiptir. Çünkü bu da Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadesinin delâlet ettiği bir ıslahtır.

İmam Şafiî ise evlendirmekte bir ıslâh olduğu görüşünde değildir. Bu an­cak ihtiyacı defetmek halinde sözkonusu lur. Bulûğdan önce ise böyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Yetimin malından bir şeyler satın alması da caiz değildir. Çün­kü ayet-i kerimede yetimin malında tasarruf sözkonusu edilmemiştir.

İmam Ahmed'e göre vasinin, himayesindeki yetimi yönlendirmesi caizdir, çünkü bu bir ıslâhtır. [101]

İctihad:

el-Cassâs Yüce Allah'ın "De ki: Onların lehine ıslâh etmek hayırlıdır." buy­ruğundan, çeşitli olaylar ile ilgili hükümler hakkında ictihâd edilmesinin caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır. Çünkü bu ayet-i kerimenin ihtiva ettiği ıslâh, ic­tihad yoluyla ve zann-ı gâlib ile bilinen bir husustur. [102]

Yine ayet-i kerime İslâmî hükümlerin kolaylık ve hoşgörü esasları üzerin­de kurulu olduğunu ve insanları mutad olan beşerî gücü zorlayan herhangi bir meşakkat ve sıkıntıya götürmenin sözkonusu olmadığını göstermektedir. Hal­buki Yüce Allah bizi darlığa sokmaya, hükümlerini ağırlaştırmaya da Kadirdir. Fakat O, bizim için kolaylık sağlamayı dilemiştir. [103]

 

Müslüman Erkeğin Müşrik Kadın İle Evlenmesi

 

221- Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. Mümin bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadın­dan elbette daha hayırlıdır. Müşrik er­keklere de iman edinceye kadar nikah­lamayın. Mümin bir köle hoşunuza git­se bile müşrik bir erkekten elbette da­ha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet eder ve ayetlerini insanlara ib­ret alsınlar diye apaçık bildirir.

 

Belagat:

 

"Onlar ateşe çağırırlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet eder." buyruğunda "ateş" ile "cennet" kelimeleri arasında tıbâk vardır. [104]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın." Kitap Ehli olma­yan harbî kadınlarla evlenmeyin. Müşrik kadın, herhangi bir kitaba iman et­meyen kadındır. Müşrik kadınların, kâfir kadınlar demek olduğu da söylenmiş­tir.

Bu "müşrik kadınlar"ın kâfir kadınlar ile tefsir edilmesine göredir. Bu şe­kilde tefsir edildiği takdirde ise: "Kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadın­lar" (Mâide, 5/5) ayeti ile Kitap Ehli olmayan kadınlara hastır. Mâide sûresinin hükümlerinin tamamı sabittir. O sureden herhangi bir şey asla neshedilmiş de­ğildir. Aynı zamanda bu İbni Abbâs ve Evzâî'nin de görüşüdür.

"Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar nikahlamayın." yani kayıtsız ve şartsız olarak mümin kadınlarınızı kâfirlerle evlendirmeyin. "Mümin bir kö­le," malı ve güzelliği dolayısıyla "hoşunuza gitse bile müşrik bir erkekten elbette daha hayırlıdır."

"Onlar" yani müşrikler, "ateşe" ateşi gerektiren işleri yapmaya "çağırır­lar." O bakımdan onlarla nikahlanmak uygun değildir.

"Allah ise" rasûlleri aracılığıyla "izni ile" iradesiyle "cennete ve mağfirete" her ikisini icabettiren amellerde bulunmaya "davet eder." O bakımdan onun gerçek dostu olanlarla evlenme hususundaki emrine uymak icabeder." [105]

 

Nüzul Sebebi

 

İbnü'l-Münzir, İbni Ebi Hatim ve el-Vâhidî, Mukatil'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Bu ayet-i kerime İbni Ebi Mersed el-Ganevî hakkında nazil olmuştur. O, Peygamber (s.a.) den Anâk adındaki çok güzel bir müşrik kadınla evlenmek için izin istemişti. İşte bu ayet-i kerime buna dair nazil olmuştur.

Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a) Mersed b. Ebî Mersed el-Ğanevî'yi orada bulunan birtakım müslümanları çıkartmak üzere Mekke'ye göndermişti. O câhiliye döneminde Anâk adında bir kadını seviyor­du. Bu kadın yanına geldi ve: Başbaşa kalalım mı? diye teklifte bulundu. Kadı­na "Yazık sana! İslâm bizim aramıza engeldir." dedi. Kadın: Peki benimle evle­nir misin? dedi. Mersed: "Evet, fakat Resulullah (s.a.)'a dönüp onunla danışa­cağım" dedi. Onunla danışması üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu.

el-Vahidî'nin es-Süddî yoluyla rivayetine göre Ebû Mâlik, İbni Abbâs'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Revâha hak­kında nazil olmuştur. Onun siyah bir cariyesi vardı. Bir seferinde kızdı ve ona bir tokat vurdu. Daha sonra yaptığı bu işten dehşete kapıldı. Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona durumu bildirdi ve: Andolsun, onu azad edip onunla evleneceğim, dedi ve dediğini yaptı. Bazı kimseler bundan dolayı onu tenkid ederek: Bir cariye ile mi nikahlanıyor? diye sordular. Allah da bu ayet-i kerime­yi inzal buyurdu. Bunu İbni Cerîr et-Taberî de es-Süddî'den munkatı' olarak nakletmiştir.

Süyutî'nin de belirttiği gibi nüzul sebebinde iki husus gözönünde bulundu­rulur: Birincisi ashabın bir ayetin nüzul sebebine dair bir rivayeti, o ayetin ma­nasını açıklamak içindir. Aynı zamanda bu rivayet meydana gelen benzer hu­susları da kapsar.

Ashabın zikrettiği sebep, bazan ayetin nüzulünden sonra da meydana gel­miş olabilir. [106]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerime İslâm toplumunun yapılanmasını sağlayan hükümler arasında yer alır. Yüce Allah yetimlerle evlilik dolayısıyla bir arada bulunmaya izin verince, peşisıra müşriklerle nikâhlanmanın sahih olmayacağını da açıkla­maktadır.

Ayetin anlamı şudur: Ey müminler! Kitapları olmayan müşrik kadınlarla Allah'a ve âhiret gününe iman edip Muhammed'i tasdik edinceye kadar evlen­meyiniz. Müşrik lafzı bu anlamıyla Yüce Allah'ın şu buyruğunda yer almakta­dır: "Kitap Ehli'nden olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize her­hangi bir hayrın indirilmesini istemezler." (Bakara, 2/105); "Kitap Ehli'nden ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar ayrılmaya­caklardır." (Beyyine, 98/1). Özetle; şirkleri üzere devam ettikleri sürece müşrik kadınlarla evlenmeyiniz.

Allah'a ve rasûlüne iman eden bir câriye, toplumsal açıdan aşağı konumda ve köle olsa dahi, güzelliği, soyu, konumu ve malı olan müşrik bir kadından da­ha üstündür. Çünkü dinin de hayatın da kemali ve şerefi ancak iman iledir. Mal ve mevki ile ise sadece dünyevî kemal sözkonusu olur. Dine ve ona bağlı olan dünyadan tabi olan şeylere riayet etmek yalnızca dünyaya riâyet etmek­ten önce gelir.

Mümin kadınlarınızı da, Allah'a ve rasûlüne iman edinceye kadar müş­rik erkeklerle evlendirmeyiniz. Sosyal bakımdan aşağı konumlarda olmasına rağmen, Allah'a ve rasûlüne iman eden bir köle ile kadınlarınızı evlendirme­niz, hür ve müşrik bir erkekle evlendirmenizden sizin için daha hayırlıdır. İsterse bu müşrik makam, mevki, soy ve şeref itibariyle hoşunuza gitmiş ol­sun.

Müslüman erkeğin, müşrik kadın ile, müslüman kadının da ister Kitap Ehli olsun, ister müşrik olsun mutlak olarak kâfir bir erkek ile evlenmesinin haram kılınış sebebi şudur: Bu müşrik erkekler ve kadınlar müslümanları küf­re ve cehenneme götüren, kötü olan her şeyi işlemeye sebep olabilirler. Zira bunların doğruya iletecek sağlıklı bir dinleri, kendilerini hakka iletecek semavî bir kitapları da yoktur. Üstelik imanın nurunun bulunduğu bir kalp ile karan­lık ve sapıklığın yer ettiği bir kalbin tabiatları arasında da karşılıklı nefretleş-me ve soğukluk sözkonusudur.

O bakımdan müşriklerle birlikte olmayınız, onlarla evlilik dolayısıyla ak­rabalığınız da olmasın. Çünkü evlilik dolayısıyla akrabalık bir arada bulunma­ya, ülfete, sevgiye ve onlardan etkilenmeye yol açar. Sapık fikirlerin onlardan geçmesine, şer'î olmayan fiil ve adetlerin de taklid edilmelerine sebep olur. Üs­telik çocuklar da hevâ ve sapıklıklara uygun olarak yetiştirilir, eğitilir. Kısaca­sı müşrik kadınların nikâhlanmalarının haram kılınmasının sebebi neticede ateşe sürüklenmeye vesile olabilir. Yüce Allah ise indirmiş olduğu Kitabı ve peygamberleri aracılığı ile cennete, cennetin nimetlerine ulaştıran şeylere çağı­rır ve onlara iletir. İzniyle, emir ve iradesiyle hak olan yolu göstermesiyle mağ­firete, günahların örtülmesine davet eder. İnsanlara ayetlerini, hüküm ve delil­lerini öğüt alsınlar, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilsinler, O'nun emrine aykırı hareket etmesinler, nevalarının gösterdiği yolda veya şeytanın ardından gitmesinler diye açıklar. Çünkü hükümlerin illet ve delilleriyle sözkonusu edil­mesi, o hükümlere razı olmaya ve onları yerine getirmek üzere eli çabuk tut­maya daha bir iticidir.[107]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime müslüman bir erkeğin putperest, budist ve ateist gibi müşrik bir kadın ile evlenmesinin hiç bir şekilde doğru olmayacağını göstermektedir.

Kitab Ehli olan (Yahudi veya Hristiyan) kadın ile evlenmeye gelince; şeri­at Yüce Allah'm şu buyruğu ile böyle bir kadın ile evlenmeyi mubah kılmıştır: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınların mehirlerini verdiğiniz takdirde zinaya sapmamış ve gizli dostlar edinmemiş olmaları şartıyla (evlenebilirsiniz)." (Mâide, 5/5).

Müşrik kadın ile Kitap Ehli olan kadın arasındaki fark açıktır: Birinci tür­den olan kadın kesinlikle hiç bir dine iman etmemektedir. İkincisi ise Allah'a ve ahiret gününe, helâl ve harama iman etmek, hayır ve faziletli olan davranışı yapmanın gereğine, serden ve bayağılıklardan uzak durmanın lüzumuna inan­mak bakımından müslüman ile ortak kanaatlere sahiptir.

Şeriat müslüman bir kimsenin, Kitap Ehli olan bir kadınla evlenmesini caiz kılmakla birlikte, müslüman bir kadının Kitap Ehli olan bir erkekle evlen­mesini caiz görmemiştir. Bunun da sebebi açıktır. Çünkü Kitap Ehli olan bir kadının müslüman bir erkekle evlenmekle birlikte eski dini üzere kalma hakkı vardır. İnandığı ve yaşamak istediği dininden dolayı da herhangi bir zarar gör­mez. Çünkü müslüman, diğer dinlerin doğru inançlarını da kabul eden bir dine iman etmektedir. Tevhide ve insanî erdemlere çağırmak hususunda İslâm ile ittifak halinde bulunan Yahudilik ve Hnstiyanlık dini de bunlardandır. Bu açı­dan Kitap Ehli olan kadın, müslüman erkek ile birlikte oldu mu hem kendi di­nini hem de kendisinden başkasının dinini kapsayabilen geniş bir daire içeri­sinde demektir. Belki İslâmın hoşgörülü ruhunu ve güzel davranışını kocasın­dan hissedip farkettiği takdirde, herhangi bir zarar sözkonusu olmaksızın, ko­cası ile birlikte mutlu ve rahat yaşayabilir.

Erkeğin normal olarak kadın üzerinde aile reisliği otoritesi bulunur. Bu ise kadının otoritesinden daha güçlüdür. O bakımdan Kitap Ehli'nden olan bir erkek müslüman bir kadınla ile evlenecek olursa, o kadına menfi yönde etki edebilir. Belki kadın dinini dahi terkedebilir veya kocası ile birlikte olmaktan dolayı zarar görebilir. Çünkü ruhî ve hissî uyum ve bağlılık böyle bir ailede bu­lunamaz. O bakımdan müslüman bir kadın böyle bir erkekle dar ufuklu bir da­ire içerisinde hayat sürer. Oysa onun akidesi geniş bir çerçeveyi kuşatmakta­dır. Ayrıca İslâm daima üstündür. İslâmın üstüne gelebilecek hiçbir şey yoktur. Müslüman kadının sahip olduğu izzet, Kitap Ehli'ne mensup bir erkek ile ev­lenmesine müsaade etmez.

İlim adamlarının cumhurunun kabul ettiği görüş budur. Bununla birlikte müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadın ile evlenmesinin mekruh olduğu da söylenmiştir. O takdirde buradaki ayet-i kerime, özel örfe göre açıklanır. Bu ise dar anlamıyla müşrik kadındır (yani puta tapan ve buna benzer kadınlar). O takdirde de ayet-i kerime mensûh da olmaz, tahsîs de edilmiş olmaz; sadece şöyle bir hüküm ifade etmiş olur: Putperest ve mecusi olan kadınlarla nikah­lanmak haramdır. O vakit Mâide sûresinde daha önce işaret ettiğimiz "Kitap Ehli'nin iffetli kadınları" ile ilgili ayet-i kerime de ayrı bir hüküm ifade etmiş olur. Bu ise Kitap Ehli olan kadınlarla evlenmenin helâl olduğu hükmüdür. Bu durumda ayetler arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu olmaz. Çünkü "şirk lafzı zahiren Kitap Ehli tabirini kapsamaz. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kitap Ehli olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize hiç bir hayrın indirilmesini istemezler."  (Bakara,, 2/105); "Kitap Ehli'nden ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar ayrılmaya­caklardı." (Beyyine, 98/1). Burada görüldüğü gibi ayetler lafız itibariyle bunla­rı ayrı ayrı zikretmiştir. Atıf ise zahiren atfedilen ile kendisine atfedilenin bir­birinden ayrı olmasını gerektirir. Diğer taraftan "şirk" adı umumidir, nass de­ğildir. Yüce Allah'ın: "Müminlerden hür ve iffetli kadınlarla" buyruğundan sonra "kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar" (Mâide, 5/5) ifadesinin yer al­ması, açık bir nastır. Dolayısıyla ihtimali bir mana ifade eden buyruk ile ihti­mal ifade etmeyen buyruk arasında tearuz sözkonusu değildir.

Kimi ilim adamları ise "müşrik kadınlar" lafzı müşrik olan her türlü kadı­nı kapsar, demektedir. Bu kadın ister putperest ister Yahudi ister Hristiyan ol­sun farketmez. Ayrıca bundan herhangi bir bölüm neshedilmiş veya tahsis edil­miş de değildir. Buna göre bütün bu kadınlarla evlenmek müslüman erkekler için haram olur. İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ayet-i kerime, putperest, mecusi ve Kitap Ehli olan bütün kadınlar hakkında umumidir. İs­lam dini üzere olmayan herkes (le evlenmek) haramdır. Buna göre bu ayet-i ke­rime, Mâide sûresinde bulunan ayeti nesh etmiştir. Bunu İbni Ömer'in Muvat-ta' da yer alan şu sözü desteklemektedir: "Bir kadının Rabbinin İsa olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk koşma bilmiyorum." Ömer b. el-Hattâb'dan da Kitap Ehli olan kadınlarla evlenmenin haram olduğunu söylediği ve Talha b. Ubeydullah ile Huzeyfe b. el-Yemân'ın evlendiği Kitap Ehli'nden iki kadını onlardan ayırdığı rivayet edilmiştir. Bunlar: "Ey müminlerin emiri, bu kadınla­rı boşanz, yeter ki sen kızma," deyince Hz. Ömer şu cevabı vermişti: "Onları boşamak caiz olsaydı nikahlamak da caiz olurdu. Fakat ben sizleri (onlar için) tahkir ve zillet olsun diye birbirinizden ayırıyorum." Fakat İbni Atıyye bu ko­nuda şöyle demiştir: Bu sözün senedi pek iyi değildir. Senedi bundan daha kuv­vetli olan rivayete göre ise Hz. Ömer aralarını ayırmak istemiş, Huzeyfe ona: Bu kadının bana haram olduğunu mu söylemek istiyorsun? O takdirde ben onu bırakırım, ey müminlerin emiri! deyince Hz. Ömer: "Hayır, ben onun haram ol­duğunu söylemiyorum, fakat bunlar arasında iffetli olmayanlarla evleneceği­nizden korkuyorum." demiştir. İbni Abbas'dan da buna yakın bir rivayet gel­miştir. İbnü'l-Münzir, Hz. Ömer'den Kitap Ehli olan kadınları nikahlamanın caiz olduğunu söylediğini zikretmektedir. [108]

Yüce Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti gereğince ümmetin kabul ettiği görüş de budur.

Özetle Hz. Ömer'den senet itibariyle sahih olan rivayet, müslüman bir er­keğin Kitap Ehli olan bir kadın ile evlenmesinin mubah olduğunu ifade eder. Hz. Ömer'in Hz. Talha ile Hz. Huzeyfe'nin Yahudi ve Hristiyan kadınları ni­kahlamalarını mekruh görmesi, insanların onlara uyup müslüman kadınlara rağbet etmemesi yahut da iffetli olmayan kadınlara rastlamaları ya da müslü-manlarm genel maslahatlarını gözönünde bulunduran uzak ufuklu başka bir­takım hikmetler dolayısıyla olabilir.

Harbî olan Kitab Ehlî kadına gelince; İbni Abbâs'ın görüşüne göre böyle bir kadın ile evlenmek helâl değildir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve rasûlünün ha­ram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimse­lerle küçülmüş olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşınız." (Tevbe, 9/29) buyruğu bunu gerektirmektedir. İmam Mâlik, harbî olan kadınlarla evlenmeyi mekruh görmüştür. Çünkü kadın çocuğu dar-ı harbte bırakabilir ve şarap ve domuzu kullanabilir.

Dört mezhep imamı ile diğerleri ittifakla mecusî kadınları nikahlamanın haram olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah: "Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın." diye buyurmuştur ki, bunlar putperest ve me­cusî olan kadınlar demektir.

Müslüman bir kadının kâfir bir erkek ile evlenmesini ümmet icmâ' ile ka­bul etmemiştir. Çünkü böyle bir evlilikte İslâmm şanını küçültmek sözkonusu-dur ve daha önce açıkladığımız sebepler dolayısıyla da bu haramdır. Diğer ta­raftan: "Müşrik erkeklere de iman edinceye kadar nikahlamayın" yani müslü-man bir kadını müşrik bir erkekle evlendirmeyin, ayeti de bunu gerektirmekte­dir.

"Müşrik erkeklere de... nikahlamayın." ayeti velisiz nikâh olmayacağının delilidir. Bu, ilim adamlarının cumhurunun da görüşüdür. Çünkü Hz. Peygam­ber: "Veli ile olmadıkça nikâh olmaz" [109] diye buyurduğu gibi şöyle de buyur­muştur: "Kadın kadını evlendiremez. Kadın kendi kendisini evlendiremez. Ken­di kendisini evlendiren zina etmiş hükmündedir." [110]

Ebû Hanife ise kadının kendisinin kendi evlilik akdini dolaysız olarak yapmasını veya başkası adına vekâleten evlendirmesini caiz görmüştür. Çünkü kadın bu konuda tam bir ehliyet sahibidir. Ayrıca pek çok ayet-i kerimede ni­kâh lafzı kadına da isnâd edilmiştir: "Bir başka kocayı nikâhlayıncaya kadar" (el-Bakara, 2/230); "Artık kocalarını nikahlamalarına engel olmayınız." (Baka­ra, 2/232) buyrukları gibi. Burada sözü geçen "engel olmak"tan kasıt, kocaları­nı seçtikleri takdirde evlilik akdini doğrudan yapmalarını engellemektir. Hane-fîler: "Veli ile olmadıkça nikâh olmaz" hadisini vücûb için değil de kemal, men-dubluk ve müstehablık ifade edecek şekilde yorumlamışlardır.

Son olarak şunları söyleyebiliriz: Şiâ dışındaki mezheplerde müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenmesinin mubah kabul edilmesi, hakikatte istisnai bir durumdur, aslî bir durum değildir. Bu bakımdan bizler kumral gü­zellere kendilerini kaptırarak ve onlarla evliliği kolay bularak yabancı kadın­larla evlenmeye gençlerimizin yönelmesini uygun görmüyoruz. Onların evlilik­lerinin kolay olmasının sebebi ise, sözedilmeye değer bir mehrin olmayışından dolayıdır. Diğer taraftan bu kadınlar çoğunlukla erkeğin dinine ve ülkesine olan bağlılığını bozar, ülkesine ve kendi insanlarına karşı olan güvenini sarsar, çocukları kendi arzu ve dinlerine göre eğitir. Üstelik bu kadınlarda üstten bak­ma, müslümanları hakir görme alışkanlığı da vardır. Fırsatını bulduğunda ço­cuklarını alıp ülkesine götürür, kocasını terkedebilir. Bu kadınlardan İslama girenler ise gerçekten azdır. Bu bakımdan müslüman bir erkek onlara herhan­gi bir şekilde tama etmemelidir.

Müslüman bir kadının müslüman olmayan erkekle evlenmesi ise, daha zor ve daha büyük bir musibettir. Çünkü müslümanların icmâı ile böyle bir ev­lilik batıldır ve haramdır. Böyle bir evlilikten doğan çocuklar veled-i zinadır. Bu kadın ile erkek arasındaki ilişki, birliktelikleri uzun sürse bile hiç bir za­man biribirlerinden faydalanmaya cevaz vermez. Çünkü asıl itibarıyla bu ba­tıldır. Şayet kadın böyle bir şeyin helâl olduğunu kabul ederse, o takdirde o ka­dın mürted ve kâfir bir kadın olur. Dar-ı küfürde ikamet etmek bunun helâl ol­duğunu söylemeye sebep teşkil etmez. Çünkü esasen müslüman erkek ile müs­lüman kadın için aşırı bir zaruret yahut kesin bir ihtiyaç veya geçici bir gerek olmadıkça kâfirler arasında ikamet haramdır. Bu tehlikeli sapmadan ve dini hususlarda gevşeklikten Allah'a sığınırız. [111]

 

Hayız (Ayhali) Ve Hükümleri

 

222-  Sana ay halinden sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Ay halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendi­ler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Gerçekten Al­lah çokça tevbe edenleri ve çokça te­mizlenenleri sever.

223-  Kadınlarınız sizin için bir tarla­dır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için önden (iyi amel­ler) gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki her halde O'nun huzuruna varacaksınız. Müminlere müjdele!

 

I'râb:

 

"Temizleninceye kadar..." anlamına gelen "hattâ yethurne" buyruğunda "ti" harfi şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddeli olarak okumak, gusle-dinceye kadar, demektir. Şeddesiz olarak anlamı ise, ay hali kanının kesilmesi­dir. Bu iki farklı kıraatten İmam Şafiî ile İmam Ebû Hanife arasındaki; "kanın azami süresi (on gün) sonunda kan kesilip gusletmeden önce hanım ile ilişki kurmanın caiz olup olmadığı" hususundaki görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Ebû Hanîfe bunu caiz kabul ederken Şafiî bunu kabul etmemektedir. [112]

 

Belagat:

 

"De ki: O bir ezadır." Ezâ gibidir, anlamında beliğ bir teşbihtir. Ezâ ise ge­nel olarak pis olan şeylerden kinayedir. Yani ay hali pisliği dolayısıyla insana tiksinti veren, ona yakın kimseye nefret kazandıran, hoşa gitmeyen bir şeydir. O bakımdan ay hali kanı kadının kendisine de başkasına da rahatsızlık verir.

"Onlara yaklaşmayın." buyruğu onlarla ilişki kurmamaktan kinayedir.

"Kadınlarınız sizin için bir tarladır." yani ekip tohum bırakma yeridir. Ya­hut bu bir teşbih, benzetme de olabilir, kadın arazi gibidir, nutfe tohum gibidir, çocuk ise arazide biten bitkiye benzer. [113]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ay hali" anlamına gelen "el-mahîd" kelime olarak akıntı demektir. Şer"î bir terim olarak ise, ayda bir defa kadının rahminin dip taraflarından çıkan bozuk bir kandır. İmam Şafiî ve bunu Ahmed'e göre bunun asgari süresi bir gün ile bir gecedir. Çoğunlukla görüleni ise altı veya yedi gündür. Azami süresi ise onbeş gündür. Ay halinin hikmeti ise rahmi evlilik ilişkisi esnasında hamile kalmaya müsaid hale getirme ve bu yolla insan türünün bekâsının sağlanması­dır, "el-mahîd" ile bazan ay halinin yeri de kastedilebilir.

"Eza" pislik veya eziyet mahalli demektir. Yani o bir zarardır ve hoşa git­meyen eziyet verici bir şeydir. Ondan dolayı kadın da başkası da ay halinin ka­nı ile rahatsızlık duyarlar. Ay hali dolayısıyla kadınlardan uzak durmak ise ay hali süresince kadınlarla ilişki kurmayı terketmektir.

"Temizleninceye kadar" yani herhangi bir engel bulunmadığı takdirde su ile gusledinceye ya da Şafiî'nin görüşüne göre, onun yerine geçmek üzere teyemmüm yapıncaya kadar, demektir, "onlara yaklaşmayın." Bu buyruk, "Kadınlardan uzak durun" buyruğu gibi cimâda bulunmamaktan kinayedir. Ebû Hanife der ki: Şayet kadın on günden daha az bir süre zarfında temizle­necek olursa gusletmedikçe ya da kan kesilmiş haliyle tam bir namaz vakti geçmedikçe kocasına helâl olmaz. Şayet ay halinin azami süresi sonunda te­mizlenecek olursa -ki bu da on gündür- gusletmeyecek olsa dahi kocasına he­lâl olur.

"Allah'ın size emrettiği yerden" ay halinde cimâdan uzak durmak suretiyle ve temizlendikten sonra da arkadan değil de emrolunan yer olan önden cimâda bulunmak suretiyle "onlarayaklaşın."

"Gerçekten Allah" günahlarından "çokça tevbe edenleri ve" pisliklerden "çokça temizlenenleri sever."

"Kadınlarınız sizin için bir tarladır." Kadınlar kendisinden mahsul alın­mak istenen bir araziye benzer. Zira kadınlar, bitkinin yerde yetişmesi gibi ço­cukların yetişme yeridir. "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." yani ayak­ta, oturarak, yanı üzerinde yatarak, yüzyüze, arkasını döndürmüş olarak fakat önden, cimâda bulunun.

"Ve kendiniz için önden" cimâdan önce besmele çekmek gibi "salih amel gönderin. Bir de Allah'tan" emir ve nehiylerine uymak hususunda "korkun ve bilin ki" öldükten sonra dirilmek suretiyle "herhalde O'nun huzuruna varacak­sınız." O da amellerinizin karşılığını size verecektir. Bundan korkan "mümin­lere" cenneti "müjdele." [114]

 

Nüzul Sebebi

 

222. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Müslim ve Tirmizî, Enes b. Mâ-lik'ten şunu rivayet etmektedirler: Yahudiler kadınları ayhali olduğu takdirde onlarla birlikte yemek yemez ve aynı odada kalmazlardı. Resulullah (s.a.)'ın ashabının Hz. Peygamber'e bu durumu sormaları üzerine Yüce Allah: "Sana ay halinden sorarlar" ayetini indirdi ve: "(Kadınlarınız ay hali iken) cinsi ilişki dı­şında her şeyi yapabilirsiniz" diye buyurdu.

223. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Câbir şöyle demiştir: "Yahudiler, Erkek hanımı­na arkadan gelerek cima' ederse -yani arkadan yaklaşıp ön tarafından cimâda bulunursa- çocuk şaşı olur, derlerdi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır..." ayeti nazil oldu. [115]

Mücâhid der ki: "Ayhalinde kadınlardan uzak durur ve ayhali süresince kadınlara arkalarından yaklaşırlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil ol­du." Hâkimin rivayetine göre de İbni Abbâs şöyle demiştir: "Şu Kureyşliler ka­dınlarla evlenir ve yüzyüze veya arkalarını çevirmiş olarak onlardan zevk alır­lardı. Medine'ye geldiklerinde Ensâr'dan kadınlarla evlendiler. Mekke'de yap­tıklarını onlarla da yapmaya kalkıştılar. Ancak Ensar kadınları böyle bir şeye karşı çıktılar ve: Bu bizim daha önce bilmediğimiz bir şeydir, diyerek kabul et­mediler. Bu konuda söylentiler oldukça yayıldı, nihayet Resulullah (s.a)'a ha­ber ulaşınca, Yüce Allah da bu hususta: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır." ayetini inzal buyurdu. [116]

 

Açıklaması

 

Bu, "vav" edatı ile atfedilen üçüncü bir sorudur. Çünkü bu sorunun kendi­sinden önce ve sonrası ile de ilişkisi vardır. Peygamber (s.a.)'e ayhalinin hük­mü hakkında soru sorulmuştu. Çünkü Yahudiler; Kirli olduğu günlerde, ayhali olan kadına dokunan herkes necis olur, diyorlar ve ayhali olan kadın ile ilişki konusunda işi alabildiğine sıkı tutuyorlar, önceden de açıkladığımız gibi yeme­lerini, içmelerini dahi ayırıyorlardı. Hristiyanlar ise ayhali ile ilgili hususlarda işi gevşek tutuyor, ayhali ile sair zamanlar arasında fark gözetmiyorlardı. Ca-hiliye döneminde Araplar da Yahudiler ve Mecusiler gibi idiler. Ayhali olan ka­dınla aynı yerde kalmıyorlar, birlikte yemek yemiyorlardı. İşte bu farklı du­rumlar müslümanlara ayhali zarfında kadınlarla birlikte olmanın hükmünü sormaya itmiştir. Yüce Allah da onlara şöylece cevap verdi:

Ayhali erkeğe de kadına da bir eza ve rahatsızlık veren birşeydir. O ba­kımdan ayhali süresince kadınlarla ilişki kurmaktan uzak durunuz. İlişki kur­manın dışında meselâ öpmenin, baldırlarına dokunmanın -Hanbelîlerin görü­şüne göre- bir mahzuru yoktur. Çünkü Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin daha önceden kaydettiğimiz rivayet ettikleri hadiste: "Cima' dışında her şeyi yapabilirsiniz." denilmektedir. Cumhur ise göbek ile dizkapağı arasındaki böl­geden faydalanmayı da haram görmüşlerdir. Çünkü Ebû Davud'un, Hizam b. Hakîm'den, o amcasından rivayet ettiğine göre, amcası Resulullah (s.a)'a: Ay­hali iken hanımımdan bana helâl olan nedir? diye sormuş; Hz. Peygamber de: "İzar (peştemal)ın yukarısı senin için helâldir.". Yani göbekten yukarısı, diye buyurmuştur. Diğer taraftan izar altındaki yerlerden faydalanmak kişiyi cima' tehlikesi ile karşı karşıya bırakır.

Tıp, şeriatın bu doğrultudaki hükmünü desteklemektedir. Doktorlar ayha-li sırasında ilişkinin kadının üreme organlarında aşırı acı ve iltihaplara sebep teşkil ettiğini, aynı şekilde bu kanın erkeğin organının ağzından içeri girdiği takdirde onda da akıntıyı andıran irinli bir iltihaba neden olduğunu, eğer ka­dında bir hastalık var ise bu hastalığın erkeğe de bulaştığını, hatta bu durum­da ilişki kurmanın kadında da erkekte de kısırlık sonucunu verebileceğini is­patlamış bulunmaktadırlar.

Ayhalinden kadınlarınız temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Su ile gusletmek suretiyle temizlendikleri takdirde, Allah'ın size emretmiş olduğu ve izin verdiği taraftan -ki o da ön taraftar- onlarla ilişki kurunuz. Çünkü nesil yeri orasıdır. -"Tuhr" ayhali kanının kesilmesi, "tetahhur" ise gusletmek de­mektir.- Şüphesiz Allah masiyetlerinden tevbe edenleri sever. Meselâ, kadınla­ra ayhali esnasında veya arka yoldan yaklaşmak ve buna benzer fıtrat ve selim bir tabiat ile çatışan kötülüklerden uzaklaşmak gibi. Allah'ın sevmesi, kulunun sevap kazanmasını dilemesidir. Tevbe ise onun masiyet halinden dönmesidir. Ayet-i kerimede "varmak" ilişki kurmaktan kinaye olarak zikredilmiştir.

Ayhalinden temizlenmiş olan kadınlarınız sizin ekin ekme yeriniz, neslini­zin artıp çoğaldığı yerlerdir. Erkeğin nutfesi yere saçılan bir tohum gibidir. Ay­hali süresinde kadınlara yaklaşmak helâl değildir. Çünkü o dönemde tarla eki­ni kabule hazır değildir, arka yoldan yaklaşmak da helâl değildir; çünkü neslin çoğalacağı yer orası değildir. Ayrıca bunun bedene de bir takım zararları var­dır.

Bu ikinci ayet-i kerime bir önceki ayetin bir açıklaması sayılabilir. Ayet, kadından faydalanmanın meşru kılmış hikmetini de açıklamaktadır ki, bu da doğum suretiyle insan türünü korumaktır.

Hangi şekilde isterseniz çekinmeden tarlanıza varınız. Ayakta, oturarak, yanı üzerinde yatarak, yüzünü döndürmüş veya arkasını çevirmiş olarak. Sa­dece ilişki kurulan yer aynı olmalıdır ki, o da ekin ekme yeri olan ön tarafıdır. Tıpkı ekin ekmek istediğiniz tarlalarınıza nereden dilerseniz oradan gittiğiniz gibi. Herhangi bir yön size mahzurlu değildir. Aynı şekilde ayet-i kerime, zina yoluyla değil de nikâh ile ve şer'an izin verilmiş olan zamanlarda ihramlı olma­dığı, oruçlu ve itikafta bulunmadığı zamanlarda kadınlara yaklaşmanın mu­bah olduğunu ifade etmektedir.

Ahiret gününde sizin için bir hazırlık olmak üzere salih amellerden[117] ve hayırdan kendiniz lehine önden bir şeyler gönderin, Allah'tan korkun, O'na karşı gelmekten sakının, masiyetlere yaklaşmayın, O'nun koyduğu sınırları zorlamayın, ayhalinde iken eşlerinizle cinsî münasebete girmeyin. Dindar olan kadını tercih ediniz, erkeğe kötü muamele eden, kötü huylu ve çocukları kötü bir şekilde eğitmesi muhtemel ahlâkî yönü düşük kadından yüz çevirin.

Kat'iyetle de biliniz ki sizler, ahirette Rabbinizle karşılaşacaksınız ve O iyilik yapana mükâfat, kötülük yapana da ceza verecektir.

Allah'ın emirleri üzerinde dosdoğru yürüyen müminlere kurtuluşu, kerem ve lütfü, dünya ve ahirette mutluluğu müjdele! Allah'ın sınırlarını aşarak şeh­vet ve arzularının peşinden takılıp giden ve teşrî' buyurulmuş kanunların dışı­na çıkanlara gelince; onlar dünya hayatında zarar görmekten, ahirette de aza­ba uğramaktan kurtulamazlar. Dünya hayatında görecekleri zarar huzursuz­luk ve ızdırap, keder, korku ve buna benzer ruhî ıztırablarla da olabilir. [118]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

222. ayet-i kerime ayhali esnasında kadından uzak durmanın farz olduğu­nu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah: "Ayhalinde kadınlardan uzak durun." diye buyurmaktadır ve bu bir emirdir, emir ise vücûbu (farz olmayı) gerektirir. İlim adamları ayhali iken kadından uzak durmak hususunda erkeğe düşen va­zife hususunda üç farklı görüşe sahiptirler:

1- Kadının bedeninden tümüyle uzak durmak icabeder. Çünkü Allah ka­dınlardan uzak durmayı emretmiş ve vücudun herhangi bir tarafını tahsis et­miş değildir. Bu İbni Abbâs ve Abîde b. es-Selmâni'nin görüşüdür. Ancak bu, şâz bir görüştür, ilim adamlarının söyledikleri dışındadır. Ayetin umumu bunu gerektirmekte ise de bu konuda sabit olan sünnet buna muhaliftir.

2- Eziyete sebep olan kanın çıktığı yerden uzak durmak icabeder. Bu Han-belîlerin görüşüdür. İbni Cerîr et-Taberî, Mesrûk'tan şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Aişe'ye: "Ayhali olduğu takdirde erkeğe karısından ne helâl olur?" di­ye sordum. O şöyle dedi: "Cima dışında her şey."

Bu, daha önce kaydettiğimiz hadis-i şerife de uygundur. Ayrıca bunu: "Resulullah (s.a)ın teni, ayhali oldukları halde hanımlarının tenine değiyor-du." şeklindeki rivayet de bunu desteklemektedir. Böylelikle ayet-i kerimede istenenin, kadının vücudunun bir kısmından uzak durmak olduğu anlaşıl­maktadır.

3- Göbek ile dizkapağı arasındaki -yani peştemalin örttüğü- bölgeden uzak durmak lazımdır. Bu da cumhurun görüşüdür. Çünkü Resulullah (s. a) kendisi­ne: "Ayhali iken hanımıdan bana ne helâl olur?" diye sorana "Üstüne peştemalını bağlasın, sonra sen bunun dışında kalan yerlerden istifade edebilirsin." di­ye cevap vermiştir.

Yine Resulullah (s.a) Hz. Âişe'ye: "Üzerine peştemalini bağla, sonra da ya­tağına dön." demiştir. Hz. Âişe de: "Bizden herhangi birimiz ayhali oldu mu Resulullah (s.a) ona peştemalini bağlamasını emrederdi. Daha sonra tenini onun tenine değdirirdi."

Yüce Allah'ın: "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın." buyruğu te­mizlenecekleri zamana kadar ay hali süresi içerisinde cimâın haram olduğu­nun delilidir. Bu hususta ilini adamlarının üç görüşü vardır:

1- İmam Ebû Hanife'ye göre: Ayhali kanı kesildiği takdirde, kadına su ile yakınmamış olsa dahi, kocasının yaklaşması caizdir. Şayet ayhalinin asgari sü­resinde kanı kesilecek olur ise, üzerinden tam bir namaz vakti geçmeden kadın helâl olmaz. Şayet kanı ayhalinin azami süresi sonunda kesilmiş ise, o takdir­de (gusletmeden dahi) helâldir.

2- Cumhûr'a göre: Ayhali kesilip cünubluktan gusleder gibi su ile guslet-medikçe helâl olmaz.

3- Tâvûs ve Mücâhid'e göre: Namaz için abdest alması, ondan istifadenin helâl olması için yeterlidir.

Bu görüş ayrılığının sebebi ise: "temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, iyice temizlendiler mi" buyruğudur. Ebû Hanife buradaki her iki "temizlen-me"yi de ay hali kanının kesilmesi anlamına almıştır. Böylelikle o şeddeli (ikin­ci) fiili de muhaffef (birinci) fiil anlamında kullanmıştır. Cumhur ise bunun ak­sini söylemektedir. Yani onlar lafzın şeddesiz olanını da şeddeli olan anlamında almışlar ve şöyle demişlerdir: Bundan kasıt su ile gusledinceye kadar kadınla­ra yaklaşmayınız. Su ile guslettikleri takdirde onlara yaklaşınız. Bunun delili ise: "Temizleninceye kadar" buyruğunun şeddeli okunması ve ayrıca: "Gerçek­ten Allah.... çokça temizlenenleri sever." buyruğudur

Ayhali olan bir kadın ile ilişki kuranın yapması gereken şey hususunda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Cumhûr'a göre bu durumdaki kişi Allah'tan mağfiret diler ve başka bir şey yapması gerekmez. Çünkü İbni Abbâs'tan gelen hadis-i şerif "muzdarib"dir; bu tür bir hadis ise delil olmaya elverişli değildir. İnsan zimmetinde aslolan ise beraettir (yükümlülük ve sorumluluktan uzak ol­maktır). Tenkit edilmeyecek türden herhangi bir delil ile olmadıkça bir kişinin lehine de bir başkası lehine de zimmette herhangi bir şey sabit olmaz.

Hanbelîler ise der ki: Böyle bir ilişki kanın gelmeye başladığı dönemlerde olmuş ise bir dinar, son dönemlerde ise yarım dinar ödemesi gerekir. Çünkü Ebû Dâvud, Dârakutnî ve başkaları İbni Abbâs'tan Resulullah (s.a)'ın şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedirler: "Bir dinar veya yarım dinar tasaddukta bu­lunur." Tirmizî de ise şöyle demektedir: "Şayet kan kırmızı ise bir dinar, sarı ise yarım dinar." Bu ise Şâfiîlere ve Taberî'ye göre müstehaptır.

İlim adamlarının icmâına göre kadının kan görmesinin üç hükmü sözko-nusudur. Bunlar bilinen ayhali kanı olması, renginin kırmızıya çalan siyaha yakın bir kandır. Bundan dolayı kadın namaz kılmayı, oruç tutmayı bırakır. Ayhali olan bir kadın bıraktığı oruçları kaza etmekle birlikte, terkettiği namaz­ları kaza etmez.

Ayhali süresi hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Arala­rında İmam Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in bulunduğu Medine fakihlerine göre: Ay­halinin azami süresi onbeş gündür. Bundan fazlası istihâza kanıdır.

Şafiî ve Ahmed'e göre asgarî süresi bir gün, bir gecedir. Bundan daha aşa­ğı süresi ise istihâzadır. Mâlik'e göre ayhalinin asgari süresi bir defa gelmesi­dir veya bir ay içerisinde bir defa kanın akmasıdır.

Ebû Hanife ve arkadaşları ise der ki: Ayhalinin asgarî süresi üç gündür, azamî süresi on gündür. Bundan daha aşağı ve daha fazla süre gelen kan ise is-tihâza kanıdır.

Üçüncü tür kan ise doğum esnasında gelen nifâs (lohusalık) kanıdır ki bu da ayhali kanı gibidir. Safîlere göre bunun asgarî süresi bir aydır. Diğer imam­lara göre ise bunun asgarîsinin bir sınırı yoktur. Şâfiîlere göre çoğunlukla gö­rüleni kırk gündür. Mâlikîlerle Şâfiîlere göre ise azamî süresi altmış gündür. Hanefîlerle Hanbelîlere göre ise kırk gündür. Nifas dolayısıyla gusletmek tıpkı ay hali ve cünubluktan dolayı gusletmek gibidir.

Ayhali ve nifas kanı, onbir işin yapılmasına mânidir. Bunlar: Namazın vü-cûbu, namazın kılınması halinde sıhhati, vücub müstesna oruç tutmak, cima', iddet, talâk, tavaf, mushafa dokunmak, mescide girmek, mescidde itikâfta bu­lunmak. Kur'ân okumak hususunda ise iki görüş vardır: Cumhura göre haram­dır, Mâlikîlerde ise el değdirmeksizin okumak mubahtır.

İstihâza kanı ise, adet kanı da, kadınların tabiatı gereği gelen bir kan da değildir. Bu ya bir akıntı veya kopmuş bir damardan dolayıdır. Bu durumda ge­len kan kırmızı bir kandır. İyileşmedikçe bu kanm akması kesilmez. İstihâza kanı gören bir kadının ay halinden dolayı yaptığı gusül dışında (istihâza dola­yısıyla) gusletmesi gerekmez; fakat her bir namaz için abdest alır.

İmam Mâlik'in Hz. Âişe'den yaptığı şu rivayet hem ayhali hem de istihâza halinin hükümlerini bir arada ifade etmektedir. Hz. Aişe der ki: Ebû Hubeyş kızı Fâtıma dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben bir türlü temizlenemiyorum, na­mazı terk mi edeyim? Resulullah (s. a) şöyle buyurdu: "Senin sözünü ettiğin bir damardır, ayhali değildir. Senin ayhali vaktin geldiğinde namazı terket. O ka-darlık bir süre geçip gitti mi, o kanını yıka (guslet) ve namazını kıl."

Yüce Allah'ın: "İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yer­den yaklaşın." buyruğu şeriatın evlenmeyi istediğini ve ruhbanlığı yasakladı­ğını ima etmektedir. İbadet niyetiyle ve Yüce Allah'a yaklaşmak kasdıyla bir müslüman için evlenmeyi terketmek sözkonusu değildir. Çünkü Şanı Yüce Al­lah şu buyruğu ile bize evliliğin bir lütuf olduğunu bildirmektedir: "Sizin için nefislerinizden onlara sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve merhamet yarat­mış olduğu eşleri yaratmış olması da Onun (birliğine delil olan) ayetlerinden-dir." (Rûm, 30/21). Ayrıca Yüce Allah salih bir eş, iyi bir evlat vermek suretiyle bizleri sevindirmeyi nasib buyurması için kendisine dua etmemizi isteyerek şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydın­lığı olacak kimseler ver..." (Furkân, 25/74). Bir başka yerde de şöyle buyurmak­ladır: "Rabbimiz, bize dünyada bir iyilik ver." (Bakara, 2/201). Bu dünyadaki ^klerden birisi de salih bir hanımdır.

xü sahibi olmak arzusuyla şeriata uygun bir evlilik ile yine bu arzu ile Maşmak Yüce Allah'a bir yakınlıktır. Evlenmeye güç yetirmekle bir-N^ terketmek, hem fıtratın tabiatına, hem de şeriatın kanununa .ıullah (s.a.) sahih hadiste şöyle buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimsenin hanımına yaklaşması da bir sadakadır." Ashab: Ey Allah'ın Ra-sûlü bizden herhangi bir kimsenin arzusunu gerçekleştirmek için hanımına yaklaşıp bundan dolayı ecir alması nasıl sözkonusu olabilir? diye sorunca şöyle buyurur: "Söyleyin bana! Eğer onu haram yolla gerçekleştirmiş olsaydı bundan dolayı günah kazanmaz mıydı?"

Kitap Ehli'nden olan kadın -Mâlik'in görüşüne göre- ayhalinden dolayı gusletmeye mecbur edilir. İbnü'l-Kâsım'm ondan yaptığı rivayette de böyledir. Bu şekilde kocasının onunla ilişki kurması helâl olur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, iyice temizlendiler mi..." yani su ile guslettiler mi demektir. Bu buyrukta Yüce Allah müslüman olan bir kadını diğer kadınlardan ayrı mütalaa etmemiştir. Aynı zamanda bu: Kâfir de şeriatın fert hükümlerini yerine getirmekle mükelleftir, diyen Şâfiîler-le Hanbelîlerin görüşüne uygundur. Hanefiler ise, kâfir fer"! hükümlerle mükel­lef değildir, derler.

Ayhali olan kadının ayhali bittiğinde gusletme şekli cünubluktan guslet­mek gibidir. Hanefîlerle Mâlikîlerin görüşüne göre örülmüş saçlarını çözmekle yükümlü değildir. Çünkü Müslim Ümmi Seleme'den şöyle dediğini zikretmek­tedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, ben saçımın örgülerini bağlıyorum. Cünubluk­tan dolayı guslederken o saçlarımı çözeyim mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, başına üç defa su dökmen senin için yeterlidir. Sonra da bütün vücudu­na su dökersin ve sonunda temiz olursun."

Eğer su, çözülmedikçe saçların içine varmayacaksa Şâfiîlerle Hanbelîlerin görüşüne göre örgülerin çözülmesi icabeder. Çünkü Buhârî Hz. Âişe'den şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) ayhali olduğu bir sırada Hz. Aişe'ye şöyle buyurmuş: "Suyunu ve (hoş kokulu) sidr yaprağını al ve saçlarını tara." Tara­mak ise ancak örgülü olmayan bir saç hakkında sözkonusu olabilir. Hanbelîler ise örgülerin çözülmesini ayhali veya nifastan dolayı yıkanmaya has kabul ederler. Eğer su saç diplerine ulaşıyor ise, cünubluk halinde saçın çözülmesini vacib görmezler. Bu konuda da Ümmü Seleme'nin hadisini delil alırlar.

Yüce Allah'ın: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." buyruğu, temsilî bir ifâdedir. Yani tohum atmak istediğiniz arazinize nasıl hangi taraftan giri­yorsanız, hanımlarınıza da öylece varınız. Belli bir yönden onlara varmak sizin için mahzurlu değildir. Anlamı önceden de açıkladığımız gibi, hangi taraftan dilerseniz onlarla cima ediniz. Yeter ki yaklaştığınız yer aynı yer olsun.

Zemahşerî der ki: Yüce Allah'ın: "O bir ezadır, ay halinde kadınlardan uzak durun." "Allah'ın size emrettiği yerden..." buyrukları ile "O halde tarlanı­za dilediğiniz gibi varın." buyruğu, son derece latif kinayelerden, oldukça gü­zel tarîzli anlatımlardandır. Yüce Allah'ın bu ve benzeri buyruklarında güzel bir edeb örneği vardır. Müminler; bunları öğrenmek, bu edeblerle edeblenmek, karşılıklı konuşma ve yazışmalarında benzeri ifadeler kullanmak için kendile­rini zorlamakla yükümlüdürler." [119]

Yüce Allah'ın: "Bir de Allah'tan korkun" buyruğu bir sakındırmadır. "Ve bilin ki her halde O'nun huzuruna varacaksınız." buyruğu ise sakındırmada mübalağa ifade eden bir haberdir. Yani O, iyilik dolayısıyla da kötülük dolayı­sıyla da amellerinizin karşılığını verecektir. Müslim'in rivayetine göre İbni Ab-bâs şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ı hutbe irâd ederken şöyle dediğini işittim: "Muhakkak sizler Allah'ın huzuruna çıplak ayaklı, elbisesiz, yayan ve sünnetsiz olarak çıkacaksınız." Daha sonra Resulullah (s.a): "Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki her halde O'nun huzuruna varacaksınız." ayetini okudu. [120]

 

Allah Adına Yemin Etmek İle Lağv Yemini

 

224- Allah'ı yeminlerinizle iyilik etme­nize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

225- Allah yeminlerinizdeki lağivden  dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.

 

İ'râb:

 

"İyilik etmenize..." bu5nnığunda nasb, cer ve merfû' olma halleri söz konu­sudur.

Nasbolma haline göre anlam şu şekilde olur: İyilik yapmamak üzere Al­lah'ın adını yeminleriniz ile engel kılmayınız veya iyilik yapmayı istemediği­nizden dolayı Allah'ın adını engel kılmayınız. Ancak birinci takdir daha uygun­dur.

Ref halindeki takdire göre ifade şöyle olur: Halbuki iyilik yapmanız, takva sahibi olmanız, insanlar arasını düzeltmeniz bu işi terketmenizden daha uy­gundur.

Cer halinde ise bir harf-i cer takdir edilir (buna göre anlam da şöyle olur): Allah'ın adını yeminleriniz ile iyilik yapmanıza... engel kılmayın. [121]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yeminlerinizle..." iyilik, takva ve ıslâh kabilinden hakkında yemin ettiği­niz şeylerle "Allah'ı engel kılmayın". Yani Allah'ı iyiliğe engel yapmayın. Bu an­lam Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifine de uy­gun düşmektedir: "Her kim bir yeminde bulunur da başka bir durumu yemin et­tiğinden daha hayırlı olduğunu görürse daha hayırlı olanı yapsın ve yemininin kefaretini yerine getirsin." Bir diğer anlamı daha sözkonusudur: Allah'ın adı ile yemin etmeyi yeminlerinize hedef yapmayın. Yani Allah adına çokça yemin ede­rek rastgele kullanmayın. O takdirde: "İyilik etmenize" buyruğu, yasağın illeti olur. Yani iyilik yapmamaya veya iyilik yapmak isteğinize, takva sahibi olup insanlar arasında ıslah yapma isteğinize engel kılmayın, demek olur. Çünkü çokça yemin eden bir kimse Allah'a karşı cüretkâr davranır, O'nu gereğince ta­zim etmez ve böyle bir kişi iyilik yapan ve takva sahibi bir kimse olmaz, insan­lar da ona güven duymaz. Buna göre ayet-i kerime Allah adına çokça yemin et­meyi ve yeminlerde Allah adını çokça kullanmayı yasaklamaktadır.

"Allah" söylediklerinizi işiten "Semî'dir" durumlarınızı bilen "Alim'dir."

"Lağv", herhangi bir maksat ve niyet olmaksızın yapılan yemindir. Kişinin dilinden evet vAllahi, hayır vAllahi, öyledir vAllahi deyip yemin kasdı gütmek-sizin adeten bunları söylemesidir. Bu tür yeminler için kefaret sorumluluğu da yoktur günahı ve ceza sözkonusu değildir. Ebu Hanife'ye göre lağiv yemini, ki­şinin meydana geldiğini zannettiği şey hakkında yemin etmesi, sonra da bu­nun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır.

"Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." Yani kalp­lerinizin yemin kasdıyla yaptıklarını bozduğunuz takdirde sizi sorumlu tutar. Bu Yüce Allah'ın: Takat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden dolayı sizi so­rumlu tutar." (Mâide, 5/89) buyruğunu andırmaktadır.

"Allah" lağiv yemini dolayısıyla bağışlayıcı "Ğafûr'dur"; cezayı hak ede­nin cezasını geciktiren "Halîm'dir." [122]

 

Nüzul Sebebi

 

224. ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah'a infakta bulun­mamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur. Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin et­mesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun hakkında nazil olmuştur.

el-Kelbî der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b. en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. [123]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede Allah'tan korkmayı emretmek­te, O'na karşı gelmekten sakındırmaktadır. Burada da sakınılması ve uzak du­rulması gereken şeylerden birisi olarak da Allah adının iyiliğe ve takvaya en­gel kılınması olduğuna dikkat çekmektedir.

İlim adamları şunu da söylemişlerdir: Yüce Allah infâkı, yetimlerle, ka­dınlarla güzel geçinip güzel bir şekilde beraberliği sürdürmeyi emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: Bizler şu işi yapmamak üzere yemin ettik diye gerek­çeler ileri sürerek, faziletli herhangi bir işten uzak durmayınız. [124]

 

Açıklaması

 

Ayetin iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözet­me, sadaka verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır tü­ründen herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılma­sına engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiple­rinin rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görür­sen hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i ke­rime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.

İkinci anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi is­temeniz dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşür­mek ve Allah'a karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yemin­den uzak durmaktır; yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O tak­dirde ayet-i kerime yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üze­re Allah adına çokça yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kul­lanılmasını yasaklamış olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çok­ça yemin eden aşağılık hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).

Bu, uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkında­dır. Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedir­mek yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu so­rumlu tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde ce­zalandırmakla olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.

Lağiv yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın ,cezalandırılmanm ve kefaretin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek şeylerle onları mükellef tutmaz.

Şâfiîlere göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksı­zın dökülüveren sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib ol­maması demektir.

İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meyda­na geldiğini zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadı­ğının ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek sözkonusu değildir. Yani böyle bir yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifade­ler hakkında ise kefaret icabeder. [125]

Zahir olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmakta­dır: Birisi kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildi­ğine göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır, el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ) de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat olarak gözet­mediği sözler esnasında sözkonusu olur.[126]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın tazim edilmesi Şer'an farzdır. Çokça yemin edip bu yeminlerde durmamak ise Allah'ı tazim farziyetine aykırı olup Yüce Allah'ın hakkına ol­dukça az riâyetin ifadesidir. O bakımdan hak, batıl, yalan, doğru her şeyde ge­lişigüzel yemin etmek uygun değildir.

Mümin Yüce Allah'ı tazim kasdıyla yemin edecek olursa ve üzerinde ye­min ettiği şey bir hayır iş ise, yaptığı bu yemin üzerinde yemin ettiği hayrı işle­mekten onu engellemesin. Bu durumda o kişinin yeminin keffâretini ödemesi gerekir. Bu, sadaka, iyilik, akrabalığı gözetmek veya insanlar arasını düzelt­mek kabilinden olan hayırlı işlere duyulan sevgi dolayısıyla Yüce Allah'ın şeri-atındaki bir çeşit hoşgörü ve bir kolaylıktır.

Yüce Allah insanlara lütufta bulunduğu, insanlara zorluklan kolaylaştır­dığı, ağır hükümlerle onları mükellef tutmadığı ve üzerlerindeki zorluklan de­fedip önlediği gibi, lağiv yemininden dolayı sorumluluğu, günahı ve keffâreti de kaldırmıştır. Çünkü O Ğafûr'dur, Halîm'dir, Rauf dur, Kerîm'dir. [127]

 

Îlâ'nın Hükmü

 

226-  Hanımları hakkında îlâ yapanlar için dört ay beklemek vardır. Şayet dö­nerlerse şüphesiz Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir.

227-  Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semî'dir, Alîm'dir.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz Allah Semî'dir, Alîm'dir." Burada haber, zahirî anlamından zi­yade tehdit ifade etmektedir. [128]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hanımları hakkında îlâ yapanlar" yemin eden veya kasemde bulunan­lar, demektir. İlâ, erkeğin dört ay ve daha fazla bir süre hanımına yaklaşma­maya yemin etmesidir. Buyruğun takdiri ifadesi şöyledir: Hanımlarından uzak durmak üzere yemin eden kimseler (için dört ay beklemek vardır).

"Şayet" yeminde ısrar etmeyip hanımlarına geri "dönerlerse, şüphesiz Al­lah" hanımlarına zarar vermek kasdı ile yaptıkları yeminleri dolayısıyla onla­rın günahlarını örten "Gafûr'dur" ve onları esirgeyen "Rahîm'dir."

"Eğer boşamaya karar verirlerse" yani boşamayı gerçekleştirir ve kadınla­rından yararlanmaya dönmeme kararını verirlerse; "şüphesiz Allah" onların sözlerini işiten "Semî'dir", kararlarını çok iyi bilen "Alîm'dir." Yani artık dört aylık süreyi bekledikten sonra ya hanımlarına dönmeleri sözkonusudur veya onları boşamaları. [129]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas dedi ki: Cahiliye dönemi insanlarını îlâsı bir yıl, iki yıl ve bun­dan daha fazla süre idi. Allah bunun süresini dört ay olarak belirledi. Her kim dört aydan daha aşağı îlâ yaparsa onun bu yaptığı îlâ, îlâ değildir. Saîd b. el-Müseyyeb de şöyle demektedir: îlâ cahiliye dönemi insanlarının birbirlerine za­rar verdiği yollardan birisiydi. Kişi kadını istemiyor, bununla birlikte o kadınla başkasının evlenmesini de arzu etmiyor ise, ona ebediyen yaklaşmamak üzere yemin eder ve onu bu şekilde dul ya da evli olmaksızın terkederdi. Yüce Allah bunun için, erkeğin kadın hakkındaki kanaatinin kendisi ile bilineceği süreyi dört ay olarak tespit etti ve şanı Yüce Allah: "Hanımları hakkında îlâ yapan­lar..." ayetini indirdi. [130]

Müslim de Sahih' inde Resulullah (s.a.)'m îlâ yaptığını ve bu şekilde ha­nım boşamış olduğunu zikretmektedir. Onun îlâ yapmasının sebebi, hanımları­nın kendisinden karşılayamıyacağı birtakım harcamalara yönelik istekleriydi.

İbni Mâce'nin sözkonusu ettiği bir başka sebebe göre Hz. Zeyneb, Hz. Pey­gamberin hediyesini geri çevirince, o da bundan kızmış ve hanımlarına îlâ yap­mış idi.

Ayet-i kerimenin kendisinden önceki ayet ile olan ilişkisi gayet açıktır. Çünkü bundan önce kadınlar ile ilgili ve yeminlere dair birtakım hükümler geçmiş bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime ise her iki hususa dair birtakım hü­kümleri bir arada zikretmektedir. [131]

 

Açıklaması

 

Hanımlarına yaklaşmamak üzere yemin edenler için Yüce Allah azami olarak dört aylık bir süre belirlemiştir. Bu (daha) uzun bir süre ile îlâ yapma­nın Yüce Allah'ın razı olmayacağı bir şey olduğuna işarettir. Çünkü bu şekilde bir îlâ ilişkileri koparmak ve anlaşmazlıkların devamını ifade eder. Ayrıca sü­reyi sınırlandırmakla Yüce Allah, bu yolla kadına zarar verilmesini, hakir dü­şürülmesini ve haklarının çiğnenmesini önlemek istemiştir.

Şayet söz ile değil de fiilen ^ kendisinden uzak durmak üzere ettikleri ye­minlerinden geri dönecek olurlarsa, şüphesiz Allah yeminlerini bozmalarından dolayı onlara mağfiret eder. Çünkü bu şekilde bir dönüş, bu tür yemin edenler hakkında bir tevbedir. Allah böylelerine de, onların dışındaki diğer müminlere de son derece merhametlidir. Geçmişte yaptıklarından dolayı onları sorumlu tutmaz. Çünkü onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

"Dört ay beklemek vardır." buyruğunun anlamı şudur: Yani koca yemin et­tiği aydan itibaren dört ay süre beklenir. Sonra ondan ya hanımına geri dön­mesi ya da hanımını boşaması istenir. Bundan dolayı Yüce Allah: "Şayet döner­lerse" diye buyurmaktadır. Eğer hanımlarını boşamayı kararlaştırır ve hanım­larına dönmez iseler, şüphesiz Allah onların yaptıkları îlâyı da verdikleri talâkı da çok iyi işitendir, niyetlerini çok iyi bilendir. Helal veya haram, yaptıklarını çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarında O'nun gözetimi altında olduklarını bilsinler. Eğer kadınlara eziyet ve zarar vermek istiyor iseler, onları cezalandı­racak olan O'dur. Şayet kadınlarını Allah'ın sınırlarına riâyet etmek için zorla­mak gibi şer*î bir mazeretleri varsa, şüphesiz ki Allah da onlara mağfiret eder.

Özetle hüküm şöyledir: Hanımına yaklaşmayı terk etmek üzere yemin edip bu terkini dört ay süre ile sürdüren bir kimse ya hanımına geri dönerek yeminini bozmuş olacak ve bunun keffâfetini ödeyecektir ya da hanımını boşa­yacaktır. Şayet boşamak istemezse onun yerine hâkim hanımını ondan boşar. Yani bu durumda olan erkek, iki işten birisini yapmakta munhayyerdir; hanı­mına dönmek veya hanımını boşamak. Hanımına dönmek boşamaktan daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah dönüşün karşılığında mağfiret ve rahmetini zik­retmekte, talak halinde ise Allah'ın onların sözlerini muhakkak işitiğini, niyet ve fiillerini de çok iyi bildiğini belirterek tehdit etmektedir.

2- Hanefîlerin dışında kalan Cumhura göre yemini ortadan kaldıran fey' fiilden yapılan dö­nüştür, sözle yapılan fey* îlâyı kaldırmaz. [132]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın: "Hanımları hakkında îlâ yapanlar" buyruğu İlânın hanım­lara has olduğunun delilidir. Talâk kimin için bağlayıcı olur ise, îlâ da aynı kimseler için bağlayıcıdır. Hür, köle ve sarhoş her birisi için yaptıkları bağlayı­cı hüküm ifade eder. Aynı şekilde sefih ve velayet altında bulunan kimse deli olmayıp baliğ olduğu takdirde de ilâları bağlayıcıdır. Erkeklik organı kesilmek-sizin hayaları burulmuş, güç ve iktidar sahibi yaşlı ihtiyar da aynı durumda­dır. Erkeklik organı kesilmiş olan kimse hakkında Şâfî'nin iki görüşü vardır: Bir görüşe göre böyle bir kimsenin îlâ yapma hakkı yoktur, bir diğer görüşe gö­re ise îlâsı sahihtir. Ancak birinci görüş daha sahihtir.

Kendisinden maksadı açıklar bir yazı veya anlaşılır bir ifade ile olması ha­linde dilsizin îlâsı da sahihtir. Arap olmayanın îlâsı kendi dilinde, Arab olanın gibi gerçekleşir.

İlim adamları îlâda kullanılan yeminin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler.

Şafiî yeni mezhebinde der ki: İlâ ancak Yüce Allah adına yemin ile meyda­na gelir. Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin veya sussun."

Hanefîlerle Mâlikîler ise derler ki: İlâ yemin ile veya talâk yahut itâk üze­re yemin edip ilişki kurmayı terketmek üzere yemin yahut mal ve onu tasad-duk etmek, veya hac yapmayı adamak veya zihâr ile olur. Çünkü İbni Abbas şöyle demiştir: "Hanımı ile cimaa engel olan her bir yemin, bir îlâdır." Allah adına veya sıfatlarından herhangi bir sıfata yemin edip de; Allah adına kasem ederim, yahut Allah adıyla şahidlik ederim veya Allah'ın ahdi, kefaleti, mîsâkı ve zimmeti üzere yemin olsun... diyecek olursa, îlâ ittifakla onun için lâzım (bağlayıcı) olur. Mâlikîler şunu da eklerler: îlâda yemin şart değildir. Erkek özürsüz olarak sırf zarar vermek kasdıyla hanımı ile ilişki kurmaktan uzak ka­lır ve yemin etmezse dahi, zarar gerçekleşeceğinden îlâ yapmış olur.

Meşhur rivayete göre Hanbelîler derler ki: Talâk ve itâk ile yemin etmekle îlâ olmaz. Bunun delili ise Ubeyy ve İbni Abbas'm: "Hanımları hakkında îlâ ya­panlar" yerine "hanımları hakkında yemin edenler" şeklindeki kıraatleridir.

Şayet Allah adına, ilişki kurmamak üzere yemin eder ama inşaallah (= Eğer Allah dilemişse) diyerek istisnada bulunursa, Mâlikîlere ve değişik böl­gelerin fukahâsınca daha sahih kabul edilen görüşe göre, o îlâ yapmış olmaz.

Çünkü istisna yemini çözer ve yemin eden kimseyi yemin etmemiş gibi yapar.

Yine Peygamber, melekler veya KaTîe adına hanımıyla ilişki kurmamak üzere yemin etse yahut onunla ilişki kuracak olursam Yahudi olayım, Hristi-yan ya da zinakâr olayım diyecek olsa, yine Mâlik ve başkalarının görüşüne gö­re de îlâ yapmış olmaz.

Yemin edenin ettiği takdirde îlâ yapmış olacağı kabul edilen yeminin nite­liği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.

Bir grup (Hz. Ali, İbni Abbâs ve ez-Zührî) şöyle der: Kişi, kadına zarar ver­mek maksadı güderek ilişki kurmayı terketmek üzere yemin ettiği takdirde îlâ gerçekleşir. Zarar vermemek kasdı ile yemin ettiği takdirde ise îlâ yapmış ol­maz. Çünkü Yüce Allah îlâ süresini erkeğin kötü geçimi ve zarar vermesinden bir çıkış olarak tespit etmiştir. Şayet zarar verme kasdını gütmeyip ancak sa­lâh ve hayır kasdı ile bunu yapmış ise, îlâ yapmış olmaz. Çünkü -kadının koca­nın kötülüğünden kurtulabilmesi için- sürenin smırlandınlmasmın bir anlamı yoktur.

Başkaları ise der ki: Erkek ister eşine zarar vermek kasdı ile ilişki kurma­yı terketmek üzere, ister bir maslahat dolayısıyla bu yemini yapmış olsun, îlâ gerçekleşir.

Kimisi de şöyle demiştir: îlâ yemini yalnızca ilişki kurmayı terketmeye ye­min etmeye münhasır değildir. Aksine başka şey üzerine yemin ile de olur. Me­selâ, mutlaka ona buğzetmek, ona kötülük yapmak, onu kendisine haram kıl­mak veya onu düşman bilmek üzere yemin etmesi de, -bütün bu tür yeminler-birer îlâdır.

Fukahâ böyle bir yemin edenin eşine dönüşü (fey1) hususunda farklı görüş­lere sahiptirler:

Cumhur der ki: Dönüş, yemin ile kendisinden uzak durduğu kadınla birlik­te olmasıdır. Bunun dışında onun için dönüş yolu yoktur. Şayet hastalık veya yolculuk gibi bir mazeret sözkonusu ise ve îlâ süresi ilişki kurmaksızın biterse, bir kesimin görüşüne göre hanımı ondan bâin talâkla boş olur. Aralarında Mâli-kîlerin de bulunduğu çoğunluk ise, böyle bir durumda bain talakm vaki olmadı­ğını söyler. Dönüş yapması sahihtir ve îlâ yaptığı kadın onun hanımıdır, derler.

Hanefîler de şöyle derler: Fey" (dönüş) ya fiilen olur ya da kadının fercinde cima ile olur ya da -Sana fey' yaptım yahut sana döndüm veya buna benzer sözler söylemek gibi- sözle yapılır.

îlâda dönüşü terkten sonra talâka gelince; bunda da görüş ayrılığı vardır:

Hanefîler der ki: Sürenin bitiminden önce fey' olur. Eğer dört ay fey" yap­maksızın biterse bâin talâk vâki olur.

Cumhur da der ki: Sadece sürenin geçmesi ile talâk vaki olmaz. Kadının durumu hakime götürmesi lazımdır. Bu durumda kocası ya ona döner veya onu boşar. Yani talâk kocanın boşamasıyla veya kadın durumu hakime götürdüğü takdirde, hakimin boşamasıyla vâki olur.

Bu görüş ayrılığının menşei alimlerin Yüce Allah'ın: "Şayet dönerlerse şüp­hesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Al­lah Semî'dir, Alîm'dir" buyruğunun te'vili hakkındaki farklı görüşlere sahip ol­malarıdır. Hanefîlerin görüşüne göre eğer kocalar bu süre zarfında eşlerine dö­necek olurlarsa, muhakkak ki Allah hanımlarına zarar vermek üzere yemin et­me cüretini göstermelerini mağfiret eder. Zira O Rahîmdir. Eğer bu aylar zar­fında dönmeyecek olup yeminlerini sürdürecek olurlarsa, bu da onların boşa­mayı azmettiklerinin ifadesidir ve Şeriatın hükmü gereğince talâk vâki olur. Buna göre: "Eğer boşamaya karar verirlerse" buyruğunun anlamı hanımlarına dönüşü terketmek suretiyle boşamaya karar verirlerse şeklinde olur. Hanefîler, îlâ süresini iddetin süresine benzetmişlerdir. Kendileri hakkında îlâ yapılan hanımları ric'î talâk ile boşanmış kadına, bu talâkı da ric'î talâka benzetmişler­dir. Câhiliye döneminde de îlâ bir talâk idi. Şeriat bunu talâk olarak kabul et­mekle birlikte, süresini de -iddete göre- artırmıştır.

Cumhura göre ise bu buyruğun anlamı şudur: îlâ yemini yapan kimseler için dört ay süre beklemek sözkonusudur. Eğer sürenin bitiminden sonra eşle­rine dönecek olurlarsa, muhakkak Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Şayet talâk ver­meyi kastederlerse, muhakkak Allah onların talâk verdiklerini işiten Semî', hayır veya şer, onlardan sadır olan her şeyi çok iyi bilen Alîm'dir ve ona göre onlara karşılık verir. Cumhur îlâ süresini, unne (cinsî iktidarsızlık) halinde öngörülen süreye benzetmişlerdir. Çünkü îlâ hanıma bir zarardır. Kocanın bu zararı ortadan kaldırması lazımdır, aksi takdirde kişinin hanımıyla ilişki kur­masında onun aleyhinde sözkonusu bir durumda olduğu gibi, bu zararı Şer"iat ortadan kaldırır. İşte ayetin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü Yüce Al­lah'ın: "Eğer boşamaya karar verirlerse" buyruğu dört ay sürenin geçmesi ile -bu süreden sonra boşama gerçekleştirilmediği sürece- hanımın boş olmayacağı­nın delilidir. [133]

îlânın bağlayıcı oluşu hususunda kendisiyle zifafa girilmiş kadın ile zifafa girilmemiş kadın arasında bir fark yoktur.

Cumhura göre ilâ yapan kimsenin müslüman olması şart değildir. Müslü­man olan bir kimsenin de kâfir olan kimsenin de îlâ yapması sahihtir. Fakat Hanefîlere göre kafir olana yeminini bozduğundan dolayı keffâret gerekmez. Şafiî ve Hanbelîlerin görüşüne göre ise keffâret gerekir; Şâfiîler îlâ yapanın müslüman olması şartını koşmuşlardır. Buna göre zimmi olan bir kimsenin zi-hârı ve talâkı sahih olmadığı gibi; îlâsı da sahih olmaz. Çünkü Mâlikîlere göre müşrik kimselerin nikahlan sahih değildir. Şu kadar var ki, onların hanımla­rından faydalanma hususunda hak sahibi olma şüpheleri vardır. Ayrıca onlar serî hükümlerle mükellef değildirler ki; yeminlerin keffâretlerini yerine getir­mek zorunda kalsınlar. Şayet îlâ hakkında hüküm vermek ile ilgili bizim mahkemelerimize gelecek olurlarsa, İslâm hakiminin aralarında hükmetmesi ge­rekmez. Kendi hakimlerine giderler. Şayet bu şikayet aralarında vukubulan bir haksızlıktan şikâyet gibi olursa, İslâmın hükmü ne ise onunla hükmolunur. Tıpkı müslüman bir kimsenin yemin olmaksızın zarar vermek kasdıyla hanımı ile ilişkiyi terketmesi halinde olduğu gibi.

Dört mezhep imamı, îlâ yaparak yemin eden kimsenin, hanımına cima yapmak suretiyle döndüğü takdirde, yemininin keffâretini yerine getirmesinin vacib olduğunu ittifakla belirtmişlerdir.

İlim adamları îlâda yemini bozmadan önce keffâreti yerine getirmenin meşru' olduğu üzerinde icmâ' etmekle birlikte yeminler meselesinde farklı gö­rüşlere sahiptirler. Ebû Hanife'nin görüşüne göre îlâda keffâretin, yeminin bo­zulmasından önce yerine getirilmesi caiz değildir.

îlâ yapana dört ay süre ile mühlet verilmesi ile ilgili olarak fakîhler ve başkaları Malik b. Enes (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Muvattâ' da Abdullah b. Dinar'dan yaptığı şu rivayeti kaydederler: Abdullah b. Dînâr der ki: Ömer b. el-Hattab geceleyin dışarı çıktı, bir kadının şu beyitleri okuduğunu işitti:

Uzadı bu gece ve her taraf karardı. / Uykum gelmiyor, / Kendisiyle oynaşa­cağım arkadaşım yok diye. / Allah'a yemin ederim beni gören Allah'ın korkusu olmasaydı / Karyolanın her bir tarafı kıpırdar dururdu.

Bunun üzerine Hz. Ömer kızı Hz. Hafsa'ya; bir kadın kocasız azami ne ka­dar süreyle kalabilir diye sorunca Hz. Hafsa: Altı veya dört ay, diye cevap verir. Hz. Ömer bunun üzerine şöyle der: Hiç bir askeri bundan daha fazla bir süre (sınırda, seferde) bırakmayacağım. [134]

 

Boşanmış Kadının İddeti Ve Kadınların Hakları

 

228- Boşanan kadınlar kendiliklerin­den üç kur' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler ise­ler, Allah'ın kendi rahimlerinde yarat­tığını gizlemeleri onlara helal değildir. Eğer barışmak isterlerse kocaları onla­rı geri almaya daha çok hak sahibidir­ler. Kadınların üzerlerindeki haklar gibi ma'rûf bir şekilde hakları da var­dır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri vardır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

İ'râb:

 

"... beklerler" emir anlamında bir haberdir. Yani beklemelidirler. Bu an­lam anlaşıldığından dolayı haberin bu şekilde gelmesi mümkündür, "kendilik­lerinden" ifadesinin kullanılması onları beklemeye teşvik etmek ve bu konuda­ki arzularını artırmak içindir. Çünkü kadınlar nefis itibariyle erkekleri arzu­larlar. Bu buyrukla nefislerine karşı durup nefislerini beklemeye mecbur et­mekle emrolunmuşlardır. (el-Keşşâf, I, 277).

"Kadınların üzerlerindeki haklar gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır," buyruğunun takdiri şöyledir: Onlar üzerinde mâruf bir şekilde bulunan hakla­rın misli bir hak da, onların lehine vardır. Mâruftan kasıt ise, bu hususta Alla-hu Teâlâ'nın emrettiğidir. [135]

 

Belagat:

 

"... beklerler" açıkladığımız gibi, emir anlamında bir haberdir, beklesinler; demektir.

"Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler iseler" buyruğu bu em­ri yerine getirmeleri için bir teşvik vardır.

"Kadınların üzerlerinde haklar gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır." Bu buyrukta îcâz vardır ki, anlamı şudur: Erkeklerin lehine kadınların üzerin­deki hakların bir benzeri de erkeklerin üzerinde kadınların lehine sözkonusu-dur. [136]

 

Kelime ve İbareler:

 

"üç kur' beklerler", buyruğunda kuru kelimesi kur kelimesinin çoğuludur. Arapça'da bu kelime hem temizlik anlamına hem de ayhali anlamına hakikat anlamıyla kullanılmaktadır. O bakımdan bu kelime zıt anlamlı lâfızlardandır. Kur' asıl itibarıyla toplanmak demektir. Temizliğe bu adın veriliş sebebi kanın bedende toplanmasıdır. Ayhaline bu adın veriliş sebebi ise, kanın rahimde top-lanmasıdır. Kur* bazan vakit hakkında da kullanılır. Belli bir vakitte gelmesi alışılmış bir şeyin o vakit gelmesi, yine belli bir vakitte geri dönmesi alışılmış bir şeyin geri dönmesi için de kullanılır. Ayhalinin belli bir vakitte gelişi, alışıl­mış olduğundan dolayı Araplar da ayhalinin geliş vaktine kur* adını vermişler­dir. Kur", Resulullah (s.a.)'m Fâtıma bint Ebî Hubeyş'e söylediği: "Kur" günle­rinde namazı bırak" buyruğunda ayhali anlamına kullanılmıştır. Bundan dola­yı Hanefîlerle Hanbelîler: Kur1 ile kastedilen ayhalidir demişlerdir. Mâlikîlerle Şâfiîler ise, onunla kastedilen temizliktir, demişlerdir.

Boşanmış kadınların iddeti kendileriyle gerdeğe girilmiş hür kadınlar için üç kur"dur. Öyle olmayanlar yani kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınlar için ise iddet sözkonusu değildir. Çünkü Yüce Allah: "Sizin için onlar aleyhine saya­cağınız bir iddet yoktur." (Ahzab, 33/49) buyurmaktadır. Kur" aynı şekilde ay-halinden kesilmemiş ve ayhali göremeyecek kadar küçük olmayanlara da has­tır. Çünkü bu türden kadınların iddeti üç aydır. Aynı şekilde üç kur" ile iddet bekleyeceklerin hamile olmamaları da gerekir. Zira hamile kadınların iddeti doğum yapmak ile biter. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kadınları­nız arasından ayhalinden kesilmiş olanlarla ve asla ayhali görmeyenlerin idde-tinde eğer şüphe ederseniz, onların iddetleri üç aydır. Hamile olanların iddetle-ri ise yüklerini bırakmalarıdır..." (Talâk, 65/4). Cariyelerin iddeti ise sünnet-i seniyye ile iki kur" olarak tespit edilmiştir.

"Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını" çocuk veya ay halini "gizlemele­ri onlara helâl değildir. Eğer" aralarında barış yapıp hanıma zarar vermek ar­zusu bulunmaksızın "barışmak isterlerse kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidir." Burada kasıt boşamış olan kocadır. Bununla aralarında yeni­den düzelmesine çalışmalarına teşvik vardır. Yoksa ric'atın yapılmasının caiz olması için ıslâhı istemeleri şart değildir. Bu durum da ric'î talâkta sözkonusu-dur.

"Kadınların üzerlerindeki hakları gibi mâruf bir şekilde erkeklerin üzerin­de hakları da vardır." Yani şer'an güzel geçinmek, zarar vermeyi terketmek ve buna benzer haklan vardır.

"Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri" hakta bir üstünlükleri "vardır." Kadınların erkeklere itaati gibi. Buna sebep ise erkeklerin verdikleri mehir ve harcamalarıdır.

"Allah" mülkünde asla yenilmez, mutlak galip "Azîz'dir." Yaratıkları için düzenlediği hükümlerinde hikmeti sonsuz "Hakim' dir." [137]

 

Nüzul Sebebi

 

Ebû Dâvûd ve İbni Ebî Hatim, Ensârdan olan Yezîd b. ez-Seken'in kızı Es-mâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) döneminde ko­cam beni boşadı. O sırada boşanan kadın için iddet sözkonusu değildi. Bunun üzerine Yüce Allah boşamak için iddet müddetini beyan buyurup "Boşanan ka­dınlar kendiliklerinden üç kur" beklerler" buyruğunu indirdi. [138]

 

Açıklaması

 

Ayhali gören ve kocaları tarafından boşanan hür kadınlar, boşandıktan sonra üç ayhali veya temizlik süresi beklesinler. Böylelikle rahminde çocuk olup olmadığı öğrenilmiş ve neseblerin karışması önlenmiş olur. Önceden de açıkladığımız gibi bu ayetin hükmü dışında kalan üç tür kadın vardır:

Bunların birincisi kendileriyle zifafa girilmeden boşanan kadınlardır. Bun­lar için iddet sözkonusu değildir. Diğer iki kısım ise, ayhali yaşma gelmeyen küçükler ile yaşlılıkları sebebiyle ayhalinden kesilmiş olanlardır. Bunların da iddeti üç aydır. Üçüncü tür ise hamile kadınlardır ki bunların da iddeti doğum yapmalarıdır. Buna göre bu ayet-i kerime ayhali olmaları mümkün olan ve kendileri ile gerdeğe girilmiş hamile olmayan kadınlar hakkında hastır.

Yüce Allah'ın "Kendiliklerinden üç kur' beklerler." buyruğu, kadınların id-detleri bitene kadar bu süreyi tamamlamak üzere sabredip beklemek üzere kendilerini zorlamakla yükümlü olduklarına işaret etmektedir. O bakımdan sakın nevalarının ve arzularının istikametinde gitmesinler. Zira iddetin çabu­cak bitmesini bir başka koca ile evlenmeyi arzulayabilirler. Bu ifade ile latif bir şekilde dikkatler çekilmektedir. Bu ifadede bir tazim ve bir tebcil vardır. Çün­kü bu konuda onlara sarih bir emir verilmemekte (işaret ile yetinilmekte)dir.

Bu bekleyişin hikmeti ise kadının rahminde (çocuktan yana) bir değişiklik olmadığının bilinmesi, böylelikle neseblerin karışmasının önlenmesidir. Bun­dan dolayı kadınların hamilelik veya ayhali türünden rahimlerinde bulunan herhangi bir şeyi gizlemeleri -iddet uzasa bile bir başka kocayla evlenmek üz-re- helâl değildir. Yine iddet içerisinde kaldıkları sürece nafakanın devam et­mesi kasdıyla ayhalini gizlemek suretiyle yalan söylemeleri de onlar için helâl değildir. Şimdilerde mahkemeler[139] iddetin azamî süresini -Mâliki mezhebinde olduğu gibi- bir kamerî yıl olarak kabul etmekte ve buna göre uygulama yap­maktadırlar.

Kadınlar eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eden mümin ka­dınlar iseler, böyle davranmalıdırlar. Çünkü Allah için hiç bir şey gizli değildir. O herkesi Kıyamet gününde sözleri ve amelleri dolayısıyla hesaba çekecektir. Bu durum kadının rahminde bulunanlar hususunda güvenilir olmasını gerek­tirir. Şayet kâmil imana sahip olmadığından dolayı güvenilir bir kimse olmazsa kendisini de başkasını da saptırır. Bu ifadeler* hakka muhalif yapacakları beyanlar dolayısıyla kadınlar için oldukça ağır bir tehdit ifade eder. Aynı zaman­da bu hususta onların söylediklerinin kabul edileceğini göstermektedir. Çünkü bu, ancak onlar tarafından bilinebilen bir husus olup çoğu zaman buna dair açık bir delil ortaya koymaya imkân yoktur. Bundan dolayı iş onlara bırakılmış ama çeşitli sebeplerle hakkın dışında haber vermemeleri için de onlara tehditte bulunulmuştur.

Talakın ric'î olması halinde, onların kocaları o kadınları evlilik yuvasına iddet süresi içerisinde geri döndürmeye daha bir hak sahibidirler. Bu, şeriatın önceki evlilik bağını devam etirmek hususundaki hırsından dolayıdır. Çünkü Allah nezdinde boşamadan daha çok buğzedilen bir helâl yoktur. Kadına düşen ise, kocasının ric'at talebine uygun karşılık vermektir. Ancak ric'atten maksa­dın her iki eş için de hayır olması şarttır. Eğer bundan kasıt intikam, zarar vermek, kadının bir başkası ile evlenmesini önlemek olduğu takdirde; kadına böyle bir zarar verdiği için Allah nezdinde günahkârdır.

Ric'at vesilesi ile Yüce Allah eşlerin her ikisine de hak ve görevlerini hatır­latmaktadır. Erkeğin eşi üzerinde birtakım haklan olduğu gibi onun üzerinde de kadının lehine birtakım haklar vardır.

Erkek ve kadın hak ve görevlerde birbirine eşittir. Çünkü her birisinin müşterek insanlık onuru, akıl, düşünme, arzu, duygu, his gibi eksiksiz bir ehli­yeti, soylu ve hür bir hayat sürme hakkı vardır. Bundan tek istisna, "kavâme" derecesidir. Yani ailenin ortak işlerini yürütmek ve ailenin menfaatlerini ifa et­mek, erkeğin başkanlığı altında yürütülür. Buna sebep ise Allah'ın kadına göre erkeğe vermiş olduğu geniş akıl, bilgi, hikmet, gelip geçen duygularla çabucak etkilenmeyen akıl-his dengesi üstünlüğüdür. Diğer taraftan mehir ödemek su­retiyle evliliğin oluşmaya başladığı andan itibaren mesken, giyecek, yiyecek sağlamak suretiyle malından ve kazancından harcama yapan da erkektir. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkekler kadınlar üzeri­ne yöneticilerdir. Çünkü Allah onların kimisini kimisine üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar." (Nisa, 4/34). Bu başkanlığın sebebi de şudur: Her insan topluluğu hatta şirketler bile sorumlu bir başkanın varlı­ğına ihtiyaç duyar. Bu başkan yükleri taşır, kâr ve zarardan öncelikle o sorum­ludur. Bu kurumun sorumluluğunu güvenlik, mutluluk ve huzurun kıyılarına ulaştıracak şekilde idare eder. Erkek de evin içinde, dışında bunu gerek öğrete­rek, gerek öğrenim imkânlarını sağlayarak gerçekleştirmeye çalışır. Eşine, genç kızma, halihazırda ve geleceğinde faydalı olacak bilgi ve becerileri öğren­mek imkânını vermek için çabalar.

Erkek çoğunlukla evin dışında omuzlarına yükletilmiş görevleri sırtlamak zorundadır. Kendisi gelir elde etmek ve aile hayatı için gerekli kazancı sağla­mak için çalışır. Kadın da buna karşılık çoğunlukla evin içerisinde erkeğin gö­revini tamamlayacak ağır sorumluluklarla dolup taşar. Kadın ahlâk ve fazilet üzre çocukları eğiten evin hanımıdır. Hayatın zorunlu ihtiyaçlarının elde edil­mesinde erkeğin yardımcısıdır. İşte Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali ile Hz. Fâtıma arasında verdiği hüküm de budur. Efendimiz, Hz. Fâtıma'yı evin içerisinde evi idare etmek ve onu yönetmekle görevlendirirken, Hz. Ali'yi evin dışında müca­dele vermek, rızkın yollarını araştırmakla, Allah yolunda hak uğrunda ve ci-had etmekle görevlendirmiştir.

İhtiyaç halinde kadının evin dışında çalışmasının bir engeli yoktur. Ancak din ve ahlâkın gereklerine riâyet etmesi, yabancı erkeklerle halvette bulunma­ması, Şer*an istenen tesettüre riâyet etmesi de vazgeçilmez şarttır. Çünkü -yüz ve elleri dışında- kadının her tarafı avrettir. Şu kadar var ki kadının vücudu­nun diğer bölgeleri gibi gözün bu yerlerden de sakınılması gerekir. [140]

Diğer taraftan kadının çalışması esnasında hür, onurlu olması, yumuşak ve edâh konuşmaması da şarttır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan tama eder. Mâruf söz söyle­yin ve evlerinizde oturun, kendinizi önceki câhiliyeninki gibi süsleyerek salınıp yürümeyin...." (Ahzâb, 33/32-33). Kadının çalışması için öngörülen şer"î şuurla­ra riâyet etmemek, toplumu pek çok fesat ve fitneye götürebilir.

Ayetin Yüce Allah'ın asla mağlup edilemeyen izzet ve kudretinin ve her şe­yin en uygun yere konmasındaki hikmetinin hatırlatılması ile sona ermesi ne kadar güzeldir! O yaratmasında, emri ve beyânında sonsuz hikmetler bulunan­dır. Hak ve görevleri bakımından kadını erkek gibi kabul etmek suretiyle kadı­na âdil davranması, O'nun izzet ve hikmetinin bir tecellisidir. Halbuki bundan önce kadın haysiyetli haklardan istifade edemeyen bir meta gibiydi. Erkeğe ai­le reisliği görevinin verilmesi hiç bir zaman kadını boyunduruğu altına almasına sebep teşkil etmesin. Onun sahip olduğu güç, kadına veya başkasına zulmetmeye itecek olur ise, Allah'ın kendisi üzerindeki kudretini hatırlasın. Erkek hikmetli bir şekilde aile reisliğini yürütsün. Omuzlarına bırakılmış so­rumluluğun ağırlığını yüklenebilsin. Bu konuda tam bir güven, emanet, cesa­ret örneği olsun. Şer"î herhangi bir hükümde gevşeklik göstermesin. Çünkü o bir çobandır. Ve her çoban güttüklerinden sorumludur. Gücü yettiği takdirde herhangi bir görevini yerine getirmekte kusurlu davranmasın. Aile içerisinde kimsenin de hakkını yemesin. Çünkü Yüce Allah ona her yaptığını soracaktır. Bu buyruklarda Yüce Allah'ın hükmüne aykırı hareket eden kimseler için bir tehdit vardır. [141]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime talâk ile ilgili birtakım hükümler ortaya koymaktadır.

 

İddetin Vücûbu:

 

İddet pek çok yararı dolayısıyla vâcibdir. Gebelikten yana kadının rahmi­nin temiz olduğunun bilinmesi, şeref ve haysiyetinin korunması, evlilik nimeti­ni korumak ve bu nimetin takdir edilmesini sağlamak, boşanmanın sonuçları üzerinde düşünmek, hayat üzerinde düşünmek gibi. İddet süresince erkek de kadın da hatalarını düzeltmeye çalışır ve bu güzel bir şekilde öncekinden daha iyi bir evlilik hayatına dönüş için onlara uygun bir fırsat verir, bunun sonucun­da da karşılıklı geçinme düzene girer, çocukların geleceği ve huzurlu ve mutlu bir yaşayış üzerinde dikkatle düşünülür.

İddet, İbni Ömer, Zeyd, Âişe (r. anhum)'nin, Medine'nin yedi fakihinin Mâ-likîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre üç temizlik süresidir. Çünkü kelime anlamıyla kur1 temizlikten ayhaline geçiştir. Ayhalinden temizliğe çıkış ise, kur* değildir. Çünkü temizlikden ayhaline geçiş, rahmin çocuktan yana temiz olduğunun göstergesi olup hamile olan bir kadın çoğunlukla ayhali olmaz. Ayhali olması kadının hamilelikten uzak olduğunu gösterir. Ayhalinden temizliğe intikal ise bunun zıddıdır. Çünkü ayhali olan bir kadının ayhali akabinde hamile kalması mümkündür. Hamilelik süresi devam edip çocuk güçlendiği takdirde de kanı kesilir.

Diğer taraftan müennes olarak gelen "üç" lafzı, sayılanın müennes değil, müzekker olduğunu göstermektedir ki, bu da ayhali değil temizliktir. Zira dilde sayı ile sayılan arasında müzekkerlik ve müenneslik bakımından farklı oluş bir zorunluluktur.

Ayrıca Yüce Allah: "Kadınları iddetleri vaktinde boşaym." (Talâk, 65/1) di­ye buyurmaktadır. İddetleri vaktinde boşamak temizlik halinde olan boşama­dır ki, sünnete uygun olan talâk da budur. Ayhali vaktinde yapılan boşama ise yasak kılınmış bid'î (bid'at) talâktır. O bakımdan iddet beklenen zamanının, te­mizlik zamanından başkası olması gerekir. İddet vaktinde boşamak temizlik vaktindeki boşama olduğuna göre, bu kur\ın intikâlden alınmış olduğunun de­lilidir. Buna göre ifadenin takdiri; onların iddetleri üç intikaldir anlamına ge­lir.

Ömer, Ali, İbni Mes'ûd (r. anhum) ile Hanefîlerin Ahmed'den gelen son ri­vayet gereğince yani iki rivayetten daha sahih olanında Hanbelîlerin görüşü ise, iddet üç ayhalidir. Çünkü cariyenin iddetinin ayhali ile hesaplanacağı hu­susunda ittifak vardır. Zira Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cariyenin ta­lâkı ikidir, iddeti de iki tane ayhalidir." Bu noktada hür olan kadın cariyeye kıyas edilir, ayrıca rahmin hamilelikten yana temiz olduğunu gösteren ayhali­dir, temizlik değildir. Bu görüş anlam bakımından tercihe değer görüştür.

Bu görüş ayrılığının sonucu, erkeğin hanımını temizlik halinde boşadığı takdirde ortaya çıkmaktadır. Birinci görüşe göre bu iddetten sayılır ve üçüncü ay halinin gelişi ile iddeti sona erer. İkinci görüşe göre ise bu iddetten sayılmaz ve üçüncü ayhali sona ermedikçe iddeti de sona ermez.

Her iki görüşe göre; rahminde hamilelik veya ayhalinden hangisinin oldu­ğu hususunda kadına güven sözkonusudur. Bu konuda onun sözü kabul edilir. Çünkü bu durum ondan başka kimse tarafından bilinmez. Ama Allah gerçeği gizlemelerini haram kılmıştır. Çünkü onun vereceği haber, ric'at hususunda er­keğin hakkı ve neseblerin karışmaması ile alâkalıdır. Eğer iddetinin sona erdi­ği iddiasında bulunacak olursa, erkeği ric'at hakkından mahrum etmiş olur.

Hamile olduğu halde iddetinin sona erdiği iddiasında bulunup bir başkası ile evlenecek olursa nesebler karışır.

Fukahâ kurlarla iddet bekleyen bir kadının iddetinin bitmesi ile ilgili sö­zünün doğru kabul edileceği asgari sürenin ne olduğu hususunda farklı görüş­lere sahiptirler:

Ebû Hanife'ye göre: Hür kadının sözünün doğru kabul edileceği asgarî sü­re altmış gündür. Böylelikle ayhali süresi gibi ortalama süre ile amel edilmiş olur ki, bu da beş gündür. Buna göre üç ayhali toplam onbeş gün eder. Temizlik süreleri ise -iddetin temizlikle başlaması şartıyla- 45 gün eder; böylelikle top­lam 60 gün eder. Mâlikîlere göre ise iddetin kurlarla (temizlik halleriyle) sona ereceği asgarî süre 30 gündür. Kocası hanımını ayın ilk gününde temiz olarak boşayıp sonra da ayhali görse ve tanyeri ağarmadan önce ay hali kesilirse idde-ti 30 günde biter. Çünkü onlara göre ayhalinin asgarî süresi bir gün veya bir günün bir bölümüdür. Şu şartla ki, kadınların: O kan ayhali kanıdır, demeleri gerekir. Bundan sonra kadın onbeş gün temiz olur, sonra da onaltmcı gece ay­hali olur ve yine tanyeri ağarmadan önce ayhali kesilir. Daha sonra ayın son gününün güneşinin batması akabinde ayhali olur ve tanyerinden önce ayhali kesilir. Böylelikle bu kadın üç defa temizlenmiş olur; birisi içinde iken kocası­nın kendisini boşadığı temizlik hali, sonra ikinci temizlik sonra üçüncü temiz­lik. Böylelikle ayın otuzuncu gününün tamamlanması ile iddeti de tamam olur.

Şâfiîlerin görüşüne göre ise iddetin sona erdiği asgari süre 32 gün ve iki lahzadır. Hiç bir şekilde bundan daha asgari süre kabul edilemez. Çünkü onla­ra göre bu süreden daha aşağısını düşünmek mümkün değildir. Kadın temizli­ğinden bir an (lahza) kalmış iken talakı verilir. Bu onlara göre bir kur"dur. Son­ra kadın -onlarca ayhalinin asgarî süresi olan- bir gün bir gece ayhali olur, son­ra temizliğin asgarî süresi olan onbeş gün temiz olur, bu ise ikinci bir kur" olur, sonra bir gün ve bir gece ayhali olur, arkasından onbeş gün temiz olur; bu ise üçüncü kur'dur, daha sonra bir daha ayhali olur. Bu son ayhali ise iddetten de­ğildir, aksine iddetinin sona erdiğinden kesin olarak emin olmak içindir. Bu­nunla 32 gün ve iki lahza tamam olur. Kurların -Hanefîlerin de söylediği gibi-ayhali kabul edilmeleri şartıyla, Hanefîlere göre iddetin asgarî süresi ise 29 gün ve bir lahzadır. Bu da şöyle olur: Kocası temizliğin son anında hanımını boşar. Bundan sonra birgün bir gece ayhali olur, daha sonra onüç gün temiz ka­lır. Sonra bir gün bir gece daha ayhali görür, sonra da onüç gün temiz kalır, sonra da bir gün bir gece ayhali olur. Daha sonra da ayhalinin kesildiğinin bi­linmesi için bir lahza temizlik beklenir.

Dikkat edilecek olursa makul olan ve çoğunlukla görülen Ebû Hanife'nin görüşüdür. Diğer görüşlerin ise vâki olmaları mümkün olmakla birlikte az rastlanılır. [142]

 

Ric'atin (Erkeğin İddet İçerisinde Hanımına Dönüşünün) Meşrûiyyeti:

 

Bunun anlamı, kadın iddeti içerisinde olduğu sürece erkeğin hanımını tek­rar nikâhına alması ve kadının evlilik haklarına önce olduğu gibi sahip olmasıdır. Erkeğe ric'atte bulunması teşvik edilmiştir (mendûb). Bu, talâkın hükümleri arasında yer alır. Çünkü ayet-i kerimede: "Eğer barışmak isterlerse kocaları on­ları geri almaya daha çok hak sahibidirler." Duyurulmaktadır. Ric'at, kadına za­rar vermek değil de onunla durumunu düzeltmek kasdı ile olmak şartıyla meş-rû'dur. Eğer kadına zarar vermek, iddetini uzatmak ve kadını askıda imiş gibi bırakmak isteği ile yaparsa, bu onun için haramdır ve onun için ric'atta bulun­mak hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah: "Sırf onlara zulmedebilmeniz için zararla­rına onları tutmayın." (Bakara, 2/231) diye buyurmuştur. Fakat böyle bir şey yapacak olursa ric'ati, yine de sahihtir. Çünkü biz onun böyle bir isteği olduğunu göremediğimizden zahiren onun gördüğümüz işlerine göre ona muamelede bulu­nuruz. Allah üç defa boşamayı, ric'at istememenin alâmeti kılmıştır. "Daha çok hak sahibidirler." buyruğu bekleme süresi içerisinde kocanın hakkının, kadının bizzat kendisi ile ilgili hakkından daha öncelikli olduğunu göstermektedir. Çün­kü kadın ancak iddetin sona ermesinden sonra evlilik yetkisini eline geçirebilir. Resulullah (s.a)'ın buyruğu ancak bu durumda gerçekleşir: "Dul kadın velisinden daha çok kendisi üzerinde (tasarruf) hakkına sahiptir." [143]

Akidsiz ve şahitsiz olarak ric'at yapma hakkı, iddet esnasında ric'î talâk ile boşanmış kadına münhasırdır. İddetin sona ermesinden sonra sözkonusu değildir. Ric'at esnasında şahit tutmayı yalnız Zahirîler öngörür. Diğer ilim adamlarına göre ise şahit tutmak, müstehab veya mendûbdur, Boşayan, şayet iddeti sona edinceye kadar, hanımına ric'at yapmayacak olur ise, kendisi hak­kında tasarruf hakkını eline geçirir ve ilk kocasına yabancı olur. O kadın ken­disine ancak yeniden talib olmak, veli ve şahit tutarak yeniden evlilik akdi yapmak sureti ile helâl olur. Bu konuda ilim adamlarının icmâı vardır.

İddet süresi içerisinde erkeğin neler ile ric'at yapabileceği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır:

Şâfiîler'e göre: İddet süresi içerisinde ric'at açık sözle yahut niyyetin bu­lunduğu kinaye lafızlarıyla olur. Meselâ, ric'at yapanın: Seninle evlendim, ya­hut seni nikahladım, demesi bu kabildendir. Sadece ilişki kurmak ile ric'at ger­çekleşmez.

Cumhûr'a göre: İddet süresi içerisinde ric'at, söz veya fiil ile gerçekleşir. Şehvetle öpmek, ilişki kurmak gibi, başbaşa kalmak (halvet) da bu fiiller ara­sındadır. Mâlikîler şunu da eklerler: Aynı zamanda niyet de buna kâfidir; Bu ise kişinin kendi kendisine: Ben ona ric'atte bulundum, demesi kabilindendir. Hanbelîler ise kinaye yoluyla ric'ati caiz kabul etmezler.

Bekleme süresi içerisinde ric'î talâk ile boşanmış kadının hükmü hakkın­da da fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Acaba böyle bir kadın zevce hükmünde midir, değil midir?

Hanefîlerle mezhebin zahir görüşünde Hanbelîler şöyle demektedirler: Böyle bir kadın zevce hükmündedir. Bekleme süresi boyunca ondan yararlanmak veya ona mübaşeret etmek (ten teması) haram olmaz. Evlilik hükümleri olduğu gibi geçerlidir ve bunlardan herhangi bir şey iptal olmuş değildir.

Mâlikîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ise böyle bir kadın zevce gibi değildir. Ric'at yapmadan önce ilişki kurmak veya başka yolla ondan faydalanmak ha­ramdır. Şehvetsiz olsa dahi bakmak bile öyledir. Çünkü böyle bir ayrılık "bâin" ayrılık gibidir. Diğer taraftan nikâh faydalanmayı mubah kılar, talâk ise fayda­lanmayı haram kılar. Çünkü talâk nikâhın zıddıdır.

Bu görüş ayrılığının kaynağı ayet-i kerimenin farklı anlaşılmasıdır. Şanı Yüce Allah hanımlarını boşamış olanları "kocalar" diye adlandırmıştır. Bu ise boşanmış hanımların "zevceler" olmasını gerektirir. Fakat diğer taraftan: "On­ları geri almaya daha çok hak sahibidirler" diye de buyurmaktadır. Bu ise on­ların zevce olmamalarını gerektirir. Çünkü "geri almak" ancak ilişkinin koptu­ğu durum hakkında sözkonusu edilebilir.

Birinci görüşün sahipleri, ric'î talâk ile boşanmış kadının zevce olduğu gö­rüşündedirler. Talâkın etkisi ise boşama hakkının eksilmesidir. Evlilik hüküm­leri her ne kadar sürüyor ise de, kadın iddeti içerisinde kaldığı sürece iddetin sona ermesiyle bu evliliğin bitmesi yolunda ilerlemektedir. Bu görüşte olanlar Yüce Allah'ın: "Onları geri almaya daha çok hak sahibidirler." buyruğunu tevil ederek şöyle derler: Bu kadınlar öyle bir yolda gitmektedirler ki, şayet sonuna kadar ulaşırlarsa, zevce olmanın dışına çıkarlar. Ric'atte bulunmak ise, bu yol­larında devam etmelerini önleyip geri döndürmektir.

İkinci görüşün sahipleri ise; Yüce Allah'ın: "Kocaları" buyruğunu geçmiş ile ilgili olarak tevil ederler. Allah burada onlara önceki durumu itibara alarak "kocaları" diye adlandırmıştır. "Onları geri almaya daha çok hak sahibidirler" buyruğunun anlamı ise, tekrar onları zevceliğe geri döndürmektir. Hak görü­şün bu olduğu kanaatindeyim. Aksi takdirde talâkın zevceyi haram kılmakta bir etkisi olmaz.

Her iki kesim de ittifakla şunu kabul ederler: O kişi hanımına ric'at yap­madan, onunla birlikte yolculuğa çıkamaz. Birinci kesimin görüşüne göre ka­dın kocasına karşı süslenebilir, koku sürünebilir, süs takınabilir ve ona görüne­bilir. İkinci görüşe göre ise bunları yapamaz. Koca boşadığı kadın ile halvette bulunmak hakkına sahip değildir, izin almadıkça onun bulunduğu yere gire­mez. Elbiseleri üzerinde olmadıkça ona bakamaz, saçlarını göremez. Eğer baş­kaları var ise onunla birlikte yemek yemesinde bir mahzur yoktur. Aynı evde onunla birlikte yalnız olarak geceleyemez.

İlim adamlarına göre hanımını boşayan kimse iddetin sona ermesinden sonra; ben iddet süresi içerisinde sana ric'at yapmıştım, der kadın da böyle bir şeyi reddedecek olursa, -yemin etmesi şartıyla- kadının sözü kabul edilir ve bu durumda erkeğin kadına ric'at yapmak hakkı yoktur. [144]

 

Karı Kocanın Hakları:

 

"Üzerlerindeki haklar gibi maruf bir şekilde hakları da vardır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri vardır." İslam'da evlilik akdi, bir kölelik veya kadının erkeğin mülkiyetine verilmesi türünden bir akid değildir. Bu, her iki eşin de kamu maslahatına uygun olarak ortak ve eşit birtakım hakları ön­gören bir akiddir. Bu akid gereği kadının lehine erkek üzerinde birtakım hak­lan vâcib olduğu gibi, kadın üzerinde de erkek lehine birtakım haklar vâcib olur. Bu vecîz ifadede üç ayrı hüküm vardır.

a) Kadınlar erkekler üzerinde, erkeklerin kadın üzerindeki hakların aynı­sına sahiptir. Güzel arkadaşlık, mâruf bir şekilde geçinmek, zarar vermemek, her ikisinin de ahiret ile ilgili hususlarda Allah'tan korkmaları ve hanımın ko­casına itaat etmesi, birinin diğeri için süslenmesi. İbni Abbâs der ki: "Hanımım benim için süslendiği gibi ben de hanımım için süslenirim..." [145] Erkeklerin süs­lenmesi ise, kendilerine yakışan temizlik, güzel kıyafet ve elbise ile koku sü-TuiflneİR., Wa Çakmak \6 gençtik, orta ^aşhMs. \% ^aşbhk AöTieîûteröift \^graı diğer şekillerde olur. Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Rabbim bana sakalımı uzatmamı, bıyıklarımı da kısaltmamı emretmiştir."

b) İhtiyaca uygun olarak eşlerden her birisinin diğerinin iffetini korumayı gözetmesi. Böylelikle her birisi başkasına bakmak ihtiyacından kurtulabilir. Bunun için uygun zaman araştırılmalıdır. Onlardan birisi ötekinin hakkını ye­rine getirmekten yana kendisinde bir acizlik olduğunu farkettiği takdirde, ge­reken şekilde tedavi olması gerekir.

c) Erkeklerin kadınlara göre bir dereceleri (yani mevki) üstünlüğü vardır. Bu ise evde kavâmet, velayet, aile işlerini yürütmek (reislik) derecesidir. "Er­kekler kadınlar üzerine hakimdir. Çünkü Allah kimisini kimisinden üstün kıl­mıştır. Bir de mallarından harcamaktadırlar."  (Nisa, 4/34). Yani üstün olup başkanlık derecesinin verilişini haklı kılan iki husus vardır:

- Erkeğin fazla tecrübesi, dengesi, aklî yapısının farklı oluşu, sorumluluk yüklenmeye hazırlıklı olacak şekilde yaratılmış olması,

-  Kadına mehir ödemek, kadının kifayet miktarı mesken, giyim, yiyecek, içecek, tedavi ve buna benzer masrafları yapmakla yükümlü tutulması.

Aslında bu derece üstünlüğü, açıkça anlaşıldığı gibi aynı zamanda bir yü­kümlülüktür. Kadınlar için bir teklif (yükümlülük) olmaktan ziyade erkekler için bir tekliftir. Bundan dolayı erkeğin kadın üzerindeki hakkı kadının erkek üzerindeki hakkından daha bir vâcibdir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben herhangi bir kimsenin herhangi birisine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim."

İbni Abbâs da der ki: "Derece farklılığı, erkeklerin güzel geçim için, mal ve ahlâk bakımından onların hanımlarına genişçe davranmaları için bir işarettir." Yani daha faziletli olanın ötekinin hatalarına katlanması, kendisini dizginle­mesi, problemlerin yahut karşılaşılan bunalımların çözümünde, tedavisinde si­nirlerine hakim olmasını gerekir. İbni Atıyye der ki: Bu, gerçekten güzel ve parlak bir görüştür.

Özetle; Evlilik iki kişi arasında bir ortaklıktır. Her ortağın ötekine hakla­rını vermesi ve üzerindeki ona karşı görevlerini mâruf ile yerine getirmesi la­zımdır. Nitekim Müslim'in Sahih' inde Hz. Câbir'den sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkın­da Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki sizler onları Allah'ın emaneti ile aldınız, Al­lah'ın adı ile onların namuslarını helâl gördünüz. Sizin onlar üzerindeki hak­kınız, hoşunuza gitmeyen bir kimseye yataklarınızı (namusunuzu) çiğnetmeme-leridir. Böyle bir şey yapacak olurlarsa onları iz bırakmayacak şekilde dövünüz, maruf bir şekilde onların yiyecek ve giyeceklerini karşılamanız da onlar için bir haktır."

Behz b. Hakîm'in, Muaviye b. Hayde el-Kuşeyrî'den, onun dedesinden, onun da babasından rivayetine göre dedesi şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, ha­nımımızın üzerimizdeki hakkı nedir? Şöyle buyurdu: "Yediğin vakit ona da ye­dirmen, giydiğin vakit ona da giydirmendir. Yüze vurma, ve çirkinsin deme ve evin dışında başka bir yerde ona darılma!"

Erkeklerin lehine olan dereceye gelince; bu da ahlâk, yaratılış, makam, emre itaat, maslahatları yerine getirmek, dünya ve ahirette fazilet gibi husus­lardaki üstünlüktür. [146]

 

Talak Sayısı Ve Talaka Bağlı Olan Hükümler

 

229- Talâk iki defadır: Ya iyilikle tut­mak veya güzellikle savmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını koruyamaya­caklarından korksunlar. Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyama­yacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir şeyle fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır, onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte on­lar zalimlerin ta kendileridir.

230-  Eğer onu boşarsa, ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Bununla beraber onu boşarsa, Allah'ın hükümlerini ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur. Bunlar bilen bir topluluk için Allah'ın açıkladığı sınırlarıdır.

 

Belagat:

 

'Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır." buyruğunda "tutmak" ile "salmak" arasında tıbâk vardır.

"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır." buyruğunda lafza-i celâl insan ruhunda heybet ve tazimi beslemek için açıktan zikredilmiştir.

"İşte onlar zalimlerin ta kendileridir." Burada sıfat belli bir mevsûfa hasr edilmiştir. Yasaktan sonra böyle bir tehdidin gelmesi, tehditte mübalağa ifade etsin diyedir. [147]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Talak iki defadır." Yani kendisinde ric'at yapılan boşama iki defadır.

"Ya iyilikle tutmak" yani ric'at yaptıktan sonra onları zarar vermeksizin tutmakla yükümlüsünüz. Zarar yerine aranızı düzeltmek ve güzel geçinmek vazifenizdir. "veya güzellikle salmaktır." Yani ric'at yapmaksızın üçüncü talâkı vermek ve malî haklarını ödeyip ayrıldıktan sonra, ondan kötü bir şekilde söz etmemektir.

"İşte bunlar Allah'ın sınırları" hükümleri ve şeriatidir. "Onları aşmayın." Aşmaktan kasıt, söz veya davranış ile sınırı geçmektir.

"O halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur." Yani kendisini boşaması için kadının kocasına fidye olarak verdiği malı almakta ko­ca için bir günah ve bir vebal yoktur; böyle bir fidyeyi vermek kadın için de ay­nı şekilde vebal değildir. [148]

 

Nüzul Sebebi

 

Câhiliye dönemi Araplarmda boşamanın sınırı, sayısı yoktu. Erkek önce karısını boşar, sonra tekrar ona döner ve durum düzelirdi. Şayet hanımına za­rar vermeyi kastederse, iddet bitmeden önce ric'at yapar, sonra bir daha yeni­den onu boşardı. Kızgınlığı dininceye kadar ardı arkasına bunu tekrarlardı. İs­lâm bu sapıklığı düzeltmek ve zararı önlemek üzere tedbir aldı.

229. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî, Hâkim ve başkaları Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek karısını istediği kadar boşar­dı. İddet içerisinde iken ona döndü mü o kadın tekrar karısı olurdu. İsterse yüz defa ve daha fazla boşamış olsun. Nihayet erkeğin birisi hanımına: Allah'ın ye­min ederim, seni benden bâin olacak şekilde boşamam, bununla birlikte ebe-diyyen de seni barındırmam. Kadın: Peki bu nasıl olacak? deyince şöyle dedi: Sana talâk vereceğim. İddetinin bitmesi yaklaştı mı da sana döneceğim." dedi. Kadın gitti ve Resulullah (s.a)'a durumu bildirdi. Hz. Peygamber de şu ayet na­zil oluncaya kadar sustu: "Talâk iki defadır. Ya iyilikle tutmak ve güzellikle sal­maktır..."

Yüce Allah'ın: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için he­lâl olmaz..." buyruğu ile ilgili olarak da Ebû Dâvûd, en-Nâsih ve'l-Mensûh' da İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek hanımından ona ver­miş olduğu şeyleri (mehri) de başkasını da yerdi ve bundan dolayı üzerinde herhangi bir vebal olduğunu da sanmazdı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz." buyruğunu indirdi.

Yüce Allah'ın: "Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacakla­rından korkarsanız..." buyruğu ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime, Sabit b. Kays ile Habîbe hakkında nazil olmuştur. Habîbe onu Resulullah (s.a)'a şikayet edince, Resulullah (s.a.) da ona:

Peki bahçesini ona geri verecek misin? deyince hanımı: Evet, dedi. Bunun üzerine kocasını çağırtıp durumu ona anlattı. Kocası: "Peki bu şekilde yapsam (bahçem) bana helâl olur mu?" deyince Resulullah (s.a): "Evet" dedi. Sabit de "O halde kabul ediyorum" dedi. Bunun üzerine: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korksunlar. Eğer siz de onların Allah'ın sınırları­nı koruyamayacaklarından korkar sanız..." ayeti nazil oldu.

Buhari, İbni Mâceh ve Nesâî de İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Ab­dullah b. Ubeyy b. Selûl'ün kızkardeşi Sabit b. Kays'ın hanımı olan Cemîle, Resulullah (s.a.)'a gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü dedi, ben Sabit b. Kays'ın ahlâkını ve dindarlığını herhangi bir şekilde tenkid etmiyorum. Fakat ona olan nefre­timden dolayı ona tahammül edemiyorum. Bununla birlikte İslâm'da küfre gir­mekten (kocamın bana olan iyiliklerine karşılık nankörlük etmekten) de kor­kuyorum, dedi." Hz. Peygamber ona: "(Mehir olarak sana vermiş olduğu) bah­çesini ona geri verir misin" deyince; evet, dedi. Hz. Peygamber de kocasına: "Bahçeyi kabul et ve onu bir talâk ile boşa" diye buyurdu.

230. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da İbnü'l-Münzir, Mukâ-til b. Hayyân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdurrah-mân b. Atîk'in kızı Âişe hakkında nazil olmuştur. Aişe, Rifâa b. Vehb b. Atîk'in nikâhı altında idi. Rifâa, Aişe ile amca çocuğu idi. Onu bâin bir talâk ile boşadı. Daha sonra Abdurrahman b. ez-Zübeyr el-Kurazî ile evlendi. O da onu boşayın-ca Peygamber (s.a)'in yanına vardı ve: Bana dokunmadan beni boşadı. İlk koca­ma geri döneyim mi? deyince; Hz. Peygamber: "Dokunmadıkça hayır" dedi. Onun hakkında: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanma-dıkça ona helâl olmaz." Başka koca da "Bununla beraber onu boşarsa" onunla cima' ettikten sonra boşarsa, "Allah'ın hükümlerini ayakta tutacaklarını zanne­derlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur." ayeti nazil oldu. [149]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın: "Kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidirler." (Bakara, 2/228) ayetini tahsis etmektedir. Çünkü bu ayet-i keri­me, kocanın eşine dönmesi (ricat) caiz olan boşama sayısı ile ric'atm sözkonusu olmadığı sayıyı beyân etmek üzere gelmiştir. Ayetin anlamı şudur: Kendisinde ric'atin sahih olduğu boşama sayısı iki defadır. Yani yalnızca iki talâktır. İki defa boşadıktan sonra iki husustan birisi sözkonusudur: Ya maruf ile tutup gü­zellikle geçinmek veya güzellikle onu serbest bırakmak. Yani ikinci boşamadan beklediği iddetini tamamlayıncaya kadar onu bırakıp bir daha ona ric'at yap­mamak.

Şöyle de denilmiştir: Ayet-i kerimeden kasıt, talâkı topluca değil de ayrı ayrı vermektir. Çünkü iki ya da üç talâkı bir arada vermek haramdır. Nitekim ashab-ı kiramdan bir grup bu görüştedir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdul­lah b. Mes'ûd ve Ebû Musa el-Eş'ari (r. anhum) bunlar arasındadır. Bunların delili İbni Ömer'in hadisidir. Resulullah (s.a) ona şöyle buyurmuş: "Sünnet, ha­nımının temizlik halini beklemen ve o geldikten sonra her bir kur7 (temizlik) halinde onu bir defa boşamandır."

Mücâhid, Atâ, selefin cumhuru ve değişik bölgelerin ilim adamları derler ki: Güzellikle salıvermekten kasıt, üçüncü talâktır. Buna delil ise Ebû Rezîn el-Esedî tarafından rivayet edilen Ebû Dâvûd ve başkalarında yer alan hadis-i şe­riftir. Ebû Rezîn Resulullah (s.a.)'a şöyle sormuş: Yüce Allah'ın: "Talâk iki defa­dır" buyruğunu işittim, peki üçüncüsü nerede? Hz. Peygamber: "Veya güzellikle salmaktır." diye buyurmuştur. Buna göre Yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa on­dan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." (mealindeki sonraki) ayet bu buyruğun bir beyanı olur. [150]

Talâkı iki talâk kılıp birinci ve ikinci talâktan sonra ric'at hakkının sabit kılınış hikmeti, her iki eşe de aralarını düzeltebilmek için gerekli fırsatı ver­mektir. Kişi nimetten uzak kalmanın acısını duymadıkça, böyle bir acıyı tat-madıkça elindeki nimetin kadrini ve lezzetini anlamaz. Erkek asabi mizaçlı, keskin tabiatlı, kötü ahlâklı olabilir. Ama eşinden ayrıldığı takdirde, hanımın­dan uzak kalışının sebep olacağı yalnızlık ve boşluğu, [151] evin ve çocuklarının ona duyduğu ihtiyaç dolayısıyla aklını başına alabilir, doğru yola gelir, kötü huyunu düzeltir, hanımına karşı davranışlarını düzene sokar ve Yüce Allah'ın emrettiği gibi güzellikle onunla geçinmek yolunu arar.

Kimi zaman da kadının kendisi kocasının haklarını, evini ve çocuklarını ihmal edebilir. Hiç bir şeye aldırış etmeyen, her şeye tepeden bakan, kibirli bi­risi olabilir. Böyle bir kadın ayrılığın acısını, boşanmanın yalnızlığını hissedip hatalarını idrâk ettiği takdirde, yeni bir kişilikle ve öncekinden daha üstün bir yaşayış ile evlilik hayatına geri döner.

İşte eşlerin her ikisinin de bu tür karşılıklı fedakârlıkları, her iki tarafın menfaatine olacak en uygun çözüm arayışları, aile ve çocukların geleceğini dü­şünme, evlilik ilişkilerinin yapısını yenilemek ve hikmetli, dengeli, makul bir şekilde ve her hususta Allah'ın gözetimi altında olduğu şuuruyla yönlendirmek -ifrat ve tefrit, bir tarafın ötekine haksızlık ya da zulmü olmaksızın- mümkün olabilir ve şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.

Şayet erkek kadını salıvermeyi, iyilikte bulunmaya tercih edecek olursa -ki bu Allah'ın en çok buğzettiği helâldir ve ancak zaruret dolayısıyla meşru' kı­lınmış boşamadır- o takdirde kadına vermiş olduğundan bir şeyler geri alması haram olur: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz." İster mehir olsun ister başkası; erkeğin kadına -önceki haklarından ayrı olarak- aynî veya nakdî bazı hediyelerde bulunması da icabeder. Yüce Allah'ın: "Onları faydalandırın ve güzel bir şekilde salıverin." (Ahzâb, 33/49) buyruğu ile amel etmek bunu gerektirir. Bununla erkekler kadınlara zulmetmekten, on­lara haklarını vermemekten sakındırılmaktadır.

Fakat erkeğin, eşini boşaması karşılığında ondan malî bir fidye alması ca­izdir. Çünkü bu, kadının rızası ile ve bir zorlama olmaksızın verilmiştir. Eğer kadın kocasından hoşlanmadığından yahut kadının kendisinin veya erkeğin kötü huyu dolayısıyla kocasından ayrılmayı istiyorsa, zarar vermek kasdı da sözkonusu değilse bu mümkündür. Çünkü Yüce Allah: "Onları dara koymak için onlara zarar vermeye kalkışmayın." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Ka­rı koca Yüce Allah'ın onlar için teşrî' buyurduğu güzel geçimi sağlamaktan, bir­birlerine karşı vazifelerini yerine getirmekten, karşılıklı haklarına riayet et­mekten ve bunlarla ilgili Allah'ın koyduğu sınırlarını aşmaktan korkarlarsa kadının vereceği fidyeyi kabul ederek eşlerin birbirlerinden ayrılması caizdir. Kadın tarafından verilen bu malî bedel karşıhğındaki ayrılmaya hul' adı veri­lir. Bundan sonra boşamada olduğu gibi iddet beklemek icabeder. Fakat ric'î ta­lâkın hilâfına kadının isteği ile olmadıkça hul'dan sonra ric'at sahih olmaz. Peygamber (s.a.) zorunlu bir durum olmadıkça kadın tarafından hul' talebinde bulunmayı doğru bulmamıştır. Ahmed, Tirmizî ve Beyhakî, Sevbân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Herhangi bir ka­dın ortada bir sıkıntı olmaksızın kocasından boşanmayı talep edecek olursa cennet kokusu ona haram olur." [152]

Diğer taraftan Yüce Allah, evlilik ilişkilerinde ve diğer hususlarda çizmiş olduğu sınırları aşmayı insanlara kafi olarak haram kılmıştır. Sınırlardan ka­sıt, emir ve yasakları ihtiva eden kesinleşmiş hükümlerdir. Allah'ın helâl sınır­larını aşıp haramlarını işlemek, emirlerini aşıp yasaklarını yapmak caiz değil­dir.

Daha sonra Yüce Allah şer"i hükümleri çiğneyen, ve O'nun emirlerine ay­kırı hareket edenleri sakındırıp tehdit etmekte, ve bu gibi kişileri zalim olarak nitelendirmektedir.

Arkasından Yüce Allah, hanımın büyük beynûnet ile bâin olduğu üçüncü talâkın hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Erkek eğer önceki iki ta­lâktan sonra eşini bir daha boşayacak olursa, bu üçüncü talâktan sonra o ken­disine ebediyyen helâl olmaz. Bir başka koca ile sahih, sert, devamlılık kasdı ile -boşanmış olan kadını ilk kocasına helâl kılmak kasdı olmaksızın- evlenme-dikçe ilk kocasına helâl olmaz. İkinci evliliğinde kadın ile gerçek şekilde zifafa girmek (yani cimâ'da bulunmak) mutlaka gereklidir. Bu ise daha önce Rifâa kıssasında naklettiğimiz hadis dolayısıyla böyledir. Ayrıca bunu Şafiî, Ahmed, Buhârî ve Müslim Hz. Âişe'den şöylece rivayet etmektedir: Rifâa el-Kurazî'nin hanımı Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi:

"Ben Rifâa'nm yanında idim, beni boşadı ve üç talâk verdi. Daha sonra be­nimle Abdurrahman b. ez-Zübeyr evlendi. Onun beraberindeki ise bir bez par­çasından başka bir şeyi andırmıyor. Peygamber (s.a.) gülümseyerek dedi ki: "Sen Rifâa'ya geri dönmek mi istiyorsun? Hayır sen onun balcağızından, o da senin balcağızından tatmadıkça bu mümkün değil." [153]

Şayet ikinci kocası onu tabii bir şekilde boşar ve iddeti biterse, birinci ko­canın onunla yani bir nikâh akdinde bulunması caiz olur. Şu şartla ki evlilik haklarını dosdoğru yerine getirebileceklerine, Allah'ın emretmiş olduğu şekilde güzelce geçinmeye bağlı kalacaklarına dair kendilerine güven duymalıdırlar. İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Eğer birbirlerine tekrar döndükleri takdirde yine eskisi gibi erkek hanıma zarar vermeye veya hanımı serkeşlik etmeye baş­larsa, böyle bir dönüş -mahkeme hükmü ile sahih olsa dahi- Allah katında se­vilmeyen bir şeydir.

Dikkat edilecek olursa: "Allah'ın sınırlarını dosdoğru yerine getireceklerini bilirlerse" diye buyurulmamaktadır. Çünkü bu konuda kesin kanaat her ikisi için de bir gaybtır. Bunu Allah'tan başkası bilmez. Buradaki "zann"ı "ilim" diye tefsir edenler, hem lafız hem de mana bakımından yanılmışlardır. Çünkü Zeyd'in gelecekte kalkacağını bildim, değil; kalktığını bildim, deriz. Ayrıca in­san yarın ne olacağını bilmez, yarına dair ancak zanda tahminde bulunur, [154]

Muvakkat tahlil (hülle) nikâhına gelince; bu nikah akdî sırasında ittifak ile yahut başka şekilde, kadının birinci kocasına helâl kılınmasının gaye edinil-diği nikâhtır. Böyle bir evlilik batıldır, sahih değildir. Bununla kadın kendisini boşayan ilk kocasına helâl olmaz. Bu şeriatın yapanı lanetlediği bir masiyettir. Boşanan koca bunu ister bilsin, isterse bilmesin. Mâlik, Ahmed, es-Sevrî ve Za­hirilerin görüşü budur. Hanefîlerle Şâfiîler der ki: Evlilik akdi sırasında bu du­rum şart koşulmadığı sürece, kerahet ile birlikte bu nikah sahihtir.

Birinci görüş daha sahih ve uyulmaya daha layıktır. Çünkü Ahmed ve Nesaî, İbni Mes'ud'dan İbni Mâceh de Ukbe b. Amir'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayetlerine göre, Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ben size ariyeten alınan tekeyi bildireyim mi?" Onlar: Evet ey Allah'ın Rasûlü, deyince; Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "O muhallildir (kadının birinci kocasma helâl olması için nikâh yapandır). Allah muhallile de kendisi için hülle yapılana da lanet etmiştir."

Ebû İshâk el-Cüzecâni de İbni Abbas (r. anhumâ)'nın şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Resulullah (s.a.) muhallil hakkında kendisine soru sorulduğun­da şöyle buyurdu! "Hayır (onun nikâhı olmaz). Ancak rağbet duyularak yapılan nikâh (sahih olur). Yüce Allah'ın Kitabı ile alay etmek, onu örtmeye kalkışmak sözkonusu olamaz. Balcağızın tadına bakmak şarttır."

İbnül-Münzir ve İbni Ebî Şeybe de Ömer (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bana bir muhallil ve kendisi için hülle yapılan kimse getirilirse, her ikisini de recmederim. Bu hususta onun oğluna (Abdullah b. Örneğe) soru sorulduğunda, o da: Her ikisi de zina etmiştir, diye cevap vermiştir. Bir kimse İbni Ömer'e şöyle bir soru sormuş: Kocası benden istemediği ve durumu bilme­diği halde önceki kocasına helâl olsun diye kendisiyle evlendiğim kadının duru­mu hakkında ne dersin? İbni Ömer der ki: Hayır, ancak beğenerek nikâh (ile olur). Eğer onu beğenirsen yanında tutarsın, hoşuna gitmezse o zaman ayrılır­sın. Gerçek şu ki biz böyle bir işi Resulullah (s.a.) döneminde zina sayardık.

İbni Abbâs hanımını üç defa boşamış sonra da pişman olmuş bir kişi hak­kında kendisine soru sorulunca şu cevabı verir: Bu Allah'a âsi olmuş bir adam­dır, Allah da onu pişman etmiştir, şeytana itaat etmiş ve şeytan da ona bir çı­kış yolu göstermemiştir. Ona: Peki o kadını ilk kocasına helâl kılmak için onunla nikâhlanacak adam hakkındaki görüşün nedir? denilince; Kim Allah'ı aldatmaya çalışırsa Allah onu gerçek aldanışa sürükler, diye cevap verir.

İşte bununla geçici olarak hülle nikâhının Allah'ın dininde yeri olmadığı, böyle bir nikahın zahiren bir akid ile gerçekleşse bile gerçekte bir zina olduğu ortaya çıkmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah, ayet-i kerimeyi gayet açık şu ifade ile sona erdir­mektedir: Bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır. Onları açık ve eksiksiz bir şekilde faydasını idrâk eden ve bunların maslahatını bilen, ondan sapmayan, onlara karşı hileye kalkışmayan, sadece umulan faydayı gerçekleştirecek şekilde ge-reklerince amel eden bir topluluğa açıklamaktadır.

Kişi hanımına döndüğü vakit, içinde herhangi bir kötülük yapma arzusu veya intikam duygusu gizlememelidir.

Talâkın ve ric'at ile ilgili Allah'ın hükümleri ve şeriatı, hikmet ve hayatın gerçekleri ile iç içedir. Bazan aile içi sorunların çözümü gerçekten zorlaşır; o vakit talâka başvurulur. Kendi toplumumuzda son derece garip karşıladığımız en basit bir sebep dolayısıyla Batı ülkelerinde boşama olayları ne kadar da çok­tur! Eğer ortada açık bir sapıklık yahut düzeltilmesi oldukça zor -evliliğe hıya­net veya erkeğin ispatlamaktan acze düştüğü şüpheli durumlar gibi- bir şey yok ise, boşanan müslüman çiftler çoğunlukla pişman olurlar. Kısacası bazen boşama, kesin kurtuluş yolu olur. Yanlışları düzeltme ve başarılı bir eğitimle doğrultulma ihtimali bulunan hallerde ise ric'at sözkonusu olur.

Erkeğin meşru bir yolla olmaksızın talâka kalkışmak suretiyle işlediği ve­ya zorunlu ya da istisnaî haller için kendisine verilmiş bu hakkı kötü kullan­ması dolayısıyla düştüğü hatalara gelince; bu hatanın günahını sahipleri yük­lenir ve İslâm bu hatalar ve sonuçlarından uzaktır.

İşte bunlar Allah'ın sınırları yani O'nun yasakladıklarıdır, Allah bunlar gereğince amelde bulunmanın doğuracağı menfaatleri ve gerçekleri bilen bir topluluğa hükümlerini açıklar. Çünkü bilgisiz bir kimse verilen emri ve yasağı belleyemez; ona uymak için gereken titizliği gösteremez. Bunları belleyen ve gereken titizliği gösteren ise âlimdir. [155]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime üç ayrı hüküm kapsamaktadır. Bunlar birinci ve ikin­ci talâkı kapsayan ric'î talâk, kadın tarafından verilen bir ivaz karşılığında ay­rılmak demek olan hul' ile el-Mebtûte'nin hükmü demek olan üçüncü talâk ve­ya büyük beynûnet ile bâin talâk. [156]

 

Talâk (boşama) Sayısı ve Bu Husustaki Sünnet:

 

Yukarıda geçtiği gibi ayet-i kerime erkeğin ric'at yapması caiz olan talâk sayısı ile akabinde ric'atın sahih olabileceği meşru' talâk sayısını açıklamak, cahiliye öneminde Arapların uygulayageldikleri sınırsız sayıdaki talâkı reddet­mek üzere nazil olmuştur. Ric'at kadına zarar vermek kasdı ile de kullanılabi­lir, bunun sonucunda kadın evli desen evli değil, boşanmış desen boşanmış de­ğil, askıda gibi bir hale dönüşürdü.

Talâk eşler arasında özel lafızlar ile daha önce akdolmuş olan bağın çözül­mesi demek olup bu ve başka ayetlerle Peygamber (s.a.)'in İbni Ömer (r.a) tara­fından rivayet edilen hadis-i şerifi gereğince mubahtır: "Dilerse nikâhı altında tutar dilerse boşar." Ayrıca Resulullah (s.a.) da Hz. Hafsa'yı boşamış ondan sonra da ona ric'at yapmıştı.[157]

İlim adamları icmâ ile şunu belirtirler: Bir kimse hanımını temiz halinde ve ilişkiye girmemiş iken boşadığı takdirde, sünnete uygun ve Yüce Allah'ın emrettiği şekildeki iddete göre boşamış olur. Böyle bir kimse eğer o hanımı ile ilişkide bulunmuş ise, iddeti bitmeden önce hamınına ric'at yapabilir. Şayet id-deti bitecek olursa, o da sair talipler gibi bir talip olur.

İbni Mes'ud, İbni Abbâs, Mücâhid ve başkaları der ki: Ayet-i kerime, tala­kın sünnet olan şeklini ve müslümanların nasıl talâk vereceklerini tarif etmek­te. Yani talâkı ayrı ayrı vereceklerini söylemektedir. Her kim iki defa hanımını boşamış olursa üçüncüsünde Allah'tan korksun. Ya hanımını haklarını eksiksiz vermek suretiyle zulme uğratmaksızın terketmelidir yahut da artık onunla gü­zel bir şekilde geçinmek üzere kararlı olmalıdır. Ayet-i kerime Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi, her iki manayı da kapsar. Yani hem talâkın sayısını sınırlan­dırmayı hem de bunları ayrı ayrı vermeyi. Buna dair delilleri ise İbni Cerîr et-Taberî'nin İbni Mes'ud'dan Yüce Allah'ın: "Talâk iki defadır..." buyruğu hakkın­da yaptığı şu rivayettir: "Kişi temizlendikten sonra ve onunla cimâdan önce ha­nımını boşar. Sonra ikinci bir defa daha temizleninceye kadar onu bırakır, da­ha sonra dilerse onu boşar. Ardından ona ric'at yapmak isterse ona ric'at yapar. Daha sonra Allah dilediği takdirde onu boşar, aksi takdirde bırakır. Ta ki üç ayhali tamamlanıncaya ve bu talâk ile de ondan bâin oluncaya kadar."

Buna göre Yüce Allah bu ayet-i kerimede talâkın sünnet şeklini açıklamak­ta ve bu talâkın sünnetinin ayrı ayrı boşamak olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Yüce Allah: "Talâk iki defadır." diye buyurmaktadır. Bu ise iki ayrı talâk verme­yi gerektirir. Çünkü her ikisi eğer bir arada verilecek olursa iki defa talâk olmaz.

Talâk verenin buna muhalefet edip üç talâkı bir lafızda verdiği durum hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Aralarında dört mezhep imamının da bulunduğu cumhur der ki: Bu sözüy­le üç talâk -Hanefîlerle Malikîlere göre kerahetle birlikte- vaki olur. Çünkü sünnet olan talâk, onu bir defa boşaması, sonra iddeti bitene kadar onu bırak­masıdır.

İmâmiyye Şiası bununla herhangi bir şey vaki olmaz, der.

Zeydiyye, İbni Teymiyye ve İbnü'l-Kayyım ise bununla tek bir talâk vaki olur, bu konuda söylenen lafızların bir etkisi yoktur, görüşündedir.

Bu konudaki görüş ayrılığının menşei "talak iki defadır" ayet-i kerimenin anlaşılması keyfiyetidir. Acaba bu kendisinden önceki ayet ile alâkalı mıdır yoksa ondan bağımsız mıdır? Görüş ayrılığının bir diğer sebebi ise İbni Abbâs yoluyla gelen hadisin te'vil keyfiyetidir.

Ayet-i kerime ile ilgili olarak İmâmiye ve onlara muvafakat edenler derler ki: "et-Talâk" başında gelen ta'rif harfi ahd içindir. Yani meşru olan talâk, iki defadır, demektir. Başka türlü verilen talâk meşru' değildir. Yani talâkın bütü­nün tek bir defada yapılması meşru değildir.

Mâlik'in görüşüne göre bu buyruğun manası şudur: Kendisinde ric'atın sözkonusu olduğu talâk, iki defadır. Buna göre ayet-i kerime kendisinden önce­ki buyruklarla irtibatlıdır. Yüce Allah hanımların kocalarının onları geri alma­ya daha bir hak sahibi olduklarını sözkonusu ettikten sonra ric'atın sözkonusu olduğu talâkı açıklamayı murad etmiştir.

Ebû Hanife'nin görüşüne ise bunun manası, caiz olan talâk, iki defadır şeklindedir.

Ahmed ve Müslim'in Tâvûs yoluyla rivayet ettiği İbni Abbâs'm hadisine ge­lince; o şöyle demektedir: Resulullah (s.a.)'m, Ebû Bekir'in dönemi ile Ömer'in halifeliğinin ilk iki yıllık süresince birlikte verilen üç talak tek bir talak olarak kabul ediliyordu. Fakat Ömer: "İnsanlar ağır ağır hareket etme imkânına sahip oldukları bir hususta işi aceleye getirdiler. Biz onların bu acelesini aleyhlerine geçerli kılsak.. (nasıl olur?)" dedi ve bunu onlarm aleyhlerine geçerli kıldı.

Dört mezhep imamı bu hadis-i şerifi talâk lafzının üç defa tekrarlanması şeklinde tevil etmişlerdir. Yani erkek: Sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun diyecek olursa, eğer bu tekrardan kasdı tekid ise, onun için bir talâk sözkonusudur. Şayet bundan kasdı üç ayrı talakın gerçekleşmesini ifade etmek ise üç talâk olur. İlk dönemdeki müslümanlar vera' ve takvaları sebebiyle bununla tekidi kastettikleri hususunda tasdik edilir, sözleri doğru kabul edilirdi. Daha sonra durum değişti. Çoğunlukla insanlar bununla üç talâkı kasteder oldular. Bunun delili ise Hz. Ömer'in söylediği şu sözlerdir: "İnsanlar ağır ağır hareket etmek imkânına sahip oldukları bir hususta işi aceleye getirdiler." Böyle bir hüküm ancak kaza (yargı) da sözkonusu olur. Diyâneten ise herkes kendi niyyeti ile amel eder.

İmâmiyye ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demektedirler: Peygam­ber (s.a)'in sünnetine dönmek ve Ömer'in içtihadını terketmek icabeder Çünkü

üç talâkı geçerli kılmak sert ruhsatı ve Yüce Allah'ın: "Bilmezsin belki Allah bundan sonra bir iş yapıverir." (Talâk, 65/1) buyruğu ile işaret olunan yumu­şaklığı ortadan kaldırmaktatır.

Benim görüşüme göre, cumhurun mezhebi elbette daha tercihe layıktır. Bununla birlikte İbni Teymiye ve ona muvafakat edenlerin görüşünün de bütü­nüyle reddedilmesini uygun görmüyorum. Çünkü talâk bir aileyi yıkmak, ço­cukları zayi olmaya maruz bırakmaktır. Ebû Dâvûd, İbni Mace ve Hâkim'in İb­ni Ömer'den yaptıkları rivayette Resulullah (s.a.)'ın da buyurduğu gibi: "Allah tarafından en çok buğzedilen helâl talâktır." Şeriat ise talâkı daha ağır bir za­rarı defetmek ve daha büyük maslahatı gerçekleştirmek için caiz kılmıştır. Son derece büyük bir zaruret olmadıkça ona başvurulmaz. Allah, sünnetin de irşâd ettiği gibi, iki ayrı temizlik halinde birbirinden ayrı iki defa talâkı meşru' kıl­mıştır. Bunların bir arada verilmesini meşru kılmamıştır. Bu talâktan sonra erkek dilerse hanımını nikâhında tutar, dilerse boşar ve boşamasını sürdürür. Böyle bir uygulama insanlar için bir kolaylıktır. Çoğu zaman insanlar talâk ile gerçek manasıyla boşamayı değil tehdit ve belli bir tutumdan vazgeçirme ama­cını güderler. Diğer taraftan ayrılık tek bir talâk ile gerçekleşir. Dolayısıyla on­dan sonrakiler birincisini pekiştirici mahiyette olur. [158]

 

Hul’:

 

Şanı Yüce Allah, boşadıkları takdirde hanımlara zarar vermek niyetiyle erkeklerin, eşlerine verdikleri herhangi bir şeyi geri almalarını yasaklamıştır. Hanımlarına verdiklerini özellikle sözkonusu etmiştir. Çünkü herhangi bir an­laşmazlığın ortaya çıkması halinde erkeğin daha önce hanımına vermiş olduğu mehir ve çeyizleri talep etmesi yaygındır.

Fakat hanımı, kendisini boşama karşılığında bir fidyeyi gönül isteği ile ko­casına verecek olursa ve eğer huzursuzluk kadm tarafından ise, cumhurun gö­rüşüne göre bu fidyeyi kocasının alması caizdir. Aralarından kimisi de (Dâvûd ez-Zâhirî) kadından fidye almayı mubah kılan hususun her iki tarafın da Al­lah'ın sınırlarını ayakta tutamamak korkusu olduğu görüşündedir. Buna sebep ise her birisinin öteki ile birlikte olmaktan artık hoşlanmayışıdır. Ancak zahir olan görüş, birincisidir. O da hanımın itaatsizlik etmesi ve kocası ile kötü ge­çinmesinin fidye almayı caiz kılmak için yeterli olduğudur. Ayetin zahiri cum­hurun dışındakilerin görüşünü teyid eder gibi görünse de bu böyledir.

Buna göre hul’, imamların çoğunluğuna göre caizdir. İster Allah'ın hü­kümlerini dosdoğru yerine getirememe korkusu halinde olsun, ister korku hali sözkonusu olmasın. Buna delil ise Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoş­luğu ile size bir şey bağışlarlarsa, onu da içinize sine sine afiyetle yiyin." (Nisa, 4/4).

Cumhurun görüşüne göre erkeğin hanımına verdiğinden fazlası mukabi­linde hul' caizdir; çünkü huP karşılıklı bir ivaz akdidir; bunun muayyen bir miktar ile kayıtlanmaması gerekir. Şu kadar var ki daha fazla olması Hanefî-lerce mekruhtur ve hanımına verdiğinden fazlasını alması başkalarınca da müstehab değildir. Buna sebep ise daha önce geçen Sabit b. JCays'ın hanımı ile ilgili olaydır ki, Peygamber (s.a.) bununla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyurmak­tadır: Sen kocana (sana mehir olarak verdiği) bahçesini geri verecek misin? Hanım: Evet, fazlasını da veririm, deyince Resulullah (s.a.): "Fazlasına gerek yok!" diye buyurmuştur.

Şa'bî, Zührî, Hasan-ı Basrî erkeğin hanımına verdiği mehirden fazlasında hul'u kabul etmezler. Çünkü Yüce Allah: "O halde kadının bir şeyleri fidye ver­mesinde her ikisi için de vebal yoktur." buyurmuştur. Bu da onlara verdikleri­nizden bir kısmı mukabilinde demektir. Cumhur ise bu ayet-i kerimenin mut­lak oluşunu esas alır.

Şafiî dışında kalan cumhur garar (ihtimali bir durum) yahut henüz olgun­laşıp olgunlaşmayacağı belli olmayan bir meyve, kaçmış bir deve, annesinin karnında yavru ve buna benzer garar şekillerinden herhangi birisi türünden olup varolması beklenen, fakat halihazırda varolmayan şeyler karşılığında da hul'u caiz görmüşlerdir. Bunu caiz görmeleri, alışveriş ve evlilik (teki mehir) hilâfınadır. Erkek bunlar karşılığında hul' yaparsa, bütün bu kabilden şeyleri istemek hakkına sahiptir. Eğer bunlar teslim edilebilirse onun olur, teslim edi­lemezse alacak bir şeyi olmaz, bununla birlikte talâk yine de geçerli olur.

Şafiî ise der ki: Hul' caizdir ve onun alabileceği mehr-i misildir. Ebû Sevr de hul' batıldır, demektedir. [159]

 

Hul' Bir Talak mıdır, Bir Fesh midir?

 

Cumhur (Hanefîler, Mâlikîler ve tercih edilen görüşlerinde Şâfiîler) hul'un bir talâk olup bir fesh olmadığını, hul' ile bâin bir talâkın gerçekleştiğini kabul ederler. Çünkü Yüce Allah "... o halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde her ikisi için de bir vebal yoktur." diye buyurmaktadır. Fidye vermek ise kadının erkeğin otoritesi dışına çıkması halinde sözkonusu olur. Şayet bu talâk bâin ol­masaydı, erkeğin ric'at yapma imkânı olur ve kadın erkeğin hükmü ve otoritesi altında olurdu. Çünkü hul'den kasıt kadına gelen zararı ortadan kaldırmaktır. Şayet ric'at caiz olursa, bu zarar da geri döner.

Bunun talâk olmasına gelince; eğer bir fesh olsaydı, kadından alman me­hirden daha fazlasının alınmasının caiz olmaması gerekirdi. Satıştaki ikale gi­bi. Halbuki daha fazlasının alınması caizdir. Hul'un fesh oluşu batıl olduğuna göre, talâk olduğu kesinleşmiş olur.

Bu görüşün sahipleri aynı şekilde Sabit b. Kays'm hanımı ile ilgili olarak İbni Abbâs'dan vârid olan şu ifadeleri de delil gösterirler: Resulullah (s.a) ona: (Sâbit'e): "Bahçeyi kabul et ve onu bir defa boşa." dedi.[160]

Hanbelîlerce mutemed olan ise, konunun farklı şekilde ele almışıdır. Şöyle ki: Eğer hul' fidye vermek ve buna benzer lafızlarla gerçekleşirse veya talâk ile ilgili kinayeli lafızlarla yapılmakla birlikte kişi talâkı niyet etmiş ise, hul' bâin bir talâktır.

Eğer talâkı niyet etmezse, talâkın sayılarını azaltmayan bir fesh olur. Bu da huT, fesh veya fidye vermek lâfızları ile yapılır ve talâk niyet edilmezse ta­lâkın sayılarını azaltmayan bir fesh olur.

İbni Abbâs, Tâvûs, İkrime, İshâk ve Ahmed'in görüşüne göre ise hul' bir feshtir, talâk değildir. Çünkü Yüce Allah: "Talâk iki defadır" diye buyurduktan sonra, hul'u sözkonusu etmekte, sonra da: "Eğer onu boşarsa ondan sonra baş­ka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." diye buyurmaktadır. Şayet bu bir talâk olsaydı, bunun erkeğin dört tane boşama hakkına sahip olduğunu ifade etmesi gerekirdi.

Ancak onun görüşlerine şöylece cevap verilmektedir: Yüce Allah "Talâk iki defadır" diye buyurduktan sonra talâk karşılığında bir mal almanın caiz olma­yacağını beyân etmektedir. Mal almanın caiz olduğu tek durum ise, Yüce Al­lah'ın: "Eğer Siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkar-sanız o halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde... vebal yoktur." buyruğunda sözünü ettiği durumdur. Bu ister birinci boşama, ister ikinci boşama isterse de üçüncü boşama halinde olsun, farketmez. (talaka karşılık bir mal alınamaz.) Bundan sonra ise Yüce Allah üçüncü boşamayı: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." buyruğu ile beyân et­mektedir.

Hul'un bir fesh olduğunu kabul edenler, Ebû Davud'un Sünen' inde İbni Abbâs'tan yaptığı şu rivayeti de delil gösterirler: "Sabit b. Kays'm hanımı on­dan hul' yapınca Resulullah (s.a.) onun iddetini bir ay hali olarak tespit etti." Eğer hul' bir talâk olsaydı, onun iddetinin üç kur1 olması gerekirdi. Yüce Al­lah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kur' beklerler." (Bakara, 2/258) buyruğunda belirtildiği gibi.

Şayet hul' herhangi bir bedel karşılığı olmaksızın yapılırsa, Mâlik'ten ge­len bir rivayete göre bâin bir talâk olur. Ondan gelen bir diğer rivayete göre ise buna rağmen ivaz karşılığı bir hul' olarak vâki olur. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîle-rin görüşü de bu yöndedir. Çünkü bedel esasen durum ne olursa olsun, hul'de -tıpkı mehir gibi- lâzım olan bir bedeldir. Hatta Hanbelîlere göre bir rükündür. Şayet herhangi bir bedel karşılığı olmaksızın hanımı ile hul' yapacak olursa, hul' sahihtir. Hanefîlerle Şâfiîlere göre ise o bedeli ödemesi gerekir. Talâk lafzı ile olmadıkça hul' da olmaz, talâk da olmaz. Bu lafzı kullandığ takdirde ric'î bir talâk olur. [161]

 

Erkek Hul' Yapmayı Kabule Mecbur Edilir mi?

 

Bütün fukahânın görüşüne göre erkek hul' yapmayı kabul etmek üzere zorlanamaz. Hul'de iki taraf arasında karşılıklı rıza kaçınılmazdır. Çünkü Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine verdiğinizin birazını alıp götürebil­mek için onları zorlamanız da helal değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayasız­lık işlemiş olsunlar." (Nisa, 4/19); "Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koru­yamayacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur." (Bakara, 2/229).

Fukahâ birinci ayetteki "hayasızlığı" zina ile yorumlamıştır.

İbni Rüşd der ki: Bu buyruğun inceliği (fıkhı) şudur: Fidye vermek, kadına erkeğin elinde bulunan talâk karşılığında verilmiş bir haktır. Talâk kadından hoşlanmadığı durumlarda, erkeğe verilmiş bir hak olduğu gibi hul' da kadının erkekten hoşlanmadığı durumlarda ona verilmiş bir haktır.[162]

Hul' ehliyetine gelince; talâk vermesi sahih olan herkesin hul' yapması sa­hihtir. Cumhura göre baliğ ve âkil olan herkesin -reşîd veya sefih olsun- hul'u sahih olur. Hanbelîler ise aklıyla hul'u kavrayan bir mümeyyiz olmasını da ca­iz görmüşlerdir. Talâk vermesi sahih olmayanın hul'u da sahih olmaz. Küçük çocuk, deli, bunak, hastalık yahut yaşlılık gibi bir sebep dolayısıyla aklî denge­si bozulan bir kimse gibi.

Reşid bir kadının[163] cumhurun görüşüne göre kendisi adına hul' yapma hakkı vardır. Sefih olan kadın ise hacr altında olduğundan dolayı hul' yapa­maz. Küçük veya deli mükellef olmayan bir kimsenin velisi olan hakimin hul' de şayet bir maslahat varsa yaptığı hul' de sahihtir. Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ah-med, babanın küçük ya da deli oğlu adına onun hanımı ile hul' yapmasını da boşamasını da caiz görmezler. Mâlik der ki: Baba küçük oğlunun da küçük kızı­nın da adına hul' yapabilir. Çünkü Mâlik'in görüşüne göre oğlunun adına oğlu­nun hanımını boşayabilir, küçük kızı da evlendirebilir. İddet süresi içerisinde hul'den sonra talâk vermeye gelince, yani koca hanımı ile hul' yaptıktan sonra iddeti içerisinde iken hanımını boşarsa Hanefîlerin görüşüne göre bu, talâk ye­rine geçer, fakat cumhurun (Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşüne göre böyle bir talâk uygun olmaz. [164]

 

Mebtûte Nikâhı:

 

Mebtûte üç talâk ile boşanmış kadındır. Böyle bir kadın birinci kocasın­dan iddetinin sona ermesinden sonra bir başka koca ile evlenmek hakkına sa­hiptir. Eğer ikinci evliliği isteyerek, devamlılık ve -zina kasdıyla değil de- sü­reklilik esası üzere yapılmış ve karşılıklı anlaşma olmadan boşanma gerçekleş­miş ve bu boşanmadan sonra da iddet bitmiş ise, birinci kocası ile evlenmesi de helâl olur.

Üç defa boşanmış kadının helâl olması için şart koşulan bu nikâh hak­kında görüş ayrılığı vardır. Saîd b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre bu, akidden ibarettir. Üç defa boşanmış olan kadın ikinci kocası ile mücerred akid yaptığı takdirde birincisine helâl olur. Bu onun şâz görüşlerinden bir işdir.[165] Sair ilim adamları ise bundan kasdın, önceden de açıkladığımız gibi, zifafa girmek olduğu görüşündedirler. Bu ise haddi ve guslü gerektiren, orucu, haccı ifsâd eden, kan ve kocanın muhsan olmasına sebep olan, mehri gerektiren iki sün­net yerinin birbirine kavuşmasıdır. Mâlik ayrıca ilişkinin mubah olması şar­tını da koşar. Yani kadın oruçlu, ihramlı, ay hali olmamalı ve koca da baliğ ol­malıdır.

Ahmed ayrıca ilişkinin helâl olması, ilişki kuran erkeğin en az oniki yaşın­da olması şartını koşar. Ebû Hanife ise ilişkinin mubah olma şartını koşmaz. Ayhali veya nifas hali gibi mubah olmayan bir vakitte olması da caizdir. İlişki­de bulunacak olan erkeğin âkil, baliğ yahut mürâhik (ergenliği yaklaşmış ve geçilmiş) çocuk veya deli olmasını caiz kabul eder. Çünkü çocuğun ve delinin ilişki kurmasına da tıpkı âkil ve baliğin ilişki kurmasında olduğu gibi, mehir (sıhrî akrabalık dolayısıyla evlenme yasağı olan) haram oluş gibi nikâhın hü­kümleri de taalluk eder. Dört mezhebin ilim adamları ittifakla fâsid nikâh ile üç defa boşanmış kadının (ilk kocasına) helâl olmayacağını ve nikâhın sahih ol­masının şart olduğunu kabul ederler.

Said b. el-Müseyyeb ile cumhur arasındaki görüş ayrılığının menşei şudur: Nikâh, Kur'ân-ı Kerîm'de hem akid hem de ilişki kurmak anlamında vârid ol­muştur. Yüce Allah'ın: "Ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" buyruğu ile akdin kastedilmesi de ilişkinin kastedilmesi de ihtimal dahilinde­dir. Bu konudaki sünnet ise, bundan kasdın -hadislerde önceden gördüğümüz gibi- ilişki olduğunu açıklamıştır.

Bizler hülle kastı ile yapılan nikahın hükmünü de öğrenmiş bulunuyoruz ki bu da Mâlik'in, Ahmed'in, es-Sevrî'nin ve Zahirilerin görüşüne göre bâtıldır. Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ise -akidde helâl kılma şartı koşulmadığı sürece- mekruhtur.

Birinci koca, ikincisi tarafından boşanmış olan kadın ile şeriatın kayıtları çerçevesi içerisinde yeni bir nikâh akdi yaptığı takdirde, tekrar üç talâk hakkı ile onun hanımı olur.

Acaba ikinci evlilik birinci kocanın üçten aşağı boşamasını ortadan kaldı­rır mı? Bu hususta iki görüş vardır: Cumhur (Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler, Hanefîlerden Muhammed ve Züfer) der ki: Ortadan kaldırmaz. Bir ya da iki defa boşanmış olan bir kadın daha sonra bir diğer koca ile evlense sonra da bi­rinci kocasına dönmüş olsa geriye kalmış olan talak sayısı ile ilk kocasına dö­ner. Çünkü ikinci ilişkiye, birinci kocaya helâl olması için ihtiyaç yoktur. Dola­yısıyla boşamanın hükmünü değiştirmez.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve bu konudaki iki rivayetin meşhur olanında İmâmiyye der ki: Önceki talâkları ortadan kaldırır ve birinci kocasına yeniden üç talâk ile geri döner ve üçten aşağı boşamalar ortadan kalkar (yok gibi kabul edilir). Çünkü ikinci defa evlenmesi üç talâkı dahi ortadan kaldırdığına göre, üçten daha aşağı olan talâkları ortadan kaldırması öncelikle sözkonusudur. Zi­ra ikinci kocanın ilişki kurması, birincisine helâl olmasını tespit eder. Bu üç boşamayı dahi kuşatan bir helâlliktir. Dolayısıyla bundan aşağı boşamaları kap­samına alması öncelikle sözkonusudur. [166]

 

Hanım Evinde Hizmet Etmekle Yükümlü müdür?

 

Mâlikîler bu hususta farklı görüşlere sahiptir. Aralarından kimisi kadının evine hizmet etmek yükümlülüğü yoktur, derler. Çünkü nikâh akdi hizmet et­meyi değil, evlilik dolayısıyla faydalanmayı kapsar. Nikah akdi bir icâre akdi değildir. Bir köleyi mülk almak akdi de değildir. O bir (cinsel bakımdan) fayda­lanma akdidir. Akid ile kazanılan hak yalnızca bu faydalanmadır, başkası de­ğildir. Kadından bundan fazlası istenemez. Çünkü Yüce Allah: "Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine bir yol aramayın." (Nisa, 4/34) diye buyurmaktadır.

Diğer bazıları ise şöyle demektedir: Kadın kendisi gibi olan diğer kadınla­rın yaptığı hizmetin benzerini yapmakla yükümlüdür. Şayet babasının zengin­liği yahut refah içerisinde bulunması dolayısıyla konumu itibariyle şerefli ise, ev işlerini idare etmek, hizmetçiye emretmekle yükümlüdür. Orta halh ise, ya­takları yapmak ve buna benzer işleri görmekle yükümlüdür. Şayet bundan da­ha aşağı durumda ise evi süpürür, yemek pişirir, çamaşır yıkar. Çünkü Yüce Allah: "Kadınların üzerindeki gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır." (Baka­ra, 2/228) diye buyurmaktadır. Bu görüş daha uygun ve sağlıklıdır. Nitekim Resulullah (s.a.)'m ve ashabının hanımları un öğütür, ekmek ve yemek pişirir, yatakları yapar, yemek ve sofra hazırlar ve buna benzer işler yaparlardı. Açık­ladığımız gibi Resulullah (s.a.) Hz. Ali ile Hz. Fâtıma arasında günlük işlerini paylaştırmış, ev işlerini Hz. Fâtıma'ya, evin dışında kazanç sağlamak, geçim sağlamak işlerini de Hz. Ali'ye vermiştir. [167]

 

Boşanmış Kadına Karşı Davranışta Erkeğin Vazifesi Ve Erkeğin Velayeti

 

231- Kadınları boşadığınızda iddetleri-nin bitirmesi de yaklaştı mı artık onla­rı ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Onlara zulmedebilmeniz için zararları­na onları tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini ve size kendisi ile öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Bir de Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah, her şe­yi hakkıyla bilendir.

232- Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi aralarında maruf bir şe­kilde anlaştıkları takdirde artık koca­larını nikahlamalarına engel olmayı­nız. İşte içinizde Allah'a ve ahiret gü­nüne iman edenlere böyle öğüt verilir. Bu sizin için daha faziletli ve daha te­mizdir. Allah bilir siz bilmezsiniz.

 

Belagat:

 

"İddetlerinin bitmesi yaklaştı mı" buyruğunda mürsel bir mecaz vardır. Burada kül (bütün) çoğunluk hakkında kullanılmıştır. Zira iddet bittiği takdir­de kadını tutmak zaten caiz olmaz.

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size kendisi ile öğüt vermek üzere indir­diği Kitab'ı ve hikmeti alın." buyruğu özel olanın genel olana atfedilmesi kabi-lindendir. Çünkü Kitab ve sünnet ayrı ayrı Yüce Allah'ın birer nimetidir.

"Ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir." Burada "bilin" ile "her şeyi bi­lendir" buyrukları arasında iştikak (kelimenin türediği kök) bakımından bir ci­nas vardır.

"Artık kocalarını nikahlamalarına" sözünde mürsel mecaz vardır. Çünkü bundan kasıt, boşamış olan erkeklerdir. Onlara "kocalar" adının verilmesi daha önceki durumları nazarı itibara alındığından dolayıdır. [168]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İddetlerinin bitmesi de yaklaştı mı" iddetlerinin bitmesine yaklaştılar mı? Buradaki "el-ecel (mealde iddet)" müddetin tümü hakkında da sonu hakkında da kullanılır. "İnsan ömrünün bir eceli vardır" denilir. Ecelin kendisi ile sona erdiği ölüme de "ecel" denilir. Burada kasıt ise iddet zamanıdır, "onları ya iyi­likle" onlara ric'at yapmak suretiyle "tutun". Burada "iyilik=ma'ruf'dan kasıt, zarar vermeksizin tutmaktır. Ma'ruf şer'an, adeten insanların güzel gördükleri şeydir."veya iyilikle salın" Salmak (tesrîh) iddet sona erinceye kadar ric'at yap­mamaktır.

"Onlara zulmedebilmeniz için" fidye vermek zorunda bırakmak yahut bo-şayıp iddeti uzatmak suretiyle "zararlarına" yani onlara zarar vermek kasdıyla "tutmayın. Kim böyle yaparsa kendisine" Allah'ın azabına maruz bırakması se­bebiyle "zulmetmiş olur."

"Allah'ın ayetlerini" burada kasıt boşama, ric'at, hul' yapmak; buna ben­zer Allah'ın hükümlerini "alaya almayın." O ayetlerden yüz çevirmek, onları gereği gibi muhafaza etmek konusunda gevşeklik göstermek suretiyle onları alay konusu edinmeyin.

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini" İslamı, Allah'ın diğer nimetlerini ve eşler arasında Allah'ın yaratmış olduğu merhameti "ve size kendisi ile öğüt vermek üzere indirdiği Kitabı" Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinize indirmiş olduğu dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştiren evliliğe dair hükümleri ihtiva eden ayetleri "ve hikmeti" sünnet-i seniyyeyi yahut da hükümlerin teşrî' sırla­rını, onlardaki menfaat ve faydalan, bir görüşe göre de söz ve amelde isabeti "anın." onlar gereğince amel etmek suretiyle bunları anın.

"Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi" burada da "ecel (mealde id­det)" iddetin sonu demektir. Önceki ayette olduğu gibi sonunun yaklaşması an­lamına değil, gerçek anlammadır. Çünkü ric'at imkânı ancak iddet içerisinde sözkonusu olabilir. Şafiî der ki: Her iki buyruğun gelişi, her iki sürenin birbi­rinden farklı olduğunu göstermektedir."aralarında" kocalar ve kadınlar "maruf bir şekilde" meşrûiyyet çerçevesinde "anlaştıkları takdirde artık kocalarını ni­kahlamalarına engel olmayınız." Burada hitab velileredir. Yani onları boşamış olan kocalarıyla nikâhlanmalannı engellemeyiniz.

"... böyle öğüt verilir." Öğüt nasihat etmek, hayırlı olanı hatırlatmaktır. "Bu sizin için daha faziletli" daha üstün daha hoş "ve daha temizdir". Temizlik ise hoşluk ve anlık demektir.

"Allah" bu hususlardaki maslahatı, fazilet ve temizliği "bilir, siz" bunlan "bilmezsiniz." o halde O'nun emrine tabi olunuz. [169]

 

Nüzul Sebebi

 

231. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Önceleri adam hanımını boşar, sonra iddeti bitmeden ona döner, sonra tekrar onu boşardı. Bunu hanımına zarar vermek ve onu başkalarıyla evlenmekten engellemek için yapardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Taberî, es-Süddi'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime, Sa­bit b. Yesâr diye anılan Ensardan bir adam hakkında nazil olmuştur. Hanımını boşayan Sabit, iddetinin bitmesine iki veya üç gün kala ric'at yaptı; sonra sırf ona zarar vermek için bir daha boşadı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onlara zul-medebilmeniz için zararlarına onları tutmayın." ayetini indirdi [170]

Yüce Allah'ın, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" buyruğu ile ilgili olarak İbni Ebi Ömer Müsned'inde İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Adam hanımını boşar, sonra da ben oyun oynadım (şaka yaptım) derdi. Yine kölesini azad eder, arkasından: Ben oyun oynadım, derdi. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" ayetini indir­di. Resulullah (s.a.) bu ayeti okuyup şöyle buyurdu: "Üç şey vardır ki bunların ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Boşamak, nikâh ve ric'at." Yine Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Her kim oyun olsun diye hanımını boşar veya oyun olsun diye kölesini azad ederse bu, onun aleyhine olmak üzere geçerli olur."

232. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve başkaları Ma'kil b. Yesar'dan şunu rivayet etmektedirler: Ma'kil kız-kardeşini bir müslüman ile evlendirmişti. Bu kadın bir süre o kişinin nikâhı al­tında kaldıktan sonra, kocası onu bir defa boşadı ve iddeti bitinceye kadar ona dönüş yapmadı. Eski kocası onu, o da kocasını arzuladı. Diğer talipliler ile bir­likte geldi, ona talip oldu. Ma'kil ona "Ey adi herif" dedi, "Onu sana vermekle ben sana ikramda bulundum, onu seninle evlendirdim, sen onu kalktın boşa-dın. Allah'a yemin ederim, ebediyyen sana geri dönmeyecektir." Yüce Allah ko­casının hanımına olan ihtiyacını, hanımının da kocasına olan ihtiyacını bildi­ğinden "Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi... Allah bilir siz bilmezsi­niz." ayetini indirdi. Ma'kil bunu işitince: Rabbimin buyruğunu dinledim ve itaat ettim diyerek dedi ve: Seni kardeşimle evlendiriyorum, sana ikramda bu­lunuyorum, diyerek kızkardeşini ona verdi. [171]

 

Açıklaması

 

Kadınları boşayıp da iddetlerinin bitmesi yaklaştı mı iki şeyden birisini yapmalısınız; ya kadını maruf bir şekilde (yani eziyet vermeksizin ric'at yapa­rak) tutacaksınız veya maruf bir şekilde serbest bırakacaksınız (yani ona her­hangi bir zarar vermeyeceksiniz). Burada "sürenin tamamlanması= büluğu'l-ecel" iddetin tamamlanmasının yaklaşması diye tefsir edilmiştir. Çünkü iddet bittiği takdirde kadına ric'at caiz olmaz. Böyle bir mana vermekten başka yol yoktur. Bir sonraki ayet-i kerimede geçen "iddetin bitmesi" ise bitmek anlamın­dadır; çünkü mana bunu gerektiriyor. Buna göre bu, ikinci ayet-i kerimede ha­kikat, birinci ayet-i kerimede de mecaz anlamındadır.

Daha sonra zararın önlenmesi, daha bir pekiştirilerek şöyle buyurmakta­dır: Kadınlara zarar vermek ve onları evlenmekten engelleyip iddetlerini uzat­mak kasdı ile onlara ric'at yapmayınız ki, sonunda sizlere fidye vermek ve belli bir mal ödemek zorunda kalmasınlar. Onları buna mecbur etmeniz kadınlara bir haksızlıktır. Hem kim yasak olan bu fiili -ki o da haksızlık ve zarar vermek kasdıyla nikâh altında tutmaktır- yaparsa, dünyada kendi vicdanını rahatsız etmek, kadının ailesi ile kendisi arasında kötülük ve düşmanlık kapısını aç­mak suretiyle, ahirette de kendisini Allah'ın azap ve gazabına maruz bırakmak suretiyle kendisine zulmetmiş olur. Çünkü o zayıflara musallat olmuş, kadının kendisinden kurtulmaya olan ihtiyacını sömürmek yoluna gitmiştir.

Yüce Allah'ın emirlerine uymakta, sizin için koymuş olduğu sınırlarını gö­zetmekte gevşeklik göstermeyiniz. Eğer sizler bu konuda gevşeklik gösterir, kusurlu hareket ederseniz, Allah ile, O'nun emri ile alay eden kimseler gibi olursunuz. Böyle bir ifadede şefi sınırları aşan kimseler için büyük bir tehdit, mümin olan kimseler için de evlilik bağına gereken saygıyı göstermeye ve cahi-lî uygulamalardan uzak durmaya bir teşvik vardır.

İslâm ve sair nimetleriyle Allah'ın üzerinizdeki hakkını hatırlayınız. Eşler arasında merhamet ve sevgi yaratmış olması da bu nimetler arasındadır. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizin için nefisleriniz­den kendileriyle sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve merhamet varettiği eş­ler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21).

Allah'ın Kur"an-ı Kerim'de ve sünnet-i nebeviyyede indirmiş olduğu teşriî hüküm ve hikmetleri hatırlayınız. Bunlar evlilik hayatının huzurlu olmasını sağlamak, mutluluğu, rahatı ve benzeri hususları gerçekleştirmek içindir. Bun­larda sizin için pek çok fayda ve menfaatler vardır. Çünkü hükümler düzenin esaslarını ortaya koyar. Teşriin hikmetini, sırlarını öğrenmek ise, o emirlere uymaya, gereken öğüt ve ibretleri alıp bu konuda ikna olmaya yardımcı olur.

Daha sonra Yüce Allah evlilik ile ilgili teşriî hükümleri, o hükümlere say­gılı olmaya itecek şekilde vurgulamaktadır ki, bu takva yani Allah'tan kork­mak, O'nun emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, kadını küçük görmeyi terkedip kutsal evlilik bağına aldırış etmemeyi bırakmaktır. Halbuki cahiliye döneminde Araplar bunun zıddına kadını küçümsüyor ve onu yalnızca bir eğ­lence aracı kabul ediyordu. En basit bir sebep dolayısıyla kadınları boşuyor, sonra ric'at yaparak ona zarar veriyor ve adeta onu askıdaymış gibi bırakıyor­lardı. Günümüzde de böyle cahil ve beyinsizler vardır.

Biliniz ki muhakkak Allah her şeyi bilendir. Sizin işlediğiniz, O'nun sınır­larını aşmak, emirlerini uygulamamak gibi şeyleri de bilir. O yüce Allah kendi­nize ihlâsla kendisine bağlamanızdan, hükümlerine tabi olmanızdan başkasına razı değildir.

Ey müminler! Kadınları boşayıp onların iddetleri tamamen sona erdiğinde sizlerin onları birinci ve ikinci talâktan sonra ilk kocalarına evlenerek dönme­lerini engellemeniz caiz değildir. Yine siz ey kocalar, sahip olduğunuz yetkiyi kullanarak üçüncü boşamadan ve iddetin sona ermesinden sonra bir başka ko­ca ile evlenmelerine de mani olmanız caiz değildir. Eğer kadın ile ona talib olan kimse arasında karşılıklı rıza gerçekleşir, talibi ona denk (küfüv) olur, mehr-i misil de verirse ortada da şer"î bir yasak yoksa buna engel olmayınız. Aynı şe­kilde ileri gelenleri, ilim adamları, yöneticileri ve akıllarını gereği gibi kulla­nan kimseleri ile müşahhas ifadesini bulan ümmetin de, kamu maslahatını gerçekleştirmek hususunda bir dayanışma içerisinde olması gerekir ki, maruf olanı engellemesin, münker olanı da kabul etmesin. Aksi taktirde toplum helak olur, zarar görür.

Az önce geçen velilerin kadınları başkalarıyla evlenmekten engellemeleri­nin yasaklanması ile ilgili teşriî hükümlerle öğüt verilir. Müminlerin kalpleri bu emirlere huşu' ile itaat eder, rablerinin emirlerine uyarak bunları kabul ederler. Müminin yapacağı iş itaattir, öğüt almaktır, bu şekilde onlara engel ol­mayı terketmenizin yasaklanması sizin için daha faziletlidir. Günahların kirli­liklerinden daha temizleyicidir. Yani bu emre uymakta sizin için bir bereket ve hayır vardır. Irzın, şerefin korunması ile, fazilet; boşanmış olan kadınların fa-sıklığa, fesada ve sapıklığa gitmesine sebep olmamak suretiyle de bir nezahet; günahlara, haramlara kötülüklere aldanıp düşmekten de kurtuluş vardır.

Allah bütün bu hususlardaki sizin menfaatlerinizi bilir. O bakımdan O'nun emirlerine uyunuz. [172]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime pek çok hükme delalet etmektedir. Bunların başlıca-ları aşağıdadır.

1- Maruf ile tutmak: Bu kocasının kadına karşı -nafaka gibi- görevlerini yerine getirmektir. Eğer eşine harcayacak bir şey bulamıyor ise, o taktirde bu kimse marufun sınırının dışına çıkmış olur ve hanımını boşaması lâzımdır. Şa­yet bunu yapmayacak olursa, hanımının nafakasına güç yetiremeyen bir kim­senin yanında kalmaktan dolayı kadına gelebilecek muhtemel zarar sebebiyle hakim onun yerine hanımını boşar. Çünkü açlığa sabretmeyi istemek sözkonu-su değildir. Bu cumhurun (Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşüdür. Çünkü Resulullah (s.a.) Buhari'nin Sa/u/ı'indeki rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Kadın ya bana yiyeceğimi verirsin veya beni boşarsın, der."

Hanefiler ise şöyle demektedirler: Bu durumda onları birbirinden ayırmak sözkonusu olmaz. Kadının buna sabretmesi gerekir. Hakimin hükmü gereğince nafaka kocanın zimmetine taalluk eder. Çünkü Yüce Allah, "Eğer darlık içinde ise ona geniş bir zamana kadar mühlet veriniz." (Bakara, 2/280) diye buyur­maktadır.

2- İyilikle salmak: Yani zarar sözkonusu olmaksızın boşamak. Çünkü Yüce Allah, "Onlara zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutmayın." (Bakara, 2/231) diye buyurmaktadır. Salıverme lafzının iki anlama gelme ihtimali var­dır: Birincisi ikinci boşamadan dolayı beklediği iddeti tamamlayıncaya kadar bırakmak ve böylece kadının kendisi ile ilgili hususlarda tasarrufa sahip olma­sını sağlamak. Bu es-Süddî ve ed-Dahhak'm görüşüdür. Diğer anlamı ise hanı­ma üçüncü defa talâk vererek serbest bırakmak. Bu da Mücahid, Atâ ve diğer­lerinin görüşüdür. Kurtubî'nin sözkonusu ettiği üç sebep dolayısıyla daha sa­hih olan görüş budur[173]:

a) Darakutni'nin Enes (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif: Bir adam ge­lip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü Yüce Allah, "Talâk iki defadır" diye buyurduğu halde bu ne diye üçe kadar çıktı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ya mâruf ile tut veya güzellikle salıver." Bir rivayette de: "İşte üçüncüsü de budur."

b) Tesrîh (salıvermek) talâk lafızlarmdandır.

c)  Tesrîh lafının vezni olan: Tefil, ikinci boşamadan ayrı tekrarlanan yeni bir fiilin meydana getirilmesi anlamını ifade etmektedir; fakat terki ifade etmek hususunda "tefîl" ile ifade edilen bir fiil yoktur. İbni Abdilberr der ki: İlim adam­ları, Yüce Allah'ın, "Veya güzellikle salmaktır" buyruğunda kastedilenin iki boşa­madan sonraki üçüncü boşama olduğu hususunda icma etmişlerdir. Yüce Al­lah'ın, "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." (Bakara, 2/230) buyruğu ile kastettiği de bu (üçüncü boşama)dır.

3- Şerl hükümlerle alay etmek haramdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: Yüce Allah'ın hükümlerini alaya alır gibi davranmayınız. Bu hü­kümler hakkında kim şaka yollu bir iş yaparsa o, onun için bağlayıcı olur. Fi­ilen günah üzerinde ısrar ederken sözlü olarak günahtan mağfiret dilemek de böyle bir alay kabilindendir.

4- Şaka olsun diye hanımını boşayan bir kimsenin artık eşini boşamış ol­duğu icmâ' ile kabul edilmiştir. Çünkü Ebu Davud, Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Üç husus vardır ki bunların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: Nikâh, boşama ve ric'at." Hz. Ali, İbni Mes'ud ve Ebu'd-Derdâ şöyle demişlerdir: "Üç şey vardır ki, bunlarda oyun söz konusu değildir. Bunları oyun olsun diye söyleyen de ciddi söylemiş olur: Nikâh, talâk ve köle azad etmek."

5- Nimete şükretmek: Yüce Allah bizim üzerimizdeki İslam, hükümlerin beyanı, düzenlemeler ile ilgili teşrî, Kur'an-ı Kerim'in hikmet ile açıklanışı yani teşriî sırlar ve nebevi sünnet ile beyan edilmesi gibi üzerimizdeki nimetlerini hatırlamamızı emretmektedir. Bütün bunlar bir taraftan korkutmak, diğer ta­raftan nefsi takva ile hazırlamak içindir. Çünkü Yüce Allah her şeyi bilendir, göklerde ve yerde hiç bir şey O'na gizli kalmaz.

6- Kadının evlenmesinin velisi tarafından engellenmesinin yasaklanması. Yani denk bir kimse ona talib olur, kadın da talib olan da birbirlerini isterlerse (beğenirlerse) kadının evlenme hakkını engellemelerini yasaklamaktadır.

7- Velisiz nikâh caiz değildir. Ayet-i kerime velisiz nikâhın caiz olmayaca­ğını göstermektedir. Buna delil ise ayetin nüzul sebebinin Ma'kil b. Yesâr"ın kızkardeşi hakkında oluşudur. Bu hanım dul idi. Eğer velisi olmaksızın evlen­me yetkisi elinde olsaydı, kendi kendisine evlenir ve velisi MaTril'e ihtiyacı ol­mazdı. Buna göre Yüce Allah'ın, "Onlara engel olmayınız." buyruğundaki hi­tap velileredir ve evlendirme hususunda velilere verilen bu emir kadınların rı­zaları ile birlikte söz konusudur. Çünkü şayet kadının velisinin rızası olmaksı­zın evlenebilme yetkisi olup da velinin de bu konuda herhangi bir dahli bulun-masaydı, velilerin hanımlarını engellemelerini yasaklamanın bir anlamı ol­mazdı. Cumhurun (Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşü budur.

Hanefîler de der ki: Kadın kendi kendisini evlendirebilir. Çünkü Yüce Al­lah şu buyruğunda da olduğu gibi bu yetkiyi kendisine izafe etmiş bulunmak­tadır: "Başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" (Bakara, 2/231). Burada veliden söz edilmemektedir. Diğer taraftan: "Onlara engel olmayınız." buyruğunda hi­tap kocalarına aittir. Bu ise yapılacak olan ric'atin, başkasıyla nikâhlanmasına engel olacak şekilde kullanılmasıyla olur. Ayrıca Yüce Allah'ın, "Aralarında ma'rûf bir şekilde anlaştıkları takdirde" buyruğu, erkeğin talip olduğu kadını bizzat kendisinden istemesine bir engel bulunmadığına delildir. Erkek evlen­mek hususunda kadının kendisi ile ittifak edebilir.

Onu engellemek ise sürenin yani iddetin sona ermesinden sonra söz konu­su olur.

Yüce Allah'ın "ma'rufbir şekilde" buyruğu, engellemenin o kadına denk ol­mayan birisi hakkında söz konusu olabileceğini göstermektedir. Kimisi de eğer mehir, mehr-i misilden aşağı ise velinin bu evliliği engellemesini caiz görmüş­lerdir. Denklikte esas yapmacık, uydurma gelenekler değil, egemen olan şer"î örftür.

8- İman öğüt almayı gerektirir Yüce Allah'ın, "İşte, içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere böyle öğüt verilir." ayeti, gerçek bir müminin öğüt almasının kaçınılmaz olduğunun delilidir. Öğüt almayıp Allah'ın emirleri gere­ğince amel etmeyenler mümin değildirler. Bu gibi kimselerin dilleri iman etmiş ama kalpleri iman etmemiştir.

9- İlâhi teşri', insanların -beşer olmaları ve akıllarının yetersizliği, her ha­kikati idrak edemeyişleri, geleceği bilemeyişleri sebebiyle kavrayamayacakları-uzun vadeli ferdî ve toplumsal menfaatlerini de teminat altına almıştır. [174]

 

Ücret Karşılığı Süt Emzirmek, Süt Emzirme Süresi, Çocukların Nafakası Ve Diğer Hükümler

 

233- Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamla­mak isteyenler içindir. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına ait­tir. Kimseye gücünden fazlası yükletil­mez. Ne bir anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin, ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulsun. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer kendi rı-zalarıyla ve danışarak memeden kes­mek isterlerse, ikisinin üzerine de bir vebal yoktur Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz ma'rûf bir şekilde verdiğini­zi teslim etmek şartıyla yine üzerinize bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, bütün yaptıkla­rınızı hakkıyla görendir.

 

I'râb:

 

"Anneler çocuklarını... emzirirler" buyruğu emir anlamına haberdir, yani emzirsinler demektir. Tıpkı Yüce Allah'ın, "boşanan kadınlar... beklerler" (Ba­kara, 2/228) buyruğunda olduğu gibi. Haberin emir anlamına gelmesi Arap di­linde çokça rastlanılan bir durumdur.

"Ne bir anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin, ne de bir baba çocuğu yü­zünden zarara sokulsun." buyruğunda ifadenin takdiri şöyledir: Herhangi bir anne çocuğu sebebiyle çocuğun babasına zarar vermesin. Herhangi bir baba da çocuğu sebebiyle annesine zarar vermesin. [175]

 

Belagat:

 

"Anneler çocuklarını... emzirirler." buyruğu -gerçekleşeceği şekle göre yo­rumlandığı taktirde- mübalağa için emir anlamında bir haberdir. Açıkladığımız gibi "emzirsinler" anlamındadır.

"Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz..." buyruğunda hazf ile yapılan icaz vardır. Yani süt emzirenlerin çocuklarınıza süt emzirmelerini isterseniz, de­mektir. Bu buyrukta da muhataba iltifat vardır. Gaib ifade ise Yüce Allah'ın, "...kesmek isterlerse" buyruğundadır. Buradaki iltifat ise babaların yavrularına karşı duygularını harekete geçirmek içindir. [176]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler"; bu süre içerisinde emzirsin-ler, demektir. Hanımlar eğer kocaları tarafından boşanmış iseler süt emzirme­leri dolayısıyla "onların" annelerin "yiyeceği ve giyeceği babasına aittir."

"Kimseye gücünden" takatinden "fazlası yükletilmez." Takat, insan gücü­nün son derecesidir. Ondan sonrası ise acizliktir. Yükletmek (teklif), yapmak zorunda tutmak demektir.

"Ne bir anneye çocuğundan dolayı" kabul etmek istemediği taktirde süt em­zirmek için zorlanmak suretiyle "zarar verilsin ne de bir baba" takatinden fazla­sıyla yükümlü tutulmak suretiyle "çocuğu yüzünden zarara sokulsun." Çocuğun her iki yerde de ayrı ayrı onlardan birisine izafe edilmesi, anne-babanın çocukla­rına karşı şefkat duygularını harekete getirmek içindir. (Karşılıklı) zarar ver­mek ise, anne babanın her ikisinin de bir diğerine zarar vermeye kalkışmasını gerektirir. Bu ise birisinin başkasına zarar vermesinin bizzat kendisine zarar vermesi olduğunu gösterir. Bu zarar vermenin etkisi neticede çocuğa yöneliktir.

"Mirasçıya" burada kasıt, babanın mirasçısıdır ki, bu da çocuktur; ona "dü­şen de bunun gibidir."Yani çocuğa ait olan maldan anneye gerekli olan nafaka ve giyim masrafları karşılanmalı ve tıpkı baba üzerinde anneye karşı olan görevin benzeri gibi; ona herhangi bir şekilde zarar verilmemelidir. Tabii ki bu durum, çocuğun malının olması halindedir. Yani çocuğun süt emzirilme nafakası eğer malı varsa, çocuğun malından ödenir, aksi taktirde bu onun asabesine aittir. Ki­mi ilim adamları da şöyle demiştir: Mirasçıdan kasıt, çocuğun ölmesi halinde ço­cuğa mirasçı olan kimsedir. Bu da ölümü halinde çocuğa yakın olan akrabalar­dır. İşte bu durumda nafaka, malı olmadığı taktirde ölecek olsa, çocuğa mirasçı olacak kimselerden alınır. İfadenin her iki manaya gelme ihtimali vardır. Birin­cisi Taberî, Zemahşerî ve başkalarının tercih ettiği bir görüştür ve bu Yüce Al­lah'ın, "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." buyruğuna atfedil-miştir. İkisi arasındaki diğer ifadeler ise "örfe göre" ifadesinin açıklaması olup atfedilen ile üzerine atfedilen arasında bir ara cümlesidir. Mana bu taktirde şöy­le olur: Babanın mirasçısma da babanın vazifesi olan yiyecek ve giyeceği sağla­mak görevi vardır. Yani baba öldüğü takdirde ona mirasçı olanın anneye yiyecek ve giyecek temini hususunda babanın yükümlülüklerini üstlenir. Tabii bunda marufa riayet etmek ve zarardan uzak durmak şartı vardır.

"Eğer kendi rızalarıyla" ikisi arasında sağlanan ittifak ile "ve danışarak" küçüğün maslahatını gerçekleştirecek hususlarda kendi aralarında müşavere ederek "kesmek" yani iki seneden önce anne baba sütten kesmek "isterlerse iki­sinin üzerine de bir vebal yoktur." Sütten kesmeye "fisâl* denilmesinin sebebi çocuğun annesinden ayrılması, böylelikle annesine ihtiyacı olmaksızın tek ba­şına gıdasını temin etmesidir. "Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz" yani annele­rin dışında süt anneler edinmek isterseniz, demektir; "ma'rûfbir şekilde" meselâ, gönül hoşluğu halinde olduğu gibi, "verdiğinizi" onlara vermek istediğiniz ücreti o süt annelerine "teslim etmek şartıyla üzerinize bir vebal yoktur." [177]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah nikâha ve ayrılığı doğuran talâka dair hükümleri söz konusu ettikten sonra, nikâhın doğurduğu bazı hükümleri zikretmektedir. Çünkü bo­şanan kadınların süt emen çocukları olabilir. Bu yavrular eşlerin karşılıklı nef-retleşmeleri ve işi yokuşa sürmeleri sonucu zarar görebilir. Kimi zaman hanım­lar babadan intikam almak kastıyla küçük çocukları süt emmekten mahrum bırakabilir. O bakımdan Yüce Allah, annelere çocuklarıyla ilgilenmelerini tav­siye ederek süt emme süresini, anne-baba istedikleri takdirde, tam iki yıllık bir süre olarak tespit etmiştir. Diğer taraftan Allah Teala babaları, annelerin yiye­cek ve giyecek ihtiyaçlarını süt emzirme süresi boyunca güç ve takatlerine göre karşılamakla yükümlü tutmuş, anne babadan herhangi birisinin ötekine çocuk sebebiyle zarar vermesini yasaklamıştır. Anne, çocuğun babasına çocuğun bü­yütülmesi konusunda zarar vermek üzere, küçük çocuğa süt vermek istemeye­bilir veya nafaka ve giyecek hususunda aşırıya kaçabilir. Diğer taraftan baba da anneye zarar vermek kasdıyla -ona süt vermek istediği halde- çocuğu ondan alabilir veya süt emzirmeye zorlayabilir ya da nafaka ve giyecek hususunda hakkını vermemeye kalkışabilir (Bütün bu yollarla birbirlerine zarar vermek isteyebilirler). Yüce Allah çocuğa zarar verip bunun sonucunda çocuk için ya­pılması gerekli olanlarda bir kusur ortaya çıkabileceğinden, bunu anne babaya yasaklamıştır. Bütün bunlar Yüce Allah'ın küçük çocuğa gereken riayeti gös­termesi dolayısıyladır. Çünkü küçük çocuk kendisine faydalı olamayacak, ken­disine gelecek zararı da önleyemeyecek kadar âcizdir.

Bu ayet-i kerime, boşanmış olduğu eşinden çocukları bulunan kadınlar hakkındadır. Bu kadınlar yabancı kadınlara göre kendi öz çocuklarını emzir­meye daha bir hak sahibidirler. Çünkü bu kadınların o çocuklara karşı şefkat ve merhametleri daha ileridir. Küçük çocuğu annesinden çekip almak ise hem çocuğa, hem annesine zarar vermektir. Annelerden kasdm, boşanmış kadınlar olması Yüce Allah'ın, "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." di­ye buyurmuş olmasından anlaşılmaktadır. Şayet evlilik devam ediyor olsaydı, bu yükümlülük çocuk sebebiyle değil, evlilik sebebiyle zaten vacip olurdu. Bu ayet-i kerime aynı şekilde boşanma ayetlerinin akabinde de zikredilmiştir. Bu da boşanmış anneler hakkında olduğunu gösteren bir diğer husustur.

Kimi alimlerin görüşüne göre de annelerden kasıt, ister boşanmış isterse de nikah altında eş olsun bütün annelerdir. Bu görüşlerini lafzın genel manası­nı esas alarak ileri sürmüşlerdir. [178]

 

Açıklaması

 

Boşanmış olsun olmasın bütün annelerin, çocuklarını daha fazlası söz konu­su olmaksızın -süreyi tamamlamak istedikleri takdirde- tam iki yıl süre ile süt emzirmeleri görevleridir. Maslahat görüldüğü takdirde, bundan daha aşağı süre süt verilmesine mani yoktur. Konu şahsî karar ve takdire bırakılmıştır. Bununla birlikte süt emzirmek anne için mendubtur. Çünkü onun sütü doktorların ittifa­kıyla daha üstün ve değerlidir. Eğer çocuk başkasının memesini almaz ya da baba fakirlik ya da başka bir sebepten dolayı süt anne bulamayacak olursa, annenin süt emzirmesi vacip olur. Bazı kadınların, konumlan ile uygun görmediklerinden veya sağlık ve güzelliklerini korumak kasdıyla süt emzirmek istemeyişleri ise fıt­ratın gereğine aykırıdır, çocuğun maslahatını ve menfaatini düşünmemektir.

Süt emzirmek annenin bir hakkı mı yoksa bir görevi midir; bu hususta gö­rüş ayrılığı vardır.

İmam Malik der ki: Süt emzirmek kadın boşanmamış ise ve çocuk da baş­kasının memesini kabul etmiyor ise, anenin vazifesidir. İmm Malik bundan asil, soyu sopu yüksek olan kadınları istisna etmiştir. Bu görüşü ile ayet-i keri­menin nüzulü zamanındaki Arapların örfü ile amel etmektedir.[179] O sıralarda Kureyş hanımları bunu gururlarına ve izzetlerine yedirmedikleri için ücret mukabili süt anne arıyorlardı.

Cumhur ise şöyle demektedir: Zaruret hali dışında annenin çocuğuna süt emzirmesi mendubtur. Mesela, anneden başkasının memesini kabul etmemesi böyle bir zarurettir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer güçlüğe uğrarsanız, o halde onun için başka birisi emzirecektir." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Süt emzirme süresi iki yıldır. Çünkü çocuğun bu zaman süresi içerisinde süte ihtiyacı vardır. Bununla birlikte anne babanın uygun görecekleri maslahata göre daha az bir süre süt emzirmekte bir mani yoktur. Günümüzde çocuk birinci senenin sonla­rında süt ile birlikte bazı gıdaları yemeye zamanla alıştınlmakta, daha sonra süte ihtiyacı kalmayınca da sütten kesilmektedir.

Yüce Allah'ın, "iki bütün yıl" diye buyurması bir sene ile ikinci senenin bir kısmının kastedildiği yanlışlıkla anlaşılmasın, diyedir. Süt emzirme süresinin "tam iki yıl" ile sınırlandırılmasından kasıt, bunun vacip olduğu değildir. Çün­kü Yüce Allah, "Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir" diye buyurmuş­tur. İşte bu iki yıl içerisinde süt emzirmenin, asla aşılmayacak asgari sınır ol­madığını göstermektedir. Bu şuur süt emzirme süresini tamamlamak isteyen­ler içindir. Bunu istemeyenler eğer çocuk için bir zarar söz konusu değilse, iki yıl tamamlanmadan önce de çocuğu sütten kesebilirler. Nitekim bunu Yüce Al­lah'ın şu buyruğu desteklemektedir: "Eğer kendi rızalarıyla ve danışatak kes­mek isterlerse ikisinin üzerine de bir vebal yoktur." (Bakara, 2/233) Bundan ka­sıt, anlaşmazlık halinde kabul edilecek olan sürenin ya da mahkeme hükmü gereğince tespit edilecek azami sürenin beyanıdır.

Süt emziren kadının yiyecek ve giyeceğini yeterince karşılamak babanın görevidir. Anne evli olduğu veya iddet içerisinde bulunduğu sürece ücretle süt emzirmesi caiz değildir. Şafiî'ye göre bu kayıtsız şartsız olarak caizdir. Ücretin takdiri ise babanın zenginlik, fakirlik ve orta halli oluşuna göre tespit edilir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince na­faka versin., rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 65/7); "Allah hiç bir nefse takatinden fazlasını yüklemez." (Bakara, 2/286). Buradaki ayet-i kerimede ise: "Kimseye gücünden fazlası yükseltilmez" diye buyurulmak-tadır. Yani hiç bir kimse gücü nispetinden fazlasıyla yükümlü tutulmaz.

Yine bu ayet-i kerimeden çocuğun nafakasının babaya ait olduğu anlaşıl­maktadır. Çünkü Yüce Allah, süt emzirme süresince boşanmış kadının nafaka­sının baba tarafından karşılanmasını kararlaştırmıştır. Çocuğun nafakasının baba tarafından karşılanma gereği çocuğun bu konudaki acziyeti ve ihtiyacı dolayısıyladır. Baba ise çocuğa insanlar arasında en yakın olandır.

Sözü geçen hükümlerin teşri' edilme illeti, erkek ve kadının birbirlerine ve­recekleri zararı -her hak sahibine hakkını vermek suretiyle- önlemektir. Çocuk sebebiyle birinin diğerine zarar vermesi haramdır. Anne süt anne aranması için babayı taciz etmek üzere çocuğuna süt vermekten imtina edemez veya gücünden fazla nafaka vermekle onu mükellef tutamaz ya da çocuğun terbiyesinde, eğiti­minde kusur gösteremez. Aynı şekilde babanın da annenin istemesine rağmen çocuğunu emzirmesine engel olması caiz değildir. Çünkü insanlar arasında ona karşı en şefkatli, en merhametli, en faydalı odur veya nafakayı kısmak yahut ço­cuğunu -süt emme ve hadâne süresinden sonra dahi- görmekten alıkoyamaz.

Babanın mirasçısına da aynı şekilde nafaka, giyim ve süt verene zarar gö­revi vardır. Bir görüşe göre de çocuk öldüğü takdirde, ona mirasçı olacak olanın da görevidir bu. Bu görüş nafakanın, babanın olmaması halinde çocuğun ya­kınlarının görevi olduğunun delilidir.

Bu buyruk yakınlara nafaka vermenin vacib oluşunun asıl dayanağıdır. İmam Ebu Hanife'nin ve Ahmed'in görüşü budur. Şu kadar var ki Hanefîler ha­la ve teyze gibi evlenilmesi haram olan bütün akrabalar için nafakayı vacip ka­bul ederler, amca oğlu, amca kızı gibi evlenilmesi haram olmayan akrabalar için vacip kabul etmezler. Hanbelîler ise, ister mirastaki fariza, ister asabe yo­luyla mirasçı olsun, bütün yakınlar için nafakayı vacip kabul ederler; kardeş, amca ve amca oğlu gibi. Ancak amca kızı, dayı, hala, teyze gibi belli bir farz (hisse) sahibi olarak veya asabe yoluyla miras alamayan zevi'l-erham için vacip kabul etmezler. Çünkü böylelerinin yakınlıkları zayıftır.

İmam Malik ve Şafiî'nin görüşüne göre ise nafaka, ancak anne ve babanın vazifesidir. Çocuğun nafakasını karşılamak babanın görevidir. Öldüğü takdirde eğer malı varsa çocuğun malından karşılanır; aksi takdirde bu annenin görevi­dir. Ayet-i kerime ise birinci görüşü desteklemektedir. Ancak "mirasçıya düşen de bunun gibidir" buyruğu ile yalnızca zararın terkedilmesi ya da mirasçıdan bizzat çocuğun kastedilmiş olması hali müstesnadır.

Süt emzirme süresinin tam iki yıl ile sınırlandırılması, anlaşmazlık halin­de başvurulacak azami müddetin beyan edilmesi içindir. Şayet anne ve baba iki yıldan önce veya daha sonra karşılıklı rıza ve çocuğun menfaati hususunda danışarak çocuğu memeden kesmek isterler ise ve eğer çocuğun menfaati de bunu gerektiriyor ise onlar için bir günah yoktur.

Ücretle süt anne tutmaya bir mani yoktur. Bu, şu hususları açıkça belir­ten ayet-i kerimenin beyan ettiği bir konudur: Eğer sizler çocuklarınız için süt anneler tutmak isterseniz veya hamilelik, hastalık ya da anlaşmazlık sebebiyle çocuklarınız için süt anne tutmak istediğiniz takdirde, bunda bir mahzur yok­tur. Ancak süt anneye maruf bir şekilde ücretinin ödenmesi şarttır. Yani her zaman ve mekânda benzerlerinin ücreti ne ise onlara öylece ücret ödenmelidir. Çünkü verilen ücret ile hem çocuğun hem de anne babanın maslahatı gerçek­leştirilmektedir. Bu, tağlîb yoluyla hem anneye, hem de babaya bir hitabtır. Böylelikle çocuğa süt emzirmek hususunda anne babanın birbirleriyle danış­malarının bir edeb ve bir maslahattan ötürü olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü çocuk ikisinindir.

Yabancı süt annelerin süt emzirmelerinin istenmesini caiz kabul eden gö­rüş Ebu Hanife'nin görüşüdür. Yüce Allah'ın, "Maruf bir şekilde verdiğinizi tes­lim etmek şartıyla" buyruğu, süt emzirmenin caiz olması için bir şart değildir; sadece süt emzirenin gönlünü hoş etmek için evlâ olana bir teşviktir.

Daha sonra Yüce Allah, bundan önceki hükümlerin uygulanması için ol­dukça sağlam bir çerçeve tespit etmektedir: Bu hususlar Allah'tan korkma (takva)nın gölgesinde gerçekleşmelidir. Mümine düşen Allah'tan korkmaktır. O sözü geçen hükümlerin hiçbirisinde kusur etmemelidir. Çünkü Yüce Allah her şeyden haberdardır, her şeyi görendir. Amellerinizin karşılığını verir. Eğer an­ne baba çocukların haklarını tastamam öder, karşılıklı olarak birbirlerine za­rar vermekten uzak dururlarsa o vakit çocuklar dünyada salih bir örnek, ahi-rette de sevap kazanmaya sebep olurlar. Şayet sizler hevalarınız doğrultusun­da yol alırsanız, o takdirde çocuklar kötü bir geleceğin haberi, dünyada bela ve fitnenin alâmeti, ahirette de azabın sebebi olurlar. [180]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime, boşanmış kadınların kendi çocuklarını emzirmek hususun­da yabancı kadınlardan daha bir hak sahibi olduklarını göstermektedir. Çünkü öz anneler daha şefkatli, daha merhametlidirler. Küçük çocuğun annesinden alınması ise hem ona, hem de annesine bir zarardır. Bu aynı zamanda çocuğun sütten kesilmiş olsa dahi, şefkat ve merhametinin üstünlüğü dolayısıyla anne­nin onu hadanesine almaya daha bir hak sahibi olduğunun delilidir. Bir başka koca ile evlenmedikçe bu böyledir. Bu hususta ilim adamlarının ittifakı vardır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan yaptığı rivayete göre- bir kadına: "Başkasıyla nikâhlanmadığın sürece o çocuğunu almaya sen daha bir hak sahibisin" diye buyurmuştur.

Boşanmış olan kadın, süt emzirmeye ve hadâneye daha bir hak sahibi ol­duğuna göre, evli kadınlar evli oldukları sürece bunlara öncelikle hak sahibi­dirler. Hatta kadın nafaka ve giyime çocuğuna ister süt emzirsin ister emzirmesin -kocasının kendisinden faydalanmasına imkân tanıması karşılığında-hak kazanır. Boşamadan sonra süt emzirme halinde nafakanın vacip kılınması ise, kadının erkeğin menfaatine olan bir işle uğraşması dolayısıyladır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." Bununla kadın süt emzirmekle uğraşıp kocasının ondan fay­dalanma imkânı söz konusu olmadığı takdirde, nafakanın düşebileceği vehmi ortadan kaldırılmaktadır.

Yüce Allah'ın, "Bu emzirmeyi tamamlamak isteyenler için" buyruğu da iki yıl süreyle süt emzirmenin kat'i bir hüküm olmadığını göstermektedir. İki yıl­dan önce sütten kesmek caizdir, fakat iki yıl ile sınırlandırmak da süt emzirme süresi hakkında karı-koca arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek içindir. Er­keğin iki yıldan fazla ücret ödemesi gerekmez. Şayet baba iki yıldan önce süt­ten kesilmesini ister, anne de buna razı olmazsa baba böyle bir hakka sahip de­ğildir. İki yıldan fazla veya eksik emzirmek çocuğa zarar verilmemesi ve anne ile babanın birlikte razı olması halinde söz konusudur.

Muvatta'mda İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed: "Anneler çocukla­rını iki yıl emzirirler." buyruğundan süt emme yoluyla akrabalık gibi evliliği haram kılan süt emme süresinin, yalnızca iki yıl olduğu görüşünü çıkarmışlar­dır. Eğer bu iki yıl içerisinde süt emme gerçekleşmemişse daha sonraki süt em­me evliliği haram kılmaz.

Hanefilerle İbnü'l-Kasım'ın Malik'ten yaptığı rivayeti kabul eden Malikî-ler ise [181], ayet-i kerimenin süt akrabalığının evliliği haram kılan süreyi sınır­landırmak için geldiğini kabul etmezler. Ebu Hanife süt emme süresinin otuz ay olduğu görüşündedir. Züfer üç sene demiştir. Sahih kabul edilen görüşlerin­de Malikîlerin kanaatine göre ise, örfen sütten kesme süresine yakın olan süre de ona ilave edilir. Bu süreden uzak kalan süre de onun dışında kabul edilir ve bu konuda herhangi bir takdir yoluna gitmezler.

Kurtubî der ki [182]: Sahih olan birinci görüştür. Çünkü Yüce Allah, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" diye buyurmaktadır. İşte bu da iki yıldan sonra çocuğun süt emmesinin bir hüküm taşımadığını göstermektedir. Süfyan b. Uyeyne, Amr b. Dinar'ın, o da İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İki yıl içerisinde olan dışında (evliliği haram kılan) süt emme (akrabalığı) yoktur." [183] Bu haber ayet-i kerime ile birlikte bü­yüğün süt emmesinin akrabalığı doğurmasını reddetmekte ve bunun evliliği haram kılmayacağını göstermektedir.

İlim adamları bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır." (Ahkâf, 46/15) buyruğundan, hamileliğin asgari süresinin ne olduğunu çıkarmışlardır. Süt emme süresi (24 ay) otuz aydan düsürüldüğü takdirde, geriye altı ay kalır ve bu da hamileliğin asgari süresidir.

Yüce Allah'ın: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." ayet-i kerimesi, güçsüzlüğü ve adzliği sebebiyle çocuğun nafakasının baba için vacip olduğunu göstermektedir.

Yiyecek ve giyecekten vacip olan nafaka, maruf olandır. Yani aşırılığa kaç­madan ve kısmadan Şeriatın örfünde tanınıp bilinendir. İnfak Malikîlerin gö­rüşüne göre erkeğin zenginliğine ve hanımın durumuna göre belirlenir.

Ayet-i kerime hadâne hakkının anneye ait olduğunun delilidir. Bu, anne için bir haktır. Malik ve Ebu Hanife bu görüşü almıştır. Hadâne süresi Malik'e göre erkek çocukta buluğ yaşma, kız çocuğunda ise evliliğe kadardır. Şafiî ve Ahmed der ki: Erkek sekiz yaşına -ki bu temyiz yaşıdır- ulaştığı takdirde anne babası arasında muhayyer bırakılır. Çünkü onun bu yaşta ibadet görevlerini öğrenmeye arzu ve gayreti harekete geçer. Bu hususta erkek ile kız arasında fark yoktur. Bunun delili ise Resulullah (s.a.)'ın öyle bir yaşta bir çocuğu mu­hayyer bırakmasıdır. Çocuk annesini tercih etmişti. Nitekim Nesaî ve diğerleri­nin Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayet böyledir.

Önceden de açıklandığı gibi, anne evlenmediği sürece hadâne hakkı anne­nin olmaya devam eder. İbnü'l-Münzir der ki: "İlim ehlinden kendisinden ilim bellenen herkes evlendiği takdirde annenin çocuğunda hakkı olmadığını -icma ile- kabul etmiştir." Şafiî'ye göre sadece evlilik akdi ile birlikte annenin hakkı düşer. Malik der ki: Anne evlendiği takdirde kocası onunla zifafa girmedikçe çocuğu ondan alınmaz.

Hanefîlerin görüşüne göre annenin hadâne hakkı, talâk sebebiyle eşlerin birbirlerinden ayrılması halinde, annenin zimmi veya müslüman olması ara­sında bir fark yoktur. Malik ve Şafiî ise şöyle demektedir: Çocuk eşlerden müs­lüman hangisi ise onunla birlikte olur.

Şayet kadın çocuğunun hadânesine hak sahibi olduğu halde çocuğu almak istemez ama daha sonra almak isteyecek olursa, durumuna bakılır; eğer çocu­ğunu bırakması için bir mazereti var ise, onu alabilir. Ama onu almayışının makul bir mazereti yoksa artık bir daha çocuğunu alamaz.

Eşlerin birbirlerine karşılıklı olarak zarar vermeleri haramdır. Çünkü İs-lamda ne zarar vardır, ne de zarara zararla karşılık vermek. Yüce Allah, "Ne bir anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin..." diye buyurmaktadır. Yani anne, babasına zarar vermek kasdıyla çocuğuna süt vermeyi reddetmesin ya da ecr-i mislinden fazlasını istemesin. Babanın da -açıkladığımız gibi- annesi çocuğuna süt emzirmek istemesini bu işten engellemesi helâl değildir.

Yüce Allah'ın, "Mirasçıya düşen de bunun gibidir." buyruğu ise akrabanın nafakasını -önceden de açıkladığımız gibi- vermenin vacip oluşuna delildir. Ni­tekim bizzat çocuğun harcamasının eğer kendi malı varsa, onun malından ya­pılmasının da vacip olduğuna delildir.

Süt emzirme ücretinin verilmesi gereken azami sürenin sınırlandırılmasın­da eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa, eksiksiz süt emzirme süresi tam iki yıldır.

Çocuğa zarar söz konusu olmaksızın eşlerin kendi aralarında daha az bir süre emzirmek hususunda ittifak etmeleri ise caizdir. Yüce Allah'ın, "Eğer... kesmek isterlerse" buyruğu, Yüce Allah'ın anne ve babaya yavrunun menfaatine olana götürecek hususlarda karşılıklı danışmayı mubah kılmak suretiyle, bu tür hü­kümlerde ictihadda bulunmanın caiz oluşuna delildir. Bu gibi hususların tesbiti ise hakikat ve kesin kanaate göre değil, ağır basan kanaatlerine göredir. Kur"an-ı Kerim çocuğun terbiye edilmesi için en basit işlerde dahi danışmayı tavsiye et­tiğine göre, daha önemli ve faydası daha büyük işlerde bunun istenmiş olması öncelikle söz konusudur. İstişarenin gerektiği en mühim husus ise ümmetin maslahatı ile ilgili konularda yöneticilerin danışması (istişaresi)dır. Bundan do­layı Yüce Allah rasulüne ashabı ile danışmasını: "Ve iş hususunda onlarla da­nış..." (Al-i İmran, 3/159) diye emretmekte, müminleri de: "Ve onların işleri kendi aralarında danışma iledir." (Şûra, 42/38) buyruğuyla da övmektedir.

Yüce Allah'ın, "Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz..." buyruğu süt anne tutmanın caiz olduğuna delildir. Elverir ki babalar ve anneler bu hususta itti­fak etsinler. O takdirde süt emziren anneye ücretin teslim edilmesi de: "Maruf bir şekilde verdiğinizi teslim etmek şartıyla" buyruğu gereğince icabeder.

Aslolan her annenin çocuğunu emzirmekle yükümlü olduğudur. Nitekim Yüce Allah bunu böyle bildirmekte ve hanımlara çocuklarını emzirmelerini em­retmekte, buna karşılık, evlilik devam ediyorken erkeklerin hanımlarının nafa­ka ve giyimlerini karşılamalarını kadınlar için bir hak olarak tespit etmekte­dir. Şayet süt emzirme baba üzerine bir görev olsaydı, hanımların yiyecek ve giyecekleri ile birlikte bunun da söz konusu edilmesi gerekirdi. Şu kadar var ki, diğer fakihlerden ayrı olarak İmam Malik -önceden de açıkladığımız gibi-asil bir soya sahip olan kadını bundan istisna ederek şöyle der: Bu durumda olan bir kadının çocuğuna süt emzirme mükellefiyeti yoktur. O böyle bir kadını ayetin genel hükmü dışında tutmakta ve usulü fıkıhtaki temel bir ilkeye daya­narak ona özel bir hüküm getirmektedir ki; bu da âdet ile ameldir. Söz konusu âdet ise, İslam tarafından değiştirilmeyen cahiliye dönemi Araplarmın âdeti­dir. Zengin olan soylu aileler kızlarını evlendirdiklerinde bu işlerle uğraştırma-mışlardı. İmam Malik'in zamanına kadar süt emen çocuklar süt annelere veril­meye devam ediyordu, o bakımdan İmam Malik de bu görüşü benimsemiştir. Bu durum zamanımıza kadar böylece devam edegelmiştir [184]

İlâhi emir annelerin çocuklarını emzirmesi şeklinde olup fıtrata uygun bir hükümdür. Çocuk için en üstün ve değerli süt, doktorların da ittifakı ile anne­sinin sütüdür. Süt annenin sütü çocuğun hem bedenine, hem ahlâkına, hem de karakterine etki eder. Bu bakımdan süt annelerin seçiminde ihtiyatlı olmak ge­rekir; hasta annelere, ahlâkı ve edebi bozuk olanlara süt emzirmek üzere çocuk vermekten uzak durmalıdır [185]

 

Kocası Vefat Eden Kadının İddeti

 

234- İçinizden vefat eden kimselerin  bıraktıkları eşler kendiliklerinden  dört ay, on gün beklerler. İddetlerini  bitirdikleri zaman artık onların kendi­ leri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

 

İ'râb:

 

"İçinizden vefat eden kimselerin..." (ellezine)= kimseler buyruğu müptedadır. Bunun haberi ile ilgili olarak dört ihtimal söz konusudur.

1- Haberi şu şekilde mukadder olabilir. Size okunan bu buyruklarda içi­nizden vefat eden kimselerin bıraktıkları eşler... Tıpkı: "Hırsızlık yapan erkek ile hırsız kadının" yani; size okunan bu buyruklarda cezası...

2- Bu buyruğun haberi: "Kendiliklerinden... beklerler." buyruğu olabilir ki; bunun takdiri de şöyle olabilir: Kocalarından sonra kendiliklerinden beklerler. Burada "Kocalarından sonra" bilinen bir husus olduğu için hazfedilmiştir. Çün­kü cümle bir müptedaya haber olarak geldiği takdirde, mutlaka o cümlede müptedaya ait olan bir zamirin bulunması gerekir.

3- İfadenin takdiri şöyle olabilir: O kocaların eşleri... beklerler. Buna göre cümlede müpteda veya haberden itibaren: "kimselerin haberi olur.

4-  Haber "beklerler" buyruğudur. O vakit ifadenin takdiri de şöyle olur: Sizden vefat edenlerin eşleri beklerler.[186]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Vefat eden kimselerin" Allah'ın onların canlarını almak suretiyle ölenler, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah canları alandır."(Zümer, 39/42) Böyle vefat edenlerin "bıraktıkları eşler" Arapçada eş (ez-zevc) kelimesi, hem erkek hem de dişi hakkında kullanılır. Nitekim Yüce Allah başka yerde: "Onun eşleri (zevceleri) anneleridir." (Ahzab, 33/6) diye buyurmaktadır, "kendiliklerinden'' kocalarından sonra "dört ay on gün beklerler." beklesinler. Bu hamile olmayan­lar hakkındadır. Hamile olanların iddeti ise Talâk, 65/5 ayeti gereğince doğum yapmaları ile biter.

"İddetlerini bitirdikleri zaman" bekleme süreleri bitip iddetleri sona erdi­ğinde "artık onların kendileri hakkında maruf ile" şeriata uygun olarak (evle­rinde) süslenmek ve taliplilere görünmek gibi "yaptıklarından dolayı size" ey veliler "bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." Amel­lerin zahirini de batınını da bilendir. [187]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu, iddet türleri ile ilişkili bir açıklamadır. Yukarıda geçen ayetler ayhali ile boşama iddetini söz konusu etmişti, burada da bundan farklı olan kocanın vefatı dolayısıyla olan kadının iddetinden söz edilmektedir. [188]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimede kocalar için yas tutmanın (hidâd) ve kadın­lar hakkında iddetin vücubunu, talâk, ric'at, süt emzirme, babanın çocuğuna ve hanımına karşı görevlerini söz konusu etmenin akabinde zikretmektedir. Vefat dolayısıyla beklenen iddetin beyanının sebebi, onun da boşama iddetine benzediği zannedilmesin diyedir.

İddet; kadının yeni bir evlilik yapmadan ve şer'î bir özür dışında evden çıkmadan evinde hamile olmadığının anlaşılması veya kocanın vefatı dolayısıy­la yas tutması için beklediği süredir. Boşanan kadının iddeti üç kur'dur. Kocası vefat etmiş olan ve hamile olmayan kadının iddeti ise 4 ay 10 gündür. Hamile olan kadının iddeti ise doğum yapıncaya kadardır, isterse vefattan kısa bir sü­re sonra olsun. Koca dışında kardeş, baba veya bir yakının ölümü dolayısıyla üç günden fazla yas tutmak yoktur.

Kocanın vefat etmesi halinde hanımının yaşı ve kendisi ile zifafa girilmiş ya da girilmemiş olması arasında fark yoktur. Çünkü iddet aslında yas tutmak, buna bağlı olarak da rahmin temizliğinin anlaşılması içindir.

Kocaları vefat eden zevcelerin iddeti 4 ay 10 gündür. Bu iddet süresi içeri­sinde kadına evlilik teklifi yapılması, evlenmesi, -şer'î bir mazeret için olması hali dışında- evinden çıkması helâl değildir. Bu hüküm hamile olmayan kadın­lar için geçerlidir. Kocası vefat etmiş hamile kadının iddeti ise, ölümden kısa bir süre sonra dahi olsa, doğum yapmak ile sona erer. Bu ise az önce değindiği­miz Talâk süresindeki ayetin hükmü gereğidir. Ayrıca Ebu Davud da Eslemli Sübey'a ile ilgili rivayet ettiği hadisinde Peygamber (s.a.)'in ona doğum yaptığı vakit; iddetinin de sona erdiğine dair fetva verdiğini nakleder. Kendisi kocası­nın vefatından onbeş gün sonra doğum yapmıştı. [189]

 

İddet Bekleyen Kadının Uyması Gereken Yasaklar:

 

İlim adamları bu süre zarfında kadının sakınması gereken hususların ne­ler olduğunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kısım alime göre: Kadınlar ni-kâhlanmaktan, koku sürünmekten, evli iken yaşadıkları meskenden başkasına taşınmaktan uzak durarak, iddetlerini beklerler. Onların buna dair sahih sünnetten delilleri pek çoktur. Bunlardan birisi Buharî ile Müslim tarafından Üm-mü Seleme'nin kızı Zeyneb'in (r.anhuma) şu rivayetidir: Zeyneb dedi ki: Babası Ebu Süfyan vefat ettiğinde Ümmü Habibe (r.anha)'nm yanma girdi. Kendisine koku getirilmesini istedi. O kokudan bir cariyeye sürdü, sonra kendisi de o ko­kudan alıp yanaklarına değdirdi, sonra da dedi ki: Allah'a yemin ederim koku sürünmeye ihtiyacım yoktur. Şu kadar var ki ben Resulullah (s.a.)'ı minber üzerinde şöyle buyururken dinledim: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının ölmüş bir yakını için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Bun­dan tek istisna kocasıdır. (Onun için) dört ay on gün (iddet bekler)."

Zeyneb dedi ki: Annem Ümmü Seleme (r.anha)'yi şöyle derken dinledim: Bir kadın Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek dedi ki: Ey Allah'ın rasulü, kızı­mın kocası vefat etti. Gözlerinden rahatsızlığı var, ona sürme çekelim mi? Resulullah (s.a.): "Hayır" dedi ve bunu iki ya da üç defa tekrarladı, her seferin­de de: "Hayır" dedikten sonra: "Bunun (iddetin) hepsi topu topu dört ay on gün­dür" diye buyurdu.

Resulullah (s.a.)'ın yasakladığı sürme, süslenmek kasdıyla çekilen sürme olup tedavi maksadı ile çekilen sürme değildir. Buna delil ise Muvatta'da yer alan ve Ümmü Seleme'den gelen Resulullah (s.a.)'m: "O sürmeyi geceleyin koy, gündüzün sil" şeklindeki hadis-i şerifdir.

Bazıları da kocası vefat etmiş olan kadının iddeti evlenmekten uzak dura­rak beklemesidir, demişlerdir. Koku sürünmek, süslenmek, kocasıyla beraber yaşadığı evden taşınmak ise ona yasaklanmış değildir. Bunun delili Ümeys kı­zı Esma'dan gelen şu rivayettir: Dedi ki: Ca'fer şehid olunca Resulullah (s.a.) bana: "Üç gün yas elbisesi giyin, sonra da istediğini yap!" dedi.

Ancak bu görüşün sahiplerine şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber ona üç gün yas elbisesi giyinmesini emretmiş sonra da iddet bekleyen kadın için süs ve zinet sayılmayan ve giyilmesi caiz olan elbiselerden dilediğini giyinmesine müsaade etmiştir. Çünkü bir takım elbise çeşitleri vardır ki, ne süs elbisesi ne de yas elbisesi olup gündelik elbiselerdir.

İddet süresinin dört ay on gün ile tespit edilmesi taabbüdî bir emirdir. Bu­nun hikmeti araştırılmaz. Bu tıpkı namazın rekatlarının sayıları ile zekât mik­tarları gibidir.

Bununla birlikte böyle bir iddetin hikmetlerinden biri kocası vefat etmiş bir kadının rahminde kocasmın suyunun bulunup bulunmadığının anlaşılması-dır. Kadın hamile olup olmadığının anlaşılacağı bir süre geçinceye kadar vefat­tan dolayı iddet bekleyen kadının başkasıyla evlenmesine engel olunur. Şayet (iddetten sonra) evlenir ve çocuğu olursa, çocuk ikinci kocaya nispet edilir. Ko­ku sürünmesinin, süslenmesinin yasaklanış sebebi ise, bunların evlilik arzusu­nu çağrıştırmasındandır. Kaldığı evden çıkmasının yasaklanması ise kocası ve­fat etmiş bir kadının korunmaya ve kendisini sakınmaya olan ihtiyacmdandır. İddet süresi içerisinde onunla evlilik akdi, açıkça evlenme teklifinin yapılma yasağı ise bunun da evliliğe götüren bir yol oluşundan dolayıdır. Bununla birlikte iddet bekleyen kadına üstü kapalı evlenme teklifi yapmaya da ruhsat var­dır.

Cahiliye döneminde ise kadın ölen kocası için tam bir sene yas tutar ve bu müddet boyunca koku sürünmez, süslenmez, toplantı yerlerinde insanlar arası­na çıkmazdı.

Daha sonra Yüce Allah, idde tin sona ermesinden sonra kadın için nelerin mubah olduğunu da: "İddetlerini bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur" diye açıkla­maktadır[190]. Yüce Allah burada: "İddetlerini tamamladıkları takdirde" buyru­ğu ile velilere hitab etmektedir. Ey veliler ve ey bütün insanlar! Bundan önce kendileri için yasak olan evlilik hatta süslenmek, talihlilere görünmek, müs­takbel eşlerini seçmek, Şer'an ve örfen bilinen şekliyle evden çıkmak gibi ken­dileri hakkında yaptıkları işler ve Allah'ın onlara bu hususta izin vermiş oldu­ğu diğer hususlar dolayısıyla, sizler için bir günah yoktur. Allah yaptıklarınız­dan haberdardı. Amellerinizden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Kadınların ev­lenmesine kimlerin engel olduğunu bilir ve onu cezalandırır. Şeriatın sınırları­na bağlı kalma doğrultusunda kadınları yönlendirerek güzel hareket eden veya Allah'ın hukuku konusunda işi önemsemeyenleri de kusurlu davrananları da bilir. Eğer sizler kadınlarınızın şeriatın yolu üzre yürümelerini sağlarsanız, mutlu olursunuz. Şayet Allah'ın sınırlarından sapar ve kusurlu hareket eder­seniz bedbahtlığa ve azaba düşersiniz. [191]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime kocası vefat etmiş kadının iddeti hakkındadır. Ayetin za­hiri hükmün umumî olduğunu göstermektedir. Ancak anlamı itibariyle hususî (özellik ifade eder). Bu ayet-i kerime hamile olmayan kadınlara hastır. Çünkü Yüce Allah, "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." (Talâk, 65/4) diye buyurmaktadır.

İlim adamlarının çoğunluğu bu ayet-i kerimenin Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat edip de geride eşlerini bırakacaklar, eşlerinin çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler." (Bakara, 2/240) ayetini nesh ettiği gö­rüşündedirler. Çünkü İslamm başlangıç dönemlerinde koca vefat edip de geriye hanımını hamile olarak bıraktığı takdirde, kocası o kadının lehine bir yıllık na­faka ile evden evlenerek çıkmadıkça meskeninde kalmasını vasiyet ederdi. Da­ha sonra bu buyruk 4 ay 10 gün iddet ve kadına verilen miras payı ile neshedil-miş oldu.

Kocası vefat etmiş hamile kadının iddeti ise ilim adamlarının cumhuruna göre doğum yapmasıdır. Ali b. Ebi Talib ve İbni Abbas'a göre böyle bir kadının iddetinin tamamlanması, iki iddetten daha uzun olanını beklemekle gerçekle­şir. Fakat İbni Abbas'ın bu görüşünden daha sonra döndüğü de rivayet edilmiş­tir. Bu görüşün delilleri ise Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat eden kimselerin bı­raktıkları eşler kendiliklerinden 4 ay 10 gün beklerler" buyruğu ile, "hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." buyruğunu bir arada uygula­maya koymak istemeleridir. Çünkü kadın bu iki süreden daha uzun olanını beklediği takdirde her iki ayetin gereği ile de amel etmiş olur. Şayet doğum yapmak suretiyle iddetini tamamlarsa, vefat iddeti ile ilgili ayet gereğince ameli de terketmiş olur. İki buyruğu bir arada uygulamaya koymak (cem'), Ha-nefîler dışındaki usul alimlerinin ittifakına göre tercihten önce gelir (evlâdır). Ancak böyle bir görüş Sahih'te yer alan Eslemli Sübey'a'nın hadisi ile -önceden geçtiği üzere- reddedilir. Sübej^a kocasının vefatından birkaç gün sonra doğum yapmış, bunu Resulullah (s.a.)'a anlatınca o da başkaları ile evlenmesini ona mubah kılmıştı. ez-Zührî der ki: Doğum yaptığı esnada -kanı ile olsa dahi- ev­lenmesinde (nikâhlanmasmda) bir mahzur görmüyorum. Şu kadar var ki te­mizleninceye kadar kocası ona yaklaşamaz. İlim adamlarının cumhuru ve fu-kahanın imamları bu görüştedir.

İlim adamları boşanmış hamile kadının iddetinin doğum yapması ile sona ereceğini de ittifakla kabul etmişlerdir.

Cumhurun görüşüne göre, kocasının vefatı dolayısıyla iddet bekleyen ka­dın için nafaka söz konusu değildir. Çünkü ölüm ile evlilik sona ermiştir. Malikîler ise eğer mesken kocanın mülkiyetinde ise veya kira olup da vefattan ön­ce kirasını ödemiş ise, iddet süresince meskende kalmasının icabettiğini (vacip olduğunu) söylemişlerdir. Durum böyle değilse böyle bir vücub söz konusu de­ğildir. Buna delil ise Hz. Peygamberin Furey'a'ya söylediği: "Yazılan va'de ge­linceye (iddet tamamlanıncaya) kadar evinde kalmaya devam et" şeklindeki buyruğudur. İlim ehli üç talâk verilmiş veya ric'î talâk ile boşanmış hamile ka­dının nafakasının vacip olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar nafakalarını verin." (Ta­lâk, 65/6) diye buyurmaktadır.

İmam Malik'in görüşüne göre, kadına kocasının vefat haberi ulaştığı tak­dirde, eğer kocasının evinden başka bir evde bulunuyorsa kocasının meskenine dönmekle yükümlüdür. Said b. el-Müseyyeb ve en-Nehaî ise haber kendisine nerede ulaşırsa, iddet bitene kadar orada iddet bekler, demişlerdir. [192]

 

Yas Tutma (îhdad):

 

Kadının giyim, koku sürünmek, süs eşyası, sürme, kına yakmak gibi bü­tün ziynetleri iddeti süresince terketmesidir. Çünkü zinet evlenme arzusunu çağrıştırır. Böyle bir yolu kapamak ve Yüce Allah'ın yasaklarının çiğnenmesini önlemek için bunlar kadına yasaklanmıştır.

1- Malikîler der ki: Zaruret için olması hali dışında, hamama girmez, sürme çekmez, gece çekmiş ise gündüzün sürmesini siler. (eş-Şerhu's-Sağîr, 11/686)

Yakın akraba için yas tutmak yalnızca üç gündür. Koca için yas tutmak ise 4 ay 10 gündür. Bu ise zaruret veya mazeret dolayısıyla olmadıkça evden çık­mamak, süslenmeyi, koku sürünmeyi terketmekten ibarettir (D. Buharî ve Müslim, Ümmü Atıyye'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedirler: "Hiç bir kadın kocası müstesna- ölen herhangi bir kimse için üç günden fazla yas tutamaz. Koca için tutacağı yas da 4 ay 10 gündür. Bu sürede -ancak iplik halinde iken boyanmış (asb) olması müstesna- boyanmış bir elbise giymez, sürme çekmez, kokuya elini sürmez. Ancak ay halinden temizlendiği takdirde azıcık bir buhur veya (zafar denilen) koku sürünür." Ümmü Habibe yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kadın için kocası dışında bir kimse için üç günden fazla yas tut­mak helâl değildir. Koca için yas tutmak ise 4 ay 10 gündür." Bu ise müslüman kadınların kocaları dışında kalan kimseler için üç günden fazla yas tutmaları­nın haram olduğunun delilidir. Günümüzde yaygınlık kazanmış fasid örfler ise buna muhaliftir.

Hanefîler ve Malikîler [193], boşanmış kadın için değil de kocası vefat etmiş kadının gündüzün zorunlu ihtiyaçlarını ve masraflarını karşılamak için iddet beklediği evden çıkmasına cevaz vermişlerdir. Çünkü vefat etmiş kocasından ona düşen bir nafaka yoktur. Nafakasını kendisinin karşılaması gerekir. Bun­dan dolayı nafakasını elde edebilmek üzere evinden çıkma ihtiyacı duyabilir. Bundan sonra da geri döner ve o evde geceyi geçirir, geceleyin dışarı çıkmaz. Çünkü geceleyin çıkmaya ihtiyaç yoktur. Aynı şekilde ziyaret, ticaret, kutlama, tebrik ve taziye kasdı ile de evinden dışarı çıkmaz.

Kına yakmanın, sürme çekmenin yasaklanmış süslenme kapsamı içerisin­de olduğu ve boyanmış ve aspur ile boyanmış elbiseler giymenin caiz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan siyah ile boyanmış elbise müstesna­dır, dört mezhepte de buna ruhsat verilmiştir.

İlim adamları kocası vefat etmiş kadının yas tutmasının vacip olduğunu icma ile kabul ederler. Ric'î talâk ile boşanmış kadın hakkında vacip olmadığı­nı da ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü böyle bir kadın hâlâ zevce hükmünde­dir; kocasının tekrar onu zevceliğe döndürmesine rağbet duyması için kocasına süslenebilir. Bâin talâk ile boşanmış kadının ise cumhura göre hidâd (süslen­me ve koku sürünmeyi terki) icabetmez. Çünkü kocası ona bain talâk vererek eziyette bulunmuştur. Ondan ayrılmaya keder ve üzüntüsünü izhar etmesi ge­rekmez. Bununla birlikte hidâdm onun için müstehap oluş sebebi ise, süslen­menin fesada yolaçabileceği endişesi dolayısıyladır. Hanefîler üç talâk ile bo­şanmış mebtûte ve bain talâk ile boşanmış kadın için hidâdı vacip görürler. Çünkü bu şeriatın bir hakkıdır; ayrıca kocası vefat etmiş kadın gibi koca r ime-tini yitirdiğine üzüntüsünü izhar etmesi içindir.

Boşamada ve vefatta dört mezhebin görüşüne göre iddet, ölüm veya boşan­ma günü başlar. Ric'at yapabilme imkânı bulunan bir şekilde hanımını boşamış bir erkek, eğer iddet sona ermeden vefat ederse, böyle bir kadının vefat id-deti bekleyeceği ve kocasına mirasçı olacağı hususu üzerinde ilim adamları ic-mâ etmişlerdir. Şu kadar var ki, hastalık halinde üç talâk ile boşanmış kadının iddeti hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim -bunlar Malik ve Şafiî'dir-boşama iddeti bekler, derler. Çünkü Yüce Allah boşanmış kadının iddetini kurlar ile tesbit etmiştir. Ebu Hanife ve Muhammed ise 4 ay 10 gün iddet bek­ler ve bu süre içerisinde de üç tane ay halini tamamlamış olur, derler.

Vefat dolayısıyla beklenen iddeti hür kadın da cariye de; küçük de büyük de, ay hali görecek yaşa gelmemiş de gelmiş olan da, ay halinden kesilmiş olan kadın da, Kitap Ehli olan kadın da, kocası ile gerdeğe giren kadın da girmeyen kadın da -hamile olmadığı takdirde- beklemekle yükümlüdür. İddet süresi ise önceden de belirttiğimiz gibi 4 ay 10 gündür. Çünkü: "kendiliklerinden 4 ay 10 gün beklerler" ayeti umum ifade eder.

Yüce Allah'ın "on gün" buyruğu hakkında Ebu'l-Aliye'ye: Bu on gün neden dört aya ilave edildi diye soruldu, o: "Çünkü ruh bu on günde (yani kırkıncı gü­nün sonunda) üflenir" diye cevap vermiştir.

el-Hattâbî der ki: Yüce Allah'ın, "On gün" buyruğu -Allahu alem- geceleri ile birlikte günleri kastetmektedir. Dört mezhep imamının görüşüne göre ise bununla kasıt günler ve gecelerdir. İbnü'l-Münzir der ki: Bir kimse bu görüşe göre o kadını nikâhlasa ve bu nikâhı yaptığı sırada 4 ay 10 gece geçmiş bulunu­yor ise, onuncu gün tamamen geçmedikçe bu nikâh batıl olur.

Burada "on" lafzının müzekker olarak varid olmasının sebebi, bununla -el-Müberred'in görüşüne göre, sürenin kastedilmiş olması dolayısıyladır. Bunun anlamı ise on müddet demek olur ki, her bir müddet bir gün bir gecedir. Ze-mahşerî'nin görüşüne göre ise bundan kasıt gecelerdir. Gecelerin hükmü tağlib edilerek "on" kelimesinin müennes gelmediğini görüyoruz. Çünkü gece gündüz­den önce gelir ve gündüzler de gecenin kapsamı içerisindedir. Diğer taraftan "on" lafzının müzekker olarak gelmesi söyleyiş itibariyle daha hafiftir.

Yüce Allah'ın, "İddetlerini bitirdikleri zaman..." buyruğu velilerin ve ha­kimlerin iddet süresi içerisinde kadınların süslenmelerini, koca adaylarına gö­rünmelerini önleyebileceklerine dair bir delildir. Hatta baba, kardeş ve onların dışında kalan benzer durumdaki veliler kadınların evden dışarı çıkıp gelişigü­zel giyinmelerinden ve şer'an maruf olmayan işleri yapmasından dolayı sorum­lu tutulurlar. Çünkü bu gibi durumlar ümmeti zayıf düşürür, ahlâkı yıkar. [194]

 

Kocası Vefat Etmiş Olan Hanıma Talib Olmak Ve Onunla Nikahlanma Zamanı

 

235- (Bu şekilde iddet bekleyen) kadın­lara üstü kapalı talip olmanızdan veya içinizde saklamanızdan dolayı üzerini­ze bir vebal yoktur. Allah onları hatır­layacağınızı bilmiştir. Fakat ma'rûf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin ve iddet sona erin­ceye kadar nikâh akdini bağlamaya az­metmeyin. Bilin ki Allah, şüphesiz içi-nizdekini bilir. Artık O'ndan sakının ve bilin ki muhakkak Allah, Gafûr'dur, Halîm'dir.

 

Belagat:

 

"Nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin." Burada "azmetmek" evliliğe giriş­menin haram olduğunu mübalağa ile ifade etmek içindir. Böyle bir azim yasak­landığına göre, evliliğin gerçekleştirilmesi öncelikle yasaktır veya daha ağır bir şekilde nehyedilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Nikâh düğümünü bağlamayı ke-sinleştirmeyin (kesmeyin). Çünkü azmetmek, kesmek demektir. Buna göre ifa­de evlenmekten ümidin kesilmesi, emellerin yıkılması, kendisine güvenin tahrib edilip evlilik akdinin ortadan kaldırılmasının nehyi ile ilgili açık bir ifade olur. [195]

 

Kelime ve İbareler:

 

Kocaları vefat etmiş "kadınlara üstü kapalı" hissettirmenizde... Konuşma­da üstü kapalı ifade (ta'rîz): Muhatabına maksadını o anlam için konulmamış lafızlarla anlatma, işaret ve ipuçları ile hissettirme olup anlaşılması için bir karineye gerek duyulan sözdür. Kısaca ta'rîz, maksadı ifade eden fakat o konu­da açık ifade taşımayan söz demektir, "talih olmanızda" Talib olmak, erkeğin insanları arasında bilinen yollarla evlenmek üzere bir hanımı istemesi demek­tir. İddeti esnasında kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen kadına üstü kapalı bir şekilde talip olmak ise, insanın meselâ; sen güzel birisisin, senin gi­bisini kim bulabilir, seni isteyen çok olur; gibi sözler ile olur. "veya içinizde sak­lamanızdan" nikâh maksadım veya iddetin bitiminden sonra ona karar ver­meyi içinizde gizlemenizden "dolayı üzerinize bir vebal yoktur."

"Allah onları" talib olmak üzere "hatırlayacağınızı" ve buna katlanamaya-cağınızı "bilmiştir." Bu bakımdan sizlere üstü kapalı talib olmayı mubah kıl­mıştır. "Fakat ma'ruf şer'an üstü kapalı ifade olarak bilinen "bir söz söyleme­nizden başka" maruf söz açıktan açığa söylenmesinden utanılmayan söz de­mektir. Güzel geçim, hanımlara karşı geniş kalpli olmak ve buna benzer sözleri söylemektir, "kendileriyle gizlice sözleşmeyin ve iddet sona erinceye kadar" bek­lemesi farz olan iddet sona erene kadar "nikâh akdini bağlamaya azmetmeyi­niz." Onu gerçekleştirmeyi kararlaştırmayınız.

"Bilin ki Allah içinizdekini" kararı ve diğer hususları "bilir. Artık O'ndan" karar verdiğiniz takdirde sizi cezalandırmasından "sakının."

"Ve bilin ki muhakkak Allah Ğafûr'dur." Kendisinden sakınanları bağışla­yıcıdır. "Halîm'dir." cezayı hak eden kimsenin cezasını erteleyicidir. [196]

 

Açıklaması

 

Bu ayette de kadınlara dair hükümler sözkonusu edilmeye devam edilmek­tedir. Önceki ayet-i kerimelerde boşamanın, ric'atın, süt emzirmenin hükümleri, eşlerin ve çocukların hakları, babanın vazifesi olan nafaka, mesken ve giyim sağlamak ile kocası vefat etmiş kadının beklemek zorunda olduğu iddet ve yas tutma vücubu; bu ayet-i kerimede ise kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekle­yen bir kadına iddet esnasında açıktan değil de işaret yoluyla, üstü kapalı bir şekilde evlenmeye talib olmanın caiz olduğu, iddeti bittikten sonra da onu ni­kâh akdi ile almanın sahih olduğu açıklanmaktadır. Şanı Yüce Allah burada ko­cası vefat etmiş kadına yahut onun velisine üstü kapalı bir şekilde erkeğin evli­lik talebinde bulunmasının günah olmadığını beyan etmektedir. Bâin talâk ile boşanmış bir kadına iddeti esnasında da aynı şekilde teklif sözkonusu olabilir. Ya da erkek o kadm ile evlenme arzusunu içinde saklayabilir. Çünkü üstü kapa­lı ifade önceki kocanın hakkını sarsmaz. Belki de bunda geleceğin şartlarından yana bir çeşit güven ve huzur hissini vermek de sözkonusudur ve bu, kadının bakacak kimsesi olmadığı bir vakitte olmaktadır. Diğer taraftan bir şeyin insa­nın içinde saklı tutulması tabii bir durumdur ve bundan kaçmmak oldukça zor­dur. Bundan dolayı Yüce Allah: "Allah onları hatırlayacağınızı bilmiştir." diye buyurmaktadır. Yani içinizden onları anacağını, bu arzunuzu gizlemenizin size zor geleceğini bilmiştir. İnsanın içten içe bir şeyi kastetmesinde bir zarar ve bir tehlike yoktur. Fakat gizliden gizliye evlenmek üzere sözleşmek haramdır. Çün­kü bu şekilde bir sözleşme fitneye götüren bir basamaktır, çeşitli dedikodulara sebeptir. Açıklanmasında utanmaya sebep teşkil etmeyen ma'rûf bir sözle söz­leşmek de haram değildir. Güzel geçinmekten, kadınlara karşı geniş kalpli oldu­ğundan sözetmek ve benzeri sözler sarfetmek gibi. Buna göre ma'rûf söz söyle­mekten kasıt açıktan açığa değil de üstü kapalı (ta'rîz) bir ifade kullanmaktır. Yani onlara ancak ta'rîz yoluyla evlenme hususunda teklifte bulunabilirsiniz.

Aslında "gizlüik"den kasıt ilişkidir. Burada ise onunla kastedilen iddet es­nasında gizlice evlenme akdidir. Bu lafız ilişki kurmaya sebep teşkil eden akid hakkında mutlak olarak kullanılmıştır. Taberî'nin tercih ettiği görüşe göre ise burada kasıt zinadır veya o kadına: Ben seni seviyorum, bana benden başka­sıyla evlenmeyeceğine dair söz ver, demesidir. İbni Kesîr der ki: Ayet-i kerime­nin bütün bunlar hakkında umumi olma ihtimali vardır.

Vefat sebebiyle kocasından iddet bekleyen kadına yahut onun velisine id-det süresi içerisinde üstü kapalı bir şekilde evlenme talebinde bulunmak, sen güzelsin, yahut umarım Allah senin gibi helâl süt emmiş saliha bir hanımı kar­şıma çıkartır", gibi sözler söylemektir. Böylelikle kadın onunla evlenmeye ken­disini hazırlasın. Ya da kadının yanında kendisinin güzel huy ve hasletlerinden bahsedebilir. Böylece kadın kendisine talib olan kimseler arasından daha üs­tün ve daha kerim olanı seçmek imkânını elde eder.

Ric'î bir talâktan dolayı iddet bekleyen kadına ister işaret yoluyla, ister açıktan açığa talib olmak ise haramdır. Çünkü o iddet içerisinde kaldığı süre içinde kocasının nikâhı altındadır.

Kocası vefat ettiğinden yahut bâin talâk dolayısıyla iddet bekleyen kadına açıkça tâlib olmak yine haramdır. Üstü kapalı ifade kullanmanın caiz oluşu­nun delili Taberî'nin Hanzala b. Abdullah b. Hanzala'nın kızı Sükeyne'den yap­tığı şu rivayettir: Ben iddet bekliyorken Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Bakır yanıma geldi ve dedi ki: Ey Hanzala kızı, ben Resulullah (s.a.) ile olan akraba­lığını bildiğin bir kimseyim. Ceddimin benim üzerimde hakkı vardır. İslâm'da geçmişi olan bir kimseyim. Sükeyne dedi ki: Cafer'in babası Allah sana mağfi­ret buyursun, ben iddetimde iken sen bana talip mi oluyorsun? Halbuki sen ör­nek alman bir kimsesin. Bana: Ben öyle bi şey mi yaptım? dedi. Sadece sana Resulullah (s.a.)'a olan akrabalığımı ve konumumu hatırlattım. Resulullah (s.a.), Ümmü Seleme'nin yanma girdi. Ümmü Seleme amcasının oğlu Ebu Sele-me'nin hanımı idi. Kocası vefat etmişti. Resulullah (s.a.) ona Allah nezdindeki mevkiinden eline yaslanmış olduğu halde bahsetti. O kadar ki ağırlığıı elinin üzerine fazla verdiğinden dolayı hasırın izleri eline çıktı ve onun bu davranışı bir evlenme talebi sayılmadı.

Ma'rûf olan söz şer"an münker olmayan söz demektir. Bu ise iffetli söz, ha­fif işaret, caiz olan ve ta'rizin kapsamına giren yaralayıcı olmayan latif sözler demektir. Tıpkı Resulullah (s.a.)'m kocasının vefatından sonra Allah'ın nezdin­deki mevkiini Ümmü Seleme'ye hatırlatırken yaptığı gibi.

Daha sonra Yüce Allah iddet bekleyen kadın ile evlilik akdi yapmanın mu­bah olduğu vaktin iddetin bitişinden sonra olduğunu açıklamaktadır. Bundan önce akdin yapılmasını ise oldukça ağır bir üslûpla yasaklamış ve şöyle buyur­muştur: Kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen kadın ile önceki kocasın­dan beklemesi gereken iddet olan 4 ay 10 gün sona ermeden şer"î evlilik akdini yapmaya karar vermeyiniz.

Yüce Allah bu sınırın aşılmasına karşı uyarıda bulunarak şöyle buyur­muştur: Biliniz ki Allah kalplerinizde sakladığınız caiz olmayan kararlan bilir. O bakımdan Allah'ın yasakladığı işleri, soz veya fiil olsun işlemekten sakınınız.

Bu sakmdırmakta hükümler teşvik edici ve korkutucu bir üslûpla, öğütlerle birlikte zikredilmiştir ki, bunlara gereken şekilde bağlılık daha bir pekiştiriri ifadelerle dile getirilsin.

Bununla birlikte Allah'ın hadlerini aşan ve günahı işlemek suretiyle ku­surlu olup sonra da tevbe eden ve halini düzelten kimselere bağışlayıcı olduğu­nu biliniz. Cezayı acele vermeyen Halîm'dir O. Cezayı acilen verecek yerde amellerini ıslâh etsinler diye kullarına mühlet verendir. O bakımdan O'nun mühlet verişine de aldanmayınız. [197]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delildir:

1- İddeti hangi türden olursa olsun iddet bekleyen bir kadına açıktan açı­ğa evlilik teklifinde bulunmak haramdır. Evlilik hususunda iddet bekleyen ka­dın ile gizlice konuşmak veya bu hususta onlarla sözleşmek icmâ' ile [198] caiz de­ğildir. Kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen kadın ile bâin talâk ile bo­şanmış bir kadına üstü kapalı evlenme teklifinde bulunmak caizdir. Bu danış­ması, gelecekteki yeni evlilik hakkında ilke olarak olumlu kanaat belirtmek üzere gereken şekilde düşünmesi için bir hazırlıktır. Ric'î talâk ile boşanmış bir kadına üstü kapalı dahi olsa evlenme teklifinde bulunmak icmâ' ile caiz değil­dir. Çünkü böyle bir kadın evli kadın gibidir.

Suhnûn ve pek çok ilim adamı der ki: İddet bekleyen kadına hediye gön­dermek caizdir ve bu da ta'riz (üstü kapalı evlenme teklifi yapmak) kabilinden-dir.

2- Hangi türden iddet beklerse beklesin iddeti içerisindeki kadınla evlilik akdi yapmak şer'an haramdır. Çünkü Yüce Allah: "İddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin." diye buyurmuştur. Bu buyruk, kasdın, iddetin sona ermesi şeklinde anlaşılması üzerine icmâ' bulunan muhkem buy­ruklardandır. Bu hükmün sebebi ise evlilik haklarına riayet ve neseplerin ka­rışmaması için iddet bekleyen kadının rahminin hamilelikten uzak olduğunun anlaşılmasıdır.

3- Şafiîler bu ayet-i kerimeyi ta'riz (üstü kapalı) ifadelerle kazf (zina iftira­sı) da bulunmanın haddi gerektirmediğine delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın nikâh hususunda (evlilik teklifinde) üstü kapalı ifade kullanma­nın vebalsiz olduğunu belirtmesi, kazfte de bu tür ifade kullanmanın haddi ge­rektirmediğinin delilidir. Çünkü Şanı Yüce Allah evlenmek teklifi hususunda ta'rîzi, sarîh (açık) ifade gibi kabul etmemiştir. Fakat Şafiîler'in bu görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: Şanı Yüce Allah evlenme teklifi hususunda açık ifade kullanmaya izin vermemiş fakat evlenmenin anlaşılacağı üstü kapalı ifadeleri kullanmaya izin vermiştir. Irz ve namusların ise önemle korunması icabeder; bu da ta'riz yoluyla ifade kullananın (üstü kapalı kafzda bulunanın) ceza gör­mesini gerektirir ki, fasıklar açık ifadeden ne anlaşılıyor ise, üstü kapalı ifade­den de aynı şeyin anlaşılmasını sağlayacak ta'rizi ifadelerle başkalarının na­muslarını dillerine dolamak yoluna gitmesin. Şafiîlerin görüşü iftirayı ta'riz yo­luyla yapmanın nikâh teklifini ta'riz yoluyla yapmak gibi mubah olmasını ge­rektirir. [199]

4- İlim adamları, iddeti içerisinde bulunan bir kadına bilmeden evlilik tek­lifinde bulunan veya onunla sözleşmekle birlikte, iddetten sonra nikâh akdini yapan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler: Eşheb ve İbnü'l-Kâsım'ın rivayetine göre İmam Malik şöyle der: Vücûben bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Şafiî de der ki: Eğer açıkça evlenme teklifinde bulunmuş, kadın da açıktan açığa onun bu teklifini kabul etmiş, fakat iddet sona erinceye kadar ni­kâh akdi yapılmamış ise, nikâh sabittir; fakat bu şekilde açık ifade kullanma­ları mekruhtur. Çünkü nikâh hıtbe (evlenme teklifi)den sonra meydana gelmiş­tir.

5- Bir erkek iddeti içerisinde bir kadın ile evlenme akdini yapar ve onunla zifafa girerse hakim, Yüce Allah'ın bunu yasaklamış olmasından dolayı nikâh­larını fesh eder ve artık ebediyyen o kadını nikahlaması onun için haram olur. Mâlik ve Şa'bî'ye göre ebediyyen onu nikahlaması helâl olmaz. Hz. Ömer de: "Bundan sonra ebediyyen bir araya gelemeyeceklerdir" sözleriyle böyle hüküm vermiştir. Çünkü bu kendisi için helâl olmayan bir şeyi helâl kılmıştır. Bu ba­kımdan onlar birbirlerinden mahrum edilmekle cezalandırılırlar. Tıpkı mirası­nı almak kastıyla kendisine miras bırakacak olanı öldüren katilin mirastan mahrum edilmesi gibi.

Cumhur ise der ki: Nikâhı fesh edilir. İddeti sona erdiği takdirde, o da di­ğer taliplilerden bir talipli olur ve birbirlerine ebediyyen haram olmaları söz konusu olmaz. Çünkü aslolan, kadının haram olacağına dair Kitap, Sünnet ve­ya icmâdan bir delil bulunmadıkça onun bir başkasına haram olmayacağıdır. Bu mesele hakkında ise böyle bir delil yoktur. Sahabinin görüşü ise hüccet de­ğildir. Hz. Ömer'in böyle bir hüküm verdiği de kabul edilmemektedir. Hadis alimleri der ki: Hz. Ömer'den geldiği söylenen bu rivayet munkatı'dır. Mes-rûk'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer bu görüşünden dönmüş, kadına meh-rinin verilmesine hükmederek onların bir araya gelmesine müsaade etmiştir. Bundan dolayı Kurtubî şunu delil gösteren cumhur ile Hz. Ömer'in de aynı gö­rüşü paylaştığını ifade etmektedir: Böyle bir adam bu durumdaki bir kadın ile zina etse, kadınla evlenmesi haram olmaz. İddet içerisinde böyle bir kadın ile ilişki kurması da böyle olacağına dair ilim adamlarının icmâı vardır. Aynı za­manda bu Ali, İbni Mes'ud ve Hasan-ı Basrî'nin de görüşüdür.

6- Başkasından iddet beklediği sırada bir kadın ile evlenme akdinde bulu­nan kimsenin nikâhının fasid olacağı hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı yoktur. Hz. Ömer ve Hz. Ali nikâhın fasid olduğunu fakat haddi gerektirme­diği üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu ise akdin haram oluşunun bilinmemesi ha­linde, üzerinde ittifak olunmuş bir husustur. Eğer haram olduğunu bilmekle birlikte akit yapmışsa, bu konuda farklı görüşler vardır.

Medinelilerin kendisinden yaptığı rivayete göre İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed, Leys ve İshâk der ki: Önceki kocasından beklediği iddeti ta­mamlar, ikincisi defa yeni bir iddete başlar. Bu Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin görüşü­dür. Yani böyle bir kadın iki iddet beklemek zorundadır. İmam Ebu Hanife, es-Sevrî ve Evzaî de der ki: O kadın ve erkeğin birbirinden ayrıldığı günden itiba­ren ikinci kocadan bekleyeceği iddet yeterlidir. Bu bekleyeceği iddet ister gebe­lik iddeti ister kurlarla olsun, isterse aylarla olsun, farketmez. Bu konudaki delilleri ise birincisinin kadım kendisinden beklediği iddetin geri kalan kısmın­da nikâhlayamamasıdır. İşte bu, onun ikinci kocadan iddet beklediğinin delili­dir. Durum böyle olmasaydı, kendisinden beklediği iddet içerisinde onu nikâh-layabilirdi.

Birinci görüşün sahipleri şöyle cevap verirler: Hayır buna gerek yoktur. Çünkü birinci kocanın iddetinin geri kalan kısmında o kadın ile nikâhlanması-nın men' edilmesi, ancak ikincisinden dolayı beklemesi gereken iddetten dolayı vacib olmuştur. Bunlar ise iki ayrı kocadan beklemesi gereken ve üzerinde va­cip olan iki haktır. Tıpkı insanların diğer hakları gibi. Birisi öteki içerisine gi­rip kaybolmaz.

7- Yüce Allah'ın, "Bilin ki Allah içinizdekini bilir. Artık O'ndan sakının." buyruğu O'nun yasakladığı şeyleri işlemekten sakındırmanın en son hududu­dur. Çünkü Allah, kadınlar ile ilgili olarak kalplerden geçen şeylerden dolayı dahi erkekleri tehdit etmiş ve kötüyü değil yalnızca iyi ve hayır olanı temenni etmenin lüzumunu onlara göstermiştir. Sonra da rahmetinden ümitlerini de kesmemeleri için: "Bilin ki muhakkak Allah, Ğafûr'dur, Halîm'dir" diye buyur­maktadır. [200]

 

Kendisiyle Zifafa Girilmeden Önce Boşanan Kadının Durumu

 

236-  Kendileriyle temas etmediğiniz veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzeri­nize vebal yoktur. Onları metâlandı-rın. Eli geniş olan da, fakir olan da ha-lince, örfe uygun bir şekilde (faydalan­dırsın). Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır.

237-  Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarı­sını onlara verin. Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun. Sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayın. Muhakkak Allah, işlediğinizi çok iyi görendir.

 

İ'râb:

 

"Temas etmediğiniz" buyruğunda yer alan "mâ" ya şart edatıdır ve bu tak­dirde eğer onlara dokunmamışsanız, demek olur veya masdar için olup zaman zarfı ifade eder, yani kendilerine dokunmadığınız sürece, demek anlamı kaza­nır.

"Tayin ettiğinizin yarısı" ifadesinin takdiri şöyledir: Tayin ettiğinizin yarı­sını ödemeniz gerekir. Bir diğer takdire göre ise: Ödemeniz gereken tayin etti­ğinizin yarısıdır. [201]

 

Belagat:

 

"Temas etmediğiniz..." Yüce Allah burada "temas"ı cimâ'dan kinaye olarak zikretmiştir. Böyle bir üslub kullanarak karşılıklı hitaplarda lafızların en güzel olanını seçmek hususunda biz kullarını eğitmekte, yol göstermektedir. "Sizin ba­ğışlamanız" ile "aranızda fazileti unutmayınız" buyruğu erkekler için de kadınlar için de umumidir, fakat tağlîb yoluyla erkek için kullanılan zamirler gelmiştir.

"Allah işlediklerinizi muhakkak çok iyi görendir." buyruğunda lafza-i celâ­lin açıkça zikredilmesi, müminin kalbinde Allah korkusu uyandırmak içindir. [202]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendileriyle temas etmediğiniz" cima etmediğiniz "veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz" yani onlara ödemeyi kendinize zorunlu kıldığınız mehrin miktarını tespit etmeden "hanımları boşarsanız, üzerinize vebal yok­tur." Günah ve sorumluluk yoktur. Yani size hiçbir şey gerekmez. Bunun anla­mı şudur: Kendilerine dokunmadığınız ve mehir tayin etmediğiniz vakit boşa­mada sizin için günah kazanmak suretiyle sorumluluk ve mehir söz konusu de­ğildir.

"Onları metâlandırın." yani boşadığınız bu hanımlara böylelerini kendisiy­le istifade edecekleri şeyleri veriniz.

"Eli geniş olan da" aranızdan zengin olan da "fakir olan da halince" yani imkân ve gücü miktarmca "örfe uygun bir şekilde (faydalanırsın)" yani onları Şer'an uygun bir şekilde metâlandırırsm. "Bu ihsan edenler üzerine" boşanmış kadınlara güzel bir şekilde davranan, itaatkâr kimseler üzerine "bir haktır." yani bu farz ve sabit bir hak olarak tahakkuk etmiştir. Ma'rûf ise insanların tanıyıp bildikleri ve durumlarının, geçimlerinin, ortamlarının farklılıklarına rağmen onlara yakışan şeydir.

"Meğer ki kendileri" yani boşanmış olan kadınların kendileri haklarını ter-kederse "veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun." ki o kişi veli­dir. Yani boşanmış kadınların -kendileri hakkında tasarruf etme yetkisine sa­hip oldukları takdirde- mehrin yarısını kocalarından istemezlerse veya nikâh akdini velayet yoluyla elinde bulunduran veli -eğer boşanan bu kadınlar kendi­leri hakkında tasarruf sahibi değil iseler- boşanan kadınlara verilmesi icabede-ni yani gerdeğe girmeden önce mehrin yarısını düşürürse... Bakire kızın velisi babasıdır. Bu Mâlik'in, İbni Abbas ve tabiînden bir grubun görüşüdür. Bir gö­rüşe göre burda kasıt kocadır. Affetmesi ise kadına vermiş olduğu mehrin yarı­sından kendisine dönecek olan kısmı terketmesidir. Buna göre anlam şöyle olur: Ancak boşanmış kadınların affetmeleri yahut da erkeğin mehrin yarısını affederek mehrin tamamını boşadığı hanımına vermesi hali müstesna. Bu, Ebu Hanife'nin, yeni görüşünde Şafiî'nin, es-Sevrî, İbni Şübrüme ve el-Evzaî'nin de görüşüdür. Hz. Ali, Şureyh ve Said b. el-Müseyyeb'in görüşleri bu istikamette­dir. Delilleri ise Yüce Allah'ın, "Aranızda fazileti unutmayın." diye buyurmuş olmasıdır. Kişinin başkasına ait olan malı vermesi ise, bir fazilet değildir. O ba­kımdan bu ifade veli hakkında uygun düşmemektedir.

Birinci görüşü savunanların delili ise şudur: Ayetin baş tarafındaki hitab eşleredir. Eğer kocayı kastetmiş olsaydı ona uygun bir zamir kullanırdı. Bura­da ise zahirin muktezasma muhalefet etmeyi gerektiren bir durum yoktur. Çünkü ayet-i kerimedeki "kendileri... bağışlamış olsun" buyruğunun anlamı, o kadınlar bunu ıskat etmiş olsun, demektir. Aynı şekilde "... bağışlamış olsun" buyruğunda da ıskat etmiş olsun, anlamı vardır. Burada ıskat eden velidir. Ko­ca ise ıskat etmez, verir.

Zemahşerî der ki: Birincisinin doğru olduğu, ifadenin zahirinden anlaşılmaktadır. Haktan fazla olan miktar için "bağışlamak" tabirinin kullanılması ise tartışılır bir ifadedir.[203]

"Aranızda fazileti unutmayın" birbirinize karşı faziletli davranmayı unut­mayın. Fazilet ise sevgi ve ilişkiyi sürdürmektir.

"Allah işlediğinizi muhakkak çok iyi görendir." Amellerinizden haberdar­dır ve amellerinize karşılık verecektir.[204]

 

Nüzul Sebebi

 

Rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime Ensar"dan bir adam hakkında na­zil olmuştur. Bu adam herhangi bir mehir teyin etmeden bir kadın ile evlen­miş, sonra da ona dokunmadan bu kadını boşamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Resulullah (s.a.) ona: "Sarığını vermekle dahi olsa onu metâ-landır, diye buyurdu." [205]

 

Açıklaması

 

Kendileriyle gerdeğe girmeden ve onlar için bir mehir belirlemeden önce kadınları boşadığınız takdirde şayet onlar için bir mehir tespit edilmemiş ise mehr-i misil veya tayin edilmiş olan mehirden -ey kocalar!- o kadınlara her­hangi bir şey vermeniz gerekmez. Burada "el-Cünâh" kelimesinin mehir yü­kümlülüğü olduğunu Yüce Allah'ın, "Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanım­ları dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını onlara verin." buy­ruğudur. Burada buna karşılık mehrin yarısının ödeneceğini tespit etmektedir. Yüce Allah'ın, "Veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz" buyruğu an­cak kendileri için mehir tayin etmiş iseniz veya tayin edinceye kadar... anla­mındadır. Farizanın farz kılınması mehrin adının konulması demektir. Çünkü kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadına eğer mehir tespit edilme­miş ise, mehrin yarısını alma hakkı yoktur, onun için sadece bir mut'a söz ko­nusudur. Bazıları da şu görüştedir: "veya" buyruğu "vâv (ve bağlacı)" anlamın­dadır. Sizin için vacip olan müt'adır. Yani boşanan kadına kendisi ile yararla­nacakları malınızdan herhangi bir şey vermektir. Bu da sizin servet, zenginlik, makam ve fakirliğinize göre olup, onun gönlünü hoş tutmak için verilir. Yüce Allah bunu sınırlamayıp bunun belirmesini, gücü oranında, zenginlik ve fakir­lik gibi kocanın haline terketmiştir. İbni Abbas şöyle dermiş: Boşama müt'ası-nın azamisi bir hizmetçi vermektir, bundan daha aşağısı gümüş para vermek­tir, bundan daha aşağısı da elbise vermektir.

Yüce Allah böyle bir müt'ayı kadına güzel bir şekilde davranan kimseler üzerinde vacip bir hak olarak tespit etmiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları kendi­si ile gerdeğe girilmeden ve mehir tespit edilmeden önce boşanan bir kadın için bunun vacip olduğu görüşündedir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onları metâlandırın" buyruğu ile "bu ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu bunu gerektirmekte­dir. Diğer boşanmış kadınlara bunu vermek ise müstehabtır. Kendisiyle duhûldan (ilişkiden) sonra boşanan ve mehrin isminin konulduğu nikâhta duhûlden önce boşanan kadın gibi [206]

Kendisinden nakledilen meşhur rivayette Mâlik'in görüşüne göre ise müt'a, mehri tespit edilmeyen ve kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın dışındakiler için menduptur. Bunlar için vacip olduğu da söylenmiştir.

Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise müt'a, kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın lehine bir borçtur. İster bu kadının mehri tespit edilmiş ol­sun, ister edilmemiş olsun. Ancak mehri tespit edilmiş ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın bundan müstesnadır. Şafiîler aynı şekilde ger­değe girildikten sonra boşanan kadın lehine bunu bir borç olarak kabul etmiş­lerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boşanan kadınların lehine ma'rûf bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahipleri için bir vazife-<ür/'(Bakara, 2/241). Yani müt'a, Şafii'nin yeni görüşüne göre bütün boşanan kadınlar lehine olmak üzere yerine getirilmesi gereken bir vazifedir. Ancak mehri tespit edilen ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın müs­tesnadır. Buyruğun zahiri, zahiren emir olduğundan dolayı vücub ifade eder: "Metâlandınn"; adeta yüce Allah mehrinin tespit edilmesi halinde boşanan ka­dına verilen mehrin yarısı mukabilinde bu kadına müt'a vermeyi (faydalandır-mayı) emretmiş gibidir. Yüce Allah'ın, "Bu ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu ise ihsanın bunu gerektirdiğini beyan etmek içindir.

İşte ayet-i kerimeden ele alınan birinci kısım budur. Bu da kendisiyle ger­değe girilmeden ve mehri tespit edilmemiş olduğu halde boşanan kadının hük­müdür. Böyle bir kadına müt'a vermek gerekir. Daha sonra Yüce Allah ikinci kısmın hükmünü beyan etmektedir ki, bu da kendisi ile gerdeğe girilmeden ön­ce boşanan ve mehri tayin edilmiş kadındır. Böyle bir kadına da mehrin yarısı verilir. Buna göre Yüce Allah'ın bu buyruğunun anlamı şu demektir:

Kendisiyle gerdeğe girilmeden önce kadın boşanacak olursa, eğer mehri tespit edilmiş ise, mehrin yarısını ona vermek icap eder. Kadın onu almak hak­kına sahiptir. Boşanan kadının bunu bağışlaması veya elinde nikah akdini bu­lunduranın -ki o da velidir- affetmesi mümkündür. Onun affetmesi, mehrin ya­rısını almak hakkını düşürmesidir. Bir görüşe göre ise burada affedecek olan kocadır. Onun affetmesi, bağışlaması ise kendisi için hak kazanılmış olan meh­rin yarısıdır. O takdirde bunu affeder ve kadın da "kelimeler"de açıkladığımız gibi, mehrin tamamını alır. Affetmek Allah'tan korkmaya, takvaya daha yakın­dır. Yani erkeklerden ve kadınlardan kim affederse takva sahibi olan odur.

İyilikte bulunarak faziletli davranmayı unutmayınız. İyilikte bulunmayı ve fazileti terkederek hakkettiğiniz her şeyi sonuna kadar almaya kalkışmayı­nız. Çünkü affetmek hepiniz için daha hayırlıdır ve Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. O bakımdan herkese niyet ve ameline göre karşılık verir. Kimin affet­tiğini, kimin iyilikle davrandığını O bilir. İşte bu, buyrukların sonunda Yüce Allah'ın eşlerin birbirlerine karşı muamelelerinin tümünü gördüğüne dair bir hatırlatmadır ve bu hatırlatma iyilikte bulunmaya, fazilette bulunmaya bir teşvik, kaba davranmaya, cahilliğe karşı bir uyarıdır. [207]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Yüce Allah bu ayet-i kerimede boşamanın iki halini söz konusu etmektedir: Gerdeğe girmeden ve mehir tespit edilmeden önce boşanan kadın; bu kadın için müt'a verilmesini kararlaştırmıştır. Gerdeğe girilmeden önce ve mehir tayininden sonra boşanan kadın; bunun için de mehrin yansının verilmesi tespit edilmiştir.

Gerdeğe girmeden önce müt'anın ve mehrin yarısının verilmesinin tespit ediliş hikmeti, boşamanın doğurduğu yalnızlık ve kırgınlığı telâfi etmek, kadı­nın karşı karşıya kaldığı üzüntülü durum ve iyi olmayan bir şekilde tanınma ihtimalinden dolayıdır. Böylelikle bu, boşanan kadının moralini takviye eder, hangi durumda iken boşanmış olduğu ortaya çıktığından dolayı da kendisinin yeni talihlerinin zihinlerinin bulanmamasını sağlar.

Boşanan kadınlardan iki tür daha vardır: Kendisi için mehir tespit edilmiş ve kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşanan kadm. Yüce Allah bu tür kadın­ların hükmünü bu ayetten önce (229. ayette) zikretmiş ve ona verilen mehirden bir şeyin geri alınmayacağı ve bu durumdaki kadının iddetinin üç kur1 olduğunu belirtmiştir. Diğer bir boşanan kadın türü ise, mehri tespit edilmeksizin kendi­siyle gerdeğe girilmiş ve boşanmış kadındır. Yüce Allah bunların hükümlerini de: "O halde onlardan hangisiyle faydalandı iseniz o kadınlara takdir edildiği surette ecirlerini"yani mehirlerini veriniz." (Nisa, 4/24) buyruğunda zikretmiştir.

Yüce Allah gerdeğe girilmeden önce boşanan kadının durumunu mehri tespit edilen ve mehri tespit edilmeksizin boşanan kadın olarak ikiye ayırması, tefvizi nikâhın caiz olduğunun delilidir. Tefvizi nikâh mehir söz konusu edil­meksizin akdedilen her türlü nikâhtır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Mehir ise bundan sonra tespit edilir.

Şayet mehir akidden sonra ve boşamadan önce tespit edilirse, o vakit bu mehir müsemmâ (miktarı tespit edilmiş) mehir kabilinden olur ve bu durumda boşanan kadın tayin edilen mehrin yarısını alır, böylece mehir -Malik'in görüşü­ne göre- akde iltihak eder. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise bu durumdaki ka­dın, tayin edilen mehrin yarısını almaz ve tayin edilen bu mehir akde iltihak et­mez. Bu hususta akidde onun için mehrin tespit edilmediği nazar-ı itibara alınır.

Eğer kadın için mehir tespit edilmemiş ve boşama olmuşsa -İbnü'1-Ara-bi'nin de dediği gibi- [208] icmâ ile mehir gerekmez.

3- Eğer kadının mehri tespit edilmeden önce koca ölürse, İmam Malik'e göre bu kadın boşanmış kadın hükmündedir. Mehir değil miras hakkını alır. Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed ise der ki: Böyle bir kadın boşanmış kadın hük­münde değildir. Bunun için hem mehir, hem de miras gerekir. [209]

İmam Mâlik'in delili şudur: Bu mehir tesbitinden önce nikâhtaki bir ayrı­lıktır; böylesinde ise mehir icabetmez. Asıl itibariyle bu talâktır, yani hükmü talâktaki hükmü gibidir.

Şafiî, Ahmed ve Ebu Hanife'nin delili ise Nesaî ve Ebu Davud'un İbni Mes'ud'dan şu rivayetleridir: Peygamber (s.a.) Vaşık'm kızı Berû' hakkında -ko­cası kendisinin mehrini tespit etmeden önce vefat etmişti- ona hem mehir, hem miras verilmesini ve iddet beklemesini hükme bağlamıştı. Tirmizi der ki: İbni Mes'ud'un bu hadisi hasen, sahih bir hadistir. Ondan bir başka yoldan da riva­yet edilmiştir.

4- Ebu Hanife ve Ahmed'in görüşüne göre sahih halvet vaki olmuş ise mehrin tümü kesinleşmiş olur. Çünkü İbni Mes'ud yoluyla gelen rivayette şöyle denilmektedir: Raşid halifeler evin kapısını kapatan yahut perde indiren kimse hakkında kadın için miras ve iddet beklemesi gerektiği hükmünü vermişlerdir. [210] Mâlik'in mezhebinden meşhur olan ile Şafiî'nin görüşüne göre ise, cinsel ilişki ile birlikte olmadıkça, sadece halvet ile mehir kesinleşmez. Kur'an-ı Ke-rim'in zahiri ifadeleri ise her iki görüşü de destekler mahiyettedir.

5- Kur'an ve sünnetin hükmü gereğince mut'a miktarının bilinen alt veya üst sınırı yoktur. Bundan dolayı ilim adamları muta hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbni Ömer der ki: Mut'a'da yeterli olan asgari miktar 30 dirhem ya­hut onun gibi bir şeydir. Bu aynı zamanda Şafiî'nin kadim görüşüdür. Yeni gö­rüşünde ise şöyle der: Erkek belli bir miktarı vermek üzere mecbur edilmez. Onun mecbur edileceği miktar kendisine müt'a denilebilecek asgari miktardır. Bu hususta benim tercihim ise, asgarî miktarın kendisi ile namaz kılınabilecek kadar elbise olduğudur. İbni Abbas da der ki: Mut'a'nm en üst derecesi bir hiz­metçi, sonra elbise, sonra da nafakadır.

Atâ ise der ki: Mut'anın ortalama hali gömlek, başörtü ve hepsinin üstüne giyilen cardır. Ebu Hanife de der ki: Bu mut"anın asgari miktarıdır. Hasan-ı Basrî ve Mâlik der ki: Herkes kendi imkânına göre mut'a verir. Birisi bir hiz­metçi, birisi kumaş ve elbiseler, diğeri bir elbise, ötekide bir nafaka verebilir.

Re'y ashabı ve başkaları da der ki: Kendisiyle gerdeğe girilmeden ve mehri tespit edilmeden önce boşanan kadının müt'ası, onun gibi olan kadınların meh­ri ne ise onun yarısından fazlasıdır. Çünkü mehr-i misile akid ile hak kazanı­lır. Mut'a ise mehr-i mislin bir kısmıdır. O bakımdan gerdeğe girilmeden önce boşanmış ve mehri tesbit edilmiş olana mehrinin yansını vermek icabettiği gi­bi, böyle bir kadına da bunu vermek icabeder. O bakımdan mehri tespit edilme­miş olan kadına mehr-i mislinin yarısından ve müt'adan daha az olan hangisi ise o verilir. Bu da her dönemde bulunan örf ve itiyad kadarı olur. Gömlek, ba­şörtü ve izar olmak üzere üç elbise gibi.[211]

Darakutnî'nin rivayetine göre ise el-Hasen b. Ali (r.a.) hanımı Has'amlı Aişe'ye on bin dirhem müt'a vermiş. O da: "Bizden ayrılan sevgiliden verilen az bir metadır bu" demişti.

6- Maliki mezhebinden İbnül-Kasım der ki: Vazife olduğunu bilmediğin­den dolayı aradan yıllar geçmiş ve başka bir erkekle evlenmiş dahi olsa erkek mutayı o kadına ödesin. Ölmüşse mirasçılarına versin. Çünkü bu, boşayan ko­ca üzerinde bir haktır. Bu hakta diğerleri gibi ondan mirasçılarına intikal eder. Bu ifade Maliki mezhebinde mut'anm vacip olduğu intibaını vermektedir.

Esbağ ise der ki: Bu durumdakinin bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü mut'a boşama dolayısıyla hanımı bir tesellidir ve zaman geçince bir önemi kalmaz.

7- Yüce Allah'ın, "Eli geniş olan da halince, fakir olan da halince..." buyru­ğu mut'anm vacib oluşuna delildir. Eli geniş olan, varlıklı ve zengin demektir. Fakir olan ise malı az kimse demektir. Yüce Allah'ın, "Bu, ihsan edenler üzeri­ne bir haktır." buyruğu da bu şekildedir. Yani ihsan edenler üzerinde bu bir hak olarak sabit olmuştur. Bu müt'anın emredilmesi yanında vücubunun bir delilidir. Yüce Allah'ın, "Bir haktır" buyruğu da vücubu te"kid etmektedir.

8- Kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadına verilmesi gerekenin miktarı tespit edilmiş mehrin yarısı olduğu icmâ' ile kabul edilmiştir. Hanımı ile gerdeğe girdikten sonra ölen, mehrini tespit etmiş bulunuyor ise bu kadının tespit edilen bu mehri tamamıyla alacağı, ayrıca mirası alacağı ve iddet bekle­yeceği hususunda da görüş ayrılığı yoktur.

9- Evlenme konusunda kendisi hakkında tasarruf sahibi olan baliğ, akil ve reşid olan her bir kadın, erkekten alması icabeden mehrinin yarısını almayabi­lir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun" buyruğunun anlamı meğer ki o miktarı terkedip affetsinler, demektir. Yüce Allah'ın, "meğer ki... bağışlamış olsun." buyruğu munkatı' bir istisnadır. Çünkü onların yarıyı affetmeleri, almaları türünden değildir.

Bir babanın veya bir vasinin himayesinde (hacri altında) bulunanlara ge­lince; böyle bir kadının mehrinin yarısını bağışlayamayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Malik'in mezhebine göre kadının velisi mehrin yarısını affedebilir. Çünkü ayette geçen elinde nikâh akdi yetkisini bulunduran kişi ile kastedilen şu dört sebep dolayısıyla velidir.

a) Çünkü koca boşamış bulunmaktadır. Dolayısıyla nikâh akdini elinde bulunduran o değildir.

b) Eğer Yüce Allah burada kocaları kastetmiş olsaydı "affetmeniz müstes­na" derdi. Burada Yüce Allah'ın, sözün başlangıcında kendisine hitap edilen kocaya hitabı bırakıp gaip lafzını kullanması, bu buyrukla başkasının murad olduğunun delilidir.

c) Yüce Allah: "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun" buyruğu o kadınlar bu haklarını ıskat etsinler, demektir. Mehrin bir kısmının ıskat edilmesi ise, ancak veli tarafından olabilir, koca ise ıskat etmez, verir.

d) Şanı Yüce Allah, "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun" sözü düşürsün-ler, ıskat etsinler, "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" ya­ni bu hakkı ıskat etsin,demektir. Bütün bunlar ise kadının ıskat edebileceği ve boşama ile kadına verilmesi icabeden mehrin yarısına racidir. Vacip olmayan diğer yarıdan ise söz edilmemektedir.

İbnü'l-Arabî bu görüşü şöylece tercih etmektedir: Konuyu enine boyuna in­celedikten sonra bende tahakkuk eden kanaat üç sebep dolayısıyla, -daha zahir görünenin- veli olduğu şeklindedir.[212]

Şafiî ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise koca, hanım için tayin etmiş ol­duğu mehrin yarısından kendisine dönecek olanı almayarak bırakabilir. Çünkü Darakutnî'nin İbni Amr'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Nikâh akdinin velisi kocadır." Yine Darakutnî, Cubeyr b. Mut'im'den şunu rivayet etmektedir: Cubeyr b. Mufim (Hevâzinlilerin bir kolu olan) Nasr oğullarından bir kadın ile evlendi, onunla gerdeğe girmeden önce o kadını bo­şadı. Eksiksiz olarak mehrini ona gönderdi ve dedi ki: Ben affetmeye ondan da­ha lâyığım. Nitekim Yüce Allah, "Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bu­lunan kimse bağışlamış olsun" diye buyurmaktadır ve ben affetmeye ondan daha layığım.

10- Eşler arasında takvaya daha yakın olan, affeden kimsedir. Erkeğe dü­şen kendilerinden kızlarım alıp evlendiği sonra da boşandığı aile halkına duy­ması gereken sevgiyi unutmamaktır. Onlara darümamak, kötü söz söyleme­mek ve kin duymamaktır. Maalesef eşler boşandıktan sonra günümüzde ortaya çıkan durum tersinedir. Halbuki Yüce Allah, "Aranızda fazileti unutmayınız." buyruğu ile bu duruma düşmememizi istememektedir.

Mücahid der ki: Fazilet erkeğin, mehrin tamamını vermesi veya kadının almak hakkı olan mehrin yarısını bırakmasıdır. Hatta ayet-i kerime karşılıklı ilişkilerde iyilikte bulunmayı ve faziletli davranmayı hatırlatmaktadır. Çünkü müslüman müslümanm kardeşidir. Müslümanı üzmez ve onu mahrum bırak­maz, ihtiyacını sömürmez. İhtiyaç sahibi ise ona verir, ona karşı cimrilik gös­termez ve en azından ona dua eder.

11- "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun." buyruğu şayi' olan bir malın hibe edilmesinin sahih olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah boşanması ile birlikte kadına mehrin yarısının verilmesini tespit etmiştir. Erkeğe bunun ta­mamını bağışlaması ise erkeğin bağışlaması gibidir ve bu konuda müşâ' olan ile paylaştırılmış olan arasında ayırım gözetmemektedir.

Ebu Hanîfe ise der ki; müşâ' olanın hibesi ancak paylaştırıldıktan sonra sahih olabilir. Çünkü kabzetmek hibenin sahih olması için şarttır, müşâ' olanın kabzedilmesi ise imkânsız bir husustur. [213]

 

Namaza Dikkat Göstermek

 

238- Namazlara ve özellikle orta nama­za devam edin. Allah için huşu' ve ita­atle durun.

239-  Şayet korkarsamz o halde, yürü­yerek veya binerek kılın. Emin olduğu­nuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim bilmediğiniz şeyi size öğretmiştir.

 

İ’râb:

 

"Huşu' ve itaatla" yani kıyamınızda Allahü Teâlâ'yı zikrederek demektir. Kunût (meâlda: huşu ve itaat) ayakta Allahü Teâlâ'mn zikredilmesi demektir. [214]

 

Belagat:

 

"Ve özellikle orta namaza" buyruğunda özel olanın genel olana atfedilmesi vardır. Böylelikle bu namazın diğer namazlar arasındaki üstünlüğüne ve şere­fine dikkat çekilmektedir. Diğer taraftan "korkarsamz" buyruğu ile "emin oldu­ğunuz zaman" buyrukları arasında da tıbâk vardır. "Korku" için "fe-in" şeklin­de şart edatının kullanılması, korkunun gerçekleşeceğinin muhakkak olmayı­şındandır. Fakat ikinci şartın "fe-izâ" şeklinde gelmesi ise, güvenliğin vuku-unun tahakkuku ve çokluğu dolayısıyladır. Birinci şartın cevabının kısa gelme­sinin sebebi, korku durumuna riayet edilmek üzere, ikincisine cevabın genişçe verilmesi ise güvenlik ve istikrara uygun düşmesi dolayısıyladır. [215]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Namazlara... devam edin." Beş vakit namazı kılmaya bu namazları vakit­lerinde eda etmeye, kalbin huşûu ile birlikte rükün ve şartlarını eksiksiz yap­maya, vaktinden erken ve vaktinden sonra da kılmamaya özellikle dikkat ede­rek, titizlikle namazlarınıza devam ediniz.

"Orta namaz=salâtü1-vüstâ" kelimesi dengeli ve hayırlı demek olan "ve-saf'dan gelmektedir. Bu namaza, namazların sırasında orta yerde olması dola­yısıyla bu ismin verilmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu namaz kendisinden önce iki ve kendisinden sonra gelen iki namaz arasında; orta yerdedir. Bu na­mazın vaktin ortasında olduğundan dolayı bu adı aldığı da söylenmiştir. Konu ile ilgili tercihe değer olan görüş bu namazın ikindi namazı olduğudur. Çünkü Ahmed, Müslim ve Ebu Davud Hz. Ali'den Ahzab günü ile ilgili olarak, Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Müşrikler biz­leri orta namazdan, ikindi namazından alıkoydular, meşgul ettiler." Ahmed ve Buharî ile Müslim de şunu rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a.) o günde şöyle buyurmuştu: "Güneş batıncaya kadar bizleri orta namazı kılmaktan alı­koyduklarından dolayı Allah da onların kabirlerini de evlerini de ateş doldur­sun. " Burada ise Hz. Peygamber "ikindi"den söz etmemektedir.

Abdullah b. Ahmed (b. Hanbel), babasından gelen senedle kaydettiği bir rivayette şöyle denilmektedir: Bizler onu (orta namazı) sabah namazı sanıyor­duk. Resulullah (s.a.): "O ikindidir" diye buyurdu. Buharî ile Müslim'in rivaye­tine göre de: "İkindi namazını vaktinde kılamayan kimse adeta ailesini, malını yitirmiş gibi olur."

Ve namazda "Allah için huşu' ve itaatla" kıyamda Yüce Allah'ı zikrederek huşu ve tazarruu sürdürerek "durun." "Kanitin" kelimesinin itaat edenler an­lamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Ahmed'in rivayetine göre: "Kur'an-ı Ke-rim'de "Kunût" kökünden gelen her bir kelime, itaat anlamındadır." Bunun ko­nuşmayarak, susarak anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Buharî ve Müslim, Zeyd b. Erkam'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bizler (bu buyruk) nazil oluncaya kadar namazda konuşurduk, (bununla) bize susmamız emrolundu.

"Şayet" düşman, sel yahut yırtıcı bir hayvandan "korkarsanız, o halde yü­rüyerek veya binerek kılın." Yani kıbleye yönelmiş olarak veya yönelmeden nasıl mümkün olursa namazınızı öylece kılın; rükû' ve sücûdu imâ ile yapın. İmam Şafiî'nin görüşü budur. Ebu Hanife'ye göre ise yürümek ve göğüs göğüse kılıçla çarpışmak halinde -durmak mümkün olmadığı sürece- namaz kılamazlar.

Tehlikeden "emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın." Yani Allahü Teâlâ sizlere farzları ve namazın haklarını eksiksiz olarak yerine getirmeyi öğrettiği şekilde siz de namazı kılın. [216]

 

Nüzul Sebebi

 

Ahmed, et-Tarihü'l-Kebîr'de Buharî, Ebu Davud, Beyhakî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin Zeyd b. Sabit'ten rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) öğle namazını öğle sıcağının arttığı zamanda kılardı. Ashabına en ağır gelen namaz bu na­maz idi. Bunun üzerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin." ayeti nazil oldu. Bu ise "orta namaz"ın öğle namazı olduğunu göstermektedir. Bir grup ilim adamı bu görüştedir.

Ahmed, Nesaî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin Zeyd b. Sabit'ten rivayet ettikle­rine göre Resulullah (s.a.) öğlen namazını sıcak vakitte kılardı. Arkasında an­cak bir ya da iki saf cemaat olurdu. Diğerleri ise ya öğle vakti uyku için çekil­miş olurlar veya ticaretlerine devam ederlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Na­mazlara ve özellikle orta namaza devam edin." buyruğunu indirdi.

Altı hadis kitabının müellifi muhaddis imamlar ile başkalarının Zeyd b. Erkam'dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) döneminde namazda iken konuşurduk. Bizden bir kimse namazda yanında duran arkadaşı ile konuşurdu. Bu böylece: "Allah için huşu' ve itaatle durun" buyruğu nazil oluncaya kadar devam etti. Bu buyrukla bize susmamız emrolundu, konuşma­mız yasaklandı. [217]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İbadetlere, muamelâta, eşlerin birbirleriyle davranışlarına dair daha önce gördüğümüz ahkâm ayetleri, Yüce Allah'a karşı takvalı olma emri, kullarının durumunu bildiğinin ve işledikleri her işin karşılığının hazırlandığının hatırlan­ması emredilerek sona ermişti. Bununla Kur'an-ı Kerim'in izlediği yola uygun olarak ruhlardaki dinî duygunun güçlendirilmesi, pekiştirilmesi amaçlanmıştır.

Daha sonra bir hikmet gereği [218] aile yapısı ile ilgili ahkâm ayetleri arasın­da namaza dikkatle devamı emreden ayet-i kerimelerin yer aldığını görüyoruz. Sözü geçen bu hikmet, insanı Yüce Allah'a bağlayan amelî, yaşanır bir hatırla-tıcıya olan ihtiyaçtır. Bu hatırlatma insanın haddini aşmaktan, başkasına hak­sızlık etmekten uzak durması, buna tenezzül etmemesi, aile ilişkilerinde ada­let ve ihsana doğru yönelmesi içindir; özelliklede kin ve buğzu doğuran boşa­madan sonra. İşte bu hatırlatıcı, insanı hayasızlıktan ve münkerden alıkoyan, iyilikte bulunmaya, hoşgörüye çağıran namazdır. Namaz sabırsızlığı, dirençsiz-liği ortadan kaldırır, dünya kederlerini unutturur. İnsan ruhunu en üstün ya­şayışa, en doğru yola yönelmek üzere eğitir. Aynı zamanda bu, ailenin, aile şartlarının ve bizzat kendimizin bizi namazdan alıkoymaması, meşgul etme­mesi gerektiğine de bir işarettir. [219]

 

Açıklaması

 

Bütün namazlara dikkatle devam edin. Çünkü namazda Allah'a yakışır, dua O'na hamd-ü senada bulunma vardır. Ayrıca namaz dinin direğidir. Na­maz şu hadis-i şerifte tespit edildiği şekilde kılındığı takdirde ruhun arıtılma­sında güçlü bir etkiye sahiptir: "Allah'a O'nu görüyormuş gibi ibadet et. Şayet sen O'nu görmüyorsan da şüphesiz ki O seni görür." [220]

Orta namaz da diğer namazlar kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın özel­likle onu söz konusu etmesi ise, namazlar arasındaki şerefine dikkat çekmek ve onu hatırlatmak içindir. Bu ister -Kurtubî'nin tercih ettiği gibi- sıcak iklimlerde oldukça sıcak bir zamana rastlaması ve günün ortasında olması dolayısıyla öğ­len namazı olsun, ister insanın günlük işlerini sona erdirmek için uğraştıkları vakitlerde kılınan ikindi namazı olsun. İster bu namaz kişiye, ailesine ve bütün İslâm toplumuna güzel kazançlar sağlayan günlük işleri bitirmekte ihsan ettiği

başarılar dolayısıyla Yüce Allah'a şükretmek üzere kılınan ikindi namazı olsun, isterse de -İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Ümame, Hz. Ali'nin de dediği gibi- uyku­ya olan tutkunluk ve onu eda etmek hususundaki tenbellik dolayısıyla ve müna­fıklar için en ağır namaz olduğu için sabah namazı olsun; isterse de bunun dışın­da kalan akşam, yatsı ya da cuma namazı olsun, değişen bir şey olmaz. Görüldü­ğü gibi bu hususta (yani orta namazın hangisi olduğu hususunda) ilim adamları­nın yedi tane görüşü vardır. İbnü'l-Arabî bu namazın hangisi olduğunu tayin et­menin oldukça zor olduğu görüşünü tercih etmektedir. [221]

Namazınızda kalbi huşû'dan alıkoyan her türlü dünya meşguliyetinden kendinizi kurtarmış olarak, yalnızca Allah'ı zikredenler olarak ve namazın şe­riat tarafından düzenlenmiş şekline uygun bir şekilde Allah'ın huzurunda hu­şu' ile durunuz. Mücahid'in görüşüne göre "kunut" susmak demektir. Buna da­ha önce nüzul sebebinde geçen ve Zeyd b. Erkam yoluyla gelen hadis-i şerif de­lildir:

Huşu' ve kalp huzuru ile birlikte vakti içerisinde namazlara gereken dik­kat ve devamı göstermek, imanın ve İslâmm sıhhatinin, din kardeşliğinin, hakların korunmasının belgesidir. Namaza dikkat ve devam eden kimseden ancak hayır beklenir, şerrinden emin olunur. Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Büreyde'den Peygamberin şöyle dediğini naklederler:"Bi,zİ7nZe sizin aranızdaki ahid namazdır. Onu kim terkederse kâfir olur." Ahmed ve Taberâni de Abdullah b. Amr'dan rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) bir gün namazı söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "Kim namaza dikkatle devam ederse kıyamet gününde onun için bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olur. Namaza dikkatle devam etmeyen kimse için ise namaz bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olmaz. Kıyamet gününde o kişi Kârûn, Fifavn, Haman ve Ubeyy b. Halef ile birlikte olur."

Şer'î şekliyle namazın kalınmasının sonuçlarından birisi de toplumda münkerlerin, hayasızlıkların yaygınlık kazanması, hıyanetin başgöstermesi, can ve mal güvenliğinin ortadan kalkması, haksızlık ve saldırganlıkların çoğal­ması, insanların hayır işlemekten uzak durması, merhamet ve şefkatin azal­ması, kötü zan beslemenin ve insanlar arasında güven azlığının başgöstermesi-dir.

İslam namazın önemi ve tuttuğu yerin büyüklüğünü göz önünde bulundu­rarak herhangi bir durumda namazı terketmeyi caiz görmemiştir. Bu bakım­dan Yüce Allah bize şu anlamda buyruk vermektedir: Namazı terketmekte kimse için bir özür yoktur; hatta düşman tarafından cana, mala yahut ırza za­rar geleceğinden korkulması halinde bile. Eğer sizler ayakta durmak dolayısıy­la herhangi bir zarar görmekten korkarsanız, binek üzerinde namaz kılınız. Şayet güvenliğe kavuşursanız yani korkunuz giderse, Allah'ın size şer'î hü­kümleri öğrettiği ve güvenlik halinde namazın nasıl kılınacağı gibi bilmediği­niz şeyleri öğrettiği için de Allah'ı anınız, O'na ibadet ediniz ve güvenlik nime­tine karşılık O'na şükrediniz.

Burada kasıt, güvenlik halinde namaza dair bilmediklerinizi öğretmesi dolayısıyla veya güvenliğe kavuştuğunuz takdirde güvenlik nimeti dolayısıy­la Allah'a şükrediniz ve ibadet ile Onu anınız, şeklindedir. Nitekim O şer"î hü­kümleri ve korku halinde de güvenlik halinde de nasıl namaz kılacağınızı öğ­retmekle size ihsanda ve bağışta bulunmuştur. [222] Kurtubî de şöyle demekte­dir: Bunun anlamı şudur: Artık size emrolunmuş bulunan rükünleri eksiksiz yapmaya devam ediniz, bu şekliyle sizin için yeterli olan böyle bir namazı si­ze öğretmesindeki ve böylelikle de herhangi bir namazı kaçırmayışınızdaki nimet dolayısıyla Allah'a şükrediniz. Bu ise sizin daha önce bilmediğiniz bir şeydi. [223]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime aşağıdaki hususlara dalâlet etmektedir:

1- Bütün şartlarda namazları vakitlerinde kılmaya devam etmenin gerek­liliği. Buna sebep ise namazların faziletidir. Bu namazlar arasında daha fazi­letli olana da daha dikkatle devam etme emri o namazın şerefine dikkat çek­mek için özellikle verilmiştir. [224] Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikaîl'e düşman olursa, şüphesiz Allah o kâfirlerin düşmanıdır." (Bakara, 2/98). Bir başka yerde de şöy­le buyurmaktadır: "Hani Biz peygamberlerden ahid almıştık. Senden de Nuh'dan da." (Ahzab, 33/7): "O ikisinde meyveler, hurmalıklar ve nar (ağaçları) vardır." (Rahman, 55/68). [225]

2- Namaz, herhangi bir durumda sakıt olmaz. Herhangi bir mazeret sebe­biyle onu terketmek caiz değildir. İsterse düşman ile karşı karşıya olunsun ya da savaşta çarpışmanın ortasında bulunulsun ya da hasta olunsun. Çünkü İs­lam her bir duruma uygun bir keyfiyette namazın eda edilmesini meşru' kıl­mıştır. Korku esnasında namaz ya binek sırtında ya yürürken ya da durdurdu­ğu yerde imâ ile -hangi durumda olursa olsun- edâ edilebilir. Hastalık halinde ise ayakta, oturarak yahut sırtüstü yatarak yanı üzerinde yatarak ya da erkâ­nı için gözkapaklarıyla işaret ederek ya da erkânı kalbinden geçirerek kılar. Peygamber (s.a.), Ahmed b. Hanbel ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiklerine göre İmrân b. Husayn'a şöyle demiştir: "Ayakta namaz kıl. Gücün yet­mezse oturarak, yetmezse yanın üzere yatarak namaz kıl."

Bütün durumlarda namazın düşmeyişinin sebebi namazın Yüce Allah'ın her şey üzerindeki mutlak egemenliğini hatırlatması, yalnızca O'nun gaye ve hedef olduğunu, dönüş ve varılacak yerin yalnızca O'nun huzuru olacağını ha-tırlatmasıdır. Çünkü zahiri ameller zat-ı ulûhiyyetin azametinin kalpte canlan­dırılmasına, zor ya da kolay her şeyde Allah'a yönelmeye, sağlık ya da hastalık hallerinde güvenlik ya da korku hallerinde Allah'a yönelmeye yardımcı olur. O her türlü eksiklikten münezzeh ve yücedir. Her şeyin üzerinde mutlak egemen­dir, celâl ve azamet sahibidir. Dilediğini yapan yalnızca O'dur. Kendisine ihlâs-la dua ettiği takdirde kulunun isteğini yerine getiren sadece O'dur. Bütün bun­lar ise sahih bir imanı, salih bir ameli ve samimi bir şekilde Allah'tan niyaz ve talepte bulunmayı gerekli kılan hususlardır.

3- Yüce Allah'ın, "Ve özellikle orta namaza" buyruğu, vitir namazının vacip (farz) olmadığının delilidir. Çünkü müslümanlar farz namazların sayılarının yediden daha az ve üçten daha fazla olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Üç ile yedi arasında ise tek olarak sadece beş vardır. Çift sayıların ise ortası yoktur. Böylelikle bu namazların beş vakit olduğu sabit olmuştur. İsrâ hadisinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Bu namaz beş vakittir. Fakat aslolan elli vakittir, söz benim nezdimde değiştirilmez."

4- Yüce Allah'ın, "Huşu' ve itaatla durun."  buyruğundan kasıt, burada , Kurtubî'nin de kabul ettiği gibi susmak olduğuna göre, ayet-i kerime namazda susmayı emretmekte, konuşmayı yasaklamaktadır. İbni Abdilberr der ki: Bü­tün müslümanlar namazda kasten konuşmanın namazı bozacağı hususunda ic-mâ etmişlerdir. Bundan tek istisna el-Evzaî'den gelen şu rivayettir: "Her kim bir canın ölümden kurtarılması için yahut buna benzer büyük bir iş için konu­şursa bu konuşmasıyla namazı fasid olmaz (bozulmaz)." Bu aklî bakımdan (kı­yasa göre) zayıf bir görüştür. Çünkü Yüce Allah, "Ve Allah için huşu ve itaatla durun" diye buyurmaktadır.

Mâlik der ki: Namaz hakkında ve namazı düzeltmek ile ilgili olduğu tak­dirde kasten konuşmak, namazı ifsat etmez. İmam iki rek'at namaz kılsa ve yanılarak selâm verse, cemaat onu uyarmak maksadıyla teşbih getirseler ama imam yine de durumun farkına varmazsa cemaatten bir kişi ona sen "Namazı tamamlamadın! Namazını tamamla!" dese, imam arkasındaki topluluğa dö­nüp: "Bu adamın söylediği doğru mudur? diye sorduğunda, onlar da: Evet, diyecek olurlarsa; hepsinin namazı yine de sahih olur. Bu konudaki delili ise şu olaydır. Resulullah (s.a.) iki rek'at sonunda selam vermişti. Zülyedeyn ona: Na­maz mı kısaydı, yoksa sen mi unuttun ey Allah'ın Rasulü? diye sorunca, Resulullah (s.a.): "Hayır, bunların hiç biri olmadı" deyince Zülyedeyn: Bunların birisi oldu (birisini yaptın) deyince Resulullah (s.a.): "Zulyedeyn'in söylediği doğru mudur? diye sordu. Cemaat "Evet" dedi. [226]

Fakat namaz kılan gereksiz yere konuşacak olursa namazı batıl olur.

Namazın maslahatı için söylenen sözler ile namazın batıl olmayacağı hu­susunda Şafiîlerle Hanbelîler, Malikîlere muvafakat etmişlerdir. Namazını ta­mamlamadan önce ve selam verdikten sonra, her kim namazın maslahatı için örfen az kabul edilen miktarda konuşacak olursa Zülyedeyn kıssası ile amelin gereği olarak, namazı batıl olmaz. Şafiîler şunu da eklerler: Yeni İslâm'a girmiş ve namazda konuşmanın haram olduğunu bilmeyen bir kimsenin konuşması dolayısıyla da namazı batıl olmaz.

Hanefîlerin görüşüne göre ise ister kasten, ister yanılarak, ister bilmeye­rek, ister hata yoluyla ister ikrah altında kalarak -tercih edilen görüşe göre- iki ya da anlaşılır tek bir harf söylemek suretiyle -namazda konuşmak haram ol­duğundan dolayı- konuşmak, namazı ifsad eder. Anlaşılır tek harfli bir söz söy­lemeye örnek: "kı=koru" gibi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu namaz­da insanların sözlerinden herhangi birisini söylemek uygun değildir. Namaz ancak teşbih, tekbir ve Kur'an okumaktır" [227] Hanefîler şunu da söylerler: Zul-yedeyn kıssası ile ilgili Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis-i şerif İbni Mes'ûd ve Zeyd b. Erkam'ın hadisleri ile nesh edilmiştir. [228]

5- Ebu Bekr el-Enbârî'nin naklettiğine göre, kıyam kunutun kısımların­dan birisidir. Ümmet farz olan namazda kıyamın, gücü yeten sıhhatli herkes üzerine vacip olduğunu icmâ' ile kabul etmektedir; namaz kılan ister tek başı­na olsun ister imam olsun. Resulullah (s.a.) da -hadis imamlarının rivayetleri­ne göre- şöyle buyurmaktadır: "İmam ancak kendisine uyulsun diye imamdır. O ayakta namaz kılarsa siz de ayakta namaz kılınız." Bu yüce Allah'ın, "Allah için huşu' ve itaatle durun." buyruğunu beyan etmektedir.

İlim adamlarının cumhuru, sağlıklı olup imama uyan kimsenin ayakta du­rarak, hasta olduğundan dolayı ayakta durmaya gücü yetmeyen imamın arka­sında namaz kılmasını caiz kabul etmişlerdir. Çünkü onların her birisi, üzerin­deki farzı kendi takatine göre edâ etmektedir. Resulullah (s.a.)'a uyarak bu ya­pılmaktadır. Zira Resulullah (s.a.) vefatı ile sonuçlanan hastalığında oturarak namaz kılarken, Hz. Ebu Bekir onun yanında sair insanlarda arkasında ayak­ta kılarak ona uymuşlardır.

İmam Malik'ten meşhur olan görüşe göre ise, ayakta duran kimselere otu­ran bir kimse imamlık edemez. Şayet oturarak onlara imamlık yaparsa onun da cemaatinin de namazı batıl olur. Çünkü Resulullah (s.a.): "Benden sonra hiç bir kimse oturarak asla imamlık yapmasın." diye buyurmuştur.

6- "Şayet korkarsanız" buyruğu savaş ya da zaman zaman gelip geçen korkulu hallerde yaya veya at, deve ve benzeri hayvanlar üzerinde binekli olarak imâ ile baş ile işaret ederek yöneldiği tarafa doğru namaz kılmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Savaşmakla namaz batıl olmaz, ancak kıb­leye yönelme farzı sakıt olur. Bu, cumhurun yani Malik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüdür. Buna delil ise ayet-i kerimenin zahiridir. Buharî'nin Sahih'inde İbni Ömer'den korku haliyle ilgili yapılan şu rivayet bunu desteklemektedir: "Şayet bundan daha ileri derecede bir korku bulunursa, ayakta ve binekli olarak kıbleye yönelmiş olarak ya da ona yönelmeyerek namaz kılınız." Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, namaz savaşmak ile batıl olur. Fakat ayet-i ke­rimenin zahiri ve İbni Ömer'in hadis-i şerifi onun görüşü aleyhine olan delil­dir.

İlim adamları ise, ayakta ve binekli olarak namazın caiz olduğu korkunun niteliğini hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şafiî der ki: Bu korku hali düş­manların onlar tarafından görülmesidir. Düşman görünecek derecede yakın müslümanlar ise bir kale arkasında değil iseler ve düşmanın atacağı ok, mız­rak gibi silahların menzilinde iseler veya haberi tasdik edilen güvenilir bir kimse gelip düşmanın görülmemekle birlikte onlara oldukça yaklaştığını ve hızla ilerlemekte olduğunu söyleyecek olursa... Şayet bu iki husustan birisi bu­lunmazsa, kişinin korku namazı kılması caiz olmaz.

Eğer aldıkları habere göre korku namazı kılar, fakat düşman onlara yak-laşmayıp giderse namazlarını iade etmezler. Ebu Hanife ise namazlarını iade ederler demiştir.

İmam ile birlikte ve insanların ikiye ayrılmak suretiyle kılınan korku namazına gelince, bunun hükmü bu ayet-i kerimede olmayıp Nisa suresinde-dir.

Malik, Şafiî ve ilim adamlarının büyük bir çoğunluğuna göre korku nama­zı rekatlerinde, yolcu namazının rekatlerinden daha az bir azalma söz konusu değildir.

Korku namazını teşrî buyurulması, namazın herhangi bir durum veya bir özür sebebiyle sakıt olmayacağının delilidir. Korku ile namaz sakıt olmayacağı­na göre hastalık veya başka bir sebep dolayısıyla da sakıt olmaması öncelikle söz konusudur. Şanı Yüce Allah ise sağlık ya da hastalık bütün hallerde, yolda iken veya ikamet halinde iken, güç yetirirken ya da yetirmezken, korku ya da güvenlik içindeyken namaza gereken dikkati göstermeyi emretmektedir. Na­maz hiç bir durumda mükelleften sakıt olmaz ve namazın farziyetinden hiç bir durumda en ufak şüphe tasavvur dahi edilemez.

Bununla namaz sair ibadetlerden ayrı bir özelliğe sahip olmuş oluyor. Bü­tün sair ibadetler özürler sebebiyle sakıt olur ve onlar için bir takım ruhsatlar­dan istifade edilir.

İbnü'l-Arabî der ki: Bundan dolayı bizim ilim adamlarımız -ki bu büyük bir meseledir- şöyle demişlerdir: Namazı terkeden kimse öldürülür. Çünkü namaz herhangi bir durumda sakıt olmayan imana benzer. Yine namaz hakkında şöyle derler: Namaz İslâm'ın temel esaslarından birisidir. Beden ile de mal ile de onda vekalet caiz olmaz, namazı terkeden öldürülür. Bunun asıl delili ise iki şehadeti getirmeye dair hadis-i şeriftir.[229]

 

Kocası Vefat Etmiş Kadına Bir Yıl Süre İle Evinde Kalması İçin Vasiyette Bulunmak Ve Boşanan Her Kadına Mut'a Vermek

 

240- İçinizden vefat edip de geride zev­celer bırakacaklar eşlerinin çıkarılma-yarak bir yılına kadar metâlandırılma-sını vasiyyet etsinler. Şayet çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında ma'rûf bir şekilde yaptıklarından dola­yı size bir vebal yoktur. Allah Azîz'dir, HaMm'dir.

241-  Boşanan kadınları da ma'rûf bir şekilde metâlandırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir.

242- İşte Allah akıl erdirirsiniz diye si­ze ayetlerini böyle açıklar.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Geride zevceler bırakacaklar" yani vefatlarından sonra arkaya hanımlar bırakanlar "eşlerinin çıkarılmayarak" yani onlar evde ikamet ederek, evden çı-karılmaksızın, evde sakin olmaları engellenmeksizin onlar için böyle bir fayda­lanma hakkı söz konusudur, "bir yılına kadar metalandırılmasını" yani ölüm­lerinden sonra sene bitimine kadar kendisi ile faydalanabilecekleri nafaka ve giyeceklerini versinler. Yahut da Yüce Allah bunu sene boyunca onlar için bir meta (ödenmesi gereken bir mal) olarak tespit etmiştir, "vasiyet etsinler." Yani bunlar bir vasiyette bulunsunlar. Yahut Allah o hanımların kocalarına böylece vasiyet etmektedir. "Vasiyet" kelimesini merfû' olarak okuyanlar, bunu müpte-dâ kabul eder ve onun haberinin mukadder olduğunu söylerler, bunun da tak­diri şöyle olur: Bunlar eşleri lehine vasiyette bulunmakla yükümlüdürler.

"Şayet" kendiliklerinden "çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında ma'rûf bir şekilde" şer'an ma'rûf görülen süslenmek, yası terketmek ve ondan nafakayı kesmek gibi "yaptıklarından dolayı" ey ölmüş olanın velileri olan ak­rabaları, "size bir vebal" günah "yoktur."

"Allah" mülkünde mutlak galip "Azîz'dir", san'atında hikmeti sonsuz ve sapasağlam olan "Hakîm'dir."[230]

 

Nüzul Sebebi

 

240. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İshâk b. Raheveyh Tef-siri'nde Mukâtil b. Hayyan'dan şunu rivayet etmektedir: Çocukları, erkek ak­rabaları, hanımları bulunan Taifli birisi beraberinde anne babası ve hanımı ol­duğu halde Medine'ye geldi ve Medine'de vefat etti. Resulullah (s.a.)'e durum arzedildiğinde anne babaya bir şeyler verdiği gibi çocuklarına da ma'rûf ile bir şeyler verdi. Hanımına ise bir şey vermedi. Fakat kocasının terikesindn bir se­neye kadar ona nafaka bağlanmasını emretti. İşte: "İçinizden vefat edip de geri­de zevceler bırakacaklar..." ayeti bunun hakkında nazil olmuştur. [231]

241. ayet-i kerimenin nüzuluyla ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni Zeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın, "Eli geniş olanınız ha-lince eli dar olanınız da halince örfe uygun bir fayda ile faydalandırınız. Bu ih­san edenler üzerine bir haktır." (Bakara, 2/236) ayeti nazil olunca, adamın birisi şöyle der: Ben iyilik yapmak istersem yaparım, yapmak istemezsem de yapmam. Bunun üzerine Yüce Allah, "Boşanan kadınların da ma'rûf bir şekilde metâlan-dırılmaları haklarıdır; bu takva sahipleri için bir vazifedir." ayeti nazil oldu. [232]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler, evlenme hükümleri ile ilgili olarak surede yer alan di­ğer hükümleri tamamlamaktadır. Bu hükümler arasında, namaza gereken dik­katin gösterilmesi emrini veren ayet-i kerimede yer almaktadır. Çünkü namaz dinin direğidir. Bu emrin tekrarlanması ise ona gereken itinanın gösterilmesi­dir. Namaza gereken dikkati gösterip gereken önemi veren bir kimsenin, ger­çekten Allah'ın sınırlarını aşmaktan uzak durması ve Allah'ın şeriatı gereğince amel etmesi söz konusudur. Nitekim Yüce Allah daha önceden: "Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz." (Bakara, 2/45) diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti.

Muhammed der ki: Bu konuda benim hatırıma bir başka açıklama daha gelmektedir. Kur"an-ı Kerim'in özel üslûbunun özelliklerinin birisi de maksat olarak gözettiği bir takım hususların birbirleriyle mezcedilerek sunulmasıdır. İtikadî hükümler, fıkhî hükümler, öğütler, taabbüdî ve siyasî hükümler ve baş­kaları bir arada sunulmaktadır. Bundan kasıt ise aynı türe dair yapılacak uzun boylu açıklamalar dolayısıyla okuyanın ve dinleyenin usanmasını önle­mek, okuyucu ve dinleyicinin çaba, anlayış ve ibret alma imkânlarını -namaz ve diğer hususlarda- yenilemektir.[233]

 

Açıklaması

 

Aranızdan ölümü yaklaşanların ve geriye bırakacakları hanımlarına sene sonuna kadar evde sürekli olarak faydalanmalarını vasiyet etmeleri bir görevdir. Bu süre zarfında evden çıkartılmazlar yahut evde kalmalarına engel olun­maz. Buna göre dul eşe vefat eden kocasının malından tam bir yıl süre ile nafa­ka hakkı doğar. Mirasçıların da kocası vefat etmiş olan bu hanımı sene geçme­den evinden çıkarmamaları ve nafakasını engellememeleri gerekir. Acaba bu vücub ve bağlayıcılık mı yoksa müstehaplık mı ifade etmektedir? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır. [234]

1- Cumhurun görüşü: İslâmın ilk dönemlerinde Arapların konu ile ilgili adetlerine uygun olarak kocası vefat etmiş kadının iddeti tam bir yıl idi. Daha sonra bu hüküm Nisa süresindeki mirasa dair ayet-i kerime ile ve tilâvet itiba­riyle daha önce gelen, fakat nüzul itibariyle bundan sonra inmiş bulunan: "İçi­nizden vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler." (Bakara, 2/234) ayeti ile nesh edilmiştir. Buna göre kocasının ölümü dolayısıyla kadının beklemesi gereken iddet bir yıl yerine dört ay on gündür ve mirasta tespit edilen hakkını da alır. İbni Cerîr et-Taberî ise Hem-mam b. Yahya'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Katâde'ye Yüce Al­lah'ın, "içinizden vefat edip de geride zevceler bırakacaklar eşlerinin çıkarılma-yarak bir yılına kadar metâlandırılmalarını vasiyet etsinler." ayeti hakkında soru sordum, bana şöyle dedi: Önceleri kocası vefat eden hanımın kocasının malından -evinden çıkmadığı sürece- bir yıl süre ile süknâ (kocasının meske­ninde kalma) ve nafaka hakkı vardı. Daha sonra bu, Nisa süresindeki buyruk­la nesh edildi. Kadın için bilinen bir miras payı tespit edildi ki, bu eğer kocanın çocuğu varsa 1/8, yoksa 1/4'dir. İddeti ise 4 ay 10 gün olarak tespit edildi. Buna dair de Yüce Allah,"İçinizden vefat edenlerin bıraktıkları zevceleri kendilikle­rinden dört ay, on gün beklerler..." diye buyurdu. İşte bu ayet-i kerime de daha önce nazil olmuş ayet-i kerimede yer alan bir sene ile ilgili iddeti nesh etmiştir.

2- Eski müfessirlerden Mücâhid ile Ebu Müslim el-Isfahânî'nin görüşüne göre ise bu ayet-i kerimenin hükmü sabittir, ondan herhangi bir şey nesh edil­miş değildir. Râzî de Tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir.

İbni Cerîr, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kocası vefat etmiş bulunan kadının iddeti ile ilgili olarak iki ayet-i kerime nazil olmuştur. Birisi Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri kendilikle­rinden dört ay on gün beklerler." ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerime daha önce­den geçmiştir. Bu hususta nazil olan diğer ayet-i kerime ise (tefsirini yapmakta olduğumuz) bu ayet-i kerimedir. Birinci ayet-i kerime, kocasının akrabaları ya­nında iddet bekleyen kadın hakkında olup bu süre iddet beklemesi vacip (farz)dir. Daha sonra Yüce Allah, "İçinizden vefat edip de geride zevceler bıraka­caklar... Azîz'dir, Hakîm'dir." buyruğunu indirdi. (Müeâhid devamla) der ki: Al­lah bununla yedi ay yirmi gün daha bekeyerek senenin tamamlanmasını emret­ti. Bu bir vasiyettir. Kadın dilerse bu vasiyet süresi içerisinde meskende kalır, dilerse çıkıp gider. İşte Yüce Allah'ın, "Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa... size bir vebal yoktur." buyruğu bunu ifade etmektedir. Ancak iddet olduğu gibidir.

Yani bu iki ayet-i kerimenin iki ayrı duruma hamledilmesi gerekmektedir. Şayet kadın vefat etmiş kocasının evinde ve malında kendisine nafakada bulu­nulmasını tercih edecek olursa, beklemesi gereken iddet bir yıldır. Aksi takdir­de onun iddeti 4 ay 10 gündür. Bu görüşe göre iddetin kesin olarak yerine geti­rilmesi gereken bir süresi vardır ki bu da asgarî süredir, bir de muhayyer bıra­kılan bir süresi vardır ki bu da azami süredir.

Ebu Müslim ise şöyle demektedir: Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Sizden vefat edeceği vakit geriye hanımlar bırakacak olanlar, şayet bir yıl nafaka ile bir yıl süknâyı zevcelerine vasiyet etmiş iseler, fakat eşleri bundan önce evle­rinden çıkıp kocaların vasiyetlerine muhalefet ederlerse -ve bu çıkışları Yüce Allah'ın kendileri için tayin etmiş olduğu süre kadar ikametten sonra olursa-artık ma'rûf bir şekilde olmak şartıyla yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Çünkü onların bu vasiyet gereği bir yıl süre ile kalmaları lazım (bağlayıcı) de­ğildir. Devamla der ki: Buna sebep ise şudur: Araplar Cahiliye döneminde tam bir yıl süre ile nafaka ve süknâyı vasiyet ederler, kadın da bir yıl süre ile iddet beklerdi. Yüce Allah bu ayet-i kerimede -bu takdire göre- bunun vacip olmadı­ğını beyan etmektedir. Böylelikle ortada nesih söz konusu olmaz.

Fukahâya gelince: Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre bu du­rumdaki bir kadın için dört ay on günlük süre boyunca kocasının terikesinden karşılanmak üzere kocasının evinde ikameti gerekmez. Nerde isterse iddetini orada bekler. Malik'in görüşüne göre ise eğer mesken kocanın mülkü ise veya kocası meskenin kirasını vefatından önce ödemiş ise, kadının iddet süresince kocasının evinde ikameti gerekir. Buna sebep ise Fürey"a ile ilgili şu hadis-i şe­rifti: bunu Malik Muvatta' adlı eserinde KaT) b. Ucre'nin kızı Zeyneb'den riva­yet etmektedir. Buna göre Malik b. Ziya'ın kızı Furey'a -ki Ebu Said el-Hudrî (r.anhuma)'nin kızkardeşidir- kendisine şunu bildirmiştir: Resulullah (s.a.)'in yanma gelerek Hudre oğulları arasında bulunan ailesinin yanına dönmeyi iste­di. Çünkü kocası, kaçmış birtakım kölelerini takib etmek üzere yola çıkmıştı. Nihayet el-Kaddûm denilen bir yere vardıklarında onlara yetişti, fakat köleleri onu öldürdüler. Furey'a dedi ki: Resulullah (s.a.)'e giderek Hudre oğulları ara­sında bulunan aile halkının yanına gitmek istediğimi söyledim. Çünkü kocam bana mülkiyetine sahip olduğu ikamet edeceğim bir ev ve nafaka bırakmamış­tı. Resulullah (s.a.): "Olur" dedi. Bunun üzerine ben de ayrılıp gidecek oldum. Nihayet odada olduğum sırada Resulullah (s.a.) bana seslendi -veya benimle il­gili emir vererek yanma çağırılmamı istedi- Bana dedi ki: "Nasıl söylemiştin?" Ben ona kocam ile ilgili durumu ifade eden olayı tekrar anlattım. Şöyle buyur­du: "Kitap vadesini dolduruncaya (iddetin tamamlanıncaya) kadar evinde bek­le." Ben de evde dört ay on gün iddet bekledim. (Furey'a devamla) dedi ki: Os­man b. Affan halifeliği döneminde bana haber gönderdi ve bu konuyu sordu; ben ona durumu haber verince buna göre hüküm verdi [235]

Ayet-i kerimenin geri kalan kısmının tefsirine gelince:

İddetin bitmesinden önce evden kendi istekleriyle çıkacak olurlarsa, ey va­siyeti yerine getirmek ile muhatap olan mirasçılar! Şer"an ve âdeten ma'rûf olan işleri yapmalarından dolayı sizin için bir vebal yoktur. Evden çıkmak, dü­nürlüğe gelenlere görünmek, süslenmek ve evlenmek gibi. Ancak bu, şeriata aykırı bir şekilde olmasın. Zira artık sizin onlar üzerinizde bir velayetiniz yok­tur. Allah asla mağlup edilemeyecek olan ve kendisine muhalefet edenleri ceza­landıran Azîz'dir, bütün hususlarda kullarının maslahatlarını dikkate alan hikmeti sonsuz Hakîm'dir.

Daha sonra Yüce Allah, genel olarak boşanan kadınlar için mut'anm ge­rektiğini beyan etmekte ve mut'anın kendisi ile ister zifafa girilmiş olsun, ister girilmemiş olsun, boşanan bütün kadınlar için meşru' kılındığını haber ver­mektedir. Mut'a ya kan kocanın üzerinde ittifak edecekleri veya hakim tarafın­dan takdir edilecek bir maldır. Bu husus Allah'tan korkan, Allah'ın cezasından çekinen takva sahipleri üzerinde bir haktır; yani onların bir vazifesidir. [236]

 

Mut'a Emri Vücub mu Yoksa Mendupluk mu İfade Eder:

 

Az önce fukahanın görüşlerini açıkladık. Bunun özeti şudur: Burada veri­len mut'a emri, cumhura göre müstehab, Şafiîlere göre vaciptir. Bu İbni Abbas, İbni Ömer, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî ve tabiînden başkalarının görüşüdür. Malikîler ise şöyle demektedirler: Mut'a boşanmış bütün kadınlar için müste-haptır. Mehri tespit edilmiş ve duhûlden (ilişkiden) önce boşanan kadın bun­dan müstesnadır. Şafiîler der ki: İster duhûlden önce, ister sonra boşanan bü­tün kadınlara mut'a vaciptir. Bundan tek istisna mehri tespit edilmiş ve kendi­siyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadındır. Hanefîlerle Hanbelîler ise orta yollu bir görüş beyan ederler: Mut'a, mehri tayin edilmemiş ve kendisi ile ger­değe girilmeden önce boşanan kadın lehine vacip; diğer boşanmış kadınlar hak­kında ise müstehaptır. Kocası vefat etmiş kadın için ise mut'a söz konusu değil­dir; çünkü boşanmış kadınlar hakkında nas varit olmuştur.

Bence tercihe değer olan görüş, Şafiîlerle onlara uygun görüş belirtenle-rinkidir. Çünkü bu ayet-i kerime ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister girilmemiş olsun, boşanmış bütün kadınlar lehine mut'ayı tespit etmektedir. Buna göre Yüce Allah önce mut'ayı söz konusu etmekte ve daha sonra kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın lehine bunu tespit veya vacip kıl­makta; burada ise bütün boşanmış kadınlar için mut'ayı genel bir hak olarak ortaya koymaktadır. O halde bu, özel bir ifadeden sonra umumî bir ifadedir. İbni Cerîr"in rivayetine göre de İbni Zeyd şöyle demiştir: Yüce Allah'ın, "Onla­rı metâlandırınız. Eli geniş olan halince, fakir olan da halince, ma'rûf ile uy­gun bir şekilde (metâlandırınız). Bu ihsan edenler üzerine bir haktır." (Baka­ra, 2/236) buyruğu nazil olunca adamın birisi: İyiliği ister yaparım ister yap­mam deyince Yüce Allah, "Boşanan kadınların da ma'rûf bir şekilde me-tâ'landırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir." buyruğunu indirdi.

Buna göre ister haksızca, ister usandığından, bıktığından, isterse de zora koşarak boşayan kimse aleyhine mut'a vermesi hükmü verilir. Bu hüküm Said b. Cübeyr ve Şafiîlerin görüşü esas alınarak verilir; ya da "haksızca yapılan bo­şamaya karşılık verilen bedel" adı ile bu mut'a verilir. Bu da kocanın fakirlik ya da zenginlik durumu miktaruıca olur. İşte bu görüş, maslahatı gerçekleşti­rir ve zalimce yapılan bir boşama dolayısıyla kadına gelen zararı bertaraf eder, boşamaları da azaltır.

Boşanan kadınların dört durumu söz konusudur:

1- Mehri tespit edilmiş olan ve kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşa­nan kadına, tespit edilen bütün mehri verilir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onlara verdiklerinizden bir şey almanız sizin için helâl olmaz." (Bakara, 2/229); "Eğer bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiç bir şey almayınız." (Nisa, 4/20) ayetleri bunu ge­rektirmektedir. Böyle bir kadının beklemesi gereken iddet ise üç kur'dur.

2- Kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan ve mehri de tespit edilmeden boşa­nan kadına boşayan erkeğin varlığına göre mut'a verilmesi icap eder, böyle bir kadının mehir hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın, "Kendileri ile temas etmedi­ğiniz veya kendilerine mehir takdir etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzerinize vebal yoktur." (Bakara, 2/236) buyruğu bunu gerektirmektedir, böyle bir kadının iddet beklemesi gerekmez.

3- Mehri tespit edilmekle birlikte kendisiyle gerdeğe girilmeden boşanan kadının, tespit edilen mehrin yansını almak hakkıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mehrini tespit etmiş olduğunuz hanımları temas etmeden önce boşarsanız tayin ettiğinizden yarısı onlarındır."(Bakara, 2/237). Böyle bir kadı­nın iddet beklemesi de gerekmez.

4- Kendisiyle gerdeğe girildiği halde mehri tespit edilmemiş boşanan kadı­nın, yakın akrabasından ve ailesi arasından asabe olanların mehri mislini -gö­rüş ayrılığı söz konusu olmaksızın- almak hakkı vardır. Çünkü Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "O halde onlardan hangisiyle faydalandı iseniz, o kadınlara takdir edilen şekilde mehirlerini veriniz." (Nisa, 4/24). Bazılarının görüşüne gö­re bunun anlamı şudur: Eğer mehir tespit edilmemiş ise, onların mehirlerini takdir yoluna giderek ödeyiniz; demektir. [237]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime iki hususa delâlet etmektedir:

1- Kocası vefat etmiş kadının iddeti: Böyle bir kadının iddeti tam bir yıl­dır. Bu süre boyunca vefat eden kocasının evinde kalır ve evden çıkmadığı sü­rece de onun malından ona nafaka verilir, çıktığı takdirde mirasçıların ona ver­dikleri nafakayı kesmelerinde bir vebal yoktur. Daha sonra bu bir yıllık iddet dört ay on gün hükmüyle neshedilmiştir. Ona verilmesi gereken nafaka ise Ni­sa suresinde yer alan -durumuna göre- 1/4 veya 1/8'lik hisse ile neshedilmiştir. İbni Abbas, Katade, ed-Dahhâk bu görüştedir.

Taberî ise Mücahid'den şunu nakletmektedir: Bu ayet-i kerime muhkem olup nesih söz konusu değildir. Daha önce tespit edilmiş olan iddet dört ay on gündür. Sonra Yüce Allah kocalarından kendilerine yapılacak bir vasiyet ol­mak üzere yedi ay yirmi gün daha bir süknâyı tespit etmektedir. Kadın istediği takdirde bu vasiyete uygun olarak meskende kalır, dilerse çıkar. İşte Yüce Al­lah'ın, "Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa... size bir vebal yoktur." buyruğu bu­nu ifade etmektedir.

2- Boşanan kadınlara mut'a: Ayet-i kerime hakkında ilim adamları ihtilâf etmişlerdir. Ebu Sevr bu ayet-i kerime muhkemdir, boşanan her kadının mut'a hakkı vardır; demektir. ez-Zührî, Saîd b. Cübeyr, daha sahih kabul edilen görü­şünde Şafiî de böyle demiştir. Şu kadar var ki Şafiî, mehri tespit edilmiş olan ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadını bundan istisna etmiştir. Mâlik ise şöyle demektedir: Bütün boşanmış kadınlara mut'a vermek müsta-habdır. Ancak mehri tesbit edilmiş olup kendisiyle gerdeğe girilmeden önce bo­şanan kadın bundan müstesnadır. Buna mehrin yarısı yeterlidir. Şayet mehri tespit edilmemiş ise mehr-i misilden daha az veya daha çok da olabilir, ona mut'a verilir ve böyle bir mut'anın da sınırı yoktur.

îbn Zeyd'in iddiasına göre ise bu ayet-i kerimeyi daha önce geçen: "Mehri-ni takdir etmiş olduğunuz hanımları temas etmeden önce boşarsanız..." (Baka­ra, 2/237) ayeti nesh etmiştir. Bu ise mehri tespit edilmiş olup kendisiyle ger­değe girilmeden boşanan kadındır. Buna mehrin yarısı verilir. İşte bu kadın, mut'a alacak kadınların dışında tutulmuştu.

Şafiîler ise hul' ve ibra yoluyla boşanan kadına mut'a verilmesini vacip ka­bul ederler. Malik'in arkadaşları der ki: Kendisi boşanması karşılığında bir şeyler vererek fidyede bulunan (hul' yapan) kadına nasıl mut'a vermek söz ko­nusu olabilir? Hul' yapan yahut fidye veren veya ibra isteyen, sulh yapan, liân yapan, ayrılmayı tercih eden, cariyelikten azad edilen bir kadın için kocası onunla ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun; ister mehri tespit edil­miş olsun, ister edilmemiş olsun mut'a hakkı söz konusu değildir. [238]

 

Ümmetlerin Ölümü Korkaklık Ve Cimrilik İle Hayatta Kalışları İse Kahramanlık Ve İnfakladır

 

243- Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da onları diriltiverdi. Gerçekten Allah insanlara lütufkârdır. Fakat in­sanların çoğu şükretmezler.

244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir.

245- Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır. Allah daraltır ve genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.

 

Belagat:

 

Ebu Hayyan Tefsiri'nde (el-Bahru'l-Muhit, III/253) şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime türlü belagat ve beyan şekillerini ihtiva etmektedir. Bunlardan birisi Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde... görmedin mi?" buyruğun­da yer alan ve teaccüb (hayret ifadesi) hükmünde bulunan soru ile "Allah onla­ra: ölün dedi, sonra da onları diriltiverdi" buyruklarındaki hazif yani: Onlar öl­düler sonra da Allah onları diriltti şeklinde; diğeri ise "ölün" buyruğu ile "diril­tiverdi"; "daraltır" ile "genişletir" buyrukları arasındaki tıbak sanatı; öbür yan­dan Yüce Allah'ın: "Gerçekten Allah insanlara lütufkârdır" buyruğu ile "fakat insanların çoğu şükretmezler." buyruğundaki (insanlar noktasında) tekrar; "Al­lah yolunda savaşın" buyruğunda iltifat, Yüce Allah'ın, "Güzel bir ödünç" buy­ruğunda benzetme edatı kullanılmaksızın yapılan teşbih; Yüce Allah burada kendi yolunda kulunun yaptığı infakı kabul etmesini gerçek anlamda verilen bir borca benzetmekte ve bu infaka "ödünç" adını vermektedir. Yüce Allah'ın, "kat kat artırmak" buyruklarında ise cinas vardır. [239]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Binlerce kişi" dört bin, sekiz bin, on bin, otuz bin, kırk bin yahut yetmiş bin kişi "oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?" Buradaki soru, durumlarının hayret edilecek bir şey olduğunu ifade etmek için­dir. Ayrıca ibret almayı ve daha sonra gelecek olan buyrukları dinlemek için de bir teşviktir. Yani sen bunu bilmiyor musun? demektir. Burada "görmek" bilmek anlamındadır. Çünkü gerçek anlamıyla soru sorarak birşeyler öğrenmek arzusu (istifham) Yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir (muhaldir). Ayet-i kerimede geçen ve "binlerce" anlamına gelen ülûf kelimesi çokluğun çokluk şeklidir, (cem' kesret). Bunun azlık (killet) cem'i ise "âlâf' şeklinde gelir. Anlamı da: Binler ve binler ye pek çok kimseler şeklinde olur. "Ölüm korkusuyla" yurtlarından çıkan­lar ise, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler. Bunların ülkesinde Tâûn (kolera, veba gibi salgın hastalıklar) başgöstermiş ve bundan dolayı kaçmışlardı. "Allah onlara: 'ölün' dedi" onlar da öldüler "sonra da onları diriltiverdi." Sekiz gün ya da daha fazla bir süre peygamberleri Hazkiel'in duasıyla diriltildiler. Üzerlerin­de ölümün etkisi bulunduğu halde bir süre yaşadılar. Hangi elbiseyi giyseler ke­fene dönüşürdü ve bu onların soylarında da böylece devam etti.

"Allah insanlara karşı lütufkârdır." Bu gibi kimseleri diriltmesi de lütfun-dandır.

"Fakat insanların çoğu" ki bunlar kâfirlerdir "şükretmezler." Bu kimselerin haberlerinin söz konusu edilmesinden kasıt, müminlerin savaşa teşvik edilme­leridir. Bundan dolayı hemen Yüce Allah'ın, "Allah yolunda" Allah'ın dinin yü­celtmek için "savaşın" cihad edin, buyruğunun buna atfedildiğini görüyoruz.

"Muhakkak Allah" sözlerinizi işiten "Semî'dir"; durumlarınızı bilen "Alîm'dir." Ve buna göre amellerinize karşılık verecektir.

"Allah'a" Allah rızası ve gönül hoşluğu ile infakta bulunmak suretiyle "gü­zel bir ödünç verecek" yani Allah rızası için tasaddukta bulunacak "kimdir? Al­lah da ona kat kat artırır." O kimseye verdiğinin kat kat fazlasını verir. On ka­tından, yediyüz katından fazlasına kadar.

"Allah daraltır" ibtilâ olsun diye dilediği kimseden rızkı kısar "ve genişle­tir" yine imtihan olsun diye dilediği kimseye de geniş nzık verir. "Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz." Ahirette öldükten sonra diriltilmek suretiyle ve amel­lerinizin karşılığını vermek üzere. [240]

 

Nüzul Sebebi

 

245. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Hibbân Sahîh'inde İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Yüce Allah'ın, "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin... misali yedi ba­şak bitiren... tek bir tohum gibidir." (Bakara, 2/261) ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver." Bu­nun üzerine Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır." buyruğu nazil oldu. [241]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Şanı Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde sağlam esaslar, köklü ve sarsılmaz temeller üzerinde yapısını kurmak, fertleri arasındaki ilişkileri düzenlemek üzere aile ile ilgili hükümleri söz konusu etti. Daha sonra ise üm­meti savunmak, kutsal değerlerini korumak, akidesini müdafaa etmek için de cihada dair hükümleri zikr etti. Çünkü ailenin salâhı ancak toplumun salâhı iledir, bu hükümlerin söz konusu edilmesinin bir diğer sebebi de özel maslahat ile kamu maslahatını bir arada korumaktır. Bunun sonucunda toplumu koru­yan şeyler ile fert ve aileyi koruyan şeyler arasında denge ve adalet gerçekleş­tirilmiş olur. Hatta özel maslahatların korunabilmesi gerçekte, kamu masla­hatları korunmadan, bütünüyle ümmet korunmadan, düşmanlarına karşı sı­nırları ve varlığı savunulmadan gerçekleştirilemez. [242]

 

Açıklaması

 

İsrailoğulları'nm büyük kalabalıklar oldukları halde düşmanları tarafın­dan kovalandığı ve yurtlarından, topraklarından çıkarıldığını biliyor musun? Bunların sayıları binlerle ifade edildiği halde ölüm korkusuyla, yurtlarından çıkmışlardı. Zira onlar korkak, sabırsız, kararsız, Allah'a ve peygamberlerine gereği gibi iman etmeyen insanlardı. Halbuki sebat ve kahramanlık gösterme­leri, direnmeleri, canlarını ve korunması gereken diğer şeyleri savunmaları ge­rekirdi.

Kitab-ı Kerim'imiz onların sayılarını, milletlerini ve ülkelerini beyan et­memektedir. Çünkü bundan maksat, öğüt ve ibrettir. Seleften bir grubun açık­ladığına göre bunlar, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler veya İsrailoğulları dönemlerinde yaşamış olan Daverdân kasabası halkıymış. Vâsıt taraflarında ondan bir fersah uzaklıktaymış. Ya da burada sözü geçenler Ezriatlılardır. Bunlar başgösteren taundan kaçarak yurtlarından ayrılmışlar ve şöyle demiş­lerdi: "Ölümü olmayan bir toprağa gidelim." Ancak düşman onlara karşı mu­zaffer oldu. Onları mağlup etti, pek çoğunu öldürdü, topluluklarını dağıttı. Ya da Yüce Allah savaş olmaksızın canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Ta ki ib­ret alsınlar ve Allah'ın kazasından kaçılmayacağım bilsinler.

Birinci te'vile göre: Onlar kaçınca Allah da düşmanlarının onlara galip gel­mesini diledi. Düşmanlarının bu şekilde onlara galip gelmesinin sebebi korkak­lıkları ve cesaretsizlikleridir. Daha sonra Yüce Allah, Hazkiel adında İsrailoğul­ları'nm peygamberlerinden birisinin duasıyla onları diriltti. Böylelikle hataları­nı farkettiler, bu sefer saflarını sağlam tuttular. Samimiyetle düşmanlarına karşı savaştılar ve eski şeref, izzet ve bağımsızlıklarını yeniden kazandılar.

ed-Dahhâk'dan da rivayet edildiğine göre; bunlar İsrailoğulları'ndan bir kavimdi. Hükümdarları onları cihada çağırdı ama onlar ölüm korkusuyla kaç­tılar. Allah da onları öldürdü, sonra diriltti. Bununla hiç bir şeyin kendilerini ölümden kurtaramayacağını öğretmek istemişti. Onları dirilttikten sonra "Al­lah yolunda savaşın." buyruğu ile de onları cihadı emretti. İbni Atıyye der ki: Bütün bu kıssaların (rivayetlerin) hepsinin isnadlan gevşektir.

Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu, sayılarının pek çok, binler ile ifade edilecek derecede olduklarının delilidir.

Yüce Allah'ın, "Allah onlara 'ölün' dedi" buyruğu ile ilgili olarak Zemahşe-rî şöyle demektedir: "Yani Allah onları öldürdü. Bu ifadenin kullanılış sebebi ise Allah'ın emir ve iradesi ile adeta tek bir kişi imişçesine öldüklerini ve bu ölümlerinin olağandışı bir ölüm olduğunu ifade etmek içindir. Sanki onlara bir iş emredilmiş de onlar da yüz çevirmeksizin ve duraksamaksızın bu emri yeri­ne getirmiş gibi oldular. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O bir şeyi dilerse onun emri sadece ona 'ol' demesidir, o da oluverir." (Yasîn, 36/82). Bu ise müslümanlar için cihada ve şehadete teşvik içindir. Ölüm kaçınılmaz olduğuna ve kaçışın bu konuda faydası olmayacağına göre en güzeli ölümün Allah'ın yo­lunda olmasıdır [243] Ebu Hayyan der ki: "Bu buyrukta hazif vardır, ifadenin takdiri şöyledir: (Allah onlara ölün deyince) Onlar da ölüverdiler. Burada ölüm­den anlaşılan zahir ifade, ruhların cesedlerinden ayrılmasıdır. Sekiz gün yahut yedi gün öldükleri söylenmiştir" [244]

Durum her ne olursa olsun -ayet-i kerimenin zahirinin delâlet ettiği üzere-ölüm ve diriliş fiilen vuku bulmuştur. Allah her şeye gücü yetendir. İsrailoğul-ları döneminde ve başka kavimler arasında geçen bu gibi olaylar Kur"an-ı Ke­rim kıssalarında birkaç defa tekrarlanmıştır.

Bu kavmin yurtlarından çıkışlarının sıtma veya taundan mı yoksa cihad-dan kaçışları dolayısıyla mı olduğuna dair nakledilen rivayetler sabit olmadığı­na göre benim de görüşümce bunun anlamı Taberî'nin dediği gibidir: Yüce Al­lah peygamberi Muhammed (s.a.)'e durumuna dikkat çektiği bir kavim ile ilgili haber vermektedir.

Bunlar ölümden kaçmak kasdıyla yurtlarından çıkmışlar, Yüce Allah da onları öldürmüş, sonra da diriltmiştir. Böylelikle hem onlar, hem de onlardan sonra gelen herkes, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilsinler. Yüce Allah'ın bu ayet-i kerimeyi Muhammed ümmetine cihad emrini vermeden önce indirmiş olması çok anlamlıdır.

Muhakkak Allah göstermiş olduğu göz kamaştırıcı ayetler ve kesin delille­ri ile insanlar üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. Sözü geçenlerin diriltilmesi aynı zamanda Kıyamet gününde bedenen dirilişin gerçekleşeceğine dair kat'î bir delildir. Yahut: Yüce Allah'ın, taun, hastalık veya düşman ile onları sına­ması onlar için Allah'ın bir lütfudur. Böylelikle O ibret ve öğüt almalarını, uğ­radıkları musibetlerden imana dair ibret ve dersler çıkarmalarını murad et­mektedir. Çünkü hayatın acı gerçekleri ve musibetleri gerçek yiğit ve mert in­sanların kim olduğunu ortaya çıkarır, ümmeti -eğer gaflet sarmışsa- diriltir, yanlış gidişata karşı uyanda bulunur.

Fakat insanların çoğunluğu, Yüce Allah'ın din ve dünyalarında kendileri­ne ihsan etmiş olduğu nimetlere karşı şükretmezler. Bundan dolayı Yüce Allah hak sözünü yüceltmek ve yaymak için Allah yolunda fedakârlıklarda bulunma­yı ve savaşmayı emretmektedir. Çünkü korkunun ecele faydası yoktur ve Allah'tan ancak Allah'a sığınılır. Allah söylenen her sözü işiten, yapılan her işi bi­lendir. Herkesi dünyada yaptıklarından hesaba çekecektir.

Ümmetlerin yok oluşlarının korkaklık ve cimrilik olmak üzere iki sebebi olduğundan dolayı korkaklığı, korkmayı ve Allah'ın kaderinden kaçmayı ayıp­layan önceki ayet-i kerime ile birlikte, Allah yolunda bolca, cömertçe infak et­meye davet eden: "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir..." ayeti zikredilmek­tedir. Yüce Allah'ın burada "infak"dan "ödünç" diye sözetmesi, kullarını Allah yolunda infaka teşvik içindir. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi Kitab-ı Aziz'inin başka yerlerinde de tekrarlamıştır. Esasen göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nun elindedir. O dilediğine rızkı yayar ve dilediğine daraltır. O infak edenlere sevabı kat kat fazlasıyla verir ve bu katların sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Verdiği sevabın katlarının ör­neklerinden birisi de Yüce Allah'ın şu buyruklarında ifade edilmektedir: "Mal­larını Allah yolunda infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir, Allah (bol bol veren) Vâsi'dir, Alîm'dir." (Bakara, 2/261). O bakımdan infak edin, herhangi bir endişeniz olmasın. Rızık veren Allah'tır. O kullarından dilediğinin rızkını da­raltır, dilediklerininkini ise genişletir; kıyamet gününde dönüş ve varılacak yer yalnız O'nun huzurudur. O bakımdan ey müminler! Salih amel işleyiniz, siz bu­nun semeresini ahiret yurdunda Yüce Allah'ın huzuruna dönüşünüz vaktinde bulacaksınız.[245]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kurtubî, İbni Abbas'dan gelen rivayeti de gözönünde bulundurarak konu ile ilgili en sahih ve en meşhur görüşün bu kimselerin yurtlarından vebadan kaçmak üzere çıktıkları görüşü olduğunu söyler. Çünkü İbni Abbas şöyle de­mektedir: Bunlar taundan kaçarak çıktılar ve akabinde öldüler. Peygamberler­den birisi Allah'a ona ibadet etsinler diye o ölenleri diriltmesi için dua etti, Yü­ce Allah da onları diriltti. Yine Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre bunlar taundan kaçarak çıkmışlardır.[246]

Buna göre bu ayet-i kerimeden bir takım hükümler ortaya çıkmaktadır:

1- Ömürler, mukadderat, belâlar, hastalıklar Allah'ın elindedir.

Bunlara iman etmek farzdır. Esasında korkunun kadere karşı bir faydası yoktur. Fakat kader tarafımızdan bilinmediği için insanın çekindiği şeylere karşı koruyucu sebeplere sarılması, korkulur şeylerden gerçekleşmeden önce sakınması, tehlikelere karşı uyanık ve dikkatli olması caizdir. Nitekim Yüce Allah, "Koruma tedbirlerinizi alınız." (Nisa, 4/71) ve: "Ellerinizle kendinizi teh­likeye atmayınız." (Bakara, 2/195) diye buyurmuştur. Buna göre bir musibet ile karşılaşıldığında mümine düşen öncelikle sabretmektir. Çünkü Peygamber (s.a.), vebanın bulunduğu bir yere girilmesini nehyettiği gibi, vebanın başgösterdiği bölgeden de -ondan kaçmak arzusuyla- çıkışı yasaklamıştır. Görüldüğü gibi türlü işlerin gaile ve musibetlerinden sakınmak isteyen herkesin yapacağı iş, bu taun ile ilgili yapılması istenen işin aynısıdır. Yüce Allah'ın peygamberi­nin (salât ve selâm ona) şu buyruğu da benzeri bir manayı dile getirmektedir: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan esenlik dileyiniz, fakat onlarla karşılaştığınız takdirde de sabrediniz." [247]

Hadis-i şeriflerin delâlet ettiği mana budur. Lafız Buharî'nin olmak üzere hadis imamları Âmir b. Sa'd b. Ebi Vakkâs'dan rivayet ettiklerine göre, Üsâme b. Zeyd'in Sad'a şunu anlattığını zikretmektedir: Resulullah (s.a.) ağrıdan [248] söz etti ve şöyle dedi: "Bu, Allah'ın ümmetlerden birisini kendisi ile azablandır-dığı bir azab veya bir ricz (musibet) idi. Sonra ondan geriye bir miktar kaldı. Kimi zaman gider, kimi zaman gelir. Her kim onun (vebanın) bir bölgede oldu­ğunu haber alırsa, sakın onun olduğu o yere gitmesin. Her kimin de bulunduğu yerde bu veba başgösterirse ondan kaçarak sakın çıkmasın."

Hz. Ömer ve ashab-ı kiram, Serğ[249]'e vardıklarında bu ve benzeri hadisler gereğince amel etmişlerdir. ez-Zührî İbni Abbas'dan şunu rivayet etmektedir: "Hz. Ömer Şam'a (Suriye taraflarına) çıktı. Serğ'e geldiğinde tacirler onunla karşılaştı ve: Bu bölgede hastalık vardır, dediler. Hz. Ömer, muhacir ve ensar ile istişare etti. Ona farklı görüşler beyan ettiler, ;sonunda o dönme kararını verdi. Ebu Ubeyde ona: Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? deyince; Hz. Ömer ona: Keşke bu sözü senden başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde, evet bizler Al­lah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin senin bir takım develerin olsa, sen de bu develerle bir tarafı oldukça verimli, diğeri ise oldukça kurak iki ayrı tarafı bulunan bir vadiye varsan; bu develerini otlattığın her iki yerde de Allah'ın kaderiyle otlatmış olmayacak mısın?" Daha sonra Abdurrah-man b. Avf gelip şöyle dedi: "Bu hususa dair bende bir bilgi vardır. Ben Resulullah (s.a.)'i şöyle buyururken dinledim:

"Onun (vebanın) bir yerde olduğunu işittiğiniz takdirde oraya varmayınız. Sizin bulunduğunuz yerde bunun başgösterdiğini görürseniz ondan da kaçmak kasdıyla oradan yıkmayınız." Bunun üzerine Ömer (r.a.) Yüce Allah'a hamdedip ayrılıp gitti.

Hz. Ömer'in sözünün anlamı da şudur: Allah'ın kişinin leh veya aleyhine takdir ettiğinden insan için kurtuluş yoktur. Fakat Yüce Allah, bizlere akıbe­tinden korkulacak ve tehlikeli olacak şeylerden bütün gücümüzle sakınmayı emir buyurmuştur. Eceller tespit edilmiş olduğuna, vaktinden ileri gitmeyece­ğine, geri de alınamayacağına göre, hadis-i şerifte geçen tâûnun görüldüğü ye­re girmenin yasaklanması şöyle açıklanır: Bu insan öyle bir yerde ölecek olur­sa, herhangi bir şekilde oraya girmeyecek olsaydı ölmezdi, denilmesin diyedir.

2- Savaşın farziyeti:

Yüce Allah'ın "Allahyolunda savaşın..." buyruğu, -cumhurun görüşüne gö­re- Muhammed ümmetine Allah yolunda savaşmaya dair verilmiş bir emirdir. Allah yolunda savaş ise Allah'ın adının en üstün olması niyetiyle yapılan sa­vaştır. Allah'ın rızasına giden yollar pek çoktur. O bakımdan ayet bütün bu yol­lar hakkında umumidir. İmam Malik der ki: "Allah'ın yolları pek çoktur. Kendi­si için uğrunda ve o yolda savaşılacak pekçok yolu vardır. Bunların en büyüğü ise din-i İslâm'dır; bu hususta da görüş ayrılığı yoktur."

Burada hitabın İsrailoğulları'ndan diriltilenlere yönelik olduğu da söylen­miştir ki bu da İbni Abbas ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir.

Yüce Allah'ın, "Ve Allah yolunda savaşın." buyruğunda yer alan (baştaki) "vav" harfi birinci görüşe göre, sözü bütünüyle daha önce geçen buyrukların hepsine atfeder ve bunun için ayrıca bir takım ifadeleri gizlemeye (idmâr) ihti­yaç yoktur. İkinci görüşe göre ise bir önceki emre atfetmektedir ve buna göre bu buyrukta takdiri şöyle olan ve söylenmemiş bir söz vardır: "Ve Allah onlara: savaşınız, dedi..."

3- Allah yolunda infak:

Yüce Allah cihadı ve hak yolda savaşı emrettikten sonra, bu uğurda infak-ta bulunmaya da teşvik etmiştir. Çünkü savaş ve ordu hazırlamanın pek çok harcamaları gerektirdiği bilinen bir husustur. Allah yolunda infakm ise çok bü­yük bir sevabı vardır. Hz. Osman'ın Ceyşü'l-Usra'yı (zor şartlarda gazaya çıkan Tebûk ordusunu) ihtiyaçlarını karşılayıp donattığı gibi. [250]

 

Ebi Dehdâh'ın Kıssası:

 

İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Mes'ud'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir?" ayeti nazil olunca, En-sar'dan olan Ebi Dehdâh: Ey Allah'ın Rasulü, Yüce Allah bizden ödünç istiyor, öyle mi! dedi. Hz. Peygamber: Evet, ey Ebi Dehdâh, deyince şöyle dedi: Bana elini göster ey Allah'ın Rasulü. (Abdullah b. Mes'ud) dedi ki: Resulullah (s.a.) ona elini uzattı. Ebi Dehdâh dedi ki: Ben aziz ve celil olan Rabbime bahçemi ödünç veriyorum. O bahçede 600 tane hurma ağacı vardı. Ümmüddehdâh ço­cukları orada kalıyordu. (Abdullah b. Mes'ud) devamla dedi ki: Ebi Dehdâh ve hanımına: Ey Ümmüddehdâh! Oradan çık, ben bu bahçeyi Aziz ve Celil olan Rabbime ödünç verdim." dedi.

4- Borcun edası:

Kişinin alanın borcu ödemesi icabeder. Çünkü Yüce Allah, Allah yolunda infak eden kimsenin bu infakının Allah nezdinde zayi olmayacağını, aksine ke­sinlikle bunun sevabını vereceğini beyan buyurmaktadır: Ancak bu karşılığın ne olacağını müphem bırakmış, açıklamamıştır. Rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah yolunda yapılan infak, yediyüz katı veya daha faz­lası ile verilir."

5- Karzın (borç vermenin) sevabı:

Borç vermenin sevabı büyüktür. Çünkü borç vermek suretiyle müslüma-nın darlığı genişletilir ve rahatlatılır. İbni Mace Sünen'inde Enes b. Malik'in şöyle dediğni rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Isra gecesinde cennet kapısı üzerinde şöyle bir yazı gördüm: Sadaka on kan ile, karz (borç> onsekiz katı ile (mükâfat) görür. Bunun üzerine Cebrail'e dedim ki: Neden borç sadakadan daha faziletlidir? Bana şöyle dedi: Çünkü dilenci yanında bir şeyler olduğu halde dilencilik yapar, borç isteyen ise ancak ihtiyacı dolayısıyla borç alır." [251]

 

6- Borca Dair Bazı Hükümler

 

Para borç alan bir kimsenin aldığı borcun mislini ödemesi gerekir. Nakit paranın, yiyeceklerin, hayvanların borç verilmesi caizdir Müslümanlar borç verilirken bu borcun iadesinde bir fazlalığın şart koşulmasının -tek bir habbe (tane) olsa dahi- faiz olacağı üzerinde ıcma etmişlerdir. Ancak ifade ile şart ko-şulmadığı ve örfen de şart kabul edilmeyen bir şekilde kişinin aldığı borcu faz­lasıyla iadesi caizdir. Çünkü böyle bir şey ma'rûf kabilindendır. Buna delil ise Buharî, Müslim ve diğer hadis imamlarının eserlerinde yer alan Ebu Hurey-re'nin hadisinde yer alan şu ifadedir 'Sizin hayırlılarınız borçlarını) en güzel şekilde ödeyenlerinizdir."

Malik'in görüşüne göre ise borç alan kimsenin borç aldığı kimseye hediye vermesi caiz olmadığı gibi; borç verenin de bu hediyeyi kabul etmesi helâl de­ğildir. Bundan istisna ise sünnet-î seniyyede varid olduğu üzere, borç alıp ve­ren arasında böyle bir işin adet 'alışkanlık) olması halidir. Ibnı Mace'nin riva­yetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz kardeşine bir borç verecek olursa, o da ona bir he-d.:-*- : erse yahut onu bineği nzennde taşısa, hediyeyi kabul etmesin, bineğine b:r."-.€s:n. Meğer ki daha önce z-.nı şey ikisi arasında cereyan etmiş olsun."

Irzın karzı veya tasadduku caiz mıdır? Yani bir kimse kendisine sövüldü-ğü takdirde bir hak almayıp sövene bir ceza da uygulatmasa ve Kıyamet günü bu şekilde ecre nail olmak istese; işte bunun ile ilgili iki görüş vardır: Bir görü­şe göre bu caizdir. Ebu Dam dam'm M^s'.ım'de yer alan Resulullah s.a. tan ri­vayet ettiği şu hadis bunu gösteriyor "Sizden herhangi bir kimse Ebu Damdam gibi olmaktan aciz midir? O evinden çısnğı vakit: Allahım, ben kullarına ırzımı tasadduk ediyorum, derdi."

Ebu Hanife de -İmam Malik "ten de rivayet edilmiştir- şöyle der: Irzın ta­sadduku caiz değildir, çünkü bu yüce Allah'ın bir hakkıdır. Hz. Peygamber de sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: jrBirbirlerinize kanlarınız, mallarınız ıe ırzlarınız haramdır." [252]

 

Peygamber Samuel İle Kral Talufun Kıssası Ve İsrailoğullartnın Cihadı Terk Etmeleri

 

246- Musa'dan sonra İsrailoğulları'nm ileri gelenlerini görmedin mi? Hani on­lar kendi peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda sa­vaşalım" demişlerdi. O da: "Şayet sa­vaş üzerinize farz kılınır da savaşma-yıverirseniz?" demişti. Onlar: "Hem yurdumuzdan çıkarılmış, hem de ev­lâtlarımızdan edilmişken Allah yolun­da niye savaşmayalım?" demişlerdi. Fakat onlara savaş yazılınca içlerin­den pek azı müstesna yüz çevirdiler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.

247- Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar olarak göndermiştir" dedi. Onlar da: "Biz hü­kümdarlığa ondan daha lâyık iken üs­telik ona maldan da bir bolluk verilme­mişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?" dediler. "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilimce de, vücutça da bir üstünlük vermiştir" dedi. Allah mülkünü diledi­ğine verir, Allah Vâsi'dir, Alîm'dir. [253]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Görmedin mi?" bir istifhamdır. Yani sana ileri gelenlerin -el-mele' eşraf topluluğu veya kavim demektir- bilgisi sana ulaşmadı mı? İleri gelenlere "me­le" denilmesinin sebebi bir araya geldikleri takdirde gözleri korku ile doldur­maları dolayısıyladır. (Mele*, doldurmak anlamına gelen "Mel" kökündendir. Sözü geçen "peygamber" ise Şemuvil'dir. Bu ise Samuü'in Arapçalaşmışıdır. Söz birliğimiz gerçekleşsin ve anlaşmazlıklarda kendisine başvuralım, diye Al­lah yolunda kendisi ile birlikte savaşacağımız "bir hükümdar gönder" tayin et!

"Savaşmayıverirseniz?" buyruğundaki sorudan kasıt, beklenenin olacağına dair bir tesbit ve bir takrirdir (yani onlara bunu söyletmektir). Yüce Allah'ın, 'İnsan üzerinden uzun bir süre geçti mi?" (İnsan, 76/1) buyruğunda olduğu gi­bi, burada da istifhamın (sorunun) anlamı takrirdir.

"Niye savaşmayalım?" yani savaşı terketmemize sebep ne olabilir? Onu terketmekten maksadımız nedir? "Hem yurdumuzdan çıkarılmış, hem de evlât­larımızdan edilmişken" yani çocuklarımız esir alınmış ve öldürülmüşken. Bunu onlara Câlût kavmi yapmıştı. Yani savaşı gerektirici sebeplerle birlikte ona mani hiçbir şey de yoktur. Çünkü Câlût kavmi, Mısır ile Filistin arasında Ak­deniz kıyılarında yerleşikti, 440 kişi esir almışlardı.

"... içlerinden pek azı müstesna" Talût ile birlikte nehrin karşı tarafına ge­çen azınlık dışında "yüz çevirdiler." savaştan kaçındılar ve korktular. Denildiği­ne göre bunların (yani azınlığın sayısı) Bedir'e katılanların sayısınca 313 kişi idi.

"Allah zalimleri çok iyi bilendir." Bu savaşmayıp oturmaları ve cihadı ter-ketmeleri sebebiyle Allah tarafından onlara yapılan bir tehdittir. Allah onların cezasını verecektir. Peygamber Rabbinden hükümdarın gönderilmesi dileğinde bulundu, o da onun bu dileğini Tâlût'u göndermek suretiyle kabul buyurdu.

"Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken... nasıl olur da..." Bu soru, onun başlarına hükümdar olmasını bir inkâr (redj ve onu zor bir ihtimal gördükleri­nin ifadesidir. Çünkü o ne hükümdarların geldiği koldan ne peygamberlerin geldiği koldandır. Talût ya deri tabaklayan biri veya çoban bir kimse idi. "Üste­lik ona maldan da bir bolluk verilmemişken..." yani nasıl bize hükümdar olur, o hükümdarlığı hak etmemektedir, çünkü hükümdarlığa daha layık olanlar var­dır ve üstelik o fakirdir. Halbuki hükümdarların kendisine güç verecek malı mülkü olmalıdır. Bu sözü söylemelerinin sebebi, peygamberliğin Yakuboğlu Lâ-vî kolundan, hükümdarlığın ise Yahuza kolunda oluşu idi. Tâlût ise bu iki kol­dan birisine mensup değildi.

Tâlût kelimesi uzunluğu dolayısıyla kendisine lakab olarak verilen Şa-vu'dan Arapçalaştırılmıştır.

"Üstelik ona maldan da bir bolluk verilmemişken" kendisi ile hükümdarlı­ğını ayakta tutmak üzere istifade edeceği malı yokken, "üzerinize seçmiştir." Hükümdarlık için seçmiştir. "Ona ilimce de vücutça da bir üstünlük vermiştir." İsrailoğulları'nın o gün içerisinde en bilgilileri, bedenen en güzel ve kusursuz olanıydı. Vücutça genişlik, iri-yan ve uzun boylu olmak demektir. Zahiren an­laşıldığına göre, ilimden kastedilen muhtaç oldukları savaş bilgisidir. Dinî bil­giler ve diğer hususlarda da en bilgili olması mümkündür. Buna göre hüküm­darlığın esasları olan bilgi ve güçlülük onda vardı. Çünkü cahil, kendisi ile alay edilen ve kendisinden yararlanılamayan bir kimsedir. İriyarı bir kimse ise ruhları daha bir etkileyicidir, kalplere daha çok heybet verir. [254]

 

Ayetler Arası İlişki

 

el-Bikâî der ki: İsrailoğulları'nın sonu bu kıssa ile olmuş olabilir. Çünkü burada Resulullah (s.a.) risaletinin sıhhatine dair gayet açık bir delâlet vardır.

Ayrıca bu, ancak İsrailoğulları'nın ileri derecedeki ilim adamlarının bildiği şey­ler arasındadır. [255]

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerdeki hakkın himaye edilmesi, ümmetin izzet ve şerefinin korunması için teşrî' buyurulan savaşın hikmetini beyan ettikten sonra, burada da zorla yurtlarından çıkarılan, evlatlarından edilen İsrailoğullan'ndan bir topluluğun kıssasını beyan etmektedir. Nitekim bundan önceki kıssada sözü geçenler korkaklıkla yerlerinden çıkartılmışlardı. Bu kıssanın, özetle sunulan önceki kıssada anlatılanları genişçe açıklamak üzere geldiğini görüyoruz.

Bu ayet-i kerimelerden gözetilen hedef, müminlere savaşın önceki ümmet­lerden de istenen meşru' bir şey olduğunu kendilerine has özel bir hüküm ol­madığını beyan etmektir. [256]

 

Açıklaması

 

Hz. Musa'dan sonra Hz. Davud döneminde vuku bulan İsrailoğullan'ndan bir topluluğun kıssasına dair bilgi sana ulaşmadı mı? Onlar peygamberlerine -ki bunun Samuel olduğu söylenmiştir-: Savaşmak ve söz etrafında birleşmek üzere bize bir kumandan seç, demişlerdi. Çünkü bizler düşmanlarımızı kov­mak ve gasbedilmiş haklarımızı geri almak üzere karar vermiş bulunuyoruz. Şüphesiz düşmanların ülkeden kovulması Allah yolunda bir savaştır. Nitekim Yüce Allah: "Allah yolunda savaş." (Nisa, 4/84); "Münafıklık yapanları açığa çı­karsın diye idi. Onlara: Gelin, Allah yolunda savaşın yahut savunma yapın, de­nildiği vakit..." (Al-i İmran, 3/167) diye buyurmaktadır.

Fakat peygamberleri onları tanıdığı, onları daha önce denediği için şöyle demişti: Üzerinize farz kılındığı takdirde savaştan uzak kalacağınızı zannedi­yorum. Ancak onlar kendisine: Savaşı terketmemize ne sebep olabilir ki? Bizler yurtlarımızdan, vatanlarımızdan edilmiş, çocuklarımız elimizden alınmış ve onlardan ayrı kalmış bulunuyoruz.

İstedikleri şekilde savaş kendilerine farz kılınınca, Tâlût ile birlikte nehri aşan pek azı dışında, cihaddan geri kaldılar, korktular, yüz çevirdiler, türlü mazeretler ileri sürdüler. Fakat Yüce Allah ümmetlerini, vatanlarını savun­mak, gasbedilmiş haklarını geri almak üzere Allah yolunda cihadı terkettikleri için kendi kendilerine kötülük eden ve böylelikle de dünyada zelil olup ahirette de azaba uğratılacak kimseleri çok iyi bilir.

Daha sonra KuVan-ı Kerim İsrailoğulları'nın yaşlı ve akıllı kimseleriyle peygamberleri Samuel arasındaki tartışmayı açıklamaktadır. İsrailoğulları peygamberlerinden kendilerine bir hükümdar seçmesini istemişlerdi. Çünkü Filistinliler kendilerine baskı kurmuş onlardan çok sayıda kimseleri öldürmüş, Rabbin ahdi olan Tabût'u almışlardı. Halbuki önceden bu Tabut sayesinde düşmanlarına karşı zafer ve fetih talebinde bulunuyorlardı.

Peygamberleri onlara hükümdarların zulümlerinden sakınmalarını söyledi ve bu hususta onları uyardı Onlar ise ısrar ettiler. O bakımdan Tâlût (Saul)'u onlara hem hükümdar hem de ter savaş komutanı olarak seçti.

Ona şöyle dediler: Nasıl o h-se hukumdar olabilir? O böyle bir hükümdarlı­ğa lâyık değildir. Çünkü Tâlût ne rıuk-jindarlar ne de peygamberler soyundan-dır. Hükümdarlık Hz. Yakubun caeîu Yehuza (Yehuda) kolunda idi. Davud ve Süleyman (ikisine de selâm cfeir da onlardandı. Peygamberlik ise Hz. Ya-kub'un oğlu Lâvî'nin soyunda ıdı szz.. Musa ve Harun'da onlardandı. İşte orta­da hükümdarlığa ondan daha lâyık c—r.,seler de vardır. Talut ise malı bulunma­yan fakir bir kimsedir. Yönetme r^rune sahip değildir. Ancak böyle bir iddia hükümdarlığa dair vehme dayai: rcr şart ve hükümdarlığın miras alınan bir hak olduğu şeklindeki yanlış kasaa-ijerden ileri gelmekteydi. Onlara göre hü­kümdarlık, hükümdarların yahut scyl^lann çocuklarından başkasına ait ola­mazdı. Ancak bu şekilde olursa, 7nsa;-.',=- hükümdara boyun eğerdi. Onların: "Nasıl olur da bizim başımıza hiJa^ndz' olur..." şeklindeki sözleri, Allah'ın emrine karşı bir çeşit inatlaşma ve -asmien uzaklaşmadır. Aslında İsraüoğul-ları bunu hep yaparlardı. [257]

Peygamberleri onlara şöyle denişti Allah onu size hükümdar olarak seç­miştir. Allah ancak sizin için hayırlı raLa~- seçer. Size yalnızca itaat ve O'nun bu tercihine boyun eğmek düşer. Hüktacuâarlığın asıl esasları onda bulunmaktadır ki: Fıtrî istidad ve işleri çekip çevirme ûe ılgiı geniş bilgi ve marifet ile güçlü kuvvetli bir beden, sağlıklı bir fikir, occncasını kabul ettirmek için gerekli olan kabiliyetler, bu işe uygunluğu dolayısıyla Y-jee Allah'ın kendisine ihsan edeceği başarı. İşte Yüce Allah'ın, "Allah mzû.iz.r.^ işediğine verir." buyruğu ile kaste­dilen de budur. Yani mülk esasen Onîziıijzr. bu konuda kimse O'nunla tartışa­maz. O mülkü dilediği kimseye ve ticirjiîrlığa elverişli olanlara verir. Al­lah'ın hükmüne itiraz olmaz. Kullanın •: :nlara uygun düşeni Allah sizden da­ha iyi bilir, neye layık olduklarını daha ~ "rılır. Allah Vasî'dir, Alîm'dir. Yani tasarruf ve kudreti geniş olandır. Ohzzl kudret ve tasarrufunun genişliğine sı­nır olmaz. Lütuf ve bağışı da geniş olandır Dilediğine genişlik verir, fakir olanı zengin kılar. Hikmet ve maslahatın ne :1e gerçekleşeceğini çok iyi bilendir. Ne­yin kurtuluşa, zafere götürdüğünü ve hujr_~âarlığa kimi seçeceğini en iyi bi­lendir. [258]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İsrailogulları arasında cerayan etsus :lan bu kıssa savaşa teşvik için söz konusu edilmiştir. Bu kıssadan aşağıdaki neti reler çıkmaktadır.

1- Allah yolunda cihad etmek ruhi. ahlâk: ve ilmi açıdan hazırlıklı olmayı, bu konuda bilgi ve yeterlilik sahibi olma)-; cesaret ve kahramanlığı; gerçek bir kararlılığı ve fedakârlığı; ilkeler, şeref ve haysiyet yolunda gerektiğinde candan geçmeyi gerektirir.

İsrailoğullan manevî açıdan zafiyetleri, zihinlerinin bulanık, gönüllerinin dağınık, niyetlerinin gevşek, imanlarının zayıf olması üstelik hiçbir fedakârlığı

göze almaksızın içlerinde yer etmiş olan mutlu ve huzurlu bir hayat sürme ar­zusu dolayısıyla bunun için gerekli şartlara sahip değildi.

Halbuki savaş, onların gasbedilmiş haklarının geri alınması, sömürgeci­lerden, işgalcilerden, baskı kuran düşmandan ülkenin temizlenmesi, bütün ça­ba ve gayretlerin üstünlük, keramet, şeref, haysiyet, başarı ve galibiyet ile taç-landınlması gibi, en üstün emel ve arzularını gerçekleştirebilirdi.

2- Hükümdarlık veya yönetim miras yoluyla ya da zenginlikle elde edil­mez. O yeterlilik, bilgi, beceri, güçlü şahsiyet ve kararlı bir irade ile gerçekle­şir. İbni Abbas der ki: Tâlût o gün için İsrailoğullan arasında en bilgili, en ya­kışıklı ve en eksiksiz bir yaratılışa sahipti. Düşmanın kalbine heybet verecek şekilde iri-yarı bir cüsseye sahipti. Uzunluğu dolayısıyla ona Tâlût denildiği de söylenmiştir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Tâlût'un hükümdarlığa seçiliş ge­rekçesini insanın en büyük servetini teşkil eden bilgi genişliği ile savaşta ken­disine yardımcı olan, düşmanla karşılaşıldığında kendisine üstünlük sağlayan

bedenen güçlü oluşu şeklinde açıklamaktadır.

Buna göre ayet-i kerime imamın (devlet yöneticisinin) niteliklerini ve du­rumlarını açıklamaktadır. İmamlığa ilim, dindarlık ve güç ile hak kazanılaca­ğını, soy sop ile buna hak kazanılmayacağını ifade etmektedir. Bilgi ve ahlakî faziletler soy soptan önce gelir. Çünkü Yüce Allah bilgisi ve gücü sebebiyle -ne-seb itibariyle onlar daha soylu olsalar dahi- onu başlarına hükümdar olarak seçtiğini haber vermektedir.

Yüce Allah'ın, "Allah mülkünü dilediğine verir." buyruğu Yüce Allah'ın in­san hayvan, canlı, cansız kâinatta bulunan her şeyin mutlak maliki olduğunu göstermektedir. Çünkü dünya mülkünün ayet-i kerimede Yüce Allah'a izafe edilmesi, esasen mülk olan bir şeyin mutlak melik olana izafesidir. Yine ayet-i kerime herhangi bir insana hükümdarlık veya yöneticiliğin verilmesinin insan­lar lehine hayırdan başkası sâdır olmayan Allah'ın iradesi ve meşieti ile oldu­ğunun delilidir. O insanların yararına olmak üzere gereken yeterliliğe sahip olanları seçer.

3- Ümmette hayır bitip tükenmez. Çoğunluk cihad farzını yerine getir­mekten yüz çevirecek olsa dahi, azınlık bir grup vesilesi ile onların üzerinde hayır bütünüyle hiçir zaman eksilmez. Hayırlı kimseler azınlıkta olup çoğunlu­ğun bilmediği, farkına varmadığı hakikatleri bilir. Allah da onlara hayır zalim­lere ise hak ettikleri azabı verir. [259]

 

Talut'un Hükümdarlığı, Büyük Bir Kalabalığın Kü­çük Bir Topluluk Önünde Bozguna Uğraması

 

248- Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o Tâbût'un gelmesi olacaktır. İçinde Rabbinizden bir sekînet ve Musa ile Harun'un aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır. Melekler onu yüklenerek getireceklerdir. Eğer iman etmiş kimseler iseniz elbette bunda si­zin için bir ayet vardır.

249-  Talût ordusuyla ayrıldığı zaman: "Allah sizi bir nehirle imtihan edecek­tir. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç alanlar dışında, kim onu tatmazsa o bendendir." dedi. Fa­kat içlerinden pek azı dışında içtiler. Nihayet o yanındaki müminlerle bera­ber nehri geçtiklerinde: "Bugün bizim Calût'a ve ordusuna karşı dayanacak gücümüz yoktur" dediler. Allah'a ka­vuşacaklarını bilenler ise: "Nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğu Al­lah'ın izniyle yenilgiye uğratmıştır. Al­lah sabredenlerle beraberdir." dediler.

250-  Calût ve askerlerine karşı çıktık­ları zaman dediler ki: "Rabbimiz üzeri­mize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."

251- Derken Allah'ın izniyle onları boz­guna uğrattılar. Davud da Calût'u öl­dürdü, Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi, ona dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kıs­mını diğer bir kısmıyla önleyip savma-saydı, yeryüzü muhakkak fesada uğ­rardı. Fakat Allah, alemler üzerine bü­yük bir lütuf sahibidir.

252- Bunlar Allah'ın ayetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz. Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin.

 

Belagat:

 

"Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır." buyruğunda temsili bir istiare vardır. Allah onların, üzerine sağnak sağnak sabır yağdırması sırasındaki durumları­nı, bütün vücudun üzerine dökülen suyun durumuna benzetmektedir. [260]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tâbut" içinde Tevrat'ın muhafaza edildiği sanduk'a demektir. Rivayet edildiğine göre altın ile kaplı ahşaptan yapılmıştı. Amelikalılar bunu almış, sonra düşmanlarına karşı onun vasıtasıyla zafer kazanan ve önden gönderip de kendisiyle huzur ve sükûna eren İsrailoğullarına geri vermişlerdi. Nitekim Yü­ce Allah: "İçinde Rabbinizden bir sekinet" yani kalpleriniz için bir huzur ve sü­kûn "...vardır." demektedir. Daha sonra bu Tabutu Filistinliler, İsrailoğulları'na karşı zafer kazandıkları sırada ele geçirdiler. İsrailoğulları peygamberleri aynı zamanda da kadı-hakimleri olan Samuel'den kendilerine bir hükümdar gön­dermesini istediklerinde Talût'un beraberinde onun hükümdarlığının bir alâ­meti olarak Tabut'u da gönderdi.

"Terikesinden arta kalan" arta kalanlardan kasıt Tevrat levhalarının par­çaları, Hz. Musa'nın asası, ayakkabısı, Hz. Harun'un sarığı ve İsrailoğulları'na indirilen Selvâ'dan bir kafîzlik bir miktardı.

"Eğer iman etmiş kimseler iseniz" melekler bu Tabutu onların gözleri önünde semâ ile arz arasında taşıdı. İsrailoğulları da onun hükümdarlığını ka­bul etti ve hemen cihada koşuştular. Talût onların gençleri arasından yetmiş bin kişi seçti.

"Talût ordusuyla ayrıldığı zaman" yani bulunduğu şehir olan Beytül-Mak-dis'den askerlerle birlikte Amalikalılarla savaşmak üzere çıktığında; havanın sıcak oluşundan dolayı ondan su istediler. "Allah sizi bir nehirle imtihan ede­cektir... dedi." İmtihan (ibtilâ): Sınamak ve denemek demektir. "Nehir" Filistin ile Ürdün arasında idi. Sınama itaat edenle isyan edenin ortaya çıkması için bu nehrin suyundan içmek şeklinde idi.

"Kim ondan içerse benden değildir." bana uyacaklardan, yardımcı olacak­lardan değildir. "Bir avuç" avuçlandığı esnada avucu dolduracak kadar miktar "alanlar dışında." İçilmeye müsaade edilen miktar sadece bir avuç idi, daha fazlası değildi.

"Yanındaki müminlerle birlikte nehri geçtiklerinde" bunlar ise yalnızca bir avuç içmekle yetinenler olup 310 küsur kişi idiler."bugün bizim Calût'a ve or­dusuna karşı dayanacak gücümüz yoktur" onlarla savaşamayız. "dediler." Bu şekilde korkuya kapıldılar ve nehirden su içenler suyu aşmadılar.

"Calût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman" onlarla savaşmak üzere orta­ya çıkıp saf saf dizildiklerinde... "dediler ki: "Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver" cihad etme gücünü ver ve düşmana karşı dururken bizi sarsma. "Derken Allah'ın izniyle" iradesiyle "onları bozguna uğrattılar" güçleri­ni kırdılar. "Davud da Calût'u öldürdü." Davud o zaman Talût'un askerleri arasındaydı. Adı Davud b. Yessî idi. Kendisi aslında koyun çobanıydı, yedi kardeşi vardı ve en küçükleri idi.

"Allah da ona" yani Davud'a İsrailoğulları arasında hükümdarlığı ve hik­meti, Samuel ve Talût'un ölümünden sonra "peygamberliği verdi." Hz. Da-vud'dan önce kimseye aynı zamanda hem hükümdarlık hem peygamberlik ve­rilmemişti. Zebur ona nazil olmuştur. Nitekim Yüce Allah: "Ve Davud'a Zebur verdik." (Nisa, 4/164); "Ve ona dilediklerinden öğretti." (Bakara, 2/251) diye bu­yurmaktadır. Burada sözü geçen öğrettikleri şeylere misal, zırh yapımıdır. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ona sizin için giyecek yapma sanatını öğretti ki. savaşlarında sizi korusun diye." (Enbiya, 21/80) Ona kuş dili de öğretilmişti. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve bize kuş dili öğretildi." (Nemi, 27/16) Anlaşmazlıkları güzel bir şekilde hükme bağlamak ve sonuçlandırmak da onun özelliklerindendi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ona hikmeti ve hakkı batıldan ayırıcı söz söylemeyi vermiştik." (Sâd, 38/20 .

"...yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." müşriklerin galip gelmesi, müslu-manların öldürülmesi ve mescidlerin tahrib edilmesi ile. "Fakat Allah alemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir." Ve bundan dolayı onların kimisini kimisi :1e savdı. [261]

 

Açıklaması

 

İsrailoğullarmın, peygamberlerine karşı işi zorlaştırmak, aşırılık ve maddî bir takım talepler ihtiva eden tavırları vardı. Bu tavırlardan birisi burada s:z konusu edilmektedir. Onlar kendilerine Talût'un hükümdar olarak seçilmesin; kabul etmemiş ve bu noktada inatlarını aşırıya götürmüşlerdi. Peygamberler: onlara şöyle dedi: Onun size hükümdar ve komutan olarak seçilişinin doğrjl--ğuna dair maddi bir delili de vardır. Bu delil Tabut'un geri dönmesidir Ti-bût'un onlar nezdinde dini bir kıymeti vardı). Bu -özellikle de siz bu Tâlûr'u sa­vaşlarınızda bir sembol, bir sancak ve bir koruyucu olarak önden götürc-îr--nüz sırada- sizin kalplerinizin huzur ve sükûnunu gerçekleştirir, vicdanlaz-^ı:-zı, ruhlarınızı rahatlatır. Yine bunda Musa ve Harun ailelerinin geriye bcr-k-tıkları bir takım hatıra eşyalar da vardır. Bunlar Tevrat levhalarının parçaİEr_ Musa'nın asası, Tevrat'tan bazı bölümler ve ilim adamlarının Hz. Musa zj& Hr Harun'un tabilerinden miras aldıkları bir takım şeyler vardır.

Peygamberin onlara: Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar :iL^ni göndermiştir, diye söylemiş olması, ancak vahiy ile olabilecek bir iştir ~—-*-r bunlar peygamberlerinden Allah yolunda savaşacak bir hükümdar tsyrr «il­mesini istemişler, Peygamber de onlara Allah'ın böyle bir hükümdarı ksaüsn-ne gönderdiğini bildirmiştir.

"Melekler şerefini artırmak ve ona ikramda bulunmak üzere Tabdî"^ Ti-lût'a taşıyıp getireceklerdir. Tabut'un gelişinde veya geri dönüşünde Allah'ın si­ze inayetinin bir delili, Talût'un size bir komutan seçildiğinin bir belgesi vardır Bundan maksat ise Talût'un sizin işlerinizi çekip çevirmesi düşmanların ıra karşı muzaffer olacağınızdır. Artık eğer Yüce Allah'a samimi olarak iman eden kimseler iseniz, onu desteklemek ve onun hükümdarlığına razı olmanız lazım­dır."

İnsanlar Talût'un komutanlığı etrafında halkalamp toplandılar. O da genç­leri arasından yetmiş veya seksen bin kişi seçti. Hava oldukça sıcaktı. Savaş ko­nusundaki samimi niyetlerini bilmek üzere bir yolla onları sınamak istedi.

Şehirden çıktıklarında onlara şöyle dedi: -O sizi en iyi bilen olmakla bir­likte- düşmana doğru yol alırken karşımıza çıkacak bir nehir ile sizleri sulaya­caktır. O nehirden kim içerse bana uyan ve bana yardım eden kimselerden ol­mayacaktır. Kim onun tadına bakmazsa, o benimle birlikte olacaklardan ve be­nim yardımcılarımdandır. Aynı şekilde boğazını ıslatacak ve bir parça susuzlu­ğunu giderecek kadar bir avuç su içen de benimle beraber olacaktır.

Bu sınamanın sonucu şöyle oldu: Dinlerinde ihlâs sahibi pek az kimse dı­şında, hepsi o nehirden içtiler. Gerçekte hayır ise bu azıcık gruptaydı. Çünkü bunlar samimi imanları, sarsılmaz kararlılıkları sayesinde, sayıca pek çok olan bir kalabalığın yapamadıklarını yaparlar.

Tâlût kendisine itaat edip kendilerine yasak kıldığı şey hususunda muha­lefet etmeyen o samimi müminlerle birlikte nehri aştıktan sonra ordusundan bir kısmı -Calût ve askerlerinin çokluğunu, araç ve gereç itibariyle kendilerin­den üstünlüklerini görmeleri üzerine- şöyle dediler: "Bizim bu insanlara karşı savaşma gücümüz yoktur. Bunlar Calût ve askerleridir. Onlara galip gelme umudu şöyle dursun, biz onlara güç yetiremeyiz." Rablerinin huzuruna çıkacak­larını, ahirette amellerinin karşılıklarını göreceklerini bilen, buna inanan ya Allah yolunda şehadet ya da düşmana karşı muzaffer olmak şeklindeki iki güzel sonuçtan birisini bekleyen sayıca az müminler ise onlara şu şekilde cevap ver­mişlerdi: "Düşmanların çokluğu sizi aldatmasın. Sayıca pek az nice topluluk vardır ki, imanının kuvveti ve Allah'ın iradesi ile sayıca çok olan toplulukları yenik düşürmüştür. Allah'ın desteği ve yardımı sabredenlerle beraberdir."

Talût ve beraberinde bulunan müminler topluluğu Filistinli düşmanları olan Calût ve askerlerine karşı çıkıp onların sayıca pek çok, silahça oldukça güçlü olduklarını görünce Yüce Allah'a sığınıp dua etmeye koyuldular. Tıpkı sı­kıntı zamanlarından mihnetin zorluğu esnasında, Allah'tan başka sığınacak bir yer bulamayan, korkuya kapılmış, zor şartlar altındaki mümin gibi. Duala­rında şöyle diyorlardı: "Rabbimiz üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" Yani Sen bize sabretmeyi il­ham et. Savaş esnasında ruhlarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize gerçek bir zafer ihsan eyle. O kâfirler puta taparlar. Dünyayı severler ve kalpleri batıl dü­şüncelerle dolup taşar.

Allah onların duasını kabul buyurdu. Sayıca az olan topluluk Allah'ın iz­niyle, kalabalık olan topluluğu bozguna uğrattı. Güçlü genç bir delikanlı olan Hz. Davud ise, Filistinlilerin güçlü kuvvetli Calût'unu teke tek dövüşmede öl­dürdü. Ona sapanı ile bir atış yaptı, attığı taş başına isabet etti, onu yere dü­şürdü. Daha sonra ona yaklaştı, kılıcını aldı, başını kendi kılıcıyla kopardı. Bu başı getirip Talût'ım önüne t>*ı» lwwj£akle Calût'un askerten t» :ca uyan­lar bozguna uğradı.

Bunun sonucunda DaTtui »m—mr- t-üinda ün kazandı. larmkse^lların^z mülkünü miras olarak aldı. Alsa» 4m «u :<eygamberlik verdL Oma Zanur- er­dirdi, ona zırh yapma sanatum, kam mmnmı   im bilimlerini ve

güzel bir şekilde sona erdirme Myâşgajm. meretti. Nitekim Yüce AJhû. «ctjs he-yurmaktadır: "Onun mülkümü dr gma^kmua.---* Ona hikmeti ve hakkı mammamm. ayırıcı sözü verdik." (Sâd, 3&'2Oı Omâtam. bl:-i bir arada hem hnlnîTnrianryit Imiıt peygamberlik kimseye verilmanaBL. Çmmc*. geçmişte İsrailoğulları'nutt jmr «jl-kümdarı ve bir peygamberi olurim. Mu. jjb'"« i'dan önceki peygamber hükümdar ise Talût'tu; vefat erakbm. mm zer ikisi de hem hükümdartık- jiebıl peygamberlik Hz. Davud'a verüdi.

Daha sonra Yüce Allah, savasn •nimetini açıklamaktadır. Kz Adem'in çocukları birbirleriyle çarpıştıklarındır ca yana savaş her devıroe toplumsal bir gerçektir. Habil, Kabil'i öldünnâsnir Savaşın bir takım zarar ve tehlikeleri olduğu gibi bir takım fayda ve hayn-Lair z^. vardır. Şayet Yüce Allah adalet, ıs­lah ve hayır ehli vasıtasıyla, azgın,'-'*- v« kirolük sahibi kimseleri bertaraf et­memiş, bir cemaatı ötekine musalkî 't-rT-js-rnıg olsaydı, fesad ehh galip gelir, yeryüzü fesada boğulur, anarşi geafck ar hal alır, zulüm egemen olur. Allah'ı anmak için yapılmış ibadet yerlen yıkirr-SL. Fakat Yüce Allah bütün insanlar üzerinde büyük lütuf sahibidir, onlara karş pek merhametlidir. Yüce Allah za­lime, o zalimi helak edecek kimseleri iDisaıîLi-: eder. Batıl ehlini hak ordusu ile bertaraf eder. İşte bu, O'nun lütuf ve raisanarcrıır: tecellisidir. Bir diğer zalim or­taya çıktığı vakit şanı Yüce Allah uyçıan inr 12.—anda insanları o zalimin elin­den kurtaracak bir kimseyi gönderir, işti re sekide Yüce Allah peygamberleri­ni gayb ile zafere ulaştırır, onlara yaninsac ıtzr Dilediği nihai sonucu belirle­yecek anda da bu peygamberin yardımGÛarsaa îestek verir.

Ya Muhammed! İşte bunlar, sana akams^rraz Allah'ın ayetleridir, sana öğrettiğimiz geçmişlere dair kıssalardır re ses. ztzzları bilmiyordun. Çünkü sen ümmî bir peygambersin. Böylelikle banlar secen peygamberliğinin doğruluğu­na, risaletinin sıhhatine bir delildir. Sema çaçcsşr: olan kimseler bu belgelerle ikna olsunlar ve çağlar boyunca gelecek riLar: ber^r. nesiller de bu risaletini tas­dik etsinler. Bu kıssalar her dönemde msanîarr: yararlanabileceği bir ibret ve bir öğüttür. Nitekim Yüce Allah şöyle bnynrmıaki&iir: 'Gerçekten onların kıssa­larında kâmil akıl sahipleri için bir ibret r«xrccr Si. oydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanı doğrulayıcı z*e her .teyzr, bir açıklamasıdır, iman edecek bir topluluk için de bir hidayet ve bir rakrnetar." Yusuf, 12/111). [262]

 

Talût ve Calût Kıssası[263]:

 

İsrailoğulları Hz. Musa'dan sonra Filistin'e gelenilerinden itibaren 356 yıl boyunca hükümdarsız kalmışlardır. Bu dönem zarfında Araplardan olan Amalikalılar gibi Medyen halkı, Filistinliler ve onların dışında kalan bir takım top­lulukların hücumlarına maruz kaldılar. Kimi zaman kendileri galip geliyor, ki­mi zaman mağlup oluyorlardı.

Kâhin Ali dönemindeki 4. yüzyıl ortalarında İbranîler Gazze yakınlarında Üşdûd sakinleri olan Filistinlilerle savaştılar. Filistinliler onları yenik düşürdü ve onlardan "Ahid Tabûtu"nu aldılar. Bu ise Tevrat'ın yani şeriatın bulunduğu sandık idi. Bu iş onlara oldukça ağır geldi. Çünkü onlar ancak bu Tabut ile za­fere kavuşacaklarına inanıyorlardı.

İsrailoğulları hakimleri arasında Samuel adında bir peygamber vardı, er-Râme şehrinde soylularından bir topluluk, o peygambere gelerek başlarına bir hükümdar tayin etmesini istedi. Bu hükümdar kendilerini zelil düşüren, uzun bir süredir kendilerini kahredip duran düşmanlarına karşı savaşlarında komu­tanlık edecekti. Ancak üzerlerine savaş farz kılındığı takdirde, karakterlerinin zayıf olduğunu bildiğinden dolayı, bu dileklerini pek samimi bulmadı. Fakat onlar savaşı gerektiren sebeplerin ortada olduğunu belirterek cevap verdiler: Bunlar ise düşmanlarının kendilerini yurtlarından çıkarmaları ve çocuklarını esir almalarıydı.

Talût'u onlara hükümdar yaptı. Talut, Tevrat'ın Samuel bölümünde adı Kays oğlu Şâvil olarak geçmekte olup Bünyamin oğullanndandı. Yakışıklı bir gençti. Bilgili ve İsrailoğulları'nın en uzun boylusuydu. Bir grup onun hüküm­darlığını benimseyip kabul etti, diğerleri ise red etti. Sebep onun fakir bir ço­ban olmasıydı.

Samuel, Talût'un yetkinliği, hükümdarlığa ve yöneticiliğe liyakati konu­sunda güzel bir seçim olduğu hususunda onları ikna etmeye gayret etti. Hü­kümdarlığının maddi delilinin de Filistinlilerin kendilerinden almış olduğu Ta-bût'un tekrar kendilerine dönmesi ve meleklerin bu Tabût'u onun şerefini yük­seltmek için ve ona iltifat olsun diye evine kadar taşıyacağım belirtti. Bunun üzerine onun hükümdarlığını kabul ettiler.

Talût da orduyu kurmaya başladı, Filistinlilerle (Amalikalılarla) savaş­mak üzere asker toplamaya koyuldu. Filistinliler Calût'un komutası altında idiler. İsrailoğulları gençleri arasından yetmiş veya seksen bin kişi seçildi ve onlarla birlikte düşmana karşı savaşmak üzere yola çıkıldı.

Fakat komutan Talût'un basireti, onları yakından tanıması, samimiyet "ve sebatları hususunda şüphe etmesi, yolda giderken ve sıcak bir zamanda onları Filistin ile Ürdün arasındaki nehirden su içmek ile sınamaya itti. Böylelikle ço­ğunluğun kendisine isyan ettiği ve azınlığın da itaat ettiği ortaya çıktı. Bu azınlık olan müminlerle birlikte yoluna devam etti ve nehri aşıp karşı kıyıya vardı. Ancak onların bir kısmı Calût'un büyük ordusunu görünce; bugün bizim Calût'a ve askerlerine karşı duracak gücümüz yoktur, dediler. Diğerleri ise on­lara: Azınlık olanların Allah'ın izniyle kalabalıkları yenmesine çokça rastlanıl­mıştır, diye cevap verdiler.

Savaşta hazır bulunanlardan birisi de henüz koyun otlatan yaşça küçük bir genç olan Yessi oğlu Davud idi. Savaşabilecek birisi değildi. Babası onu Ta-lût ile birlikte bulunan üç kardeşine dair haberleri getirsin diye göndermişti. Calût'un teke tek çarpışmak üzere er istediğini gördü, herkes ondan korkuyor­du. Davud bu Filistinli ile çarpışana ne mükâfat verileceğini sordu. Ona; hü­kümdarın onu zengin edeceği, kızını ona vereceği ve babasının ailesini de bir hanedan haline getireceğini söyleyerek cevap verdiler.

Bunun üzerine Davud, Talût'un yanına Amalikalılarm komutanı Calût ile tek tek çarpışmak üzere izin istemeye gitti. Talût, Davud'a izin vermek isteme­di, bu işten onu sakındırmaya çalıştı, ancak o şu cevabı verdi: Ben babamın ko­yunlarından birisini alıp giden arslanı öldürdüm. Onunla beraber bir de ayı vardı, onu da öldürdüm. Daha sonra asasını ve torbasında bulunan keskin sivri beş tane taşını alıp öne geçti. Beraberinde sapanı da vardı. Calût ile konuştuk­tan sonra Davud ona bir taş attı; bu taş ahuna isabet etti ve onu yere yıktı. Ar­kasından yanına yaklaştı, kılıcını aldı, kendi kılıcıyla kafasını kesti ve böyle­likle Filistinliler bozguna uğradı. Hükümdar ona kızı Mikal'ı verdi ve askerle­rine komutan olarak tayin etti. [264]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Nakledildiğine göre Tabût'u Yüce Allah Hz. Adem'e indirmiş, daha sonra bu Tabut Hz. Yakub'a intikal etmiş ve İsrailoğulları arasında kalmıştı. İsyan ettikleri zamana kadar kendileriyle savaşanları onunla mağlup ediyorlardı. İs­yan etmeleri üzerine yenik düşürüldüler ve Tabut ellerinden alındı.

Bu -Kurtubî'nin de açıkladığı gibi[265]- isyanın, Allah'ın onlardan yardımını esirgemesinin sebebi olduğunun en açık bir delilidir.

Ayetin başlangıcını teşkil eden: "Peygamberleri onlara... dedi." buyruğu­nun zahiri ile bundan önceki buyruklar beraberindekilerin bu peygamberin peygamberliğini kabul ettiklerini göstermektedir.[266] "Onun tadına bakma­yan.." buyruğu ise Seddü'z-Zerâi ilkesine delildir. Çünkü "tatma"nın asgari hali "tadına bakmak" lafzının kapsamına girer. Tadına bakmak yasaklandığına gö­re, bundan kaçınan kimsenin içmesi beklenemez. Bundan dolayı: "Ondan içme­yen" diye buyurulmamıştır. Yine bu suyun "taam=yenecek şey" olduğunun deli­lidir. Su "taam" olduğuna göre; kalıcılığı ve bedenler onunla gıdalandığı için de "kût=besleyici gıda"dır demektir. Bu ise suda ribâ=faizin cereyan etmesini ge­rektirir. Malik'in sahih görüşü budur. Şafiî'nin görüşü de budur. Buna göre su­yun fazlalıktı olarak satışı caiz değildir, vadeli satışı da caiz değildir. Bundaki illet ise suyun me'kûlâttan (taam edilen, yenilen şeylerden) olması ve satılan şeylerin cinslerinin birliğidir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf ise şöyle demektedir: Su kıyısında suyun su ile fazla miktar karşılığında ve va'deli olarak satılma­sında bir mahzur yoktur. Muhammed b. el-Hasan'a göre ise bu şekilde satışı caiz değildir. Çünkü faizdeki illet olan keyl ve vezn (ölçü ve tartı) söz konusu­dur, su ise ölçülen ve tartılan şeylerdendir.

Allah'ın insanların bir kısmının zararlarını diğer bir kısım insanlarla sav­ması, kimi zaman bir toplumun bir diğer topluluğun karşısına çıkması ile olur; kimi zaman tek bir ferd ile de olur. İbni Ömer der ki: Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Muhakkak Allah tek salih bir mümin sebebiyle onun ehl-i beytin­den ve komşularından yüz kişi üzerinden belayı defeder." Daha sonra İbni Ömer Yüce Allah'ın, "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önle-yip savmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara, 2/251) ayetini okudu. Hz. Cabirtn de rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah bir adamın salâhı ile oğlunu, oğlunun oğlunu, aile halkını, çevresindeki bazı ev halklarının dahi hayrını murad eder. O kişi aralarında de­vam ettiği sürece, Allah'ın koruması altında kalmaya devam ederler."

Yüce Allah'ın, "Fakat Allah alemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir." buyruğunda ise, müminler vasıtasıyla kâfirlerin kötülüğünü savmasının Al­lah'ın bir lütuf ve nimeti olduğunun açık bir ifadesidir.

Şanı Yüce Allah, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin." buyru­ğu ile bu ayetlerin muhtevasını ancak Allah tarafından gönderilmiş bir pey­gamberin bilebileceğine dikkat çekmektedir.

Kur'an-ı Kerim'in bu kıssasında genel pek çok hükümler vardır ki, bunla­rın en önemlilerini aşağıda sıralıyoruz:

1- Zulmün, zilletin, köleliğin farkına varmak, toplumsal patlamayı doğu­ran bir etkendir. Toplumlara herhangi bir şekilde haksızlık yapılıp saldırıldığı takdirde, toplumların izzet ve şereflerini geri getirmelerinin tek yolu adaletli ve kahraman bir kumandan ve liderin komutası altında saflarını birleştirmele­ridir. Tıpkı İsrailoğullan'nm Filistinliler tarafından mağlup edildiği sırada yaptıkları gibi.

2- Toplum bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında ilk olarak durumun far­kına varan kimseler, o toplumun has insanları, ilim adamları, şereflileri ve fa­zilet sahipleridir. Nitekim İsrailoğulları'ndan ileri gelen bir topluluk kendileri­ne bir hükümdar tayin edilmesini istedikleri vakit böyle yapmışlardı.

3- Cahil kimseler liderliğe ve kumandanlığa insanlar arasında en layık olanların nüfuz ve servet sahibi kimseler olduğunu sanırlar; tıpkı İsrailoğulla­n'nm zannettikleri gibi: "Üstelik maldan da ona bir bolluk verilmemişken, na­sıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?" derler. Halbuki komutanlığa en lâ­yık olanlar ilim, bilgi, kişisel güç ve üstün ahlâk sahibi olanlardır.

4- Komutan veya lider seçiminde anlaşmazlığa düşmek eski toplumlarda da görülen bir durumdur. Bundan dolayı anlaşmazlığı ortadan kaldıracak bir esasın olması icabeder. O dönemde yani peygamberlerin bulunduğu bir dönem­de böyle bir kişi peygamber idi. Peygamberden sonra ise İslâm'da tercih edici sebep, hal ve akd ehlinin görüşüdür. Bunlar ilim adamları ile ümmet arasında belli bir yerin sahibi olan kimselerdir.

5- İmam oluşun (İslâm devlet başkanı olmanın) şartları en yeterli olanı seçmekte ifadesini bulur. Çünkü Yüce Allah: "Muhakak Allah onu sizin üzeri­nize seçmiştir, ona ilimce de vücutça da bir üstünlük:vermiştir" buyruğu da bu­nu gerektirmektedir. Şayet buna asabiyet, kabile ve nüfuz açısından güçlülük de ilave edilecek olursa, bu daha da uygundur. Rasulullah (s.a.)'ın: "İmamlar Kureyş'tendir." [267] buyruğu bunu ifade etmek* tedir.

6- Yüce Allah'ın, "Allah mülkünü dilediği kimseye verir." buyruğu kumandanın seçimindeki ilâhî muvaffakiyetin tam bir adalet, hikmetli bir uygulama ve kamu maslahatına riayet esaslarına bağlı :olduğunun delilidir.

7- Zaferin, galip gelmenin ilk şartları arasında ordu tarafından komutana tam bir itaatin bulunması da vardır. Halihazırdaki orduların yasaları da bunu kabul etmektedir.

8- Az bir topluluğun iman, sabır, sebat, komutanlara itaat ile çokça bir topluluğa galip gelmesi söz konusudur. Imandan kasıt ise Yüce Allah'a iman etmek, O'nun huzuruna ulaşılacağını içtenlikle kabul etmek, büyük sevabı beklemek, cenette şehidler için üstün makamın gerçekleşeceğine kesin inanç beslemektir.

9- Sıkıntı zamanlarında ve savaş esnasında duanın pek büyük faydası var­dır. Çünkü dua, imanın alametidir, sebata yardımcıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ''Calût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman dediler ki; Rabbimiz üzerimize sabır yağdır..." daha sonra da Yüce Allah, "derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar." diye buyurmaktadır Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ''Ey iman edenler! Bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat gösterin. Allah'ı çokça, anın ki umduğunuza kavuşasınız." (Enfal, 8/45).

10- Hayatta kalma mücadelesi ve şartları daha uygun olanın hayatiyetini sürdürmesi büyük ölçüde Yüce Allah'ın şu buyruklarını hatırlatmaktadır: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara: 2/251    “Ama köpük atılıp gider. İnsan­lara faydalı olacak şeye gelince işte bu, yeryüzünde kalır.”  (Ra'd, 13/17). [268]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/480-481.         

[2] İbni Kesir" de (1/355): "... ve güzel çocukların doğduğu yıl..." şeklindedir. [Çeviren]

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/482-483.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/483.

[5] Bu hadisi Ahmed, dört Sünen sahibi, Hâkim ve Beyhaki Abdurrahmân b. Yamer'den ri­vayet etmişlerdir.

[6] el-Hums: Tekili Ahmes'dir. Dinde ve çarpışmada metanetli, güçlü kuvvetli olan kimse de­mektir.

[7] Müzdelife'ye Cem' denilmesinin sebebi Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın orada bir araya gelmiş olmalarıdır.

[8] Yüce Allah'ın: "Takvâlı hareket eden kimse için." buyruğundaki "için" anlamına gelen "lam" İbni Mes'ûd ve Hz. Ali'nin açıklamasına göre mağfiret ile alakalıdır. Buna göre ifa­denin takdiri şöyledir: Mağfiret takvalı hareket eden kimse içindir. İbni Ömer'den gelen rivayete göre ise takdir şöyledir: Mübahlık takvâlı hareket eden kimse içindir. Esenlik takvâlı hareket eden kimse içindir; şeklinde olduğu da söylenmiştir.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/483-488.

[10] Yani üzerinde vakfe yapmadık hiç bir dağ bırakmadım, demek istiyor.

[11] Burada maksat yapmakla yükümlü olduğu menâsiki ifâ etmektir. Meşhur olan görüşe gö­re ise refea (kir); ihramlı kimsenin ihramdan çıktıktan sonra saçlarını kısaltması yahut tıraş etmesi, etek tıraşı yapması, koltuk altlarını yolması ve buna benzer fıtratın hasletle­ri olan işleri yapmasıdır. Deve ve diğer kurbanlıkları kesmek ve bütün menâsiki edâ et­mek de bunun kapsamına dahildir. Çünkü refesin (yani kirin) giderilmesi, ancak bundan sonra mümkün olur.

[12] Bunu Ebû Dâvûd, Nesaî ve Dârakutnî  rivayet etmiştir. Lafız Dârakutnî'nindir. Tirmi-zî'ye göre hasen-sahih bir hadistir.

[13] "Arafat'tan" fazlalığı Dârakutnî'den alınmıştır.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/489-492.

[15] Minâ'ya bu adın veriliş sebebi orada akıtılan kandır.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/492-494.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/495.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/495.

[19] Asıl adı Ubeyy*dir. el-Ahnes (bir yere sinip saklanan) ise ona verilmiş bir lakaptır. Ç'nkü Bedir günü beraberinde üçyüz kişi ile birlikte antlaşmakları olan Zühre oğullarından saklanmış ve böylelikle Resulullah (s.a.)'a karşı savaşmaktan uzak durmuştur. Tatlı söz­lü güzel görünüşlü bir adam idi.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/496.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/496.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/496-497.

[23] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/143.

[24] Kurtubî, 111/16.

[25] Tirmizî'de şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır: "Allah'ın kitaplarından birisinde şöyle buyurulmaktadır: Allah'ın kullan arasından dilleri baldan tatlı fakat kalpleri zakkum­dan acı bir takım kimseler vardır..."

[26] İbni Kesîr, 1/246.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/497-499.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/500.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/501-502.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/502.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/502.

[31] Ebu Hayyân der ki: Eğer hitab İbni Selâm ve arkadaşlarına ise, bütünüyle İslâm'ın şeri­atına girmeleri ve İslam şeriatına uymayan Kitap Ehli'nin şeriatlerinden herhangi bir şey üzerinde karar kılmamaları onlara emredilmektedir. Şayet hitap Resulullah (s.a.)'a iman etmeyen Kitap Ehli'ne yönelik ise o takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Ey Pey­gamberlerine iman edenler, bu şeriata giriniz." (el-Bahru'l-Muhît, 11/120).

[32] Zemahşerî, 1/269.

[33] Bu Buharı ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'den: "İnfak et, ben de sana infak edeyim" lafzı ile gelmiş kudsî bir hadistir.

[34] Bu hadisi Taberanî el-Mu'cemu'l-Kebîr'de, el-Kudâî de Müsned'inde İbni Abbas'tan riva­yet etmişlerdir. el-Bezzâr da böylece rivayet etmiştir.

[35] el-Menâr, 11/219.

[36] el-Menâr, 11/219.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/502-506

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/506-508.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/509

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/510.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/510-511.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511.

[43] el-Menâr, 11/225.

[44] Bu hadisi el-Acurî ve Ebu Hatim el-Bustî rivayet etmiştir.

[45] Buharî, Habbâb b. el-Eret (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık gibi kullanıp uzanmış olduğu bir sırada şikâyette bulundum ve bizim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedim. Şöyle buyurdu: "Sizden önceki dönemlerde birisi yakalanıp götürülür, yerde onun için bir çukur kazılır ve o çukura atılırdı. Daha sonra testere getirilir bu testere başına konur, ikiye bö­lünür; demir taraklarla eti kemiğinden taranarak (ayrılır); fakat bu onu dininden alıkoy -mazdı. Allah'a yemin ederim, Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki bir süvari San'a'dan Hadramevt'e kadar yol alacak da bir Allah'tan, bir de kurdun koyunlarına saldırmasın­dan başka bir şeyden korkmayacaktır-. Fakat sizler acele ediyorsunuz."

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511-515.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/515-516.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/517.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/517.

[51] el-Menâr, 11/244.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/517-518.

[53] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/320.

[54] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/146.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/518-519

[56] Kurtubî, 111/37.

[57] Muğni'l-Muhtâc, III/211 vd.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/519-520.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/521.

[60] Bu, cumhurun görüşüdür. Şöyle ki: Sizin yaptığınız bu iş, haram ayda sizin öldürülmeniz­den daha büyük bir suçtur. Mücahid ve başkaları ise şöyle demektedir: Burada sözü ge­çen fitne, küfür ya da şirktir. Yani sizin küfür ve şirkiniz, bizim onları öldürmemizden daha büyük bir durumdur; demektir.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/521-522.

[62] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzul'den özetlenerek, 36-38.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/522-523.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/523.

[65] el-Bahru'l-Muhît, 11/143.

[66] Bu konuda soru soranların kimler oldukları hakkında farklı görüşler vardır. Hasan-ı Bas-rî ve başkaları der ki: Haram ayda savaşmayı helâl kabul edip müslümanları ayıplamak kasdıyla Resulullah (s.a.)'a soru soranlar kâfirlerin kendileridir. Başkalarının görüşlerine göre ise; bu hususta hükmün nasıl olduğunu bilmek üzere buna dair soru soranlar müslümanlardır. Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/322).

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/523-526.

[68] Ebu Amir el-Eş'arî, Ebu Musa el-Eş'arî'nin amcasının oğludur. Evtâs ise Hevazinliler yur­dunda bir vadinin adıdır, Huneyn vak'ası orada olmuştur.

[69] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/147.

[70] Arka arkaya gelen üç tane haram ay, Receb ayının dışında kalan aylardır. Receb ise, tek başına bir haram aydır. Çünkü bu ay ile Zilkade arasında üç ay vardır ki bunlar da Şa­ban, Ramazan ve Şevval aylandır.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/526-527.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/527-528.

[73] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/147-148; Kurtubî, 111/48.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/528-529.

[75] Bunu Malik Muvaatta'mda ve Şafiî ile Beyhakî rivayet etmişlerdir.

[76] Darakutni ve Beyhakî Hz. Cabir'den rivayet etmişlerdir, senedi zayıftır.

[77] Ahmed ve altı hadis imamı, Üsame b. Zeyd'den rivayet etmişlerdir.

[78] Hicret, bir yerden bir diğer yere intikal etmek demektir. İslâm'ın ilk dönemlerinde Mek­ke'den Medine'ye hicret etmek farz idi.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/529-530.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/531..

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/531-532.

[82] el-Bahru'l-Muhît, 11/156.

[83] Mekke'de içki ile ilgili dört ayetin nazil olduğunu" söylemek, bir yanılma olsa gerek. Çünkü görüleceği gibi bunlardan yalnız bir ayet (Nahl, 16/67) Mekkî bir surede, diğerleri ise Medine'de inmiş surelerdedir. (Çeviren).

[84] Zemahşerî, 1/272.

[85] el-Bahru'l-Muhît, 11/158.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/532-534.

[86] Kurtubî, 111/40.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/534.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/534-535.

[88] Bu hadisi Nesaî ve Darakutnî İbni Abbas'a mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Darakutni dedi ki: İşte doğrusu bunun İbni Abbas'tan geldiğidir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın: "Sar­hoşluk veren her şey haramdır." dediği rivayet edilmiştir.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/535-538.

[90] Kurtubî, 111/58.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/538-539.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/539-540.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/541-543.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/544.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/544-545.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/545.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/545.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/545-546.

[99] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/331

[100] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/331

[101] Kurtubî, 111/64; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/330.

[102] Kurtubî, 111/64; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/330.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/546-548.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/549.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/549.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/550.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/550-551.

[108] Kurtubî, 111/68.

[109] Bu hadisi Nesaî dışında Sünen sahipleri Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet etmişlerdir.

[110] Bu hadisi İbni Mâceh, Dârakutnî ve Beyhakî, Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/551-555.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/556.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/556.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/556-557.

[115] ez-Zührî, bir rivayetinde şunu da ekler: "İsterse başını önüne eğmiş olarak isterse eğme­miş olarak. Yeter ki bu aynı yerde olsun."

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/557-558.

[117] Denildiğine göre bundan kasıt, çocuk ve nesil sahibi olma arzusudur. Çünkü çocuk dünya ve ahiretin hayrıdır. Şefaatçi ve cehenneme karşı kalkan olabilir. Bundan kasdın iffetli hanımlarla evlenmek olduğu da söylenmiştir ki, böylelikle çocuk da sâlih ve temiz olsun.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/558-560.

[119] Zemahşerî, 1/274.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/560-564.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/565.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/565-566.

[123] el-Bahru'l-Muhît, 11/176.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566-567.

[125] Ancak burada yeminin geleceğe dair yapılması ve o yemininde durmaması şartı aranır. Çünkü geleceğe dair yapılan yemin lağiv yemini değil, mun'akid yemindir, [bkz. Vehbe ez-Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV/202 ve 203. (Çeviren)]

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/567-568.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/568.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/569.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/569.

[130] el-Bahru'l-Muhlt, 11/180.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/569-570.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/570-571.

[133] İmam Malik ve Buharî, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Erkek hanımına îlâ yaparsa, o bir talâk vermiş olmaz. Eğor dört ay süre geçerse bu konuda ona başvurulur. Ya hanımını boşar veya fey' yapıp geri döner."

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/571-574.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/575.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/575.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/576.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/577.

[139] Müellif kendi memleketi olan Suriye'deki uygulamayı kastediyor. [Çeviren]

[140] Karşılıklı ilişkinin gerektirdiği sınırlar dışında kalanlar veya tedavi, öğretmek, mahkeme yerinde şahidlik gibi zorunlu hallerin gerektirdikleri müstesnadır.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/577-579.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/579-581.

[143] Bunu Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî, İbni Abbâs'dan rivayet etmiştir.

[144] İbni Kesîr, 1/271.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/581-583.

[145] Bunu İbni Cerîr et-Taberî ile İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir.

[146] İbni Kesîr, 1/271.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/ 583-585.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/586.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/586-587.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/587-588.

[150] İbn Atiyye der ki: Bence bu görüş şu üç bakımdan kuvvet kazanmaktadır: 1) Bu hadis-i şerif, 2) Tesrîh (salıvermek), talâk lafızlarındandır, 3) Fe'ale yufa'ilu tefilen (tesrîh fiili­nin vezni). Bu şekilde bir kip, ikinci boşamadan ayrı tekrar yapılan bir fiilin yeniden mey­dana getirildiği anlamını ifade eder. Terkte ise tef îl kipi ile ifade edilen bir fiilin kullanıl­ması sözkonusu değildir. (el-Bahru'l-Muhît, 1/193-194).

[151] Fahreddîn er-Râzî, Tefsirü'l-Kebir, VI/98'de şöyle demektedir: Ric'at hakkını kabul etmek­teki hikmet şudur: İnsan arkadaşı ile birlikte olduğu sürece ondan ayrılmak kendisine ağır gelir mi gelmez mi bilemez. Ondan ayrıldığı vakit işte bu durum o zaman ortaya çı­kar. Şayet Allah bir defa boşamayı geri dönüşe engel kılmış olsaydı, insan için çok ağır olurdu. Çünkü ayrılıktan sonra eşler arasında sevgi yemden yeşerebilir. Diğer taraftan tam bir kanaat yalmzca bir tecrübede elde edilemeyeceğinden dolayı Yüce Allah, boşama­da dönüş hakkını iki olarak tespit etmiştir. İşbe bu da Yüce Allah'ın kullarına olan rah­met ve şefkatinin kemâlinin (eksiksizliğiniıı) delilidir.

[152] Ahmed, Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir.

[153] Balcağız: Erkeğin hanıma (cinsel olarak) yaklaşmasının en az miktarıdır.

[154] Zemahşerî, 1/279.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/588-592.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/593.

[157] İbni Mace tarafından rivayet edilmiştir.

[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/593-595.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/595-596.

[160] Hadisi bu lafızla Buhârî, Ebû Dâvûd ve Nesaî rivayet etmiştir.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/596-597.

[162] Bidâyetü'l-Müctehid, 11/81.

[163] Hanefîlere göre reşidlik: Fasık dahi olsa malım düzgün şekilde idare edebilecek halde ol­masıdır; Şâfiîlere göre ise, din ve mal bakımından salâh demektir. Fasık bir kimse reşid olamaz.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/597-598.

[165] Saîd b. Cübeyr de bu görüştedir. "Balçağız hadisi"nin bunlara ulaşmamış olması veya on­lar tarafından sahih kabul edilmemesi bundan dolayı da; "Ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" yani nikâh akdi yapmadıkça, anlamındaki Kur'ân'ın zahirini almış ol­maları ihtimal dahilindedir.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/598-600.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/600.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/601.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/602.

[170] el-Bahru'l-Muhît, 11/207.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/602-603.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/603-605.

[173] Kurtubî, III/127.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/605-607.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/608.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/608-609.

[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/609-610.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/610.

[179] Kurtubî, III/161.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/610-613.

[181] İmam Malik: Süt emmenin iki yıl olduğunu söyler.

[182] Kurtubî, III/162.

[183] Darakutnî dedi ki: Bu hadisi İbni Uyeyne yoluyla müsned olarak el-Heysem b. Cemil'den başka rivayet eden olmamıştır. el-Heysem sika (güvenilir) bir nafizdir.

[184] Kurtubî, III/172.

[185] el-Menâr, 11/329-330.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/613-616.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/617.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/617-618.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/618.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/618-619.

[190] İddetlerini bitirmeleri: Beklemek için tayin edilmiş olan sürenin bitmesidir. Burada "size" buyruğu ile muhatap olanlar, veliler yahut imamlar, yöneticiler ve ilim adamlarıdır. Çün­kü kendilerine başvurulması gerekenler bunlardır.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/618-620.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/620-621.

[193] el-Bedâî, III/204-220; eş-Şerhu's-Sağîr, 11/689; Kurtubî, III/179.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/621-623.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/624.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/624-625.

[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/625-627.

[198] Açıkça evlenmek, onunla ilgilenme, refes (çirkin söz) ve cimayı söz konusu etmenin caiz olmayacağı üzerinde icmâ' vardır. (el-Bahru'l-Muhît, 11/225).

[199] Kurtubî, III/190; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/422.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/627-629.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/630.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/630.

[203] Zemahşerî 1/285.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/631-632.

[205] el-Bahru'l-Muhît, 11/231.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/632.

[206] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/428.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/632-634.

[208] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/218.

[209] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/218, Kurtubî, III/198.

[210] Bu hadis merfu' olarak da rivayet edilmiştir. Darakutnî rivayet etmiştir.

[211] Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 1/433-434.

[212] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/221.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/634-637.

[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/638.

[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/638.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/638-639.

[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/639-640.

[218] Müfessirler der ki: Bu ayet kocası vefat etmiş kadın ile boşanmış kadınlara dair ayetler arasında yer almıştır. Bu ayet-i kerime öbürlerine göre daha erken nazil olmakla birlikte, tilavette ve mushafa kaydedilmesinde ise onlardan sonradır..(el-Bahru'l-Muhît, 11/239).

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/640.

[220] Hadisi Buharî ve Müslim, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir.

[221] İbnü'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, 1/224; Ayrıca bkz. el-Bahru'l-Muhît, 11/240 vd.

[222] Zemahşerî 1/285-286.

[223] Kurtubî, III/225.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/640-642.

[224] el-Menâr tefsiri müellifi der ki (11/247): Namazdan kasıt fiildir. Vustâ ile kasıt ise, en fazi­letli namaz demektir. Yani namaz türlerinin en faziletli olanlarına dikkatle devam ediniz, demektir. Bu ise kalbin uyanık bulunduğu ruhun Yüce Allah'a yöneldiği, kulun Allah'ın zikri, kelamını düşünmek dolayısıyla kalbin huşu' bulduğu namazdır. Riyakârların ve ga­fillerin namazı değil.

[225] Burada müellif birinci ayette meleklerden Cebrail ile Mikâil'in, ikinci ayette peygamber­lerden Hz. Muhammed ile Hz. Nuh'un, üçüncü ayette meyvalardan sonra hurmanın ve narın zikredilmesinin, özellikle bunların üstünlüklerine dikkat çekmek için olduğuna işa­ret etmekte ve "orta namaz"a bu açıdan benzerliklerini söylemeye çalışmaktadır (Çevi­ren).

[226] Buharı ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[227] Ahmed, Müslim, Nesaî ve Ebu Davud, Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'den rivayet etmiş­lerdir.

[228] İbni Mes'ud der ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah namazda konuş­mamanızı emretti." Zeyd b. Erkam da der ki: Namazda konuşuyor idik. Kişi arkadaşıyla namazda yambaşında duran kimse ile konuşuyordu. Bu Yüce Allah'ın, "Allah için huşu ve itaatle durun" buyruğu nazil oluncaya kadar böyle devam etti.

[229] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/228. [Müellif Hz. Peygamberin: "İnsanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın rasulü olduğuma şehadet getirinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum." hadisi şerifini kastediyor.-Çeviren-]

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/642-646.

[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/647.

[231] en-Nisâbûrî, Esbâbu'n-Nüzul, 44-45.

[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/648.

[233] Tefsîru'l-Menâr, 11/353.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/648.

[234] el-Bahru'l-Muhît, 11/244.

[235] Bu hadisi ayrıca Ebu Da'>.'ud, Tirmizî ve Nesaî, İmam Malik'ten bu şekilde rivayet etmiş­lerdir. Ayrıca Nesaî ve İbni Mace de Sa'd b. İshak'dan böylece değişik yollardan rivayet etmişlerdir. Tirmizî de hasen sahihtir, demiştir.

[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/648-651.

[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/651-652.

[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/652-653.

[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/654.

[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/654-655.

[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/655.

[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/655-656.

[243] Zemahşerî 1/286.

[244] el-Bahru'l-Muhît, 11/250.

[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/656-658.

[246] Kurtubî, III/232; ayrıca bkz. Cassâs, Ahkâmıı'l-Kur'un, 1/450.

[247] Hadisi, Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[248] Bu hadisi şerif Buharî'de "el-Hıyel" bölümünde "Ağrı=el-Veca"' lafzı ile "et-Tıb" bölümün­de ise "Tâûn" lafzı ile varid olmuştur.

[249] Serğ: Şam'a giderken Tebûk vadisinde bir kasabadır, Medine'den 13 merhale uzaklıktadır.

[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/658-660.

[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/660-661.

[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/661.

[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/

[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/662-663.

[255] el-Kasımî, III/607.

[256] el-Bahru'l-Muhît, 11/253.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/663-664.

[257] el-Bahru'l-Muhît, 11/257.

[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/664-665.

[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/665-666.

[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/668.

[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/668-669.

[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/669-671.

[263] bkz. Prof. Abdulvehhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ, 303.

[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/671-673.

[265] Kurtubî, III/247.

[266] el-Bahru'l-Muhît, 11/261.

[267] Hadisi Ahmod, Ebu Yr.'lâ ve Taberaııî, Bukcyr b. \"chb"deıı rivayet etmişlerdir.

[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/673-675.