Peygamberlerin Dereceleri Ve Onlara Tabı Olmak Bakımından İnsanların Durumları 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Ayetler Arası İlişki 4

Açıklaması 4

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Hayır Yolda İnfak Emri 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Ayetler Arası İlişki 7

Açıklaması 7

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 7

Ayete'l-Kürsi 7

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetü’l-Kürsi’nin Fazileti 8

Ayetler Arası İlişki 9

Açıklaması 9

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah'tır. 10

İ'râb: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebepleri 11

Ayetler Arası İlişki 11

Açıklaması 11

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Hz. İbrahim Ve Nemrut 13

İ'râb: 13

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Hz. Üzeyr Ve Eşeğinin Kıssası 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 17

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

İbrahim (A.S)'In Gözleriyle Görme Arzusu. 18

İ'râb: 18

Kelime ve İbareler: 18

Açıklaması 19

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Allah Rızası İçin Veya Başka Bir Maksatla İnfak.. 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek.. 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi 27

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Şeytanın Fakirlikle Korkutması Ve Kur'an-I Kerimin Sağlıklı Bir Şekilde Anlaşılması 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar. 31

İ'râb: 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arası İlişki 32

Açıklaması 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Sadaka Almayı Hak Edenler. 33

İ'râb: 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Nüzul Sebebi 34

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Faiz, Fert Ve Topluma Zararları 38

Belagat: 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 40

Faizin Haram Kılınma Aşamaları: 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Faizin Haram Kılınma Sebebi: 45

Vadeli Borcun Yazarak Yahut Şahitlikle Veya Rehin İle Belgelendirilmesi (Tevsiki) 47

İ'râb: 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 48

Açıklaması 49

Şahitliği Kabul ve Reddedilenler: 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Deyn (Borç) Ayeti İle İlgili Genel İzlenimler: 56

Göklerin Ve Yerin Hakimiyeti Allah'ındır, O'nun Bilgisi Her Şeyi Kuşatmıştır, O Kullarını Davranışları Ve Niyetlerinden Dolayı Hesaba Çekecektir. 57

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 58

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Peygamberlerin Risaletlerine İman Ve Tarata Göre Mükellefiyet 59

I'râb: 59

Belagat: 59

Kelime ve İbareler: 59

Nüzul Sebebi 60

Ayetler Arası İlişki 60

Bu İki Ayet-i Kerimenin Fazileti: 60

Açıklaması 60

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Bakara Suresinde Yer Alan Hükümlerin Özeti: 63

 


Peygamberlerin Dereceleri Ve Onlara Tabı Olmak Bakımından İnsanların Durumları

 

253- İşte biz bu peygamberlerin bazısı­nı bazısına üstün kıldık. Allah onlar­dan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğ­lu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Eğer Al­lah dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fa­kat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmez­lerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.

 

Belagat:

 

"Bu peygamberler..." Burada (Arapça'da) uzak için kullanılan işaret zami­ri peygamberlerin kemal ve derecelerinin yüksek olduğundan dolayı zikredil­miştir.

"Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş" Belagatta buna taksim (bölümleme) adı verilir. Bu buyruk, üstün kılmaya dair tafsil (kategorilere ayırma)dir. Ayrı­ca "iman etti" ile "kâfir oldu" ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

"Eğer Allah dileseydi" ifadesi ayet-i kerimede iki defa tekrarlanmaktadır. Buna maksadın tekit edilmesi için yapılan "itnâb" adı verilir. [1]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bazısını" başkasının sahip olmadığı bir menkıbeyi özel olarak ona ver­mek suretiyle "bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile" Hz. Musa gibi "söyleşmiş, kimisini de" Muhammed (s.a.)'in davetinin herkese genel olması, âlemlere rahmet olması, peygamberlerin sonuncusu olması, ümmetinin sair ümmetlerden üstün kılınması, pek çok mucizeler ve oldukça fazla özelliklerle başkalarına onu "derecelerleyükseltmiştir."

"Açık deliller" Hz. İsa'nın risaletine delâlet eden apaçık belgeler, "ve onu Ruhu'l-Kudüs" nereye giderse onunla birlikte giden Hz. Cebrail "ile destekle­dik," gücüne güç kattık. "Eğer Allah" mecbur edici bir şekilde "dileseydi onlardan" yani peygamberlerden "sonra gelenler" ümmetler "kendilerine apaçık de­liller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. ...onlardan kimi iman etti" imanı üzere sebat gösterdi, "kimi de kâfir oldu." Hz. Mesih'ten sonra Hristiyan-lar, Hz. Musa'dan sonra Yahudiler gibi. Küfür ise imanın zıddıdır. Aynı zaman­da nimetin inkâr edilmesi demektir. Bu ise şükrün zıddıdır.

"Fakat Allah dilediğini yapar." Dilediğine başarı verir, dilediğini de yar­dımsız bırakır. [2]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah Tâlût, Câlût ve Hz. Davud kıssasını zikrettikten sonra "Bunlar Allah'ın ayetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz. Muhakkak sen gön­derilmiş peygamberlerdensin." diye buyurdu. Bu kıssalar vasıtasıyla Muham-med'in de kendilerine apaçık vahiy gelen geçmişteki peygamberler gibi birisi olduğuna dair delili ortaya koymak istedi. Çünkü bu kıssalar geçmişte yaşamış toplumların halleri ile alâkalıdır.

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde peygamberlerin derece derece olduğunu söz konusu etmektedir. Allah onların kimini kiminden başkalarında olmayan bir takım meziyet ve mertebelerle ayrıcalıklı kılmıştır. İnsanlar ise peygamber­lere uyma hususunda genel olarak ya mümindirler ya kâfir, ya barış yapanlar arasında ya da savaşanlar arasındadırlar. Bu ise Allah'ın kaza ve kaderi olup Rabbânî bir hikmet dolayısıyla böyle olur. [3]

 

Açıklaması

 

Bundan önceki ayet-i kerimede, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamber­lerdensin." diye kendilerine işaret edilen peygamberler, kemal bakımından ayrı ayrı mertebededirler. Allah onların bazısını başkasında olmayan bir takım üs­tünlükler, özellikler ve övünülecek üstün konumlar dolayısıyla diğer bir kısmı­na üstün kılmıştır. Bununla birlikte ilâhî risaleti tebliğ ve insanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletmek amacıyla seçilmiş olmak bakımından hepsi birbiri­ne eşittir.

Bu şekilde bir kısmının diğer bir kısmına üstün kılınmaları bir başka ayet-i kerimede de söz konusu edilmiştir ki, bu ayet-i kerime şöyledir: "Andolsun ki biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik." (İsra, 17/5). Burada da şöyle buyurulmaktadır: "İşte biz bu peygamberlerin bazı­sını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş..."

Bu peygamberlerden kimisiyle Allah aracısız olarak doğrudan doğruya ko­nuşmuştur. Bu da Hz. Musa'dır: "Allah Musa ile konuşmuştur." (Nisa, 4/164); '"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca..." (A'raf, 7/143) Bu bakımdan Hz. Musa'ya (Allah ile konuşan anlamında) Kelîmullah adı veril­miştir.

Peygamberlerden kimisini Yüce Allah şeref ve mertebeleriyle başkaların-dan üstün kılmıştır. Burada kasıt Taberî'nin Mücahid'den rivayetine göre Mu-hammed (s.a.)'dir. Ayetlerin akışı da bunu desteklemektedir.

Hz. Peygamberin sözünü ettiğimiz bir takım vasıflan olduğu gibi, başka bir takım üstün yönleri daha vardır. Bunlardan birisi İsra ve Miraç gecesinde peygamberleri semavatta Allah katındaki farklı konumlarına uygun olarak görmesidir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin." (Ka­lem, 68/4) buyruğunda olduğu gibi üstün ve yüce bir ahlâka sahip olması, yine Yüce Allah'ın, "Muhakkak Zikri (Kur'an'ı) bizler indirdik ve şüphesiz onu koru­yacak olanlar da bizleriz." (Hicr, 15/9) buyruğunda olduğu gibi kıyamet gününe kadar ebedî Kur'an-ı Kerim ile desteklenmesi de bunlar arasındadır. Nitekim şu ayet Kur'an-ı Kerim'in fazileti hakkındadır: "Gerçekten bu Kur"an en doğru olana hidayet eder..." (İsra, 17/9) Ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılın­ması da bunlardandır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Al-i İmran, 3/110).

Ümmetinin sair ümmetler arasında vasat, adaletli ve diğer ümmetlere karşı şahitlik edecek ümmet haline getirilmiş olması da bunlardandır: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün ümmetlere karşı şahitler olasınız diye..." (Bakara, 2/143). Eğer Hz. Peygambere mucize ve özellik olarak yalnızca Kur'an-ı Kerim verilmiş olsaydı, sair peygamberlere karşı üstünlük olarak bu dahi yeterdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim çağlar boyunca ebediyyen kalacak olan bir mucizedir. Buharî Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Benzerini görerek insanlığın imana gelecekleri bir takım mucizeler verilmemiş hiç bir peygamber yoktur. Bana verilen ise Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Bu bakımdan kıyamet günü peygamberler arasında uyanları en çok olan kişi olacağımı ümit ederim."

Müslim ve Tirmizî de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: "Sair peygamberlerden altı özellik bakımından üstün kılındım: Bana özlü sözler verildi. (Düşmanın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar ol­dum. Bana ganimetler helâl kılındı. Yer de benim için hem temizlenme aracı hem de mescit kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve ben peygamberlerin sonuncusu kılındım."

Yüce Allah Meryem oğlu İsa (a.s.)'ya da apaçık deliller vermiş bulunmak­tadır. Bunlar ise hak ile batılı birbirinden ayırd eden apaçık ayetler (mucize­lerdir: Beşikte iken konuşması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma olan körü ve alacalıyı Allah'ın izni ve iradesi ile diriltmesi, Ruhu'l-Kudüs ile desteklenmesi gibi. Bunlar ise onun peygamberliğini inkâr eden, onu tenkit eden Yahudileri zillete düşürmek, eziyetlerine karşı peygamberini korumak ve Allah tarafın­dan apaçık ayetlerle desteklenen bir beşer olduğunu, Hristiyanların iddia et­tikleri gibi bir ilâh olmadığını açıklayıp Hz. İsa'nın gerçek kimliğinin belirtil­mesi içindir. Çünkü Hz. İsa hakkında insanların kimisi aşırıya kaçmış, kimisi de oldukça kusurlu bir tutum takınmıştı.

Şayet Allah dilemiş olsaydı, peygamberlerden sonra gelenler, kendilerine

peygamberler apaçık delillerle, onlara tabi olmayı gerektiren hakka delâlet eden mucizelerle geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı. Allah savaşma­maları için onları peygamberlere tabi olmak ve Rablerinden gelen hakkı kabul etmek hususunda ittifak etmelerini istemiştir. Yüce Allah kendilerine ihsan et­miş olduğu akıl ile onların düşünmelerini, tetkik ve idrak özgürlüğüne sahip kılarak da kendi istekleriyle hayır ve mutluluk yolunu seçmelerini dilemiştir. Fakat onlar sağlıklı bir şekilde düşünmediler. Dini kabul hususunda apaçık ve büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Kimileri rasullerin getirdiklerine iman etti, kimileri de peygamberliklerini inkâr edip kâfir oldu. Yahudiler dinlerinde an­laşmazlığa düştüler, birbirlerini öldürdüler. Hristiyanlar da aynı şekilde anlaş­mazlığa düşüp çeşitli fırkalara ayrıldılar. Hem Yahudilikte hem de Hristiyan-lıkta pek çok fırkalar ortaya çıktı. Her bir kesim diğerini dinin dışına çıkmakla itham etti. Aynı anlaşmazlıklar Müslümanlar arasında da meydana geldi. He-va ve heves fırtınalarına kapıldıkları, menfaatler yüzünden tefrikaya düştükle­ri zamanlar görüldü ve çok geçmeden aralarında şiddetli çarpışmalar baş gös­terdi.

Eğilimlerinin, maslahat ve nevalarının farklı olmasına rağmen, şayet Al­lah dilemiş olsaydı aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen yine savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Bütün bunlar, Allah'ın ka­za ve kaderi gereği cereyan eder. O bakımdan gösterilen tepkiler farklı farklı olmuştur. Ya sözle kusurlarını sayıp dökerek, tenkitle sayıp söverek düşmanlık gösterilmiştir yahut da sonunda kılıcın hakemliğine baş vurulmuş, kanlar dö­külmüştür. Şanı Yüce Allah, "Eğer Allah dileseydi... birbirlerini öldürmezlerdi." buyruğunu tekit için tekrarlamış bulunmaktadır.

Allah her şeye kadir olandır. Eğer bazı kullarına muvaffakiyet vermek di­lerse O'na iman eder, O'na itaat ederler. Diğer bir kısımım da yardımsız bırak­mak isterse onlar da inkâr eder ve Allah'a karşı gelirler. Buna göre yardımsız bırakmak ve korumak Allah'ın fiil ve iradesindendir. [4]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime, peygamberlerin hallerinin, özelliklerinin, kerametlerinin, ilâhî lütuflarının ve birbirinden farklı mucizelerinin fazlalığı bakımından ara­larında fazilet farkı olduğuna delildir. Bizatihi peygamberlikte ise bir fazilet farkı söz konusu değildir. Peygamberlik, tebliğ, hedef ve gayenin birliği bakı­mından hepsi eşittir. Aralarındaki fazilet bunlardan ayrı, daha başka bir takım hususlar dolayısıyladır. O bakımdan bu peygamberlerin kimisi Ulu'1-azm olan rasullerdir, kimisi Allah'ın Halilidir, kimisi ile Allah konuşmuştur, kimisini de Allah diğerlerinden derecelerle yükseltmiştir. Rasuller nebilerden daha fazilet­lidir. Belli bir şeriat ile gönderilen ve bunu tebliğ etmekle görevlendirilen, teb­liğ etmekle emrolunmayanlardan daha faziletlidir. Rasuller arasından Ulu'l-azm olan Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (hepsine selâm olsun) di­ğer rasullerden daha faziletlidirler. Muhammed (s.a.) de mutlak olarak bütün peygamberlerden daha faziletlidir. Çünkü onun peygamberliği bütün insanlara gönderilmiş genel bir risalettir. Ayrıca O, cinlerin de peygamberidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber gönderdik." (Sebe, 34/28). Diğer taraftan Hz. Muhammed (s.a.)'in risaleti, Allah'ın ebedî ve sonuncusu olan ve kıyamet gününe kadar korumasını garantilediği şerefli Kur"an-ı Kerim ile taçlandı. Bundan başka az önce sözünü ettiğimiz diğer se­bepler dolayısıyla o bütün peygamberlerden ve rasullerden daha üstündür. Bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani biz peygamberlerden ahitle-rini almıştık. Senden de Nuh'tan da..." (Ahzab, 33/7). Önce genel olarak bütün peygamberlerden ahit aldığını belirttikten sonra özel olarak da ahit aldığı kim­selerin zikredilmesine (Muhammed'in adı anılarak) başlanmıştır. Peygamber (s.a.) de Müslim ve Ebu Davud'un yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben kıyamet gününde Adem oğullarının efendisiyim." Hz. Peygamberin, "Be­nim Musa'dan hayırlı olduğumu söylemeyiniz" veya "Kimse benim Metta'nın oğlu Yunus'tan hayırlı olduğumu söylemesin" buyrukları ise tevazu yoluyla söy­lenmiş ifadelerdir.

Bu açıklamalar (fazilet farkı) ashab-ı kiram hakkında da söylenebilir (Al­lah hepsinden razı olsun). Onlar da ashap olmakta ortaktırlar. Fakat Yüce Al­lah'ın kendilerine bağışlamış olduğu kabiliyet ve özellikler sebebiyle farklı fazi­letlere sahiptirler. O bakımdan övülmeye değer özellikleri bakımından arala­rında fark vardır. Bununla birlikte ashaptan olmak, adil olmak, övgüye maz-har olmak hepsini kuşatıcıdır. Kur'an-ı Kerim buna Yüce Allah'ın şu buyrukla­rı ile işaret etmektedir: "Muhammed Allah'ın rasulüdür. Onunla birlikte olan­lar da kâfirlere karşı çetindirler. Kendi aralarında da merhametlidirler." (Fetih, 48/29); "Onlara takva sözü üzere sebat verdi. Onlar zaten buna lâyık ve ehil idi­ler." (Fetih, 48/26); "Sizden fetihten önce infak edip savaşanlar bir olmaz..." (Hadid, 57/10); "Andolsun ki ağacın altında sana biat ederlerken Allah mümin­lerden razı olmuştur." (Fetih, 48/18). Yüce Allah burada genel özelliklerden de söz etmiş, özel bir takım hallerden de. Bununla birlikte eksiklik ve tenkit edile­cek hususları da onlardan nefyetmiş, hepsine birlikte el-Hüsnâ'yı (cenneti) va-ad etmiştir.

Peygamberlerden sonra insanlar arasında görülen anlaşmazlık ve çarpış­malara gelince, bunların hepsi bir kaza, bir kader ve Yüce Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Allah bundan farklısını dilemiş olsaydı öyle olacaktı, fakat dilediği bu fiildeki hikmetin sırrının ne olduğunu da yalnız kendisi bilir. [5]

 

Hayır Yolda İnfak Emri

 

254- Ey iman edenler! Alışverişin, dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimle­rin ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" buyruğu, haberinde hasredilmiş bir müptedadır. Yani sözü geçen nitelik, nitelenene hasredilmiştir. Bu, isim cümlesi ve fasl zamiri (ta kendileri)'nde tekit edilmiştir. Yani o gün Allah'ın hu­zuruna kâfir olarak varandan daha zalim bir kimse olmayacaktır. İbni Ebi Ha­tim, Atâ b. Dinar'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir" diye buyurup da "Zalimler kâfirlerin ta kendileridir" diye buyur-mayan Allah'a hamdolsun. Yani o takdirde her zalim kâfir olurdu. İnsanlar arasında zulüm ise ne kadar çoktur! [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Alış verişin" Alışveriş (bey'), aslında değişim veya mübadele türlerinden herhangi birisiyle kazanç sağlamaktır. Burada kasıt ise fidyeleşmektir. Kusur­lu olan kimse böyle bir fidye ödeyerek kusurunu telâfi edemeyecektir, "dostluk" yani fayda verecek bir arkadaşlık ve bir sevgi olmayacaktır, "ve şefaatin de olmayacağı" Kıyamet gününde Allah'tan izinsiz şefaat olmaz, "birgün" hesap günü "gelmezden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin."

Allah'ı yahut üzerlerine farz kıldığı şeyleri inkâr eden "kâfirler..."den ka­sıt, Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre zekâtı terk edenlerdir. Çünkü infak emri burada farz olan infak olup terk edilmesi dolayısıyla hemen akabinde tehdit vardır. Bu ise zekâtı terk edenlerin zalim olacaklarıdır. Nitekim Zamahşerî de böyle demiştir. Zalimler ise Allah'ın emrini inkâr eden veya mallarını meşru yerden başka alanlarda harcayanlardır. [7]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetler can ile cihadı teşvik etmiştir. Bu ayet-i kerime de mal ile cihada ve onu hayır yollarında infaka teşvik etmektedir. Böylelikle in­sanlar Rableri nezdinde bunun sevabını elde etsinler ve bu dünya hayatında iken bu konuda acele edip ellerini çabuk tutsunlar. [8]

 

Açıklaması

 

Allah, gerçek iman niteliğine sahip olan müminlere Allah yolunda infak etmeleri emrini vermektedir. Bu ise -İbni Cüreyc ve Said b. Cübeyr'in görüşüne göre- farz olan zekâtı da nafile veya müstahap olan infakı da kapsamaktadır. İbni Atıyye der ki: Bu doğrudur. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler sa­vaştan, Allah'ın müminler vasıtasıyla kâfirleri bertaraf ettiğinden söz etmesi dolayısıyla bu teşvikin Allah yolunda infak için olduğu görüşüne ağırlık kazan­dırmaktadır. Bunu ise ayetin sonunda yer alan, "Kâfirler ise zalimlerin ta ken­dileridir." buyruğu pekiştirmektedir. Yani siz kâfirlerle, canınızla savaşarak, mallarınızı da o yolda infak ederek mücadele ediniz.

Yüce Allah'ın, "size verdiğimiz rızıktan" buyruğu infaka teşviki daha da pekiştirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın kullarına verdiği rızkın bir kısmından başkasını istemediğinin delilidir.

Yine buradaki emir şu hususla da pekiştirilmektedir: Öyle bir gün gele­cektir ki bu günde insan pişman olacak, fakat pişmanlığının faydasını görme­yecektir. O gün amellerinin karşılığını görme, hesaba çekilme, sevap ve ceza günüdür. O günde herhangi bir bedel veya fidyenin, dostluk ya da sevginin, şe­faat yahut soy sopun hiç bir faydası yoktur. O gün öyle bir gündür ki ahiretteki ölçülerin dünya ölçülerinden farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bir diğer ayet-i kerime de bunun benzeri bir gerçeği dile getirmektedir: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda veremez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez." (Ba­kara, 2/48).

Kâfirler ise -ki bunlar ya Allah'ı inkâr eden herkes ya da zekâtı terk eden kimselerdir- bizzat kendilerine zulmeden kimselerdir. Yani bunlara karşı can­la, malla savaşılır. Bunlar (zekâtı vermeyenler) malı gerekenden başka yerler­de harcarlar. Allah'ın onları "kâfirler" diye adlandırması bir tehdit ve işledikle­ri suçun ağırlığını ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "... kim de kâfir olursa muhakkak Allah âlemlere muhtaç olmayandır." (Âl-i İmran, 3/97). Ayrıca zekâtı terk etmenin kâfirlerin niteliklerinden olduğu inti­baını da vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zekâtı verme­yen o müşriklerin vay haline!" (Fussilet, 41/6-7). Atâ b. Dinar yukarıda da ge­çen ifadesinde şöyle demiştir: "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" diye bu­yurup da "Zalimler kâfirlerin ta kendileridir" buyurmayan Allah'a hamdolsun." [9]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İster farz olan zekât yoluyla olsun, ister mendup olan sadaka ve nafile in-faklar yoluyla olsun, ayet-i kerime çeşitli hayır yollarında malın infak edilme­sini emretmektedir. Bütün bu infaklann kıyamet gününde sevabı pek büyük olacaktır. Bu infak ile ümmet fertleri arasında dayanışma ve yardımlaşma ger­çekleştirilir. Hatta ümmetin izzetini, konumunu, heybetini koruma; gasbedilmiş haklarını geri almak, şerefini, korunması gereken değerlerini, yurdunu muhafaza etmek için izlenmesi gereken yol budur. İnfak edebilecek gücü ol­makla birlikte bu hususta kusurlu davrananlar ümmetin parçalanmasına ve zelil kılınmasına sebep olmuş olurlar. Çünkü ümmetin diğer fertleri arasında korkutucu üç durum yani hastalık, fakirlik ve bilgisizlik baş gösterecek olursa, bizzat zenginlerin de kalmaları ve hayatlarının devamı söz konusu olmaz. İbni Atıyye der ki: Bu ayetin zahiri her bir hayır yolu; akrabalık bağını gözetmek gi­bi bütün hayırlı yolları kastetmektedir. Fakat bundan önce geçen ayet-i keri­meler savaşmaya dairdir. Allah'ın müminleri kâfirlerle bertaraf edeceğini bil­dirmektedir. O bakımdan bu buyrukta yer alan teşvikin Allah yolundaki infak ile ilgili olduğu ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca bunu ayet-i kerimenin sonunda yer alan, "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" buyruğu pekiştir­mektedir. Yani o halde canınızla savaşarak, malınızı da infak ederek kâfirlerle mücadele ediniz, demek olur [10]

 

Ayete'l-Kürsi

 

255- Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Gökler­de ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. O'nun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önle-rindekini de arkalarmdakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğin­den başka biç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kûrsisi gökleri ve yeri kucakla­mıştır. Onları koruması O'na ağır gel­mez. O Aliyy'dir, Azîm'dir.

 

Belagat:

 

Bu ayet-i kerimede, Yüce Allah'ın isimlerinin en güzeli ile başlandığı için hüsnü iftitah (güzel başlangıç) söz konusudur. Bu ayet-i kerimede on sekiz yer­de Allah'ın ismi ya zahiren veya zamir olarak tekrar edilmektedir. Sıfatların tekrar edilmesi ve atıf harfi ile bağlamaksızın cümleleri birbirinden kesmesi suretiyle oluşmuş itnâb sanatı vardır. Çünkü hepsi beyan hükmündedir. Ayrı­ca, "Önlerindekini de arkalanndakini de" buyruğunda tibâk sanatı vardır, el-Bahru'l-Muhlt adlı eserinde (11/281) Ebu Hayyân böyle söylemektedir.

Ahmed (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) de Allah'ın adının geçtiği on yedi yeri saymaktadır. Zahir olan ise on altı tanedir. Bunlar Allah, O, Hayy, Kay-yum, "Onu" kelimesindeki zamir, "O'nundur"daki zamir, "nezdinde" kelimesin­deki zamir, "O'nun izni" ifadesindeki zamir, "bilir" buyruğundaki zamir, "O'nun ilmi" buyruğundaki zamir, "O'nun Kürsisi" buyruğundaki zamir, "O'na ağır gel­mez" buyruğundaki zamir, "O", "Aliyy ve Azîm". Gizli olan ise, "Onları koruma­sı" buyruğunun ihtiva ettiği zamirdir. Çünkü bu mefule izafe edilmiş bir za­mirdir. Bunun da bir faili gerekir ki o da Allah'tır (el-Keşşaf Haşiyesi, 1/292). [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

Allah, hak ile kendisine ibadet edilen yüce zattır. İbadet ise ruhun Allah'a köle edilmesi, bilgisi ile kuşatamadığı ve hakikatini idrak edemediği gaybî bir otoriteye ruhunun boyun eğmesini sağlamaklar.

"Ondan başka ilâh" yani varlık âleminde Allah'tan başka hak ile mabud "yoktur. Hayy'dır." O, baki ve daimdir; yani hayat sahibidir. Hayat sıfatı, ilim, irade ve kudret ile tavsif edilmesini gerektiren Yüce Allah'ın bir sıfatıdır. "Kay­yum'dur." Ecelleri, amelleri, nzıkları, korunmaları, riayet edilmeleri bakımın­dan mahlûkatınm işlerini görüp gözetendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her nefsin bütün kazandıklarını gözetleyici olan, (onların putları) gibi midir?" (Ra'd, 13/33) "O'nu ne bir uyuklama" uyku öncesi dalgınlık "alır" galip gelir, kuşatır "ne de bir uyku." Uyku canlılara ait bir haldir. Bu halde iken canlıların zahiri duyuları duymaz ve fark etmez olur.

"Onun Kürsisi", ilâhi ilmi demektir. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyru­ğudur: "Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." (Mümin, 40/7). Diğer taraftan Kürsi'nin aslı ilim demektir. O bakımdan ilim adamlarına (kürsüler anlamına), kerâsî de denilir. Çünkü onlara güvenilir. Bundan kastın Allah'ın azameti olduğu da söylenmiştir. Yoksa ortada cismen kürsi diye bir şey yoktur. Oturmak ve oturan da söz konusu değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğun­da olduğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütü­nüyle kıyamet gününde O'nun bir kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durul­muştur." (Zümer, 39/67). Kürsi'den kastın, O'nun mülkü olduğu da söylenmiş­tir. Hasan-ı Basrî de der ki: Kürsi, arşın kendisidir. İbni Kesir de Tefsirinde (I, 310) şöyle demektedir: "Doğru olan Kürsi'nin Arştan farklı olduğudur ve Arş, Kürsi'den büyüktür. Nitekim rivayetler ve haberler buna delâlet etmektedir."

"O'na ağır gelmez." Gökleri, yeri ve onlarda bulunanları koruması Allah'a zor ve ağır değüdir. Aksine bütün bunlar O'nun için pek kolaydır. Her nefsin kazandığını görüp gözeten, her şeyi kontrol eden O'dur. Ganî'dir, Hamîd'dir, di­lediğini yapar. Her şey üzerinde mutlak güç sahibidir. O'ndan başka ilâh, O'nun dışında bir rab yoktur. "O Aliyy'dir." Benzeri olmayan, eşi olmayan yüce­dir. Güç, kahır ve galibiyetiyle mahlûkatınm üstündedir. "Azîm'dir." Kendisin­den daha büyük olmayan en büyüktür. "O Aliyy'dir, Azim'dir" buyruğu, "O, el-Kebirül-Müteâl (büyük ve en yüce)dir." (Ra'd, 13/9) buyruğunu andırmaktadır. [12]

 

Ayetü’l-Kürsi’nin Fazileti

 

Ayetül-Kürsi, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin başı ve en büyüğüdür. Resulullah (s.a.)'tan Allah'ın kitabındaki en faziletli ayetin bu olduğuna dair sahih hadis vardır. Yine bu hadise göre Allah'ın ism-i azamı da bu ayettedir. Ebu Bekr Mer-dûveyh senedini kaydederek Ebu Ümame'den Resulullah (s.a.)'a merfu olarak şöyle dediğini kaydetmektedir: "Kendisi zikredilerek dua edildiğinde duaları ka­bul ettiği Allah'ın ism-i azamı üç surededir: Bakara, Âl-i îmran ve Tâ-Hâ." Dımaşk hatibi Hişam b. Amr der ki: Bunlar Bakara suresinde, "Allah; Ondan baş­ka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyum'dur", Âl-i İmran suresinde, "Elif, Lâm, Mim. Allah; O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyum'dur", Tâ-Hâ suresinde de, "Yüzler Hayy ve Kayyûm olana zillet ile varırlar." (20/111) buyruklarıdır.

Surenin faziletine dair daha başka pek çok hadis-i şerif varit olmuştur. Bunlardan birisi şöyledir: "Sözün en üstünü Kur'an, Kur'an'ın en üstünü Baka­ra, Bakara'nm en üstünü Ayetü'l-Kürsi'dir." Bir diğer hadis: "Kim her namazın akabinde Ayetü'l-Kürsi'yi okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celâl ve ikram sahibi olan Allah olur. Şehit düşünceye kadar Allah'ın peygamberleri ile bir­likte savaşanlar gibi olur." Bir diğeri: "Farz olan her bir namazın akabinde Aye-tü'l-Kürsi'yi okuyan kimsenin cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür." [13] Ali (r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ben Peygamberimizi (salat ve selâm ona) minberin tahtaları üzerinde şöyle buyururken dinledim: "Her bir namazın akabinde Ayetü'l-Kürsi'yi okuyanın cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür. Yatağına yattığı vakit kim bu sureyi okursa Allah kendisine, kom­şusuna, komşusunun komşusuna ve etrafındaki bir çok eve eman verir."

İbni Kesir de der ki: Bu ayet-i kerime bağımsız on cümle ihtiva etmekte­dir. Hepsi de zat-ı ilâhiyye ile alâkalıdır. Bu ayet-i kerime Vâhid ve Ehad ola­nın şanı ve şerefini zikretmektedir. [14]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah, ferdî salih amelin kurtulu­şun esası olduğunu zikretmektedir. O gün şefaatin, dostluğun, sevginin bir fay­dası olmayacaktır. Rasuller ise (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) fazilet itibariyle birbirlerinden farklı olsalar dahi, onların davetleri birdir, risaletleri birdir, dinleri birdir. Bunun esası tevhide davettir, fazileti ve güzel ahlâkı koru­maktır, Yüce Allah'a kulluktur. Bundan sonra Ayetül-Kürsi gelmekte, ibadetin esasını vurgulamaktadır. Hangi amelde bulunulursa bulunulsun kulun yalnızca Yüce Allah'a yönelmesi istenmekte, Allah'ın azamet ve hakimiyetinin şuuruna varması, emrine itaat edip hükmüne boyun eğmesi vurgulanmaktadır. [15]

 

Açıklaması

 

Bütün mahlûkatın biricik ilâhı Allah'tır. Varlık aleminde hak ile ibadete lâyık, O'ndan başka mabud yoktur. O, Vâhiddir, Ehaddır. Samed'dir, Vacibül-Vücud'dur. Mülkün ve melekûtun sahibidir. Asla ölmeyen Hayy, Bakî ve Dâ-im'dir. Bizatihi O, mahlûkatın işlerini çekip çevirendir. Yüce Allah'ın, "Göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/25) buyruğunda olduğu gibi. Zatında olsun sıfatlarında olsun, fiillerinde ol­sun yarattıklarından hiç bir kimse O'na benzemez. Nitekim Yüce Alah, "O'nun gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra, 42/11) diye buyurmaktadır.

"Ne uyku O'nu bürür, ne de uyuklama" söz konusudur. Çünkü O gece ve gündüz vakitlerinde yarattıklarının işlerini yönetmekte, çekip çevirmektedir. Bu cümle ondan önceki cümleleri tekit etmektedir. Eksiksiz, tam anlamıyla ha­yat ve daimilik manasını vurgulamaktadır. Sahih hadiste Ebu Musa'nın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) aramızda hutbe irad etmek üzere kalktı ve dört cümle söyleyerek dedi ki: "Muhakkak Allah uyumaz. O'nun uyu-m t At da gerekmez. Adalet terazisini alçaltır, yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce, gecenin ameli de gündüzün amelinden önce O'na yükseltilir. O'nun hicabı nur veya nardır. Eğer o hicabını açacak olsa, O'nun zatının parıl­tıları mahlûkatından gözünün değdiği her şeyi yakardı."

Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun yaratıklarıdır, O'nun mülkünde-dir. O'nun meşietine boyun eğer, O'nun kahır ve saltanatının egemenliği altında­dır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Göklerle yerde olanların hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelirler. Andolsun ki hepsini kuşatmış, onları tek tek saymıştır. Hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." (Meryem, 19/93-95). Bu cümle de onun kayyûmiyetini ve ulûhiyyette tekliğini tekit etmektedir.

Yüce Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasının bir yönü de şefaat hususunda kendisine izin verilmedikçe hiç bir kimsenin onun nezdinde şefaat etme cesare­tini gösteremeyeceğidir. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: "Göklerde nice me­lek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermeden evvel şefaatleri hiç bir şeye yaramaz." (Necm, 53/26); "Ancak O'nun razı olacağı kimselere şefa­at edebilirler." (Enbiya, 21/28); "O gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hiç bir kimse söz söyleyemez." (Hud, 11/105). Şefaat ile ilgili hadis-i şerifte de Hz. Pey­gamber şöyle buyurmaktadır: "Arşın altına gelir secdeye kapanırım. Allah beni bu halimde dilediği kadar bırakır. Sonra, "Başını kaldır" denilir. "Söyle, sözün dinlenir, şefaat et şefaatin kabul olunur." (Hz. Peygamber) buyurdu ki: Benim için bir sınır tespit edilir ve ben o kimseleri cennete sokarım." Bu, mülk ve ege­menlikte Allah'ın tek başına olduğunun delilidir.

Allah ilmiyle bütün kâinatı, geçmişiyle, hali hazırdaki durumuyla ve gele­ceği ile kuşatıcıdır. Dünyanın da ahiretin de her türlü işini bilendir. Nitekim meleklerden haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunun arasında ne varsa hepsi yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir." (Meryem, 19/64). Kuş gagasını denize dal­dırınca Hızır (a.s.) Musa (a.s.)'ya şöyle demişti: "Benim de ilmim senin de ilmin Allah'ın ilminden ancak şu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir (yani hiç eksiltmez)".

Aziz ve Celil olan Allah'ın bildirmesi, X>'nun muttali kılması dışında hiç bir kimse Allah'ın ilminden bir şey bilemez. Bunlardan bir tanesi de şefaattir. Şefaat Yüce Allah'ın iznine bağlıdır. O'nun izin vermesi ise ancak O'nun tara­fından gelecek vahiy iledir.

Yüce Allah'ın mülkü ve kudreti geniş ve kuşatıcıdır. Yer kıyamet gününde bütünüyle O'nun avucu içinde olacaktır. Gökler de sağında durulmuş olacaktır. O'nun ümi göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatır. Küçük olsun büyük ol­sun, önemli olsun azametli olsun her şeyi bilir. Bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmekten ve bir işle uğraşması başka bir işle uğraşmaktan O'nu alıkoymaz. Hiç bir iş O'na güç ve ağır gelmez.

Zemahşerî Yüce Allah'ın, "Onun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır." buy­ruğu ile ilgili dört açıklama kaydeder.[16]

1- O'nun Kürsisi, genişliği ve yayılmışlığı dolayısıyla göklerden ve yerden daha dar değildir. Bu ancak Kürsi'nin azametini ifade etmek ve bunun azame­tini zihinlerde canlandırmak için çizilen bir tablodur. Ortada aslında Kürsi de yoktur, oturmak da yoktur, oturan da yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ol­duğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütünüyle kı­yamet gününde O'nun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durulmuştur." (Zü-mer, 39/67). Bu buyrukta da herhangi bir şekilde bir kabza, katlama, sağ el di­ye bir tasavvur söz konusu olamaz. Bu olsa olsa azametini canlandırmak ve maddî bir temsil olsun diyedir. Nitekim Yüce Allah, "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" buyurmuyor mu?

2- İlminin genişliğine işarettir. İlme "Kürsi" adı, ilmin mekânının adı ol­ması dolayısıyla verilmiştir.

3- Mülkünün genişliğine işarettir. Bu ise, hükümdarın kürsisi (tahtı) olan mekânın adı olması dolayısıyla verilmiştir.

4- Gelen rivayetlere göre yüce Allah Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Onun da önünde gökler ve arz vardır. Kürsi'nin Arş'a oram en küçük bir şey gibi­dir.

Durum her ne olursa olsun Kur'an-ı Kerim'de varit olduğu gibi Arş'ın ve Kürsi'nin varlığına iman etmenin vacip olduğu görüşündeyim. Her ikisinin de varlığını inkâr etmek caiz değildir. Çünkü her şey Allah'ın kudreti içerisinde­dir. Gökleri ve yeri, aralarında bulunanı korumak Allah'a ağır gelmez. Aksine bütün bunlar O'nun için pek kolaydır.

Benzerden, eşten yüce ve münezzehtir; her şeyden daha büyüktür; akıllar, idrakler O'nu kuşatamaz. Zatı Yüce Allah'tan başka kimse onun hakikatini bile­mez. Tıpkı Yüce Allah'ın, "O büyüktür, her şeyden yücedir." (Ra'd, 13/9) buyruğu­na benzemektedir. Yücelikten kasıt, kadrin ve makamın yüceliğidir, mekân yüce­liği değildir. Çünkü Yüce Allah bir mekânda yer tutmaktan münezzehtir. Bazıla­rı da el-Aliyy'i eşyaya galip ve gücü her şeyin üzerinde diye tefsir etmişlerdir. [17]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime insanın kalbini Allah'ın azameti, heybeti, celâl ve kemali ile doldurur. Yüce Allah'ın ulûhiyyet, egemenlik ve kudretiyle tek başına ve eş­siz olduğunu göstermektedir. O her an kâinatı yönetendir. Yarattıklarının hiç bir şeylerinden gafil değildir. Göklerde ve yerde her şeyin mutlak malikidir. O'nun izni olmadıkça hiç bir kimse şefaate cesaret edemez. Varlık alemindeki her şeyi O bilir. O'nun ilmi küçük büyük mahlûkatm bütün durum ve işlerini kuşatır. Bütün yaratıkların işlerini çekip çevirmesine rağmen, bütün eşyayı kuşatan bilgisine rağmen O, şanı pek yüce olandır. Asla yenik düşürülemeyen, kahir olandır. Kendisinin dışındaki her şey üzerinde, mutlak mülk ve kudret sahibi olan, Azîm olandır. O bakımdan insanların gurura kapılmalarına ve Al­lah'ın azameti önünde büyüklük taslamalarına yer yoktur. [18]

 

Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah'tır

 

256-257- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış olur. Allah SemFdir, Alim'dir.  Allah iman edenlerin velisidir. Onları  karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr  edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları  nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte  onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî  kahcıdırlar.

 

İ'râb:

 

"Kopması olmayan" cümlesi "sapasağlam kulp" cümlesinden haldir. Sapa­sağlam kulp ise "lâ ilahe illallah = Allah'tan başka ilâh yoktur" cümlesidir. [19]

 

Belagat:                      

                  

"Kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur." Bu ifade, temsilî bir istiaredir. Çünkü İslâm dinine sıkı sıkıya yapışan kimse, oldukça sağlam bir ipe tutunmuş kimseye benzetilmektedir.

"Karanlıklardan nura" buyruğu açık istiaredir. Çünkü küfür karanlıklara, iman da nura benzetilmektedir. [20]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dinde zorlama yoktur." Bir kimseyi dine girmesi için mecbur etmek, gir­meye zorlamak söz konusu değildir. Burada din, inanılan şey ve şeriat demek­tir. "Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır." ifadesi bunu ge­rektirmektedir. Yani açık seçik ayetler ve belgelerle imanın doğruluk, küfrün de sapıklık olduğu ortaya çıkmıştır.

Rüşd ve reşad (doğruluk) hidayet ve her türlü hayır demektir. Zıddı ise sa­pıklık (el-ğayy), yani inanç veya görüşlerdeki sapıklık demektir. Bilgisizlik de sapıklık gibidir. Şu kadar var ki bilgisizlik itikatta değil, fiillerde söz konusu olur.

"Tâğût", şeytan yahut putlar demek olup tuğyan kelimesinden alınmıştır. Bu da herhangi bir şeyde haddi aşmak demektir. Bu kelimenin müzekker, müennes, tekil ve çoğul olması mümkündür. Manaya göre bunun ne olduğu belir­lenir.

"Kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa" yani muhkem olan kulpa yapışmış, tutunmuş olur. el-vuskâ (sapasağlam) ise el-evsak (en sağlam) keli­mesinin müennesidir. Bu da son derece sağlam ip anlamındadır. el-Urvetül-vuskâ ile sarmaş dolaş ağaçların kastedilmesi de mümkündür.

"Allah... velisidir" yani müminin yardımcısı ve desteğidir. Yani Yüce Allah müminlerin işlerini koruyup gözetir, onları doğruya iletir.

"Karanlıklar" küfür ve sapıklık, "nur" ise iman demektir. Nur, tekil, ka­ranlıklar ise çoğul gelmiştir. Çünkü hak birdir, birden fazla değildir. Sapıklığın türleri ise pek çoktur. [21]

 

Nüzul Sebepleri

 

256.  ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Dinde zorlama yoktur." buyruğu Ensar'dan Salim oğullarına mensup el-Husayn adında [22] bir kişi hak­kında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)'a, "Ben bunları İslâm'a girmek üzere zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul etmiyorlar" de­mişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bir diğer rivaye­te göre bunları İslâm'a girmeye zorlamış, Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, "Ey Allah'ın Rasulü, benim bir parçam olan (çocuk­larını) ben göre göre cehenneme mi girsin?" demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.

Ebu Davud, Nesaî ve İbni Hibbân'ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine'den sürülünce aralarında Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar'ın, "Biz oğullarımızı bı­rakmayız" demeleri üzerine Yüce Allah, "Dinde zorlama yoktur" ayetini indir­di.

257.  ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe'den Yüce Allah'ın, "Allah iman edenlerin velisidir." buyruğu hak­kında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar İsa'ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur. [23]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetül-Kürsi, Aziz ve Celil olan Allah'ı O'nun sıfatı olan ulûhiyette, mül­kiyette, göklerde ve yerdeki hakimiyetinde tek olmakla, herhangi bir zorluk ve sıkıntı olmaksızın yaratıkların işlerini çekip çevirmekle, ilmiyle her şeyi kuşat­makla nitelendirdi. Artık bundan sonra dine girmek için zorluğun söz konusu olması doğru olmaz. Çünkü fıtrat, kâinattaki olaylara tanıklık ve sağlıklı bir düşünce, insanı Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeye götüren faktörler­dendir. Ve selim fıtrat, din olarak, hayat düzeni olarak İslâm'ı benimseyip ka­bul etmeyi gerektirir. [24]

 

Açıklaması

 

Kimseyi İslâm'a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm'ın doğruluğuna dair deliller ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak, delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın, baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorla­yacak mısın?" (Yunus, 10/99).

Hak yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm'ın doğru yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O ba­kımdan dileyen İslâm'a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.

Bu ayet-i kerime İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları zorlamaya güç yetiremediler. Medine'de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı şekilde kimseyi İslâm'a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü yılının başlarında nazil olmuştur.

Müslümanlar ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürri­yetini yerleştirmek, zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah'a davet haklarını kullanmalarını önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İs­lâm'ın yayılmasını engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya ci­hada baş vurmuşlardır. Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında ser­best bırakmış olmalarıdır. Allah'ın İslam'a iletip kalbine genişlik vererek basi­retini aydınlattığı kimse, apaçık delile dayanarak İslâm'a girmiştir. Buna kar­şılık düşünme ve sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Al­lah'ın kalbini köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.

Bu bakımdan her kim Allah'a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisi­ne davet ettiği Allah'tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinler­den, şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa iba­deti red ve inkâr edip yalnızca Allah'a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış, hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe, bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapı­şan kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapış­mış kimseye benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah'tır.

Allah insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün ince­likleriyle görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah'a iman etmek iddi­asında bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendi­sine inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eş­yanın, sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu inkâr ve Allah'a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından "her şeyi işiten (Semî’ sıfatının, inanç ba­kımından da "her şeyi çok iyi bilen (Alîm)" sıfatının zikredilmesi son derece gü­zel gelmiştir.

Gözetmek, inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce Allah'tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tered­düdün karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlık­larından ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O'dur. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahibi olanlara şey­tandan bir vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir." (A'raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i kerime Hz. İsa'ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çı­kartılmaları bu demektir. [25]

Allah'ı ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.

İşte bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapık­lıkta kalmaya devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.

Hak bir ve tek olduğundan dolayı Allah "nur" lafzını tekil kullanmış, ka­ranlıklar (zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah'ın size tavsiye ettikleridir; takva sahibi olasınız diye." (En'am, 6/153); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden..." (En'am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu, batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz. [26]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime İslâm'ın büyük esas ve kaidelerinden birisidir. İslâm si­yaset ve yönteminin rükünlerinden büyük bir rükündür. Herhangi bir kimse­nin İslâm'a girmesi için zorlanmasını İslâm katiyen caiz görmez. Ayrıca her­hangi bir kimsenin Müslüman olan bir kimseyi İslâm'dan çıkarmak için zorla­masına da müsamaha göstermez.

Bu, dinimizde bizleri fitneye düşürmeye çalışan kimselere karşı dinimizi ve kendimizi koruyabilecek güç ve kuvvete sahip olmamız halinde söz konusu­dur. Böyle olduğumuz vakit azgın otoritelere karşı, davet hürriyetini sağlamak ve fitneden emin olmak için cihad etmek zorunlu bir hal alır. Bundan sonra di­ne bağlanmak veya İslâm'ı kabul etmek bireysel, toplumsal veya ulusal alanda en güzel yolla tartışmaya, delil ve belgelerle karşı tarafı ikna etmeye terk edi­lir.

Bu ayet- i kerimenin, "Ey Peygamber, kâfirlerle Ve münafıklarla cihad et!" (Tevbe, 9/73) ayeti ile -İbni Mes'ud'dan rivayet edildiği üzere- neshedildiğini id­dia etmeye gelince: Bu iddia cihadın meşru kılınıp savaşa izin verilişinden son­ra, hicretin üç ya da dördüncü yılında nazil olduğu bilgisine aykırıdır. Açıkladı­ğımız gibi nüzul sebebi ile de çelişmektedir. Üstelik Kurtubî'nin sözünü ettiği bu konudaki nesh hakkında birbirinden farklı altı görüş vardır.[27]

eş-Şalbî, Katâde, Hasan-ı Basrî ve Dahhâk der ki: Bu ayet-i kerime neshe-dilmiş değildir. Aksine bu ayet, özel olarak Kitap Ehli hakkında ve onların ciz­yeyi ödemeleri halinde İslâm'a girmek üzere zorlanmayacaklarını belirtmek üzere nazil olmuştur. İslâm'a girmek üzere zorlanacak olanlar ise Arapların putperestleridir. Onlardan İslâm'a girmekten başka bir şey kabul olunmaz. İş­te haklarında, "Ey peygamber kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!" ayetinin na­zil olduğu kimseler bunlardır. Bu görüşün sahiplerinin ileri sürdüğü delil ise Zeyd b. Eslem'in babasından yaptığı şu rivayettir: Eşlem dedi ki: Ben Ömer b. el-Hattâb'ı Hristiyan bir kocakarıya şöyle derken dinledim: "Ey kocakarı, İs­lâm'a gir, selâmet bulursun. Muhakkak Allah Muhammed'i hak din ile gönder­miştir." Kadın dedi ki: "Ben yaşı ilerlemiş bir kocakarıyım. Ölüm bana pek ya­kındır." Hz. Ömer, "Şahit ol Allah'ım" dedi ve, "Dinde zorlama yoktur" ayetini okudu.

İbnül-Arabî ayetin mensuh olduğunu kabul eden görüşü zayıf görmekte ve şöyle ifade etmektedir: "Zorlama yoktur" ifadesi batıl olan ikrahın nefyedil-mesi hususunda geneldir. Hak ile ikrah ise dindendir. Savaşta kâfirin öldürül­mesi onun görüşüne göre, kişinin din dolayısıyle öldürülmesidir.[28] Çünkü Peygamber (s.a.) hadis imamlarının Ebu Hureyre'den rivayet ettiği mütevatir ha­diste şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum." Bu ise Yüce Allah'ın, "Onlarla fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar savaşınız." (Bakara, 2/193) buyruğundan alınmış-tır. Ancak (İbnül-Arabî) hadis-i şerifte geçen "insanlarla" ifadesi ile kastedile­nin ilim adamlarının icması ile Arapların müşrikleri olduğuna dikkat etmemiş­tir. Bu ise Araplara ait özel bir sebepten dolayıdır. Çünkü Araplar İslâm risale-tinin taşıyıcılarıdır. Onların toprakları İslâm'ın yola koyulduğu yerdir. O ba­kımdan bu iki sebep dolayısıyla onların haklı olarak zorlanmaları caiz görül­müştür.

"Dinde zorlama yoktur." ayet-i kerimesi doğruluğun ve imanın delillerinin açık olduğunu, hak dinin sapıklıktan, dalalet ve bilgisizlikten ayrılmış olduğu­nu, İslâm'ın hak din olduğunu, küfrün bütün türlerinin batıl olduğunu göster­mektedir.

"Allah iman edenlerin velisidir." ayet-i kerimesi de insanlar arasından iman eden kimselerin işlerinin Allah'ın velayeti altında olduğunu göstermekte­dir. Bu iman edenleri Allah, küfrün karanlığından imanın nuruna çıkarmıştır. Allah tarafından gönderilmiş hakkı davet eden peygamber Muhammed (s.a.)'in gelişinden sonra kâfir olanı azdıran ise onun şeytanıdır. Böyle bir kimseyi ade­ta imandan çıkarmış gibidir. Çünkü şeytan onunla birliktedir. Yine ayet-i keri­me küfürleri sebebiyle kâfirlerin cehenneme girecekleri hükmüne delildir. Bu ise Yüce Allah tarafından tebliğ edilmiş adaletli bir hükümdür ve Allah ne yap­tığından sorumlu tutulmayandır.

Bu ayet-i kerime, dinde zorlamanın yasaklandığına delil mesabesindedir. Çünkü kalpler ve akıllar üzerinde velayet yetkisi yalnızca Allah'a aittir. İmana hidayet ise Yüce Allah'ın dilediği kimseye muvaffakiyet vermesi, ayetler üze­rinde düşünmek ve şüphelerden kurtulmak için onu hazırlaması ile olur. Bu ise kişinin delillerin aydınlığını bilmesi ile gerçekleşir. Yoksa zorlamakla ve mecbur etmekle olmaz.

Hülâsa, müminin akidesi üzerinde Allah'tan başka herhangi bir kimsenin velayet ve otoritesi yoktur. İmanın oluşturulması şanı Yüce Allah'ın insana ba­ğışlamış olduğu bidayet yollarını kullanmakla gerçekleşir. Bunlar ise duyular, akıl ve dindir.

Kâfirlere gelince: Onların ruhları üzerinde tuğyana götüren bu batıl ma-budlardan başka bir şeyin etkisi yoktur. Kalplerindeki imanı bu türüyle orta­dan kaldırmaya, her şeyiyle maddî yahut egemenlik gibi arzulardan faydalan­maya yönelmeye, ahlâksızlık, münkerât yahut zulüm ve tuğyanda alabildiğine serbestçe hareket etmeye götüren bunlardır. İbnül-Kayyım tağutu şöylece ta­nıtmaktadır: "Kulun kendisi sebebiyle haddi aştığı her türlü mabud, tabi olu­nan veya itaat olunan kimsedir." Devamla der ki: Tağutlar pek çoktur. Bunla­rın elebaşıları beş tanedir. İblis, buna razı olarak kendisine ibadet olunan, in­sanları kendisine ibadet etmeye davet eden, gayb bilgisinden herhangi bir şey bildiğini iddia eden ve Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm veren." [29]

 

Hz. İbrahim Ve Nemrut

 

258" Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele ed«ni görmedin mi? Hani İbrahim, «Benim Rabbim dirilten ve öldürendik deyince o, "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim, «Muhakkak Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir" deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.

 

İ'râb:

 

"Rabbi" buyruğundaki zamir mücadele eden kimseye aittir ki bu da Nem­rut diye de bilinen Hükümdar Nümrûz'dur. "kendisine... verdi" buyruğundaki zamir de ya Hz. İbrahim'e aittir, yani Allah Hz. İbrahim'e peygamberlik ver­miştir, ya da "Hz. İbrahim ile tartışan" kimseye aittir. Bu da Allah kendisine mülk ve yardım verdi diye Hz. İbrahim ile tartışan Nemruttur. [30]

 

Belagat:

 

"Görmedin mi?" buyruğundaki soru, taaccüp ifade eder. Görmekten kasıt da kalben görmektir.

"Dirilten ve öldüren" buyruklarının (Arapça fiil kiplerinde) müzari sigasm-da gelmesi, bu işin devamlılığı ve sürekli yenilenip durmayı ifade ettiğinden dolayıdır. "Benim rabbim dirilten ve öldürendir." kipi müpteda ve haberin ikisi­nin de marife olarak gelmesi dolayısıyla kasır (bu işi yapmanın Allah'a münha­sır olduğunu) ifade eder. Yani öldüren ve dirilten yalnızca Yüce Allah'tır. Ayrıca dirilten ve öldüren ile doğu ve batı kelimeleri arasında da tıbâk sanatı bulun­maktadır.

"O kâfir şaşırıp kalmıştı" (fe-bühitellezî kefer) buyruğundaki ifade, kişinin şaşırıp kalmasına sebebin küfrü olduğu intibaını vermektedir. Eğer bunun ye­rine (febühitel- kâfir) denilmiş olsa> di, bu anlamı vermezdi. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Görmedin mi?" sorusu taaccüp ve inkâr ifade eder. "mücadele edeni", tar­tışanı "Allah kendisine mülk verdi diye" yani Allah'ın nimeti sebebiyle şımar­ması, onu böyle bir tartışmaya itti. Burada sözü geçen kişi Nemruttur.

"O kâfir şaşırıp kalmıştı." yani hayret ve dehşete düşmüştü. Hadis-i şerif­te de, "Yahudiler buht (ayet-i kerimedeki hayret ve dehşete düşmeyi ifade eden kelime ile aynı köktendir, fakat burada, "iftiracılar" anlamında) bir kavimdir." denilmektedir. "Allah zalimler" hakka götüren şeyler üzerinde düşünmek sure­tiyle hidayeti kabul etmekten yüz çevirenler "topluluğuna hidayet vermez".[32]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetlerde Yüce Allah iman edenlerin velisinin kendisi ol­duğunu, kâfirlerin velisinin ise tağut olduğunu belirttikten sonra, burada ima­na ve tuğyana birer örnek zikretmektedir. Böylelikle bu meseleyi beyan etmek­te, bunun doğruluğuna ve sıhhatine delil getirmektedir. Şöyle ki: Yüce Allah İbrahim (a.s.)'e şüpheleri ortadan kaldıran delilleri serdetme başarısını ihsan etmiştir. Zamanın hükümdarı (Nemrut) ise haklan buyruğuna karşı körleşmiş olduğundan delil diye ileri sürdüğü şeyler tutarsız ve geçersizdi. Bunlar, şüphe ve vehimlerin karanlıklarında gidip gelen türden idiler. İşte bu kıssa az önce sözü geçen mümin ve kâfire verilmiş bir örnek özelliğini taşımaktadır.[33]

 

Açıklaması

 

Zorbalık taslayan, mabudluk iddiasında bulunan Nümrûz (Nemrut) b. Kuş b. Ken'ân b. Sâm b. Nûh adında zamanın hükümdarının kıssasını ve bu­nun Allah'ın rububiyeti hakkında Hz. İbrahim'e karşı çıkışı kıssasını bilmedin mi? [34]

Onu bu şekilde tartışmaya iten şuydu: O Babil hükümdarıydı. Buna bağlı olarak büyüklenmiş, azmış ve gurura kapılmıştı. Zamanının bütün dünyaya hakim olmuş hükümdarı olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Doğudan ba­tıya bütün dünyaya dört kişi hakim olmuştur. İkisi mümin ikisi kâfirdir. Mü­minler Davud oğlu Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirler ise Nemrut ve Buhtun-nassar'dır [35] Gerçek hükümdar olan Allah'ın nimetine şükretmedi, aksine bu nimetler onu azdırdı ve tuğyana itti. Halbuki nimet şükre götürür. O, itaata se­bep olanı isyana sebep kıldı.

Bu, İbni Abbas, Mücahid ve bir diğer grubun görüşüne göre Hz. İbrahim'i ateşe atan, sivrisinek ile helak edilen kimsedir. Hz. İbrahim'i yakmak üzere ateşi yaktıran da odur. Yüce Allah ile savaşmaya kalkışınca şanı Yüce Allah ona karşı sivrisineklerin üşüştüğü bir kapı açtı ve bu sivrisinekleri askerlerine gönderdi. Etlerini yediler, kanlarını içtiler. Bu sineklerden bir tanesi de onun dimağına (beynine) girdi. Sinek, beynini bir fare kadar oluncaya dek yedi. Ar­tık bundan sonra Nemrut için en değerli kimse bu iş için hazırlanmış tokmak ile kafasına vuran kimse idi. Ona verilen belâ kırk gün devam etti.[36]

Bu hükümdarın kavmi tannlanyla birlikte hükümdarlarına tapınıyorlar­dı. Hükümdar, Hz. İbrahim'i, kavminin tuttuğu dine uymayan yeni dininden döndürmek, kendisine ve sair tanrılara ibadet etmeye zorlamak istemişti.

Bu mücadelenin kıssası şöyledir[37]:

İbrahim (a.s.) Allah'tan başka tapınılan putları kırıp bunlara tapınanlarm akılsızlıklarını ortaya koyunca, Nemrut ona kendisine ibadet etmeye çağırdığı rabbi hakkında soru sordu, O da şu cevabı verdi: Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir. Hayatın kaynağı O'ndandır, ölümün sebebi O'dur. Yani hayatı ve ölü­mü O yaratır. Ancak ilk zorbalık taslayan azgın tağut olan o hükümdar bunu kabul etmeyip şöyle dedi: Ben hakkında idam hükmü verilmiş bir takım kimse­leri affederek kimi insanları diriltirim. Diğer bir kısmını da öldürmekle ve hak­kında verilen hükmü infaz etmekle de öldürürüm. Bunları söyledikten sonra iki kişiyi getirtip birisini bağışladı, diğerini öldürdü. Dört kişiyi yakaladı ve onları bir eve koydu; yiyeceksiz ve içeceksiz bıraktı. Arkasından bunlardan ikisine ye­mek yedirdi, canlandılar; diğer ikisini aç bıraktı onlar da sonunda öldüler.

İşte Nemrut'un ileri sürdüğü delildeki ilk sakatlık ve zayıflık buydu. Çün­kü Hz. İbrahim'in sözlerinden kasıt (bir taraftan) hayatı yokluktan var edip meydana getirmektir. Diğer taraftan bitki, hayvan ve diğer bütün canlıların mevcut hayatlarını ortadan kaldırmaktadır. Yoksa, haklarında idam hükmü verilmiş bir grup insanın idam edilmesi ya da hayatin devamına sadece sebep olunması değildir. Nemrut'un cevabı ise hayatta kalmak ya da ölmek için sebep anlamını taşır.

Hz. İbrahim bu tağutun mugalatasını, hayat vermenin ve öldürmenin ne maksatla kullanıldığını bilmezlikten geldiğini görünce, hakkı bile bile inkâra veya mugalataya yer vermeyen bir başka delil ortaya koyarak şöyle dedi: Mut­lak kudret ve iradesiyle hayatı bağışlayıp alan benim Rabbim, aynı zamanda güneşi doğudan doğdurmaktadır. Şayet sen rububiyet iddiasında bulunuyor isen, haydi güneşin yönünü değiştir, onun batı tarafından doğmasını sağla.

Bu istek karşısında, büyüklenmesini, kibrini kendisine dost edinen o tağut verecek cevap bulamadı, dehşete düştü, şaşırdı, bu delil karşısında aciz kaldı. Hz. İbrahim onu mat etti, yenik düşürüp susturdu. Güneşin doğudan doğması­nı sağlayan benim deme imkânını bulamadı, çünkü olaylar kendisini yalanlı­yordu.

Şanı yüce Allah, hidayetini kabulden yüz çeviren, kendilerine zulmeden zalimleri ebediyyen hayır ve kurtuluş yoluna iletmez. Aksine Allah onların kalp ve basiretlerini mühürler. En zorlu zamanlarda ve en sıkıntılı hallerde in­san kitleleri önünde onların içyüzlerini açığa çıkartır, rezil eder. İşte bu da hi­dayet etmeyişin itaat edenler hakkında değil, zalimler hakkında olduğunu gös­termektedir. Bundan kasıt ise özel bir hidayettir veya bu hidayete iletilmeme özelliği zalimlere hastır.[38]

es-Süddî'nin naklettiğine göre bu tartışma ateşten çıkmasından sonra Hz. İbrahim ile Nemrut arasında gerçekleşmişti. Hz. İbrahim o güne kadar hü­kümdar ile bir araya gelmiş değildi. Aralarında bu tartışma oldu. Bu ise Hali-lullah Hz. İbrahim için zafer üstüne zaferdi. İşte Allah kendi velilerinin, seç­kin kullarının zafere ulaşmasını bu şekilde üzerine alır, Allah'ın düşmanları­nın bozguna uğramaları ise peşpeşe gelir. Aklını kullanıp düşünen herkes de onların bu bozguna uğramalarını açıkça görür. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Aksine biz hakkı batıl üzerine bırakırız da onun beynini parça­lar, o da can çekişmeye koyulur." (Enbiya, 21/18).[39]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime, dünyada Allah'ın kendilerine mülk verdiği takdirde kâfi­re melik (hükümdar) adını vermenin caiz olduğunu göstermektedir. Yine Yüce Allah'ın dünya hayatında kâfire nimet vermesinin mümkün olduğunun da deli­lidir. Sonra ahirette bu nimetten mahrum olur, cehennemden başka bir şey bu­lamaz. Ayrıca din hususunda ve delil ortaya koymak ile ilgili olarak tartışmaya girişmenin sıhhatli olduğuna, münazara yapılabileceğine delildir. Kur*an ve sünnette bu tür tartışmaları ifade eden pek çok buyruklar vardır. Hz. Nuh kıs-sasınde meselâ şöyle denilmektedir: "Ey Nuh, sen bizimle tartıştın, hem de bi­zimle çokça tartıştın... ve ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım." (Hûd, 11/32-35). Çünkü dine dair tartışmada hak ile batıl arasındaki fark, ancak hak­kın delilinin üstün gelmesi, batılın ileri sürdüğü delilin de çürütülmesi ile orta­ya çıkar.

Resulullah (s.a.) da Kitap Ehli ile tartışmış ve delili açıkladıktan sonra on­larla mübâhalede[40] bulunmuştur. Resulullah (s.a.)'ın ashabı da Sakîfe günün­de birbirleriyle tartışmış, birbirlerinin delillerini çürütmeye gayret etmiş ve münazarada bulunmuşlardır ve bu hak sahipleri hakkında ortaya çıkıncaya kadar sürüp gitmiştir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir'e biat edildikten sonra irtidat edenler hakkında birbirleriyle tartıştılar. Buna benzer pek çok tartışma söz ko­nusudur.

Yüce Allah'ın, "Hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında niçin tartışıp durur­sunuz?" (Âl-i İmran, 3/66) buyruğunda ilme dayalı olarak tartışmanın, delil ge­tirmenin, düşünen, aklını kullanan kimseler için yaygın ve mubah olduğunun delili vardır.

Tartışmanın adabı ise Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah'ın şu buyruğunda sı­nırlandırılmaktadır: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yol ile tartış." (Nahl, 16/125).

Usul alimleri bu ayet-i kerime hakkında şunu zikrederler: İbrahim (a.s.) Yüce Allah'ı, diriltici ve öldürücü olma vasıflarıyla nitelendirdiğinde hakikati kastetmiştir. Nemrut ise mecazî ifadeye sapmış ve kavminin hakkı görmesini önlemek istemiştir. Hz. İbrahim tartışma gereği onun bu iddiasını kabul eder görünerek mecazın söz konusu olamaycağı bir noktaya gelmiştir ve ona karşı güneşi delil getirmiştir. Bunun sonucunda da inkâr eden kişi şaşırıp kalmıştır.

Yine ayet-i kerimeden şu da anlaşılır: Şanı yüce Allah'a yarattıklarından hiç bir şey benzemez. O'nu bilmenin yolu ise kâinatta onun birliğine dair kafi delilleri bilmekten geçer. Çünkü Allah'ın peygamberleri (selâm onlara) kâfirle­re benzer delillerle karşı çıkmışlar, Yüce Allah'ı teşbihi gerektiren sıfatlarla ni-telemeyip onu fiilleriyle vasfetmiş ve onun yarattıklarını varlığına delil göster­mişlerdir. [41]

 

Hz. Üzeyr Ve Eşeğinin Kıssası

 

259- Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi)? "Allah burası­nı ölümden sonra acaba nasıl dirilte­cek?" demişti. Allah da onu yüz yıl öl­dürmüş, sonra dirilterek, "Ne kadar kaldın?" demişti. O da, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı" demişti. "Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içece­ğine bak, biç de bozulmamışlar. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılmak için böyle yaptık. Ke­miklerine de bak, onları nasıl birleşti­rip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye buyurdu. Kendisine durum apaçık belli olunca, "Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye kadirdir" demişti.

İ'râb:

"Yahut" kelimesi "İbrahim ile tartışanı görmedin mi?" buyruğuna atıftır. "Ne kadar kaldın?" ifadesinin takdiri, "kaç gün kaldın?" şeklindedir. "Bozulma­mışlar" buyruğu (köküne göre) ya bozulmamışlar, değişmemişler anlamında veya geçen bunca yıla rağmen değişikliğe uğramamışlar, anlamındadır.

"Seni insanlara bir alâmet kılmak için böyle yaptık." buyruğunun takdiri şöyledir: "Allah bunları öldükten sonra acaba nasü diriltecek?" demen üzerine seni hayrete düşüren şeye kesinlikle inanman için eşeğine bir bak. Seni insan­lara bir alâmet olasın diye böyle kıldık. [42]

 

Belagat:

 

"Ölümden sonra" kasaba sakinlerinin ölümünden sonra, demektir. Mahal­lin zikredilip o mahalde bulunanları kastetmek kabilinden mecaz-ı mürseldir.

"Sonra onlara et giydiriyoruz." Bu buyrukta, kemiği örten etten vücudu ör­ten elbisenin örtmesi gibi söz edildiği için istiare vardır. Daha sonra kendisine mekniye istiare (kapalı istiare )'de olduğu gibi, kendisine benzetilen elbise haz­fedilerek, onun gereklerinden birisi olan giymekten söz edildi. [43]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yahut... o kimse gibisini" yani bineği üzerinde beraberinde bir sepet incir ve bir kâse de meyve suyu bulunduğu halde, Beytülmakdis'ten geçen Üzeyr'i. "... duvarları çatıları üzerine çökmüş" yıkılmış yahut sakinleri kalmamış boşalmış demektir. Bu durum ise Buhtunnassar'ın orayı tahrip etmesi üzerine olmuştu. "Allah burayı ölümünden sonra" yani harap obuasından sonra "nasıl diriltecek?" Bu, ölümden sonra diriltmeyi uzak bir ihtimal gören kişinin anlatım özelliğidir. Burada diriltmekten kasıt binalar ve sakinlerle oranın imar edilmesidir.

"Allak da onu yüz yıl öldürmüş" yani duyularını, hareketlerini ve idrakini yitirmesini sağlamıştı. Ruh ise bedeninden tamamıyla ayrılmamıştı; Ashab-ı Kehfte olduğu gibi. "Sonra onu dirilterek." Diriltmek (ba's), yerinden serbest bırakılan deve hakkında, serbest bırakmak anlamında kullanılır. Burada hayat vermek değil de ba's tabirinin kullanılması, eskisi gibi canlı, aklı başında, id­rakleri tam olarak eski haline döndüğünü haber vermek içindir. Doktorların görüşüne göre kimi insanlar uzun bir süre hayatta kalabilir ve bu süre zarfın­da his ve şuurunu yitirmiş olabilirler. Bu durum doktorlar tarafından "derin uyku" diye adlandırılır. Bütün bunların kaynağı ise Yüce Allah'ın kudretidir. Yüz yıl veya üç yüz yıl ya da daha çok bu halde korur. Kurtubî ise der ki: Bu öl-dürme'den zahiren anlaşıldığına göre, ruh cesedinden çıkarılmıştır.

"Yiyeceğine" incirine, "içeceğine" meyve suyuna "bak" aradan geçen uzun zamana rağmen "hiç de bozulmamışlar." "Bir de merkebine bak!" nasıl olduğu­nu gör. Onun ölmüş olduğunu, kemiklerinin kaldığını gördün.

Sen bunu bilesin diye "seni bir alâmet kılalım diye" ve insanlara öldükten sonra dirilişe yani Yüce Allah'ın kudretine alâmet kılalım diye "böyle yaptık." "Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz?" Yerden onları kaldırıp sonra da vücuttaki asıl yerlerine iade ediyoruz? Bu anlamı veren (nünşizühâ) kelime­si, "diriltiyoruz" anlamında (nenşürühâ) şeklinde de okunmuştur.

"Sonra da onlara et giydiriyoruz." Bütün bunlara baktı, kemiklerin yerli yerine geldiklerini, onlara et giydirildiğini, cesede ruh üfürüldüğünü gördü ve onun üzerinde hayatın alâmetleri görüldü.

"Biliyorum ki" yani bizzat tanık olmanın sağladığı bilgiyle biliyorum ki... [44]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki kıssa Allah'ın varlığını ispat etmek içindi. Bu kıssa ile bundan sonra gelen, "Hani İbrahim... demişti" buyruğu ile başlayan kıssa ise, öldükten sonra haşredilmenin ve dirilişin ispatı hakkındadır. [45]

 

Açıklaması

 

Duvarları, çatıları üstüne yıkılmış [46] bir kasabadan geçen o kimse gibisini gördün mü? Bu buyruk bir önceki ayette geçen, "Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi?" buyruğuna atfe-dilmiştir. Bu ayetin anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında, İbrahim ile tartışan bi­risini gördün mü ve bu kasabanın mahiyeti neydi? Oradan geçen kimdir? De­nildiğine göre kasaba Beytülmakdis'ti. Oradan geçen ise Şerhiyâ oğlu Üzeyr idi. Meşhur olan görüş budur. Bir diğer görüşe göre sözü geçen kasaba Dicle kı­yısındaki Deyr Hırakl'dır. Oradan geçen ise Harun (a.s.) soyundan gelen Ermi-yâdır. Bunun Hızır (a.s.) olduğu, bir başka görüşe göre Bevar oğlu Hazkiel ol­duğu da zikredilmiştir. Mücahid de, "Bu kişi İsrail oğullarından bir kişidir" de­miştir.

Bu kişi şöyle demişti: Harap olduktan sonra bu kasabayı Yüce Allah nasıl imar eder? Bundan kasıt ise yapıları ve sakinleriyle buranın tekrar şenlenme­sinin -tahrip olmasından ve ahalisinin dağılmasından sonra- uzak görülmesi-dir. Bunun yanında, aşırı derecede tahrip olduğunu gördüğünden dolayı Yüce Allah'ın kudretinin azametini de ifade eder. O'nun sözü, diriltme yolunu bilme­deki acizliği itiraf etmek, hayat verenin kudretinin de azametini kabul etmek anlamındadır.

Allah, hayatta kalmakla birlikte yüz yıl süre ile duyu ve hareket kabiliyet­lerini ortadan kaldırdı. Daha sonra ona hareket verdi, adeta uykudaymış da uyanırmışçasına hızlıca ve kolaylıkla onu diriltiverdi. O, kasabanın, vefatından yetmiş yıl sonra imar edilmiş olduğunu, sakinlerinin tamamlandığını, İsrail oğullarının oraya geri döndüğünü gördü. Melek aracılığı ile ona "Ne kadar süre kaldın?" denildi. Ona bu sorunun soruluş sebebi, Yüce Allah'ın işlerini kavra­maktaki acizliğinin ortaya çıkmasıdır. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre bu öldürme, ruhun cesetten çıkarılması şeklinde olmuştur. Bu kişiye ses­lenen ses ise melekten ya da semadan kimin söylediği bilinmeyen bir ses olmayıp, bunu söyleyenin Yüce Allah olduğu anlaşılmaktadır.

Bunun üzerin dedi ki: Ben, tahminime göre bir gün yahut bir günün bir kısmı kadar uyudum. Çünkü sabah vakti ölmüş, daha sonra da günün sonları­na doğru Allah onu diriltmişti. Güneşin henüz batmadığını görünce aynı gü­nün güneşi olduğunu sanmıştı. Onun böyle demesi kendi kanaat ve zannına göredir. O bakımdan verdiği bu haberde yalan söylemiş değildi. Ashab-ı Kehfin, "Bir gün ya da bir günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19) şek­lindeki sözleri de bunun gibidir. Halbuki onlar 309 yıl uyumuşlardı.

Ona şöyle cevap verildi: Hayır, sen yüz yıl uykuda kaldın. Şimdi bizim kudretimizin delillerini görmen için bu süre boyunca beraberinde kalmış olan yiyeceğine ve içeceğine bir bak. Değişmemiş, bozulmamış; halbuki azıcık bir süre geçmekle benzeri şeylerin bozulması bir kanundur.

Yine bizim kudretimizin delilini görmek üzere eşeğine bir bak! Onun ke­mikleri nasıl çürümüş, eklemleri birbirinden ayrılmış. Böylelikle onun ve senin üzerinden hareketsiz yahut uykuda iken uzun bir zaman geçtiğini açıkça gör. Bizler bütün bunları sana gerçekleşmesi uzak ihtimal olarak gördüğün şeyi gözlerinle göresin, hayrete düştüğün şeye katiyetle inanasın diye gösterdik ve öldükten sonra dirilmeye seni bir ayet (belge) kılalım, kıyamet günü dirilişe tam kadir olduğumuzu gösteren bir belge kılalım diye yaptık. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek bir nefis gibidir." (Lokman, 31/28). Buna göre Yüce Allah'ın, "Seni insanlara bir alâmet kılalım" buyruğu öldükten sonra dirilişe bir delildir.

Eşeğinin sağa «ola dağılmış kemiklerini nasıl kaldırdığımıza bir bak. Bu kemikler birbirlerinin üstünde yığılı duruyorlar. Biz bu kemikleri cesedindeki asıl yerlerine geri yerleştiriyoruz. Sonra bu kemiklere et, sinir, damar ve deri giydiriyoruz. Tıpkı elbisenin cesedi örtmesi gibi. Daha sonra Yüce Allah bir me­lek gönderdi ve bu cesede ruh üfledi. Aziz ve Celil olan Allah'ın izniyle eşek anırmaya başladı. Bütün bunlar ise Üzeyrin gözleri önünde oldu. İşte yüz yıl ölümden sonra bu şekilde diriltmeye kadir olan binlerce yıl sonra diriltmeye de kadirdir. Çünkü ilâhî fiiller birbirine benzer.

Bütün bunları açık seçik görünce, "Ben bunu artık biliyorum" dedi. Çünkü gözlerimle görmüş bulunuyorum. Katiyetle biliyorum ki Allah, her şeye kadir­dir. Hiç bir şey O'na zor değildir. [47]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa yok olduktan sonra dirilişin ve kabirlerden çıktıktan sonra Al­lah'ın huzurunda toplanmanın, haşrolmanın mümkün olduğunun apaçık delili­dir. Her zaman ve mekânda öldükten sonra dirilişe delâlet edebilecek değişmez delil, şanı yüce Allah'ın canlıyı yaratması, etini, kemiğini var etmesidir (inşa etmesidir). İnşanın anlamı, güçlendirmektir. İnşaz'ın anlamı ise geliştirmektir. Bu özel bir durumdur. En büyük ve genel belge ise Allah'ın öldükten sonra di­riltme kudretine delâlet eden tekvin (yaratma, var etme) kudretidir. Bu da Yü­ce Allah'ın, "Sizi ilk baştan nasıl yarattıysa öyle döneceksiniz." (A'raf, 7/29) ve "tik yaratmayı başlattığımız gibi onu tekrar iade ederiz." (Enbiya, 21/104) buy­ruklarında dile getirilmektedir.

Tercih edilen görüşe göre o kasabaya yolu uğrayan kişi sıddıklardan veya peygamberlerden birisidir. Bunun kâfirlerden birisi olduğu söylenmişse de bu zayıf bir görüştür. Çünkü kâfir, Allah'tan ayetlerle teyit edilip desteklenmez. Sahih olan birinci görüş ile ilgili söylenecek sözler, bunun Yüce Allah'ın mü­minlere hidayetine bir misal, onları karanlıklardan aydınlığa çıkartmasına bir örnek olduğu şeklindeki ifadelerdir. Hz. İbrahim'in o kâfir ile başından geçen olayda olduğu gibi.

Zanna göre haber vermek veya yemin etmek yalan olmaz. Yemin edilmesi halinde, kefaret de gerektirmez. Hanefî, Maliki ve Hanbelflere göre (cumhur) Yüce Allah'ın affettiğini belirttiği lağv yemini budur. Bu görüşlerini de Yüce Allah'ın, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı demişti" buyruğundan Kehf suresinde, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19) buyru­ğundan alırlar. Bunun bir benzeri de Peygamber (s.a.)'ın Zülyedeyn (el-Hırbâk b. Amr)'ın kıssasında Buharî ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'den rivayet edilen, "Namazı kısaltmadığım gibi unutmuş da değilim." şeklindeki buyruğu­dur.

Buna göre şöyle demek mümkündür: Peygamberler eğer kasten olmadığı takdirde -ve dini hükümlerin dışındaki- bir şey hakkında olduğundan farklı bir şekilde haber vermekten -yanılmak ve unutmaktan yana masum olmadıkları gibi- masum değildirler.

Üzeyrfn insanlara ayet olması, yüz yıllık bir süre öldürülmesi, bundan sonra da diriltilmesi şeklinde olmuştur. [48]

 

İbrahim (A.S)'In Gözleriyle Görme Arzusu

 

260- Hani İbrahim, "Rabbim, ölüleri  n«sı1 dirilttiğini bana göster" demişti. «İnanmadın mı yoksa" diye buyurdu. O da, "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için" demişti. Buyurdu ki: «Dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir."

 

İ'râb:

 

"Kalbimin mutmain olması için." Burada takdirî bir fiil vardır. Bu da ya "Kalbimin mutmain olması için soruyorum* veya "Kalbimin mutmain olması için ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" şeklindedir. Ya da burada "liyat-mainne" kelimesinin başındaki lâm emir ve dua lamıdır. "Adeta kalbi için mut­main olsun diye dua etmiş" anlamına gelir. [49]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani İbrahim 'Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster1 demişti." Böy­le dediği vakti an, hatırla. Cumhur der ki: İbrahim (a.s.) Allah'ın ölüleri dirilt­mesinde olsun, Allah'ın kudretinde olsun asla şüphe etmemişti. O sadece dirilt­me keyfiyetini gözleriyle görmeyi dilemişti. Çünkü insan ruhu bilmediklerine muttali olmayı, haber verilen şeyleri görmeyi arzular. Bu bakımdan Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Haber vermek gözle görmek gibi değildir." Bunu Taberanî Enes'ten nakletmiştir.

Benim diriltmeye kadir olduğuma "inanmadın mı yoksa?" Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'in imanını bilmekle birlikte, sorulan bu soru ve bu soruya verilen cevap, bu kıssayı dinleyenlere öğretmek içindir. "İnandım fakat kalbimin mut­main olması için." İstidlale ek olarak gözümle görerek kalbim yatışsın diye sa­na sordum.

"(fe-surhünne), Onları parçala" anlamındadır. Bunun, "Onları kendine alıştır" anlamında olduğu da söylenmiştir (mealdeki gibi). Yani sen onları yanı­na al, etrafında topla, (ileyke) kelimesi, bir önceki kelimenin parçalama anla­mına geldiğini kabul edersek, şu anlamı ihtiva eder:   Onları yanında topla, sonra onlan parçala. Etlerini, tüylerini karıştır, sonra da onların parçalarını bir kaç dağın tepesine bırak. "Sonra da onlan çağır." Onlara sana gelmeleri için seslen. "Koşarak" hızla yürüyerek "sana gelirler."

"Bil ki Allah Azîz'dir." Hiç bir şeyin aciz bırakamadığı Gâlib'dir, "Ha-kîm'dir." Yaratmasında ve tedbirinde hikmeti sonsuzdur. [50]

 

Açıklaması

 

İbrahim (a.s.) verilen emri yerine getirdi. Yüce Allah dört kuşun hangi türden olduklarını tayin etmemektedir. İbni Abbas'tan nakledildiğine göre Hz. İbrahim, tavus, kartal, karga ve horoz almış ve sözü geçen işi yapmıştı. Başla­rını yanında alıkoyup onları çağırmıştı. Parçalar birbirlerine tamamlanıncaya kadar uçuşup eklenmişler, daha sonra da başlarına doğru gelmişlerdir.

Mücahid dedi ki: Sözü geçen dört kuş tavus, karga, güvercin ve horoz idi. [51] Hz. İbrahim bu dört kuşu kesti, sonra da onlara yapacaklarını yaptı. Ardın­dan onlan çağırdı, çabucak ona geldiler. İşte Yüce Allah mücerret ilâhî emir ile ölüleri böylece diriltir: "O bir şeyi dilerse onun emri ona sadece 'Ol!' demesidir, o da oluverir." (Yasin, 32/82); "Ona ve yere, "isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi, ikisi de, "isteyerek geldik, dediler." (Fussilet, 41/11).

Bu kıssanın özeti şudur: İbrahim (a.s.) her işe bütünüyle muttali olmayı seven birisiydi. Yüce Allah ona iyilik yapana iyilikle, kötülük yapana da kötü­lükle karşılık vermek üzere ölüleri kıyamet gününde hasredeceğini vahyedince Hz. İbrahim, ölmüş ve dirilmiş birisini görmek istediğinden Allah'tan kalbi mutmain olsun diye böyle bir dilekte bulundu. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları kesmesini ve parçalarını dağlara dağıtmasını, arkasından kendisine gelmeleri için çağırmasını emretti. İşte o vakit ölenin nasıl dirileceğini görecek­ti. Hz. İbrahim denileni yaptı ve kuşları kendisine gelsinler diye çağırdı. Kuş­lar hiç ölmemiş gibi sapasağlam geri döndüler. [52]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa Yüce Allah'ın ölüleri diriltmeye dair kudretini ispata bir başka delildir. Ölenlerin parçaları istediği kadar çürüsün, zerreleri istediği kadar da­ğılsın, ölümden sonra Hz. İbrahim ilâhî kudretin bunu yapabileceğinden şüphe etmemişti. O, bu istekte bulunmakla, maddî bir deney yahut verilen haberi gözle görmek suretiyle itikadının daha bir sebat bulmasını istemişti. İşte bu, eşyaların bileşim keyfiyetini tanımak için deneysel bilimin ve bilimsel deneyle­rin önemine işaret etmektedir.

Peygamberler hakkında bu konuda şüphe caiz olamaz; çünkü bu küfürdür. Bütün peygamberler öldükten sonra dirilmeyi ittifakla bildirmişlerdir. Yüce Al­lah ise peygamberlerinin ve gerçek velilerinin üzerinde şeytanın herhangi bir etkisinin olmadığını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz benim kullarım üzerinde senin herhangi bir yetki ve otoriten yoktur." (İsra, 17/65). Şeytan da (Adem'in zürriyetini aldatacağını söylediğinde) şöyle demişti: Kullarının ara­sından ihlâsa erdirdiklerin müstesna. Şeytanın bunlar üzerinde herhangi bir etki ve otoritesi olmadığına göre, onları nasıl şüpheye düşürebilir?

Hz. İbrahim sadece dağıldıktan sonra ölülerin parçalarının ne şekilde bir araya getirildiğini, parçalanmalarından sonra sinir ve derilerin nasıl birbirleri­ne ekleneceklerini görmek istemişti. O ilm-i yakînden ayn-ı yakîne yükselmeyi istemişti. Onun, "Nasıl dirilttiğini bana göster" demesi bu keyfiyetin görülmesi isteğidir. Yoksa ilâhî kudreti diriltmek veya var etmek açısından denemek de­ğildir.

Diğer taraftan Hz. İbrahim kalbinin mutmain olmasını istemişti. Kalbin mutmain olması ise, inanılan şey hakkında düşüncenin yatışması, sükûn bul­masıdır. Böylelikle delile dayanılarak bilme ile gözle görerek bilme arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Bir şeyin tasdik edilmesi ve fiilin meydana geldiğinden emin olma isteğini fade etmek üzere Hz. İbrahim'in söylediği söz, insanlar arasında bir darb-ı me­sel haline gelmiştir. Böyle bir durumda kişi başkasından verilen sözü yahut va­adi veya fiili pekiştirmek istediğinde -güvenin bulunmasına rağmen- "Fakat kalbimin mutmain olması için." diye isteğini ifade eder.

Hz. İbrahim'in bu isteği son derece yerindedir. Özellikle şüphelerin çoğal­dığı, bazı kimselerin karada, denizde ve havada binlerce yıldan beri ölmüş ce­set ve ruhların diriltilme ihtimalinden alayla söz ettiği şu çağımızda, insanla­rın yaratıldığından kıyamet gününe kadar geçmiş bulunan milyonlarca insanın diriltileceğine ilâhî bir delil teşkil etmektedir. Bunun aksine bir ihtimalden na-ısıl söz edilebilir? O bakımdan bu konuda diller konuşamasın, kalpler yatışsın, inanç ile ilgili hususlarda şüpheler ortadan kalksın diye, Hz. İbrahim'in bu ta­lebi oldukça yerinde bir taleptir.

Aynı zamanda bu, Yüce Allah'ın müminleri gerçek dost edindiğine, onları himayesi (velayeti) altına aldığına, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarttığı­na üçüncü bir misaldir. Bu da bundan önceki buyruklar gibi öldükten sonra di­rilişin alâmetlerindendir. Birinci misal Allah'ın kendisine mülk verdiği kimse­nin Hz. İbrahim ile tartışmasını ifade ediyordu. Bu tartışma da Allah'ın varlı­ğına delâlet içindi. İkinci misal, Üzeyr'in yüz yıl süre ile öldürülmesi örneği idi. Üçüncüsü ise dört tane kuşun öldürülmesini anlatmaktadır. Rububiyetin ispatı ile ilgili bir misal öldükten sonra dirilişe dair iki misal, verilmesindeki hikmet ise öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin ulûhiyeti inkâr edenlerden çok ol­masıdır.

Yüce Allah'ın, "İnanmadın mı yoksa" buyruğu insanın durması gereken sınırı ve bu sınırı belirtmek kendisini ilgilendirmeyen noktalara geçmemesi için bir irşattır. Rahman'ın Haliline (Hz. İbrahim'e) yapılan bu irşat, bütün müminlere bir tehdittir. Var etme keyfiyeti üzerinde düşünmenin, bilgisini Yüce Allah'ın kendisine sakladığı şeylerle uğraşmanın kendilerine yasak olduğu­nu, bunlar üzerinde araştırmaya kalkışmanın yakışmadığını ifade eder.

Diğer türler arasında kuşların seçilmesindeki hikmet ise kuşun insana da­ha yakın olması, buna bağlı olarak hayvanın özelliklerini de kendisinde daha çok toplaması, kuş üzerinde böyle bir deneyin daha kolay yapılması ve çoğun­lukla kuşların insandan daha çok kaçmasıdır. Bütün bunlarla birlikte kuşların sadece bir çağırmakla geri dönmeleri misal olarak daha anlamlı, daha beliğdir.

Kuşların sayısının dört olmasına gelince: Bunun hikmetini Yüce Allah'a havale etmek gerekir. Çünkü sayı çoğunlukla taabbüdîdir. Şöyle de denilmiştir: Tabiatların yahut esen rüzgâr çeşitlerinin sayılarına uygundur. [53]

 

Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı

 

261-  Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

262- Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katma­yanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.

263- Maruf bir söz ve bağışlama, arka­sından eziyet gelen bir sadakadan ha­yırlıdır. Allah Gani'dir, Halîm'dir.

264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çı­karmayın. Malını insanlara gösteriş ol­sun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (ol­mayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağ­murla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesi­len kaypak bir kayaya benzer.   Onlar kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçire­mezler. Allah kâfirler topluluğuna hi­dayet vermez.

 

Belagat:

 

"Bir tohum gibidir." Teşbih edatı zikredilip benzeme yönü hazfedildiğinden dolayı mürsel bir benzetme vardır. Yüce Allah yolunda infak edilen sadakayı yere atılan, Allah'ın bereketlendirdiği ve böylelikle yedi yüz tane oluveren bir tohuma benzetmektedir.

"Yedi başak bitiren..." buyruğunda aklî bir mecaz vardır. Çünkü bitirme ta­neye isnat edilmiştir. Halbuki asıl onu bitiren Yüce Allah'tır.

"Başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların..." Burada özel tutumdan sonra genel bir ifade kullanılması kapsamlılığı anlatsın diyedir. Çünkü eziyet, başa kakmaktan daha geneldir.

"Üzerinde azıcık toprağı bulunan... bir taş..." Burada temsilî bir benzetme vardır. Çünkü benzeme yönü bir çok unsurdan yapılmıştır. [54]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah yolunda", Allah'ın rızasına götüren şeyler uğrunda, "mallarını infak edenlerin hali" Allah yolunda infak edenlerin niteliği. "Allah Vâsî'dir." Lütfü ge­niştir, "Alîm'dir." Kat kat sevap almayı kimin hak ettiğini çok iyi bilendir.

Başa kakmak: İyilik yapanın infak ettiği kimseye bu ihsanını hatırlatma­sı, ona lütufta bulunduğunu açığa çıkararak, "Ben ona iyilik yaptım, durumu­nu düzelttim" demesidir. Eziyet, infak sebebiyle haddi aşmak ve öğünmektir. İnfak edenin, infak edilenin haberdar olmasını istemediği yahut razı olmayaca­ğı kimselere bunu zikretmesidir.

"mükâfatları" infaklannın sevabı "vardır., ve onlar" ahirette "üzülmezler de."

"Maruf bir söz" güzel bir3sftz ve dilenene güzel bir karşılık vermek "ve bir bağışlama" masiyette ısrarlarını ve diğer hallerini affetme "arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır." Daha çok faydalıdır. "Allah Ganî'dir", kulları­nın sadakasına muhtaç değildir. "Halîm'dir," başa kakan ve eziyet verenin ce­zasını ertelemektedir.

"Sadakalarınızı... boşa çıkarmayın." İnsanlara karşı gösteriş olsun diye in­fak edenin yaptığı gibi siz de sadakalarınızın ecirlerini boşa çıkarmayın. "Malını insanlara gösteriş olsun diye" yani kendisini görüp ondan övgü ile söz etmeleri için yahut hayrı övülsün diye "infak eden ...dümdüz taş kesilen kaypak bir kayaya benzer." Üzerinde toprak kalmamış sert bir kayaya benzer.

"Kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçiremezler." buyruğu insanlara karşı göste­riş olsun diye infak eden münafığın misalini vermek üzere yeni bir söz başlangıcı­dır. Yani onlar işlediklerinden hiçbir şeye sahip olamazlar. Bunun da anlamı, bu yaptıklarının ahirette sevabım bulamayacaklarıdır. Tıpkı yağmur alıp götürdü­ğünden dolayı, dümdüz kaya üzerinde herhangi bir toprağın kalmaması gibi. [55]

 

Nüzul Sebebi

 

el-Kelbî şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dir­hem getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah (s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin" dedi.

Hz. Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teç-hizatlandırmayı üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müs­lümanlara tasadduk etti. [56] İşte bu ayet-i kerime ikisi hakkında nazil oldu.

Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a, "Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağanncaya kadar ellerini bu şekilde açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." ayetini indirdi. [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetler öldükten sonra dirilmeyi, insanların hesapsız bir şekilde ecirlerini alacakları bir diyar için diriltileceklerini ortaya koydu. Bura­da da Allah yolunda infakın fazileti söz konusu edilmektedir. Allah'ın rızasına ulaştıran yollar pek çoktur. İlmi yaymaya, cahilliği ortadan kaldırmaya, fakir­lik ve hastalığı sona erdirmeye çalışmak gibi. Yolların en büyüğü ise Allah'ın sözü (yani İslâm dini) en yüksek olsun diye cihad etmektir. Öldükten sonra di­riliş hususundaki bu açık belgeden sonra her kim cihad ederse, o cihadın karşı­lığında çok büyük bir sevap alacaktır.

Kur'an-ı Kerim pek çok yerde infakı teşvik etmektedir. Çünkü infak baş­kalarını ihtiyaçtan kurtarmanın, toplumun refahmı gerçekleştirmenin aracıdır. Ümmetin şeref ve haysiyetini korumak için, ümmete saldıranların saldırganlı­ğını önlemek için kullanılacak tek araçtır. Malını vermekte cimrilikle davranan her bir toplum mutlaka zelil olur, köleleştirilir, diğer toplumlar ona vahşi bir iştahla saldırır. es-Süddî Müs/ıed'inde İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Bu ayet nazil olunca Resulullah (s.a.), "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver" diye buyurdu. Bunun üzerine, "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? O verdiğini ona kat kat arttırır." (Bakara, 2/245) ayeti nazil oldu. Resulullah (s.a.) yine "Rabbim, ümmetime daha da artır" diye buyuranca bu sefer, "Sabredenlere ecirleri muhakkak hesapsız verilir." (Zümer, 39/10) buyru­ğu nazil oldu. [58]

 

Açıklaması

 

Bu Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıy-la ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklannın niteliğini açıklamaktadır. Bu tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak bi­tirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir ifadedir.

"Allah dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan da­ha fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir al­maya kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.

Bu misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten ruhla* ı daha bir et­kileyicidir. Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder. Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğalta­cağına işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini ar­tırıp çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.

İbni Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda (cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.

İmam Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulu­nanın infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir has­tayı ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime ce­sedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde rivayet etmektedir.

Ahirette bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şun­lardır: Fakire infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle ba­şa kakmaması, ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını is­temek gibi herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyilik­lerini başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı değer-lendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." (Münâfi-kûn, 63/10).

Dilenciye güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sada­ka vermemek, dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zara­rın geleceği bir sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır. Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyu­lan kıskançlık ve kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok ol­maya karşı korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadaka­yı, kendisi sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Al­lah kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir. Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî mükellefiyetleri ye­rine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz ilâhî hikmet dolayı­sıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine bağlanıp birbiriyle dayanış­ması, birbirine sevgi beslemesi için meşru kılmıştır.

İnsanların ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sök­mek için şanı yüce Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ar­dından onları başa kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştire­rek başa kakmayı ve eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilme­si, Allah tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.

Çünkü sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin du­rumu, Allah'ın rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendi­sini övsün, ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan kimsenin hali de bunun gibidir.

Riyakârlık yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince top­rak çekilir ve taş çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider, darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş ka­lıverir. Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Al­lah ancak kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırı­dır ve bu bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.

Allah kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara hidayet vermez.[59] Sahibini ihlâsa, hayra ve Allah'ın rızasına, Yüce Al­lah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle edeplenmeye ileten imandır. İş­te bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir. [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ayet-i kerime Allah yolunda infakın şerefine dair misali, Allah yolunda infaka teşvik ve harekete getirmeyi ihtiva etmektedir. Bu ya hazfedilmiş bir muzafın takdiri ile gerçekleşmiştir; bunun da takdiri şudur: Allah yolunda mallarını infak eden kimselerin infak ettiklerinin misali... bir tohuma benzer. Veya bir başka yolla gerçekleşmektedir: Mallarını infak eden kimselerin misali yeryüzüne bir tohum eken çiftçinin misaline benzer. Onun ektiği bu tohum yedi tane başak bitirir... Bu takdirde de sadaka veren kimse çiftçiye, sadakanın kendisi tohuma benzetilmiştir. Allah, ona verdiği her bir sadaka karşılığında yedi yüz hasene verir.

2- Burada sözü geçen infak, hem mendup (nafile tasadduk) infakı hem de farz infakı kapsar. Çünkü Allah'ın yollan pek çoktur. Bu ayet-i kerimenin ze­kâtı emreden ayetten önce nazil olup sonra zekât ayeti ile neshedildiğini söyle­meye gerek yoktur. Çünkü Allah yolunda infak, her zaman teşvik edilmiş (mendup) bir ameldir.

3- Kur'an-ı Kerim bütün iyi ameller için bir hasenenin on katı ile mükâfat göreceğini ifade etmektedir. Bu ayet-i kerime ise cihad uğrunda yapılan infakın mükâfatının yedi yüz katı ile verilmesini gerektirmektedir. Diğer taraftan Yü­ce Allah'ın, "Allah dilediğine kat kat verir." buyruğu ise Yüce Allah'ın dilediği kimselere yedi yüz katından fazlasını vereceğini göstermektedir. Buna delil de ayetler arası ilişkiden daha önce geçen İbni Ömer'in rivayet ettiği hadis-i şerif­tir.

4- Bu ayet-i kerimede çiftçiliğin, mesleklerin ve kazanç yollarının en üs­tünlerinden birisi olduğuna delil vardır. Bundan dolayı Yüce Allah bu mesleğe dair bir örnek vermiş ve "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." diye buyurmuştur. Müslim'in Sahih'inde Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu kay­dedilmektedir: "Bir Müslüman herhangi bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya bir hayvan yerse mutlaka bu, o kimse için bir sa­daka olur." Tirmizî de Hz. Aişe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasululah (s.a.) buyurdu ki: "Siz rızkı arzın gizliliklerinde arayınız." Bundan kastı ise zi-raattir. Ziraat farz-ı kifaye amellerdendir. İmamın (İslâm devlet başkanının) insanları ziraatle uğraşmaya mecbur etmesi icap eder. Ağaç dikmek de bu hü­kümdedir.

5- Başa kakmaksızın ve eziyet etmeksizin Allah yolunda infak etmek, Allah'ın nzasını kazanmaya sebeptir. Tıpkı Allah'ın ve Rasulünün, Tebûk ordu­sunun teçhizatını karşılayan ve ayrıca bin dinar getirip Resulullah (s.a.)'ın önüne koyan Hz. Osman'dan razı olmaları gibi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu günden sonra yapacağı, Affan oğluna (Osman'a) zarar vermez. Allah'ım, sen Osman'ın bu gününü unutma (karşılıksız bırak­ma)!"

Bu ilâhî rıza ve bu büyük sevap, infakının akabinde herhangi bir minnet ve eziyette bulunmayan kimseleredir. Çünkü başa kakmak ve eziyet etmek, sa­dakanın sevabını iptal eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği gibi: "Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarma­yın..." Kişiye düşen, yaptığı infak ameliyle Allah'ın rızasını dilemesi, ondan se­vap beklemesi, infak ettiği kimseden bir şey ummamasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne bir teşekkür isteriz." (İnsan, 76/9). Verdikleriyle mükâfat, teşekkür ve övgüyü bekleyen kimse, desinler diye yapıyor, riyakârlık ediyor demektir. İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Fazlasını yapsın diyerek iyilik yapma." (Müddessir, 74/6) buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yani ondan daha iyisini umarak kimseye bir şeyler verme.

6- Başa kakmak büyük günahlardandır. Bu, yapılan iyiliği sayıp dökmek ve bundan dolayı bir çeşit azarlamak şeklinde olur. Meselâ, "Ben sana iyilik yaptım, seni refaha kavuşturdum" ve buna benzer sözler söylemek buna örnek­tir. Bazıları da şöyle der: Başa kakmak, kendisine verilenin kulağına gidecek ve ona eziyet verecek şekilde verdiğinden söz edip durmaktır. Bunun büyük gü­nahlardan olduğuna delil ise Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olan hadis-i şeriftir. Buna göre başa kakan kişi Allah'ın kendilerine bakmayacağı, temize çıkarmayacağı ve kendileri için acıklı azabın bulunduğu üç kişiden biri­sidir. Nesaî İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlara bakmaz: Anne ba­basına itaat etmeyen, erkeklere benzemeye çalışan, erkekleşen kadın ve deyyus. Üç kişi vardır ki onlar cennete giremez. Anne babasına karşı gelen, içki içip du­ran ve verdiğini başa kakan." [61]

Eziyet ise sövmek, hakaret etmek ve şikayette bulunmaktır. Bu da başa kakmaktan daha geneldir. Çünkü başa kakmak eziyet vermenin bir parçasıdır. Şu kadar var ki çokça görüldüğü için başa kakmak da özellikle söz konusu edil­miştir.

Başa kakmak ve eziyet vermek, sadakadan gözetilen faydayı tahrip ve ip­tal eder. Sadakadan maksat ise ihtiyaç sahibi kimselerin sıkıntılarını hafiflet­mek, fakirlik gailesini onlardan bertaraf etmektir.

7- Yüce Allah kendi yolunda yapılan infaka üç türlü sevap vaad etmiştir: Ona ecrini garantilemiştir. Ecir ise cennettir. Gelecekte ölümünden sonra onun için korku olmayacağını bildirmiş ve üzüntüsünü yahut da dünyada geçmiş şeyler için acı çekmesini ortadan kaldırmıştır. Çünkü o ahiretine imrenip du­rur. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rableri yanında mükâfatlan vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de."

8- Maruf, iyi ve güzel bir söz, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayır­lıdır. Maruf söz ise dua, gönlünü hoş etmek, Allah katındaki bolluklara ümit bağlamasını söylemektir. Bunda da bir ecir vardır. Ancak ardından eziyet gelen sadakada bir ecir yoktur. Müslim'in rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Güzel söz bir sadakadır. Şüphesiz ki kardeşini güler yüz ile karşı­laman maruf işlerdendir." Yani dilenene güzel sözle karşılık vermek, iyilikle karşılamak maruf işlerdendir. Bu şekilde davrandığı takdirde verirse ameli mükâfat görür, vermezse de mazur olur. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu an­dırmaktadır: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüz çevirirsen o halde kendilerine yumuşak bir söz söyle." (İsra, 17/28).

Aynı şekilde bağışlamaya götüren bir davranış, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Buradaki bağışlama ise ihtiyaç sahibinin kötü durumu­nu gizlemek yahut da ısrar edip kaba ve ağır sözler söylediği zaman dilenciyi bağışlamaktır.

"Maruf bir söz ve bir bağışlama..." ayeti şeriatın oldukça önemli bir ilkesi­ne delildir. O da, "Kötülüklerin bertaraf edilmesinin menfaatlerin sağlanma­sından önce geldiği" ilkesidir.

9- Sahibinin başa kaktığı yahut ondan dolayı eziyet verdiğini bildiği sada­kayı Allah kabul etmez. Yüce Allah bu sadakanın kabul edilmediğini ve bu­nun sevabından mahrum kalınacağını "boşa çıkarmak (iptal etmek)" tabiriyle ifade etmişti. Sadakanın boşa çıkarılmasında hedef ise başa kakmanın veya eziyetin bulunduğu sadakanın kendisidir. Yoksa bir sadaka ile birlikte bulu­nan başa kakma ve eziyet, böyle olmayan diğer sadakaları boşa çıkarmaz. Bu­rada riyakârlık yapan ve başa kakan kimsenin riyakârlıkta bulunduğu veya başa kaktığı sadakasından fayda görmeyeceği kastedilmektedir. Kasıt bundan ibarettir.

Yüce Allah'ın, "Allah Ganî'dir, Halîm'dir" buyruğu, fakirlerin teselli edil­diğine, onların kalplerinin Ganî ve Halîm olan Allah'ın umut ipine bağlanması gerektiğine delildir. Diğer taraftan, Allah'ın hilmine (çabucak cezalandırmama­sına) ve onlara mühlet vermesine aldanmamalan için zenginlere bir tehdit ve bir uyandır.

10- "Sadakalarınızı... boşa çıkarmayın." ayeti dolayısıyla İmam Malik kişi­nin farz olan sadakasını (zekâtını) yakınlarına vermesini mekruh görmektedir. Böylelikle onlardan sadaka karşılığında övgü ve güzel sözler işitmesin, onlara karşı da minnette bulunmasın, bu sadakasına karşılık onlar da mükâfat ver­meye kalkışmasın. O vakit sadaka Yüce Allah için ihlâsla verilmiş olmaz. Bu­nun yerine o zekâtm yabancılara verilmesini ve eğer adil bir imam yoksa sada­kayı dağıtmakla başkasını görevlendirmesini müstehap görmüştür. Ta ki sadaka başa kakmakla, kendisine sadaka verilen kimse tarafından teşekkür, övgü ve hizmette bulunularak mükâfat vermekle boşa çıkmasın.

Bu ise gizlice verilen nafile sadakadan farklıdır. Çünkü nafile sadakanın sevabı boşa çıksa dahi, tehditten kurtulur ve hiçbir şey yapmamış gibi olur. Farz olan amelin ise sevabı boşa çıktığı takdirde, o farz ameli işlememiş kimse hükmünde olacağından dolayı, onun için tehdit söz konusudur.

11- Başa kakan ve eziyet eden kimse riyakâr münafık gibidir. Onların her birisinin de ameli batıldır, hiç bir faydası yoktur. Fazileti de yoktur, etkisinin devamı da söz konusu değildir. Bunun etkisi çabucak yok olur gider. Tıpkı rüz­gârların taşlar yahut dümdüz ve sert kayalar üzerinde bulunan tozları alıp gö­türmesi gibi. Riyakâr kimsenin farz veya hayır kabilinden olan namaz, oruç ve nafile bütün amelleri batıldır. Çünkü onun kalbi kendisine karşı riyakârlık et­tiği kimseye yöneliktir. Yoksa, tek başına ibadete lâyık olan Yüce Allah'a değil­dir.

Riyakârlık yapan ve başa kakanın bir diğer niteliği de Allah'a ve ahiret gününe gereği gibi iman etmemektir. Çünkü onun yaptığı işten maksadı insan­ların kendisini övmeleridir. Yahut insanlar kendisinden teşekkürle söz etsinler, güzel niteliklerle meşhur olsun veya "O cömert bir kimsedir" desinler ve buna benzer dünyevî sair maksatlar dolayısıyla bu iyilikleri yapar.

Kâfir, riyakâr ve başa kakan kimseler, infaklarından herhangi bir sevap elde edip yararlanamazlar. Halbuki bu, ihtiyaç duyacakları zamanda sahip ol­dukları bir kazançtır. Allah'tan başkası için yapıldığından dolayı burada infak-tan "kazanç" diye söz edilmiştir. Çünkü onlar infaklarıyla kazanç elde etme maksadını gütmüşlerdir. Yüce Allah'ın, "Kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçire­mezler." diye buyurması, riyakârlığın, başa kakmanın ve eziyetin müminlerin değil de kâfirlerin niteliklerinden olduğuna bir işarettir. O bakımdan müminle­rin bu niteliklere sahip olmaması gerekir. Müminler bu niteliklerden kaçınma­lıdırlar. Çünkü Allah için ihlâslı amel etmek imanın nitelikleri arasındadır. Yüce Allah, "Onlar dinlerini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmek­ten başkasıyla emrolunmadılar." (Beyyine, 98/5) diye buyurmaktadır. [62]

 

Allah Rızası İçin Veya Başka Bir Maksatla İnfak

 

265- Allah'ın, rızasını arayarak ve nefis­lerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin hali de yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer. Ona bol bol yağmur isabet et­miş de meyvelerini iki kat vermiştir. Ona bol yağmur isabet etmese de bir çisinti (bulunurda yine ürün verir). Al­lah yaptıklarınızı çok iyi görendir.

266- Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bah­çesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türden meyveleri bulunsun ve (fakat) kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. Güçsüz çocukları da olsun. Der­ken ona (o bahçeye) içinde ateş olan bir kasırga isabet etsin ve yanıversin. İşte Allah size düşünürsünüz diye ayetlerini böylece apaçık bildirir.

 

Belagat:

 

"Orada her türden meyveleri bulursun." Burada özel olarak hurma ve üzüm ağaçlarından söz edildikten sonra, genel olarak meyveler söz konusu edilmiştir. Özel olarak bu ikisinden söz edilmesi ise bunların ağaçların en de­ğerlileri, menfaatleri de en çok olduğundan dolayıdır. Diğerlerine göre bu ikisi­ne üstünlük (tağlîb) verilerek özellikle zikredilmişler, hemen akabinde de bü­tün meyveler söz konusu edilmiştir. Meyvelerle kişinin, bu ağaçlarla elde ede­ceği menfaatlerin kastedilmesi de mümkündür.

"Sizden herhangi biriniz ister mi ki... bir bahçesi olsun." buyruğu temsilî bir istiaredir. Bir durumun bir diğer duruma benzetilmesi söz konusudur. Benzeyen ve benzetme edatı söz konusu edilmemiş, yalnızca kendisine benzetilen zikredil­miştir. Karineler benzetmenin kastedildiğini göstermektedir. "İster mi ki" ifadesi inkâr ifade eden istifham içindir; "kimse böyle bir şey istemez" demektir. [63]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın rızasını arayarak" O'nun rızasını isteyerek "ve nefislerinden bir sebat ile" sevabı gerçekleştirmek yahut kendi içlerinden infakm sevabını tasdik etmek ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak suretiyle "mallarını infak edenle­rin" infak ettiklerinin hali... Kendiliklerinden veya imanlarından dolayı, sevap ummayan münafıkların zıddına, iman ve ihsan mertebesi kalplerine yer etmiş olarak infak edenlerin misali verilmektedir. İbni Kesir der ki: Yani bunlar buna karşılık Allah'ın kendilerine en geniş bir şekilde mükâfat vereceğini katiyetle bi­lir ve bu konuda tam bir yakîne sahiptirler. Buharî ve Müslim tarafından ittifak­la kabul edilen bu hadis-i şerif de buna benzemektedir: "Her kim ramazan oru­cunu (farz olduğuna) inanarak ve (ecrini) umarak tutarsa..." Yani, "Allah tarafın­dan meşru kılındığına iman edip sevabmı Allah'tan umarsa" demektir.

"yüksek bir tepenin" yani yerden yüksekçe bir yerin "üstünde bulunan gü­zel bir bahçeye benzer."

"Ona bol yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat" yani sair bahçelerin verdiğinin iki katını "vermiştir." "Çisinti" ona isabet edecek azıcık bir yağmur dahi yüksekçe olduğundan dolayı ona yeterlidir. Yani yine meyve verir ve gü­zelce gelişir; yağmur ister çok, ister az olsun. İşte sözü geçen kimselerin infak-lan da böyledir. Allah katında az veya çok olsun gelişir durur. "Allah yaptıkla­rınızı çok iyi görendir." Ye buna karşılık sizi mükâfatlandıracaktır.

"Güçsüz çocukları da olsun" yani hiç bir şeye gücü yetmeyen küçük yavru­ları bulunsun.

Kasırga (bora) yerde şiddetlice dönüp duran, sonra toz kaldırarak yukarı doğru sütun şeklinde yükselen şiddetli bir rüzgârdır. "Ateş" ise oldukça şiddet­li, kavurucu sıcak bir rüzgârdır. Burada kastedilen son derece soğuk ve aynı şekilde ağaçları yakan sam yelidir.[64] "İşte" sözü geçtiği şekilde "Allah size dü­şünürsünüz" ibret alırsınız "diye ayetlerini böylece apaçık bildirir." İşte ahirette infakımn sevabına şiddetle ihtiyaç duymakla birlikte, riyakâr ve başa kakan kimsenin infakı yok olmak ve faydasızlığı bakımından bu misale benzemekte­dir. [65]

 

Açıklaması

 

Allah'ın buna karşılık en ileri derecede kendilerine mükâfat vereceğinden katiyetle emin olan yahut da nefislerine iman ve yakîn üzere [66] sebat vermek için canın yongası olan malı infak etmek üzere kendilerini alıştıranların nefse diğer ibadetlerden ve imandan daha da ağır gelen bir şey olan malı infak etme fiiliyle Allah'ın rızasını ve mağfiretini isteyenlerin bu infaklarının misali -ister az olsun ister çok olsun- toprağı oldukça verimli sık ağaçlı, bitkisi oldukça bol, güneş ve havadan gereği gibi yararlanabilen, bol yağmur alan ve verimini iki kat veren yüksekçe bir yerde bulunan bahçeye benzer. Bu bahçeye azıcık bir yağmur yağsa dahi, toprağının verimliliği, yerinin iyi olması, konumunun gü­zelliği dolayısıyla yine mahsûlünü verir.

Bahçenin "yüksekçe" diye nitelendirilmesi yüksekçe bir yerde bulunan ağaçların daha güzel, meyvelerinin daha iyi olmasından dolayıdır. "Nefislerin­den bir sebat ile" buyruğu ise dışarıdan gelen herhangi bir etkiyle değil kendili­ğinden yaptığını, bu kimsenin sahip olduğu yakînden dolayı yaptığı bu işin fay­dalı olduğuna kani olduğundan nefsin cimriliğine karşı mücahedesini ifade et­mektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, "Allah yolunda mallarıyla, can­larıyla cihad edenler..." (Enfal, 8/72) buyurmaktadır.

Bu benzetmenin anlamı şudur: Allah için ve O'nun yolunda infak edip de malı infak hususunda nefsine sebat vermeyi ve hayır işlemeyi kasteden yahut sevap elde edeceğinden emin olarak elverdiğince cömertlik eden bir kimse, eğer çokça hayır elde ederse çok infak eder, az infak ederse gücüne göre hayır elde eder. Onun iyiliği daimidir, kesilmez. Her iki durumda da iyilik yapar ve her durumda da bu infakının meyvesini bulur. O -ister az yağmur alsın, ister çok yağmur alsın- mutlak olarak meyve veren, güzel mahsul getiren, her zaman için verimi bol toprağı güzel bir arazi gibidir.

Kullarının amellerinden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. O ihlâslı olana da riyakâra da lâyık olduğu karşılığı verir.

Bu birinci misal, Rahman olan Allah için, O'nun rızasını arayarak malını infak eden kimseye aittir. İkinci misal ise, bunun tam aksine şeytanın ve neva­sının yolunda yahut Allah'tan başkası için infak edenin misalidir. Bu misal in­kâr (konum reddedilerek) ve nefiy ile başlamaktadır. Çünkü ihlâs sahibi bir mü­minin böyle bir maksada sahip olmaması gerekmektedir. Yani bu misal Allah'ın rızasını aramaksızın güzel işler işleyene dairdir. Kıyamet günü geldi mi bu kim­se bu işlerinin boşa çıktığını, darmadağın olduğunu görür. O vakit böyle kişi, her türlü meyvesi bulunan güzel bir bahçeye sahip kimsenin güçsüz, takatsiz çocukları varken yaşlanıp geçimleri de hayatları da bu bahçeye bağlı olduğu halde fırtınalarla bu bahçesi telef olmuş kimsenin duyduğu acüarı duyacaktır.

Buharî bu ayet-i kerimenin tefsiri hakkında şöyle demektedir: Bir gün Ömer b. el-Hattab Peygamber (s.a.)'in ashabına, "Size göre şu "Sizden herhangi biriniz ister mi ki..." ayeti kimin hakkında nazil olmuştur?" dedi. Onlar, "Allah daha iyi bilir" dediler. Hz. Ömer kızdı ve dedi ki: "Biliyoruz veya bilmiyoruz de­yiniz." Bunun üzerine İbni Abbas (r.anhuma) dedi ki: "Benim içimde buna dair bir kanaat var ey müminlerin emiri." Hz. Ömer, "Ey kardeşimin oğlu, söyle ve kendini küçük görme" dedi. İbni Abbas dedi ki: "Bu belli bir amele verilmiş bir misaldir." Hz. Ömer, "Hangi amele?" diye sordu. İbni Abbas dedi ki: "Allah'a ita­at ederek amel eden zengin bir kimsenin ameline. Sonra Allah ona şeytanı gön­derir, masiyetlerle amel eder ve nihayet o bütün amellerini batırır, gider." [67]

Hasan-ı Basrî de der ki: Bu, Allah'a yemin ederim ki insanlar arasından pek az kimsenin akledip anladığı bir misaldir: Yaşlı bir ihtiyar, bedeni zayıf, küçük çocukları pek çok. Bahçeye son derece ihtiyacı var. İşte bu sırada gelen fırtına onu kasıp kavurdu. Allah'a yemin ederim, sizden herhangi bir kimsenin ameline en çok ihtiyacı olduğu vakit, dünyadan ilişkisi kesildiği vakittir.[68]

Verilen bu misalin açıklanmasına gelince: Ey Allah'tan başkası için infak eden kişi, ister misin ki içinde hurma, üzüm ve türlü meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçen olsun. Bu bahçeyi içinden akan ırmaklar sulasın. Bütün emellerini ona bağlamışsın. Küçük çocuklarınla birlikte ondan faydalanmayı ummakta­sın. Diğer taraftan sen kazanç sağlayamayacak kadar yaşlanmışsın, onlar da küçük oldukları için hiç bir kazanç sağlayamaz durumdadırlar. Sen onlar gibi, onlar da senin gibi; bu bahçeden başka gelir kaynağınız yok. Daha sonra ya aşırı sıcağıyla veya kavurucu soğuğu ile esen sam rüzgarı [69] bu bahçeyi yaksın ve meyvelerini yok etsin.

İşte riyakârlık olsun diye yahut başa kararak ve eziyetle malını infak etti­ğin takdirde durumun böyle olacaktır. Kıyamet gününde bunun herhangi bir faydasını göremeyeceksin. Acı ve pişmanlıktan başka amelinin bir neticesini elde edemeyeceksin. Sen halbuki o korkunç günde amelinin vereceği sonuçlara ve yaptığın infakların sevabına son derece muhtaç olacaksın. Çünkü riyakârlı­ğın fırtınası ile başa kakmak ve eziyet zahiren hayır, fakat gerçekte ve bâtında ise kötüdür ve bütün amellerini yok etmiştir.

İşte Allah, bu açık seçik ayetlerini, şeriatının belgelerini, sırlarını, amaçla­rını ve faydalarını size açıklamaktadır. Bunlar üzerinde düşünesiniz, ihtiva et­tiği misaller, anlamlar ve ibretlerden öğüt alasınız; bunlardan gözetilen maksa­da uygun hareket edesiniz, yaptığınız infakların yalnızca Allah rızası için halis olma maksadını gözetesiniz; infakmıza herhangi bir riyakârlık, başa kakma ve eziyet katmayasınız diye. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak alimler akıl erdirir." (Ankebut, 29/53).

Yüce Allah'ın, "Düşünürsünüz diye" buyruğu, akıbetler hakkında düşünüp de ihlâslı bir şekilde, Allah'ın rızasına uygun infakta bulunup sırf hayır yap­mak üzere nefsinize sebat vermek kasdıyla infak edesiniz, diye demektir. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerimede oldukça açık iki misal vardır. Bunlar düşünmemi­zi, tefekkür etmemizi, karşılaştırma yapmamızı gerektirmektedir. Aklı başın­da her müminin birinci konumu tercih edip yalnız Allah rızası için ihlâslı bir şekilde infak edeceğinde şüphe yoktur. Çünkü kıyamet gününde kendisine fayda verebilecek sevap kazanmasını gerçekleştirecek budur. Aklı başında bir kimse fani dünyanın çekiciliğine, ününe, gelip geçici şöhretine aldanmamalı-dır. Çünkü her durumda insanların sözleri eziyet verici ve zararlıdır. Şayet ameli ile riyakârlıkta bulunursa onu yerer, onu kıskanır, ona kin beslerler. Hatta kimi zaman infakı çok olduğu takdirde onu akılsızlık ve kontrolsüzlükle de itham edebilirler. Onu övdükleri takdirde övgülerinin bir değeri yoktur, bir fayda da sağlamaz. Çünkü Allah katında olan daha hayırlı, daha kalıcı ve da­ha ebedidir.

Yüce Allah lütuf ve keremiyle ihlâslı infak edenlerin nafakalarını arttırır, daha fazlasını vererek onları mükâfatlandırır. Tıpkı mahsulünü iki kat veren bahçede olduğu gibi. Bu örnek olayı daha iyi anlamamız için verilmiştir.

Müslim, Malik ve başkaları Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Herhangi bir kimse helâl kazançtan bir tek hurma sadaka verse, mutlaka Allah onu sağ eline alır ve sizden herhangi bir kimsenin küçük tayını yahut deve yavrusunu beslemesi gibi besleyip büyü­tür, tâ dağ gibi veya ondan da daha büyük oluncaya kadar."

Allah rızasından başka bir maksatla infak edenin amelinin değeri dünya­da çabucak yok olur, gider. Ahirette bu amelinin bir faydasını göremez. İbni Abbas'tan ve başkalarından bunun -yani ikinci konumun- kâfir ve münafıklara dair verilen bir misal olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Bu kimsenin misali ağaç diken bir bahçe sahibine benzer. Bu kimsenin orada pek çok meyve veren ağacı vardır. Zamanla yaşlanmıştır. Güçsüz -yani erkek, kız, küçük yaşta- ço­cukları vardır. Hem çocuklarının hem kendisinin geçimi bu bahçeden sağlan­maktadır. Böyleyken Allah bahçesine içinde ateş bulunan bir rüzgâr gönderir ve bu rüzgâr o bahçeyi yakar. O bahçeye ikinci defa ağaç dikecek kadar gücü yoktur. Çocuklarından da bir hayır gelmez. İşte kâfir ve münafık da ahiret gü­nü Yüce Allah'ın huzuruna geldiği vakit böyle olacaktır. Bir daha geri döndürü­lüp de ikinci defa dünyaya gelme olmayacaktır. Tıpkı misaldeki bu adamın yaş­landığı için bahçesini ikinci defa dikecek gücü olmadığı ve buna ihtiyaç duydu­ğu vakitte çocuklarının da güçsüz, takatsiz olduklarından kendisini fakirlikten kurtaracak bir şeyi bulunmadığı haldeki gibi.

"Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin halleri de..." ayetinde infakın iki sebebe bağlı olarak söz konusu edil­mesi, bizim amellerimizde iki maksadı gözetmemiz gerektiğine delildir:

1- Allah'a ibadet etmek üzere bizatihi Allah'ın rızasını aramak.

2- Nefsimizi, kemale ermeyi engelleyen -cimrilik ve aşın mal sevgisi gibi-şeylerden temizleyerek Allah yolunda cömertçe harcamaya alıştırmak.

Kısacası Yüce Allah 265. ayet-i kerimede infakında ihlâslı olanlara, 266. ayet-i kerimede de riyakârlık yapan ve eziyet edip başa kakanlara dair birer misal vermiştir. Bundan maksat ise her iki kesimin halini karşılaştırmaktır. İkinci misal ahirete veya riyakâra has bir örnek değildir. Aynı şekilde dünya haline de uymakta ve başa kakanı ve eziyet edeni de kapsamaktadır. [71]

 

Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek

 

267- Ey iman edenler! JCngnuHılrlnnTiı. zın en güzellerinden ve sizin için yer­den çıkardığımız şeylerden î^fab edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı ola­mayacağınız adi şeyleri vermeye yel-tenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.

 

Belagat:

 

"Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri..." Müsamaha ve ko­laylık gösterme anlamında mecaz-ı mürseldir. Çünkü bir kimse hoşuna gitme­yen bir şeyle karşılaştığı takdirde onu görmemek için gözünü yumar. Veya isti­are yoluyla bir benzetmedir. [72]

 

Kelime ve İbareler:

 

Maldan "kazandıklarınızın en güzellerinden" iyi ve kaliteli olanlarından. Zıddı hoşlanılmayan adi ve bayağıdır, "ve sizin için yerden çıkardığımız şeyler­den" Tahıl ve meyvelerden size ihsan ettiklerimizin en güzellerinden "infak edin" zekât verin. "Arasından göz yummaksızın" kolaylık göstermeksizin, gör­mezlikten gelmeksizin "alıcısı olmayacağınız adi şeyleri" yani haklarınıza kar­şılık olarak verildiği takdirde almayacağınız bu adi şeyleri "vermeye yeltenme-yin" kalkışmayın. Siz kendi haklarınızda bu gibi şeyleri ancak kolaylık göstere­rek alacağınıza göre bunlardan nasıl Allah'ın hakkını ödemeye kalkışırsınız? "Allah" sizin infaklarınıza muhtaç olmayan "Ganî'dir", pek çok nimetlerine karşılık hamde lâyık olan "Hamîd'dir." [73]

 

Nüzul Sebebi

 

Hâkim, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bi­zim hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık mik­tarına göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları (mescidin bir yerine) asardı.[74] Bunun üzerine Yüce Allah,  Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu indirdi.

Ebu Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sa­daka diye veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yellenmeyin" ayeti nazil oldu.

Yine Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandık­larınızın en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde infak eden kimsenin sahip olması gereken Allah'a karşı ruhunu ihlâsla arındırma maksadını, riyakârlık­tan, başa kakmaktan ve eziyet etmekten uzak durmak şeklinde sahip olması gereken nitelikleri beyan etti.

Daha sonra Yüce Allah burada da infak edilecek malın niteliğini söz konu­su etmektedir. Bu da malların güzel ve en iyilerinden olmasıdır. [76]

 

Açıklaması

 

Ey iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanı­nı infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin, ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan) ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre) kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını seçip infak etmenizi de ya­saklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul etmez. Ayet-i kerimede ge­çen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nef­sinin kabul etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kaste­dilen de budur.

Adi ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir

hoşgörü ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarmdandır.

Bilin ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka ver­meyi emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün ya­ratıklarına ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sına­mak içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Ay­nı şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş ve te­miz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir parçasıdır. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetin konusu Allah yolunda infak edilmesi sırasında kazanılan malların kaliteli, hoş ve temiz olanlarını seçmenin vücubu ile ilgilidir. Allah yolunda ya­pılacak olan bu infak ister farz zekâtlar türünden, ister mendup sadaka türün­den olsun fark etmez. Çünkü maksat Yüce Allah'a yaklaşmak, yapılan hayır fi­il karşılığında sevap biriktirmektir. Bu ise ancak malların kaliteli, hoş ve temiz olanını infak etmekle gerçekleşir.

Ayet-i kerime Muhammed (s.a.)'in bütün ümmetine yönelik bir hitaptır [78] Ancak ilim adamları burada "infak"tan neyin kastedildiği hususunda farklı gö­rüşlere sahiptirler. Ali b. Ebi Talib, Abide es-Selmânî ve İbni Şîrîn, "Bu, farz olan zekâttır" derler. İnsanlara, iyi ve kaliteli olanın yerine bayağı olanı zekât diye infak etmeleri yasaklanmaktadır.

el-Berâ b. Azib, Hasan-ı Basrî ve Katâde der ki: Ayet-i kerime nafile sada­kalar hakkındadır. Ancak iyi ve seçkin mallan vererek nafile tasaddukta bu­lunmaları teşvik edilmiştir.

Ancak zahir olan, ayet-i kerimenin genel olup zekâtı da sadakayı da kap­sadığıdır. Fakat zekâta dair buradaki emir, vücup ifade eder ve farz olan mik­tar ile tahsis edilir. Tatavvu olandaki emir ise mendupluk ifade eder, muayyen bir miktar ile tahsis edilmesi söz konusu değildir. Çok olanın da azın da veril­mesi caizdir. Fakat kaliteli olanın seçilmesi söz konusudur. Maksat en üstün kalitede olanın seçilmesi değildir. O daha uygundur fakat zekâta dair fukaha-nın belirttikleri üzere istenen asgarî sınır, ortalama kalitede olmasıdır.

Ayet-i kerime babamn çocuğunun kazancından yiyebileceğine de delâlet et­mektedir. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınız kazançlarını­zın iyilerindendir. O bakımdan çocuklarınızın mallarından afiyetle yiyiniz." [79]

Ebu Hanife Yüce Allah'ın, "Ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden" buyruğunu yağmur ile sulanan mahsullerde öşür olarak zekâtın vacip olduğu­na, kuyu ve benzeri sulaması külfet gerektiren yerlerde ise öşrün yarısının ve­rilmesi gerektiğine ve bunun -nisap takdiri olmaksızın, az veya çok olsun- ye­rin bitirdiği bütün ziraî mahsullerde söz konusu olduğuna delil göstermiştir. Herhangi bir gıda türü hakkında tahsis söz konusu değildir. Ona göre bütün zi­raî mahsuller ve meyvelerde zekât vaciptir. Bunu Peygamber (s.a.)'in şu buyru­ğu da desteklemektedir: "Semanın (yağmurun) suladığı mahsullerde onda bir, hayvan vasıtasıyla veya dolap ile sulanan mahsullerde ise onda birin yarısı (yirmide bir) zekât vardır." [80]

Ancak buna cumhur tarafından şu şekilde cevap verilmektedir: Bu ayet-i kerimede Ebu Hanife'nin görüşüne delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu ayet-i kerime zekâtın nisap veya miktarını açıklamak için değil, zekâtın ne türden verileceğini beyan için gelmiştir. Resulullah (s.a.) da İbni Mace tarafın­dan rivayet edilen şu buyruğunda zekât nisaplarını beyan etmektedir: "Beş de­veden aşağısında zekât yoktur. Beş ukiyeden daha aşağı gümüşte zekât yoktur, beş vesk hurmadan aşağı miktardaki hurmada da zekât yoktur." [81]

Her iki kesimin de başka bir takım delilleri daha vardır [82]

Dikkat edilecek olursa infak yapılmasını isteyen ayet-i kerimeler âdeten veya çoğunlukla ya Yüce Allah'ın, "Allah Vâsi'dir, Alîm'dir." buyruğu ya da, "Allah Ganî'dir, Hamîd'dir" buyruğu ile sona ermektedir. Bu da bize şunu gös­termektedir: İnfak Yüce Allah'ın kullarına nimet olarak vermiş olduğu rızkın bir parçasıdır. Yüce Allah bunun mükâfatını verecektir ve onun ecrini kat kat fazlasıyla ödeyecektir. Diğer taraftan infak edene infak ettiğinin yerine verile­cektir. Çünkü Allah lütfü geniş, rahmet ve bağışı bol olandır. Yine bu buyruk­lar bize şunu göstermektedir: Maksat insanların denenmesidir. O muhtaç ol­dukları zamanda sadaka emrini vermiyor. Bolluk ve. kolaylıkla verebilecekleri zamanda bu emri vermektedir. Herkes kendi gücüne, infak edebilme imkânına göre mükelleftir. Şanı Yüce Allah durum ne olursa olsun ve bütün nimetlerine karşılık hamde lâyık olandır. Hamd ve şükrün bir gereği ise muhtacın hatır­lanması, fakir ve yoksulun gözetilmesidir. Allah yolunda infaka teşvik eden hu­suslardan birisi de üstteki -infak eden- elin alttaki -alıcı olan- elden hayırlı ol­duğudur. [83]

 

Şeytanın Fakirlikle Korkutması Ve Kur'an-I Kerimin Sağlıklı Bir Şekilde Anlaşılması

 

268- Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve  size ^»hş&'yı (cimriliği) emreder. Allah  ise size kendi katından bir mağfiret ve bif lütuf vaad edivor-Allah Vâsi'dir.

269-  Hikmeti dilediğine verir. Kime  hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır ve özlü akı1 sahiplerinden başkası da iyice düşünemez.

 

Belagat:

 

"Hikmeti dilediğine verir." Bir cümle, bir okuyuşta da Yüce Allah'a hitap olmak üzere (teşâe) şeklindedir (yani hikmeti dilediğine verirsin). O vakit bu bir iltifattır. Çünkü gaib ifadeden muhataba geçilmiştir. [84]

 

Kelime ve İbareler:

 

Şeytan, uzak oldu anlamında (şetana) den türetilmiştir. Çünkü şeytan Al­lah'ın rahmetinden uzak düşmüştür. Zayıf bir görüşe göre ise yanmak hakkın­da kullanılan (şâta, yeşîtü) dan türemiştir.

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur." Yani sadaka verdiğiniz takdirde fakir olacaksınız diye sizi korkutur. O bakımdan siz de elinizde olanı tutar ve Al­lah'ın rızası uğrunda infak etmezsiniz. Fakirlik ise durumun kötü olması ve elin darlığı demektir. "Size fahşâ'yı emreder." Yani cimrilikle ve zekâtı verme­mekle sizleri aldatmaya çalışır. "Allah ise" infaka karşılık olarak "size kendi katından bir mağfiret" yani kendi tarafından günahlarınızın bağışlanmasını "ve bir bolluk" yani bir nzık ve infakınızın yerini tutacak yeni bağışlar "vaad ediyor. Allah" lütfü pek geniş olan "Vâsi'dir" , infak edeni çok iyi bilen "Alîm'dir."

"Hikmeti" amele götüren, ruhu etkileyen faydalı bilgiyi "dilediğine verir." İlim adamları hikmet hakkında farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas, "Kur'an'ı bilmek, fıkhını, neshini, muhkemini, mütaşebihini, garibini, mukaddemini, muahharını bilmektir" der. Katade ve Mücahid de şöyle der: Söz ve fiilde isabet etmektir. İbni Zeyd, "Hikmet, dinde akıl sahibi olmaktır" der. Mâlik b. Enes ise, "Hikmet, Allah'ın emri üzerinde tefekkür etmek ve o emre tabi olmaktır ve­ya Allah'a itaat ve dinde ve din gereğince amelde fıkıh sahibi olmaktır" der.

Bütün bu görüşlerin ortak tarafına göre hikmet, sahih anlayış, faydalı bilgi ve dünya ile ahiret mutluluğuna götürdüğü bilinen şeylere tabi olmaktır.[85]

"Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir." Çünkü hik­met o kişiyi ebedî mutluluğa ulaştırmıştır. "Özlü akıl sahiplerinden başkası da iyice düşünemez", öğüt ve ibret alamaz. [86]

 

Açıklaması

 

Şeytan eskiden beri insanın düşmanıdır. "İzzetin hakkı için hepsini mu­hakkak azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sâd, 38/82-83) diye yemin eden bizzat odur. Şeytan insanlara vesvese verir ve sadaka verdikleri takdirde yahut da Allah yolunda infak ettiklerinde onları fa­kirlikle korkutur. Onlara, "İnfakınızın akabinde siz fakir düşeceksiniz" der ve cimriliğe, eli sıkılığa teşvikte bulunur.

Araplarda cimriye "el-fâhiş" denilir. O bakımdan ayet-i kerimedeki el-fah-şâ cimrilik anlamındadır. Vaad kelimesi ise hayır hakkında da kötülük hakkın­da da kullanılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ateş, onu Allah kâ­firlere vaad etmiştir." (Hac, 22/72). İşte bu korkutmaya vaad (ayet-i kerimede şeytanın fakirlikle korkutması) denilmesi, bunun gerçekleşeceğinin haber ve­rilmesinin mübalağa yoluyla ifade edilmesi dolayısıyladır. Adeta bu fakirliğin gerçekleşmesi şeytanın iradesi ile olacakmış gibi ifade edilmektedir. Bununla birlikte şunu belirtelim ki vaad, haber verilen tarafından yapılacak şeylerin haber verilmesidir. Şeytan ise ben sizi fakir düşüreceğim dememektedir. An­cak, fakir düşersiniz diye korkutmaktadır.

Bu korkutmayı İbni Ebî Hâtim'in Abdullah b. Mes'ud'dan yaptığı şu riva­yet açıklamaktadır: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Şüphesiz şeytanın da meleğin de Adem oğluna bir telkini vardır. Şeytanın telkini şer ile korkutmaktır, hakkı yalanlamaktır. Meleğin telkini ise hayır vaad etmektir, hakkı tasdik etmektir. Her kim bunu içinde hissederse bilsin ki o Al­lah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Her kim de öbür türlüsünü bulur­sa şeytandan Allah'a sığınsın." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı (cimriliği) emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk vaad ediyor." buyruğunu okudu. [87]

Yüce Allah ise şeytanın aldatmaları, vesveseleri ve fahşâyı (cimriliği) em­retmesine karşılık, peygamberimiz aracılığı ile infak etmemiz dolayısıyla gü­nahlarımızın bağışlanacağını ve dünya hayatında infak ettiğimizin yerine baş­kasını vereceğini vaad etmektedir. Bolluk (el-fadl), mal ve hayırdır. Allah ise rahmeti ve lütfü pek çok olandır. O bakımdan size vaad ettiğini gerçekleştirir. O ne infak ettiğinizi çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarınızı en güzel şekliy­le mükâfatlandıracaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne

harcarsanız O, bunun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe' 34/39). Buharî ve Müslim de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedirler: "Kulların sabahı ettiği her gün mutlaka iki melek (dünya se­masına) iner, onlardan birisi, "Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerini tuta­cak olanı ver" der. Öteki de, "Allahım cimrilik edenin malını da telef et" der." Yani birincisine Allah rızık edinmenin sebeplerini kolaylaştırarak infakımn ye­rine verir, ötekinin ise malını giderir.

Allah hikmeti kullarından dilediğine verir. Hikmet sahih olan görüşe göre peygamberlik değildir. Cumhurun dediği gibi hikmet ilim, fıkıh ve Kur"an'dır. O bakımdan hikmet, özel olarak peygamberlik anlamına gelmez, peygamberlik­ten daha genel kapsamlıdır. Hikmetin en üst derecesi nübüvvettir. Risalet on­dan da özeldir. Hikmet gerçekleri vehimlerden ayırt etme yolunu, vesveselerle ilhamı birbirine karıştırmamayı gösterir. Hikmetin aracı akıldır. Kur*an-ı Ke-rim'de yer alan hükümleri, sırlan bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırla-rıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki şey dışında hiç bir şeyde kıskançlık yoktur. Bu iki şeyden (birisi) Allah'ın birisine bir mal vermesi ve bu malı hak yolda tüketecek gücü vermiş olması, (ikincisi de) birisine Al­lah'ın hikmet vermesi ve o kişinin bu hikmet gereğince hüküm vermesi ve onu başkasına öğretmesidir." [88]

Allah kime ilim, özellikle de Kur'an-ı Kerim'i ve dini kavrayabilme meziye­tini ihsan etmiş ve akim gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.

Şer*î hitabı ve ilâhî buyruğun anlamını kavrayan sağlıklı akıl sahibi kim­seler dışındakiler ilimden öğüt ve ibret almazlar. Öğütten etkilenmez ve veri­len öğütten yararlanmazlar. [89]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime bir önceki buyrukla alâkalıdır ve mümini Allah yolunda yani hayır yolunda infaka teşvik etmektedir. Çünkü Allah infaka karşılık ola­rak mağfireti vaad etmekte, mal ve nzık konusunda ilâhî lütufla infak edene yardımcı olacağını, infak ettiğinin yerine vereceğini belirtmektedir. Allah'ın in­fak ettiği kaynaklar pek boldur. O'nun hazineleri asla tükenmez. Bunu nereye koyacağını, gizliyi ve açığı çok iyi bilir.

Ayet-i kerime şeytanın vesveselerinden sakındırmaktadır. Çünkü şeytanın Allah yolunda infaktan insanı alıkoymakta etkisi söz konusudur. Şeytan bu­nunla birlikte cimriliği ve fahşâyı -yani masiyetleri- ve o yolda infakı (harca­mayı) emreder. Her kime hikmet (doğru ve faydalı ilim) ile Kur'an-ı Kerim'i anlayıp kavrama gücü bağışlanmış ise, o kimseye geçmişlerin kitaplarındaki sa-hife ve benzerlerindeki ilmi toplamaktan daha üstün ve değerli şeyler verilmiş olur. Ayet-i kerime ilmi teşvik etmekte, hikmetin değerini yüceltmekte ve aklı, yaratılış sebebinin en şerefli olan alanında kullanmaya iletmektedir. Kimi hik­met sahibi kimseler şöyle derler: Kendisine ilim ve Kur*an verilmiş kimsenin kendisini tanıması gerekir. Dünyalıkları sebebiyle dünya ehline tevazu göster­memelidir. Çünkü ona dünyaya sahip olanlara verilenden daha üstün şeyler verilmiştir. Çünkü Yüce Allah, "De ki: Dünya metaı pek azdır." (Nisa, 4/77) buyruğuyla dünyadan "azıcık meta" diye söz ederken, ilim ve Kur'an'dan "pek çok hayır" diye bahsetmektedir. [90]

 

Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar

 

270- Nafaka türünden neyi infak etse­niz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.

271-  Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fa­kirlere verirseniz işte bu sizin için da­ha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta oldu­ğunuzdan haberdardır.

 

İ'râb:

 

"Günahlarınızdan bir kısmını bağışlar." Bu cümlenin takdiri, "Biz bağışla­rız" şeklindedir. [91]

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" buyruğu ile "adaktan her ne adarsanız" buyruğunda iştikak (kelime türemesi) açısından cinas vardır. "Açıkça verirseniz" ile "gizlerseniz" buyrukları arasında ise tıbâk sanatı vardır. [92]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nafaka türünden" yani zekât veya sadaka olsun "neyi infak etseniz yahut adaktan her ne adarsanız" Adamak (nezir), sözlük anlamıyla özel bir şeyi yap­mayı kararlaştırmaktır. Istılah! manası ise Yüce Allah'a yaklaşmak maksadıy­la bir itaati yapmayı taahhüt etmektir, "muhakkak Allah onu bilir. Sadakaları­nızı açıktan verirseniz" Nafile yahut tatavvu sadakaları açıktan verirseniz "o ne güzeldir!" O sadakaları açıktan vermek güzel bir şeydir. "Şayet onları gizler de fakirlere" saklı verirseniz, "bu sizin için" açıktan vermekten ve zenginlere vermekten "daha hayırlıdır." Burada zamir sadakalara aittir. Farz olan sadaka (zekât)'nın ise, başkasına da örnek olsun ve zekât veren vermemekle itham edilmesin diye açıktan verilmesi daha faziletlidir. Zekâtın fakirlere verilmesi ise taayyün edilmiştir; yani bu hak, sahiplerinden başkalarına verilemez. [93]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne gü­zeldir..." ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz. Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Ma­lımın yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendin­den dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki: Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır [94]. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi [95]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah yolunda infakı teşvik ettikten sonra her bir sadakanın ister itaat yolunda ister masiyet yolunda olsun, nereye harcandığını bildiğini açıkla­dı. Bizi nafile olarak verilecek sadakayı açıktan vermek ile gizli vermek arasın­da muhayyer bıraktı. Bununla birlikte gizli vermek daha faziletlidir. Bunu Hz. Peygamberin, kendi gölgesinden başka hiç bir gölgenin olmadığı günde Allah'ın kendi gölgesinde himaye edeceğini belirttiği yedi kişi ile ilgili şu hadis-i şerifi desteklemektedir: Allah'ın gölgesi altında barındırılacak yedi kişiden birisi de "Sol eli sağ elinin infak ettiğini bilmeyecek kadar gizleyerek sadaka veren bir kimse"dir. [96] Buna göre ayet-i kerime riyadan uzak durmak için sadakaların gizlenmesi hakkındadır. [97]

 

Açıklaması

 

İster Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta (nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, serden de bir korkutmadır. Mallarını vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden zalimle­rin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile sadakalarınızı açıktan verirse­niz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları gizliden verip kimseyi haberdar etmeye­rek fakirlere verirseniz bu da riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı gü­nahlarınızı siler. Çünkü sadaka, bütün büyük veya küçük günahları örtmez.

Allah yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O balomdan amel­lerinize uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak et­mekten sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerini­zin ne olduğu Allah'a gizli kalmaz. [98]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah kişinin teberru yoluyla yaptığını ve adakta bulunarak yani kendisini mecbur kılarak yaptığı iki tür infakı söz konusu etmektedir.

Yüce Allah amel edenlerin her türlü infaklarını ve adak kabilinden yaptığı bütün hayırlı işlerini bildiğini ve herkese işine göre karşılık vereceğini -hayır veya şer olsun- haber vermektedir. Ayet-i kerimede hem vaad hem de tehdit anlamı vardır. Niyeti halis olan kimse Allah'a itaat uğrunda infak eder, bu da sevap alır. Niyeti riyakârlık olan veya sadakasıyla birlikte başa kakmak veya eziyet ve buna benzer olumsuz davranışlarla infak eden kimse ise zalimdir. Onun yaptığı bu iş heder olacaktır. Kıyamet gününde kendisini Allah'ın azap ve intikamından kurtaracak bir yardımcı bulamayacaktır. İtaat uğrunda yapı­lan adağın meşruluğunda şartlı veya şartsız olması arasında bir fark yoktur. Şartlı olmasına misal, bir kimsenin "Allah benim bu hastama şifa verirse şunu tasadduk edeceğim" demesi, şartsız olmasına misal ise, "Allah için oruç tutaca­ğım veya şu kadar sadaka vereceğim" demesidir.

İlim adamları itaat olan adağı yerine getirmenin vacip olduğunu, buna karşılık adanılan masiyeti yapmanın haram olduğunu ittifakla kabul etmişler­dir. Buna delil ise Nesaî'nin yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adak iki türlüdür: Yüce Allah'a itaat uğrunda adak yapılırsa işte bu yüce Al­lah içindir ve bunu yerine getirmek gereklidir. Yüce Allah'a masiyet uğrunda olan adak ise o şeytan içindir. Buna bağlılık söz konusu değildir. Yemin kefareti gibi onun de kefaretini öder."

Yemek, binmek, giyinmek gibi mubah olan adaklara gelince: Fukahanın cumhurunun görüşüne göre kişi böyle bir adağı yerine getirmekle terk etmek arasında muhayyerdir. Çünkü Ebu Davud'da yer alan habere göre, "Yüce Al­lah'ın rızası aranarak yapılan şeyler dışında adak söz konusu değildir." Pey­gamber (s.a.)'in Medine'ye geleceği gün tef çalmayı adayan ve Resulullah (s.a.)'ın "Haydi adağını yerine getir" dediği kişinin bu işi ise Müslümanların Resulullah (s.a.)'ın gelişiyle sevinmeleri, kâfirleri bununla kızdırmaları, müna­fıklara rağmen yapmaları dolayısıyla, Allah'a yakınlaştırıcı fiillerden olmuştu.

Müfessirlerin çoğunluğu 271. ayet-i kerimenin tatavvu (nafile) sadaka hakkında olduğu görüşündedir. Bu buyrukta sadakanın gizli verilmesinin açık­tan verilmesinden daha faziletli olduğuna delil vardır. Sair ibadetlerde de böy­ledir. O ibadetlerin tatavvu olanlarını gizlemek daha faziletlidir. Çünkü bu in­sanı riyadan daha çok uzak tutar. Ancak başkalarının onu örnek alarak uyma­sı gibi açıktan yapmaya daha ağırlık kazandıran bir maslahatın söz konusu olması hali bundan müstesnadır. Kamu yararına yahut bir hayır projesine veya kamuyu ilgilendiren herhangi bir işe sadaka veren bir kimsenin -meselâ- sada­kasını açıktan vermesinde yahut da bu işe katkıda bulunmasında da -insanları teşvik etmek, kendilerine uymalarını sağlamak ve hayırda yarışmayı daha bir özendirici olması bakımından- bir mahzur yoktur.

Resulullah (s.a.)'ın -Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin Ukbe b. Amir'den, Hakim'in de Muâz'dan rivayetine göre- şu buyruğu bu konuda muhayyerliği pekiştirmektedir: "Kur'an'ı açıktan okuyan kimse sadakayı açıktan veren kimse gibidir. Kur'an'ı gizli okuyan kimse de sadakayı gizli veren kimsedir." Nafile sa­dakanın gizli verilmesinin daha faziletli olduğunu ise daha önce zikrettiğimiz Buharî ile Müslim'de yer alan hadis-i şerif pekiştirmektedir. Söz konusu bu ha-dis-i şerif Ebu Hureyre'den gelmektedir ve Yüce Allah'ın kıyamet gününde kendi gölgesi altında barındıracağı yedi kişi hakkındadır. Bunlardan bir tanesi de, "Sol eli sağ elinin verdiğini bilmeyecek şekilde verdiği sadakayı gizlice veren kimsedir." Ahmed ve İbni Ebî Hatim de Ebu Umame'den şunu rivayet ederler: "Ebu Zerr dedi ki: Ey Allah'ın rasulü hangi sadaka daha faziletlidir? Hz. Pey­gamber, "Bir fakire gizlice verilen sadakadır, yahut az malı olanın olanca gay­retiyle verdiği sadakadır" dedi. Daha sonra da, "Sadakalarınızı açıkça verirse­niz o ne güzeldir!" ayetini okudu." Taberanî de merfu olarak şunu rivayet et­mektedir: "Gizlice verilen sadaka Rabbin gazabını söndürür."

Farz olan zekâtın açıktan verilmesinin delili ise İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Abbas'tan bu ayet-i kerimenin tefsirinde naklettiği şu sözüdür: Yüce Allah nafile sadakanın gizlice verilmesini açıktan verilmesinden daha faziletli kıl­mıştır. Bunun yetmiş kat olduğu söylenir. Farz olan sadakanın açıktan veril­mesini ise gizlisinden daha faziletli kılmıştır. Böylesinin öbür türden yirmi beş kat faziletli olduğu söylenmiştir.

Farz olan sadakaya (zekâta) gelince: İlim adamlarının çoğunluğu bunu açıktan vermenin gizli verilmesinden daha faziletli olduğunu kabul ederler. Çünkü farzlara riya girmez. Nafile ameller ise riyaya maruzdur. Müslim Sa-hih'inde Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Farz olan dışında kişinin kıldığı en faziletli namaz, evinde kıldığı namazdır." İşte burdan hareketle şöyle denilmiştir: Nafile namazların tek tek kılınması daha faziletli­dir. Farz olan namazların cemaatla kılınması ise mümini ithamdan daha uzak tutar. Hatta farzların açıktan yapılması dinin şearinin (belli başlı alâmetleri­nin) uygulanması için kaçınılmazdır. Bunların açıktan yapılması, İslâm'ın gü­cüne delildir. Aynı şekilde güzel örneğe uyma ilkesinin uygulamaya konulması da söz konusudur.

Nafile sadakanın Müslümana da kâfire de, itaat edene de günahkâra da, fakire de zengine de verilmesi caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır" diye buyurmakta ve "fakirler" kelimesini mutlak olarak zikrederken Müslüman fakirler diye kayıt-lamamaktadır. Ayrıca fakire verilmesinin daha hayırlı olduğunu belirtmekte, zengine verilmeyeceğini ise ifade etmemektedir. Buharî ile Müslim'de de varit olduğuna göre, "Sıcakta kavrulmuş can taşıyan her bir varlığa yapılan iyilikte ecir vardır." Yani bütün mahlûkata merhamet göstermek sevap kazandırıcıdır. Farz zekâtlarla fitır sadakası ise, Müslümanlara ve fakirlere hastır. Çünkü Yü­ce Allah'ın, "Muhakkak sadakalar Allah'tan bir farz olarak fakirlerin... dir" (Tevbe, 9/60) buyruğu bunu gerektirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber Hz. Mu-âz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken, "O zekâtı zenginlerinden al, fakirlerine ver." [99] diye buyurmuştur.

Kısacası farz olan sadaka, din ve cihada davet gibi kamu menfaatine olan alanlarda yapılan infak ve başkalarının sadaka vermesini teşvik için tatavvu yoluyla yapılan infakın açıktan yapılması gerekir ve bu gibi infaklann açıktan yapılması gizli yapılmasından daha faziletlidir. İhtiyaçlarını karşılamaları için fakirlere sadakayı gizli vermek ise hallerini örtmek ve haysiyetlerini korumak kasdıyla açıktan vermekten daha faziletlidir. [100]

 

Sadaka Almayı Hak Edenler

 

272-  Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir; fakat Allah dile­diği kimseye hidayet verir. Her ne ha­yır infak ederseniz kendi faydamzadir. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için in­fak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zul­medilmez.   '

273-  (Sadakalar) Allah yolunda kendi­lerini vakfetmiş fakirler içindir ki on­ların yeryüzünde dolaşmaya gücü yet­mez; bilmeyenler, kendilerini, iffetle­rinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insan­lardan bir şey istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.

274- Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mü­kâfatları vardır. Onlar için korku yok­tur, onlar üzülmezler de.

 

İ'râb:

 

"... fakirler içindir." Bu ya, "sadakalar fakirler içindir" takdirindedir veya bir önceki ayette geçen "hayırdan neyi infak ederseniz..." buyruğuna müteallik­tir. Yani hayır türünden neyi infak ederseniz o fakirlerindir demektir. Ya da hazfedilmiş bir fiile mütealliktir. O takdirde, "Fakirlere veriniz" yahut "O sada­kaları fakirlere tahsis ediniz" anlamında olur. "Yüzsüzlük ederek istemeyen" ya­ni ne dilencilik yapanlar, ne de yüzsüzlük edenler, demektir. [101]

 

Belagat:

 

"Ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz." Bu buyruk, nehiy anlamına bir haberdir. Yani infak ederken Allah'ın sevabı dışında dünya metaından bir şey is­temeyiniz. "Size ödenir" buyruğu ile "her ne hayır infak ederseniz kendi faydanı-zadır" buyruğundan sonra "size zulmedilmez" buyruğunun gelmesi itnâbdır. Ay­rıca "gece gündüz" ile "gizli açık" buyrukları arasında da tıbâk sanatı vardır. [102]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onların hidayete ermesi" insanların İslâm'a sokulmaları senin "üzerine borç değildir." Sana düşen ancak tebliğdir, hayra yöneltmektir. İslâm'a girme hidayetini veren ise Allah'tır. Hidayet iki türlüdür: Birisi hayır ve mutluluk yo­lunu bulma başarısı anlamındaki hidayet, bu Yüce Allah'a hastır; diğeri ise hayra irşat ve hayrı gösterme anlamında hidayet. Bu da Resulullah (s.a.)'ın gö­revidir.

"Her ne hayır" mal "infak ederseniz, kendi faydanızadır." Yani sevabı size­dir, sizden başkası ondan yararlanmaz. "Zaten siz Allah'ın rızası için" O'nun rı­za ve sevabını dileyerek "infak edersiniz".

"Kendilerini vakfetmiş" yani cihad ya da ilim öğrenmek için Allah'a itaat uğrunda başka şeylerden kendilerini alıkoymuş, bu işe kendilerini hasretmiş kimseler.

"Hayırda neyi infak ederseniz size ödenir", yani eksiksiz olarak mükâfatı size ulaşır. "Ve size asla zulmedilmez." Bu mükâfatınızdan bir şey eksiltilmez. Bu cümle ile, "Size ödenir" cümlesi birinci cümle olan "kendi faydanızadır" cümlesini tekit etmektedir.

"Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen..." Bunlar cihadla uğraşmaktan do­layı kazanç elde etmek, ticaret yapmak ve geçimlerini sağlamak için uğraşa-madıklanndan yeryüzünde yolculuğa çıkamaz, bir yere gidemezler.

"İffetlerinden" iffetlilik göstermelerinden ve dilenmeyi terk etmelerinden, "simaları..." yani alçakgönüllülük, fakirliğin etkisi gibi alâmetleri demektir. "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." İnsanlardan asla bir şey istemeyenler ve bu hususta ısrar ettikleri görülmeyenler. Israr (ilhâf, ilhâh), dilencinin, kendisine bir şey verinceye kadar insanların peşini bırakmamasıdır. "Allah onu hakkıyla bilir." ondan haberdardır, onu görmektedir ve onun mükâ­fatını verecektir. [103]

 

Nüzul Sebebi

 

272. ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmı­yorlardı. Bu durumu soruca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil oldu.

Yine rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bu­lunuyorlardı. İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.

Yine denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müs­lüman olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üze­rine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka veril­mesini emretti.

Sahid b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Di­ninize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.

Taberî, Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini en­gellemekten maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayetini indirdi.

Kısaca bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müş­rik akrabasına veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu.

273. ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur [104] Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[105]

274. ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b. Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rab-leri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur. [106] Bunlar ise Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık at­larına harcamalarda bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve ifti­har etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda bir at bağla­yıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlı­ğı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet gününde o kişi­nin terazisine konacaktır." [107]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerime müminlerin genel olarak Müslüman olsun olmasın, fakirlere bir şeyler vermelerini teşvik etti. Bu ayet-i kerime ise müş­rik olsunlar, Kitab Ehli'nden (Yahudi ve Hristiyan) olsunlar, Müslüman olma­yanlara da nafile sadaka vermenin mubah olduğunu açıkça ifade etmektedir. Çünkü Allah dünya malından mümini de kâfiri de rızıklandırır. Mümine dü­şen ise Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak ve faydasının bütün insanları kapsa­yacak şekilde olmasını sağlamaktır. Bu, Müslümana bütün insanlık yararına hayır ve faydalı olanı sevme duygusunu kazandırır. Bütün insanlara karşı Müslümanm kalbinde sevgi ve rahmetin yer etmesi gerektiğini gösterir. Bu aynı zamanda insanları yıkıcılık, bölücülük, fitne, haset ve kin tohumlarım ekmekten ve müminleri de bizatihi hoşgörü esasları üzerine kurulu İslâm'ın kabul edilmesi hususunda dinî taassuptan uzaklaştırmaktadır. Artık insanın bundan sonra dine girip hidayet bulması işi Yüce Allah'a bırakılmalıdır. Çün­kü hidayet Allah'tandır. Ayrıca şefkat, dini ne olursa olsun ihtiyaç sahibi olana bir şeyler vermektir. [108]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş, onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O ba­kımdan ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi emret.

Sadakanın ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya haya­tında sadaka malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından, hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahla­rınız bağışlanır.

Siz dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Al­lah'ın rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Al­lah'ın rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah'ın rı­zasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir kazanırsın. Hat­ta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."

Daha sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır* şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:

Bunların birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.

İkincisi ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan her­hangi bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayet­tir. Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulmolunmaz. (Hakkı) bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 22/47).

Bütün bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirle­re yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine rağ­men fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu­na benzemektedir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çı­karmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah si­ze yasaklamaz." (Mumtahine, 60/8).

Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka verildi" diye söz etme­ye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin biri­sine verdi. Sabah olunca insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden in­fak eder. Hırsız da muhtemeldir ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koru­yup hırsızlıktan uzak durur."

Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları be­yan etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:

1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu masla­hatları işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve sa­vaş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunu­yoruz. Suffe Ehli yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine gö­re Resulullah (s.a.) bir gün Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirlikle­rini, sıkıntılarını ve buna rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müj­deler olsun sizlere ey Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip ol­duğunuz bu niteliklere sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durum­dan razı olursa, o benim yol arkadaşlarımdandır."

2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde do­laşmak, yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi var­dır. Bunlar yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hu­suslardır.

3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etme­mek ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffet­leri, sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müs­lim tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lok­madan, bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varıl-mayıp kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[109]

4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak müminin ferasetli ol­masını [110]. deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman za­yıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görü­nümler de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çün­kü kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.

5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek: "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak dururlar. Bu şe­kildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar ederek olsun, etme­yerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar insanlardan ısrar etmek­sizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur. Yani onlar ısrar etmeksi­zin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler. İnsanlara ihtiyaçları olmayan şey­leri yüklemezler. Kendisini dilenmek ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şey­leri olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlar­dan ısrarla dilenenlerin durumunun kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günü­müzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz hali budur. Lafzı Müslim'e ait ol­mak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden bir şey ister de onun bu isteme­si sonucu benden bir şey çıkarsa ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket ihsan olunmaz."

Daha sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakla-rı mutlaka Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet ver­meksizin, iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzel-leştirir. Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadın

Daha sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakm mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla ta-sadduk edip ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geç­tiği hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins infaktan-dır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü ile de karşı­laşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatın­dan ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.

Gecenin gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice ve­rilen sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret et­mek içindir. [111]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime nafile sadakayı kim olursa olsun her insana vermeyi mubah kılmaktadır. Farz olan sadakanın (zekâtın) ise kâfire verilmesi icma ile caiz değil­dir, verilirse yerini bulmaz. Çünkü Hz. Peygamber Ahmed b. Hanbel ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin İbni Abbas'tan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ben sadaka­yı (zekâtı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize geri çevirmekle emrolundum." Aynı şekilde cumhurun görüşüne göre fitır sadakasını kâfire vermek caiz değildir. Çün­kü bu sadaka oruç tutan kimse için bir temizliktir. O nedenle kâfire verilmez. Tıp­kı davar ve nakitlerin zekâtı gibi. Resulullah (s.a.) da Darekutnî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Onları  (fakir Müslümanları) bugün için dilenme ihtiyacından kurtarsın." "Bugün"den kastı ise orucun açıldığı Ramazan bayramının birinci günüdür. Çünkü onlar bayram ve bayram namazı ile meşguldürler. Böyle bir şey ise müşrikler hakkında söz konusu değildir.

Ebu Hanife (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) fitir sadakasının Müslüman olmayan zimmet ehline verilmesini caiz görmüştür. O bu konuda birr (iyilik yapmak), yemek yedirmek ile ilgili ayetin genel anlamını ve "sadakaların mutlak olmasını esas alır.

Yüce Allah'ın, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" buyruğu infakın faydasının hakikatte infak edene ait olduğuna delildir. Çünkü bu kimse yaptığı işin eksiksiz bir mükâfatını görecektir. Yüce Allah bu anlamı daha son­ra gelen şu iki cümle ile pekiştirmektedir: "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez."

Yüce Allah'ın, "Zaten siz ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz" buyru­ğu, kabul edilecek nafakanın (infakın) ancak Allah'ın rızası için yapılanlar ol­duğunu göstermektedir.

"Allah yolunda kendilerini vakfetmiş... fakirler içindir" ayeti sadakaya hakkı olanların niteliklerini göstermektedir. Bunlar ise fakir kimselerdir. Biz de bunlara dair açıklamalarımızı az önce geçen "Açıklaması bölümünde yapmış bulunuyoruz. Yine bu buyruk dilenmenin adabından birisinin, dilenirken ısrar etmemek olduğunu göstermektedir.

Zaruret dolayısıyla olması hali dışında dilenmek İslâm'da haram kılınmış­tır. Kazanma gücü yeten için dilenmek helâl değildir. Buna delil ise Resulullah (s.a.)'ın Ebu Davud ve Tirmizî tarafından Abdullah b. Amr (r.a.) yoluyla rivayet ettikleri şu hadis-i şerifıdirfZengin bir kimseye de güçlü, kuvvetli ve azaları sa­pasağlam kimseye de sadaka helâl olmaz." Bundan kastedilen kazanmaya gücü yeten kimsedir. Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu ile belirlediği üç tür kişi dışında dilenmek kimseye helâl olmaz:

"Dilenmek ancak aşırı fakir yahut aşırı borç altında kalmış veya ağır gelen bir kan bedelini ödemek durumunda olanlar için helâldir." [112]

Hadis-i şerifteki "aşırı fakirlik"ten kasıt kişiyi düşkün hale getiren (sürün­düren) fakirlik demektir. "Aşın borç", ödenmesi kişiyi zor durumda bırakan, buna karşılık kefalet, arayı düzeltmek için nafaka ve buna benzer -bir haksızlı­ğı bertaraf etmek, bir maslahatı korumak gibi- hayır işlerinden olmayan borç­lar demektir. Ağır gelen böyle bir borcu yüklenen kimsenin bu borcunu ödemek için yardım isteme hakkı vardır.

"Ağır gelen bir kan bedelini ödemek durumunda olan" a yahut sıhrî akra­bası veya arkadaşı gibi yakınlarından cinayet işleyen ve kısasla öldürülmesi halinde acı çekecek olan ve öldürülmesin diye onun yerine diyet ödemeyi yükle­nen kimsedir. İhtiyaç olmamakla birlikte ısrarla dilenmek helâl değildir. Müslim, Pey­gamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim insanlardan mallarını kendi sevabını çoğaltmak maksadıyla dilenirse o ancak kor ateş dile­niyor demektir. İster az istesin ister çok istesin." Yine İbni Ömer'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sizden herhangi biriniz dilen­meye devam eder ve nihayet Allah'ın huzuruna yüzünde bir parçacık et parçası kalmaksızın çıkar." [113] Ahmed, Ebu Davud ve İbni Hibbân, Sehl b. el-Hanzeli-ye'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yanında kendisini ihtiyaçtan kurtaracak kadar bir şeyler olduğu halde dilenen bir kimse şüphesiz cehennem ateşini artırır." Ey Allah'ın Rasulü kendisini ihtiyaçtan kur­taracak kadar, ne demektir? denilince, "Sabah yahut akşam yiyeceği varsa de­mektir" buyurdu.

Şayet dilenci muhtaç bir kimse ise mazur olduğunu bildirmek ve uyarmak kasdıyla üç defa dilendiğini tekrarlamasında bir mahzur yoktur. Efdal olan ise bunu terk etmektir. Eğer dilenen kimse bunu biliyor ve kendisinden isteneni karşılayabilecek durumda ise ona bunu vermesi icap eder. Şayet onu bilmeyen bir kimse ise dilenmesi yerinde olabilir korkusuyla onun ihtiyacını verir. Çün­kü onu reddetmekle iflah olmaz. [114]

Yüce Allah'ın, "mallarını gece gündüz... infak edenlerin..." buyruğu Allah yolunda kendi rızasını arayarak gece gündüz bütün vakitlerde, gizli açık bütün hallerde infak edenler için bir övgüdür. Fakat gecenin gündüzden önce, gizli­nin de açıktan önce zikredilmesi önceden de açıkladığımız gibi gizli verilen sa­dakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli olduğuna işaret etmektedir. [115]

 

Faiz, Fert Ve Topluma Zararları

 

275- Riba yiyenler (kabirlerinden) an­cak, çarpmaktan dolayı şeytanın ken­dilerini sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar. Bu onların, "Alışveriş de an­cak riba gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur, işi de Allah'tı kalmıştır. Kim de tekrar dönerse onlar da ateşlikler­dir. Orada ebedî kakçıdırlar.

276- Allah ribayı yok eder. Sadakaları ise arttırır. Allah çok nankör ve gü­nahkâr hiç bir kimseyi sevmez.

277- Şüphesiz iman edip de salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan, bir de zekâtı veren kimselerin Rableri katın­da ecirleri vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur, onlar üzülecek de de­ğillerdir.

278- Ey iman edenler! Allah'tan kor­kun, faizden kalanı da bırakın, eğer müminler iseniz.

279- Şayet yapmaz iseniz, Allah'tan ve Rasulü tarafından size karşı savaş açıldığını bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulmediniz,ne de zulme uğrayınız.

280- Eğer darlık içinde ise geniş bir za­mana lmH^r ona mühlet verin. Sadaka olarak hağ^şlnmunıa! ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.

281- Allah'a döndürüleceğiniz bir gün­den korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.

 

Belagat:

 

"Alış veriş de ancak riba gibidir." Aslında, "riba alışveriş gibidir" denilmesi gerekirdi. Fakat onlar teşbihi tersine çevirdiler ve benzeyeni kendisine benzeti­lenin yerine koyup "maklûp teşbih" şekline getirdiler.

"Helâl kıldı" ve "haram kıldı" lafızları ile "yok eder" "arttırır" buyrukları arasında tıbâk vardır.

"Çok nankör ve günahkâr" kelimelerinin her ikisi de mübalağa ifade eder. Yani nankörlüğü büyük, günahı aşırı anlamındadır.

"Savaş açıldığını bilin" buyruğunda "savaş" kelimesinin nekre (belirtisiz) gelmesi, dehşeti ifade etmek içindir. Oldukça şiddetli bir savaş türü açıldığını bilin, demektir.

"Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız." buyruğunda "eksik cinas" denilen bir cinas vardır. Çünkü harflerin harekeleri farklı farklıdır. [116]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Riba yiyenler", onu alanlar. Yemek, ribayı almak veya ondan faydalan­mak yerine kullanılmıştır. Çünkü ondan esas gaye budur. Yani çoğunlukla ya­rarlanma yolu yemektir. Bu alanı da vereni de kapsar. Çünkü hadis-i şerifte şöyle varit olmuştur: Resulullah (s.a.) riba (faiz) yiyeni, yedireni ve yazanı la­netlemiş ve, "Hepsi (günah bakımından) eşittir" buyurmuştur [117]

Riba, sözlükte artmak demektir. Şer"î bir terim olarak ise malın mala deği­şimi esnasında karşılığında bedel olmaksızın belli bir malın fazlalığı yahut alışveriş veya nakit ya da yiyeceklerin karz verilmesi muamelelerinde miktar­daki yahut vadedeki artış demektir. Bu, Şafiîlerin görüşüne göre böyledir. Ma-likîler ise fazlalık faizini saklanabilen gıda maddelerine münhasır kabul eder­ler. Nesîe (vadeli) faizinde ise, Şafiîler gibidirler. Hanefîlerle Hanbelîler ise, ki­le ile ölçülen ve ağırlık ile tartılan her şey hakkında genel kabul ederler; bun­larda faizin cereyan edeceğini söylerler.

"Ancak çarpmaktan dolayı şeytanın kendilerini sar'aya düşürdüğü gibi" kabirlerinden "kalkarlar." Yani şeytanın sar'aya düşürerek delirttiği veya sar'aya düşürdüğü kimse gibi kabirlerinden kalkarlar. "Rabbinizden bir öğüt" bu işten çekinme emri ve öğüdü "gelir de vazgeçerse geçen onundur." Yani ya­saktan önce almış olduğu faiz ondan geri alınmaz. "İşi de Allah'a aittir." Affe­dilmesi Allah'a kalmıştır. "Kim de tekrar dönerse" yani helâl olması bakımın­dan alışverişe benzeterek faiz yemeye yeniden başlarsa...

"Allah ribayı yok eder" eksiltir, bereketini giderir, "sadakaları ise arttırır" geliştirir, sevaplarını kat kat verir.

"Allah çok nankör" yani faizi helâl kabul etmek suretiyle küfrü üzere de­vam eden "ve günahkâr" faiz yemek suretiyle haddi aşan, günah üzere ısrar edip bu konuda aşırıya kaçan, "hiç bir kimseyi sevmez" yani onu cezalandırır.

"Allah'tan korkun", yani kendinizi onun azabına karşı koruyun, "faizden kalanı da bırakın" ondan vazgeçin.

"Allah'tan... size karşı savaş açıldığını" Allah'tan size gazap olduğunu "bi-lin." Rasulünden açılan savaşın anlamı ise şudur: O size bâğîlere (meşru İslâ-mî yönetime karşı çıkan isyancılara) davrandığı gibi davranacak ve kendi ça­ğında fiilen sizinle savaşacak, her dönemde de sizler onun düşmanı olarak de­ğerlendirileceksiniz.

"Eğer tevbe ederseniz" faiz almaktan vazgeçerseniz "sermayeleriniz sizin­dir." "Ne zulmediniz" borçludan fazlasını alınız, "ne de zulme uğrayınız" serma­yenizden eksik alınız.

"Eğer o" yani borçlu "darlık içinde ise" malı olmadığı yahut elindeki malla­rı satamadığı için ödeyemeyecek durumda ise "geniş bir zamana kadar mühlet verin." yani onun borcunu tahsil etmeyi, kolaylıkla ödeyebileceği vakte ve bol­luk zamanına kadar erteleyip ona süre tanımanız gerekir. "Sadaka olarak ba­ğışlamanız" borcunu ödeyemeyene borcunu ibra etmek suretiyle ona tasadduk etmeniz "ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer" daha hayırlı olduğunu "bilirseniz" onu yapınız. [118]

 

Nüzul Sebebi

 

278. ve 279. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ebu Yala Müsned'iade ve İbni Mende İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bize bu ayet-i kerimenin Sakiflilerden Amr b. Avf oğulları ile Mahzumoğullarmdan Muğîreoğullan hakkında nazil olduğu haberi ulaşmıştır. Muğîreoğullan Sakif-lilere faiz veriyorlardı. [119] Allah, Rasulüne Mekke'yi fethetmeyi nasip edince o gün bütün faizi kaldırdı. Bu sefer Amroğulları ile Muğireoğulları Attâb b. Esid'e geldi. Esid, o sırada Mekke valisi idi. Muğireoğulları "Biz insanlar ara­sında faiz nedeniyle en fakir olduk"; Amroğulları ise Takat biz faizimizi alaca­ğız diye anlaşmış idik" dediler. Bunun üzerine Attab bu hususta Resulullah (s.a.)'a mektup yazdı. Bu sebepten dolayı bu ayet ve ondan sonraki ayet nazil oldu.

İbni Cerir et-Taberî İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime Sakifliler hakkında nazil olmuştur. Amroğulları ve Umeyroğullanndan olan aralarında Mes'ud, Hubeyb ve Rabia'nın da bulunduğu Sakifliler hakkın­da nazil olmuştur.

Sakifliler, "Biz Allah'a ve Rasulüne karşı savaşacak güce sahip değiliz" di­yerek tevbe ettiler ve yalnızca ana paralarını aldılar.

280. ayetin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbi der ki, Avf b. Umeyroğulları Muğireoğullanna şöyle dediler: Ana mallarımızı veriniz, faizi size bırakıyoruz.

Muğireoğulları, "Bugün ödeyebilecek imkâna sahip değiliz, o bakımdan meyve­ler olgunlaşmcaya kadar bize süre tanıyınız" dediler. Şu kadar var ki Amr b. Umeyyoğullan borçlarını ertelemeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Al­lah, "Eğer o darlık içinde ise..." ayetini indirdi. [120]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önceki ayet-i kerimeler karşılıksız olarak malm infak edilmesi veya sadaka verilmesi hakkında idi. Bunlar Allah'a yaklaşmak, onun rızasını talep etmek, iman üzere kendilerine sebat verilmesi için yapılan fiillerdir. Bu ayet-i kerimeler ise karşılığında herhangi bir bedel olmaksızın mal alan faizciler hak­kındadır. Allah sadakaları bereketlendirir, faizi ise yok eder, bereket ve artışını iptal eder. Ayetler arasındaki ilişki böyle bir tezatlık ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü zıtlık diğerlerine göre insanın hatırına daha çabuk gelir. [121]

 

Açıklaması

 

Faiz alıp mala olan sevgileri ve hevalarıyla amelleri sebebiyle faizi helâl görenlerin, insanların mallarını batıl yolla, emek ve gayret olmaksızın yiyenle­rin ızdırap, huzursuzluk, vicdan azabı, çalışmaya ve dünyaya dalıp gitme açı­sından misalleri, şeytanın kendilerini sar*aya düşürdüğü, cinlerin çarptığı, sar"a ile telef ettiği kimselerin durumuna benzer. Bunlar ayrıca ahirette kabir­lerinden diriliş ve amellerinin görülmesi için kalkacakları vakit, hareketleri iti­bariyle daha çok dengesiz ve daha çok düzensiz ve ağır olacaklardır. Buna se­bep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep olacaktır. Bu manzara son derece acıklı ve ürkütücüdür. Çağdaş dünyada kapitalist faizci düzenin se­bep olduğu sarsıntı, huzursuzluk, çalkantı, sinirsel ve ruhsal hastalıkların da delilidir.

Müfessirlerin çoğunluğu Yüce Allah'ın, "Riba yiyenler... kalkarlar" buyru-ğundaki "kalkmanın" kıyamet gününde kabirlerinden dirilmek ve amellerinin karşılığını görmek için kalkmak olduğu kanaatindedirler. Bu gibi kimselerin belirgin özelliği kabirlerinden ancak şeytanın bir kimseyi sar'aya düşürüp dav­ranışlarının düzenini bozduğu haldeyken bu halin kalkması gibi kalkmaktır. İbni Abbas -İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre- şöyle demiştir: "Faiz yiyen kimse kıyamet gününde boğulan bir deli olarak diriltilecektir."

Bazıları da (İbni Abbas, İkrime, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Katade ve Mukatil b. Hayyân) "Bunlar kıyamet gününde... kalkarlar" demekle yetinmiş­lerdir. "Kalkma* kelimesinin kullanılması bir işin yapılmasında çalışmanın en belirgin alâmetlerinden oluşundan dolayıdır.

Bunun sebebi ise, yanlış düşünüp batıl tasarıylarıyla faizi alışveriş gibi anlamalarıdır. Yani borcun vadesi geldiği vakit vade sonunda alman faiz fazla-lağı, akdin başındaki bizzat ana bedel gibidir, derlerdi. Çünkü Araplar ancak bu faiz türünü biliyorlardı. Alacaklarının vakti geldi mi borçluya, "ya borcunu öde, yahut da faiz ver" yani borcun miktarını artır derlerdi. Yüce Allah bunu kendilerine haram kıldı. Diğer bir ifade ile, bir malı satmak caiz olduğu gibi, ihtiyaç zamanında "Ne diye bir dirhem alıp kolaylıkla ödeyebileceğin vakit iki dirhem ödemen uygun olmasın? Her ikisinde de fazlalık sebebi birdir, bu da va­dedir" diyorlardı.

Yüce Allah, "Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır" şeklindeki hak buyruğu ile onların görüşlerini reddetti, kıyaslarının fasit bir kıyas olduğunu açıkladı. Yani alışveriş ancak ihtiyaç için yapılır. Alışveriş karşılıklı bir deği­şimdir, onda bir aldatma yoktur. Faiz ise ihtiyaç içerisinde bulunanın ihtiyacını mutlak bir sömürüdür. Faizin karşılığında bir bedel veya bir ivaz yoktur [122] Bu bakımdan onların kıyaslan tutarsızdır. Yiyecek bir şey satın alıp hemen onun bedelini ödeyen kimse, o satın aldığı şeye yemek, tohumluk, hayat ve bedenini korumak maksadıyla bir şekilde faydalanma yoluyla yararlanmak için ihtiyaç duyar. Faiz alan kimse ise karşılıklı bir bedel akdi yapmamaktadır. O herhangi bir karşılık olmaksızın ödeme vadesi gelince borcun ana parasından ayrı bir fazlalık da almaktadır. Hatta bugünkü bankalar işlemleriyle üst üste yığılan veya mürekkep faizleri toplamakla cahiliye dönemi uygulamalarına benzer uy­gulamalarda bulunmaktadır. Onlar faiz aldıkları gibi yıllar geçtikçe faizin de faizini alırlar. O bakımdan banka hisselerine sahip olan kimseler kat kat faiz yer oldular. Bu fazlalığı ve ona bağlı olan diğer fazlalıkları almak ise çok büyük bir günahı gerektiriri zulümdür.

Faizin haram olduğu hükmü kendisine ulaşıp da daha önce yaptıkların­dan vazgeçenlerin cahiliye döneminde bu yasaktan önce almış oldukları geçmiş faizleri kendilerinindir. Affedilmesi yahut hakkında adaletle hükmedilmesi, kı­yamet gününde sorumluluğunun kaldırılması Allah'a kalmış bir iştir. Her kim haram kılmışından sonra faiz almaya geri dönerse artık o, cezayı ve cehennem ateşinde ebedî kalmayı hak etmiştir. Burada "ebedî kalış"tan kasıt ise, bunu yapan kişi mümin ise onun bunu yaptığı için uzun süre orada kalacağını bildir­mektir. Yaptığı işin ne kadar büyük olduğunun ifade edilmesi için bu tabir kul­lanılmıştır.

Daha sonra Yüce Allah faizin zararlarına ve faizin etkisini yok ettiğine dikkat çekmektedir. Allah faizin bereketini giderir. Gerçekte ve vakıada onu arttırmaz, onu çoğaltmaz. Zahiren faiz sebebiyle mal artış gösterse bile sonun­da o kaybolup yok olmaya gitmektedir. Sadakaya gelince, Allah onu artırır, be­reketlendirir, sevabını kat kat verir. Dünyada sadaka hiç bir zaman bir malı eksiltmez. Allah sadaka veren kimseye alış veriş yahut arazisinin, malının ve­ya eşyasının bedelinin yükselmesiyle onun yerine daha hayırlısını verir. Ahi-rette ise sadaka veren kişi amelinin sevabını kat kat alır. Sadakadaki manevî çoğalmanın görülür hallerinden birisi de, sadaka veren kişinin Allah nezdinde de insanlar tarafından da sevilen bir kisme olmasıdır. Böyle bir kimse kıskanılmaz, ona buğzedilmez, malı çalınmaz ve ona eziyet edilmez. Faizin bereketinin giderildiğinin görülür hallerinden birisi ise, faizcinin Allah nezdinde de insan­lar tarafından da buğzedilen, sevilmeyen bir kimse olmasıdır. Herkes onu kıs­kanır. Eğer hoşlanılmayacak bir durumla karşılaşırsa herkes buna sevinir. Herkes onun uğursuz ve kötü akıbetini bekler. Bu faizcilerde gözlemlenen bir husustur. Bunlar ellerindeki malları çabucak yok ederler. Sağlık ve servetlerin-deki akıbetleri ise son derece kötü olur. Belli bir süre zengin gibi görünseler da­hi, sonunda fakirlik çoğu zaman onları perişan eder. Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Her kim helâl bir kazançtan bir hurma kadar bir şey sadaka verirse -ki yü­ce Allah ancak helâl ve temiz olanı kabul eder- Allah onu sağ eliyle kabul eder. Sonra o sadakayı sizden herhangi bir kimsenin tayını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür, ta ki bir dağ kadar olana dek."

Sadakanın artışı böyledir. Faize gelince: Ayet-i kerime onun bereketinin giderilmesinden başka Allah'ın faiz alanı cezalandıracağını ve ona buğzedece-ğini, haramları işleyip onları helâl kabul etmekte ısrar eden hiç bir kimseden razı olmayacağını, oldukça nankör yani Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetleri inkârda aşırı giden ve bunu sürdüren, Allah yolunda o malından in-fak etmeyen kimseye buğzedeceğini de beyan etmektedir. Ayrıca Yüce Allah gü­nah ya da masiyetleri işlemeye dalıp giden ve zor durumda olanların ihtiyaçla­rını fırsat bilip sömüren her günahkâra da buğzeder. İşte bu, faizin ne kadar büyük bir cürüm olduğunu ve faizin esasen Müslümanların değil, kâfirlerin bir işi olduğunu ilân edip haber vermektedir.

Daha sonra Yüce Allah -Kur"an-ı Kerim'de âdet olduğu üzere- günahkâr kâfirlerin işlerini salih müminlerin işleri ile karşılaştırmaktadır. Böylelikle iki kesim arasındaki fark açıkça ortaya çıksın ve bu inkarcının bu işten vazgeçme­sini, bu emre riayet etmesini daha bir hissettirsin. Bu maksatla Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah'ı, Rasulünü, kendilerine gelen emir ve yasakları tasdik ederek ihtiyaç sahiplerini gözetip zor durumda olanlara mühlet vermek suretiyle ruhlarını ıslah ederek salih amel işleyen mümine rabbini hatırlatıp namazı dosdoğru kılan, fakirliğin yükünün hafifletilmesinde ve bir takım in­sanların sevgisini kazanmakta katkısı bulunan farz zekâtlarını veren kimseler için, işlerini görüp gözetmekle onları himaye eden Rableri katında hazırlanmış eksiksiz sevapları vardır. Onlar gelecekten korkmazlar ve geride bıraktıklarına da üzülmezler.

Yüce Allah'ın salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı zikretmesi onların önemini göstermektedir. Çünkü bunlar amelî iba­detlerin en büyük rükünlerindendirler.

Faiz yiyenler ile salih amel işleyen müminlerin görecekleri karşılıklar ara­sında, bu karşılaştırmadan sonra faizini terk etmeye ve onun çeşitli etkenlerin­den kurtulmaya dair açık emirler gelmektedir. Bu emrin muhtevası şudur: Ey her türlü harama aykırı olan imana sahip olanlar! Emirlerini terk, yasaklarını işlemek karşılığında Rabbinizin verdiği cezadan kendinizi uzak tutunuz. Halen insanlardan almanız gereken arta kalan faizi bırakınız. Eğer gerçekten mümin kimselerden iseniz, sakın ha faizli ilişkilere girmeyiniz, aksi takdirde kâmil imana sahip müminler olamazsınız. Çünkü iman itaat ve emirlere bağlı­lıktır. İsyan ile birlikte iman olmaz. İman bir barış, bir rahmet, bir sevgi, bir görüp gözetmedir. Faiz alıp verme ile iman olmaz; çünkü faiz tamahtır, zulüm­dür, sömürüdür, insanî kardeşliğe aykırıdır. Daha sonra Yüce Allah bu emre aykırı hareket etmeye dair tehdidinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:

Eğer faizi ve faizden arta kalanı terk etmeyecek olursanız şüphesiz o vakit Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmış olursunuz. Yani sizler O'nun şeriatı dışı­na çıkmış düşmanlarının durumuna düşersiniz. İşte "bilin" buyruğunun anla­mı budur. Allah'ın savaşı, faizcilere Allah'ın gazabı ve onlardan alacağı intika­mıdır. Dünyada onları zarara sokar, ahirette de cehennemde azaba mahkûm eder. Resulullah (s.a.)'ın savaşı ise ona düşmanlık etmektir. Allah'a ve Rasulü­ne savaş açan bir kimse, Allah'ın şeriat ve hükümlerini çiğnediği için kendisiy­le savaşümayı hak eder.

Şayet Allah'ın emrine uyarak faizden vazgeçerseniz, o takdirde yalnızca ana mallarınızı alma hakkını kazanırsınız. Ne fazla ne eksik. Faiz almakla kimseye zulmetmeyiniz, mallarınızdan eksiğini almakla da zulme uğramayı-mz.

Daha sonra Yüce Allah borcunu ödeme gücünü bulamayan, zor durumda kalan kimseye mühlet vermeyi emrederek şunları vurgulamaktadır:

Eğer ödeme zorluğu çeken bir fakir ile muamelede bulunup bu kimse be­lirlenen sürede borcunu ödeme imkânını bulamazsa, ona rahatlıkla ödeyebile­ceği vakte ve bolluk zamanına kadar mühlet verin, süre tanıyın. Ta ki borcunu ödeme imkânını bulabilsin. Nitekim Resulullah (s.a.), Müslim ve başkalarının Ebu Hureyre'den naklettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Bir mü­minin sıkıntısını açan kimsenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Zorluk içerisinde olan kimseye kolaylık sağlayan kimseye Allah dünyada da ahirette de kolaylık verir." Burada geçen zorluktan kasıt, mal bulamamaktan dolayı çekilen darlıktır.

Şayet ödeme zorluğu çeken kimseye veya borçluya borcun tümünden ya­hut bir kısmından onu ibra etmek suretiyle tasaddukta bulunursanız, bu sizin mühlet vermenizden, vadeyi ertelemenizden daha hayırlıdır. Allah katında da­ha çok sevabı gerektirir; eğer sizler bunun hayırlı olduğunu bilirseniz. Bir şeyi bilen bir kimse ise gereğince amel eder. Bu buyruk ödeme zorluğu çeken borç­luya karşı hoşgörülü olmaya teşvik mahiyetindedir. Çünkü böyle davranmak bir dayanışma, destekleme ve karşılıklı merhametin ifadesidir. Nitekim Hz. Peygamber, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Musa'dan gelen rivayetlerinde şöyle buyurmaktadır: "Müminin mümine karşı durumu bir yapı gibidir. Biri ötekinin gücüne güç katar." Yine Hz. Peygamber Tahavî'nin el-Hasîb'den riva­yetine göre şöyle buyurmuştur: "Ödeme zorluğu çeken bir kimseye mühlet tanı­yanın tanıdığı her bir günü karşılığında bir sadakası olur." Daha sonra şöyle dedi: Her gün için o borcun misli sadaka vermiş gibi olur. Resulullah (s.a.) devamla buyurdu ki: Borç vadesi gelinceye kadar her bir gün için bir sadaka, eğer vade geldikten sonra yine ona mühlet verilirse her bir gün için o borcun misli bir sadaka vermiş kadar ecri vardır."

İmam Ahmed de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: " Buyur­du ki: "Duasının kabul edilmesini, sıkıntılarının giderilmesini isteyen bir kimse darlık içinde olan bir kimsenin sıkıntısını gidersin." Müslim, Ebu Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizden öncekilerden bir adam hesaba çekil­di. Hayrına bir şey bulunmadı, ancak onun insanlarla beraber oturup kalktığı biliniyordu ve zengin bir kimse idi. Çocuklarına (veya kölelerine) ödeme zorluğu çekenleri bağışlamalarını emrederdi. Yüce Allah dedi ki: Böyle bir davranış göstermek ondan çok bize yakışır. Haydi onu affediniz." Ebul-Yesâr (Ka'b b. Amr)'ın rivayet ettiği uzunca bir hadiste -Ahmed ve Müslim'in rivayetine göre-Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Ödemekte zorluk çekene mühlet tanıyan yahut onun borcunu indiren kimseyi Allah kendi gölgesinde barındı­rır." Ödeme zorluğu çeken kimseye süre tanımak, kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar borcunu ertelemektir. Borcunu düşürmek ise, zimmetindeki ala­cağını kaldırmaktır.

Daha sonra Yüce Allah genel olarak takvalı olmayı emretmekte, kulları­nın kıyamet gününde kendilerini hesaba çekeceğine dikkatlerini çekmekte, takva sahiplerinin akıbetini belirterek, dünya ve dünyadaki malların zeval bu­lacağını hatırlatmaktadır. Bunun muhtevası da şöyledir: Yüce Allah'ın huzuru­na döndürüleceğiniz çok büyük bir günden korkunuz, sakınınız. O günde işle­diklerinizden dolayı sizi hesaba çekecek, hayır ya da şer olsun kazandıklarını­zın karşılığını verecek. Hayra karşılık size sevap vereceği gibi, şerre karşılık da cezalandıracak. Herkese hayır ya da şer olsun kazandığının karşılığını vere­cektir. O günde size zulmedilmez, sevabınız eksiltilmez, cezanız arttırılmaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kıyamet gününe ait adalet terazile­rini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmdz. Bir hardal danesi ağır­lığınca bile olsa biz onu getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).

İbni Cüreyc dedi ki: "... bir günden korkun" ayeti, Resulullah (s.a.)'ın vefa­tından dokuz gün önce nazil oldu. Bundan sonra ise herhangi bir şey nazil ol­madı. İbni Cübeyr ve Mukatil ise, yedi gün önce derler. Üç gün yahut üç saat (kısa süre) önce indiği de rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber de, "Bu ayeti faiz ayeti ile borç ayeti arasına koyunuz" buyurdu.

İbni Ebî Hatim de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'an-ı Kerim'in tümü arasmda en son nazil olan "... günden korkun" ayeti­dir. Resulullah (s.a.) bu ayetin nüzulünden sonra dokuz gün daha yaşadı, sonra da Rebiülevvel ayının 2. günü (Pazartesi) vefat etti.

Nesaî ve başkaları da Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Kur'an-ı Kerim'den en son nazil olan, "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun" ayet-i kerimesidir. Bu ayetin nüzulü ile Peygamber (s.a.)'in ve­fatı arasında otuz bir günlük bir süre vardır. [123]

 

Faizin Haram Kılınma Aşamaları:

 

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de faizi, içkiyi haram kıldığı gibi dört yerde ha­ram kılmıştır. Aynı şekilde bu haram kılma dört aşamadan geçmiştir. Bunlar­dan birincisi Mekke'de, diğeri ise Medine'de inen buyruklarda gerçekleşmiştir:

1- Mekke'de Yüce Allah, "Artış göstersin diye faiz türünden insanlara ver­diğiniz, Allah katında artmaz." (Rum, 30/39) buyruğunu indirmiştir. Bu buy­ruk Mekke'de inen şarap ile ilgili şu ayet-i kerimeye tekabül etmektedir: "Hur­ma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de içki çıkarır ve güzel bir rızık edinir­siniz." (Nahl, 16/67). Her iki ayet-i kerimede haram kılmaya bir hazırlık, buna üstü kapalı bir ifade ve ondan sakınma zorunluluğuna bir işaret vardır.

2- Daha sonra Yüce Allah Medine'de kendilerine haram kılındığı halde fa­iz yiyen ve bu masiyetleri sebebiyle Allah'ın kendilerini cezalandırdığı Yahudi­lerin uygulamalarını anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine yasak­lanmış olmasına rağmen faiz almaları..."[124] (Nisa, 4/161). Bu da içkinin haram kılmışında ikinci aşamayı temsil eden şu buyruğu andırmaktadır: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür." (Ba­kara, 2/219). Her iki ayet-i kerime de haram oldukları hususunda bir uyarma, buna dair bir ifade, bu emre aykırı hareket edenin cezalandırılacağına dair ilân vardır.

3- Daha sonra Yüce Allah kat kat oluncaya kadar artıp duran aşırı faizi yasaklamaktadır. Bu ise cahiliye döneminde görülen faiz uygulamasıdır: "Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin..." (Âl-i İmran, 3/130) Bu da içkinin haram kılınış aşamalarından üçüncü aşamaya benzemektedir: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayınız..." (Nisa, 4/43) Her iki ayette de cüz'î ve açık bir yasaklama vardır. Şu kadar var ki bu ayette yasaklanan cahiliye dönemi faizi olup aşırı faiz şekli yasaklanmaktadır. İçkiyi yasaklayan ayet-i kerimede de namaz kılınmak istendiği zaman sarhoşluk ve­rici şeyin alınması cüz'î olarak yasaklanmaktadır.

4-  Daha sonra hem faizi hem de içkiyi kesinlikle haram kılan buyruklar gelmektedir. Faize dair ayet-i kerimede Yüce Allah alacaklının sermayesinden fazla olan her şeyi yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faiz­den kalanı da bırakın. Eğer müminler iseniz..." ve diğer ayetler. İçki ile ilgili ayete gelince, Yüce Allah bütün hallerde ondan uzak durmayı emretmektedir: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın murdar işlerinden­dir. Artık onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (Maide, 5/90).

Yüce Allah'ın, "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "er-riba" kelimesinin ba­şında yer alan "elif, lâm" cins içindir. Yani Allah riba türünü haram kılmıştır.

Yoksa bu "elif, lâm" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva eden ve yalnızca o dönem için bilinen (mahud) faizi ifade etmemektedir. Nas, mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah kıldığı gibi. [125]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Burada faizin iki türü ve haram kılınış sebebine dair açıklamalarda bulu­nacağız.

Ayet-i kerimeler beş hususu ihtiva etmektedir: Alışverişlerin mubah olma­sı, faizin haram kılınması, faiz yiyenlere yapılan şiddetli azarlama, zorluk çe­kene mühlet vermek (kolaylık gösterme nazariyesi), iman ve salih amelin mü­kâfatı ile takva emri ve dünya hayatının geçiciliği, ahiretin de geleceğinin ha­tırlatılması.

Birinci konu: Haklarında şer*î bir yasak bulunmayan sair bütün alışveriş­lerin mubah kılınması konusudur. Alışveriş (bey*) ise bir malın bir mal karşılı­ğında tarafların karşılıklı rızası ile yaptıkları icap ve kabul ile temlik edilmesi (mülkiyetine verilmesi) dir.

İkinci konu: Faizin haram kılınması ve faiz yiyenlere Allah ve Rasülün-den harp ilân edilmesi:

Faiz (riba), sözlükte kayıtsız şartsız olarak artış demektir. Artan bir şey hakkında bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Şerl ıstılahta ise, bir malın bir mal karşılığında değiştirilmesi söz konusu olmaksızın maldaki artıştır. Riba iki türlüdür: Birincisi riba en-nesîe (vade dolayısıyla faiz), diğeri ise riba el-fadl (mal değişimi esnasındaki fazlalık) faizidir.

Nesîe faizi: Va'de sebebiyle iki bedelden birisindeki fiilî artış veya alışve­rişteki iki ivazdan birisini fazlalıksız olarak teslim etmeyi belli bir süreye ka­dar ertelemektir. Bu ise ya karzda olur veya satışta olur. Karzdaki şekli şudur: Muayyen miktardaki bir malı meselâ bir yıl veya bir ay gibi sınırlı bir zamana kadar karz olarak vermek, bununla birlikte sürenin uzaması durumunda öde­me esnasında fazlalığı şart koşmaktır. İşte Araplar arasında cahiliye dönemin­de tanınan ve bilinen faiz şekli buydu. Onlar başka türlü faiz bilmiyorlardı. Belli bir malı her ay muayyen bir miktar almak üzere başkasına veriyorlardı. Borcun tahsil edilme vadesi geldiği zaman borçludan borcun tümünü isterlerdi. Eğer tümünü ödemesi mümkün olmazsa hem vadeyi, hem de alınacak hakkın miktarını arttırırlardı ve şöyle derlerdi: Ya borcunun tamamını ödersin yahut faiz ödersin. Yani vadeyi uzatmakla birlikte ödemen gereken borcun da yükse­lir. O bakımdan borçlu kimse malın miktarını artırır ve alacaklı da ona süre ta­nırdı.

Bu ise şu anda bankalarda kullanılan faiz şeklidir. Kur'an-ı Kerim'in ha­ram olduğunu açık nasla belirttiği faiz budur. İlim adamları bunun haram ol­duğunu, büyük günahlardan olduğunu, haram kılmanın yalnızca faizi alana münhasır kalmayıp aksine faiz ödeyeni, kâtibini ve şahitlerini de kapsadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü önceden de kaydettiğimiz Ahmed ve başka­larının İbn-i Mes'ud'dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Allah faiz yiyeni, yedireni, kâtibini ve şahitlerini lânetlemiştir."

Satışlarda nesle faizine gelince, buna şöyle bir misal verilebilir: Meselâ, bir çuval buğdayı, iki ay sonra ödenmek üzere birbuçuk çuval karşılığında sat­mak. Yahut bir kile buğdayı üç ay sonra ödenmek üzere iki kile arpaya satmak gibi. Bu da açıkça görülen bu fazlalık sebebiyle haramdır. Kimi zaman fazlalık olmaksızın da böyle bir alışveriş yapılır, bu da aynı şekilde haramdır. Meselâ, peşin teslim edilecek bir rıtıl hurmayı, vadeli olarak sonradan teslim edilecek bir rıtıl hurma karşılığında satmak gibi. Böyle bir satışa âdeten ancak peşin olarak verilen ritim kıymetinin hakikatte teslimi ertelenenden daha fazla de­ğerde olması dolayısıyla baş vurulur. Çünkü muayyen olarak verilen bir şey, her zaman için zimmette alacak olandan daha iyidir. Muaccel (peşin) olan bir şeyin kıymeti vadelinin kıymetinden daha fazladır. Bu tür ise şu hadis-i şerif dolayısıyla haramdır. Buharî ve Müslim'in Hz. Usame'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nesîe dışında olanda faiz yoktur."

Alışverişte fazlalık faizi ise özel bir malın iki ivazdan birisinin ötekinden fazla olması şeklinde satılmasıdır. Meselâ bir rıtıl buğday, bal veya hurmanın iki rıtla satılması, bir dirhemin iki dirheme satılması gibi. Bu ise Ebu Saîd el-Hudrî ve Ubâde es-Samit'in rivayet ettikleri sahih hadis dolayısıyla haramdır. Resulullah (s.a.) -burada Müslim'in rivayetini seçiyoruz- şöyle buyurmaktadır: "Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile misli misline, eşiti eşitine ve elden ele (alınıp) satılır. Eğer bu cinsler farklı olurlarsa elden ele olması şartıyla -yani karşılıklı kabz etmek suretiyle- istediği­niz gibi satabilirsiniz." Bu hadis-i şerif nesîe faizinden başkasını haram görme­yen ve fazlalık faizine cevaz veren İbni Abbas'a ulaştığında görüşünden vaz geçmiştir. "Faiz ancak nesîe olandadır" hadisine de şöyle açıklama getirilmiş­tir: Bundan maksat tehlikesi daha fazla ve daha çok görülen faizi beyan etmek­tir. Ya da bu bir rıtıl buğdayı iki rıtıl arpa karşılığında vadeli satmak halinde olduğu gibi, cinsleri ayrı olanlar arasındaki fazlalık hali hakkında kabul edilir. Bu durumda vade haramdır. Eğer bunların peşin alınıp verilmeleri söz konusu olursa fazlalık haram olmaz.

Riba el-fadl (fazlalık faizi) bazan karzda (borçlanmada) olur. Bu ise karşılı­ğı söz konusu olmaksızın alacaklı lehine şart koşulan fazlalıktır. Meselâ, Ha-lid'in Ali'ye gelecek sene yüz yirmi dinar ödemesi şartı ile yüz dinar borç ver­mesi gibi.

Özetle: Ayet-i kerime nesîe faizi kaydı ile kayıt söz konusu olmaksızın, mutlak ifadesi ile cahiliye döneminde görülen nesîe faizini de aynı şekilde faz­lalık faizini de fazlalık sebebiyle haram kılmaktadır. Aynı şekilde vadeli olarak bin dinar ödemesi gereken birisiyle meselâ peşin beş yüz dinar ödemek üzere sulh yapmayı da haram kılar. Çünkü bu, şart koşulan bir fazlalık sebebiyle va­deye bağlanan borç şeklindeki cahiliye dönemi faizi gibidir. Bu fazlalık vade karşılığında verilirdi. Sözü geçen sulh meselesinde ise, borçlu sürenin kaldırılması karşılığında borcun geri kalanından istifade etmektedir. Böylelikle o malî herhangi bir ivaz olmaksızın malın (elinde) arta kalan bir miktarından yarar­lanmaktadır.

Borcun borca karşılık satışı da faiz türlerindendir. Darakutnî, İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)'m, "Borcun borç karşılığında satışını nehyetmiştir" dediğini rivayet etmektedir.

Sonuç olarak Yüce Allah'ın, "Ribayı haram kılmıştır" buyruğu mücmel bir buyruktur. Bu buyruğun anlaşılması beyanın varit olmasına bağlıdır. Bazı riba çeşitleri vardır ki, o bir satıştır. Bazı çeşitleri vardır ki, satış değil, cahiliye dö­nemi faizidir. Bu ise vade şartı ile birlikte fazladan bir malın ödenmesinin borç alana şart koşulduğu borçlanma işlemidir.

Acaba faiz az önce kaydettiğimiz hadis-i şerifte sözü geçen altı sınıfa mı münhasırdır, yoksa bu manada olan diğer sınıflar da bunlara kıyas edilir mi?

Kıyası kabul etmeyen Zahirîler der ki: Haramlık bu altı sınıfa münhasır­dır, bunlara başka bir şey eklenmez.

Aralarında dört mezhep imamının da bulunduğu fukahanın cumhuru da der ki: Haramlık bu altı sınıfa münhasır değildir. Bunların hükmünde olan her şeye haramlık sirayet eder. Çünkü nas yine nastan anlaşılan bir illet ihtiva et­mektedir. O halde bu illetin bulunduğu her şeye haramlık da geçer. Çünkü bir­birine benzer iki şey arasında ayırım gözetmek aklen anlaşılır bir şey değildir. Hadis-i şerif peygamberlik asrında temel bir takım maddeleri nass ile zikret­miştir.

Hanefîler ve bu konuda üç rivayetin en meşhur olanında Hanbelîler derler ki: Haram kılınma illeti bu sınıfların cins ve miktarlarının yani ölçü ve tartıla­rının aynı olmasıdır. İki ivazın cinsi bir olup o cinsin satıldığı birim olan ölçü veya tartı açısından aynı olurlarsa, faizin iki türü de haram olur. Buğdayın buğdaya, demirin demire karşılık satılması gibi. Şayet cins ve miktar hep bir­likte söz konusu olmazsa fazlalık da, vade de helâl olur. Buğdayın vadeli olarak dirhem karşılığında satılması gibi. Şayet miktar söz konusu olmaz, cinsleri bir olursa fazlalık helâl olur, vade helâl olmaz. Bir elmanın iki elmaya karşılık sa­tılması gibi. Eğer cinsleri bir olmaz, miktarları bir olursa aynı şekilde fazlalık helâl olur, vade helâl olmaz. Buğdayın arpa karşılığında satılması gibi.

Şafiîlerle mezhepteki zahir görüşe göre Malikîler şöyle derler: Altın ve gü­müşte fazlalığın haram kılınış illeti, nakit olmalarıdır. Yani semen oluşlarıdır. Âdeten eşyaya bir semen (paha, bedel) oluşlarıdır.

Yenen şeylerin nesîe faizinde haram oluş illeti ise, mücerred olarak yene­cek şey olmalarıdır. Şu kadar var ki, Malikîler bunların tedavi yoluyla alınma­maları gerekir, derler. Şafiîlere göre ise tedavi kastı ile dahi olsa, değişen bir şey olmaz. Bu tür faiz sebzelerde, meyvelerde de haramdır. Tedavi kastıyla alı­nan şeylerde Malikîlere göre faiz söz konusu değildir. Şafiîlere göre ise faiz söz konusudur.

Fazlalık faizinin illetine gelince: Bu konuda iki mezhep de ihtilâf etmiştir.

Malikîlerin görüşüne göre illet gıda olarak kullanılması ve saklanması ile bir­likte cinslerinin bir olmasıdır. Bu tür faiz bütün tanelilerde, kuru üzümde, et­lerde, sütlerde ve bunlardan yapılan yiyeceklerde söz konusudur. Fakat sebze­lerde ve meyvelerde saklanmak imkânları olmadığından dolayı cereyan etmez. Tuz ve buna benzer baharat, sirke, soğan, sarımsak, zeytinyağı ve yağ gibi ye­necek şeylerin tadını güzelleştiren malzemeler de gıda hükmündedir.

Şafiîlerin görüşüne göre ise yenecek şeylerde haramlık illeti, cins birliği ile yiyecek olma özelliğidir. Besleyici gıda olmak üzere yahut meyve veya tedavi kasdıyla alınıp insan bedenine faydalı olan her şey, yenecek şeyler kapsamına girer.

Cumhur tek bir hurmanın iki hurma karşılığında tek bir buğday tanesinin iki buğday tanesi karşılığında satılmasının yasak olduğunu ittifakla kabul eder. Çünkü faizin söz konusu olduğu malın az ya da çok olması arasında bir fark yoktur. Hanefîler ise böyle bir alışverişi caiz kabul ederler. Çünkü böyle bir alışveriş ne ölçü ile yapılır, ne de tartı ile. O bakımdan bunda fazlalık caiz olur. Cumhur der ki: Faiz akdi feshedilmiş bir akittir. Hiç bir durumda caiz ol­maz. O bakımdan faiz akdinin feshedilmesi icap eder, hiç bir şekilde caiz ola­maz. Hanefîler ise faizli satış fasittir, çünkü bu satış olması bakımından aslı itibariyle caiz bir satıştır. Fakat faiz olmak vasfı ile men edilmiştir. O bakım­dan faiz düşer, satış sahih olur.

Dikkat edilecek olursa yasak alışverişlerin çoğunluğu ya malın kendisinde yahut erteleme ve buna benzer taraflardan birisine öngörülen bir menfaatteki fazlalık anlamanın varlığı sebebiyle yasaklanmıştır. Bu fazlalık anlamının söz konusu olmadığı fakat yasaklanmış bir takım satışlar daha vardır. Meyvenin olgunluğa ereceği ortaya çıkmadan önce satılması, cuma namazı ezanı okundu­ğu vakit yapılan alışveriş gibi.

Yine dikkat edilecek olursa faizin söz konusu olduğu mallardaki kalite ve işçilik göz önünde bulundurulmaz. Kalitelisi de adisi de aynıdır. Böylelikle fa­ize giden yol tıkanmak istenmiştir (seddü'z-zerâî). Aynı şekilde işçiliğe de ba­kılmaz. Sikke haline getirilmiş altın dinar ile yine sikke haline getirilmiş gü­müş dirhem ile külçe halinde bulunan ve sikke haline getirilmemiş altın ve gü­müş arasında bir fark yoktur. Aynı şekilde süs eşyası haline işlenerek getiril­miş ile getirilmemiş altın ya da gümüş de -Muâviye b. Ebî Süfyan'ın görüşüne hilâfen- birbirine eşittir. İlim adamları Muaviye'nin kanaatinin caiz olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca görüşünün yanlışlığı hususunda kendisiyle tartışan Ebu'd-Derda ve Ubade b. es-Samit'in bildiklerini kendisi bilmemiş ol­ması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü altın, gümüş ve yenecek şeylerin alış­verişinde fazlalığın haram olduğuna dair Peygamber (s.a.)'den rivayet sabit ol­muştur.

Buna göre bir şeyin kendi cinsiyle satılması halinde ona eşit bir ağırlıkta satılması gerekir. İster kuyumculuk işçiliği farklı olsun, isterse olmasın. Altın ya da gümüşün halen kullanılmakta bulunan nakit paralarla fazlalık ile birlik­te satışı sahihtir. Çünkü cinsleri farklıdır. Şu kadar var ki akit meclisinde karşılıklı kabzetme şartı vardır. Çünkü her ikisi de nakittir ve bu da faize giden yolu tıkamak için böyledir. Diğer taraftan zaman zaman altın ve gümüşün fiya­tı yükselip inmekte ve değişiklik göstermektedir. O bakımdan kuyumcuların piyasasında görülen, meselâ bir kilo altın veya belli ağırlıktaki bir külçenin belli bir fiyata satılması, ancak satılan şeyin kabzedilmeksizin ve bedeli de nakden ödenmeksizin satış yapılması şer*an caiz değildir. Anlaşmazlıkların or­tadan kaldırılması için de caiz olmaması gerekir. [126]

 

Faizin Haram Kılınma Sebebi:

 

İslâm çalışma, gayret gösterme, karşılıklı sevgi ve merhamet, dostluk, mu­habbet, bağlılık, temiz duygular, kinlerden arınmış nefisler, hak ve adalet dini­dir. O bakımdan çalışmaksızın kazancı caiz görmez. Sadakayı ve karz-ı haseni teşvik eder. Güçsüzün ihtiyacının sömürülmesini haram kılar. Düşmanlığa, ki­ne, anlaşmazlıklara götüren her şeyi yasaklar. Kini, kıskançlığı, tamahkârlığı nefislerden kökten söker atar. Diğer taraftan malın helâl ve meşru yoldan alın­masını farz kılar. Başkalarının mukadderatı ve yiyecekleri üzerinde tahakküm kuran devlet ve toplumun iktisadı ile oynayan azınlığın elinde servetin toplan­masını hoş görmez.

İşte bütün bu üstün ilkeleri korumak üzere Yüce Allah, aşağıdaki zararla­rı sebebiyle faizi haram kılmıştır:

1- Faiz, çalışmaksızın yahut ticaret, sanat, ziraat, çağdaş hayat şartlarının gereği olan doktorluk, mühendislik, eczacılık, hak ve adaleti korumak şartıyla ve batılı savunmaktan uzak durmak yahut da caniyi ya da suçluyu temize çıkarma­mak şartıyla avukatlık gibi mesleklerle uğraşmaksızın, insanı kazanmaya alıştı­rır. İşte bu durum, faizcilerin çalışan, emek harcayan.kesimin kanlarının emici­leri olmasını sağlar. Dolayısıyla faizci geçim ve gelirini emek harcanmayan bir yere dayandırır. Bu ise onun belli bir faiz karşılığında borç veren faizle çalışan bankalarda mevduat olarak bulunan mallardan elde ettiği faiz ile gerçekleşir.

2- Faiz herhangi bir ivaz olmaksızın mücerred bir kazançtır. Şeriat ise şer"î bir hak bulunmadan haksızca malın alınmasını haram kılar, güçlünün za­yıfı sömürmesini engeller.

3- Faiz fakir kesimin kalplerinde zenginlere karşı kin ve kıskançlık to­humlarının ekilmesine sebep teşkil eder, insanlar arasında düşmanlık ve çekiş­meleri alevlendirir. Çünkü faiz karşılıklı şefkat ve dayanışma duygusunu orta­dan kaldırır, insanı malın kölesi yapır. Alacaklıyı, borçlunun bilgisi olmadan yahut onu harekete geçirmeden insanların cebindekini sakin, hileli ve adi bir yolla alıp çeken bir kurda benzetir.

4- Faiz insanlar arasındaki bütün bağlan koparır, karz-ı hasen ile oluşan aralarındaki iyilik duygularını kaldırır, işini yürütmek, hayatını sürdürmek için mala en çok muhtaç olduğu bir dönemde ihtiyaç sahibinin yahut fakirin malını çekip alır.

5- Faizin genel akıbeti insanî değerlerin yok edilmesi, fertler arası müca­deleyi doğurması, toplumun genel ekonomik hayatına tahakküm edilmesi sonucunu doğurmasıdır. Özel akıbeti ise, işin sonunda harap olmaya, fakirliğe ve mahrumiyete duçar olmaktır. Çünkü önceden de açıkladığımız gibi Allah faizin bereketini giderir, sadakaları ise artırır. Harap olmak ise faiz ödeyeni kapsadı­ğı gibi, faiz alanı da kapsar. Ziraat bankalarından borç alan çiftçilerin çoğun­lukla bankalardan aldıkları boçlarım ve faizlerini ödemek için arazilerini sat­mak zorunda kaldıkları çokça görülmüştür. Çünkü ziraatın masrafı çoktur; afetlere, kıtlık ve kuraklığa maruzdur.

Aynı şekilde atölye ve ticaret sahipleri bankalardan kredi aldıkları takdir­de çoğunlukla borçlarını ödeme imkânını bulamazlar, ödemekten acze düşerler. Özellikle de çalışma ve üretime geçişin ilk yıllarında bu böyle olur. Ona ilâve edilecek faizleriyle birlikte ana borcu nasıl ödeme imkânını bulabilsinler ki? Çünkü yıllar geçtikçe banka faizleri katlanıp durur ve faizler adeta ana borcun miktarına eşit hale gelir.

Üretim kredileri ile tüketim kredileri arasında faizin haram olması açısın­dan herhangi bir fark yoktur. Çünkü -oldukça ileri bir zaruret dışında- faizli kredi almak caiz değildir. Bu aşırı zorunluluk hali ise ölümün yahut yolda kay­bolma ve buna benzer -fakat günümüzde atölye ve ticarî iş sahiplerinin ileri sürdükleri zorunluluklara asla uymayan- oldukça nadir görülen benzeri haller­dir. Bu iddiada bulunanların asıl maksadı (zorunluluktan kurtulmak değil) ça­lışma ve faaliyet alanlarını genişletmek yahut meselâ fabrikalarını yeni alet­lerle donatmak istemektir. Bütün bu iddialar ise sert ihtiyaçlara göre zaruret çerçevesine girmez ve katî haram olan şeyin haramlığını helâle dönüştürmez.

Faiz haramdır. Faiz diye kabzedilen miktar batıldır. Ana paradan fazla miktarı almak caiz değildir. Ayet-i kerime buna delâlet etmektedir: "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir." Yine ayet-i kerime faiz yemenin, faizle uğ­raşmanın kebâirden (büyük günahlardan) olduğuna delildir. Çünkü faiz Allah ve Rasulünün düşmanlığına sebep olur. Adamın birisi Mâlik b. Enes (r.a.)'e ge­lerek dedi ki: Ey Abdullah'ın babası, ben içki içerek sarhoş olan bir adam gör­düm. Bu adam a/ı yakalamak istiyordu. Bunun üzerine eğer Ademoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise karım boş olsun, dedim (görüşün nedir?). Malik ona, "Tekrar gel de senin bu meselen üzerinde düşüneyim" dedi. Ertesi gün adam ona tekrar geldi, yine ona, Tekrar gel de senin meselen üze­rinde düşüneyim" dedi. Ertesi gün yine geldi, bu sefer ona, "Hanımın senden boştur" dedi. Ben Allah'ın Kitabını ve peygamberinin sünnetini sahife sahife tetkik ettim, faizdan daha kötü bir şey göremedim. Çünkü Allah faiz dolayısıy­la savaş ilân etmiştir.

İnsanın elinde bulunan haram mallar eğer faizden ise bunlandan tevbe et­menin yolu aldığı faizleri sahibine geri vermesi, eğer bulunduğu yerde değilse onu araştırması, onu bulmaktan ümidini kesecek olursa onun adına bu faiz pa­rasını tasadduk etmesidir. Şayet haksızlıkla o parayı almış ise aynı şekilde zul­mettiği kimse hakkında uygulama yapmalıdır.

Üçüncü konu: Kolaylıkla ödenecek bir zamana erteleme düşüncesi: Aziz ve Celil olan Allah faiz alacaklısı lehine borçlulardaki ana mallarını alabileceklerini hükme bağladığı gibi, ödeme zorluğu çeken kimseler hakkında da kolay­lıkla ödeyebilecekleri vakte kadar süre tanıma hükmünü koymuştur. Şöyle ki: Sakifliler, Muğire oğullarındaki alacaklarını isteyince Muğire oğulları -nüzul sebeplerinde de açıkladığımız gibi- ödeme zorluğu çektiklerinden şikâyette bu­lundular ve "ödeyecek hiç bir şeyimiz yoktur" diyerek mahsullerini toplayacak­ları zamana kadar vade istediler. Bunun üzerine, "Eğer o darlık içinde ise geniş bir zamana kadar mühlet verin" ayeti nazil oldu.

Yüce Allah'ın, "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" buyruğu ile birlikte "eğer o darlık içinde ise..." buyruğu alacaklının borçlusundaki alacağını isteme hakkının sabit olduğuna ve onun rızası olmadan dahi malını almasının caiz olduğuna delil olduğu gibi, borçlu kimsenin de eğer imkânı olmakla birlik­te borcunu ödemeyecek olursa zalim olacağına delildir. Çünkü Yüce Allah, "Sermayeleriniz sizindir" diye buyurarak alacaklıya sermayesini (borcunun ana parasını) isteme hakkını tanımaktadır. İsteme hakkı olduğuna göre borçlu­nun da kaçınılmaz olarak bu borcu ödemesi vacip olur.

Borçların pek çok olup alacaklıları da alacaklarını isteyecek olurlarsa, ha­kim onun için zorunlu ihtiyacı olan şeyleri bırakarak bütün malına el koyma hakkına sahiptir. Mâlik'ten meşhur olan görüşe göre mutad olan elbiselerini -fazla olmadıkları sürece- ona bırakır. Üzerinden onun için eğer küçültücü ola­caksa ridasını (cübbe, palto, ceket v.s.) almamalıdır. Hanımına elbiselerinin bı­rakılması ve âlim olduğu takdirde kitaplarının satılması hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Ona ait herhangi bir ev ya da hizmetçi bırakmaz, kıymeti az ol­ması dışında Cuma için giydiği elbiseyi de alır. Bunda aslolan Yüce Allah'ın, "Eğer o darlık içindeyse geniş zamana kadar mühlet verin" buyruğudur.

Malik, Ebu Hanife, Şafiî ve başkalarının görüşüne göre müflis tamamıyla ödeme imkânı olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hapsedilir. Malik'e göre ise o eğer malını gözden kaçırmakla ve bu konuda işi savsaklayıp ödememe yo­luna gitmekle itham olunmadığı sürece hapsedilmez. Aynı şekilde ödeme zorlu­ğu çektiği sabit olduğu takdirde de hapsedilmez. Çünkü az önce geçen, "Eğer o darlık içindeyse" ayeti bunu gerektirmektedir.

Yüce Allah'ın, "Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır" buyruğu Yüce Allah'ın bu lafızlarla darlık içinde olana sadaka vermeyi teşvik ettiğine ve bunu ona mühlet tanımaktan daha hayırlı kıldığına delâlet etmek­tedir. Bundan önce darlık içinde olana mühlet vermenin ve borcunu ibra etme­nin (silmenin) faziletine delâlet eden ve bu konudaki Yüce Allah katındaki bü­yük sevabın boyutlarını gösteren hadis-i şerifleri kaydetmiş bulunuyoruz.

Dördüncü konu: İman ve salih amelin mükâfatı: Cenab-ı Hak Rablerine iman edip emrine itaat eden, O'na olan şükür borçlarını ödeyen, namaz kılan ve zekât vererek yarattıklarına iyilikte bulunan mümin kullarını, onlar için hazırlamış olduğu şerefli mükâfatlarını, kıyamet gününde zorluklardan yana güvenlik içerisinde olacaklarını haber vererek övmektedir. Böylelikle faiz yi­yenlerle bunların durumu karşılaştırılarak Allah'ın verdiği emirlere uymak, haram olan faizden uzak durmak için daha bir teşvik edici olsun. Bu ifadeler aynı zamanda faiz yiyenlere üstü kapalı olarak hatalarını göstermekte ve iman edip salih amel işleyenlerden oldukları takdirde faizli ilişkilere ihtiyaç duyma­yacaklarını beyan etmektedir.

Kısaca Yüce Allah faizcilere bu tehdidinin arkasından böyle bir vaadde bulunmaktadır. Salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı zikretmesi ise, İslâm'da bu iki ibadetin büyük mevkileri dolayısıyla-dır.

Beşinci konu: Kıyamet gününün dehşetli hallerinden sakındırmak: Yüce Allah faiz yasağına dair ayetleri oldukça kapsamlı bir boyut ile sona erdirmek­tedir. Mümin bir kimse bunu gereği gibi belleyecek olursa, dünyanın ve kendi­sine göz dikilen dünyalıkların onun nazarındaki kıymeti düşer, hoşgörü ile ma­lını, nefsini feda eder. Dünya gelip geçicidir, malları fanidir. Ahiret ise gelecek­tir, ebedidir, kalıcıdır. Allah'ın önünde hesaba çekilmek kesin ve kaçınılmazdır. Herkes hayır veya şer olsun ne işlediyse onun karşılığını görecek, hak ettiğin­den daha az ona verilmeyecek, zulmedilmeyecek, mükâfatı eksiltilmeyecektir. O bakımdan mümin Rabbinin cezasından sakınmalı, ilâhî emirlere uymalı ve en tehlikelilerinden bir tanesi faiz olan bütün yasaklarından kaçınmalıdır. Her kim Allah'tan korkar, takva sahibi olur, cezadan sakınırsa hayır ile karşılaşır ve kalıcı ebedî cennetlerde daimî mutluluğa nail olur. [127]

 

Vadeli Borcun Yazarak Yahut Şahitlikle Veya Rehin İle Belgelendirilmesi (Tevsiki)

 

282- Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu ya­zın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerin­de hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan sefih veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulun­mazsa o halde razı olacağınız şahitler­den bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa öteki ona hatırlatır, diye. Şa­hitler de davet edildikleri zaman ka­çınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha ya­kındır. Meğer ki bu, aranızda devrede­ceğiniz hazır bir ticaret olsun. O za­man bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun. Yazana da şahide de as­la zarar verilmesin. Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur. Al­lah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir.

283- Şayet bir yolculukta olup da kâtip bulamazsanız alacağınız rehinler (de yeter). Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini ek­siksiz ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir.

 

İ'râb:

 

"O halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun." Bu ifade­nin takdiri şöyledir: O zaman şahit, bir erkek ve iki kadındır. Ya da bir fiil tak­diriyle şöyledir: O takdirde bir erkek ve iki kadın şahit olsun. "Erkeklerinizden" ifadesinden kasıt hür ve Müslüman erkekleriniz arasından demektir. Çünkü açıklamalar hür kimselerin birbirleriyle olan muameleleri hakkındadır.

"Razı olacağınız" ifadesi ya "erkeklerinizden" bedeldir yahut "İki şahit"in veya "bir erkek ve iki kadın"rn sıfatıdır.

"Yazana da şahide de asla zarar verilmesin." Bunun iki türlü olması söz konusudur: Zarar vermemeleri istenenler kâtipler ve şahitlerdir, bu daha uy­gundur. Veya kendilerine zarar verilmemesi istenenler kâtipler ve şahitlerdir.

"Alacağınız rehinler de (yeter)." Yani o takdirde alacağınız rehinler bunun için yeterlidir. [128]

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "Borçlandığınız zaman" ifadesi, "iki şahit tutunuz" ifadesi "kendisine güvenilen kişi emanetini" ile "size öğretiyor" ve "çok iyi bilendir" ifa­deleri arasında bazı cinas çeşitleri vardır.

Yüce Allah'ın, "Küçük veya büyük olsun" buyruğu ile "biri unutursa öteki ona hatırlatır" buyrukları arasında da tıbâk sanatı vardır.

"Onu yazın, aranızda bir kâtip adaletle yazsın." "Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin." "Üzerinde hak olan da yazdırsın... eğer üzerinde hak olan..." ve "Biri unutursa öteki ona hatırlatır diye" ifadelerinde ise itnâb sanatı vardır.

"Allah'tan korkun", "Allah size öğretiyor" "Allah her şeyi çok iyi bilendir" cümlelerinde lafza-i celâlin tekrarlanması müminin ruhunda ilâhî heybetin beslenmesi ve işin büyüklüğüne dikkat çekilmesi içindir.

"Rabbi olan Allah'tan korksun." buyruğunda ise lafza-i celâl ve rububiyet vasfının birlikte zikredilmesi, sakındırmanın ileri derecede olduğunu ifade et­mek içindir. [129]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Belirlenmiş bir vadeye kadar borçlandığınız zaman." Biriniz ötekine borç verse yani vadeli borç muamelesi yaptığınız zaman. Borç (deyn) vadeli satış ve­ya selem yahut karzdır. Deyn, kişinin zimmetinde sabit olan maldır. "Vade" ise bir şeyin sona ermesi için belirlenen zamandır. "Belirlenmiş olmak" ise günler, aylar veya yıllarla sınırlandırılmış yahut bilinen vakit demektir. Vadeli borç, aynî malların belli bir vadeyle satılmasını, selem alışverişini ve karzı kapsar. "onu yazın." Borcu belgelendirmek suretiyle, muhtemel anlaşmazlığın ortadan kaldırılması için mendup olmak üzere, yazınız. Borç senedini veya borç belgesi­ni "Aranızda bir kâtip adaletle" yani yazmasında hakka uyarak veya herhangi bir tarafa meyletmeksizin mal ve vadede fazlalık ve eksiklik belirtmeksizin iki taraf arasında eşitliği sağlayarak "yazsın."

"Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi" yani belgeleri yazma hususunda Allah'ın kendisine öğrettiği yola uygun olarak "yazmaktan çekinmesin." Bu ko­nuda cimrilik göstermesin ve herhangi bir kusur işlemesin.

"Üzerinde hak olan" yani borçlu kimse; çünkü hakkında şahitlik edilecek ve üzerindeki borcun ne olduğu bilinsin diye hakkı tümüyle ikrar edecek kimse "de yazdırsın" yani yazacak olana neler yazacağını telkin etsin.

Yazmak hususunda "Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi ek­sik bırakmasın." Üzerindeki hakkı eksilterek yazdırmasın. "Eğer üzerinde hak olan sefih" savurgan "veya zayıf yani küçük bir çocuk yahut kocamış bir ihti­yar olduğundan dolayı yazdıramazsa "yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse" bilgisiz yahut dinsiz olması ve buna benzer sebepler dolayısıyla yazdıramazsa "onun velisi" baba, vasi, kayyum ve mütercim gibi onun işini üstlenmiş kimse "adaletle yazdırsın."

"Erkeklerinizden de iki şahit tutun." Yani bu borca iki erkeğin şahitlik et­mesini isteyin.

"Biri unutursa öteki ona hatırlatır." Yani bu konuda az ihtimam gösterdi­ğinden dolayı, onlardan şahitlikte hata eder yahut yanıhrsa onlardan hatırla­yan birisi, unutan diğerine hatırlatır. "Şahitler de" gerek olaya tanık olmak, ge­rek şahitlikte bulunmak için "davet edildikleri zaman kaçınmasınlar."

"Onu" yani çokça vaki olduğundan dolayı tanık olduğunuz hakkı "vadesi­ne" vadesinin geleceği zamana "kadar yazmaktan üşenmeyin."

"Bu" yazmak, "Allah indinde adalete daha uygun, şehadetf'ia. ifası "için da­ha sağlam" daha tespit edicidir. Çünkü şahitliği hatırlatır "ve" borcun mikta­rında ve vadesinde "şüpheye düşmemenize daha yakındır."

"Aranızda devredeceğiniz" yani karşılıklı kabzedeceğiniz ve vadesiz tica­retler. Bundan kasıt, elden ele yapılan muamelelerdir.

"Yazana da şahide de asla zarar verilmesin." Tarafların zarar görmesi ya­saklanmaktadır. Kâtip de şahit de hak sahibine olsun, üzerinde hak bulunan borçluya olsun, tahrif, fazlalık veya eksiltmekle ya da şahitlikten imtina edip yazmayı kabul etmemekle zarar vermesin. Hak sahibi de yazmak ve şahitlikte uygun olmayan şeyleri teklif etmek suretiyle her ikisine de zarar vermemelidir.

"Eğer yaparsanız" yani size yasaklanan bu işi yaparsanız "bu size dokuna­cak bir fısk olur." yani sonucu size gelip çatacak olan itaatsizlik olur.

"Allah'tan" emir ve yasaklan hususunda "korkun. Allah size" işlerinizin uygun şekillerini "öğretiyor."

"Şayet bir yolculukta olup da" borçlanırsanız "alacağınız rehinler (de ye­ter)." Sünnet-i semyye Nkame\^m>ıe\feY\iS^ olduğunu belirtmiş ve yolculuk halini de söz konusu etmiştir. Burada özellikle yolculuk halinin söz konusu edilmesi bu durumda belgelendirmenin daha sıkı olması gerektiğindendir. "Alacağınız rehinler (de yeter)." Bu rehinlerle bo'rcunu-zu sağlamlaştırırsınız. Yüce Allah'ın, "Alacağınız (kabzedilmiş)" buyruğu rehinde kabzın şart olduğuna delildir. Ayrıca rehin alanın kendisinin veya vekili­nin rehin bırakılan şeyi kabzetmesiyle yetinileceğini de göstermektedir.

"Eğer biriniz diğerine güvenirse" yani alacaklı borçludaki hakkından emin olur, ondan rehin almaz yahut borcu yazmazsa "kendisine güvenilen kişi" yani borçlu "emanetini" üzerindeki borcu "eksiksiz ödesin" ve onu ödeme hususunda "Rabbi olan Allah'tan korksun." Şahitlik etmek üzere çağırıldığınız vakit "şa­hitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır." Özellikle kalbin zikredilmesi şahitliğin mahalli olduğundan ve kalb günah ka­zandığı takdirde diğer azaların da ona tabi olacağından dolayıdır. O takdirde günah kazananların cezası gibi bundan dolayı cezalandırılır.

"Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir." Amellerinizden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. [130]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah infakı ve onun güzel mükâfatını, faizi, çirkinliği ve tehlikesini söz konusu ettikten sonra akabinde herhangi bir fayda beklemeksizin karz-ı haseni, vadeli borçlanma ilişkisini, bunu yazmak, şahit tutmak ve rehin ile ko­ruyup belgelendirme yolunu, çabukluğu gerektiren ticaret ile malı artırma yo­lunu söz konusu etti. Sadaka ve karz-ı hasende karşılıklı merhamet ve daya­nışma, faizde ise katılık ve tuğyan söz konusudur. Vadeli borçla yapılan ticaret ilişkisi ile ilgili hükümlerde ise son derece hikmet, maslahat ve adalet söz ko­nusudur. Çünkü kendisine infak, sadaka ve karz emri verilip de faiz ilişkisine girmesi yasaklanan bir kimsenin ticaret yoluyla malını artırması ve hakkını zayi olmaktan koruması kaçınılmaz bir şeydir. Buna göre ayet-i kerimenin ken­disinden önceki buyruklarla münasebeti, insanlar arası ticarî ilişkilerde görü­len borçlanma halini açıklamak bakımındandır. Bu ise belli bir malı, belli bir vadeye satmak yoluyla olur. Bu satımın da malın korunması ve kaybolmaktan muhafaza edilmesi yolu ile yapılması öngörülmektedir. Bütün bu hükümler, fa­iz muamelelerinin hükmü ve bunun yasaklanması açıklandıktan sonra gel­mektedir. Yahut her ikisi de halen veya sonuç itibariyle malın eksilmesi sonu­cunu veren Allah yolunda infak ve faizin haram kılınması beyan edildikten sonra, bu buyruklardan kasıt, helâl olan malı koruma keyfiyetini açıklamak yönünden ayetler arasında ilişki kurmaktır.

Bu ayet-i kerimenin Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ayet oluşu, malın bizati­hi Allah nezdinde buğzedilen bir şey olmadığına, İslâm'ın ümmetin iktisadî ha­yatına önem verdiğine, İslâm'ın hem din, hem devlet, hem hayat ve hem de toplum nizamı olduğuna bir delildir. İslâm ruhbanlık, fakirlik ve hayattan uzaklaşma dini değildir. İnsanlar arası ilişkilerin düzenlenmesi, hakların ko­runma yolunun açıklanması, ticaret ve malın arttırılması yollarının gösteril­mesi gibi bütün bu hususlar, İslâm'ın bir amel, bir gayret ve bir çabalama dini olduğunu; helâl yollardan kâr ve kazanç sağlama arzusunu kazandırdığım gös­termektedir. Ahmed ve Taberânî, Amr b. el-As yoluyla, "Salih (helâl yoldan kazanılmış) mal, salih kişiye ne güzel de yakışır" hadisini rivayet etmektedirler.

Kamu menfaatleri uğrunda harcamak ve faizin haram kılınması; ümmet arasındaki dayanışma ve şefkat ile merhamete, zulmü ve sömürüyü uzaklaştır­maya dinin önem verdiğine, çabalamaksızın, çalışmaksızın kazanmayı dışladı­ğına alâmettir. Dünyanın ya da malın bazı ayet ve hadislerde yerilmiş olması ise ahiretin unutulması, malın sahibini ahiretten uzaklaştırarak infak etmek­ten alıkoyup cimrileştirmesi, helâl mi haram mı yollardan topladığına aldırış etmemesi durumundadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak sizin mallarınız da çocuklarınız da birer fitnedir. Allah nezdinde ise büyük bir ecir vardır." (Teğâbün, 64/15).

Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya ha­yatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünüştür; mal­larda ve çocuklarda bir yarıştır. (Bunlar) ekini ekincilerin hoşuna giden yağ­mur gibidir. Sonra o ekin gürleşir de sen onu sararmış görürsün, sonra da çör-çöp olur. Ahirette ise şiddetli bir azap vardır. Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza da vardır. Dünya hayatı ise bir aldanma metaından başka bir şey değildir." (Hadid, 57/20). Buharî de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedir: "Dinara köle olan kahrolsun, dirheme köle olan kah­rolsun." [131]

 

Açıklaması

 

Ey iman sıfatını elde etmiş kimseler! Satış selem yahut karz yoluyla zim­mette vadeli olmak üzere borç muamelesinde bulunduğunuz vakit -herhangi bir şeyi vadeli bir bedelle sattığınız veya cins, tür ve miktarını açıklamakla bir­likte tayin edilmiş bir vadeye bir malı peşin bir semen (bedel) ile satarsanız ki buna selem veya selef adı verilir; belli bir meblağı karz olarak verirse ve vadeli bir bedel muamelesinde bulunduğunuz takdirde- bu muameleye delâlet edecek şeyi günler, aylar veya seneleri belirterek, vadesini açıklayıp yazınız. Yani bu vade bilinen bir vade olmalıdır. Cumhurun görüşüne göre konuyla ilgili bilgi­sizliği ortadan kaldırmayan ekinlerin hasadı veya dövülmesi gibi bir vadeye bağlamayınız. Çünkü yazmak, üzerinde ittifak edilen şeyin tespitinde daha sağlam bir belgelendirme, anlaşmazlığı daha bir kaldırıcıdır.

Daha sonra Yüce Allah yazma keyfiyetini beyan etmekte ve bu işi kimin yapacağını tayin etmektedir. Buna göre, güvenilir, adaletli ve tarafsız, fakih (dinde bilgi sahibi), mütedeyyin ve uyanık bir kâtip, taraflardan herhangi biri­sine meyletmeksizin, hakkı açık ibarelerle yazsm, bir çok manaya gelme ihti­mali olan lafızlardan kaçınsın. Böyle bir kimse tıpkı borçlu ile alacaklı arasın­daki hakim gibidir. İşte bu, kâtipte adalet şartının arandığına delildir.

Daha sonra Yüce Allah kâtibe tavsiyede bulunmakta ve yazmaktan kaçın­masını yasaklamaktadır. Kâtiplerden herhangi bir kimse imkânı olduğu sürece borç belgesini, Allah'ın belge yazma hususunda kendisine öğrettiği şekilde yaz­maktan kaçınmasın. Ne fazla ne eksik yazsın, ne de kimseye zarar versin. Yazma kabiliyeti Allah tarafından ona verilen bir nimettir. Gerektiğinde yazmak­tan kaçınmaması o yazı nimetine şükrün bir ifadesidir. Bu, ücret ile yapılsa da­hi böyledir. İşte bu, kâtibin sert hükümleri, örf ve düzen bakımından riayet edilmesi gereken şartları bilen kimse olmasının şart olduğuna delildir. Adalet şartı ilim şartından önce söz konusu edilmiştir. Çünkü burada adalet ilimden daha önemlidir. Adil bir kimse belge yazmanın gerektirdiği bilgileri öğrenebilir, fakat adil olmayan bir alimin sahip olduğu bilgi kendisini adalete götürmez; böyle bir kimse bozar, düzeltmez.

Yüce Allah'ın, "Yazmaktan çekinmesin" buyruğu adil ve alim bir kimsenin yazma ve buna benzer işleri yapmak üzere çağırıldığı vakit, bu çağrıyı kabul etmesinin vacip olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah, hak ile yazmaktan çekinmeyi yasakladığını bir daha vurgulamaktadır. Çünkü belge hakların ko­runması ile alâkalıdır.

Daha sonra Yüce Allah kâtibe yazdırma işini yapacak olanın borçlunun kendisi olduğunu belirtmektedir. Çünkü ödeme yükümlülüğü olan kimsenin yazdırmasından emin olunur. Böylelikle onun beyanı ve yazdırması ona karşı bir delil olur. Daha sonra Yüce Allah ona iki şeyi tavsiye etmektedir: Birisi, üzerindeki hakkı eksiksiz olarak belirtmek suretiyle yazdırma hususunda Al­lah'tan korkması, diğeri ise üzerindeki haktan herhangi bir şeyi eksiltmeme­si.

Dikkat edilecek olursa yazıcıya da adaletli olması emredilmektedir. Ne ar­tırsın ne de eksiltsin. Borçlu olan kimseye ise yalnızca eksiltmesi yasaklan­maktadır. Çünkü bu, başkasından değil yalnızca ondan beklenen ve umulan bir şeydir.

Arkasından Yüce Allah ehliyeti eksik olanların (kısıtlıların) durumlarını açıklamaktadır. Şayet borçlu (üzerinde hak bulunan kişi) sefih, yani malını sa­vurganca kullanan kıt akıllı ve malını idare edemeyen bir kimse veya çocuk, deli, bilgisiz ve aklî gücü meseleleri iyice hatırında tutmasma imkân vermeye­cek kadar yaşlı ve güçsüz olur ya da cahil yahut kekeme, dilsiz, dili bağlı, kör vb. yazdırmaktan âciz bir kimse olursa, onun işlerini üstlenmiş bulunan kay-yum, vekil veya mütercim gibi velilerinin adalet ve insaf ile, fazlasız ve eksik­siz olarak kâtibe hakkı yazdırmaları gerekir.

Bundan sonra sıra ispata gelmektedir. Yüce Allah mendup olmak üzere olayların tespiti ve malların korunması için borçlanmaya şahit tutma yolunu göstermektedir. Şahit için öngörülen sayı ise iki erkek yahut bir erkek ve iki kadındır.

Yüce Allah'ın, "Erkeklerinizden" ifadesini kullanması şahitlerin Müslü­man ve hür olmalarının şart olduğuna delildir. Çünkü yapılan açıklamalar bu türden kimselerin karşılıklı ilişkileri hakkında varit olmuştur. Şahitler hak­kında aranan adalete gelince, ilim adamları bunu Yüce Allah'ın, "Ve sizden adaletli iki kişiyi şahit tutunuz." (Talâk, 65/2) buyruğu gereğince şart koşmuş­lardır. [132]

 

Şahitliği Kabul ve Reddedilenler:

 

Ebu Yusuf un görüşüne göre hadleri gerektiren hayasızlıklarla büyük ceza­lan gerektiren günahlardan uzak durup farzları eda eden, iyi huylan küçük günahlanndan fazla olan kimsenin şahitliği kabul edilir. Çünkü günahsız kim­se olamaz. Günahlan iyi huylanndan daha çok olan kimsenin şehadeti ise ka­bul edilmez. Kumar olmak üzere sartranç oynayanın, adil olmakla birlikte belli bir tevil ile değil de önemsiz görerek veya fasıklığı dolayısıyla beş vakit namazı cemaatle kılmayı terk edenin, yalan yere çokça yemin edenin, sabah namazının iki sünnetini devamlı terk edenin, aşırı yalancılıkla tanınanın, Resulullah (s.a.)'m ashabına açıktan şovenin ve insanlara yahut komşulara çokça şovenin, insanların fasık ve facir olmakla itham ettiği kimsenin şahitliği kabul edilmez. Ashaba sövmekle itham edilenin de şahitliği, başkalarının kendisi hakkında, "Biz onu söverken gördük" demeleri halinde kabul edilmez.

İbni Ebi Leylâ ve Ebu Hanife ise der ki: Adaletli heva ehlinin (cemaata uygun olmayan görüş sahiplerinin) şahitliği, Rafizüerden bir grup olan Hattâ-biye dışında kabul edilmiştir. Muhammed der ki: Haricilerin görüşünü kabul etmem, fakat Harûrîlerin şahitliğini kabul ederim. Çünkü onlar mallarımızı helâl görmezler. Harici olduklan takdirde ise helâl görürler. [133]

Cumhurun (Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşü şahitlerin Müslüman olma­sının da şart olduğu şeklindedir. Hanefîler ise kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahitliğini caiz görürler. Çünkü Resulullah (s.a.) Yahudilerin, haklarında zina ettiklerine dair şahitlik ettiği iki Yahudiyi recmetmiştir.

İbnü'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn ile et-Turuku'l-Hükmiyye adlı eserle­rinde şöyle der: Şeriatta beyyine (delil) şahitlikten daha geneldir. Kat'î karine gibi haklan kendisiyle açıkça ortaya çıktığı her şeye beyyine denir. O bakımdan bu anlamı ile Müslüman olmayanın şahitliğinin beyyine kapsamına girmesine -eğer hakim onun vasıtasıyla hakkı açıkça görebiliyor ise- bir engel yoktur.

Yüce Allah'ın, "O halde razı olacağınız şahitlerden..." buyruğu İslâm ve adalet şartını daha da tekit etmektedir. Çünkü bunun anlamı şudur: Şahitler­den veya kadınlardan din ve adaletlilerinden razı olduğunuz kimselerden... Ka­dınların şahitliğinin zayıflığı ve insanlann bu şahitliğe az güven duymalan se­bebiyle bu vasıf gelmiştir. Bununla birlikte hitap -hakim olsunlar, başkaların­dan olsunlar- bütün insanlan kapsamaktadır. Cumhurun görüşüne göre tezki­ye suretiyle şahitlerin adil olduklannın sabit olması kaçınılmaz bir şeydir. Ebu Hanife ise tezkiyeye gerek yoktur, der. Çünkü zahir bir fasıklıktan uzak dur­makla birlikte, Müslüman olduğu açık olan her kişi -hali bilinmese dahi- ada­letlidir.

Yüce Allah iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi değerlendirilme sebebini, yani kadınların şahitliğindeki muteber sayıyı tespitindeki sebebi söz ko­nusu etmektedir. Bu da şahitliğin hükmünü korumak için hatırlatmaktır. Çünkü kadın iyi belleyemez, bu konuda az ihtimam gösterir ve unutabilir. O bakımdan onların her birisi ötekine hatırlatır. Gerçekte illet hatırlatma olduğundan dolayı, kadınlar da bu noktada unutkan oldukları için unutmak illet konumunda ifade edilmiştir. Yani burada sebep olan şey, sebep olunan şey gibi değerlendirilmiştir. Malî ilişkilere ve benzeri mübadelelere kadının fazla önem vermemesi, âdeten gö-rülegelen bir durumdur. O bakımdan kadının bu hususlara dair bilgileri sınırlı, tecrübesi az, malî konulara ihtimamı zayıftır. Çağımızda malî sorunlarla kadınla­rın uğraşması bu hükmü değiştirmez. Çünkü hükümler daha genel ve çoğunlukla görülen haller hakkındadır. Kendilerine malî bir takım görevlerin verilmesine rağmen kadın çoğunlukla, kendisine verilen ve havale edilen işten başkasına pek önem vermez. Başkaları arasında malî problemler dolayısıyla ortaya çıkan anlaş­mazlıklara pek iltifat etmez. Kadının görevlendirilmesine rağmen genel konulara veya malî konulara önem atfetmesi düzen, rahatlık ve temizlik bakımından evini ilgilendiren ihtiyaçlarını tasarlayıp ailesi için yiyecek ve içecek hazırlayıp çocuk­ları terbiye etme işlerine ilgi duymasına nazaran daha sınırlı kalır. O bakımdan kendisinin özel alım satımları dışında karşılıklı muameleleri hatırlaması oldukça azdır. Kısacası hüküm çoğunlukla görülene göredir. Az ve nadir görülene itibar edilmez; şeriat genele bakar, onu göz önünde bulundurur.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim oldukça önemli bir probleme dikkat çekmekte­dir. Bunun zıddı çağımızda hatta geçmişte de yaygın bir hal almıştır. Bu, şahit­likte bulunma meselesidir. Yüce Allah şahitlere tavsiyelerde bulunmakta, şa­hitlikten yüz çevirmelerini yahut gerek şahitliği hakim huzurunda yapmaktan, gerekse şahit olunması istenen hallere şahitlik etmekten gevşek davranmaları­nı, yüz çevirmelerini yasaklamaktadır. Tıpkı kâtip olana yazmayı kabul etme­meyi yasakladığı gibi. Şahitlerin şahitlik etmekten uzak durmaları (yani hak­kında şahit olunan meselenin olaylarını bellemekten) imtina etmeleri, hakimin önünde şahitliği eda etmeyi kabul etmemeleri caiz değildir. Nitekim Yüce Al­lah bundan sonra, "Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır." (Ba­kara, 2/283) diye buyurmaktadır. Çünkü şahitlikte haklar sabit olur, zulüm ve haksızlık, zayıflara tasallut önlenir. Ayet-i kerime aynı şekilde hakimin huzu­runa gidecek olanın da şahidin kendisi olduğunu göstermektedir.

er-Rabî bu ayet-i kerimenin, bir adamın pek çok kimseye gidip şahitlik et­meye çağırmasına rağmen onlardan herhangi birinin çağrısına cevap verme­mesi üzerine indiğini rivayet etmektedir.

Daha sonra tekrar yazma işi ele alınmakta ve borçlanma akitlerinde yaz­ma isteği bir daha pekiştirilmekte; borcun yazılmasından usanmayı veya yazıl­masından üşenmeyi yasaklamaktadır. Borcun yazılmasında -ne kadar az olur­sa olsun- tembellik göstermemek, geri durmamak, utanmamak gerekir. Yazıl­ması istenen borcun az ya da çok olması arasında fark yoktur. Böylelikle anlaş­mazlıklar, ayrılıklar Önlenmiş ve hakkın aslı korunmuş olur.

İşte bu yazmanın, ispat delilleri arasında değerlendirildiğine ve hakkın alınacağı vadenin yani borçlunun ikrar ettiği ödeme vaktinin az ya da çok ol­sun borçlanmalarda yazılmasının istendiğine delildir.

Daha sonra Yüce Allah geçen emir ve yasaklardaki hikmeti beyan etmek­tedir. O da şudur: Kur'an-ı Kerim'in emretmiş olduğu yazma ve şahit tutma emri, Yüce Allah'ın hükmünü yerine getirmede adalete daha uygundur. Çünkü böyle bir iş doğruluğa daha yakın, yalandan daha uzaktır. Aynı şekilde taraflar arasında adaleti yerleştirmeye daha uygundur ve şahitliğin sağlıklı şekilde ya­pılmasına daha çok yardımcı olur. Borcun cinsi, türü, miktarı ve vadesinin ta­yini ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına da daha yakındır. İşte bu üç meziyet borcun yazılma işini daha da pekiştirmektedir.

Bu, şahidin, durumunu hatırlamak üzere borcun yazılı olduğu vesikayı is­teme hakkına sahip olduğunu da göstermektedir.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim ticaret şartlarının gerektirdiği hürriyet, hare­ketlilik ve hızlılık şartları dolayısıyla yazma talebini daha bir hafifleterek yaz­manın istenen bir şey olduğunu, ancak ticarette peşin alışverişin bundan müs­tesna olduğunu ve bu durumda yazmaya gerek olmadığını açıklamaktadır. Böyle bir durumda yazmanın terk edilmesinde bir günah ve bir mahzur yoktur. Çünkü yazmanın terk edilmesi anlaşmazlık ve davalaşma gibi bir sonuç doğur­mayacaktır. Bu ise İslâm'ın vakıaya uygun karşılıklı ilişkilerin gerektirdiği te­kâmül, hız ve maslahatı göz önünde bulundurma şartlarını olumlu karşılayıp değerlendirdiğini göstermektedir.

Hazır (peşin) ticarette yahut elden ele alınıp teslim edilen işlemlerde yaz­mamanın bir mahzuru olmadığı için satışlara şahit tutulması istenmektedir. Çünkü herhangi bir şeyi ele geçiren bir kimse bunu haksız olarak ele geçirmiş olabilir. O takdirde anlaşmazlık ve ayrılık baş gösterir. O bakımdan şahit tut­mak daha ihtiyatlıdır ve yeterlidir. Vadeli muamelelerin, borçların ve selemin ise yazılması gerekir. Çünkü geçen zaman bunların kısmen unutulmalarına se­bep olabilir ve buna bağlı olarak da anlaşmazlık ortaya çıkar.

Kâtip ve şahidin taraflar ile ilişkilerinde uyulması gereken temel ilke, za­rar vermemektir. O bakımdan kâtip ve şahidin fazlalık, eksiklik, tahrif, karşı­laşılan bir takım durumlara dair açıklama yapmayı terk etmek ya da gizli bazı hususlara dair onlardan istenen açıklamaları yapmamak gibi işlem yapan ta­raflardan birisine veya her ikisine zarar vermeleri caiz değildir. Aynı şekilde iş­lem taraflarının da kâtip ya da şahide zarar vermeleri, onları rahatsız etmeleri de caiz değildir. Bazı olayların tahrif edilmesi, meselâ bir kelime ya da bir kay­da işareti ihmal etmek yahut korkutmak ya da rüşvet vaadi veya bir mal ver­me vaadi ile şehadette bulunmasını engellemeye çalışmak gibi yollarla kâtibe ya da şahide zarar vermeye ya da eziyet etmeye kalkışmak da işlem tarafları için caiz değildir. Çünkü İslâm hak ve adelet dinidir. Yüce Allah eksiksiz bir şe­kilde hak ve adaletin uygulanmasını emretmektedir.

Bunu ise daha sonra ayet-i kerimede gelen, "Eğer yaparsanız bu size doku­nacak bir fi.sk olur" ifadesine göre yazıda ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yap­mak fısktır. Veya eğer size yasaklamış bulunduğum zarar vermeyi yapacak olursanız sizin bu işiniz size gelip çatan bir fasıldık ve itaatin dışına çıkmak olur.

Karşılıklı zarar vermenin yasaklanması ise "Yazana da şahide de asla za­rar verilmesin" buyruğunda yer alan ve "zarar verilmesin" diye meali verilen (yadârre) kelimesinin aslının tahlilinden anlaşılmaktadır. Eğer bu kelimenin aslı (yüdâri) şeklinde birinci "re" harfi kesreli olup sonradan idğam meydana gelmiş ve fethanın hafifliği dolayısıyla cezimli (sakin) olan re de sonradan dö­nüşmüş ise, bunun manası şöyle olur: Kâtip de şahit de çağrıyı kabul etmemek yahut yazmada ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak suretiyle zarar verme­sin. Şayet bunun aslı birinci "re" harfi üstün olarak (yüdârer) şeklinde ise -ki İbni Mes'ud da böyle okumuştur- o vakit bunun anlamı şöyledir: Hakkı isteye­nin veya kendisinden hak talep edilenin onları yazmada ve şahitlikte onları doğrudan sapmaya mecbur etmek suretiyle kâtibe ve şahide herhangi bir za­rar vermesi caiz değildir.

Daha sonra Yüce Allah emir ve yasağın akabinde kullanılan genel kaideyi hatırlatmaktadır. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasakların­dan da sakınmak sebebiyle Allah'tan korkmak (takva sahibi olmak) emridir. Anlamı da şudur: Size vermiş olduğu bütün emirler ve size yasakladığı her hu­susta Allah'tan korkunuz. Sizi sakındırdığı "zarar verme" fiili de bu buyrukları arasında yer alır. O yüce Allah dünyanızı ıslah edecek, mallarınızı koruyacak şeyleri öğretir. Tıpkı din işinizi düzene koyacak şeyleri sizlere öğrettiği gibi. O her şeyi bilendir. Sizin açık ve gizli halleriniz ona gizli kalmaz. Herhangi bir şeyi şeriat olarak emir buyurduğu zaman kötülükleri betaraf edecek, faydaları sağlayacak şekilde kapsamlı ve bütün incelikleri kuşatan ilmi ile teşri buyurur. O'nun şeriatı bütünüyle hikmet ve adalettir.

Bu ayet-i kerime geçen bütün hükümlere uymanın hatırlatılması için böy­le güzel bir öğütle sona ermekte ve her üç cümlede de lafza-i celâl şöylece tek­rar edilmektedir: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi çok iyi bilendir." Bundan kasıt ise dinleyenin ruhunda ilâhî heybeti beslemek ve bu cümlelerin her birisinin muayyen bir hükmü ihtiva ettiğini vurgulamaktır.

Daha sonra açıklamalar yolculuğa uygun bir hükmü teşri etmeye geçmek­tedir. Bu ise borç halinde kendisi ile hakkın belgelendirildiği rehinlerdir. Vadeli satışların yazılarak ve onlara şahit tutularak ispat edilmesi ikamet halinde mümkün bir iştir. Yolculukta ise çoğunlukla buna imkân olmaz. O bakımdan Yüce Allah yolculuğa uygun bir iş olan rehin almayı meşru kılmıştır. Sünnet-i seniyye ikamet halinde de bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nesaî İbni Abbas'tan, Buharî ve Müslim de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: "Hz. Peygamber Medine'de zırhını bir Yahudiye ailesi için aldığı 20 sa'lık arpa karşılığında rehin bırakmıştı."

Rehin ayetinin anlamı şudur: Eğer sizler yolculukta bulunur ve borçlan­mayı güzelce yazabilecek bir kâtip bulamaz yahut yolculuk şartları oturup yaz­maya elverişli olmaz ya da yazma gereçlerini bulamayacak olursanız, kabzede-bileceğiniz bir rehin ile bu işi belgelendiriniz.

Ayet-i kerimede rehin almanın yolculukta olmak ve kâtibin bulunmaması durumu ile kayıtlandınlması, yazmayı terke ruhsat teşkil eden özrü beyan etinekte ve rehini yazma yerine bir borç vesikası konumuna yerleştirmektedir. Diğer özürler arasından yalnızca yolculuğun söz konusu edilmesi görülen ma­zeretlerin çoğunluğunu teşkil etmesinden dolayıdır. Bu özellikle Kur"an-ı Ke-rim'in nüzul döneminde böyleydi. Çünkü savaşlar, çarpışmalar pek çoktu. Ma­na itibariyle bunun kapsamına her türlü mazeret de dahildir. Gece vakti, iş ve çalışmaların yoğunluğu, borçlunun iflas tehdidi ile karşı karşıya olması gibi. Ayet-i kerime kâtibin bulunmaması halinin yolculuk hali ile kayıtlı olduğuna, ikamet halinde olmadığına işaret etmektedir.

Fakat rehinin kabzedilmiş (alıkonulmuş) olmakla nitelendirilmesi, rehin bırakılan şey ele geçirilmedikçe rehin ile belgelendirme yönünün ortaya çıkma­yacağını göstermektedir. Kabz şartının koşulması Hanefi'lere göre rehin bırakı­lan şeyin muayyen ve ifraz edilir olmasını gerektirir. Onlara göre ister paylaş-tınlabilen şeylerde olsun, ister paylaştınlamayan şeylerde olsun, muşâın reh-nedilmesi caiz değildir. Çünkü bunun kabzedilmesi mümkün olmamaktadır. Cumhur ise satılması ve hibesinde olduğu gibi muşâın rehnedilmesini de caiz görmüşlerdir. Bu durumda mürtehine (rehin alana) ortak olan her şey teslim edilir ve rehin edilen şey muhayee (sıra ile kullanma) yoluyla nöbetleşe teslim edilir.

Ayet-i kerime daha sonra taraflar arasında güven yolunun bulunma ihti­malini ele almaktadır. Eğer bazı alacaklılar kimi borçlulara güvenir ve (hak­kındaki güzel zannı dolayısıyla) o kimsenin hakkı inkâr ve reddetmeyeceğin­den emin olursa -ki buna emanet satışı denilir- bu sefer borçlu kimse, kendisi­ne emanet edileni, yani alacaklının bu konuda kendisine güvenip de karşılığın­da rehin almadığı borcunu ona ödesin ve alacaklının kendisi hakkındaki güzel zannına lâyık olsun. Emanet mallarına hainlik etmemek, ödemeyi geciktirme­mek hususunda^ da Rabbi olan Allah'tan korksun. Çünkü Allah şahitlerin en hayırlısıdır ve o kendisinden korkulmaya lâyık olandır.

Burada borca "emanet" adının verilmesi, alacağı karşılığında rehin alma­mak suretiyle alacaklının.borçluya güven duymasındandır. Yüce Allah'ın, "Ve Rabbi olan Allah'tan korksun" buyruğunda ulûhiyet ile rububiyet sıfatını bir arada zikretmesi, insanla kendisini besleyip büyüten, işlerini görüp gözeten, ona faydalı olan şeyleri çekip çeviren Rabbini gazaplandıran hainlikten sakın­dırmak hususunda tekit içindir.

Daha sonra Yüce Allah hakim huzurunda şahitlik yapmaktan yüz çevir­meye dair önceki yasağını tekit ederek, şahitliği gizlemeyi yani hakimin önün­de şahitlik etmeyi kabul etmemek suretiyle hakkı saklamayı yasaklamaktadır. Burada tekrarlanan yasak emanet satışına uygun bir yasaklamadır. Bununla birlikte şahitlik edecek olan kimsenin (gizlemekten dolayı) görevini yapmaması daha da şiddetli bir şekilde ifade edilmekte, şahitliği gizlemenin cezasını ve gü­nahını hak ettiği belirtilerek tehdit edilmektedir. Günahkâr ve fasık birbirine yakın kimseleri nitelendiren kavramlardır. Mana itibariyle şöyle buyurmakta­dır: İhtiyaç duyulduğu vakit şahitlik etmekten kaçınmayınız. Şahitliği gizleyen yahut onu yapmayı kabul etmeyen günah işlemiş olur. Günahın yüklenmesi hususunda özellikle kalbin de zikredildiğini görüyoruz. Çünkü kalp duymanın, şuurun, olayları belleyip idrak etmenin merkezi ve günah işlenen azalardan bir tanesidir. Göze, kulağa ve benzeri azalara zina isnat edildiği gibi burada da günah kalbe isnat edilmiştir. Günah kimi zaman sair azaların ameliyle olabil­diği gibi, kalbin ameliyle de olabilmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi: "Şüphesiz işitme, görme ve kalp, bütün bunlar ondan (günahtan) so­rumludurlar." (İsrâ, 17/36). Kalbin günahlarından birisi de içinde kötülük sak­lamak, kötü niyet, kötü kasıt, kin ve hasettir.

Şahitliğin hakim huzurunda yapılması veya gizlenmesi gibi sözü geçen bü­tün amelleri ve diğerlerini elbette ki Allah bilir. Allah her şeyi bilendir, her şeyi görendir, onun karşılığını verir; hayırsa hayır, şer ise şer. O bakımdan Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten ve masiyetleri işlemekten kaçının. Bunlardan birisi de şahitliği gizlemektir. O size neyi emrettiyse onu yapınız. Çünkü Yüce Allah'ın emri bütün amelleri kuşatan genel bir emirdir. [134]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Deyn (borçlanma) ayetinin konusu vadeli satışları, borçlan ve selem alış­verişini [135] yazmak, şahit tutmak ve rehin ile belgelemektir. Şayet rehin veya yazarak belgeleme söz konusu olmazsa emanet satış caiz olur. Buna göre bu ayet-i kerimede üç türlü satış söz konusudur: Yazıya geçirilen şahitli alışveriş, kabz edilen rehin ile alışveriş ve emanet alışverişi.

İbni Abbas der ki: Bu ayet-i kerime özellikle selem hakkında nazil olmuş­tur. Yani Medine halkının selem alışverişi ayetin nüzul sebebini teşkil etmekte­dir. Diğer taraftan bu ayet-i kerimenin bütün borçlar hakkında olduğu icma ile kabul edilmiştir.

İbni Huveyzimendâd dedi ki: Bu ayet-i kerime otuz hüküm ihtiva etmek­tedir. Aşağıdaki hükümler bunlardandır:

1- Maliki mezhebinin kimi ilim adamları, Malik'in dediğine göre, karzlar-da ertelemenin caiz olduğuna bu ayeti delil göstermişlerdir. Çünkü ayet-i keri­mede karz ile sair borç akitleri arasında bir ayırım gözetilmemiştir. Bu konuda Şafiîler farklı kanaat belirtir ve şöyle derler: Ayet-i kerimede sair borçlanma­larda ertelenmenin caiz olduğuna delil olacak bir taraf yoktur.  Ayet-i kerime sadece vadeli bir borç olduğu takdirde şahit tutma emrini ihtiva etmektedir. Diğer taraftan borcun ertelenmesinin caiz oluşu veya olmayışı bir başka delâ­let yoluyla bilinir.

2- Borçların ertelenmesinin meşruluğu. Çünkü Yüce Allah, "Bir borç ile borçlandığınız zaman" diye buyurmaktadır. Borç (deyn) ise, gerçek mahiyeti ile iki bedelden birisinin nakit, diğerinin ise vadeli olmak üzere zimmette olduğu

her türlü muameleyi ifade eder. Çünkü Araplara göre ayn hazır olandır, deyn ise gaib olan, hazır olmayan demektir. Ayet-i kerime hemen teslim edilen bir kitabın vadeli bir bedele satılmasında olduğu şekilde aynı bir şeyin deyn ile (vade ile) satılmasını kapsadığı gibi, deyn olan bir şeyi ayn karşılığında satma­yı da kapsamaktadır ki, bu da selem alışverişidir. Hazır olan bir malı hazır olan bir nakde satmak gibi ayn'ın ayn karşılığında satılması da caizdir. Belli bir kimsenin zimmetinde bir sâ' buğdayın bir diğer kişinin zimmetinde iki sâ' arpa karşılığında satışı gibi. Deyn'in deyn karşılığı satılmasına gelince, bu ko­nudaki yasak dolayısıyla bu da batıldır.

3- Yüce Allah'ın, "Belirlenmiş bir vadeye" buyruğu bilinmeyen vadeye ka­dar yapılan selem alışverişinin caiz olmadığını göstermektedir. Sünnet de bunu pekiştirmektedir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim hurmada selef (selem) alışverişi yaparsa ölçeği belli, tartısı belli ve belli bir vadeye kadar olmak üzere selef yapsın." [136] İlim ehli selem alışverişinin meşruiyyetini icma ile kabul et­mişlerdir. Selem ise bir kimsenin karşı tarafa nitelikleri belli bir yiyecekte böy­le bir alışveriş yapmasıdır. Ancak bu yiyeceğin genel bir araziden çıkması ve benzeri araziden o miktarın çıkmasının söz konusu olması, belli ölçekte olması, belli vadeye kadar tesliminin öngörülmesi şartı vardır. Buna karşılık verilecek dinar ve dirhemin de belli olması gerekir. Akit tarafları alışverişi yaptıkları yerden ayrılmadan önce selem yoluyla alacağı şeyin bedelini ödemesi gerekir. Diğer taraftan bu verilecek şeyin kabz edileceği mekânı da tayin etmiş olmala­rı gerekir. Selem ittifakla caiz kabul edilen satış şekillerindendir. Bu satış Hz. Peygamberin, "Yanında olmayanı satma" şeklindeki yasağından istisna edil­miştir. Hz. Peygamber insanların buna olan ihtiyaçları dolayısıyla selem alış­verişine ruhsat vermiştir. Fukaha buna, muhtaçların veya müflislerin alışveri­şi adını vermişlerdir.

Malikîler hasada, meyvelerin toplanmasına kadar vadeli alışverişi caiz ka­bul etmişlerdir. Çünkü bunun özel bir zamanı ve bilinen bir vakti vardır. Yine Malikîler selem re'sülmal'inin (para bedelinin) kabzının iki yahut üç gün erte­lenmesini caiz kabul ederler. Bu şartlı da olabilir şartsız da olabilir. Çünkü böyle bir erteleme sürenin yakınlığı dolayısıyla mecliste kabz hükmündedir. Ancak diğer imamlar selemin re'sülmal'inden herhangi bir miktarın akit ve it­tifak meclisinden sonraya bırakılmasını caiz görmezler ve borcun borca karşı­lık satımından sakınmak kasdıyla, bunun bir sarf olduğu görüşündedirler.

Şafiî ise vadesi gelmiş (peşin) selemi caiz kabul eder. Sair imamlar ise bu­nu caiz kabul etmezler. Çünkü az önce geçen hadis-i şerifte, "... belli bir vadeye kadar" ifadesi yer almaktadır.

4- Yüce Allah'ın, "Onu yazın", yani borcu ve vadeyi yazın, buyruğu yazılı belgeyi delil göstermenin meşruiyyetine delâlet etmektedir. Şöyle de denilmek­tedir: Yüce Allah yazmayı emretmiştir; fakat yazmaktan kasıt, şahit tutmaktır. Çünkü şahitsiz yazı delil olmaz.

Kâtibin yazması acaba farz mıdır yoksa mendup mudur? Bunun farz-ı ki-fâye olduğu söylendiği gibi müsait olduğu halde kendisinden yazması istenen yazı yazabilenin yazmasının farz-ı ayn olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın, "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" buyruğunda "kâtip... yazmaktan çekinme­sin, yazsın" ifadesi bunu gerektirmektedir. Bunun mendup olduğu da söylen­miştir. Sahih olan, bu emrin irşat için olduğudur. O bakımdan ücretini alıncaya kadar yazı yazmaktan geri durması onun için caizdir. Çünkü eğer yazmak, ya­zabilen kimse için vacip (farz) olsaydı, yazdırmak için ücretli tutmak sahih ol­mazdı. Çünkü farzların yapılması için icare batıldır.

5- Acaba yazmak ve şahit tutmak vacip midir? Bir topluluk borçların ya­zılmasının ve borçlara şahit tutulmasının vacip olduğunu söylemiştir. Bu, Yüce Allah'ın, "Onu yazın" buyruğu ve "iki şahit tutun" buyruğu ile vaciptir. Daha sonra Yüce Allah'ın, "Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin" buyruğu ile bu vücup neshedilmiştir. Taberî borçla­rın yazılmasının taraflar için bu ayet-i kerime ile vacip olduğu görüşünü tercih etmiştir. Bu borç ister satış sebebiyle, ister karz sebebiyle olsun fark etmez. Böylelikle unutmak veya inkâr söz konusu olmaz.

Cumhur der ki: Yazma ve şahit tutma emri mendupluk ifade eder. Her iki­sinin de akit tarafları arasında yapılanı vade gelinceye kadar korumaları men-duptur. Çünkü akit ile vadenin gelmesi arasındaki sürede çokça unutkanlık olabilir. Bazen ölüm ve buna benzer bir takım arızi olaylar da ortaya çıkabilir. O bakımdan Yüce Allah malın muhafaza edilmesi, meydana gelen hakların ko- * runabilmesi için yazmayı ve şahit tutmayı meşru kılmıştır. Ashab-ı Kiram, ta­biîn ve İslâm âleminin çeşitli bölgelerindeki fakihlerinden, bu konuda işi çok sıkı tuttuklarına dair bir nakil de yoktur. Aksine aralarında yazmaksızın ve şa­hit tutmaksızın borçlanmalar ve alışverişler de görülüyordu. Bu konuda (böyle yapılmayan muamelelere karşı) onların bir tepkileri de söz konusu olmamıştır. İşte bu, buyruklardaki emrin mendupluk ifade ettiğini göstermektedir.

Zahir olan şudur: Emrin vücup değil mendup ifade ettiğinin kabul edilme­sine dair karine, bizzat ayet-i kerimede söz konusu edilmiştir. Bu da Yüce Al­lah'ın, "Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini ek­siksiz 'ödesin" buyruğudur.

6- Adalete bağlılık: Ayet-i kerime, yazmada, yazdırmada sefih (ehliyeti kı­sıtlı) ile zayıf kimselerin velilerinden yazdırma işlemlerinde adalete bağlı kal­malarını istemiştir. Bu husus Yüce Allah'ın şu buyruklarından açıkça anlaşıl­maktadır: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın... Allah'ın kendisine öğrettiği gi­bi... üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun... Onun veli­si adaletle yazdırsın."

Sefih hacr altına alınır mı? Cumhur, savurganlık yapan sefihin hakim ta­rafından hacr altına alınmasını caiz kabul eder. Böylelikle o kimsenin varlığını israf ederek insanlara muhtaç olması önlenmiş olur. Ebu Hanife ise der ki: Yir­mi beş yaşına gelmediği sürece sefihin malında tasarrufu engellenir. Yirmi beş yaşına geldiğinde onun reşit olduğu tespit edilmese dahi malı ona teslim edilir. Çünkü artık onun hacr altına alınması onun insanlığının çiğnenmesidir.

7- Şahitliğin nisabı: Bu, iki erkek yahut bir erkek veya iki kadındır. Mali-kîlere göre özel olarak mal ve mala bağlı olan hususlarda kadınların erkeklerle birlikte şahitliği caizdir. Fakat hadler, kısaslar gibi bedene dair hükümlerle ni­kâh, talâk hükümlerinde bu kabul edilmez. Hanefîlere göre ise mallarda, ni­kâhta, boşamada, ric'atte kadınların da şahitliği caizdir.

Fukaha itham sebebiyle şahitliğin reddedileceğini ittifakla kabul ederler. İtham ise lehine şahitlik yapılan kimseye bir menfaat sağlayan yahut ona gele­cek bir zararı bertaraf eden şeydir. Aynı şekilde eşlerden birisinin diğeri lehine şahitliği de cumhurun görüşüne göre reddedilir. Şafiîlerin görüşüne göre ise reddedilmez, kabul edilir. Çünkü evlilik akdi sonradan meydana gelmiştir ve zamanla ortadan kalkabilir. Ebu Hanife işe der ki: Ücretli bir kimsenin kendi­sini ücretle tutan kimse lehine -istihsanen- herhangi bir hususta şahitlik yap­ması caiz değildir.

Hanefîlerin görüşüne göre bir şahit ve davacının yemini ile hüküm ver­mek caiz değildir. Çünkü Yüce Allah ayet-i kerimede iki kısım söz konusu et­mektedir. Bunlar da iki erkeğin şahitliği ile bir erkek ve iki kadının şahitliği­dir, bunların üçüncüleri yoktur. Cumhur ise bedenler hususunda değil de malî konularda bir şahit ve bir yemine dayanarak hüküm vermeyi caiz kabul etmiş­ler ve bunu şahitliğin üçüncü bir kısmı olarak değerlendirmemişlerdir. Aksine bu davalının tarafını tercih yolunda şahit ile birlikte yemini nazarı itibara alı­narak yapılır. Bunun delili ise Resulullah (s.a.)'ın bir şahit ve bir yemin ile hü­küm verdiğine dair sabit olan rivayetlerdir d). Kur'an-ı Kerim'de bunun söz ko­nusu edilmemesi ise bunun meşruiyyetini ve gereğince amel etmeyi engelle­mez. Buna delil ise Hanefîlere göre, teklif edilen yemini yapmayı kabul etme­meye istinaden hüküm vermenin caiz oluşudur. Bu ise, Kur'an-ı Kerim'in sözü­nü etmediği üçüncü bir kısımdır.

8- Yüce Allah'ın, "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" buy­ruğu şehadetin tahammülünden (belli bir akde şahit olmanın istenmesinin ka­bulünden), eda edilmesinden (hakim önünde şahitlik edilmesinden) ve lüzumu halinde hakimin önünde ispat edilmesinden kaçınmanın yasak olduğuna delil­dir. Aynı şekilde bu buyruk hakimin huzuruna yürüyerek gidecek olanın şahi­din kendisi olduğunu göstermektedir. Bu ise şahitlik talebi halinde söz konusu­dur. Hakim tarafından istenmemesi halinde ise şahitliğin eda edilmesi men-duptur. Yüce Allah istek halinde şahitliğin yapılmasını farz kılmıştır. Şahit çağrılmayacak olursa o takdirde şahitlik etmek mendup olur. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şahitlerin hayırlısı şahitlik etmesi isten­meden şahitliğini yapan kimsedir." [137]

Sahih kabul edilen Malikîlerin görüşüne göre ise, hakkın zayi olmasından veya ele geçirilmesinden korktuğu takdirde şahidin şahitlik etmesi kendisin­den istenmemiş olsa dahi farzdır. Ta ki hak zayi olmasın. Bu konuda Yüce Al­lah'ın hakları ile insanoğlunun haklan arasında bir fark yoktur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah için şahitliği ayakta tutunuz." (Talak 65/2); "Bilerek hak ile şahitlik edenler müstesna." (Zuhruf, 43/86). Sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Zalim veya maz­lum olsun, kardeşine yardım et." O halde kardeşi mazlum olduğu takdirde ken­disinin bildiği şahitliği eda etmek suretiyle kardeşine yardımcı olması -karşı tarafın inkârının öldürdüğü hakkını diriltmek kasdıyla- onun için muayyen farz haline gelmiştir (farz-ı ayn olmuştur).

Hanefîler ise istenmeden önce Allah'ın hakları ile ilgili şahitliğin eda edil­mesinin istenen bir şey olduğu görüşündedir. Kul hakları ile ilgili hallerde ise şahitlik etmesi istenmedikçe şahit şahitlik etmez. Çünkü Buharı ile Müslim, İmran b. Husayn'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedir­ler: "Şüphesiz sizin en hayırlınız benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra gelecekler, sonra onlardan sonra gelecekler, sonra onlardan sonra gelecekler. Akabinde bunlardan sonra şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecek, hainlik edecek, kendisine güvenilmeyecek adakta bulunup yerine getirmeyecek bir ka­vim gelecektir ve bunlar arasında pişmanlık baş gösterecektir."

Malikîler ise bu hadis-i şerifi yalan şahit hakkında yorumlamışlardır. Çünkü bu, şahit olması istenmeyen şeyler hakkında şahitlik etmiştir. Yani kendisinin yüklenmediği ve kendisine yüklenilmeyen şeyleri söyleyip şahitlik etmiştir. Yahut da bu, şahitlik ettiği şeyin uygulanmasına dair aşırı iştahının etkisi altında kalarak ve kendisinden şahitlik etmesi istenmeden çabucak şe-hadette bulunan kimse hakkında kabul edilir. Böyle bir şahitlik reddedilir veya bu konuda kölelerin (el-gılman) kastettiği kabul edilir. Bununla birlikte herkes şahitliğin eda edilmesinin farz-ı kifaye olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Eğer iki kişi şahitlikte bulunur ve hakim de bunları yeterli görürse farz diğer­lerinden kalkar. Şayet hakim iki kişinin şahitliği ile yetinmeyecek olursa diğe­rinin de şahitlik etmesi taayyün eder (onun için de farz-ı ayn olur).

9- Alışverişlerde, vadeli borçlarda yazışma menduptur. Vadeli olan miktar, ister küçük olsun ister büyük fark etmez. Ancak anında mübadelenin gerçek­leştiği ve akdin peşinden her iki bedelin taraflarca kabz edildiği peşin ticarette yazışma istenmemektedir. Çünkü anlaşılmaz bir takım sebepler dışında âdeten bu gibi hallerde anlaşmazlık korkusu pek azdır. Şafiî der ki: Satışlar üç türlü­dür: "Yazılı ve şahitli satış, rehinli satış, emanet satışı. Daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu. İbni Ömer peşin sattığı vakit şahit tutar, vadeli sattığı vakit ise yazardı.

10- Yüce Allah'ın, "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" buyruğu, kü­çük olsun büyük olsun satışa şahit tutmanın istendiğinin delilidir. Acaba satışa şahit tutmak vücup mu ifade eder, mendupluk mu? Ebu Musa, İbni Ömer, ed-Dahhâk ve Tabiînden bir topluluk bunun vücup ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu konuda bu ayet-i kerimede emrin zahirini esas alırlar. Taberî de bunu tercih etmiştir. eş-Şa'bî ve Hasan-ı Basrî ise bunun katiyet ve icap ifade etmediği­ni, mendupluk ve irşat için olduğunu kabul ederler. Aynı zamanda bu, Malik, Şafiî ve Rey ehlinin de görüşüdür. İbnül-Arabî bunun herkesin görüşü olduğu­nu ileri sürmüş ve sahih olan budur, demiştir. ed-Dahhâk'ın dışında bunun vü-cup ifade ettiğini söyleyenlerden böyle bir görüşü kimse de nakletmiş değildir. İbni Abbas'tan ise kendisine, "Deyn ayeti neshedilmiştir" denilince, "Hayır, Al­lah'a yemin ederim ki deyn ayeti muhkemdir'' dediği rivayet edilmiştir. Devam­la der ki: Şahit tutmak ise mutmain olmak için meşru kılınmıştır. Çünkü Yüce Allah borcun belgelenmesi için bir takım yollar tayin etmiştir. Bunlardan birisi yazmak, birisi rehin almak, birisi de şahit tutmaktır.

Rehinin vacip olarak değil, mendup olarak meşru olduğunda da bütün böl­ge alimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bundan aynı neticeye şahitlik hak-%ro&^\^^ss?iî^^.^ss§©is^«^^                            vkfin^kara&a^ denizde N dağda, ovada şahit tutmaksızın alışveriş yapmaya devam edege\miş\erdîr. İn­sanlar bunu bilmekle birlikte buna tepki göstermemişlerdir. Şayet şahit tut­mak vacip olsaydı, bunu yapmayana tepki göstermeyi terk etmezlerdi.

11- Şahitliğin eda edilmesi ve kâtibin yazı yazması hak ve adalet ile olur. Kâtip kendisine yazdırılmayan şeyi yazmaz. Şahit de şahitliğinde herhangi bir şey eklemez, ondan bir şey eksiltmez. Kâtip de şahit de fazlalık veya eksiklikte asi olurlar. Bu mal ve bedenlerde eziyet veren yalan kabilindendir ve böylesi tutumda hakkı iptal etmek söz konusudur. Aynı şekilde hasımlar tarafından kâtip ve şahide eziyet etmek de bir masiyettir, hak söylemeyi dileyen Allah'ın emrine muhalefet olması bakımından doğruluğun dışına çıkmaktır. O bakım­dan kâtibe ve şahide zarar vermek caiz değildir. Lehine ya da aleyhine şahitlik ettikleri kimseye de onların zarar vermeleri caiz değildir. Çünkü karşılıklı za­rar söz konusu değildir ve İslâm'da zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Eğer karşılıklı birbirini zarar verecek olursanız şüphesiz ki bu size gelip çatan bir fısktır (yani masiyettir).

12- Yüce Allah'ın, "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor" buyruğu Yüce Allah tarafından kendisinden korkan takva sahiplerine öğreteceğine dair bir vaaddir. Yani onun kalbine kendisi vasıtasıyla oraya bırakılanları kavrayabile­cek bir nur yaratır. "Allah her şeyi çok iyi bilendir" buyruğuna gelince, bu Yüce Allah'ın bilgisinin her şeyi kuşattığına bir işarettir. Hiç bir şey O'nun bilgisi dı­şına çıkmaz. Ayrıca bu buyrukta O'nun, fasıkın da takva sahibinin de amelinin karşılığını vereceğine işaret etmektedir.

13- Yüce Allah'ın, "alacağınız rehinler" buyruğu eğer şahit tutma ve bor­cun yazılma imkânı olmazsa yolculukta rehin almanın meşruiyyetine delildir. Sünnet-i seniyye ise -önceden de açıkladığımız gibi- ikamet halinde de rehin al­manın caiz olduğunu beyan etmiştir.

Rehin, borçludan alınmasına imkân olmadığı takdirde, semeninden yahut sağlayacağı menfaatlerin semeninden hakkın alınacağı bir vesika olmak üzere aynın alıkonulmasıdır.

Kabz söz konusu olmadıkça rehnedilen şeyin belge olması gerçekleşmiş ol­maz. Fukaha rehinde kabzın şart olduğunu ittifakla kabul etmişler, ancak bu şartın türü hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Cumhur der ki: Rehnin bağlayıcı olması için kabz bir şarttır. Kabz olmayınca lâzım (bağlayıcı) olmaz. Lâzım olmadığı sürece de rehin veren ondan geri dönebilir. Çünkü rehin belgelendirmek için meşru kılınmıştır. Kabz söz konusu olmadıkça belgelendir­me de olmaz. Malikîler ise der ki: Kabzetmek rehin işleminin tamamlanması, yani ondan sağlanacak faydanın kemali için bir şarttır. Sıhhat veya lüzum (bağlayıcılık) için şart değildir. Rehin akdi tamam olduğu takdirde rehin ta­mam ve eksiksiz olur. Bu da diğer akitlere kıyasen böyledir. Çünkü sair akitler de mücerred akdi yapmakla bağlayıcılık kazanırlar.

Malikîlerde mutemet kabul edilen görüşe göre rehin, mürtehinin (rehin alanın) ihtiyarı (isteği) ile rehin verene geri döndüğü takdirde batıl olur. Aynı zamanda bu Ebu Hanife'nin de görüşüdür. Çünkü ayet-i kerimede, "Alacağınız rehinler" denilmektedir. Eğer rehni kabzedenin elinden rehin çıkacak olursa, sözlük anlamı itibariyle kullanılan bu lafız, rehin hakkında doğru olmaz. O ba­kımdan hükmen de böyle bir şey kabul edilemez.

Şafiî de der ki: Kayıtsız şartsız olarak rehnin rehin verenin eline geri dön­mesi, daha önce yapılan kabzın hükmünü iptal etmez.

Rehin alanın yahut vekilinin rehni kabzetmesi sahihtir. Cumhur der ki: Aynı şekilde adil birisinin (akit tarafları dışında tarafsız üçüncü bir kişinin) kabzı da sahih olur. Rehin o kimsenin eline bırakılır. Çünkü rehin adaletli bir kimsenin eline geçtiği takdirde hem sözlük anlamı itibariyle hem de hakikaten kabzedilmiş olur. Çünkü adaletli bir kimse hak sahibinin vekili konumundadır. Adaletli bir kimse ise emin (güvenilir) bir kimsedir, fakat tazminat ödemez. O bakımdan onun bir ihmali ve kusuru olmaksızın rehin bırakılan şey elinden çı­kacak olursa, tazminatını ödemez. Cumhura göre -önceden de açıkladığımız gi­bi- Hanefüere hilâfen muşâın rehnedilmesi caizdir.

Malikîlere göre ise -cumhura hilâfen- zimmette bulunan şeyin rehin alın­ması caizdir; çünkü bu da kabzedilmiş bir şeydir. Buna örnek de şudur: İki kişi bir muamelede bulunsa, birinin diğerinde alacağı olsa borçlunun bırakacağı re­hin alacaklının karşı taraftan alacağı yerine geçmiş olur. Derler ki: Satılması caiz olan her bir malın (değerin) rehnedilmesi de caizdir. O bakımdan zimmette (alacak) olanın rehnedilmesi caiz olur. Çünkü bunun satılması caizdir ve çünkü bu kendisi ile belgelemenin gerçekleştiği bir maldır. O bakımdan zimmette olan alacağın rehin olması -var olan bir mala kıyasla- caizdir.

Cumhur ise der ki: Zimmetteki alacağın rehnedilmesi caiz değildir. Çünkü böyle bir şeyin karşı tarafa kabzettirilmesi gerçekleşmemektedir. Rehnin bağ­layıcılığı hususunda ise kabz bir şarttır. Çünkü karşılığında rehin bırakılan alacağın ödenme vakti geldiğinde hakkın o rehinden tahsil edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bu tahsil ise rehnedilen şeyin maliyetinden gerçekleşir, aynından değil. Deynde ise böyle bir şeyin tasavvuru mümkün olmamaktadır.

Rehnin alıkonulması (galaku'r-rehn) da caiz değildir. [138] Bu ise rehin alan kimsenin, eğer borçlu vadesi gelince borcunu getirmeyecek olursa, alacağı olan hakkı karşılığında bu rehne sahip olmayı şart koşmasıdır. Bu cahiliye dönemi uygulamalarından idi. Resulullah (s.a.), Şafiî, Darekutnî ve başkalarının Ebu Hureyre'den naklettiği şu buyruğuyla bunu iptal etmiştir: "Rehin sahibinden alıkonulmaz. Onun geliri de ona aittir, masrafını karşılamak da ona düşer."

Cumhur der ki: Rehnin menfaati rehin bırakana aittir, masrafını karşıla­mak da ona düşer. Rehin alan kimse belge olmak üzere koruma dışında rehin­den herhangi bir şekilde istifade edemez. Şayet rehin alan kimse rehin bıraka­nın izniyle rehini ücretli çalıştıracak olsa veya rehin bırakan kişi rehin alanın izniyle bunu ücretle çalıştırırsa böyle bir şey rehin olmaktan çıkar ve bir daha rehin olmaz.

Hanbelüer ise eğer rehnedilen şey binilen yahut sağılan bir hayvan ise, re­hin alanın yaptığı masraf karşılığında rehinden faydalanmasını caiz kabul ederler. Çünkü Buharî Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Binek rehin bırakıldığı takdirde ona yapılan masraf karşılığında binilir. Sağmal hayvanın sütü de rehin bırakıldığı takdir­de ona yapılan masraf karşılığında içilir, ona binen ve sütünü içen de o rehinin masrafını karşılar." [139]

 

Deyn (Borç) Ayeti İle İlgili Genel İzlenimler:

 

1- Şüphesiz Yüce Allah'ın deyn ayetinde emrettiği şahitlik ve yazma [140] ile insanlar arası sevgi bağları kuvvetlendirilmekte, muhabbet ve iyi ilişkiler ku­rulması sağlanmakta, insanlar arası ilişkilerin bozulması sonucunu doğuracak anlaşmazlıkların baş göstermesi önlenmektedir. Kimi zaman da borçluya hakkı inkâr etmeyip şeriatın kendisi için tayin ettiği sınırı aşmamayı ya da hak edi­len miktarla yetinmeyi tavsiye etmekte, insanı çeşitli desiselerle kandırması mümkün olan şeytanın elindeki bütün açık gediklerin kapatılması gerçekleşti­rilmiş olmaktadır.

İşte bu yüce gayeler dolayısıyla şeriat ayrılıklara, anlaşmazlıklara, ilişki­lerin bozulmasına, kin ve ayrılıkların doğmasına götüren meçhul alışverişleri haram kılmıştır. Yine buna dayalı olarak Yüce Allah kumarı, içkiyi şu buyruğu ile haram kılmış bulunmaktadır: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık yaratmak, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Allah'ın emir ve yasaklarında Allah'ın gösterdiği edebe riayet eden kim­selerin dünyalığı da dinleri de salâh bulur. Yüce Allah şöyle demektedir: "Eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı elbette bu haklarında çok daha ha­yırlı olurdu." (Nisa, 4/66).

2- İleri bir zorunluluk yahut vazgeçilmez bir ihtiyaç dışında insanın borç almaması gerekir. Çünkü ed-Deylemî'nin el-Firdevs'inde Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadis-i şerife göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Borç geceleyin keder, gündüzün zillet sebebidir." Çünkü alınan borç, insan kalbini meşgul edip durur, ödenmesi için insanı düşündürür. Alacaklı ile karşılaşıldığı vakit insa­nın mahcubiyetine sebep olur, gerektiğinde de vaktinden sonrasına ertelemesi için onun minnetine katlanmak zorunda oırakır.

Kimi zaman borçlu tam bir acizlik içerisine düşer, borcunu ödeyecek gücü bulamaz. Bu bakımdan Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allahım, kederden, üzüntüden, acizlikten, tembellik­ten, korkaklıktan, cimrilikten, aşırı borçtan ve başkalarının bana galip gelme­sinden sana sığınırım." İlim adamları der ki: Burada geçen "aşın borç" borçlu­nun ödeyebilecek imkân bulamadığı borçtur.

Bununla birlikte borçlunun niyeti olursa Allah borcunu ödemesine yardım eder. Buharî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ödemek arzusuyla başkalarının malını alan kimsenin borcunu Allah öder. Telef etmek arzusuyla alan kimseyi de Allah telef eder."

3- Yüce Allah borcun yazılması, şahit tutulması ve rehinlerin alınması em­rini verdiğine göre bu, malların korunması ve artırılıp geliştirilmesine dair kat'î bir nas demek olur. Ayrıca bu kanaati taşımayan, bu görüşte olmayan ca­hil bazı kimselerin bu konudaki görüşlerini de reddetmektedir. Bu gibileri bü­tün mallarını elden çıkarır, kendilerine, çoluk çocuklarına yetecek kadarını da­hi bırakmazlar. Arkasından, onlardan birisi yahut çoluk çocukları fakir ve muhtaç düşseler  diğer müslümanlarm sadakalarına muhtaç kalırlar ya da dünya ehli ve dünya zalimlerinden almak ihtiyacını duyarlar. Böyle bir uygula­ma ise yerilmiş ve yasak kılınmıştır. [141]

 

Göklerin Ve Yerin Hakimiyeti Allah'ındır, O'nun Bilgisi Her Şeyi Kuşatmıştır, O Kullarını Davranışları Ve Niyetlerinden Dolayı Hesaba Çekecektir.

 

284- Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi-dınr. Allah her şeye kadirdir.

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "açıklasanız da gizleseniz de" ifadeleriyle "mağfiret eder... azaplandırır" ifadeleri arasında tıbâk vardır. [142]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İçinizdekini açıklasanız" yani içinizdeki kötülük kararlarını açığa vursa-nız "da gizleseniz de" açığa vurmasanız da "Allah onunla sizi hesaba çeker" ya­ni kıyamet gününde bunları Allah size bildirir. "Kime dilerse mağfiret eder." Mağfiret etmeyi dilediği kimsenin günahlarım örter, "kimi dilerse de azaplan­dırır" yani azaplandırmayı dilediği kimseyi de cezalandırır. "Allah her şeye ka­dirdir." Kudreti her şeye yetecek kadar büyüktür. Sizi hesaba çekmek, amelle­rinizin karşılıklarım vermek de O'nun kudretinin kapsamı içerisindedir. Ebu Havyan der ki: Yüce Allah dilediği kimselere mağfiret ve azap etmeyi söz konu­su ettikten sonra kudretinden söz etmektedir. Çünkü sözünü ettiği şeyler kud­reti ile alâkalı hususların bir parçasıdır. [143]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime bundan önce geçen her iki ayetin son buyruklarını da ta­mamlamaktadır. Önceki ayetlerin son buyrukları ise "Allah her şeyi çok iyi bi­lendir" ile, "Yaptıklarınızı çok iyi bilendir" cümleleridir. Ayrıca bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın ilminin eşyayı kuşattığının da delilidir. Çünkü bir şeye malik olup onu yaratan kimsenin onu bilmesi kaçınılmazdır. Şu buyruğunda olduğu gibi: "Yaratan mı bümeyecekmiş! Halbuki o Latif (ilmi eşyanın inceliklerine nü­fuz eden) ve Habîr (her şeyden haberdar) olandır." (Mülk, 67/14). Aynı şekilde bir şeye malik olan, fiilleri ve içinde gizledikleri dolayısıyla maliki olduğu şeyi hesaba çekebilir. Şahitliğin gizlenmesi de kalpte gizlenenler arasındadır. Bir şey üzerinde mutlak egemenliğe sahip olan kişi hesaba çekme hakkına da sa­hiptir. Hata edenler arasından dilediklerini affetmekte, dilediği kimseyi de ce­zalandırmakta mutlak irade sahibidir. Bütün bunlar ise her şeye mutlak kadir olmakla gerçekleşecek hususlardır.

Ayet-i kerimenin Kur*an-ı Kerim'de bir çok benzeri vardır. Meselâ, "De ki: Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Gökler­de olanı da yerde olanı da O bilir. Allah her şeye gücü yetendir." (Âl-i İmran, 3/29); "Şüphesiz ki o gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da." (Tâ-Hâ, 20/7); "O gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir." (Mü'min, 40/19). [144]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimede göklerin, yerin, onlarda ve aralarında bulu­nanların kendisinin mülkiyetinde olduğunu, her ikisinde olan her şeyi görüp onlardan haberdar olduğunu gizli-açık ve kalplerde bulunanların -istediği ka­dar küçük ve gizli olsun- O'na gizli olmayacağını, kullarının yaptıklarından ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı onları hesaba çekeceğini -İbni Kesir*in de-dediği gibi haber vermektedir.

Mülkiyetiyle, yaratmasıyla, işlerini çekip çevirmesiyle ve ilmiyle kuşatma­sıyla göklerde ve yerde ne varsa yalnız O'nundur. O her şeyi bilendir. Kalpleri­nizde bulunan kötülükleri ve kötülük işleme kararlarını açığa vursanız da, in­sanlardan bunları saklayıp gizleseniz de muhakkak Allah bunlara karşılık sizi hesaba çekecek, ondan dolayı sizi cezalandıracaktır. Yaptığınız hayırsa hayır, şer ise şer olarak karşılığını göreceksiniz.

O lütfuyla kullarından dilediği kimselere mağfiret eder. Cezalandırmayı dilediği kimseleri de cezalandırır. Allah'ın mağfiretine nail olmaya yardımcı olan hususlardan birisi de, kulunu tevbe etmeye, salih amel işlemeye muvaffak kılmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, senin rahme­tin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin nuruna uyanlara mağ­firet buyur. Onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları, onların baba­larından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaad etti­ğin Adn cennetlerine sok. Çünkü sen Aziz ve Hakîm olansın. Bir de onları kötü­lüklerden koru. Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde ona rahmet buyur­dun, demektir. Bu ise büyük kurtuluşun ta kendisidir." (Mü'min, 40/7-9).

Allah'ın kullarını hesaba çekmesi ise bütün amellerine onları muttali kıl­ması, sonra da bu işi ne diye yaptıklarını sormasıdır. [145]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime, insan Allah'ın mülkiyetinde olduğundan, Allah da onun fiillerine muttali olup büyük küçük bütün amellerinden hesaba çekeceğinden dolayı insanı yüce Allah'ın hesaba çekmesinden büyük ölçüde korkutma ve uyarmayı ihtiva etmektedir. Bu durum ise ruhlara korkunun salınmasına se­bep olmuş ve insanı şiddetli azaba uğrama endişesine düşürmüştür. Bu işi ka­yıtsız şartsız olarak yalnızca Yüce Allah'a havale etmekten başka bir çıkar yol bırakmamıştır. Ahmed ve Müslim'in rivayetlerine göre Ebu Hureyre şöyle de­miştir: Resulullah (s.a.)'a, "Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsinin) mülkü Allah'ındır. îçinizdekini açıklasınız da gizleseniz de Allah sizi hesaba çeker" ayeti nazil olunca bu Resulullah (s.a.)'ın ashabına çok ağır geldi. Resulullah (s.a.)'ın yanına vardılar ve dizlerinin üzerine çökerek dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü, namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüz yeten bir takım amellerle mükellef tutulduk. Ancak Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiş bulunuyor. Biz bunun altından kalkamıyoruz." Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Sizler de siz­den önce Kitap Ehli'nin, "İşittik ve isyan ettik" dedikleri gibi mi demek istiyor­sunuz? Hayır, onun yerine, "Dinledik, itaat ettik, mağfiretini dileriz, Rabbimiz, dönüş yalnız sanadır" deyiniz." Müslümanlar bu buyruğu okuyup dilleri de bu­nu rahatlıkla söyler hale gelince, onun akabinde Allah, "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de..." ayetini indirdi. Bunu yapmala­rı üzerine Allah (önceki) o ayeti neshetti ve, "Allah hiç bir kimseye gücünün ye­teceğinden başkasını yüklemez" ayetini indirdi.

Ebu Hureyre'nin, "Allah onu neshetti" ifadesi, zahiren bu ayet-i kerimenin kendisinden sonraki ayet olan, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayeti ile neshedildiğine delâlet etmektedir. Bazı müfessir-ler de [146] bundan, bu ayet-i kerimenin neshedilmiş olduğu manasını çıkarmış­lardır. Çünkü ayet-i kerime vesveselerden ve içten geçenlerden dolayı hesaba çekilmeyi ifade etmektedir. Tercih edilen görüş ise bu ayet-i kerimenin neshe-dilmemiş olduğu, "Allah onu neshetti" ifadesi ile kastedilenin onların korkula­rını giderdiği, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayet-i kerimesinin de neshedici olmadığı ve açıklayıcı bir ayet olduğu şeklinde­dir. Bunu da Kütüb-i Sitte sahiplerinin kitaplarında naklettikleri Ebu Hurey-re'den gelen şu hadis-i şerif göstermektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ko­nuşmadıkça veya (gereğince) amel etmedikçe muhakkak Allah ümmetimin içle­rinden geçenleri bana bağışlamıştır." İbni Abbas, İkrime, eş-ŞaTaî ve Mücahid derler ki: Ayet-i kerime muhkem ve tahsis edilmiştir: Bu ise Yüce Allah'ın giz­lenmesini yasakladığı şahitlik ile alâkalıdır. Daha sonra bu ayet-i kerimede şa­hitliği saklayıp gizleyenin bundan dolayı hesaba çekileceğini bildirmektedir.

Aşağıdaki deliller de ayet-i kerimenin neshedilmediğini göstermektedir:

1- Yüce Allah'ın, "Allah onunla sizi hesaba çeker." buyruğu bir haberdir. Haberler ise usul alimlerinin çoğunluğuna göre nesholmaz.

2- Azaları üzerinde etkisi ister görülsün ister görülmesin Kitap, sünnet, icma ve kıyasla sabit olduğuna ve ona karşılık mükâfat ve cezanın gerektiğine delâlet eden kalbin kesbi (kazancı ve ameli), Yüce Allah'ın şu buyruklarında şu şekilde dile getirilmiştir:

"Allah sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalple­rinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." (Bakara, 2/225); "Çünkü ku­lak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur." (Nisa, 17/36).

3- Arızî vesveseler ile kesin bir kasıt ve köklü bir karar derecesine ulaşma­yan, gelip geçen düşünceler, muhakkik alimlerin dedikleri gibi, ayet-i kerime­nin kapsamına girmemektedir.

4- Takat yetmeyecek şeylerin teklifi, ilâhî hikmete aykırıdır.

5- Mükelleflerin maslahatının değişmesi dolayısıyla hükmün değişmesi anlamındaki neshin manası burada ortaya çıkmamaktadır. Çünkü insanın nef­sinde bulunan şey, zaman ve hallerin değişmesiyle değişikliğe uğramaz, farklı­lık göstermez.

Ashab-ı kiramın ve Tabiînin nesholduğunu söylemelerine gelince, bu, bu gibi kimselerin yüksek mertebelerine ve kemaline uygundur. Çünkü onlar in­sanın içinden geçen vesveselerin de hesaba konu olacağı görüşündedirler ve gü­nahın bütün etkilerinden tertemiz olmayı isterler. İştje bundan dolayı, "İyi kim­selerin hasenatı mukarrebler için günah hükmündedir" denilmiştir. Bu gibi şeylerden çekinmeleri, tam bir şekilde arınmaktan, tam bir olgunluk ve kendi­lerinin eksik olduğuna inanmalarından kaynaklanır. [147]

 

Peygamberlerin Risaletlerine İman Ve Tarata Göre Mükellefiyet

 

285- O Peygamber kendisine Rabbin-den indirilene iman etti, müminler de. Onların her biri Allah'a, O'nun melek­lerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. "Peygamberlerinden hiç bi­rini diğerinden ayırmayız. Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz, senden mağfiret dileriz; dönüş ancak sanadır" dediler.

286- Allah hiç bir kimseye gücünün ye­teceğinden başkasını yüklemez. Ka­zandığı kendisine, yaptığı da aleyhine­dir. Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıy-sak bizi sorguya çekme. Rabbimiz, biz­den öncekilere yüklediğin gibi üzeri­mize ağır yük yükleme. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâ-mız. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.

 

I'râb:

 

"Müminler de" ifadesi ya "peygamber" buyruğuna atfedilmiştir ve "pey­gamber ve müminler de iman etti" denilmiş gibidir; ya da bu buyruk birinci müpteda, "her biri" ikinci müptedadır, "Allah'a ... iman ettik" ifadesi de haber olur. O vakit ifadenin takdiri de şöyle olur: Onların hepsi... Allah'a iman etti. [148]

 

Belagat:

 

Hayır hakkında kullanılan (kesebet= kazandığı) ile şer hakkında kullanı­lan (iktesebet= yaptığı) buyrukları arasında tıbâk vardır. Aynı şekilde "iman et­ti... müminler" buyrukları arasında iştikak bakımından cinas vardır. Yüce Al­lah'ın, "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız" buyruğunda itnâb ve "müminler de" buyruğunda hazf ile îcâz vardır. Onlar da Allah'a, Rasulleri-ne, peygamberlerine iman ettiler, demektir. [149]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O peygamber" Resulullah (s.a.), "kendisine Rabbinden indirilene" Kur"an-ı Kerim'e "iman etti." yani onu tasdik etti. Onlar derler ki: "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız." Risalet ve teşrî bakımından aralarında fark gözetmeyiz. Bu hususta birini diğerinden üstün kabul ederek kimisine iman edip kimisini inkâr etmeyiz. "Dinledik" yani bize verilen emri kabul ve üzerin­de düşünmek üzere işitip dinledik. "Dönüş" öldükten sonra dirilerek gelmek "ancak sanadır."

"Allah kimseye gücünün yeteceğinden" takatinden. Takat herhangi bir zor­luk ve sıkıntı olmaksızın insanın iş yapabilme kapasitesidir, "başkasını yükle-mez."

Hayırdan ve onun sevabı olan şeylerden "kazandığı kendisine", serden ya­ni onun günahından "yaptığı da onun aleyhinedir." Kimse kimsenin günahın­dan dolayı sorumlu tutulmaz ve kimse içindeki vesvese gibi kazanmadığı şey­lerden dolayı da sorumlu tutulmaz. "Unuttuk yahut yanıldıysak" yani kasdî ol­mayarak doğruyu terk edersek bizden öncekileri sorumlu tuttuğun gibi "bizi sorguya çekme." "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme." Bize taşıması ağır gelecek yahut zor gelecek şeyler yükleme. Biz­den öncekilerden kasıt İsrailoğulları'dır. Tevbe için kişinin kendisini öldürmesi, zekât olmak üzere malın dörtte birinin verilmesi, necaset bulaşmış yerin elbi­seden kesilmesi gibi ağır sorumluluklar...

"Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi" yani altından kalkamayacağımız mükellefiyet ve belâları "bizeyükleme." Buna göre güç yetirilen şeylerle mükel­lef tutmak (et-teklîfu bimâ yutak) katlanılabilen ve mutad bir meşakkat ile ol­sa dahi, yerine getirilmesi mümkün olan şeylerle mükellef tutmaktır. Güç yeti-rilemeyen şeylerle mükellef tutmak (et-teklîfu bimâ la-yutâk) ise alışılmadık ve ancak bir güç harcanmadan ve insanın imkân ve gücü çerçevesinde yapılma­sı imkânsız olan mükellefiyetlerdir.

"Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle." Rahmet mağfiret­ten ayrı bir şeydir. "Sensin bizim mevlâmız." Malikimiz, efendimiz ve işlerimi­zin mutlak sahibi sensin.

Müslim'in İbni Abbas'tan rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Bu ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) onu okudu, Allah da her bir (dua) kelime (şi)nin arkasından, "Ben de yaptım" diye buyurdu." [150]

 

Nüzul Sebebi

 

Bundan önceki ayet-i kerimede, "Ayetlerden Çıkan Hükümler" başlığı al­tında Müslim ve Ahmed'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette bu ayetin nü­zul sebebi açıklanmıştır. Müslim ve başkaları da İbni Abbas'tan buna yakın bir rivayette bulunmuşlardır. [151]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah bu sureyi, Kur'an-ı Kerim, müminler, müminlerin kâfir­lerle karşılaştırılması ve özellikle de Yahudilere dair haberlerle başlattı. Arka­sından oruç, hac ve boşama gibi bir çok hükümlere ve sapıklarla tartışmaya dair irşatlarda bulundu. Sure, Allah'ın rasulü Muhammed (s.a.)'in ve müminle­rin semavî kitaplara ve peygamberlere aralarında bir fark gözetmeksizin iman­larından söz ederek sona erdi. Surenin güzel bir şekilde sona ermesi, Yüce Al­lah'ın bu ümmete lütfettiği darlığı ve sıkıntısı bulunmayan, kolay ve müsama­hakâr mükellefiyetler ile imanın ve iman ehli olanların küfre ve onun yardım­cılarına karşı muzaffer kılınacaklarının belirtilmesiyle gerçekleşmiş oldu. El­bette ki onun için kararlarının samimi olması-, ihlâsa sahip olmaları, doğru ol­maları ve şer"î hükümleri de uygulamaları gerekir. [152]

 

Bu İki Ayet-i Kerimenin Fazileti:

 

Sünnet-i Nevebiyyede bu iki ayetin faziletine işaret eden pek çok hadis-i şerif varit olmuştur. Bunlardan birisi Buharî'nin İbni Mes'ud'dan yaptığı şu rivayettir: İbni Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim bir gecede Bakara suresinin sonundaki iki ayeti okursa o iki ayet ona yeter." Müslim bunu Ebu Mes'ud el-Ensarî'den şu lafızla rivayet etmiştir: "Her kim bir gecede Bakara suresinin sonundan bu iki ayeti okursa o iki ayet ona ye­ter."

Bu hadislerden birisini de İmam Ahmed, Ebu Zerr'den rivayet etmektedir. Ebu Zerr dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bakara suresinin son ayetle­ri bana Arş'ın altındaki bir hazineden verildi. Benden önce onlar bir peygambe­re verilmiş değildir." îbni Merdûveyh de Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: "İslâm'ı akletmiş bir kimsenin Ayetü'l-Kürsî ile Bakara suresinin son­larını okumadan uyuyacağını zannetmiyorum. Çünkü bunlar Peygamberimiz (salat ve selâm ona)'e Arşın altındaki bir hazineden verilmiştir."

Bir diğer hadis-i şerifi Müslim, İbni Abbas'tan rivayet etmektedir. İbni Ab-bas dedi ki: Resulullah (s.a.) Cebrail'in de yanında olduğu bir sırada yukarlar-dan bir ses işitti. Cebrail gözünü semaya kaldırdı ve dedi ki: Bu semadaki şim­diye kadar asla açılmamış bir kapıdır. O kapıdan bir melek indi, Resulullah (s.a.)'ın yanına geldi, ona dedi ki: "Senden önce hiç bir peygambere verilmemiş olan ve ancak sana verilen iki nurun müjdesini veriyorum. Bunlar Fâtihatül-Kitâb ile Bakara suresinin sonlarıdır. Bunlardan bir harf okudun mu mutlaka sana verilir (oradaki istekler sana bağışlanır)." [153]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah peygamberinden ve müminlerden inancın esaslarına iman. et­tiklerinden söz edip haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: Allah'ın peygam­beri Muhammed ve onun risaletine iman edenler, Muhammed'in kalbine Rabbi tarafından indirilen itikada dair buyruklara ve hükümlere kat'î bir bilgi ve tam bir itminan ile inandılar, tasdik ettiler. el-Hakim'in Müstedrek'inde rivayet ettiğine göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a nazil olunca, "İman etmesi onun için bir haktır" diye buyurmuştur.

Onların her birisi, Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmadaki hikmetinin eksiksizliğine, Allah ve rasulleri arasında vahiy getirmek ve elçilik yapmak gi­bi bir çok görevleri bulunan meleklerin varlığına, insanları hidayete erdirmek için Allah'ın üzerlerine kitaplar, sahifeler indirmiş olduğu şerefli rasullerine iman etmişlerdir. Hepsi de şöyle derlemimiz ilke itibariyle risalet ve teşri bakı­mından peygamberler arasında fark gözetmeyiz ve onların davetleri birdir. Bu da Allah'ın varlığını, birliğini kabul etmek, ahlâkın üstün değerlerine çağır­maktır. Bundan önceki bir ayet-i kerimede geçen, "İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık." (Bakara, 2/253) buyruğundaki peygamberler arasında fazilet farkına gelince, bu, risalet ve teşriin dışında kalan diğer bir ta­kım meziyetler hakkında söz konusudur. Ayrıca bu buyrukta Muhammed'e iman eden müminlerin, bazı peygamberlere iman edip diğer bir kısmını inkâr eden Kitap Ehl'inden üstün bir fazilete sahip olduklarına da bir işaret vardır.

Müminler dediler ki: Rasul bize vahyi tebliğ etmiştir. Biz onun sözünü üzerinde durup düşünerek, anlayarak, kabul ederek dinledik, verilen emirlere boyun eğerek, bağlanarak itaat ettik. Bütün emir ve yasakların dünya ve ahi-ret mutluluğu için olduğuna inanarak bunu yaptık.

Onlar Yüce Allah'tan, dünyada günahları örtülerek, ahirette de cezaları­nın verilmesini umarak mağfiret dilerler. Adeta, "Bütün işlerimizde tasarruf sahibi sensin, dönüş sanadır, senin huzuruna varılacaktır. Sen bize dilediğini yaparsın" derler. Hz. Cebrail dedi ki: "Muhakkak Allah sana ve ümmetine gü­zel bir şekilde övgüde bulunmuştur. İşte sana isteğin verilecektir." Bunun üze­rine Hz. Peygamber, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayetini okudu ve oradaki dileklerin verilmesini istedi.

Allah kimseye takatinden fazlasını yüklemez. Bu Yüce Allah'ın onlara olan lütuf ve merhametinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "İçinizdekini açıklasınız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" buyruğunda Ashab-ı kiram'm korkup çekindikleri şeyi açıklayan işte bu ayet-i kerimedir. Yani Yüce Allah eğer hesaba çekecek ve soracak olursa, böyle hesaba çeker ve sorar. Fakat O, ancak kulunun def etme ve yapmama imkânı bulduğu şeyler dolayısıyla azap verir. Kulunun savma gücü olmayan vesvese ve nefsî telkinlere gelince, hiç bir kimse bundan mükellef tutulmaz. Şunu bilmek de gerekir ki, kötü vesveseden nefret duymak imandan gelir.

Ağır tekliflerin yapılmayacağına, kolay tekliflerin yapılacağına ise Kur"an-ı Kerim'in bir çok ayetinde işaret edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunla­ra misaldir: Allah size kolaylığı diler, sizin için güçlük dilemez." (Bakara, 2/185); "Ye dinde sizin için herhangi bir zorluk konmamıştır." (Hac, 22/78).

İnsan ruhunun, ağır olmayan ve katlanüabilen teklifin sınırları içerisine giren bir takım amelleri vardır; hayır kabilinden kazançları veya kötülükler­den aleyhine elde ettiklerini gerçekleştirirken yaptığı türden ameller... Buna karşılık hasardan kazançları için sevap vardır. Masiyetlerden elde ettiği serler için de cezalandırılması söz konusudur.

Kötülük kazanmak için "iktisâb" tabirinin kullanılması, kötülük işlemek için insanın kendisini zorlaması, sıkıntıya katlanması, plan kurması, tabiat ve örflerle çatışmasını gerektirdiğindendir. Hayrın kazanılması için fazla bir gay­rete ihtiyaç yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği şey ha­yırdır, hayır işlerine temayülüdür. Hayır işlemekle nefis rahat eder. Hayır işle­mek için korkmaya, tedbirler almaya gerek yoktur. Ruhunu arındıran ve yara­tanın önünde zayıflığını, o büyük imtihan gününde ona muhtaç olduğunu, Al­lah'ın ve insanların önünde korkunç, kapsamlı ve inceden inceye hesabın sıkın­tılarından kurtulma ihtiyacı hisseden insan hayra yönelir.

Daha sonra Yüce Allah kullarına şu duayı yapma irşadında bulunmakta­dır; ayrıca bu duayı kabul edeceğini de onlara garantilemiştir. Bu dua şudur: "Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme!" Yani unutarak bir farzı terk eder yahut bir haram işler veya şer*î yönünü bilmediğimiz için ameli­mizde doğru olanın hangisi olduğunu yanılarak tespit edemezsek, bundan dola­yı bizi cezalandırma! Bunu İbni Mace, Beyhakî, Taberanî ve Hâkim'in Ebu Zerr, İbni Abbas ve Sevbân'dan rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da desteklemektedir: "Muhakkak Yüce Allah ümmetimin yanılmasını, unutma­sını ve yapmak üzere zorlandıkları şeyleri bana bağışlamıştır."

"Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme!" Yani İs-railoğullan gibi bizden önce geçmiş ümmetlere yüklediğin gibi -güç yetirecek olsak dahi- ağır işler yapmayı bize yükleme. Meselâ İsrailoğullan'nın tevbesinin kabulü tevbe eden kimsenin kendini öldürmesi ile oluyordu. Zekât olarak malın dörtte bi­rini vermeleri, necis olduğu vakit elbiseden necasetin bulaştığı yeri kesmeleri is­tenmişti. Resulullah (s.a.)'m risaletinde ise hafifletme, kolaylaştırma, müsamaha ve kolaylık vardır. Çünkü o bütün ümmetlere bağışlanmış rahmet peygamberidir. el-Hatîb ve başkalarının Hz. Cabir'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Ben müsamahakâr, Hanîfdini ile gönderilmiş bulunuyorum."

"Rabbimiz güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Yani altından kalka­mayacağımız sorumluluklarla musibet ve belâlarla bizi yükümlü tutma. Güç yetiremeyeceğimiz fitnelere bizi müptelâ kılma. "Bizi affet!" Senin bildiğin bi­zimle senin arandaki kusur ve yanılmalarımızı affet! "Bize mağfiret buyur!" Bi­zimle senin kulların arasındaki günahları bağışla! Onları kusurlarımıza ve çir­kin amellerimize muttali kılma. "Bize merhamet eyle!" Gelecekte karşılaşacağı­mız hallerde sen tevfikinde bizleri bir diğer günaha düşmekten koru!

Dikkat edilecek olursa, unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulma­mak arkasından affedilmeyi, ağır yükün yükletilmemesi de mağfireti gerekti­rir. Güç yetirilemeyen şeylerin yükletilmemesi de merhameti gerektirir.

"Sensin bizim Mevlâmız!" İşlerimizin maliki ve yardımcımız sensin. Sana güvenip dayandık. Yardımı senden isteriz. Dayanağımız sensin. Bütün güç ve takatimiz ancak seninledir.

"Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et!" Senin dinini reddeden, vahdaniyetini ve peygamberinin risaletini inkâr eden, senden başkasına ibadet eden, seninle birlikte kullarının bir kısmını sana ortak koşanlara karşı bizlere yardım et, bizi onlara karşı muzaffer kıl! Dünya ve ahirette onlara karşı güzel akıbet bizim olsun. Muaz (r.a.) bu sureyi bitirdiğinde "âmin" derdi.

Yüce Allah bu duayı kabul edeceğine dair teminat vermiştir. Müslim'in Sahih'iade Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Allah, (Evet) kabul ettim, diye buyurdu." İbni Abbas'tan da şöyle riva­yet edilmiştir: Resulullah (s.a.) dedi ki: "Allah, 'Bunu yaptım (duanızı kabul et­tim)'diye buyurdu." [154]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- İman parçalanma kabul etmez. Müminin Allah'ın vahiy olarak bildir­diği her şeye iman etmesi gerekir. Müminler Allah'ın bir, ehad, tek ve samed olduğuna, O'ndan başka ilâh, O'nun dışında rab olmadığına iman ederler. Bü­tün peygamberlere, rasullere, semadan Allah'ın rasullerine ve peygamberleri­ne indirilen kitaplara iman ederler, onları tasdik ederler. Peygamberlerden birini diğerinden ayırarak kimine iman edip kimini inkâr etmezler. Aksine onlara göre bütün peygamberler doğru söylemiştir ve iyilik getirmişlerdir. Doğru yoldadırlar, hidayet bulmuşlardır ve insanları hayır yollarına iletenler­dir.

Müminler peygamberlerin kimine iman edip kimisini inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlar gibi değillerdir.

2- İman itaat etmeyi gerektirir. Allah'a iman eden kimse O'nun huzuruna çıkılacağının doğruluğuna inanır, O'nun emirlerini dinler, itaat eder, yasakla­rından kaçınır. Farzları işlemekte kusur etmez, herhangi bir masiyete gömül­mez. Çünkü böylesi bir hareket iman ile çatışır.

3- İslâm kolaylık dinidir. Mükellefiyetlerin, farzların, vaciplerin fazlalığı, buna karşılık mükellefiyetlerin kolaylığı, zor ameller ile mükellef tutmaması gibi özelliklere ve üstünlüklere sahiptir. Takatin üstünde bir mükellefiyet yok­tur. Mükellefiyet güç ve kudret oranındadır. İtaat de takat ölçüsündedir. Yüce Allah bir dereceye kadar zorluk bulunan bazı işleri yapmakla mükellef tutabi­lir; fakat bunlar âdeten güç yetirilebilen ve katlanılabilen zorluklardır. Müslü­manların az oldukları zamanlarda, İslâm'ın ilk dönemlerinde on kâfire karşı tek bir Müslümanın sebat göstermesi, insanın hicret etmesi ve vatanından çık­ması, ailesinden, vatanından, âdetlerinden ayrılması gibi. Ağır gelen zorluklar ve acı veren işler ise bizden kaldırılmıştır. Bizden önceki ümmetlere bunların bir kısmı mükellefiyet olarak verilmiştir. Tevbe dolayısıyla kendilerini öldür­mek ve sidik vb. bulaşmış necasetli yerleri elbiselerinden ve derilerinden kes­mekle mükellef tutulmaları gibi. Hamd Allah'adır, minnet duygularımız O'na-dır, lütuf ve nimet O'ndandır.

Kısacası, Yüce Allah'ın, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden baş­kasını yüklemez" buyruğu Yüce Allah'ın hiç bir kimseye, güç yetiremeyeceği, altından kalkamayacağı şeylerle yükümlü tutmayacağına dair açık bir nastır. Herhangi bir kimseye güç yetiremeyeceği bir teklifte bulunacak olsaydı, Yüce Allah o kimsenin gücü çerçevesinde olmayan şeyleri yapmakla onu mükellef tutmuş olurdu. Bu(nun böyle olmaması) dinin önemli bir esasıdır ve İslâm hü­kümlerinden önemli bir hükümdür.

Bu fiilen vaki olan durum açısından böyledir. Aklen bunun caiz olup olma­masına gelince: Eş'ariler (aklen) güç yetirilemeyenin teklifinin imkânsız olma­dığı görüşündedirler. Şer*an böyle bir şey vuku bulmamış olsa bile bu, aklen mümkündür, derler.

4- Şahsî Mes'uliyet. Yüce Allah'ın, "Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" buyruğuna göre kazandıkları iyilikler insanın lehine, kazandığı kötülükler ise aleyhinedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hiç bir yük yüklenen (nefis) diğerinin yükünü yüklenmez." (En'âm, 6/164); "Her nefis (günahtan) ne kazanırsa ancak kendi aleyhine kazanır." (En'âm, 6/164).

İbni Merdûveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Bakara suresinin sonu ile Ayetül-Kürsî'yi okuduğu vakit gü­ler ve şöyle derdi: "Bunlar Arşın altında Rahman'ın hazinesindendir. Her kim bir kötülük işlerse onun karşılığını görür." (Nisa, 4/123) ile "İnsan için çalıştı­ğından başkası yoktur. Onun çalışmasının karşılığı) görülecektir; sonra da onun karşılığı eksiksiz bir şekilde ona verilecektir." (Necm, 53/39-41). Bunları okuyunca da istircada bulunur (innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) der ve huzur­la boyun eğerdi."

5- "Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" buyruğu kulların fi­illeri hakkında "kesb (mealdeki ifadesiyle kazanmak)" ve "iktisâb (aleyhte ka­zanç)" tabirlerinin kullanılacağını göstermektedir. Ayrıca taş ve ağaç parçası gibi ağır bir şey ile başkasmı öldürenin yahut bir şeyle boğarak veya suda bo­ğarak öldürenin kısas veya diyet ile bu suçunun cezasını çekeceğine delildir.

Ancak bu, bir cinayetin diyetinin âkile (kabile, meslek grubu v.s. yakınları tarafından) ödenmesini öngören Ebu Hanife'nin görüşüne muhaliftir. Ayrıca onun bu görüşü zahire de aykırıdır. Yine bu ayet-i kerime, oğlunu öldüren ba­badan kısasın düşmesinin, cinayette ona ortaklık edenden de cezanın düşmesi­ni gerektirmediğini göstermektedir. Yine Ebu Hanife'ye hilâfen, Malikîlerin gö­rüşüne göre, babanın ortağına da kısas icap eder. Şafiî ve Ebu Hanife'ye hilâ­fen hata yoluyla öldürene ortak olana da kısas düşer. Yine ayet-i kerime bir de­liye kendisini teslim ettiği takdirde âkil ve baliğ kadına haddi uygulamanın va­cip olduğuna da delildir.

6- Unutmak ve yanılmaktan dolayı günahın kaldırılması. Ayet-i kerime unutma ve yanılma hallerinde günahın kaldırıldığının delilidir. Bunlarla alâ­kalı dünyevî hükümlere gelince; doğru olan, vakıalara göre farklılık gösterebi­lecekleridir. Bir kısım hükümler ittifakla kalkmaz; tazminatlar, diyetler, farz namazlar gibi. Bir kısmı da ittifakla düşer; kısas ve küfür sözünü söylemek gi­bi. Üçüncü bir kısım hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Ramazan ayında unu­tarak yemek yiyen yahut unutarak yeminini bozan gibi. Bu kullara dair hü­kümler ile insanlara dair hakların, -Nisa suresinde de açıklanacağı üzere- sa­bit olduğunu göstermektedir. [155]

 

Bakara Suresinde Yer Alan Hükümlerin Özeti:

 

Fustatu'l-Kur'an (Kur'an-ı Kerim'in otağı) adını taşıyan Bakara süresinde­ki en önemli hükümlerin özeti şunlardır:

a) Akaid:

1- Bütün insanların yalnızca Allah'a ibadet etmeye çağırılmaları.

2- Allah ile birlikte eş ve ortaklar edinilmesinin haram kılınması.

3- Vahyin ve Kur'an-ı Kerim'in risalet yoluyla bildirildiğinin ispatı. Kur'an-ı Kerim'in bir suresinin benzerlerini getirmek üzere insanlara meydan okunması.

4- Dinin temeli, Allah'ın tevhid edilmesi, öldükten sonra dirilmenin ispatı ve sapık kâfirlerle bu konuda tartışılması.

b) Fert Amelî Hükümler:

1- Helâl ve temiz olan şeyleri yemenin mubah kılınması.

2- Kısas ve Allah yolunda savaşın meşru kılınmasıyla hayat hakkının ko­runması.

3- Namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak, hac ve umre yapmak gibi İslâm rükünlerine dair hükümler.

4- İslâm'da sosyal dayanışmayı gerçekleştirmek üzere Allah yolunda ma­lın infak edilmesi.

5- İçki, kumar ve faizin haram kılınması.

6- Yetimlerin velayet altına alınması ve günlük hayatta onlarla birlikte ol­mak.

7- Boşama, süt emme, iddet ve nafaka gibi ailevî hükümler.

8- Farz olan vasiyet.

9- Borç belgesinin yazılması, borca dair şahit tutmak, rehin almak, şahitli­ğin gizlenmemesi ve muamelâtta istenen şahitliğin nisabı (şahit sayısı).

10- Emanetin eda edilmesi.

11- Teşrî hususunda yapılması istenen dua şekli. [156]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/9.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/9-10.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/10.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/10-12.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/12-13.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/14.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/14.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/14.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/15.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/15-16.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/17.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/17-18.

[13] Hadisi Nesaî ve îbni Hibbân Sahih'inde Ebu Ümame'den rivayet etmişlerdir.

[14] İbni Kesir, 1/308.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/18-19.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/19.

[16] Zemahşerî 1/291-292.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/19-21.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/21.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/22.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/22.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/22-23.

[22] es-Süddî'den nakledilen rivayette ise Ebu'l-Husayn adında olduğu zikredilmektedir.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/23.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/23-24.

[25] el-Bahru'l-Muhit, IF283.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/24-26.

[27] Kurtubî, III/280.

[28] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/233.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/26-27.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/28.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/28.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/28-29.

[33] el-Bahrul-Muhît, 11/286.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/29.

[34] İbni Kesîr, 1/313.

[35] İbni Kesîr, 1/313.

[36] Kurtubî, III/284.

[37] Prof. Abdülvehhab en-Neccâr, Kasâsul-Enbiya, 81.

[38] Bahru1-Muh.lt, 11/289.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/29-31.

[40] Mübahale: Kelime anlamı lânetleşme demektir. Mübâhalenin ıstılah anlamı ise şudur: Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşen bir topluluğun, bir araya gelip "Allah'ın la­neti aramızdan zalimlerin (haksız olanların) Üzerine olsun" demeleridir.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/31-32.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/33.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/33.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/34.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/34.

[46] es-Süddî dedi ki: Burada duvarların çatıları üstüne çöktüğü kastedilmektedir. Yani önce çatılar çökmüş, sonra da duvarlar çatıların üstüne yıkılmışta. Taberi de bunu tercih etmiştir.

es-Süddî'den başkaları da şunu demiştir: Bunun anlamı şudur: insanları boşalmış fakat on­lar olduğu gibi ayakta duruyordu. Burada "hâviyeh" kelimesinin anlamı hâliyeh (yani boş ve icnha) demektir.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/34-36.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/36-37.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/38.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/38-39.

[51] el-Bahru'l-Muhît, ü/299.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/39.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/39-41.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/42-43.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43.

[56] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp, "Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı ol­maz." demeye koyuldu.

[57] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44.

[59] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44-47.

[61] Hadisin son bölümünü aynı şekilde İbni Merdûveyh, tbni Hibbân ve Müstedreklnde el-Hakîm de rivayet etmiştir.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/47-50.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/51.

[64] Hasan-ı Basrî der ki: Bora (i'sâr) aşın soğuğu olan bir rüzgârdır. İbni Abbas da der ki: Bu aşın samlı bir rüzgârdır. es-Süddî de şöyle der: İ'sâr (bora) rüzgâr ve insanın derisinden içeriye nüfuz eden ateş (sıcak)'tir. İbni Atıyye de der ki: Bu aşın sıcakta da aşın soğukta da görülen bir rüzgârdır. Bütün bunlar cehennemin sıcak yaymasından ve nefes almasından ötürüdür.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/51-52.

[66] İbni Abbas dedi ki: Bunun anlamı "tasdik ederek ve yakîn ile" demektir. Katâde der ki: İçle­rinden ecrini umarak demektir. eş-Şa'bî, es-Süddî ve başkalarına göre ise bunun anlamı, "ya­kîn duyarak" demektir. Yani onlann nefislerinin basiretleri vardır. Bu basiretleri dolayısıyla Yüce Allah'a itaat uğrunda infak üzere onlara sebat verir. Kurtubî der ki: Bu üç görüş diğerle­rinin görüşlerinden daha doğrudur. Kısaca bu kelimenin iki anlamı vardır. Ya Allah'ın sevabı­nı kesin olarak alacağım bilmek ya da nefse iman üzere sebat kazandırmak, Allah yolunda infak için nefsiyle mücahede etmek. Yani nefsi cimrilik hastalığından, mal sevgisinden arındırıp temizlemektir. İkinci anlam daha uygundur. Çünkü orada "Nefislerinden" diye buyur­makta "nefislerine" diye buyurmamaktadır. Ebu Hayyân (el-Bahru'l-Muhît, 11/311) da der ki: Bunun anlamı şudur: Malını Allah rızası için harcayan kimse nefsine kısmen sebat kazan­dırmış olur. Malını da canını da birlikte feda eden kimse ise nefsine tamamıyla sebat veren kimsedir.

[67] İbni Kesîr, 1/319.

[68] Zemahşerî 1/299.

[69] Semûm (sam) yeli sıcak rüzgârdır. Çoğulu semaim gelir.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/52-54.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/55-56.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57.

[74] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.

Muhacirlerin fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş sal­kımları getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57-58.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58-59.

[78] el-Bahru'l-Muhît, 11/316.

[79] el-Bezzâr bu hadisi, "Çocuklarınız Allah'ın size bağışı cümlesindendir. Onların kazançla­rından yiyiniz." şeklinde rivayet etmiştir.

[80] Hadisi Müslim dışında Kütüb-i Sitte sahipleri ve Ahmed b. Hanbel İbni Ömer'den rivayet etmişlerdir.

[81] Gümüş nisabı iki yüz dirhemdir. Bir dirhem 2,975 gramdır. 5 vesk 653 kilograma muadil­dir.

[82] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/458; İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/235 vd.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/59-60.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/61.

[85] el-Bahru'l-Muhît, 11/320.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/61-62.

[87] Bu hadisi Tirmizî de böylece rivayet etmiş ve "Hasen-gariptir" demiştir. Nesâi ve İbni Hibbân da Sahih'inde rivayet etmiştir.

[88] Hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/62-63.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/63-64.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65.

[94] İbni Kesir, 1/323.

[95] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.

[96] Bu hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66-67.

[99] Hadisi Kütüb-i Süte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/67-69.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/70.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/70.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71.

[104] Kurtubî, III/337.

[105] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı. Medine'de herhangi bir mesken ve ak­rabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır, geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çe­kirdeği ayıklarlar ve Resulullah (s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan kimse akşam olunca onlara getirirdi.

[106] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71-72.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73.

[109] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.

[110] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan fe­raset sahibi olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73-76.

[112] Hadisi Ahmed, Ebu Davud, hasen olduğunu belirterek, Tirmizî ve İbni Mace Enes b. Ma­lik (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir.

[113] Kadı Iyâd der ki: Bunun kıyamet gününde Allah nezdinde yüzü olmayacak şekilde değer­siz ve zelil olarak geleceği söylendiği gibi, yüzü üzere geleceği de söylenmiştir. Yüzsüzlük edip dilendiğinden dolayı ona ceza olmak üzere yüzü üzerinde herhangi bir et olmaksızın yüzü kemik olarak yaratılacaktır.

[114] Ahmed ve Ebu Davud'da yer alan el-Huseyn b. Ali'den gelen, "At üzerinde gelse dahi di­lencinin bir hakkı vardır" hadisi hem mürseldir, hem de senedinde meçhul bir ravi vardır.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/76-78.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/80.

[117] Bu hadisi Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace, İbni Mes'ud'dan, "Allah faiz yiyene, yedirene, şahidine ve kâtibine lanet etmiştir." lafzıyla rivayet etmişlerdir.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/80-81.

[119] Yani alacaklılar Sakîf oğullarından Amr oğulları idiler, (bkz. d-Bahrul-Muhtt, 11/339).

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/81-82.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/82.

[122] el-Bahru1-Muh.lt, 11/335.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/82-86.

[124] Kurtubî der ki: Bununla Yüce Allah bizim için haram kılma hükmünü verdiği şer*î faizi kastetmemekte, haram olan malı kastetmektedir. Nitekim Yüce Allah, "... Haramı çokça yerler..." (Maide, 5/42) buyurmaktadır. Yani faiz olsun, Yahudi olmayanlara ait mallardan yemeyi helâl kabul ettikleri mallardan olsun, bütün haram mallar demektir.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/87-88.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/88-92.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/92-95.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/97.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/97.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/97-99.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/99-100.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/100-101.

[133] el-Bahru'l-Muhît, 11/347.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/102-107.

[135] Selem, malın peşin karşılığında vade ile satılması için yapılan alışveriştir. Buna "selef adı da verilir. Şu kadar var ki "selem" adı bu alışverişin özel adıdır. Selef ise aynı şekilde karz hakkında da kullanılır.

[136] Hadisi Buhari, Müslim ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[137] Buharî dışında Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Âhmed, İbni Abbas'tan rivayet etmişler­dir. 2- Hadisi Müslim, Zeyd'den rivayet etmiştir.

[138] Galaku'r-rehn (rehnin alıkonulması): Rehin bırakan eğer borcunu tayin edilen vakitte ödemeyecek olursa rehin alanın (mürtehinin) rehne malik olması cahiliye dönemi uygulama­larından idi. İslâm bunu iptal etti.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/107-114.

[140] Dikkat edilecek olursa "şahitlik" kelimesi iki ayet-i kerimede sekiz defa, "yazma" kelimesi de on defa tekrarlanmış bulunmaktadır.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/114-115.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/116.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/116.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/116-117.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/117.

[146] Bunlar İmam Ali, İbni Ömer, İbni Mes'ud, Ka'b el-Ahbâr, eş-Şa'bî, en-Nehaî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Katâde ve Ashâb ve Tabiînden daha başka kimse­lerdir.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/117-119.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/120.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/120.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/121.

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/121.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/122.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/122.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/122-125.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/125-127.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/127.