108-
Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan hep birlikte
geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi hidayete
ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın. Daha evvel gerçekten sapıklardandınız.
199- Sonra siz de insanların döndüğü yerden
birlikte dönün. Allah'tan mağfiret dileyin. Muhakkak, Allah gafurdur,
rahimdir.
200-
Menasikinizi bitirince babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir
şekilde Allah'ı hatırlayın. İnsanlardan bazıları: "Rabbimiz bize dünyada
ver." der. Ahirette ise nasibi yoktur onun.
201-
Onlardan bazısı da: "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de
bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." der.
202-
İşte, onların, kazandıklarından bir payları vardır. Allah hesabı pek çabuk
görendir.
203-
Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin. İki günde acele eden veya geride
kalan kimseler için günah yoktur. Bu, takvalı hareket eden kimse içindir.
Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzurunda haşrolunacağınızı bilin.
"Rabbinizden
rızık", hac günlerinde ticaret yapmak suretiyle kâr ve bağış
"istemenizde size bir günah" bir vebal "yoktur."
"Arafat'tan", Hacıların hac ibadetini eda etmek için
durdukları yerin adıdır. Oraya bu adın veriliş sebebi insanların orada
biribirlerini tanımalarıdır.
Arafe
hacıların Arafat'ta vakfe yaptıkları günün adı olup Zilhicce'nin dokuzuncu
günüdür, "hep birlikte geri döndüğünüz" yani kalabalıklar halinde
oradan döndüğünüz "zaman Meş'ar-ı Haram'da" bu, kuzah adını alan
Müzdelife'nin sonlarında bir dağın adıdır. Ona Meş'ar denilmesinin sebebi
ibadet için bir alâmet oluşundandır. Şeair ise alâmetler anlamındadır.
Saygınlığı dolayısıyla "haram" lıkla nitelendirilmiştir. Orada
yasaklanan şeyler yapılmaz. Müslim' in rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a)
orada etraf iyice aydınlanıncaya kadar vakfe yapıp Allahu Teâlâ'yı zikretmiş
ve dua etmiştir. "Allah'ı zikredip" Müzdeli-fe'de geceyi geçirdikten
sonra orada telbiye, tehlil ve dua ile "Allah'ı anın." Zikir, dua
tekbir ve tahmid getirmektir.
"O
sizi hidayete ulaştırdığı gibi" size dininin alametlerini, haccın
menasi-kini gösterdiği için "siz de O'nu anın."
"Sonra
siz de" ey Kureyşliler "insanların döndüğü yerden" yani onlarla
birlikte vakfe yapmak suretiyle Arafat'tan "birlikte dönün."
Kureyşliler sair insanlarla birlikte vakfe yapmayı büyüklüklerine sığdıramayıp
Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Burada geçen "sonra" kelimesi
konudan söz etmek ile ilgili sıralanış dolayısıyladır. "Allah'tan mağfiret
dileyin." Günahlarınızdan dolayı bağışlanma isteyiniz. "Menasikinizi"
haccınızın ibadetlerini eda ederek "bitirince..." Akabe cemresine
taş atıp tavaf ettikten ve Mina'da geceledikten sonra, demektir. Yani hac
menasikinizi bitirdikten sonra tekbir ve sena ile Allahü Teâlâ'yı çokça
anınız. Daha önce yaptığınız şekilde, atalarınızı anıp onların övünülecek
günlerini dile getirdiğiniz gibi.
"Onlardan
bazısı da "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik" başarı, sağlık, nimet
(veya rızık). "ver ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateşin
azabından" oraya girmemek suretiyle "koru!" Bunu zikretmekten
kasıt, hem dünya hem ahi-ret hayrını istemeye bir teşviktir.
"İşte
onların kazandıklarından" yaptıkları hac ve dua dolayısıyla "bir
payları" sevapları "vardır. Allah hesabı çok çabuk görendir." O,
bütün insanları konu ile ilgili bir hadisin de işaret ettiği gibi, dünya
günlerinden yarım günlük bir sürede hesaba çeker.
"Bir de sayılı
günlerde" üç teşrik gününde, cemrelere taş attığınız sırada tekbir
getirmek suretiyle "Allah'ı zikredin. Kim iki günde" taşlarını
attıktan sonra Mina'dan çabuk ayrılmak suretiyle "acele ederse ona"
bu acelesi dolayısıyla "günah yoktur. Kim de" teşrik günlerinin
üçüncü gecesini de Mina'da geçirip o günün de taşlarını attıktan sonraya
"geriye kalırsa, ona da günah yoktur." Yani onlar, bu hususta
serbesttirler. "Bu, takvalı hareket eden" haccında Allah'tan korkan
"kimse içindir." Çünkü gerçek manada hacceden kişi odur. "O'nun
huzurunda haşrolunacağınızı bilin!" Ahirette O'nun huzurunda toplanacaksınız
ve O, size amellerinizin karşılığını verecektir.
[1]
198. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak
Buharî' nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle demektedir: "Ukaz, Micenne ve
Zu'1-mecaz cahiliye dönemindeki pazar günleri idi. Hac mevsimlerinde ticaret
yapmanın günah olacağından korktular. O bakımdan Resulullah (s.a)'a bu hususa
dair soru sordular. Bunun üzerine: "Rabbinizden" hac mevsiminde
"rızık istemenizde size bir günah yoktur." ayeti kerimesi nazil
oldu.
Ahmed,
İbni Ebu Hatim, İbni Cerîr et-Taberî, Hakim ve başkaları ise değişik rivayet
yolları ile Ebu Umame et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"İbni Ömer'e dedim ki: 'Bizler (hacılara binek) kiralıyoruz. Bizim haccetmemiz
sözkonusu olur mu?' İbni Ömer şöyle dedi: 'Bir adam Resulullah (s.a)'ın yanına
geldi ve senin bana sorduğun hususu ona sordu. Hz. Peygamber (a.s.) ona cevap
vermedi. Nihayet Hz. Cebrail onu: "Rabbinizden rızık istemenizde size bir
günah yoktur." ayetini indirdi. Resulullah (s.a) onu çağırttı ve:
"Sizler hac etmiş olursunuz." diye buyurdu."
199. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir
et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Araplar
Arafat'ta, Kureyşliler ise Müzdeli-fe'de vakfe yapıyorlardı. Bunun üzerine
Allahu Teâlâ 'Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün.' buyruğunu
indirdi."
200. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili
olarak İbni Ebi Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Cahiliye halkı hac mevsiminde vakfe yapar ve kalkıp: Benim babam yemek
yedirir, başkalarının borcunu yüklenir, diyetlerini üzerine alırdı, derlerdi,
böylelikle onlar babalarının yaptıkları işlerden başkasından bahsetmezledi.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ: "menasiki-nizi bitirince... Allah'ı
anın." buyruğunu indirdi.
İbni
Cerîr'in de rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: "Cahiliye Arapları hac
menasiklerini bitirdikleri vakit cemrenin yanında durur, cahiliye dönemindeki
atalarını sözkonusu eder, babalarının yaptıklarını dile getirirlerdi. İşte
bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Hatta onlardan bazıları: 'Allah'ım babamın
çadırı büyük, kazanı da büyüktü, malı pek çoktu. Ona verdiğinin benzerini bana
da ver" Bunun üzerine cahiliye günlerinde babalarını anmaya gösterdikleri
bağlılıktan daha ileri bir şekilde Allah'ı anmaya kendilerini mecbur etmeleri
için bu ayet-i kerime nazil oldu."
200.
ayet-i kerime ile ilgili bir diğer nüzul sebebi ile 200 ve 201. ayetin nüzul
sebebi ile ilgili olarak İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Bedevi Araplardan bir topluluk vakfe yapacakları yere gelir ve:
'Al-lahım, bu yıl yağmuru bol, ürünü çok, dostluk ve güzellik yılı olsun.'
[2] deyip
ahirete dair hiç bir şeyi sözkonusu etmezlerdi. Allahu Teâlâ da onlar hakkında:
"İnsanlardan bazıları: 'Rabbimiz bize dünyada ver.' der. Ahirette ise onun
bir nasibi yoktur." buyruğunu indirdi. Müminlerden bir başka grup da
gelir: "Rabbimiz bize dünyada da, ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş
azabından koru... Allah hesabı pek çabuk görendir." derlerdi.
[3]
Allahu
Teâlâ takvayı, hesap günü için azıklanmayı, Allah'tan korkmayı teşvik ettikten
sonra; ticarî ilişkiler, tartışma ve düşmanlığa götürdüğünden dolayı burada da
"Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur." ayeti yer
almaktadır. Böylelikle ticaretin de hac aylarında yasaklanmış olduğu zannedilmez.
Yine Allahu Teâlâ ihram halinde dikişli elbise giymeyi yasakladığından ve
insan da oldukça muhtaç olabileceğinden, ticaretin de yasaklanmış olduğu
zannedilebileceği dolayısıyla bu yanlış kanaatleri önlemek için Allahu Teâlâ
hac esnasında ticaret yapmayı mubah kılmaktadır. Çünkü bu nzık için bir
çalışmadır. Rızık veya kazanç sağlamak ise Allah'ın lütfundandır, yasak değildir.
Çünkü böyle bir ibadet ihlâsa aykırı değildir. Bu bakımdan hac ile birlikte
ticaret maksadının da bulunmasını engelleyen bir durum yoktur. Yasaklanan
yalnızca hacca ticaret maksadıyla gitmektir. Müslümanlar ibadeti olumsuz yönden
etkiler korkusuyla işin başında, ticaretten -nüzul sebeplerinde açıkladığımız
gibi- çekinmişlerdi. Bu bakımdan dükkânlarını kapatıyorlardı. Allahu Teâlâ
kazanç elde etmenin Allah'ın lütfundan olduğunu, ibadetin ihlasla yapılması
halinde günah sözkonusu olmadığını onlara bildirdi.
[4]
Hac
esnasında alışveriş yapmanızda, bineği kiralamak suretiyle helâl rızık
talebinde bulunmanızda -bizzat gözetilen temel maksat bu olmadıkça- sizin için
bir günah yoktur. Bu gibi şeyler ancak ibadete bağlı bir maksat olarak yapılabilir.
Çünkü rızık talebi, haccm güzel maksadının gözetilmesiyle beraber yine bir
ibadettir. Bununla birlikte hac mensikini eda etmek için başka bir şeyle
uğraşmamak daha faziletli ve daha mükemmeldir. Çünkü Allahu Teâlâ: "Onlar,
Allah'a ancak dinlerini halis kılan kimseler olarak ibadet etmekle
emrolun-dular." (Beyyine, 5/98) diye buyurmaktadır.
Hacda
ticaretin mubah olması için şu da şarttır: Ticaret, itaatin eksikliğine sebep
olmamalı, ve ticaret yapan kimseyi hac amellerinden alıkoymamalı-dır. Bundan
dolayı Hz. Peygamber: "Hac Arafe'dir."
[5]
hadisi dolayısıyla haccın en önemli rükünlerinden birisi olan Arafat'ta vakfede
bulunduktan ve Arafat'tan Allahu Teâlâ kalabalıklar halinde ayrıldıktan sonra,
kendisini zikredip anmayı emretmektedir. Bu yüzden hacceden bir kimsenin
Müzdelife'ye doğru yola koyulup orada gecelediği vakit, Meş'ar-i Haram'ın
yanında telbiye, tehlil, dua, hamd ve sena ile Allahu Teâlâ'yı zikretmesi
görevidir. Bu mübarek yerde Allah'ı bu şekilde anmamasından korkulması
sebebiyle ondan Aflahu Teâlâ'yı zikretmesi talebinde bulunulmuştur. Meş'ar-i
Haram imamın (hac emirinin) üzerinde durduğu dağın (tepenin) adıdır. Rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.) Müzdelife'de sabah namazını kıldıktan sonra
devesine bindi ve Meş'ar-i Haram'a kadar geldi, orada dua etti, tekbir ve
tehlil getirdi. Güneş ortalığı iyice aydınlatıncaya kadar vakfesini devam
ettirdi. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o insanlara bakmış ve: "Bu
gece insanlar uyumazlardı." demiştir.
Daha
sonra Allahu Teâlâ, zikretme şeklini beyan ederek: Size ne şekilde
zikredeceğini öğrettiği gibi siz de O'nu anınız. Bu zikir; tazarru, ihlas,
kalbî bir yöneliş, huşu ve Allah'a karşı huzurlu bir kalp ile yapılmalıdır.
İşte güzel bir şekilde yapılan zikir budur. O, size güzel bir şekilde hidayet
verdiği gibi, siz de O'nu güzel olarak anın. Halbuki size hidayet verilmeden
sizler akide ve ameliniz itibarıyla haktan sapmış kimselerdiniz. Çünkü
putlara, heykellere tapıyor, sizleri Allah'a yakmlaştırsmlar diye onları Allah
nezdinde aracılar veya şefaatçiler ediniyordunuz.
Daha
sonra ayet-i kerime Kureyşliler ile diğer bazı kabilelere; bütün insanlar
oradan ifâde edip ayrıldıkları ve vakfe yaptıkları gibi, Arafat'ta ifâda
yapmalarını emretmektedir. Halbuki onlar bu ayet-i kerimeden önce başkalarına
karşı üstünlük taslayarak Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Buharî ve Müslim'
in rivayet ettiğine göre Kinane, Cedîne ve Kayslılar ve onların dinini takip
eden el-Hums
[6] diye anılanlar, cahiliye
döneminde sair Araplarla Arafat'ta vakfe yapmayı kendilerine yediremeyerek
Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı.
İslâm'da
eşitlik ilkesini gerçekleştirmek, ayrıcalıkları bir kenara atmak için Allah
Teâlâ Arafat'ta bütün Müslümanlarla birlikte vakfe yapmasını Peygamberine
emretmekte ve Kureyşlilerin davranışını iptal etmek üzere de Arafat'tan ifâda
etmelerini emir buyurmaktadır.
Haccm
amelleri pek çok olup herhangi bir kusurdan uzak kalması pek zor olduğundan
dolayı, Allahu Teâlâ onlara mağfiret dilemelerini emretmektedir. Allahu Teâlâ,
samimi bir tevbe ile birlikte kendisinden mağfiret ve rahmet isteyen kimseye
mağfiret ve rahmetini çok geniş olarak verir.
Allahu
Teâlâ daha sonra bir başka cahili adeti de ortadan kaldırmaktadır. Bu ise,
ataların şerefli konumlan ile karşılıklı iftihar etmek âdetidir. Çünkü Araplar
Mina'da mescit ile tepe arasında hac işlerini bitirdikten sonra -nüzul
sebeplerinde açıkladığımız gibi- vakfe yapıyorlardı. Nitekim İbni Abbas'tan gelen
şu rivayet de bunu tekit etmektedir: "Araplar haclarını bitirdikten sonra
onlardan herhangi birisi atalarının cömertlik, hamaset, akrabalık bağlarını gözetmek
gibi önemli günlerini sayıp döker, burada şiirler okurlardı. Allahu Teâlâ
onlara İslâm nimetini ihsan buyurunca atalarını andıkları gibi, Allah'ı zikretmelerini
onlara emir buyurdu."
el-Kaffâl'ın
rivayetine göre İbni Ömer şöyle buyurmuştur: "Fetih günü Resulullah (s.a),
el-Kasva adındaki devesi üzerinde tavaf yaptı. Elindeki asası ile Hacer-i
Esved-i istilam (okşamak, öpmek, sevmek, el sürmek) ediyordu. Daha sonra
Allah'a hamdü senada bulundu ve şöyle dedi:
"Şimdi
ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, sizden cahiliye hamiyetini ve çözülüşünü
gidermiştir. Ey insanlar! İnsanlar ancak iki türlüdür: (Birincisi) İyi, takva
sahibi ve Allah katında değerli, ikincisi ise günahkâr, bedbaht ve Allah
katında değersiz bir kimsedir." Daha sonra Yüce Allah'ın: "Ey
insanlar! Şüphesiz ki biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da
birbirlerinizle tanı-şasınız diye sizleri cemiyetler (milletler) ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, en takvâlı
olanınızdır..." (Hucurat, 49/13) ayetini okudu.
Yine
Peygamber (s.a) Veda haccmda teşrik günlerinin ikincisinde bir hutbe irad etti
ve bu hutbesinde Arapları övünmeleri terketmeye yöneltti ve şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir ve muhakkak atanız da
birdir. Arap olan bir kimsenin Arap olmayana, Arap olmayan bir kimsenin Arap
olana, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takva yönünden hariç- bir
üstünlüğünün olmadığını bilin. "Tebliğ ettim mi?" deyince hazır
bulunanlar: "Resulullah (s.a.)'a "evet, tebliğ ettin", dediler.
Böyle
bir adetin ortadan kaldırılması Allahu Teâlâ'nın çokça zikredilmesi emredilerek
gerçekleştirilmiştir. Tıpkı onların daha önce atalarını ve onların övünülecek
durumlarını sözkonusu ettikleri gibi. Hatta onların atalarını anmalarından da
daha ileri derecede Allah'ı anmaları istenmektedir.
Daha
sonra Resulullah (a.s) en güzel olan hali takınıp diğerlerini terket-mek üzere
dua esnasında zikreden insanların durumlarını hatırlatmakta ve şöyle
buyurmaktadır: "Hacda insanlar iki türlüdür: Kimisi dualarını yalnızca
dünya ile ilgili hususlara hasreder, dünyanın hayırlarının arttırılmasını
ister, ahirete dair bir şey söylemez. Adeta ahiret onun hatırından geçmez,
ahiretin hiç bir şeyine de önem vermez gibi davranır. Böyle bir kimse; makam,
mevki, zenginlik, düşmanlara karşı zafer ve buna benzer dünyevî şeyler ister.
Bu gibi kimselerin Allah'ın takva sahipleri için hazırlamış olduğu rıza ve
cennetlerinden ahirette herhangi bir paylan yoktur.
Diğer
bir grup ise, hem dünya hem de ahiretin iyiliğini istemeye özen gösterir ve:
'Rabbimiz! Sen bize dünyada hoş ve mutlu, huzurlu bir hayat bağışla! Ahirette
de razı olunacak mutlu ve huzurlu bir hayat ver.' der" Ahiretin de
dünyanın da mutluluğunu talep etmek faydalı ve güzel amel işlemeye bağlıdır.
Dünya, rızık yolunda çalışıp gayret etmeyi, güzel geçinip güzel davranmayı, iyi
huy sahibi olmayı gerektirir. Ahiret ise ancak sahih iman ile elde edilebilir.
İşte bu ikinci kısım, günahlardan ve cehennemde azab görmenin sebeplerinden
uzak durmaya çokça gayret gösterir ve şöyle der: 'Rabbimiz, bizleri nefislerimizin
arzularından koru. Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, bizimle
günahlarımızın arasını da öylece uzaklaştır. Seni razı edecek işler yapmaya
muvaffak kıl. Mümin, Allah'ın farzlarını yerine getirip masiyet ve
mün-kerlerden uzak durup dünya ve ahiret mutluluğunu talep ettiği takdirde Allahu
Teâlâ da her ikisinde (dünya ve ahirette) ona başarı ihsan eder.
Dünyadaki
iyilik; sıhhat, güven, diğer insanlara muhtaç olmamak, salih evlat, salih
zevce, düşmanlara karşı muzaffer olmaktır. Ahiretteki iyilik ise, sevaba nail
olmak ve azabtan da kurtulmaktır.
Allahu
Teâlâ, daha sonra sadece dünyayı talep edenler ile hem dünya hem de ahireti
birlikte talep eden bu iki kesime işarette bulunarak, her birisinin talep ve
duasından payının verileceğini beyan etmektedir. Bir görüşe göre Allahu Teâlâ:
"İşte onların kazandıklarından bir payları vardır." buyruğu yalnızca
ikinci kesime aittir. Çünkü Allahu Teâlâ birinci kesimin hükmünü:
"Ahirette ise onun nasibi yoktur." buyruğu ile zikretmektedir. Durum
her ne olursa olsun karşılığa nail olmak kazançtan başlar. Çünkü
"kazandıklarından" buyruğun-daki "(min= dan" buyruğu
gayenin başlangıcını ifade etmek içindir, bir kısmını ifade etmek için
değildir. Kazanç ise kişinin ameli ile nail olduğu şey hakkında kullanılır. Allah
ise hesabı çabucak görüverendir. Her kazanan kişiye amelinin karşılığını
amelinin akabinde çok çabuk verir. Ahiretteki hesap her amel işleyen kimsenin
kendi ameline vakıf olması ile olur. Bu ise bir anda gerçekleşir. Rivayet
edildiğine göre Allahu Teâlâ bütün insanları göz açıp kapayacak kadar bir zaman
içinde hesaba çekecektir. Diğer bir rivayete göre dünya günlerinden yarım
günlük bir sürede bunu gerçekleştirecektir. Kısacası: "Rabbimiz bize
dünyada da ahirette de bir iyilik ver." ayeti, dünya ve ahiret adına yapılacak
bütün talepleri ihtiva etmektedir. Hesabın gerçekleşmesi muhakkak olduğuna göre
o, pek yakın ve pek çabuktur.
Bu
ayet-i kerimeye benzer Allahu Teâlâ'nın şu buyrukları da vardır: "Kim bu
dünyayı isterse biz de burada istediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz.
Sonra da ona cehennemi veririz. O, buraya kınanmış ve kovulmuş olarak boylar.
Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için çalışıp çabalarsa çalışmalarının
karşılığı olarak mükâfat görür. Her birine Rabbinin bağışından art arda
veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ, 17/18-20); "Kim
ahiret ekinini isterse biz onun ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse
biz kendisine ondan veririz. Ahirette ise onun hiç bir nasibi yoktur."
(Şûra, 42/20).
Daha
sonra Allahu Teâlâ Meş'ar-ı Haram'ın yanında; sözü geçen, kendisinin
zikredilmesine dair emri verdikten sonra Mina günlerinde ve Mina günleri
sonrasında menasikin eda edilmesi halinde zikredilmesini emretmekte ve:
"Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin." diye buyurmaktadır.
Buradaki sözkonusu "sayılı günler" ise Zilhicce'nin 11, 12 ve 13.
günleri olan Mina günleri veya Teşrik günleridir. Bunlar Cemrelerin taşlandığı
günlerdir. Bu günlerde hediye ve kurbanlıklar kesilir.
Bu
günlerde Allah'ı zikretmek, namazın akabinde cemrelerin taşlanması esnasında ve
kurbanlar kesilirken getirilen tehlil ve tekbir ile olur. Zikrin türü
bakımından hacı olanlarla olmayanlar arasında fark yoktur. Şu kadar var ki,
hacı olmayanlar Arefe günü de tekbir getirilir, hacılar ise telbiye getirirler.
Rivayet yoluyla gelen tekbir şekli şöyledir: "Allahu ekber, Allahu ekber,
Allahu ekber kebirâ" Hz. Ömer'den gelen rivayete göre ise o, (Hz. Muhammed
(a.s.) Mina'da çadırında tekbir getirir, onun etrafında bulunanlar da onunla
tekbir getirirlerdi. Hatta yolda bulunan insanlar da tekbir getirirlerdi.
el-Fadl b. Ab-bas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Müzdelife'den
Mina'ya kadar Resulullah (s.a.)'ın arkasında bineğinin üzerindeydim. Akabe
Cemresine taş atıncaya kadar telbiyesini kesmedi."
Dikkat
edilecek olursa bu surede hacda zikretme emri "sayılı günler" diye
varid olmuştur. Hac suresinde ise "belli günlerde" diye varid
olmuştur: "Ta ki onlar kendileri için birtakım menfaatlere tanık olsunlar,
belirli günlerde de Allah'ın adını ansınlar." (Hacc, 22/28).
Bu
bakımdan İmam Şafiî "belli günler" in Kurban bayramının birinci günü
sonuncuları olmak üzere; Zilhicce'nin ilk on günü olduğunu; "sayılı
günler" in ise Nahr (Kurbanın birinci) gününden sonraki üç gün olduğu
görüşündedir. Bunlar ise Teşrik günleridir. el-Kaffâl da Tefsiri'nde kaydettiği
rivayet ile bu görüşü tekid etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir
münadiye şöyle nida etmesini emretmiştir: "Hac Arafe'dir. Her kim
tanyerinin ağarmasından önce Müzdelife'ye gidilecek gece gelebilir ise, haccı idrak
etmiş olur. Mina'nın günleri ise üçtür. Her kim iki günde acele ederse onun
üzerine vebal yoktur." Sünen sahipleri de Abdurrahman b. Ya'mer'den şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "Necid halkından bazı kimseler Resulullah
(s.a)'ın yanma Arafe'de vakfede iken geldiler. Ona soru sordular. O da bir
münadiye şöylece seslenmesini emretti: "Hac Arafe'dir. Her kim Cem
[7]
gecesi (Müzdelife'nin diğer adıdır) tanyerinin ağarmasından önce gelirse
(haccı) idrak etmiş olur. Mina günleri üç gündür. Her kim iki günde acele eder
(ve Mina'dan ayrılırsa) onun üzerine vebal yoktur. Her kim geriye kalırsa onun
üzerine de vebal yoktur." İmam Malik'in görüşüne göre ise taş atma
günleri "sayılı günler", kurban kesme günleri ise "belli
günler" dir. Buna göre kurban kesme günü sayılı bir gün değil malum
(belli) bir gündür. Ondan sonraki günler ise hem belli hem de sayılı günlerdir.
Dördüncü gün ise sayılır, fakat belli günlerden değildir.
"İki
günde acele eden kimse..." ayetinin anlamı da şudur: Her kim üç günde
yapılması istenenleri acele ederek iki günde yaparsa onun üzerine bir günah
yoktur. Her kim de acele edilebilir iznine binaen gecikirse onun üzerine de bir
günah yoktur. O halde daha faziletli olan Mina'da kalmak ve orada üç gün üç
gece geçirmektir. Bunu ise her gün zevalden sonra Cemrelere 21 taş atmak için
yapar. Her bir Cemreye 7 taş atılır. Böylelikle Hz.İbrahim'in uygulamasına
uyulmuş olur. Akabe cemresinin başka bir özelliği ise Kurban bayramının birinci
günü sadece oraya taş atılmasıdır. Mina'da Teşrik günlerinin birinci ve ikinci
gecelerini geçirmek suretiyle ruhsatı seçmek de caizdir. Bundan sonra ise
Mekke'ye gidilir. Kişi, eğer ikinci günü güneş batmcaya kadar Mina'dan ayrılmayacak
olursa, üçüncü gün zevalden önce veya sonra taş atıncaya kadar geceyi orada geçirir,
sonra Mina'dan ayrılır. Ruhsat yolunu terketmekten dolayı da onun için bir
günah yoktur.
Acele
ayrılmak veya sonraya kalmak ile ilgili bu hafifletme ve muhayyer bırakma,
acele edenden de sonraya kalandan da günahın nefyedilmesi (yok edilmesi) veya
bu mağfiret, Allah'tan korkan takva sahibi
[8] ve
O'nun yasakladıklarını terkeden, haccına zulüm ve günah bulaştırmayan kimseler
içindir. Çünkü gerçek hacı budur. Zira bütün ibadetlerden maksat takvadır.
Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: "Allah ancak takva sahibi
olanlardan (amellerini) kabul eder." (Maide, 5/27). Takvanın
gerçekleştirilmesi ise kalp ve dil ile Allah'ı zikretmek, bütün durumlarda onun
gözetimi altında olduğunun şuuruna varmakla olur. Daha sonra Allahu Teâlâ
takvalı olmayı emrederek: "Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz
O'nun huzurunda haşroluna-caksınız." diye buyurmaktadır. Yani hac
menasikini eda ettiğiniz vakit ve bütün hallerde Allah'tan korkunuz demektir.
Ardından takva emrini tekit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Ve biliniz ki
muhakkak sizler Kıyamet gününde amellerinizden dolayı hesaba çekilmek ve
karşılıklarını görmek üzere diriltilecek ve bir araya toplanacaksınız. Haşir
ise cesetlerin çıkışından itibaren başlar ve hesap için huzurda beklemenin
sonuna kadar devam eder. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir. Güzel akıbet,
takvanın bir sonucudur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İşte, bu cenneti
biz, kullarımızdan takva sahibi olanlara miras veririz." (Meryem, 19/63).
Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "O gün kimse kimseye herhangi bir
fayda sağlayamaz. O günde emir ve hüküm yalnız Allah'ındır." (İnfıtar,
82/19).
Amelleri
dolayısıyla hesaba çekileceğini bilen bir kimse salih amel işlemeye bakar,
Rabbinden korkar. Allahu Teâlâ hakkındaki kendisinin anılması ve takva sahibi
olunması emirlerini defalarca tekrarlamaktadır. Böylelikle ibadette önemli
olanın nefsin ıslah edilmesi, hayrın işlenmesi, kötülük ve günahlardan uzak
kalınması olduğu anlaşılmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan akıbet hakkında
zan veya şüpheye sahip olan kimse bazen iyi amel işler, bazen de iyi ameli
terkeder.
Allahu
Teâlâ Arafat'tan birinci defa ayrılmayı ve menasikin bitiminden sonra da ikinci
defa ayrılmayı sözkonusu edince -ki bu ayrılma, insanların hac mevsiminden
meşair ve vakfe yapılan yerlerde bir araya gelip toplanmalarından sonra
geldikleri bölgelere ve sair yerlere dağılması ile olur- şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan korkun ve bilin ki, muhakkak O'nun huzurunda
haşrolu-nacaksınız." Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"De ki: "Yeryüzüne sizi dağıtan O'dur. Sonra ise yalnız O'nun
huzuruna toplanıp götürüleceksiniz." (Mülk, 67/24).
[9]
"Rabbinizden
rızık istemenizde size bir günah yoktur..." ayet-i kerimesi, hacılar için
hac esnasında hac ibadetini eda etmekle birlikte, ticaret yapmanın da caiz
olduğunu göstermektedir. Bu şekilde ticaret maksadını da gütmenin şirk
olmayacağını, mükellefin bunu yapmakla kendisi için farz kılınmış ihlas
şartının dışına çıkmış olmayacağını ifade etmektedir. Fakat ticaretsiz bir hac
daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde yapılan bir hac ile dünya şaibelerinden ve
kalbin hacdan başka şeylerle alakalı olmasından uzak kalınır.
"Arafat'tan
hep birlikte geri döndüğünüz zaman..." buyruğu, Arafe günü vakfe yapmanın mutlaka
yerine getirilmesi gereken farz bir emir olduğunu göstermektedir. Çünkü
"geri dönmek (ifâda)" ancak orada vakfe yaptıktan sonra olur. Diğer
taraftan, Meşar-i Haram'da zikretme emri buna bağlı olarak anılmıştır.
Arafe
günü zevalden önce vakfede bulunup, sonra ifâda yapıp öğleden önce oradan
dönen kimsenin bu şekilde vakfesinin hiç bir önem taşımayacağı hususu üzerinde
ilim adamları icma etmişlerdir. Öğleden sonra Arafe'de vakfe yapıp geceden
önce gündüzün, oradan dönenin de haccının tamam olduğu üzerinde İmam Malik
dışında icma etmişlerdir. İmam Malik der ki: "Gecenin bir bölümünde de
vakfede bulunulması kaçınılmazdır." Yine geceleyin Arafe'de vakfe yapan
kimsenin haccının tamam olduğu hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Cumhurun
delili Allahu Teâlâ'nın "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman"
buyruğudur. Burada gece veya gündüz tahsisi yoktur. Yine Urve b. Mu-darris
yoluyla gelen hadis de onların delilleri arasındadır. Bu hadiste Urve şöyle
demektedir: "Resulullah (s.a.)'a Müzdelife 'de vakfe yerinde dururken vardım
ve şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Rasulü! Ben sana Tay dağlarından geliyorum.
Bineğimi bitkin bıraktım, kendim de oldukça yoruldum. Allah'a yemin ederim,
üzerinde vakfe yapmadık hiç bir dağ
[10]
bırakmadım. Ey Allah'ın Rasûlü benim haccım oldu mu? Resulullah (s. a) şöyle
buyurdu: "Kim bizimle birlikte sabah namazını Cem denilen yerde
(Müzdelife'de) kılarsa, bundan önce de gece yahut gündüz Arafat'a gelmiş ise, artık
o kişi kirini gidermiş
[11] ve
haccını tamamlamış olur."[12]
İmam
Malik' in delili ise Müslim tarafından rivayet edilen Hz. Cabir'den gelen
uzunca hadis-i şeriftir. Orada şöyle denilmektedir: "(O,) Güneş batıncaya ve
sarımtırak renk bir parça ve güneş kursu kayboluncaya kadar (Arafat'taki)
vakfesine devam etti." Hz. Peygamber(a.s)'in fiilleri ise bilhassa haçta
gereklilik ifade eder. Çünkü: "Menasikinizi benden öğreniniz." diye
buyurmuştur.
"Arafat'ta
sadece gündüzün vakfe yapan kimsenin herhangi bir sorumluluğu var mıdır?"
Şâfiüerin
dışında kalan cumhur güneşin batışına kadar vakfe yapmayı vacip görmüşlerdir.
Böylelikle Arafat'taki vakfesinde gece ile gündüz bir arada vakfe yapmış olsun
ve bu yüzden Peygamber (s.a)'in fiilî uygulamasına da uymuş bulunsun.
Şayet
güneş batışından önce ifâda yapar (Arafat'tan ayrılır) ve geri dönmezse, haccı
sahih ve tamamdır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre bir kurban kesmesi gerekir.
Malik de der ki: "Gelecek sene haccetmesi ve yine gelecek sene haccında
bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. Böyle bir kimse haccı kaçıran kimse
gibidir. Şafiîlerin görüşüne göre ise, gece ile gündüz vakti vakfeyi yapmak
sünnete ittibaen, yalnızca bir sünnettir. Eğer güneşin batışından önce ifâda
yaparsa bir kan (kurban kesmesi) gerekmez, İsterse geceleyin Arafat'a dönmesin.
Çünkü bu konuda şöyle bir sahih haber vardır: "Her kim gece yahut gündüz
tan yerinden önce Arafat'a gelirse onun haccı tamam olur."
Resulullah
(s.a)'a uyarak dua yapmayı daha kolaylaştırdığı için binmeye güç yetirenin
binek üzerinde Arafat'ta vakfe yapması daha efdaldir. Şayet binmeye gücü yetmiyorsa
ayakta durarak dua eder. Gücü yettiği sürece bunu sürdürür. Eğer ayakta
durmaya gücü yetmiyorsa oturmasında bir mahzur yoktur. Binek üzerinde vakfe
yapmak hac için bir saygı ifade eder. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'ın şeairini tazim ederse o kalplerin takvasından
ötürüdür." (Hacc, 22/32).
Kur"ân-ı
Kerîm'in genel ifadelerinin ve sabit sünnetin zahiri, Arafe'nin her tarafının
vakfe yapılacak yer olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber (a.s.) de şöyle
buyurmaktadır: "Ve ben burada vakfe yaptım, Arafat'ın her tarafı vakfe
yapılacak yerdir."
Arafe
gününün fazileti pek büyük, sevabı pek çoktur. Allah bu günde büyük günahları
affeder. Salih amellerin mükâfatını kat kat verir. Sahih hadiste Hz. Peygamber
(a.s.) şöyle buyurmaktadır. "Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan ve
bir önceki senede işlenilen günahlara keffârettir." Bu günde oruç tutmak,
hacı olmayanlar için bir sünnettir. Bazı ilim adamları Arafe gününde Arafat'ta
oruç tutmuştur. Yine Hz. Peygamber(a.s.) şöyle buyurmuştur: "Duanın en
faziletlisi Arafe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin
söyledikleri en faziletli söz ise: 'Lâ İlahe illAllah vahdehû lâ şerike leh (Allah'tan
başka hiç bir ilah yoktur, O bir ve tekdir, Onun hiç bir ortağı yoktur.)' sözüdür."
Dârakutnî de Hz. Âişe'den Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Allahu Teâlâ'nın Arafe gününde cehennemden azad ettiği kader
kişi başka bir günde azat edilmemiştir. Aziz ve Celil olan Allah yaklaşır,
sonra da o hacılarla meleklere karşı övünür ve: 'Bunlar neler istedi?' diye
sorar."
Ayet-i
kerimeler hac esnasında pek çok yerde Allah'ı zikretmeyi teşvik etmektedir.
"Meş'ar-i Haram'ın yanında Mina günlerinde haccı bitirdikten sonra..."
Bu ise, Meş'ar-i Haram'ın yanında dua ve telbiye getirerek Mina'da tehlil ve
tekbir ile, Arafat'ta, Arafat'tan ifâdadan sonra ve hac işlerini bitirdikten
sonra da mağfiret ve dua ile olur. Böylelikle Allahu Teâlâ ile bağ daha bir güçlenir,
Allah'a ibadet ettiği ya da insanlarla ilişki halinde bulunduğu vakit
Müs-lümanm kalbi gözle görülür, kulakla işitilir bir halde Allah'ın haşyeti ile
daha çok dolar. İmam Ahmed ve Müslim, Nubeyşe el-Huzelî'den şöyle bir hadis
rivayet etmektedir: "Teşrik günleri; yeme, içme ve zikir
günleridir."
Şöyle
bir açıklama da yapılmıştır: Birinci emir Meş'ar-i Haram'ın yanında zikretme
emridir. İkincisi, ihlas üzere zikretme emridir. Üçüncüsü ise cahiliye
döneminde haccın akabinde yapıldığı gibi ataların övünülecek hallerini anmak,
şerefli konumlarını dile getirmekte olduğu gibi Allah'ı zikretmeye devam etmektir.
Hatta ataları anmaktan daha ileri derecede bunu sürdürmektir. Bu, ayet-i
kerimelerde belirtilen en mükemmel zikir ve dualar arasında hem dünya hem
ahiretin hayrını bir arada ihtiva eden duadır. Bu dua, müminden çokça yapılması
istenen kapsamlı dualar arasındadır "Rabbimiz! Bize dünya ve ahi-rette bir
iyilik ver."
Buharî
ile Müslim' de de Hz. Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Peygamber (s.a)'in en çok yaptığı dua şu sözleriydi: "Allah'ım bize
dünya ve ahirette bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru."
Resulullah
(s.a)'ın Arafe gününde öğle ve ikindi namazlarını cem-i takdim ile (öğle
vaktinde) kıldığı ve cuma günkü gibi bir hutbe irad ettiği sabittir. Akşam ve
yatsı namazlarını ise cem-i tehir ile (yatsının vaktinde) kıldığı sabittir. Bu
namazları tek bir ezan ve iki kamet getirerek kılmıştır. Sahih' te böylece
sabit olmuştur. Malik ise der ki: "Resulullah (a.s.), Bu namazları iki
ezan ve iki kamet getirerek kılmıştır."
Cumhurun
görüşüne göre Müzdelife'de gecelemek bir rükün değildir. Malik ise der ki:
"Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir. Sonra yükleri indirmek ve iki namazı
bir arada kılıp bir şeyler yiyip içecek kadar olması yeterlidir. Müzdelife'de
gecelemek müekked bir sünnettir. Orada geceyi geçirmeyenin bir kan akıtması
(kurban kesmesi) gerekir. Gecenin çoğunluğunu orada geçirene ise bir şey
düşmez."
Hanefîler
der ki: "Oradan geçmek suretiyle tanyeri ağardıktan bir an sonra dahi
Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir. Bu tıpkı Arefe'deki vakfe gibidir. Orada
geceyi geçirmek ise sünnettir."
Şafiîler
ise der ki: "Gece yarısından sonra orada bir an dahi bulunmak,
Müzdelife'de gecelemek için yeterlidir."
Hanbelîler
der ki: "Gece yarısından sonra Müzdelife'de gecelemek vaciptir. Bunu
terkedenin bir kan akıtması (kurban kesmesi) gerekir." Bütün mezheplere
göre yerine getirilmesi gereken fidye veya kandan kasıt, bir kurbandır. Müzdelife'de
vakfe yapmanın vacip oluşunun delili daha önce geçen Urve b. Mudarris'in
rivayet ettiği hadis-i şerittir: "Kim bizimle birlikte bu namazı kılar,
sonra buradan ifâda edene kadar bizimle birlikte vakfe yaparsa ve bundan önce
de gece yahut gündüz -Arafat'tan
[13]
ifâdada bulunursa, onun haccı tamam olur ve o kimse kirini gidermiş olur."
İlim
adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre hacı Akabe cemresine atacağı ilk taş
ile birlikte telbiye getirmeyi keser. Malik'ten meşhur olan görüşe göre ise
Arafe günü güneşin zevalinden sonra telbiyeyi keser. Cumhurun delili Müslim'in
rivayet ettiği el-Fadl b. Abbas'tan gelen şu hadisdir: "Resulullah (s.a)
Akabe cemresine taş atıncaya kadar telbiye getirmeyi kesmedi."
Akabe
cemresine taş atmak, başını tıraş etmek ve kurban kesmek ile hacı için küçük
tahüllül (ihramdan çıkış) gerçekleşir. Çünkü Dârakutnî'nin Hz. Ai-şe'den
rivayetine göe Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Taş atıp tıraş olup
kurbanınızı kestiğiniz takdirde (ihram dolayısıyla sizin için yasak olan) her
şey -kadınlar müstesna- size helâl olur. Dikişli elbise giymek koku sürünmek
sizin için helâl olur."
Diğer
bir ifadeye, Akabe cemresine taş atmak, tıraş olmak ve ifâda tavafını
yapmaktan ibaret olan üç şeyden ikisini yapmakla bu gerçekleşir. Büyük
ta-hallül ise ifâda tavafını yapmakla olur. Kadınlarla birlikte olmak ve
ihramın bütün yasaklan ifada tavafından sonra helâl olur.
[14]
"Sayılı
günler" de Allah'ı zikretmek, namazların akabinde ve cemrelere taş atarken
tekbir getirmektir. Malik der ki: "Tekbîr, kurban bayramının birinci günü
öğle vaktinden başlar, son teşrik günü sabah namazından sonrasına kadar devam
eder. Buna göre tekbir getirilecek namazların sayısı onbeş tanedir."
Şafiî'den
gelen bir rivayete göre ise Kurban bayramının birinci gününün gecesinin akşam
namazından itibaren tekbire başlanır.
Ondan
gelen bir diğer rivayet ile Ebu Hanife'den gelen başka rivayete göre Arefe günü
sabah namazından itibaren tekbire başlanır ve kurban bayramı birinci günü
ikindi namazından sonra tekbir kesilir. Hanefî ve Hanbelîlerin mezhebi ile
Şafiîler ce meşhur olan görüşe göre ise Arafe günü sabah namazından itibaren
tekbire başlanır ve son teşrik günü ikindi namazı sonunda kesilir. Buna göre
tekbir getirilen namazların sayısı 23 olur. Bunun delili ise Hz. Cabir'in
Peygamber'(s.a)den yaptığı şu rivayettir: "Hz. Peygamber Arefe günü sabah
namazını kıldı, sonra bize doğru yöneldi ve 'Allahu Ekber" dedi. Bu
tekbirine teşrik günlerinin son günü ikindi namazına kadar devam etti."
Allahu
Teâlâ'nın: "İşte onların kazandıklarından bir payları vardır." buyruğu
ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demektedir: "Burada sözü geçen kişi başkasından
mal alıp hacceden kimsedir. Böyle bir kimse bu haccı dolayısıyla sevap
alır." Dârakutnî'nin kaydettiğine göre de İbni Abbas'tan gelen rivayette
o, bu ayet-i kerime hakkında şöyle demiştir: "Bir adam 'Ey Allah'ın
Rasulü! Babam haccetmeksizin vefat etti, ben onun yerine haccedeyim mi?'
Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şayet baban üzerinde bir borç olsaydı ve
sen bunu ödemiş olsaydın, bu yeterli olmaz mıydı?" Adam: "Evet,"
deyince Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha
büyük bir haktır." İbni Abbas'ın görüşü Malik' in görüşüne yakındır. Yani
yerine hac edilen kimse, verdiği paranın sevabını alır ve hac görevi hacceden
kimse içindir. Böyle bir kimse adeta beden ve amellerinin sevabını alıyor
gibidir. Adına hac yapılan kimse için ise malının ve harcamalarının sevabı
vardır. Bundan dolayı vekâleten hac yapan kimsenin kendi adına farz olan haccı
yapmış olması ile olmaması arasında (Malik' e göre) bir fark yoktur.
Sayılı
günlerde zikretme emrinin muhatabının hacceden olduğunda görüş ayrılığı yoktur.
Bu kimse cemrelere taş atarken tekbir getirmek ile muhatap alındığı gibi, belli
günlerde Allah'ın rızık olarak ihsan etmiş olduğu davarlar üzerinde ve namazlar
akabinde telbiye getirmeksizin, tekbir getirmekle muhataptır.
Ashab,
tabiîn ve fukahanın büyük çoğunluğunun görüşüne göre hacı olmayanların da
tıpkı hacılar gibi tekbir getirmeleri istenir. Her bir namazın akabinde, ister
tek başına, isterse cemaatle namaz kılsın hacı olmayanlar da tekbir getirirler.
Bu günlerde getirilen tekbir açıktan getirilir. Böylelikle bu getirilen tekbir
ile, tekbir zamanmda açıklamış olduğumuz şekilde, selef-i salihe uyulmuş olur.
İmam Malik' in el-Müdevvene' sinde şöyle denmektedir: "Namaz akabinde
tekbir getirmeyi unutursa şayet namazdan kalktığı yere yakın ise oturur ve
tekbir getirir. Eğer uzaklaşmış ise ona bir şey gerekmez. Tekbir getirmeksizin
gider ve diğerleri ise oturmakta olurlarsa diğerleri tekbir getirmelidir."
Malik'
in mezhebinde meşhur olan göre göre tekbir lafzı üç defa söylenir. Bir rivayete
göre de şu ilave yapılır: Lâ ilahe illAllahu vAllahu ekber ve li'l-la-hi'l hamd
(Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur, Allah en büyüktür, hamd yalnız
Allah'ındır.)"
Fukahanın
icmaına göre kurban bayramının birinci gününde yalnızca Akabe cemresine taş
atılır. Çünkü Resulullah (s.a) Kurban bayramının birinci günü bundan başka
diğer cemrelere taş atmış değildir. Bu cemreye taş atma zamanı ise güneşin
doğuşundan itibaren zevale kadar olan süredir. Yine fukahanın icmaına göre
teşrik günlerinde cemrelere taş atma zamanı zevalden sonra güneşin batış
vaktine kadardır.
Şafiî'
nin dışında cumhura göre güneşin doğuşundan ve fecirden önce, Akabe cemresine
taş atmak caizdir. Fakat fecimden sonra o cemreyi taşlamak caiz olmaz. Şafiî
ise gece yarısından sonra Akabe cemresine taş atmayı mubah görmüştür.
"Taş
atma günleri geçtikten sonra ister bütün cemrelere, isterse bir tanesine taş
atmak terkedilirse daha sonra taş atılmaz ve taş atamayanın kurban kesmesi
gerekir." Malik' in görüşü de budur.
Ebu
Hanife ise der ki: "Şayet bütün cemrelere taş atmayı terketmiş ise bir
kurban kesmesi gerekir. Tek bir cemreye taş atması gerekir ise, her bir cemreye
atmadığı her bir taş karşılığında bu miktar bir kurban bedeline ulaşıncaya
kadar yoksul bir kimseye yarım sa' yemek yedirir. O vakit, dilediği kadar yemek
yedirir. Ancak bundan Akabe cemresi müstesnadır. O zaman bir kurban kesmesi
gekekir." Şafiî der ki: "Tek bir taş karşılığında bir müd yemek (buğday),
iki taş karşılığında iki müd, üç taş karşılığında ise bir kan (kurban) gerekir."
Hepsine
göre taş atma vakti, Kurban bayramının dördüncü günü güneşinin batmasıyla sona
erer.
Teşrik
gecelerini Minâ'da
[15]
geçirmek cumhura göre vâcibdir. Bu gecelerde çobanlar ve Hz. Abbâs soyundan
gelen hacılara su vermek (Sikâye) ile görevli olan kimseler dışında Minâ'dan
başka Mekke'de veya başka bir yerde geceyi geçirmek caiz değildir. Çoban ve
hacılara su vermekle görevli olanların dışında Minâ gecelerinden bir tanesini
Minâ'da geçirmeyi terkeden kimsenin kurban kesmesi gerekir. Çünkü Minâ'da geceyi
geçirmek haccın şeârinden ve menâsi-kindendir.
Taş
atmaya gücü yetmeyen hasta ve çocuk adına başkası taş atar. Hasta olan kimse
kendi adına taş atılacak zamanı tespit etmeye çalışır ve o vakitte her bir
Cemre için yedi defa tekbir getirir. Mâlik'e göre bir kurban kesmesi gerekir,
cumhura göre ise kurban kesmesi gerekmez.
[16]
204-
İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider
ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yaman
olanıdır.
205-
O ayrılıp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye
çalışır. Allah ise fesadı sevmez.
206- Ona: "Allah'tan kork!" denildiği
zaman, kibir kendisini günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem yeter.
Gerçekten o ne fena yataktır!
207-
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini satar.
Allah kullara çok merhametlidir.
"Gerçekten
o ne fena yataktır!" buyruğu cehennemin oldukça kötü bir yatak olduğunu
ifade etmektedir. Yüce Allah burada, kendisinin kibrini, izzetini, Allah'tan
korkma emrine kulak asmasına engel gören kimsenin barınacağı yerin ve
yatağının cehennem olacağına dair tehdidini yemin ile te'kid etmektedir.
[17]
Söylediği
sözler iman ve hayır konusunda sana uygun düştüğünden dolayı "senin hoşuna
gider... Halbuki o düşmanlığı en yaman olandır." Düşmanlık ve adaleti
oldukça şiddetlidir.
"O"
senin yanından "ayrılıp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya ekini ve nesli
yok etmeye çalışır" yürür. "Nesil" den kasıt hayvanların
nesillerinin devam etmesidir. "Allah ise fesadı sevmez" ona razı
olmaz.
"Kibir
kendisini günah işlemeye sürükler." Boş gurur, kibir ve gayreti, sakınması
emrolunan günahı işlemeye sevkeder. "Yatak" uyumak için hazırlanmış
yerdir. Çocuğun beşiğine "mehd" denilmesi bundan dolayıdır. Cehenneme
de "mihâd (yatak)" adının verilmesi kâfirlerin kalacakları yer
olmasından veya ateşin döşeğin yerini tutacağından dolayıdır.
[18]
İbni
Cerir'in, es-Süddî'den 204-206. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak
rivayetine göre: Sakifli el-Ahnes b. Şerîk
[19]
Resulullah (s.a.)'ın yanma geldi, müslüman olduğunu açıkladı ve daha sonra
oradan ayrıldı. Müslümanlara ait bir ekin ve eşeklerin yanından geçti. Ekini
yaktı ve eşekleri de öldürdü. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi.
el-Hâris
b. Ebi Üsame'nin Müsned'inde ve İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre Said b.
el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Suheyb er-Rûmî hicret edip Peygamber (s.a.)'in
yanına gitmek üzere yola koyuldu. Kureyşliler onun arkasından geliyorlardı.
Bineğinden indi ve torbasmdaki okları çıkartıp şöyle dedi: Ey Kureyşliler!
Biliyorsunuz ki ben aranızda en iyi ok atan bir kimseyim. Allah'a yemin ederim
ki torbamda bulunan bütün okları atıncaya kadar yanıma yaklaşamayacaksınız.
Sonra da sizinle kılıcımla elimde ondan bir parça kaldığı sürece çarpışacağım.
Daha sonra da istediğinizi yaparsınız. Ama isterseniz size Mekke'de malımın
nerede olduğunu söyliyeyim siz de benim serbestçe gitmeme izin verin. Onlar:
Olur, dediler. Suhayb Resulullah (s.a.)'m yanma Medine'ye gelince Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Yahya'nın babası! Ne kârlı bir alışveriş, ne
kârlı bir alışveriş." Bunun üzerine: "İnsanlardan öylesi de vardır
ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini satar..." ayeti nazil oldu.
[20]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde hacda iki tür insan bulunduğunu söz
konusu etti. Onlardan kimisi dünya için Allah'a dua eder, kimisi de ahiret için
Allah'a dua eder. Bütün ibadetlerden maksat ise Allah'a karşı tak-valı
olmaktır. Takvanın yeri ise dil değil, kalptir. Burada takva terazisinde iki
sınıftan söz edildiğini görüyoruz: Münafık ve mümin. Birincisi gizlediğinden
inancından başka türlüsünü açığa vurandır, ikincisi ise amelinde ihlas sahibi
ve Yüce Allah'ın rızasını arayan bir kimsedir.
[21]
Bazı
insanların söyledikleri sözleri beğenir, üslubu ve açıklaması hoşunuza gider.
Fakat gerçekte o bir münafıktır. Hakikati dile getirmemekte içinde gizlediğinden
başkasını ilan etmekte, yapmadığı şeyleri söylemektedir. Bununla fani dünyadan
bazı şeyler elde etmek istemektedir. Allah adına yemin ederek doğru olduğunu
söylemesi ise, onunla ilgili yanlış kanaatleri daha bir arttırır ve başkalarını
daha çok saptırır. Ve der ki: Allah bunu bilir, benim doğru söylediğime de
tanıktır. Gerçekte böyle bir kimse güçlü bir tartışmacı, cedelcidir. İnsanları
açıkladıkları şeyler ile aldatır, müslümanlara düşmanlığı da ileri derecededir.
İşte bu üç haslet (güzel söz, doğru söylediğine dair Allah'ı şahid tutmak ve tartışma
gücü) nüzul sebebinde de açıkladığımız gibi, el-Ahnes b. Şerîk'de toplanmıştı.
Aslında
bu gibi kişilerin gerçek yüzleri çabucak ortaya çıkar. Bu kimsenin gözden uzak
kaldığı vakitlerde, söylediğinin zıddı bir durumda olduğu görülür. Yeryüzünde
fesat çıkartmaya çalışır, ekini helak eder, neslin kökünü kazımaya çalışır.
Bunu da kötülüğü enreden nefsi arzularını razı etmek, heva ve şehvetlerine
bağlı kalmak, hakir dünyevi maksatlarını üstün tutmak üzere yapar. Şanı Yüce
Allah ise fesada razı olmaz, fesat çıkartanları da sevmez. O şekil ve sözlere
bakmaz, O ancak kalplere ve amellere bakar.
Herhangi
bir kimse böylesine öğüt verdiği ve ona: Allah'tan kork! dediği takdirde cahili
hamiyet duygusu ile şeytanî bir tekebbür onu, günah ve haram işlemeye iter.
Çünkü böyle bir kimse salahtan ve ıslah edicilerden nefret eder. Buna cehennem
azabı yeterlidir. Barınacağı yer ve onun döşeği odur. Dünyada kötü ameli,
insanları aldatması, durumu ve sözlerindeki aldatıcüığı sebebiyle onun varacağı
bu döşek ne kötüdür! Şanı Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer biz dilesek onları sana elbette gösteririz. Sen de onları muhakkak
simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah
amellerinizi bilir." (Muhammed, 47/30).
İkinci
tür insan ise, Allah'ın rızası uğrunda kendisini satan bir gruptur. Bunların
Allah yolunda hak ve adaleti gerçekleştirmek için cihad ettikleri, marufu
emredip münkerden nehyettikleri, salih amelleri ve hak sözleri araştırıp
durdukları görülür. Bunların özü sözü birdir, ihlâslı kimselerdirler. Bunların
iki yüzü yahut iki farklı dili yoktur. Dünyayı Rablerinin katında bulunan güzel
mükâfata tercih etmezler. Allah insanlara karşı pek şefkatlidir. O bakımdan pek
az amele karşılık ebedî ve kalıcı nimetlerle onları mükâfatlandırır, takatlerinin
üstündeki işlerde onları mükellef tutmaz. Geniş rahmet, ihsan ve lütfunu onlara
yayar. Şayet bu böyle olmasaydı bu fesatçıların şerri yeryüzünde üstün gelir ve
nihayet orada salah namına bir şey kalmazdı: "Eğer Allah insanların bir kısmını
diğer bir kısmı ile önleyip defetmeseydi, yeryüzü muhakkak fesada
uğrardı." (Bakara, 2/251).
[22]
Malikî
mezhebine mensup ilim adamları şöyle derler: Bu ayet-i kerimede din ve dünya
işlerinde ihtiyatlı olmaya ait bir delil vardır. Şahidlerin, hakimlerin
durumlarının hassasiyetine de dikkat çekilmektedir. Hakim, insanların zahiren
görülen hallerine ve zahiren onların açığa çıkardıkları iman ve salahlarına
göre -onların iç durumlarını araştırmadıkça- hareket etmemelidir. Çünkü Yüce
Allah insanların durumlarını bize açıklamış, onlardan bazılarının kötü ve
çirkin niyetleri olmakla birlikte, güzel sözler açığa vurduklarını söylemiştir.
Hadis
imamlarının Ümmü Seleme'den yaptığı rivayette Hz. Peygamberin: "Ben o
kimsenin lehine, işittiğime göre hüküm veririm." buyruğuna gelince; bu İslam'ın
ilk dönemlerinde böyle idi. O dönemlerde insanların durumlarının kötülükten
uzak olması sebebiyle zahir ile yetinilirdi. Ancak fesat yaygınlık kazandıktan
sonra tezkiye ve batınî durumların bilinmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.
[23]
Sahih
olan ise Kurtubî'nin de belirttiği gibi şöyledir: Öyle olmadığı ortaya
çıkıncaya kadar görünene kadar amel edilir. Çünkü Ömer b. el-Hattab (r.a.)'m
Sahih-i Buharı de şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ey insanlar! Gerçek şu
ki artık vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizleri bizim için amellerinizden zahir
olan şeylerle sorumlu tutuyoruz. Her kim bize hayır izhar ederse biz de onu
emniyette tutar ve onu kendimize yaklaştırırız. İçinde ne gizlediği ile bizim
bir ilgimiz yoktur. İçinde gizlediklerinden dolayı onu hesaba çekecek olan
Allah'tır. Her kim de bize bir kötülük izhar edese biz bundan dolayı ona eman
vermeyiz ve onu tasdik etmeyiz. İsterse içinin iyi olduğunu söylesin..."
[24]
Ayet-i
kerime münafıklar güruhunun işlerinin güçlerinin fesat çıkartmak, tahrib etmek,
içten içe yıkımlar yapmak olduğunu ifade etmektedir. Bu münafıklar Allah'tan
korkmaz, asla çekinmezler. O bakımdan Cehennemde azaba uğratılmaları bir
haktır. Cehennem münafıkların barınağı ve varacakları yerdir. O ne kötü bir
dönüş yeridir!
Bu
ayet-i kerime aynı zamanda amelini Allah için ihlasla yapıp Allah yolunda
cihad eden kimsenin Allah'ın rızasına, rahmetine hak kazandığını ebedilik
cennetine nail olacağını ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını
onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır... Yapmış olduğunuz bu alışverişe
sevinin. İşte büyük kurtuluşun ta kendisi budur." (Tevbe, 9/111)
Birinci
tür insan her ümmet ve toplumda bulunur. Kişi, kimi zaman tek bir ferdi, kimi
zaman pek çok ferdi aldatabilir. Bazen bir ümmetin tümünü dahi aldatabilir ve
ümmeti kötülük ve azabın uçurumlarına yuvarlayabilir. Bu kesimden olan
insanlar çoğu zaman yalan yere yapılan yeminlere dayanırlar. Allah adına
kalplerinde bulunanın söylediklerine ve iddia ettiklerine uygun düştüğüne dair
yemin ederler. Bir kimsenin: "Allah bilir veya şahiddir ki ben şunu severim,
şunu isterim" demesi de yemin etmek anlamındadır. İlim adamları der ki:
Böylesi, yeminden daha da tekidlidir. Bazı fukahanın görüşüne göre ise, her kim
yalan yere böyle bir şey söyleyecek olursa, bu kişi mürted olur. Çünkü bilgisizliği
Yüce Allah'a (hâşâ) nisbet etmektedir. Durum her ne olursa olsun, bu en azından
dine aldırış etmediğini gösterir. İsterse böyle bir yemin eden kimse Yüce
Allah'a bilgisizlik nisbet etme kasdını gütmemiş olsun. Çünkü bu, ancak:
"Allah'ı ve iman edenleri aldatan..." (Bakara, 2/9) münafıklardan
sâdır olur.
"İnsanlardan
öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını arayarak nefsini satar." şeklindeki
oldukça özlü Kur'anî tabir değişmez bir hakikati göstermektedir. O da insanlar
arasında ihlâslı bir kesimin varlığının bütün kullar için genel bir rahmet
olduğunu, yalnızca o kimselere özel bir rahmet olmadığını göstermektedir.
Kendilerinin dışında kalan ıslah yapanların yaptıkları ile diğer insanlar, çoğu
zaman istifade eder. Çünkü onların yaptıkları ıslahın meyveleri kendilerinden
sonra ortaya çıkar. Allah'ın kullarına faydalı olmak uğrunda Yüce Allah'ın
rızasını arayarak kendisini feda eden kimsenin tehevvüre kapılarak kendisini
tehlikeye atmaması gerekir. Böyle bir kimsenin oldukça hikmetli davranması ve
işleri uygun bir şekilde değerlendirip ölçmesi görevidir. Çünkü: "Muhakkak
Allah müminlerden... satın almıştır." (Tevbe, 9/111) sözünde geçen satma
işleminden kasıt, nefsi hakir düşürmek ve onu zelil etmek değildir. Maksat
kullara merhamet ve kamu maslahatını tercih ederek kötülüğü defetmek ve kamu
yararına olan işleri yapmaktır.
Yüce
Allah'ın, "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin
hoşuna gider..." ayet-i kerimesinin el-Ahnes hakkında nazil olmuş olması
ayet-i kerimenin genel hükmünü tahsis etmez. Aksine bu ayet-i kerime, onun
niteliklerine sahip olan herkes hakkında umumidir. Çünkü asıl muteber olan
sebebin özelliği değil, lafzın umumiliğidir. Said el-Makburî der ki: Bazı kitaplarda
şöyle denilmektedir: Bir takım kullar vardır ki dilleri baldan tatlı fakat kalpleri
zakkumdan daha acıdır.
[25] İnsanlara
karşı yumuşaklıklarından dolayı koyun postuna bürünmüşlerdir. Dünyalarını
dinlerini vererek satın alırlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Sizler
bana karşı mı cüretkârlık ediyor ve beni mi aldatıyorsunuz? İzzetim hakkı için
böylelerinin üzerlerine öyle bir fitne göndereceğim ki, aralarından halim-selim
olan kimseyi dahi şaşkın bir halde bırakacaktır. Muhammed b. KaTs el-Kurazî de
der ki: "İşte bu buyruk, Yüce Allah'ın Kitab'mda da vardır." Saîd
der ki: Bu, Allah'ın Kitab'ınm neresinde yer almaktadır? diye sorunca, şöyle
der: Yüce Allah'ın, "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatı hakkındaki
sözü senin hoşuna gider..." buyruğudur. Saîd der ki: Peki, bu ayet-i
kerimenin kimler hakkında nazil olduğunu biliyor musun? Muhammed der ki: Ayet-i
kerime belli bir kimse hakkında nazil olabilir, daha sonra ise bu ayet-i
kerimenin hükmü umumilik kazanır." İbni Kesir der ki: el-Kurazî'nin
söylediği bu söz doğru ve yerindedir."
[26]
208- Ey iman edenler! Hep birden Silm'e girin.
Şeytanın adımlarına uymayın gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.
209-
Size apaçık deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki şüphesiz Allah,
Aziz'dir, Hakîm'dir.
210-
Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden
ve işlerin bitiriliverme-sinden başkasını mı bekliyorlar? Bütün işler Allah'a
döndürülür.
211-
İsrailoğulları'na sor, Biz onlara ne kadar açık ayetler verdik?! Kim Allah'ın
nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse şüphesiz Allah cezası pek
şiddetli olandır.
212-
Dünya hayatı kâfirlere pek süslü gösterilmiştir. Ve müminlerle alay ediyorlar.
Halbuki o takva sahipleri Kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah
dilediğine hesapsız rızık verir.
"Onlar...
başkasını mı bekliyorlar?" Bu nefiy anlamında inkarî bir istifhamdır.
Buna delil ise "başkasını" ifadesinin gelmesidir. Yani onlar başka
bir şey beklemiyorlar.
"Buluttan
gölgeler içinde" Buradaki nekrelik (belirtisizlik), durumun dehşetini ifade
etmek içindir.
"...
süslü gösterilmiştir." Geçmiş zaman fiilinin kullanılması işin yapılıp bitirilmiş
olması ve insanların tabiatında bunun yer etmiş olması dolayısıyladır.
"Alay
ediyorlar." Müminlerle alaylarının devamlı olduğunu ifade etmek için muzârî
olarak atfedilmiştir.
[27]
"Silm":
Teslim olmak, bağlanıp itaat etmek demektir. Sulh, barış ve İslam dini hakkında
kullanılır. Burada kasıt İslam'dır.
"Hep
birden" Süyutî'nin tercihine göre bu kelime "silm"den haldir.
Yani İslam'ın bütün hükümlerini kabul edin, demektir. Bilginler ise bunun
"girin"den hal olduğunu söylemişlerdir. O takdirde mana "Topluca
girin" demektir.
"Şeytanın
adımlarına" yolları demektir. Kasıt kötülükleri süslü göstermesi ve
tefrika doğrultusunda vesveseler vermesidir, "uymayın. Gerçekten o sizin
için apaçık bir düşmandır." düşmanlığı açıkça görülendir.
"Size
apaçık deliller" Kendisine davet edildiğiniz İslamın hakkın kendisi
olduğunu gösteren gayet açıkça görülen deliller ve belgeler "geldikten
sonra kayarsanız." Bütünüyle İslam'a girmekten meylederseniz. Asıl anlamı
itibariyle kaymak ayağın tökezlemesidir. Daha sonra haktan sapmak hakkında da
kullanılır olmuştur, "bilin ki şüphesiz Allah Azizdir" sizden
intikam almaktan hiç bir şeyin aciz bırakamayacağı mutlak galip;
"Hakîm'dir." yaptıklarında hikmeti sonsuz, kötülük işleyeni
cezalandıran, iyilik yapanı da mükâfatlandırandır.
"Onlar
buluttan" ince beyaz buluttan "gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin
kendilerine gelivermesinden" burada kasıt Allah'ın azabının veya emrinin
kendilerine gelmesidir. "Yahut Rabbinin emrinin gelmesini..." (Nahl,
16/33) buyruğunda olduğu gibi. "ye işlerin bitirilmesinden" Yani
onların helak edilmelerinin tamamlanıp sona erdirilmesinden "başkasını mı
bekliyorlar? Ve bütün işler Allah'a döndürülür." Yani ahirette bütün işler
O'na döndürülür. O da insanlara amellerinin karşılığını verir.
Selef
ehli der ki: Buluttan gölgeler içerisinde gelmek Yüce Allah'ın başka bir takım
ayet-i kerimelerde kendi zatını vasfettiği şekildeki geliş gibidir. Herhangi
bir tahrif, ta'til, keyfiyet nisbet etmek söz konusu olamaz. Allah'ın sıfatlarına
dair söz söylemek, zatı hakkında söz söylemek gibidir. Zatında, sıfatlarında
ve fiillerinde O'nun benzeri hiç bir şey yoktur.
"İsrailoğulları'na
verilen açık ayetler" Allah'tan geldikleri gizli kalmayan, açıkça görülen
mucizeler demektir. Asa, beyaz el, denizin yarılması, men ve selvanın
indirilmesi gibi. Onlar iman edecek yerde bunları küfür ve inkârla değiştirdiler.
"Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse..." Değiştirmek,
bir şeyi bir durumda bir başka duruma dönüştürmektir. Allah'ın nimeti ise,
Onun peygamberlerine vermiş olduğu hidayet ve kurtuluşun kaynağı halinde takdim
ettiği göz kamaştırıcı ayetleri, mucizeleridir.
"Dünya
hayatı" süslenerek güzelliklerle bezenerek "kâfirlere" Mekke halkına
"süslü gösterilmiştir." güzelleştirilmiştir.
"Müminlerle
alay ediyorlar." fakirlikleri dolayısıyla onlarla alay ediyorlar. Bilâl,
Ammar ve Suhayb gibileri ile ve malları sebebiyle de onlara karşı üstünlük
taslıyorlar.
"Halbuki
o takva sahipleri" şirkten sakınan bu gerçek müminler, "kıyamet
gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir."
Yani -imana, takvaya, küfür ve fücura göre- belli bir miktar veya muayyen bir
şey ve sayı ile değil. Yahut da bu onların bolca rızıklanacaklarını kinaye
yoluyla ifade etmektedir. Dünyada da ahirette de onlara oldukça geniş bir rızık
verir, demektir. Dünyada bu şekilde alay edenlere onları egemen kılmak
suretiyle, ahirette de cennete, ilahî rızaya nail olmak suretiyle müminler ve
inkâr edenlere üstünlük sağlarlar. Bu buyruk "o hesapsızca harcar"
ifadesine pek çok harcar anlamında kullanmaya benzer.
[28]
208.
ayet-i kerime Abdullah b. Selâm ve onun Yahudi arkadaşları hakkında nazil
olmuştur. Bunlar İslâm'ı kabul ettikten sonra da Cumartesi gününü tazim etmeye
ve develerinden uzak durmaya devam ettiler ve dediler ki: Ey Allah'ın Rasulü,
Cumartesi bizim tazim ettiğimiz bir gündür. Bize o günde tatil yapmaya müsaade
et. Tevrat da Allah'ın kitabıdır. Bize izin ver de geceleyin namazlarımızda
Tevrat'ı okuyalım. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Hep birden Silm'e
girin." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu İbni Cerîr'in İkrime'den naklettiği
rivayettir.
Atâ
ise İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Selâm
ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'a iman edince hem
onun şeriatine hem de Musa'nın şeriatına iman ettiler. Cumartesi gününü tazim
ettiler, deve etlerinden, sütlerinden İslam'a girdikten sonra da uzak durdular.
Müslümanlar onların bu durumlarına tepki gösterdi. Onlar da: Biz hem bunun, hem
de ötekinin yükümlülükleri altından kalkabilecek güce sahibiz, dediler.
Peygambere de şöyle dediler: Tevrat Allah'ın kitabıdır, bize izin ver de Tevrat
gereğince amel edelim. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal
buyurdu.
[29]
Şanı
Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde insanların salâh ve fesat
bakımından iki grup olduğunu açıklamaktadır: Bir grup yeryüzünde fesat çıkartır
ve mamur olanı da tahrip eder, diğer grup ise yaptıklarıyla Allah'ın rızasını
ve O'na itaat etmenin yollarını arar. Burada da müminlerin halinin ittifak
üzere ve birlik içinde olduğunu, tefrikadan uzak olduklarını belirtmekte ve
onlara: Tek bir din üzere olunuz, İslam etrafında toplanınız, o din üzere olunuz,
İslam etrafında toplanınız, o din üzerinde sebat gösteriniz, diye emir vermektedir.
[30]
Ey
Kitab Ehli arasından iman edenler! Her hususta Allah'a itaatle bağlanın ve
bütünüyle İslama girin. İslamı bütünüyle alın, ona başka şeyleri karıştırmayın.
İslamın size emretmiş olduğu usul, fürû' ve hükümlerin gereğini topluca yerine
getirin. Herhangi bir parçalama yahut dilediğinizi seçme yoluna gitmeyin.[31]
Meselâ, namaz ve orucu yerine getirirken zekât ve hadleri terke-dip şarap
içmek, faiz almak, zina etmek ve -şimdilerde gördüğümüz- diğer aykırı davranış
ve durumlara sapmayın.
İslam
birliğini, müslümanların da söz ve kanaat birliğini koruyunuz. Tıpkı Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı
sarılın ve ayrılmayın..." '(Ali İmrân, 3/103). Anlaşmazlıktan ve ihtilâfa
düşmekten sakınınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Anlaşmazlığa düşmeyiniz, sonra darmadağın olursunuz ve gücünüz kaybolur,
gider." (Enfâl, 8/46). Hz. Peygamber ve Veda Haccı hutbesinde şöyle
buyurmuştur: "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak
gerisin geri dönmeyiniz."
Dinde
tefrikaya düşmeyin, ayrılık ve anlaşmazlık hususunda şeytanın hilelerine
kapılmayın. Şeytan türlü menfaat ve faydaları insanlara güzel gösterir. Kişiyi
hak ve hidayetten alıkoyar, cemaat arasına tefrika düşürür. Apaçık deliller
kendilerine geldikten sonra yine de ihtilâfa düşen Kitaplarını tahrif edip
değiştiren, eksiltip artıran ve böylelikle birlikleri darmadağın olan ve Allah
tarafından düşmanları kendilerine musallat kılman Kitap Ehli'nin durumuna
düşmeyin.
Şeytanın
adımlarını izlemekten sakındırılmamızın sebebi ise, onun düşmanlığı apaçık ve
uzlaşmaz bir düşman oluşundandır. Onun bütün daveti sapıklık ve batılın ta
kendisidir.
Daha
sonra Yüce Allah, dosdoğru yoldan sapanları tehdit etmekte ve: Eğer siz haktan
sapıp Allah'ın dosdoğru yolu olan İslam'dan uzaklaşacak olur iseniz -apaçık
ayetler, kesin ve net deliller size geldikten sonra böyle yapar ve şeytanın
yolunda o anlaşmazlık, ihtilaf ve tefrika yolunda gidecek olursanız-şunu
biliniz ki şüphesiz Allah, yenik düşürülemeyen Aziz'dir yahut O, emrini yerine
getiren Gâlib'dir. Sizden intikam almaktan O'nu hiç bir şey acze düşüremez. O
sanatında hikmeti sonsuzdur. Günahkârı ihmal etmez, dünyada da ahi-rette de onu
cezalandırır ve sorumlu tutar.
İşte
bütün fertler hakkında da hüküm böyledir. Eğer dosdoğru yola bağlı kalmaz ve
güzel ahlâktan mamul sapasağlam bir zırhın içerisine girip korunmaz, Allah'ın
şeriatını kısmen veya tamamen ihmal ederlerse, dünyada da ahi-rette de asla
onlara başarı ihsan edilmez.
Daha
sonra Yüce Allah tehditlerini daha da arttırmakta ve bu arada şöyle bir soru
ortaya koymaktadır: Muhammed (s.a.)'in daveti apaçık delil ve göz kamaştırıcı
bu hallerle ispat edildikten sonra, Muhammed (s.a.)'in davetini yalanlayan bu
yalanlayıcılar hâlâ neyi beklemektedirler? Bunlar Allah'ın emrinin dışına çıkan
kimselerdir. Acaba bunların bekledikleri Allah'ın kendilerine va-detmiş olduğu
buluttan gölgeler içerisinde gelişinden başka bir şey midir? Onlar bu buluttan
hayır beklerken ibretli bir ceza olmak üzere onlara azap gelecektir ve yine
onlar meleklerin gelip Allah'ın takdir edip haklarında murad etmiş olduğu
şeyleri yerine getirmesinden başkasını mı bekliyorlar? Bu ise Allah'ın
hükmettiği ve kesinliğe kavuşturduğu bir emridir. Ondan kaçış yoktur. Sonunda
bütün işler kıyamet gününde Allah'a döndürülecektir. O herşeyi hükmettiği
yerli yerine koyacaktır. O bütün mahlıikatı başlatan İlk'tir, bütün işlerin
kendisine döneceği de Ahir'dir.
Rahmet
getirdiği sanılan ve hayır umulan bulut içerisinde azabın indiriliş hikmeti
ise, daha önce herhangi bir uyarı söz konusu olmaksızın, ansızın azabı
indirmektir. Bir başka ayet-i kerimede olduğu gibi: "Ve o günde gökyüzü
bulutla yarılıp meleklerde indirildikçe indirilir." (Furkan, 25/25).
İşte
bu mümin kimseye tevbe etmek ve durumunu düzeltmek hususunda elini çabuk
tutması için bir işarettir ki, azab ansızın gelip ona çatmasın, farkında
olmadan, bilmeden azab gelip onu bulmasın. Eğer Kıyamet ansızın gelip ona
çatmayacak olsa bile, ölüm ansızın gelip onu bulur yahut salih amel işlemekten
kendisini aciz bırakacak bir hastalık. Bir başka ayet-i kerimede buyurulduğu
gibi: "Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olunmaz.
Haberiniz yokken ansızın size azab gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin
en güzeline uyun." (Zümer, 39/54-55)
Daha
sonra ayetler İsrailoğulları ile Peygamberlerinin vasıtasıyla ortaya çıkmış pek
çok mucizeler hakkında diyalog ve tartışma yolunu açmaktadır. Ta ki bu, benzeri
ayetler yahut mucizeler üzerinde yükselen son peygamberin ri-saletine iman
etmeye onları itsin. İşte bu doğrultuda şöyle buyurmaktadır:
Ya
Muhammed! İsrailoğulları'na şerefli rasulleri vasıtasıyla gerçekleşmiş pek çok
ayetler, mucizeler hakkında soru sor. Musa ve İsa (ikisine de selâm olsun)
peygamberlerin gösterdikleri mucizeler gibi senin doğruluğuna delalet eden
mucizeler de gelmiştir. Bu mucizeler kişinin peygamberleri tasdik etmeye ve
rahat bir kalple onları kabul etmeye götürür. Acaba onlar öğüt alırlar mı,
düşünürler mi, hakkı inkâr ve tuğyan etmekten vaz geçerler mi? Şayet vazgeçmeyecek
olurlarsa geçmişlerinin basma gelen ibretli azabın bir benzeri onlara da gelir.
Daha
sonra Yüce Allah, Allah'ın sünnetlerini değiştiren herkesi tehdit ederek şöyle
buyurmaktadır: Kim Allah'ın nimetlerini kendisine ulaşıp onları bilip
tanıdıktan sonra değiştirir, bu nimetleri sapıklığının küfür ve isyanının
sebepleri haline dönüştürürse o kimseye çetin bir azab, katî bir ikab ve
kaçınılmaz bir ceza vardır. Allah'ın sözü geçen nimetleri ise hakkı, hayrı ve
hidayeti gösteren delil ve belgelerdir. Bu nimetleri değiştirmenin azaba sebep
oluşunun nedenleri Allah'ın adalet ve insaf üzere kurulu sünnetlerinin bir
parçası oluşudur. Böylelikle iyilik yapan ile kötülük yapanı birbirinden
ayırdeder. Allah muhalefet eden, kötülük eden kimseye cezası çetin olandır,
itaat edip güzel amel işleyene karşı da şefkatli ve rahîmdir.
Fakat
inkarcı kâfirlerin tabiatı ileri derecede dünya sevgisi, bu sevginin gözlerinde
güzel görünmesi ve dünya sevgisinin kalplerinde iyice yer etmesi üzerinde
yükselir. O kadar ki bu dünyaya ve dünyanın güzellik ve süslerine kendilerini
kaptırır, dünyayı her şeye tercih eder; Allah'ın katındaki pek çok ebedi nimete
bile. Çünkü onlar ahirete samimi olarak iman etmemektedirler. Diğer taraftan da
hatırlarına her nasılsa gelip yer etmiş yalan tevil, vehim ve emellere tabi
olurlar.
Onların
müminlerle alay ettiklerini, İbni Mes'ud, Ammâr ve Suhayb gibi müminlerin
fakirlerini alay konusu edindikleri görürsün. Diğer taraftan bu gibi kimselerin
dünya lezzetlerini nasıl terkedip de ibadetlerle kendilerine azab ettiklerine
akü erdiremiyor, hayret ediyorlar. Nitekim zenginlerin de nimetler içerisinde
yüzmeyi bırakıp akidelerini tashih etmekle, amellerini ıslah etmekle, erdemli
ahlâki güzelliklere bezenmekle ölümden sonrası için hazırlanmalarını da
hayretle karşılarlar. Onların takındıkları tavır yahut bakış açılan ruhanîliğin
herhangi bir etkisi bulunmayan katıksız maddî bir tavır ile özetlenebilir.
Daha
sonra Yüce Allah lezzetleri ve dünyalıkları içerisinde yakin ve iman ehli
müslümanlardan daha hayırlı olduklarını zanneden bu alaycılara şöylece cevap
vermektedir:
Belli
bir süre bir takım kâfirler bir takım müminlere mal yahut makam ve mevki veya
güç ve saltanat, pek çok yardımcı ve tabileriyle üstünlük sağlamış olsalar
dahi, takva sahipleri rütbeleri itibariyle ahirette onlardan daha üstün
olacaktır. Müminler A'lâ-yı İlliyîn'de kâfirler ise Esfel-i Sâfilîn'de
olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte kullarımızdan
takva sahibi olanlara miras olarak verdiğimiz cennet budur." (Meryem,
19/63).
Zemahşerî
"Müminlerle" diye buyurulduktan sonra "halbuki takva sahipleri"
diye buyuruluş sebebini şöyle izah ediyor: Böylelikle O kendi nezdinde ancak
takva sahibi olan müminin mutlu olacağını göstermek istemekte ve bunun
müminleri takvaya teşvik etmesini dilemektedir.
[32]
İşte
ahirette üstün tutulan ebedi mükâfat budur. Dünyaya gelince; oradaki üstünlük
ebedî değildir, geçicidir. Hatta hakikatte o aşağılık bir şeydir. Kıt akıllı
yahut meseleleri tam kavrayamayan kimseler ona aldanır. Şayet dünya, Allah'ın
nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar bir değer taşısaydı, Allah oradaki hiç bir
kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.
Şanı
Yüce Allah lütfundan dilediğini nzıklandırır; fasık ve kâfir bir kimse olsa
bile. O dilediğinin rızkını genişletir yahut azaltır; mümin ve itaatkâr bir
kimse olsa bile. Dünyada ve ahirette ise O rızkı yine çok, pek çok verir.
Hadis-i şerifte nitekim şöyle denilmektedir: "Ey Ademoğlu! Sen infak et,
ben de sana infak edeyim."
[33]
Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmaktadır: "Ey Bilal infak et! Arş sahibi
olan Allah'ın azaltacağından korkma!"
[34] Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Her ne infak ederseniz Allah onun halefini
(yerine geçecek şeyi) verir. O rızık verenlerin hayırlısıdır." (Sebe',
34/39). Buna göre 212. ayet-i kerimede geçen "hesap" kelimesinin iki
anlamı vardır: Birisi herhangi bir takdir söz konusu olmaksızın miktar veya
genişlikten az vermemek ve daraltmamak-tan kinaye. Nitekim: Filan kişi hesapsız
olarak infak ediyor, demenin anlamı pek çok infak ediyor, şeklindedir.
Kur'an-ı
Kerim'deki bu ayet-i kerimenin anlamı Yüce Allah'ın şu buyruklarını da
andırmaktadır: "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de burada
dilediğimize dilediğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz.
O da burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti
diler ve bunun için de gereği gibi çalışırsa işte onların bu çalışmaları (Allah
katında) makbul olur. Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin bağışından ard
arda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir. Bir bak! Onların kimini
kiminden nasıl üstün kıldığımıza! Elbetteki ahiret derece farkları itibariyle
daha da büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür." (İsrâ,
17/18-21). Dikkat edilecek olursa dünya rızkı için çalışma şartı
koşulmamakta-dır. Çünkü bazen miras, hibe, vasiyet, hazine yahut sahip olduğu
akar ve ticaret mallarının fiyatlarının yükselmesi gibi değişik yollarla ve
çalışmaksızın rızık gelebilir. Fakat ahiret için, iman ile birlikte çalışma
şartını koşmaktadır. Nitekim burada ahireti müminler arasından takva sahibi olan
kimselere tahsis etmektedir.
[35]
Dünyada
hesapsız rızık fertlere nispetle söz konusu olur. Bizler pek çok iyi kimselerin
ve pek çok kötü kimselerin zengin veya fakir olduğunu görebiliyoruz. Fakat
takva sahibi daima durum itibariyle daha güzel ve daha tahammül-lüdür. Günahkâr
kimse gibi fakirlik ona ıztırab vermez. Çünkü takva ile o, her türlü darlıktan
bir kurtuluş bulabilir ve Allah'ın ona inayeti sebebiyle umulmadık
rızıklarıyla karşı karşıya kalır.
Genel
olarak ümmetlerin durumu ise bundan farklıdır. Allah'ın ümmetlere dair
sünneti, amellerine göre onları rızıklandırması, yanlışlıkları sebebiyle de
mahrum bırakması şeklindedir. Çünkü ummadığı, gücünün yetmediği, çalışmadığı
ve tedbirini almadığı bir cihetten ümmete izzeti, serveti, kuvvet ve egemenliği
vermesi O'nun sünnetlerinden değildir.
[36]
İslam
parçalanma kabul etmez. Bir bütündür. Ona iman eden bir kimsenin bütünüyle onu
kabul etmesi icab eder. Hoşuna gideni seçip gitmeyeni terketmesi söz konusu
olamaz. İslam ile diğer dinleri bir araya getiremez. Çünkü Yüce Allah dininin
bütün öğretilerine tabi olmayı, bütün farzlarını uygulamayı veya helal ve
mubah, yasak ve haramı uygulamak suretiyle bütünüyle düzenine saygı duymayı
emretmektedir. Böyle bir saygı bu dine gerçekten imanın bir gereğidir. İslamın
şer*! hükümleriyle çatışmalar halindeki daha önce gelmiş bütün semavî
şeriatleri neshettiğini de ayrıca belirtmek gerekir. İşte bu yoldan başkasını
yahut bu çizginin gayrisini seçmek, şeytanın adımlarına, vesvese ve batıllarına
uymak demektir. Yüce Allah'ın, "Size apaçık deliller geldikten sonra
kayarsanız..." ayet-i kerimesi, günahı bilen bir kimsenin cezasının onu
bilmeyenden daha fazla olduğunun delilidir. Kendisine İslam daveti ulaşmamış
bir kimsenin de şer1! hükümleri uygulamayı terketmekle kâfir olmayacağını
göstermektedir.
"Onlar
buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelivermesini ve işlerinin
bitirilivermesini mi bekliyorlar?" ayet-i kerimesi, muhalefet edenlerin veya
isyankârların akıbetinin helak ve azab olduğunu göstermektedir. Bu ise kesin,
mutlaka gerçekleşecek ve geri çevrilemeyecek bir husustur. Böyle bir sonucu
aklı başında olan herkes takdir eder. Kur'an-ı Kerim'in belirlediği de budur.
Yüce Allah buyuruyor ki: Onlar şanı Yüce Allah'ın onları cezalandıracak ve onlar
hakkındaki hükmünü yerine getirecek herhangi bir fiili açığa çıkarmasından
başkasını mı bekliyorlar? Nitekim Yüce Allah bir fiil ihdas etmiş ve buna nüzul
ve istiva adını vermiştir. Aynı şekilde Yüce Allah, bir diğer fiil ihdas eder
ve buna "gelivermek" adını verir. Allah'ın fiillerinin ise herhangi
bir alet ve sebebe ise ihtiyacı yoktur. O bundan yüce ve münezzehtir.
Hakka
ve İslama tabi olma yolunu insanlara gösteren deliller pek çoktur. Bundan
dolayı İsrailoğulları'na azarlayıcı ve sitemkâr bir soru sorulduğunu görüyoruz:
Şanı Yüce Allah'ın kendileri ile Musa'yı desteklediği, denizi yarmak,
bulutlarla gölgelendirmek, asa, el ve buna benzer nice mucizeler onlara gelmiştir.
Nitekim Mücahid, Hasan-ı Basrî ve başkaları böyle demiştir. Onların dışında
kalanlar ise şöyle der: Muhammed (a.s)'in peygamberliği hakkında onlara onu
tanıtıcı ve onun peygamberliğine delâlet edici nice ayetler gelmiş bulunmaktadır!
Her iki tefsiri -yaptığımız gibi- bir arada almayı engelleyen bir durum
yoktur. Onlar kendi kitaplarındaki belgeleri değiştirip Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkar etmişlerdir. Allah'ın nimetini değiştiren herkes de onlar
gibidir. Hepsi için çetin bir ceza vardır.
Dünyaya
aldanan maddeci kâfirlere gelince; bunlar Kureyş'in başkanları ve onlara benzer
kimselerdir. İnsanları zenginlik ve refahlarına göre tasnif eder, fakir
müminlerle alay eder, dünyaya yönelirler. Onların ölçüleri katıksız materyalist
ölçülerdir. Dünyadan dolayı ahiretten yüz çevirmişlerdir. Bunlar kısır görüşlü
kimselerdir. Çünkü Yüce Allah yeryüzünde bulunan her şeyi onun süsü olarak
yaratmıştır. Bununla amel bakımından kimin daha iyi olduğunu ortaya çıkarmak
ve insanları denemek için böyle yapmıştır. Bunlar ise dünyadan başka bir şeye
inanmamaktadırlar.
Şeriatın
gösterdiği yol üzere yürüyen müminlere gelince; dünyanın zineti ve süsü onları
fitneye düşürmez, kendisine bağlamaz. Onlar derece itibariyle kâfirlerden daha
yüksekte olacaklardır. Çünkü onlar cennette, kâfirler ise cehennemdedirler ve
kâfirler müminlerle alay etmelerinin cezasını elbet göreceklerdir. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İşte bugün iman edenler o
kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde bakarlar. O kâfirlere işleye-geldiklerinin
cezası verildi mi?" (Mutaffifîn, 83/34-36).
Hz.
Ali'nin rivayetinde göre Resulullah (s.a.) şöye buyurmuştur: "Fakirliğin
veya elinin darlığı sebebiyle mümin bir erkek veya mümin bir kadını küçülten
bir kimseyi Allah Kıyamet gününde önce teşhir eder, sonra onu rezil eder. Mümin
bir erkek veya mümin bir kadına iftirada bulunan yahut da onda olmayan bir
şeyi söyleyen bir kimseyi de Yüce Allah Kıyamet gününde -o kişi hakkında
söylediğinden çıkıncaya (karşılığını çekinceye) kadar- ateşten bir tepe üzerinde
onu durdurur. Müminin büyüklüğü Allah katında mukarreb bir melekten daha
büyüktür ve Allah katında daha kerimdir. Tevbe eden mümin bir erkek yahut mümin
bir kadından fazla Allah tarafından sevilen bir şey yoktur. Mümin bir erkek,
semada bir kişinin hanımını ve çocuklarını tanıdığı gibi tanınır."
Ahirette
kafirin cezayı hak etmesi söz konusu olmakla birlikte, şanı Yüce Allah adalet
ve rahmetinden dolayı dünyada kendisi ile faydalanacağı nzık ve bağışını ondan
engellememekte, geçimini ve haysiyetini teminat altına almış bulunmaktadır.
Allah ona ve yeryüzündeki her bir canlıya nzık vermektedir. Allah insana
nimetlerini hesapsız olarak bağışlamaktadır. Yani iman ve takvaya göre, küfür
ve günahkârlığa göre bir takdir söz konusu değildir, Allah'ın bağışı geniş,
bol ve çoktur, sının yoktur. Kudreti yüce ve celil olan Rabbimiz sayısızca
infak eder. Onun bütün lütuflan hesapsızdır. Hesaplı olan ise kulun dünyada
iken yaptığı ameldir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinden bir
karşılık ve amellerinden fazla olarak (hesap ile) verilir." (Nebe, 78/36).
Bundan dolayı takvalı müminin ahiretteki nzkı, dünyadaki nzkından daha
geniştir. İşte o vakit nzkm fazlalığı ve devamı ile ahirette mümin, kafirden
aynlacaktır. Kâfirin ise orada bir nzkı yoktur. Onun cezası cehennemdeki azab
olacaktır. Yüce Allah müminler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki
takva sahipleri gölgelerde, pınarlarda ve arzu ettiklerinden meyveler
içindedirler. İşlediğiniz sebebiyle afiyetle yiyin için, çünkü Biz ihsan
edenleri böyle mükâfatlandırırız (denilir onlara)." (Mürselât, 77/41-44).
Şanı Yüce Allah kâfirler hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Artık bugün
burada onun hiç bir yakın dostu yoktur. Gıslîn'den başka hiç bir yiyeceği de
yok ki, onu ancak günahkârlar yer." (Hakka, 69/35-37).
[37]
213-
İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberlerini müjdeleyiciler ve
korkutucular olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde, insanların ihtilâf ettikleri
şeyler hakkında, aralarında hükmetmek için de hak ile kitapları indirdi.
Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler, apaçık deliller kendilerine
geldikten sonra ve ancak aralarındaki kıskançlıktan dolayı, onun hakkında
ihtilâfa düştüler. Allah böylece izniyle iman edenleri hakkında ihtilâfa
düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.
214-
Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip
çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte:
"Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Haberiniz olsun ki muhakkak
Allah'ın yardımı yakındır.
"İnsanlar
tek bir ümmetti." Yani insanlar önceleri tek bir din üzere idiler. Bu ise
iman ve hakka sımsıkı sarılmak dini idi. Fakat bir kısmı iman etmek bir kısmı
da kâfir olmak suretiyle anlaşmazlığa düştüler.
"Yoksa
siz... mi sandınız?" Bu inkârı bir sorudur. Baştaki "yoksa"
anlamına gelen "em" edatı burada munkatıdır. Hayır, siz böyle
zannettiniz anlamındadır.
"Haberiniz
olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır." Bu buyrukta dört tane
"te'kid" vardır. Birincisi "Haberiniz olsun." anlamına
gelen ve başlangıç edatı olan "elâ" edatı, ikincisi
"muhakkak" anlamına gelen "inne" edatı, üçüncüsü cümlenin
isim cümlesi olması, dördüncüsü ise yardımın her şeye Kadir olan Allah'a izafe
edilmesidir.
[38]
"Ümmet"
kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir kaç anlamda kullanılmıştır:
1- Tek bir bağ ile birbirlerine bağlı olan cemaat ve topluluk. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yarattıklarımızdan da öyle bir ümmet
(topluluk) vardır ki hakla yol gösterirler ve onunla adaletle
hükmederler." (A'râf, 7/181); "Siz... en hayırlı bir
ümmetsiniz." (Ali İmrân, 3/110).
2- Millet, yani akaid ve teşrî'in esasları anlamında. Yüce Allah'ın,
"İşte sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir." (Enbiyâ, 21/92;
el-Mü'minûn, 23/52) buyruğunda olduğu gibi.
3- Zaman anlamında. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Eğer onlardan azabı sayısı belli bir vakte (ümmete) kadar
geciktirirsek..." (Hûd, 11/8); "Uzun bir müddetten (ümmet) sonra
hatırladı." (Yusuf, 12/45) buyruklarında olduğu gibi.
4- Önder, İmam. Yüce Allah'ın, "Şüphesiz İbrahim bir ümmetti."
(Nahl, 16/120) yani hayrı kendinde toplamış bir adamdı, anlamında.
Burada
bu kelimeden kasıt müfessirlerin pek çoğuna göre millettir. Yani bütün
peygamber ve rasuller tek bir din üzeredir. Diğer bazıları ise bu ayet-i
kerimede ümmet; cemaat ve topluluk anlamındadır, demişlerdir.
"Allah
peygamberlerini, müminleri cennetle "müjdeleyici" kâfirleri cehennem
ile "korkutucular olmak üzere gönderdi."
"Kitaplar''dan
kasıt, bütün semavi kitaplardır. "Apaçık deliller" tevhidi açıkça
ortaya koyan belgeler, demektir.
'"Yoksulluk"
fakirliğin ileri derecesidir. Aynı zamanda insanın canından başka şeylere gelen
musibet hakkında da kullanılır. Malın gasp edilmesi, yurttan kovulmak,
güvenliğin tehdit altında olması, Allah'a davet faaliyetine karşı durulması
gibi. "Sıkıntılar" dan kasıt hastalık ve insanı kendi zatında isabet
eden yara ve öldürmek gibi her türlü musibettir.
"Sarsıldılar"
türlü belâlara rahatsız edildiler. Sarsıntı "Zilzâl"; bir işteki
çalkantı ve kararsızlık demektir. "Allah'ın yardımı ne zaman" yani
Allah'ın yardımı ne vakit gerçekleşecektir? "Muhakkak Allah'ın yardımı
yakındır." Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
Allah'ın rahmeti ihsan edicilere pek yakındır." (A'râf, 7/56).
[39]
214.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Katâde ve es-Süddî şöyle
demektedirler: Bu ayet-i kerime müslümanlarm oldukça sıkıntılara, zorluklara
düşüp de sıcak ve soğuk ile karşı karşıya kaldığı, kötü bir geçim ve türlü
eziyetler onlara gelip çattığı Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bu gazada
durum Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği hale gelmişti: "Ve
kalpler gırtlarlara kadar gelmişti." (Ahzâb, 33/10); "Ve şiddetli bir
şekilde sarsılmışlardı." (Ahzâb, 33/11). Münafıklar ise: "Allah ve
rasulü bize aldanıştan başkasını vadetmediler." (Ahzâb, 33/12) demişlerdi.
İmanlarında doğru ve samimi olanlar ise şöyle demişlerdi: "İşte bu
Allah'ın ve rasulünün bize va'dettiği-dir, Allah ve rasulü bize doğru
söylemiştir. Bu durum onların iman ve teslimiyetlerinden başka bir şeylerini
arttırmamıştı." (Ahzab, 33/22).
Atâ
ise şöyle demektdir: Resulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye girince oldukça
sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Çünkü mallarını almadan Mekke'den
çıkmış, evlerini barklarını ve mallarını müşriklerin ellerine terketmiş
Allah'ın ve rasulünün rızasını bunlara tercih etmişlerdi. Bir taraftan
Yahudiler Allah'ın rasulüne açıktan açığa düşmanlık ediyorlar diğer taraftan da
zengin bir takım kimseler içten içe münafıklığını gizliyordu. Yüce Allah da
müminlerin kalplerini hoşnut etmek üzere: 'Yoksa siz... mi sandınız?"
buyruğunu indirdi.
[40]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimede müminlere bütünüyle Silm'e girmelerine ve
tamamıyla İslâm olmalarını emretmişti. Bu iki ayet-i kerimede ise peygamberlere
olan ihtiyacı ve onların gösterdikleri yoldan ilerlemenin insanlar için zaruri
olduğunu, peygamberlerin davetine inanan kimselerin mihnet, sıkıntı ve
belâlara maruz kalabileceğini beyan etmektedir. Böylesine düşen ise, Allah
kurtuluş veya yardıma izin verinceye kadar sabretmektir. Diğerlerinin
küfürleri üzere ısrar etmeleri ise dünyaya duydukları sevgidendir.
[41]
İnsanlar
(yani Ademoğulları) ilâhî hidâyete gerek duydukları bir duruma düşmüşlerdi.
Allah da peygamberleri onlara müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak ve onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere göndererek ihsanda bulundu ki artık
peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah'a karşı bir mazeretleri
kalmasın.
Peygamberlerin
bazıları ile insanları hakka iletecek kitap da indirdi.
[42]
Cumhur
şöyle demiştir: Bu ümmet tek bir din ve dosdoğru bir tek inanç üzere hidayet
ümmeti idi. Akidesi bir, şeriatı birdi. Bu İslam dini idi. Fakat kendi
aralarında anlaşmazlığa düştüler. Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve
uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Ebu Davud'un rivayetine göre İbni Abbas şöyle
demiştir: "Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında on tane karn geçmiştir. Hepsi de
hak şeriatı üzere idiler, fakat sonradan ihtilâfa düştüler Allah da peygamberleri
müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi."
Abdullah
b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir: "İnsanlar tek bir ümmet idiler
sonradan anlaşmazlığa düştüler." Cumhur, görüşlerinin doğruluğuna şunu da
delil gösterir. Hz. Adem bir peygamber idi. Onun çocukları da onun dini üzere
idiler, hem hidayete çağırıyor hem kendileri hidayet üzere idiler. Bu, iki oğlu
arasında kıskançlık gösterinceye kadar ve bilindiği haliyle onlardan biri
ötekini öldürünceye kadar böyle idi.
Bir
başka kesim (İbni Abbas, Atâ ve Hasan el-Basrî) ise şu görüştedir: Söz konusu
bu ümmet, herhangi bir hak ile hidayet bulmamış ve amelleri herhangi bir
şeriatın sınırını tanımayan dalâlet ümmeti idi. Buna dair delilleri ise peygamberlerin
gönderilmesini gerektiren durumlardır. Bununla peygamberlerin görevleri aklen
anlaşılır bir şekilde açıkça ortaya çıkar ve akidenin fesadından amellerde de
sapık hevalara tabi olmaktan dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları hakkında
aralarında Peygamberlerin hükmetmelerini gerektiren sebep söz konusu olur.
Durum böyle olmasa peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı olmaz ve buna
ihtiyaç kalmazdı.
Ebu
Müslim el-İsfahanî ile Kadı E bu Bekir el-Bâkıllâni ise şöyle demektedir:
İnsanlar fıtrat üzere idiler. İtikad ve amelde aklın gösterdiğini kabul ediyorlardı.
Fakat insanların ilâhi hidayet olmaksızın akıllarına teslim olmaları
anlaşmazlığa götüren bir durumdur. O bakımdan çoğu zaman vehimler, maksat
olarak gözetilen inanç ve hükümlere ulaşmalarına engel teşkil etmiştir.
Ancak
el-Menâr tefsirinin sahibi bir başka manayı tercih etmektedir ki, o da şudur:
İnsan yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Yani Allah insanı
geçiminde biri ötekine bağlantılı bir şekilde yaratmış olması anlamında tek bir
ümmet olarak yaratmıştır. Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu süreyi biri
ötekine yardımcı olmadan insan bireylerinin yaşamaları kolay değildir. Birbirlerine
muhtaç olmamalarına da imkân yoktur. O bakımdan başkalarının gücünün ferdin
gücüne katılması kaçınılmaz bir şeydir. İşte "İnsan tabiatı itibariyle
uygar bir varlıktır." şeklindeki sözlerle ifade edilen de budur
[43] O
takdirde bunun anlamı şöyle olur: İnsanlar toplumsal bir nitelikte ve bir
araya gelip toplanma özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu ise
karşılıklı olarak yarışmaya, anlaşmazlığa ve ihtilâfa götürür. İşte
peygamberlerin gönderilmesi, insanlar arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek ve
hak ile hayra iletmek, batılı ve dalâleti açıklamak içindir.
Gönderilen
peygamberlerin sayısı 124 bin, rasullerin sayısı ise 313'tür. Kur'an-ı Kerim'de
isimleriyle zikredilenler de 18'dir. Rasullerin ilki Ebu Zerr hadisinde geldiği
üzere
[44] Hz.
Adem'dir. Şefaat hadisi diye bilinen hadis dolayısıyla Nuh olduğu da
söylenmiştir. Çünkü o hadiste zikredildiğine göre insanlar Hz. Nuh'a şöyle
diyecektir: "Sen rasullerin ilkisin..." Hz. İdris olduğu da söylenmiştir.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberlerle birlikte Kitabı da indirdiğini beyan
etmektedir. Burada ise (el-Kitâb) bütün kitaplar anlamında bir cins isimdir.
Taberî der ki: Burada "el-Kitâb"ın başına gelen Elif ve Lâm harfleri,
ahd harfleridir, kasıt ise Tevrat'tır.
Kitabın
fonksiyonu ise teşrîe, hüküm vermeye ve anlaşmazlıklarda insanlar arasında
haklı ile haksızı ayırdetmeye, insanları hak akideye, faziletli ilişkilere,
salih amellere iletmek, onları kötülüğün ve fesadın akıbetinden sakındırmak,
hevâ ve batıl tevillerden uzaklaştırmaktır. O bakımdan Kitab her zaman için
hak ile iç içedir, onunla birliktedir. Bu ise bir başka ayet-i kerimenin
"doğruyu söylemek" diye ifade ettiği şu anlama uygun düşmektedir:
"İşte bu bizim Kitabımızdır, size karşı hak ile konuşuyor." (Casiye,
45/29). Kur'an-ı Ke-rim'deki hidayet ve müjdeleme ile ilgili ayetin ifadesine
de uygundur: "Muhakkak bu Kur'an en doğru olana iletir ve müminleri
müjdeler." (İsrâ, 17/9). Semavî her bir kitap hakkın kendisidir. Din ve
dünya işlerinde nihaî ve hakkı batıldan ayırdedici hükmü verir.
"el-Kitâb" -sayıca pek çok olsalar dahi- peygamberlere verilen
kitapları ifade etmektedir. Böylelikle bu kitapların özleri itibariyle tek bir
kitap olduğuna ve asıl itibariyle aynı şeriatı kapsadıklarına işaret etmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah, Kitab Ehli'nden bazılarının kitaplarını düşmanlık ve hakka
karşı gelerek ayrılığın sebebi ve kaynağı haline getirdiklerini zikretmekte ve
şöyle buyurmaktadır: Başkanlar, hahamlar ve ilim adamları Allah'ın hak için
indirmiş olduğu kitap etrafında anlaşmazlığa düştüler. Oysa bundan önce onlara
kitabın anlaşmazlıkları körüklemekten yana uzak ve korunmuş olduğuna dair
apaçık belgeler ve deliller gelmiş idi. Bu belge ve deliller Kitabın insanları
mutlu kılmak için geldiğini, onları bedbahtlığa sürüklemek, aralarına
tefrikayı sokmak için gelmediğini ortaya koyuyordu. Dini koruyup gözeten,
peygamberlerden sonra onu muhafaza eden, onda bulunanları uygulamaları istenen
ilim sahipleri arasındaki ayrılığın tek sebebi kıskançlık ve zulüm, insanların
haksızlıklarına engel olmak üzere ortaya koymuş olduğu şeriatın sınırlarını
aşmalarıydı. Fakat önderlerinin kendilerine ve hükümleri altındaki insanlarına
karşı işledikleri bu cinayet, Kitabın hakka iletici olmasını herhangi bir
şekilde çürütmemektedir. Zira kusur kitapta değil; o kitabı uygulamakla görevli
olanlardadır.
Şu
kadar var ki kötülükten uzak bir maksata sahip olmakla birlikte sahih bir iman
hakka götürür, anlaşmazlıktan uzak tutar. Şüphesiz ki müminler, insanların
hakkında ihtilafa düştükleri hakka giden doğru yolu bulur, Rablerini razı
edecek şeye onun tevfik ve nimeti sayesinde ulaşırlar. Allah her zaman için
dosdoğru yola iletendir. Dini kendi nevalarına göre tevil edip yorumlayanlar
ise sapıklık, fesat ve kötülük içerisindedirler. Allah katında onlar için
acıklı bir azab vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz
dinlerini bölük pörçük edip fırka fırka ayrılanlar var ya, sen hiç bir şekilde
onlardan değilsin. Onların işi Allah'a aittir. Sonra o onlara yaptıklarını
haber verecektir." (En'âm, 6/159).
İlim
adamlarının Allah'ın Kitab'ına karşı yaptıkları bu davranışın çirkin tablosunun
sunulmasından sonra, Allah rasulünü ve müminleri sabırlı olmaya, sebat
göstermeye, kafirlerle karşı karşıya gelme halinde de sıkıntılara katlanmaya
teşvik etmektedir. Müminler çeşitli bela ve mihmetlere maruz kalırlar.
Tıpkı
önceki peygamberlerin türlü sıkıntılarla, oldukça ağır üzüntülerle karşı
karşıya kaldıkları gibi. Onlar bu hallere kurtuluncaya ve zafere erinceye kadar
sabrettiler, sebat gösterdiler. Çünkü cennetlere girmek, Allah'ın rızasına nail
olmak, cihad etmeyi, sıkıntılara katlanmayı, eziyetlere göğüs germeyi gerektirir.
Fitne ve mihnetleri başarıyla geçmeyi, imtihanları başarı ve sebatla bitirmeyi
gerektirir. Herhangi bir şekilde darlık göstermeden usanç ve tahammülsüzlük
belirtileri ortaya koymadan, hidayet yolundan sapma göstermeden. Bununla
birlikte de ilahî tekliflerin yükümlülüklerini yerine getirerek...
Müminin,
zaferin geciktiğini sanma, hakkı yoktur. Şüphesiz Allah'ın dostlarına ve
sevdiklerine olan yardımı pek yakındır.
Önceki
peygamberlerin ve ona uyan müminlerin maruz kaldıkları bu durumlar, ibret ve
öğüt almak için dosdoğru bir örnektir. İşte sizler de İslamın ilk döneminde
bulunan ey müslümanlar; henüz onların düştükleri belâların benzeri belâlara
düşmediniz. Onlar öyle darlık, korku, fakirlik, acı ve hastalıklara maruz
kaldılar ve bu belâlar onları o derece rahatsız etti ki, çektikleri acı ve
karşı karşıya kaldıkları bu katı durumlar sonucunda peygamber de -ki insanlar
arasında Allah'ı en iyi bilen, tanıyan, onun güvenine en çok ihtiyaç duyanlardır-
Allah'ın yardımı ne zaman? demek zorunda kaldı. Öyle ki çektikleri sıkıntılardan
dolayı sabırları tükenmek üzereydi. Onlara: Şunu biliniz ki muhakkak Allah'ın
yardımının gerçekleşmesi, ortaya çıkması pek yakındır. Nitekim Yüce Allah bir
başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o peygamberler
ümitlerini kesip de kendilerinin yalancı çıkarılacaklarını zannettikleri bir
sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Fakat
günahkârlar güruhundan ise azabımız asla döndürülmez." (Yusuf, 12/110).
İşte
bütün bunlarda (peygamberlerin tavırlarında ve ilk müslümanların konumlarında)
daha sonra gelip de; İslâm yalnızca bir ibadettir, sanıp herhangi bir
sınamadan geçmeyeceklerini veya herhangi bir türden eziyete maruz kalmayacaklarını,
türlü musibet ve sıkıntılarla karşılaşmayacaklarını zannedenler için bir ibret
vardır. Onların böyle bir zanları, hidayet ehlini sınama hususundaki Allah'ın
sünnetini bilmeyişlerindendir. Bu ibtilâ ise hak ve iman üzere sebat güçlerini,
Allah'a davetin gerektirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanma güçlerini
belirlemek içindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizi biraz
korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Yine Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve
imtihan olunmadıkça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce
geçenleri Biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir,
yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3). Yine Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Allah siz içinizden cihad edenlerle
sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i
İmran, 3/142).
Yine
de geçmişte olsun, halihazırda olsun müslümanlar, önceki peygamberlerin maruz
kaldıklarının benzerlerine ulaşmış değildirler. Onlardan kimisi öldürüldü,
kimisi ise diri diri testerelerle biçildi, kimi müminler ateşte yakıldı.
[45]
Yemen'de, Yüce Allah'ın da haber verdiği üzere Ashab-ı Uhdûd'a yapıldığı gibi:
"Alevli ateş hendeklerinin sahipleri öldürüldü. O zaman onlar onun
etrafında oturuyorlar ve onlar müminlere yaptıkları şeyi görüyorlardı. Onlar o
iman edenlerden yalnızca Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman ettiklerinden dolayı
intikam aldılar." (Burûc, 85/4-8).
[46]
Peygamberlere,
semavî kitaplara her zaman ve mekânda ihtiyaç vardır. Çünkü bunlar insanları
hak dine, sahih inanca yöneltmekte, insanlara sağlıklı hayatın yolunu
göstermekte, dünya ve ahiretteki mutluluk yolunu açıklamakta, hak ile batıl
arasındaki açık sınırları ortaya koymakta, insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda
adaletle hüküm vermektedirler.
Yalnızca
fıtrat, tabii his ve meyiller hidayet ve doğruluk için kafi değildir. Çünkü o
bilinmeyen bir şeydir, üstü bulutlarla örtülüdür, belli bir takım kalıplara
sokulmuş değildir. Hayatı yönlendirmeye beşerî akıllar da elverişli değildir.
Çünkü akıllar arasında fark vardır. Kimi zaman birbirleriyle çatışma halindedir,
gerçekleri idrak etmekte yetersizdir. Hikmetli bir takım kimselerin akılları
hak yolunu idrak etse dahi, bu insanlar arasında oldukça az bir kesime münhasırdır.
Alimin ortaya koymuş olduğu bir teorinin doğruluğunun ortaya çıkması yahut bir
sözün doğruluğunun tespiti ancak uzun deneylerden ve arka arkaya yapılan
kesintisiz etüd, düşünme ve dikkatli incelemelerden sonra ortaya çıkar. Bu
sefer söylenen sözün veyahut hikmetin doğruluğunun sonucunu bekleyenler, uzun
ya da kısa bir zaman beklemek zorunda kalırlar. İnsan kimi zaman hevâ ve
arzularının etkisi altında kalabilir veya menfaat ve faydalarının kaygısına
düşebilir. O bakımdan görüşü kabul edilemez veya başarılı olamaz.
İnsanoğlu
hataya yapıp zarara uğramadan tecrübe ve teorilerin sonuçlarını beklemeden
önce, hakkı ve adaleti özel herhangi bir menfaat beklemenin etkisi altında
kalmaksızın; dünya ve ahirette hayırlı olana insan aklını ve fıtratını
yönlendirmek üzere şanı Yüce Allah'ın peygamber ve rasulleri göndermesi, O'nun
lütuf, rahmet ve hikmetinin bir tecellisidir.
Yüce
Allah anlayışların hatalarını düzeltmiş, doğru sanılan yerdeki yanlış yönleri
insanlara ilim geldikten sonra beyan etmiş, apaçık belgeler (Kitabın "ayrılıklar
ortaya çıkarmak" damgasından masum olduğuna dair deliller) ortaya
çıkmıştır. İşte: "Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler... onun
hakkında ihtilâfa düştüler." buyruğu bunu ifade etmektedir. Bu buyruğun
ifade ettiği anlam şudur: Yalnızca insanların güdüleri amellerini;
davranışlarını, kendilerini salâha götürecek noktalara götürmeye,
yönlendirmeye yeterli değildir. Tür olarak onları başkalarından ayıran güce
uygun direktif verme özelliğinde bir başka hidayetin de bulunması
kaçınılmazdır.
İnsan
nevinin kendisini diğer canlılardan güçleri,düşünme ve tetkik kabiliyetidir.
Direktif verme özelliğini taşıyan hidayet ise, onların arasından gelen
peygamberlerin getirdiği ve Yüce Allah'ın o peygamberlere indirdiği Kitabın hidayetidir.
Bunlarla birlikte rasullerin yalan söylemekten masum, kitapların da hatadan
korunmuş olduklarına dair deliller de ortadadır. O halde insanlara düşen,
risalet ve masumiyete dair delilleri kavramak yolunda öncelikle akıllarını
kullanma görevidir. Bunu kavradıkları takdirde kesinlikle peygamberlerin
davetlerini tasdik istidadını elde ederler. Bu davete iman ettikleri ve peygamberlerin
getirdiklerini de akıllarıyla kavradıkları vakit ise, ona sımsıkı sarılmaları
ve ondan asla ayrılmamaları görev olur.
"Yoksa
siz, sizden önce geçenlerin..." ayeti imanın bir takım hak ve görevlerinin
bulunduğunu göstermektedir. Bunlar dünya ve ahiret mutluluğuna götürür. Bu
görevleri kim ihmal eder veya bu konuda bir kusur işlerse Yüce Allah'ın bu
ümmetin geçmişlerine lütfettiği egemenlik ve izzet gibi üstün nimetlerinden
mahrum kalır. Ayrıca cennete bu bedelden başkası ile ulaşmak mümkün değildi.
Temennilerin hiç bir faydası yoktur. Müslümanlara düşen sadece bu dünya
hayatındaki rolünü ve taşıdığı mesajı değerlendirebilmekten ibarettir.
Yalnızca kalbî iman ona yetmez. Bir takım işleri başarmalı, büyük fedakârlıklarda
da bulunmalıdır. Nefsini güzelliklerle bezeyinceye, kusurlarını düzel-tinceye
kadar nefsine karşı mücadele vermelidir. İyilik ve takva üzerinde dayanışmalıdır.
Dünya ziynetinden, dünyaya kapılmaktan uzak durmalıdır. Ahiret için ihlâsla
amel işlemeli, yalnızca Allah'ı razı etmeye çalışmalıdır. Herhangi bir riya
düşüncesi ve şöhret emeli ile şâibelenmemelidir.
Selef-i
salihînin eğitim jekli üzere müslüman yeniden oluşturulduğu takdirde,
arzulanan İslâmî izzetin gerçekleştirilmesi, düşmanlara karşı umulan zaferin
elde edilmesi mümkündür. Tabii ki bununla birlikte düşman gücüne karşı yeterli
bir şekilde koyabilecek gerekli güç ve araçlarının da tamamlanması, ümmetin
yeniden oluşturulabilmesi için gereken planlamanın yapılması, ilerlemenin ve
kalkınmanın esaslarının tam bir kararlılık, ısrar ve ihlas ile fiilen uygulama
alanına geçirilmesi de gereklidir.
[47]
215-
Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "İnfak edeceğiniz hayır,
anne ve babanın, akrabaların, yetimlerin yoksulların ve yolda kalmışlarındır.
Her ne hayır işlerseniz muhakkak[48]
"Hayır",
helâl ve çokça mal demektir. Ona bu adın veriliş sebebi, hayır yollarında
harcanmasının uygun olduğundandır. Azı da çoğu da kapsar.
"Akrabalar"
çocuklar, çocukların çocukları ve sonra kardeşlerdir. "Yetim"
küçükken babasını kaybeden kimsedir. 'Yoksul (miskin)" kendisine yetecek
kadarını kazanmaktan aciz olan, bununla birlikte aza da kanaat gösteren kimsedir.
"İbnü's-Seb'il (yol oğlu)" ise yolcu demektir.
"Her
ne hayır işlerseniz" infak veya başka kabilden olsun, "muhakkak Allah
onu çok iyi bilir" ve onun mükâfaatmı verir.
[49]
İbni
Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müminler
Allah'ın rasulüne mallarını nereye harcayacaklarına dair soru sordular. Bunun
üzerine: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar; de ki: İnfak edeceğiniz
hayır..." ayeti nazil oldu.
İbnü'l-Münzirtn
de Ebu Hayyan'dan rivayet ettiğine göre Amr b. el-Cemûh Resulullah (s.a.)'a:
Mallarımızdan neyi infak edelim ve onları nereye harcayalım? diye sordu; bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ebu Salih yoluyla gelen rivayette, İbni
Abbas'm şu sözleri de aynı istikamettedir: Bu ayet-i kerime ensardan olan Amr
b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Kendisi pek çok malı olan yaşlı bir kimse
idi. Ey Allah'ın rasulü, dedi, ben neyi tasadduk edeyim ve kime harcayayım?
Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
[50]
Bundan
önceki ayet-i kerimelerde dünya sevgisinin ayrılık ve ihtilâfa sebep olduğu,
gerçekten iman edenlerin ise Allah'ın rızası uğrunda malları ve canları dolayısıyla
sıkıntılara katlanacakları belirtilmişti. O bakımdan Allah yolunda infaka insanı
teşvik eden bu buyruğun zikredilmesi gayet uygun düşmektedir. Çünkü kazanç ve
infak sabır ve cömertlik gerektirir. Malın feda edilmesi canın feda edilmesi
gibidir. Her ikisi de imanın alâmetleri arasında yer alır.
Bununla
birlikte şunu bilelim ki, mutlaka her bir ayetin sonraki ayet ile arasında bir
münasebetin bulunmasına gerek yoktur. Özellikle eğer hükümler sorulmuş veya
sorulması muhtemel bir takım sorulara cevap olarak geliyorsa durum böyledir.
Çünkü bu tür sorular -bu ayette de görüldüğü gibi- bu durumların hükümlerini
bilmek ihtiyacından dolayı sorulur. Gerçekten de -nüzul sebebinde de belirtmiş
olduğumuz gibi- fiilen bu hususta soru sorulmuştur.
[51]
Dikkat
edilirse daha önce şöyle demiştik: Bakara suresinin baş tarafından itibaren
Yüce Allah'ın, "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin
temiz olanlarından yiyin." (Bakara, 2/172) ayetinden öncesine kadar Kur'an
ve risaletten söz edilmektedir. Bu ayet-i kerime ve ondan sonrakilerden
itibaren Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla
yurtlarından çıkanları görmedin mi?" (Bakara, 2/243) buyruğuna kadar olan
ayetler ise, amelî bir takım hükümleri dile getirmektedir.
Bu
ayet-i kerime ise müminlerin yapacakları infakın harcama yerlerini
açıklamaktadır.
[52]
Ya
Muhammedi Arkadaşların sana farz olan zekâtı değil de tatavvu nafaka olarak
neyi, nerede harcayacakları hakkında soru soruyorlar. Sen onlara şöylece cevap
ver: Az veya çok her ne harcarsanız bunun sevabı yalnız size ait olacaktır.
Harcama yerleri ise en yakın akraba oldukları için öncelikle anne babaya ve
çocuklaradır. Daha sonra diğer akrabalar -yakınlık sırasına göre- gelir.
Arkasından kendilerine bakanlar vefat etmiş yetimler, kazanmaktan aciz kalmış
miskinler gelir. Sonra da memleketlerine geri dönmek imkânını kaybetmiş yolda
kalmış yolculara vermek gerekir. Kayıtsız şartsız olarak her türlü iyilik ve
itaat yollarında yaptığınız infakların Allah karşılığını verecektir; çünkü O,
her şeyi bilendir. Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. O karşılık vermeyi ve yapılana
sevap vermeyi unutmaz. Aksine iyiliğin kat kat sevabını verir.
Daha
sahih kabul edilen görüşe göre bu ayet-i kerime muhkemdir. Neshe-dilmiş
değildir. Çünkü bu ayet-i kerime nafile sadakayı beyan içindir. Zira infak
edilecek şeyin miktarını tayin etmemektedir. Şer"an öngörülen zekâtın miktarının
ise tayin edildiği icma ile kabul edilmiştir.
[53]
İnfakta
bulunulacak tarafların sıralanışı Ahmed ve Nesaî'nin Ebu Hurey-re'den yaptığı
rivayette şöylece ortaya konmaktadır: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sadaka
veriniz!" Adamın birisi yanımda bir dinar var, deyince: Hz. Peygamber:
"Onu kendine tasadduk et!" diye buyurdu. Adam: Bende bir başka dinar
daha var, deyince Hz. Peygamber: "Onu da hanımına tasadduk et!" diye
buyurdu. Yine adam: Bende bir dinar daha var, deyince; Hz. Peygamber bu sefer:
"Onu da çocuğuna harca" diye buyurdu. Adam: Bir dinarım daha var, deyince
Hz. Peygamber: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" diye buyurdu. Yine
adam: Bende bir diğer dinar daha var; deyince Hz. Peygamber: "Onu artık ne
yapacağını sen daha iyi bilirsin!" diye buyurdu.
Atâ'dan
gelmiş bir diğer rivayete göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'m huzuruna
gelen bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam gelip şöyle demiş: Benim bir
dinarım var. Hz. Peygamber: "Onu kendine harca!" diye buyurmuş. Adam:
Benim iki dinarım var, deyince Hz. Peygamber "O ikinci dinarını ailene
harca!" diye buyurmuş. Adam: Üç dinarım var! deyince Hz. Peygamber:
"Onu hizmetçine harca!" diye buyurmuş. Adam: Benim dört dinarım var,
deyince Hz. Peygamber "Onu anne babana harca" diye buyurmuş. Adam:
Beş dinarım var, deyince; Hz. Peygamber: "Onu yakınlarına harca!"
diye buyurmuş. Adam: Benim altı dinarım var, deyince Hz. Peygamber:
"Allah yolunda infak et ve o, bunların en alt derecesidir."
Ayet-i
kerime anne babaya ve yakın akrabaya verilen tatavvu' sadakanın daha faziletli
olduğunu beyan etmektedir. Bunun delili de Resulullah (s.a.)'m şu buyruğudur:
"Ey kadınlar topluluğu! Süs eşyanızla dahi olsa tasaddukta
bulununuz." Abdullah b. Mes'ud'un hanımı Zeyneb kocasına şöyle dedi: Benim
gördüğüm kadarıyla sen elidar birisisin. Sana verdiğim takdirde sadaka yerine
geçecekse onu sana vereyim. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona
şöyle sordu: Himayemde bakmam gereken yetimler varken kocama verdiğim takdirde
bu verdiğim benim için sadaka yerine geçer mi? Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
"Senin için iki ecir olur. Birisi sadaka ecri, öbürü yakınlık dolayısıyla
ecir." Bir diğer rivayette şöyle buyurulmaktadır: "Kocan ve
çocukların kendilerine tasaddukta bulunduğun kimseler arasında en lâyık
olanlardır." Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre de Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Önce kendinden başlayarak nefsine tasaddukta
bulun." Nesaî ve başkalarının rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Veren el üstteki (olan) eldir. Babana, annene, kızkardeşine,
kardeşine ve sırasıyla yakınlarına (ver)." Şüphesiz akrabalara karşı
şefkat daha ileri derecededir. Sana karşı kötü duygular besleyen akrabayı
gözetmek ise ihlâsı daha bir yerleştiricidir.[54]
Neyin
harcanacağı sorulmakla birlikte ayet-i kerimedeki cevabın kimlere harcanacağını
beyan etmesi "üslubu hakîm" yolu iledir. Onlar bir şey hakkında soru
sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir ki, o da harcama
yapılacak yerlerdir. Çünkü infak, yerini bulmadıkça hayrı tahakkuk ettiremez.
[55]
Bu
ayet-i kerime nafile (tatavvu) sadakanın harcama yerlerini beyan etmektedir.
Bu harcama yerlerinden bir tanesi de şudur: Zengin olan bir kimsenin muhtaç olan
anne ve babasına durumlarım düzeltecek kadar -yiyecek, giyecek ve buna benzer
hususlarda- infakta bulunması vacibdir.
Erkek
evlât babasını evlendirmekle görevli midir? İmam Malik der ki: Erkek evlat
babasını evlendirmekle görevli değildir. Fakat babasının hanımına ister annesi
olsun ister olmasın infak etmekle görevlidir. İmam Malik'in babasını
evlendirmek görevi yoktur, demesi ile ilgili olarak Kurtubî şunları söylemektedir:
Çünkü İmam Malik'in görüşüne göre babanın çoğunlukla evlenmeye ihtiyacı olmaz.
Şayet kesin olarak evlenmeye ihtiyacı olursa onu evlendirmek oğlu için vacib
olur. Çünkü durum böyle olmasaydı, hem babasına hem de babasının hanımına
infak etmeyi vacib görmezdi. Malî ibadetler ile ilgili olan hususlara gelince,
babasına haccını yapabilecek yahut gaza masrafını karşılayacak bir miktar
vermekle görevli değildir. Ancak babasının adına fıtır sadakasını vermesi
görevidir. Bunun böyle olması, babasının nafakasını karşılamak yükümlülüğü ve
babasının müslüman olması dolayısıyladır.
[56]
Meşhur
görüşe göre Şafiîler şöyle derler: Erkek yahut kadın olsun, evlâdın baba ve
dedelerinin iffetini koruması lâzımdır. Çünkü bunlar da nafaka ve giyecek gibi
onların önemli ihtiyaç alanları arasında yer alır. Diğer taraftan helak olmaya
götürecek zinaya onları maruz bırakmamalıdır. Böyle bir şeye maruz bırakmak
ise babalığa hürmet ilkesine uygun değildir. Şer'an yerine getirmekle
emrolunduğu onlarla iyilikle geçinmeye de uymaz.
[57]
Bu
ayet-i kerime bir takım hususlara delâlet etmektedir. Bunların, bazılarını
şöylece sayabiliriz:
1- Allah rızası gözetildiği takdirde infak etme az ya da çok olsun, sevap
kazanmaya vesiledir. Nafile ve farz bütün sadakalar bu genel hüküm kapsamı
içerisine girer.
2- Daha yakın olanların nafaka hususunda öncelikleri vardır. Çünkü Yüce
Allah: "De ki: İnfak edeceğiniz hayır anne ve babanın,
akrabaların..." diye buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber (s.a.) de daha önce
geçen buyruğunda Yüce Allah'ın muradını beyan etmektedir: "Geçindirdiğin
kimselerle başla. Annen, baban, kızkardeşin, erkek kardeşin ve sırasıyla
yakınların."
3- Bu buyrukta, açıklamış olduğumuz gibi anne babaya ve yakınlara
infa-kın, oğul için bir görev olduğunun delili vardır. Bu görevin yalnızca
onlara karşı olması buna karşılık yoksulları, yolcuları ve ayetin söz konusu
ettiği diğer bütün grupları kapsamamasmın sebebi şudur: Diğerleri hem zekâtın,
hem nafile sadakanın kapsamına girerler. Diğer taraftan Ebu Hureyre tarafından
rivayet edilen merfû' hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda
verdiğin bir dinar, bir yoksula verdiğin bir dinar, bir köleyi azad etmek için
verdiğin bir dinar, aile halkına harcadığın bir dinar (bütün bunlar arasında)
aile halkına harcadığın dinarın ecri hepsinden daha büyüktür." İbni
Mes'ud'un rivayetine göre ise Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslüman bir kimse aile halkına bir infakta bulunduğu takdirde bu, onun
için bir sadaka olur."
[58]
216- Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize
yazıldı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz birşey de
hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217-
Sana haram ayı, onda savaşmayı
sorarlar. De ki: "Onda yapılan savaş büyüktür. Allah yolundan alıkoymak,
onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise
Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden büyüktür." Eğer güç
yetirse-ler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar.
Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse, onların
bütün amelleri dünyada da ahi-rette de heder olup gider. Onlar ateşliktirler.
Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.
218- Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah
yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah
Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
"Hoşunuza
gitmediği" yani hoşlanılmayan bir şey olduğu "halde". Burada
masdar, ism-i mefûlün yerine mübalağa ifade etsin diye kullanılmıştır.
"Hoşunuza gitmediği halde" buyruğu ile "sevdiğiniz bir
şey" buyrukları arasında Be-di' ilminde mukabele sanatı vardır.
"Allah
bilir, siz bilmezsiniz." buyruğunda ise selbî tıbâk adı verilen bir
mutabakat vardır.
[59]
"Hoşunuza
gitmediği" hoşlanılmayan bir şey olduğu "halde" kâfirlere karşı
"savaş üzerinize" faiz olarak "yazıldı. Bazen hoşlanmadığınız
bir şey size hayırlı olur." Burada ("bazen" anlamını verdiğimiz:
"asâ" buyruğu, tereccî (umut) içindir.
"Allah
yolundan alıkoymak" insanları Allah’ın dininden engellemek "Onu"
Allah'ı "inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan" Mekke'den "alıkoymak
ve halkını" peygamberi ve müminleri "oradan çıkarmak ise, Allah
katında" o ayda savaş yapmaktan günah itibarıyla "daha büyüktür.
Fitne" yani kalplerine şüpheler bırakmak yahut helak olana kadar onları
işkencelere maruz bırakmak suretiyle müslümanları dinlerinden döndürmek için
yapılan işler
[60] "katilden daha
büyüktür."
"Her
kim dininden irtidad eder" döner "de kâfir olarak ölürse, onların bütün
amelleri dünyada da ahirette de heder olup gider." Yani dünyada da
ahiret-te de bâtıl olur ve fesat bulur. Bunlara hiç bir değer ve ecir verilmez.
Burada "kâfir olarak ölürse" kavlinin "irtidât" ile
birlikte gelmesi, şunu ifade etmektedir: İslam'dan dönecek olursa amelleri
bâtıl olmaz. O amelleri dolayısıyla yeniden müslüman olursa sevap alır ve
tekrar iade etmesine de gerek yoktur; hac gibi. Bu Şafiî'nin görüşüdür. Malik
ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, bu amellerini iade eder.
"Şüphesiz
iman edenler" imanları üzere sebat gösterenler "hicret edip" vatanlarından,
çoluk çocuklarından ayrılıp "de Allah yolunda cihad edenler var
ya..." Cihad kelimesi zorluk ve meşakkat anlamına gelen
"cühd"den alınmadır. Allah yolunda yapılması ise onun dinini
yüceltmek için yapılması anlamındadır. "İşte onlar Allah'ın rahmetini
umarlar." Bu yollara başvurmakla Allah'tan sevap umarlar.
[61]
216.
ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle demektedir:
Allah müslümanlara cihadı farz kılınca bu onlara ağır geldi ve bundan
hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
217. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da
İbni Cerir et-Taberi, İbn Ebi Hatim, el-Mu'cemu'l-Kebir' inde Taberânî ve
Sımen'inde Beyhâkî, Cündeb b. Abdullah'dan şunu rivayet etmektedir: Resulullah
(s.a.) bir grup kişiyi Abdullah b. Cahş el-Esedî komutasında gönderdi. Yolda
Amr b. el-Hadramî ile karşılaştılar. Ancak o gün Recep ayından mı, yoksa
CemaziyelahirMe mi olduklarını bilemediler. Müşrikler müslümanlara: Sizler
haram ayda adam öldürdünüz, deyince Yüce Allah, "Sana haram ayı, onda
savaşmayı sorarlar" buyruğunu indirdi. Buna göre bu ayetin nüzul sebebi,
müfessirlerin ittifakıyla Abdullah b. Cahş'ın başından geçen olaydır.
Müfessirler
derler ki: Resulullah (s.a.) Peygamber (s.a.)'in halasının oğlu olan Abdullah
b. Cahş'ı Bedir savaşından iki ay kadar önce Medine'ye gelişinin 17. ayının
başında Cemaziyelahir'de (askeri birliğin komutanı olarak) göndermiş idi.
Onunla birlikte muhacirlerden sekiz kişilik bir topluluk vardı. Görevleri
Kureyşllere erzak götüren kervanı gözetlemek idi. Kervanda aralarında Amr b.
el-Hadremî'nin de bulunduğu üç kişi daha vardı. Abdullah b. Cahş ve beraberindekiler
Amr'i öldürdüler, iki kişiyi de esir aldılar ve kervana da el koydular. Kervan
arasında kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş'in develeri, ayrıca Taiflilere ait
ticaret malları da bulunuyordu. Olay Receb'in ilk gününde olmuştu. Onlar ise
bunun Cemaziyelahir'de olduğunu zannediyorlardı. Medine'ye Peygamber (s.a.)'in
huzuruna geldiklerinde, onlara: "Allah'a yemin ederim ben haram ayda
savaşmanızı size emretmedim" dedi. Ganimeti dağıtmayı durdurdu,
Kureyşliler ise şöyle dediler: Muhammed haram ayda haram olan savaşmayı helâl
kıldı. Halbuki bu ayda korku içerisinde olan bir kimse bile güvenlik kazanır
ve insanlar geçimlerini sağlamak için çalışırlar
[62]
Bazı
müslümanlar da şöyle demişti: Onlar bu işleriyle günah kazanmamış olsalar bile
ecirleri yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler, Allah
yolunda cihad edenler var ya..." ayetini inzal buyurdu.
[63]
Savaşa
dair hükümler, sadaka (nafile infak) hükümlerinden sonra söz konusu edildi. Bu
ikisi arasında oldukça sağlam bir ilişki vardır. Çünkü savaşmanın can ve
değerli malı feda etmeyi gerektirdiği bilinen bir husustur. Mal canın
yon-gasıdır. İnfak ise mal ile bir cihaddır. O bakımdan malın feda edilmesinden
daha üstün olan cihadın, burada söz konusu edilmesi uygun düşmektedir. Ancak
cihad ile din istikamet bulur. Onun da malın ve canın feda edilmesine ihtiyacı
vardır.
[64]
Ey
müslümanlar topluluğu, kâfirlerle savaşmak, -ihtiyaç kapatılabildiği takdirde-
farz-ı kifaye olmak üzere farz kılındı. İhtiyaç karşılanamadığı ve düşman
İslâm topraklarına girdiği takdirde ise, farz-ı ayn olur. Cumhur der ki: Cihadın
ilk olarak farz kılınması, muayyen değil de kifaye olmak üzere gerçekleşmiştir.
Daha sonra düşman İslâm topraklarına girinceye kadar cihadın farz-ı kifaye
olacağı, girmesi halinde de farz-ı ayn olacağı üzerinde icmâ' devam
ede-gelmiştir. Atâ der ki: Savaşın farz kılmışı Muhammed (s.a.)'in ashabı
üzerinde farz-ı ayn şeklinde olmuştur. Şeriat hakim olunca artık kifaye yoluyla
farz haline gelmiştir.
[65]
Tabiatınız
itibarıyla savaş sizin için hoşlanılmayan bir şeydir ve zordur. Çünkü savaş
için malın feda edilmesi, nefsin telef olmak ile karşı karşıya bırakılması söz
konusudur. Fıtri olan savaştan çekinme duygusu insanın mükellef kılındığı bu
şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü insan bazen taşıdığı fayda
dolayısıyla acı olan şeyleri alıp kullanmaya razı olabilir. Diğer taraftan sizler,
tabiatınız gereği bazı şeylerden hoşlanmayabilirsiniz, fakat daha sonraları o
şeyde sizin için hayır ve menfaat olduğu görülür. Çünkü savaşta ya zafer ve
ganimet, ya da şehadet ve ecir ile Yüce Allah'ın rızası söz konusudur. Cihad
ile Allah'ın kelimesi yüceltilir, hakkın, adaletin burcu yükseltilir zulüm bertaraf
edilir. Sizler savaşı terketmek gibi bazı şeyleri sevebilirsiniz. Gerçekte ise
bunlar sizin için bir kötülüktür. Çünkü savaşı terketmekte zillet, fakirlik,
düşmanların İslam topraklarına, mallarına tasallutu, saygı duyulması gereken
değerlerin ayaklar altına alınması söz konusudur. Bu kimi zaman tümüyle
müslü-manlarm yok olmaları sonucunu dahi verebilir.
Allah,
savaşın sizin için dünyanızda hayırlı olduğunu bilir. O size hakkınızda
hayırlı ve faydalı olandan başka bir şeyi emretmez. Ayrıca sizler bilginizin
az ve sınırlı olması dolayısıyla Allah'ın bildiğini bilemezsiniz. O bakımdan
cihad vazifesini ifa etmemeye meyletmeyiniz. Böyle yaparsanız sizin için zararlı
olur. Çünkü dünya karşılıklı olarak tarafların birbirlerini savması esası üzerinde
kuruludur. Sizler Rabbinizin size emrettiğini yerine getirmek hususunda elinizi
çabuk tutunuz. Tabiat ve nevalarınıza meyletmekten sakınınız. Allah'ın ilminde
onun dinini yücelteceği, az olmalarına rağmen o dine mensub olanlara zafer
vereceği; çokluklarına rağmen de batılın peşinden gidenleri yardımsız bırakacağı
sabit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nice az bir
topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca kalabalık bir topluluğu mağlup etmiştir.
Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).
Size
savaşı farz kılan Allah, yine bilir ki; şu düşmanlara karşı savaştan, onları
korkutmaktan ve zelil kılmaktan başka bir şeyin faydası olmaz. Ancak bu şekilde
tekrar müslümanlara karşı saldırıda bulunmaya, haksızlıklar yapmaya
kalkışamazlar.
Bu
ayet-i kerimede üzerlerine savaşmanın farz kılınanların kimler olduğu hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır:
el-Evzai
ve Atâ der ki: Bu ayet-i kerime ashab-ı kiram hakkında nazil olmuştur. O halde
üzerlerine cihadın farz olduğu kimseler onlardır.
Cumhur
ise şöyle demektedir: İhtiyaca veya duruma göre savaşmak bütün müslümanlar
üzerine farzdır. Şayet İslâm galip ve üstün ise bu farz-ı kifâyedir. Eğer
düşman galip ve üstün ise zafer gerçekleşinceye kadar farz-ı ayndır. Tercih
edilen görüş de budur. Resulullah (s.a.) da sahih hadiste şöyle buyurmuştur:
"Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır. Cihada
katılmak için çağırıldığınız vakit cihada çıkınız."
Bu,
savaşı farz kılan ilk ayet-i kerimedir. Bu farz oluş, hicretin ikinci yılında
olmuştu. Daha önce Mekke'de savaşmak müslümanlar için yasak idi. Yüce Allah
Medine'ye hicret ettikten sonra müşriklerden savaşanlarla savaşmayı:
"Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşılanlara (savaşa) izin
verildi." (Hacc, 22/30) buyruğu ile izin verdi. Arkasından bütün
müşriklerle savaş mubah kılındı, daha sonra da cihad farz kılındı.
Abdullah
b. Cahş seriyyesi tarafından İbnü'l-Hadranıî'nin öldürülmesi meselesi,
Kur*an-ı Kerinı'in söz konusu ettiği bir çalkantıyı ve bir takım soruları gündeme
getirmişti. Yüce Allah buyurdu ki: Ya Muhammed, ashabın haram ayda -o da
Receb'tir- savaşmanın hükmünü helal midir, yoksa haram mıdır? diye soruyorlar.
Onlara
de ki: Evet, haram ayda savaşmanın günahı, büyüktür. Bu kabul edilmeyecek bir
iştir. Çünkü haram ayda savaşmama hükmü o gün için söz konusu idi. Fakat
Kureyşlilerin müslümanları dinlerinden çevirecek şekilde Allah'ın yolundan
alıkoymaları, müslümanları öldürmeleri, yurtlarından çıkarmaları Allah'ı inkâr
etmeleri, müslümanları hac ve umreden alıkoymak suretiyle Mescid-i Haram'dan
alıkoymaları, oranın ahalisini -ki onlar Resulullah (s.a.) ile ashabıdır-
Mekke'den çıkarmalarının ise, evet bütün bunların, Allah katında olsun insanlar
arasında olsun günahı, haram ayda savaşmaktan daha büyüktür. Esasen fitne
öldürmeden daha ağırdır. Onların Ammâr b. Yâsir'e, babasına, kardeşine,
annesine ve diğer müslümanlara karşı işledikleri görülmedik kötülükteki işleri
ve barbarca cinayetleri İbnü'l-Hadramî'nin öldf-ülme-sinden çok daha büyüktür.
Yani sizler, ey müslümanlar, iki zarardan daL a hafif olanını, iki kötülükten
daha ehven olanını işlemek durumundasınız.
Bu
müşrikler veya kâfirler hâlâ şer ve münker üzerindedirler. Müslümanlara karşı
savaşı sürdürmektedirler ve Müslümanları dinlerinden döndürünce-ye kadar da
bunu yapacaklardır. Onlar İslâmı müminlerin kalplerinden çıkarmaya
çalışmaktadırlar. Her kim onlara muvafakat eder, kâfir olarak ölür, İslama
dönmek suretiyle tevbe etmezse onun ameli boşa çıkmış olur, sevabı ve ecri yok
olur, gider, orada ebedi kalmak üzere cehennemlikler arasına katılır. İşte bu
irtidat eden kâfirlerin cezasıdır.
Abdullah
b. Cahş ve ona benzer Allah yolunda cihad edenlere gelince; bunlar Allah'ı ve
raslünü tasdik edenler, ailelerinden, vatanlarından ayrılan müşriklerle
birlikte müşriklerin yurdunda kalmayı terkeden, müşriklerin egemenliklerini
tiksinerek reddeden, bunun için de dinlerinde fitneye uğratılmaktan korkarak
Allah'ın adını yükseltmek, dininin zafere kavuşması için hicret eden, Allah'ın
yolunda savaşan ve Peygamber (s.a.)'e katılan kimselerdir. İşte asıl kamil olan
bu insanlar ancak Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah en güzel şekilde
onları mükâfatlandıracak onların günahlarını örtecek, lütuf ve insanıyla onlara
merhamette bulunacaktır. O, onlara ve onların benzerlerine karşı mağfiret
sahibi, merhametli olandır. Soruyu soranların ashab-ı kiramdan olduğunu kabul
edersek, anlamı böyle olur.
Konuyla
ilgili bir rivayet daha vardır
[66] Buna
göre müşriklerden bir grup haram ayda savaşma hakkında soru sormuşlardı. O
takdirde bu buyruğun anlamı da şöyle olur: Müşrikler çelişki içindedirler. Bir
taraftan haram ayın hürmetini, saygınlığını kabul ediyorlar, diğer taraftan da
bundan daha büyük olan bir işi yapıyorlar. Allah'ın yolundan alıkoymak, Allah'ı
inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoymak, oranın halkını oradan
çıkarmak, müslümanları dinlerinden geri çevirmek için fitneye maruz bırakmak.
İşte bunlar Yüce Allah nezdinde günah olarak çok daha büyüktürler.
[67]
"Hoşunuza
gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı." ayet-i kerimesi, cihadın farz
olduğunu açıklamaktadır. Cihad mümin için bir imtihan ve cennete götüren bir
yoldur. Cihaddan kasıt, kâfir düşmanlarla savaşmaktır. Peygamber (s.a.)'e,
Mekke'de ikamet ettiği onüç yıl süre ile savaşmaya izin verilmemişti. Hz. Peygamber
hicret edince, müşriklerden kendisi ile savaşanlarla savaşmak üzre izin
verildi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zulme uğratıldıkları için
kendileriyle savaşanlara (savaşmaya) izin verildi." (Hacc 2/39). Daha
sonra da genel olarak bütün müşriklerle savaşması hususunda ona izin
verildiğini görüyoruz.
Cihad
hoşlanılmayacak bir iştir. Çünkü cihadda malı çıkartıp verme, vatandan,
aileden ayrılma, bedenî olarak zarar görme, sakat kalma hatta ölüm bile söz
konusudur. Cihaddan hoşlanmayışlarının sebebi budur. Yoksa onlar Yüce Allah'ın
cihadı farz kılmasından hoşlanmamış değillerdir. Bu ayet-i kerime hakkında
İkrime şöyle demektedir: Onlar önceleri cihaddan hoşlanmıyor iken, daha sonra
onu sevdiler ve: "Dinledik itaat ettik" dediler. Çünkü bir emrin
yerine getirip ona itaat edilmesi beraberinde bir zorluğu da getirmektedir.
Fakat sevabı bilindiği takdirde, o sevaba karşılık sıkıntılara katlanmak oldukça
hafif gelir. Esasen ebedîlik yurdunda, ebedî hayattan ve doğruluk makamında
ikrama nail olmaktan daha üstün bir nimet olmaz.
İhtiva
ettiği zorluklar sebebiyle cihaddan hoşlanmamaya rağmen cihad, aziz olmanın,
galip gelmenin, muzaffer olmanın veya şehid olmanın yoludur. Müslümanlar cihadı
terkedip savaşmaktan yana korkuya kapılarak bu vazifeden geri kalınca
birliktelikleri parçalanmaya başlamış daha sonra da savaştan çokça kaçmaya, söz
birlikleri dağılmaya, düşmanları tarafından Endülüs'te, Filistin'de ve başka
yerlerdeki toprakları işgal edilmeye başlanmıştır.
Ayet-i
kerime, "haram ay"da savaşmanın haram olduğunu göstermektedir. O
bakımdan Atâ bu ayet-i kerimenin nesh olunmadığı görüşündedir. Çünkü savaş ile
ilgili ayet geneldir, bu ise özeldir. Genel olan bir ayet-i kerime ise, özel
hüküm ihtiva edeni nesh etmez. Fakat cumhur bu ayet-i kerimenin nesh edildiğini,
haram aylarda müşriklerle savaşmanın mubah olduğunu kabul etmektedir.
ez-Zührî'nin görüşüne göre ise nesheden buyruk: "Müşriklerle topluca savaşınız."
(Tevbe, 9/36) buyruğu ya da: "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen...
lerle savaşınız." (Tevbe, 9/29) ayetidir.
Muhakkik
ilim adamları da şöyle demektedir: Bu ayet-i kerimeyi nesheden, Yüce Allah'ın,
"Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız
öldürünüz." (Tevbe, 9/5) ayetidir. Yani, "Yeryüzünde dört ay
dolaşıp..." (Tevbe, 9/2) ayetinde sözü geçen haram ayların bu
"dolaşma süresi" dışında herhangi bir hürmetleri kalmış değildir.
Bu
görüşü, Resulullah (s.a.)'m Huneyn'deki Hevazinliler ile Taifteki Sakif-lilere
yaptığı gazalarının Ebu Amir'i müşriklerle savaşmak üzere göndermesinin
[68]
haram aylarda olması desteklemektedir.
İbnü'l-Arabî
der ki: Sahih olan, bu ayet-i kerimenin haram ayda Resulullah (s.a.)'a karşı
savaşmayı oldukça büyük bir iş olarak değerlendiren müşrikleri reddetmekte
olduğudur. O bakımdan Yüce Allah, "Allah yolundan alıkoymak, Onu inkâr
etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah
katında daha büyüktür." diye buyurmaktadır. -Küfür olan-fitne ise, haram
ayda savaşmaktan daha ağırdır, daha beterdir. Siz bütün bunları haram aylarda
yaptığınıza göre, bu ayda size karşı savaş vermek artık kesinleşmiştir.
[69]
Haram
aylar ise Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bunun son üç ayı ardı ardına
diğeri ise tek başına gelmektedir.
[70]
Müslümanların
ilişilmesi yasak olan haklarını çiğnemek, onları dinlerinden çevirmek kasdıyla
fitneye düşürmek, yurtlarından kovmak ise -ki bütün bunlar hissedilir ve maddî
suçlardır- haram ayın saygınlığını çiğnemekten daha büyük birer cürümdür.
Çünkü bu, manevî bir meseledir.
"...
sizinle savaşmalaındangeri kalmazlar." ayet-i kerimesi de sürekli bir
şekilde müminleri kâfirlerin kötülüklerine karşı uyarmaktadır.
[71]
Kur'an-ı
Kerim savaşın meşru oluş hikmetini açıklamıştır. Bu ise müslü-manların dinlerinden
dolayı fitneye uğratılmalandır. Yüce Allah, "Fitne katilden
büyüktür." (Bakara, 2/217) diye buyurmaktadır. Müşrikler türlü şüpheleri
söz konusu etmek yahut müslümanlara Ammâr b. Yâsir ve ailesine Hz. Bilâl'e,
Habbâb b. el-Eret'e Suhayb ve başkalarına yaptıkları gibi işkence yapmak suretiyle
onları dinlerinde fitneye düşülüyorlardı. Hz. Ammârt dininden dönmesi için
ateşle dağlamak suretiyle işkence ettiler. Peygamber (s.a.) onun yanından
geçiyor, baras hastalığını andıran şekilde ateşin izlerini vücudunda görüyordu.
Babasına, kardeşine ve annesine de işkence yapmışlardı. Ümmü Hâni'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ammâr b. Yâsir, babası, kardeşi Abdullah, annesi
Sümeyye Allah yolunda azaba uğratılıyorlardı. Bir seferinde Resulullah (s.a.)
yanlarından geçerken şöyle buyurdu: "Sabretmeye bakın ey Yâsir ailesi, sabretmeye
bakın. Şüphesiz sizinle buluşmak üzere sözleştiğimiz yer, cennettir."
Yâsir
işkence altında vefat etti. Ammâr'ın annesi Sümeyye ise, işkence yapılmak
üzere Ebu Cehil'e verildi. Sümeyye amcası Ebu Huzeyfe b. Ebî Muği-re'nin
cariyesi idi. Dininden döner umuduyla ona aşırı derecede işkence yaptı. Fakat
istediğini söylemedi. Harbesiyle onu fercinden vurdu ve o hanım şehid oldu.
(Allah ondan razı olsun) Kendisi vefat ettiğinde oldukça yaşlı idi.
Ümeyye
b. Halef de dininden döner umuduyla Bilâl'e işkence yapıyordu. Bir gün bir gece
boyunca aç susuz bırakır, sonra da güneşin sıcağında kızmış kumlar üzerinde
sırtı üzerine yatırır, üstüne kocaman bir kaya parçası bırakır ve ona: Ölünceye
ya da Muhammed'i inkar edip Lat ve Uzza'ya tapmcaya kadar bu durumda kalmaya
devam edeceksin, derdi. Ancak Bilâl bunu kabul etmiyor, Allah yolunda canının
feda olmasına aldırış etmiyordu. Bazen onu çocuklara teslim ediyorlar,
çocuklar onu bir ipe bağlıyor ve Mekke sokaklarında dolaştırıyorlardı. O ise
durmadan: "Ehad, Ehad (Allah bir ve tektir, Allah bir ve tektir)"
diyordu.
Habbâb
(r.a.) da sırtı üstünde ateşe bırakılmakla işkence ediliyordu.
Hatta
Kureyşliler Resulullah (s.a.)'ın kendisine dahi işkence etmekten geri durmadı.
Pislik ile dolu deve işkembesini -Kabe'nin yakınında namaz kıldığı bir sırada-
onun sırtına bıraktılar. Hz. Fatıma gelip onu attı. Daha pek çok şekillerde
Hz. Peygambere işkencelerde bulundular. Allah bu işkencelerin şerrinden onu
korumuştu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O alay edip duranlara
karşı muhakkak ki Biz sana yeteriz." (Hicr, 15/95).
[72]
"Artık
içinizden her kim dininden irtidat eder de..." ayeti, her kim İslâmı
bırakıp da küfre dönerse... demektir. Bu müslümanlara İslam dini üzerinde sebat
göstermeleri için bir tehdittir. Dinden dönmenin (irtidat) amelleri iptal edip
bozduğu hususunda müslümanlar arasında ittifak vardır. Acaba amellerin boşa
çıkması ölüm şartına bağlı mıdır?
[73]
Şafiî
ayet-i kerimede yer alan: "Kâfir olarak ölürse" buyruğundan
irtida-dın amelleri boşa çıkarmasının kâfir olarak ölme şartına bağlı olduğu
hükmünü çıkarmıştır. Ayet-i kerimenin zahir ifadesi onun bu görüşünü
desteklemektedir. Yine ayetin zahiri, irtidat eden kimse küfür üzere ölmedikçe
amelin boşa çıkmayacağını göstermektedir. Malik ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre
ise, irtidat tek başına daha önce yapılan amelleri boşa çıkarır. İsterse
irtidat eden kişi İslâm'a dönsün. Onlar bu görüşlerinde Yüce Allah'ın şu buyruklarındaki
genel ifadelere istinad ederler: "Andolsun ki eğer şirk koşarsan muhakkak
senin amelin boşa çıkar." (Zümer, 39/65); "Şayet şirk koşarlarsa
andolsun ki yaptıkları boşa çıkar." (En'am, 6/88); "Her kim imanı
inkâr edip kâfir olursa artık onun ameli boşa çıkar." (Maide, 5/5). Bu
ayet-i kerimeler, yalnızca irtidat hakkındadır.
Burada
amellerin boşa çıkması, mücerred olarak şirk koşmaya bağlı olarak ifade
edilmiştir. Hitab her ne kadar Peygamber (s.a.)'e yönelik ise de, bu hitabtan
kasıt, onun ümmetidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.)'in şirk koşması imkânsız bir
şeydir. "Artık içinizden her kim dininden irtidat eder..." şeklinde
burada va-rid olan ayet-i kerimeye gelince; bu ayet iki hükmü dile
getirmektedir: Birincisi amelin boşa çıkması, ikincisi cehennemde ebedî kalmak.
Cehennemde ebedi kalmanın şartlarından bir tanesi de mürteddin küfür üzere
ölmesidir.
Şafiîlerin
görüşüne göre: "Andolsun eğer şirk koşarsan muhakkak senin amelin boşa
çıkacaktır." ayet-i kerimesi Resulullah (s.a.)'a karşı hükmün ağırlaştırılması
kabilindendir. Yüce Allah'ın, "Ey peygamberin hanımları! İçinizden her kim
apaçık bir hayasızlık işlerse azab ona iki kat katlanır." (Ahzâb, 33/30)
buyruğunda hanımlarına karşı azabı ağırlaştırması gibi.
Bu
görüş ayrılığının etkileri, haccettikten sonra irtidat eden, sonra tekrar
İslâm'a giren kimsenin durumu hakkında ortaya çıkar. Malik ve Ebu Hanife böyle
bir kimsenin tekrar haccetmesi gerekir, çünkü irtidat etmesi onun haccı-nı da
boşa çıkarmıştır, derler. Şafiî ise haccetmesi gerekmez; çünkü o daha önceden
haccetmiştir. İrtidat ise ancak küfrü üzere ölmesi halinde amelini boşa
çıkartır, demektedir.
[74]
Hanefîler
der ki: İrtidat eden kimsenin tevbe etmesini istemek müstehab-tır. Böyle bir
kişiye önce İslam teklif edilir. Çünkü İslama girme ihtimali vardır. Fakat
bunu yapmak vacib değildir. Çünkü İslam daveti ona ulaşmış bulunmaktadır. Buna
dair delilleri ise bazı ashabın Hz. Ömer zamanında İslâm'a girdikten sonra,
Allah'ı inkâr eden birisini, ondan tevbe etmesini istemeksizin öldürmüş
olduklarıdır.
[75]
Cumhur
ise şöyle demektedir: Mürtedin öldürülmeden önce üç defa tevbe etmesini istemek
vacibdir. Çünkü Ümmü Mervân adı ile bilinen bir kadın, İslâm'dan dönüp irtidat
etmişti. Bu durumu Resulullah (s.a.)'a ulaşınca Hz. Peygamber o kadının tevbe
etmesinin istenmesini tevbe etmediği takdirde ise öldürülmesini emir buyurdu.
[76]
Hz.
Ömer mürtedden tevbe etmesini istemenin vacib olduğu görüşündedir.
Mürteddin
mirasına gelince: Ali, Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşüne göre müslüman
mirasçılarına aittir. Malik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise Beytülmal'e
aittir. Çünkü Peygamber (s.a.): "Müslüman kâfire mirasçı olmaz; kâfir de
müslümana mirasçı olmaz."
[77] diye
buyurmuştur.
Ebu
Hanife ise şöyle demektedir: Mürteddin irtidadı esnasında kazandıkları
Beytü'l-Mal'e fe/dir. Müslüman iken kazandığı ve sonra irtidat ettiği halde
elinde bulunan mallan ise, müslüman mirasçıları miras olarak alır.
Ebu
Yusuf, Muhammed ve İbni Şubrüme ise şöyle demektedirler: Mürte-din irtidadmdan
sonra kazandıkları müslüman mirasçılarına aittir.
Müşriklerin
durumunun ve mürtedlerin hükmünün bilinmesinden sonra Yüce Allah hicret eden
[78]
muhacirler ile mücahidlerin mükafatlarını beyan etmektedir: Bunlar umduklarına
nail olacak, felaha erecek, mutlu olacaklardır. Allah'ın rahmetine, ihsanına,
ilahi lütuf, mağfiret ve nimetine nail olacaklardır. Şanı Yüce Allah bu
şekilde görecekleri güzel mükâfatları hakkında "umarlar" diye ifade
kullanmaktadırlar. Allah onları medhetmiş bulunmaktadır. Bu dünyada herhangi
bir kimse isterse çok ileri derecede itaat eden bir kimse olsun yine de
cennete gireceğini bilememektedir. Bunun ise iki sebebi vardır:
1- Evvelâ iman sahibi olarak ölümünün gerçekleşeceğini bilemez.
2- Bu şekilde kulun ameline güvenmesi ve ameli bırakması önlenmek istenmiştir.
Ummak her zaman için korku ile birlikte olur. Tıpkı korku ile birlikte ummanın
(recanın) olduğu gibi.
Yüce
Allah'ın, kendisi sebebiyle müminleri övdüğü hicret, Mekke'den Medine'ye
müslümanlar için farz idi. Daha sonra sahih hadiste yer. alan: "Fetihten
sonra hicret yoktur; fakat cihad ve niyet vardır." sahih hadisi ile nesh
edilmiştir. Bununla birlikte teşrî' döneminde hicretin vücub illetinden şu
hükme varılabilir: Benzeri bir illet sebebiyle hicret her zaman ve mekânda
vacibtir. Mümin bir kimsenin, itikadını açığa vurduğu yahut yapması icabeden
şeyleri yaptığı takdirde işkenceye uğratılmak suretiyle dininden döndürülmek
kasdı ile fitneye düşürüleceği bir beldede ikamet etmesi caiz değildir.
[79]
219-
Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah,
hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha
büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar, de ki:
"İhtiyacınızdan arta kalanını. Allah ayetlerini size böylece açıklar,
iyice düşünesiniz diye."
"Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar" Burada hazf ile yapılan icaz vardır. Bu
ikisinin kullanılmasının hükmünü sana soruyorlar, demektir. Buna delil ise Yüce
Allah'ın, "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah... vardır."
buyruğudur.
"Fakat
günahları faydalarından daha büyüktür." buyruğunda itnâb vardır. Çünkü
özlü ifadeden sonra geniş bir açıklama gelmektedir.
"Allah
ayetlerini size böylece açıklar." buyruğunda mücmel, mürsel bir teşbih
vardır. Yani, Yüce Allah size bu hükümleri genişçe açıklayıp beyan ettiği gibi,
diğer hükümleri, vaidleri ve tehditleri ile ilgili ayetlerini de böylece
açıklar ki, dünya ve ahiret hususunda; dünyanın zeval bulup yok olacağı ve
ahiretin de geleceği, bekası hususunda düşünesiniz diye.
[80]
"Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar." Yani bunları içmenin ve kullanmanın hükmü
hakkında soru soruyorlar. Soru soranlar müminlerdir.
İçki
(el-Hamr): Bir şeyi örtüp üzerini kapattığı zaman kullanılan
"hame-ra"dan gelmektedir. İçkiye (şaraba) bu ismin veriliş sebebi,
aklın üzerini örtüp kapatması dolayısıyladır. Hanefîlere göre hamr kaynayan,
sertleşen, köpük atan çiğ üzüm suyudur.
Cumhurun
görüşüne göre ise üzüm, hurma, darı ve sarhoşluk veren her şeyin suyu hakkında
kullanılır.
Meysir;
kumar demektir. Kolaylık anlamına gelen "el-yüsr"den alınmıştır.
Çünkü kumar herhangi bir gayret ve sıkıntı çekmeksizin elde edilen bir
kazançtır. Mücahid der ki: Kumarın her türlüsü meysirdir. Hatta çocukların cevizlerle
oynaması dahi böyledir.
"De
ki: İkisinde" yani her ikisini kullanmakta "da hem büyük bir günah,
hem de insanlar için bazı faydalar vardır." Günah (ism) zenb anlamındadır.
Zararlı söz veya fiil dışında günahın söz konusu olduğu bir şey yoktur. Zarar
ise ya bedende ya canda ya da akılda veya malda söz konusudur. Günaha düşmeye
sebep, bu iki davranış sebebiyle taraflar arasında düşmanlığın, sövüşmenin ve
çirkin sözlerin söz konusu olmasındandır.
İnsanlar
için bunlardaki menfaatlere gelince, şarapta lezzet ve geçici bir mutluluk ve
neşe vardır. Şarap ticareti ile kâr da gerçekleşir. Kumarda ise, emek
harcamadan, çabalamadan mal elde etmek söz konusudur. O bakımdan bunlar ya
ekonomik ya da şehvanî bir takım faydalar gerçekleştirmektedir.
"Fakat
günahları faydalarından daha büyüktür." Yani bunların sebep oldukları
kötülükler, bunları kullanmanın cezası faydalarından daha büyüktür. Sözü geçen
fayda ise, içki içmekle, kumar oynamakla zevk almak ve neşelenmektir. Kumar
yoluyla başkalarının malları alınır ve diğer kimselere karşı onunla övünülür.
Günahlarının çok ve büyük olması, içki içen ve kumar oynayan kimselerin pek
çok yönden günah kazanıp işlediklerini ifade eder.
"İhtiyaçtan
arta kalan (el-Afv)": İnsanın kendisinin ve geçindirmekle yükümlü olduğu
kimselerin ihtiyaç duydukları şeylerden arta kalan demektir. O bakımdan insan
kendisinin ihtiyaç duyacağı şeyleri harcayıp kendisine yazık etmemelidir.
[81]
"Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar..." ayet-i kerimesi Ömer b. el-Hattâb, Mu-az b.
Cebel ve Ensar'dan bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah
(s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: İçki ve kumar hakkında bize hükmünü
bildir. Çünkü her ikisi de aklı gideriyor, malı alıp götürüyor. Bunun üzerine
Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi
[82]
Ahmed
de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
Medine'ye geldiğinden (Araplar) içki içiyor, kumar parasını yiyordu. Bunlar
hakkında Resulullah (s.a.)'a soru sormaları üzerine bu ayet-i kerime nazil
oldu. Bu buyruğu işitenler; bunlar bize haram kılınmadı, sadece bunlarda büyük
bir günah olduğu buyuruldu, dediler ve içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir
gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında ceamate imam olup namaz kıldırdı.
Okuduğu yeri karıştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah ondan daha ağır bir hüküm
ihtiva eden şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Sarhoşken -ne
söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha
sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Ey iman edenler! Şüphesiz içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları
şeytanın işlerinden bir pisliktir. Ondan uzak durunuz." (Maide, 5/90).
Daha sonra devamında Yüce Allah'ın, "Artık vazgeçtiniz değil mi?"
(Maide, 5/91) buyruğu da gelince, onlar: Rabbimiz vazgeçtik, diye cevap
verdiler.
Bu
ve diğer rivayetlerden içkinin haram kılınmasının dört aşamada geçtiği açıkça
anlaşılmaktadır. Bu dört aşamada teşrî', tedricî olarak insanları daha hafiften
daha ağır bir hükme intikal ettirmek üzere gelmiştir. Bu ise başarılı ve
terbiye edici bir yöntemdir. Şayet onlara tek bir defada: "İçki içmeyiniz!"
denilecek olsaydı, "İçkiyi bırakamayız" diyebilirlerdi. O bakımdan
içki içme alışkanlığını tedavi etmek, insanları bu köklü hastalıktan kurtarabilmek
için Mekke'de
[83] içki hakkında dört ayet-i
kerimenin nazil olduğunu görüyoruz:
1- "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarır ve güzel
bir rı-zık edinirsiniz." (Nahl, 16/67) Bu bakımdan müslümanlar içki
kendilerine helâl olduğu halde, içki içmeye devam ediyorlardı.
2- "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için
bazı faydalar vardır." (Bakara, 2/219). Bu ayet-i kerime az önceden de
açıkladığımız gibi, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel ve Ashab-ı Kiramdan bir grup
kimsenin (Allah hepsinden razı olsun) fetva sorması üzerine nazil olmuştur. Bu
ayetten sonra bir kısım içki içmeye devam etti, bir kısmı da onu terketti.
3- "Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43) ayet-i
kerimesi ise, Abdurrahman b. Avfm ashab-ı kiramdan bir grubu davet etmesi,
bunların içki içip sarhoş olmaları, akabinde onlardan birisinin imam olup
"De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn) suresini okurken, "Sizin
taptığınıza ben tapmam" diyecek yerde, "Sizin taptığınıza ben
taparım" demesi üzerine, bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunun nazil
oluşundan sonra içki içenler daha da azaldı, içenler de gündüzün içki içmez
oldular. Çünkü namaz vakitleri birbirlerine yakındır. Devam edenler geceleyin
içer oldular.
4- "Muhakkak içki, kumar..." (Maide, 5/90) ayet-i kerimesi ise
şöyle bir olaydan sonra nazil olmuştu: İtbân b. Malik aralarında Sa'd b. Ebî
Vakkas'ın da bulunduğu bir topluluğu davet etti. Bu topluluk içki içip sarhoş
olunca karşılıklı olarak birbirlerine karşı övünmeye başladılar ve bu konuda
şiirler okumaya koyuldular. Nihayet Sa'd Ensar"ı hicvedici bir şiir
okudu. Ensar*dan olan bir kimse ona bir devenin çene kemiği ile vurdu ve başını
yaraladı. Resulullah (s.a.)'a şikâyette bulununca Hz. Ömer şöyle dua etti:
Allah'ım, içki hakkında bize açık ve seçik bir beyanda bulun. Bunun üzerine:
"Muhakkak içki ve kumar... artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide,
5/90-91) buyrukları nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Ömer: Vazgeçtik, Rabbimiz
[84]
dedi.
el-Kaffâl
der ki: İçkinin haram kılınmasının böyle bir sıraya uygun olarak
gerçekleşmesinin hikmeti şudur: Şanı Yüce Allah bu kavmin içki içmeye oldukça
alışmış olduğunu ve onunla pek çok faydalar sağladığını biliyordu. O bakımdan
bir defada onları bu işten men etmiş olsaydı bu iş onlara ağır gelirdi. Bundan
dolayı haram kılınmasında böyle bir tedrici yolun kullanılması ve böyle bir
yumuşaklığın söz konusu olması elbetteki yerli yerindedir.
Yüce
Allah'ın, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar." buyruğunun
nüzul sebebine gelince bu da İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayete
göre şöyledir: Allah yolunda infak etmekle emrolunmaları üzerine ashab-ı kiramdan
bir kesim Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Bizler mallarımızda
emrolunduğumuz bu nafakanın ne olduğunu bilemiyoruz. Mallarımızdan ne kadarını
infak edelim? Bunun üzerine Yüce Allah, "Yine sana neyi infak edeceklerini
sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." buyruğunu indirdi. Soru
soranlar müminlerdir. Bu "çoğul için kullanılan (fiilin sonlarında yer
alan) vav'dan açıkça anlaşılmaktadır. Soranın Amr b. el-Cemuh olduğu da
söylenmiştir. Burada sözü geçen infak bir görüşe göre cihad uğrundaki harcama,
cumhurun görüşüne göre ise nafile sadakalar, bir başka görüşe göre ise farz
sadakaları yani farz olan zekat ile ilgilidir.
[85]
Şanı
Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde savaşmanın hükümlerini
açıklamıştı. Bu ise dış ilişkilerle ilgisi olan bir emirdir. Daha sonra ise toplum
yapısını ıslâha geçtiğini görüyoruz. Bu ıslâh ise fazilet, kerem, toplumsal
dayanışma, akidenin temizliği ve bedenin temizliği temelleri üzerinde yükselir.
Her bir kalkınmanın veya mesajın iç ve dış ıslahata girmesi kaçınılmazdır. Ancak
bu şekilde zafer dolu bir yürüyüş ve üstün şerefler gerçekleştirilebilir; toplum
ve fert sağlam temeller, güçlü esaslar üzerinde yükselebilir.
Bu
ayet-i kerime de hem bir önceki ayet-i kerime hem daha sonra gelen ayet-i
kerime gibi ashab-ı kiramın sorularına cevap sadedindedir. İbni Abbas der ki:
Ben Muhammed (s.a.)'in ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar
peygamberlerine ancak üç mesele hakkında soru sordular. Bunların hepsi de
Kur'an-ı Kerim'dedir: "Sana kadınların ay halinden sorarlar." (Bakara,
2/217); "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar." (Bakara, 2/217);
"Bir de sana yetimleri sorarlar" (Bakara, 2/220). Onlar kendilerine
fayda sağlayacak şeyler dışında herhangi bir şeyi sormuyorlardı
[86]
Ya
Muhammed! Ashabın sana içki içmenin, kumar oynamanın hükmünü soruyorlar; bunlar
helâl midir, haram mıdır? diye. İçkinin satılması, satın almması, içki
kullanmaya götüren yahut ona yardım eden bütün yollar tıpkı o içkiyi içmek
gibidir. Sen onlara de ki: İçkinin içilmesinde ve kumar oynanmasında pek büyük
bir günah vardır. Çünkü her ikisinde de pek çok zararlar ve büyük fesatlar
vardır.
İçkinin
günahı insanlara zarar vermesi, insanlar arasında düşmanlığı yeşertmesi, kin
doğurması dolayısıyladır.
Kumarın
günahına gelince, kişi kumar oynamakla hakka tecavüz eder, zulmeder. Onun
sonucunda arada düşmanlık ve kin başgösterir. Bunlarda insanlar için bazı
menfaatler de vardır. İçkinin menfaati; içki ticareti, içki içmekle lezzet
almak, neşve, cimrinin cömert olması, korkağın da içkiyle cesaret bulması
şeklindedir.
Kumarın
faydası ise kumar ile kumarbazların elde ettikleri kâr yahut ele geçirdikleri
paylar veya fakirlere deve etlerinin dağıtılmasıdır. Aslında kumarın faydalı
olduğu bir vehimdir. Zararı ise bir hakikattir. Çünkü kumar oynayan bir kimse,
edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcamaktadır. O bakımdan bu işi
meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar.
O da edeceğini sandığı kârı elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder,
bunalıma girer, kederi alabildiğine büyür, vaktini kaybeder.
İçki
ve kumarın günahı faydalarından daha büyüktür. Çünkü sarhoş oldukları zaman
kimi ötekinin üzerine hücum eder, birbirleriyle çarpışırlardı. Kumar
oynadıklarında da aralarında kötülük ve anlaşmazlık meydana gelir,
kalplerindeki kinler ortaya çıkardı. Zarar eğer faydadan daha büyük ise, o ikisinden
de kaçınmak icabeder. Çünkü: "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaatlerin
sağlanmasından önce gelir." İşte bundan dolayı cahilie dönemi
Arapların-dan pek çok kimse içki içmekten uzak durmuştur. el-Abbas b. Mirdas
bunlara örnektir. Ona: İçki içmez misin, o senin hararetini alır, denilince şu
cevabı vermişti: Ben kendi elimle cehaletimi satın alıp da onu içime sokamam.
Sabahleyin kavmin efendisi iken, akşam onların en akılsızı olmaya razı
gelemem.
İçkilerin
zararları hususunda doktorların görüşbirliği vardır. Avrupa'da, Amerika'da
sarhoşluk verici maddeleri önlemenin propagandasını yapmaya yönelik pek çok
cemiyet kurulmuş ve bunların alım-satımmı kısıtlamaya dair kanunlar
çıkartılmıştır.
[87]
İlim
adamları ayet-i kerimede geçen "Hamr=şarap" ile neyin murad edildiği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife ve Iraklı ilim adamları,
hamrın yalnızca üzüm suyundan yapılan sarhoşluk verici içecek olduğu görüşündedirler.
Hurma yahut buğday, arpa veya darı ve buna benzer üzüm suyu dışındaki sarhoşluk
verici içeceklere ise "hamr" adı verilmez. Bunlara "nebiz"
denilir. Buna göre hamn haram kılan ayet-i kerime yalnızca onu haram kılmış
olur. Sarhoşluk verici diğer içeceklerin ise -ki bunlara nebiz adı
verilmektedir-sarhoşluk vermeyecek çok cüz'i bir kısmı helâl sayılır. Sarhoşluk
verici miktarları ise sünnet-i nebeviyye ile haram kılınmıştır.
Ebu
Hanife dışında kalan cumhur, Hicaz alimleri ve muhaddisler ise üzüm suyundan
olsun, başkasından olsun sarhoşluk verici her türlü içkinin "hamr"
olduğu görüşündedirler. Buna göre hurma, arpa ve buğday gibi şeylerden yapılan
bütün içecekler bir hamrdır. Hamr sarhoşluk veren her şeyin genel adı olduğuna
göre, çoğu ile azı ile sarhoşluk veren bütün şeylerin haram kılınmış olması
Kur'an-ı Kerim'in nassı iledir.
Birinci
görüşün sahipleri, dil anlamını ve sünneti delil gösterirler. Kelimenin dil
anlamını delil göstermeleri şöyledir: Nebiz kabilinden olan içeceklere
"hamr" adı verilmez. Dilde "hamr" ancak üzüm suyundan olup
sertleşen, köpüren çiğ suya denilir.
Sünnetten
delil ise Enes b. Malik'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği şu ha-dis-i
şeriftir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoş
olmak (haramdır)." Hz. Ali'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir:
"Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoşluk (haram
kılınmıştır)[88]. Sarhoşluk (seker):
Sarhoşluk veren bir şeydir. Hurmadan yapılan nebiz hakkında da kullanılır.
Derler ki: Nebizlerin az miktarının haram olmadığının delillerinden bir tanesi
de Yüce Allah'ın şu buyruğunda hamr'm haram kılınış illetini söz konusu
ederken, düşmanlık, kin ve benzerlerini zikretmesidir: "Muhakkak şeytan
içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ın zikrinden ve
namazdan alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Bu hususlar ise ancak sarhoş
olmakla meydana gelir. O bakımdan sarhoşluk verici diğer maddelerde, ancak
sarhoşluk veren miktar aranır. Çünkü kendisinde bu illetin bulunduğu miktar
odur.
İkinci
görüşün sahipleri, bu konuda hem kelimenin dildeki anlamını hem de bu konuda
sabit olan sünneti delil gösterirler.
Dildeki
anlamı: Dilde "hamr" kelimesi, aklı örten, kapatan şeyler hakkında
kullanılır. Dilde kelimelerin anlamı kıyas yoluyla sabit olmaktadır. Ayrıca
ashab-ı kiram "hamr" kelimesinin ne anlama geldiğini pek iyi
biliyorlardı. Çünkü onlar dili ve Kur'an'ı daha iyi bilen kimseler idi. Bu
kelimenin üzüm yahut kuru üzüm, hurma, arpa ve başka her neden olursa olsun,
sarhoşluk verici her şey hakkında kullanıldığını biliyorlardı.
Sünnetten
delillerine gelince; bu hususta sarhoşluk verici bir şeyi katiyetle haram
kılan pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birisi Ahmed, Müslim ve
-İbni Mace dışında kalan- Sünen sahipleri tarafından Hz. Ömer, İb-ni Ömer ve
onların dışında kalan 16 sahabiden rivayet edilen şu hadistir: "Sarhoşluk
veren her şey hamrdır ve her hamr da haramdır." Yine Ahmed, Ebu Da-vud ve
sahih olduğunu belirterek Tirmizî ile İbni Hibbhan'ın Hz. Cabir'den, Ahmed,
Nesaî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri: "Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadisi buna delildir.
Ahmed,
Müslim ve dört Sünen sahibi Ebu Hureyre'den şu hadisi de rivayet ederler:
"Hamr hurma ve üzüm ağaçlarından yapılır." Ahmed ve Nesai dışında
Sünen sahipleri de en-Nu'man b. Beşir'den şu hadisi rivayet etmektedirler:
"Şüphe yok ki üzümden hamr yapılır, baldan hamr yapılır, kuru üzümden hamr
yapılır, buğdaydan hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır. Ben sizlere sarhoşluk
veren her şeyi yasaklıyorum."
İşte
bu sahih hadislerin açık ifadeleri, "nebîz" adı verilen şeylerin
"hamr" diye adlandırıldıklarını göstermektedir. Çünkü bunlar da
sarhoşluk veren şeylerdir, dolayısıyla bunlar da haram olurlar. Bunların
çoğunun da azının da haram olduğunun delili ise Buharî'nin Hz. Aişe'den yaptığı
şu rivayettir: Resulullah (s.a.)'a baldan yapılan nebiz hakkında, yine baldan
yapılan içki hakkında soru soruldu da o: "Sarhoşluk veren her bir içki
haramdır." diye buyurdu.
Tercih
edilen görüş (ikinci kesim olan) Hicazlıların görüşüdür. Çünkü as-hab-ı kiram
hamr'ı haram kılındığını işitince bundan nebizlerin de haram kılındığı
neticesine vardılar. Arap dilini ve Şâri'in muradını insanlar arasında en iyi
bilenler onlardı. Aynı zamanda bu Enes (r.a.) yoluyla gelen şu hadisle sabit
olmuştur: "Hamrm haram kılındığı sırada Ebu Talha'nın evinde içki içenlere
ben içki dağıtıyordum. O günkü içkimiz taze hurma suyundan yapılan bir içki
idi. Hamrm haram kılındığını işitir işitmez kaplarını yaktılar ve
kırdılar." Tarihçiler hamrın Medine'de haram kılındığını tespit
etmektedirler ve o zaman da içki olarak içilen şey, buğday ve hurma nebizi idi.
Üzüm
suyundan yapılan içkinin, -sarhoşluk verdiğinden dolayı- çoğunun da azının da
haram olduğunu kabul etmekte Iraklılar da Hicaz alimleri ile ittifak
halindedirler. O bakımdan sair nebizlerde de böyle bir ittifakın söz konusu
olması gerekir; çünkü bunlar arasında bir fark yoktur.
İçkinin
zararlarına gelince; bunlar maddi ve manevî pek çoktur. Kur'an-ı Kerim'in şu
ayeti bunlara işaret etmektedir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza
kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak
ister." (Maide, 5/91). Sahih hadis-i şerif de içkinin zararlarını topluca
ifade etmektedir. Sözü geçen bu hadis-i şerif, Taberanî'nin İbni Ömer'den rivayet
ettiği şekliyle şöyledir: "İçki hayasızlıkların anasıdır. Büyük günahların
en büyüğüdür. İçki içen namazı terkeder, annesi ile halası ile teyzesi ile
ilişki kurmak durumuna dahi düşer."
İçkinin
zararları vücuda, cana, akla, mala ve insanlar arası ilişkileredir. Bütün bu
zararlar bir arada olabilmektedir. Bu zararların bazısını şöylece sıralayabiliriz:
1- Sağlığa zararları: Bütün sindirim organlarını bozar. Yemek yeme arzusunun
kaybolmasına, gözlerin dışarı fırlamasına, mide büyüdüğünden dolayı göbek
büyümesine, karaciğerin fonksiyonlarının bozulmasına, böbrek rahatsızlıklarına,
vereme, damarların sertleşmesi dolayısıyle erken yaşlılığa, neslin zayıflamasına
veya kesilmesine sebeptir. Alkolik bir kimsenin çocuğu genellikle güçsüz ve
zayıf akıllı olur.
2- Akla zararları: İçki akıl gücünü zayıflatır. Çünkü genel olarak
insanın sinirleri üzerinde etkili olur. Bazen deliliğe kadar götürebilir.
3- Malî zararları: İçki serveti darmadağın eder, malı telef eder. Kadına
ve çocuklara gereken harcamaları yapmak hususunda ihmale götürür.
4- Toplumsal zararları: Sarhoşlar arasında anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar
başgösterir. Başkaları arasında da bu anlaşmazlıkların başgöstermesine sebep
olurlar. Çoğu zaman sarhoşlar ya başkasını öldürür, döver veya yaralarlar ya da
başkaları onları.
5- Ahlâkî zararları: Sarhoş oldukça zelil, hakir bir kimse haline
geliverir, alay konusu olur, gülünç ve başkaları tarafından hafif alınacak bir
hale gelir. Çünkü sözleri arasında tutarsızlık, davranışları ve görünüşü çarpık
olur. Sarhoş olan bir kimse de başkasına iftira etme, sövme, hakaret etme,
zina ve öldürmeye teşebbüse cesaret elde eder. Bundan dolayı içki
"kötülüklerin anası" adı ile anılmıştır.
6- Genel zararları: Sırların açıklanmasıdır. Devletlerin oldukça önemli
haberleri casuslara çoğunlukla içki masalarında sızdırılmıştır.
7- Dini zararları: Sarhoş olan bir kimsenin sahih bir ibadet yapması
beklenemez; özellikle de dinin direği olan namazı. Çünkü içki Allah'ı
zikretmekten, namazdan ve diğer dinî görevleri yerine getirmekten alıkoyar.
Sarhoş olan bir kimse, ancak içki içmeye, heva ve arzularına boyun eğmeye önem
verir. İradesi zayıflar, tenbel ve donuk bir hal alır. Hatta alkolikliği ve
alkolün kanma karışmış olması dolayısıyla kolay kolay sarhoş olmaktan
kendisini alıkoymaz. O bakımdan alkolik bir kimse ister istemez ve iradesi
dışında sarhoşluk veren içkiyi alıp kullanmaya adeta susar.
Kısaca
içki kötülüklerin anasıdır. Her türlü çirkinliğe götüren bir yoldur. Ne-saî'nin
rivayetine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "İçkiden uzak durunuz. Çünkü o,
kötülüklerin anasıdır. Sizden öncekiler arasından abid birisi vardı. Ahlaksız
bir kadın ona bağlandı. Cariyesini o abide gönderdi ve ona: Seni bir şehadette
bulunmak üzere çağırıyoruz, dedi. Abid o kadının cariyesi ile birlikte yola
koyuldu. Bir kapıdan içeri girdi mi o kapıyı üzerine kapatırdı. Nihayet oldukça
gözalıcı bir kadının yanma vardı. Kadının yanında bir köle ve bir şarap tulumu
vardı. Kadın ona: Ben seni şehadette bulunmak üzere çağırmadım. Benimle ilişki
kurasın diye seni çağırdım veya şu şaraptan bir bardak içmen ya da bu köleyi
öldürmen için. Adam: O halde şu şaraptan bana bir bardak ver, içeyim dedi. O
şaraptan ona bir bardak içirdi, ardından: Biraz daha verin, dedi. Daha da
verdiler. Sonunda hem o kadın ile ilişki kurdu, hem de katil oldu. O bakımdan
içkiden uzak durunuz. Şüphesiz ki -Allah'a yemin ederim- iman ile içki
alışkanlığı bir arada olmaz. Mutlaka aradan fazla zaman geçmeden onlardan
birisi ötekini çıkartır."
[89]
(Kumar
anlamına gelen) el-Meysir ya açıkladığımız gibi el-yüsrMen (kolaylık anlamına)
gelmektedir veya bir şeyi bölüp parçalamak hakkında kullanılan "yesera"
den gelmektedir. Develer hakkında da kullanılır. Çünkü deve bölüp parçalamaya
konu olur. Yüce Allah'ın söz konusu edip haram kıldığı "el-Mey-sir"
ise kumar kasdıyla develerin ayrılan parçaları için ok çekmek demektir. Daha
sonra zar (tavla) ve içinde kumar bulunan bütün oyunlar hakkında kullanılmaya
başlanmıştır.
Önceden
de açıklamış olduğumuz gibi Araplar tarafından oynanan "el-Meysir"in
keyfiyeti şöyle idi: Arapların o dönemde on tane okları vardı. Bunlara aynı
zamanda (tahta parçalan anlamına gelen) el-Ezlâm ve el-Eklâm adları da
verilirdi. Bu on tane okun el-Fezz, et-Tevem, el-Rakîb, el-Hils, el-Musbil,
el-Muallâ, en-Nâfis, el-Menîh, es-Sefîh ve el-Veğad adlarını taşırlardı. Bu
okların ilk yedisi kesip parçalara ayırdıkları develerden belli paylara tekabül
ederlerdi. Bu develeri de ya on parçaya veya yirmisekiz parçaya ayırırlardı.
Son üç okun ise herhangi bir payı yoktu. el-Fezz bir pay, et-TeVem iki pay,
el-Rakib üç pay, el-Hils dört pay, en-Nâfis beş pay, el-Musbih altı pay,
el-Muallâ ise yedi pay alırdı ki en yüksek pay onundu.
Araplar
bu okları güvendikleri adaletli bir kimsenin elinde bir torbaya bırakırlardı.
O kişi bu okları iyice karıştırır, sonra elini torbaya sokar ve bir kişi adına
bir ok çıkartırdı. Sonra bir diğer kişinin adına diğer oku çekerdi. Bu böylece
sürüp giderdi. Üzerinde payı belli oklardan herhangi birisi adına çıkan kimse,
o ok üzerinde belirtilen payı alırdı. Payı bulunmayan bir okun adına çekildiği
kimse ise, bir şey almaz ve bütün devenin bedelini öderdi. Çekilişte çıkan bu
payları fakirlere dağıtırlar, onlar bu develerden bir şey yemezler ve bununla
övünürlerdi. Kendi yaptıkları bu işten uzak duranları yerer ve böyle bir
kimsenin mürevvetsiz ve bayağı anlamına gelen "el-Beran" ya da
"el-Veğad" diye anarlardı.[90]
Nitekim daha önce açıkladık.
Kumarın
pek çok zararı vardır. Kur"an-ı Kerim'in de beyan ettiği üzere onun da
şarap gibi kin ve düşmanlığa sebep olması, Allah'ı anmaktan alıkoyması bu
zararları arasında yer alır. İnsanı tenbelliğe alıştırmak, vehmi sebeplerden
nzık beklemek, akli gücü zayıflatmak suretiyle eğitimi ifsad eder. Çünkü insan
tabii kazanç yollan arasından faydalı işleri terkeder, kumar oynayan kimseler
ise ziraatle, sanayi ve ticaret ile uğraşmayı ihmal eder. Halbuki bunlar
medeniyet ve ümranın temelleri arasında yer alır.
Kumarın
zararlanndan ve en ünlülerinden birisi de şudur: Kumar oynayan kişi iflas
eder, aileler yıkılır, ocaklar söner. Çünkü kumar sayesinde servet, zengin
olandan bir an içerisinde fakire intikal ediverir. Bir gecede yok olup giden
nice servetler ve bir anda fakirler arasına katılan nice kumarcılar vardır.
[91]
Ya
Muhammed, aynca sana Yüce Allah'ın, "Allah yolunda infak ediniz." (Bakara,
2/195) buyruğuna uymak kasdıyla, müslümanın infak edeceği şeyin mikta-n
hakkında soru soruyorlar. Sen onlara de ki: AfVi yani ihtiyaçtan arta kalanı infak
etsinler. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri infak ederek kendinizi zayi etmeyiniz.
Yüce
Allah sizlere sözü geçen bu hususları (yani içki ve kumarın haram kılınması ile
ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesinin gereğini) açıkladığı gibi,
Kitab'ının diğer başka yerlerinde de sizlere hükümleri ve apaçık ayetleri beyan
etmektedir. Bunlar sizin maslahat ve menfaatlerinizi gerçekleştiren hususlara
dair olup sizlere neyin faydalı neyin zararlı olduğunu göstermektedir. Bu
hükümlerin teşrî' edilmesindeki hikmet ise, dünya ve ahiret işlerinde bunlara
dair hususlarda basiretle ve uyanıklık ile tefekkür etmeniz, dünyanın zeval
bulacağını ve yok olup gideceğini, ahiretin ise ebedî, üstün ve değerli olduğunu
bilmeniz veya mallarınızdan dünya hayatınızı düzene koyacak olan miktarını
alıkoyup geri kalanını da ahirette size yarayacak hususlara infak etmeniz
içindir.
Bu
ayet-i kerimenin manasını dile getiren pek çok hadis-i şerif varid olmuştur.
Bunlardan birisi İbni Cerir et-Taberî'nin Cabir b. Abdullah'tan yaptığı şu
rivayettir: Hz. Cabir dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'a madenlerden birisinden
elde ettiği altından bir yumurta (kadar bir altın) getirdi. Ey Allah'ın Ra-sulü
dedi, sen sadaka olarak bunu benden al. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına
da malik değilim. Resulullah (s.a.) ondan yüz çevirdi (duymazdan geldi). Bu
sefer sağ tarafından Hz. Peygambere geldi ve önceki sözünün benzerini ona
söyledi. Yine Resulullah (s.a.) ondan yine yüz çevirdi. Adam bir daha benzer
sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber yine ondan yüz çevirdi. Bir daha benzer
sözler söyleyince Hz. Peygamber kızgınlıkla: "Hadi onu getir!" dedi.
Resulullah (s.a.) onu aldı ve ona öyle bir fırlattı ki, eğer o altın parçası
ona isabet etseydi ya kafasını yarar veya onun bir tarafında ya±*a açardı.
Daha sonra şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bütün malını sadaka
vermek üzere getirir, sonra da insanlara avuç açmak üzere oturur. Gerçek şu ki
sadaka zenginlikle birlikte verilir." Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu
da rivayet edilmektedir: "Sen malının fazla olanından ver ve buna da
geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla. Yeteri kadar mal elinde
tuttuğun için kınanmaz-sın." Buharı ve Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet
ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadakanın hayırlısı
zenginken verilen sadakadır. İşe geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden
başla."
Cabir
b. Abdullah'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.), Ahmed,
Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetine göre- şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz eğer fakir ise önce kendinden başlasın. Eğer artarsa
kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerle başlasın. Yine
bundan sonra artacak bir şey olursa, artık başkasına tasadduk etsin."
Daha
sahih olan görüşe göre bu ayet-i kerime, hükmü sabit olup mensuh değildir. Çünkü
ayet-i kerimede arta kalanın infak edilmesinin farz olduğuna delâlet eden bir
ifade yoktur. Bilakis ayet-i kerime farz olan zekâtı değil de nafile olarak ne
infak edeceklerini soranlara cevap olmak üzere nazil olmuş olup burada Yüce
Allah bu gibi kimselere Allah'ın razı olacağı sadaka türünü beyan etmektedir.
[92]
Az
veya çok ister üzüm suyundan ister başkasından olsun, sarhoşluk veren her şey
haramdır ve bu sarhoşluk veren şeyi içmekten dolayı içki haddinin uygulanması
gerekir. Geçmişteki sarhoşluk verici maddeler ile elma, soğan ve buna benzer
şeylerden yapılan fakat yeni isimlerle anılan sarhoşluk verici diğer maddeler
arasında fark yoktur. Çünkü sarhoşluk verici her madde aklı giderir, malın ve
sağlığın zayi olmasına sebep olur. Kişinin şeref ve haysiyetini ortadan
kaldırır. O bakımdan bunlar da tıpkı şarap gibi haramdırlar. Buna sebep ise
bunlarda da sarhoşluk illetinin varlığıdır. Morfin, kokain, eroin gibi burun
ile koklanarak yahut deri altından iğne yoluyla alman bir takım zehirlerde
olduğu gibi. Daha öldürücü ve daha ağır maddelerin haram olması ise öncelikle
söz konusudur.
İslâmî
teşriin özellikleri ve güzel meziyetleri arasında şu da vardır: İslâm'ın
şer"î hükümleri müslümanlara bir defada farz kılınmamıştır. Bunun yerine
şerl hükümler tedricî olarak, basamak basamak gelmiş ve ardarda birkaç seferde
bu hükümler onlara farz kılınmıştır. Bu şekildeki metod, bu ümmete bir ikram ve
bir iyiliktir. İşte teşrî'de tedricîlik ilkesi budur. İçkinin ve faizin haram kılınması
bu şekilde gerçekleşmiştir. Belli bir karşılık olmaksızın bir şeyler elde
etmenin, haksız ve makul bir emek olmaksızın insanların mallarını ele
geçirmenin söz konusu olduğu her türlü oyun haramdır. Kumar, masa oyunları,
yarışmacılardan birisinin, yarışı kazananlara vereceği bir bedel üzerine
yarış, piyango gibi bütün oyunlar dinî açıdan haramdır. Çünkü bunlar ile ya
mallar zayi edilmekte, ya da şer"î olmayan bir yolla mal kazanılmaktadır.
Ayrıca bu gibi oyunlarda toplumu ve fertleri mahveden pek çok zararlar da söz
konusudur.
Ebu
Musa'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Belli
bir şekilde atılan şu üzerleri işaretli küplerden (zarlardan) uzak duunuz.
Çünkü bunlar meysir (kumar) türün dendir." Yine Peygamber (s.a.) Ahmed, Ebu
Davud ve İbni Mace'nin Ebu Musa'dan rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur:
"Her kim zar oynarsa Allah'a ve rasulüne isyan etmiş olur." Ali b.
Ebi Tâlib (r.a.), İbni Abbas ve ashab-ı kiram ile tabiinden başkaları şöyle
demişlerdir: İster zar, ister satranç olsun kumar bulunan her şey
"el-meysir"in kendisidir. Çocukların ceviz ve zarlarla oynamaları
dahi böyledir. Mubah kılman atlarla yarış ve hakların birbirlerinden
ayırdedilmesi için kur'a çekmek ise bundan müstesnadır. Bu ise verilecek olan
bedel yahut mükâfatın devlet yahut bir takım zenginler ya da -kaybedenin bir
şey ödemek zorunda olmaması şartıyla- yarışmacılardan birisi tarafından
verilmesi halinde helâl olabilir.
Malik
der ki: Meysir iki türlüdür: Birisi vakit geçirmek için oynanır, öbürü kumar
kasdıyla oynanır. Zar (tavla), satranç ve bütün vakit geçirme oyunları
böyledir. Kumar meysiri ise insanların (mal) ortaya koyup üzerinde bahis oynadıkları
şeydir.
İlim
adamlarının belirttiklerine göre bahis de kumar kabilindendir. İbni Abbas der
ki: Bahis bir kumardır. Cahiliye döneminde insanlar mal ve hanımları üzerinde
bahis oynarlardı. Bu onu haram kılan hüküm varid oluncaya kadar mubah idi.
Hatta Hz. Ebubekir: "Elif, Lam, Mîm. Bunlar en yakın bir yerde mağlup
oldular." (Rûm, 30/1) ayeti nazil olduğu sırada müşriklerle bahse tutuşmuş
ve bu bahiste kaybetmesi söz konusu olmuştu. Resulullah (s.a.) da ona:
"Bahse konu edilen şeyi daha da artır ve vadeyi daha da uzat"
demişti. Daha sonra bunu Yüce Allah haram kıldı, kumarın haram kılınmasıyla bu
bahis oyunlarının mübahlığı da nesh edildi.
Fakirleri
gözetmek, yetimleri, musibetzedeleri korumak yahut okul, barınak, hastahane
yapımı gibi ve bunlara benzer hayır ve kamu yararına işlerin yapılması için
tertib edilen hayır piyangoları da aynı şekilde haramdır. Çünkü bu işler
aslında -Şeriat bakımından muteber olmakla birlikte- bunları gerçekleştirmeye
götüren yol haramdır. Çünkü rüşvet, yalan şahitlik gibi bizatihi haram olan
bir takım davranışların helâli elde etmek için işlenmeleri caiz değildir.
İsyandan bir itaatin ortaya çıkması da söz konusu olmaz. Nitekim sahih hadiste
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah temizdir, O ancak
temiz (ve helâl) olanı kabul eder."
Diğer
taraftan şeriat cahiliye dönemi Araplannın oynadıkları kuman haram kılmıştır.
Onlar elde ettikleri fakirlere yedirip o paylardan hiç bir şey almamakla
birlikte, bu kumarları haram kılındı.
Hayır
için olmayan piyangolarda zarar edenlerin kimlerin kâr ettiğini bilmedikleri
için -Arapların oynadıkları ve masa kumarlarının zıddına- kâr edenlere karşı
düşmanlık doğurmaması bu tür piyangoların caiz olduğunu söylemeye yeterli
değildir. Çünkü bu gibi piyangolarda insanların mallarını batıl yollarla yeme
vardır. Yani bunlar ayni veya menfaat kabilinden gerçek bir ivaz (bedel) olmaksızın
insanların mallarının yenmesi sonucunu verir. Bu ise Kur"an-ı Kerim'in
nassı ile haram kılınmıştır.
Piyangoda
o piyangoya katılanlar kârı elde edenin kendi mallarını almasına müsaade etmiş
ve bu malı gönül hoşluklanyla vermişlerdir, iddiası da doğru olamaz. Çünkü
gerçekte karşılıklı rıza yoktur. Bilet bedelini ödeyen herkes kâr sağlayacağını
ümid eder ve o hayal ile bu işe girer. Zarar etmesinden gönlü hiç bir zaman
hoşnut olmaz. Karşılıklı akid ve muamelâtta muteber olan rıza ise, ayıplardan (kusurlardan)
uzak olması şartına bağlıdır. Taraflar ister maddî, ister manevî olsun,
herhangi bir şekilde ikrahtan uzak olmalıdır. Piyangoda sözü edilen razı oluş
ise, mecburi bir rızadır. Tıpkı faiz ve rüşvette hasıl olan rızada olduğu gibi.
Rıza şeriatın sınırları çerçevesi içerisinde olmadıkça Şer"an muteber
değildir.
Kamu
menfaati için yapılan hayır(!) piyangolarında umulan maksadın, zenginlerin
mallarına bir takım vergiler koymak yoluyla da gerçekleştirilmesi mümkündür. Bu
vergiler belli bir karşılık olmaksızın ülkenin ve toplumun ihtiyaçlarını
karşılamak üzere alınır. Bu da şu ilkeye uygun olarak yapılır: "Kamu
zararını önlemek için özel zarara katlanılır." Veya hakim (İslâm devlet
yöneticisi) eğer devlet hazinesinin ihtiyacı varsa, zenginlerden borç alabilir.
içkide
bir takım ticari menfaatler yahut zevk ve neşenin varlığı veya kumarda
fakirlerin gözetilmesi ve kâr sağlayan kimsenin yorulmaksızın zengin olmanın
sevincini duyması, bu iki şeyin haram kılınmasına engel değildir. Çünkü bir
şeyin haram ya da yasak kılınmasında gözönünde bulundurulan esas nokta
zararlarının, menfaatlerinden ağır basmasıdır; günahın bizzat dünyada sağlanan
faydadan daha büyük olması ve ahirette daha büyük zararlara sebep teşkil
etmesidir. Haram kılındıktan sonra günah söz konusudur, faydalar ise ancak
haram kılınmadan önce söz konusu edilebilir.
Nafile
nafaka (sadaka) ya gelince; bu ihtiyaçtan arta kalan nafakadır ki, işte buna
"el-afV adı verilir. Bu ayet-i kerimede infakm miktarı hakkında soru
sorulmaktadır. Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olan daha önce gördüğümüz ayet-i
kerimedeki soru ise, infakm harcanacağı cihet ile ilgili idi: "De ki:
İnfak edeceğiniz hayır anne ve babanın..." (Bakara, 2/215) (diye
cevaplandırılması bundan dolayıdır).
Afv;
kolaya gelen, artan ve verilmesi dolayısıyla kalbe sıkıntı gelmeyendir. Buna
göre buyruğun anlamı şöyle olur: İhtiyaçlarından arta kalanı ve vermekten
dolayı nefislerinize eziyet vermeyip sizi muhtaç bırakmayan kadarını infak
ediniz.
İslâmm
başlangıç dönemlerinde "Allah yolunda infak ediniz." (Bakara, 2/195)
buyruğunda nafaka emrinin mutlak olmasının hikmeti şudur: Önceleri müslümanlar
az bir topluluk idiler. Bu topluluğun kendi arasında dayanışmaya ve
yardımlaşmaya ihtiyacı vardı. Kamu menfaatlerinin gerçekleşmesi için bu
gerekliydi. Müslümanlar sayıca çoğalınca ve kamu menfaatlerine yeterli olan
miktar da tahakkuk edince, bu sefer infak için bir kayıt getirmeye ihtiyaç
duyuldu. Bundan dolayı da müslümanlar neyi infak edeceklerine dair soru sordular.
Onlara geçindirmekle yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarından arta kalanı
infak edecekleri şeklinde cevap verildi.
Yüce
Allah'ın, "İyice düşünesiniz diye." buyruğu ile hemen ondan sonra
gelen bir sonraki ayette yer alan: "Dünya ve ahiret hususunda"
buyruğu düşüncenin kullanılmasının zorunluluğuna ve hem dünya hem ahiret
menfaatleri hususunda aklın kullanılmasının zorunlu olduğuna bir işarettir.
Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Ümmetin hayatında gerek
duyduğu teknik, sanat, ziraat, ticaret, savaş ve savunma işleri dinî bakımdan
farz-ı kifâye işlerdendir. Eğer bütün ümmet bunları ihmal edecek olursa, hepsi
de günahkâr olurlar.
[93]
220-
.Dünya ve ahiret hususunda. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: Onlar
lehine ıslah etmek hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada yaşarsanız sizin
kar-deşlerinizdirler. Allah ıslah yapanları da fesat yapanları da bilir. Eğer
Allah dileseydi muhakkak sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir.
"Şayet
onlarla bir arada yaşarsanız" buyruğunda gaibten muhataba iltifat vardır.
Çünkü bundan önce: "Sana... sorarlar." buyruğu yer almaktadır. Burada
iltifatın hikmeti ise, muhatabı kendisine söylenecek buyrukları dinlemeye,
oları kabule ve bu konuda gereken titizliği göstermeye hazırlamasıdır.
"ıslah
yapanlar ile fesad yapanlar" buyruklarında "tıbâk" adı verilen
Bedî ilmi sanatı vardır.
[94]
"Dünya
ve ahiret hususunda" yani dünya ve âhiret hakkında, düşünesiniz de, her
ikisinde de sizin için daha iyi olanı yapasınız, diye. Bu buyruk bir önceki
ayet-i kerimede yer alan: "Düşünesiniz" buyruğuna mütaallaktır. Yani
her iki dünya ile alâkalı hususlar hakkında düşünesiniz, sizin için daha iyi
olanı yapasınız diye.
"Bir
de sana yetimleri sorarlar." Yani yetimleri kontrol etmek, onların bakımlarını
üstlenmek, kendi durumları ile ilgili karşılaştıkları zorluklarını kontrol
altına almak hakkında soru sorarlar. Çünkü onlarla birlikte (mallarından) yemek
yiyecek olurlarsa günah işlerler. Onlara ait olan mallan kendi mallarından
ayırır ve yalnızca onlara yemek yapacak olurlarsa, bu da bir sıkıntı olur.
Yetim;
babasını kaybeden kimse demektir.
"De
ki: Onlar lehine ıslah etmek" mallarını nemâlandırmak suretiyle onlar
lehine ıslâh, bu işi terketmekten daha "hayırlıdır."
"Şayet
onlarla bir arada yaşarsanız" mallarınızı onlarınkine karıştırırsanız
"sizin kardeşlerinizdir. Allah dileseydi sizi zahmete sokardı" onlarla
birlikte yaşamayı haram kılmak suretiyle sizi darlığa sokardı. Ayette geçen
"el-a'net" meşakkat ve sıkıntıya düşürmek demektir.
"Şüphesiz
Allah Azîz'dir" emrinde galiptir, yaptıklarında ise hikmeti sonsuz
"Hakîm"dir.
[95]
Ebû
Dâvûd, Nesaî, Hâkim ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbâs şöyle demiştir:
Yüce Allah'ın: "Yetimin malına da... en güzel olandan başka bir suretle
yaklaşmayın." (En'âm, 6/152) buyruğu ile: "Şüphesiz haksızlıkla
yetimlerin mallarını yiyenler... (Nisa, 4/10) ayet-i kerimesi nazil olunca,
yanında yetim bulunan herkes gidip yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden,
içeceğini kendi içeceğinden ayırdı. Yetimin yiyeceğinden bir miktar bir şey
arttı mı, onu yiyip bitirinceye yahut da bozuluncaya kadar o yetim için
saklanırdı. Bu durum onlara ağır gelince konuyu Resulullah (s.a)'a
zikrettiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Bir de sana yetimleri
sorarlar." ayetini indirdi.
ed-Dahhâk
ve es-Süddî der ki: Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Araplar câhiliye döneminde
yetimlerle birlikte yiyip içmekten ve diğer işlerde onlarla müşterek olmaktan
çekinirlerdi.
[96]
Yetimlere
dair sorulan sorunun infâk, içki ve kumar hakkında sorulan sorularla birlikte
gelmesinin hikmeti ıslâh edilmeleri ve eğitilmeleri için kendisine infak
edilmesi daha uygun olan bir grup insanı hatırlatmaktır ki, bunlar yetimler
topluluğudur. İşte bu yetimlere, ihtiyaçtan arta kalandan infak edilir.
[97]
Sana
bir de yetimlerle birlikte oturup kalkmak ve onların işlerini görüp gözetmekten
sorarlar. Acaba onların mallarını kendi mallarına karıştırmak mıdırlar, yoksa
onların mallarını ayrı mı tutmalıdırlar? Yüce Allah onlara şöyle cevap
vermektedir: Mallarını artırıp çoğaltmak ve korumak suretiyle ıslah maksadını
gütmek, onlardan uzak durmaktan hayırlıdır. Eğer mallarını katıp karıştırmak
yetimlerin faydasına, onların hayrına ise bu hayırlıdır. Onlar din ve neseb
itibariyle sizin kardeşlerinizdirler. Kardeş, kardeşle birlikte olur, malları
birbirleriyle iç içe girer ve bunda bir mahzur, zorluk yoktur. Şayet nakit
paralar gibi birtakım mallarını ayrı tutmakta, mallarını ıslâh sözkonusu ise o
vakit hayırlı olan bu olur. Onlar hakkında maslahata riâyet etmek ve mallarına
güzel bir şekilde nezâret etmek, sizin için bir görevdir.
Bu
ayet-i kerime iyi niyet bulundurmak şartıyla, yetimlerin mallarını kendi
mallarına karıştırmak hususunda bir izin ihtiva etmektedir. Velinin bu işi yaparken
kendisine fayda sağlamak, yetime de zarar vermek kasdı olmamalıdır. Onların
mallarının kendi mallarına karışması, haksız yere mallarını yemeye yol
açmamalıdır. Şanı Yüce Allah kimin iyilik, kimin kötülük yaptığını ve
nefislerin bütün gizlediklerini bilendir. "Allah ıslah yapanları da fesat
yapanları da bilir." cümlesi böyle bir durumdan sakmdırmaktadır. Yüce
Allah burada kimin ıslah, kimin de fesat ettiğini bildiğini haber vermektedir.
Bunun anlamı ise şudur: O her birisine yaptığı işe göre karşılık verir.
Çoğunlukla sakındırmak maksadıyla Allahu Teâlâ'ya "bilmek" nisbet
edilir.
Şayet
Yüce Allah yetimlerden uzak durmayı ve onların mallarını da kendi mallarınızdan
ayırmayı farz kılmak suretiyle size darlık vermek ve işinizi zorlaştırmak
dileseydi, elbetteki bunu yapardı. Fakat O şu iki maslahatı dikkate almaktadır:
Yetimin maslahatı ile kolaylık ve zorluğu defetme maslahatı. Şanı Yüce Allah
umumiyetle kullarına kolaylık sağlar: "Allah sizin için kolaylık diler ve
sizin için zorluk dilemez." (Bakara, 2/185); "Dinde sizin için
herhangi bir zorluk kılmadı." (Hacc, 22/78).
O
Yüce Allah asla mağlup edilemeyen güçlüdür. Zor olan amellerle mükellef
tutmaya kadir olandır; fakat O yaptığında hikmeti sonsuz Hakimdir ve ancak
takatin içinde olan şeylerle mükellef tutar. Nitekim Yüce Allah: "Allah
hiçbir nefsi vüsatinden fazlasıyla mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) diye
buyurmaktadır.
[98]
Bu
ayet-i kerime ıslâh yoluyla yetimlerin mallarında tasarrufta bulunmanın caiz
olduğuna delildir. Yetimin velisinin satmak, satın almak, mudârebeye
(sermaye-emek ortaklığına) vermek, paylaştırmak ve bizzat velinin kendisinin
müdârib olması (sermaye-emek ortaklığında emek sahibi olması) caizdir.
Yetimlerin
vasilerinin çoğunluğunda görülenin hilâfına salâh yani kişinin yapılan işlerde
Allah'ın gözetimi altında olduğunu bilmek, fesattan ve fesat yapmaktan uzak
durmak şartıyla, yetimin malı ile kendi malını birbirine karıştırabilir.
el-Cassâs
el-Râzî der ki: Yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız."
buyruğu kendi malını yetimin malına karıştırmanın mubah olduğuna ve yetim
hakkında akrabalık ve nikahlama yoluyla tasarrufta bulunmaya, kızını yetim ile
evlendirmeye, himayesi altındaki yetim kızı çocuklarından birisi ile
evlendirmenin mubah olduğuna delildir. Böylelikle yetimi kendisine, ailesi halkına
katmış, kendisi de onlara katılmış olur. Bütün bunlara delil ise "Onlarla
bir arada yaşarsanız." lafzının mutlak olmasıdır.
İbni
Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre ayet-i kerime velinin zann-ı galibine göre
yetimin yiyeceğini tahmin ettiği miktarı kendi malına karıştırmasının caiz
olduğuna delil olduğu gibi, insanların yolculuklarda yaptığı şekliyle bir arada
yemek yemenin caiz olduğuna da delildir. Yolculukta yolcuların her birisi belli
bir miktar çıkartır, sonra da herkesin çıkardığını ortaya koyar, sonra da bunu
bir arada yerler. Halbuki o sofralarda insanların yediği miktarlar farklı
olabilir. Yine bu şekilde birlikte yemek yemenin caiz olduğuna Ashab-ı Kehf
kıssasmda yer alan Yüce Allah'ın şu buyruğu da delildir: "Şimdi siz
aranızdan birinizi şu gümüş paranız ile şehre gönderin de baksın, hangi yemeği
daha temiz bulacaktır..." (Kehf, 18/19). Burada: "şu gümüş
paranız" buyruğunun da ifadesinden anlaşıldığı gibi, para onların hepsine
ait idi. Burada "gümüş para" çoğula izafe edilmiştir. Hep birlikte de
o para ile alınacak yemekten yemeleri için onlardan birisine yemek satın
alması için emir verildiği görülmektedir.
[99]
"Onlar
lehine ıslah etmek hayırlıdır." buyruğu yetimin malı ile ticaret yapmanın
ve yetimi evlendirmenin vasî üzerine bir görev (vâcib) olmadığını
göstermektedir. Çünkü lafzın zahiri Yüce Allah'ın muradının burada mendubi-yet
ve irşâd ifade ettiğine delâlet etmektedir.
Ayetin
zahiri yetimin velisinin yetime dünya ve ahirete dair hususları öğretmesi
gerektiğini göstermektedir. Yetim lehine icâre yapabileceğini, onu birtakım
meslekleri öğretecek kimselerin yanında ona ücretle çalıştırabileceğini de
göstermektedir. Yetime herhangi bir şey hibe edilirse vasî bu konuda yetimin
lehine ıslâh sözkonusu olduğundan dolayı yapılan bu hibeyi kabzetmek hakkına
sahiptir.[100]
Yetimin
malından yapılan harcamalara dair vasî veya kefil kişinin şahit tutmasına
gelince; bu durumda Mâlikîlere göre iki durum sözkonusudur. Birisinde şahit
tutması mümkün olan haller; bu konuda vasinin beyyine ile olmadıkça sözü kabul
edilmez. Tıpkı annenin veya çocuğu büyütenin (el-hâdına) nafaka ve giyeceğini
vermek gibi. Babanın bu konuda anne veya çocuk bakıcısı hakkında söyleyeceği
sözler, onun bu nafaka ve giyeceği, aylık ya da senelik kabzettiğine dair bir
beyyinesi (delili) olmadıkça kabul olunmaz. İkinci bir durum ise, şahit
tutması imkânsız olan hallerdir. Bu konuda beyyine olmaksızın sözleri kabul
edilir. Her vakit görülen yemek ve elbise giymek gibi.
Kişinin
kendisine helal olması halinde himayesindeki yetim kız ile evlenmesi ve
yetimin malından kendi adına bir şeyler satın alması ile ilgili olarak bu
ayet-i kerimeden farklı görüşler çıkartılmıştır.
İmam
Mâlik der ki: Kişi himayesindeki yetim kız ile evlenemez. Fakat yetimin
malından kendi adına bir şeyler satın alabilir.
İmam
Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Eğer yapılan ıslâh bir hayır ise, yetimi
evlendirmesi caiz olduğu gibi, kendisinin yetimle evlenmesi de caizdir. İmam
Mâlik'in de dediği gibi vasi, yetim çocuğun malından kendisi adına se-men-i
mislinden daha fazlası ile bir şeyler satın alma hakkına sahiptir. Çünkü bu da
Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadesinin delâlet ettiği bir ıslahtır.
İmam
Şafiî ise evlendirmekte bir ıslâh olduğu görüşünde değildir. Bu ancak ihtiyacı
defetmek halinde sözkonusu lur. Bulûğdan önce ise böyle bir şeye ihtiyaç
yoktur. Yetimin malından bir şeyler satın alması da caiz değildir. Çünkü
ayet-i kerimede yetimin malında tasarruf sözkonusu edilmemiştir.
İmam
Ahmed'e göre vasinin, himayesindeki yetimi yönlendirmesi caizdir, çünkü bu bir
ıslâhtır.
[101]
İctihad:
el-Cassâs
Yüce Allah'ın "De ki: Onların lehine ıslâh etmek hayırlıdır." buyruğundan,
çeşitli olaylar ile ilgili hükümler hakkında ictihâd edilmesinin caiz olduğu
hükmünü çıkarmıştır. Çünkü bu ayet-i kerimenin ihtiva ettiği ıslâh, ictihad
yoluyla ve zann-ı gâlib ile bilinen bir husustur.
[102]
Yine
ayet-i kerime İslâmî hükümlerin kolaylık ve hoşgörü esasları üzerinde kurulu
olduğunu ve insanları mutad olan beşerî gücü zorlayan herhangi bir meşakkat ve
sıkıntıya götürmenin sözkonusu olmadığını göstermektedir. Halbuki Yüce Allah
bizi darlığa sokmaya, hükümlerini ağırlaştırmaya da Kadirdir. Fakat O, bizim
için kolaylık sağlamayı dilemiştir.
[103]
221-
Müşrik kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. Mümin bir cariye hoşunuza
gitse bile müşrik bir kadından elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de
iman edinceye kadar nikahlamayın. Mümin bir köle hoşunuza gitse bile müşrik
bir erkekten elbette daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar. Allah ise
izniyle cennete ve mağfirete davet eder ve ayetlerini insanlara ibret alsınlar
diye apaçık bildirir.
"Onlar
ateşe çağırırlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet eder." buyruğunda
"ateş" ile "cennet" kelimeleri arasında tıbâk vardır.
[104]
"Müşrik
kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın." Kitap Ehli olmayan harbî
kadınlarla evlenmeyin. Müşrik kadın, herhangi bir kitaba iman etmeyen
kadındır. Müşrik kadınların, kâfir kadınlar demek olduğu da söylenmiştir.
Bu
"müşrik kadınlar"ın kâfir kadınlar ile tefsir edilmesine göredir. Bu
şekilde tefsir edildiği takdirde ise: "Kendilerine kitap verilenlerden
iffetli kadınlar" (Mâide, 5/5) ayeti ile Kitap Ehli olmayan kadınlara
hastır. Mâide sûresinin hükümlerinin tamamı sabittir. O sureden herhangi bir
şey asla neshedilmiş değildir. Aynı zamanda bu İbni Abbâs ve Evzâî'nin de
görüşüdür.
"Müşrik
erkeklere de, iman edinceye kadar nikahlamayın." yani kayıtsız ve şartsız
olarak mümin kadınlarınızı kâfirlerle evlendirmeyin. "Mümin bir köle,"
malı ve güzelliği dolayısıyla "hoşunuza gitse bile müşrik bir erkekten
elbette daha hayırlıdır."
"Onlar"
yani müşrikler, "ateşe" ateşi gerektiren işleri yapmaya "çağırırlar."
O bakımdan onlarla nikahlanmak uygun değildir.
"Allah
ise" rasûlleri aracılığıyla "izni ile" iradesiyle "cennete
ve mağfirete" her ikisini icabettiren amellerde bulunmaya "davet
eder." O bakımdan onun gerçek dostu olanlarla evlenme hususundaki emrine
uymak icabeder."
[105]
İbnü'l-Münzir,
İbni Ebi Hatim ve el-Vâhidî, Mukatil'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Bu ayet-i kerime İbni Ebi Mersed el-Ganevî hakkında nazil olmuştur. O,
Peygamber (s.a.) den Anâk adındaki çok güzel bir müşrik kadınla evlenmek için
izin istemişti. İşte bu ayet-i kerime buna dair nazil olmuştur.
Bir
diğer rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a) Mersed b. Ebî Mersed
el-Ğanevî'yi orada bulunan birtakım müslümanları çıkartmak üzere Mekke'ye
göndermişti. O câhiliye döneminde Anâk adında bir kadını seviyordu. Bu kadın
yanına geldi ve: Başbaşa kalalım mı? diye teklifte bulundu. Kadına "Yazık
sana! İslâm bizim aramıza engeldir." dedi. Kadın: Peki benimle evlenir
misin? dedi. Mersed: "Evet, fakat Resulullah (s.a.)'a dönüp onunla danışacağım"
dedi. Onunla danışması üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu.
el-Vahidî'nin
es-Süddî yoluyla rivayetine göre Ebû Mâlik, İbni Abbâs'dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdullah b. Revâha hakkında nazil olmuştur.
Onun siyah bir cariyesi vardı. Bir seferinde kızdı ve ona bir tokat vurdu. Daha
sonra yaptığı bu işten dehşete kapıldı. Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona
durumu bildirdi ve: Andolsun, onu azad edip onunla evleneceğim, dedi ve
dediğini yaptı. Bazı kimseler bundan dolayı onu tenkid ederek: Bir cariye ile
mi nikahlanıyor? diye sordular. Allah da bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.
Bunu İbni Cerîr et-Taberî de es-Süddî'den munkatı' olarak nakletmiştir.
Süyutî'nin
de belirttiği gibi nüzul sebebinde iki husus gözönünde bulundurulur: Birincisi
ashabın bir ayetin nüzul sebebine dair bir rivayeti, o ayetin manasını
açıklamak içindir. Aynı zamanda bu rivayet meydana gelen benzer hususları da
kapsar.
Ashabın
zikrettiği sebep, bazan ayetin nüzulünden sonra da meydana gelmiş olabilir.
[106]
Bu
ayet-i kerime İslâm toplumunun yapılanmasını sağlayan hükümler arasında yer
alır. Yüce Allah yetimlerle evlilik dolayısıyla bir arada bulunmaya izin
verince, peşisıra müşriklerle nikâhlanmanın sahih olmayacağını da açıklamaktadır.
Ayetin
anlamı şudur: Ey müminler! Kitapları olmayan müşrik kadınlarla Allah'a ve
âhiret gününe iman edip Muhammed'i tasdik edinceye kadar evlenmeyiniz. Müşrik
lafzı bu anlamıyla Yüce Allah'ın şu buyruğunda yer almaktadır: "Kitap
Ehli'nden olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize herhangi bir
hayrın indirilmesini istemezler." (Bakara, 2/105); "Kitap Ehli'nden
ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar
ayrılmayacaklardır." (Beyyine, 98/1). Özetle; şirkleri üzere devam
ettikleri sürece müşrik kadınlarla evlenmeyiniz.
Allah'a
ve rasûlüne iman eden bir câriye, toplumsal açıdan aşağı konumda ve köle olsa
dahi, güzelliği, soyu, konumu ve malı olan müşrik bir kadından daha üstündür.
Çünkü dinin de hayatın da kemali ve şerefi ancak iman iledir. Mal ve mevki ile
ise sadece dünyevî kemal sözkonusu olur. Dine ve ona bağlı olan dünyadan tabi
olan şeylere riayet etmek yalnızca dünyaya riâyet etmekten önce gelir.
Mümin
kadınlarınızı da, Allah'a ve rasûlüne iman edinceye kadar müşrik erkeklerle
evlendirmeyiniz. Sosyal bakımdan aşağı konumlarda olmasına rağmen, Allah'a ve
rasûlüne iman eden bir köle ile kadınlarınızı evlendirmeniz, hür ve müşrik bir
erkekle evlendirmenizden sizin için daha hayırlıdır. İsterse bu müşrik makam,
mevki, soy ve şeref itibariyle hoşunuza gitmiş olsun.
Müslüman
erkeğin, müşrik kadın ile, müslüman kadının da ister Kitap Ehli olsun, ister
müşrik olsun mutlak olarak kâfir bir erkek ile evlenmesinin haram kılınış
sebebi şudur: Bu müşrik erkekler ve kadınlar müslümanları küfre ve cehenneme
götüren, kötü olan her şeyi işlemeye sebep olabilirler. Zira bunların doğruya
iletecek sağlıklı bir dinleri, kendilerini hakka iletecek semavî bir kitapları
da yoktur. Üstelik imanın nurunun bulunduğu bir kalp ile karanlık ve
sapıklığın yer ettiği bir kalbin tabiatları arasında da karşılıklı nefretleş-me
ve soğukluk sözkonusudur.
O
bakımdan müşriklerle birlikte olmayınız, onlarla evlilik dolayısıyla akrabalığınız
da olmasın. Çünkü evlilik dolayısıyla akrabalık bir arada bulunmaya, ülfete,
sevgiye ve onlardan etkilenmeye yol açar. Sapık fikirlerin onlardan geçmesine,
şer'î olmayan fiil ve adetlerin de taklid edilmelerine sebep olur. Üstelik
çocuklar da hevâ ve sapıklıklara uygun olarak yetiştirilir, eğitilir. Kısacası
müşrik kadınların nikâhlanmalarının haram kılınmasının sebebi neticede ateşe
sürüklenmeye vesile olabilir. Yüce Allah ise indirmiş olduğu Kitabı ve
peygamberleri aracılığı ile cennete, cennetin nimetlerine ulaştıran şeylere
çağırır ve onlara iletir. İzniyle, emir ve iradesiyle hak olan yolu
göstermesiyle mağfirete, günahların örtülmesine davet eder. İnsanlara
ayetlerini, hüküm ve delillerini öğüt alsınlar, hayır ve şerri birbirinden
ayırdedebilsinler, O'nun emrine aykırı hareket etmesinler, nevalarının
gösterdiği yolda veya şeytanın ardından gitmesinler diye açıklar. Çünkü
hükümlerin illet ve delilleriyle sözkonusu edilmesi, o hükümlere razı olmaya
ve onları yerine getirmek üzere eli çabuk tutmaya daha bir iticidir.[107]
Ayet-i
kerime müslüman bir erkeğin putperest, budist ve ateist gibi müşrik bir kadın
ile evlenmesinin hiç bir şekilde doğru olmayacağını göstermektedir.
Kitab
Ehli olan (Yahudi veya Hristiyan) kadın ile evlenmeye gelince; şeriat Yüce Allah'm
şu buyruğu ile böyle bir kadın ile evlenmeyi mubah kılmıştır: "Sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınların mehirlerini
verdiğiniz takdirde zinaya sapmamış ve gizli dostlar edinmemiş olmaları
şartıyla (evlenebilirsiniz)." (Mâide, 5/5).
Müşrik
kadın ile Kitap Ehli olan kadın arasındaki fark açıktır: Birinci türden olan
kadın kesinlikle hiç bir dine iman etmemektedir. İkincisi ise Allah'a ve ahiret
gününe, helâl ve harama iman etmek, hayır ve faziletli olan davranışı yapmanın
gereğine, serden ve bayağılıklardan uzak durmanın lüzumuna inanmak bakımından
müslüman ile ortak kanaatlere sahiptir.
Şeriat
müslüman bir kimsenin, Kitap Ehli olan bir kadınla evlenmesini caiz kılmakla
birlikte, müslüman bir kadının Kitap Ehli olan bir erkekle evlenmesini caiz
görmemiştir. Bunun da sebebi açıktır. Çünkü Kitap Ehli olan bir kadının
müslüman bir erkekle evlenmekle birlikte eski dini üzere kalma hakkı vardır.
İnandığı ve yaşamak istediği dininden dolayı da herhangi bir zarar görmez.
Çünkü müslüman, diğer dinlerin doğru inançlarını da kabul eden bir dine iman
etmektedir. Tevhide ve insanî erdemlere çağırmak hususunda İslâm ile ittifak
halinde bulunan Yahudilik ve Hnstiyanlık dini de bunlardandır. Bu açıdan Kitap
Ehli olan kadın, müslüman erkek ile birlikte oldu mu hem kendi dinini hem de
kendisinden başkasının dinini kapsayabilen geniş bir daire içerisinde
demektir. Belki İslâmın hoşgörülü ruhunu ve güzel davranışını kocasından
hissedip farkettiği takdirde, herhangi bir zarar sözkonusu olmaksızın, kocası
ile birlikte mutlu ve rahat yaşayabilir.
Erkeğin
normal olarak kadın üzerinde aile reisliği otoritesi bulunur. Bu ise kadının
otoritesinden daha güçlüdür. O bakımdan Kitap Ehli'nden olan bir erkek müslüman
bir kadınla ile evlenecek olursa, o kadına menfi yönde etki edebilir. Belki
kadın dinini dahi terkedebilir veya kocası ile birlikte olmaktan dolayı zarar
görebilir. Çünkü ruhî ve hissî uyum ve bağlılık böyle bir ailede bulunamaz. O
bakımdan müslüman bir kadın böyle bir erkekle dar ufuklu bir daire içerisinde
hayat sürer. Oysa onun akidesi geniş bir çerçeveyi kuşatmaktadır. Ayrıca İslâm
daima üstündür. İslâmın üstüne gelebilecek hiçbir şey yoktur. Müslüman kadının
sahip olduğu izzet, Kitap Ehli'ne mensup bir erkek ile evlenmesine müsaade
etmez.
İlim
adamlarının cumhurunun kabul ettiği görüş budur. Bununla birlikte müslüman bir
erkeğin Kitap Ehli bir kadın ile evlenmesinin mekruh olduğu da söylenmiştir. O
takdirde buradaki ayet-i kerime, özel örfe göre açıklanır. Bu ise dar anlamıyla
müşrik kadındır (yani puta tapan ve buna benzer kadınlar). O takdirde de ayet-i
kerime mensûh da olmaz, tahsîs de edilmiş olmaz; sadece şöyle bir hüküm ifade
etmiş olur: Putperest ve mecusi olan kadınlarla nikahlanmak haramdır. O vakit
Mâide sûresinde daha önce işaret ettiğimiz "Kitap Ehli'nin iffetli
kadınları" ile ilgili ayet-i kerime de ayrı bir hüküm ifade etmiş olur. Bu
ise Kitap Ehli olan kadınlarla evlenmenin helâl olduğu hükmüdür. Bu durumda
ayetler arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu olmaz. Çünkü
"şirk lafzı zahiren Kitap Ehli tabirini kapsamaz. Zira Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Kitap Ehli olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden
üzerinize hiç bir hayrın indirilmesini istemezler." (Bakara,, 2/105); "Kitap Ehli'nden ve müşriklerden
kâfir olanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar ayrılmayacaklardı."
(Beyyine, 98/1). Burada görüldüğü gibi ayetler lafız itibariyle bunları ayrı
ayrı zikretmiştir. Atıf ise zahiren atfedilen ile kendisine atfedilenin birbirinden
ayrı olmasını gerektirir. Diğer taraftan "şirk" adı umumidir, nass değildir.
Yüce Allah'ın: "Müminlerden hür ve iffetli kadınlarla" buyruğundan
sonra "kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar" (Mâide, 5/5)
ifadesinin yer alması, açık bir nastır. Dolayısıyla ihtimali bir mana ifade
eden buyruk ile ihtimal ifade etmeyen buyruk arasında tearuz sözkonusu
değildir.
Kimi
ilim adamları ise "müşrik kadınlar" lafzı müşrik olan her türlü kadını
kapsar, demektedir. Bu kadın ister putperest ister Yahudi ister Hristiyan olsun
farketmez. Ayrıca bundan herhangi bir bölüm neshedilmiş veya tahsis edilmiş de
değildir. Buna göre bütün bu kadınlarla evlenmek müslüman erkekler için haram
olur. İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ayet-i kerime,
putperest, mecusi ve Kitap Ehli olan bütün kadınlar hakkında umumidir. İslam
dini üzere olmayan herkes (le evlenmek) haramdır. Buna göre bu ayet-i kerime,
Mâide sûresinde bulunan ayeti nesh etmiştir. Bunu İbni Ömer'in Muvat-ta' da yer
alan şu sözü desteklemektedir: "Bir kadının Rabbinin İsa olduğunu
söylemesinden daha büyük bir şirk koşma bilmiyorum." Ömer b. el-Hattâb'dan
da Kitap Ehli olan kadınlarla evlenmenin haram olduğunu söylediği ve Talha b.
Ubeydullah ile Huzeyfe b. el-Yemân'ın evlendiği Kitap Ehli'nden iki kadını
onlardan ayırdığı rivayet edilmiştir. Bunlar: "Ey müminlerin emiri, bu
kadınları boşanz, yeter ki sen kızma," deyince Hz. Ömer şu cevabı
vermişti: "Onları boşamak caiz olsaydı nikahlamak da caiz olurdu. Fakat
ben sizleri (onlar için) tahkir ve zillet olsun diye birbirinizden
ayırıyorum." Fakat İbni Atıyye bu konuda şöyle demiştir: Bu sözün senedi
pek iyi değildir. Senedi bundan daha kuvvetli olan rivayete göre ise Hz. Ömer
aralarını ayırmak istemiş, Huzeyfe ona: Bu kadının bana haram olduğunu mu
söylemek istiyorsun? O takdirde ben onu bırakırım, ey müminlerin emiri! deyince
Hz. Ömer: "Hayır, ben onun haram olduğunu söylemiyorum, fakat bunlar
arasında iffetli olmayanlarla evleneceğinizden korkuyorum." demiştir.
İbni Abbas'dan da buna yakın bir rivayet gelmiştir. İbnü'l-Münzir, Hz.
Ömer'den Kitap Ehli olan kadınları nikahlamanın caiz olduğunu söylediğini
zikretmektedir.
[108]
Yüce
Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti gereğince ümmetin kabul ettiği görüş de
budur.
Özetle
Hz. Ömer'den senet itibariyle sahih olan rivayet, müslüman bir erkeğin Kitap
Ehli olan bir kadın ile evlenmesinin mubah olduğunu ifade eder. Hz. Ömer'in Hz.
Talha ile Hz. Huzeyfe'nin Yahudi ve Hristiyan kadınları nikahlamalarını mekruh
görmesi, insanların onlara uyup müslüman kadınlara rağbet etmemesi yahut da
iffetli olmayan kadınlara rastlamaları ya da müslü-manlarm genel maslahatlarını
gözönünde bulunduran uzak ufuklu başka birtakım hikmetler dolayısıyla
olabilir.
Harbî
olan Kitab Ehlî kadına gelince; İbni Abbâs'ın görüşüne göre böyle bir kadın ile
evlenmek helâl değildir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap
verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve rasûlünün haram
kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle
küçülmüş olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşınız."
(Tevbe, 9/29) buyruğu bunu gerektirmektedir. İmam Mâlik, harbî olan kadınlarla
evlenmeyi mekruh görmüştür. Çünkü kadın çocuğu dar-ı harbte bırakabilir ve
şarap ve domuzu kullanabilir.
Dört
mezhep imamı ile diğerleri ittifakla mecusî kadınları nikahlamanın haram
olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah: "Müşrik kadınları iman
edinceye kadar nikahlamayın." diye buyurmuştur ki, bunlar putperest ve mecusî
olan kadınlar demektir.
Müslüman
bir kadının kâfir bir erkek ile evlenmesini ümmet icmâ' ile kabul etmemiştir.
Çünkü böyle bir evlilikte İslâmm şanını küçültmek sözkonusu-dur ve daha önce
açıkladığımız sebepler dolayısıyla da bu haramdır. Diğer taraftan:
"Müşrik erkeklere de iman edinceye kadar nikahlamayın" yani müslü-man
bir kadını müşrik bir erkekle evlendirmeyin, ayeti de bunu gerektirmektedir.
"Müşrik
erkeklere de... nikahlamayın." ayeti velisiz nikâh olmayacağının
delilidir. Bu, ilim adamlarının cumhurunun da görüşüdür. Çünkü Hz. Peygamber:
"Veli ile olmadıkça nikâh olmaz"
[109]
diye buyurduğu gibi şöyle de buyurmuştur: "Kadın kadını evlendiremez.
Kadın kendi kendisini evlendiremez. Kendi kendisini evlendiren zina etmiş
hükmündedir."
[110]
Ebû
Hanife ise kadının kendisinin kendi evlilik akdini dolaysız olarak yapmasını
veya başkası adına vekâleten evlendirmesini caiz görmüştür. Çünkü kadın bu
konuda tam bir ehliyet sahibidir. Ayrıca pek çok ayet-i kerimede nikâh lafzı
kadına da isnâd edilmiştir: "Bir başka kocayı nikâhlayıncaya kadar"
(el-Bakara, 2/230); "Artık kocalarını nikahlamalarına engel
olmayınız." (Bakara, 2/232) buyrukları gibi. Burada sözü geçen
"engel olmak"tan kasıt, kocalarını seçtikleri takdirde evlilik
akdini doğrudan yapmalarını engellemektir. Hane-fîler: "Veli ile olmadıkça
nikâh olmaz" hadisini vücûb için değil de kemal, men-dubluk ve müstehablık
ifade edecek şekilde yorumlamışlardır.
Son
olarak şunları söyleyebiliriz: Şiâ dışındaki mezheplerde müslüman bir erkeğin
Kitap Ehli bir kadınla evlenmesinin mubah kabul edilmesi, hakikatte istisnai
bir durumdur, aslî bir durum değildir. Bu bakımdan bizler kumral güzellere
kendilerini kaptırarak ve onlarla evliliği kolay bularak yabancı kadınlarla
evlenmeye gençlerimizin yönelmesini uygun görmüyoruz. Onların evliliklerinin
kolay olmasının sebebi ise, sözedilmeye değer bir mehrin olmayışından
dolayıdır. Diğer taraftan bu kadınlar çoğunlukla erkeğin dinine ve ülkesine olan
bağlılığını bozar, ülkesine ve kendi insanlarına karşı olan güvenini sarsar,
çocukları kendi arzu ve dinlerine göre eğitir. Üstelik bu kadınlarda üstten bakma,
müslümanları hakir görme alışkanlığı da vardır. Fırsatını bulduğunda çocuklarını
alıp ülkesine götürür, kocasını terkedebilir. Bu kadınlardan İslama girenler
ise gerçekten azdır. Bu bakımdan müslüman bir erkek onlara herhangi bir
şekilde tama etmemelidir.
Müslüman
bir kadının müslüman olmayan erkekle evlenmesi ise, daha zor ve daha büyük bir
musibettir. Çünkü müslümanların icmâı ile böyle bir evlilik batıldır ve
haramdır. Böyle bir evlilikten doğan çocuklar veled-i zinadır. Bu kadın ile erkek
arasındaki ilişki, birliktelikleri uzun sürse bile hiç bir zaman
biribirlerinden faydalanmaya cevaz vermez. Çünkü asıl itibarıyla bu batıldır.
Şayet kadın böyle bir şeyin helâl olduğunu kabul ederse, o takdirde o kadın
mürted ve kâfir bir kadın olur. Dar-ı küfürde ikamet etmek bunun helâl olduğunu
söylemeye sebep teşkil etmez. Çünkü esasen müslüman erkek ile müslüman kadın
için aşırı bir zaruret yahut kesin bir ihtiyaç veya geçici bir gerek olmadıkça
kâfirler arasında ikamet haramdır. Bu tehlikeli sapmadan ve dini hususlarda
gevşeklikten Allah'a sığınırız.
[111]
222- Sana ay halinden sorarlar. De ki: "O bir
ezadır. Ay halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden
onlara yaklaşın. Gerçekten Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri
sever.
223- Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O
halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için önden (iyi ameller)
gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki her halde O'nun huzuruna
varacaksınız. Müminlere müjdele!
"Temizleninceye
kadar..." anlamına gelen "hattâ yethurne" buyruğunda
"ti" harfi şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddeli olarak
okumak, gusle-dinceye kadar, demektir. Şeddesiz olarak anlamı ise, ay hali
kanının kesilmesidir. Bu iki farklı kıraatten İmam Şafiî ile İmam Ebû Hanife
arasındaki; "kanın azami süresi (on gün) sonunda kan kesilip gusletmeden
önce hanım ile ilişki kurmanın caiz olup olmadığı" hususundaki görüş
ayrılığı ortaya çıkmıştır. Ebû Hanîfe bunu caiz kabul ederken Şafiî bunu kabul
etmemektedir.
[112]
"De
ki: O bir ezadır." Ezâ gibidir, anlamında beliğ bir teşbihtir. Ezâ ise genel
olarak pis olan şeylerden kinayedir. Yani ay hali pisliği dolayısıyla insana
tiksinti veren, ona yakın kimseye nefret kazandıran, hoşa gitmeyen bir şeydir.
O bakımdan ay hali kanı kadının kendisine de başkasına da rahatsızlık verir.
"Onlara
yaklaşmayın." buyruğu onlarla ilişki kurmamaktan kinayedir.
"Kadınlarınız
sizin için bir tarladır." yani ekip tohum bırakma yeridir. Yahut bu bir
teşbih, benzetme de olabilir, kadın arazi gibidir, nutfe tohum gibidir, çocuk
ise arazide biten bitkiye benzer.
[113]
"Ay
hali" anlamına gelen "el-mahîd" kelime olarak akıntı demektir.
Şer"î bir terim olarak ise, ayda bir defa kadının rahminin dip
taraflarından çıkan bozuk bir kandır. İmam Şafiî ve bunu Ahmed'e göre bunun
asgari süresi bir gün ile bir gecedir. Çoğunlukla görüleni ise altı veya yedi
gündür. Azami süresi ise onbeş gündür. Ay halinin hikmeti ise rahmi evlilik
ilişkisi esnasında hamile kalmaya müsaid hale getirme ve bu yolla insan türünün
bekâsının sağlanmasıdır, "el-mahîd" ile bazan ay halinin yeri de
kastedilebilir.
"Eza"
pislik veya eziyet mahalli demektir. Yani o bir zarardır ve hoşa gitmeyen
eziyet verici bir şeydir. Ondan dolayı kadın da başkası da ay halinin kanı ile
rahatsızlık duyarlar. Ay hali dolayısıyla kadınlardan uzak durmak ise ay hali
süresince kadınlarla ilişki kurmayı terketmektir.
"Temizleninceye
kadar" yani herhangi bir engel bulunmadığı takdirde su ile gusledinceye ya
da Şafiî'nin görüşüne göre, onun yerine geçmek üzere teyemmüm yapıncaya kadar,
demektir, "onlara yaklaşmayın." Bu buyruk, "Kadınlardan uzak
durun" buyruğu gibi cimâda bulunmamaktan kinayedir. Ebû Hanife der ki:
Şayet kadın on günden daha az bir süre zarfında temizlenecek olursa
gusletmedikçe ya da kan kesilmiş haliyle tam bir namaz vakti geçmedikçe
kocasına helâl olmaz. Şayet ay halinin azami süresi sonunda temizlenecek
olursa -ki bu da on gündür- gusletmeyecek olsa dahi kocasına helâl olur.
"Allah'ın
size emrettiği yerden" ay halinde cimâdan uzak durmak suretiyle ve
temizlendikten sonra da arkadan değil de emrolunan yer olan önden cimâda
bulunmak suretiyle "onlarayaklaşın."
"Gerçekten
Allah" günahlarından "çokça tevbe edenleri ve" pisliklerden
"çokça temizlenenleri sever."
"Kadınlarınız
sizin için bir tarladır." Kadınlar kendisinden mahsul alınmak istenen bir
araziye benzer. Zira kadınlar, bitkinin yerde yetişmesi gibi çocukların
yetişme yeridir. "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." yani
ayakta, oturarak, yanı üzerinde yatarak, yüzyüze, arkasını döndürmüş olarak
fakat önden, cimâda bulunun.
"Ve
kendiniz için önden" cimâdan önce besmele çekmek gibi "salih amel
gönderin. Bir de Allah'tan" emir ve nehiylerine uymak hususunda
"korkun ve bilin ki" öldükten sonra dirilmek suretiyle "herhalde
O'nun huzuruna varacaksınız." O da amellerinizin karşılığını size
verecektir. Bundan korkan "müminlere" cenneti "müjdele."
[114]
222.
ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Müslim ve Tirmizî, Enes b. Mâ-lik'ten şunu
rivayet etmektedirler: Yahudiler kadınları ayhali olduğu takdirde onlarla
birlikte yemek yemez ve aynı odada kalmazlardı. Resulullah (s.a.)'ın ashabının
Hz. Peygamber'e bu durumu sormaları üzerine Yüce Allah: "Sana ay halinden
sorarlar" ayetini indirdi ve: "(Kadınlarınız ay hali iken) cinsi
ilişki dışında her şeyi yapabilirsiniz" diye buyurdu.
223.
ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd ve
Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Câbir şöyle demiştir: "Yahudiler, Erkek
hanımına arkadan gelerek cima' ederse -yani arkadan yaklaşıp ön tarafından
cimâda bulunursa- çocuk şaşı olur, derlerdi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız
sizin için bir tarladır..." ayeti nazil oldu.
[115]
Mücâhid
der ki: "Ayhalinde kadınlardan uzak durur ve ayhali süresince kadınlara
arkalarından yaklaşırlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu."
Hâkimin rivayetine göre de İbni Abbâs şöyle demiştir: "Şu Kureyşliler kadınlarla
evlenir ve yüzyüze veya arkalarını çevirmiş olarak onlardan zevk alırlardı.
Medine'ye geldiklerinde Ensâr'dan kadınlarla evlendiler. Mekke'de yaptıklarını
onlarla da yapmaya kalkıştılar. Ancak Ensar kadınları böyle bir şeye karşı
çıktılar ve: Bu bizim daha önce bilmediğimiz bir şeydir, diyerek kabul etmediler.
Bu konuda söylentiler oldukça yayıldı, nihayet Resulullah (s.a)'a haber
ulaşınca, Yüce Allah da bu hususta: "Kadınlarınız sizin için bir
tarladır." ayetini inzal buyurdu.
[116]
Bu,
"vav" edatı ile atfedilen üçüncü bir sorudur. Çünkü bu sorunun kendisinden
önce ve sonrası ile de ilişkisi vardır. Peygamber (s.a.)'e ayhalinin hükmü
hakkında soru sorulmuştu. Çünkü Yahudiler; Kirli olduğu günlerde, ayhali olan
kadına dokunan herkes necis olur, diyorlar ve ayhali olan kadın ile ilişki
konusunda işi alabildiğine sıkı tutuyorlar, önceden de açıkladığımız gibi yemelerini,
içmelerini dahi ayırıyorlardı. Hristiyanlar ise ayhali ile ilgili hususlarda
işi gevşek tutuyor, ayhali ile sair zamanlar arasında fark gözetmiyorlardı.
Ca-hiliye döneminde Araplar da Yahudiler ve Mecusiler gibi idiler. Ayhali olan
kadınla aynı yerde kalmıyorlar, birlikte yemek yemiyorlardı. İşte bu farklı durumlar
müslümanlara ayhali zarfında kadınlarla birlikte olmanın hükmünü sormaya
itmiştir. Yüce Allah da onlara şöylece cevap verdi:
Ayhali
erkeğe de kadına da bir eza ve rahatsızlık veren birşeydir. O bakımdan ayhali
süresince kadınlarla ilişki kurmaktan uzak durunuz. İlişki kurmanın dışında
meselâ öpmenin, baldırlarına dokunmanın -Hanbelîlerin görüşüne göre- bir
mahzuru yoktur. Çünkü Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin daha önceden
kaydettiğimiz rivayet ettikleri hadiste: "Cima' dışında her şeyi
yapabilirsiniz." denilmektedir. Cumhur ise göbek ile dizkapağı arasındaki
bölgeden faydalanmayı da haram görmüşlerdir. Çünkü Ebû Davud'un, Hizam b.
Hakîm'den, o amcasından rivayet ettiğine göre, amcası Resulullah (s.a)'a: Ayhali
iken hanımımdan bana helâl olan nedir? diye sormuş; Hz. Peygamber de:
"İzar (peştemal)ın yukarısı senin için helâldir.". Yani göbekten
yukarısı, diye buyurmuştur. Diğer taraftan izar altındaki yerlerden faydalanmak
kişiyi cima' tehlikesi ile karşı karşıya bırakır.
Tıp,
şeriatın bu doğrultudaki hükmünü desteklemektedir. Doktorlar ayha-li sırasında
ilişkinin kadının üreme organlarında aşırı acı ve iltihaplara sebep teşkil
ettiğini, aynı şekilde bu kanın erkeğin organının ağzından içeri girdiği
takdirde onda da akıntıyı andıran irinli bir iltihaba neden olduğunu, eğer kadında
bir hastalık var ise bu hastalığın erkeğe de bulaştığını, hatta bu durumda
ilişki kurmanın kadında da erkekte de kısırlık sonucunu verebileceğini ispatlamış
bulunmaktadırlar.
Ayhalinden
kadınlarınız temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Su ile gusletmek
suretiyle temizlendikleri takdirde, Allah'ın size emretmiş olduğu ve izin
verdiği taraftan -ki o da ön taraftar- onlarla ilişki kurunuz. Çünkü nesil yeri
orasıdır. -"Tuhr" ayhali kanının kesilmesi, "tetahhur" ise
gusletmek demektir.- Şüphesiz Allah masiyetlerinden tevbe edenleri sever.
Meselâ, kadınlara ayhali esnasında veya arka yoldan yaklaşmak ve buna benzer
fıtrat ve selim bir tabiat ile çatışan kötülüklerden uzaklaşmak gibi. Allah'ın
sevmesi, kulunun sevap kazanmasını dilemesidir. Tevbe ise onun masiyet halinden
dönmesidir. Ayet-i kerimede "varmak" ilişki kurmaktan kinaye olarak
zikredilmiştir.
Ayhalinden
temizlenmiş olan kadınlarınız sizin ekin ekme yeriniz, neslinizin artıp
çoğaldığı yerlerdir. Erkeğin nutfesi yere saçılan bir tohum gibidir. Ayhali
süresinde kadınlara yaklaşmak helâl değildir. Çünkü o dönemde tarla ekini
kabule hazır değildir, arka yoldan yaklaşmak da helâl değildir; çünkü neslin
çoğalacağı yer orası değildir. Ayrıca bunun bedene de bir takım zararları vardır.
Bu
ikinci ayet-i kerime bir önceki ayetin bir açıklaması sayılabilir. Ayet,
kadından faydalanmanın meşru kılmış hikmetini de açıklamaktadır ki, bu da doğum
suretiyle insan türünü korumaktır.
Hangi
şekilde isterseniz çekinmeden tarlanıza varınız. Ayakta, oturarak, yanı
üzerinde yatarak, yüzünü döndürmüş veya arkasını çevirmiş olarak. Sadece
ilişki kurulan yer aynı olmalıdır ki, o da ekin ekme yeri olan ön tarafıdır.
Tıpkı ekin ekmek istediğiniz tarlalarınıza nereden dilerseniz oradan gittiğiniz
gibi. Herhangi bir yön size mahzurlu değildir. Aynı şekilde ayet-i kerime, zina
yoluyla değil de nikâh ile ve şer'an izin verilmiş olan zamanlarda ihramlı olmadığı,
oruçlu ve itikafta bulunmadığı zamanlarda kadınlara yaklaşmanın mubah olduğunu
ifade etmektedir.
Ahiret
gününde sizin için bir hazırlık olmak üzere salih amellerden[117] ve
hayırdan kendiniz lehine önden bir şeyler gönderin, Allah'tan korkun, O'na
karşı gelmekten sakının, masiyetlere yaklaşmayın, O'nun koyduğu sınırları
zorlamayın, ayhalinde iken eşlerinizle cinsî münasebete girmeyin. Dindar olan
kadını tercih ediniz, erkeğe kötü muamele eden, kötü huylu ve çocukları kötü
bir şekilde eğitmesi muhtemel ahlâkî yönü düşük kadından yüz çevirin.
Kat'iyetle
de biliniz ki sizler, ahirette Rabbinizle karşılaşacaksınız ve O iyilik yapana
mükâfat, kötülük yapana da ceza verecektir.
Allah'ın
emirleri üzerinde dosdoğru yürüyen müminlere kurtuluşu, kerem ve lütfü, dünya
ve ahirette mutluluğu müjdele! Allah'ın sınırlarını aşarak şehvet ve
arzularının peşinden takılıp giden ve teşrî' buyurulmuş kanunların dışına
çıkanlara gelince; onlar dünya hayatında zarar görmekten, ahirette de azaba
uğramaktan kurtulamazlar. Dünya hayatında görecekleri zarar huzursuzluk ve
ızdırap, keder, korku ve buna benzer ruhî ıztırablarla da olabilir.
[118]
222.
ayet-i kerime ayhali esnasında kadından uzak durmanın farz olduğunu
göstermektedir. Çünkü Yüce Allah: "Ayhalinde kadınlardan uzak durun."
diye buyurmaktadır ve bu bir emirdir, emir ise vücûbu (farz olmayı) gerektirir.
İlim adamları ayhali iken kadından uzak durmak hususunda erkeğe düşen vazife
hususunda üç farklı görüşe sahiptirler:
1- Kadının bedeninden tümüyle uzak durmak icabeder. Çünkü Allah kadınlardan
uzak durmayı emretmiş ve vücudun herhangi bir tarafını tahsis etmiş değildir.
Bu İbni Abbâs ve Abîde b. es-Selmâni'nin görüşüdür. Ancak bu, şâz bir görüştür,
ilim adamlarının söyledikleri dışındadır. Ayetin umumu bunu gerektirmekte ise
de bu konuda sabit olan sünnet buna muhaliftir.
2- Eziyete sebep olan kanın çıktığı yerden uzak durmak icabeder. Bu
Han-belîlerin görüşüdür. İbni Cerîr et-Taberî, Mesrûk'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Aişe'ye: "Ayhali olduğu takdirde erkeğe karısından ne
helâl olur?" diye sordum. O şöyle dedi: "Cima dışında her şey."
Bu,
daha önce kaydettiğimiz hadis-i şerife de uygundur. Ayrıca bunu:
"Resulullah (s.a)ın teni, ayhali oldukları halde hanımlarının tenine
değiyor-du." şeklindeki rivayet de bunu desteklemektedir. Böylelikle
ayet-i kerimede istenenin, kadının vücudunun bir kısmından uzak durmak olduğu anlaşılmaktadır.
3- Göbek ile dizkapağı arasındaki -yani peştemalin örttüğü- bölgeden uzak
durmak lazımdır. Bu da cumhurun görüşüdür. Çünkü Resulullah (s. a) kendisine:
"Ayhali iken hanımıdan bana ne helâl olur?" diye sorana "Üstüne
peştemalını bağlasın, sonra sen bunun dışında kalan yerlerden istifade
edebilirsin." diye cevap vermiştir.
Yine
Resulullah (s.a) Hz. Âişe'ye: "Üzerine peştemalini bağla, sonra da yatağına
dön." demiştir. Hz. Âişe de: "Bizden herhangi birimiz ayhali oldu mu
Resulullah (s.a) ona peştemalini bağlamasını emrederdi. Daha sonra tenini onun
tenine değdirirdi."
Yüce
Allah'ın: "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın." buyruğu temizlenecekleri
zamana kadar ay hali süresi içerisinde cimâın haram olduğunun delilidir. Bu
hususta ilini adamlarının üç görüşü vardır:
1- İmam Ebû Hanife'ye göre: Ayhali kanı kesildiği takdirde, kadına su ile
yakınmamış olsa dahi, kocasının yaklaşması caizdir. Şayet ayhalinin asgari süresinde
kanı kesilecek olur ise, üzerinden tam bir namaz vakti geçmeden kadın helâl
olmaz. Şayet kanı ayhalinin azami süresi sonunda kesilmiş ise, o takdirde
(gusletmeden dahi) helâldir.
2- Cumhûr'a göre: Ayhali kesilip cünubluktan gusleder gibi su ile
guslet-medikçe helâl olmaz.
3- Tâvûs ve Mücâhid'e göre: Namaz için abdest alması, ondan istifadenin
helâl olması için yeterlidir.
Bu
görüş ayrılığının sebebi ise: "temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın,
iyice temizlendiler mi" buyruğudur. Ebû Hanife buradaki her iki
"temizlen-me"yi de ay hali kanının kesilmesi anlamına almıştır. Böylelikle
o şeddeli (ikinci) fiili de muhaffef (birinci) fiil anlamında kullanmıştır.
Cumhur ise bunun aksini söylemektedir. Yani onlar lafzın şeddesiz olanını da
şeddeli olan anlamında almışlar ve şöyle demişlerdir: Bundan kasıt su ile
gusledinceye kadar kadınlara yaklaşmayınız. Su ile guslettikleri takdirde
onlara yaklaşınız. Bunun delili ise: "Temizleninceye kadar"
buyruğunun şeddeli okunması ve ayrıca: "Gerçekten Allah.... çokça
temizlenenleri sever." buyruğudur
Ayhali
olan bir kadın ile ilişki kuranın yapması gereken şey hususunda ilim
adamlarının iki görüşü vardır. Cumhûr'a göre bu durumdaki kişi Allah'tan
mağfiret diler ve başka bir şey yapması gerekmez. Çünkü İbni Abbâs'tan gelen
hadis-i şerif "muzdarib"dir; bu tür bir hadis ise delil olmaya elverişli
değildir. İnsan zimmetinde aslolan ise beraettir (yükümlülük ve sorumluluktan
uzak olmaktır). Tenkit edilmeyecek türden herhangi bir delil ile olmadıkça bir
kişinin lehine de bir başkası lehine de zimmette herhangi bir şey sabit olmaz.
Hanbelîler
ise der ki: Böyle bir ilişki kanın gelmeye başladığı dönemlerde olmuş ise bir
dinar, son dönemlerde ise yarım dinar ödemesi gerekir. Çünkü Ebû Dâvud,
Dârakutnî ve başkaları İbni Abbâs'tan Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedirler: "Bir dinar veya yarım dinar tasaddukta bulunur."
Tirmizî de ise şöyle demektedir: "Şayet kan kırmızı ise bir dinar, sarı
ise yarım dinar." Bu ise Şâfiîlere ve Taberî'ye göre müstehaptır.
İlim
adamlarının icmâına göre kadının kan görmesinin üç hükmü sözko-nusudur. Bunlar
bilinen ayhali kanı olması, renginin kırmızıya çalan siyaha yakın bir kandır.
Bundan dolayı kadın namaz kılmayı, oruç tutmayı bırakır. Ayhali olan bir kadın
bıraktığı oruçları kaza etmekle birlikte, terkettiği namazları kaza etmez.
Ayhali
süresi hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Aralarında İmam
Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in bulunduğu Medine fakihlerine göre: Ayhalinin azami
süresi onbeş gündür. Bundan fazlası istihâza kanıdır.
Şafiî
ve Ahmed'e göre asgarî süresi bir gün, bir gecedir. Bundan daha aşağı süresi
ise istihâzadır. Mâlik'e göre ayhalinin asgari süresi bir defa gelmesidir veya
bir ay içerisinde bir defa kanın akmasıdır.
Ebû
Hanife ve arkadaşları ise der ki: Ayhalinin asgarî süresi üç gündür, azamî
süresi on gündür. Bundan daha aşağı ve daha fazla süre gelen kan ise is-tihâza
kanıdır.
Üçüncü
tür kan ise doğum esnasında gelen nifâs (lohusalık) kanıdır ki bu da ayhali
kanı gibidir. Safîlere göre bunun asgarî süresi bir aydır. Diğer imamlara göre
ise bunun asgarîsinin bir sınırı yoktur. Şâfiîlere göre çoğunlukla görüleni
kırk gündür. Mâlikîlerle Şâfiîlere göre ise azamî süresi altmış gündür.
Hanefîlerle Hanbelîlere göre ise kırk gündür. Nifas dolayısıyla gusletmek tıpkı
ay hali ve cünubluktan dolayı gusletmek gibidir.
Ayhali
ve nifas kanı, onbir işin yapılmasına mânidir. Bunlar: Namazın vü-cûbu, namazın
kılınması halinde sıhhati, vücub müstesna oruç tutmak, cima', iddet, talâk,
tavaf, mushafa dokunmak, mescide girmek, mescidde itikâfta bulunmak. Kur'ân
okumak hususunda ise iki görüş vardır: Cumhura göre haramdır, Mâlikîlerde ise
el değdirmeksizin okumak mubahtır.
İstihâza
kanı ise, adet kanı da, kadınların tabiatı gereği gelen bir kan da değildir. Bu
ya bir akıntı veya kopmuş bir damardan dolayıdır. Bu durumda gelen kan kırmızı
bir kandır. İyileşmedikçe bu kanm akması kesilmez. İstihâza kanı gören bir
kadının ay halinden dolayı yaptığı gusül dışında (istihâza dolayısıyla)
gusletmesi gerekmez; fakat her bir namaz için abdest alır.
İmam
Mâlik'in Hz. Âişe'den yaptığı şu rivayet hem ayhali hem de istihâza halinin
hükümlerini bir arada ifade etmektedir. Hz. Aişe der ki: Ebû Hubeyş kızı Fâtıma
dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben bir türlü temizlenemiyorum, namazı terk mi
edeyim? Resulullah (s. a) şöyle buyurdu: "Senin sözünü ettiğin bir
damardır, ayhali değildir. Senin ayhali vaktin geldiğinde namazı terket. O
ka-darlık bir süre geçip gitti mi, o kanını yıka (guslet) ve namazını
kıl."
Yüce
Allah'ın: "İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden
yaklaşın." buyruğu şeriatın evlenmeyi istediğini ve ruhbanlığı yasakladığını
ima etmektedir. İbadet niyetiyle ve Yüce Allah'a yaklaşmak kasdıyla bir
müslüman için evlenmeyi terketmek sözkonusu değildir. Çünkü Şanı Yüce Allah şu
buyruğu ile bize evliliğin bir lütuf olduğunu bildirmektedir: "Sizin için
nefislerinizden onlara sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve merhamet yaratmış
olduğu eşleri yaratmış olması da Onun (birliğine delil olan)
ayetlerinden-dir." (Rûm, 30/21). Ayrıca Yüce Allah salih bir eş, iyi bir
evlat vermek suretiyle bizleri sevindirmeyi nasib buyurması için kendisine dua
etmemizi isteyerek şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz eş ve çocuklarımızdan
bize gözlerimizin aydınlığı olacak kimseler ver..." (Furkân, 25/74). Bir
başka yerde de şöyle buyurmakladır: "Rabbimiz, bize dünyada bir iyilik
ver." (Bakara, 2/201). Bu dünyadaki ^klerden birisi de salih bir hanımdır.
xü
sahibi olmak arzusuyla şeriata uygun bir evlilik ile yine bu arzu ile Maşmak
Yüce Allah'a bir yakınlıktır. Evlenmeye güç yetirmekle bir-N^ terketmek, hem
fıtratın tabiatına, hem de şeriatın kanununa .ıullah (s.a.) sahih hadiste şöyle
buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimsenin hanımına yaklaşması da bir
sadakadır." Ashab: Ey Allah'ın Ra-sûlü bizden herhangi bir kimsenin
arzusunu gerçekleştirmek için hanımına yaklaşıp bundan dolayı ecir alması nasıl
sözkonusu olabilir? diye sorunca şöyle buyurur: "Söyleyin bana! Eğer onu
haram yolla gerçekleştirmiş olsaydı bundan dolayı günah kazanmaz mıydı?"
Kitap
Ehli'nden olan kadın -Mâlik'in görüşüne göre- ayhalinden dolayı gusletmeye
mecbur edilir. İbnü'l-Kâsım'm ondan yaptığı rivayette de böyledir. Bu şekilde
kocasının onunla ilişki kurması helâl olur. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, iyice
temizlendiler mi..." yani su ile guslettiler mi demektir. Bu buyrukta Yüce
Allah müslüman olan bir kadını diğer kadınlardan ayrı mütalaa etmemiştir. Aynı
zamanda bu: Kâfir de şeriatın fert hükümlerini yerine getirmekle mükelleftir,
diyen Şâfiîler-le Hanbelîlerin görüşüne uygundur. Hanefiler ise, kâfir
fer"! hükümlerle mükellef değildir, derler.
Ayhali
olan kadının ayhali bittiğinde gusletme şekli cünubluktan gusletmek gibidir.
Hanefîlerle Mâlikîlerin görüşüne göre örülmüş saçlarını çözmekle yükümlü
değildir. Çünkü Müslim Ümmi Seleme'den şöyle dediğini zikretmektedir: Ey
Allah'ın Rasûlü dedim, ben saçımın örgülerini bağlıyorum. Cünubluktan dolayı
guslederken o saçlarımı çözeyim mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır,
başına üç defa su dökmen senin için yeterlidir. Sonra da bütün vücuduna su
dökersin ve sonunda temiz olursun."
Eğer
su, çözülmedikçe saçların içine varmayacaksa Şâfiîlerle Hanbelîlerin görüşüne
göre örgülerin çözülmesi icabeder. Çünkü Buhârî Hz. Âişe'den şunu rivayet
etmektedir: Resulullah (s.a.) ayhali olduğu bir sırada Hz. Aişe'ye şöyle
buyurmuş: "Suyunu ve (hoş kokulu) sidr yaprağını al ve saçlarını
tara." Taramak ise ancak örgülü olmayan bir saç hakkında sözkonusu
olabilir. Hanbelîler ise örgülerin çözülmesini ayhali veya nifastan dolayı
yıkanmaya has kabul ederler. Eğer su saç diplerine ulaşıyor ise, cünubluk
halinde saçın çözülmesini vacib görmezler. Bu konuda da Ümmü Seleme'nin
hadisini delil alırlar.
Yüce
Allah'ın: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." buyruğu,
temsilî bir ifâdedir. Yani tohum atmak istediğiniz arazinize nasıl hangi
taraftan giriyorsanız, hanımlarınıza da öylece varınız. Belli bir yönden
onlara varmak sizin için mahzurlu değildir. Anlamı önceden de açıkladığımız
gibi, hangi taraftan dilerseniz onlarla cima ediniz. Yeter ki yaklaştığınız yer
aynı yer olsun.
Zemahşerî
der ki: Yüce Allah'ın: "O bir ezadır, ay halinde kadınlardan uzak
durun." "Allah'ın size emrettiği yerden..." buyrukları ile
"O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." buyruğu, son derece
latif kinayelerden, oldukça güzel tarîzli anlatımlardandır. Yüce Allah'ın bu
ve benzeri buyruklarında güzel bir edeb örneği vardır. Müminler; bunları
öğrenmek, bu edeblerle edeblenmek, karşılıklı konuşma ve yazışmalarında benzeri
ifadeler kullanmak için kendilerini zorlamakla yükümlüdürler."
[119]
Yüce
Allah'ın: "Bir de Allah'tan korkun" buyruğu bir sakındırmadır.
"Ve bilin ki her halde O'nun huzuruna varacaksınız." buyruğu ise
sakındırmada mübalağa ifade eden bir haberdir. Yani O, iyilik dolayısıyla da
kötülük dolayısıyla da amellerinizin karşılığını verecektir. Müslim'in
rivayetine göre İbni Ab-bâs şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ı hutbe irâd
ederken şöyle dediğini işittim: "Muhakkak sizler Allah'ın huzuruna çıplak
ayaklı, elbisesiz, yayan ve sünnetsiz olarak çıkacaksınız." Daha sonra
Resulullah (s.a): "Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki her halde O'nun
huzuruna varacaksınız." ayetini okudu.
[120]
224-
Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya
engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
225-
Allah yeminlerinizdeki lağivden dolayı sizi
sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah
Gafûr'dur, Halîm'dir.
"İyilik
etmenize..." bu5nnığunda nasb, cer ve merfû' olma halleri söz konusudur.
Nasbolma
haline göre anlam şu şekilde olur: İyilik yapmamak üzere Allah'ın adını
yeminleriniz ile engel kılmayınız veya iyilik yapmayı istemediğinizden dolayı
Allah'ın adını engel kılmayınız. Ancak birinci takdir daha uygundur.
Ref
halindeki takdire göre ifade şöyle olur: Halbuki iyilik yapmanız, takva sahibi
olmanız, insanlar arasını düzeltmeniz bu işi terketmenizden daha uygundur.
Cer
halinde ise bir harf-i cer takdir edilir (buna göre anlam da şöyle olur):
Allah'ın adını yeminleriniz ile iyilik yapmanıza... engel kılmayın.
[121]
"Yeminlerinizle..."
iyilik, takva ve ıslâh kabilinden hakkında yemin ettiğiniz şeylerle
"Allah'ı engel kılmayın". Yani Allah'ı iyiliğe engel yapmayın. Bu anlam
Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifine de uygun
düşmektedir: "Her kim bir yeminde bulunur da başka bir durumu yemin ettiğinden
daha hayırlı olduğunu görürse daha hayırlı olanı yapsın ve yemininin kefaretini
yerine getirsin." Bir diğer anlamı daha sözkonusudur: Allah'ın adı ile
yemin etmeyi yeminlerinize hedef yapmayın. Yani Allah adına çokça yemin ederek
rastgele kullanmayın. O takdirde: "İyilik etmenize" buyruğu, yasağın
illeti olur. Yani iyilik yapmamaya veya iyilik yapmak isteğinize, takva sahibi
olup insanlar arasında ıslah yapma isteğinize engel kılmayın, demek olur. Çünkü
çokça yemin eden bir kimse Allah'a karşı cüretkâr davranır, O'nu gereğince tazim
etmez ve böyle bir kişi iyilik yapan ve takva sahibi bir kimse olmaz, insanlar
da ona güven duymaz. Buna göre ayet-i kerime Allah adına çokça yemin etmeyi ve
yeminlerde Allah adını çokça kullanmayı yasaklamaktadır.
"Allah"
söylediklerinizi işiten "Semî'dir" durumlarınızı bilen "Alim'dir."
"Lağv",
herhangi bir maksat ve niyet olmaksızın yapılan yemindir. Kişinin dilinden evet
vAllahi, hayır vAllahi, öyledir vAllahi deyip yemin kasdı gütmek-sizin adeten
bunları söylemesidir. Bu tür yeminler için kefaret sorumluluğu da yoktur günahı
ve ceza sözkonusu değildir. Ebu Hanife'ye göre lağiv yemini, kişinin meydana
geldiğini zannettiği şey hakkında yemin etmesi, sonra da bunun böyle
olmadığının ortaya çıkmasıdır.
"Fakat
kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." Yani kalplerinizin
yemin kasdıyla yaptıklarını bozduğunuz takdirde sizi sorumlu tutar. Bu Yüce
Allah'ın: Takat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu
tutar." (Mâide, 5/89) buyruğunu andırmaktadır.
"Allah"
lağiv yemini dolayısıyla bağışlayıcı "Ğafûr'dur"; cezayı hak edenin
cezasını geciktiren "Halîm'dir."
[122]
224.
ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu
rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel
yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte,
ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince,
Mistah'a infakta bulunmamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur.
Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler
yakınlara... vermemeye yemin etmesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun
hakkında nazil olmuştur.
el-Kelbî
der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b.
en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının
arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına
yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl
olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir.
[123]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimede Allah'tan korkmayı emretmekte, O'na karşı
gelmekten sakındırmaktadır. Burada da sakınılması ve uzak durulması gereken
şeylerden birisi olarak da Allah adının iyiliğe ve takvaya engel kılınması
olduğuna dikkat çekmektedir.
İlim
adamları şunu da söylemişlerdir: Yüce Allah infâkı, yetimlerle, kadınlarla
güzel geçinip güzel bir şekilde beraberliği sürdürmeyi emrettikten sonra şöyle
buyurmaktadır: Bizler şu işi yapmamak üzere yemin ettik diye gerekçeler ileri
sürerek, faziletli herhangi bir işten uzak durmayınız.
[124]
Ayetin
iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözetme, sadaka
verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır türünden
herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu
yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılmasına
engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine
düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi
yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiplerinin
rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir
şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görürsen
hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i
kerime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin
karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.
İkinci
anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi istemeniz
dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah
adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşürmek ve Allah'a
karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim
etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yeminden uzak durmaktır;
yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi
vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından
bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O takdirde ayet-i kerime
yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üzere Allah adına çokça
yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kullanılmasını yasaklamış
olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çokça yemin eden aşağılık
hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).
Bu,
uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkındadır.
Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedirmek
yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul
bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani
yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu sorumlu
tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde cezalandırmakla
olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken
tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.
Lağiv
yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın
,cezalandırılmanm ve kefaretin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu
tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok
bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu
tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek
şeylerle onları mükellef tutmaz.
Şâfiîlere
göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksızın dökülüveren
sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin
dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib olmaması
demektir.
İmam
Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meydana geldiğini
zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya
çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında
yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür
yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek sözkonusu değildir. Yani böyle bir
yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifadeler hakkında
ise kefaret icabeder.
[125]
Zahir
olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmaktadır: Birisi
kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin
maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildiğine
göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır,
el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri
lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati
olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ)
de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat
olarak gözetmediği sözler esnasında sözkonusu olur.[126]
Allah'ın
tazim edilmesi Şer'an farzdır. Çokça yemin edip bu yeminlerde durmamak ise
Allah'ı tazim farziyetine aykırı olup Yüce Allah'ın hakkına oldukça az
riâyetin ifadesidir. O bakımdan hak, batıl, yalan, doğru her şeyde gelişigüzel
yemin etmek uygun değildir.
Mümin
Yüce Allah'ı tazim kasdıyla yemin edecek olursa ve üzerinde yemin ettiği şey
bir hayır iş ise, yaptığı bu yemin üzerinde yemin ettiği hayrı işlemekten onu
engellemesin. Bu durumda o kişinin yeminin keffâretini ödemesi gerekir. Bu,
sadaka, iyilik, akrabalığı gözetmek veya insanlar arasını düzeltmek kabilinden
olan hayırlı işlere duyulan sevgi dolayısıyla Yüce Allah'ın şeri-atındaki bir
çeşit hoşgörü ve bir kolaylıktır.
Yüce
Allah insanlara lütufta bulunduğu, insanlara zorluklan kolaylaştırdığı, ağır
hükümlerle onları mükellef tutmadığı ve üzerlerindeki zorluklan defedip
önlediği gibi, lağiv yemininden dolayı sorumluluğu, günahı ve keffâreti de
kaldırmıştır. Çünkü O Ğafûr'dur, Halîm'dir, Rauf dur, Kerîm'dir.
[127]
226- Hanımları hakkında îlâ yapanlar için dört ay
beklemek vardır. Şayet dönerlerse şüphesiz Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir.
227- Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah
Semî'dir, Alîm'dir.
"Şüphesiz
Allah Semî'dir, Alîm'dir." Burada haber, zahirî anlamından ziyade tehdit
ifade etmektedir.
[128]
"Hanımları
hakkında îlâ yapanlar" yemin eden veya kasemde bulunanlar, demektir. İlâ,
erkeğin dört ay ve daha fazla bir süre hanımına yaklaşmamaya yemin etmesidir.
Buyruğun takdiri ifadesi şöyledir: Hanımlarından uzak durmak üzere yemin eden
kimseler (için dört ay beklemek vardır).
"Şayet"
yeminde ısrar etmeyip hanımlarına geri "dönerlerse, şüphesiz Allah"
hanımlarına zarar vermek kasdı ile yaptıkları yeminleri dolayısıyla onların
günahlarını örten "Gafûr'dur" ve onları esirgeyen
"Rahîm'dir."
"Eğer
boşamaya karar verirlerse" yani boşamayı gerçekleştirir ve kadınlarından
yararlanmaya dönmeme kararını verirlerse; "şüphesiz Allah" onların
sözlerini işiten "Semî'dir", kararlarını çok iyi bilen
"Alîm'dir." Yani artık dört aylık süreyi bekledikten sonra ya
hanımlarına dönmeleri sözkonusudur veya onları boşamaları.
[129]
İbni
Abbas dedi ki: Cahiliye dönemi insanlarını îlâsı bir yıl, iki yıl ve bundan
daha fazla süre idi. Allah bunun süresini dört ay olarak belirledi. Her kim
dört aydan daha aşağı îlâ yaparsa onun bu yaptığı îlâ, îlâ değildir. Saîd b.
el-Müseyyeb de şöyle demektedir: îlâ cahiliye dönemi insanlarının birbirlerine
zarar verdiği yollardan birisiydi. Kişi kadını istemiyor, bununla birlikte o
kadınla başkasının evlenmesini de arzu etmiyor ise, ona ebediyen yaklaşmamak
üzere yemin eder ve onu bu şekilde dul ya da evli olmaksızın terkederdi. Yüce
Allah bunun için, erkeğin kadın hakkındaki kanaatinin kendisi ile bilineceği
süreyi dört ay olarak tespit etti ve şanı Yüce Allah: "Hanımları hakkında
îlâ yapanlar..." ayetini indirdi.
[130]
Müslim
de Sahih' inde Resulullah (s.a.)'m îlâ yaptığını ve bu şekilde hanım boşamış
olduğunu zikretmektedir. Onun îlâ yapmasının sebebi, hanımlarının kendisinden
karşılayamıyacağı birtakım harcamalara yönelik istekleriydi.
İbni
Mâce'nin sözkonusu ettiği bir başka sebebe göre Hz. Zeyneb, Hz. Peygamberin
hediyesini geri çevirince, o da bundan kızmış ve hanımlarına îlâ yapmış idi.
Ayet-i
kerimenin kendisinden önceki ayet ile olan ilişkisi gayet açıktır. Çünkü bundan
önce kadınlar ile ilgili ve yeminlere dair birtakım hükümler geçmiş
bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime ise her iki hususa dair birtakım hükümleri bir
arada zikretmektedir.
[131]
Hanımlarına
yaklaşmamak üzere yemin edenler için Yüce Allah azami olarak dört aylık bir
süre belirlemiştir. Bu (daha) uzun bir süre ile îlâ yapmanın Yüce Allah'ın
razı olmayacağı bir şey olduğuna işarettir. Çünkü bu şekilde bir îlâ ilişkileri
koparmak ve anlaşmazlıkların devamını ifade eder. Ayrıca süreyi
sınırlandırmakla Yüce Allah, bu yolla kadına zarar verilmesini, hakir düşürülmesini
ve haklarının çiğnenmesini önlemek istemiştir.
Şayet
söz ile değil de fiilen ^ kendisinden uzak durmak üzere ettikleri yeminlerinden
geri dönecek olurlarsa, şüphesiz Allah yeminlerini bozmalarından dolayı onlara
mağfiret eder. Çünkü bu şekilde bir dönüş, bu tür yemin edenler hakkında bir
tevbedir. Allah böylelerine de, onların dışındaki diğer müminlere de son derece
merhametlidir. Geçmişte yaptıklarından dolayı onları sorumlu tutmaz. Çünkü onun
rahmeti her şeyi kuşatmıştır.
"Dört
ay beklemek vardır." buyruğunun anlamı şudur: Yani koca yemin ettiği
aydan itibaren dört ay süre beklenir. Sonra ondan ya hanımına geri dönmesi ya
da hanımını boşaması istenir. Bundan dolayı Yüce Allah: "Şayet dönerlerse"
diye buyurmaktadır. Eğer hanımlarını boşamayı kararlaştırır ve hanımlarına
dönmez iseler, şüphesiz Allah onların yaptıkları îlâyı da verdikleri talâkı da
çok iyi işitendir, niyetlerini çok iyi bilendir. Helal veya haram, yaptıklarını
çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarında O'nun gözetimi altında olduklarını
bilsinler. Eğer kadınlara eziyet ve zarar vermek istiyor iseler, onları
cezalandıracak olan O'dur. Şayet kadınlarını Allah'ın sınırlarına riâyet etmek
için zorlamak gibi şer*î bir mazeretleri varsa, şüphesiz ki Allah da onlara
mağfiret eder.
Özetle
hüküm şöyledir: Hanımına yaklaşmayı terk etmek üzere yemin edip bu terkini dört
ay süre ile sürdüren bir kimse ya hanımına geri dönerek yeminini bozmuş olacak
ve bunun keffâfetini ödeyecektir ya da hanımını boşayacaktır. Şayet boşamak
istemezse onun yerine hâkim hanımını ondan boşar. Yani bu durumda olan erkek,
iki işten birisini yapmakta munhayyerdir; hanımına dönmek veya hanımını
boşamak. Hanımına dönmek boşamaktan daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah dönüşün
karşılığında mağfiret ve rahmetini zikretmekte, talak halinde ise Allah'ın
onların sözlerini muhakkak işitiğini, niyet ve fiillerini de çok iyi bildiğini
belirterek tehdit etmektedir.
2- Hanefîlerin dışında kalan Cumhura göre yemini ortadan kaldıran fey'
fiilden yapılan dönüştür, sözle yapılan fey* îlâyı kaldırmaz.
[132]
Yüce
Allah'ın: "Hanımları hakkında îlâ yapanlar" buyruğu İlânın hanımlara
has olduğunun delilidir. Talâk kimin için bağlayıcı olur ise, îlâ da aynı
kimseler için bağlayıcıdır. Hür, köle ve sarhoş her birisi için yaptıkları
bağlayıcı hüküm ifade eder. Aynı şekilde sefih ve velayet altında bulunan
kimse deli olmayıp baliğ olduğu takdirde de ilâları bağlayıcıdır. Erkeklik
organı kesilmek-sizin hayaları burulmuş, güç ve iktidar sahibi yaşlı ihtiyar da
aynı durumdadır. Erkeklik organı kesilmiş olan kimse hakkında Şâfî'nin iki
görüşü vardır: Bir görüşe göre böyle bir kimsenin îlâ yapma hakkı yoktur, bir
diğer görüşe göre ise îlâsı sahihtir. Ancak birinci görüş daha sahihtir.
Kendisinden
maksadı açıklar bir yazı veya anlaşılır bir ifade ile olması halinde dilsizin
îlâsı da sahihtir. Arap olmayanın îlâsı kendi dilinde, Arab olanın gibi
gerçekleşir.
İlim
adamları îlâda kullanılan yeminin mahiyeti hakkında farklı görüşlere
sahiptirler.
Şafiî
yeni mezhebinde der ki: İlâ ancak Yüce Allah adına yemin ile meydana gelir.
Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim yemin edecekse ya Allah
adına yemin etsin veya sussun."
Hanefîlerle
Mâlikîler ise derler ki: İlâ yemin ile veya talâk yahut itâk üzere yemin edip
ilişki kurmayı terketmek üzere yemin yahut mal ve onu tasad-duk etmek, veya hac
yapmayı adamak veya zihâr ile olur. Çünkü İbni Abbas şöyle demiştir:
"Hanımı ile cimaa engel olan her bir yemin, bir îlâdır." Allah adına
veya sıfatlarından herhangi bir sıfata yemin edip de; Allah adına kasem ederim,
yahut Allah adıyla şahidlik ederim veya Allah'ın ahdi, kefaleti, mîsâkı ve
zimmeti üzere yemin olsun... diyecek olursa, îlâ ittifakla onun için lâzım
(bağlayıcı) olur. Mâlikîler şunu da eklerler: îlâda yemin şart değildir. Erkek
özürsüz olarak sırf zarar vermek kasdıyla hanımı ile ilişki kurmaktan uzak kalır
ve yemin etmezse dahi, zarar gerçekleşeceğinden îlâ yapmış olur.
Meşhur
rivayete göre Hanbelîler derler ki: Talâk ve itâk ile yemin etmekle îlâ olmaz.
Bunun delili ise Ubeyy ve İbni Abbas'm: "Hanımları hakkında îlâ yapanlar"
yerine "hanımları hakkında yemin edenler" şeklindeki kıraatleridir.
Şayet
Allah adına, ilişki kurmamak üzere yemin eder ama inşaallah (= Eğer Allah
dilemişse) diyerek istisnada bulunursa, Mâlikîlere ve değişik bölgelerin
fukahâsınca daha sahih kabul edilen görüşe göre, o îlâ yapmış olmaz.
Çünkü
istisna yemini çözer ve yemin eden kimseyi yemin etmemiş gibi yapar.
Yine
Peygamber, melekler veya KaTîe adına hanımıyla ilişki kurmamak üzere yemin etse
yahut onunla ilişki kuracak olursam Yahudi olayım, Hristi-yan ya da zinakâr
olayım diyecek olsa, yine Mâlik ve başkalarının görüşüne göre de îlâ yapmış
olmaz.
Yemin
edenin ettiği takdirde îlâ yapmış olacağı kabul edilen yeminin niteliği
hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Bir
grup (Hz. Ali, İbni Abbâs ve ez-Zührî) şöyle der: Kişi, kadına zarar vermek
maksadı güderek ilişki kurmayı terketmek üzere yemin ettiği takdirde îlâ
gerçekleşir. Zarar vermemek kasdı ile yemin ettiği takdirde ise îlâ yapmış olmaz.
Çünkü Yüce Allah îlâ süresini erkeğin kötü geçimi ve zarar vermesinden bir
çıkış olarak tespit etmiştir. Şayet zarar verme kasdını gütmeyip ancak salâh
ve hayır kasdı ile bunu yapmış ise, îlâ yapmış olmaz. Çünkü -kadının kocanın
kötülüğünden kurtulabilmesi için- sürenin smırlandınlmasmın bir anlamı yoktur.
Başkaları
ise der ki: Erkek ister eşine zarar vermek kasdı ile ilişki kurmayı terketmek
üzere, ister bir maslahat dolayısıyla bu yemini yapmış olsun, îlâ gerçekleşir.
Kimisi
de şöyle demiştir: îlâ yemini yalnızca ilişki kurmayı terketmeye yemin etmeye
münhasır değildir. Aksine başka şey üzerine yemin ile de olur. Meselâ, mutlaka
ona buğzetmek, ona kötülük yapmak, onu kendisine haram kılmak veya onu düşman
bilmek üzere yemin etmesi de, -bütün bu tür yeminler-birer îlâdır.
Fukahâ
böyle bir yemin edenin eşine dönüşü (fey1) hususunda farklı görüşlere
sahiptirler:
Cumhur
der ki: Dönüş, yemin ile kendisinden uzak durduğu kadınla birlikte olmasıdır.
Bunun dışında onun için dönüş yolu yoktur. Şayet hastalık veya yolculuk gibi
bir mazeret sözkonusu ise ve îlâ süresi ilişki kurmaksızın biterse, bir kesimin
görüşüne göre hanımı ondan bâin talâkla boş olur. Aralarında Mâli-kîlerin de
bulunduğu çoğunluk ise, böyle bir durumda bain talakm vaki olmadığını söyler.
Dönüş yapması sahihtir ve îlâ yaptığı kadın onun hanımıdır, derler.
Hanefîler
de şöyle derler: Fey" (dönüş) ya fiilen olur ya da kadının fercinde cima
ile olur ya da -Sana fey' yaptım yahut sana döndüm veya buna benzer sözler
söylemek gibi- sözle yapılır.
îlâda
dönüşü terkten sonra talâka gelince; bunda da görüş ayrılığı vardır:
Hanefîler
der ki: Sürenin bitiminden önce fey' olur. Eğer dört ay fey" yapmaksızın
biterse bâin talâk vâki olur.
Cumhur
da der ki: Sadece sürenin geçmesi ile talâk vaki olmaz. Kadının durumu hakime
götürmesi lazımdır. Bu durumda kocası ya ona döner veya onu boşar. Yani talâk
kocanın boşamasıyla veya kadın durumu hakime götürdüğü takdirde, hakimin
boşamasıyla vâki olur.
Bu
görüş ayrılığının menşei alimlerin Yüce Allah'ın: "Şayet dönerlerse şüphesiz
Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah
Semî'dir, Alîm'dir" buyruğunun te'vili hakkındaki farklı görüşlere sahip
olmalarıdır. Hanefîlerin görüşüne göre eğer kocalar bu süre zarfında eşlerine
dönecek olurlarsa, muhakkak ki Allah hanımlarına zarar vermek üzere yemin etme
cüretini göstermelerini mağfiret eder. Zira O Rahîmdir. Eğer bu aylar zarfında
dönmeyecek olup yeminlerini sürdürecek olurlarsa, bu da onların boşamayı
azmettiklerinin ifadesidir ve Şeriatın hükmü gereğince talâk vâki olur. Buna
göre: "Eğer boşamaya karar verirlerse" buyruğunun anlamı hanımlarına
dönüşü terketmek suretiyle boşamaya karar verirlerse şeklinde olur. Hanefîler,
îlâ süresini iddetin süresine benzetmişlerdir. Kendileri hakkında îlâ yapılan
hanımları ric'î talâk ile boşanmış kadına, bu talâkı da ric'î talâka
benzetmişlerdir. Câhiliye döneminde de îlâ bir talâk idi. Şeriat bunu talâk
olarak kabul etmekle birlikte, süresini de -iddete göre- artırmıştır.
Cumhura
göre ise bu buyruğun anlamı şudur: îlâ yemini yapan kimseler için dört ay süre
beklemek sözkonusudur. Eğer sürenin bitiminden sonra eşlerine dönecek
olurlarsa, muhakkak Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Şayet talâk vermeyi
kastederlerse, muhakkak Allah onların talâk verdiklerini işiten Semî', hayır
veya şer, onlardan sadır olan her şeyi çok iyi bilen Alîm'dir ve ona göre
onlara karşılık verir. Cumhur îlâ süresini, unne (cinsî iktidarsızlık) halinde
öngörülen süreye benzetmişlerdir. Çünkü îlâ hanıma bir zarardır. Kocanın bu
zararı ortadan kaldırması lazımdır, aksi takdirde kişinin hanımıyla ilişki kurmasında
onun aleyhinde sözkonusu bir durumda olduğu gibi, bu zararı Şer"iat
ortadan kaldırır. İşte ayetin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü Yüce Allah'ın:
"Eğer boşamaya karar verirlerse" buyruğu dört ay sürenin geçmesi ile
-bu süreden sonra boşama gerçekleştirilmediği sürece- hanımın boş olmayacağının
delilidir.
[133]
îlânın
bağlayıcı oluşu hususunda kendisiyle zifafa girilmiş kadın ile zifafa
girilmemiş kadın arasında bir fark yoktur.
Cumhura
göre ilâ yapan kimsenin müslüman olması şart değildir. Müslüman olan bir
kimsenin de kâfir olan kimsenin de îlâ yapması sahihtir. Fakat Hanefîlere göre
kafir olana yeminini bozduğundan dolayı keffâret gerekmez. Şafiî ve
Hanbelîlerin görüşüne göre ise keffâret gerekir; Şâfiîler îlâ yapanın müslüman
olması şartını koşmuşlardır. Buna göre zimmi olan bir kimsenin zi-hârı ve
talâkı sahih olmadığı gibi; îlâsı da sahih olmaz. Çünkü Mâlikîlere göre müşrik
kimselerin nikahlan sahih değildir. Şu kadar var ki, onların hanımlarından
faydalanma hususunda hak sahibi olma şüpheleri vardır. Ayrıca onlar serî
hükümlerle mükellef değildirler ki; yeminlerin keffâretlerini yerine getirmek
zorunda kalsınlar. Şayet îlâ hakkında hüküm vermek ile ilgili bizim mahkemelerimize
gelecek olurlarsa, İslâm hakiminin aralarında hükmetmesi gerekmez. Kendi
hakimlerine giderler. Şayet bu şikayet aralarında vukubulan bir haksızlıktan
şikâyet gibi olursa, İslâmın hükmü ne ise onunla hükmolunur. Tıpkı müslüman bir
kimsenin yemin olmaksızın zarar vermek kasdıyla hanımı ile ilişkiyi terketmesi
halinde olduğu gibi.
Dört
mezhep imamı, îlâ yaparak yemin eden kimsenin, hanımına cima yapmak suretiyle
döndüğü takdirde, yemininin keffâretini yerine getirmesinin vacib olduğunu
ittifakla belirtmişlerdir.
İlim
adamları îlâda yemini bozmadan önce keffâreti yerine getirmenin meşru' olduğu
üzerinde icmâ' etmekle birlikte yeminler meselesinde farklı görüşlere
sahiptirler. Ebû Hanife'nin görüşüne göre îlâda keffâretin, yeminin bozulmasından
önce yerine getirilmesi caiz değildir.
îlâ
yapana dört ay süre ile mühlet verilmesi ile ilgili olarak fakîhler ve
başkaları Malik b. Enes (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Muvattâ' da Abdullah
b. Dinar'dan yaptığı şu rivayeti kaydederler: Abdullah b. Dînâr der ki: Ömer b.
el-Hattab geceleyin dışarı çıktı, bir kadının şu beyitleri okuduğunu işitti:
Uzadı
bu gece ve her taraf karardı. / Uykum gelmiyor, / Kendisiyle oynaşacağım
arkadaşım yok diye. / Allah'a yemin ederim beni gören Allah'ın korkusu
olmasaydı / Karyolanın her bir tarafı kıpırdar dururdu.
Bunun
üzerine Hz. Ömer kızı Hz. Hafsa'ya; bir kadın kocasız azami ne kadar süreyle
kalabilir diye sorunca Hz. Hafsa: Altı veya dört ay, diye cevap verir. Hz. Ömer
bunun üzerine şöyle der: Hiç bir askeri bundan daha fazla bir süre (sınırda,
seferde) bırakmayacağım.
[134]
228-
Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kur' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret
gününe iman eden kimseler iseler, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını
gizlemeleri onlara helal değildir. Eğer barışmak isterlerse kocaları onları
geri almaya daha çok hak sahibidirler. Kadınların üzerlerindeki haklar gibi
ma'rûf bir şekilde hakları da vardır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir
dereceleri vardır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
"...
beklerler" emir anlamında bir haberdir. Yani beklemelidirler. Bu anlam
anlaşıldığından dolayı haberin bu şekilde gelmesi mümkündür, "kendiliklerinden"
ifadesinin kullanılması onları beklemeye teşvik etmek ve bu konudaki
arzularını artırmak içindir. Çünkü kadınlar nefis itibariyle erkekleri arzularlar.
Bu buyrukla nefislerine karşı durup nefislerini beklemeye mecbur etmekle
emrolunmuşlardır. (el-Keşşâf, I, 277).
"Kadınların
üzerlerindeki haklar gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır," buyruğunun
takdiri şöyledir: Onlar üzerinde mâruf bir şekilde bulunan hakların misli bir
hak da, onların lehine vardır. Mâruftan kasıt ise, bu hususta Alla-hu Teâlâ'nın
emrettiğidir.
[135]
"...
beklerler" açıkladığımız gibi, emir anlamında bir haberdir, beklesinler;
demektir.
"Eğer
Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler iseler" buyruğu bu emri
yerine getirmeleri için bir teşvik vardır.
"Kadınların
üzerlerinde haklar gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır." Bu buyrukta
îcâz vardır ki, anlamı şudur: Erkeklerin lehine kadınların üzerindeki hakların
bir benzeri de erkeklerin üzerinde kadınların lehine sözkonusu-dur.
[136]
"üç
kur' beklerler", buyruğunda kuru kelimesi kur kelimesinin çoğuludur.
Arapça'da bu kelime hem temizlik anlamına hem de ayhali anlamına hakikat
anlamıyla kullanılmaktadır. O bakımdan bu kelime zıt anlamlı lâfızlardandır.
Kur' asıl itibarıyla toplanmak demektir. Temizliğe bu adın veriliş sebebi kanın
bedende toplanmasıdır. Ayhaline bu adın veriliş sebebi ise, kanın rahimde
top-lanmasıdır. Kur* bazan vakit hakkında da kullanılır. Belli bir vakitte
gelmesi alışılmış bir şeyin o vakit gelmesi, yine belli bir vakitte geri
dönmesi alışılmış bir şeyin geri dönmesi için de kullanılır. Ayhalinin belli
bir vakitte gelişi, alışılmış olduğundan dolayı Araplar da ayhalinin geliş
vaktine kur* adını vermişlerdir. Kur", Resulullah (s.a.)'m Fâtıma bint
Ebî Hubeyş'e söylediği: "Kur" günlerinde namazı bırak"
buyruğunda ayhali anlamına kullanılmıştır. Bundan dolayı Hanefîlerle
Hanbelîler: Kur1 ile kastedilen ayhalidir demişlerdir. Mâlikîlerle Şâfiîler
ise, onunla kastedilen temizliktir, demişlerdir.
Boşanmış
kadınların iddeti kendileriyle gerdeğe girilmiş hür kadınlar için üç
kur"dur. Öyle olmayanlar yani kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınlar
için ise iddet sözkonusu değildir. Çünkü Yüce Allah: "Sizin için onlar
aleyhine sayacağınız bir iddet yoktur." (Ahzab, 33/49) buyurmaktadır.
Kur" aynı şekilde ay-halinden kesilmemiş ve ayhali göremeyecek kadar küçük
olmayanlara da hastır. Çünkü bu türden kadınların iddeti üç aydır. Aynı
şekilde üç kur" ile iddet bekleyeceklerin hamile olmamaları da gerekir.
Zira hamile kadınların iddeti doğum yapmak ile biter. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Kadınlarınız arasından ayhalinden kesilmiş olanlarla ve
asla ayhali görmeyenlerin idde-tinde eğer şüphe ederseniz, onların iddetleri üç
aydır. Hamile olanların iddetle-ri ise yüklerini bırakmalarıdır..."
(Talâk, 65/4). Cariyelerin iddeti ise sünnet-i seniyye ile iki kur" olarak
tespit edilmiştir.
"Allah'ın
kendi rahimlerinde yarattığını" çocuk veya ay halini "gizlemeleri
onlara helâl değildir. Eğer" aralarında barış yapıp hanıma zarar vermek arzusu
bulunmaksızın "barışmak isterlerse kocaları onları geri almaya daha çok
hak sahibidir." Burada kasıt boşamış olan kocadır. Bununla aralarında yeniden
düzelmesine çalışmalarına teşvik vardır. Yoksa ric'atın yapılmasının caiz
olması için ıslâhı istemeleri şart değildir. Bu durum da ric'î talâkta
sözkonusu-dur.
"Kadınların
üzerlerindeki hakları gibi mâruf bir şekilde erkeklerin üzerinde hakları da
vardır." Yani şer'an güzel geçinmek, zarar vermeyi terketmek ve buna
benzer haklan vardır.
"Erkeklerin
ise kadınların üzerinde bir dereceleri" hakta bir üstünlükleri
"vardır." Kadınların erkeklere itaati gibi. Buna sebep ise erkeklerin
verdikleri mehir ve harcamalarıdır.
"Allah"
mülkünde asla yenilmez, mutlak galip "Azîz'dir." Yaratıkları için
düzenlediği hükümlerinde hikmeti sonsuz "Hakim' dir."
[137]
Ebû
Dâvûd ve İbni Ebî Hatim, Ensârdan olan Yezîd b. ez-Seken'in kızı Es-mâ'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) döneminde kocam beni
boşadı. O sırada boşanan kadın için iddet sözkonusu değildi. Bunun üzerine Yüce
Allah boşamak için iddet müddetini beyan buyurup "Boşanan kadınlar
kendiliklerinden üç kur" beklerler" buyruğunu indirdi.
[138]
Ayhali
gören ve kocaları tarafından boşanan hür kadınlar, boşandıktan sonra üç ayhali
veya temizlik süresi beklesinler. Böylelikle rahminde çocuk olup olmadığı
öğrenilmiş ve neseblerin karışması önlenmiş olur. Önceden de açıkladığımız gibi
bu ayetin hükmü dışında kalan üç tür kadın vardır:
Bunların
birincisi kendileriyle zifafa girilmeden boşanan kadınlardır. Bunlar için iddet
sözkonusu değildir. Diğer iki kısım ise, ayhali yaşma gelmeyen küçükler ile
yaşlılıkları sebebiyle ayhalinden kesilmiş olanlardır. Bunların da iddeti üç
aydır. Üçüncü tür ise hamile kadınlardır ki bunların da iddeti doğum
yapmalarıdır. Buna göre bu ayet-i kerime ayhali olmaları mümkün olan ve
kendileri ile gerdeğe girilmiş hamile olmayan kadınlar hakkında hastır.
Yüce
Allah'ın "Kendiliklerinden üç kur' beklerler." buyruğu, kadınların
id-detleri bitene kadar bu süreyi tamamlamak üzere sabredip beklemek üzere
kendilerini zorlamakla yükümlü olduklarına işaret etmektedir. O bakımdan sakın
nevalarının ve arzularının istikametinde gitmesinler. Zira iddetin çabucak
bitmesini bir başka koca ile evlenmeyi arzulayabilirler. Bu ifade ile latif bir
şekilde dikkatler çekilmektedir. Bu ifadede bir tazim ve bir tebcil vardır. Çünkü
bu konuda onlara sarih bir emir verilmemekte (işaret ile yetinilmekte)dir.
Bu
bekleyişin hikmeti ise kadının rahminde (çocuktan yana) bir değişiklik
olmadığının bilinmesi, böylelikle neseblerin karışmasının önlenmesidir. Bundan
dolayı kadınların hamilelik veya ayhali türünden rahimlerinde bulunan herhangi
bir şeyi gizlemeleri -iddet uzasa bile bir başka kocayla evlenmek üz-re- helâl
değildir. Yine iddet içerisinde kaldıkları sürece nafakanın devam etmesi
kasdıyla ayhalini gizlemek suretiyle yalan söylemeleri de onlar için helâl değildir.
Şimdilerde mahkemeler[139]
iddetin azamî süresini -Mâliki mezhebinde olduğu gibi- bir kamerî yıl olarak
kabul etmekte ve buna göre uygulama yapmaktadırlar.
Kadınlar
eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eden mümin kadınlar iseler, böyle
davranmalıdırlar. Çünkü Allah için hiç bir şey gizli değildir. O herkesi
Kıyamet gününde sözleri ve amelleri dolayısıyla hesaba çekecektir. Bu durum
kadının rahminde bulunanlar hususunda güvenilir olmasını gerektirir. Şayet
kâmil imana sahip olmadığından dolayı güvenilir bir kimse olmazsa kendisini de
başkasını da saptırır. Bu ifadeler* hakka muhalif yapacakları beyanlar
dolayısıyla kadınlar için oldukça ağır bir tehdit ifade eder. Aynı zamanda bu
hususta onların söylediklerinin kabul edileceğini göstermektedir. Çünkü bu,
ancak onlar tarafından bilinebilen bir husus olup çoğu zaman buna dair açık bir
delil ortaya koymaya imkân yoktur. Bundan dolayı iş onlara bırakılmış ama
çeşitli sebeplerle hakkın dışında haber vermemeleri için de onlara tehditte
bulunulmuştur.
Talakın
ric'î olması halinde, onların kocaları o kadınları evlilik yuvasına iddet
süresi içerisinde geri döndürmeye daha bir hak sahibidirler. Bu, şeriatın önceki
evlilik bağını devam etirmek hususundaki hırsından dolayıdır. Çünkü Allah
nezdinde boşamadan daha çok buğzedilen bir helâl yoktur. Kadına düşen ise,
kocasının ric'at talebine uygun karşılık vermektir. Ancak ric'atten maksadın
her iki eş için de hayır olması şarttır. Eğer bundan kasıt intikam, zarar
vermek, kadının bir başkası ile evlenmesini önlemek olduğu takdirde; kadına
böyle bir zarar verdiği için Allah nezdinde günahkârdır.
Ric'at
vesilesi ile Yüce Allah eşlerin her ikisine de hak ve görevlerini hatırlatmaktadır.
Erkeğin eşi üzerinde birtakım haklan olduğu gibi onun üzerinde de kadının
lehine birtakım haklar vardır.
Erkek
ve kadın hak ve görevlerde birbirine eşittir. Çünkü her birisinin müşterek
insanlık onuru, akıl, düşünme, arzu, duygu, his gibi eksiksiz bir ehliyeti,
soylu ve hür bir hayat sürme hakkı vardır. Bundan tek istisna,
"kavâme" derecesidir. Yani ailenin ortak işlerini yürütmek ve ailenin
menfaatlerini ifa etmek, erkeğin başkanlığı altında yürütülür. Buna sebep ise
Allah'ın kadına göre erkeğe vermiş olduğu geniş akıl, bilgi, hikmet, gelip
geçen duygularla çabucak etkilenmeyen akıl-his dengesi üstünlüğüdür. Diğer
taraftan mehir ödemek suretiyle evliliğin oluşmaya başladığı andan itibaren
mesken, giyecek, yiyecek sağlamak suretiyle malından ve kazancından harcama
yapan da erkektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Erkekler kadınlar üzerine yöneticilerdir. Çünkü Allah onların kimisini
kimisine üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar."
(Nisa, 4/34). Bu başkanlığın sebebi de şudur: Her insan topluluğu hatta
şirketler bile sorumlu bir başkanın varlığına ihtiyaç duyar. Bu başkan yükleri
taşır, kâr ve zarardan öncelikle o sorumludur. Bu kurumun sorumluluğunu
güvenlik, mutluluk ve huzurun kıyılarına ulaştıracak şekilde idare eder. Erkek
de evin içinde, dışında bunu gerek öğreterek, gerek öğrenim imkânlarını
sağlayarak gerçekleştirmeye çalışır. Eşine, genç kızma, halihazırda ve
geleceğinde faydalı olacak bilgi ve becerileri öğrenmek imkânını vermek için
çabalar.
Erkek
çoğunlukla evin dışında omuzlarına yükletilmiş görevleri sırtlamak zorundadır.
Kendisi gelir elde etmek ve aile hayatı için gerekli kazancı sağlamak için
çalışır. Kadın da buna karşılık çoğunlukla evin içerisinde erkeğin görevini tamamlayacak
ağır sorumluluklarla dolup taşar. Kadın ahlâk ve fazilet üzre çocukları eğiten
evin hanımıdır. Hayatın zorunlu ihtiyaçlarının elde edilmesinde erkeğin
yardımcısıdır. İşte Peygamber (s.a.)'in Hz. Ali ile Hz. Fâtıma arasında verdiği
hüküm de budur. Efendimiz, Hz. Fâtıma'yı evin içerisinde evi idare etmek ve onu
yönetmekle görevlendirirken, Hz. Ali'yi evin dışında mücadele vermek, rızkın
yollarını araştırmakla, Allah yolunda hak uğrunda ve ci-had etmekle
görevlendirmiştir.
İhtiyaç
halinde kadının evin dışında çalışmasının bir engeli yoktur. Ancak din ve
ahlâkın gereklerine riâyet etmesi, yabancı erkeklerle halvette bulunmaması,
Şer*an istenen tesettüre riâyet etmesi de vazgeçilmez şarttır. Çünkü -yüz ve
elleri dışında- kadının her tarafı avrettir. Şu kadar var ki kadının vücudunun
diğer bölgeleri gibi gözün bu yerlerden de sakınılması gerekir.
[140]
Diğer
taraftan kadının çalışması esnasında hür, onurlu olması, yumuşak ve edâh
konuşmaması da şarttır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve yumuşak
söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan tama eder. Mâruf söz söyleyin ve
evlerinizde oturun, kendinizi önceki câhiliyeninki gibi süsleyerek salınıp
yürümeyin...." (Ahzâb, 33/32-33). Kadının çalışması için öngörülen
şer"î şuurlara riâyet etmemek, toplumu pek çok fesat ve fitneye
götürebilir.
Ayetin
Yüce Allah'ın asla mağlup edilemeyen izzet ve kudretinin ve her şeyin en uygun
yere konmasındaki hikmetinin hatırlatılması ile sona ermesi ne kadar güzeldir!
O yaratmasında, emri ve beyânında sonsuz hikmetler bulunandır. Hak ve
görevleri bakımından kadını erkek gibi kabul etmek suretiyle kadına âdil
davranması, O'nun izzet ve hikmetinin bir tecellisidir. Halbuki bundan önce
kadın haysiyetli haklardan istifade edemeyen bir meta gibiydi. Erkeğe aile
reisliği görevinin verilmesi hiç bir zaman kadını boyunduruğu altına almasına
sebep teşkil etmesin. Onun sahip olduğu güç, kadına veya başkasına zulmetmeye
itecek olur ise, Allah'ın kendisi üzerindeki kudretini hatırlasın. Erkek
hikmetli bir şekilde aile reisliğini yürütsün. Omuzlarına bırakılmış sorumluluğun
ağırlığını yüklenebilsin. Bu konuda tam bir güven, emanet, cesaret örneği
olsun. Şer"î herhangi bir hükümde gevşeklik göstermesin. Çünkü o bir
çobandır. Ve her çoban güttüklerinden sorumludur. Gücü yettiği takdirde
herhangi bir görevini yerine getirmekte kusurlu davranmasın. Aile içerisinde
kimsenin de hakkını yemesin. Çünkü Yüce Allah ona her yaptığını soracaktır. Bu
buyruklarda Yüce Allah'ın hükmüne aykırı hareket eden kimseler için bir tehdit
vardır.
[141]
Bu
ayet-i kerime talâk ile ilgili birtakım hükümler ortaya koymaktadır.
İddet
pek çok yararı dolayısıyla vâcibdir. Gebelikten yana kadının rahminin temiz
olduğunun bilinmesi, şeref ve haysiyetinin korunması, evlilik nimetini korumak
ve bu nimetin takdir edilmesini sağlamak, boşanmanın sonuçları üzerinde
düşünmek, hayat üzerinde düşünmek gibi. İddet süresince erkek de kadın da
hatalarını düzeltmeye çalışır ve bu güzel bir şekilde öncekinden daha iyi bir
evlilik hayatına dönüş için onlara uygun bir fırsat verir, bunun sonucunda da
karşılıklı geçinme düzene girer, çocukların geleceği ve huzurlu ve mutlu bir
yaşayış üzerinde dikkatle düşünülür.
İddet,
İbni Ömer, Zeyd, Âişe (r. anhum)'nin, Medine'nin yedi fakihinin Mâ-likîlerle
Şâfiîlerin görüşüne göre üç temizlik süresidir. Çünkü kelime anlamıyla kur1
temizlikten ayhaline geçiştir. Ayhalinden temizliğe çıkış ise, kur* değildir.
Çünkü temizlikden ayhaline geçiş, rahmin çocuktan yana temiz olduğunun
göstergesi olup hamile olan bir kadın çoğunlukla ayhali olmaz. Ayhali olması
kadının hamilelikten uzak olduğunu gösterir. Ayhalinden temizliğe intikal ise
bunun zıddıdır. Çünkü ayhali olan bir kadının ayhali akabinde hamile kalması
mümkündür. Hamilelik süresi devam edip çocuk güçlendiği takdirde de kanı
kesilir.
Diğer
taraftan müennes olarak gelen "üç" lafzı, sayılanın müennes değil,
müzekker olduğunu göstermektedir ki, bu da ayhali değil temizliktir. Zira dilde
sayı ile sayılan arasında müzekkerlik ve müenneslik bakımından farklı oluş bir
zorunluluktur.
Ayrıca
Yüce Allah: "Kadınları iddetleri vaktinde boşaym." (Talâk, 65/1) diye
buyurmaktadır. İddetleri vaktinde boşamak temizlik halinde olan boşamadır ki,
sünnete uygun olan talâk da budur. Ayhali vaktinde yapılan boşama ise yasak
kılınmış bid'î (bid'at) talâktır. O bakımdan iddet beklenen zamanının, temizlik
zamanından başkası olması gerekir. İddet vaktinde boşamak temizlik vaktindeki
boşama olduğuna göre, bu kur\ın intikâlden alınmış olduğunun delilidir. Buna
göre ifadenin takdiri; onların iddetleri üç intikaldir anlamına gelir.
Ömer,
Ali, İbni Mes'ûd (r. anhum) ile Hanefîlerin Ahmed'den gelen son rivayet
gereğince yani iki rivayetten daha sahih olanında Hanbelîlerin görüşü ise,
iddet üç ayhalidir. Çünkü cariyenin iddetinin ayhali ile hesaplanacağı hususunda
ittifak vardır. Zira Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cariyenin talâkı
ikidir, iddeti de iki tane ayhalidir." Bu noktada hür olan kadın cariyeye
kıyas edilir, ayrıca rahmin hamilelikten yana temiz olduğunu gösteren ayhalidir,
temizlik değildir. Bu görüş anlam bakımından tercihe değer görüştür.
Bu
görüş ayrılığının sonucu, erkeğin hanımını temizlik halinde boşadığı takdirde
ortaya çıkmaktadır. Birinci görüşe göre bu iddetten sayılır ve üçüncü ay
halinin gelişi ile iddeti sona erer. İkinci görüşe göre ise bu iddetten
sayılmaz ve üçüncü ayhali sona ermedikçe iddeti de sona ermez.
Her
iki görüşe göre; rahminde hamilelik veya ayhalinden hangisinin olduğu hususunda
kadına güven sözkonusudur. Bu konuda onun sözü kabul edilir. Çünkü bu durum
ondan başka kimse tarafından bilinmez. Ama Allah gerçeği gizlemelerini haram
kılmıştır. Çünkü onun vereceği haber, ric'at hususunda erkeğin hakkı ve
neseblerin karışmaması ile alâkalıdır. Eğer iddetinin sona erdiği iddiasında
bulunacak olursa, erkeği ric'at hakkından mahrum etmiş olur.
Hamile
olduğu halde iddetinin sona erdiği iddiasında bulunup bir başkası ile evlenecek
olursa nesebler karışır.
Fukahâ
kurlarla iddet bekleyen bir kadının iddetinin bitmesi ile ilgili sözünün doğru
kabul edileceği asgari sürenin ne olduğu hususunda farklı görüşlere
sahiptirler:
Ebû
Hanife'ye göre: Hür kadının sözünün doğru kabul edileceği asgarî süre altmış
gündür. Böylelikle ayhali süresi gibi ortalama süre ile amel edilmiş olur ki,
bu da beş gündür. Buna göre üç ayhali toplam onbeş gün eder. Temizlik süreleri
ise -iddetin temizlikle başlaması şartıyla- 45 gün eder; böylelikle toplam 60
gün eder. Mâlikîlere göre ise iddetin kurlarla (temizlik halleriyle) sona
ereceği asgarî süre 30 gündür. Kocası hanımını ayın ilk gününde temiz olarak
boşayıp sonra da ayhali görse ve tanyeri ağarmadan önce ay hali kesilirse
idde-ti 30 günde biter. Çünkü onlara göre ayhalinin asgarî süresi bir gün veya
bir günün bir bölümüdür. Şu şartla ki, kadınların: O kan ayhali kanıdır,
demeleri gerekir. Bundan sonra kadın onbeş gün temiz olur, sonra da onaltmcı
gece ayhali olur ve yine tanyeri ağarmadan önce ayhali kesilir. Daha sonra
ayın son gününün güneşinin batması akabinde ayhali olur ve tanyerinden önce
ayhali kesilir. Böylelikle bu kadın üç defa temizlenmiş olur; birisi içinde
iken kocasının kendisini boşadığı temizlik hali, sonra ikinci temizlik sonra
üçüncü temizlik. Böylelikle ayın otuzuncu gününün tamamlanması ile iddeti de
tamam olur.
Şâfiîlerin
görüşüne göre ise iddetin sona erdiği asgari süre 32 gün ve iki lahzadır. Hiç
bir şekilde bundan daha asgari süre kabul edilemez. Çünkü onlara göre bu
süreden daha aşağısını düşünmek mümkün değildir. Kadın temizliğinden bir an
(lahza) kalmış iken talakı verilir. Bu onlara göre bir kur"dur. Sonra
kadın -onlarca ayhalinin asgarî süresi olan- bir gün bir gece ayhali olur, sonra
temizliğin asgarî süresi olan onbeş gün temiz olur, bu ise ikinci bir kur"
olur, sonra bir gün ve bir gece ayhali olur, arkasından onbeş gün temiz olur;
bu ise üçüncü kur'dur, daha sonra bir daha ayhali olur. Bu son ayhali ise
iddetten değildir, aksine iddetinin sona erdiğinden kesin olarak emin olmak
içindir. Bununla 32 gün ve iki lahza tamam olur. Kurların -Hanefîlerin de
söylediği gibi-ayhali kabul edilmeleri şartıyla, Hanefîlere göre iddetin asgarî
süresi ise 29 gün ve bir lahzadır. Bu da şöyle olur: Kocası temizliğin son
anında hanımını boşar. Bundan sonra birgün bir gece ayhali olur, daha sonra
onüç gün temiz kalır. Sonra bir gün bir gece daha ayhali görür, sonra da onüç
gün temiz kalır, sonra da bir gün bir gece ayhali olur. Daha sonra da ayhalinin
kesildiğinin bilinmesi için bir lahza temizlik beklenir.
Dikkat
edilecek olursa makul olan ve çoğunlukla görülen Ebû Hanife'nin görüşüdür.
Diğer görüşlerin ise vâki olmaları mümkün olmakla birlikte az rastlanılır.
[142]
Bunun
anlamı, kadın iddeti içerisinde olduğu sürece erkeğin hanımını tekrar nikâhına
alması ve kadının evlilik haklarına önce olduğu gibi sahip olmasıdır. Erkeğe
ric'atte bulunması teşvik edilmiştir (mendûb). Bu, talâkın hükümleri arasında
yer alır. Çünkü ayet-i kerimede: "Eğer barışmak isterlerse kocaları onları
geri almaya daha çok hak sahibidirler." Duyurulmaktadır. Ric'at, kadına zarar
vermek değil de onunla durumunu düzeltmek kasdı ile olmak şartıyla meş-rû'dur.
Eğer kadına zarar vermek, iddetini uzatmak ve kadını askıda imiş gibi bırakmak
isteği ile yaparsa, bu onun için haramdır ve onun için ric'atta bulunmak hakkı
yoktur. Çünkü Yüce Allah: "Sırf onlara zulmedebilmeniz için zararlarına
onları tutmayın." (Bakara, 2/231) diye buyurmuştur. Fakat böyle bir şey
yapacak olursa ric'ati, yine de sahihtir. Çünkü biz onun böyle bir isteği
olduğunu göremediğimizden zahiren onun gördüğümüz işlerine göre ona muamelede
bulunuruz. Allah üç defa boşamayı, ric'at istememenin alâmeti kılmıştır.
"Daha çok hak sahibidirler." buyruğu bekleme süresi içerisinde
kocanın hakkının, kadının bizzat kendisi ile ilgili hakkından daha öncelikli
olduğunu göstermektedir. Çünkü kadın ancak iddetin sona ermesinden sonra
evlilik yetkisini eline geçirebilir. Resulullah (s.a)'ın buyruğu ancak bu
durumda gerçekleşir: "Dul kadın velisinden daha çok kendisi üzerinde
(tasarruf) hakkına sahiptir."
[143]
Akidsiz
ve şahitsiz olarak ric'at yapma hakkı, iddet esnasında ric'î talâk ile boşanmış
kadına münhasırdır. İddetin sona ermesinden sonra sözkonusu değildir. Ric'at
esnasında şahit tutmayı yalnız Zahirîler öngörür. Diğer ilim adamlarına göre
ise şahit tutmak, müstehab veya mendûbdur, Boşayan, şayet iddeti sona edinceye
kadar, hanımına ric'at yapmayacak olur ise, kendisi hakkında tasarruf hakkını
eline geçirir ve ilk kocasına yabancı olur. O kadın kendisine ancak yeniden
talib olmak, veli ve şahit tutarak yeniden evlilik akdi yapmak sureti ile helâl
olur. Bu konuda ilim adamlarının icmâı vardır.
İddet
süresi içerisinde erkeğin neler ile ric'at yapabileceği hususunda ilim adamları
arasında görüş ayrılığı vardır:
Şâfiîler'e
göre: İddet süresi içerisinde ric'at açık sözle yahut niyyetin bulunduğu
kinaye lafızlarıyla olur. Meselâ, ric'at yapanın: Seninle evlendim, yahut seni
nikahladım, demesi bu kabildendir. Sadece ilişki kurmak ile ric'at gerçekleşmez.
Cumhûr'a
göre: İddet süresi içerisinde ric'at, söz veya fiil ile gerçekleşir. Şehvetle
öpmek, ilişki kurmak gibi, başbaşa kalmak (halvet) da bu fiiller arasındadır.
Mâlikîler şunu da eklerler: Aynı zamanda niyet de buna kâfidir; Bu ise kişinin
kendi kendisine: Ben ona ric'atte bulundum, demesi kabilindendir. Hanbelîler
ise kinaye yoluyla ric'ati caiz kabul etmezler.
Bekleme
süresi içerisinde ric'î talâk ile boşanmış kadının hükmü hakkında da fukahâ
farklı görüşlere sahiptir. Acaba böyle bir kadın zevce hükmünde midir, değil
midir?
Hanefîlerle
mezhebin zahir görüşünde Hanbelîler şöyle demektedirler: Böyle bir kadın zevce
hükmündedir. Bekleme süresi boyunca ondan yararlanmak veya ona mübaşeret etmek
(ten teması) haram olmaz. Evlilik hükümleri olduğu gibi geçerlidir ve bunlardan
herhangi bir şey iptal olmuş değildir.
Mâlikîlerle
Şâfiîlerin görüşüne göre ise böyle bir kadın zevce gibi değildir. Ric'at
yapmadan önce ilişki kurmak veya başka yolla ondan faydalanmak haramdır.
Şehvetsiz olsa dahi bakmak bile öyledir. Çünkü böyle bir ayrılık
"bâin" ayrılık gibidir. Diğer taraftan nikâh faydalanmayı mubah
kılar, talâk ise faydalanmayı haram kılar. Çünkü talâk nikâhın zıddıdır.
Bu
görüş ayrılığının kaynağı ayet-i kerimenin farklı anlaşılmasıdır. Şanı Yüce
Allah hanımlarını boşamış olanları "kocalar" diye adlandırmıştır. Bu
ise boşanmış hanımların "zevceler" olmasını gerektirir. Fakat diğer
taraftan: "Onları geri almaya daha çok hak sahibidirler" diye de
buyurmaktadır. Bu ise onların zevce olmamalarını gerektirir. Çünkü "geri
almak" ancak ilişkinin koptuğu durum hakkında sözkonusu edilebilir.
Birinci
görüşün sahipleri, ric'î talâk ile boşanmış kadının zevce olduğu görüşündedirler.
Talâkın etkisi ise boşama hakkının eksilmesidir. Evlilik hükümleri her ne
kadar sürüyor ise de, kadın iddeti içerisinde kaldığı sürece iddetin sona
ermesiyle bu evliliğin bitmesi yolunda ilerlemektedir. Bu görüşte olanlar Yüce
Allah'ın: "Onları geri almaya daha çok hak sahibidirler." buyruğunu
tevil ederek şöyle derler: Bu kadınlar öyle bir yolda gitmektedirler ki, şayet
sonuna kadar ulaşırlarsa, zevce olmanın dışına çıkarlar. Ric'atte bulunmak ise,
bu yollarında devam etmelerini önleyip geri döndürmektir.
İkinci
görüşün sahipleri ise; Yüce Allah'ın: "Kocaları" buyruğunu geçmiş ile
ilgili olarak tevil ederler. Allah burada onlara önceki durumu itibara alarak
"kocaları" diye adlandırmıştır. "Onları geri almaya daha çok hak
sahibidirler" buyruğunun anlamı ise, tekrar onları zevceliğe geri
döndürmektir. Hak görüşün bu olduğu kanaatindeyim. Aksi takdirde talâkın
zevceyi haram kılmakta bir etkisi olmaz.
Her
iki kesim de ittifakla şunu kabul ederler: O kişi hanımına ric'at yapmadan,
onunla birlikte yolculuğa çıkamaz. Birinci kesimin görüşüne göre kadın
kocasına karşı süslenebilir, koku sürünebilir, süs takınabilir ve ona görünebilir.
İkinci görüşe göre ise bunları yapamaz. Koca boşadığı kadın ile halvette
bulunmak hakkına sahip değildir, izin almadıkça onun bulunduğu yere giremez.
Elbiseleri üzerinde olmadıkça ona bakamaz, saçlarını göremez. Eğer başkaları
var ise onunla birlikte yemek yemesinde bir mahzur yoktur. Aynı evde onunla
birlikte yalnız olarak geceleyemez.
İlim
adamlarına göre hanımını boşayan kimse iddetin sona ermesinden sonra; ben iddet
süresi içerisinde sana ric'at yapmıştım, der kadın da böyle bir şeyi reddedecek
olursa, -yemin etmesi şartıyla- kadının sözü kabul edilir ve bu durumda erkeğin
kadına ric'at yapmak hakkı yoktur.
[144]
"Üzerlerindeki
haklar gibi maruf bir şekilde hakları da vardır. Erkeklerin ise kadınların
üzerinde bir dereceleri vardır." İslam'da evlilik akdi, bir kölelik veya
kadının erkeğin mülkiyetine verilmesi türünden bir akid değildir. Bu, her iki
eşin de kamu maslahatına uygun olarak ortak ve eşit birtakım hakları öngören
bir akiddir. Bu akid gereği kadının lehine erkek üzerinde birtakım haklan
vâcib olduğu gibi, kadın üzerinde de erkek lehine birtakım haklar vâcib olur.
Bu vecîz ifadede üç ayrı hüküm vardır.
a) Kadınlar erkekler üzerinde, erkeklerin kadın üzerindeki hakların aynısına
sahiptir. Güzel arkadaşlık, mâruf bir şekilde geçinmek, zarar vermemek, her
ikisinin de ahiret ile ilgili hususlarda Allah'tan korkmaları ve hanımın kocasına
itaat etmesi, birinin diğeri için süslenmesi. İbni Abbâs der ki: "Hanımım
benim için süslendiği gibi ben de hanımım için süslenirim..."
[145]
Erkeklerin süslenmesi ise, kendilerine yakışan temizlik, güzel kıyafet ve
elbise ile koku sü-TuiflneİR., Wa Çakmak \6 gençtik, orta ^aşhMs. \% ^aşbhk
AöTieîûteröift \^graı diğer şekillerde olur. Resulullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Rabbim bana sakalımı uzatmamı, bıyıklarımı
da kısaltmamı emretmiştir."
b) İhtiyaca uygun olarak eşlerden her birisinin diğerinin iffetini
korumayı gözetmesi. Böylelikle her birisi başkasına bakmak ihtiyacından
kurtulabilir. Bunun için uygun zaman araştırılmalıdır. Onlardan birisi ötekinin
hakkını yerine getirmekten yana kendisinde bir acizlik olduğunu farkettiği
takdirde, gereken şekilde tedavi olması gerekir.
c) Erkeklerin kadınlara göre bir dereceleri (yani mevki) üstünlüğü
vardır. Bu ise evde kavâmet, velayet, aile işlerini yürütmek (reislik)
derecesidir. "Erkekler kadınlar üzerine hakimdir. Çünkü Allah kimisini
kimisinden üstün kılmıştır. Bir de mallarından harcamaktadırlar." (Nisa, 4/34). Yani üstün olup başkanlık
derecesinin verilişini haklı kılan iki husus vardır:
-
Erkeğin fazla tecrübesi, dengesi, aklî yapısının farklı oluşu, sorumluluk
yüklenmeye hazırlıklı olacak şekilde yaratılmış olması,
- Kadına mehir ödemek, kadının kifayet miktarı
mesken, giyim, yiyecek, içecek, tedavi ve buna benzer masrafları yapmakla
yükümlü tutulması.
Aslında
bu derece üstünlüğü, açıkça anlaşıldığı gibi aynı zamanda bir yükümlülüktür.
Kadınlar için bir teklif (yükümlülük) olmaktan ziyade erkekler için bir
tekliftir. Bundan dolayı erkeğin kadın üzerindeki hakkı kadının erkek
üzerindeki hakkından daha bir vâcibdir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ben herhangi bir kimsenin herhangi birisine secde etmesini
emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim."
İbni
Abbâs da der ki: "Derece farklılığı, erkeklerin güzel geçim için, mal ve
ahlâk bakımından onların hanımlarına genişçe davranmaları için bir
işarettir." Yani daha faziletli olanın ötekinin hatalarına katlanması,
kendisini dizginlemesi, problemlerin yahut karşılaşılan bunalımların
çözümünde, tedavisinde sinirlerine hakim olmasını gerekir. İbni Atıyye der ki:
Bu, gerçekten güzel ve parlak bir görüştür.
Özetle;
Evlilik iki kişi arasında bir ortaklıktır. Her ortağın ötekine haklarını
vermesi ve üzerindeki ona karşı görevlerini mâruf ile yerine getirmesi lazımdır.
Nitekim Müslim'in Sahih' inde Hz. Câbir'den sabit olduğuna göre Resulullah
(s.a.) Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında
Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki sizler onları Allah'ın emaneti ile aldınız, Allah'ın
adı ile onların namuslarını helâl gördünüz. Sizin onlar üzerindeki hakkınız,
hoşunuza gitmeyen bir kimseye yataklarınızı (namusunuzu) çiğnetmeme-leridir.
Böyle bir şey yapacak olurlarsa onları iz bırakmayacak şekilde dövünüz, maruf
bir şekilde onların yiyecek ve giyeceklerini karşılamanız da onlar için bir
haktır."
Behz
b. Hakîm'in, Muaviye b. Hayde el-Kuşeyrî'den, onun dedesinden, onun da
babasından rivayetine göre dedesi şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, hanımımızın
üzerimizdeki hakkı nedir? Şöyle buyurdu: "Yediğin vakit ona da yedirmen,
giydiğin vakit ona da giydirmendir. Yüze vurma, ve çirkinsin deme ve evin
dışında başka bir yerde ona darılma!"
Erkeklerin
lehine olan dereceye gelince; bu da ahlâk, yaratılış, makam, emre itaat,
maslahatları yerine getirmek, dünya ve ahirette fazilet gibi hususlardaki
üstünlüktür.
[146]
229-
Talâk iki defadır: Ya iyilikle tutmak veya güzellikle savmaktır. Onlara
verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki erkekle
kadın Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korksunlar. Eğer siz de
onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o halde
kadının bir şeyle fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur. İşte bunlar
Allah'ın sınırlarıdır, onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar
zalimlerin ta kendileridir.
230- Eğer onu boşarsa, ondan sonra başka bir koca
ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Bununla beraber onu boşarsa, Allah'ın
hükümlerini ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi
için de vebal yoktur. Bunlar bilen bir topluluk için Allah'ın açıkladığı
sınırlarıdır.
'Ya
iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır." buyruğunda "tutmak"
ile "salmak" arasında tıbâk vardır.
"İşte
bunlar Allah'ın sınırlarıdır." buyruğunda lafza-i celâl insan ruhunda
heybet ve tazimi beslemek için açıktan zikredilmiştir.
"İşte
onlar zalimlerin ta kendileridir." Burada sıfat belli bir mevsûfa hasr
edilmiştir. Yasaktan sonra böyle bir tehdidin gelmesi, tehditte mübalağa ifade
etsin diyedir.
[147]
"Talak
iki defadır." Yani kendisinde ric'at yapılan boşama iki defadır.
"Ya
iyilikle tutmak" yani ric'at yaptıktan sonra onları zarar vermeksizin
tutmakla yükümlüsünüz. Zarar yerine aranızı düzeltmek ve güzel geçinmek vazifenizdir.
"veya güzellikle salmaktır." Yani ric'at yapmaksızın üçüncü talâkı
vermek ve malî haklarını ödeyip ayrıldıktan sonra, ondan kötü bir şekilde söz
etmemektir.
"İşte
bunlar Allah'ın sınırları" hükümleri ve şeriatidir. "Onları
aşmayın." Aşmaktan kasıt, söz veya davranış ile sınırı geçmektir.
"O
halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur." Yani
kendisini boşaması için kadının kocasına fidye olarak verdiği malı almakta koca
için bir günah ve bir vebal yoktur; böyle bir fidyeyi vermek kadın için de aynı
şekilde vebal değildir.
[148]
Câhiliye
dönemi Araplarmda boşamanın sınırı, sayısı yoktu. Erkek önce karısını boşar,
sonra tekrar ona döner ve durum düzelirdi. Şayet hanımına zarar vermeyi
kastederse, iddet bitmeden önce ric'at yapar, sonra bir daha yeniden onu
boşardı. Kızgınlığı dininceye kadar ardı arkasına bunu tekrarlardı. İslâm bu
sapıklığı düzeltmek ve zararı önlemek üzere tedbir aldı.
229.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî, Hâkim ve başkaları Hz. Âişe'nin
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek karısını istediği kadar boşardı.
İddet içerisinde iken ona döndü mü o kadın tekrar karısı olurdu. İsterse yüz
defa ve daha fazla boşamış olsun. Nihayet erkeğin birisi hanımına: Allah'ın yemin
ederim, seni benden bâin olacak şekilde boşamam, bununla birlikte ebe-diyyen de
seni barındırmam. Kadın: Peki bu nasıl olacak? deyince şöyle dedi: Sana talâk
vereceğim. İddetinin bitmesi yaklaştı mı da sana döneceğim." dedi. Kadın
gitti ve Resulullah (s.a)'a durumu bildirdi. Hz. Peygamber de şu ayet nazil
oluncaya kadar sustu: "Talâk iki defadır. Ya iyilikle tutmak ve güzellikle
salmaktır..."
Yüce
Allah'ın: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl
olmaz..." buyruğu ile ilgili olarak da Ebû Dâvûd, en-Nâsih ve'l-Mensûh' da
İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek hanımından ona vermiş
olduğu şeyleri (mehri) de başkasını da yerdi ve bundan dolayı üzerinde herhangi
bir vebal olduğunu da sanmazdı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onlara
verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz." buyruğunu
indirdi.
Yüce
Allah'ın: "Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından
korkarsanız..." buyruğu ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni
Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime, Sabit b. Kays
ile Habîbe hakkında nazil olmuştur. Habîbe onu Resulullah (s.a)'a şikayet
edince, Resulullah (s.a.) da ona:
Peki
bahçesini ona geri verecek misin? deyince hanımı: Evet, dedi. Bunun üzerine
kocasını çağırtıp durumu ona anlattı. Kocası: "Peki bu şekilde yapsam
(bahçem) bana helâl olur mu?" deyince Resulullah (s.a): "Evet"
dedi. Sabit de "O halde kabul ediyorum" dedi. Bunun üzerine:
"Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz.
Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korksunlar.
Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkar
sanız..." ayeti nazil oldu.
Buhari,
İbni Mâceh ve Nesâî de İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Abdullah b.
Ubeyy b. Selûl'ün kızkardeşi Sabit b. Kays'ın hanımı olan Cemîle, Resulullah
(s.a.)'a gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü dedi, ben Sabit b. Kays'ın ahlâkını ve
dindarlığını herhangi bir şekilde tenkid etmiyorum. Fakat ona olan nefretimden
dolayı ona tahammül edemiyorum. Bununla birlikte İslâm'da küfre girmekten
(kocamın bana olan iyiliklerine karşılık nankörlük etmekten) de korkuyorum,
dedi." Hz. Peygamber ona: "(Mehir olarak sana vermiş olduğu) bahçesini
ona geri verir misin" deyince; evet, dedi. Hz. Peygamber de kocasına:
"Bahçeyi kabul et ve onu bir talâk ile boşa" diye buyurdu.
230.
ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da İbnü'l-Münzir, Mukâ-til b.
Hayyân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Abdurrah-mân b.
Atîk'in kızı Âişe hakkında nazil olmuştur. Aişe, Rifâa b. Vehb b. Atîk'in
nikâhı altında idi. Rifâa, Aişe ile amca çocuğu idi. Onu bâin bir talâk ile
boşadı. Daha sonra Abdurrahman b. ez-Zübeyr el-Kurazî ile evlendi. O da onu
boşayın-ca Peygamber (s.a)'in yanına vardı ve: Bana dokunmadan beni boşadı. İlk
kocama geri döneyim mi? deyince; Hz. Peygamber: "Dokunmadıkça hayır"
dedi. Onun hakkında: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile
nikâhlanma-dıkça ona helâl olmaz." Başka koca da "Bununla beraber onu
boşarsa" onunla cima' ettikten sonra boşarsa, "Allah'ın hükümlerini
ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal
yoktur." ayeti nazil oldu.
[149]
Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın: "Kocaları onları geri almaya daha çok hak
sahibidirler." (Bakara, 2/228) ayetini tahsis etmektedir. Çünkü bu ayet-i
kerime, kocanın eşine dönmesi (ricat) caiz olan boşama sayısı ile ric'atm
sözkonusu olmadığı sayıyı beyân etmek üzere gelmiştir. Ayetin anlamı şudur:
Kendisinde ric'atin sahih olduğu boşama sayısı iki defadır. Yani yalnızca iki
talâktır. İki defa boşadıktan sonra iki husustan birisi sözkonusudur: Ya maruf
ile tutup güzellikle geçinmek veya güzellikle onu serbest bırakmak. Yani
ikinci boşamadan beklediği iddetini tamamlayıncaya kadar onu bırakıp bir daha
ona ric'at yapmamak.
Şöyle
de denilmiştir: Ayet-i kerimeden kasıt, talâkı topluca değil de ayrı ayrı
vermektir. Çünkü iki ya da üç talâkı bir arada vermek haramdır. Nitekim ashab-ı
kiramdan bir grup bu görüştedir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b.
Mes'ûd ve Ebû Musa el-Eş'ari (r. anhum) bunlar arasındadır. Bunların delili
İbni Ömer'in hadisidir. Resulullah (s.a) ona şöyle buyurmuş: "Sünnet, hanımının
temizlik halini beklemen ve o geldikten sonra her bir kur7 (temizlik) halinde
onu bir defa boşamandır."
Mücâhid,
Atâ, selefin cumhuru ve değişik bölgelerin ilim adamları derler ki: Güzellikle
salıvermekten kasıt, üçüncü talâktır. Buna delil ise Ebû Rezîn el-Esedî
tarafından rivayet edilen Ebû Dâvûd ve başkalarında yer alan hadis-i şeriftir.
Ebû Rezîn Resulullah (s.a.)'a şöyle sormuş: Yüce Allah'ın: "Talâk iki defadır"
buyruğunu işittim, peki üçüncüsü nerede? Hz. Peygamber: "Veya güzellikle
salmaktır." diye buyurmuştur. Buna göre Yüce Allah'ın: "Eğer onu
boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz."
(mealindeki sonraki) ayet bu buyruğun bir beyanı olur.
[150]
Talâkı
iki talâk kılıp birinci ve ikinci talâktan sonra ric'at hakkının sabit kılınış
hikmeti, her iki eşe de aralarını düzeltebilmek için gerekli fırsatı vermektir.
Kişi nimetten uzak kalmanın acısını duymadıkça, böyle bir acıyı tat-madıkça
elindeki nimetin kadrini ve lezzetini anlamaz. Erkek asabi mizaçlı, keskin
tabiatlı, kötü ahlâklı olabilir. Ama eşinden ayrıldığı takdirde, hanımından
uzak kalışının sebep olacağı yalnızlık ve boşluğu,
[151]
evin ve çocuklarının ona duyduğu ihtiyaç dolayısıyla aklını başına alabilir,
doğru yola gelir, kötü huyunu düzeltir, hanımına karşı davranışlarını düzene
sokar ve Yüce Allah'ın emrettiği gibi güzellikle onunla geçinmek yolunu arar.
Kimi
zaman da kadının kendisi kocasının haklarını, evini ve çocuklarını ihmal
edebilir. Hiç bir şeye aldırış etmeyen, her şeye tepeden bakan, kibirli birisi
olabilir. Böyle bir kadın ayrılığın acısını, boşanmanın yalnızlığını hissedip
hatalarını idrâk ettiği takdirde, yeni bir kişilikle ve öncekinden daha üstün
bir yaşayış ile evlilik hayatına geri döner.
İşte
eşlerin her ikisinin de bu tür karşılıklı fedakârlıkları, her iki tarafın
menfaatine olacak en uygun çözüm arayışları, aile ve çocukların geleceğini düşünme,
evlilik ilişkilerinin yapısını yenilemek ve hikmetli, dengeli, makul bir
şekilde ve her hususta Allah'ın gözetimi altında olduğu şuuruyla yönlendirmek
-ifrat ve tefrit, bir tarafın ötekine haksızlık ya da zulmü olmaksızın- mümkün
olabilir ve şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.
Şayet
erkek kadını salıvermeyi, iyilikte bulunmaya tercih edecek olursa -ki bu
Allah'ın en çok buğzettiği helâldir ve ancak zaruret dolayısıyla meşru' kılınmış
boşamadır- o takdirde kadına vermiş olduğundan bir şeyler geri alması haram
olur: "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız sizin için helâl olmaz."
İster mehir olsun ister başkası; erkeğin kadına -önceki haklarından ayrı
olarak- aynî veya nakdî bazı hediyelerde bulunması da icabeder. Yüce Allah'ın:
"Onları faydalandırın ve güzel bir şekilde salıverin." (Ahzâb, 33/49)
buyruğu ile amel etmek bunu gerektirir. Bununla erkekler kadınlara
zulmetmekten, onlara haklarını vermemekten sakındırılmaktadır.
Fakat
erkeğin, eşini boşaması karşılığında ondan malî bir fidye alması caizdir.
Çünkü bu, kadının rızası ile ve bir zorlama olmaksızın verilmiştir. Eğer kadın
kocasından hoşlanmadığından yahut kadının kendisinin veya erkeğin kötü huyu
dolayısıyla kocasından ayrılmayı istiyorsa, zarar vermek kasdı da sözkonusu
değilse bu mümkündür. Çünkü Yüce Allah: "Onları dara koymak için onlara
zarar vermeye kalkışmayın." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Karı koca
Yüce Allah'ın onlar için teşrî' buyurduğu güzel geçimi sağlamaktan, birbirlerine
karşı vazifelerini yerine getirmekten, karşılıklı haklarına riayet etmekten ve
bunlarla ilgili Allah'ın koyduğu sınırlarını aşmaktan korkarlarsa kadının
vereceği fidyeyi kabul ederek eşlerin birbirlerinden ayrılması caizdir. Kadın tarafından
verilen bu malî bedel karşıhğındaki ayrılmaya hul' adı verilir. Bundan sonra
boşamada olduğu gibi iddet beklemek icabeder. Fakat ric'î talâkın hilâfına
kadının isteği ile olmadıkça hul'dan sonra ric'at sahih olmaz. Peygamber (s.a.)
zorunlu bir durum olmadıkça kadın tarafından hul' talebinde bulunmayı doğru
bulmamıştır. Ahmed, Tirmizî ve Beyhakî, Sevbân'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Herhangi bir kadın ortada
bir sıkıntı olmaksızın kocasından boşanmayı talep edecek olursa cennet kokusu
ona haram olur."
[152]
Diğer
taraftan Yüce Allah, evlilik ilişkilerinde ve diğer hususlarda çizmiş olduğu
sınırları aşmayı insanlara kafi olarak haram kılmıştır. Sınırlardan kasıt,
emir ve yasakları ihtiva eden kesinleşmiş hükümlerdir. Allah'ın helâl sınırlarını
aşıp haramlarını işlemek, emirlerini aşıp yasaklarını yapmak caiz değildir.
Daha
sonra Yüce Allah şer"i hükümleri çiğneyen, ve O'nun emirlerine aykırı
hareket edenleri sakındırıp tehdit etmekte, ve bu gibi kişileri zalim olarak
nitelendirmektedir.
Arkasından
Yüce Allah, hanımın büyük beynûnet ile bâin olduğu üçüncü talâkın hükmünü beyan
ederek şöyle buyurmaktadır: Erkek eğer önceki iki talâktan sonra eşini bir
daha boşayacak olursa, bu üçüncü talâktan sonra o kendisine ebediyyen helâl
olmaz. Bir başka koca ile sahih, sert, devamlılık kasdı ile -boşanmış olan
kadını ilk kocasına helâl kılmak kasdı olmaksızın- evlenme-dikçe ilk kocasına
helâl olmaz. İkinci evliliğinde kadın ile gerçek şekilde zifafa girmek (yani
cimâ'da bulunmak) mutlaka gereklidir. Bu ise daha önce Rifâa kıssasında
naklettiğimiz hadis dolayısıyla böyledir. Ayrıca bunu Şafiî, Ahmed, Buhârî ve
Müslim Hz. Âişe'den şöylece rivayet etmektedir: Rifâa el-Kurazî'nin hanımı
Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi:
"Ben
Rifâa'nm yanında idim, beni boşadı ve üç talâk verdi. Daha sonra benimle
Abdurrahman b. ez-Zübeyr evlendi. Onun beraberindeki ise bir bez parçasından
başka bir şeyi andırmıyor. Peygamber (s.a.) gülümseyerek dedi ki: "Sen
Rifâa'ya geri dönmek mi istiyorsun? Hayır sen onun balcağızından, o da senin
balcağızından tatmadıkça bu mümkün değil."
[153]
Şayet
ikinci kocası onu tabii bir şekilde boşar ve iddeti biterse, birinci kocanın
onunla yani bir nikâh akdinde bulunması caiz olur. Şu şartla ki evlilik
haklarını dosdoğru yerine getirebileceklerine, Allah'ın emretmiş olduğu şekilde
güzelce geçinmeye bağlı kalacaklarına dair kendilerine güven duymalıdırlar.
İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Eğer birbirlerine tekrar döndükleri takdirde
yine eskisi gibi erkek hanıma zarar vermeye veya hanımı serkeşlik etmeye başlarsa,
böyle bir dönüş -mahkeme hükmü ile sahih olsa dahi- Allah katında sevilmeyen
bir şeydir.
Dikkat
edilecek olursa: "Allah'ın sınırlarını dosdoğru yerine getireceklerini
bilirlerse" diye buyurulmamaktadır. Çünkü bu konuda kesin kanaat her ikisi
için de bir gaybtır. Bunu Allah'tan başkası bilmez. Buradaki "zann"ı
"ilim" diye tefsir edenler, hem lafız hem de mana bakımından
yanılmışlardır. Çünkü Zeyd'in gelecekte kalkacağını bildim, değil; kalktığını
bildim, deriz. Ayrıca insan yarın ne olacağını bilmez, yarına dair ancak zanda
tahminde bulunur,
[154]
Muvakkat
tahlil (hülle) nikâhına gelince; bu nikah akdî sırasında ittifak ile yahut
başka şekilde, kadının birinci kocasına helâl kılınmasının gaye edinil-diği
nikâhtır. Böyle bir evlilik batıldır, sahih değildir. Bununla kadın kendisini
boşayan ilk kocasına helâl olmaz. Bu şeriatın yapanı lanetlediği bir
masiyettir. Boşanan koca bunu ister bilsin, isterse bilmesin. Mâlik, Ahmed,
es-Sevrî ve Zahirilerin görüşü budur. Hanefîlerle Şâfiîler der ki: Evlilik
akdi sırasında bu durum şart koşulmadığı sürece, kerahet ile birlikte bu nikah
sahihtir.
Birinci
görüş daha sahih ve uyulmaya daha layıktır. Çünkü Ahmed ve Nesaî, İbni
Mes'ud'dan İbni Mâceh de Ukbe b. Amir'den (Allah ikisinden de razı olsun)
rivayetlerine göre, Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ben size ariyeten
alınan tekeyi bildireyim mi?" Onlar: Evet ey Allah'ın Rasûlü, deyince;
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "O muhallildir (kadının birinci kocasma
helâl olması için nikâh yapandır). Allah muhallile de kendisi için hülle
yapılana da lanet etmiştir."
Ebû
İshâk el-Cüzecâni de İbni Abbas (r. anhumâ)'nın şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Resulullah (s.a.) muhallil hakkında kendisine soru sorulduğunda
şöyle buyurdu! "Hayır (onun nikâhı olmaz). Ancak rağbet duyularak yapılan
nikâh (sahih olur). Yüce Allah'ın Kitabı ile alay etmek, onu örtmeye kalkışmak
sözkonusu olamaz. Balcağızın tadına bakmak şarttır."
İbnül-Münzir
ve İbni Ebî Şeybe de Ömer (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bana
bir muhallil ve kendisi için hülle yapılan kimse getirilirse, her ikisini de
recmederim. Bu hususta onun oğluna (Abdullah b. Örneğe) soru sorulduğunda, o
da: Her ikisi de zina etmiştir, diye cevap vermiştir. Bir kimse İbni Ömer'e
şöyle bir soru sormuş: Kocası benden istemediği ve durumu bilmediği halde
önceki kocasına helâl olsun diye kendisiyle evlendiğim kadının durumu hakkında
ne dersin? İbni Ömer der ki: Hayır, ancak beğenerek nikâh (ile olur). Eğer onu
beğenirsen yanında tutarsın, hoşuna gitmezse o zaman ayrılırsın. Gerçek şu ki
biz böyle bir işi Resulullah (s.a.) döneminde zina sayardık.
İbni
Abbâs hanımını üç defa boşamış sonra da pişman olmuş bir kişi hakkında
kendisine soru sorulunca şu cevabı verir: Bu Allah'a âsi olmuş bir adamdır,
Allah da onu pişman etmiştir, şeytana itaat etmiş ve şeytan da ona bir çıkış
yolu göstermemiştir. Ona: Peki o kadını ilk kocasına helâl kılmak için onunla
nikâhlanacak adam hakkındaki görüşün nedir? denilince; Kim Allah'ı aldatmaya
çalışırsa Allah onu gerçek aldanışa sürükler, diye cevap verir.
İşte
bununla geçici olarak hülle nikâhının Allah'ın dininde yeri olmadığı, böyle bir
nikahın zahiren bir akid ile gerçekleşse bile gerçekte bir zina olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah, ayet-i kerimeyi gayet açık şu ifade ile sona erdirmektedir:
Bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır. Onları açık ve eksiksiz bir şekilde
faydasını idrâk eden ve bunların maslahatını bilen, ondan sapmayan, onlara
karşı hileye kalkışmayan, sadece umulan faydayı gerçekleştirecek şekilde
ge-reklerince amel eden bir topluluğa açıklamaktadır.
Kişi
hanımına döndüğü vakit, içinde herhangi bir kötülük yapma arzusu veya intikam
duygusu gizlememelidir.
Talâkın
ve ric'at ile ilgili Allah'ın hükümleri ve şeriatı, hikmet ve hayatın
gerçekleri ile iç içedir. Bazan aile içi sorunların çözümü gerçekten zorlaşır;
o vakit talâka başvurulur. Kendi toplumumuzda son derece garip karşıladığımız
en basit bir sebep dolayısıyla Batı ülkelerinde boşama olayları ne kadar da çoktur!
Eğer ortada açık bir sapıklık yahut düzeltilmesi oldukça zor -evliliğe hıyanet
veya erkeğin ispatlamaktan acze düştüğü şüpheli durumlar gibi- bir şey yok ise,
boşanan müslüman çiftler çoğunlukla pişman olurlar. Kısacası bazen boşama,
kesin kurtuluş yolu olur. Yanlışları düzeltme ve başarılı bir eğitimle
doğrultulma ihtimali bulunan hallerde ise ric'at sözkonusu olur.
Erkeğin
meşru bir yolla olmaksızın talâka kalkışmak suretiyle işlediği veya zorunlu ya
da istisnaî haller için kendisine verilmiş bu hakkı kötü kullanması
dolayısıyla düştüğü hatalara gelince; bu hatanın günahını sahipleri yüklenir
ve İslâm bu hatalar ve sonuçlarından uzaktır.
İşte
bunlar Allah'ın sınırları yani O'nun yasakladıklarıdır, Allah bunlar gereğince
amelde bulunmanın doğuracağı menfaatleri ve gerçekleri bilen bir topluluğa
hükümlerini açıklar. Çünkü bilgisiz bir kimse verilen emri ve yasağı
belleyemez; ona uymak için gereken titizliği gösteremez. Bunları belleyen ve
gereken titizliği gösteren ise âlimdir.
[155]
Bu
iki ayet-i kerime üç ayrı hüküm kapsamaktadır. Bunlar birinci ve ikinci talâkı
kapsayan ric'î talâk, kadın tarafından verilen bir ivaz karşılığında ayrılmak
demek olan hul' ile el-Mebtûte'nin hükmü demek olan üçüncü talâk veya büyük
beynûnet ile bâin talâk.
[156]
Yukarıda
geçtiği gibi ayet-i kerime erkeğin ric'at yapması caiz olan talâk sayısı ile
akabinde ric'atın sahih olabileceği meşru' talâk sayısını açıklamak, cahiliye
öneminde Arapların uygulayageldikleri sınırsız sayıdaki talâkı reddetmek üzere
nazil olmuştur. Ric'at kadına zarar vermek kasdı ile de kullanılabilir, bunun
sonucunda kadın evli desen evli değil, boşanmış desen boşanmış değil, askıda
gibi bir hale dönüşürdü.
Talâk
eşler arasında özel lafızlar ile daha önce akdolmuş olan bağın çözülmesi demek
olup bu ve başka ayetlerle Peygamber (s.a.)'in İbni Ömer (r.a) tarafından
rivayet edilen hadis-i şerifi gereğince mubahtır: "Dilerse nikâhı altında
tutar dilerse boşar." Ayrıca Resulullah (s.a.) da Hz. Hafsa'yı boşamış
ondan sonra da ona ric'at yapmıştı.[157]
İlim
adamları icmâ ile şunu belirtirler: Bir kimse hanımını temiz halinde ve
ilişkiye girmemiş iken boşadığı takdirde, sünnete uygun ve Yüce Allah'ın
emrettiği şekildeki iddete göre boşamış olur. Böyle bir kimse eğer o hanımı ile
ilişkide bulunmuş ise, iddeti bitmeden önce hamınına ric'at yapabilir. Şayet
id-deti bitecek olursa, o da sair talipler gibi bir talip olur.
İbni
Mes'ud, İbni Abbâs, Mücâhid ve başkaları der ki: Ayet-i kerime, talakın sünnet
olan şeklini ve müslümanların nasıl talâk vereceklerini tarif etmekte. Yani
talâkı ayrı ayrı vereceklerini söylemektedir. Her kim iki defa hanımını boşamış
olursa üçüncüsünde Allah'tan korksun. Ya hanımını haklarını eksiksiz vermek
suretiyle zulme uğratmaksızın terketmelidir yahut da artık onunla güzel bir
şekilde geçinmek üzere kararlı olmalıdır. Ayet-i kerime Kurtubî'nin de ifade
ettiği gibi, her iki manayı da kapsar. Yani hem talâkın sayısını sınırlandırmayı
hem de bunları ayrı ayrı vermeyi. Buna dair delilleri ise İbni Cerîr
et-Taberî'nin İbni Mes'ud'dan Yüce Allah'ın: "Talâk iki defadır..."
buyruğu hakkında yaptığı şu rivayettir: "Kişi temizlendikten sonra ve
onunla cimâdan önce hanımını boşar. Sonra ikinci bir defa daha temizleninceye
kadar onu bırakır, daha sonra dilerse onu boşar. Ardından ona ric'at yapmak
isterse ona ric'at yapar. Daha sonra Allah dilediği takdirde onu boşar, aksi
takdirde bırakır. Ta ki üç ayhali tamamlanıncaya ve bu talâk ile de ondan bâin
oluncaya kadar."
Buna
göre Yüce Allah bu ayet-i kerimede talâkın sünnet şeklini açıklamakta ve bu
talâkın sünnetinin ayrı ayrı boşamak olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Yüce Allah:
"Talâk iki defadır." diye buyurmaktadır. Bu ise iki ayrı talâk vermeyi
gerektirir. Çünkü her ikisi eğer bir arada verilecek olursa iki defa talâk
olmaz.
Talâk
verenin buna muhalefet edip üç talâkı bir lafızda verdiği durum hakkında ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Aralarında
dört mezhep imamının da bulunduğu cumhur der ki: Bu sözüyle üç talâk
-Hanefîlerle Malikîlere göre kerahetle birlikte- vaki olur. Çünkü sünnet olan
talâk, onu bir defa boşaması, sonra iddeti bitene kadar onu bırakmasıdır.
İmâmiyye
Şiası bununla herhangi bir şey vaki olmaz, der.
Zeydiyye,
İbni Teymiyye ve İbnü'l-Kayyım ise bununla tek bir talâk vaki olur, bu konuda
söylenen lafızların bir etkisi yoktur, görüşündedir.
Bu
konudaki görüş ayrılığının menşei "talak iki defadır" ayet-i
kerimenin anlaşılması keyfiyetidir. Acaba bu kendisinden önceki ayet ile
alâkalı mıdır yoksa ondan bağımsız mıdır? Görüş ayrılığının bir diğer sebebi
ise İbni Abbâs yoluyla gelen hadisin te'vil keyfiyetidir.
Ayet-i
kerime ile ilgili olarak İmâmiye ve onlara muvafakat edenler derler ki:
"et-Talâk" başında gelen ta'rif harfi ahd içindir. Yani meşru olan
talâk, iki defadır, demektir. Başka türlü verilen talâk meşru' değildir. Yani
talâkın bütünün tek bir defada yapılması meşru değildir.
Mâlik'in
görüşüne göre bu buyruğun manası şudur: Kendisinde ric'atın sözkonusu olduğu
talâk, iki defadır. Buna göre ayet-i kerime kendisinden önceki buyruklarla
irtibatlıdır. Yüce Allah hanımların kocalarının onları geri almaya daha bir
hak sahibi olduklarını sözkonusu ettikten sonra ric'atın sözkonusu olduğu
talâkı açıklamayı murad etmiştir.
Ebû
Hanife'nin görüşüne ise bunun manası, caiz olan talâk, iki defadır şeklindedir.
Ahmed
ve Müslim'in Tâvûs yoluyla rivayet ettiği İbni Abbâs'm hadisine gelince; o
şöyle demektedir: Resulullah (s.a.)'m, Ebû Bekir'in dönemi ile Ömer'in
halifeliğinin ilk iki yıllık süresince birlikte verilen üç talak tek bir talak
olarak kabul ediliyordu. Fakat Ömer: "İnsanlar ağır ağır hareket etme
imkânına sahip oldukları bir hususta işi aceleye getirdiler. Biz onların bu
acelesini aleyhlerine geçerli kılsak.. (nasıl olur?)" dedi ve bunu onlarm
aleyhlerine geçerli kıldı.
Dört
mezhep imamı bu hadis-i şerifi talâk lafzının üç defa tekrarlanması şeklinde
tevil etmişlerdir. Yani erkek: Sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun diyecek
olursa, eğer bu tekrardan kasdı tekid ise, onun için bir talâk sözkonusudur.
Şayet bundan kasdı üç ayrı talakın gerçekleşmesini ifade etmek ise üç talâk
olur. İlk dönemdeki müslümanlar vera' ve takvaları sebebiyle bununla tekidi
kastettikleri hususunda tasdik edilir, sözleri doğru kabul edilirdi. Daha sonra
durum değişti. Çoğunlukla insanlar bununla üç talâkı kasteder oldular. Bunun
delili ise Hz. Ömer'in söylediği şu sözlerdir: "İnsanlar ağır ağır hareket
etmek imkânına sahip oldukları bir hususta işi aceleye getirdiler." Böyle
bir hüküm ancak kaza (yargı) da sözkonusu olur. Diyâneten ise herkes kendi
niyyeti ile amel eder.
İmâmiyye
ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demektedirler: Peygamber (s.a)'in
sünnetine dönmek ve Ömer'in içtihadını terketmek icabeder Çünkü
üç
talâkı geçerli kılmak sert ruhsatı ve Yüce Allah'ın: "Bilmezsin belki
Allah bundan sonra bir iş yapıverir." (Talâk, 65/1) buyruğu ile işaret
olunan yumuşaklığı ortadan kaldırmaktatır.
Benim
görüşüme göre, cumhurun mezhebi elbette daha tercihe layıktır. Bununla birlikte
İbni Teymiye ve ona muvafakat edenlerin görüşünün de bütünüyle reddedilmesini
uygun görmüyorum. Çünkü talâk bir aileyi yıkmak, çocukları zayi olmaya maruz
bırakmaktır. Ebû Dâvûd, İbni Mace ve Hâkim'in İbni Ömer'den yaptıkları
rivayette Resulullah (s.a.)'ın da buyurduğu gibi: "Allah tarafından en çok
buğzedilen helâl talâktır." Şeriat ise talâkı daha ağır bir zararı
defetmek ve daha büyük maslahatı gerçekleştirmek için caiz kılmıştır. Son
derece büyük bir zaruret olmadıkça ona başvurulmaz. Allah, sünnetin de irşâd
ettiği gibi, iki ayrı temizlik halinde birbirinden ayrı iki defa talâkı meşru'
kılmıştır. Bunların bir arada verilmesini meşru kılmamıştır. Bu talâktan sonra
erkek dilerse hanımını nikâhında tutar, dilerse boşar ve boşamasını sürdürür.
Böyle bir uygulama insanlar için bir kolaylıktır. Çoğu zaman insanlar talâk ile
gerçek manasıyla boşamayı değil tehdit ve belli bir tutumdan vazgeçirme amacını
güderler. Diğer taraftan ayrılık tek bir talâk ile gerçekleşir. Dolayısıyla ondan
sonrakiler birincisini pekiştirici mahiyette olur.
[158]
Şanı
Yüce Allah, boşadıkları takdirde hanımlara zarar vermek niyetiyle erkeklerin,
eşlerine verdikleri herhangi bir şeyi geri almalarını yasaklamıştır.
Hanımlarına verdiklerini özellikle sözkonusu etmiştir. Çünkü herhangi bir anlaşmazlığın
ortaya çıkması halinde erkeğin daha önce hanımına vermiş olduğu mehir ve
çeyizleri talep etmesi yaygındır.
Fakat
hanımı, kendisini boşama karşılığında bir fidyeyi gönül isteği ile kocasına
verecek olursa ve eğer huzursuzluk kadm tarafından ise, cumhurun görüşüne göre
bu fidyeyi kocasının alması caizdir. Aralarından kimisi de (Dâvûd ez-Zâhirî)
kadından fidye almayı mubah kılan hususun her iki tarafın da Allah'ın
sınırlarını ayakta tutamamak korkusu olduğu görüşündedir. Buna sebep ise her
birisinin öteki ile birlikte olmaktan artık hoşlanmayışıdır. Ancak zahir olan
görüş, birincisidir. O da hanımın itaatsizlik etmesi ve kocası ile kötü geçinmesinin
fidye almayı caiz kılmak için yeterli olduğudur. Ayetin zahiri cumhurun
dışındakilerin görüşünü teyid eder gibi görünse de bu böyledir.
Buna
göre hul’, imamların çoğunluğuna göre caizdir. İster Allah'ın hükümlerini
dosdoğru yerine getirememe korkusu halinde olsun, ister korku hali sözkonusu
olmasın. Buna delil ise Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile
size bir şey bağışlarlarsa, onu da içinize sine sine afiyetle yiyin."
(Nisa, 4/4).
Cumhurun
görüşüne göre erkeğin hanımına verdiğinden fazlası mukabilinde hul' caizdir;
çünkü huP karşılıklı bir ivaz akdidir; bunun muayyen bir miktar ile
kayıtlanmaması gerekir. Şu kadar var ki daha fazla olması Hanefî-lerce
mekruhtur ve hanımına verdiğinden fazlasını alması başkalarınca da müstehab
değildir. Buna sebep ise daha önce geçen Sabit b. JCays'ın hanımı ile ilgili
olaydır ki, Peygamber (s.a.) bununla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır:
Sen kocana (sana mehir olarak verdiği) bahçesini geri verecek misin? Hanım:
Evet, fazlasını da veririm, deyince Resulullah (s.a.): "Fazlasına gerek
yok!" diye buyurmuştur.
Şa'bî,
Zührî, Hasan-ı Basrî erkeğin hanımına verdiği mehirden fazlasında hul'u kabul
etmezler. Çünkü Yüce Allah: "O halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde
her ikisi için de vebal yoktur." buyurmuştur. Bu da onlara verdiklerinizden
bir kısmı mukabilinde demektir. Cumhur ise bu ayet-i kerimenin mutlak oluşunu
esas alır.
Şafiî
dışında kalan cumhur garar (ihtimali bir durum) yahut henüz olgunlaşıp
olgunlaşmayacağı belli olmayan bir meyve, kaçmış bir deve, annesinin karnında
yavru ve buna benzer garar şekillerinden herhangi birisi türünden olup
varolması beklenen, fakat halihazırda varolmayan şeyler karşılığında da hul'u
caiz görmüşlerdir. Bunu caiz görmeleri, alışveriş ve evlilik (teki mehir)
hilâfınadır. Erkek bunlar karşılığında hul' yaparsa, bütün bu kabilden şeyleri
istemek hakkına sahiptir. Eğer bunlar teslim edilebilirse onun olur, teslim edilemezse
alacak bir şeyi olmaz, bununla birlikte talâk yine de geçerli olur.
Şafiî
ise der ki: Hul' caizdir ve onun alabileceği mehr-i misildir. Ebû Sevr de hul'
batıldır, demektedir.
[159]
Cumhur
(Hanefîler, Mâlikîler ve tercih edilen görüşlerinde Şâfiîler) hul'un bir talâk
olup bir fesh olmadığını, hul' ile bâin bir talâkın gerçekleştiğini kabul
ederler. Çünkü Yüce Allah "... o halde kadının bir şeyleri fidye
vermesinde her ikisi için de bir vebal yoktur." diye buyurmaktadır. Fidye
vermek ise kadının erkeğin otoritesi dışına çıkması halinde sözkonusu olur.
Şayet bu talâk bâin olmasaydı, erkeğin ric'at yapma imkânı olur ve kadın
erkeğin hükmü ve otoritesi altında olurdu. Çünkü hul'den kasıt kadına gelen
zararı ortadan kaldırmaktır. Şayet ric'at caiz olursa, bu zarar da geri döner.
Bunun
talâk olmasına gelince; eğer bir fesh olsaydı, kadından alman mehirden daha
fazlasının alınmasının caiz olmaması gerekirdi. Satıştaki ikale gibi. Halbuki
daha fazlasının alınması caizdir. Hul'un fesh oluşu batıl olduğuna göre, talâk
olduğu kesinleşmiş olur.
Bu
görüşün sahipleri aynı şekilde Sabit b. Kays'm hanımı ile ilgili olarak İbni
Abbâs'dan vârid olan şu ifadeleri de delil gösterirler: Resulullah (s.a) ona:
(Sâbit'e): "Bahçeyi kabul et ve onu bir defa boşa." dedi.[160]
Hanbelîlerce
mutemed olan ise, konunun farklı şekilde ele almışıdır. Şöyle ki: Eğer hul'
fidye vermek ve buna benzer lafızlarla gerçekleşirse veya talâk ile ilgili
kinayeli lafızlarla yapılmakla birlikte kişi talâkı niyet etmiş ise, hul' bâin
bir talâktır.
Eğer
talâkı niyet etmezse, talâkın sayılarını azaltmayan bir fesh olur. Bu da huT,
fesh veya fidye vermek lâfızları ile yapılır ve talâk niyet edilmezse talâkın
sayılarını azaltmayan bir fesh olur.
İbni
Abbâs, Tâvûs, İkrime, İshâk ve Ahmed'in görüşüne göre ise hul' bir feshtir,
talâk değildir. Çünkü Yüce Allah: "Talâk iki defadır" diye
buyurduktan sonra, hul'u sözkonusu etmekte, sonra da: "Eğer onu boşarsa
ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." diye
buyurmaktadır. Şayet bu bir talâk olsaydı, bunun erkeğin dört tane boşama
hakkına sahip olduğunu ifade etmesi gerekirdi.
Ancak
onun görüşlerine şöylece cevap verilmektedir: Yüce Allah "Talâk iki
defadır" diye buyurduktan sonra talâk karşılığında bir mal almanın caiz
olmayacağını beyân etmektedir. Mal almanın caiz olduğu tek durum ise, Yüce Allah'ın:
"Eğer Siz de onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından
korkar-sanız o halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde... vebal
yoktur." buyruğunda sözünü ettiği durumdur. Bu ister birinci boşama, ister
ikinci boşama isterse de üçüncü boşama halinde olsun, farketmez. (talaka
karşılık bir mal alınamaz.) Bundan sonra ise Yüce Allah üçüncü boşamayı:
"Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl
olmaz." buyruğu ile beyân etmektedir.
Hul'un
bir fesh olduğunu kabul edenler, Ebû Davud'un Sünen' inde İbni Abbâs'tan
yaptığı şu rivayeti de delil gösterirler: "Sabit b. Kays'm hanımı ondan
hul' yapınca Resulullah (s.a.) onun iddetini bir ay hali olarak tespit
etti." Eğer hul' bir talâk olsaydı, onun iddetinin üç kur1 olması
gerekirdi. Yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kur'
beklerler." (Bakara, 2/258) buyruğunda belirtildiği gibi.
Şayet
hul' herhangi bir bedel karşılığı olmaksızın yapılırsa, Mâlik'ten gelen bir
rivayete göre bâin bir talâk olur. Ondan gelen bir diğer rivayete göre ise buna
rağmen ivaz karşılığı bir hul' olarak vâki olur. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîle-rin
görüşü de bu yöndedir. Çünkü bedel esasen durum ne olursa olsun, hul'de -tıpkı
mehir gibi- lâzım olan bir bedeldir. Hatta Hanbelîlere göre bir rükündür. Şayet
herhangi bir bedel karşılığı olmaksızın hanımı ile hul' yapacak olursa, hul'
sahihtir. Hanefîlerle Şâfiîlere göre ise o bedeli ödemesi gerekir. Talâk lafzı
ile olmadıkça hul' da olmaz, talâk da olmaz. Bu lafzı kullandığ takdirde ric'î
bir talâk olur.
[161]
Bütün
fukahânın görüşüne göre erkek hul' yapmayı kabul etmek üzere zorlanamaz. Hul'de
iki taraf arasında karşılıklı rıza kaçınılmazdır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kendilerine verdiğinizin birazını alıp götürebilmek için
onları zorlamanız da helal değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayasızlık
işlemiş olsunlar." (Nisa, 4/19); "Eğer siz de onların Allah'ın
sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir şeyleri
fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur." (Bakara, 2/229).
Fukahâ
birinci ayetteki "hayasızlığı" zina ile yorumlamıştır.
İbni
Rüşd der ki: Bu buyruğun inceliği (fıkhı) şudur: Fidye vermek, kadına erkeğin
elinde bulunan talâk karşılığında verilmiş bir haktır. Talâk kadından
hoşlanmadığı durumlarda, erkeğe verilmiş bir hak olduğu gibi hul' da kadının
erkekten hoşlanmadığı durumlarda ona verilmiş bir haktır.[162]
Hul'
ehliyetine gelince; talâk vermesi sahih olan herkesin hul' yapması sahihtir.
Cumhura göre baliğ ve âkil olan herkesin -reşîd veya sefih olsun- hul'u sahih
olur. Hanbelîler ise aklıyla hul'u kavrayan bir mümeyyiz olmasını da caiz
görmüşlerdir. Talâk vermesi sahih olmayanın hul'u da sahih olmaz. Küçük çocuk,
deli, bunak, hastalık yahut yaşlılık gibi bir sebep dolayısıyla aklî dengesi
bozulan bir kimse gibi.
Reşid
bir kadının[163] cumhurun görüşüne göre
kendisi adına hul' yapma hakkı vardır. Sefih olan kadın ise hacr altında
olduğundan dolayı hul' yapamaz. Küçük veya deli mükellef olmayan bir kimsenin
velisi olan hakimin hul' de şayet bir maslahat varsa yaptığı hul' de sahihtir.
Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ah-med, babanın küçük ya da deli oğlu adına onun hanımı
ile hul' yapmasını da boşamasını da caiz görmezler. Mâlik der ki: Baba küçük
oğlunun da küçük kızının da adına hul' yapabilir. Çünkü Mâlik'in görüşüne göre
oğlunun adına oğlunun hanımını boşayabilir, küçük kızı da evlendirebilir.
İddet süresi içerisinde hul'den sonra talâk vermeye gelince, yani koca hanımı
ile hul' yaptıktan sonra iddeti içerisinde iken hanımını boşarsa Hanefîlerin
görüşüne göre bu, talâk yerine geçer, fakat cumhurun (Mâlik, Şafiî ve
Ahmed'in) görüşüne göre böyle bir talâk uygun olmaz.
[164]
Mebtûte
üç talâk ile boşanmış kadındır. Böyle bir kadın birinci kocasından iddetinin
sona ermesinden sonra bir başka koca ile evlenmek hakkına sahiptir. Eğer
ikinci evliliği isteyerek, devamlılık ve -zina kasdıyla değil de- süreklilik
esası üzere yapılmış ve karşılıklı anlaşma olmadan boşanma gerçekleşmiş ve bu
boşanmadan sonra da iddet bitmiş ise, birinci kocası ile evlenmesi de helâl
olur.
Üç
defa boşanmış kadının helâl olması için şart koşulan bu nikâh hakkında görüş
ayrılığı vardır. Saîd b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre bu, akidden ibarettir. Üç
defa boşanmış olan kadın ikinci kocası ile mücerred akid yaptığı takdirde
birincisine helâl olur. Bu onun şâz görüşlerinden bir işdir.[165]
Sair ilim adamları ise bundan kasdın, önceden de açıkladığımız gibi, zifafa
girmek olduğu görüşündedirler. Bu ise haddi ve guslü gerektiren, orucu, haccı
ifsâd eden, kan ve kocanın muhsan olmasına sebep olan, mehri gerektiren iki sünnet
yerinin birbirine kavuşmasıdır. Mâlik ayrıca ilişkinin mubah olması şartını da
koşar. Yani kadın oruçlu, ihramlı, ay hali olmamalı ve koca da baliğ olmalıdır.
Ahmed
ayrıca ilişkinin helâl olması, ilişki kuran erkeğin en az oniki yaşında olması
şartını koşar. Ebû Hanife ise ilişkinin mubah olma şartını koşmaz. Ayhali veya
nifas hali gibi mubah olmayan bir vakitte olması da caizdir. İlişkide
bulunacak olan erkeğin âkil, baliğ yahut mürâhik (ergenliği yaklaşmış ve
geçilmiş) çocuk veya deli olmasını caiz kabul eder. Çünkü çocuğun ve delinin
ilişki kurmasına da tıpkı âkil ve baliğin ilişki kurmasında olduğu gibi, mehir
(sıhrî akrabalık dolayısıyla evlenme yasağı olan) haram oluş gibi nikâhın hükümleri
de taalluk eder. Dört mezhebin ilim adamları ittifakla fâsid nikâh ile üç defa
boşanmış kadının (ilk kocasına) helâl olmayacağını ve nikâhın sahih olmasının
şart olduğunu kabul ederler.
Said
b. el-Müseyyeb ile cumhur arasındaki görüş ayrılığının menşei şudur: Nikâh,
Kur'ân-ı Kerîm'de hem akid hem de ilişki kurmak anlamında vârid olmuştur. Yüce
Allah'ın: "Ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" buyruğu
ile akdin kastedilmesi de ilişkinin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Bu
konudaki sünnet ise, bundan kasdın -hadislerde önceden gördüğümüz gibi- ilişki
olduğunu açıklamıştır.
Bizler
hülle kastı ile yapılan nikahın hükmünü de öğrenmiş bulunuyoruz ki bu da
Mâlik'in, Ahmed'in, es-Sevrî'nin ve Zahirilerin görüşüne göre bâtıldır.
Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ise -akidde helâl kılma şartı koşulmadığı
sürece- mekruhtur.
Birinci
koca, ikincisi tarafından boşanmış olan kadın ile şeriatın kayıtları çerçevesi
içerisinde yeni bir nikâh akdi yaptığı takdirde, tekrar üç talâk hakkı ile onun
hanımı olur.
Acaba
ikinci evlilik birinci kocanın üçten aşağı boşamasını ortadan kaldırır mı? Bu
hususta iki görüş vardır: Cumhur (Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler, Hanefîlerden
Muhammed ve Züfer) der ki: Ortadan kaldırmaz. Bir ya da iki defa boşanmış olan
bir kadın daha sonra bir diğer koca ile evlense sonra da birinci kocasına
dönmüş olsa geriye kalmış olan talak sayısı ile ilk kocasına döner. Çünkü
ikinci ilişkiye, birinci kocaya helâl olması için ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla
boşamanın hükmünü değiştirmez.
Ebû
Hanîfe, Ebû Yûsuf ve bu konudaki iki rivayetin meşhur olanında İmâmiyye der ki:
Önceki talâkları ortadan kaldırır ve birinci kocasına yeniden üç talâk ile geri
döner ve üçten aşağı boşamalar ortadan kalkar (yok gibi kabul edilir). Çünkü
ikinci defa evlenmesi üç talâkı dahi ortadan kaldırdığına göre, üçten daha
aşağı olan talâkları ortadan kaldırması öncelikle sözkonusudur. Zira ikinci
kocanın ilişki kurması, birincisine helâl olmasını tespit eder. Bu üç boşamayı
dahi kuşatan bir helâlliktir. Dolayısıyla bundan aşağı boşamaları kapsamına
alması öncelikle sözkonusudur.
[166]
Mâlikîler
bu hususta farklı görüşlere sahiptir. Aralarından kimisi kadının evine hizmet
etmek yükümlülüğü yoktur, derler. Çünkü nikâh akdi hizmet etmeyi değil,
evlilik dolayısıyla faydalanmayı kapsar. Nikah akdi bir icâre akdi değildir.
Bir köleyi mülk almak akdi de değildir. O bir (cinsel bakımdan) faydalanma
akdidir. Akid ile kazanılan hak yalnızca bu faydalanmadır, başkası değildir.
Kadından bundan fazlası istenemez. Çünkü Yüce Allah: "Eğer size itaat
ederlerse artık aleyhlerine bir yol aramayın." (Nisa, 4/34) diye
buyurmaktadır.
Diğer
bazıları ise şöyle demektedir: Kadın kendisi gibi olan diğer kadınların
yaptığı hizmetin benzerini yapmakla yükümlüdür. Şayet babasının zenginliği
yahut refah içerisinde bulunması dolayısıyla konumu itibariyle şerefli ise, ev
işlerini idare etmek, hizmetçiye emretmekle yükümlüdür. Orta halh ise, yatakları
yapmak ve buna benzer işleri görmekle yükümlüdür. Şayet bundan daha aşağı
durumda ise evi süpürür, yemek pişirir, çamaşır yıkar. Çünkü Yüce Allah:
"Kadınların üzerindeki gibi mâruf bir şekilde hakları da vardır."
(Bakara, 2/228) diye buyurmaktadır. Bu görüş daha uygun ve sağlıklıdır.
Nitekim Resulullah (s.a.)'m ve ashabının hanımları un öğütür, ekmek ve yemek
pişirir, yatakları yapar, yemek ve sofra hazırlar ve buna benzer işler
yaparlardı. Açıkladığımız gibi Resulullah (s.a.) Hz. Ali ile Hz. Fâtıma
arasında günlük işlerini paylaştırmış, ev işlerini Hz. Fâtıma'ya, evin dışında
kazanç sağlamak, geçim sağlamak işlerini de Hz. Ali'ye vermiştir.
[167]
231-
Kadınları boşadığınızda iddetleri-nin bitirmesi de yaklaştı mı artık onları ya
iyilikle tutun veya iyilikle salın. Onlara zulmedebilmeniz için zararlarına
onları tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın
ayetlerini alaya almayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size kendisi ile
öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Bir de Allah'tan korkun
ve bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
232-
Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi aralarında maruf bir şekilde
anlaştıkları takdirde artık kocalarını nikahlamalarına engel olmayınız. İşte
içinizde Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere böyle öğüt verilir. Bu sizin
için daha faziletli ve daha temizdir. Allah bilir siz bilmezsiniz.
"İddetlerinin
bitmesi yaklaştı mı" buyruğunda mürsel bir mecaz vardır. Burada kül
(bütün) çoğunluk hakkında kullanılmıştır. Zira iddet bittiği takdirde kadını
tutmak zaten caiz olmaz.
"Allah'ın
üzerinizdeki nimetini ve size kendisi ile öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı
ve hikmeti alın." buyruğu özel olanın genel olana atfedilmesi
kabi-lindendir. Çünkü Kitab ve sünnet ayrı ayrı Yüce Allah'ın birer nimetidir.
"Ve
bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir." Burada "bilin" ile
"her şeyi bilendir" buyrukları arasında iştikak (kelimenin türediği
kök) bakımından bir cinas vardır.
"Artık
kocalarını nikahlamalarına" sözünde mürsel mecaz vardır. Çünkü bundan
kasıt, boşamış olan erkeklerdir. Onlara "kocalar" adının verilmesi
daha önceki durumları nazarı itibara alındığından dolayıdır.
[168]
"İddetlerinin
bitmesi de yaklaştı mı" iddetlerinin bitmesine yaklaştılar mı? Buradaki
"el-ecel (mealde iddet)" müddetin tümü hakkında da sonu hakkında da
kullanılır. "İnsan ömrünün bir eceli vardır" denilir. Ecelin kendisi
ile sona erdiği ölüme de "ecel" denilir. Burada kasıt ise iddet
zamanıdır, "onları ya iyilikle" onlara ric'at yapmak suretiyle
"tutun". Burada "iyilik=ma'ruf'dan kasıt, zarar vermeksizin
tutmaktır. Ma'ruf şer'an, adeten insanların güzel gördükleri şeydir."veya
iyilikle salın" Salmak (tesrîh) iddet sona erinceye kadar ric'at yapmamaktır.
"Onlara
zulmedebilmeniz için" fidye vermek zorunda bırakmak yahut bo-şayıp iddeti
uzatmak suretiyle "zararlarına" yani onlara zarar vermek kasdıyla
"tutmayın. Kim böyle yaparsa kendisine" Allah'ın azabına maruz
bırakması sebebiyle "zulmetmiş olur."
"Allah'ın
ayetlerini" burada kasıt boşama, ric'at, hul' yapmak; buna benzer
Allah'ın hükümlerini "alaya almayın." O ayetlerden yüz çevirmek,
onları gereği gibi muhafaza etmek konusunda gevşeklik göstermek suretiyle
onları alay konusu edinmeyin.
"Allah'ın
üzerinizdeki nimetini" İslamı, Allah'ın diğer nimetlerini ve eşler
arasında Allah'ın yaratmış olduğu merhameti "ve size kendisi ile öğüt
vermek üzere indirdiği Kitabı" Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinize
indirmiş olduğu dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştiren evliliğe dair
hükümleri ihtiva eden ayetleri "ve hikmeti" sünnet-i seniyyeyi yahut
da hükümlerin teşrî' sırlarını, onlardaki menfaat ve faydalan, bir görüşe göre
de söz ve amelde isabeti "anın." onlar gereğince amel etmek suretiyle
bunları anın.
"Kadınları
boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi" burada da "ecel (mealde iddet)"
iddetin sonu demektir. Önceki ayette olduğu gibi sonunun yaklaşması anlamına
değil, gerçek anlammadır. Çünkü ric'at imkânı ancak iddet içerisinde sözkonusu
olabilir. Şafiî der ki: Her iki buyruğun gelişi, her iki sürenin birbirinden
farklı olduğunu göstermektedir."aralarında" kocalar ve kadınlar
"maruf bir şekilde" meşrûiyyet çerçevesinde "anlaştıkları
takdirde artık kocalarını nikahlamalarına engel olmayınız." Burada hitab
velileredir. Yani onları boşamış olan kocalarıyla nikâhlanmalannı
engellemeyiniz.
"...
böyle öğüt verilir." Öğüt nasihat etmek, hayırlı olanı hatırlatmaktır.
"Bu sizin için daha faziletli" daha üstün daha hoş "ve daha
temizdir". Temizlik ise hoşluk ve anlık demektir.
"Allah"
bu hususlardaki maslahatı, fazilet ve temizliği "bilir, siz" bunlan
"bilmezsiniz." o halde O'nun emrine tabi olunuz.
[169]
231.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'ın şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Önceleri adam hanımını boşar, sonra iddeti
bitmeden ona döner, sonra tekrar onu boşardı. Bunu hanımına zarar vermek ve onu
başkalarıyla evlenmekten engellemek için yapardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu
ayet-i kerimeyi indirdi.
Taberî,
es-Süddi'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime, Sabit b. Yesâr
diye anılan Ensardan bir adam hakkında nazil olmuştur. Hanımını boşayan Sabit,
iddetinin bitmesine iki veya üç gün kala ric'at yaptı; sonra sırf ona zarar
vermek için bir daha boşadı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onlara
zul-medebilmeniz için zararlarına onları tutmayın." ayetini indirdi
[170]
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" buyruğu ile ilgili
olarak İbni Ebi Ömer Müsned'inde İbni Merdûveyh, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini
nakletmektedirler: Adam hanımını boşar, sonra da ben oyun oynadım (şaka yaptım)
derdi. Yine kölesini azad eder, arkasından: Ben oyun oynadım, derdi. Bunun
üzerine Yüce Allah da, "Allah'ın ayetlerini alaya almayın" ayetini
indirdi. Resulullah (s.a.) bu ayeti okuyup şöyle buyurdu: "Üç şey vardır
ki bunların ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Boşamak, nikâh ve ric'at."
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim oyun olsun diye hanımını
boşar veya oyun olsun diye kölesini azad ederse bu, onun aleyhine olmak üzere
geçerli olur."
232.
ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve
başkaları Ma'kil b. Yesar'dan şunu rivayet etmektedirler: Ma'kil kız-kardeşini
bir müslüman ile evlendirmişti. Bu kadın bir süre o kişinin nikâhı altında
kaldıktan sonra, kocası onu bir defa boşadı ve iddeti bitinceye kadar ona dönüş
yapmadı. Eski kocası onu, o da kocasını arzuladı. Diğer talipliler ile birlikte
geldi, ona talip oldu. Ma'kil ona "Ey adi herif" dedi, "Onu sana
vermekle ben sana ikramda bulundum, onu seninle evlendirdim, sen onu kalktın
boşa-dın. Allah'a yemin ederim, ebediyyen sana geri dönmeyecektir." Yüce
Allah kocasının hanımına olan ihtiyacını, hanımının da kocasına olan
ihtiyacını bildiğinden "Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi...
Allah bilir siz bilmezsiniz." ayetini indirdi. Ma'kil bunu işitince:
Rabbimin buyruğunu dinledim ve itaat ettim diyerek dedi ve: Seni kardeşimle
evlendiriyorum, sana ikramda bulunuyorum, diyerek kızkardeşini ona verdi.
[171]
Kadınları
boşayıp da iddetlerinin bitmesi yaklaştı mı iki şeyden birisini yapmalısınız;
ya kadını maruf bir şekilde (yani eziyet vermeksizin ric'at yaparak)
tutacaksınız veya maruf bir şekilde serbest bırakacaksınız (yani ona herhangi
bir zarar vermeyeceksiniz). Burada "sürenin tamamlanması=
büluğu'l-ecel" iddetin tamamlanmasının yaklaşması diye tefsir edilmiştir.
Çünkü iddet bittiği takdirde kadına ric'at caiz olmaz. Böyle bir mana vermekten
başka yol yoktur. Bir sonraki ayet-i kerimede geçen "iddetin bitmesi"
ise bitmek anlamındadır; çünkü mana bunu gerektiriyor. Buna göre bu, ikinci
ayet-i kerimede hakikat, birinci ayet-i kerimede de mecaz anlamındadır.
Daha
sonra zararın önlenmesi, daha bir pekiştirilerek şöyle buyurmaktadır:
Kadınlara zarar vermek ve onları evlenmekten engelleyip iddetlerini uzatmak
kasdı ile onlara ric'at yapmayınız ki, sonunda sizlere fidye vermek ve belli
bir mal ödemek zorunda kalmasınlar. Onları buna mecbur etmeniz kadınlara bir
haksızlıktır. Hem kim yasak olan bu fiili -ki o da haksızlık ve zarar vermek
kasdıyla nikâh altında tutmaktır- yaparsa, dünyada kendi vicdanını rahatsız etmek,
kadının ailesi ile kendisi arasında kötülük ve düşmanlık kapısını açmak
suretiyle, ahirette de kendisini Allah'ın azap ve gazabına maruz bırakmak
suretiyle kendisine zulmetmiş olur. Çünkü o zayıflara musallat olmuş, kadının
kendisinden kurtulmaya olan ihtiyacını sömürmek yoluna gitmiştir.
Yüce
Allah'ın emirlerine uymakta, sizin için koymuş olduğu sınırlarını gözetmekte
gevşeklik göstermeyiniz. Eğer sizler bu konuda gevşeklik gösterir, kusurlu
hareket ederseniz, Allah ile, O'nun emri ile alay eden kimseler gibi olursunuz.
Böyle bir ifadede şefi sınırları aşan kimseler için büyük bir tehdit, mümin
olan kimseler için de evlilik bağına gereken saygıyı göstermeye ve cahi-lî
uygulamalardan uzak durmaya bir teşvik vardır.
İslâm
ve sair nimetleriyle Allah'ın üzerinizdeki hakkını hatırlayınız. Eşler arasında
merhamet ve sevgi yaratmış olması da bu nimetler arasındadır. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizin için nefislerinizden
kendileriyle sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve merhamet varettiği eşler
yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21).
Allah'ın
Kur"an-ı Kerim'de ve sünnet-i nebeviyyede indirmiş olduğu teşriî hüküm ve
hikmetleri hatırlayınız. Bunlar evlilik hayatının huzurlu olmasını sağlamak,
mutluluğu, rahatı ve benzeri hususları gerçekleştirmek içindir. Bunlarda sizin
için pek çok fayda ve menfaatler vardır. Çünkü hükümler düzenin esaslarını
ortaya koyar. Teşriin hikmetini, sırlarını öğrenmek ise, o emirlere uymaya,
gereken öğüt ve ibretleri alıp bu konuda ikna olmaya yardımcı olur.
Daha
sonra Yüce Allah evlilik ile ilgili teşriî hükümleri, o hükümlere saygılı
olmaya itecek şekilde vurgulamaktadır ki, bu takva yani Allah'tan korkmak,
O'nun emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, kadını küçük görmeyi terkedip kutsal
evlilik bağına aldırış etmemeyi bırakmaktır. Halbuki cahiliye döneminde Araplar
bunun zıddına kadını küçümsüyor ve onu yalnızca bir eğlence aracı kabul
ediyordu. En basit bir sebep dolayısıyla kadınları boşuyor, sonra ric'at
yaparak ona zarar veriyor ve adeta onu askıdaymış gibi bırakıyorlardı.
Günümüzde de böyle cahil ve beyinsizler vardır.
Biliniz
ki muhakkak Allah her şeyi bilendir. Sizin işlediğiniz, O'nun sınırlarını
aşmak, emirlerini uygulamamak gibi şeyleri de bilir. O yüce Allah kendinize ihlâsla
kendisine bağlamanızdan, hükümlerine tabi olmanızdan başkasına razı değildir.
Ey
müminler! Kadınları boşayıp onların iddetleri tamamen sona erdiğinde sizlerin
onları birinci ve ikinci talâktan sonra ilk kocalarına evlenerek dönmelerini
engellemeniz caiz değildir. Yine siz ey kocalar, sahip olduğunuz yetkiyi kullanarak
üçüncü boşamadan ve iddetin sona ermesinden sonra bir başka koca ile
evlenmelerine de mani olmanız caiz değildir. Eğer kadın ile ona talib olan
kimse arasında karşılıklı rıza gerçekleşir, talibi ona denk (küfüv) olur,
mehr-i misil de verirse ortada da şer"î bir yasak yoksa buna engel
olmayınız. Aynı şekilde ileri gelenleri, ilim adamları, yöneticileri ve
akıllarını gereği gibi kullanan kimseleri ile müşahhas ifadesini bulan ümmetin
de, kamu maslahatını gerçekleştirmek hususunda bir dayanışma içerisinde olması
gerekir ki, maruf olanı engellemesin, münker olanı da kabul etmesin. Aksi
taktirde toplum helak olur, zarar görür.
Az
önce geçen velilerin kadınları başkalarıyla evlenmekten engellemelerinin
yasaklanması ile ilgili teşriî hükümlerle öğüt verilir. Müminlerin kalpleri bu
emirlere huşu' ile itaat eder, rablerinin emirlerine uyarak bunları kabul
ederler. Müminin yapacağı iş itaattir, öğüt almaktır, bu şekilde onlara engel
olmayı terketmenizin yasaklanması sizin için daha faziletlidir. Günahların
kirliliklerinden daha temizleyicidir. Yani bu emre uymakta sizin için bir
bereket ve hayır vardır. Irzın, şerefin korunması ile, fazilet; boşanmış olan
kadınların fa-sıklığa, fesada ve sapıklığa gitmesine sebep olmamak suretiyle de
bir nezahet; günahlara, haramlara kötülüklere aldanıp düşmekten de kurtuluş
vardır.
Allah
bütün bu hususlardaki sizin menfaatlerinizi bilir. O bakımdan O'nun emirlerine
uyunuz.
[172]
Bu
iki ayet-i kerime pek çok hükme delalet etmektedir. Bunların başlıca-ları
aşağıdadır.
1- Maruf ile tutmak: Bu kocasının kadına karşı -nafaka gibi- görevlerini
yerine getirmektir. Eğer eşine harcayacak bir şey bulamıyor ise, o taktirde bu
kimse marufun sınırının dışına çıkmış olur ve hanımını boşaması lâzımdır. Şayet
bunu yapmayacak olursa, hanımının nafakasına güç yetiremeyen bir kimsenin
yanında kalmaktan dolayı kadına gelebilecek muhtemel zarar sebebiyle hakim onun
yerine hanımını boşar. Çünkü açlığa sabretmeyi istemek sözkonu-su değildir. Bu
cumhurun (Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşüdür. Çünkü Resulullah (s.a.)
Buhari'nin Sa/u/ı'indeki rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Kadın ya bana
yiyeceğimi verirsin veya beni boşarsın, der."
Hanefiler
ise şöyle demektedirler: Bu durumda onları birbirinden ayırmak sözkonusu olmaz.
Kadının buna sabretmesi gerekir. Hakimin hükmü gereğince nafaka kocanın
zimmetine taalluk eder. Çünkü Yüce Allah, "Eğer darlık içinde ise ona
geniş bir zamana kadar mühlet veriniz." (Bakara, 2/280) diye buyurmaktadır.
2- İyilikle salmak: Yani zarar sözkonusu olmaksızın boşamak. Çünkü Yüce
Allah, "Onlara zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutmayın."
(Bakara, 2/231) diye buyurmaktadır. Salıverme lafzının iki anlama gelme
ihtimali vardır: Birincisi ikinci boşamadan dolayı beklediği iddeti
tamamlayıncaya kadar bırakmak ve böylece kadının kendisi ile ilgili hususlarda
tasarrufa sahip olmasını sağlamak. Bu es-Süddî ve ed-Dahhak'm görüşüdür. Diğer
anlamı ise hanıma üçüncü defa talâk vererek serbest bırakmak. Bu da Mücahid,
Atâ ve diğerlerinin görüşüdür. Kurtubî'nin sözkonusu ettiği üç sebep
dolayısıyla daha sahih olan görüş budur[173]:
a) Darakutni'nin Enes (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif: Bir
adam gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü Yüce Allah, "Talâk iki
defadır" diye buyurduğu halde bu ne diye üçe kadar çıktı? Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Ya mâruf ile tut veya güzellikle salıver." Bir
rivayette de: "İşte üçüncüsü de budur."
b) Tesrîh (salıvermek) talâk lafızlarmdandır.
c)
Tesrîh lafının vezni olan:
Tefil, ikinci boşamadan ayrı tekrarlanan yeni bir fiilin meydana getirilmesi
anlamını ifade etmektedir; fakat terki ifade etmek hususunda "tefîl"
ile ifade edilen bir fiil yoktur. İbni Abdilberr der ki: İlim adamları, Yüce
Allah'ın, "Veya güzellikle salmaktır" buyruğunda kastedilenin iki
boşamadan sonraki üçüncü boşama olduğu hususunda icma etmişlerdir. Yüce Allah'ın,
"Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl
olmaz." (Bakara, 2/230) buyruğu ile kastettiği de bu (üçüncü boşama)dır.
3- Şerl hükümlerle alay etmek haramdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Yüce Allah'ın hükümlerini alaya alır gibi davranmayınız. Bu hükümler hakkında
kim şaka yollu bir iş yaparsa o, onun için bağlayıcı olur. Fiilen günah
üzerinde ısrar ederken sözlü olarak günahtan mağfiret dilemek de böyle bir alay
kabilindendir.
4- Şaka olsun diye hanımını boşayan bir kimsenin artık eşini boşamış olduğu
icmâ' ile kabul edilmiştir. Çünkü Ebu Davud, Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah
(s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Üç husus vardır ki
bunların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: Nikâh, boşama ve ric'at."
Hz. Ali, İbni Mes'ud ve Ebu'd-Derdâ şöyle demişlerdir: "Üç şey vardır ki,
bunlarda oyun söz konusu değildir. Bunları oyun olsun diye söyleyen de ciddi
söylemiş olur: Nikâh, talâk ve köle azad etmek."
5- Nimete şükretmek: Yüce Allah bizim üzerimizdeki İslam, hükümlerin
beyanı, düzenlemeler ile ilgili teşrî, Kur'an-ı Kerim'in hikmet ile açıklanışı
yani teşriî sırlar ve nebevi sünnet ile beyan edilmesi gibi üzerimizdeki
nimetlerini hatırlamamızı emretmektedir. Bütün bunlar bir taraftan korkutmak,
diğer taraftan nefsi takva ile hazırlamak içindir. Çünkü Yüce Allah her şeyi
bilendir, göklerde ve yerde hiç bir şey O'na gizli kalmaz.
6- Kadının evlenmesinin velisi tarafından engellenmesinin yasaklanması.
Yani denk bir kimse ona talib olur, kadın da talib olan da birbirlerini
isterlerse (beğenirlerse) kadının evlenme hakkını engellemelerini
yasaklamaktadır.
7- Velisiz nikâh caiz değildir. Ayet-i kerime velisiz nikâhın caiz
olmayacağını göstermektedir. Buna delil ise ayetin nüzul sebebinin Ma'kil b.
Yesâr"ın kızkardeşi hakkında oluşudur. Bu hanım dul idi. Eğer velisi
olmaksızın evlenme yetkisi elinde olsaydı, kendi kendisine evlenir ve velisi
MaTril'e ihtiyacı olmazdı. Buna göre Yüce Allah'ın, "Onlara engel
olmayınız." buyruğundaki hitap velileredir ve evlendirme hususunda
velilere verilen bu emir kadınların rızaları ile birlikte söz konusudur. Çünkü
şayet kadının velisinin rızası olmaksızın evlenebilme yetkisi olup da velinin
de bu konuda herhangi bir dahli bulun-masaydı, velilerin hanımlarını
engellemelerini yasaklamanın bir anlamı olmazdı. Cumhurun (Mâlik, Şafiî ve
Ahmed'in) görüşü budur.
Hanefîler
de der ki: Kadın kendi kendisini evlendirebilir. Çünkü Yüce Allah şu
buyruğunda da olduğu gibi bu yetkiyi kendisine izafe etmiş bulunmaktadır:
"Başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" (Bakara, 2/231). Burada veliden
söz edilmemektedir. Diğer taraftan: "Onlara engel olmayınız."
buyruğunda hitap kocalarına aittir. Bu ise yapılacak olan ric'atin, başkasıyla
nikâhlanmasına engel olacak şekilde kullanılmasıyla olur. Ayrıca Yüce Allah'ın,
"Aralarında ma'rûf bir şekilde anlaştıkları takdirde" buyruğu,
erkeğin talip olduğu kadını bizzat kendisinden istemesine bir engel
bulunmadığına delildir. Erkek evlenmek hususunda kadının kendisi ile ittifak
edebilir.
Onu
engellemek ise sürenin yani iddetin sona ermesinden sonra söz konusu olur.
Yüce
Allah'ın "ma'rufbir şekilde" buyruğu, engellemenin o kadına denk olmayan
birisi hakkında söz konusu olabileceğini göstermektedir. Kimisi de eğer mehir,
mehr-i misilden aşağı ise velinin bu evliliği engellemesini caiz görmüşlerdir.
Denklikte esas yapmacık, uydurma gelenekler değil, egemen olan şer"î örftür.
8- İman öğüt almayı gerektirir Yüce Allah'ın, "İşte, içinizden
Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere böyle öğüt verilir." ayeti, gerçek
bir müminin öğüt almasının kaçınılmaz olduğunun delilidir. Öğüt almayıp
Allah'ın emirleri gereğince amel etmeyenler mümin değildirler. Bu gibi
kimselerin dilleri iman etmiş ama kalpleri iman etmemiştir.
9- İlâhi teşri', insanların -beşer olmaları ve akıllarının yetersizliği,
her hakikati idrak edemeyişleri, geleceği bilemeyişleri sebebiyle
kavrayamayacakları-uzun vadeli ferdî ve toplumsal menfaatlerini de teminat
altına almıştır.
[174]
233-
Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak
isteyenler içindir. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir.
Kimseye gücünden fazlası yükletilmez. Ne bir anneye çocuğundan dolayı zarar
verilsin, ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulsun. Mirasçıya düşen de
bunun gibidir. Eğer kendi rı-zalarıyla ve danışarak memeden kesmek isterlerse,
ikisinin üzerine de bir vebal yoktur Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz ma'rûf
bir şekilde verdiğinizi teslim etmek şartıyla yine üzerinize bir vebal yoktur.
Allah'tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla
görendir.
"Anneler
çocuklarını... emzirirler" buyruğu emir anlamına haberdir, yani
emzirsinler demektir. Tıpkı Yüce Allah'ın, "boşanan kadınlar...
beklerler" (Bakara, 2/228) buyruğunda olduğu gibi. Haberin emir anlamına
gelmesi Arap dilinde çokça rastlanılan bir durumdur.
"Ne
bir anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin, ne de bir baba çocuğu yüzünden
zarara sokulsun." buyruğunda ifadenin takdiri şöyledir: Herhangi bir anne
çocuğu sebebiyle çocuğun babasına zarar vermesin. Herhangi bir baba da çocuğu
sebebiyle annesine zarar vermesin.
[175]
"Anneler
çocuklarını... emzirirler." buyruğu -gerçekleşeceği şekle göre yorumlandığı
taktirde- mübalağa için emir anlamında bir haberdir. Açıkladığımız gibi
"emzirsinler" anlamındadır.
"Çocuklarınızı
emzirtmek isterseniz..." buyruğunda hazf ile yapılan icaz vardır. Yani süt
emzirenlerin çocuklarınıza süt emzirmelerini isterseniz, demektir. Bu buyrukta
da muhataba iltifat vardır. Gaib ifade ise Yüce Allah'ın, "...kesmek
isterlerse" buyruğundadır. Buradaki iltifat ise babaların yavrularına
karşı duygularını harekete geçirmek içindir.
[176]
"Anneler
çocuklarını iki bütün yıl emzirirler"; bu süre içerisinde emzirsin-ler,
demektir. Hanımlar eğer kocaları tarafından boşanmış iseler süt emzirmeleri
dolayısıyla "onların" annelerin "yiyeceği ve giyeceği babasına
aittir."
"Kimseye
gücünden" takatinden "fazlası yükletilmez." Takat, insan gücünün
son derecesidir. Ondan sonrası ise acizliktir. Yükletmek (teklif), yapmak
zorunda tutmak demektir.
"Ne
bir anneye çocuğundan dolayı" kabul etmek istemediği taktirde süt emzirmek
için zorlanmak suretiyle "zarar verilsin ne de bir baba" takatinden
fazlasıyla yükümlü tutulmak suretiyle "çocuğu yüzünden zarara
sokulsun." Çocuğun her iki yerde de ayrı ayrı onlardan birisine izafe
edilmesi, anne-babanın çocuklarına karşı şefkat duygularını harekete getirmek
içindir. (Karşılıklı) zarar vermek ise, anne babanın her ikisinin de bir
diğerine zarar vermeye kalkışmasını gerektirir. Bu ise birisinin başkasına
zarar vermesinin bizzat kendisine zarar vermesi olduğunu gösterir. Bu zarar
vermenin etkisi neticede çocuğa yöneliktir.
"Mirasçıya"
burada kasıt, babanın mirasçısıdır ki, bu da çocuktur; ona "düşen de
bunun gibidir."Yani çocuğa ait olan maldan anneye gerekli olan nafaka ve
giyim masrafları karşılanmalı ve tıpkı baba üzerinde anneye karşı olan görevin
benzeri gibi; ona herhangi bir şekilde zarar verilmemelidir. Tabii ki bu durum,
çocuğun malının olması halindedir. Yani çocuğun süt emzirilme nafakası eğer
malı varsa, çocuğun malından ödenir, aksi taktirde bu onun asabesine aittir. Kimi
ilim adamları da şöyle demiştir: Mirasçıdan kasıt, çocuğun ölmesi halinde çocuğa
mirasçı olan kimsedir. Bu da ölümü halinde çocuğa yakın olan akrabalardır.
İşte bu durumda nafaka, malı olmadığı taktirde ölecek olsa, çocuğa mirasçı
olacak kimselerden alınır. İfadenin her iki manaya gelme ihtimali vardır. Birincisi
Taberî, Zemahşerî ve başkalarının tercih ettiği bir görüştür ve bu Yüce Allah'ın,
"Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." buyruğuna
atfedil-miştir. İkisi arasındaki diğer ifadeler ise "örfe göre"
ifadesinin açıklaması olup atfedilen ile üzerine atfedilen arasında bir ara
cümlesidir. Mana bu taktirde şöyle olur: Babanın mirasçısma da babanın
vazifesi olan yiyecek ve giyeceği sağlamak görevi vardır. Yani baba öldüğü
takdirde ona mirasçı olanın anneye yiyecek ve giyecek temini hususunda babanın
yükümlülüklerini üstlenir. Tabii bunda marufa riayet etmek ve zarardan uzak
durmak şartı vardır.
"Eğer
kendi rızalarıyla" ikisi arasında sağlanan ittifak ile "ve
danışarak" küçüğün maslahatını gerçekleştirecek hususlarda kendi
aralarında müşavere ederek "kesmek" yani iki seneden önce anne baba
sütten kesmek "isterlerse ikisinin üzerine de bir vebal yoktur."
Sütten kesmeye "fisâl* denilmesinin sebebi çocuğun annesinden ayrılması,
böylelikle annesine ihtiyacı olmaksızın tek başına gıdasını temin etmesidir.
"Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz" yani annelerin dışında süt
anneler edinmek isterseniz, demektir; "ma'rûfbir şekilde" meselâ,
gönül hoşluğu halinde olduğu gibi, "verdiğinizi" onlara vermek
istediğiniz ücreti o süt annelerine "teslim etmek şartıyla üzerinize bir
vebal yoktur."
[177]
Yüce
Allah nikâha ve ayrılığı doğuran talâka dair hükümleri söz konusu ettikten
sonra, nikâhın doğurduğu bazı hükümleri zikretmektedir. Çünkü boşanan
kadınların süt emen çocukları olabilir. Bu yavrular eşlerin karşılıklı
nef-retleşmeleri ve işi yokuşa sürmeleri sonucu zarar görebilir. Kimi zaman hanımlar
babadan intikam almak kastıyla küçük çocukları süt emmekten mahrum bırakabilir.
O bakımdan Yüce Allah, annelere çocuklarıyla ilgilenmelerini tavsiye ederek
süt emme süresini, anne-baba istedikleri takdirde, tam iki yıllık bir süre
olarak tespit etmiştir. Diğer taraftan Allah Teala babaları, annelerin yiyecek
ve giyecek ihtiyaçlarını süt emzirme süresi boyunca güç ve takatlerine göre
karşılamakla yükümlü tutmuş, anne babadan herhangi birisinin ötekine çocuk
sebebiyle zarar vermesini yasaklamıştır. Anne, çocuğun babasına çocuğun büyütülmesi
konusunda zarar vermek üzere, küçük çocuğa süt vermek istemeyebilir veya
nafaka ve giyecek hususunda aşırıya kaçabilir. Diğer taraftan baba da anneye
zarar vermek kasdıyla -ona süt vermek istediği halde- çocuğu ondan alabilir
veya süt emzirmeye zorlayabilir ya da nafaka ve giyecek hususunda hakkını
vermemeye kalkışabilir (Bütün bu yollarla birbirlerine zarar vermek
isteyebilirler). Yüce Allah çocuğa zarar verip bunun sonucunda çocuk için yapılması
gerekli olanlarda bir kusur ortaya çıkabileceğinden, bunu anne babaya
yasaklamıştır. Bütün bunlar Yüce Allah'ın küçük çocuğa gereken riayeti göstermesi
dolayısıyladır. Çünkü küçük çocuk kendisine faydalı olamayacak, kendisine
gelecek zararı da önleyemeyecek kadar âcizdir.
Bu
ayet-i kerime, boşanmış olduğu eşinden çocukları bulunan kadınlar hakkındadır.
Bu kadınlar yabancı kadınlara göre kendi öz çocuklarını emzirmeye daha bir hak
sahibidirler. Çünkü bu kadınların o çocuklara karşı şefkat ve merhametleri daha
ileridir. Küçük çocuğu annesinden çekip almak ise hem çocuğa, hem annesine
zarar vermektir. Annelerden kasdm, boşanmış kadınlar olması Yüce Allah'ın,
"Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." diye
buyurmuş olmasından anlaşılmaktadır. Şayet evlilik devam ediyor olsaydı, bu
yükümlülük çocuk sebebiyle değil, evlilik sebebiyle zaten vacip olurdu. Bu
ayet-i kerime aynı şekilde boşanma ayetlerinin akabinde de zikredilmiştir. Bu
da boşanmış anneler hakkında olduğunu gösteren bir diğer husustur.
Kimi
alimlerin görüşüne göre de annelerden kasıt, ister boşanmış isterse de nikah
altında eş olsun bütün annelerdir. Bu görüşlerini lafzın genel manasını esas
alarak ileri sürmüşlerdir.
[178]
Boşanmış
olsun olmasın bütün annelerin, çocuklarını daha fazlası söz konusu olmaksızın
-süreyi tamamlamak istedikleri takdirde- tam iki yıl süre ile süt emzirmeleri
görevleridir. Maslahat görüldüğü takdirde, bundan daha aşağı süre süt
verilmesine mani yoktur. Konu şahsî karar ve takdire bırakılmıştır. Bununla
birlikte süt emzirmek anne için mendubtur. Çünkü onun sütü doktorların ittifakıyla
daha üstün ve değerlidir. Eğer çocuk başkasının memesini almaz ya da baba
fakirlik ya da başka bir sebepten dolayı süt anne bulamayacak olursa, annenin
süt emzirmesi vacip olur. Bazı kadınların, konumlan ile uygun görmediklerinden
veya sağlık ve güzelliklerini korumak kasdıyla süt emzirmek istemeyişleri ise
fıtratın gereğine aykırıdır, çocuğun maslahatını ve menfaatini düşünmemektir.
Süt
emzirmek annenin bir hakkı mı yoksa bir görevi midir; bu hususta görüş
ayrılığı vardır.
İmam
Malik der ki: Süt emzirmek kadın boşanmamış ise ve çocuk da başkasının
memesini kabul etmiyor ise, anenin vazifesidir. İmm Malik bundan asil, soyu
sopu yüksek olan kadınları istisna etmiştir. Bu görüşü ile ayet-i kerimenin
nüzulü zamanındaki Arapların örfü ile amel etmektedir.[179] O
sıralarda Kureyş hanımları bunu gururlarına ve izzetlerine yedirmedikleri için
ücret mukabili süt anne arıyorlardı.
Cumhur
ise şöyle demektedir: Zaruret hali dışında annenin çocuğuna süt emzirmesi
mendubtur. Mesela, anneden başkasının memesini kabul etmemesi böyle bir
zarurettir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer güçlüğe uğrarsanız, o halde onun için
başka birisi emzirecektir." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Süt emzirme
süresi iki yıldır. Çünkü çocuğun bu zaman süresi içerisinde süte ihtiyacı
vardır. Bununla birlikte anne babanın uygun görecekleri maslahata göre daha az
bir süre süt emzirmekte bir mani yoktur. Günümüzde çocuk birinci senenin sonlarında
süt ile birlikte bazı gıdaları yemeye zamanla alıştınlmakta, daha sonra süte
ihtiyacı kalmayınca da sütten kesilmektedir.
Yüce
Allah'ın, "iki bütün yıl" diye buyurması bir sene ile ikinci senenin
bir kısmının kastedildiği yanlışlıkla anlaşılmasın, diyedir. Süt emzirme
süresinin "tam iki yıl" ile sınırlandırılmasından kasıt, bunun vacip
olduğu değildir. Çünkü Yüce Allah, "Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyenler
içindir" diye buyurmuştur. İşte bu iki yıl içerisinde süt emzirmenin,
asla aşılmayacak asgari sınır olmadığını göstermektedir. Bu şuur süt emzirme
süresini tamamlamak isteyenler içindir. Bunu istemeyenler eğer çocuk için bir
zarar söz konusu değilse, iki yıl tamamlanmadan önce de çocuğu sütten
kesebilirler. Nitekim bunu Yüce Allah'ın şu buyruğu desteklemektedir:
"Eğer kendi rızalarıyla ve danışatak kesmek isterlerse ikisinin üzerine
de bir vebal yoktur." (Bakara, 2/233) Bundan kasıt, anlaşmazlık halinde
kabul edilecek olan sürenin ya da mahkeme hükmü gereğince tespit edilecek azami
sürenin beyanıdır.
Süt
emziren kadının yiyecek ve giyeceğini yeterince karşılamak babanın görevidir.
Anne evli olduğu veya iddet içerisinde bulunduğu sürece ücretle süt emzirmesi
caiz değildir. Şafiî'ye göre bu kayıtsız şartsız olarak caizdir. Ücretin
takdiri ise babanın zenginlik, fakirlik ve orta halli oluşuna göre tespit
edilir.
Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince nafaka
versin., rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden
infak etsin. Allah hiç bir nefse verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 65/7);
"Allah hiç bir nefse takatinden fazlasını yüklemez." (Bakara, 2/286).
Buradaki ayet-i kerimede ise: "Kimseye gücünden fazlası yükseltilmez"
diye buyurulmak-tadır. Yani hiç bir kimse gücü nispetinden fazlasıyla yükümlü
tutulmaz.
Yine
bu ayet-i kerimeden çocuğun nafakasının babaya ait olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü Yüce Allah, süt emzirme süresince boşanmış kadının nafakasının baba
tarafından karşılanmasını kararlaştırmıştır. Çocuğun nafakasının baba
tarafından karşılanma gereği çocuğun bu konudaki acziyeti ve ihtiyacı
dolayısıyladır. Baba ise çocuğa insanlar arasında en yakın olandır.
Sözü
geçen hükümlerin teşri' edilme illeti, erkek ve kadının birbirlerine verecekleri
zararı -her hak sahibine hakkını vermek suretiyle- önlemektir. Çocuk sebebiyle
birinin diğerine zarar vermesi haramdır. Anne süt anne aranması için babayı
taciz etmek üzere çocuğuna süt vermekten imtina edemez veya gücünden fazla
nafaka vermekle onu mükellef tutamaz ya da çocuğun terbiyesinde, eğitiminde
kusur gösteremez. Aynı şekilde babanın da annenin istemesine rağmen çocuğunu
emzirmesine engel olması caiz değildir. Çünkü insanlar arasında ona karşı en
şefkatli, en merhametli, en faydalı odur veya nafakayı kısmak yahut çocuğunu
-süt emme ve hadâne süresinden sonra dahi- görmekten alıkoyamaz.
Babanın
mirasçısına da aynı şekilde nafaka, giyim ve süt verene zarar görevi vardır.
Bir görüşe göre de çocuk öldüğü takdirde, ona mirasçı olacak olanın da
görevidir bu. Bu görüş nafakanın, babanın olmaması halinde çocuğun yakınlarının
görevi olduğunun delilidir.
Bu
buyruk yakınlara nafaka vermenin vacib oluşunun asıl dayanağıdır. İmam Ebu
Hanife'nin ve Ahmed'in görüşü budur. Şu kadar var ki Hanefîler hala ve teyze
gibi evlenilmesi haram olan bütün akrabalar için nafakayı vacip kabul ederler,
amca oğlu, amca kızı gibi evlenilmesi haram olmayan akrabalar için vacip kabul
etmezler. Hanbelîler ise, ister mirastaki fariza, ister asabe yoluyla mirasçı
olsun, bütün yakınlar için nafakayı vacip kabul ederler; kardeş, amca ve amca
oğlu gibi. Ancak amca kızı, dayı, hala, teyze gibi belli bir farz (hisse)
sahibi olarak veya asabe yoluyla miras alamayan zevi'l-erham için vacip kabul
etmezler. Çünkü böylelerinin yakınlıkları zayıftır.
İmam
Malik ve Şafiî'nin görüşüne göre ise nafaka, ancak anne ve babanın vazifesidir.
Çocuğun nafakasını karşılamak babanın görevidir. Öldüğü takdirde eğer malı
varsa çocuğun malından karşılanır; aksi takdirde bu annenin görevidir. Ayet-i
kerime ise birinci görüşü desteklemektedir. Ancak "mirasçıya düşen de
bunun gibidir" buyruğu ile yalnızca zararın terkedilmesi ya da mirasçıdan
bizzat çocuğun kastedilmiş olması hali müstesnadır.
Süt
emzirme süresinin tam iki yıl ile sınırlandırılması, anlaşmazlık halinde
başvurulacak azami müddetin beyan edilmesi içindir. Şayet anne ve baba iki
yıldan önce veya daha sonra karşılıklı rıza ve çocuğun menfaati hususunda danışarak
çocuğu memeden kesmek isterler ise ve eğer çocuğun menfaati de bunu
gerektiriyor ise onlar için bir günah yoktur.
Ücretle
süt anne tutmaya bir mani yoktur. Bu, şu hususları açıkça belirten ayet-i
kerimenin beyan ettiği bir konudur: Eğer sizler çocuklarınız için süt anneler
tutmak isterseniz veya hamilelik, hastalık ya da anlaşmazlık sebebiyle
çocuklarınız için süt anne tutmak istediğiniz takdirde, bunda bir mahzur yoktur.
Ancak süt anneye maruf bir şekilde ücretinin ödenmesi şarttır. Yani her zaman
ve mekânda benzerlerinin ücreti ne ise onlara öylece ücret ödenmelidir. Çünkü
verilen ücret ile hem çocuğun hem de anne babanın maslahatı gerçekleştirilmektedir.
Bu, tağlîb yoluyla hem anneye, hem de babaya bir hitabtır. Böylelikle çocuğa
süt emzirmek hususunda anne babanın birbirleriyle danışmalarının bir edeb ve
bir maslahattan ötürü olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü çocuk ikisinindir.
Yabancı
süt annelerin süt emzirmelerinin istenmesini caiz kabul eden görüş Ebu
Hanife'nin görüşüdür. Yüce Allah'ın, "Maruf bir şekilde verdiğinizi teslim
etmek şartıyla" buyruğu, süt emzirmenin caiz olması için bir şart
değildir; sadece süt emzirenin gönlünü hoş etmek için evlâ olana bir teşviktir.
Daha
sonra Yüce Allah, bundan önceki hükümlerin uygulanması için oldukça sağlam bir
çerçeve tespit etmektedir: Bu hususlar Allah'tan korkma (takva)nın gölgesinde
gerçekleşmelidir. Mümine düşen Allah'tan korkmaktır. O sözü geçen hükümlerin
hiçbirisinde kusur etmemelidir. Çünkü Yüce Allah her şeyden haberdardır, her
şeyi görendir. Amellerinizin karşılığını verir. Eğer anne baba çocukların
haklarını tastamam öder, karşılıklı olarak birbirlerine zarar vermekten uzak
dururlarsa o vakit çocuklar dünyada salih bir örnek, ahi-rette de sevap
kazanmaya sebep olurlar. Şayet sizler hevalarınız doğrultusunda yol alırsanız,
o takdirde çocuklar kötü bir geleceğin haberi, dünyada bela ve fitnenin
alâmeti, ahirette de azabın sebebi olurlar.
[180]
Ayet-i
kerime, boşanmış kadınların kendi çocuklarını emzirmek hususunda yabancı
kadınlardan daha bir hak sahibi olduklarını göstermektedir. Çünkü öz anneler
daha şefkatli, daha merhametlidirler. Küçük çocuğun annesinden alınması ise hem
ona, hem de annesine bir zarardır. Bu aynı zamanda çocuğun sütten kesilmiş olsa
dahi, şefkat ve merhametinin üstünlüğü dolayısıyla annenin onu hadanesine
almaya daha bir hak sahibi olduğunun delilidir. Bir başka koca ile evlenmedikçe
bu böyledir. Bu hususta ilim adamlarının ittifakı vardır. Çünkü Resulullah
(s.a.) -Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan yaptığı rivayete göre- bir kadına:
"Başkasıyla nikâhlanmadığın sürece o çocuğunu almaya sen daha bir hak
sahibisin" diye buyurmuştur.
Boşanmış
olan kadın, süt emzirmeye ve hadâneye daha bir hak sahibi olduğuna göre, evli
kadınlar evli oldukları sürece bunlara öncelikle hak sahibidirler. Hatta kadın
nafaka ve giyime çocuğuna ister süt emzirsin ister emzirmesin -kocasının
kendisinden faydalanmasına imkân tanıması karşılığında-hak kazanır. Boşamadan
sonra süt emzirme halinde nafakanın vacip kılınması ise, kadının erkeğin
menfaatine olan bir işle uğraşması dolayısıyladır. Bundan dolayı Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir."
Bununla kadın süt emzirmekle uğraşıp kocasının ondan faydalanma imkânı söz
konusu olmadığı takdirde, nafakanın düşebileceği vehmi ortadan
kaldırılmaktadır.
Yüce
Allah'ın, "Bu emzirmeyi tamamlamak isteyenler için" buyruğu da iki
yıl süreyle süt emzirmenin kat'i bir hüküm olmadığını göstermektedir. İki yıldan
önce sütten kesmek caizdir, fakat iki yıl ile sınırlandırmak da süt emzirme
süresi hakkında karı-koca arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek içindir. Erkeğin
iki yıldan fazla ücret ödemesi gerekmez. Şayet baba iki yıldan önce sütten
kesilmesini ister, anne de buna razı olmazsa baba böyle bir hakka sahip değildir.
İki yıldan fazla veya eksik emzirmek çocuğa zarar verilmemesi ve anne ile
babanın birlikte razı olması halinde söz konusudur.
Muvatta'mda
İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed: "Anneler çocuklarını iki yıl
emzirirler." buyruğundan süt emme yoluyla akrabalık gibi evliliği haram
kılan süt emme süresinin, yalnızca iki yıl olduğu görüşünü çıkarmışlardır.
Eğer bu iki yıl içerisinde süt emme gerçekleşmemişse daha sonraki süt emme
evliliği haram kılmaz.
Hanefilerle
İbnü'l-Kasım'ın Malik'ten yaptığı rivayeti kabul eden Malikî-ler ise
[181],
ayet-i kerimenin süt akrabalığının evliliği haram kılan süreyi sınırlandırmak
için geldiğini kabul etmezler. Ebu Hanife süt emme süresinin otuz ay olduğu
görüşündedir. Züfer üç sene demiştir. Sahih kabul edilen görüşlerinde
Malikîlerin kanaatine göre ise, örfen sütten kesme süresine yakın olan süre de
ona ilave edilir. Bu süreden uzak kalan süre de onun dışında kabul edilir ve bu
konuda herhangi bir takdir yoluna gitmezler.
Kurtubî
der ki
[182]: Sahih olan birinci
görüştür. Çünkü Yüce Allah, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl
emzirirler" diye buyurmaktadır. İşte bu da iki yıldan sonra çocuğun süt
emmesinin bir hüküm taşımadığını göstermektedir. Süfyan b. Uyeyne, Amr b.
Dinar'ın, o da İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "İki yıl içerisinde olan dışında (evliliği haram kılan)
süt emme (akrabalığı) yoktur."
[183] Bu
haber ayet-i kerime ile birlikte büyüğün süt emmesinin akrabalığı doğurmasını
reddetmekte ve bunun evliliği haram kılmayacağını göstermektedir.
İlim
adamları bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın, "Ona gebe kalınması ve sütten
kesilmesi de otuz aydır." (Ahkâf, 46/15) buyruğundan, hamileliğin asgari
süresinin ne olduğunu çıkarmışlardır. Süt emme süresi (24 ay) otuz aydan düsürüldüğü
takdirde, geriye altı ay kalır ve bu da hamileliğin asgari süresidir.
Yüce
Allah'ın: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir."
ayet-i kerimesi, güçsüzlüğü ve adzliği sebebiyle çocuğun nafakasının baba için
vacip olduğunu göstermektedir.
Yiyecek
ve giyecekten vacip olan nafaka, maruf olandır. Yani aşırılığa kaçmadan ve
kısmadan Şeriatın örfünde tanınıp bilinendir. İnfak Malikîlerin görüşüne göre
erkeğin zenginliğine ve hanımın durumuna göre belirlenir.
Ayet-i
kerime hadâne hakkının anneye ait olduğunun delilidir. Bu, anne için bir
haktır. Malik ve Ebu Hanife bu görüşü almıştır. Hadâne süresi Malik'e göre
erkek çocukta buluğ yaşma, kız çocuğunda ise evliliğe kadardır. Şafiî ve Ahmed
der ki: Erkek sekiz yaşına -ki bu temyiz yaşıdır- ulaştığı takdirde anne babası
arasında muhayyer bırakılır. Çünkü onun bu yaşta ibadet görevlerini öğrenmeye
arzu ve gayreti harekete geçer. Bu hususta erkek ile kız arasında fark yoktur.
Bunun delili ise Resulullah (s.a.)'ın öyle bir yaşta bir çocuğu muhayyer
bırakmasıdır. Çocuk annesini tercih etmişti. Nitekim Nesaî ve diğerlerinin Ebu
Hureyre'den yaptıkları rivayet böyledir.
Önceden
de açıklandığı gibi, anne evlenmediği sürece hadâne hakkı annenin olmaya devam
eder. İbnü'l-Münzir der ki: "İlim ehlinden kendisinden ilim bellenen
herkes evlendiği takdirde annenin çocuğunda hakkı olmadığını -icma ile- kabul
etmiştir." Şafiî'ye göre sadece evlilik akdi ile birlikte annenin hakkı
düşer. Malik der ki: Anne evlendiği takdirde kocası onunla zifafa girmedikçe
çocuğu ondan alınmaz.
Hanefîlerin
görüşüne göre annenin hadâne hakkı, talâk sebebiyle eşlerin birbirlerinden
ayrılması halinde, annenin zimmi veya müslüman olması arasında bir fark
yoktur. Malik ve Şafiî ise şöyle demektedir: Çocuk eşlerden müslüman hangisi
ise onunla birlikte olur.
Şayet
kadın çocuğunun hadânesine hak sahibi olduğu halde çocuğu almak istemez ama
daha sonra almak isteyecek olursa, durumuna bakılır; eğer çocuğunu bırakması
için bir mazereti var ise, onu alabilir. Ama onu almayışının makul bir mazereti
yoksa artık bir daha çocuğunu alamaz.
Eşlerin
birbirlerine karşılıklı olarak zarar vermeleri haramdır. Çünkü İs-lamda ne
zarar vardır, ne de zarara zararla karşılık vermek. Yüce Allah, "Ne bir
anneye çocuğundan dolayı zarar verilsin..." diye buyurmaktadır. Yani anne,
babasına zarar vermek kasdıyla çocuğuna süt vermeyi reddetmesin ya da ecr-i
mislinden fazlasını istemesin. Babanın da -açıkladığımız gibi- annesi çocuğuna
süt emzirmek istemesini bu işten engellemesi helâl değildir.
Yüce
Allah'ın, "Mirasçıya düşen de bunun gibidir." buyruğu ise akrabanın
nafakasını -önceden de açıkladığımız gibi- vermenin vacip oluşuna delildir. Nitekim
bizzat çocuğun harcamasının eğer kendi malı varsa, onun malından yapılmasının
da vacip olduğuna delildir.
Süt
emzirme ücretinin verilmesi gereken azami sürenin sınırlandırılmasında eşler
arasında anlaşmazlık çıkarsa, eksiksiz süt emzirme süresi tam iki yıldır.
Çocuğa
zarar söz konusu olmaksızın eşlerin kendi aralarında daha az bir süre emzirmek
hususunda ittifak etmeleri ise caizdir. Yüce Allah'ın, "Eğer... kesmek
isterlerse" buyruğu, Yüce Allah'ın anne ve babaya yavrunun menfaatine
olana götürecek hususlarda karşılıklı danışmayı mubah kılmak suretiyle, bu tür
hükümlerde ictihadda bulunmanın caiz oluşuna delildir. Bu gibi hususların
tesbiti ise hakikat ve kesin kanaate göre değil, ağır basan kanaatlerine
göredir. Kur"an-ı Kerim çocuğun terbiye edilmesi için en basit işlerde
dahi danışmayı tavsiye ettiğine göre, daha önemli ve faydası daha büyük
işlerde bunun istenmiş olması öncelikle söz konusudur. İstişarenin gerektiği en
mühim husus ise ümmetin maslahatı ile ilgili konularda yöneticilerin danışması
(istişaresi)dır. Bundan dolayı Yüce Allah rasulüne ashabı ile danışmasını:
"Ve iş hususunda onlarla danış..." (Al-i İmran, 3/159) diye
emretmekte, müminleri de: "Ve onların işleri kendi aralarında danışma
iledir." (Şûra, 42/38) buyruğuyla da övmektedir.
Yüce
Allah'ın, "Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz..." buyruğu süt anne
tutmanın caiz olduğuna delildir. Elverir ki babalar ve anneler bu hususta ittifak
etsinler. O takdirde süt emziren anneye ücretin teslim edilmesi de: "Maruf
bir şekilde verdiğinizi teslim etmek şartıyla" buyruğu gereğince icabeder.
Aslolan
her annenin çocuğunu emzirmekle yükümlü olduğudur. Nitekim Yüce Allah bunu
böyle bildirmekte ve hanımlara çocuklarını emzirmelerini emretmekte, buna
karşılık, evlilik devam ediyorken erkeklerin hanımlarının nafaka ve
giyimlerini karşılamalarını kadınlar için bir hak olarak tespit etmektedir.
Şayet süt emzirme baba üzerine bir görev olsaydı, hanımların yiyecek ve
giyecekleri ile birlikte bunun da söz konusu edilmesi gerekirdi. Şu kadar var
ki, diğer fakihlerden ayrı olarak İmam Malik -önceden de açıkladığımız
gibi-asil bir soya sahip olan kadını bundan istisna ederek şöyle der: Bu
durumda olan bir kadının çocuğuna süt emzirme mükellefiyeti yoktur. O böyle bir
kadını ayetin genel hükmü dışında tutmakta ve usulü fıkıhtaki temel bir ilkeye
dayanarak ona özel bir hüküm getirmektedir ki; bu da âdet ile ameldir. Söz
konusu âdet ise, İslam tarafından değiştirilmeyen cahiliye dönemi Araplarmın
âdetidir. Zengin olan soylu aileler kızlarını evlendirdiklerinde bu işlerle uğraştırma-mışlardı.
İmam Malik'in zamanına kadar süt emen çocuklar süt annelere verilmeye devam
ediyordu, o bakımdan İmam Malik de bu görüşü benimsemiştir. Bu durum zamanımıza
kadar böylece devam edegelmiştir
[184]
İlâhi
emir annelerin çocuklarını emzirmesi şeklinde olup fıtrata uygun bir hükümdür.
Çocuk için en üstün ve değerli süt, doktorların da ittifakı ile annesinin
sütüdür. Süt annenin sütü çocuğun hem bedenine, hem ahlâkına, hem de
karakterine etki eder. Bu bakımdan süt annelerin seçiminde ihtiyatlı olmak gerekir;
hasta annelere, ahlâkı ve edebi bozuk olanlara süt emzirmek üzere çocuk
vermekten uzak durmalıdır
[185]
234-
İçinizden vefat eden kimselerin
bıraktıkları eşler kendiliklerinden
dört ay, on gün beklerler. İddetlerini
bitirdikleri zaman artık onların kendi leri hakkında maruf ile
yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır.
"İçinizden
vefat eden kimselerin..." (ellezine)= kimseler buyruğu müptedadır. Bunun
haberi ile ilgili olarak dört ihtimal söz konusudur.
1- Haberi şu şekilde mukadder olabilir. Size okunan bu buyruklarda içinizden
vefat eden kimselerin bıraktıkları eşler... Tıpkı: "Hırsızlık yapan erkek
ile hırsız kadının" yani; size okunan bu buyruklarda cezası...
2- Bu buyruğun haberi: "Kendiliklerinden... beklerler." buyruğu
olabilir ki; bunun takdiri de şöyle olabilir: Kocalarından sonra
kendiliklerinden beklerler. Burada "Kocalarından sonra" bilinen bir
husus olduğu için hazfedilmiştir. Çünkü cümle bir müptedaya haber olarak
geldiği takdirde, mutlaka o cümlede müptedaya ait olan bir zamirin bulunması
gerekir.
3- İfadenin takdiri şöyle olabilir: O kocaların eşleri... beklerler. Buna
göre cümlede müpteda veya haberden itibaren: "kimselerin haberi olur.
4-
Haber "beklerler"
buyruğudur. O vakit ifadenin takdiri de şöyle olur: Sizden vefat edenlerin
eşleri beklerler.[186]
"Vefat
eden kimselerin" Allah'ın onların canlarını almak suretiyle ölenler, Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah canları alandır."(Zümer, 39/42)
Böyle vefat edenlerin "bıraktıkları eşler" Arapçada eş (ez-zevc)
kelimesi, hem erkek hem de dişi hakkında kullanılır. Nitekim Yüce Allah başka
yerde: "Onun eşleri (zevceleri) anneleridir." (Ahzab, 33/6) diye
buyurmaktadır, "kendiliklerinden'' kocalarından sonra "dört ay on gün
beklerler." beklesinler. Bu hamile olmayanlar hakkındadır. Hamile
olanların iddeti ise Talâk, 65/5 ayeti gereğince doğum yapmaları ile biter.
"İddetlerini
bitirdikleri zaman" bekleme süreleri bitip iddetleri sona erdiğinde
"artık onların kendileri hakkında maruf ile" şeriata uygun olarak
(evlerinde) süslenmek ve taliplilere görünmek gibi "yaptıklarından dolayı
size" ey veliler "bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır." Amellerin zahirini de batınını da bilendir.
[187]
Bu,
iddet türleri ile ilişkili bir açıklamadır. Yukarıda geçen ayetler ayhali ile
boşama iddetini söz konusu etmişti, burada da bundan farklı olan kocanın vefatı
dolayısıyla olan kadının iddetinden söz edilmektedir.
[188]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimede kocalar için yas tutmanın (hidâd) ve kadınlar
hakkında iddetin vücubunu, talâk, ric'at, süt emzirme, babanın çocuğuna ve
hanımına karşı görevlerini söz konusu etmenin akabinde zikretmektedir. Vefat
dolayısıyla beklenen iddetin beyanının sebebi, onun da boşama iddetine
benzediği zannedilmesin diyedir.
İddet;
kadının yeni bir evlilik yapmadan ve şer'î bir özür dışında evden çıkmadan
evinde hamile olmadığının anlaşılması veya kocanın vefatı dolayısıyla yas
tutması için beklediği süredir. Boşanan kadının iddeti üç kur'dur. Kocası vefat
etmiş olan ve hamile olmayan kadının iddeti ise 4 ay 10 gündür. Hamile olan
kadının iddeti ise doğum yapıncaya kadardır, isterse vefattan kısa bir süre
sonra olsun. Koca dışında kardeş, baba veya bir yakının ölümü dolayısıyla üç
günden fazla yas tutmak yoktur.
Kocanın
vefat etmesi halinde hanımının yaşı ve kendisi ile zifafa girilmiş ya da
girilmemiş olması arasında fark yoktur. Çünkü iddet aslında yas tutmak, buna
bağlı olarak da rahmin temizliğinin anlaşılması içindir.
Kocaları
vefat eden zevcelerin iddeti 4 ay 10 gündür. Bu iddet süresi içerisinde kadına
evlilik teklifi yapılması, evlenmesi, -şer'î bir mazeret için olması hali
dışında- evinden çıkması helâl değildir. Bu hüküm hamile olmayan kadınlar için
geçerlidir. Kocası vefat etmiş hamile kadının iddeti ise, ölümden kısa bir süre
sonra dahi olsa, doğum yapmak ile sona erer. Bu ise az önce değindiğimiz Talâk
süresindeki ayetin hükmü gereğidir. Ayrıca Ebu Davud da Eslemli Sübey'a ile
ilgili rivayet ettiği hadisinde Peygamber (s.a.)'in ona doğum yaptığı vakit;
iddetinin de sona erdiğine dair fetva verdiğini nakleder. Kendisi kocasının
vefatından onbeş gün sonra doğum yapmıştı.
[189]
İlim
adamları bu süre zarfında kadının sakınması gereken hususların neler olduğunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bir kısım alime göre: Kadınlar ni-kâhlanmaktan,
koku sürünmekten, evli iken yaşadıkları meskenden başkasına taşınmaktan uzak durarak,
iddetlerini beklerler. Onların buna dair sahih sünnetten delilleri pek çoktur.
Bunlardan birisi Buharî ile Müslim tarafından Üm-mü Seleme'nin kızı Zeyneb'in
(r.anhuma) şu rivayetidir: Zeyneb dedi ki: Babası Ebu Süfyan vefat ettiğinde
Ümmü Habibe (r.anha)'nm yanma girdi. Kendisine koku getirilmesini istedi. O
kokudan bir cariyeye sürdü, sonra kendisi de o kokudan alıp yanaklarına
değdirdi, sonra da dedi ki: Allah'a yemin ederim koku sürünmeye ihtiyacım
yoktur. Şu kadar var ki ben Resulullah (s.a.)'ı minber üzerinde şöyle
buyururken dinledim: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının ölmüş
bir yakını için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Bundan tek istisna
kocasıdır. (Onun için) dört ay on gün (iddet bekler)."
Zeyneb
dedi ki: Annem Ümmü Seleme (r.anha)'yi şöyle derken dinledim: Bir kadın
Resulullah (s.a.)'ın yanma gelerek dedi ki: Ey Allah'ın rasulü, kızımın kocası
vefat etti. Gözlerinden rahatsızlığı var, ona sürme çekelim mi? Resulullah
(s.a.): "Hayır" dedi ve bunu iki ya da üç defa tekrarladı, her
seferinde de: "Hayır" dedikten sonra: "Bunun (iddetin) hepsi
topu topu dört ay on gündür" diye buyurdu.
Resulullah
(s.a.)'ın yasakladığı sürme, süslenmek kasdıyla çekilen sürme olup tedavi
maksadı ile çekilen sürme değildir. Buna delil ise Muvatta'da yer alan ve Ümmü
Seleme'den gelen Resulullah (s.a.)'m: "O sürmeyi geceleyin koy, gündüzün
sil" şeklindeki hadis-i şerifdir.
Bazıları
da kocası vefat etmiş olan kadının iddeti evlenmekten uzak durarak
beklemesidir, demişlerdir. Koku sürünmek, süslenmek, kocasıyla beraber yaşadığı
evden taşınmak ise ona yasaklanmış değildir. Bunun delili Ümeys kızı Esma'dan
gelen şu rivayettir: Dedi ki: Ca'fer şehid olunca Resulullah (s.a.) bana:
"Üç gün yas elbisesi giyin, sonra da istediğini yap!" dedi.
Ancak
bu görüşün sahiplerine şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber ona üç gün yas
elbisesi giyinmesini emretmiş sonra da iddet bekleyen kadın için süs ve zinet
sayılmayan ve giyilmesi caiz olan elbiselerden dilediğini giyinmesine müsaade
etmiştir. Çünkü bir takım elbise çeşitleri vardır ki, ne süs elbisesi ne de yas
elbisesi olup gündelik elbiselerdir.
İddet
süresinin dört ay on gün ile tespit edilmesi taabbüdî bir emirdir. Bunun
hikmeti araştırılmaz. Bu tıpkı namazın rekatlarının sayıları ile zekât miktarları
gibidir.
Bununla
birlikte böyle bir iddetin hikmetlerinden biri kocası vefat etmiş bir kadının
rahminde kocasmın suyunun bulunup bulunmadığının anlaşılması-dır. Kadın hamile
olup olmadığının anlaşılacağı bir süre geçinceye kadar vefattan dolayı iddet
bekleyen kadının başkasıyla evlenmesine engel olunur. Şayet (iddetten sonra)
evlenir ve çocuğu olursa, çocuk ikinci kocaya nispet edilir. Koku
sürünmesinin, süslenmesinin yasaklanış sebebi ise, bunların evlilik arzusunu
çağrıştırmasındandır. Kaldığı evden çıkmasının yasaklanması ise kocası vefat
etmiş bir kadının korunmaya ve kendisini sakınmaya olan ihtiyacmdandır. İddet
süresi içerisinde onunla evlilik akdi, açıkça evlenme teklifinin yapılma yasağı
ise bunun da evliliğe götüren bir yol oluşundan dolayıdır. Bununla birlikte
iddet bekleyen kadına üstü kapalı evlenme teklifi yapmaya da ruhsat vardır.
Cahiliye
döneminde ise kadın ölen kocası için tam bir sene yas tutar ve bu müddet
boyunca koku sürünmez, süslenmez, toplantı yerlerinde insanlar arasına
çıkmazdı.
Daha
sonra Yüce Allah, idde tin sona ermesinden sonra kadın için nelerin mubah
olduğunu da: "İddetlerini bitirdikleri zaman artık onların kendileri
hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur" diye
açıklamaktadır[190].
Yüce Allah burada: "İddetlerini tamamladıkları takdirde" buyruğu ile
velilere hitab etmektedir. Ey veliler ve ey bütün insanlar! Bundan önce
kendileri için yasak olan evlilik hatta süslenmek, talihlilere görünmek, müstakbel
eşlerini seçmek, Şer'an ve örfen bilinen şekliyle evden çıkmak gibi kendileri
hakkında yaptıkları işler ve Allah'ın onlara bu hususta izin vermiş olduğu
diğer hususlar dolayısıyla, sizler için bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan
haberdardı. Amellerinizden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Kadınların evlenmesine
kimlerin engel olduğunu bilir ve onu cezalandırır. Şeriatın sınırlarına bağlı
kalma doğrultusunda kadınları yönlendirerek güzel hareket eden veya Allah'ın
hukuku konusunda işi önemsemeyenleri de kusurlu davrananları da bilir. Eğer
sizler kadınlarınızın şeriatın yolu üzre yürümelerini sağlarsanız, mutlu
olursunuz. Şayet Allah'ın sınırlarından sapar ve kusurlu hareket ederseniz
bedbahtlığa ve azaba düşersiniz.
[191]
Bu
ayet-i kerime kocası vefat etmiş kadının iddeti hakkındadır. Ayetin zahiri
hükmün umumî olduğunu göstermektedir. Ancak anlamı itibariyle hususî (özellik
ifade eder). Bu ayet-i kerime hamile olmayan kadınlara hastır. Çünkü Yüce
Allah, "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır."
(Talâk, 65/4) diye buyurmaktadır.
İlim
adamlarının çoğunluğu bu ayet-i kerimenin Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat
edip de geride eşlerini bırakacaklar, eşlerinin çıkarılmayarak bir yılına kadar
faydalanmalarını vasiyet etsinler." (Bakara, 2/240) ayetini nesh ettiği görüşündedirler.
Çünkü İslamm başlangıç dönemlerinde koca vefat edip de geriye hanımını hamile
olarak bıraktığı takdirde, kocası o kadının lehine bir yıllık nafaka ile evden
evlenerek çıkmadıkça meskeninde kalmasını vasiyet ederdi. Daha sonra bu buyruk
4 ay 10 gün iddet ve kadına verilen miras payı ile neshedil-miş oldu.
Kocası
vefat etmiş hamile kadının iddeti ise ilim adamlarının cumhuruna göre doğum
yapmasıdır. Ali b. Ebi Talib ve İbni Abbas'a göre böyle bir kadının iddetinin
tamamlanması, iki iddetten daha uzun olanını beklemekle gerçekleşir. Fakat
İbni Abbas'ın bu görüşünden daha sonra döndüğü de rivayet edilmiştir. Bu
görüşün delilleri ise Yüce Allah'ın, "İçinizden vefat eden kimselerin bıraktıkları
eşler kendiliklerinden 4 ay 10 gün beklerler" buyruğu ile, "hamile
olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." buyruğunu bir arada
uygulamaya koymak istemeleridir. Çünkü kadın bu iki süreden daha uzun olanını
beklediği takdirde her iki ayetin gereği ile de amel etmiş olur. Şayet doğum
yapmak suretiyle iddetini tamamlarsa, vefat iddeti ile ilgili ayet gereğince
ameli de terketmiş olur. İki buyruğu bir arada uygulamaya koymak (cem'),
Ha-nefîler dışındaki usul alimlerinin ittifakına göre tercihten önce gelir
(evlâdır). Ancak böyle bir görüş Sahih'te yer alan Eslemli Sübey'a'nın hadisi
ile -önceden geçtiği üzere- reddedilir. Sübej^a kocasının vefatından birkaç gün
sonra doğum yapmış, bunu Resulullah (s.a.)'a anlatınca o da başkaları ile
evlenmesini ona mubah kılmıştı. ez-Zührî der ki: Doğum yaptığı esnada -kanı ile
olsa dahi- evlenmesinde (nikâhlanmasmda) bir mahzur görmüyorum. Şu kadar var
ki temizleninceye kadar kocası ona yaklaşamaz. İlim adamlarının cumhuru ve
fu-kahanın imamları bu görüştedir.
İlim
adamları boşanmış hamile kadının iddetinin doğum yapması ile sona ereceğini de
ittifakla kabul etmişlerdir.
Cumhurun
görüşüne göre, kocasının vefatı dolayısıyla iddet bekleyen kadın için nafaka
söz konusu değildir. Çünkü ölüm ile evlilik sona ermiştir. Malikîler ise eğer
mesken kocanın mülkiyetinde ise veya kira olup da vefattan önce kirasını
ödemiş ise, iddet süresince meskende kalmasının icabettiğini (vacip olduğunu)
söylemişlerdir. Durum böyle değilse böyle bir vücub söz konusu değildir. Buna
delil ise Hz. Peygamberin Furey'a'ya söylediği: "Yazılan va'de gelinceye
(iddet tamamlanıncaya) kadar evinde kalmaya devam et" şeklindeki
buyruğudur. İlim ehli üç talâk verilmiş veya ric'î talâk ile boşanmış hamile kadının
nafakasının vacip olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah,
"Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar nafakalarını
verin." (Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır.
İmam
Malik'in görüşüne göre, kadına kocasının vefat haberi ulaştığı takdirde, eğer
kocasının evinden başka bir evde bulunuyorsa kocasının meskenine dönmekle yükümlüdür.
Said b. el-Müseyyeb ve en-Nehaî ise haber kendisine nerede ulaşırsa, iddet
bitene kadar orada iddet bekler, demişlerdir.
[192]
Kadının
giyim, koku sürünmek, süs eşyası, sürme, kına yakmak gibi bütün ziynetleri
iddeti süresince terketmesidir. Çünkü zinet evlenme arzusunu çağrıştırır. Böyle
bir yolu kapamak ve Yüce Allah'ın yasaklarının çiğnenmesini önlemek için bunlar
kadına yasaklanmıştır.
1- Malikîler der ki: Zaruret için olması hali dışında, hamama girmez,
sürme çekmez, gece çekmiş ise gündüzün sürmesini siler. (eş-Şerhu's-Sağîr,
11/686)
Yakın
akraba için yas tutmak yalnızca üç gündür. Koca için yas tutmak ise 4 ay 10
gündür. Bu ise zaruret veya mazeret dolayısıyla olmadıkça evden çıkmamak,
süslenmeyi, koku sürünmeyi terketmekten ibarettir (D. Buharî ve Müslim, Ümmü
Atıyye'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:
"Hiç bir kadın kocası müstesna- ölen herhangi bir kimse için üç günden
fazla yas tutamaz. Koca için tutacağı yas da 4 ay 10 gündür. Bu sürede -ancak
iplik halinde iken boyanmış (asb) olması müstesna- boyanmış bir elbise giymez,
sürme çekmez, kokuya elini sürmez. Ancak ay halinden temizlendiği takdirde
azıcık bir buhur veya (zafar denilen) koku sürünür." Ümmü Habibe yoluyla
gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden
hiç bir kadın için kocası dışında bir kimse için üç günden fazla yas tutmak
helâl değildir. Koca için yas tutmak ise 4 ay 10 gündür." Bu ise müslüman
kadınların kocaları dışında kalan kimseler için üç günden fazla yas tutmalarının
haram olduğunun delilidir. Günümüzde yaygınlık kazanmış fasid örfler ise buna
muhaliftir.
Hanefîler
ve Malikîler
[193], boşanmış kadın için
değil de kocası vefat etmiş kadının gündüzün zorunlu ihtiyaçlarını ve
masraflarını karşılamak için iddet beklediği evden çıkmasına cevaz
vermişlerdir. Çünkü vefat etmiş kocasından ona düşen bir nafaka yoktur.
Nafakasını kendisinin karşılaması gerekir. Bundan dolayı nafakasını elde
edebilmek üzere evinden çıkma ihtiyacı duyabilir. Bundan sonra da geri döner ve
o evde geceyi geçirir, geceleyin dışarı çıkmaz. Çünkü geceleyin çıkmaya ihtiyaç
yoktur. Aynı şekilde ziyaret, ticaret, kutlama, tebrik ve taziye kasdı ile de
evinden dışarı çıkmaz.
Kına
yakmanın, sürme çekmenin yasaklanmış süslenme kapsamı içerisinde olduğu ve
boyanmış ve aspur ile boyanmış elbiseler giymenin caiz olmadığı hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Bundan siyah ile boyanmış elbise müstesnadır, dört mezhepte
de buna ruhsat verilmiştir.
İlim
adamları kocası vefat etmiş kadının yas tutmasının vacip olduğunu icma ile
kabul ederler. Ric'î talâk ile boşanmış kadın hakkında vacip olmadığını da
ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü böyle bir kadın hâlâ zevce hükmündedir;
kocasının tekrar onu zevceliğe döndürmesine rağbet duyması için kocasına
süslenebilir. Bâin talâk ile boşanmış kadının ise cumhura göre hidâd (süslenme
ve koku sürünmeyi terki) icabetmez. Çünkü kocası ona bain talâk vererek
eziyette bulunmuştur. Ondan ayrılmaya keder ve üzüntüsünü izhar etmesi gerekmez.
Bununla birlikte hidâdm onun için müstehap oluş sebebi ise, süslenmenin fesada
yolaçabileceği endişesi dolayısıyladır. Hanefîler üç talâk ile boşanmış
mebtûte ve bain talâk ile boşanmış kadın için hidâdı vacip görürler. Çünkü bu
şeriatın bir hakkıdır; ayrıca kocası vefat etmiş kadın gibi koca r ime-tini
yitirdiğine üzüntüsünü izhar etmesi içindir.
Boşamada
ve vefatta dört mezhebin görüşüne göre iddet, ölüm veya boşanma günü başlar.
Ric'at yapabilme imkânı bulunan bir şekilde hanımını boşamış bir erkek, eğer
iddet sona ermeden vefat ederse, böyle bir kadının vefat id-deti bekleyeceği ve
kocasına mirasçı olacağı hususu üzerinde ilim adamları ic-mâ etmişlerdir. Şu
kadar var ki, hastalık halinde üç talâk ile boşanmış kadının iddeti hususunda
farklı görüşler vardır. Bir kesim -bunlar Malik ve Şafiî'dir-boşama iddeti
bekler, derler. Çünkü Yüce Allah boşanmış kadının iddetini kurlar ile tesbit
etmiştir. Ebu Hanife ve Muhammed ise 4 ay 10 gün iddet bekler ve bu süre
içerisinde de üç tane ay halini tamamlamış olur, derler.
Vefat
dolayısıyla beklenen iddeti hür kadın da cariye de; küçük de büyük de, ay hali
görecek yaşa gelmemiş de gelmiş olan da, ay halinden kesilmiş olan kadın da,
Kitap Ehli olan kadın da, kocası ile gerdeğe giren kadın da girmeyen kadın da
-hamile olmadığı takdirde- beklemekle yükümlüdür. İddet süresi ise önceden de
belirttiğimiz gibi 4 ay 10 gündür. Çünkü: "kendiliklerinden 4 ay 10 gün
beklerler" ayeti umum ifade eder.
Yüce
Allah'ın "on gün" buyruğu hakkında Ebu'l-Aliye'ye: Bu on gün neden
dört aya ilave edildi diye soruldu, o: "Çünkü ruh bu on günde (yani
kırkıncı günün sonunda) üflenir" diye cevap vermiştir.
el-Hattâbî
der ki: Yüce Allah'ın, "On gün" buyruğu -Allahu alem- geceleri ile
birlikte günleri kastetmektedir. Dört mezhep imamının görüşüne göre ise bununla
kasıt günler ve gecelerdir. İbnü'l-Münzir der ki: Bir kimse bu görüşe göre o
kadını nikâhlasa ve bu nikâhı yaptığı sırada 4 ay 10 gece geçmiş bulunuyor
ise, onuncu gün tamamen geçmedikçe bu nikâh batıl olur.
Burada
"on" lafzının müzekker olarak varid olmasının sebebi, bununla
-el-Müberred'in görüşüne göre, sürenin kastedilmiş olması dolayısıyladır. Bunun
anlamı ise on müddet demek olur ki, her bir müddet bir gün bir gecedir.
Ze-mahşerî'nin görüşüne göre ise bundan kasıt gecelerdir. Gecelerin hükmü tağlib
edilerek "on" kelimesinin müennes gelmediğini görüyoruz. Çünkü gece
gündüzden önce gelir ve gündüzler de gecenin kapsamı içerisindedir. Diğer
taraftan "on" lafzının müzekker olarak gelmesi söyleyiş itibariyle
daha hafiftir.
Yüce
Allah'ın, "İddetlerini bitirdikleri zaman..." buyruğu velilerin ve hakimlerin
iddet süresi içerisinde kadınların süslenmelerini, koca adaylarına görünmelerini
önleyebileceklerine dair bir delildir. Hatta baba, kardeş ve onların dışında
kalan benzer durumdaki veliler kadınların evden dışarı çıkıp gelişigüzel
giyinmelerinden ve şer'an maruf olmayan işleri yapmasından dolayı sorumlu
tutulurlar. Çünkü bu gibi durumlar ümmeti zayıf düşürür, ahlâkı yıkar.
[194]
235-
(Bu şekilde iddet bekleyen) kadınlara üstü kapalı talip olmanızdan veya
içinizde saklamanızdan dolayı üzerinize bir vebal yoktur. Allah onları hatırlayacağınızı
bilmiştir. Fakat ma'rûf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice
sözleşmeyin ve iddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin.
Bilin ki Allah, şüphesiz içi-nizdekini bilir. Artık O'ndan sakının ve bilin ki
muhakkak Allah, Gafûr'dur, Halîm'dir.
"Nikâh
akdini bağlamaya azmetmeyin." Burada "azmetmek" evliliğe girişmenin
haram olduğunu mübalağa ile ifade etmek içindir. Böyle bir azim yasaklandığına
göre, evliliğin gerçekleştirilmesi öncelikle yasaktır veya daha ağır bir
şekilde nehyedilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Nikâh düğümünü bağlamayı
ke-sinleştirmeyin (kesmeyin). Çünkü azmetmek, kesmek demektir. Buna göre ifade
evlenmekten ümidin kesilmesi, emellerin yıkılması, kendisine güvenin tahrib
edilip evlilik akdinin ortadan kaldırılmasının nehyi ile ilgili açık bir ifade
olur.
[195]
Kocaları
vefat etmiş "kadınlara üstü kapalı" hissettirmenizde... Konuşmada
üstü kapalı ifade (ta'rîz): Muhatabına maksadını o anlam için konulmamış
lafızlarla anlatma, işaret ve ipuçları ile hissettirme olup anlaşılması için
bir karineye gerek duyulan sözdür. Kısaca ta'rîz, maksadı ifade eden fakat o
konuda açık ifade taşımayan söz demektir, "talih olmanızda" Talib
olmak, erkeğin insanları arasında bilinen yollarla evlenmek üzere bir hanımı
istemesi demektir. İddeti esnasında kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen
kadına üstü kapalı bir şekilde talip olmak ise, insanın meselâ; sen güzel
birisisin, senin gibisini kim bulabilir, seni isteyen çok olur; gibi sözler
ile olur. "veya içinizde saklamanızdan" nikâh maksadım veya iddetin
bitiminden sonra ona karar vermeyi içinizde gizlemenizden "dolayı
üzerinize bir vebal yoktur."
"Allah
onları" talib olmak üzere "hatırlayacağınızı" ve buna
katlanamaya-cağınızı "bilmiştir." Bu bakımdan sizlere üstü kapalı
talib olmayı mubah kılmıştır. "Fakat ma'ruf şer'an üstü kapalı ifade olarak
bilinen "bir söz söylemenizden başka" maruf söz açıktan açığa
söylenmesinden utanılmayan söz demektir. Güzel geçim, hanımlara karşı geniş
kalpli olmak ve buna benzer sözleri söylemektir, "kendileriyle gizlice
sözleşmeyin ve iddet sona erinceye kadar" beklemesi farz olan iddet sona
erene kadar "nikâh akdini bağlamaya azmetmeyiniz." Onu
gerçekleştirmeyi kararlaştırmayınız.
"Bilin
ki Allah içinizdekini" kararı ve diğer hususları "bilir. Artık
O'ndan" karar verdiğiniz takdirde sizi cezalandırmasından "sakının."
"Ve
bilin ki muhakkak Allah Ğafûr'dur." Kendisinden sakınanları bağışlayıcıdır.
"Halîm'dir." cezayı hak eden kimsenin cezasını erteleyicidir.
[196]
Bu
ayette de kadınlara dair hükümler sözkonusu edilmeye devam edilmektedir.
Önceki ayet-i kerimelerde boşamanın, ric'atın, süt emzirmenin hükümleri,
eşlerin ve çocukların hakları, babanın vazifesi olan nafaka, mesken ve giyim
sağlamak ile kocası vefat etmiş kadının beklemek zorunda olduğu iddet ve yas
tutma vücubu; bu ayet-i kerimede ise kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen
bir kadına iddet esnasında açıktan değil de işaret yoluyla, üstü kapalı bir
şekilde evlenmeye talib olmanın caiz olduğu, iddeti bittikten sonra da onu nikâh
akdi ile almanın sahih olduğu açıklanmaktadır. Şanı Yüce Allah burada kocası
vefat etmiş kadına yahut onun velisine üstü kapalı bir şekilde erkeğin evlilik
talebinde bulunmasının günah olmadığını beyan etmektedir. Bâin talâk ile
boşanmış bir kadına iddeti esnasında da aynı şekilde teklif sözkonusu olabilir.
Ya da erkek o kadm ile evlenme arzusunu içinde saklayabilir. Çünkü üstü kapalı
ifade önceki kocanın hakkını sarsmaz. Belki de bunda geleceğin şartlarından
yana bir çeşit güven ve huzur hissini vermek de sözkonusudur ve bu, kadının
bakacak kimsesi olmadığı bir vakitte olmaktadır. Diğer taraftan bir şeyin insanın
içinde saklı tutulması tabii bir durumdur ve bundan kaçmmak oldukça zordur.
Bundan dolayı Yüce Allah: "Allah onları hatırlayacağınızı bilmiştir."
diye buyurmaktadır. Yani içinizden onları anacağını, bu arzunuzu gizlemenizin
size zor geleceğini bilmiştir. İnsanın içten içe bir şeyi kastetmesinde bir
zarar ve bir tehlike yoktur. Fakat gizliden gizliye evlenmek üzere sözleşmek
haramdır. Çünkü bu şekilde bir sözleşme fitneye götüren bir basamaktır, çeşitli
dedikodulara sebeptir. Açıklanmasında utanmaya sebep teşkil etmeyen ma'rûf bir
sözle sözleşmek de haram değildir. Güzel geçinmekten, kadınlara karşı geniş
kalpli olduğundan sözetmek ve benzeri sözler sarfetmek gibi. Buna göre ma'rûf
söz söylemekten kasıt açıktan açığa değil de üstü kapalı (ta'rîz) bir ifade
kullanmaktır. Yani onlara ancak ta'rîz yoluyla evlenme hususunda teklifte
bulunabilirsiniz.
Aslında
"gizlüik"den kasıt ilişkidir. Burada ise onunla kastedilen iddet esnasında
gizlice evlenme akdidir. Bu lafız ilişki kurmaya sebep teşkil eden akid hakkında
mutlak olarak kullanılmıştır. Taberî'nin tercih ettiği görüşe göre ise burada
kasıt zinadır veya o kadına: Ben seni seviyorum, bana benden başkasıyla
evlenmeyeceğine dair söz ver, demesidir. İbni Kesîr der ki: Ayet-i kerimenin
bütün bunlar hakkında umumi olma ihtimali vardır.
Vefat
sebebiyle kocasından iddet bekleyen kadına yahut onun velisine id-det süresi
içerisinde üstü kapalı bir şekilde evlenme talebinde bulunmak, sen güzelsin,
yahut umarım Allah senin gibi helâl süt emmiş saliha bir hanımı karşıma
çıkartır", gibi sözler söylemektir. Böylelikle kadın onunla evlenmeye kendisini
hazırlasın. Ya da kadının yanında kendisinin güzel huy ve hasletlerinden
bahsedebilir. Böylece kadın kendisine talib olan kimseler arasından daha üstün
ve daha kerim olanı seçmek imkânını elde eder.
Ric'î
bir talâktan dolayı iddet bekleyen kadına ister işaret yoluyla, ister açıktan
açığa talib olmak ise haramdır. Çünkü o iddet içerisinde kaldığı süre içinde
kocasının nikâhı altındadır.
Kocası
vefat ettiğinden yahut bâin talâk dolayısıyla iddet bekleyen kadına açıkça
tâlib olmak yine haramdır. Üstü kapalı ifade kullanmanın caiz oluşunun delili
Taberî'nin Hanzala b. Abdullah b. Hanzala'nın kızı Sükeyne'den yaptığı şu
rivayettir: Ben iddet bekliyorken Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Bakır yanıma
geldi ve dedi ki: Ey Hanzala kızı, ben Resulullah (s.a.) ile olan akrabalığını
bildiğin bir kimseyim. Ceddimin benim üzerimde hakkı vardır. İslâm'da geçmişi
olan bir kimseyim. Sükeyne dedi ki: Cafer'in babası Allah sana mağfiret
buyursun, ben iddetimde iken sen bana talip mi oluyorsun? Halbuki sen örnek
alman bir kimsesin. Bana: Ben öyle bi şey mi yaptım? dedi. Sadece sana
Resulullah (s.a.)'a olan akrabalığımı ve konumumu hatırlattım. Resulullah
(s.a.), Ümmü Seleme'nin yanma girdi. Ümmü Seleme amcasının oğlu Ebu Sele-me'nin
hanımı idi. Kocası vefat etmişti. Resulullah (s.a.) ona Allah nezdindeki
mevkiinden eline yaslanmış olduğu halde bahsetti. O kadar ki ağırlığıı elinin
üzerine fazla verdiğinden dolayı hasırın izleri eline çıktı ve onun bu
davranışı bir evlenme talebi sayılmadı.
Ma'rûf
olan söz şer"an münker olmayan söz demektir. Bu ise iffetli söz, hafif
işaret, caiz olan ve ta'rizin kapsamına giren yaralayıcı olmayan latif sözler
demektir. Tıpkı Resulullah (s.a.)'m kocasının vefatından sonra Allah'ın nezdindeki
mevkiini Ümmü Seleme'ye hatırlatırken yaptığı gibi.
Daha
sonra Yüce Allah iddet bekleyen kadın ile evlilik akdi yapmanın mubah olduğu
vaktin iddetin bitişinden sonra olduğunu açıklamaktadır. Bundan önce akdin
yapılmasını ise oldukça ağır bir üslûpla yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
Kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen kadın ile önceki kocasından
beklemesi gereken iddet olan 4 ay 10 gün sona ermeden şer"î evlilik akdini
yapmaya karar vermeyiniz.
Yüce
Allah bu sınırın aşılmasına karşı uyarıda bulunarak şöyle buyurmuştur: Biliniz
ki Allah kalplerinizde sakladığınız caiz olmayan kararlan bilir. O bakımdan
Allah'ın yasakladığı işleri, soz veya fiil olsun işlemekten sakınınız.
Bu
sakmdırmakta hükümler teşvik edici ve korkutucu bir üslûpla, öğütlerle birlikte
zikredilmiştir ki, bunlara gereken şekilde bağlılık daha bir pekiştiriri
ifadelerle dile getirilsin.
Bununla
birlikte Allah'ın hadlerini aşan ve günahı işlemek suretiyle kusurlu olup
sonra da tevbe eden ve halini düzelten kimselere bağışlayıcı olduğunu biliniz.
Cezayı acele vermeyen Halîm'dir O. Cezayı acilen verecek yerde amellerini ıslâh
etsinler diye kullarına mühlet verendir. O bakımdan O'nun mühlet verişine de
aldanmayınız.
[197]
Ayet-i
kerime aşağıdaki hususlara delildir:
1- İddeti hangi türden olursa olsun iddet bekleyen bir kadına açıktan açığa
evlilik teklifinde bulunmak haramdır. Evlilik hususunda iddet bekleyen kadın
ile gizlice konuşmak veya bu hususta onlarla sözleşmek icmâ' ile
[198]
caiz değildir. Kocası vefat ettiğinden dolayı iddet bekleyen kadın ile bâin
talâk ile boşanmış bir kadına üstü kapalı evlenme teklifinde bulunmak caizdir.
Bu danışması, gelecekteki yeni evlilik hakkında ilke olarak olumlu kanaat
belirtmek üzere gereken şekilde düşünmesi için bir hazırlıktır. Ric'î talâk ile
boşanmış bir kadına üstü kapalı dahi olsa evlenme teklifinde bulunmak icmâ' ile
caiz değildir. Çünkü böyle bir kadın evli kadın gibidir.
Suhnûn
ve pek çok ilim adamı der ki: İddet bekleyen kadına hediye göndermek caizdir
ve bu da ta'riz (üstü kapalı evlenme teklifi yapmak) kabilinden-dir.
2- Hangi türden iddet beklerse beklesin iddeti içerisindeki kadınla
evlilik akdi yapmak şer'an haramdır. Çünkü Yüce Allah: "İddet sona
erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin." diye buyurmuştur. Bu
buyruk, kasdın, iddetin sona ermesi şeklinde anlaşılması üzerine icmâ' bulunan
muhkem buyruklardandır. Bu hükmün sebebi ise evlilik haklarına riayet ve
neseplerin karışmaması için iddet bekleyen kadının rahminin hamilelikten uzak
olduğunun anlaşılmasıdır.
3- Şafiîler bu ayet-i kerimeyi ta'riz (üstü kapalı) ifadelerle kazf (zina
iftirası) da bulunmanın haddi gerektirmediğine delil göstermiş ve şöyle
demişlerdir: Yüce Allah'ın nikâh hususunda (evlilik teklifinde) üstü kapalı
ifade kullanmanın vebalsiz olduğunu belirtmesi, kazfte de bu tür ifade
kullanmanın haddi gerektirmediğinin delilidir. Çünkü Şanı Yüce Allah evlenmek
teklifi hususunda ta'rîzi, sarîh (açık) ifade gibi kabul etmemiştir. Fakat
Şafiîler'in bu görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: Şanı Yüce Allah evlenme
teklifi hususunda açık ifade kullanmaya izin vermemiş fakat evlenmenin
anlaşılacağı üstü kapalı ifadeleri kullanmaya izin vermiştir. Irz ve namusların
ise önemle korunması icabeder; bu da ta'riz yoluyla ifade kullananın (üstü
kapalı kafzda bulunanın) ceza görmesini gerektirir ki, fasıklar açık ifadeden
ne anlaşılıyor ise, üstü kapalı ifadeden de aynı şeyin anlaşılmasını sağlayacak
ta'rizi ifadelerle başkalarının namuslarını dillerine dolamak yoluna gitmesin.
Şafiîlerin görüşü iftirayı ta'riz yoluyla yapmanın nikâh teklifini ta'riz
yoluyla yapmak gibi mubah olmasını gerektirir.
[199]
4- İlim adamları, iddeti içerisinde bulunan bir kadına bilmeden evlilik
teklifinde bulunan veya onunla sözleşmekle birlikte, iddetten sonra nikâh
akdini yapan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler: Eşheb ve
İbnü'l-Kâsım'ın rivayetine göre İmam Malik şöyle der: Vücûben bunlar birbirlerinden
ayrılırlar. Şafiî de der ki: Eğer açıkça evlenme teklifinde bulunmuş, kadın da
açıktan açığa onun bu teklifini kabul etmiş, fakat iddet sona erinceye kadar nikâh
akdi yapılmamış ise, nikâh sabittir; fakat bu şekilde açık ifade kullanmaları
mekruhtur. Çünkü nikâh hıtbe (evlenme teklifi)den sonra meydana gelmiştir.
5- Bir erkek iddeti içerisinde bir kadın ile evlenme akdini yapar ve
onunla zifafa girerse hakim, Yüce Allah'ın bunu yasaklamış olmasından dolayı
nikâhlarını fesh eder ve artık ebediyyen o kadını nikahlaması onun için haram
olur. Mâlik ve Şa'bî'ye göre ebediyyen onu nikahlaması helâl olmaz. Hz. Ömer
de: "Bundan sonra ebediyyen bir araya gelemeyeceklerdir" sözleriyle
böyle hüküm vermiştir. Çünkü bu kendisi için helâl olmayan bir şeyi helâl kılmıştır.
Bu bakımdan onlar birbirlerinden mahrum edilmekle cezalandırılırlar. Tıpkı
mirasını almak kastıyla kendisine miras bırakacak olanı öldüren katilin
mirastan mahrum edilmesi gibi.
Cumhur
ise der ki: Nikâhı fesh edilir. İddeti sona erdiği takdirde, o da diğer
taliplilerden bir talipli olur ve birbirlerine ebediyyen haram olmaları söz
konusu olmaz. Çünkü aslolan, kadının haram olacağına dair Kitap, Sünnet veya
icmâdan bir delil bulunmadıkça onun bir başkasına haram olmayacağıdır. Bu
mesele hakkında ise böyle bir delil yoktur. Sahabinin görüşü ise hüccet değildir.
Hz. Ömer'in böyle bir hüküm verdiği de kabul edilmemektedir. Hadis alimleri der
ki: Hz. Ömer'den geldiği söylenen bu rivayet munkatı'dır. Mes-rûk'tan rivayet
edildiğine göre, Hz. Ömer bu görüşünden dönmüş, kadına meh-rinin verilmesine
hükmederek onların bir araya gelmesine müsaade etmiştir. Bundan dolayı Kurtubî
şunu delil gösteren cumhur ile Hz. Ömer'in de aynı görüşü paylaştığını ifade
etmektedir: Böyle bir adam bu durumdaki bir kadın ile zina etse, kadınla
evlenmesi haram olmaz. İddet içerisinde böyle bir kadın ile ilişki kurması da
böyle olacağına dair ilim adamlarının icmâı vardır. Aynı zamanda bu Ali, İbni
Mes'ud ve Hasan-ı Basrî'nin de görüşüdür.
6- Başkasından iddet beklediği sırada bir kadın ile evlenme akdinde bulunan
kimsenin nikâhının fasid olacağı hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı
yoktur. Hz. Ömer ve Hz. Ali nikâhın fasid olduğunu fakat haddi gerektirmediği
üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu ise akdin haram oluşunun bilinmemesi halinde,
üzerinde ittifak olunmuş bir husustur. Eğer haram olduğunu bilmekle birlikte
akit yapmışsa, bu konuda farklı görüşler vardır.
Medinelilerin
kendisinden yaptığı rivayete göre İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed, Leys ve
İshâk der ki: Önceki kocasından beklediği iddeti tamamlar, ikincisi defa yeni
bir iddete başlar. Bu Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin görüşüdür. Yani böyle bir kadın
iki iddet beklemek zorundadır. İmam Ebu Hanife, es-Sevrî ve Evzaî de der ki: O
kadın ve erkeğin birbirinden ayrıldığı günden itibaren ikinci kocadan
bekleyeceği iddet yeterlidir. Bu bekleyeceği iddet ister gebelik iddeti ister
kurlarla olsun, isterse aylarla olsun, farketmez. Bu konudaki delilleri ise
birincisinin kadım kendisinden beklediği iddetin geri kalan kısmında
nikâhlayamamasıdır. İşte bu, onun ikinci kocadan iddet beklediğinin delilidir.
Durum böyle olmasaydı, kendisinden beklediği iddet içerisinde onu
nikâh-layabilirdi.
Birinci
görüşün sahipleri şöyle cevap verirler: Hayır buna gerek yoktur. Çünkü birinci
kocanın iddetinin geri kalan kısmında o kadın ile nikâhlanması-nın men'
edilmesi, ancak ikincisinden dolayı beklemesi gereken iddetten dolayı vacib
olmuştur. Bunlar ise iki ayrı kocadan beklemesi gereken ve üzerinde vacip olan
iki haktır. Tıpkı insanların diğer hakları gibi. Birisi öteki içerisine girip
kaybolmaz.
7- Yüce Allah'ın, "Bilin ki Allah içinizdekini bilir. Artık O'ndan
sakının." buyruğu O'nun yasakladığı şeyleri işlemekten sakındırmanın en
son hudududur. Çünkü Allah, kadınlar ile ilgili olarak kalplerden geçen
şeylerden dolayı dahi erkekleri tehdit etmiş ve kötüyü değil yalnızca iyi ve
hayır olanı temenni etmenin lüzumunu onlara göstermiştir. Sonra da rahmetinden
ümitlerini de kesmemeleri için: "Bilin ki muhakkak Allah, Ğafûr'dur,
Halîm'dir" diye buyurmaktadır.
[200]
236- Kendileriyle temas etmediğiniz veya
kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzerinize vebal
yoktur. Onları metâlandı-rın. Eli geniş olan da, fakir olan da ha-lince, örfe
uygun bir şekilde (faydalandırsın). Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır.
237- Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları
onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını onlara verin.
Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun. Sizin
bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayın. Muhakkak
Allah, işlediğinizi çok iyi görendir.
"Temas
etmediğiniz" buyruğunda yer alan "mâ" ya şart edatıdır ve bu takdirde
eğer onlara dokunmamışsanız, demek olur veya masdar için olup zaman zarfı ifade
eder, yani kendilerine dokunmadığınız sürece, demek anlamı kazanır.
"Tayin
ettiğinizin yarısı" ifadesinin takdiri şöyledir: Tayin ettiğinizin yarısını
ödemeniz gerekir. Bir diğer takdire göre ise: Ödemeniz gereken tayin ettiğinizin
yarısıdır.
[201]
"Temas
etmediğiniz..." Yüce Allah burada "temas"ı cimâ'dan kinaye
olarak zikretmiştir. Böyle bir üslub kullanarak karşılıklı hitaplarda
lafızların en güzel olanını seçmek hususunda biz kullarını eğitmekte, yol
göstermektedir. "Sizin bağışlamanız" ile "aranızda fazileti
unutmayınız" buyruğu erkekler için de kadınlar için de umumidir, fakat
tağlîb yoluyla erkek için kullanılan zamirler gelmiştir.
"Allah
işlediklerinizi muhakkak çok iyi görendir." buyruğunda lafza-i celâlin
açıkça zikredilmesi, müminin kalbinde Allah korkusu uyandırmak içindir.
[202]
"Kendileriyle
temas etmediğiniz" cima etmediğiniz "veya kendilerine mehir tayin
etmemiş olduğunuz" yani onlara ödemeyi kendinize zorunlu kıldığınız mehrin
miktarını tespit etmeden "hanımları boşarsanız, üzerinize vebal yoktur."
Günah ve sorumluluk yoktur. Yani size hiçbir şey gerekmez. Bunun anlamı şudur:
Kendilerine dokunmadığınız ve mehir tayin etmediğiniz vakit boşamada sizin
için günah kazanmak suretiyle sorumluluk ve mehir söz konusu değildir.
"Onları
metâlandırın." yani boşadığınız bu hanımlara böylelerini kendisiyle
istifade edecekleri şeyleri veriniz.
"Eli
geniş olan da" aranızdan zengin olan da "fakir olan da halince"
yani imkân ve gücü miktarmca "örfe uygun bir şekilde (faydalanırsın)"
yani onları Şer'an uygun bir şekilde metâlandırırsm. "Bu ihsan edenler
üzerine" boşanmış kadınlara güzel bir şekilde davranan, itaatkâr kimseler
üzerine "bir haktır." yani bu farz ve sabit bir hak olarak tahakkuk
etmiştir. Ma'rûf ise insanların tanıyıp bildikleri ve durumlarının,
geçimlerinin, ortamlarının farklılıklarına rağmen onlara yakışan şeydir.
"Meğer
ki kendileri" yani boşanmış olan kadınların kendileri haklarını ter-kederse
"veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun." ki o kişi
velidir. Yani boşanmış kadınların -kendileri hakkında tasarruf etme yetkisine
sahip oldukları takdirde- mehrin yarısını kocalarından istemezlerse veya nikâh
akdini velayet yoluyla elinde bulunduran veli -eğer boşanan bu kadınlar kendileri
hakkında tasarruf sahibi değil iseler- boşanan kadınlara verilmesi icabede-ni
yani gerdeğe girmeden önce mehrin yarısını düşürürse... Bakire kızın velisi
babasıdır. Bu Mâlik'in, İbni Abbas ve tabiînden bir grubun görüşüdür. Bir görüşe
göre burda kasıt kocadır. Affetmesi ise kadına vermiş olduğu mehrin yarısından
kendisine dönecek olan kısmı terketmesidir. Buna göre anlam şöyle olur: Ancak
boşanmış kadınların affetmeleri yahut da erkeğin mehrin yarısını affederek
mehrin tamamını boşadığı hanımına vermesi hali müstesna. Bu, Ebu Hanife'nin,
yeni görüşünde Şafiî'nin, es-Sevrî, İbni Şübrüme ve el-Evzaî'nin de görüşüdür.
Hz. Ali, Şureyh ve Said b. el-Müseyyeb'in görüşleri bu istikamettedir.
Delilleri ise Yüce Allah'ın, "Aranızda fazileti unutmayın." diye
buyurmuş olmasıdır. Kişinin başkasına ait olan malı vermesi ise, bir fazilet
değildir. O bakımdan bu ifade veli hakkında uygun düşmemektedir.
Birinci
görüşü savunanların delili ise şudur: Ayetin baş tarafındaki hitab eşleredir.
Eğer kocayı kastetmiş olsaydı ona uygun bir zamir kullanırdı. Burada ise
zahirin muktezasma muhalefet etmeyi gerektiren bir durum yoktur. Çünkü ayet-i
kerimedeki "kendileri... bağışlamış olsun" buyruğunun anlamı, o
kadınlar bunu ıskat etmiş olsun, demektir. Aynı şekilde "... bağışlamış
olsun" buyruğunda da ıskat etmiş olsun, anlamı vardır. Burada ıskat eden
velidir. Koca ise ıskat etmez, verir.
Zemahşerî
der ki: Birincisinin doğru olduğu, ifadenin zahirinden anlaşılmaktadır. Haktan
fazla olan miktar için "bağışlamak" tabirinin kullanılması ise
tartışılır bir ifadedir.[203]
"Aranızda
fazileti unutmayın" birbirinize karşı faziletli davranmayı unutmayın.
Fazilet ise sevgi ve ilişkiyi sürdürmektir.
"Allah
işlediğinizi muhakkak çok iyi görendir." Amellerinizden haberdardır ve
amellerinize karşılık verecektir.[204]
Rivayet
edildiğine göre bu ayet-i kerime Ensar"dan bir adam hakkında nazil
olmuştur. Bu adam herhangi bir mehir teyin etmeden bir kadın ile evlenmiş,
sonra da ona dokunmadan bu kadını boşamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime
nazil oldu. Resulullah (s.a.) ona: "Sarığını vermekle dahi olsa onu
metâ-landır, diye buyurdu."
[205]
Kendileriyle
gerdeğe girmeden ve onlar için bir mehir belirlemeden önce kadınları
boşadığınız takdirde şayet onlar için bir mehir tespit edilmemiş ise mehr-i
misil veya tayin edilmiş olan mehirden -ey kocalar!- o kadınlara herhangi bir
şey vermeniz gerekmez. Burada "el-Cünâh" kelimesinin mehir yükümlülüğü
olduğunu Yüce Allah'ın, "Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları
dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını onlara verin." buyruğudur.
Burada buna karşılık mehrin yarısının ödeneceğini tespit etmektedir. Yüce
Allah'ın, "Veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz" buyruğu ancak
kendileri için mehir tayin etmiş iseniz veya tayin edinceye kadar... anlamındadır.
Farizanın farz kılınması mehrin adının konulması demektir. Çünkü kendisi ile
gerdeğe girilmeden önce boşanan kadına eğer mehir tespit edilmemiş ise, mehrin
yarısını alma hakkı yoktur, onun için sadece bir mut'a söz konusudur. Bazıları
da şu görüştedir: "veya" buyruğu "vâv (ve bağlacı)" anlamındadır.
Sizin için vacip olan müt'adır. Yani boşanan kadına kendisi ile yararlanacakları
malınızdan herhangi bir şey vermektir. Bu da sizin servet, zenginlik, makam ve
fakirliğinize göre olup, onun gönlünü hoş tutmak için verilir. Yüce Allah bunu
sınırlamayıp bunun belirmesini, gücü oranında, zenginlik ve fakirlik gibi
kocanın haline terketmiştir. İbni Abbas şöyle dermiş: Boşama müt'ası-nın
azamisi bir hizmetçi vermektir, bundan daha aşağısı gümüş para vermektir,
bundan daha aşağısı da elbise vermektir.
Yüce
Allah böyle bir müt'ayı kadına güzel bir şekilde davranan kimseler üzerinde
vacip bir hak olarak tespit etmiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları kendisi ile
gerdeğe girilmeden ve mehir tespit edilmeden önce boşanan bir kadın için bunun
vacip olduğu görüşündedir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onları metâlandırın"
buyruğu ile "bu ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu bunu gerektirmektedir.
Diğer boşanmış kadınlara bunu vermek ise müstehabtır. Kendisiyle duhûldan
(ilişkiden) sonra boşanan ve mehrin isminin konulduğu nikâhta duhûlden önce
boşanan kadın gibi
[206]
Kendisinden
nakledilen meşhur rivayette Mâlik'in görüşüne göre ise müt'a, mehri tespit
edilmeyen ve kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın dışındakiler
için menduptur. Bunlar için vacip olduğu da söylenmiştir.
Şafiî
ve Ahmed'in görüşüne göre ise müt'a, kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan
kadın lehine bir borçtur. İster bu kadının mehri tespit edilmiş olsun, ister
edilmemiş olsun. Ancak mehri tespit edilmiş ve kendisiyle gerdeğe girilmeden
önce boşanan kadın bundan müstesnadır. Şafiîler aynı şekilde gerdeğe
girildikten sonra boşanan kadın lehine bunu bir borç olarak kabul etmişlerdir.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boşanan kadınların lehine ma'rûf
bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahipleri için bir
vazife-<ür/'(Bakara, 2/241). Yani müt'a, Şafii'nin yeni görüşüne göre bütün
boşanan kadınlar lehine olmak üzere yerine getirilmesi gereken bir vazifedir.
Ancak mehri tespit edilen ve kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın
müstesnadır. Buyruğun zahiri, zahiren emir olduğundan dolayı vücub ifade eder:
"Metâlandınn"; adeta yüce Allah mehrinin tespit edilmesi halinde
boşanan kadına verilen mehrin yarısı mukabilinde bu kadına müt'a vermeyi
(faydalandır-mayı) emretmiş gibidir. Yüce Allah'ın, "Bu ihsan edenler
üzerine bir haktır." buyruğu ise ihsanın bunu gerektirdiğini beyan etmek
içindir.
İşte
ayet-i kerimeden ele alınan birinci kısım budur. Bu da kendisiyle gerdeğe
girilmeden ve mehri tespit edilmemiş olduğu halde boşanan kadının hükmüdür.
Böyle bir kadına müt'a vermek gerekir. Daha sonra Yüce Allah ikinci kısmın
hükmünü beyan etmektedir ki, bu da kendisi ile gerdeğe girilmeden önce boşanan
ve mehri tayin edilmiş kadındır. Böyle bir kadına da mehrin yarısı verilir.
Buna göre Yüce Allah'ın bu buyruğunun anlamı şu demektir:
Kendisiyle
gerdeğe girilmeden önce kadın boşanacak olursa, eğer mehri tespit edilmiş ise,
mehrin yarısını ona vermek icap eder. Kadın onu almak hakkına sahiptir.
Boşanan kadının bunu bağışlaması veya elinde nikah akdini bulunduranın -ki o
da velidir- affetmesi mümkündür. Onun affetmesi, mehrin yarısını almak hakkını
düşürmesidir. Bir görüşe göre ise burada affedecek olan kocadır. Onun
affetmesi, bağışlaması ise kendisi için hak kazanılmış olan mehrin yarısıdır.
O takdirde bunu affeder ve kadın da "kelimeler"de açıkladığımız gibi,
mehrin tamamını alır. Affetmek Allah'tan korkmaya, takvaya daha yakındır. Yani
erkeklerden ve kadınlardan kim affederse takva sahibi olan odur.
İyilikte
bulunarak faziletli davranmayı unutmayınız. İyilikte bulunmayı ve fazileti
terkederek hakkettiğiniz her şeyi sonuna kadar almaya kalkışmayınız. Çünkü
affetmek hepiniz için daha hayırlıdır ve Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.
O bakımdan herkese niyet ve ameline göre karşılık verir. Kimin affettiğini,
kimin iyilikle davrandığını O bilir. İşte bu, buyrukların sonunda Yüce Allah'ın
eşlerin birbirlerine karşı muamelelerinin tümünü gördüğüne dair bir hatırlatmadır
ve bu hatırlatma iyilikte bulunmaya, fazilette bulunmaya bir teşvik, kaba
davranmaya, cahilliğe karşı bir uyarıdır.
[207]
1- Yüce Allah bu ayet-i kerimede boşamanın iki halini söz konusu
etmektedir: Gerdeğe girmeden ve mehir tespit edilmeden önce boşanan kadın; bu
kadın için müt'a verilmesini kararlaştırmıştır. Gerdeğe girilmeden önce ve
mehir tayininden sonra boşanan kadın; bunun için de mehrin yansının verilmesi
tespit edilmiştir.
Gerdeğe
girmeden önce müt'anın ve mehrin yarısının verilmesinin tespit ediliş hikmeti,
boşamanın doğurduğu yalnızlık ve kırgınlığı telâfi etmek, kadının karşı
karşıya kaldığı üzüntülü durum ve iyi olmayan bir şekilde tanınma ihtimalinden
dolayıdır. Böylelikle bu, boşanan kadının moralini takviye eder, hangi durumda
iken boşanmış olduğu ortaya çıktığından dolayı da kendisinin yeni talihlerinin
zihinlerinin bulanmamasını sağlar.
Boşanan
kadınlardan iki tür daha vardır: Kendisi için mehir tespit edilmiş ve
kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşanan kadm. Yüce Allah bu tür kadınların
hükmünü bu ayetten önce (229. ayette) zikretmiş ve ona verilen mehirden bir
şeyin geri alınmayacağı ve bu durumdaki kadının iddetinin üç kur1 olduğunu
belirtmiştir. Diğer bir boşanan kadın türü ise, mehri tespit edilmeksizin kendisiyle
gerdeğe girilmiş ve boşanmış kadındır. Yüce Allah bunların hükümlerini de:
"O halde onlardan hangisiyle faydalandı iseniz o kadınlara takdir edildiği
surette ecirlerini"yani mehirlerini veriniz." (Nisa, 4/24) buyruğunda
zikretmiştir.
Yüce
Allah gerdeğe girilmeden önce boşanan kadının durumunu mehri tespit edilen ve
mehri tespit edilmeksizin boşanan kadın olarak ikiye ayırması, tefvizi nikâhın
caiz olduğunun delilidir. Tefvizi nikâh mehir söz konusu edilmeksizin
akdedilen her türlü nikâhtır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Mehir ise bundan
sonra tespit edilir.
Şayet
mehir akidden sonra ve boşamadan önce tespit edilirse, o vakit bu mehir müsemmâ
(miktarı tespit edilmiş) mehir kabilinden olur ve bu durumda boşanan kadın
tayin edilen mehrin yarısını alır, böylece mehir -Malik'in görüşüne göre- akde
iltihak eder. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise bu durumdaki kadın, tayin
edilen mehrin yarısını almaz ve tayin edilen bu mehir akde iltihak etmez. Bu
hususta akidde onun için mehrin tespit edilmediği nazar-ı itibara alınır.
Eğer
kadın için mehir tespit edilmemiş ve boşama olmuşsa -İbnü'1-Ara-bi'nin de
dediği gibi-
[208] icmâ ile mehir gerekmez.
3- Eğer kadının mehri tespit edilmeden önce koca ölürse, İmam Malik'e
göre bu kadın boşanmış kadın hükmündedir. Mehir değil miras hakkını alır. Ebu
Hanife, Şafiî ve Ahmed ise der ki: Böyle bir kadın boşanmış kadın hükmünde
değildir. Bunun için hem mehir, hem de miras gerekir.
[209]
İmam
Mâlik'in delili şudur: Bu mehir tesbitinden önce nikâhtaki bir ayrılıktır;
böylesinde ise mehir icabetmez. Asıl itibariyle bu talâktır, yani hükmü
talâktaki hükmü gibidir.
Şafiî,
Ahmed ve Ebu Hanife'nin delili ise Nesaî ve Ebu Davud'un İbni Mes'ud'dan şu rivayetleridir:
Peygamber (s.a.) Vaşık'm kızı Berû' hakkında -kocası kendisinin mehrini tespit
etmeden önce vefat etmişti- ona hem mehir, hem miras verilmesini ve iddet
beklemesini hükme bağlamıştı. Tirmizi der ki: İbni Mes'ud'un bu hadisi hasen,
sahih bir hadistir. Ondan bir başka yoldan da rivayet edilmiştir.
4- Ebu Hanife ve Ahmed'in görüşüne göre sahih halvet vaki olmuş ise
mehrin tümü kesinleşmiş olur. Çünkü İbni Mes'ud yoluyla gelen rivayette şöyle
denilmektedir: Raşid halifeler evin kapısını kapatan yahut perde indiren kimse
hakkında kadın için miras ve iddet beklemesi gerektiği hükmünü vermişlerdir.
[210]
Mâlik'in mezhebinden meşhur olan ile Şafiî'nin görüşüne göre ise, cinsel ilişki
ile birlikte olmadıkça, sadece halvet ile mehir kesinleşmez. Kur'an-ı Ke-rim'in
zahiri ifadeleri ise her iki görüşü de destekler mahiyettedir.
5- Kur'an ve sünnetin hükmü gereğince mut'a miktarının bilinen alt veya
üst sınırı yoktur. Bundan dolayı ilim adamları muta hakkında farklı görüşlere
sahiptirler. İbni Ömer der ki: Mut'a'da yeterli olan asgari miktar 30 dirhem yahut
onun gibi bir şeydir. Bu aynı zamanda Şafiî'nin kadim görüşüdür. Yeni görüşünde
ise şöyle der: Erkek belli bir miktarı vermek üzere mecbur edilmez. Onun mecbur
edileceği miktar kendisine müt'a denilebilecek asgari miktardır. Bu hususta
benim tercihim ise, asgarî miktarın kendisi ile namaz kılınabilecek kadar
elbise olduğudur. İbni Abbas da der ki: Mut'a'nm en üst derecesi bir hizmetçi,
sonra elbise, sonra da nafakadır.
Atâ
ise der ki: Mut'anın ortalama hali gömlek, başörtü ve hepsinin üstüne giyilen
cardır. Ebu Hanife de der ki: Bu mut"anın asgari miktarıdır. Hasan-ı Basrî
ve Mâlik der ki: Herkes kendi imkânına göre mut'a verir. Birisi bir hizmetçi,
birisi kumaş ve elbiseler, diğeri bir elbise, ötekide bir nafaka verebilir.
Re'y
ashabı ve başkaları da der ki: Kendisiyle gerdeğe girilmeden ve mehri tespit
edilmeden önce boşanan kadının müt'ası, onun gibi olan kadınların mehri ne ise
onun yarısından fazlasıdır. Çünkü mehr-i misile akid ile hak kazanılır. Mut'a
ise mehr-i mislin bir kısmıdır. O bakımdan gerdeğe girilmeden önce boşanmış ve
mehri tesbit edilmiş olana mehrinin yansını vermek icabettiği gibi, böyle bir
kadına da bunu vermek icabeder. O bakımdan mehri tespit edilmemiş olan kadına
mehr-i mislinin yarısından ve müt'adan daha az olan hangisi ise o verilir. Bu
da her dönemde bulunan örf ve itiyad kadarı olur. Gömlek, başörtü ve izar
olmak üzere üç elbise gibi.[211]
Darakutnî'nin
rivayetine göre ise el-Hasen b. Ali (r.a.) hanımı Has'amlı Aişe'ye on bin dirhem
müt'a vermiş. O da: "Bizden ayrılan sevgiliden verilen az bir metadır
bu" demişti.
6- Maliki mezhebinden İbnül-Kasım der ki: Vazife olduğunu bilmediğinden
dolayı aradan yıllar geçmiş ve başka bir erkekle evlenmiş dahi olsa erkek
mutayı o kadına ödesin. Ölmüşse mirasçılarına versin. Çünkü bu, boşayan koca
üzerinde bir haktır. Bu hakta diğerleri gibi ondan mirasçılarına intikal eder.
Bu ifade Maliki mezhebinde mut'anm vacip olduğu intibaını vermektedir.
Esbağ
ise der ki: Bu durumdakinin bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü mut'a boşama
dolayısıyla hanımı bir tesellidir ve zaman geçince bir önemi kalmaz.
7- Yüce Allah'ın, "Eli geniş olan da halince, fakir olan da
halince..." buyruğu mut'anm vacib oluşuna delildir. Eli geniş olan,
varlıklı ve zengin demektir. Fakir olan ise malı az kimse demektir. Yüce
Allah'ın, "Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır." buyruğu da bu
şekildedir. Yani ihsan edenler üzerinde bu bir hak olarak sabit olmuştur. Bu
müt'anın emredilmesi yanında vücubunun bir delilidir. Yüce Allah'ın, "Bir
haktır" buyruğu da vücubu te"kid etmektedir.
8- Kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadına verilmesi gerekenin
miktarı tespit edilmiş mehrin yarısı olduğu icmâ' ile kabul edilmiştir. Hanımı
ile gerdeğe girdikten sonra ölen, mehrini tespit etmiş bulunuyor ise bu kadının
tespit edilen bu mehri tamamıyla alacağı, ayrıca mirası alacağı ve iddet bekleyeceği
hususunda da görüş ayrılığı yoktur.
9- Evlenme konusunda kendisi hakkında tasarruf sahibi olan baliğ, akil ve
reşid olan her bir kadın, erkekten alması icabeden mehrinin yarısını almayabilir.
Çünkü Yüce Allah'ın, "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun"
buyruğunun anlamı meğer ki o miktarı terkedip affetsinler, demektir. Yüce
Allah'ın, "meğer ki... bağışlamış olsun." buyruğu munkatı' bir istisnadır.
Çünkü onların yarıyı affetmeleri, almaları türünden değildir.
Bir
babanın veya bir vasinin himayesinde (hacri altında) bulunanlara gelince;
böyle bir kadının mehrinin yarısını bağışlayamayacağı hususunda görüş ayrılığı
yoktur.
Malik'in
mezhebine göre kadının velisi mehrin yarısını affedebilir. Çünkü ayette geçen
elinde nikâh akdi yetkisini bulunduran kişi ile kastedilen şu dört sebep
dolayısıyla velidir.
a) Çünkü koca boşamış bulunmaktadır. Dolayısıyla nikâh akdini elinde
bulunduran o değildir.
b) Eğer Yüce Allah burada kocaları kastetmiş olsaydı "affetmeniz
müstesna" derdi. Burada Yüce Allah'ın, sözün başlangıcında kendisine
hitap edilen kocaya hitabı bırakıp gaip lafzını kullanması, bu buyrukla
başkasının murad olduğunun delilidir.
c) Yüce Allah: "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun" buyruğu
o kadınlar bu haklarını ıskat etsinler, demektir. Mehrin bir kısmının ıskat
edilmesi ise, ancak veli tarafından olabilir, koca ise ıskat etmez, verir.
d) Şanı Yüce Allah, "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun"
sözü düşürsün-ler, ıskat etsinler, "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse
bağışlamış olsun" yani bu hakkı ıskat etsin,demektir. Bütün bunlar ise
kadının ıskat edebileceği ve boşama ile kadına verilmesi icabeden mehrin
yarısına racidir. Vacip olmayan diğer yarıdan ise söz edilmemektedir.
İbnü'l-Arabî
bu görüşü şöylece tercih etmektedir: Konuyu enine boyuna inceledikten sonra
bende tahakkuk eden kanaat üç sebep dolayısıyla, -daha zahir görünenin- veli
olduğu şeklindedir.[212]
Şafiî
ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise koca, hanım için tayin etmiş olduğu mehrin
yarısından kendisine dönecek olanı almayarak bırakabilir. Çünkü Darakutnî'nin
İbni Amr'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Nikâh akdinin velisi kocadır." Yine Darakutnî, Cubeyr b. Mut'im'den
şunu rivayet etmektedir: Cubeyr b. Mufim (Hevâzinlilerin bir kolu olan) Nasr
oğullarından bir kadın ile evlendi, onunla gerdeğe girmeden önce o kadını boşadı.
Eksiksiz olarak mehrini ona gönderdi ve dedi ki: Ben affetmeye ondan daha lâyığım.
Nitekim Yüce Allah, "Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan
kimse bağışlamış olsun" diye buyurmaktadır ve ben affetmeye ondan daha
layığım.
10- Eşler arasında takvaya daha yakın olan, affeden kimsedir. Erkeğe düşen
kendilerinden kızlarım alıp evlendiği sonra da boşandığı aile halkına duyması
gereken sevgiyi unutmamaktır. Onlara darümamak, kötü söz söylememek ve kin
duymamaktır. Maalesef eşler boşandıktan sonra günümüzde ortaya çıkan durum
tersinedir. Halbuki Yüce Allah, "Aranızda fazileti unutmayınız."
buyruğu ile bu duruma düşmememizi istememektedir.
Mücahid
der ki: Fazilet erkeğin, mehrin tamamını vermesi veya kadının almak hakkı olan
mehrin yarısını bırakmasıdır. Hatta ayet-i kerime karşılıklı ilişkilerde
iyilikte bulunmayı ve faziletli davranmayı hatırlatmaktadır. Çünkü müslüman
müslümanm kardeşidir. Müslümanı üzmez ve onu mahrum bırakmaz, ihtiyacını
sömürmez. İhtiyaç sahibi ise ona verir, ona karşı cimrilik göstermez ve en
azından ona dua eder.
11- "Meğer ki kendileri... bağışlamış olsun." buyruğu şayi' olan
bir malın hibe edilmesinin sahih olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah
boşanması ile birlikte kadına mehrin yarısının verilmesini tespit etmiştir.
Erkeğe bunun tamamını bağışlaması ise erkeğin bağışlaması gibidir ve bu konuda
müşâ' olan ile paylaştırılmış olan arasında ayırım gözetmemektedir.
Ebu
Hanîfe ise der ki; müşâ' olanın hibesi ancak paylaştırıldıktan sonra sahih
olabilir. Çünkü kabzetmek hibenin sahih olması için şarttır, müşâ' olanın
kabzedilmesi ise imkânsız bir husustur.
[213]
238-
Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin. Allah için huşu' ve itaatle
durun.
239- Şayet korkarsamz o halde, yürüyerek veya
binerek kılın. Emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim bilmediğiniz
şeyi size öğretmiştir.
"Huşu'
ve itaatla" yani kıyamınızda Allahü Teâlâ'yı zikrederek demektir. Kunût
(meâlda: huşu ve itaat) ayakta Allahü Teâlâ'mn zikredilmesi demektir.
[214]
"Ve
özellikle orta namaza" buyruğunda özel olanın genel olana atfedilmesi
vardır. Böylelikle bu namazın diğer namazlar arasındaki üstünlüğüne ve şerefine
dikkat çekilmektedir. Diğer taraftan "korkarsamz" buyruğu ile
"emin olduğunuz zaman" buyrukları arasında da tıbâk vardır.
"Korku" için "fe-in" şeklinde şart edatının kullanılması,
korkunun gerçekleşeceğinin muhakkak olmayışındandır. Fakat ikinci şartın
"fe-izâ" şeklinde gelmesi ise, güvenliğin vuku-unun tahakkuku ve
çokluğu dolayısıyladır. Birinci şartın cevabının kısa gelmesinin sebebi, korku
durumuna riayet edilmek üzere, ikincisine cevabın genişçe verilmesi ise
güvenlik ve istikrara uygun düşmesi dolayısıyladır.
[215]
"Namazlara...
devam edin." Beş vakit namazı kılmaya bu namazları vakitlerinde eda
etmeye, kalbin huşûu ile birlikte rükün ve şartlarını eksiksiz yapmaya,
vaktinden erken ve vaktinden sonra da kılmamaya özellikle dikkat ederek,
titizlikle namazlarınıza devam ediniz.
"Orta
namaz=salâtü1-vüstâ" kelimesi dengeli ve hayırlı demek olan
"ve-saf'dan gelmektedir. Bu namaza, namazların sırasında orta yerde olması
dolayısıyla bu ismin verilmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu namaz kendisinden
önce iki ve kendisinden sonra gelen iki namaz arasında; orta yerdedir. Bu namazın
vaktin ortasında olduğundan dolayı bu adı aldığı da söylenmiştir. Konu ile ilgili
tercihe değer olan görüş bu namazın ikindi namazı olduğudur. Çünkü Ahmed,
Müslim ve Ebu Davud Hz. Ali'den Ahzab günü ile ilgili olarak, Peygamber
Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Müşrikler bizleri
orta namazdan, ikindi namazından alıkoydular, meşgul ettiler." Ahmed ve
Buharî ile Müslim de şunu rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a.) o günde şöyle
buyurmuştu: "Güneş batıncaya kadar bizleri orta namazı kılmaktan alıkoyduklarından
dolayı Allah da onların kabirlerini de evlerini de ateş doldursun. "
Burada ise Hz. Peygamber "ikindi"den söz etmemektedir.
Abdullah
b. Ahmed (b. Hanbel), babasından gelen senedle kaydettiği bir rivayette şöyle
denilmektedir: Bizler onu (orta namazı) sabah namazı sanıyorduk. Resulullah
(s.a.): "O ikindidir" diye buyurdu. Buharî ile Müslim'in rivayetine
göre de: "İkindi namazını vaktinde kılamayan kimse adeta ailesini, malını
yitirmiş gibi olur."
Ve
namazda "Allah için huşu' ve itaatla" kıyamda Yüce Allah'ı zikrederek
huşu ve tazarruu sürdürerek "durun." "Kanitin" kelimesinin
itaat edenler anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Ahmed'in rivayetine
göre: "Kur'an-ı Ke-rim'de "Kunût" kökünden gelen her bir kelime,
itaat anlamındadır." Bunun konuşmayarak, susarak anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü Buharî ve Müslim, Zeyd b. Erkam'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Bizler (bu buyruk) nazil oluncaya kadar namazda konuşurduk,
(bununla) bize susmamız emrolundu.
"Şayet"
düşman, sel yahut yırtıcı bir hayvandan "korkarsanız, o halde yürüyerek
veya binerek kılın." Yani kıbleye yönelmiş olarak veya yönelmeden nasıl
mümkün olursa namazınızı öylece kılın; rükû' ve sücûdu imâ ile yapın. İmam
Şafiî'nin görüşü budur. Ebu Hanife'ye göre ise yürümek ve göğüs göğüse kılıçla
çarpışmak halinde -durmak mümkün olmadığı sürece- namaz kılamazlar.
Tehlikeden
"emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın." Yani Allahü Teâlâ sizlere
farzları ve namazın haklarını eksiksiz olarak yerine getirmeyi öğrettiği
şekilde siz de namazı kılın.
[216]
Ahmed,
et-Tarihü'l-Kebîr'de Buharî, Ebu Davud, Beyhakî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin
Zeyd b. Sabit'ten rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) öğle namazını öğle
sıcağının arttığı zamanda kılardı. Ashabına en ağır gelen namaz bu namaz idi.
Bunun üzerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin." ayeti
nazil oldu. Bu ise "orta namaz"ın öğle namazı olduğunu
göstermektedir. Bir grup ilim adamı bu görüştedir.
Ahmed,
Nesaî ve İbni Cerîr et-Taberî'nin Zeyd b. Sabit'ten rivayet ettiklerine göre
Resulullah (s.a.) öğlen namazını sıcak vakitte kılardı. Arkasında ancak bir ya
da iki saf cemaat olurdu. Diğerleri ise ya öğle vakti uyku için çekilmiş
olurlar veya ticaretlerine devam ederlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Namazlara
ve özellikle orta namaza devam edin." buyruğunu indirdi.
Altı
hadis kitabının müellifi muhaddis imamlar ile başkalarının Zeyd b. Erkam'dan
rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) döneminde namazda iken
konuşurduk. Bizden bir kimse namazda yanında duran arkadaşı ile konuşurdu. Bu
böylece: "Allah için huşu' ve itaatle durun" buyruğu nazil oluncaya
kadar devam etti. Bu buyrukla bize susmamız emrolundu, konuşmamız yasaklandı.
[217]
İbadetlere,
muamelâta, eşlerin birbirleriyle davranışlarına dair daha önce gördüğümüz ahkâm
ayetleri, Yüce Allah'a karşı takvalı olma emri, kullarının durumunu bildiğinin
ve işledikleri her işin karşılığının hazırlandığının hatırlanması emredilerek
sona ermişti. Bununla Kur'an-ı Kerim'in izlediği yola uygun olarak ruhlardaki
dinî duygunun güçlendirilmesi, pekiştirilmesi amaçlanmıştır.
Daha
sonra bir hikmet gereği
[218]
aile yapısı ile ilgili ahkâm ayetleri arasında namaza dikkatle devamı emreden
ayet-i kerimelerin yer aldığını görüyoruz. Sözü geçen bu hikmet, insanı Yüce
Allah'a bağlayan amelî, yaşanır bir hatırla-tıcıya olan ihtiyaçtır. Bu
hatırlatma insanın haddini aşmaktan, başkasına haksızlık etmekten uzak
durması, buna tenezzül etmemesi, aile ilişkilerinde adalet ve ihsana doğru
yönelmesi içindir; özelliklede kin ve buğzu doğuran boşamadan sonra. İşte bu
hatırlatıcı, insanı hayasızlıktan ve münkerden alıkoyan, iyilikte bulunmaya,
hoşgörüye çağıran namazdır. Namaz sabırsızlığı, dirençsiz-liği ortadan
kaldırır, dünya kederlerini unutturur. İnsan ruhunu en üstün yaşayışa, en
doğru yola yönelmek üzere eğitir. Aynı zamanda bu, ailenin, aile şartlarının ve
bizzat kendimizin bizi namazdan alıkoymaması, meşgul etmemesi gerektiğine de
bir işarettir.
[219]
Bütün
namazlara dikkatle devam edin. Çünkü namazda Allah'a yakışır, dua O'na hamd-ü
senada bulunma vardır. Ayrıca namaz dinin direğidir. Namaz şu hadis-i şerifte
tespit edildiği şekilde kılındığı takdirde ruhun arıtılmasında güçlü bir
etkiye sahiptir: "Allah'a O'nu görüyormuş gibi ibadet et. Şayet sen O'nu
görmüyorsan da şüphesiz ki O seni görür."
[220]
Orta
namaz da diğer namazlar kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın özellikle onu söz
konusu etmesi ise, namazlar arasındaki şerefine dikkat çekmek ve onu
hatırlatmak içindir. Bu ister -Kurtubî'nin tercih ettiği gibi- sıcak iklimlerde
oldukça sıcak bir zamana rastlaması ve günün ortasında olması dolayısıyla öğlen
namazı olsun, ister insanın günlük işlerini sona erdirmek için uğraştıkları
vakitlerde kılınan ikindi namazı olsun. İster bu namaz kişiye, ailesine ve
bütün İslâm toplumuna güzel kazançlar sağlayan günlük işleri bitirmekte ihsan
ettiği
başarılar
dolayısıyla Yüce Allah'a şükretmek üzere kılınan ikindi namazı olsun, isterse
de -İbni Abbas, İbni Ömer, Ebu Ümame, Hz. Ali'nin de dediği gibi- uykuya olan
tutkunluk ve onu eda etmek hususundaki tenbellik dolayısıyla ve münafıklar
için en ağır namaz olduğu için sabah namazı olsun; isterse de bunun dışında
kalan akşam, yatsı ya da cuma namazı olsun, değişen bir şey olmaz. Görüldüğü
gibi bu hususta (yani orta namazın hangisi olduğu hususunda) ilim adamlarının
yedi tane görüşü vardır. İbnü'l-Arabî bu namazın hangisi olduğunu tayin etmenin
oldukça zor olduğu görüşünü tercih etmektedir.
[221]
Namazınızda
kalbi huşû'dan alıkoyan her türlü dünya meşguliyetinden kendinizi kurtarmış
olarak, yalnızca Allah'ı zikredenler olarak ve namazın şeriat tarafından
düzenlenmiş şekline uygun bir şekilde Allah'ın huzurunda huşu' ile durunuz.
Mücahid'in görüşüne göre "kunut" susmak demektir. Buna daha önce
nüzul sebebinde geçen ve Zeyd b. Erkam yoluyla gelen hadis-i şerif delildir:
Huşu'
ve kalp huzuru ile birlikte vakti içerisinde namazlara gereken dikkat ve
devamı göstermek, imanın ve İslâmm sıhhatinin, din kardeşliğinin, hakların
korunmasının belgesidir. Namaza dikkat ve devam eden kimseden ancak hayır
beklenir, şerrinden emin olunur. Ahmed ve Sünen sahipleri Hz. Büreyde'den
Peygamberin şöyle dediğini naklederler:"Bi,zİ7nZe sizin aranızdaki ahid
namazdır. Onu kim terkederse kâfir olur." Ahmed ve Taberâni de Abdullah b.
Amr'dan rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) bir gün namazı söz konusu etti ve
şöyle buyurdu: "Kim namaza dikkatle devam ederse kıyamet gününde onun için
bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olur. Namaza dikkatle devam etmeyen kimse
için ise namaz bir nur, bir belge ve bir kurtuluş olmaz. Kıyamet gününde o kişi
Kârûn, Fifavn, Haman ve Ubeyy b. Halef ile birlikte olur."
Şer'î
şekliyle namazın kalınmasının sonuçlarından birisi de toplumda münkerlerin,
hayasızlıkların yaygınlık kazanması, hıyanetin başgöstermesi, can ve mal
güvenliğinin ortadan kalkması, haksızlık ve saldırganlıkların çoğalması,
insanların hayır işlemekten uzak durması, merhamet ve şefkatin azalması, kötü
zan beslemenin ve insanlar arasında güven azlığının başgöstermesi-dir.
İslam
namazın önemi ve tuttuğu yerin büyüklüğünü göz önünde bulundurarak herhangi bir
durumda namazı terketmeyi caiz görmemiştir. Bu bakımdan Yüce Allah bize şu
anlamda buyruk vermektedir: Namazı terketmekte kimse için bir özür yoktur;
hatta düşman tarafından cana, mala yahut ırza zarar geleceğinden korkulması
halinde bile. Eğer sizler ayakta durmak dolayısıyla herhangi bir zarar
görmekten korkarsanız, binek üzerinde namaz kılınız. Şayet güvenliğe
kavuşursanız yani korkunuz giderse, Allah'ın size şer'î hükümleri öğrettiği ve
güvenlik halinde namazın nasıl kılınacağı gibi bilmediğiniz şeyleri öğrettiği
için de Allah'ı anınız, O'na ibadet ediniz ve güvenlik nimetine karşılık O'na
şükrediniz.
Burada
kasıt, güvenlik halinde namaza dair bilmediklerinizi öğretmesi dolayısıyla veya
güvenliğe kavuştuğunuz takdirde güvenlik nimeti dolayısıyla Allah'a şükrediniz
ve ibadet ile Onu anınız, şeklindedir. Nitekim O şer"î hükümleri ve korku
halinde de güvenlik halinde de nasıl namaz kılacağınızı öğretmekle size
ihsanda ve bağışta bulunmuştur.
[222]
Kurtubî de şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Artık size emrolunmuş bulunan
rükünleri eksiksiz yapmaya devam ediniz, bu şekliyle sizin için yeterli olan
böyle bir namazı size öğretmesindeki ve böylelikle de herhangi bir namazı
kaçırmayışınızdaki nimet dolayısıyla Allah'a şükrediniz. Bu ise sizin daha önce
bilmediğiniz bir şeydi.
[223]
Ayet-i
kerime aşağıdaki hususlara dalâlet etmektedir:
1- Bütün şartlarda namazları vakitlerinde kılmaya devam etmenin gerekliliği.
Buna sebep ise namazların faziletidir. Bu namazlar arasında daha faziletli
olana da daha dikkatle devam etme emri o namazın şerefine dikkat çekmek için
özellikle verilmiştir.
[224]
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine,
peygamberlerine, Cebrail ve Mikaîl'e düşman olursa, şüphesiz Allah o kâfirlerin
düşmanıdır." (Bakara, 2/98). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Hani Biz peygamberlerden ahid almıştık. Senden de Nuh'dan da."
(Ahzab, 33/7): "O ikisinde meyveler, hurmalıklar ve nar (ağaçları)
vardır." (Rahman, 55/68).
[225]
2- Namaz, herhangi bir durumda sakıt olmaz. Herhangi bir mazeret sebebiyle
onu terketmek caiz değildir. İsterse düşman ile karşı karşıya olunsun ya da
savaşta çarpışmanın ortasında bulunulsun ya da hasta olunsun. Çünkü İslam her
bir duruma uygun bir keyfiyette namazın eda edilmesini meşru' kılmıştır. Korku
esnasında namaz ya binek sırtında ya yürürken ya da durdurduğu yerde imâ ile
-hangi durumda olursa olsun- edâ edilebilir. Hastalık halinde ise ayakta,
oturarak yahut sırtüstü yatarak yanı üzerinde yatarak ya da erkânı için
gözkapaklarıyla işaret ederek ya da erkânı kalbinden geçirerek kılar. Peygamber
(s.a.), Ahmed b. Hanbel ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiklerine göre
İmrân b. Husayn'a şöyle demiştir: "Ayakta namaz kıl. Gücün yetmezse
oturarak, yetmezse yanın üzere yatarak namaz kıl."
Bütün
durumlarda namazın düşmeyişinin sebebi namazın Yüce Allah'ın her şey üzerindeki
mutlak egemenliğini hatırlatması, yalnızca O'nun gaye ve hedef olduğunu, dönüş
ve varılacak yerin yalnızca O'nun huzuru olacağını ha-tırlatmasıdır. Çünkü
zahiri ameller zat-ı ulûhiyyetin azametinin kalpte canlandırılmasına, zor ya
da kolay her şeyde Allah'a yönelmeye, sağlık ya da hastalık hallerinde güvenlik
ya da korku hallerinde Allah'a yönelmeye yardımcı olur. O her türlü eksiklikten
münezzeh ve yücedir. Her şeyin üzerinde mutlak egemendir, celâl ve azamet
sahibidir. Dilediğini yapan yalnızca O'dur. Kendisine ihlâs-la dua ettiği
takdirde kulunun isteğini yerine getiren sadece O'dur. Bütün bunlar ise sahih
bir imanı, salih bir ameli ve samimi bir şekilde Allah'tan niyaz ve talepte
bulunmayı gerekli kılan hususlardır.
3- Yüce Allah'ın, "Ve özellikle orta namaza" buyruğu, vitir
namazının vacip (farz) olmadığının delilidir. Çünkü müslümanlar farz namazların
sayılarının yediden daha az ve üçten daha fazla olduğu üzerinde ittifak
etmişlerdir. Üç ile yedi arasında ise tek olarak sadece beş vardır. Çift
sayıların ise ortası yoktur. Böylelikle bu namazların beş vakit olduğu sabit
olmuştur. İsrâ hadisinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Bu namaz beş vakittir.
Fakat aslolan elli vakittir, söz benim nezdimde değiştirilmez."
4- Yüce Allah'ın, "Huşu' ve itaatla durun." buyruğundan kasıt, burada , Kurtubî'nin de
kabul ettiği gibi susmak olduğuna göre, ayet-i kerime namazda susmayı
emretmekte, konuşmayı yasaklamaktadır. İbni Abdilberr der ki: Bütün
müslümanlar namazda kasten konuşmanın namazı bozacağı hususunda ic-mâ
etmişlerdir. Bundan tek istisna el-Evzaî'den gelen şu rivayettir: "Her kim
bir canın ölümden kurtarılması için yahut buna benzer büyük bir iş için konuşursa
bu konuşmasıyla namazı fasid olmaz (bozulmaz)." Bu aklî bakımdan (kıyasa
göre) zayıf bir görüştür. Çünkü Yüce Allah, "Ve Allah için huşu ve itaatla
durun" diye buyurmaktadır.
Mâlik
der ki: Namaz hakkında ve namazı düzeltmek ile ilgili olduğu takdirde kasten
konuşmak, namazı ifsat etmez. İmam iki rek'at namaz kılsa ve yanılarak selâm
verse, cemaat onu uyarmak maksadıyla teşbih getirseler ama imam yine de durumun
farkına varmazsa cemaatten bir kişi ona sen "Namazı tamamlamadın! Namazını
tamamla!" dese, imam arkasındaki topluluğa dönüp: "Bu adamın
söylediği doğru mudur? diye sorduğunda, onlar da: Evet, diyecek olurlarsa;
hepsinin namazı yine de sahih olur. Bu konudaki delili ise şu olaydır.
Resulullah (s.a.) iki rek'at sonunda selam vermişti. Zülyedeyn ona: Namaz mı
kısaydı, yoksa sen mi unuttun ey Allah'ın Rasulü? diye sorunca, Resulullah
(s.a.): "Hayır, bunların hiç biri olmadı" deyince Zülyedeyn: Bunların
birisi oldu (birisini yaptın) deyince Resulullah (s.a.): "Zulyedeyn'in
söylediği doğru mudur? diye sordu. Cemaat "Evet" dedi.
[226]
Fakat
namaz kılan gereksiz yere konuşacak olursa namazı batıl olur.
Namazın
maslahatı için söylenen sözler ile namazın batıl olmayacağı hususunda
Şafiîlerle Hanbelîler, Malikîlere muvafakat etmişlerdir. Namazını tamamlamadan
önce ve selam verdikten sonra, her kim namazın maslahatı için örfen az kabul
edilen miktarda konuşacak olursa Zülyedeyn kıssası ile amelin gereği olarak,
namazı batıl olmaz. Şafiîler şunu da eklerler: Yeni İslâm'a girmiş ve namazda
konuşmanın haram olduğunu bilmeyen bir kimsenin konuşması dolayısıyla da namazı
batıl olmaz.
Hanefîlerin
görüşüne göre ise ister kasten, ister yanılarak, ister bilmeyerek, ister hata
yoluyla ister ikrah altında kalarak -tercih edilen görüşe göre- iki ya da
anlaşılır tek bir harf söylemek suretiyle -namazda konuşmak haram olduğundan
dolayı- konuşmak, namazı ifsad eder. Anlaşılır tek harfli bir söz söylemeye
örnek: "kı=koru" gibi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu
namazda insanların sözlerinden herhangi birisini söylemek uygun değildir.
Namaz ancak teşbih, tekbir ve Kur'an okumaktır"
[227]
Hanefîler şunu da söylerler: Zul-yedeyn kıssası ile ilgili Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadis-i şerif İbni Mes'ûd ve Zeyd b. Erkam'ın hadisleri ile nesh edilmiştir.
[228]
5- Ebu Bekr el-Enbârî'nin naklettiğine göre, kıyam kunutun kısımlarından
birisidir. Ümmet farz olan namazda kıyamın, gücü yeten sıhhatli herkes üzerine
vacip olduğunu icmâ' ile kabul etmektedir; namaz kılan ister tek başına olsun
ister imam olsun. Resulullah (s.a.) da -hadis imamlarının rivayetlerine göre-
şöyle buyurmaktadır: "İmam ancak kendisine uyulsun diye imamdır. O ayakta
namaz kılarsa siz de ayakta namaz kılınız." Bu yüce Allah'ın, "Allah
için huşu' ve itaatle durun." buyruğunu beyan etmektedir.
İlim
adamlarının cumhuru, sağlıklı olup imama uyan kimsenin ayakta durarak, hasta
olduğundan dolayı ayakta durmaya gücü yetmeyen imamın arkasında namaz
kılmasını caiz kabul etmişlerdir. Çünkü onların her birisi, üzerindeki farzı
kendi takatine göre edâ etmektedir. Resulullah (s.a.)'a uyarak bu yapılmaktadır.
Zira Resulullah (s.a.) vefatı ile sonuçlanan hastalığında oturarak namaz
kılarken, Hz. Ebu Bekir onun yanında sair insanlarda arkasında ayakta kılarak
ona uymuşlardır.
İmam
Malik'ten meşhur olan görüşe göre ise, ayakta duran kimselere oturan bir kimse
imamlık edemez. Şayet oturarak onlara imamlık yaparsa onun da cemaatinin de
namazı batıl olur. Çünkü Resulullah (s.a.): "Benden sonra hiç bir kimse
oturarak asla imamlık yapmasın." diye buyurmuştur.
6- "Şayet korkarsanız" buyruğu savaş ya da zaman zaman gelip
geçen korkulu hallerde yaya veya at, deve ve benzeri hayvanlar üzerinde binekli
olarak imâ ile baş ile işaret ederek yöneldiği tarafa doğru namaz kılmanın caiz
olduğuna delâlet etmektedir. Savaşmakla namaz batıl olmaz, ancak kıbleye
yönelme farzı sakıt olur. Bu, cumhurun yani Malik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüdür.
Buna delil ise ayet-i kerimenin zahiridir. Buharî'nin Sahih'inde İbni Ömer'den
korku haliyle ilgili yapılan şu rivayet bunu desteklemektedir: "Şayet bundan
daha ileri derecede bir korku bulunursa, ayakta ve binekli olarak kıbleye
yönelmiş olarak ya da ona yönelmeyerek namaz kılınız." Ebu Hanife'nin
görüşüne göre ise, namaz savaşmak ile batıl olur. Fakat ayet-i kerimenin
zahiri ve İbni Ömer'in hadis-i şerifi onun görüşü aleyhine olan delildir.
İlim
adamları ise, ayakta ve binekli olarak namazın caiz olduğu korkunun niteliğini
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şafiî der ki: Bu korku hali düşmanların
onlar tarafından görülmesidir. Düşman görünecek derecede yakın müslümanlar ise
bir kale arkasında değil iseler ve düşmanın atacağı ok, mızrak gibi silahların
menzilinde iseler veya haberi tasdik edilen güvenilir bir kimse gelip düşmanın
görülmemekle birlikte onlara oldukça yaklaştığını ve hızla ilerlemekte olduğunu
söyleyecek olursa... Şayet bu iki husustan birisi bulunmazsa, kişinin korku
namazı kılması caiz olmaz.
Eğer
aldıkları habere göre korku namazı kılar, fakat düşman onlara yak-laşmayıp
giderse namazlarını iade etmezler. Ebu Hanife ise namazlarını iade ederler
demiştir.
İmam
ile birlikte ve insanların ikiye ayrılmak suretiyle kılınan korku namazına
gelince, bunun hükmü bu ayet-i kerimede olmayıp Nisa suresinde-dir.
Malik,
Şafiî ve ilim adamlarının büyük bir çoğunluğuna göre korku namazı rekatlerinde,
yolcu namazının rekatlerinden daha az bir azalma söz konusu değildir.
Korku
namazını teşrî buyurulması, namazın herhangi bir durum veya bir özür sebebiyle
sakıt olmayacağının delilidir. Korku ile namaz sakıt olmayacağına göre
hastalık veya başka bir sebep dolayısıyla da sakıt olmaması öncelikle söz
konusudur. Şanı Yüce Allah ise sağlık ya da hastalık bütün hallerde, yolda iken
veya ikamet halinde iken, güç yetirirken ya da yetirmezken, korku ya da
güvenlik içindeyken namaza gereken dikkati göstermeyi emretmektedir. Namaz hiç
bir durumda mükelleften sakıt olmaz ve namazın farziyetinden hiç bir durumda en
ufak şüphe tasavvur dahi edilemez.
Bununla
namaz sair ibadetlerden ayrı bir özelliğe sahip olmuş oluyor. Bütün sair
ibadetler özürler sebebiyle sakıt olur ve onlar için bir takım ruhsatlardan
istifade edilir.
İbnü'l-Arabî
der ki: Bundan dolayı bizim ilim adamlarımız -ki bu büyük bir meseledir- şöyle
demişlerdir: Namazı terkeden kimse öldürülür. Çünkü namaz herhangi bir durumda
sakıt olmayan imana benzer. Yine namaz hakkında şöyle derler: Namaz İslâm'ın
temel esaslarından birisidir. Beden ile de mal ile de onda vekalet caiz olmaz,
namazı terkeden öldürülür. Bunun asıl delili ise iki şehadeti getirmeye dair
hadis-i şeriftir.[229]
240-
İçinizden vefat edip de geride zevceler bırakacaklar eşlerinin çıkarılma-yarak
bir yılına kadar metâlandırılma-sını vasiyyet etsinler. Şayet çıkarlarsa artık
onların kendileri hakkında ma'rûf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir
vebal yoktur. Allah Azîz'dir, HaMm'dir.
241- Boşanan kadınları da ma'rûf bir şekilde
metâlandırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir.
242-
İşte Allah akıl erdirirsiniz diye size ayetlerini böyle açıklar.
"Geride
zevceler bırakacaklar" yani vefatlarından sonra arkaya hanımlar bırakanlar
"eşlerinin çıkarılmayarak" yani onlar evde ikamet ederek, evden
çı-karılmaksızın, evde sakin olmaları engellenmeksizin onlar için böyle bir
faydalanma hakkı söz konusudur, "bir yılına kadar
metalandırılmasını" yani ölümlerinden sonra sene bitimine kadar kendisi
ile faydalanabilecekleri nafaka ve giyeceklerini versinler. Yahut da Yüce Allah
bunu sene boyunca onlar için bir meta (ödenmesi gereken bir mal) olarak tespit
etmiştir, "vasiyet etsinler." Yani bunlar bir vasiyette bulunsunlar.
Yahut Allah o hanımların kocalarına böylece vasiyet etmektedir.
"Vasiyet" kelimesini merfû' olarak okuyanlar, bunu müpte-dâ kabul
eder ve onun haberinin mukadder olduğunu söylerler, bunun da takdiri şöyle
olur: Bunlar eşleri lehine vasiyette bulunmakla yükümlüdürler.
"Şayet"
kendiliklerinden "çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında ma'rûf bir
şekilde" şer'an ma'rûf görülen süslenmek, yası terketmek ve ondan nafakayı
kesmek gibi "yaptıklarından dolayı" ey ölmüş olanın velileri olan akrabaları,
"size bir vebal" günah "yoktur."
"Allah"
mülkünde mutlak galip "Azîz'dir", san'atında hikmeti sonsuz ve
sapasağlam olan "Hakîm'dir."[230]
240.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İshâk b. Raheveyh Tef-siri'nde
Mukâtil b. Hayyan'dan şunu rivayet etmektedir: Çocukları, erkek akrabaları,
hanımları bulunan Taifli birisi beraberinde anne babası ve hanımı olduğu halde
Medine'ye geldi ve Medine'de vefat etti. Resulullah (s.a.)'e durum
arzedildiğinde anne babaya bir şeyler verdiği gibi çocuklarına da ma'rûf ile
bir şeyler verdi. Hanımına ise bir şey vermedi. Fakat kocasının terikesindn bir
seneye kadar ona nafaka bağlanmasını emretti. İşte: "İçinizden vefat edip
de geride zevceler bırakacaklar..." ayeti bunun hakkında nazil olmuştur.
[231]
241.
ayet-i kerimenin nüzuluyla ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, İbni Zeyd'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın, "Eli geniş olanınız
ha-lince eli dar olanınız da halince örfe uygun bir fayda ile faydalandırınız.
Bu ihsan edenler üzerine bir haktır." (Bakara, 2/236) ayeti nazil olunca,
adamın birisi şöyle der: Ben iyilik yapmak istersem yaparım, yapmak istemezsem
de yapmam. Bunun üzerine Yüce Allah, "Boşanan kadınların da ma'rûf bir
şekilde metâlan-dırılmaları haklarıdır; bu takva sahipleri için bir
vazifedir." ayeti nazil oldu.
[232]
Bu
ayet-i kerimeler, evlenme hükümleri ile ilgili olarak surede yer alan diğer
hükümleri tamamlamaktadır. Bu hükümler arasında, namaza gereken dikkatin
gösterilmesi emrini veren ayet-i kerimede yer almaktadır. Çünkü namaz dinin
direğidir. Bu emrin tekrarlanması ise ona gereken itinanın gösterilmesidir.
Namaza gereken dikkati gösterip gereken önemi veren bir kimsenin, gerçekten
Allah'ın sınırlarını aşmaktan uzak durması ve Allah'ın şeriatı gereğince amel
etmesi söz konusudur. Nitekim Yüce Allah daha önceden: "Bir de sabır ile
ve namaz ile yardım isteyiniz." (Bakara, 2/45) diye buyurmuştur. Buna dair
açıklamalar daha önceden geçmişti.
Muhammed
der ki: Bu konuda benim hatırıma bir başka açıklama daha gelmektedir.
Kur"an-ı Kerim'in özel üslûbunun özelliklerinin birisi de maksat olarak
gözettiği bir takım hususların birbirleriyle mezcedilerek sunulmasıdır. İtikadî
hükümler, fıkhî hükümler, öğütler, taabbüdî ve siyasî hükümler ve başkaları
bir arada sunulmaktadır. Bundan kasıt ise aynı türe dair yapılacak uzun boylu
açıklamalar dolayısıyla okuyanın ve dinleyenin usanmasını önlemek, okuyucu ve
dinleyicinin çaba, anlayış ve ibret alma imkânlarını -namaz ve diğer
hususlarda- yenilemektir.[233]
Aranızdan
ölümü yaklaşanların ve geriye bırakacakları hanımlarına sene sonuna kadar evde
sürekli olarak faydalanmalarını vasiyet etmeleri bir görevdir. Bu süre zarfında
evden çıkartılmazlar yahut evde kalmalarına engel olunmaz. Buna göre dul eşe
vefat eden kocasının malından tam bir yıl süre ile nafaka hakkı doğar.
Mirasçıların da kocası vefat etmiş olan bu hanımı sene geçmeden evinden
çıkarmamaları ve nafakasını engellememeleri gerekir. Acaba bu vücub ve
bağlayıcılık mı yoksa müstehaplık mı ifade etmektedir? Bu hususta ilim adamlarının
iki görüşü vardır.
[234]
1- Cumhurun görüşü: İslâmın ilk dönemlerinde Arapların konu ile ilgili
adetlerine uygun olarak kocası vefat etmiş kadının iddeti tam bir yıl idi. Daha
sonra bu hüküm Nisa süresindeki mirasa dair ayet-i kerime ile ve tilâvet itibariyle
daha önce gelen, fakat nüzul itibariyle bundan sonra inmiş bulunan: "İçinizden
vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün
beklerler." (Bakara, 2/234) ayeti ile nesh edilmiştir. Buna göre kocasının
ölümü dolayısıyla kadının beklemesi gereken iddet bir yıl yerine dört ay on
gündür ve mirasta tespit edilen hakkını da alır. İbni Cerîr et-Taberî ise
Hem-mam b. Yahya'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Katâde'ye Yüce Allah'ın,
"içinizden vefat edip de geride zevceler bırakacaklar eşlerinin
çıkarılma-yarak bir yılına kadar metâlandırılmalarını vasiyet etsinler."
ayeti hakkında soru sordum, bana şöyle dedi: Önceleri kocası vefat eden hanımın
kocasının malından -evinden çıkmadığı sürece- bir yıl süre ile süknâ (kocasının
meskeninde kalma) ve nafaka hakkı vardı. Daha sonra bu, Nisa süresindeki
buyrukla nesh edildi. Kadın için bilinen bir miras payı tespit edildi ki, bu
eğer kocanın çocuğu varsa 1/8, yoksa 1/4'dir. İddeti ise 4 ay 10 gün olarak
tespit edildi. Buna dair de Yüce Allah,"İçinizden vefat edenlerin
bıraktıkları zevceleri kendiliklerinden dört ay, on gün beklerler..."
diye buyurdu. İşte bu ayet-i kerime de daha önce nazil olmuş ayet-i kerimede
yer alan bir sene ile ilgili iddeti nesh etmiştir.
2- Eski müfessirlerden Mücâhid ile Ebu Müslim el-Isfahânî'nin görüşüne
göre ise bu ayet-i kerimenin hükmü sabittir, ondan herhangi bir şey nesh edilmiş
değildir. Râzî de Tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir.
İbni
Cerîr, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kocası vefat etmiş bulunan
kadının iddeti ile ilgili olarak iki ayet-i kerime nazil olmuştur. Birisi Yüce
Allah'ın, "İçinizden vefat eden kimselerin bıraktıkları zevceleri
kendiliklerinden dört ay on gün beklerler." ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i
kerime daha önceden geçmiştir. Bu hususta nazil olan diğer ayet-i kerime ise
(tefsirini yapmakta olduğumuz) bu ayet-i kerimedir. Birinci ayet-i kerime,
kocasının akrabaları yanında iddet bekleyen kadın hakkında olup bu süre iddet
beklemesi vacip (farz)dir. Daha sonra Yüce Allah, "İçinizden vefat edip de
geride zevceler bırakacaklar... Azîz'dir, Hakîm'dir." buyruğunu indirdi.
(Müeâhid devamla) der ki: Allah bununla yedi ay yirmi gün daha bekeyerek
senenin tamamlanmasını emretti. Bu bir vasiyettir. Kadın dilerse bu vasiyet
süresi içerisinde meskende kalır, dilerse çıkıp gider. İşte Yüce Allah'ın,
"Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa... size bir vebal yoktur."
buyruğu bunu ifade etmektedir. Ancak iddet olduğu gibidir.
Yani
bu iki ayet-i kerimenin iki ayrı duruma hamledilmesi gerekmektedir. Şayet kadın
vefat etmiş kocasının evinde ve malında kendisine nafakada bulunulmasını
tercih edecek olursa, beklemesi gereken iddet bir yıldır. Aksi takdirde onun
iddeti 4 ay 10 gündür. Bu görüşe göre iddetin kesin olarak yerine getirilmesi
gereken bir süresi vardır ki bu da asgarî süredir, bir de muhayyer bırakılan
bir süresi vardır ki bu da azami süredir.
Ebu
Müslim ise şöyle demektedir: Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Sizden vefat
edeceği vakit geriye hanımlar bırakacak olanlar, şayet bir yıl nafaka ile bir
yıl süknâyı zevcelerine vasiyet etmiş iseler, fakat eşleri bundan önce evlerinden
çıkıp kocaların vasiyetlerine muhalefet ederlerse -ve bu çıkışları Yüce
Allah'ın kendileri için tayin etmiş olduğu süre kadar ikametten sonra
olursa-artık ma'rûf bir şekilde olmak şartıyla yaptıklarından dolayı bir vebal
yoktur. Çünkü onların bu vasiyet gereği bir yıl süre ile kalmaları lazım
(bağlayıcı) değildir. Devamla der ki: Buna sebep ise şudur: Araplar Cahiliye
döneminde tam bir yıl süre ile nafaka ve süknâyı vasiyet ederler, kadın da bir
yıl süre ile iddet beklerdi. Yüce Allah bu ayet-i kerimede -bu takdire göre-
bunun vacip olmadığını beyan etmektedir. Böylelikle ortada nesih söz konusu
olmaz.
Fukahâya
gelince: Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre bu durumdaki bir kadın
için dört ay on günlük süre boyunca kocasının terikesinden karşılanmak üzere
kocasının evinde ikameti gerekmez. Nerde isterse iddetini orada bekler.
Malik'in görüşüne göre ise eğer mesken kocanın mülkü ise veya kocası meskenin
kirasını vefatından önce ödemiş ise, kadının iddet süresince kocasının evinde
ikameti gerekir. Buna sebep ise Fürey"a ile ilgili şu hadis-i şerifti:
bunu Malik Muvatta' adlı eserinde KaT) b. Ucre'nin kızı Zeyneb'den rivayet
etmektedir. Buna göre Malik b. Ziya'ın kızı Furey'a -ki Ebu Said el-Hudrî
(r.anhuma)'nin kızkardeşidir- kendisine şunu bildirmiştir: Resulullah (s.a.)'in
yanma gelerek Hudre oğulları arasında bulunan ailesinin yanına dönmeyi istedi.
Çünkü kocası, kaçmış birtakım kölelerini takib etmek üzere yola çıkmıştı.
Nihayet el-Kaddûm denilen bir yere vardıklarında onlara yetişti, fakat köleleri
onu öldürdüler. Furey'a dedi ki: Resulullah (s.a.)'e giderek Hudre oğulları arasında
bulunan aile halkının yanına gitmek istediğimi söyledim. Çünkü kocam bana
mülkiyetine sahip olduğu ikamet edeceğim bir ev ve nafaka bırakmamıştı.
Resulullah (s.a.): "Olur" dedi. Bunun üzerine ben de ayrılıp gidecek
oldum. Nihayet odada olduğum sırada Resulullah (s.a.) bana seslendi -veya
benimle ilgili emir vererek yanma çağırılmamı istedi- Bana dedi ki:
"Nasıl söylemiştin?" Ben ona kocam ile ilgili durumu ifade eden olayı
tekrar anlattım. Şöyle buyurdu: "Kitap vadesini dolduruncaya (iddetin
tamamlanıncaya) kadar evinde bekle." Ben de evde dört ay on gün iddet
bekledim. (Furey'a devamla) dedi ki: Osman b. Affan halifeliği döneminde bana
haber gönderdi ve bu konuyu sordu; ben ona durumu haber verince buna göre hüküm
verdi
[235]
Ayet-i
kerimenin geri kalan kısmının tefsirine gelince:
İddetin
bitmesinden önce evden kendi istekleriyle çıkacak olurlarsa, ey vasiyeti
yerine getirmek ile muhatap olan mirasçılar! Şer"an ve âdeten ma'rûf olan
işleri yapmalarından dolayı sizin için bir vebal yoktur. Evden çıkmak, dünürlüğe
gelenlere görünmek, süslenmek ve evlenmek gibi. Ancak bu, şeriata aykırı bir
şekilde olmasın. Zira artık sizin onlar üzerinizde bir velayetiniz yoktur.
Allah asla mağlup edilemeyecek olan ve kendisine muhalefet edenleri cezalandıran
Azîz'dir, bütün hususlarda kullarının maslahatlarını dikkate alan hikmeti
sonsuz Hakîm'dir.
Daha
sonra Yüce Allah, genel olarak boşanan kadınlar için mut'anm gerektiğini beyan
etmekte ve mut'anın kendisi ile ister zifafa girilmiş olsun, ister girilmemiş
olsun, boşanan bütün kadınlar için meşru' kılındığını haber vermektedir. Mut'a
ya kan kocanın üzerinde ittifak edecekleri veya hakim tarafından takdir
edilecek bir maldır. Bu husus Allah'tan korkan, Allah'ın cezasından çekinen
takva sahipleri üzerinde bir haktır; yani onların bir vazifesidir.
[236]
Az
önce fukahanın görüşlerini açıkladık. Bunun özeti şudur: Burada verilen mut'a
emri, cumhura göre müstehab, Şafiîlere göre vaciptir. Bu İbni Abbas, İbni Ömer,
Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî ve tabiînden başkalarının görüşüdür. Malikîler
ise şöyle demektedirler: Mut'a boşanmış bütün kadınlar için müste-haptır. Mehri
tespit edilmiş ve duhûlden (ilişkiden) önce boşanan kadın bundan müstesnadır.
Şafiîler der ki: İster duhûlden önce, ister sonra boşanan bütün kadınlara
mut'a vaciptir. Bundan tek istisna mehri tespit edilmiş ve kendisiyle gerdeğe
girilmeden önce boşanan kadındır. Hanefîlerle Hanbelîler ise orta yollu bir
görüş beyan ederler: Mut'a, mehri tayin edilmemiş ve kendisi ile gerdeğe
girilmeden önce boşanan kadın lehine vacip; diğer boşanmış kadınlar hakkında
ise müstehaptır. Kocası vefat etmiş kadın için ise mut'a söz konusu değildir;
çünkü boşanmış kadınlar hakkında nas varit olmuştur.
Bence
tercihe değer olan görüş, Şafiîlerle onlara uygun görüş belirtenle-rinkidir.
Çünkü bu ayet-i kerime ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister
girilmemiş olsun, boşanmış bütün kadınlar lehine mut'ayı tespit etmektedir.
Buna göre Yüce Allah önce mut'ayı söz konusu etmekte ve daha sonra kendisi ile
gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın lehine bunu tespit veya vacip kılmakta;
burada ise bütün boşanmış kadınlar için mut'ayı genel bir hak olarak ortaya
koymaktadır. O halde bu, özel bir ifadeden sonra umumî bir ifadedir. İbni
Cerîr"in rivayetine göre de İbni Zeyd şöyle demiştir: Yüce Allah'ın,
"Onları metâlandırınız. Eli geniş olan halince, fakir olan da halince,
ma'rûf ile uygun bir şekilde (metâlandırınız). Bu ihsan edenler üzerine bir
haktır." (Bakara, 2/236) buyruğu nazil olunca adamın birisi: İyiliği
ister yaparım ister yapmam deyince Yüce Allah, "Boşanan kadınların da
ma'rûf bir şekilde me-tâ'landırılmaları haklarıdır. Bu takva sahipleri için bir
vazifedir." buyruğunu indirdi.
Buna
göre ister haksızca, ister usandığından, bıktığından, isterse de zora koşarak
boşayan kimse aleyhine mut'a vermesi hükmü verilir. Bu hüküm Said b. Cübeyr ve
Şafiîlerin görüşü esas alınarak verilir; ya da "haksızca yapılan boşamaya
karşılık verilen bedel" adı ile bu mut'a verilir. Bu da kocanın fakirlik
ya da zenginlik durumu miktaruıca olur. İşte bu görüş, maslahatı gerçekleştirir
ve zalimce yapılan bir boşama dolayısıyla kadına gelen zararı bertaraf eder,
boşamaları da azaltır.
Boşanan
kadınların dört durumu söz konusudur:
1- Mehri tespit edilmiş olan ve kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşanan
kadına, tespit edilen bütün mehri verilir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Onlara
verdiklerinizden bir şey almanız sizin için helâl olmaz." (Bakara, 2/229);
"Eğer bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, öbürüne
yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiç bir şey almayınız." (Nisa,
4/20) ayetleri bunu gerektirmektedir. Böyle bir kadının beklemesi gereken
iddet ise üç kur'dur.
2- Kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan ve mehri de tespit edilmeden boşanan
kadına boşayan erkeğin varlığına göre mut'a verilmesi icap eder, böyle bir
kadının mehir hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın, "Kendileri ile temas etmediğiniz
veya kendilerine mehir takdir etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız üzerinize
vebal yoktur." (Bakara, 2/236) buyruğu bunu gerektirmektedir, böyle bir
kadının iddet beklemesi gerekmez.
3- Mehri tespit edilmekle birlikte kendisiyle gerdeğe girilmeden boşanan
kadının, tespit edilen mehrin yansını almak hakkıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Mehrini tespit etmiş olduğunuz hanımları temas etmeden
önce boşarsanız tayin ettiğinizden yarısı onlarındır."(Bakara, 2/237).
Böyle bir kadının iddet beklemesi de gerekmez.
4- Kendisiyle gerdeğe girildiği halde mehri tespit edilmemiş boşanan kadının,
yakın akrabasından ve ailesi arasından asabe olanların mehri mislini -görüş
ayrılığı söz konusu olmaksızın- almak hakkı vardır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O halde onlardan hangisiyle faydalandı iseniz, o kadınlara
takdir edilen şekilde mehirlerini veriniz." (Nisa, 4/24). Bazılarının
görüşüne göre bunun anlamı şudur: Eğer mehir tespit edilmemiş ise, onların
mehirlerini takdir yoluna giderek ödeyiniz; demektir.
[237]
Bu
ayet-i kerime iki hususa delâlet etmektedir:
1- Kocası vefat etmiş kadının iddeti: Böyle bir kadının iddeti tam bir
yıldır. Bu süre boyunca vefat eden kocasının evinde kalır ve evden çıkmadığı
sürece de onun malından ona nafaka verilir, çıktığı takdirde mirasçıların ona
verdikleri nafakayı kesmelerinde bir vebal yoktur. Daha sonra bu bir yıllık
iddet dört ay on gün hükmüyle neshedilmiştir. Ona verilmesi gereken nafaka ise
Nisa suresinde yer alan -durumuna göre- 1/4 veya 1/8'lik hisse ile
neshedilmiştir. İbni Abbas, Katade, ed-Dahhâk bu görüştedir.
Taberî
ise Mücahid'den şunu nakletmektedir: Bu ayet-i kerime muhkem olup nesih söz
konusu değildir. Daha önce tespit edilmiş olan iddet dört ay on gündür. Sonra
Yüce Allah kocalarından kendilerine yapılacak bir vasiyet olmak üzere yedi ay
yirmi gün daha bir süknâyı tespit etmektedir. Kadın istediği takdirde bu
vasiyete uygun olarak meskende kalır, dilerse çıkar. İşte Yüce Allah'ın,
"Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa... size bir vebal yoktur."
buyruğu bunu ifade etmektedir.
2- Boşanan kadınlara mut'a: Ayet-i kerime hakkında ilim adamları ihtilâf
etmişlerdir. Ebu Sevr bu ayet-i kerime muhkemdir, boşanan her kadının mut'a
hakkı vardır; demektir. ez-Zührî, Saîd b. Cübeyr, daha sahih kabul edilen görüşünde
Şafiî de böyle demiştir. Şu kadar var ki Şafiî, mehri tespit edilmiş olan ve
kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadını bundan istisna etmiştir.
Mâlik ise şöyle demektedir: Bütün boşanmış kadınlara mut'a vermek müsta-habdır.
Ancak mehri tesbit edilmiş olup kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan
kadın bundan müstesnadır. Buna mehrin yarısı yeterlidir. Şayet mehri tespit
edilmemiş ise mehr-i misilden daha az veya daha çok da olabilir, ona mut'a
verilir ve böyle bir mut'anın da sınırı yoktur.
îbn
Zeyd'in iddiasına göre ise bu ayet-i kerimeyi daha önce geçen: "Mehri-ni
takdir etmiş olduğunuz hanımları temas etmeden önce boşarsanız..." (Bakara,
2/237) ayeti nesh etmiştir. Bu ise mehri tespit edilmiş olup kendisiyle gerdeğe
girilmeden boşanan kadındır. Buna mehrin yarısı verilir. İşte bu kadın, mut'a
alacak kadınların dışında tutulmuştu.
Şafiîler
ise hul' ve ibra yoluyla boşanan kadına mut'a verilmesini vacip kabul ederler.
Malik'in arkadaşları der ki: Kendisi boşanması karşılığında bir şeyler vererek
fidyede bulunan (hul' yapan) kadına nasıl mut'a vermek söz konusu olabilir?
Hul' yapan yahut fidye veren veya ibra isteyen, sulh yapan, liân yapan,
ayrılmayı tercih eden, cariyelikten azad edilen bir kadın için kocası onunla
ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun; ister mehri tespit edilmiş
olsun, ister edilmemiş olsun mut'a hakkı söz konusu değildir.
[238]
243-
Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin
mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da onları diriltiverdi. Gerçekten
Allah insanlara lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
244-
Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir.
245-
Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır. Allah
daraltır ve genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.
Ebu
Hayyan Tefsiri'nde (el-Bahru'l-Muhit, III/253) şöyle demektedir: Bu ayet-i
kerime türlü belagat ve beyan şekillerini ihtiva etmektedir. Bunlardan birisi
Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde... görmedin mi?"
buyruğunda yer alan ve teaccüb (hayret ifadesi) hükmünde bulunan soru ile
"Allah onlara: ölün dedi, sonra da onları diriltiverdi"
buyruklarındaki hazif yani: Onlar öldüler sonra da Allah onları diriltti
şeklinde; diğeri ise "ölün" buyruğu ile "diriltiverdi";
"daraltır" ile "genişletir" buyrukları arasındaki tıbak
sanatı; öbür yandan Yüce Allah'ın: "Gerçekten Allah insanlara
lütufkârdır" buyruğu ile "fakat insanların çoğu şükretmezler."
buyruğundaki (insanlar noktasında) tekrar; "Allah yolunda savaşın"
buyruğunda iltifat, Yüce Allah'ın, "Güzel bir ödünç" buyruğunda
benzetme edatı kullanılmaksızın yapılan teşbih; Yüce Allah burada kendi yolunda
kulunun yaptığı infakı kabul etmesini gerçek anlamda verilen bir borca
benzetmekte ve bu infaka "ödünç" adını vermektedir. Yüce Allah'ın,
"kat kat artırmak" buyruklarında ise cinas vardır.
[239]
"Binlerce
kişi" dört bin, sekiz bin, on bin, otuz bin, kırk bin yahut yetmiş bin
kişi "oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin
mi?" Buradaki soru, durumlarının hayret edilecek bir şey olduğunu ifade
etmek içindir. Ayrıca ibret almayı ve daha sonra gelecek olan buyrukları
dinlemek için de bir teşviktir. Yani sen bunu bilmiyor musun? demektir. Burada
"görmek" bilmek anlamındadır. Çünkü gerçek anlamıyla soru sorarak
birşeyler öğrenmek arzusu (istifham) Yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir
(muhaldir). Ayet-i kerimede geçen ve "binlerce" anlamına gelen ülûf
kelimesi çokluğun çokluk şeklidir, (cem' kesret). Bunun azlık (killet) cem'i
ise "âlâf' şeklinde gelir. Anlamı da: Binler ve binler ye pek çok kimseler
şeklinde olur. "Ölüm korkusuyla" yurtlarından çıkanlar ise,
İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler. Bunların ülkesinde Tâûn (kolera, veba
gibi salgın hastalıklar) başgöstermiş ve bundan dolayı kaçmışlardı. "Allah
onlara: 'ölün' dedi" onlar da öldüler "sonra da onları diriltiverdi."
Sekiz gün ya da daha fazla bir süre peygamberleri Hazkiel'in duasıyla
diriltildiler. Üzerlerinde ölümün etkisi bulunduğu halde bir süre yaşadılar.
Hangi elbiseyi giyseler kefene dönüşürdü ve bu onların soylarında da böylece
devam etti.
"Allah
insanlara karşı lütufkârdır." Bu gibi kimseleri diriltmesi de
lütfun-dandır.
"Fakat
insanların çoğu" ki bunlar kâfirlerdir "şükretmezler." Bu
kimselerin haberlerinin söz konusu edilmesinden kasıt, müminlerin savaşa teşvik
edilmeleridir. Bundan dolayı hemen Yüce Allah'ın, "Allah yolunda"
Allah'ın dinin yüceltmek için "savaşın" cihad edin, buyruğunun buna
atfedildiğini görüyoruz.
"Muhakkak
Allah" sözlerinizi işiten "Semî'dir"; durumlarınızı bilen
"Alîm'dir." Ve buna göre amellerinize karşılık verecektir.
"Allah'a"
Allah rızası ve gönül hoşluğu ile infakta bulunmak suretiyle "güzel bir
ödünç verecek" yani Allah rızası için tasaddukta bulunacak "kimdir?
Allah da ona kat kat artırır." O kimseye verdiğinin kat kat fazlasını
verir. On katından, yediyüz katından fazlasına kadar.
"Allah
daraltır" ibtilâ olsun diye dilediği kimseden rızkı kısar "ve genişletir"
yine imtihan olsun diye dilediği kimseye de geniş nzık verir. "Siz yalnız
O'na döndürüleceksiniz." Ahirette öldükten sonra diriltilmek suretiyle ve
amellerinizin karşılığını vermek üzere.
[240]
245.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Hibbân Sahîh'inde İbni Ebî Hatim
ve İbni Merdûveyh, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Yüce
Allah'ın, "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin... misali yedi başak
bitiren... tek bir tohum gibidir." (Bakara, 2/261) ayeti nazil olunca
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını
ver." Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek
kimdir? Allah da ona kat kat artırır." buyruğu nazil oldu.
[241]
Şanı
Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde sağlam esaslar, köklü ve sarsılmaz
temeller üzerinde yapısını kurmak, fertleri arasındaki ilişkileri düzenlemek
üzere aile ile ilgili hükümleri söz konusu etti. Daha sonra ise ümmeti
savunmak, kutsal değerlerini korumak, akidesini müdafaa etmek için de cihada
dair hükümleri zikr etti. Çünkü ailenin salâhı ancak toplumun salâhı iledir, bu
hükümlerin söz konusu edilmesinin bir diğer sebebi de özel maslahat ile kamu
maslahatını bir arada korumaktır. Bunun sonucunda toplumu koruyan şeyler ile
fert ve aileyi koruyan şeyler arasında denge ve adalet gerçekleştirilmiş olur.
Hatta özel maslahatların korunabilmesi gerçekte, kamu maslahatları korunmadan,
bütünüyle ümmet korunmadan, düşmanlarına karşı sınırları ve varlığı
savunulmadan gerçekleştirilemez.
[242]
İsrailoğulları'nm
büyük kalabalıklar oldukları halde düşmanları tarafından kovalandığı ve
yurtlarından, topraklarından çıkarıldığını biliyor musun? Bunların sayıları
binlerle ifade edildiği halde ölüm korkusuyla, yurtlarından çıkmışlardı. Zira
onlar korkak, sabırsız, kararsız, Allah'a ve peygamberlerine gereği gibi iman
etmeyen insanlardı. Halbuki sebat ve kahramanlık göstermeleri, direnmeleri,
canlarını ve korunması gereken diğer şeyleri savunmaları gerekirdi.
Kitab-ı
Kerim'imiz onların sayılarını, milletlerini ve ülkelerini beyan etmemektedir.
Çünkü bundan maksat, öğüt ve ibrettir. Seleften bir grubun açıkladığına göre
bunlar, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler veya İsrailoğulları
dönemlerinde yaşamış olan Daverdân kasabası halkıymış. Vâsıt taraflarında ondan
bir fersah uzaklıktaymış. Ya da burada sözü geçenler Ezriatlılardır. Bunlar
başgösteren taundan kaçarak yurtlarından ayrılmışlar ve şöyle demişlerdi:
"Ölümü olmayan bir toprağa gidelim." Ancak düşman onlara karşı muzaffer
oldu. Onları mağlup etti, pek çoğunu öldürdü, topluluklarını dağıttı. Ya da
Yüce Allah savaş olmaksızın canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Ta ki ibret
alsınlar ve Allah'ın kazasından kaçılmayacağım bilsinler.
Birinci
te'vile göre: Onlar kaçınca Allah da düşmanlarının onlara galip gelmesini
diledi. Düşmanlarının bu şekilde onlara galip gelmesinin sebebi korkaklıkları
ve cesaretsizlikleridir. Daha sonra Yüce Allah, Hazkiel adında İsrailoğulları'nm
peygamberlerinden birisinin duasıyla onları diriltti. Böylelikle hatalarını
farkettiler, bu sefer saflarını sağlam tuttular. Samimiyetle düşmanlarına karşı
savaştılar ve eski şeref, izzet ve bağımsızlıklarını yeniden kazandılar.
ed-Dahhâk'dan
da rivayet edildiğine göre; bunlar İsrailoğulları'ndan bir kavimdi.
Hükümdarları onları cihada çağırdı ama onlar ölüm korkusuyla kaçtılar. Allah
da onları öldürdü, sonra diriltti. Bununla hiç bir şeyin kendilerini ölümden
kurtaramayacağını öğretmek istemişti. Onları dirilttikten sonra "Allah
yolunda savaşın." buyruğu ile de onları cihadı emretti. İbni Atıyye der
ki: Bütün bu kıssaların (rivayetlerin) hepsinin isnadlan gevşektir.
Yüce
Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu, sayılarının pek
çok, binler ile ifade edilecek derecede olduklarının delilidir.
Yüce
Allah'ın, "Allah onlara 'ölün' dedi" buyruğu ile ilgili olarak
Zemahşe-rî şöyle demektedir: "Yani Allah onları öldürdü. Bu ifadenin
kullanılış sebebi ise Allah'ın emir ve iradesi ile adeta tek bir kişi
imişçesine öldüklerini ve bu ölümlerinin olağandışı bir ölüm olduğunu ifade
etmek içindir. Sanki onlara bir iş emredilmiş de onlar da yüz çevirmeksizin ve
duraksamaksızın bu emri yerine getirmiş gibi oldular. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "O bir şeyi dilerse onun emri sadece ona 'ol'
demesidir, o da oluverir." (Yasîn, 36/82). Bu ise müslümanlar için cihada
ve şehadete teşvik içindir. Ölüm kaçınılmaz olduğuna ve kaçışın bu konuda
faydası olmayacağına göre en güzeli ölümün Allah'ın yolunda olmasıdır
[243] Ebu
Hayyan der ki: "Bu buyrukta hazif vardır, ifadenin takdiri şöyledir:
(Allah onlara ölün deyince) Onlar da ölüverdiler. Burada ölümden anlaşılan
zahir ifade, ruhların cesedlerinden ayrılmasıdır. Sekiz gün yahut yedi gün
öldükleri söylenmiştir"
[244]
Durum
her ne olursa olsun -ayet-i kerimenin zahirinin delâlet ettiği üzere-ölüm ve
diriliş fiilen vuku bulmuştur. Allah her şeye gücü yetendir. İsrailoğul-ları
döneminde ve başka kavimler arasında geçen bu gibi olaylar Kur"an-ı Kerim
kıssalarında birkaç defa tekrarlanmıştır.
Bu
kavmin yurtlarından çıkışlarının sıtma veya taundan mı yoksa cihad-dan
kaçışları dolayısıyla mı olduğuna dair nakledilen rivayetler sabit olmadığına
göre benim de görüşümce bunun anlamı Taberî'nin dediği gibidir: Yüce Allah
peygamberi Muhammed (s.a.)'e durumuna dikkat çektiği bir kavim ile ilgili haber
vermektedir.
Bunlar
ölümden kaçmak kasdıyla yurtlarından çıkmışlar, Yüce Allah da onları öldürmüş,
sonra da diriltmiştir. Böylelikle hem onlar, hem de onlardan sonra gelen
herkes, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilsinler. Yüce Allah'ın
bu ayet-i kerimeyi Muhammed ümmetine cihad emrini vermeden önce indirmiş olması
çok anlamlıdır.
Muhakkak
Allah göstermiş olduğu göz kamaştırıcı ayetler ve kesin delilleri ile insanlar
üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. Sözü geçenlerin diriltilmesi aynı zamanda
Kıyamet gününde bedenen dirilişin gerçekleşeceğine dair kat'î bir delildir.
Yahut: Yüce Allah'ın, taun, hastalık veya düşman ile onları sınaması onlar
için Allah'ın bir lütfudur. Böylelikle O ibret ve öğüt almalarını, uğradıkları
musibetlerden imana dair ibret ve dersler çıkarmalarını murad etmektedir.
Çünkü hayatın acı gerçekleri ve musibetleri gerçek yiğit ve mert insanların
kim olduğunu ortaya çıkarır, ümmeti -eğer gaflet sarmışsa- diriltir, yanlış
gidişata karşı uyanda bulunur.
Fakat
insanların çoğunluğu, Yüce Allah'ın din ve dünyalarında kendilerine ihsan
etmiş olduğu nimetlere karşı şükretmezler. Bundan dolayı Yüce Allah hak sözünü
yüceltmek ve yaymak için Allah yolunda fedakârlıklarda bulunmayı ve savaşmayı
emretmektedir. Çünkü korkunun ecele faydası yoktur ve Allah'tan ancak Allah'a
sığınılır. Allah söylenen her sözü işiten, yapılan her işi bilendir. Herkesi
dünyada yaptıklarından hesaba çekecektir.
Ümmetlerin
yok oluşlarının korkaklık ve cimrilik olmak üzere iki sebebi olduğundan dolayı
korkaklığı, korkmayı ve Allah'ın kaderinden kaçmayı ayıplayan önceki ayet-i
kerime ile birlikte, Allah yolunda bolca, cömertçe infak etmeye davet eden:
"Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir..." ayeti zikredilmektedir.
Yüce Allah'ın burada "infak"dan "ödünç" diye sözetmesi,
kullarını Allah yolunda infaka teşvik içindir. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
Kitab-ı Aziz'inin başka yerlerinde de tekrarlamıştır. Esasen göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nun elindedir. O
dilediğine rızkı yayar ve dilediğine daraltır. O infak edenlere sevabı kat kat
fazlasıyla verir ve bu katların sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Verdiği
sevabın katlarının örneklerinden birisi de Yüce Allah'ın şu buyruklarında
ifade edilmektedir: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin misali yedi
başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah
dilediğine kat kat verir, Allah (bol bol veren) Vâsi'dir, Alîm'dir."
(Bakara, 2/261). O bakımdan infak edin, herhangi bir endişeniz olmasın. Rızık
veren Allah'tır. O kullarından dilediğinin rızkını daraltır,
dilediklerininkini ise genişletir; kıyamet gününde dönüş ve varılacak yer
yalnız O'nun huzurudur. O bakımdan ey müminler! Salih amel işleyiniz, siz bunun
semeresini ahiret yurdunda Yüce Allah'ın huzuruna dönüşünüz vaktinde
bulacaksınız.[245]
Kurtubî,
İbni Abbas'dan gelen rivayeti de gözönünde bulundurarak konu ile ilgili en
sahih ve en meşhur görüşün bu kimselerin yurtlarından vebadan kaçmak üzere
çıktıkları görüşü olduğunu söyler. Çünkü İbni Abbas şöyle demektedir: Bunlar
taundan kaçarak çıktılar ve akabinde öldüler. Peygamberlerden birisi Allah'a
ona ibadet etsinler diye o ölenleri diriltmesi için dua etti, Yüce Allah da
onları diriltti. Yine Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre bunlar taundan
kaçarak çıkmışlardır.[246]
Buna
göre bu ayet-i kerimeden bir takım hükümler ortaya çıkmaktadır:
1- Ömürler, mukadderat, belâlar, hastalıklar Allah'ın elindedir.
Bunlara
iman etmek farzdır. Esasında korkunun kadere karşı bir faydası yoktur. Fakat
kader tarafımızdan bilinmediği için insanın çekindiği şeylere karşı koruyucu
sebeplere sarılması, korkulur şeylerden gerçekleşmeden önce sakınması,
tehlikelere karşı uyanık ve dikkatli olması caizdir. Nitekim Yüce Allah,
"Koruma tedbirlerinizi alınız." (Nisa, 4/71) ve: "Ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) diye buyurmuştur. Buna
göre bir musibet ile karşılaşıldığında mümine düşen öncelikle sabretmektir.
Çünkü Peygamber (s.a.), vebanın bulunduğu bir yere girilmesini nehyettiği gibi,
vebanın başgösterdiği bölgeden de -ondan kaçmak arzusuyla- çıkışı
yasaklamıştır. Görüldüğü gibi türlü işlerin gaile ve musibetlerinden sakınmak
isteyen herkesin yapacağı iş, bu taun ile ilgili yapılması istenen işin
aynısıdır. Yüce Allah'ın peygamberinin (salât ve selâm ona) şu buyruğu da
benzeri bir manayı dile getirmektedir: "Düşmanla karşılaşmayı temenni
etmeyiniz. Allah'tan esenlik dileyiniz, fakat onlarla karşılaştığınız takdirde
de sabrediniz."
[247]
Hadis-i
şeriflerin delâlet ettiği mana budur. Lafız Buharî'nin olmak üzere hadis
imamları Âmir b. Sa'd b. Ebi Vakkâs'dan rivayet ettiklerine göre, Üsâme b.
Zeyd'in Sad'a şunu anlattığını zikretmektedir: Resulullah (s.a.) ağrıdan
[248] söz
etti ve şöyle dedi: "Bu, Allah'ın ümmetlerden birisini kendisi ile
azablandır-dığı bir azab veya bir ricz (musibet) idi. Sonra ondan geriye bir
miktar kaldı. Kimi zaman gider, kimi zaman gelir. Her kim onun (vebanın) bir
bölgede olduğunu haber alırsa, sakın onun olduğu o yere gitmesin. Her kimin de
bulunduğu yerde bu veba başgösterirse ondan kaçarak sakın çıkmasın."
Hz.
Ömer ve ashab-ı kiram, Serğ[249]'e
vardıklarında bu ve benzeri hadisler gereğince amel etmişlerdir. ez-Zührî İbni
Abbas'dan şunu rivayet etmektedir: "Hz. Ömer Şam'a (Suriye taraflarına)
çıktı. Serğ'e geldiğinde tacirler onunla karşılaştı ve: Bu bölgede hastalık
vardır, dediler. Hz. Ömer, muhacir ve ensar ile istişare etti. Ona farklı
görüşler beyan ettiler, ;sonunda o dönme kararını verdi. Ebu Ubeyde ona:
Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? deyince; Hz. Ömer ona: Keşke bu sözü senden
başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde, evet bizler Allah'ın kaderinden yine
Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin senin bir takım develerin olsa, sen de
bu develerle bir tarafı oldukça verimli, diğeri ise oldukça kurak iki ayrı
tarafı bulunan bir vadiye varsan; bu develerini otlattığın her iki yerde de
Allah'ın kaderiyle otlatmış olmayacak mısın?" Daha sonra Abdurrah-man b.
Avf gelip şöyle dedi: "Bu hususa dair bende bir bilgi vardır. Ben
Resulullah (s.a.)'i şöyle buyururken dinledim:
"Onun
(vebanın) bir yerde olduğunu işittiğiniz takdirde oraya varmayınız. Sizin
bulunduğunuz yerde bunun başgösterdiğini görürseniz ondan da kaçmak kasdıyla
oradan yıkmayınız." Bunun üzerine Ömer (r.a.) Yüce Allah'a hamdedip
ayrılıp gitti.
Hz.
Ömer'in sözünün anlamı da şudur: Allah'ın kişinin leh veya aleyhine takdir
ettiğinden insan için kurtuluş yoktur. Fakat Yüce Allah, bizlere akıbetinden
korkulacak ve tehlikeli olacak şeylerden bütün gücümüzle sakınmayı emir
buyurmuştur. Eceller tespit edilmiş olduğuna, vaktinden ileri gitmeyeceğine,
geri de alınamayacağına göre, hadis-i şerifte geçen tâûnun görüldüğü yere
girmenin yasaklanması şöyle açıklanır: Bu insan öyle bir yerde ölecek olursa,
herhangi bir şekilde oraya girmeyecek olsaydı ölmezdi, denilmesin diyedir.
2- Savaşın farziyeti:
Yüce
Allah'ın "Allahyolunda savaşın..." buyruğu, -cumhurun görüşüne göre-
Muhammed ümmetine Allah yolunda savaşmaya dair verilmiş bir emirdir. Allah
yolunda savaş ise Allah'ın adının en üstün olması niyetiyle yapılan savaştır.
Allah'ın rızasına giden yollar pek çoktur. O bakımdan ayet bütün bu yollar
hakkında umumidir. İmam Malik der ki: "Allah'ın yolları pek çoktur. Kendisi
için uğrunda ve o yolda savaşılacak pekçok yolu vardır. Bunların en büyüğü ise
din-i İslâm'dır; bu hususta da görüş ayrılığı yoktur."
Burada
hitabın İsrailoğulları'ndan diriltilenlere yönelik olduğu da söylenmiştir ki
bu da İbni Abbas ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir.
Yüce
Allah'ın, "Ve Allah yolunda savaşın." buyruğunda yer alan (baştaki)
"vav" harfi birinci görüşe göre, sözü bütünüyle daha önce geçen
buyrukların hepsine atfeder ve bunun için ayrıca bir takım ifadeleri gizlemeye
(idmâr) ihtiyaç yoktur. İkinci görüşe göre ise bir önceki emre atfetmektedir
ve buna göre bu buyrukta takdiri şöyle olan ve söylenmemiş bir söz vardır:
"Ve Allah onlara: savaşınız, dedi..."
3- Allah yolunda infak:
Yüce
Allah cihadı ve hak yolda savaşı emrettikten sonra, bu uğurda infak-ta
bulunmaya da teşvik etmiştir. Çünkü savaş ve ordu hazırlamanın pek çok
harcamaları gerektirdiği bilinen bir husustur. Allah yolunda infakm ise çok büyük
bir sevabı vardır. Hz. Osman'ın Ceyşü'l-Usra'yı (zor şartlarda gazaya çıkan
Tebûk ordusunu) ihtiyaçlarını karşılayıp donattığı gibi.
[250]
İbni
Ebî Hatim, Abdullah b. Mes'ud'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce
Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir?" ayeti nazil
olunca, En-sar'dan olan Ebi Dehdâh: Ey Allah'ın Rasulü, Yüce Allah bizden ödünç
istiyor, öyle mi! dedi. Hz. Peygamber: Evet, ey Ebi Dehdâh, deyince şöyle dedi:
Bana elini göster ey Allah'ın Rasulü. (Abdullah b. Mes'ud) dedi ki: Resulullah
(s.a.) ona elini uzattı. Ebi Dehdâh dedi ki: Ben aziz ve celil olan Rabbime
bahçemi ödünç veriyorum. O bahçede 600 tane hurma ağacı vardı. Ümmüddehdâh çocukları
orada kalıyordu. (Abdullah b. Mes'ud) devamla dedi ki: Ebi Dehdâh ve hanımına:
Ey Ümmüddehdâh! Oradan çık, ben bu bahçeyi Aziz ve Celil olan Rabbime ödünç
verdim." dedi.
4- Borcun edası:
Kişinin
alanın borcu ödemesi icabeder. Çünkü Yüce Allah, Allah yolunda infak eden
kimsenin bu infakının Allah nezdinde zayi olmayacağını, aksine kesinlikle
bunun sevabını vereceğini beyan buyurmaktadır: Ancak bu karşılığın ne olacağını
müphem bırakmış, açıklamamıştır. Rivayet edilen bir hadiste de şöyle
denilmektedir: "Allah yolunda yapılan infak, yediyüz katı veya daha fazlası
ile verilir."
5- Karzın (borç vermenin) sevabı:
Borç
vermenin sevabı büyüktür. Çünkü borç vermek suretiyle müslüma-nın darlığı
genişletilir ve rahatlatılır. İbni Mace Sünen'inde Enes b. Malik'in şöyle
dediğni rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Isra gecesinde
cennet kapısı üzerinde şöyle bir yazı gördüm: Sadaka on kan ile, karz (borç>
onsekiz katı ile (mükâfat) görür. Bunun üzerine Cebrail'e dedim ki: Neden borç
sadakadan daha faziletlidir? Bana şöyle dedi: Çünkü dilenci yanında bir şeyler
olduğu halde dilencilik yapar, borç isteyen ise ancak ihtiyacı dolayısıyla borç
alır."
[251]
Para
borç alan bir kimsenin aldığı borcun mislini ödemesi gerekir. Nakit paranın,
yiyeceklerin, hayvanların borç verilmesi caizdir Müslümanlar borç verilirken bu
borcun iadesinde bir fazlalığın şart koşulmasının -tek bir habbe (tane) olsa
dahi- faiz olacağı üzerinde ıcma etmişlerdir. Ancak ifade ile şart ko-şulmadığı
ve örfen de şart kabul edilmeyen bir şekilde kişinin aldığı borcu fazlasıyla
iadesi caizdir. Çünkü böyle bir şey ma'rûf kabilindendır. Buna delil ise
Buharî, Müslim ve diğer hadis imamlarının eserlerinde yer alan Ebu Hurey-re'nin
hadisinde yer alan şu ifadedir 'Sizin hayırlılarınız borçlarını) en güzel
şekilde ödeyenlerinizdir."
Malik'in
görüşüne göre ise borç alan kimsenin borç aldığı kimseye hediye vermesi caiz
olmadığı gibi; borç verenin de bu hediyeyi kabul etmesi helâl değildir. Bundan
istisna ise sünnet-î seniyyede varid olduğu üzere, borç alıp veren arasında
böyle bir işin adet 'alışkanlık) olması halidir. Ibnı Mace'nin rivayetine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz kardeşine bir borç
verecek olursa, o da ona bir he-d.:-*- : erse yahut onu bineği nzennde taşısa,
hediyeyi kabul etmesin, bineğine b:r."-.€s:n. Meğer ki daha önce z-.nı şey
ikisi arasında cereyan etmiş olsun."
Irzın
karzı veya tasadduku caiz mıdır? Yani bir kimse kendisine sövüldü-ğü takdirde
bir hak almayıp sövene bir ceza da uygulatmasa ve Kıyamet günü bu şekilde ecre
nail olmak istese; işte bunun ile ilgili iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu
caizdir. Ebu Dam dam'm M^s'.ım'de yer alan Resulullah s.a. tan rivayet ettiği
şu hadis bunu gösteriyor "Sizden herhangi bir kimse Ebu Damdam gibi
olmaktan aciz midir? O evinden çısnğı vakit: Allahım, ben kullarına ırzımı
tasadduk ediyorum, derdi."
Ebu
Hanife de -İmam Malik "ten de rivayet edilmiştir- şöyle der: Irzın tasadduku
caiz değildir, çünkü bu yüce Allah'ın bir hakkıdır. Hz. Peygamber de sahih bir
hadiste şöyle buyurmuştur: jrBirbirlerinize kanlarınız, mallarınız ıe
ırzlarınız haramdır."
[252]
246-
Musa'dan sonra İsrailoğulları'nm ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar
kendi peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım"
demişlerdi. O da: "Şayet savaş üzerinize farz kılınır da
savaşma-yıverirseniz?" demişti. Onlar: "Hem yurdumuzdan çıkarılmış,
hem de evlâtlarımızdan edilmişken Allah yolunda niye savaşmayalım?"
demişlerdi. Fakat onlara savaş yazılınca içlerinden pek azı müstesna yüz
çevirdiler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
247-
Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar olarak
göndermiştir" dedi. Onlar da: "Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık
iken üstelik ona maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim
başımıza hükümdar olur?" dediler. "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize
seçmiştir. Ona ilimce de, vücutça da bir üstünlük vermiştir" dedi. Allah
mülkünü dilediğine verir, Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
[253]
"Görmedin
mi?" bir istifhamdır. Yani sana ileri gelenlerin -el-mele' eşraf topluluğu
veya kavim demektir- bilgisi sana ulaşmadı mı? İleri gelenlere "mele"
denilmesinin sebebi bir araya geldikleri takdirde gözleri korku ile doldurmaları
dolayısıyladır. (Mele*, doldurmak anlamına gelen "Mel" kökündendir.
Sözü geçen "peygamber" ise Şemuvil'dir. Bu ise Samuü'in
Arapçalaşmışıdır. Söz birliğimiz gerçekleşsin ve anlaşmazlıklarda kendisine
başvuralım, diye Allah yolunda kendisi ile birlikte savaşacağımız "bir
hükümdar gönder" tayin et!
"Savaşmayıverirseniz?"
buyruğundaki sorudan kasıt, beklenenin olacağına dair bir tesbit ve bir
takrirdir (yani onlara bunu söyletmektir). Yüce Allah'ın, 'İnsan üzerinden uzun
bir süre geçti mi?" (İnsan, 76/1) buyruğunda olduğu gibi, burada da
istifhamın (sorunun) anlamı takrirdir.
"Niye
savaşmayalım?" yani savaşı terketmemize sebep ne olabilir? Onu
terketmekten maksadımız nedir? "Hem yurdumuzdan çıkarılmış, hem de evlâtlarımızdan
edilmişken" yani çocuklarımız esir alınmış ve öldürülmüşken. Bunu onlara
Câlût kavmi yapmıştı. Yani savaşı gerektirici sebeplerle birlikte ona mani
hiçbir şey de yoktur. Çünkü Câlût kavmi, Mısır ile Filistin arasında Akdeniz
kıyılarında yerleşikti, 440 kişi esir almışlardı.
"...
içlerinden pek azı müstesna" Talût ile birlikte nehrin karşı tarafına geçen
azınlık dışında "yüz çevirdiler." savaştan kaçındılar ve korktular.
Denildiğine göre bunların (yani azınlığın sayısı) Bedir'e katılanların
sayısınca 313 kişi idi.
"Allah
zalimleri çok iyi bilendir." Bu savaşmayıp oturmaları ve cihadı
ter-ketmeleri sebebiyle Allah tarafından onlara yapılan bir tehdittir. Allah
onların cezasını verecektir. Peygamber Rabbinden hükümdarın gönderilmesi
dileğinde bulundu, o da onun bu dileğini Tâlût'u göndermek suretiyle kabul
buyurdu.
"Biz
hükümdarlığa ondan daha lâyık iken... nasıl olur da..." Bu soru, onun
başlarına hükümdar olmasını bir inkâr (redj ve onu zor bir ihtimal gördüklerinin
ifadesidir. Çünkü o ne hükümdarların geldiği koldan ne peygamberlerin geldiği
koldandır. Talût ya deri tabaklayan biri veya çoban bir kimse idi. "Üstelik
ona maldan da bir bolluk verilmemişken..." yani nasıl bize hükümdar olur,
o hükümdarlığı hak etmemektedir, çünkü hükümdarlığa daha layık olanlar vardır
ve üstelik o fakirdir. Halbuki hükümdarların kendisine güç verecek malı mülkü
olmalıdır. Bu sözü söylemelerinin sebebi, peygamberliğin Yakuboğlu Lâ-vî
kolundan, hükümdarlığın ise Yahuza kolunda oluşu idi. Tâlût ise bu iki koldan
birisine mensup değildi.
Tâlût
kelimesi uzunluğu dolayısıyla kendisine lakab olarak verilen Şa-vu'dan
Arapçalaştırılmıştır.
"Üstelik
ona maldan da bir bolluk verilmemişken" kendisi ile hükümdarlığını ayakta
tutmak üzere istifade edeceği malı yokken, "üzerinize seçmiştir."
Hükümdarlık için seçmiştir. "Ona ilimce de vücutça da bir üstünlük vermiştir."
İsrailoğulları'nın o gün içerisinde en bilgilileri, bedenen en güzel ve
kusursuz olanıydı. Vücutça genişlik, iri-yan ve uzun boylu olmak demektir.
Zahiren anlaşıldığına göre, ilimden kastedilen muhtaç oldukları savaş
bilgisidir. Dinî bilgiler ve diğer hususlarda da en bilgili olması mümkündür.
Buna göre hükümdarlığın esasları olan bilgi ve güçlülük onda vardı. Çünkü
cahil, kendisi ile alay edilen ve kendisinden yararlanılamayan bir kimsedir.
İriyarı bir kimse ise ruhları daha bir etkileyicidir, kalplere daha çok heybet
verir.
[254]
el-Bikâî
der ki: İsrailoğulları'nın sonu bu kıssa ile olmuş olabilir. Çünkü burada
Resulullah (s.a.) risaletinin sıhhatine dair gayet açık bir delâlet vardır.
Ayrıca
bu, ancak İsrailoğulları'nın ileri derecedeki ilim adamlarının bildiği şeyler
arasındadır.
[255]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimelerdeki hakkın himaye edilmesi, ümmetin izzet
ve şerefinin korunması için teşrî' buyurulan savaşın hikmetini beyan ettikten
sonra, burada da zorla yurtlarından çıkarılan, evlatlarından edilen
İsrailoğullan'ndan bir topluluğun kıssasını beyan etmektedir. Nitekim bundan
önceki kıssada sözü geçenler korkaklıkla yerlerinden çıkartılmışlardı. Bu
kıssanın, özetle sunulan önceki kıssada anlatılanları genişçe açıklamak üzere
geldiğini görüyoruz.
Bu
ayet-i kerimelerden gözetilen hedef, müminlere savaşın önceki ümmetlerden de
istenen meşru' bir şey olduğunu kendilerine has özel bir hüküm olmadığını
beyan etmektir.
[256]
Hz.
Musa'dan sonra Hz. Davud döneminde vuku bulan İsrailoğullan'ndan bir topluluğun
kıssasına dair bilgi sana ulaşmadı mı? Onlar peygamberlerine -ki bunun Samuel
olduğu söylenmiştir-: Savaşmak ve söz etrafında birleşmek üzere bize bir
kumandan seç, demişlerdi. Çünkü bizler düşmanlarımızı kovmak ve gasbedilmiş
haklarımızı geri almak üzere karar vermiş bulunuyoruz. Şüphesiz düşmanların
ülkeden kovulması Allah yolunda bir savaştır. Nitekim Yüce Allah: "Allah
yolunda savaş." (Nisa, 4/84); "Münafıklık yapanları açığa çıkarsın
diye idi. Onlara: Gelin, Allah yolunda savaşın yahut savunma yapın, denildiği
vakit..." (Al-i İmran, 3/167) diye buyurmaktadır.
Fakat
peygamberleri onları tanıdığı, onları daha önce denediği için şöyle demişti:
Üzerinize farz kılındığı takdirde savaştan uzak kalacağınızı zannediyorum.
Ancak onlar kendisine: Savaşı terketmemize ne sebep olabilir ki? Bizler
yurtlarımızdan, vatanlarımızdan edilmiş, çocuklarımız elimizden alınmış ve
onlardan ayrı kalmış bulunuyoruz.
İstedikleri
şekilde savaş kendilerine farz kılınınca, Tâlût ile birlikte nehri aşan pek azı
dışında, cihaddan geri kaldılar, korktular, yüz çevirdiler, türlü mazeretler
ileri sürdüler. Fakat Yüce Allah ümmetlerini, vatanlarını savunmak,
gasbedilmiş haklarını geri almak üzere Allah yolunda cihadı terkettikleri için
kendi kendilerine kötülük eden ve böylelikle de dünyada zelil olup ahirette de
azaba uğratılacak kimseleri çok iyi bilir.
Daha
sonra KuVan-ı Kerim İsrailoğulları'nın yaşlı ve akıllı kimseleriyle
peygamberleri Samuel arasındaki tartışmayı açıklamaktadır. İsrailoğulları
peygamberlerinden kendilerine bir hükümdar seçmesini istemişlerdi. Çünkü
Filistinliler kendilerine baskı kurmuş onlardan çok sayıda kimseleri öldürmüş,
Rabbin ahdi olan Tabût'u almışlardı. Halbuki önceden bu Tabut sayesinde düşmanlarına
karşı zafer ve fetih talebinde bulunuyorlardı.
Peygamberleri
onlara hükümdarların zulümlerinden sakınmalarını söyledi ve bu hususta onları
uyardı Onlar ise ısrar ettiler. O bakımdan Tâlût (Saul)'u onlara hem hükümdar
hem de ter savaş komutanı olarak seçti.
Ona
şöyle dediler: Nasıl o h-se hukumdar olabilir? O böyle bir hükümdarlığa lâyık
değildir. Çünkü Tâlût ne rıuk-jindarlar ne de peygamberler soyundan-dır.
Hükümdarlık Hz. Yakubun caeîu Yehuza (Yehuda) kolunda idi. Davud ve Süleyman
(ikisine de selâm cfeir da onlardandı. Peygamberlik ise Hz. Ya-kub'un oğlu
Lâvî'nin soyunda ıdı szz.. Musa ve Harun'da onlardandı. İşte ortada
hükümdarlığa ondan daha lâyık c—r.,seler de vardır. Talut ise malı bulunmayan
fakir bir kimsedir. Yönetme r^rune sahip değildir. Ancak böyle bir iddia
hükümdarlığa dair vehme dayai: rcr şart ve hükümdarlığın miras alınan bir hak
olduğu şeklindeki yanlış kasaa-ijerden ileri gelmekteydi. Onlara göre hükümdarlık,
hükümdarların yahut scyl^lann çocuklarından başkasına ait olamazdı. Ancak bu
şekilde olursa, 7nsa;-.',=- hükümdara boyun eğerdi. Onların: "Nasıl olur
da bizim başımıza hiJa^ndz' olur..." şeklindeki sözleri, Allah'ın emrine
karşı bir çeşit inatlaşma ve -asmien uzaklaşmadır. Aslında İsraüoğul-ları bunu
hep yaparlardı.
[257]
Peygamberleri
onlara şöyle denişti Allah onu size hükümdar olarak seçmiştir. Allah ancak
sizin için hayırlı raLa~- seçer. Size yalnızca itaat ve O'nun bu tercihine
boyun eğmek düşer. Hüktacuâarlığın asıl esasları onda bulunmaktadır ki: Fıtrî
istidad ve işleri çekip çevirme ûe ılgiı geniş bilgi ve marifet ile güçlü
kuvvetli bir beden, sağlıklı bir fikir, occncasını kabul ettirmek için gerekli
olan kabiliyetler, bu işe uygunluğu dolayısıyla Y-jee Allah'ın kendisine ihsan
edeceği başarı. İşte Yüce Allah'ın, "Allah mzû.iz.r.^ işediğine
verir." buyruğu ile kastedilen de budur. Yani mülk esasen Onîziıijzr. bu
konuda kimse O'nunla tartışamaz. O mülkü dilediği kimseye ve ticirjiîrlığa
elverişli olanlara verir. Allah'ın hükmüne itiraz olmaz. Kullanın •: :nlara
uygun düşeni Allah sizden daha iyi bilir, neye layık olduklarını daha ~
"rılır. Allah Vasî'dir, Alîm'dir. Yani tasarruf ve kudreti geniş olandır.
Ohzzl kudret ve tasarrufunun genişliğine sınır olmaz. Lütuf ve bağışı da geniş
olandır Dilediğine genişlik verir, fakir olanı zengin kılar. Hikmet ve
maslahatın ne :1e gerçekleşeceğini çok iyi bilendir. Neyin kurtuluşa, zafere
götürdüğünü ve hujr_~âarlığa kimi seçeceğini en iyi bilendir.
[258]
İsrailogulları
arasında cerayan etsus :lan bu kıssa savaşa teşvik için söz konusu edilmiştir.
Bu kıssadan aşağıdaki neti reler çıkmaktadır.
1- Allah yolunda cihad etmek ruhi. ahlâk: ve ilmi açıdan hazırlıklı
olmayı, bu konuda bilgi ve yeterlilik sahibi olma)-; cesaret ve kahramanlığı;
gerçek bir kararlılığı ve fedakârlığı; ilkeler, şeref ve haysiyet yolunda
gerektiğinde candan geçmeyi gerektirir.
İsrailoğullan
manevî açıdan zafiyetleri, zihinlerinin bulanık, gönüllerinin dağınık,
niyetlerinin gevşek, imanlarının zayıf olması üstelik hiçbir fedakârlığı
göze
almaksızın içlerinde yer etmiş olan mutlu ve huzurlu bir hayat sürme arzusu
dolayısıyla bunun için gerekli şartlara sahip değildi.
Halbuki
savaş, onların gasbedilmiş haklarının geri alınması, sömürgecilerden,
işgalcilerden, baskı kuran düşmandan ülkenin temizlenmesi, bütün çaba ve
gayretlerin üstünlük, keramet, şeref, haysiyet, başarı ve galibiyet ile
taç-landınlması gibi, en üstün emel ve arzularını gerçekleştirebilirdi.
2- Hükümdarlık veya yönetim miras yoluyla ya da zenginlikle elde edilmez.
O yeterlilik, bilgi, beceri, güçlü şahsiyet ve kararlı bir irade ile gerçekleşir.
İbni Abbas der ki: Tâlût o gün için İsrailoğullan arasında en bilgili, en yakışıklı
ve en eksiksiz bir yaratılışa sahipti. Düşmanın kalbine heybet verecek şekilde
iri-yarı bir cüsseye sahipti. Uzunluğu dolayısıyla ona Tâlût denildiği de
söylenmiştir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Tâlût'un hükümdarlığa seçiliş gerekçesini
insanın en büyük servetini teşkil eden bilgi genişliği ile savaşta kendisine
yardımcı olan, düşmanla karşılaşıldığında kendisine üstünlük sağlayan
bedenen
güçlü oluşu şeklinde açıklamaktadır.
Buna
göre ayet-i kerime imamın (devlet yöneticisinin) niteliklerini ve durumlarını
açıklamaktadır. İmamlığa ilim, dindarlık ve güç ile hak kazanılacağını, soy
sop ile buna hak kazanılmayacağını ifade etmektedir. Bilgi ve ahlakî faziletler
soy soptan önce gelir. Çünkü Yüce Allah bilgisi ve gücü sebebiyle -ne-seb
itibariyle onlar daha soylu olsalar dahi- onu başlarına hükümdar olarak
seçtiğini haber vermektedir.
Yüce
Allah'ın, "Allah mülkünü dilediğine verir." buyruğu Yüce Allah'ın insan
hayvan, canlı, cansız kâinatta bulunan her şeyin mutlak maliki olduğunu
göstermektedir. Çünkü dünya mülkünün ayet-i kerimede Yüce Allah'a izafe
edilmesi, esasen mülk olan bir şeyin mutlak melik olana izafesidir. Yine ayet-i
kerime herhangi bir insana hükümdarlık veya yöneticiliğin verilmesinin insanlar
lehine hayırdan başkası sâdır olmayan Allah'ın iradesi ve meşieti ile olduğunun
delilidir. O insanların yararına olmak üzere gereken yeterliliğe sahip olanları
seçer.
3- Ümmette hayır bitip tükenmez. Çoğunluk cihad farzını yerine getirmekten
yüz çevirecek olsa dahi, azınlık bir grup vesilesi ile onların üzerinde hayır
bütünüyle hiçir zaman eksilmez. Hayırlı kimseler azınlıkta olup çoğunluğun
bilmediği, farkına varmadığı hakikatleri bilir. Allah da onlara hayır zalimlere
ise hak ettikleri azabı verir.
[259]
248-
Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o
Tâbût'un gelmesi olacaktır. İçinde Rabbinizden bir sekînet ve Musa ile Harun'un
aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır. Melekler onu yüklenerek
getireceklerdir. Eğer iman etmiş kimseler iseniz elbette bunda sizin için bir
ayet vardır.
249- Talût ordusuyla ayrıldığı zaman: "Allah
sizi bir nehirle imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle
bir avuç alanlar dışında, kim onu tatmazsa o bendendir." dedi. Fakat
içlerinden pek azı dışında içtiler. Nihayet o yanındaki müminlerle beraber
nehri geçtiklerinde: "Bugün bizim Calût'a ve ordusuna karşı dayanacak
gücümüz yoktur" dediler. Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise: "Nice
az bir topluluk, daha çok bir topluluğu Allah'ın izniyle yenilgiye
uğratmıştır. Allah sabredenlerle beraberdir." dediler.
250- Calût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman
dediler ki: "Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve
kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."
251-
Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud da Calût'u öldürdü,
Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi, ona dilediği şeylerden öğretti.
Eğer Allah insanlardan bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savma-saydı,
yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, alemler üzerine büyük bir lütuf
sahibidir.
252-
Bunlar Allah'ın ayetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz. Muhakkak sen
gönderilmiş peygamberlerdensin.
"Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır." buyruğunda temsili bir istiare vardır. Allah
onların, üzerine sağnak sağnak sabır yağdırması sırasındaki durumlarını, bütün
vücudun üzerine dökülen suyun durumuna benzetmektedir.
[260]
"Tâbut"
içinde Tevrat'ın muhafaza edildiği sanduk'a demektir. Rivayet edildiğine göre
altın ile kaplı ahşaptan yapılmıştı. Amelikalılar bunu almış, sonra
düşmanlarına karşı onun vasıtasıyla zafer kazanan ve önden gönderip de
kendisiyle huzur ve sükûna eren İsrailoğullarına geri vermişlerdi. Nitekim Yüce
Allah: "İçinde Rabbinizden bir sekinet" yani kalpleriniz için bir
huzur ve sükûn "...vardır." demektedir. Daha sonra bu Tabutu
Filistinliler, İsrailoğulları'na karşı zafer kazandıkları sırada ele
geçirdiler. İsrailoğulları peygamberleri aynı zamanda da kadı-hakimleri olan
Samuel'den kendilerine bir hükümdar göndermesini istediklerinde Talût'un beraberinde
onun hükümdarlığının bir alâmeti olarak Tabut'u da gönderdi.
"Terikesinden
arta kalan" arta kalanlardan kasıt Tevrat levhalarının parçaları, Hz.
Musa'nın asası, ayakkabısı, Hz. Harun'un sarığı ve İsrailoğulları'na indirilen
Selvâ'dan bir kafîzlik bir miktardı.
"Eğer
iman etmiş kimseler iseniz" melekler bu Tabutu onların gözleri önünde semâ
ile arz arasında taşıdı. İsrailoğulları da onun hükümdarlığını kabul etti ve
hemen cihada koşuştular. Talût onların gençleri arasından yetmiş bin kişi seçti.
"Talût
ordusuyla ayrıldığı zaman" yani bulunduğu şehir olan Beytül-Mak-dis'den
askerlerle birlikte Amalikalılarla savaşmak üzere çıktığında; havanın sıcak
oluşundan dolayı ondan su istediler. "Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir...
dedi." İmtihan (ibtilâ): Sınamak ve denemek demektir. "Nehir"
Filistin ile Ürdün arasında idi. Sınama itaat edenle isyan edenin ortaya
çıkması için bu nehrin suyundan içmek şeklinde idi.
"Kim
ondan içerse benden değildir." bana uyacaklardan, yardımcı olacaklardan
değildir. "Bir avuç" avuçlandığı esnada avucu dolduracak kadar miktar
"alanlar dışında." İçilmeye müsaade edilen miktar sadece bir avuç
idi, daha fazlası değildi.
"Yanındaki
müminlerle birlikte nehri geçtiklerinde" bunlar ise yalnızca bir avuç
içmekle yetinenler olup 310 küsur kişi idiler."bugün bizim Calût'a ve ordusuna
karşı dayanacak gücümüz yoktur" onlarla savaşamayız. "dediler."
Bu şekilde korkuya kapıldılar ve nehirden su içenler suyu aşmadılar.
"Calût
ve askerlerine karşı çıktıkları zaman" onlarla savaşmak üzere ortaya
çıkıp saf saf dizildiklerinde... "dediler ki: "Rabbimiz! Üzerimize
sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver" cihad etme gücünü ver ve düşmana
karşı dururken bizi sarsma. "Derken Allah'ın izniyle" iradesiyle
"onları bozguna uğrattılar" güçlerini kırdılar. "Davud da
Calût'u öldürdü." Davud o zaman Talût'un askerleri arasındaydı. Adı Davud
b. Yessî idi. Kendisi aslında koyun çobanıydı, yedi kardeşi vardı ve en
küçükleri idi.
"Allah
da ona" yani Davud'a İsrailoğulları arasında hükümdarlığı ve hikmeti,
Samuel ve Talût'un ölümünden sonra "peygamberliği verdi." Hz.
Da-vud'dan önce kimseye aynı zamanda hem hükümdarlık hem peygamberlik verilmemişti.
Zebur ona nazil olmuştur. Nitekim Yüce Allah: "Ve Davud'a Zebur
verdik." (Nisa, 4/164); "Ve ona dilediklerinden öğretti."
(Bakara, 2/251) diye buyurmaktadır. Burada sözü geçen öğrettikleri şeylere
misal, zırh yapımıdır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Ona sizin için giyecek yapma sanatını öğretti ki. savaşlarında sizi
korusun diye." (Enbiya, 21/80) Ona kuş dili de öğretilmişti. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve bize kuş dili öğretildi." (Nemi,
27/16) Anlaşmazlıkları güzel bir şekilde hükme bağlamak ve sonuçlandırmak da
onun özelliklerindendi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ona hikmeti ve
hakkı batıldan ayırıcı söz söylemeyi vermiştik." (Sâd, 38/20 .
"...yeryüzü
muhakkak fesada uğrardı." müşriklerin galip gelmesi, müslu-manların
öldürülmesi ve mescidlerin tahrib edilmesi ile. "Fakat Allah alemler
üzerine büyük bir lütuf sahibidir." Ve bundan dolayı onların kimisini
kimisi :1e savdı.
[261]
İsrailoğullarmın,
peygamberlerine karşı işi zorlaştırmak, aşırılık ve maddî bir takım talepler
ihtiva eden tavırları vardı. Bu tavırlardan birisi burada s:z konusu
edilmektedir. Onlar kendilerine Talût'un hükümdar olarak seçilmesin; kabul
etmemiş ve bu noktada inatlarını aşırıya götürmüşlerdi. Peygamberler: onlara
şöyle dedi: Onun size hükümdar ve komutan olarak seçilişinin doğrjl--ğuna dair
maddi bir delili de vardır. Bu delil Tabut'un geri dönmesidir Ti-bût'un onlar
nezdinde dini bir kıymeti vardı). Bu -özellikle de siz bu Tâlûr'u savaşlarınızda
bir sembol, bir sancak ve bir koruyucu olarak önden götürc-îr--nüz sırada-
sizin kalplerinizin huzur ve sükûnunu gerçekleştirir, vicdanlaz-^ı:-zı,
ruhlarınızı rahatlatır. Yine bunda Musa ve Harun ailelerinin geriye
bcr-k-tıkları bir takım hatıra eşyalar da vardır. Bunlar Tevrat levhalarının
parçaİEr_ Musa'nın asası, Tevrat'tan bazı bölümler ve ilim adamlarının Hz. Musa
zj& Hr Harun'un tabilerinden miras aldıkları bir takım şeyler vardır.
Peygamberin
onlara: Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar :iL^ni göndermiştir, diye
söylemiş olması, ancak vahiy ile olabilecek bir iştir ~—-*-r bunlar
peygamberlerinden Allah yolunda savaşacak bir hükümdar tsyrr «ilmesini
istemişler, Peygamber de onlara Allah'ın böyle bir hükümdarı ksaüsn-ne
gönderdiğini bildirmiştir.
"Melekler
şerefini artırmak ve ona ikramda bulunmak üzere Tabdî"^ Ti-lût'a taşıyıp
getireceklerdir. Tabut'un gelişinde veya geri dönüşünde Allah'ın size
inayetinin bir delili, Talût'un size bir komutan seçildiğinin bir belgesi
vardır Bundan maksat ise Talût'un sizin işlerinizi çekip çevirmesi düşmanların
ıra karşı muzaffer olacağınızdır. Artık eğer Yüce Allah'a samimi olarak iman
eden kimseler iseniz, onu desteklemek ve onun hükümdarlığına razı olmanız lazımdır."
İnsanlar
Talût'un komutanlığı etrafında halkalamp toplandılar. O da gençleri arasından
yetmiş veya seksen bin kişi seçti. Hava oldukça sıcaktı. Savaş konusundaki
samimi niyetlerini bilmek üzere bir yolla onları sınamak istedi.
Şehirden
çıktıklarında onlara şöyle dedi: -O sizi en iyi bilen olmakla birlikte-
düşmana doğru yol alırken karşımıza çıkacak bir nehir ile sizleri sulayacaktır.
O nehirden kim içerse bana uyan ve bana yardım eden kimselerden olmayacaktır.
Kim onun tadına bakmazsa, o benimle birlikte olacaklardan ve benim
yardımcılarımdandır. Aynı şekilde boğazını ıslatacak ve bir parça susuzluğunu
giderecek kadar bir avuç su içen de benimle beraber olacaktır.
Bu
sınamanın sonucu şöyle oldu: Dinlerinde ihlâs sahibi pek az kimse dışında,
hepsi o nehirden içtiler. Gerçekte hayır ise bu azıcık gruptaydı. Çünkü bunlar
samimi imanları, sarsılmaz kararlılıkları sayesinde, sayıca pek çok olan bir
kalabalığın yapamadıklarını yaparlar.
Tâlût
kendisine itaat edip kendilerine yasak kıldığı şey hususunda muhalefet etmeyen
o samimi müminlerle birlikte nehri aştıktan sonra ordusundan bir kısmı -Calût
ve askerlerinin çokluğunu, araç ve gereç itibariyle kendilerinden
üstünlüklerini görmeleri üzerine- şöyle dediler: "Bizim bu insanlara karşı
savaşma gücümüz yoktur. Bunlar Calût ve askerleridir. Onlara galip gelme umudu
şöyle dursun, biz onlara güç yetiremeyiz." Rablerinin huzuruna çıkacaklarını,
ahirette amellerinin karşılıklarını göreceklerini bilen, buna inanan ya Allah
yolunda şehadet ya da düşmana karşı muzaffer olmak şeklindeki iki güzel
sonuçtan birisini bekleyen sayıca az müminler ise onlara şu şekilde cevap vermişlerdi:
"Düşmanların çokluğu sizi aldatmasın. Sayıca pek az nice topluluk vardır
ki, imanının kuvveti ve Allah'ın iradesi ile sayıca çok olan toplulukları yenik
düşürmüştür. Allah'ın desteği ve yardımı sabredenlerle beraberdir."
Talût
ve beraberinde bulunan müminler topluluğu Filistinli düşmanları olan Calût ve
askerlerine karşı çıkıp onların sayıca pek çok, silahça oldukça güçlü
olduklarını görünce Yüce Allah'a sığınıp dua etmeye koyuldular. Tıpkı sıkıntı
zamanlarından mihnetin zorluğu esnasında, Allah'tan başka sığınacak bir yer
bulamayan, korkuya kapılmış, zor şartlar altındaki mümin gibi. Dualarında
şöyle diyorlardı: "Rabbimiz üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver
ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" Yani Sen bize sabretmeyi ilham
et. Savaş esnasında ruhlarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize gerçek bir
zafer ihsan eyle. O kâfirler puta taparlar. Dünyayı severler ve kalpleri batıl
düşüncelerle dolup taşar.
Allah
onların duasını kabul buyurdu. Sayıca az olan topluluk Allah'ın izniyle,
kalabalık olan topluluğu bozguna uğrattı. Güçlü genç bir delikanlı olan Hz.
Davud ise, Filistinlilerin güçlü kuvvetli Calût'unu teke tek dövüşmede öldürdü.
Ona sapanı ile bir atış yaptı, attığı taş başına isabet etti, onu yere düşürdü.
Daha sonra ona yaklaştı, kılıcını aldı, başını kendi kılıcıyla kopardı. Bu başı
getirip Talût'ım önüne t>*ı» lwwj£akle Calût'un askerten t» :ca uyanlar
bozguna uğradı.
Bunun
sonucunda DaTtui »m—mr- t-üinda ün kazandı. larmkse^lların^z mülkünü miras
olarak aldı. Alsa» 4m «u :<eygamberlik verdL Oma Zanur- erdirdi, ona zırh
yapma sanatum, kam mmnmı im bilimlerini
ve
güzel
bir şekilde sona erdirme Myâşgajm. meretti. Nitekim Yüce AJhû. «ctjs
he-yurmaktadır: "Onun mülkümü dr gma^kmua.---* Ona hikmeti ve hakkı
mammamm. ayırıcı sözü verdik." (Sâd, 3&'2Oı Omâtam. bl:-i bir arada
hem hnlnîTnrianryit Imiıt peygamberlik kimseye verilmanaBL. Çmmc*. geçmişte
İsrailoğulları'nutt jmr «jl-kümdarı ve bir peygamberi olurim. Mu. jjb'"«
i'dan önceki peygamber hükümdar ise Talût'tu; vefat erakbm. mm zer ikisi de hem
hükümdartık- jiebıl peygamberlik Hz. Davud'a verüdi.
Daha
sonra Yüce Allah, savasn •nimetini açıklamaktadır. Kz Adem'in çocukları
birbirleriyle çarpıştıklarındır ca yana savaş her devıroe toplumsal bir
gerçektir. Habil, Kabil'i öldünnâsnir Savaşın bir takım zarar ve tehlikeleri
olduğu gibi bir takım fayda ve hayn-Lair z^. vardır. Şayet Yüce Allah adalet,
ıslah ve hayır ehli vasıtasıyla, azgın,'-'*- v« kirolük sahibi kimseleri
bertaraf etmemiş, bir cemaatı ötekine musalkî 't-rT-js-rnıg olsaydı, fesad ehh
galip gelir, yeryüzü fesada boğulur, anarşi geafck ar hal alır, zulüm egemen
olur. Allah'ı anmak için yapılmış ibadet yerlen yıkirr-SL. Fakat Yüce Allah
bütün insanlar üzerinde büyük lütuf sahibidir, onlara karş pek merhametlidir.
Yüce Allah zalime, o zalimi helak edecek kimseleri iDisaıîLi-: eder. Batıl
ehlini hak ordusu ile bertaraf eder. İşte bu, O'nun lütuf ve raisanarcrıır:
tecellisidir. Bir diğer zalim ortaya çıktığı vakit şanı Yüce Allah uyçıan inr
12.—anda insanları o zalimin elinden kurtaracak bir kimseyi gönderir, işti re
sekide Yüce Allah peygamberlerini gayb ile zafere ulaştırır, onlara yaninsac
ıtzr Dilediği nihai sonucu belirleyecek anda da bu peygamberin yardımGÛarsaa
îestek verir.
Ya
Muhammed! İşte bunlar, sana akams^rraz Allah'ın ayetleridir, sana öğrettiğimiz
geçmişlere dair kıssalardır re ses. ztzzları bilmiyordun. Çünkü sen ümmî bir
peygambersin. Böylelikle banlar secen peygamberliğinin doğruluğuna,
risaletinin sıhhatine bir delildir. Sema çaçcsşr: olan kimseler bu belgelerle
ikna olsunlar ve çağlar boyunca gelecek riLar: ber^r. nesiller de bu risaletini
tasdik etsinler. Bu kıssalar her dönemde msanîarr: yararlanabileceği bir ibret
ve bir öğüttür. Nitekim Yüce Allah şöyle bnynrmıaki&iir: 'Gerçekten onların
kıssalarında kâmil akıl sahipleri için bir ibret r«xrccr Si. oydurulan bir söz
değildir. Fakat kendisinden önce olanı doğrulayıcı z*e her .teyzr, bir
açıklamasıdır, iman edecek bir topluluk için de bir hidayet ve bir
rakrnetar." Yusuf, 12/111).
[262]
İsrailoğulları
Hz. Musa'dan sonra Filistin'e gelenilerinden itibaren 356 yıl boyunca
hükümdarsız kalmışlardır. Bu dönem zarfında Araplardan olan Amalikalılar gibi
Medyen halkı, Filistinliler ve onların dışında kalan bir takım toplulukların
hücumlarına maruz kaldılar. Kimi zaman kendileri galip geliyor, kimi zaman
mağlup oluyorlardı.
Kâhin
Ali dönemindeki 4. yüzyıl ortalarında İbranîler Gazze yakınlarında Üşdûd
sakinleri olan Filistinlilerle savaştılar. Filistinliler onları yenik düşürdü
ve onlardan "Ahid Tabûtu"nu aldılar. Bu ise Tevrat'ın yani şeriatın
bulunduğu sandık idi. Bu iş onlara oldukça ağır geldi. Çünkü onlar ancak bu
Tabut ile zafere kavuşacaklarına inanıyorlardı.
İsrailoğulları
hakimleri arasında Samuel adında bir peygamber vardı, er-Râme şehrinde
soylularından bir topluluk, o peygambere gelerek başlarına bir hükümdar tayin
etmesini istedi. Bu hükümdar kendilerini zelil düşüren, uzun bir süredir
kendilerini kahredip duran düşmanlarına karşı savaşlarında komutanlık
edecekti. Ancak üzerlerine savaş farz kılındığı takdirde, karakterlerinin zayıf
olduğunu bildiğinden dolayı, bu dileklerini pek samimi bulmadı. Fakat onlar
savaşı gerektiren sebeplerin ortada olduğunu belirterek cevap verdiler: Bunlar
ise düşmanlarının kendilerini yurtlarından çıkarmaları ve çocuklarını esir
almalarıydı.
Talût'u
onlara hükümdar yaptı. Talut, Tevrat'ın Samuel bölümünde adı Kays oğlu Şâvil
olarak geçmekte olup Bünyamin oğullanndandı. Yakışıklı bir gençti. Bilgili ve
İsrailoğulları'nın en uzun boylusuydu. Bir grup onun hükümdarlığını benimseyip
kabul etti, diğerleri ise red etti. Sebep onun fakir bir çoban olmasıydı.
Samuel,
Talût'un yetkinliği, hükümdarlığa ve yöneticiliğe liyakati konusunda güzel bir
seçim olduğu hususunda onları ikna etmeye gayret etti. Hükümdarlığının maddi
delilinin de Filistinlilerin kendilerinden almış olduğu Ta-bût'un tekrar
kendilerine dönmesi ve meleklerin bu Tabût'u onun şerefini yükseltmek için ve
ona iltifat olsun diye evine kadar taşıyacağım belirtti. Bunun üzerine onun
hükümdarlığını kabul ettiler.
Talût
da orduyu kurmaya başladı, Filistinlilerle (Amalikalılarla) savaşmak üzere
asker toplamaya koyuldu. Filistinliler Calût'un komutası altında idiler.
İsrailoğulları gençleri arasından yetmiş veya seksen bin kişi seçildi ve
onlarla birlikte düşmana karşı savaşmak üzere yola çıkıldı.
Fakat
komutan Talût'un basireti, onları yakından tanıması, samimiyet "ve
sebatları hususunda şüphe etmesi, yolda giderken ve sıcak bir zamanda onları
Filistin ile Ürdün arasındaki nehirden su içmek ile sınamaya itti. Böylelikle
çoğunluğun kendisine isyan ettiği ve azınlığın da itaat ettiği ortaya çıktı.
Bu azınlık olan müminlerle birlikte yoluna devam etti ve nehri aşıp karşı
kıyıya vardı. Ancak onların bir kısmı Calût'un büyük ordusunu görünce; bugün
bizim Calût'a ve askerlerine karşı duracak gücümüz yoktur, dediler. Diğerleri
ise onlara: Azınlık olanların Allah'ın izniyle kalabalıkları yenmesine çokça
rastlanılmıştır, diye cevap verdiler.
Savaşta
hazır bulunanlardan birisi de henüz koyun otlatan yaşça küçük bir genç olan
Yessi oğlu Davud idi. Savaşabilecek birisi değildi. Babası onu Ta-lût ile
birlikte bulunan üç kardeşine dair haberleri getirsin diye göndermişti.
Calût'un teke tek çarpışmak üzere er istediğini gördü, herkes ondan korkuyordu.
Davud bu Filistinli ile çarpışana ne mükâfat verileceğini sordu. Ona; hükümdarın
onu zengin edeceği, kızını ona vereceği ve babasının ailesini de bir hanedan
haline getireceğini söyleyerek cevap verdiler.
Bunun
üzerine Davud, Talût'un yanına Amalikalılarm komutanı Calût ile tek tek
çarpışmak üzere izin istemeye gitti. Talût, Davud'a izin vermek istemedi, bu
işten onu sakındırmaya çalıştı, ancak o şu cevabı verdi: Ben babamın koyunlarından
birisini alıp giden arslanı öldürdüm. Onunla beraber bir de ayı vardı, onu da
öldürdüm. Daha sonra asasını ve torbasında bulunan keskin sivri beş tane taşını
alıp öne geçti. Beraberinde sapanı da vardı. Calût ile konuştuktan sonra Davud
ona bir taş attı; bu taş ahuna isabet etti ve onu yere yıktı. Arkasından
yanına yaklaştı, kılıcını aldı, kendi kılıcıyla kafasını kesti ve böylelikle
Filistinliler bozguna uğradı. Hükümdar ona kızı Mikal'ı verdi ve askerlerine
komutan olarak tayin etti.
[264]
Nakledildiğine
göre Tabût'u Yüce Allah Hz. Adem'e indirmiş, daha sonra bu Tabut Hz. Yakub'a
intikal etmiş ve İsrailoğulları arasında kalmıştı. İsyan ettikleri zamana kadar
kendileriyle savaşanları onunla mağlup ediyorlardı. İsyan etmeleri üzerine
yenik düşürüldüler ve Tabut ellerinden alındı.
Bu
-Kurtubî'nin de açıkladığı gibi[265]-
isyanın, Allah'ın onlardan yardımını esirgemesinin sebebi olduğunun en açık bir
delilidir.
Ayetin
başlangıcını teşkil eden: "Peygamberleri onlara... dedi." buyruğunun
zahiri ile bundan önceki buyruklar beraberindekilerin bu peygamberin
peygamberliğini kabul ettiklerini göstermektedir.[266] "Onun
tadına bakmayan.." buyruğu ise Seddü'z-Zerâi ilkesine delildir. Çünkü
"tatma"nın asgari hali "tadına bakmak" lafzının kapsamına
girer. Tadına bakmak yasaklandığına göre, bundan kaçınan kimsenin içmesi
beklenemez. Bundan dolayı: "Ondan içmeyen" diye buyurulmamıştır.
Yine bu suyun "taam=yenecek şey" olduğunun delilidir. Su
"taam" olduğuna göre; kalıcılığı ve bedenler onunla gıdalandığı için
de "kût=besleyici gıda"dır demektir. Bu ise suda ribâ=faizin cereyan
etmesini gerektirir. Malik'in sahih görüşü budur. Şafiî'nin görüşü de budur.
Buna göre suyun fazlalıktı olarak satışı caiz değildir, vadeli satışı da caiz
değildir. Bundaki illet ise suyun me'kûlâttan (taam edilen, yenilen şeylerden)
olması ve satılan şeylerin cinslerinin birliğidir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf ise
şöyle demektedir: Su kıyısında suyun su ile fazla miktar karşılığında ve
va'deli olarak satılmasında bir mahzur yoktur. Muhammed b. el-Hasan'a göre ise
bu şekilde satışı caiz değildir. Çünkü faizdeki illet olan keyl ve vezn (ölçü
ve tartı) söz konusudur, su ise ölçülen ve tartılan şeylerdendir.
Allah'ın
insanların bir kısmının zararlarını diğer bir kısım insanlarla savması, kimi
zaman bir toplumun bir diğer topluluğun karşısına çıkması ile olur; kimi zaman
tek bir ferd ile de olur. İbni Ömer der ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah tek salih bir mümin sebebiyle onun ehl-i beytinden ve
komşularından yüz kişi üzerinden belayı defeder." Daha sonra İbni Ömer
Yüce Allah'ın, "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile
önle-yip savmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara, 2/251)
ayetini okudu. Hz. Cabirtn de rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak Allah bir adamın salâhı ile oğlunu, oğlunun oğlunu,
aile halkını, çevresindeki bazı ev halklarının dahi hayrını murad eder. O kişi
aralarında devam ettiği sürece, Allah'ın koruması altında kalmaya devam
ederler."
Yüce
Allah'ın, "Fakat Allah alemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir."
buyruğunda ise, müminler vasıtasıyla kâfirlerin kötülüğünü savmasının Allah'ın
bir lütuf ve nimeti olduğunun açık bir ifadesidir.
Şanı
Yüce Allah, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin." buyruğu
ile bu ayetlerin muhtevasını ancak Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberin
bilebileceğine dikkat çekmektedir.
Kur'an-ı
Kerim'in bu kıssasında genel pek çok hükümler vardır ki, bunların en
önemlilerini aşağıda sıralıyoruz:
1- Zulmün, zilletin, köleliğin farkına varmak, toplumsal patlamayı doğuran
bir etkendir. Toplumlara herhangi bir şekilde haksızlık yapılıp saldırıldığı
takdirde, toplumların izzet ve şereflerini geri getirmelerinin tek yolu
adaletli ve kahraman bir kumandan ve liderin komutası altında saflarını
birleştirmeleridir. Tıpkı İsrailoğullan'nm Filistinliler tarafından mağlup
edildiği sırada yaptıkları gibi.
2- Toplum bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında ilk olarak durumun farkına
varan kimseler, o toplumun has insanları, ilim adamları, şereflileri ve fazilet
sahipleridir. Nitekim İsrailoğulları'ndan ileri gelen bir topluluk kendilerine
bir hükümdar tayin edilmesini istedikleri vakit böyle yapmışlardı.
3- Cahil kimseler liderliğe ve kumandanlığa insanlar arasında en layık
olanların nüfuz ve servet sahibi kimseler olduğunu sanırlar; tıpkı İsrailoğullan'nm
zannettikleri gibi: "Üstelik maldan da ona bir bolluk verilmemişken, nasıl
olur da bizim başımıza hükümdar olur?" derler. Halbuki komutanlığa en lâyık
olanlar ilim, bilgi, kişisel güç ve üstün ahlâk sahibi olanlardır.
4- Komutan veya lider seçiminde anlaşmazlığa düşmek eski toplumlarda da
görülen bir durumdur. Bundan dolayı anlaşmazlığı ortadan kaldıracak bir esasın
olması icabeder. O dönemde yani peygamberlerin bulunduğu bir dönemde böyle bir
kişi peygamber idi. Peygamberden sonra ise İslâm'da tercih edici sebep, hal ve
akd ehlinin görüşüdür. Bunlar ilim adamları ile ümmet arasında belli bir yerin
sahibi olan kimselerdir.
5- İmam oluşun (İslâm devlet başkanı olmanın) şartları en yeterli olanı
seçmekte ifadesini bulur. Çünkü Yüce Allah: "Muhakak Allah onu sizin üzerinize
seçmiştir, ona ilimce de vücutça da bir üstünlük:vermiştir" buyruğu da bunu
gerektirmektedir. Şayet buna asabiyet, kabile ve nüfuz açısından güçlülük de
ilave edilecek olursa, bu daha da uygundur. Rasulullah (s.a.)'ın: "İmamlar
Kureyş'tendir."
[267] buyruğu
bunu ifade etmek* tedir.
6- Yüce Allah'ın, "Allah mülkünü dilediği kimseye verir."
buyruğu kumandanın seçimindeki ilâhî muvaffakiyetin tam bir adalet, hikmetli
bir uygulama ve kamu maslahatına riayet esaslarına bağlı :olduğunun delilidir.
7- Zaferin, galip gelmenin ilk şartları arasında ordu tarafından komutana
tam bir itaatin bulunması da vardır. Halihazırdaki orduların yasaları da bunu
kabul etmektedir.
8- Az bir topluluğun iman, sabır, sebat, komutanlara itaat ile çokça bir
topluluğa galip gelmesi söz konusudur. Imandan kasıt ise Yüce Allah'a iman
etmek, O'nun huzuruna ulaşılacağını içtenlikle kabul etmek, büyük sevabı
beklemek, cenette şehidler için üstün makamın gerçekleşeceğine kesin inanç
beslemektir.
9- Sıkıntı zamanlarında ve savaş esnasında duanın pek büyük faydası vardır.
Çünkü dua, imanın alametidir, sebata yardımcıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ''Calût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman dediler ki;
Rabbimiz üzerimize sabır yağdır..." daha sonra da Yüce Allah, "derken
Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar." diye buyurmaktadır Yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ''Ey iman edenler! Bir topluluk ile
karşılaştığınız zaman sebat gösterin. Allah'ı çokça, anın ki umduğunuza
kavuşasınız." (Enfal, 8/45).
10- Hayatta kalma mücadelesi ve şartları daha uygun olanın hayatiyetini
sürdürmesi büyük ölçüde Yüce Allah'ın şu buyruklarını hatırlatmaktadır:
"Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savmasaydı
yeryüzü muhakkak fesada uğrardı." (Bakara: 2/251 “Ama köpük atılıp gider. İnsanlara faydalı
olacak şeye gelince işte bu, yeryüzünde kalır.”
(Ra'd, 13/17).
[268]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/480-481.
[2] İbni Kesir" de (1/355): "... ve güzel
çocukların doğduğu yıl..." şeklindedir. [Çeviren]
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/482-483.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/483.
[5] Bu hadisi Ahmed, dört Sünen sahibi, Hâkim ve Beyhaki
Abdurrahmân b. Yamer'den rivayet etmişlerdir.
[6] el-Hums: Tekili Ahmes'dir. Dinde ve çarpışmada
metanetli, güçlü kuvvetli olan kimse demektir.
[7] Müzdelife'ye Cem' denilmesinin sebebi Hz. Âdem ile Hz.
Havva'nın orada bir araya gelmiş olmalarıdır.
[8] Yüce Allah'ın: "Takvâlı hareket eden kimse
için." buyruğundaki "için" anlamına gelen "lam" İbni
Mes'ûd ve Hz. Ali'nin açıklamasına göre mağfiret ile alakalıdır. Buna göre ifadenin
takdiri şöyledir: Mağfiret takvalı hareket eden kimse içindir. İbni Ömer'den
gelen rivayete göre ise takdir şöyledir: Mübahlık takvâlı hareket eden kimse
içindir. Esenlik takvâlı hareket eden kimse içindir; şeklinde olduğu da
söylenmiştir.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/483-488.
[10] Yani üzerinde vakfe yapmadık hiç bir dağ bırakmadım,
demek istiyor.
[11] Burada maksat yapmakla yükümlü olduğu menâsiki ifâ
etmektir. Meşhur olan görüşe göre ise refea (kir); ihramlı kimsenin ihramdan
çıktıktan sonra saçlarını kısaltması yahut tıraş etmesi, etek tıraşı yapması,
koltuk altlarını yolması ve buna benzer fıtratın hasletleri olan işleri yapmasıdır.
Deve ve diğer kurbanlıkları kesmek ve bütün menâsiki edâ etmek de bunun
kapsamına dahildir. Çünkü refesin (yani kirin) giderilmesi, ancak bundan sonra
mümkün olur.
[12] Bunu Ebû Dâvûd, Nesaî ve Dârakutnî rivayet etmiştir. Lafız Dârakutnî'nindir. Tirmi-zî'ye
göre hasen-sahih bir hadistir.
[13] "Arafat'tan" fazlalığı Dârakutnî'den
alınmıştır.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/489-492.
[15] Minâ'ya bu adın veriliş sebebi orada akıtılan kandır.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/492-494.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/495.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/495.
[19] Asıl adı Ubeyy*dir. el-Ahnes (bir yere sinip saklanan)
ise ona verilmiş bir lakaptır. Ç'nkü Bedir günü beraberinde üçyüz kişi ile
birlikte antlaşmakları olan Zühre oğullarından saklanmış ve böylelikle
Resulullah (s.a.)'a karşı savaşmaktan uzak durmuştur. Tatlı sözlü güzel
görünüşlü bir adam idi.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/496.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/496.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/496-497.
[23] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/143.
[24] Kurtubî, 111/16.
[25] Tirmizî'de şöyle bir hadis-i şerif yer almaktadır:
"Allah'ın kitaplarından birisinde şöyle buyurulmaktadır: Allah'ın kullan
arasından dilleri baldan tatlı fakat kalpleri zakkumdan acı bir takım kimseler
vardır..."
[26] İbni Kesîr, 1/246.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/497-499.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/500.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/501-502.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/502.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/502.
[31] Ebu Hayyân der ki: Eğer hitab İbni Selâm ve
arkadaşlarına ise, bütünüyle İslâm'ın şeriatına girmeleri ve İslam şeriatına
uymayan Kitap Ehli'nin şeriatlerinden herhangi bir şey üzerinde karar
kılmamaları onlara emredilmektedir. Şayet hitap Resulullah (s.a.)'a iman
etmeyen Kitap Ehli'ne yönelik ise o takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: Ey Peygamberlerine
iman edenler, bu şeriata giriniz." (el-Bahru'l-Muhît, 11/120).
[32] Zemahşerî, 1/269.
[33] Bu Buharı ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'den:
"İnfak et, ben de sana infak edeyim" lafzı ile gelmiş kudsî bir
hadistir.
[34] Bu hadisi Taberanî el-Mu'cemu'l-Kebîr'de, el-Kudâî de
Müsned'inde İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir. el-Bezzâr da böylece rivayet
etmiştir.
[35] el-Menâr, 11/219.
[36] el-Menâr, 11/219.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/502-506
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/506-508.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/509
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/510.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/510-511.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/511.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/511.
[43] el-Menâr, 11/225.
[44] Bu hadisi el-Acurî ve Ebu Hatim el-Bustî rivayet
etmiştir.
[45] Buharî, Habbâb b. el-Eret (r.a.)'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık
gibi kullanıp uzanmış olduğu bir sırada şikâyette bulundum ve bizim için yardım
dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedim. Şöyle buyurdu: "Sizden
önceki dönemlerde birisi yakalanıp götürülür, yerde onun için bir çukur kazılır
ve o çukura atılırdı. Daha sonra testere getirilir bu testere başına konur,
ikiye bölünür; demir taraklarla eti kemiğinden taranarak (ayrılır); fakat bu
onu dininden alıkoy -mazdı. Allah'a yemin ederim, Allah bu işi tamamlayacaktır.
Öyle ki bir süvari San'a'dan Hadramevt'e kadar yol alacak da bir Allah'tan, bir
de kurdun koyunlarına saldırmasından başka bir şeyden korkmayacaktır-. Fakat
sizler acele ediyorsunuz."
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/511-515.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/515-516.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/517.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/517.
[51] el-Menâr, 11/244.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/517-518.
[53] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/320.
[54] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/146.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/518-519
[56] Kurtubî, 111/37.
[57] Muğni'l-Muhtâc, III/211 vd.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/519-520.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/521.
[60] Bu, cumhurun görüşüdür. Şöyle ki: Sizin yaptığınız bu
iş, haram ayda sizin öldürülmenizden daha büyük bir suçtur. Mücahid ve
başkaları ise şöyle demektedir: Burada sözü geçen fitne, küfür ya da şirktir.
Yani sizin küfür ve şirkiniz, bizim onları öldürmemizden daha büyük bir
durumdur; demektir.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/521-522.
[62] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzul'den özetlenerek, 36-38.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/522-523.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/523.
[65] el-Bahru'l-Muhît, 11/143.
[66] Bu konuda soru soranların kimler oldukları hakkında
farklı görüşler vardır. Hasan-ı Bas-rî ve başkaları der ki: Haram ayda
savaşmayı helâl kabul edip müslümanları ayıplamak kasdıyla Resulullah (s.a.)'a
soru soranlar kâfirlerin kendileridir. Başkalarının görüşlerine göre ise; bu
hususta hükmün nasıl olduğunu bilmek üzere buna dair soru soranlar
müslümanlardır. Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/322).
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/523-526.
[68] Ebu Amir el-Eş'arî, Ebu Musa el-Eş'arî'nin amcasının oğludur.
Evtâs ise Hevazinliler yurdunda bir vadinin adıdır, Huneyn vak'ası orada
olmuştur.
[69] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/147.
[70] Arka arkaya gelen üç tane haram ay, Receb ayının
dışında kalan aylardır. Receb ise, tek başına bir haram aydır. Çünkü bu ay ile
Zilkade arasında üç ay vardır ki bunlar da Şaban, Ramazan ve Şevval aylandır.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/526-527.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/527-528.
[73] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/147-148; Kurtubî,
111/48.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/528-529.
[75] Bunu Malik Muvaatta'mda ve Şafiî ile Beyhakî rivayet
etmişlerdir.
[76] Darakutni ve Beyhakî Hz. Cabir'den rivayet
etmişlerdir, senedi zayıftır.
[77] Ahmed ve altı hadis imamı, Üsame b. Zeyd'den rivayet
etmişlerdir.
[78] Hicret, bir yerden bir diğer yere intikal etmek
demektir. İslâm'ın ilk dönemlerinde Mekke'den Medine'ye hicret etmek farz idi.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/529-530.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/531..
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/531-532.
[82] el-Bahru'l-Muhît, 11/156.
[83] Mekke'de içki ile ilgili dört ayetin nazil
olduğunu" söylemek, bir yanılma olsa gerek. Çünkü görüleceği gibi bunlardan
yalnız bir ayet (Nahl, 16/67) Mekkî bir surede, diğerleri ise Medine'de inmiş
surelerdedir. (Çeviren).
[84] Zemahşerî, 1/272.
[85] el-Bahru'l-Muhît, 11/158.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/532-534.
[86] Kurtubî, 111/40.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/534.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/534-535.
[88] Bu hadisi Nesaî ve Darakutnî İbni Abbas'a mevkuf
olarak rivayet etmişlerdir. Darakutni dedi ki: İşte doğrusu bunun İbni
Abbas'tan geldiğidir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın: "Sarhoşluk veren her
şey haramdır." dediği rivayet edilmiştir.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/535-538.
[90] Kurtubî, 111/58.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/538-539.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/539-540.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/541-543.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/544.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/544-545.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/545.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/545.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/545-546.
[99] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/331
[100] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/331
[101] Kurtubî, 111/64; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/330.
[102] Kurtubî, 111/64; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/330.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/546-548.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/549.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/549.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/550.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/550-551.
[108] Kurtubî, 111/68.
[109] Bu hadisi Nesaî dışında Sünen sahipleri Ebû Musa
el-Eş'arî'den rivayet etmişlerdir.
[110] Bu hadisi İbni Mâceh, Dârakutnî ve Beyhakî, Ebû
Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/551-555.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/556.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/556.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/556-557.
[115] ez-Zührî, bir rivayetinde şunu da ekler: "İsterse
başını önüne eğmiş olarak isterse eğmemiş olarak. Yeter ki bu aynı yerde
olsun."
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/557-558.
[117] Denildiğine göre bundan kasıt, çocuk ve nesil sahibi
olma arzusudur. Çünkü çocuk dünya ve ahiretin hayrıdır. Şefaatçi ve cehenneme
karşı kalkan olabilir. Bundan kasdın iffetli hanımlarla evlenmek olduğu da
söylenmiştir ki, böylelikle çocuk da sâlih ve temiz olsun.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/558-560.
[119] Zemahşerî, 1/274.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/560-564.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/565.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/565-566.
[123] el-Bahru'l-Muhît, 11/176.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/566-567.
[125] Ancak burada yeminin geleceğe dair yapılması ve o
yemininde durmaması şartı aranır. Çünkü geleceğe dair yapılan yemin lağiv
yemini değil, mun'akid yemindir, [bkz. Vehbe ez-Zuhaylî, İslâm Fıkhı
Ansiklopedisi, IV/202 ve 203. (Çeviren)]
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/567-568.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/568.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/569.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/569.
[130] el-Bahru'l-Muhlt, 11/180.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/569-570.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/570-571.
[133] İmam Malik ve Buharî, İbni Ömer'in şöyle dediğini
rivayet ederler: "Erkek hanımına îlâ yaparsa, o bir talâk vermiş olmaz.
Eğor dört ay süre geçerse bu konuda ona başvurulur. Ya hanımını boşar veya fey'
yapıp geri döner."
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/571-574.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/575.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/575.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/576.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/577.
[139] Müellif kendi memleketi olan Suriye'deki uygulamayı kastediyor. [Çeviren]
[140] Karşılıklı ilişkinin gerektirdiği sınırlar dışında
kalanlar veya tedavi, öğretmek, mahkeme yerinde şahidlik gibi zorunlu hallerin
gerektirdikleri müstesnadır.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/577-579.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/579-581.
[143] Bunu Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî, İbni Abbâs'dan
rivayet etmiştir.
[144] İbni Kesîr, 1/271.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/581-583.
[145] Bunu İbni Cerîr et-Taberî ile İbni Ebi Hatim rivayet
etmiştir.
[146] İbni Kesîr, 1/271.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/ 583-585.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/586.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/586-587.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/587-588.
[150] İbn Atiyye der ki: Bence bu görüş şu üç bakımdan
kuvvet kazanmaktadır: 1) Bu hadis-i şerif, 2) Tesrîh (salıvermek), talâk
lafızlarındandır, 3) Fe'ale yufa'ilu tefilen (tesrîh fiilinin vezni). Bu
şekilde bir kip, ikinci boşamadan ayrı tekrar yapılan bir fiilin yeniden meydana
getirildiği anlamını ifade eder. Terkte ise tef îl kipi ile ifade edilen bir
fiilin kullanılması sözkonusu değildir. (el-Bahru'l-Muhît, 1/193-194).
[151] Fahreddîn er-Râzî, Tefsirü'l-Kebir, VI/98'de şöyle
demektedir: Ric'at hakkını kabul etmekteki hikmet şudur: İnsan arkadaşı ile
birlikte olduğu sürece ondan ayrılmak kendisine ağır gelir mi gelmez mi
bilemez. Ondan ayrıldığı vakit işte bu durum o zaman ortaya çıkar. Şayet Allah
bir defa boşamayı geri dönüşe engel kılmış olsaydı, insan için çok ağır olurdu.
Çünkü ayrılıktan sonra eşler arasında sevgi yemden yeşerebilir. Diğer taraftan
tam bir kanaat yalmzca bir tecrübede elde edilemeyeceğinden dolayı Yüce Allah,
boşamada dönüş hakkını iki olarak tespit etmiştir. İşbe bu da Yüce Allah'ın
kullarına olan rahmet ve şefkatinin kemâlinin (eksiksizliğiniıı) delilidir.
[152] Ahmed, Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir.
[153] Balcağız: Erkeğin hanıma (cinsel olarak) yaklaşmasının
en az miktarıdır.
[154] Zemahşerî, 1/279.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/588-592.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/593.
[157] İbni Mace tarafından rivayet edilmiştir.
[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/593-595.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/595-596.
[160] Hadisi bu lafızla Buhârî, Ebû Dâvûd ve Nesaî rivayet
etmiştir.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/596-597.
[162] Bidâyetü'l-Müctehid, 11/81.
[163] Hanefîlere göre reşidlik: Fasık dahi olsa malım düzgün
şekilde idare edebilecek halde olmasıdır; Şâfiîlere göre ise, din ve mal
bakımından salâh demektir. Fasık bir kimse reşid olamaz.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/597-598.
[165] Saîd b. Cübeyr de bu görüştedir. "Balçağız
hadisi"nin bunlara ulaşmamış olması veya onlar tarafından sahih kabul
edilmemesi bundan dolayı da; "Ondan sonra başka bir koca ile
nikâhlanmadıkça" yani nikâh akdi yapmadıkça, anlamındaki Kur'ân'ın
zahirini almış olmaları ihtimal dahilindedir.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/598-600.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/600.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/601.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/602.
[170] el-Bahru'l-Muhît, 11/207.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/602-603.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/603-605.
[173] Kurtubî, III/127.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/605-607.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/608.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/608-609.
[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/609-610.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/610.
[179] Kurtubî, III/161.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/610-613.
[181] İmam Malik: Süt emmenin iki yıl olduğunu söyler.
[182] Kurtubî, III/162.
[183] Darakutnî dedi ki: Bu hadisi İbni Uyeyne yoluyla
müsned olarak el-Heysem b. Cemil'den başka rivayet eden olmamıştır. el-Heysem
sika (güvenilir) bir nafizdir.
[184] Kurtubî, III/172.
[185] el-Menâr, 11/329-330.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/613-616.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/617.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/617-618.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/618.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/618-619.
[190] İddetlerini bitirmeleri: Beklemek için tayin edilmiş
olan sürenin bitmesidir. Burada "size" buyruğu ile muhatap olanlar,
veliler yahut imamlar, yöneticiler ve ilim adamlarıdır. Çünkü kendilerine
başvurulması gerekenler bunlardır.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/618-620.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/620-621.
[193] el-Bedâî, III/204-220; eş-Şerhu's-Sağîr, 11/689;
Kurtubî, III/179.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/621-623.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/624.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/624-625.
[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/625-627.
[198] Açıkça evlenmek, onunla ilgilenme, refes (çirkin söz)
ve cimayı söz konusu etmenin caiz olmayacağı üzerinde icmâ' vardır.
(el-Bahru'l-Muhît, 11/225).
[199] Kurtubî, III/190; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/422.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/627-629.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/630.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/630.
[203] Zemahşerî 1/285.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/631-632.
[205] el-Bahru'l-Muhît, 11/231.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/632.
[206] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/428.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/632-634.
[208] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/218.
[209] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/218, Kurtubî,
III/198.
[210] Bu hadis merfu' olarak da rivayet edilmiştir.
Darakutnî rivayet etmiştir.
[211] Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 1/433-434.
[212] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/221.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/634-637.
[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/638.
[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/638.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/638-639.
[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/639-640.
[218] Müfessirler der ki: Bu ayet kocası vefat etmiş kadın
ile boşanmış kadınlara dair ayetler arasında yer almıştır. Bu ayet-i kerime
öbürlerine göre daha erken nazil olmakla birlikte, tilavette ve mushafa
kaydedilmesinde ise onlardan sonradır..(el-Bahru'l-Muhît, 11/239).
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/640.
[220] Hadisi Buharî ve Müslim, Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'dan
rivayet etmişlerdir.
[221] İbnü'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, 1/224; Ayrıca bkz.
el-Bahru'l-Muhît, 11/240 vd.
[222] Zemahşerî 1/285-286.
[223] Kurtubî, III/225.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/640-642.
[224] el-Menâr tefsiri müellifi der ki (11/247): Namazdan
kasıt fiildir. Vustâ ile kasıt ise, en faziletli namaz demektir. Yani namaz
türlerinin en faziletli olanlarına dikkatle devam ediniz, demektir. Bu ise
kalbin uyanık bulunduğu ruhun Yüce Allah'a yöneldiği, kulun Allah'ın zikri,
kelamını düşünmek dolayısıyla kalbin huşu' bulduğu namazdır. Riyakârların ve gafillerin
namazı değil.
[225] Burada müellif birinci ayette meleklerden Cebrail ile
Mikâil'in, ikinci ayette peygamberlerden Hz. Muhammed ile Hz. Nuh'un, üçüncü
ayette meyvalardan sonra hurmanın ve narın zikredilmesinin, özellikle bunların
üstünlüklerine dikkat çekmek için olduğuna işaret etmekte ve "orta
namaz"a bu açıdan benzerliklerini söylemeye çalışmaktadır (Çeviren).
[226] Buharı ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[227] Ahmed, Müslim, Nesaî ve Ebu Davud, Muaviye b. el-Hakem
es-Sülemî'den rivayet etmişlerdir.
[228] İbni Mes'ud der ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Allah namazda konuşmamanızı emretti." Zeyd b.
Erkam da der ki: Namazda konuşuyor idik. Kişi arkadaşıyla namazda yambaşında
duran kimse ile konuşuyordu. Bu Yüce Allah'ın, "Allah için huşu ve itaatle
durun" buyruğu nazil oluncaya kadar böyle devam etti.
[229] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/228. [Müellif Hz.
Peygamberin: "İnsanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın
rasulü olduğuma şehadet getirinceye kadar savaşmakla emrolundum." hadisi
şerifini kastediyor.-Çeviren-]
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/642-646.
[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/647.
[231] en-Nisâbûrî, Esbâbu'n-Nüzul, 44-45.
[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/648.
[233] Tefsîru'l-Menâr, 11/353.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/648.
[234] el-Bahru'l-Muhît, 11/244.
[235] Bu hadisi ayrıca Ebu Da'>.'ud, Tirmizî ve Nesaî,
İmam Malik'ten bu şekilde rivayet etmişlerdir. Ayrıca Nesaî ve İbni Mace de
Sa'd b. İshak'dan böylece değişik yollardan rivayet etmişlerdir. Tirmizî de
hasen sahihtir, demiştir.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/648-651.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/651-652.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/652-653.
[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/654.
[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/654-655.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/655.
[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/655-656.
[243] Zemahşerî 1/286.
[244] el-Bahru'l-Muhît, 11/250.
[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/656-658.
[246] Kurtubî, III/232; ayrıca bkz. Cassâs,
Ahkâmıı'l-Kur'un, 1/450.
[247] Hadisi, Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet
etmişlerdir.
[248] Bu hadisi şerif Buharî'de "el-Hıyel"
bölümünde "Ağrı=el-Veca"' lafzı ile "et-Tıb" bölümünde ise
"Tâûn" lafzı ile varid olmuştur.
[249] Serğ: Şam'a giderken Tebûk vadisinde bir kasabadır,
Medine'den 13 merhale uzaklıktadır.
[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/658-660.
[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/660-661.
[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/661.
[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/
[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/662-663.
[255] el-Kasımî, III/607.
[256] el-Bahru'l-Muhît, 11/253.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/663-664.
[257] el-Bahru'l-Muhît, 11/257.
[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/664-665.
[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/665-666.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/668.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/668-669.
[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/669-671.
[263] bkz. Prof. Abdulvehhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ,
303.
[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/671-673.
[265] Kurtubî, III/247.
[266] el-Bahru'l-Muhît, 11/261.
[267] Hadisi Ahmod, Ebu Yr.'lâ ve Taberaııî, Bukcyr b.
\"chb"deıı rivayet etmişlerdir.
[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/673-675.