Peygamberlerin Dereceleri Ve Onlara Tabı Olmak
Bakımından İnsanların Durumları
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Dinde Zorlaca Yoktur, İmana İleten Allah'tır
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İbrahim (A.S)'In Gözleriyle Görme Arzusu
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Rızası İçin Veya Başka Bir Maksatla İnfak
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Şeytanın Fakirlikle Korkutması Ve Kur'an-I Kerimin
Sağlıklı Bir Şekilde Anlaşılması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Faiz, Fert Ve Topluma Zararları
Faizin Haram Kılınma Aşamaları:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Vadeli Borcun Yazarak Yahut Şahitlikle Veya Rehin İle
Belgelendirilmesi (Tevsiki)
Şahitliği Kabul ve Reddedilenler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Deyn (Borç) Ayeti İle İlgili Genel İzlenimler:
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamberlerin Risaletlerine İman Ve Tarata Göre
Mükellefiyet
Bu İki Ayet-i Kerimenin Fazileti:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bakara Suresinde Yer Alan Hükümlerin Özeti:
253-
İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan
kimisiyle söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya
da açık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah
dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi iman
etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.
Fakat Allah dilediğini yapar.
"Bu
peygamberler..." Burada (Arapça'da) uzak için kullanılan işaret zamiri
peygamberlerin kemal ve derecelerinin yüksek olduğundan dolayı zikredilmiştir.
"Allah
onlardan kimisi ile söyleşmiş" Belagatta buna taksim (bölümleme) adı
verilir. Bu buyruk, üstün kılmaya dair tafsil (kategorilere ayırma)dir. Ayrıca
"iman etti" ile "kâfir oldu" ifadeleri arasında tıbâk
sanatı vardır.
"Eğer Allah
dileseydi" ifadesi ayet-i kerimede iki defa tekrarlanmaktadır. Buna
maksadın tekit edilmesi için yapılan "itnâb" adı verilir.
[1]
"Bazısını"
başkasının sahip olmadığı bir menkıbeyi özel olarak ona vermek suretiyle
"bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile" Hz. Musa gibi
"söyleşmiş, kimisini de" Muhammed (s.a.)'in davetinin herkese genel
olması, âlemlere rahmet olması, peygamberlerin sonuncusu olması, ümmetinin sair
ümmetlerden üstün kılınması, pek çok mucizeler ve oldukça fazla özelliklerle
başkalarına onu "derecelerleyükseltmiştir."
"Açık
deliller" Hz. İsa'nın risaletine delâlet eden apaçık belgeler, "ve
onu Ruhu'l-Kudüs" nereye giderse onunla birlikte giden Hz. Cebrail
"ile destekledik," gücüne güç kattık. "Eğer Allah" mecbur
edici bir şekilde "dileseydi onlardan" yani peygamberlerden
"sonra gelenler" ümmetler "kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. ...onlardan kimi iman etti"
imanı üzere sebat gösterdi, "kimi de kâfir oldu." Hz. Mesih'ten sonra
Hristiyan-lar, Hz. Musa'dan sonra Yahudiler gibi. Küfür ise imanın zıddıdır.
Aynı zamanda nimetin inkâr edilmesi demektir. Bu ise şükrün zıddıdır.
"Fakat
Allah dilediğini yapar." Dilediğine başarı verir, dilediğini de yardımsız
bırakır.
[2]
Şanı
Yüce Allah Tâlût, Câlût ve Hz. Davud kıssasını zikrettikten sonra "Bunlar
Allah'ın ayetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz. Muhakkak sen gönderilmiş
peygamberlerdensin." diye buyurdu. Bu kıssalar vasıtasıyla Muham-med'in de
kendilerine apaçık vahiy gelen geçmişteki peygamberler gibi birisi olduğuna
dair delili ortaya koymak istedi. Çünkü bu kıssalar geçmişte yaşamış
toplumların halleri ile alâkalıdır.
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde peygamberlerin derece derece olduğunu söz konusu
etmektedir. Allah onların kimini kiminden başkalarında olmayan bir takım
meziyet ve mertebelerle ayrıcalıklı kılmıştır. İnsanlar ise peygamberlere uyma
hususunda genel olarak ya mümindirler ya kâfir, ya barış yapanlar arasında ya
da savaşanlar arasındadırlar. Bu ise Allah'ın kaza ve kaderi olup Rabbânî bir
hikmet dolayısıyla böyle olur.
[3]
Bundan
önceki ayet-i kerimede, "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin."
diye kendilerine işaret edilen peygamberler, kemal bakımından ayrı ayrı
mertebededirler. Allah onların bazısını başkasında olmayan bir takım üstünlükler,
özellikler ve övünülecek üstün konumlar dolayısıyla diğer bir kısmına üstün
kılmıştır. Bununla birlikte ilâhî risaleti tebliğ ve insanları dünya ve ahiret
mutluluğuna iletmek amacıyla seçilmiş olmak bakımından hepsi birbirine
eşittir.
Bu
şekilde bir kısmının diğer bir kısmına üstün kılınmaları bir başka ayet-i
kerimede de söz konusu edilmiştir ki, bu ayet-i kerime şöyledir: "Andolsun
ki biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u
verdik." (İsra, 17/5). Burada da şöyle buyurulmaktadır: "İşte biz bu
peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile
söyleşmiş..."
Bu
peygamberlerden kimisiyle Allah aracısız olarak doğrudan doğruya konuşmuştur.
Bu da Hz. Musa'dır: "Allah Musa ile konuşmuştur." (Nisa, 4/164);
'"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca..."
(A'raf, 7/143) Bu bakımdan Hz. Musa'ya (Allah ile konuşan anlamında) Kelîmullah
adı verilmiştir.
Peygamberlerden
kimisini Yüce Allah şeref ve mertebeleriyle başkaların-dan üstün kılmıştır.
Burada kasıt Taberî'nin Mücahid'den rivayetine göre Mu-hammed (s.a.)'dir.
Ayetlerin akışı da bunu desteklemektedir.
Hz.
Peygamberin sözünü ettiğimiz bir takım vasıflan olduğu gibi, başka bir takım
üstün yönleri daha vardır. Bunlardan birisi İsra ve Miraç gecesinde
peygamberleri semavatta Allah katındaki farklı konumlarına uygun olarak
görmesidir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk
üzeresin." (Kalem, 68/4) buyruğunda olduğu gibi üstün ve yüce bir ahlâka
sahip olması, yine Yüce Allah'ın, "Muhakkak Zikri (Kur'an'ı) bizler
indirdik ve şüphesiz onu koruyacak olanlar da bizleriz." (Hicr, 15/9)
buyruğunda olduğu gibi kıyamet gününe kadar ebedî Kur'an-ı Kerim ile
desteklenmesi de bunlar arasındadır. Nitekim şu ayet Kur'an-ı Kerim'in fazileti
hakkındadır: "Gerçekten bu Kur"an en doğru olana hidayet
eder..." (İsra, 17/9) Ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılınması da
bunlardandır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.
İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve siz Allah'a da iman
edersiniz." (Al-i İmran, 3/110).
Ümmetinin
sair ümmetler arasında vasat, adaletli ve diğer ümmetlere karşı şahitlik edecek
ümmet haline getirilmiş olması da bunlardandır: "Böylece sizi vasat bir
ümmet kıldık. Bütün ümmetlere karşı şahitler olasınız diye..." (Bakara,
2/143). Eğer Hz. Peygambere mucize ve özellik olarak yalnızca Kur'an-ı Kerim
verilmiş olsaydı, sair peygamberlere karşı üstünlük olarak bu dahi yeterdi.
Çünkü Kur'an-ı Kerim çağlar boyunca ebediyyen kalacak olan bir mucizedir.
Buharî Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Benzerini
görerek insanlığın imana gelecekleri bir takım mucizeler verilmemiş hiç bir
peygamber yoktur. Bana verilen ise Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. Bu
bakımdan kıyamet günü peygamberler arasında uyanları en çok olan kişi olacağımı
ümit ederim."
Müslim
ve Tirmizî de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Sair peygamberlerden altı özellik bakımından üstün kılındım: Bana özlü
sözler verildi. (Düşmanın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum.
Bana ganimetler helâl kılındı. Yer de benim için hem temizlenme aracı hem de
mescit kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve ben
peygamberlerin sonuncusu kılındım."
Yüce
Allah Meryem oğlu İsa (a.s.)'ya da apaçık deliller vermiş bulunmaktadır.
Bunlar ise hak ile batılı birbirinden ayırd eden apaçık ayetler (mucizelerdir:
Beşikte iken konuşması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma olan körü ve alacalıyı
Allah'ın izni ve iradesi ile diriltmesi, Ruhu'l-Kudüs ile desteklenmesi gibi.
Bunlar ise onun peygamberliğini inkâr eden, onu tenkit eden Yahudileri zillete
düşürmek, eziyetlerine karşı peygamberini korumak ve Allah tarafından apaçık
ayetlerle desteklenen bir beşer olduğunu, Hristiyanların iddia ettikleri gibi
bir ilâh olmadığını açıklayıp Hz. İsa'nın gerçek kimliğinin belirtilmesi
içindir. Çünkü Hz. İsa hakkında insanların kimisi aşırıya kaçmış, kimisi de
oldukça kusurlu bir tutum takınmıştı.
Şayet
Allah dilemiş olsaydı, peygamberlerden sonra gelenler, kendilerine
peygamberler
apaçık delillerle, onlara tabi olmayı gerektiren hakka delâlet eden mucizelerle
geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı. Allah savaşmamaları için onları
peygamberlere tabi olmak ve Rablerinden gelen hakkı kabul etmek hususunda
ittifak etmelerini istemiştir. Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu akıl
ile onların düşünmelerini, tetkik ve idrak özgürlüğüne sahip kılarak da kendi
istekleriyle hayır ve mutluluk yolunu seçmelerini dilemiştir. Fakat onlar
sağlıklı bir şekilde düşünmediler. Dini kabul hususunda apaçık ve büyük bir
anlaşmazlığa düştüler. Kimileri rasullerin getirdiklerine iman etti, kimileri
de peygamberliklerini inkâr edip kâfir oldu. Yahudiler dinlerinde anlaşmazlığa
düştüler, birbirlerini öldürdüler. Hristiyanlar da aynı şekilde anlaşmazlığa
düşüp çeşitli fırkalara ayrıldılar. Hem Yahudilikte hem de Hristiyan-lıkta pek
çok fırkalar ortaya çıktı. Her bir kesim diğerini dinin dışına çıkmakla itham
etti. Aynı anlaşmazlıklar Müslümanlar arasında da meydana geldi. He-va ve heves
fırtınalarına kapıldıkları, menfaatler yüzünden tefrikaya düştükleri zamanlar
görüldü ve çok geçmeden aralarında şiddetli çarpışmalar baş gösterdi.
Eğilimlerinin,
maslahat ve nevalarının farklı olmasına rağmen, şayet Allah dilemiş olsaydı
aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen yine savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini
yapar, dilediği hükmü koyar. Bütün bunlar, Allah'ın kaza ve kaderi gereği
cereyan eder. O bakımdan gösterilen tepkiler farklı farklı olmuştur. Ya sözle
kusurlarını sayıp dökerek, tenkitle sayıp söverek düşmanlık gösterilmiştir
yahut da sonunda kılıcın hakemliğine baş vurulmuş, kanlar dökülmüştür. Şanı
Yüce Allah, "Eğer Allah dileseydi... birbirlerini öldürmezlerdi."
buyruğunu tekit için tekrarlamış bulunmaktadır.
Allah
her şeye kadir olandır. Eğer bazı kullarına muvaffakiyet vermek dilerse O'na
iman eder, O'na itaat ederler. Diğer bir kısımım da yardımsız bırakmak isterse
onlar da inkâr eder ve Allah'a karşı gelirler. Buna göre yardımsız bırakmak ve
korumak Allah'ın fiil ve iradesindendir.
[4]
Ayet-i
kerime, peygamberlerin hallerinin, özelliklerinin, kerametlerinin, ilâhî
lütuflarının ve birbirinden farklı mucizelerinin fazlalığı bakımından aralarında
fazilet farkı olduğuna delildir. Bizatihi peygamberlikte ise bir fazilet farkı
söz konusu değildir. Peygamberlik, tebliğ, hedef ve gayenin birliği bakımından
hepsi eşittir. Aralarındaki fazilet bunlardan ayrı, daha başka bir takım
hususlar dolayısıyladır. O bakımdan bu peygamberlerin kimisi Ulu'1-azm olan
rasullerdir, kimisi Allah'ın Halilidir, kimisi ile Allah konuşmuştur, kimisini
de Allah diğerlerinden derecelerle yükseltmiştir. Rasuller nebilerden daha
faziletlidir. Belli bir şeriat ile gönderilen ve bunu tebliğ etmekle
görevlendirilen, tebliğ etmekle emrolunmayanlardan daha faziletlidir. Rasuller
arasından Ulu'l-azm olan Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (hepsine selâm
olsun) diğer rasullerden daha faziletlidirler. Muhammed (s.a.) de mutlak
olarak bütün peygamberlerden daha faziletlidir. Çünkü onun peygamberliği bütün
insanlara gönderilmiş genel bir risalettir. Ayrıca O, cinlerin de
peygamberidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak bütün
insanlara peygamber gönderdik." (Sebe, 34/28). Diğer taraftan Hz. Muhammed
(s.a.)'in risaleti, Allah'ın ebedî ve sonuncusu olan ve kıyamet gününe kadar
korumasını garantilediği şerefli Kur"an-ı Kerim ile taçlandı. Bundan başka
az önce sözünü ettiğimiz diğer sebepler dolayısıyla o bütün peygamberlerden ve
rasullerden daha üstündür. Bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani biz peygamberlerden ahitle-rini almıştık. Senden de Nuh'tan
da..." (Ahzab, 33/7). Önce genel olarak bütün peygamberlerden ahit
aldığını belirttikten sonra özel olarak da ahit aldığı kimselerin
zikredilmesine (Muhammed'in adı anılarak) başlanmıştır. Peygamber (s.a.) de
Müslim ve Ebu Davud'un yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben
kıyamet gününde Adem oğullarının efendisiyim." Hz. Peygamberin, "Benim
Musa'dan hayırlı olduğumu söylemeyiniz" veya "Kimse benim Metta'nın
oğlu Yunus'tan hayırlı olduğumu söylemesin" buyrukları ise tevazu yoluyla
söylenmiş ifadelerdir.
Bu
açıklamalar (fazilet farkı) ashab-ı kiram hakkında da söylenebilir (Allah
hepsinden razı olsun). Onlar da ashap olmakta ortaktırlar. Fakat Yüce Allah'ın
kendilerine bağışlamış olduğu kabiliyet ve özellikler sebebiyle farklı faziletlere
sahiptirler. O bakımdan övülmeye değer özellikleri bakımından aralarında fark
vardır. Bununla birlikte ashaptan olmak, adil olmak, övgüye maz-har olmak
hepsini kuşatıcıdır. Kur'an-ı Kerim buna Yüce Allah'ın şu buyrukları ile
işaret etmektedir: "Muhammed Allah'ın rasulüdür. Onunla birlikte olanlar
da kâfirlere karşı çetindirler. Kendi aralarında da merhametlidirler."
(Fetih, 48/29); "Onlara takva sözü üzere sebat verdi. Onlar zaten buna
lâyık ve ehil idiler." (Fetih, 48/26); "Sizden fetihten önce infak
edip savaşanlar bir olmaz..." (Hadid, 57/10); "Andolsun ki ağacın
altında sana biat ederlerken Allah müminlerden razı olmuştur." (Fetih,
48/18). Yüce Allah burada genel özelliklerden de söz etmiş, özel bir takım
hallerden de. Bununla birlikte eksiklik ve tenkit edilecek hususları da
onlardan nefyetmiş, hepsine birlikte el-Hüsnâ'yı (cenneti) va-ad etmiştir.
Peygamberlerden
sonra insanlar arasında görülen anlaşmazlık ve çarpışmalara gelince, bunların
hepsi bir kaza, bir kader ve Yüce Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Allah bundan
farklısını dilemiş olsaydı öyle olacaktı, fakat dilediği bu fiildeki hikmetin
sırrının ne olduğunu da yalnız kendisi bilir.
[5]
254-
Ey iman edenler! Alışverişin, dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmezden
önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimlerin ta
kendileridir.
"Kâfirler
ise zalimlerin ta kendileridir" buyruğu, haberinde hasredilmiş bir
müptedadır. Yani sözü geçen nitelik, nitelenene hasredilmiştir. Bu, isim
cümlesi ve fasl zamiri (ta kendileri)'nde tekit edilmiştir. Yani o gün Allah'ın
huzuruna kâfir olarak varandan daha zalim bir kimse olmayacaktır. İbni Ebi Hatim,
Atâ b. Dinar'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kâfirler zalimlerin
ta kendileridir" diye buyurup da "Zalimler kâfirlerin ta
kendileridir" diye buyur-mayan Allah'a hamdolsun. Yani o takdirde her zalim
kâfir olurdu. İnsanlar arasında zulüm ise ne kadar çoktur!
[6]
"Alış
verişin" Alışveriş (bey'), aslında değişim veya mübadele türlerinden
herhangi birisiyle kazanç sağlamaktır. Burada kasıt ise fidyeleşmektir. Kusurlu
olan kimse böyle bir fidye ödeyerek kusurunu telâfi edemeyecektir,
"dostluk" yani fayda verecek bir arkadaşlık ve bir sevgi
olmayacaktır, "ve şefaatin de olmayacağı" Kıyamet gününde Allah'tan
izinsiz şefaat olmaz, "birgün" hesap günü "gelmezden önce size
verdiğimiz rızıklardan infak edin."
Allah'ı
yahut üzerlerine farz kıldığı şeyleri inkâr eden "kâfirler..."den kasıt,
Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre zekâtı terk edenlerdir. Çünkü infak emri burada
farz olan infak olup terk edilmesi dolayısıyla hemen akabinde tehdit vardır. Bu
ise zekâtı terk edenlerin zalim olacaklarıdır. Nitekim Zamahşerî de böyle
demiştir. Zalimler ise Allah'ın emrini inkâr eden veya mallarını meşru yerden
başka alanlarda harcayanlardır.
[7]
Bundan
önceki ayetler can ile cihadı teşvik etmiştir. Bu ayet-i kerime de mal ile
cihada ve onu hayır yollarında infaka teşvik etmektedir. Böylelikle insanlar
Rableri nezdinde bunun sevabını elde etsinler ve bu dünya hayatında iken bu
konuda acele edip ellerini çabuk tutsunlar.
[8]
Allah,
gerçek iman niteliğine sahip olan müminlere Allah yolunda infak etmeleri emrini
vermektedir. Bu ise -İbni Cüreyc ve Said b. Cübeyr'in görüşüne göre- farz olan
zekâtı da nafile veya müstahap olan infakı da kapsamaktadır. İbni Atıyye der
ki: Bu doğrudur. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler savaştan, Allah'ın
müminler vasıtasıyla kâfirleri bertaraf ettiğinden söz etmesi dolayısıyla bu
teşvikin Allah yolunda infak için olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaktadır.
Bunu ise ayetin sonunda yer alan, "Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir."
buyruğu pekiştirmektedir. Yani siz kâfirlerle, canınızla savaşarak, mallarınızı
da o yolda infak ederek mücadele ediniz.
Yüce
Allah'ın, "size verdiğimiz rızıktan" buyruğu infaka teşviki daha da
pekiştirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın kullarına verdiği rızkın bir kısmından
başkasını istemediğinin delilidir.
Yine
buradaki emir şu hususla da pekiştirilmektedir: Öyle bir gün gelecektir ki bu
günde insan pişman olacak, fakat pişmanlığının faydasını görmeyecektir. O gün
amellerinin karşılığını görme, hesaba çekilme, sevap ve ceza günüdür. O günde
herhangi bir bedel veya fidyenin, dostluk ya da sevginin, şefaat yahut soy
sopun hiç bir faydası yoktur. O gün öyle bir gündür ki ahiretteki ölçülerin
dünya ölçülerinden farklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bir diğer ayet-i kerime de
bunun benzeri bir gerçeği dile getirmektedir: "Bir de öyle bir günden
korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda veremez. Ondan herhangi bir şefaat da
kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez."
(Bakara, 2/48).
Kâfirler
ise -ki bunlar ya Allah'ı inkâr eden herkes ya da zekâtı terk eden kimselerdir-
bizzat kendilerine zulmeden kimselerdir. Yani bunlara karşı canla, malla
savaşılır. Bunlar (zekâtı vermeyenler) malı gerekenden başka yerlerde
harcarlar. Allah'ın onları "kâfirler" diye adlandırması bir tehdit ve
işledikleri suçun ağırlığını ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "... kim de kâfir olursa muhakkak Allah âlemlere muhtaç
olmayandır." (Âl-i İmran, 3/97). Ayrıca zekâtı terk etmenin kâfirlerin
niteliklerinden olduğu intibaını da vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Zekâtı vermeyen o müşriklerin vay haline!"
(Fussilet, 41/6-7). Atâ b. Dinar yukarıda da geçen ifadesinde şöyle demiştir:
"Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" diye buyurup da
"Zalimler kâfirlerin ta kendileridir" buyurmayan Allah'a
hamdolsun."
[9]
İster
farz olan zekât yoluyla olsun, ister mendup olan sadaka ve nafile in-faklar
yoluyla olsun, ayet-i kerime çeşitli hayır yollarında malın infak edilmesini
emretmektedir. Bütün bu infaklann kıyamet gününde sevabı pek büyük olacaktır.
Bu infak ile ümmet fertleri arasında dayanışma ve yardımlaşma gerçekleştirilir.
Hatta ümmetin izzetini, konumunu, heybetini koruma; gasbedilmiş haklarını geri
almak, şerefini, korunması gereken değerlerini, yurdunu muhafaza etmek için
izlenmesi gereken yol budur. İnfak edebilecek gücü olmakla birlikte bu hususta
kusurlu davrananlar ümmetin parçalanmasına ve zelil kılınmasına sebep olmuş
olurlar. Çünkü ümmetin diğer fertleri arasında korkutucu üç durum yani
hastalık, fakirlik ve bilgisizlik baş gösterecek olursa, bizzat zenginlerin de
kalmaları ve hayatlarının devamı söz konusu olmaz. İbni Atıyye der ki: Bu ayetin
zahiri her bir hayır yolu; akrabalık bağını gözetmek gibi bütün hayırlı
yolları kastetmektedir. Fakat bundan önce geçen ayet-i kerimeler savaşmaya
dairdir. Allah'ın müminleri kâfirlerle bertaraf edeceğini bildirmektedir. O
bakımdan bu buyrukta yer alan teşvikin Allah yolundaki infak ile ilgili olduğu
ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca bunu ayet-i kerimenin sonunda yer alan,
"Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir" buyruğu pekiştirmektedir.
Yani o halde canınızla savaşarak, malınızı da infak ederek kâfirlerle mücadele
ediniz, demek olur
[10]
255-
Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır,
Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi yalnız O'nundur. O'nun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat
edebilir? O önle-rindekini de arkalarmdakini de bilir. O'nun ilminden
kendisinin dilediğinden başka biç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kûrsisi
gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir,
Azîm'dir.
Bu
ayet-i kerimede, Yüce Allah'ın isimlerinin en güzeli ile başlandığı için hüsnü
iftitah (güzel başlangıç) söz konusudur. Bu ayet-i kerimede on sekiz yerde
Allah'ın ismi ya zahiren veya zamir olarak tekrar edilmektedir. Sıfatların
tekrar edilmesi ve atıf harfi ile bağlamaksızın cümleleri birbirinden kesmesi
suretiyle oluşmuş itnâb sanatı vardır. Çünkü hepsi beyan hükmündedir. Ayrıca,
"Önlerindekini de arkalanndakini de" buyruğunda tibâk sanatı vardır,
el-Bahru'l-Muhlt adlı eserinde (11/281) Ebu Hayyân böyle söylemektedir.
Ahmed
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) de Allah'ın adının geçtiği on yedi yeri
saymaktadır. Zahir olan ise on altı tanedir. Bunlar Allah, O, Hayy, Kay-yum,
"Onu" kelimesindeki zamir, "O'nundur"daki zamir,
"nezdinde" kelimesindeki zamir, "O'nun izni" ifadesindeki
zamir, "bilir" buyruğundaki zamir, "O'nun ilmi"
buyruğundaki zamir, "O'nun Kürsisi" buyruğundaki zamir, "O'na
ağır gelmez" buyruğundaki zamir, "O", "Aliyy ve
Azîm". Gizli olan ise, "Onları koruması" buyruğunun ihtiva
ettiği zamirdir. Çünkü bu mefule izafe edilmiş bir zamirdir. Bunun da bir
faili gerekir ki o da Allah'tır (el-Keşşaf Haşiyesi, 1/292).
[11]
Allah,
hak ile kendisine ibadet edilen yüce zattır. İbadet ise ruhun Allah'a köle
edilmesi, bilgisi ile kuşatamadığı ve hakikatini idrak edemediği gaybî bir
otoriteye ruhunun boyun eğmesini sağlamaklar.
"Ondan
başka ilâh" yani varlık âleminde Allah'tan başka hak ile mabud
"yoktur. Hayy'dır." O, baki ve daimdir; yani hayat sahibidir. Hayat
sıfatı, ilim, irade ve kudret ile tavsif edilmesini gerektiren Yüce Allah'ın
bir sıfatıdır. "Kayyum'dur." Ecelleri, amelleri, nzıkları,
korunmaları, riayet edilmeleri bakımından mahlûkatınm işlerini görüp
gözetendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her nefsin bütün
kazandıklarını gözetleyici olan, (onların putları) gibi midir?" (Ra'd,
13/33) "O'nu ne bir uyuklama" uyku öncesi dalgınlık "alır"
galip gelir, kuşatır "ne de bir uyku." Uyku canlılara ait bir haldir.
Bu halde iken canlıların zahiri duyuları duymaz ve fark etmez olur.
"Onun
Kürsisi", ilâhi ilmi demektir. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." (Mümin,
40/7). Diğer taraftan Kürsi'nin aslı ilim demektir. O bakımdan ilim adamlarına
(kürsüler anlamına), kerâsî de denilir. Çünkü onlara güvenilir. Bundan kastın
Allah'ın azameti olduğu da söylenmiştir. Yoksa ortada cismen kürsi diye bir şey
yoktur. Oturmak ve oturan da söz konusu değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki arz bütünüyle
kıyamet gününde O'nun bir kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliyle durulmuştur."
(Zümer, 39/67). Kürsi'den kastın, O'nun mülkü olduğu da söylenmiştir. Hasan-ı
Basrî de der ki: Kürsi, arşın kendisidir. İbni Kesir de Tefsirinde (I, 310)
şöyle demektedir: "Doğru olan Kürsi'nin Arştan farklı olduğudur ve Arş,
Kürsi'den büyüktür. Nitekim rivayetler ve haberler buna delâlet
etmektedir."
"O'na
ağır gelmez." Gökleri, yeri ve onlarda bulunanları koruması Allah'a zor ve
ağır değüdir. Aksine bütün bunlar O'nun için pek kolaydır. Her nefsin
kazandığını görüp gözeten, her şeyi kontrol eden O'dur. Ganî'dir, Hamîd'dir, dilediğini
yapar. Her şey üzerinde mutlak güç sahibidir. O'ndan başka ilâh, O'nun dışında
bir rab yoktur. "O Aliyy'dir." Benzeri olmayan, eşi olmayan yücedir.
Güç, kahır ve galibiyetiyle mahlûkatınm üstündedir. "Azîm'dir."
Kendisinden daha büyük olmayan en büyüktür. "O Aliyy'dir, Azim'dir"
buyruğu, "O, el-Kebirül-Müteâl (büyük ve en yüce)dir." (Ra'd, 13/9)
buyruğunu andırmaktadır.
[12]
Ayetül-Kürsi,
Kur'an-ı Kerim ayetlerinin başı ve en büyüğüdür. Resulullah (s.a.)'tan Allah'ın
kitabındaki en faziletli ayetin bu olduğuna dair sahih hadis vardır. Yine bu
hadise göre Allah'ın ism-i azamı da bu ayettedir. Ebu Bekr Mer-dûveyh senedini
kaydederek Ebu Ümame'den Resulullah (s.a.)'a merfu olarak şöyle dediğini
kaydetmektedir: "Kendisi zikredilerek dua edildiğinde duaları kabul
ettiği Allah'ın ism-i azamı üç surededir: Bakara, Âl-i îmran ve Tâ-Hâ." Dımaşk
hatibi Hişam b. Amr der ki: Bunlar Bakara suresinde, "Allah; Ondan başka
ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyum'dur", Âl-i İmran suresinde, "Elif, Lâm,
Mim. Allah; O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyum'dur", Tâ-Hâ
suresinde de, "Yüzler Hayy ve Kayyûm olana zillet ile varırlar."
(20/111) buyruklarıdır.
Surenin
faziletine dair daha başka pek çok hadis-i şerif varit olmuştur. Bunlardan
birisi şöyledir: "Sözün en üstünü Kur'an, Kur'an'ın en üstünü Bakara,
Bakara'nm en üstünü Ayetü'l-Kürsi'dir." Bir diğer hadis: "Kim her
namazın akabinde Ayetü'l-Kürsi'yi okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celâl
ve ikram sahibi olan Allah olur. Şehit düşünceye kadar Allah'ın peygamberleri
ile birlikte savaşanlar gibi olur." Bir diğeri: "Farz olan her bir
namazın akabinde Aye-tü'l-Kürsi'yi okuyan kimsenin cennete girmesini engelleyen
tek şey ölümdür."
[13] Ali
(r.a.)'nin de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ben Peygamberimizi
(salat ve selâm ona) minberin tahtaları üzerinde şöyle buyururken dinledim:
"Her bir namazın akabinde Ayetü'l-Kürsi'yi okuyanın cennete girmesini
engelleyen tek şey ölümdür. Yatağına yattığı vakit kim bu sureyi okursa Allah
kendisine, komşusuna, komşusunun komşusuna ve etrafındaki bir çok eve eman
verir."
İbni
Kesir de der ki: Bu ayet-i kerime bağımsız on cümle ihtiva etmektedir. Hepsi
de zat-ı ilâhiyye ile alâkalıdır. Bu ayet-i kerime Vâhid ve Ehad olanın şanı
ve şerefini zikretmektedir.
[14]
Bundan
önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah, ferdî salih amelin kurtuluşun esası
olduğunu zikretmektedir. O gün şefaatin, dostluğun, sevginin bir faydası
olmayacaktır. Rasuller ise (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) fazilet
itibariyle birbirlerinden farklı olsalar dahi, onların davetleri birdir,
risaletleri birdir, dinleri birdir. Bunun esası tevhide davettir, fazileti ve
güzel ahlâkı korumaktır, Yüce Allah'a kulluktur. Bundan sonra Ayetül-Kürsi
gelmekte, ibadetin esasını vurgulamaktadır. Hangi amelde bulunulursa bulunulsun
kulun yalnızca Yüce Allah'a yönelmesi istenmekte, Allah'ın azamet ve
hakimiyetinin şuuruna varması, emrine itaat edip hükmüne boyun eğmesi
vurgulanmaktadır.
[15]
Bütün
mahlûkatın biricik ilâhı Allah'tır. Varlık aleminde hak ile ibadete lâyık,
O'ndan başka mabud yoktur. O, Vâhiddir, Ehaddır. Samed'dir, Vacibül-Vücud'dur.
Mülkün ve melekûtun sahibidir. Asla ölmeyen Hayy, Bakî ve Dâ-im'dir. Bizatihi
O, mahlûkatın işlerini çekip çevirendir. Yüce Allah'ın, "Göğün ve yerin
O'nun emri ile ayakta durması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/25)
buyruğunda olduğu gibi. Zatında olsun sıfatlarında olsun, fiillerinde olsun
yarattıklarından hiç bir kimse O'na benzemez. Nitekim Yüce Alah, "O'nun
gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra,
42/11) diye buyurmaktadır.
"Ne
uyku O'nu bürür, ne de uyuklama" söz konusudur. Çünkü O gece ve gündüz
vakitlerinde yarattıklarının işlerini yönetmekte, çekip çevirmektedir. Bu cümle
ondan önceki cümleleri tekit etmektedir. Eksiksiz, tam anlamıyla hayat ve
daimilik manasını vurgulamaktadır. Sahih hadiste Ebu Musa'nın şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) aramızda hutbe irad etmek üzere kalktı
ve dört cümle söyleyerek dedi ki: "Muhakkak Allah uyumaz. O'nun uyu-m t At
da gerekmez. Adalet terazisini alçaltır, yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden
önce, gecenin ameli de gündüzün amelinden önce O'na yükseltilir. O'nun hicabı
nur veya nardır. Eğer o hicabını açacak olsa, O'nun zatının parıltıları
mahlûkatından gözünün değdiği her şeyi yakardı."
Göklerde
ve yerde bulunan her şey O'nun yaratıklarıdır, O'nun mülkünde-dir. O'nun
meşietine boyun eğer, O'nun kahır ve saltanatının egemenliği altındadır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Göklerle yerde olanların
hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelirler. Andolsun ki hepsini kuşatmış, onları
tek tek saymıştır. Hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." (Meryem,
19/93-95). Bu cümle de onun kayyûmiyetini ve ulûhiyyette tekliğini tekit
etmektedir.
Yüce
Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasının bir yönü de şefaat hususunda kendisine
izin verilmedikçe hiç bir kimsenin onun nezdinde şefaat etme cesaretini
gösteremeyeceğidir. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: "Göklerde nice
melek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermeden evvel
şefaatleri hiç bir şeye yaramaz." (Necm, 53/26); "Ancak O'nun razı
olacağı kimselere şefaat edebilirler." (Enbiya, 21/28); "O gün
gelince Allah'ın izni olmaksızın hiç bir kimse söz söyleyemez." (Hud,
11/105). Şefaat ile ilgili hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Arşın altına gelir secdeye kapanırım. Allah beni bu halimde dilediği
kadar bırakır. Sonra, "Başını kaldır" denilir. "Söyle, sözün
dinlenir, şefaat et şefaatin kabul olunur." (Hz. Peygamber) buyurdu ki:
Benim için bir sınır tespit edilir ve ben o kimseleri cennete sokarım."
Bu, mülk ve egemenlikte Allah'ın tek başına olduğunun delilidir.
Allah
ilmiyle bütün kâinatı, geçmişiyle, hali hazırdaki durumuyla ve geleceği ile
kuşatıcıdır. Dünyanın da ahiretin de her türlü işini bilendir. Nitekim meleklerden
haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Biz ancak senin Rabbinin emriyle
ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunun arasında ne varsa hepsi yalnız O'nundur.
Rabbin unutkan değildir." (Meryem, 19/64). Kuş gagasını denize daldırınca
Hızır (a.s.) Musa (a.s.)'ya şöyle demişti: "Benim de ilmim senin de ilmin
Allah'ın ilminden ancak şu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir (yani
hiç eksiltmez)".
Aziz
ve Celil olan Allah'ın bildirmesi, X>'nun muttali kılması dışında hiç bir
kimse Allah'ın ilminden bir şey bilemez. Bunlardan bir tanesi de şefaattir.
Şefaat Yüce Allah'ın iznine bağlıdır. O'nun izin vermesi ise ancak O'nun tarafından
gelecek vahiy iledir.
Yüce
Allah'ın mülkü ve kudreti geniş ve kuşatıcıdır. Yer kıyamet gününde bütünüyle
O'nun avucu içinde olacaktır. Gökler de sağında durulmuş olacaktır. O'nun ümi
göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatır. Küçük olsun büyük olsun, önemli
olsun azametli olsun her şeyi bilir. Bir şeyi işitmesi başka bir şeyi
işitmekten ve bir işle uğraşması başka bir işle uğraşmaktan O'nu alıkoymaz. Hiç
bir iş O'na güç ve ağır gelmez.
Zemahşerî
Yüce Allah'ın, "Onun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır." buyruğu
ile ilgili dört açıklama kaydeder.[16]
1- O'nun Kürsisi, genişliği ve yayılmışlığı dolayısıyla göklerden ve
yerden daha dar değildir. Bu ancak Kürsi'nin azametini ifade etmek ve bunun
azametini zihinlerde canlandırmak için çizilen bir tablodur. Ortada aslında
Kürsi de yoktur, oturmak da yoktur, oturan da yoktur. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler.
Halbuki arz bütünüyle kıyamet gününde O'nun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ
eliyle durulmuştur." (Zü-mer, 39/67). Bu buyrukta da herhangi bir şekilde
bir kabza, katlama, sağ el diye bir tasavvur söz konusu olamaz. Bu olsa olsa
azametini canlandırmak ve maddî bir temsil olsun diyedir. Nitekim Yüce Allah,
"Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" buyurmuyor mu?
2- İlminin genişliğine işarettir. İlme "Kürsi" adı, ilmin
mekânının adı olması dolayısıyla verilmiştir.
3- Mülkünün genişliğine işarettir. Bu ise, hükümdarın kürsisi (tahtı)
olan mekânın adı olması dolayısıyla verilmiştir.
4- Gelen rivayetlere göre yüce Allah Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır.
Onun da önünde gökler ve arz vardır. Kürsi'nin Arş'a oram en küçük bir şey gibidir.
Durum
her ne olursa olsun Kur'an-ı Kerim'de varit olduğu gibi Arş'ın ve Kürsi'nin
varlığına iman etmenin vacip olduğu görüşündeyim. Her ikisinin de varlığını
inkâr etmek caiz değildir. Çünkü her şey Allah'ın kudreti içerisindedir.
Gökleri ve yeri, aralarında bulunanı korumak Allah'a ağır gelmez. Aksine bütün
bunlar O'nun için pek kolaydır.
Benzerden,
eşten yüce ve münezzehtir; her şeyden daha büyüktür; akıllar, idrakler O'nu
kuşatamaz. Zatı Yüce Allah'tan başka kimse onun hakikatini bilemez. Tıpkı Yüce
Allah'ın, "O büyüktür, her şeyden yücedir." (Ra'd, 13/9) buyruğuna
benzemektedir. Yücelikten kasıt, kadrin ve makamın yüceliğidir, mekân yüceliği
değildir. Çünkü Yüce Allah bir mekânda yer tutmaktan münezzehtir. Bazıları da
el-Aliyy'i eşyaya galip ve gücü her şeyin üzerinde diye tefsir etmişlerdir.
[17]
Bu
ayet-i kerime insanın kalbini Allah'ın azameti, heybeti, celâl ve kemali ile
doldurur. Yüce Allah'ın ulûhiyyet, egemenlik ve kudretiyle tek başına ve eşsiz
olduğunu göstermektedir. O her an kâinatı yönetendir. Yarattıklarının hiç bir
şeylerinden gafil değildir. Göklerde ve yerde her şeyin mutlak malikidir. O'nun
izni olmadıkça hiç bir kimse şefaate cesaret edemez. Varlık alemindeki her şeyi
O bilir. O'nun ilmi küçük büyük mahlûkatm bütün durum ve işlerini kuşatır.
Bütün yaratıkların işlerini çekip çevirmesine rağmen, bütün eşyayı kuşatan
bilgisine rağmen O, şanı pek yüce olandır. Asla yenik düşürülemeyen, kahir
olandır. Kendisinin dışındaki her şey üzerinde, mutlak mülk ve kudret sahibi
olan, Azîm olandır. O bakımdan insanların gurura kapılmalarına ve Allah'ın
azameti önünde büyüklük taslamalarına yer yoktur.
[18]
256-257-
Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış
olur. Allah SemFdir, Alim'dir. Allah
iman edenlerin velisidir. Onları
karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr
edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları
nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte
onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî
kahcıdırlar.
"Kopması
olmayan" cümlesi "sapasağlam kulp" cümlesinden haldir. Sapasağlam
kulp ise "lâ ilahe illallah = Allah'tan başka ilâh yoktur"
cümlesidir.
[19]
"Kopması
olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur." Bu ifade, temsilî bir istiaredir.
Çünkü İslâm dinine sıkı sıkıya yapışan kimse, oldukça sağlam bir ipe tutunmuş
kimseye benzetilmektedir.
"Karanlıklardan
nura" buyruğu açık istiaredir. Çünkü küfür karanlıklara, iman da nura
benzetilmektedir.
[20]
"Dinde
zorlama yoktur." Bir kimseyi dine girmesi için mecbur etmek, girmeye
zorlamak söz konusu değildir. Burada din, inanılan şey ve şeriat demektir.
"Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır." ifadesi
bunu gerektirmektedir. Yani açık seçik ayetler ve belgelerle imanın doğruluk,
küfrün de sapıklık olduğu ortaya çıkmıştır.
Rüşd
ve reşad (doğruluk) hidayet ve her türlü hayır demektir. Zıddı ise sapıklık
(el-ğayy), yani inanç veya görüşlerdeki sapıklık demektir. Bilgisizlik de
sapıklık gibidir. Şu kadar var ki bilgisizlik itikatta değil, fiillerde söz
konusu olur.
"Tâğût",
şeytan yahut putlar demek olup tuğyan kelimesinden alınmıştır. Bu da herhangi
bir şeyde haddi aşmak demektir. Bu kelimenin müzekker, müennes, tekil ve çoğul
olması mümkündür. Manaya göre bunun ne olduğu belirlenir.
"Kopması
mümkün olmayan sapasağlam kulpa" yani muhkem olan kulpa yapışmış, tutunmuş
olur. el-vuskâ (sapasağlam) ise el-evsak (en sağlam) kelimesinin müennesidir.
Bu da son derece sağlam ip anlamındadır. el-Urvetül-vuskâ ile sarmaş dolaş
ağaçların kastedilmesi de mümkündür.
"Allah...
velisidir" yani müminin yardımcısı ve desteğidir. Yani Yüce Allah
müminlerin işlerini koruyup gözetir, onları doğruya iletir.
"Karanlıklar"
küfür ve sapıklık, "nur" ise iman demektir. Nur, tekil, karanlıklar
ise çoğul gelmiştir. Çünkü hak birdir, birden fazla değildir. Sapıklığın
türleri ise pek çoktur.
[21]
256. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni
Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın,
"Dinde zorlama yoktur." buyruğu Ensar'dan Salim oğullarına mensup
el-Husayn adında
[22] bir
kişi hakkında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de
Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)'a, "Ben bunları İslâm'a girmek üzere
zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul
etmiyorlar" demişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi
indirdi. Bir diğer rivayete göre bunları İslâm'a girmeye zorlamış, Resulullah
(s.a.)'ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, "Ey Allah'ın Rasulü,
benim bir parçam olan (çocuklarını) ben göre göre cehenneme mi girsin?"
demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.
Ebu
Davud, Nesaî ve İbni Hibbân'ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir:
Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi
yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine'den sürülünce aralarında
Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar'ın, "Biz oğullarımızı bırakmayız"
demeleri üzerine Yüce Allah, "Dinde zorlama yoktur" ayetini indirdi.
257. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni
Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe'den Yüce Allah'ın, "Allah iman
edenlerin velisidir." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Bunlar İsa'ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak
gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil
olmuştur.
[23]
Ayetül-Kürsi,
Aziz ve Celil olan Allah'ı O'nun sıfatı olan ulûhiyette, mülkiyette, göklerde
ve yerdeki hakimiyetinde tek olmakla, herhangi bir zorluk ve sıkıntı olmaksızın
yaratıkların işlerini çekip çevirmekle, ilmiyle her şeyi kuşatmakla
nitelendirdi. Artık bundan sonra dine girmek için zorluğun söz konusu olması
doğru olmaz. Çünkü fıtrat, kâinattaki olaylara tanıklık ve sağlıklı bir
düşünce, insanı Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeye götüren faktörlerdendir.
Ve selim fıtrat, din olarak, hayat düzeni olarak İslâm'ı benimseyip kabul
etmeyi gerektirir.
[24]
Kimseyi
İslâm'a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm'ın doğruluğuna dair deliller
ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak,
delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın,
baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayacak
mısın?" (Yunus, 10/99).
Hak
yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu
bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm'ın doğru
yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O bakımdan
dileyen İslâm'a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.
Bu
ayet-i kerime İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir
delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları
zorlamaya güç yetiremediler. Medine'de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün
asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı
şekilde kimseyi İslâm'a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime
Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü
yılının başlarında nazil olmuştur.
Müslümanlar
ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürriyetini yerleştirmek,
zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah'a davet haklarını kullanmalarını
önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İslâm'ın yayılmasını
engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya cihada baş vurmuşlardır.
Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul
etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında serbest bırakmış olmalarıdır.
Allah'ın İslam'a iletip kalbine genişlik vererek basiretini aydınlattığı
kimse, apaçık delile dayanarak İslâm'a girmiştir. Buna karşılık düşünme ve
sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Allah'ın kalbini
köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve
zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.
Bu
bakımdan her kim Allah'a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisine davet
ettiği Allah'tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinlerden,
şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa ibadeti
red ve inkâr edip yalnızca Allah'a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış,
hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş
olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe,
bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapışan
kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapışmış kimseye
benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan
değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah'tır.
Allah
insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün incelikleriyle
görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah'a iman etmek iddiasında
bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya
yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendisine
inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eşyanın,
sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu
inkâr ve Allah'a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler
olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından "her şeyi işiten (Semî’
sıfatının, inanç bakımından da "her şeyi çok iyi bilen (Alîm)"
sıfatının zikredilmesi son derece güzel gelmiştir.
Gözetmek,
inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce
Allah'tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tereddüdün
karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlıklarından
ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O'dur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahibi olanlara şeytandan bir
vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp
bilmişlerdir." (A'raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i
kerime Hz. İsa'ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed
(s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çıkartılmaları
bu demektir.
[25]
Allah'ı
ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak
onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu
göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru
söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve
isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.
İşte
bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla
ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapıklıkta kalmaya
devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.
Hak
bir ve tek olduğundan dolayı Allah "nur" lafzını tekil kullanmış, karanlıklar
(zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi
batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim
dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi
O'nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah'ın size tavsiye ettikleridir; takva
sahibi olasınız diye." (En'am, 6/153); "Karanlıkları ve aydınlığı var
eden..." (En'am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu,
batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha
başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz.
[26]
Bu
ayet-i kerime İslâm'ın büyük esas ve kaidelerinden birisidir. İslâm siyaset ve
yönteminin rükünlerinden büyük bir rükündür. Herhangi bir kimsenin İslâm'a
girmesi için zorlanmasını İslâm katiyen caiz görmez. Ayrıca herhangi bir
kimsenin Müslüman olan bir kimseyi İslâm'dan çıkarmak için zorlamasına da
müsamaha göstermez.
Bu,
dinimizde bizleri fitneye düşürmeye çalışan kimselere karşı dinimizi ve
kendimizi koruyabilecek güç ve kuvvete sahip olmamız halinde söz konusudur.
Böyle olduğumuz vakit azgın otoritelere karşı, davet hürriyetini sağlamak ve
fitneden emin olmak için cihad etmek zorunlu bir hal alır. Bundan sonra dine
bağlanmak veya İslâm'ı kabul etmek bireysel, toplumsal veya ulusal alanda en
güzel yolla tartışmaya, delil ve belgelerle karşı tarafı ikna etmeye terk edilir.
Bu
ayet- i kerimenin, "Ey Peygamber, kâfirlerle Ve münafıklarla cihad
et!" (Tevbe, 9/73) ayeti ile -İbni Mes'ud'dan rivayet edildiği üzere-
neshedildiğini iddia etmeye gelince: Bu iddia cihadın meşru kılınıp savaşa
izin verilişinden sonra, hicretin üç ya da dördüncü yılında nazil olduğu
bilgisine aykırıdır. Açıkladığımız gibi nüzul sebebi ile de çelişmektedir.
Üstelik Kurtubî'nin sözünü ettiği bu konudaki nesh hakkında birbirinden farklı
altı görüş vardır.[27]
eş-Şalbî,
Katâde, Hasan-ı Basrî ve Dahhâk der ki: Bu ayet-i kerime neshe-dilmiş değildir.
Aksine bu ayet, özel olarak Kitap Ehli hakkında ve onların cizyeyi ödemeleri
halinde İslâm'a girmek üzere zorlanmayacaklarını belirtmek üzere nazil
olmuştur. İslâm'a girmek üzere zorlanacak olanlar ise Arapların
putperestleridir. Onlardan İslâm'a girmekten başka bir şey kabul olunmaz. İşte
haklarında, "Ey peygamber kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!"
ayetinin nazil olduğu kimseler bunlardır. Bu görüşün sahiplerinin ileri
sürdüğü delil ise Zeyd b. Eslem'in babasından yaptığı şu rivayettir: Eşlem dedi
ki: Ben Ömer b. el-Hattâb'ı Hristiyan bir kocakarıya şöyle derken dinledim:
"Ey kocakarı, İslâm'a gir, selâmet bulursun. Muhakkak Allah Muhammed'i
hak din ile göndermiştir." Kadın dedi ki: "Ben yaşı ilerlemiş bir
kocakarıyım. Ölüm bana pek yakındır." Hz. Ömer, "Şahit ol
Allah'ım" dedi ve, "Dinde zorlama yoktur" ayetini okudu.
İbnül-Arabî
ayetin mensuh olduğunu kabul eden görüşü zayıf görmekte ve şöyle ifade
etmektedir: "Zorlama yoktur" ifadesi batıl olan ikrahın nefyedil-mesi
hususunda geneldir. Hak ile ikrah ise dindendir. Savaşta kâfirin öldürülmesi
onun görüşüne göre, kişinin din dolayısıyle öldürülmesidir.[28]
Çünkü Peygamber (s.a.) hadis imamlarının Ebu Hureyre'den rivayet ettiği
mütevatir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla lâ ilahe illallah
deyinceye kadar savaşmakla emrolundum." Bu ise Yüce Allah'ın,
"Onlarla fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar
savaşınız." (Bakara, 2/193) buyruğundan alınmış-tır. Ancak (İbnül-Arabî)
hadis-i şerifte geçen "insanlarla" ifadesi ile kastedilenin ilim adamlarının
icması ile Arapların müşrikleri olduğuna dikkat etmemiştir. Bu ise Araplara
ait özel bir sebepten dolayıdır. Çünkü Araplar İslâm risale-tinin
taşıyıcılarıdır. Onların toprakları İslâm'ın yola koyulduğu yerdir. O bakımdan
bu iki sebep dolayısıyla onların haklı olarak zorlanmaları caiz görülmüştür.
"Dinde
zorlama yoktur." ayet-i kerimesi doğruluğun ve imanın delillerinin açık
olduğunu, hak dinin sapıklıktan, dalalet ve bilgisizlikten ayrılmış olduğunu,
İslâm'ın hak din olduğunu, küfrün bütün türlerinin batıl olduğunu göstermektedir.
"Allah
iman edenlerin velisidir." ayet-i kerimesi de insanlar arasından iman eden
kimselerin işlerinin Allah'ın velayeti altında olduğunu göstermektedir. Bu
iman edenleri Allah, küfrün karanlığından imanın nuruna çıkarmıştır. Allah
tarafından gönderilmiş hakkı davet eden peygamber Muhammed (s.a.)'in gelişinden
sonra kâfir olanı azdıran ise onun şeytanıdır. Böyle bir kimseyi adeta imandan
çıkarmış gibidir. Çünkü şeytan onunla birliktedir. Yine ayet-i kerime küfürleri
sebebiyle kâfirlerin cehenneme girecekleri hükmüne delildir. Bu ise Yüce Allah
tarafından tebliğ edilmiş adaletli bir hükümdür ve Allah ne yaptığından
sorumlu tutulmayandır.
Bu
ayet-i kerime, dinde zorlamanın yasaklandığına delil mesabesindedir. Çünkü kalpler
ve akıllar üzerinde velayet yetkisi yalnızca Allah'a aittir. İmana hidayet ise
Yüce Allah'ın dilediği kimseye muvaffakiyet vermesi, ayetler üzerinde düşünmek
ve şüphelerden kurtulmak için onu hazırlaması ile olur. Bu ise kişinin
delillerin aydınlığını bilmesi ile gerçekleşir. Yoksa zorlamakla ve mecbur
etmekle olmaz.
Hülâsa,
müminin akidesi üzerinde Allah'tan başka herhangi bir kimsenin velayet ve
otoritesi yoktur. İmanın oluşturulması şanı Yüce Allah'ın insana bağışlamış
olduğu bidayet yollarını kullanmakla gerçekleşir. Bunlar ise duyular, akıl ve
dindir.
Kâfirlere
gelince: Onların ruhları üzerinde tuğyana götüren bu batıl ma-budlardan başka
bir şeyin etkisi yoktur. Kalplerindeki imanı bu türüyle ortadan kaldırmaya,
her şeyiyle maddî yahut egemenlik gibi arzulardan faydalanmaya yönelmeye,
ahlâksızlık, münkerât yahut zulüm ve tuğyanda alabildiğine serbestçe hareket
etmeye götüren bunlardır. İbnül-Kayyım tağutu şöylece tanıtmaktadır:
"Kulun kendisi sebebiyle haddi aştığı her türlü mabud, tabi olunan veya
itaat olunan kimsedir." Devamla der ki: Tağutlar pek çoktur. Bunların
elebaşıları beş tanedir. İblis, buna razı olarak kendisine ibadet olunan, insanları
kendisine ibadet etmeye davet eden, gayb bilgisinden herhangi bir şey bildiğini
iddia eden ve Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm veren."
[29]
258"
Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele ed«ni
görmedin mi? Hani İbrahim, «Benim Rabbim dirilten ve öldürendik deyince o,
"Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim, «Muhakkak Allah
güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir" deyince o kâfir
şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.
"Rabbi"
buyruğundaki zamir mücadele eden kimseye aittir ki bu da Nemrut diye de
bilinen Hükümdar Nümrûz'dur. "kendisine... verdi" buyruğundaki zamir
de ya Hz. İbrahim'e aittir, yani Allah Hz. İbrahim'e peygamberlik vermiştir,
ya da "Hz. İbrahim ile tartışan" kimseye aittir. Bu da Allah
kendisine mülk ve yardım verdi diye Hz. İbrahim ile tartışan Nemruttur.
[30]
"Görmedin
mi?" buyruğundaki soru, taaccüp ifade eder. Görmekten kasıt da kalben
görmektir.
"Dirilten
ve öldüren" buyruklarının (Arapça fiil kiplerinde) müzari sigasm-da
gelmesi, bu işin devamlılığı ve sürekli yenilenip durmayı ifade ettiğinden
dolayıdır. "Benim rabbim dirilten ve öldürendir." kipi müpteda ve
haberin ikisinin de marife olarak gelmesi dolayısıyla kasır (bu işi yapmanın
Allah'a münhasır olduğunu) ifade eder. Yani öldüren ve dirilten yalnızca Yüce Allah'tır.
Ayrıca dirilten ve öldüren ile doğu ve batı kelimeleri arasında da tıbâk sanatı
bulunmaktadır.
"O
kâfir şaşırıp kalmıştı" (fe-bühitellezî kefer) buyruğundaki ifade, kişinin
şaşırıp kalmasına sebebin küfrü olduğu intibaını vermektedir. Eğer bunun yerine
(febühitel- kâfir) denilmiş olsa> di, bu anlamı vermezdi.
[31]
"Görmedin
mi?" sorusu taaccüp ve inkâr ifade eder. "mücadele edeni", tartışanı
"Allah kendisine mülk verdi diye" yani Allah'ın nimeti sebebiyle
şımarması, onu böyle bir tartışmaya itti. Burada sözü geçen kişi Nemruttur.
"O
kâfir şaşırıp kalmıştı." yani hayret ve dehşete düşmüştü. Hadis-i şerifte
de, "Yahudiler buht (ayet-i kerimedeki hayret ve dehşete düşmeyi ifade
eden kelime ile aynı köktendir, fakat burada, "iftiracılar"
anlamında) bir kavimdir." denilmektedir. "Allah zalimler" hakka
götüren şeyler üzerinde düşünmek suretiyle hidayeti kabul etmekten yüz
çevirenler "topluluğuna hidayet vermez".[32]
Bundan
önceki ayetlerde Yüce Allah iman edenlerin velisinin kendisi olduğunu,
kâfirlerin velisinin ise tağut olduğunu belirttikten sonra, burada imana ve
tuğyana birer örnek zikretmektedir. Böylelikle bu meseleyi beyan etmekte,
bunun doğruluğuna ve sıhhatine delil getirmektedir. Şöyle ki: Yüce Allah
İbrahim (a.s.)'e şüpheleri ortadan kaldıran delilleri serdetme başarısını ihsan
etmiştir. Zamanın hükümdarı (Nemrut) ise haklan buyruğuna karşı körleşmiş
olduğundan delil diye ileri sürdüğü şeyler tutarsız ve geçersizdi. Bunlar,
şüphe ve vehimlerin karanlıklarında gidip gelen türden idiler. İşte bu kıssa az
önce sözü geçen mümin ve kâfire verilmiş bir örnek özelliğini taşımaktadır.[33]
Zorbalık
taslayan, mabudluk iddiasında bulunan Nümrûz (Nemrut) b. Kuş b. Ken'ân b. Sâm
b. Nûh adında zamanın hükümdarının kıssasını ve bunun Allah'ın rububiyeti
hakkında Hz. İbrahim'e karşı çıkışı kıssasını bilmedin mi?
[34]
Onu
bu şekilde tartışmaya iten şuydu: O Babil hükümdarıydı. Buna bağlı olarak
büyüklenmiş, azmış ve gurura kapılmıştı. Zamanının bütün dünyaya hakim olmuş
hükümdarı olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Doğudan batıya bütün dünyaya
dört kişi hakim olmuştur. İkisi mümin ikisi kâfirdir. Müminler Davud oğlu
Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirler ise Nemrut ve Buhtun-nassar'dır
[35]
Gerçek hükümdar olan Allah'ın nimetine şükretmedi, aksine bu nimetler onu
azdırdı ve tuğyana itti. Halbuki nimet şükre götürür. O, itaata sebep olanı
isyana sebep kıldı.
Bu,
İbni Abbas, Mücahid ve bir diğer grubun görüşüne göre Hz. İbrahim'i ateşe atan,
sivrisinek ile helak edilen kimsedir. Hz. İbrahim'i yakmak üzere ateşi yaktıran
da odur. Yüce Allah ile savaşmaya kalkışınca şanı Yüce Allah ona karşı
sivrisineklerin üşüştüğü bir kapı açtı ve bu sivrisinekleri askerlerine
gönderdi. Etlerini yediler, kanlarını içtiler. Bu sineklerden bir tanesi de
onun dimağına (beynine) girdi. Sinek, beynini bir fare kadar oluncaya dek yedi.
Artık bundan sonra Nemrut için en değerli kimse bu iş için hazırlanmış tokmak
ile kafasına vuran kimse idi. Ona verilen belâ kırk gün devam etti.[36]
Bu
hükümdarın kavmi tannlanyla birlikte hükümdarlarına tapınıyorlardı. Hükümdar,
Hz. İbrahim'i, kavminin tuttuğu dine uymayan yeni dininden döndürmek, kendisine
ve sair tanrılara ibadet etmeye zorlamak istemişti.
Bu
mücadelenin kıssası şöyledir[37]:
İbrahim
(a.s.) Allah'tan başka tapınılan putları kırıp bunlara tapınanlarm
akılsızlıklarını ortaya koyunca, Nemrut ona kendisine ibadet etmeye çağırdığı
rabbi hakkında soru sordu, O da şu cevabı verdi: Benim Rabbim hayat veren ve
öldürendir. Hayatın kaynağı O'ndandır, ölümün sebebi O'dur. Yani hayatı ve ölümü
O yaratır. Ancak ilk zorbalık taslayan azgın tağut olan o hükümdar bunu kabul
etmeyip şöyle dedi: Ben hakkında idam hükmü verilmiş bir takım kimseleri
affederek kimi insanları diriltirim. Diğer bir kısmını da öldürmekle ve hakkında
verilen hükmü infaz etmekle de öldürürüm. Bunları söyledikten sonra iki kişiyi
getirtip birisini bağışladı, diğerini öldürdü. Dört kişiyi yakaladı ve onları
bir eve koydu; yiyeceksiz ve içeceksiz bıraktı. Arkasından bunlardan ikisine yemek
yedirdi, canlandılar; diğer ikisini aç bıraktı onlar da sonunda öldüler.
İşte
Nemrut'un ileri sürdüğü delildeki ilk sakatlık ve zayıflık buydu. Çünkü Hz.
İbrahim'in sözlerinden kasıt (bir taraftan) hayatı yokluktan var edip meydana
getirmektir. Diğer taraftan bitki, hayvan ve diğer bütün canlıların mevcut
hayatlarını ortadan kaldırmaktadır. Yoksa, haklarında idam hükmü verilmiş bir
grup insanın idam edilmesi ya da hayatin devamına sadece sebep olunması
değildir. Nemrut'un cevabı ise hayatta kalmak ya da ölmek için sebep anlamını
taşır.
Hz.
İbrahim bu tağutun mugalatasını, hayat vermenin ve öldürmenin ne maksatla
kullanıldığını bilmezlikten geldiğini görünce, hakkı bile bile inkâra veya
mugalataya yer vermeyen bir başka delil ortaya koyarak şöyle dedi: Mutlak
kudret ve iradesiyle hayatı bağışlayıp alan benim Rabbim, aynı zamanda güneşi
doğudan doğdurmaktadır. Şayet sen rububiyet iddiasında bulunuyor isen, haydi
güneşin yönünü değiştir, onun batı tarafından doğmasını sağla.
Bu
istek karşısında, büyüklenmesini, kibrini kendisine dost edinen o tağut verecek
cevap bulamadı, dehşete düştü, şaşırdı, bu delil karşısında aciz kaldı. Hz.
İbrahim onu mat etti, yenik düşürüp susturdu. Güneşin doğudan doğmasını
sağlayan benim deme imkânını bulamadı, çünkü olaylar kendisini yalanlıyordu.
Şanı
yüce Allah, hidayetini kabulden yüz çeviren, kendilerine zulmeden zalimleri
ebediyyen hayır ve kurtuluş yoluna iletmez. Aksine Allah onların kalp ve
basiretlerini mühürler. En zorlu zamanlarda ve en sıkıntılı hallerde insan kitleleri
önünde onların içyüzlerini açığa çıkartır, rezil eder. İşte bu da hidayet
etmeyişin itaat edenler hakkında değil, zalimler hakkında olduğunu göstermektedir.
Bundan kasıt ise özel bir hidayettir veya bu hidayete iletilmeme özelliği
zalimlere hastır.[38]
es-Süddî'nin
naklettiğine göre bu tartışma ateşten çıkmasından sonra Hz. İbrahim ile Nemrut
arasında gerçekleşmişti. Hz. İbrahim o güne kadar hükümdar ile bir araya
gelmiş değildi. Aralarında bu tartışma oldu. Bu ise Hali-lullah Hz. İbrahim
için zafer üstüne zaferdi. İşte Allah kendi velilerinin, seçkin kullarının
zafere ulaşmasını bu şekilde üzerine alır, Allah'ın düşmanlarının bozguna
uğramaları ise peşpeşe gelir. Aklını kullanıp düşünen herkes de onların bu
bozguna uğramalarını açıkça görür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Aksine biz hakkı batıl üzerine bırakırız da onun beynini parçalar, o da
can çekişmeye koyulur." (Enbiya, 21/18).[39]
Bu
ayet-i kerime, dünyada Allah'ın kendilerine mülk verdiği takdirde kâfire melik
(hükümdar) adını vermenin caiz olduğunu göstermektedir. Yine Yüce Allah'ın
dünya hayatında kâfire nimet vermesinin mümkün olduğunun da delilidir. Sonra
ahirette bu nimetten mahrum olur, cehennemden başka bir şey bulamaz. Ayrıca
din hususunda ve delil ortaya koymak ile ilgili olarak tartışmaya girişmenin
sıhhatli olduğuna, münazara yapılabileceğine delildir. Kur*an ve sünnette bu
tür tartışmaları ifade eden pek çok buyruklar vardır. Hz. Nuh kıs-sasınde
meselâ şöyle denilmektedir: "Ey Nuh, sen bizimle tartıştın, hem de bizimle
çokça tartıştın... ve ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım." (Hûd,
11/32-35). Çünkü dine dair tartışmada hak ile batıl arasındaki fark, ancak hakkın
delilinin üstün gelmesi, batılın ileri sürdüğü delilin de çürütülmesi ile ortaya
çıkar.
Resulullah
(s.a.) da Kitap Ehli ile tartışmış ve delili açıkladıktan sonra onlarla
mübâhalede[40] bulunmuştur. Resulullah
(s.a.)'ın ashabı da Sakîfe gününde birbirleriyle tartışmış, birbirlerinin
delillerini çürütmeye gayret etmiş ve münazarada bulunmuşlardır ve bu hak
sahipleri hakkında ortaya çıkıncaya kadar sürüp gitmiştir. Daha sonra Hz. Ebu
Bekir'e biat edildikten sonra irtidat edenler hakkında birbirleriyle
tartıştılar. Buna benzer pek çok tartışma söz konusudur.
Yüce
Allah'ın, "Hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında niçin tartışıp durursunuz?"
(Âl-i İmran, 3/66) buyruğunda ilme dayalı olarak tartışmanın, delil getirmenin,
düşünen, aklını kullanan kimseler için yaygın ve mubah olduğunun delili vardır.
Tartışmanın
adabı ise Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah'ın şu buyruğunda sınırlandırılmaktadır:
"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yol ile
tartış." (Nahl, 16/125).
Usul
alimleri bu ayet-i kerime hakkında şunu zikrederler: İbrahim (a.s.) Yüce
Allah'ı, diriltici ve öldürücü olma vasıflarıyla nitelendirdiğinde hakikati kastetmiştir.
Nemrut ise mecazî ifadeye sapmış ve kavminin hakkı görmesini önlemek
istemiştir. Hz. İbrahim tartışma gereği onun bu iddiasını kabul eder görünerek
mecazın söz konusu olamaycağı bir noktaya gelmiştir ve ona karşı güneşi delil
getirmiştir. Bunun sonucunda da inkâr eden kişi şaşırıp kalmıştır.
Yine
ayet-i kerimeden şu da anlaşılır: Şanı yüce Allah'a yarattıklarından hiç bir
şey benzemez. O'nu bilmenin yolu ise kâinatta onun birliğine dair kafi
delilleri bilmekten geçer. Çünkü Allah'ın peygamberleri (selâm onlara) kâfirlere
benzer delillerle karşı çıkmışlar, Yüce Allah'ı teşbihi gerektiren sıfatlarla
ni-telemeyip onu fiilleriyle vasfetmiş ve onun yarattıklarını varlığına delil
göstermişlerdir.
[41]
259-
Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini
(görmedin mi)? "Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?"
demişti. Allah da onu yüz yıl öldürmüş, sonra dirilterek, "Ne kadar
kaldın?" demişti. O da, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı"
demişti. "Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak, biç de
bozulmamışlar. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılmak için
böyle yaptık. Kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine
koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye buyurdu. Kendisine durum
apaçık belli olunca, "Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye kadirdir"
demişti.
İ'râb:
"Yahut"
kelimesi "İbrahim ile tartışanı görmedin mi?" buyruğuna atıftır.
"Ne kadar kaldın?" ifadesinin takdiri, "kaç gün kaldın?"
şeklindedir. "Bozulmamışlar" buyruğu (köküne göre) ya bozulmamışlar,
değişmemişler anlamında veya geçen bunca yıla rağmen değişikliğe uğramamışlar,
anlamındadır.
"Seni
insanlara bir alâmet kılmak için böyle yaptık." buyruğunun takdiri
şöyledir: "Allah bunları öldükten sonra acaba nasü diriltecek?" demen
üzerine seni hayrete düşüren şeye kesinlikle inanman için eşeğine bir bak. Seni
insanlara bir alâmet olasın diye böyle kıldık.
[42]
"Ölümden
sonra" kasaba sakinlerinin ölümünden sonra, demektir. Mahallin zikredilip
o mahalde bulunanları kastetmek kabilinden mecaz-ı mürseldir.
"Sonra
onlara et giydiriyoruz." Bu buyrukta, kemiği örten etten vücudu örten
elbisenin örtmesi gibi söz edildiği için istiare vardır. Daha sonra kendisine
mekniye istiare (kapalı istiare )'de olduğu gibi, kendisine benzetilen elbise
hazfedilerek, onun gereklerinden birisi olan giymekten söz edildi.
[43]
"Yahut...
o kimse gibisini" yani bineği üzerinde beraberinde bir sepet incir ve bir
kâse de meyve suyu bulunduğu halde, Beytülmakdis'ten geçen Üzeyr'i. "...
duvarları çatıları üzerine çökmüş" yıkılmış yahut sakinleri kalmamış
boşalmış demektir. Bu durum ise Buhtunnassar'ın orayı tahrip etmesi üzerine
olmuştu. "Allah burayı ölümünden sonra" yani harap obuasından sonra
"nasıl diriltecek?" Bu, ölümden sonra diriltmeyi uzak bir ihtimal
gören kişinin anlatım özelliğidir. Burada diriltmekten kasıt binalar ve
sakinlerle oranın imar edilmesidir.
"Allak
da onu yüz yıl öldürmüş" yani duyularını, hareketlerini ve idrakini
yitirmesini sağlamıştı. Ruh ise bedeninden tamamıyla ayrılmamıştı; Ashab-ı
Kehfte olduğu gibi. "Sonra onu dirilterek." Diriltmek (ba's),
yerinden serbest bırakılan deve hakkında, serbest bırakmak anlamında
kullanılır. Burada hayat vermek değil de ba's tabirinin kullanılması, eskisi
gibi canlı, aklı başında, idrakleri tam olarak eski haline döndüğünü haber
vermek içindir. Doktorların görüşüne göre kimi insanlar uzun bir süre hayatta
kalabilir ve bu süre zarfında his ve şuurunu yitirmiş olabilirler. Bu durum
doktorlar tarafından "derin uyku" diye adlandırılır. Bütün bunların
kaynağı ise Yüce Allah'ın kudretidir. Yüz yıl veya üç yüz yıl ya da daha çok bu
halde korur. Kurtubî ise der ki: Bu öl-dürme'den zahiren anlaşıldığına göre,
ruh cesedinden çıkarılmıştır.
"Yiyeceğine"
incirine, "içeceğine" meyve suyuna "bak" aradan geçen uzun
zamana rağmen "hiç de bozulmamışlar." "Bir de merkebine
bak!" nasıl olduğunu gör. Onun ölmüş olduğunu, kemiklerinin kaldığını
gördün.
Sen
bunu bilesin diye "seni bir alâmet kılalım diye" ve insanlara
öldükten sonra dirilişe yani Yüce Allah'ın kudretine alâmet kılalım diye
"böyle yaptık." "Onları nasıl birleştirip yerli yerine
koyuyoruz?" Yerden onları kaldırıp sonra da vücuttaki asıl yerlerine iade
ediyoruz? Bu anlamı veren (nünşizühâ) kelimesi, "diriltiyoruz"
anlamında (nenşürühâ) şeklinde de okunmuştur.
"Sonra
da onlara et giydiriyoruz." Bütün bunlara baktı, kemiklerin yerli yerine
geldiklerini, onlara et giydirildiğini, cesede ruh üfürüldüğünü gördü ve onun
üzerinde hayatın alâmetleri görüldü.
"Biliyorum
ki" yani bizzat tanık olmanın sağladığı bilgiyle biliyorum ki...
[44]
Bundan
önceki kıssa Allah'ın varlığını ispat etmek içindi. Bu kıssa ile bundan sonra
gelen, "Hani İbrahim... demişti" buyruğu ile başlayan kıssa ise,
öldükten sonra haşredilmenin ve dirilişin ispatı hakkındadır.
[45]
Duvarları,
çatıları üstüne yıkılmış
[46] bir
kasabadan geçen o kimse gibisini gördün mü? Bu buyruk bir önceki ayette geçen,
"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni
görmedin mi?" buyruğuna atfe-dilmiştir. Bu ayetin anlamı şudur: Sen Rabbi
hakkında, İbrahim ile tartışan birisini gördün mü ve bu kasabanın mahiyeti neydi?
Oradan geçen kimdir? Denildiğine göre kasaba Beytülmakdis'ti. Oradan geçen ise
Şerhiyâ oğlu Üzeyr idi. Meşhur olan görüş budur. Bir diğer görüşe göre sözü
geçen kasaba Dicle kıyısındaki Deyr Hırakl'dır. Oradan geçen ise Harun (a.s.)
soyundan gelen Ermi-yâdır. Bunun Hızır (a.s.) olduğu, bir başka görüşe göre
Bevar oğlu Hazkiel olduğu da zikredilmiştir. Mücahid de, "Bu kişi İsrail
oğullarından bir kişidir" demiştir.
Bu
kişi şöyle demişti: Harap olduktan sonra bu kasabayı Yüce Allah nasıl imar
eder? Bundan kasıt ise yapıları ve sakinleriyle buranın tekrar şenlenmesinin
-tahrip olmasından ve ahalisinin dağılmasından sonra- uzak görülmesi-dir. Bunun
yanında, aşırı derecede tahrip olduğunu gördüğünden dolayı Yüce Allah'ın
kudretinin azametini de ifade eder. O'nun sözü, diriltme yolunu bilmedeki
acizliği itiraf etmek, hayat verenin kudretinin de azametini kabul etmek
anlamındadır.
Allah,
hayatta kalmakla birlikte yüz yıl süre ile duyu ve hareket kabiliyetlerini
ortadan kaldırdı. Daha sonra ona hareket verdi, adeta uykudaymış da
uyanırmışçasına hızlıca ve kolaylıkla onu diriltiverdi. O, kasabanın,
vefatından yetmiş yıl sonra imar edilmiş olduğunu, sakinlerinin tamamlandığını,
İsrail oğullarının oraya geri döndüğünü gördü. Melek aracılığı ile ona "Ne
kadar süre kaldın?" denildi. Ona bu sorunun soruluş sebebi, Yüce Allah'ın
işlerini kavramaktaki acizliğinin ortaya çıkmasıdır. Müfessirlerin
çoğunluğunun görüşüne göre bu öldürme, ruhun cesetten çıkarılması şeklinde
olmuştur. Bu kişiye seslenen ses ise melekten ya da semadan kimin söylediği
bilinmeyen bir ses olmayıp, bunu söyleyenin Yüce Allah olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun
üzerin dedi ki: Ben, tahminime göre bir gün yahut bir günün bir kısmı kadar
uyudum. Çünkü sabah vakti ölmüş, daha sonra da günün sonlarına doğru Allah onu
diriltmişti. Güneşin henüz batmadığını görünce aynı günün güneşi olduğunu
sanmıştı. Onun böyle demesi kendi kanaat ve zannına göredir. O bakımdan verdiği
bu haberde yalan söylemiş değildi. Ashab-ı Kehfin, "Bir gün ya da bir
günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19) şeklindeki sözleri de
bunun gibidir. Halbuki onlar 309 yıl uyumuşlardı.
Ona
şöyle cevap verildi: Hayır, sen yüz yıl uykuda kaldın. Şimdi bizim kudretimizin
delillerini görmen için bu süre boyunca beraberinde kalmış olan yiyeceğine ve
içeceğine bir bak. Değişmemiş, bozulmamış; halbuki azıcık bir süre geçmekle
benzeri şeylerin bozulması bir kanundur.
Yine
bizim kudretimizin delilini görmek üzere eşeğine bir bak! Onun kemikleri nasıl
çürümüş, eklemleri birbirinden ayrılmış. Böylelikle onun ve senin üzerinden
hareketsiz yahut uykuda iken uzun bir zaman geçtiğini açıkça gör. Bizler bütün
bunları sana gerçekleşmesi uzak ihtimal olarak gördüğün şeyi gözlerinle
göresin, hayrete düştüğün şeye katiyetle inanasın diye gösterdik ve öldükten
sonra dirilmeye seni bir ayet (belge) kılalım, kıyamet günü dirilişe tam kadir
olduğumuzu gösteren bir belge kılalım diye yaptık. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz ancak tek
bir nefis gibidir." (Lokman, 31/28). Buna göre Yüce Allah'ın, "Seni
insanlara bir alâmet kılalım" buyruğu öldükten sonra dirilişe bir
delildir.
Eşeğinin
sağa «ola dağılmış kemiklerini nasıl kaldırdığımıza bir bak. Bu kemikler
birbirlerinin üstünde yığılı duruyorlar. Biz bu kemikleri cesedindeki asıl
yerlerine geri yerleştiriyoruz. Sonra bu kemiklere et, sinir, damar ve deri
giydiriyoruz. Tıpkı elbisenin cesedi örtmesi gibi. Daha sonra Yüce Allah bir melek
gönderdi ve bu cesede ruh üfledi. Aziz ve Celil olan Allah'ın izniyle eşek
anırmaya başladı. Bütün bunlar ise Üzeyrin gözleri önünde oldu. İşte yüz yıl
ölümden sonra bu şekilde diriltmeye kadir olan binlerce yıl sonra diriltmeye de
kadirdir. Çünkü ilâhî fiiller birbirine benzer.
Bütün
bunları açık seçik görünce, "Ben bunu artık biliyorum" dedi. Çünkü
gözlerimle görmüş bulunuyorum. Katiyetle biliyorum ki Allah, her şeye kadirdir.
Hiç bir şey O'na zor değildir.
[47]
Bu
kıssa yok olduktan sonra dirilişin ve kabirlerden çıktıktan sonra Allah'ın
huzurunda toplanmanın, haşrolmanın mümkün olduğunun apaçık delilidir. Her
zaman ve mekânda öldükten sonra dirilişe delâlet edebilecek değişmez delil,
şanı yüce Allah'ın canlıyı yaratması, etini, kemiğini var etmesidir (inşa
etmesidir). İnşanın anlamı, güçlendirmektir. İnşaz'ın anlamı ise
geliştirmektir. Bu özel bir durumdur. En büyük ve genel belge ise Allah'ın
öldükten sonra diriltme kudretine delâlet eden tekvin (yaratma, var etme)
kudretidir. Bu da Yüce Allah'ın, "Sizi ilk baştan nasıl yarattıysa öyle
döneceksiniz." (A'raf, 7/29) ve "tik yaratmayı başlattığımız gibi onu
tekrar iade ederiz." (Enbiya, 21/104) buyruklarında dile getirilmektedir.
Tercih
edilen görüşe göre o kasabaya yolu uğrayan kişi sıddıklardan veya
peygamberlerden birisidir. Bunun kâfirlerden birisi olduğu söylenmişse de bu
zayıf bir görüştür. Çünkü kâfir, Allah'tan ayetlerle teyit edilip desteklenmez.
Sahih olan birinci görüş ile ilgili söylenecek sözler, bunun Yüce Allah'ın müminlere
hidayetine bir misal, onları karanlıklardan aydınlığa çıkartmasına bir örnek
olduğu şeklindeki ifadelerdir. Hz. İbrahim'in o kâfir ile başından geçen olayda
olduğu gibi.
Zanna
göre haber vermek veya yemin etmek yalan olmaz. Yemin edilmesi halinde, kefaret
de gerektirmez. Hanefî, Maliki ve Hanbelflere göre (cumhur) Yüce Allah'ın
affettiğini belirttiği lağv yemini budur. Bu görüşlerini de Yüce Allah'ın,
"Bir gün yahut bir günün bir kısmı demişti" buyruğundan Kehf suresinde,
"Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldık, dediler." (Kehf, 18/19)
buyruğundan alırlar. Bunun bir benzeri de Peygamber (s.a.)'ın Zülyedeyn
(el-Hırbâk b. Amr)'ın kıssasında Buharî ile Müslim tarafından Ebu Hureyre'den
rivayet edilen, "Namazı kısaltmadığım gibi unutmuş da değilim."
şeklindeki buyruğudur.
Buna
göre şöyle demek mümkündür: Peygamberler eğer kasten olmadığı takdirde -ve dini
hükümlerin dışındaki- bir şey hakkında olduğundan farklı bir şekilde haber
vermekten -yanılmak ve unutmaktan yana masum olmadıkları gibi- masum
değildirler.
Üzeyrfn
insanlara ayet olması, yüz yıllık bir süre öldürülmesi, bundan sonra da
diriltilmesi şeklinde olmuştur.
[48]
260-
Hani İbrahim, "Rabbim, ölüleri
n«sı1 dirilttiğini bana göster" demişti. «İnanmadın mı yoksa"
diye buyurdu. O da, "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için"
demişti. Buyurdu ki: «Dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra onların her
bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana
gelirler. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir."
"Kalbimin
mutmain olması için." Burada takdirî bir fiil vardır. Bu da ya
"Kalbimin mutmain olması için soruyorum* veya "Kalbimin mutmain
olması için ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" şeklindedir. Ya da
burada "liyat-mainne" kelimesinin başındaki lâm emir ve dua lamıdır.
"Adeta kalbi için mutmain olsun diye dua etmiş" anlamına gelir.
[49]
"Hani
İbrahim 'Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster1 demişti." Böyle
dediği vakti an, hatırla. Cumhur der ki: İbrahim (a.s.) Allah'ın ölüleri diriltmesinde
olsun, Allah'ın kudretinde olsun asla şüphe etmemişti. O sadece diriltme
keyfiyetini gözleriyle görmeyi dilemişti. Çünkü insan ruhu bilmediklerine
muttali olmayı, haber verilen şeyleri görmeyi arzular. Bu bakımdan Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Haber vermek gözle görmek gibi değildir." Bunu
Taberanî Enes'ten nakletmiştir.
Benim
diriltmeye kadir olduğuma "inanmadın mı yoksa?" Yüce Allah'ın Hz.
İbrahim'in imanını bilmekle birlikte, sorulan bu soru ve bu soruya verilen
cevap, bu kıssayı dinleyenlere öğretmek içindir. "İnandım fakat kalbimin
mutmain olması için." İstidlale ek olarak gözümle görerek kalbim yatışsın
diye sana sordum.
"(fe-surhünne),
Onları parçala" anlamındadır. Bunun, "Onları kendine alıştır"
anlamında olduğu da söylenmiştir (mealdeki gibi). Yani sen onları yanına al,
etrafında topla, (ileyke) kelimesi, bir önceki kelimenin parçalama anlamına
geldiğini kabul edersek, şu anlamı ihtiva eder: Onları yanında topla, sonra onlan parçala.
Etlerini, tüylerini karıştır, sonra da onların parçalarını bir kaç dağın tepesine
bırak. "Sonra da onlan çağır." Onlara sana gelmeleri için seslen.
"Koşarak" hızla yürüyerek "sana gelirler."
"Bil
ki Allah Azîz'dir." Hiç bir şeyin aciz bırakamadığı Gâlib'dir,
"Ha-kîm'dir." Yaratmasında ve tedbirinde hikmeti sonsuzdur.
[50]
İbrahim
(a.s.) verilen emri yerine getirdi. Yüce Allah dört kuşun hangi türden
olduklarını tayin etmemektedir. İbni Abbas'tan nakledildiğine göre Hz. İbrahim,
tavus, kartal, karga ve horoz almış ve sözü geçen işi yapmıştı. Başlarını
yanında alıkoyup onları çağırmıştı. Parçalar birbirlerine tamamlanıncaya kadar
uçuşup eklenmişler, daha sonra da başlarına doğru gelmişlerdir.
Mücahid
dedi ki: Sözü geçen dört kuş tavus, karga, güvercin ve horoz idi.
[51] Hz.
İbrahim bu dört kuşu kesti, sonra da onlara yapacaklarını yaptı. Ardından
onlan çağırdı, çabucak ona geldiler. İşte Yüce Allah mücerret ilâhî emir ile
ölüleri böylece diriltir: "O bir şeyi dilerse onun emri ona sadece 'Ol!'
demesidir, o da oluverir." (Yasin, 32/82); "Ona ve yere,
"isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi, ikisi de, "isteyerek
geldik, dediler." (Fussilet, 41/11).
Bu
kıssanın özeti şudur: İbrahim (a.s.) her işe bütünüyle muttali olmayı seven
birisiydi. Yüce Allah ona iyilik yapana iyilikle, kötülük yapana da kötülükle
karşılık vermek üzere ölüleri kıyamet gününde hasredeceğini vahyedince Hz.
İbrahim, ölmüş ve dirilmiş birisini görmek istediğinden Allah'tan kalbi mutmain
olsun diye böyle bir dilekte bulundu. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları
kesmesini ve parçalarını dağlara dağıtmasını, arkasından kendisine gelmeleri
için çağırmasını emretti. İşte o vakit ölenin nasıl dirileceğini görecekti.
Hz. İbrahim denileni yaptı ve kuşları kendisine gelsinler diye çağırdı. Kuşlar
hiç ölmemiş gibi sapasağlam geri döndüler.
[52]
Bu
kıssa Yüce Allah'ın ölüleri diriltmeye dair kudretini ispata bir başka
delildir. Ölenlerin parçaları istediği kadar çürüsün, zerreleri istediği kadar
dağılsın, ölümden sonra Hz. İbrahim ilâhî kudretin bunu yapabileceğinden şüphe
etmemişti. O, bu istekte bulunmakla, maddî bir deney yahut verilen haberi gözle
görmek suretiyle itikadının daha bir sebat bulmasını istemişti. İşte bu,
eşyaların bileşim keyfiyetini tanımak için deneysel bilimin ve bilimsel deneylerin
önemine işaret etmektedir.
Peygamberler
hakkında bu konuda şüphe caiz olamaz; çünkü bu küfürdür. Bütün peygamberler
öldükten sonra dirilmeyi ittifakla bildirmişlerdir. Yüce Allah ise
peygamberlerinin ve gerçek velilerinin üzerinde şeytanın herhangi bir etkisinin
olmadığını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz benim kullarım üzerinde
senin herhangi bir yetki ve otoriten yoktur." (İsra, 17/65). Şeytan da
(Adem'in zürriyetini aldatacağını söylediğinde) şöyle demişti: Kullarının arasından
ihlâsa erdirdiklerin müstesna. Şeytanın bunlar üzerinde herhangi bir etki ve
otoritesi olmadığına göre, onları nasıl şüpheye düşürebilir?
Hz.
İbrahim sadece dağıldıktan sonra ölülerin parçalarının ne şekilde bir araya
getirildiğini, parçalanmalarından sonra sinir ve derilerin nasıl birbirlerine
ekleneceklerini görmek istemişti. O ilm-i yakînden ayn-ı yakîne yükselmeyi
istemişti. Onun, "Nasıl dirilttiğini bana göster" demesi bu
keyfiyetin görülmesi isteğidir. Yoksa ilâhî kudreti diriltmek veya var etmek
açısından denemek değildir.
Diğer
taraftan Hz. İbrahim kalbinin mutmain olmasını istemişti. Kalbin mutmain olması
ise, inanılan şey hakkında düşüncenin yatışması, sükûn bulmasıdır. Böylelikle
delile dayanılarak bilme ile gözle görerek bilme arasındaki fark ortaya çıkmış
olur.
Bir
şeyin tasdik edilmesi ve fiilin meydana geldiğinden emin olma isteğini fade
etmek üzere Hz. İbrahim'in söylediği söz, insanlar arasında bir darb-ı mesel
haline gelmiştir. Böyle bir durumda kişi başkasından verilen sözü yahut vaadi
veya fiili pekiştirmek istediğinde -güvenin bulunmasına rağmen- "Fakat
kalbimin mutmain olması için." diye isteğini ifade eder.
Hz.
İbrahim'in bu isteği son derece yerindedir. Özellikle şüphelerin çoğaldığı,
bazı kimselerin karada, denizde ve havada binlerce yıldan beri ölmüş ceset ve
ruhların diriltilme ihtimalinden alayla söz ettiği şu çağımızda, insanların
yaratıldığından kıyamet gününe kadar geçmiş bulunan milyonlarca insanın
diriltileceğine ilâhî bir delil teşkil etmektedir. Bunun aksine bir ihtimalden
na-ısıl söz edilebilir? O bakımdan bu konuda diller konuşamasın, kalpler
yatışsın, inanç ile ilgili hususlarda şüpheler ortadan kalksın diye, Hz.
İbrahim'in bu talebi oldukça yerinde bir taleptir.
Aynı
zamanda bu, Yüce Allah'ın müminleri gerçek dost edindiğine, onları himayesi
(velayeti) altına aldığına, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarttığına
üçüncü bir misaldir. Bu da bundan önceki buyruklar gibi öldükten sonra dirilişin
alâmetlerindendir. Birinci misal Allah'ın kendisine mülk verdiği kimsenin Hz.
İbrahim ile tartışmasını ifade ediyordu. Bu tartışma da Allah'ın varlığına
delâlet içindi. İkinci misal, Üzeyr'in yüz yıl süre ile öldürülmesi örneği idi.
Üçüncüsü ise dört tane kuşun öldürülmesini anlatmaktadır. Rububiyetin ispatı
ile ilgili bir misal öldükten sonra dirilişe dair iki misal, verilmesindeki
hikmet ise öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin ulûhiyeti inkâr edenlerden
çok olmasıdır.
Yüce
Allah'ın, "İnanmadın mı yoksa" buyruğu insanın durması gereken sınırı
ve bu sınırı belirtmek kendisini ilgilendirmeyen noktalara geçmemesi için bir irşattır.
Rahman'ın Haliline (Hz. İbrahim'e) yapılan bu irşat, bütün müminlere bir
tehdittir. Var etme keyfiyeti üzerinde düşünmenin, bilgisini Yüce Allah'ın
kendisine sakladığı şeylerle uğraşmanın kendilerine yasak olduğunu, bunlar
üzerinde araştırmaya kalkışmanın yakışmadığını ifade eder.
Diğer
türler arasında kuşların seçilmesindeki hikmet ise kuşun insana daha yakın
olması, buna bağlı olarak hayvanın özelliklerini de kendisinde daha çok
toplaması, kuş üzerinde böyle bir deneyin daha kolay yapılması ve çoğunlukla
kuşların insandan daha çok kaçmasıdır. Bütün bunlarla birlikte kuşların sadece
bir çağırmakla geri dönmeleri misal olarak daha anlamlı, daha beliğdir.
Kuşların
sayısının dört olmasına gelince: Bunun hikmetini Yüce Allah'a havale etmek
gerekir. Çünkü sayı çoğunlukla taabbüdîdir. Şöyle de denilmiştir: Tabiatların
yahut esen rüzgâr çeşitlerinin sayılarına uygundur.
[53]
261- Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali
yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir.
Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
262-
Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa
kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar
için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.
263-
Maruf bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.
Allah Gani'dir, Halîm'dir.
264-
Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın.
Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan bir kimse gibi (olmayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı
sağnak halinde yağan bir yağmurla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesilen kaypak
bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiç
bir şeyi de ele geçiremezler. Allah kâfirler topluluğuna hidayet vermez.
"Bir
tohum gibidir." Teşbih edatı zikredilip benzeme yönü hazfedildiğinden
dolayı mürsel bir benzetme vardır. Yüce Allah yolunda infak edilen sadakayı
yere atılan, Allah'ın bereketlendirdiği ve böylelikle yedi yüz tane oluveren
bir tohuma benzetmektedir.
"Yedi
başak bitiren..." buyruğunda aklî bir mecaz vardır. Çünkü bitirme taneye
isnat edilmiştir. Halbuki asıl onu bitiren Yüce Allah'tır.
"Başa
kakmayan ve bir eziyet katmayanların..." Burada özel tutumdan sonra genel
bir ifade kullanılması kapsamlılığı anlatsın diyedir. Çünkü eziyet, başa
kakmaktan daha geneldir.
"Üzerinde
azıcık toprağı bulunan... bir taş..." Burada temsilî bir benzetme vardır.
Çünkü benzeme yönü bir çok unsurdan yapılmıştır.
[54]
"Allah
yolunda", Allah'ın rızasına götüren şeyler uğrunda, "mallarını infak
edenlerin hali" Allah yolunda infak edenlerin niteliği. "Allah
Vâsî'dir." Lütfü geniştir, "Alîm'dir." Kat kat sevap almayı
kimin hak ettiğini çok iyi bilendir.
Başa
kakmak: İyilik yapanın infak ettiği kimseye bu ihsanını hatırlatması, ona
lütufta bulunduğunu açığa çıkararak, "Ben ona iyilik yaptım, durumunu
düzelttim" demesidir. Eziyet, infak sebebiyle haddi aşmak ve öğünmektir. İnfak
edenin, infak edilenin haberdar olmasını istemediği yahut razı olmayacağı
kimselere bunu zikretmesidir.
"mükâfatları"
infaklannın sevabı "vardır., ve onlar" ahirette "üzülmezler
de."
"Maruf
bir söz" güzel bir3sftz ve dilenene güzel bir karşılık vermek "ve bir
bağışlama" masiyette ısrarlarını ve diğer hallerini affetme
"arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır." Daha çok
faydalıdır. "Allah Ganî'dir", kullarının sadakasına muhtaç değildir.
"Halîm'dir," başa kakan ve eziyet verenin cezasını ertelemektedir.
"Sadakalarınızı...
boşa çıkarmayın." İnsanlara karşı gösteriş olsun diye infak edenin
yaptığı gibi siz de sadakalarınızın ecirlerini boşa çıkarmayın. "Malını
insanlara gösteriş olsun diye" yani kendisini görüp ondan övgü ile söz
etmeleri için yahut hayrı övülsün diye "infak eden ...dümdüz taş kesilen
kaypak bir kayaya benzer." Üzerinde toprak kalmamış sert bir kayaya
benzer.
"Kazandıkları
hiç bir şeyi de ele geçiremezler." buyruğu insanlara karşı gösteriş olsun
diye infak eden münafığın misalini vermek üzere yeni bir söz başlangıcıdır.
Yani onlar işlediklerinden hiçbir şeye sahip olamazlar. Bunun da anlamı, bu
yaptıklarının ahirette sevabım bulamayacaklarıdır. Tıpkı yağmur alıp götürdüğünden
dolayı, dümdüz kaya üzerinde herhangi bir toprağın kalmaması gibi.
[55]
el-Kelbî
şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil
olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dirhem
getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört
bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah
(s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin"
dedi.
Hz.
Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teç-hizatlandırmayı
üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek
Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müslümanlara
tasadduk etti.
[56] İşte bu ayet-i kerime
ikisi hakkında nazil oldu.
Ebu
Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a,
"Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı
ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağanncaya kadar ellerini bu şekilde
açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin
hali..." ayetini indirdi.
[57]
Bundan
önceki ayetler öldükten sonra dirilmeyi, insanların hesapsız bir şekilde
ecirlerini alacakları bir diyar için diriltileceklerini ortaya koydu. Burada
da Allah yolunda infakın fazileti söz konusu edilmektedir. Allah'ın rızasına
ulaştıran yollar pek çoktur. İlmi yaymaya, cahilliği ortadan kaldırmaya, fakirlik
ve hastalığı sona erdirmeye çalışmak gibi. Yolların en büyüğü ise Allah'ın sözü
(yani İslâm dini) en yüksek olsun diye cihad etmektir. Öldükten sonra diriliş
hususundaki bu açık belgeden sonra her kim cihad ederse, o cihadın karşılığında
çok büyük bir sevap alacaktır.
Kur'an-ı
Kerim pek çok yerde infakı teşvik etmektedir. Çünkü infak başkalarını
ihtiyaçtan kurtarmanın, toplumun refahmı gerçekleştirmenin aracıdır. Ümmetin
şeref ve haysiyetini korumak için, ümmete saldıranların saldırganlığını
önlemek için kullanılacak tek araçtır. Malını vermekte cimrilikle davranan her
bir toplum mutlaka zelil olur, köleleştirilir, diğer toplumlar ona vahşi bir
iştahla saldırır. es-Süddî Müs/ıed'inde İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Bu ayet nazil olunca Resulullah (s.a.), "Rabbim, ümmetime daha fazlasını
ver" diye buyurdu. Bunun üzerine, "Allah'a güzel bir ödünç verecek
olan kimdir? O verdiğini ona kat kat arttırır." (Bakara, 2/245) ayeti
nazil oldu. Resulullah (s.a.) yine "Rabbim, ümmetime daha da artır"
diye buyuranca bu sefer, "Sabredenlere ecirleri muhakkak hesapsız
verilir." (Zümer, 39/10) buyruğu nazil oldu.
[58]
Bu
Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların
sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına
kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda
Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıy-la
ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi
yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklannın niteliğini açıklamaktadır. Bu
tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi
başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre
meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak
bitirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir
başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi
tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir
ifadedir.
"Allah
dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan daha
fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı
olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir almaya
kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.
Bu
misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten ruhla* ı daha bir etkileyicidir.
Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi
bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder.
Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğaltacağına
işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini artırıp
çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar
artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.
İbni
Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda
(cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet
gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda
bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem
karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah
dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.
İmam
Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulunanın
infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir hastayı
ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli
ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime
cesedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir
sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde
rivayet etmektedir.
Ahirette
bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şunlardır: Fakire
infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba
çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle başa kakmaması,
ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını istemek gibi
herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyiliklerini
başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı
değer-lendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları
vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri
insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de,
"Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve
salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz
rızıktan infak edin." (Münâfi-kûn, 63/10).
Dilenciye
güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sadaka vermemek,
dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zararın geleceği bir
sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır.
Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyulan kıskançlık ve
kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok olmaya karşı
korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadakayı, kendisi
sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Allah
kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir.
Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse
gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade
edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî
mükellefiyetleri yerine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz
ilâhî hikmet dolayısıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı
dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine
bağlanıp birbiriyle dayanışması, birbirine sevgi beslemesi için meşru
kılmıştır.
İnsanların
ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sökmek için şanı yüce
Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha
bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ardından onları başa
kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı
yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren
iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştirerek başa kakmayı ve
eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer
şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilmesi, Allah
tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.
Çünkü
sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin durumu, Allah'ın
rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendisini övsün,
ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya
maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak
edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a
ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya
herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan
kimsenin hali de bunun gibidir.
Riyakârlık
yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki
toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince toprak çekilir ve taş
çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir
kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider,
darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş kalıverir.
Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada
fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir
kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Allah ancak
kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya
ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırıdır ve bu
bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan
kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.
Allah
kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı
olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara
hidayet vermez.[59] Sahibini ihlâsa, hayra ve
Allah'ın rızasına, Yüce Allah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle
edeplenmeye ileten imandır. İşte bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin
değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir.
[60]
1- Ayet-i kerime Allah yolunda infakın şerefine dair misali, Allah
yolunda infaka teşvik ve harekete getirmeyi ihtiva etmektedir. Bu ya
hazfedilmiş bir muzafın takdiri ile gerçekleşmiştir; bunun da takdiri şudur:
Allah yolunda mallarını infak eden kimselerin infak ettiklerinin misali... bir
tohuma benzer. Veya bir başka yolla gerçekleşmektedir: Mallarını infak eden
kimselerin misali yeryüzüne bir tohum eken çiftçinin misaline benzer. Onun
ektiği bu tohum yedi tane başak bitirir... Bu takdirde de sadaka veren kimse
çiftçiye, sadakanın kendisi tohuma benzetilmiştir. Allah, ona verdiği her bir
sadaka karşılığında yedi yüz hasene verir.
2- Burada sözü geçen infak, hem mendup (nafile tasadduk) infakı hem de
farz infakı kapsar. Çünkü Allah'ın yollan pek çoktur. Bu ayet-i kerimenin zekâtı
emreden ayetten önce nazil olup sonra zekât ayeti ile neshedildiğini söylemeye
gerek yoktur. Çünkü Allah yolunda infak, her zaman teşvik edilmiş (mendup) bir
ameldir.
3- Kur'an-ı Kerim bütün iyi ameller için bir hasenenin on katı ile
mükâfat göreceğini ifade etmektedir. Bu ayet-i kerime ise cihad uğrunda yapılan
infakın mükâfatının yedi yüz katı ile verilmesini gerektirmektedir. Diğer
taraftan Yüce Allah'ın, "Allah dilediğine kat kat verir." buyruğu
ise Yüce Allah'ın dilediği kimselere yedi yüz katından fazlasını vereceğini
göstermektedir. Buna delil de ayetler arası ilişkiden daha önce geçen İbni
Ömer'in rivayet ettiği hadis-i şeriftir.
4- Bu ayet-i kerimede çiftçiliğin, mesleklerin ve kazanç yollarının en üstünlerinden
birisi olduğuna delil vardır. Bundan dolayı Yüce Allah bu mesleğe dair bir
örnek vermiş ve "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..."
diye buyurmuştur. Müslim'in Sahih'inde Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Bir Müslüman herhangi bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir
kuş, bir insan veya bir hayvan yerse mutlaka bu, o kimse için bir sadaka
olur." Tirmizî de Hz. Aişe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasululah
(s.a.) buyurdu ki: "Siz rızkı arzın gizliliklerinde arayınız." Bundan
kastı ise zi-raattir. Ziraat farz-ı kifaye amellerdendir. İmamın (İslâm devlet
başkanının) insanları ziraatle uğraşmaya mecbur etmesi icap eder. Ağaç dikmek
de bu hükümdedir.
5- Başa kakmaksızın ve eziyet etmeksizin Allah yolunda infak etmek, Allah'ın
nzasını kazanmaya sebeptir. Tıpkı Allah'ın ve Rasulünün, Tebûk ordusunun
teçhizatını karşılayan ve ayrıca bin dinar getirip Resulullah (s.a.)'ın önüne
koyan Hz. Osman'dan razı olmaları gibi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Bu günden sonra yapacağı, Affan oğluna (Osman'a) zarar
vermez. Allah'ım, sen Osman'ın bu gününü unutma (karşılıksız bırakma)!"
Bu
ilâhî rıza ve bu büyük sevap, infakının akabinde herhangi bir minnet ve
eziyette bulunmayan kimseleredir. Çünkü başa kakmak ve eziyet etmek, sadakanın
sevabını iptal eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği gibi: "Ey
iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın..."
Kişiye düşen, yaptığı infak ameliyle Allah'ın rızasını dilemesi, ondan sevap
beklemesi, infak ettiği kimseden bir şey ummamasıdır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne
bir karşılık, ne bir teşekkür isteriz." (İnsan, 76/9). Verdikleriyle
mükâfat, teşekkür ve övgüyü bekleyen kimse, desinler diye yapıyor, riyakârlık
ediyor demektir. İbni Abbas Yüce Allah'ın, "Fazlasını yapsın diyerek
iyilik yapma." (Müddessir, 74/6) buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yani
ondan daha iyisini umarak kimseye bir şeyler verme.
6- Başa kakmak büyük günahlardandır. Bu, yapılan iyiliği sayıp dökmek ve
bundan dolayı bir çeşit azarlamak şeklinde olur. Meselâ, "Ben sana iyilik
yaptım, seni refaha kavuşturdum" ve buna benzer sözler söylemek buna örnektir.
Bazıları da şöyle der: Başa kakmak, kendisine verilenin kulağına gidecek ve ona
eziyet verecek şekilde verdiğinden söz edip durmaktır. Bunun büyük günahlardan
olduğuna delil ise Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olan hadis-i
şeriftir. Buna göre başa kakan kişi Allah'ın kendilerine bakmayacağı, temize
çıkarmayacağı ve kendileri için acıklı azabın bulunduğu üç kişiden birisidir.
Nesaî İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlara bakmaz: Anne babasına
itaat etmeyen, erkeklere benzemeye çalışan, erkekleşen kadın ve deyyus. Üç kişi
vardır ki onlar cennete giremez. Anne babasına karşı gelen, içki içip duran ve
verdiğini başa kakan."
[61]
Eziyet
ise sövmek, hakaret etmek ve şikayette bulunmaktır. Bu da başa kakmaktan daha
geneldir. Çünkü başa kakmak eziyet vermenin bir parçasıdır. Şu kadar var ki
çokça görüldüğü için başa kakmak da özellikle söz konusu edilmiştir.
Başa
kakmak ve eziyet vermek, sadakadan gözetilen faydayı tahrip ve iptal eder.
Sadakadan maksat ise ihtiyaç sahibi kimselerin sıkıntılarını hafifletmek,
fakirlik gailesini onlardan bertaraf etmektir.
7- Yüce Allah kendi yolunda yapılan infaka üç türlü sevap vaad etmiştir:
Ona ecrini garantilemiştir. Ecir ise cennettir. Gelecekte ölümünden sonra onun için
korku olmayacağını bildirmiş ve üzüntüsünü yahut da dünyada geçmiş şeyler için
acı çekmesini ortadan kaldırmıştır. Çünkü o ahiretine imrenip durur. O
bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rableri yanında mükâfatlan vardır.
Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de."
8- Maruf, iyi ve güzel bir söz, ardından eziyet gelen sadakadan daha
hayırlıdır. Maruf söz ise dua, gönlünü hoş etmek, Allah katındaki bolluklara
ümit bağlamasını söylemektir. Bunda da bir ecir vardır. Ancak ardından eziyet
gelen sadakada bir ecir yoktur. Müslim'in rivayetine göre Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Güzel söz bir sadakadır. Şüphesiz ki kardeşini güler
yüz ile karşılaman maruf işlerdendir." Yani dilenene güzel sözle karşılık
vermek, iyilikle karşılamak maruf işlerdendir. Bu şekilde davrandığı takdirde
verirse ameli mükâfat görür, vermezse de mazur olur. Bu da Yüce Allah'ın şu
buyruğunu andırmaktadır: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak
onlardan yüz çevirirsen o halde kendilerine yumuşak bir söz söyle." (İsra,
17/28).
Aynı
şekilde bağışlamaya götüren bir davranış, ardından eziyet gelen bir sadakadan
hayırlıdır. Buradaki bağışlama ise ihtiyaç sahibinin kötü durumunu gizlemek
yahut da ısrar edip kaba ve ağır sözler söylediği zaman dilenciyi
bağışlamaktır.
"Maruf
bir söz ve bir bağışlama..." ayeti şeriatın oldukça önemli bir ilkesine
delildir. O da, "Kötülüklerin bertaraf edilmesinin menfaatlerin sağlanmasından
önce geldiği" ilkesidir.
9- Sahibinin başa kaktığı yahut ondan dolayı eziyet verdiğini bildiği
sadakayı Allah kabul etmez. Yüce Allah bu sadakanın kabul edilmediğini ve bunun
sevabından mahrum kalınacağını "boşa çıkarmak (iptal etmek)"
tabiriyle ifade etmişti. Sadakanın boşa çıkarılmasında hedef ise başa kakmanın
veya eziyetin bulunduğu sadakanın kendisidir. Yoksa bir sadaka ile birlikte
bulunan başa kakma ve eziyet, böyle olmayan diğer sadakaları boşa çıkarmaz. Burada
riyakârlık yapan ve başa kakan kimsenin riyakârlıkta bulunduğu veya başa
kaktığı sadakasından fayda görmeyeceği kastedilmektedir. Kasıt bundan
ibarettir.
Yüce
Allah'ın, "Allah Ganî'dir, Halîm'dir" buyruğu, fakirlerin teselli
edildiğine, onların kalplerinin Ganî ve Halîm olan Allah'ın umut ipine
bağlanması gerektiğine delildir. Diğer taraftan, Allah'ın hilmine (çabucak
cezalandırmamasına) ve onlara mühlet vermesine aldanmamalan için zenginlere
bir tehdit ve bir uyandır.
10- "Sadakalarınızı... boşa çıkarmayın." ayeti dolayısıyla İmam
Malik kişinin farz olan sadakasını (zekâtını) yakınlarına vermesini mekruh
görmektedir. Böylelikle onlardan sadaka karşılığında övgü ve güzel sözler
işitmesin, onlara karşı da minnette bulunmasın, bu sadakasına karşılık onlar da
mükâfat vermeye kalkışmasın. O vakit sadaka Yüce Allah için ihlâsla verilmiş
olmaz. Bunun yerine o zekâtm yabancılara verilmesini ve eğer adil bir imam
yoksa sadakayı dağıtmakla başkasını görevlendirmesini müstehap görmüştür. Ta
ki sadaka başa kakmakla, kendisine sadaka verilen kimse tarafından teşekkür,
övgü ve hizmette bulunularak mükâfat vermekle boşa çıkmasın.
Bu
ise gizlice verilen nafile sadakadan farklıdır. Çünkü nafile sadakanın sevabı
boşa çıksa dahi, tehditten kurtulur ve hiçbir şey yapmamış gibi olur. Farz olan
amelin ise sevabı boşa çıktığı takdirde, o farz ameli işlememiş kimse hükmünde
olacağından dolayı, onun için tehdit söz konusudur.
11- Başa kakan ve eziyet eden kimse riyakâr münafık gibidir. Onların her
birisinin de ameli batıldır, hiç bir faydası yoktur. Fazileti de yoktur,
etkisinin devamı da söz konusu değildir. Bunun etkisi çabucak yok olur gider.
Tıpkı rüzgârların taşlar yahut dümdüz ve sert kayalar üzerinde bulunan tozları
alıp götürmesi gibi. Riyakâr kimsenin farz veya hayır kabilinden olan namaz,
oruç ve nafile bütün amelleri batıldır. Çünkü onun kalbi kendisine karşı
riyakârlık ettiği kimseye yöneliktir. Yoksa, tek başına ibadete lâyık olan
Yüce Allah'a değildir.
Riyakârlık
yapan ve başa kakanın bir diğer niteliği de Allah'a ve ahiret gününe gereği
gibi iman etmemektir. Çünkü onun yaptığı işten maksadı insanların kendisini
övmeleridir. Yahut insanlar kendisinden teşekkürle söz etsinler, güzel
niteliklerle meşhur olsun veya "O cömert bir kimsedir" desinler ve
buna benzer dünyevî sair maksatlar dolayısıyla bu iyilikleri yapar.
Kâfir,
riyakâr ve başa kakan kimseler, infaklarından herhangi bir sevap elde edip
yararlanamazlar. Halbuki bu, ihtiyaç duyacakları zamanda sahip oldukları bir
kazançtır. Allah'tan başkası için yapıldığından dolayı burada infak-tan
"kazanç" diye söz edilmiştir. Çünkü onlar infaklarıyla kazanç elde
etme maksadını gütmüşlerdir. Yüce Allah'ın, "Kazandıkları hiç bir şeyi de
ele geçiremezler." diye buyurması, riyakârlığın, başa kakmanın ve
eziyetin müminlerin değil de kâfirlerin niteliklerinden olduğuna bir işarettir.
O bakımdan müminlerin bu niteliklere sahip olmaması gerekir. Müminler bu
niteliklerden kaçınmalıdırlar. Çünkü Allah için ihlâslı amel etmek imanın
nitelikleri arasındadır. Yüce Allah, "Onlar dinlerini yalnızca O'na halis
kılarak Allah'a ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar." (Beyyine,
98/5) diye buyurmaktadır.
[62]
265-
Allah'ın, rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak
edenlerin hali de yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer.
Ona bol bol yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir. Ona bol
yağmur isabet etmese de bir çisinti (bulunurda yine ürün verir). Allah
yaptıklarınızı çok iyi görendir.
266-
Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi
olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türden meyveleri bulunsun ve (fakat)
kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. Güçsüz çocukları da olsun. Derken ona (o
bahçeye) içinde ateş olan bir kasırga isabet etsin ve yanıversin. İşte Allah
size düşünürsünüz diye ayetlerini böylece apaçık bildirir.
"Orada
her türden meyveleri bulursun." Burada özel olarak hurma ve üzüm
ağaçlarından söz edildikten sonra, genel olarak meyveler söz konusu edilmiştir.
Özel olarak bu ikisinden söz edilmesi ise bunların ağaçların en değerlileri,
menfaatleri de en çok olduğundan dolayıdır. Diğerlerine göre bu ikisine
üstünlük (tağlîb) verilerek özellikle zikredilmişler, hemen akabinde de bütün
meyveler söz konusu edilmiştir. Meyvelerle kişinin, bu ağaçlarla elde edeceği
menfaatlerin kastedilmesi de mümkündür.
"Sizden
herhangi biriniz ister mi ki... bir bahçesi olsun." buyruğu temsilî bir
istiaredir. Bir durumun bir diğer duruma benzetilmesi söz konusudur. Benzeyen
ve benzetme edatı söz konusu edilmemiş, yalnızca kendisine benzetilen zikredilmiştir.
Karineler benzetmenin kastedildiğini göstermektedir. "İster mi ki"
ifadesi inkâr ifade eden istifham içindir; "kimse böyle bir şey
istemez" demektir.
[63]
"Allah'ın
rızasını arayarak" O'nun rızasını isteyerek "ve nefislerinden bir
sebat ile" sevabı gerçekleştirmek yahut kendi içlerinden infakm sevabını
tasdik etmek ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak suretiyle "mallarını
infak edenlerin" infak ettiklerinin hali... Kendiliklerinden veya
imanlarından dolayı, sevap ummayan münafıkların zıddına, iman ve ihsan
mertebesi kalplerine yer etmiş olarak infak edenlerin misali verilmektedir.
İbni Kesir der ki: Yani bunlar buna karşılık Allah'ın kendilerine en geniş bir
şekilde mükâfat vereceğini katiyetle bilir ve bu konuda tam bir yakîne
sahiptirler. Buharî ve Müslim tarafından ittifakla kabul edilen bu hadis-i
şerif de buna benzemektedir: "Her kim ramazan orucunu (farz olduğuna)
inanarak ve (ecrini) umarak tutarsa..." Yani, "Allah tarafından
meşru kılındığına iman edip sevabmı Allah'tan umarsa" demektir.
"yüksek
bir tepenin" yani yerden yüksekçe bir yerin "üstünde bulunan güzel
bir bahçeye benzer."
"Ona
bol yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat" yani sair bahçelerin
verdiğinin iki katını "vermiştir." "Çisinti" ona isabet edecek
azıcık bir yağmur dahi yüksekçe olduğundan dolayı ona yeterlidir. Yani yine
meyve verir ve güzelce gelişir; yağmur ister çok, ister az olsun. İşte sözü
geçen kimselerin infak-lan da böyledir. Allah katında az veya çok olsun gelişir
durur. "Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir." Ye buna karşılık
sizi mükâfatlandıracaktır.
"Güçsüz
çocukları da olsun" yani hiç bir şeye gücü yetmeyen küçük yavruları
bulunsun.
Kasırga
(bora) yerde şiddetlice dönüp duran, sonra toz kaldırarak yukarı doğru sütun
şeklinde yükselen şiddetli bir rüzgârdır. "Ateş" ise oldukça şiddetli,
kavurucu sıcak bir rüzgârdır. Burada kastedilen son derece soğuk ve aynı şekilde
ağaçları yakan sam yelidir.[64]
"İşte" sözü geçtiği şekilde "Allah size düşünürsünüz"
ibret alırsınız "diye ayetlerini böylece apaçık bildirir." İşte
ahirette infakımn sevabına şiddetle ihtiyaç duymakla birlikte, riyakâr ve başa
kakan kimsenin infakı yok olmak ve faydasızlığı bakımından bu misale benzemektedir.
[65]
Allah'ın
buna karşılık en ileri derecede kendilerine mükâfat vereceğinden katiyetle emin
olan yahut da nefislerine iman ve yakîn üzere
[66]
sebat vermek için canın yongası olan malı infak etmek üzere kendilerini
alıştıranların nefse diğer ibadetlerden ve imandan daha da ağır gelen bir şey
olan malı infak etme fiiliyle Allah'ın rızasını ve mağfiretini isteyenlerin bu
infaklarının misali -ister az olsun ister çok olsun- toprağı oldukça verimli
sık ağaçlı, bitkisi oldukça bol, güneş ve havadan gereği gibi yararlanabilen,
bol yağmur alan ve verimini iki kat veren yüksekçe bir yerde bulunan bahçeye
benzer. Bu bahçeye azıcık bir yağmur yağsa dahi, toprağının verimliliği,
yerinin iyi olması, konumunun güzelliği dolayısıyla yine mahsûlünü verir.
Bahçenin
"yüksekçe" diye nitelendirilmesi yüksekçe bir yerde bulunan ağaçların
daha güzel, meyvelerinin daha iyi olmasından dolayıdır. "Nefislerinden
bir sebat ile" buyruğu ise dışarıdan gelen herhangi bir etkiyle değil
kendiliğinden yaptığını, bu kimsenin sahip olduğu yakînden dolayı yaptığı bu
işin faydalı olduğuna kani olduğundan nefsin cimriliğine karşı mücahedesini
ifade etmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, "Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenler..." (Enfal, 8/72) buyurmaktadır.
Bu
benzetmenin anlamı şudur: Allah için ve O'nun yolunda infak edip de malı infak
hususunda nefsine sebat vermeyi ve hayır işlemeyi kasteden yahut sevap elde
edeceğinden emin olarak elverdiğince cömertlik eden bir kimse, eğer çokça hayır
elde ederse çok infak eder, az infak ederse gücüne göre hayır elde eder. Onun
iyiliği daimidir, kesilmez. Her iki durumda da iyilik yapar ve her durumda da
bu infakının meyvesini bulur. O -ister az yağmur alsın, ister çok yağmur alsın-
mutlak olarak meyve veren, güzel mahsul getiren, her zaman için verimi bol
toprağı güzel bir arazi gibidir.
Kullarının
amellerinden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. O ihlâslı olana da riyakâra da
lâyık olduğu karşılığı verir.
Bu
birinci misal, Rahman olan Allah için, O'nun rızasını arayarak malını infak
eden kimseye aittir. İkinci misal ise, bunun tam aksine şeytanın ve nevasının
yolunda yahut Allah'tan başkası için infak edenin misalidir. Bu misal inkâr
(konum reddedilerek) ve nefiy ile başlamaktadır. Çünkü ihlâs sahibi bir müminin
böyle bir maksada sahip olmaması gerekmektedir. Yani bu misal Allah'ın rızasını
aramaksızın güzel işler işleyene dairdir. Kıyamet günü geldi mi bu kimse bu
işlerinin boşa çıktığını, darmadağın olduğunu görür. O vakit böyle kişi, her
türlü meyvesi bulunan güzel bir bahçeye sahip kimsenin güçsüz, takatsiz
çocukları varken yaşlanıp geçimleri de hayatları da bu bahçeye bağlı olduğu
halde fırtınalarla bu bahçesi telef olmuş kimsenin duyduğu acüarı duyacaktır.
Buharî
bu ayet-i kerimenin tefsiri hakkında şöyle demektedir: Bir gün Ömer b.
el-Hattab Peygamber (s.a.)'in ashabına, "Size göre şu "Sizden
herhangi biriniz ister mi ki..." ayeti kimin hakkında nazil
olmuştur?" dedi. Onlar, "Allah daha iyi bilir" dediler. Hz. Ömer
kızdı ve dedi ki: "Biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz." Bunun üzerine
İbni Abbas (r.anhuma) dedi ki: "Benim içimde buna dair bir kanaat var ey
müminlerin emiri." Hz. Ömer, "Ey kardeşimin oğlu, söyle ve kendini
küçük görme" dedi. İbni Abbas dedi ki: "Bu belli bir amele verilmiş
bir misaldir." Hz. Ömer, "Hangi amele?" diye sordu. İbni Abbas
dedi ki: "Allah'a itaat ederek amel eden zengin bir kimsenin ameline.
Sonra Allah ona şeytanı gönderir, masiyetlerle amel eder ve nihayet o bütün
amellerini batırır, gider."
[67]
Hasan-ı
Basrî de der ki: Bu, Allah'a yemin ederim ki insanlar arasından pek az kimsenin
akledip anladığı bir misaldir: Yaşlı bir ihtiyar, bedeni zayıf, küçük çocukları
pek çok. Bahçeye son derece ihtiyacı var. İşte bu sırada gelen fırtına onu
kasıp kavurdu. Allah'a yemin ederim, sizden herhangi bir kimsenin ameline en
çok ihtiyacı olduğu vakit, dünyadan ilişkisi kesildiği vakittir.[68]
Verilen
bu misalin açıklanmasına gelince: Ey Allah'tan başkası için infak eden kişi,
ister misin ki içinde hurma, üzüm ve türlü meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçen
olsun. Bu bahçeyi içinden akan ırmaklar sulasın. Bütün emellerini ona
bağlamışsın. Küçük çocuklarınla birlikte ondan faydalanmayı ummaktasın. Diğer
taraftan sen kazanç sağlayamayacak kadar yaşlanmışsın, onlar da küçük oldukları
için hiç bir kazanç sağlayamaz durumdadırlar. Sen onlar gibi, onlar da senin
gibi; bu bahçeden başka gelir kaynağınız yok. Daha sonra ya aşırı sıcağıyla
veya kavurucu soğuğu ile esen sam rüzgarı
[69] bu
bahçeyi yaksın ve meyvelerini yok etsin.
İşte
riyakârlık olsun diye yahut başa kararak ve eziyetle malını infak ettiğin
takdirde durumun böyle olacaktır. Kıyamet gününde bunun herhangi bir faydasını
göremeyeceksin. Acı ve pişmanlıktan başka amelinin bir neticesini elde
edemeyeceksin. Sen halbuki o korkunç günde amelinin vereceği sonuçlara ve
yaptığın infakların sevabına son derece muhtaç olacaksın. Çünkü riyakârlığın
fırtınası ile başa kakmak ve eziyet zahiren hayır, fakat gerçekte ve bâtında
ise kötüdür ve bütün amellerini yok etmiştir.
İşte
Allah, bu açık seçik ayetlerini, şeriatının belgelerini, sırlarını, amaçlarını
ve faydalarını size açıklamaktadır. Bunlar üzerinde düşünesiniz, ihtiva ettiği
misaller, anlamlar ve ibretlerden öğüt alasınız; bunlardan gözetilen maksada
uygun hareket edesiniz, yaptığınız infakların yalnızca Allah rızası için halis
olma maksadını gözetesiniz; infakmıza herhangi bir riyakârlık, başa kakma ve
eziyet katmayasınız diye. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte
biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak alimler akıl erdirir."
(Ankebut, 29/53).
Yüce
Allah'ın, "Düşünürsünüz diye" buyruğu, akıbetler hakkında düşünüp de
ihlâslı bir şekilde, Allah'ın rızasına uygun infakta bulunup sırf hayır yapmak
üzere nefsinize sebat vermek kasdıyla infak edesiniz, diye demektir.
[70]
Bu
iki ayet-i kerimede oldukça açık iki misal vardır. Bunlar düşünmemizi,
tefekkür etmemizi, karşılaştırma yapmamızı gerektirmektedir. Aklı başında her
müminin birinci konumu tercih edip yalnız Allah rızası için ihlâslı bir şekilde
infak edeceğinde şüphe yoktur. Çünkü kıyamet gününde kendisine fayda verebilecek
sevap kazanmasını gerçekleştirecek budur. Aklı başında bir kimse fani dünyanın
çekiciliğine, ününe, gelip geçici şöhretine aldanmamalı-dır. Çünkü her durumda
insanların sözleri eziyet verici ve zararlıdır. Şayet ameli ile riyakârlıkta
bulunursa onu yerer, onu kıskanır, ona kin beslerler. Hatta kimi zaman infakı
çok olduğu takdirde onu akılsızlık ve kontrolsüzlükle de itham edebilirler. Onu
övdükleri takdirde övgülerinin bir değeri yoktur, bir fayda da sağlamaz. Çünkü
Allah katında olan daha hayırlı, daha kalıcı ve daha ebedidir.
Yüce
Allah lütuf ve keremiyle ihlâslı infak edenlerin nafakalarını arttırır, daha
fazlasını vererek onları mükâfatlandırır. Tıpkı mahsulünü iki kat veren bahçede
olduğu gibi. Bu örnek olayı daha iyi anlamamız için verilmiştir.
Müslim,
Malik ve başkaları Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Herhangi bir kimse helâl kazançtan bir
tek hurma sadaka verse, mutlaka Allah onu sağ eline alır ve sizden herhangi bir
kimsenin küçük tayını yahut deve yavrusunu beslemesi gibi besleyip büyütür, tâ
dağ gibi veya ondan da daha büyük oluncaya kadar."
Allah
rızasından başka bir maksatla infak edenin amelinin değeri dünyada çabucak yok
olur, gider. Ahirette bu amelinin bir faydasını göremez. İbni Abbas'tan ve
başkalarından bunun -yani ikinci konumun- kâfir ve münafıklara dair verilen bir
misal olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Bu kimsenin misali ağaç diken bir
bahçe sahibine benzer. Bu kimsenin orada pek çok meyve veren ağacı vardır.
Zamanla yaşlanmıştır. Güçsüz -yani erkek, kız, küçük yaşta- çocukları vardır.
Hem çocuklarının hem kendisinin geçimi bu bahçeden sağlanmaktadır. Böyleyken
Allah bahçesine içinde ateş bulunan bir rüzgâr gönderir ve bu rüzgâr o bahçeyi
yakar. O bahçeye ikinci defa ağaç dikecek kadar gücü yoktur. Çocuklarından da
bir hayır gelmez. İşte kâfir ve münafık da ahiret günü Yüce Allah'ın huzuruna
geldiği vakit böyle olacaktır. Bir daha geri döndürülüp de ikinci defa dünyaya
gelme olmayacaktır. Tıpkı misaldeki bu adamın yaşlandığı için bahçesini ikinci
defa dikecek gücü olmadığı ve buna ihtiyaç duyduğu vakitte çocuklarının da
güçsüz, takatsiz olduklarından kendisini fakirlikten kurtaracak bir şeyi
bulunmadığı haldeki gibi.
"Allah'ın
rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin
halleri de..." ayetinde infakın iki sebebe bağlı olarak söz konusu edilmesi,
bizim amellerimizde iki maksadı gözetmemiz gerektiğine delildir:
1- Allah'a ibadet etmek üzere bizatihi Allah'ın rızasını aramak.
2- Nefsimizi, kemale ermeyi engelleyen -cimrilik ve aşın mal sevgisi
gibi-şeylerden temizleyerek Allah yolunda cömertçe harcamaya alıştırmak.
Kısacası
Yüce Allah 265. ayet-i kerimede infakında ihlâslı olanlara, 266. ayet-i
kerimede de riyakârlık yapan ve eziyet edip başa kakanlara dair birer misal
vermiştir. Bundan maksat ise her iki kesimin halini karşılaştırmaktır. İkinci
misal ahirete veya riyakâra has bir örnek değildir. Aynı şekilde dünya haline
de uymakta ve başa kakanı ve eziyet edeni de kapsamaktadır.
[71]
267-
Ey iman edenler! JCngnuHılrlnnTiı. zın en güzellerinden ve sizin için yerden
çıkardığımız şeylerden î^fab edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız
adi şeyleri vermeye yel-tenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.
"Göz
yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri..." Müsamaha ve kolaylık
gösterme anlamında mecaz-ı mürseldir. Çünkü bir kimse hoşuna gitmeyen bir
şeyle karşılaştığı takdirde onu görmemek için gözünü yumar. Veya istiare
yoluyla bir benzetmedir.
[72]
Maldan
"kazandıklarınızın en güzellerinden" iyi ve kaliteli olanlarından.
Zıddı hoşlanılmayan adi ve bayağıdır, "ve sizin için yerden çıkardığımız
şeylerden" Tahıl ve meyvelerden size ihsan ettiklerimizin en
güzellerinden "infak edin" zekât verin. "Arasından göz
yummaksızın" kolaylık göstermeksizin, görmezlikten gelmeksizin
"alıcısı olmayacağınız adi şeyleri" yani haklarınıza karşılık olarak
verildiği takdirde almayacağınız bu adi şeyleri "vermeye yeltenme-yin"
kalkışmayın. Siz kendi haklarınızda bu gibi şeyleri ancak kolaylık göstererek
alacağınıza göre bunlardan nasıl Allah'ın hakkını ödemeye kalkışırsınız?
"Allah" sizin infaklarınıza muhtaç olmayan "Ganî'dir", pek
çok nimetlerine karşılık hamde lâyık olan "Hamîd'dir."
[73]
Hâkim,
Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle
demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bizim
hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık miktarına
göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz
olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları
(mescidin bir yerine) asardı.[74]
Bunun üzerine Yüce Allah, Ey iman
edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu
indirdi.
Ebu
Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sadaka diye
veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi
şeyleri vermeye yellenmeyin" ayeti nazil oldu.
Yine
Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır
sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma
getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandıklarınızın
en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.
İbni
Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah
(s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı.
Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[75]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde infak eden kimsenin sahip olması gereken
Allah'a karşı ruhunu ihlâsla arındırma maksadını, riyakârlıktan, başa kakmaktan
ve eziyet etmekten uzak durmak şeklinde sahip olması gereken nitelikleri beyan
etti.
Daha
sonra Yüce Allah burada da infak edilecek malın niteliğini söz konusu
etmektedir. Bu da malların güzel ve en iyilerinden olmasıdır.
[76]
Ey
iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanını
infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin,
ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan)
ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre)
kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını
seçip infak etmenizi de yasaklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir.
Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul
etmez. Ayet-i kerimede geçen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda
kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i
şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız
kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nefsinin kabul
etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kastedilen
de budur.
Adi
ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki
sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki
kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir
hoşgörü
ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir
kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha
aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki,
kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim
üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarmdandır.
Bilin
ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka vermeyi
emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün yaratıklarına
ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin
ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sınamak
içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Aynı
şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla
hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş
ve temiz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir
parçasıdır.
[77]
Ayetin
konusu Allah yolunda infak edilmesi sırasında kazanılan malların kaliteli, hoş
ve temiz olanlarını seçmenin vücubu ile ilgilidir. Allah yolunda yapılacak
olan bu infak ister farz zekâtlar türünden, ister mendup sadaka türünden olsun
fark etmez. Çünkü maksat Yüce Allah'a yaklaşmak, yapılan hayır fiil karşılığında
sevap biriktirmektir. Bu ise ancak malların kaliteli, hoş ve temiz olanını
infak etmekle gerçekleşir.
Ayet-i
kerime Muhammed (s.a.)'in bütün ümmetine yönelik bir hitaptır
[78]
Ancak ilim adamları burada "infak"tan neyin kastedildiği hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Ali b. Ebi Talib, Abide es-Selmânî ve İbni
Şîrîn, "Bu, farz olan zekâttır" derler. İnsanlara, iyi ve kaliteli
olanın yerine bayağı olanı zekât diye infak etmeleri yasaklanmaktadır.
el-Berâ
b. Azib, Hasan-ı Basrî ve Katâde der ki: Ayet-i kerime nafile sadakalar
hakkındadır. Ancak iyi ve seçkin mallan vererek nafile tasaddukta bulunmaları
teşvik edilmiştir.
Ancak
zahir olan, ayet-i kerimenin genel olup zekâtı da sadakayı da kapsadığıdır.
Fakat zekâta dair buradaki emir, vücup ifade eder ve farz olan miktar ile
tahsis edilir. Tatavvu olandaki emir ise mendupluk ifade eder, muayyen bir
miktar ile tahsis edilmesi söz konusu değildir. Çok olanın da azın da verilmesi
caizdir. Fakat kaliteli olanın seçilmesi söz konusudur. Maksat en üstün
kalitede olanın seçilmesi değildir. O daha uygundur fakat zekâta dair
fukaha-nın belirttikleri üzere istenen asgarî sınır, ortalama kalitede
olmasıdır.
Ayet-i
kerime babamn çocuğunun kazancından yiyebileceğine de delâlet etmektedir.
Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınız kazançlarınızın
iyilerindendir. O bakımdan çocuklarınızın mallarından afiyetle yiyiniz."
[79]
Ebu
Hanife Yüce Allah'ın, "Ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden"
buyruğunu yağmur ile sulanan mahsullerde öşür olarak zekâtın vacip olduğuna,
kuyu ve benzeri sulaması külfet gerektiren yerlerde ise öşrün yarısının verilmesi
gerektiğine ve bunun -nisap takdiri olmaksızın, az veya çok olsun- yerin
bitirdiği bütün ziraî mahsullerde söz konusu olduğuna delil göstermiştir. Herhangi
bir gıda türü hakkında tahsis söz konusu değildir. Ona göre bütün ziraî
mahsuller ve meyvelerde zekât vaciptir. Bunu Peygamber (s.a.)'in şu buyruğu da
desteklemektedir: "Semanın (yağmurun) suladığı mahsullerde onda bir,
hayvan vasıtasıyla veya dolap ile sulanan mahsullerde ise onda birin yarısı
(yirmide bir) zekât vardır."
[80]
Ancak
buna cumhur tarafından şu şekilde cevap verilmektedir: Bu ayet-i kerimede Ebu
Hanife'nin görüşüne delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu ayet-i kerime
zekâtın nisap veya miktarını açıklamak için değil, zekâtın ne türden
verileceğini beyan için gelmiştir. Resulullah (s.a.) da İbni Mace tarafından
rivayet edilen şu buyruğunda zekât nisaplarını beyan etmektedir: "Beş deveden
aşağısında zekât yoktur. Beş ukiyeden daha aşağı gümüşte zekât yoktur, beş vesk
hurmadan aşağı miktardaki hurmada da zekât yoktur."
[81]
Her
iki kesimin de başka bir takım delilleri daha vardır
[82]
Dikkat
edilecek olursa infak yapılmasını isteyen ayet-i kerimeler âdeten veya
çoğunlukla ya Yüce Allah'ın, "Allah Vâsi'dir, Alîm'dir." buyruğu ya
da, "Allah Ganî'dir, Hamîd'dir" buyruğu ile sona ermektedir. Bu da
bize şunu göstermektedir: İnfak Yüce Allah'ın kullarına nimet olarak vermiş
olduğu rızkın bir parçasıdır. Yüce Allah bunun mükâfatını verecektir ve onun
ecrini kat kat fazlasıyla ödeyecektir. Diğer taraftan infak edene infak
ettiğinin yerine verilecektir. Çünkü Allah lütfü geniş, rahmet ve bağışı bol
olandır. Yine bu buyruklar bize şunu göstermektedir: Maksat insanların
denenmesidir. O muhtaç oldukları zamanda sadaka emrini vermiyor. Bolluk ve.
kolaylıkla verebilecekleri zamanda bu emri vermektedir. Herkes kendi gücüne,
infak edebilme imkânına göre mükelleftir. Şanı Yüce Allah durum ne olursa olsun
ve bütün nimetlerine karşılık hamde lâyık olandır. Hamd ve şükrün bir gereği
ise muhtacın hatırlanması, fakir ve yoksulun gözetilmesidir. Allah yolunda
infaka teşvik eden hususlardan birisi de üstteki -infak eden- elin alttaki
-alıcı olan- elden hayırlı olduğudur.
[83]
268-
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size
^»hş&'yı (cimriliği) emreder. Allah
ise size kendi katından bir mağfiret ve bif lütuf vaad edivor-Allah
Vâsi'dir.
269- Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır
ve özlü akı1 sahiplerinden başkası da iyice düşünemez.
"Hikmeti
dilediğine verir." Bir cümle, bir okuyuşta da Yüce Allah'a hitap olmak
üzere (teşâe) şeklindedir (yani hikmeti dilediğine verirsin). O vakit bu bir
iltifattır. Çünkü gaib ifadeden muhataba geçilmiştir.
[84]
Şeytan,
uzak oldu anlamında (şetana) den türetilmiştir. Çünkü şeytan Allah'ın
rahmetinden uzak düşmüştür. Zayıf bir görüşe göre ise yanmak hakkında
kullanılan (şâta, yeşîtü) dan türemiştir.
"Şeytan
sizi fakirlikle korkutur." Yani sadaka verdiğiniz takdirde fakir
olacaksınız diye sizi korkutur. O bakımdan siz de elinizde olanı tutar ve Allah'ın
rızası uğrunda infak etmezsiniz. Fakirlik ise durumun kötü olması ve elin
darlığı demektir. "Size fahşâ'yı emreder." Yani cimrilikle ve zekâtı
vermemekle sizleri aldatmaya çalışır. "Allah ise" infaka karşılık
olarak "size kendi katından bir mağfiret" yani kendi tarafından
günahlarınızın bağışlanmasını "ve bir bolluk" yani bir nzık ve infakınızın
yerini tutacak yeni bağışlar "vaad ediyor. Allah" lütfü pek geniş
olan "Vâsi'dir" , infak edeni çok iyi bilen "Alîm'dir."
"Hikmeti"
amele götüren, ruhu etkileyen faydalı bilgiyi "dilediğine verir."
İlim adamları hikmet hakkında farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas,
"Kur'an'ı bilmek, fıkhını, neshini, muhkemini, mütaşebihini, garibini,
mukaddemini, muahharını bilmektir" der. Katade ve Mücahid de şöyle der:
Söz ve fiilde isabet etmektir. İbni Zeyd, "Hikmet, dinde akıl sahibi
olmaktır" der. Mâlik b. Enes ise, "Hikmet, Allah'ın emri üzerinde
tefekkür etmek ve o emre tabi olmaktır veya Allah'a itaat ve dinde ve din
gereğince amelde fıkıh sahibi olmaktır" der.
Bütün
bu görüşlerin ortak tarafına göre hikmet, sahih anlayış, faydalı bilgi ve dünya
ile ahiret mutluluğuna götürdüğü bilinen şeylere tabi olmaktır.[85]
"Kime
hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir." Çünkü hikmet o
kişiyi ebedî mutluluğa ulaştırmıştır. "Özlü akıl sahiplerinden başkası da
iyice düşünemez", öğüt ve ibret alamaz.
[86]
Şeytan
eskiden beri insanın düşmanıdır. "İzzetin hakkı için hepsini muhakkak
azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sâd,
38/82-83) diye yemin eden bizzat odur. Şeytan insanlara vesvese verir ve sadaka
verdikleri takdirde yahut da Allah yolunda infak ettiklerinde onları fakirlikle
korkutur. Onlara, "İnfakınızın akabinde siz fakir düşeceksiniz" der
ve cimriliğe, eli sıkılığa teşvikte bulunur.
Araplarda
cimriye "el-fâhiş" denilir. O bakımdan ayet-i kerimedeki el-fah-şâ
cimrilik anlamındadır. Vaad kelimesi ise hayır hakkında da kötülük hakkında da
kullanılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ateş, onu Allah kâfirlere
vaad etmiştir." (Hac, 22/72). İşte bu korkutmaya vaad (ayet-i kerimede
şeytanın fakirlikle korkutması) denilmesi, bunun gerçekleşeceğinin haber verilmesinin
mübalağa yoluyla ifade edilmesi dolayısıyladır. Adeta bu fakirliğin
gerçekleşmesi şeytanın iradesi ile olacakmış gibi ifade edilmektedir. Bununla
birlikte şunu belirtelim ki vaad, haber verilen tarafından yapılacak şeylerin
haber verilmesidir. Şeytan ise ben sizi fakir düşüreceğim dememektedir. Ancak,
fakir düşersiniz diye korkutmaktadır.
Bu
korkutmayı İbni Ebî Hâtim'in Abdullah b. Mes'ud'dan yaptığı şu rivayet
açıklamaktadır: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz şeytanın da meleğin de Adem oğluna bir telkini vardır. Şeytanın
telkini şer ile korkutmaktır, hakkı yalanlamaktır. Meleğin telkini ise hayır
vaad etmektir, hakkı tasdik etmektir. Her kim bunu içinde hissederse bilsin ki
o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Her kim de öbür türlüsünü
bulursa şeytandan Allah'a sığınsın." Daha sonra Yüce Allah'ın,
"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı (cimriliği) emreder.
Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk vaad ediyor."
buyruğunu okudu.
[87]
Yüce
Allah ise şeytanın aldatmaları, vesveseleri ve fahşâyı (cimriliği) emretmesine
karşılık, peygamberimiz aracılığı ile infak etmemiz dolayısıyla günahlarımızın
bağışlanacağını ve dünya hayatında infak ettiğimizin yerine başkasını
vereceğini vaad etmektedir. Bolluk (el-fadl), mal ve hayırdır. Allah ise
rahmeti ve lütfü pek çok olandır. O bakımdan size vaad ettiğini gerçekleştirir.
O ne infak ettiğinizi çok iyi bilendir. O bakımdan yaptıklarınızı en güzel
şekliyle mükâfatlandıracaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Her ne
harcarsanız
O, bunun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
(Sebe' 34/39). Buharî ve Müslim de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Kulların sabahı ettiği her gün mutlaka iki melek (dünya semasına)
iner, onlardan birisi, "Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerini tutacak
olanı ver" der. Öteki de, "Allahım cimrilik edenin malını da telef
et" der." Yani birincisine Allah rızık edinmenin sebeplerini
kolaylaştırarak infakımn yerine verir, ötekinin ise malını giderir.
Allah
hikmeti kullarından dilediğine verir. Hikmet sahih olan görüşe göre
peygamberlik değildir. Cumhurun dediği gibi hikmet ilim, fıkıh ve Kur"an'dır.
O bakımdan hikmet, özel olarak peygamberlik anlamına gelmez, peygamberlikten
daha genel kapsamlıdır. Hikmetin en üst derecesi nübüvvettir. Risalet ondan da
özeldir. Hikmet gerçekleri vehimlerden ayırt etme yolunu, vesveselerle ilhamı
birbirine karıştırmamayı gösterir. Hikmetin aracı akıldır. Kur*an-ı Ke-rim'de
yer alan hükümleri, sırlan bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırla-rıyla,
infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir
kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak
etmekte tereddüt göstermez. İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki şey dışında hiç bir
şeyde kıskançlık yoktur. Bu iki şeyden (birisi) Allah'ın birisine bir mal
vermesi ve bu malı hak yolda tüketecek gücü vermiş olması, (ikincisi de)
birisine Allah'ın hikmet vermesi ve o kişinin bu hikmet gereğince hüküm
vermesi ve onu başkasına öğretmesidir."
[88]
Allah
kime ilim, özellikle de Kur'an-ı Kerim'i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan
etmiş ve akim gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra
iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.
Şer*î
hitabı ve ilâhî buyruğun anlamını kavrayan sağlıklı akıl sahibi kimseler
dışındakiler ilimden öğüt ve ibret almazlar. Öğütten etkilenmez ve verilen
öğütten yararlanmazlar.
[89]
Bu
ayet-i kerime bir önceki buyrukla alâkalıdır ve mümini Allah yolunda yani hayır
yolunda infaka teşvik etmektedir. Çünkü Allah infaka karşılık olarak mağfireti
vaad etmekte, mal ve nzık konusunda ilâhî lütufla infak edene yardımcı
olacağını, infak ettiğinin yerine vereceğini belirtmektedir. Allah'ın infak
ettiği kaynaklar pek boldur. O'nun hazineleri asla tükenmez. Bunu nereye koyacağını,
gizliyi ve açığı çok iyi bilir.
Ayet-i
kerime şeytanın vesveselerinden sakındırmaktadır. Çünkü şeytanın Allah yolunda
infaktan insanı alıkoymakta etkisi söz konusudur. Şeytan bununla birlikte
cimriliği ve fahşâyı -yani masiyetleri- ve o yolda infakı (harcamayı) emreder.
Her kime hikmet (doğru ve faydalı ilim) ile Kur'an-ı Kerim'i anlayıp kavrama
gücü bağışlanmış ise, o kimseye geçmişlerin kitaplarındaki sa-hife ve
benzerlerindeki ilmi toplamaktan daha üstün ve değerli şeyler verilmiş olur.
Ayet-i kerime ilmi teşvik etmekte, hikmetin değerini yüceltmekte ve aklı,
yaratılış sebebinin en şerefli olan alanında kullanmaya iletmektedir. Kimi hikmet
sahibi kimseler şöyle derler: Kendisine ilim ve Kur*an verilmiş kimsenin
kendisini tanıması gerekir. Dünyalıkları sebebiyle dünya ehline tevazu göstermemelidir.
Çünkü ona dünyaya sahip olanlara verilenden daha üstün şeyler verilmiştir.
Çünkü Yüce Allah, "De ki: Dünya metaı pek azdır." (Nisa, 4/77)
buyruğuyla dünyadan "azıcık meta" diye söz ederken, ilim ve Kur'an'dan
"pek çok hayır" diye bahsetmektedir.
[90]
270-
Nafaka türünden neyi infak etseniz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak
Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.
271- Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne
güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha
hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta olduğunuzdan
haberdardır.
"Günahlarınızdan
bir kısmını bağışlar." Bu cümlenin takdiri, "Biz bağışlarız"
şeklindedir.
[91]
Yüce
Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" buyruğu ile
"adaktan her ne adarsanız" buyruğunda iştikak (kelime türemesi)
açısından cinas vardır. "Açıkça verirseniz" ile
"gizlerseniz" buyrukları arasında ise tıbâk sanatı vardır.
[92]
"Nafaka
türünden" yani zekât veya sadaka olsun "neyi infak etseniz yahut
adaktan her ne adarsanız" Adamak (nezir), sözlük anlamıyla özel bir şeyi
yapmayı kararlaştırmaktır. Istılah! manası ise Yüce Allah'a yaklaşmak maksadıyla
bir itaati yapmayı taahhüt etmektir, "muhakkak Allah onu bilir. Sadakalarınızı
açıktan verirseniz" Nafile yahut tatavvu sadakaları açıktan verirseniz
"o ne güzeldir!" O sadakaları açıktan vermek güzel bir şeydir.
"Şayet onları gizler de fakirlere" saklı verirseniz, "bu sizin
için" açıktan vermekten ve zenginlere vermekten "daha
hayırlıdır." Burada zamir sadakalara aittir. Farz olan sadaka (zekât)'nın
ise, başkasına da örnek olsun ve zekât veren vermemekle itham edilmesin diye
açıktan verilmesi daha faziletlidir. Zekâtın fakirlere verilmesi ise taayyün
edilmiştir; yani bu hak, sahiplerinden başkalarına verilemez.
[93]
İbni
Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir..."
ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz.
Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.)
ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Malımın
yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendinden
dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona,
"Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın
ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki:
Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi
hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır
[94].
el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak
etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen
sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da
bu ayet-i kerimeyi indirdi
[95]
Yüce
Allah yolunda infakı teşvik ettikten sonra her bir sadakanın ister itaat
yolunda ister masiyet yolunda olsun, nereye harcandığını bildiğini açıkladı.
Bizi nafile olarak verilecek sadakayı açıktan vermek ile gizli vermek arasında
muhayyer bıraktı. Bununla birlikte gizli vermek daha faziletlidir. Bunu Hz.
Peygamberin, kendi gölgesinden başka hiç bir gölgenin olmadığı günde Allah'ın
kendi gölgesinde himaye edeceğini belirttiği yedi kişi ile ilgili şu hadis-i
şerifi desteklemektedir: Allah'ın gölgesi altında barındırılacak yedi kişiden
birisi de "Sol eli sağ elinin infak ettiğini bilmeyecek kadar gizleyerek
sadaka veren bir kimse"dir.
[96] Buna
göre ayet-i kerime riyadan uzak durmak için sadakaların gizlenmesi hakkındadır.
[97]
İster
Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet
için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz
muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta
(nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya
nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer
ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, serden de bir korkutmadır. Mallarını
vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden
zalimlerin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi:
"Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi
vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile
sadakalarınızı açıktan verirseniz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları
gizliden verip kimseyi haberdar etmeyerek fakirlere verirseniz bu da
riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için
daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı günahlarınızı siler. Çünkü sadaka,
bütün büyük veya küçük günahları örtmez.
Allah
yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük
işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O balomdan amellerinize
uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak etmekten
sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerinizin ne
olduğu Allah'a gizli kalmaz.
[98]
Yüce
Allah kişinin teberru yoluyla yaptığını ve adakta bulunarak yani kendisini
mecbur kılarak yaptığı iki tür infakı söz konusu etmektedir.
Yüce
Allah amel edenlerin her türlü infaklarını ve adak kabilinden yaptığı bütün
hayırlı işlerini bildiğini ve herkese işine göre karşılık vereceğini -hayır
veya şer olsun- haber vermektedir. Ayet-i kerimede hem vaad hem de tehdit
anlamı vardır. Niyeti halis olan kimse Allah'a itaat uğrunda infak eder, bu da
sevap alır. Niyeti riyakârlık olan veya sadakasıyla birlikte başa kakmak veya
eziyet ve buna benzer olumsuz davranışlarla infak eden kimse ise zalimdir. Onun
yaptığı bu iş heder olacaktır. Kıyamet gününde kendisini Allah'ın azap ve
intikamından kurtaracak bir yardımcı bulamayacaktır. İtaat uğrunda yapılan
adağın meşruluğunda şartlı veya şartsız olması arasında bir fark yoktur. Şartlı
olmasına misal, bir kimsenin "Allah benim bu hastama şifa verirse şunu
tasadduk edeceğim" demesi, şartsız olmasına misal ise, "Allah için
oruç tutacağım veya şu kadar sadaka vereceğim" demesidir.
İlim
adamları itaat olan adağı yerine getirmenin vacip olduğunu, buna karşılık
adanılan masiyeti yapmanın haram olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Buna
delil ise Nesaî'nin yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Adak iki türlüdür: Yüce Allah'a itaat uğrunda adak yapılırsa işte bu yüce
Allah içindir ve bunu yerine getirmek gereklidir. Yüce Allah'a masiyet uğrunda
olan adak ise o şeytan içindir. Buna bağlılık söz konusu değildir. Yemin
kefareti gibi onun de kefaretini öder."
Yemek,
binmek, giyinmek gibi mubah olan adaklara gelince: Fukahanın cumhurunun
görüşüne göre kişi böyle bir adağı yerine getirmekle terk etmek arasında
muhayyerdir. Çünkü Ebu Davud'da yer alan habere göre, "Yüce Allah'ın rızası
aranarak yapılan şeyler dışında adak söz konusu değildir." Peygamber
(s.a.)'in Medine'ye geleceği gün tef çalmayı adayan ve Resulullah (s.a.)'ın
"Haydi adağını yerine getir" dediği kişinin bu işi ise Müslümanların
Resulullah (s.a.)'ın gelişiyle sevinmeleri, kâfirleri bununla kızdırmaları,
münafıklara rağmen yapmaları dolayısıyla, Allah'a yakınlaştırıcı fiillerden
olmuştu.
Müfessirlerin
çoğunluğu 271. ayet-i kerimenin tatavvu (nafile) sadaka hakkında olduğu
görüşündedir. Bu buyrukta sadakanın gizli verilmesinin açıktan verilmesinden
daha faziletli olduğuna delil vardır. Sair ibadetlerde de böyledir. O
ibadetlerin tatavvu olanlarını gizlemek daha faziletlidir. Çünkü bu insanı
riyadan daha çok uzak tutar. Ancak başkalarının onu örnek alarak uyması gibi
açıktan yapmaya daha ağırlık kazandıran bir maslahatın söz konusu olması hali
bundan müstesnadır. Kamu yararına yahut bir hayır projesine veya kamuyu
ilgilendiren herhangi bir işe sadaka veren bir kimsenin -meselâ- sadakasını
açıktan vermesinde yahut da bu işe katkıda bulunmasında da -insanları teşvik
etmek, kendilerine uymalarını sağlamak ve hayırda yarışmayı daha bir özendirici
olması bakımından- bir mahzur yoktur.
Resulullah
(s.a.)'ın -Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin Ukbe b. Amir'den, Hakim'in de Muâz'dan
rivayetine göre- şu buyruğu bu konuda muhayyerliği pekiştirmektedir:
"Kur'an'ı açıktan okuyan kimse sadakayı açıktan veren kimse gibidir.
Kur'an'ı gizli okuyan kimse de sadakayı gizli veren kimsedir." Nafile sadakanın
gizli verilmesinin daha faziletli olduğunu ise daha önce zikrettiğimiz Buharî
ile Müslim'de yer alan hadis-i şerif pekiştirmektedir. Söz konusu bu ha-dis-i
şerif Ebu Hureyre'den gelmektedir ve Yüce Allah'ın kıyamet gününde kendi
gölgesi altında barındıracağı yedi kişi hakkındadır. Bunlardan bir tanesi de,
"Sol eli sağ elinin verdiğini bilmeyecek şekilde verdiği sadakayı gizlice
veren kimsedir." Ahmed ve İbni Ebî Hatim de Ebu Umame'den şunu rivayet
ederler: "Ebu Zerr dedi ki: Ey Allah'ın rasulü hangi sadaka daha faziletlidir?
Hz. Peygamber, "Bir fakire gizlice verilen sadakadır, yahut az malı
olanın olanca gayretiyle verdiği sadakadır" dedi. Daha sonra da,
"Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir!" ayetini
okudu." Taberanî de merfu olarak şunu rivayet etmektedir: "Gizlice
verilen sadaka Rabbin gazabını söndürür."
Farz
olan zekâtın açıktan verilmesinin delili ise İbni Cerir et-Taberî'nin İbni
Abbas'tan bu ayet-i kerimenin tefsirinde naklettiği şu sözüdür: Yüce Allah
nafile sadakanın gizlice verilmesini açıktan verilmesinden daha faziletli kılmıştır.
Bunun yetmiş kat olduğu söylenir. Farz olan sadakanın açıktan verilmesini ise
gizlisinden daha faziletli kılmıştır. Böylesinin öbür türden yirmi beş kat
faziletli olduğu söylenmiştir.
Farz
olan sadakaya (zekâta) gelince: İlim adamlarının çoğunluğu bunu açıktan
vermenin gizli verilmesinden daha faziletli olduğunu kabul ederler. Çünkü
farzlara riya girmez. Nafile ameller ise riyaya maruzdur. Müslim Sa-hih'inde
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Farz olan dışında
kişinin kıldığı en faziletli namaz, evinde kıldığı namazdır." İşte burdan
hareketle şöyle denilmiştir: Nafile namazların tek tek kılınması daha faziletlidir.
Farz olan namazların cemaatla kılınması ise mümini ithamdan daha uzak tutar.
Hatta farzların açıktan yapılması dinin şearinin (belli başlı alâmetlerinin)
uygulanması için kaçınılmazdır. Bunların açıktan yapılması, İslâm'ın gücüne
delildir. Aynı şekilde güzel örneğe uyma ilkesinin uygulamaya konulması da söz
konusudur.
Nafile
sadakanın Müslümana da kâfire de, itaat edene de günahkâra da, fakire de
zengine de verilmesi caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Şayet onları gizler de
fakirlere verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır" diye buyurmakta
ve "fakirler" kelimesini mutlak olarak zikrederken Müslüman fakirler
diye kayıt-lamamaktadır. Ayrıca fakire verilmesinin daha hayırlı olduğunu
belirtmekte, zengine verilmeyeceğini ise ifade etmemektedir. Buharî ile
Müslim'de de varit olduğuna göre, "Sıcakta kavrulmuş can taşıyan her bir
varlığa yapılan iyilikte ecir vardır." Yani bütün mahlûkata merhamet
göstermek sevap kazandırıcıdır. Farz zekâtlarla fitır sadakası ise,
Müslümanlara ve fakirlere hastır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Muhakkak
sadakalar Allah'tan bir farz olarak fakirlerin... dir" (Tevbe, 9/60)
buyruğu bunu gerektirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber Hz. Mu-âz'ı Yemen'e vali
olarak gönderirken, "O zekâtı zenginlerinden al, fakirlerine ver."
[99] diye
buyurmuştur.
Kısacası
farz olan sadaka, din ve cihada davet gibi kamu menfaatine olan alanlarda
yapılan infak ve başkalarının sadaka vermesini teşvik için tatavvu yoluyla
yapılan infakın açıktan yapılması gerekir ve bu gibi infaklann açıktan
yapılması gizli yapılmasından daha faziletlidir. İhtiyaçlarını karşılamaları
için fakirlere sadakayı gizli vermek ise hallerini örtmek ve haysiyetlerini
korumak kasdıyla açıktan vermekten daha faziletlidir.
[100]
272- Onların hidayete ermesi senin üzerine borç
değildir; fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir. Her ne hayır infak
ederseniz kendi faydamzadir. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için infak
edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez. '
273- (Sadakalar) Allah yolunda kendilerini
vakfetmiş fakirler içindir ki onların yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmez;
bilmeyenler, kendilerini, iffetlerinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise
onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey
istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla
bilir.
274-
Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları
vardır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de.
"...
fakirler içindir." Bu ya, "sadakalar fakirler içindir"
takdirindedir veya bir önceki ayette geçen "hayırdan neyi infak ederseniz..."
buyruğuna mütealliktir. Yani hayır türünden neyi infak ederseniz o
fakirlerindir demektir. Ya da hazfedilmiş bir fiile mütealliktir. O takdirde,
"Fakirlere veriniz" yahut "O sadakaları fakirlere tahsis
ediniz" anlamında olur. "Yüzsüzlük ederek istemeyen" yani ne
dilencilik yapanlar, ne de yüzsüzlük edenler, demektir.
[101]
"Ancak
Allah'ın rızası için infak edersiniz." Bu buyruk, nehiy anlamına bir
haberdir. Yani infak ederken Allah'ın sevabı dışında dünya metaından bir şey istemeyiniz.
"Size ödenir" buyruğu ile "her ne hayır infak ederseniz kendi
faydanı-zadır" buyruğundan sonra "size zulmedilmez" buyruğunun
gelmesi itnâbdır. Ayrıca "gece gündüz" ile "gizli açık"
buyrukları arasında da tıbâk sanatı vardır.
[102]
"Onların
hidayete ermesi" insanların İslâm'a sokulmaları senin "üzerine borç
değildir." Sana düşen ancak tebliğdir, hayra yöneltmektir. İslâm'a girme
hidayetini veren ise Allah'tır. Hidayet iki türlüdür: Birisi hayır ve mutluluk
yolunu bulma başarısı anlamındaki hidayet, bu Yüce Allah'a hastır; diğeri ise
hayra irşat ve hayrı gösterme anlamında hidayet. Bu da Resulullah (s.a.)'ın görevidir.
"Her
ne hayır" mal "infak ederseniz, kendi faydanızadır." Yani sevabı
sizedir, sizden başkası ondan yararlanmaz. "Zaten siz Allah'ın rızası
için" O'nun rıza ve sevabını dileyerek "infak edersiniz".
"Kendilerini
vakfetmiş" yani cihad ya da ilim öğrenmek için Allah'a itaat uğrunda başka
şeylerden kendilerini alıkoymuş, bu işe kendilerini hasretmiş kimseler.
"Hayırda
neyi infak ederseniz size ödenir", yani eksiksiz olarak mükâfatı size
ulaşır. "Ve size asla zulmedilmez." Bu mükâfatınızdan bir şey
eksiltilmez. Bu cümle ile, "Size ödenir" cümlesi birinci cümle olan
"kendi faydanızadır" cümlesini tekit etmektedir.
"Yeryüzünde
dolaşmaya gücü yetmeyen..." Bunlar cihadla uğraşmaktan dolayı kazanç elde
etmek, ticaret yapmak ve geçimlerini sağlamak için uğraşa-madıklanndan
yeryüzünde yolculuğa çıkamaz, bir yere gidemezler.
"İffetlerinden"
iffetlilik göstermelerinden ve dilenmeyi terk etmelerinden,
"simaları..." yani alçakgönüllülük, fakirliğin etkisi gibi alâmetleri
demektir. "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler."
İnsanlardan asla bir şey istemeyenler ve bu hususta ısrar ettikleri
görülmeyenler. Israr (ilhâf, ilhâh), dilencinin, kendisine bir şey verinceye
kadar insanların peşini bırakmamasıdır. "Allah onu hakkıyla bilir."
ondan haberdardır, onu görmektedir ve onun mükâfatını verecektir.
[103]
272.
ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir
olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar
ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap
müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmıyorlardı.
Bu durumu soruca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine,
"Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil
oldu.
Yine
rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt
emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bulunuyorlardı.
İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.
Yine
denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan
bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince
bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni
Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müslüman
olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üzerine,
"Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi
nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka
verilmesini emretti.
Sahid
b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi
hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka
veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Dininize
mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i
kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.
Taberî,
Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini engellemekten
maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu
nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin
üzerine borç değildir" ayetini indirdi.
Kısaca
bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müşrik akrabasına
veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara
sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil
oldu.
273.
ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur
[104]
Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim
öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[105]
274.
ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b.
Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin
Rab-leri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil
olmuştur.
[106] Bunlar ise Allah yolunda
at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık atlarına harcamalarda
bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve iftihar etmek kasdıyla at
beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.
İbni
Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak
edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun
sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet
etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda
bir at bağlayıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın
tokluğu da açlığı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet
gününde o kişinin terazisine konacaktır."
[107]
Bundan
önceki ayet-i kerime müminlerin genel olarak Müslüman olsun olmasın, fakirlere
bir şeyler vermelerini teşvik etti. Bu ayet-i kerime ise müşrik olsunlar,
Kitab Ehli'nden (Yahudi ve Hristiyan) olsunlar, Müslüman olmayanlara da nafile
sadaka vermenin mubah olduğunu açıkça ifade etmektedir. Çünkü Allah dünya
malından mümini de kâfiri de rızıklandırır. Mümine düşen ise Allah'ın ahlâkı
ile ahlâklanmak ve faydasının bütün insanları kapsayacak şekilde olmasını
sağlamaktır. Bu, Müslümana bütün insanlık yararına hayır ve faydalı olanı sevme
duygusunu kazandırır. Bütün insanlara karşı Müslümanm kalbinde sevgi ve
rahmetin yer etmesi gerektiğini gösterir. Bu aynı zamanda insanları yıkıcılık,
bölücülük, fitne, haset ve kin tohumlarım ekmekten ve müminleri de bizatihi
hoşgörü esasları üzerine kurulu İslâm'ın kabul edilmesi hususunda dinî
taassuptan uzaklaştırmaktadır. Artık insanın bundan sonra dine girip hidayet
bulması işi Yüce Allah'a bırakılmalıdır. Çünkü hidayet Allah'tandır. Ayrıca
şefkat, dini ne olursa olsun ihtiyaç sahibi olana bir şeyler vermektir.
[108]
Ey
Muhammedi İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin
görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ
etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de
cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma
anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş,
onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O bakımdan
ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi
emret.
Sadakanın
ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da
ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya hayatında sadaka
malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından,
hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse
kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da
sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahlarınız
bağışlanır.
Siz
dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Allah'ın
rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir
ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut
riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Allah'ın
rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği
karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin
sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce
Allah'ın rızasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir
kazanırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."
Daha
sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır*
şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:
Bunların
birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı
ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.
İkincisi
ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan herhangi
bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayettir.
Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulmolunmaz. (Hakkı) bir hardal
danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz
yeteriz." (Enbiya, 22/47).
Bütün
bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirlere
yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine
rağmen fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın
rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık
isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik
olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Sizinle din
hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı
ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz." (Mumtahine,
60/8).
Buharî
ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu
desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi
ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir
kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka
verildi" diye söz etmeye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine
verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir
sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin birisine verdi. Sabah olunca
insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye
başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana
hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza
verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka
verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden
bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana
hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye
kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de
belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden infak eder. Hırsız da muhtemeldir
ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koruyup hırsızlıktan uzak
durur."
Daha
sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları beyan
etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:
1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi
Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü
bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu maslahatları
işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve savaş
vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut
yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i
kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Suffe Ehli
yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar
Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad
ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) bir gün
Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirliklerini, sıkıntılarını ve buna
rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müjdeler olsun sizlere ey
Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip olduğunuz bu niteliklere
sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durumdan razı olursa, o benim yol
arkadaşlarımdandır."
2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen"
yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde dolaşmak,
yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi vardır. Bunlar
yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hususlardır.
3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etmemek
ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse
onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffetleri,
sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müslim
tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lokmadan,
bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl
yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varıl-mayıp
kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen
kimsedir."[109]
4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları
simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak
müminin ferasetli olmasını
[110].
deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan
komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman zayıflık,
çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görünümler
de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çünkü
kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi
olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası
ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.
5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek:
"Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin
cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak
dururlar. Bu şekildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar
ederek olsun, etmeyerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de
şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar
insanlardan ısrar etmeksizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur.
Yani onlar ısrar etmeksizin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler.
İnsanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri yüklemezler. Kendisini dilenmek
ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şeyleri olduğu halde dilenen bir kimse
ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlardan ısrarla dilenenlerin durumunun
kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günümüzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz
hali budur. Lafzı Müslim'e ait olmak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî
Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir
kimse benden bir şey ister de onun bu istemesi sonucu benden bir şey çıkarsa
ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket
ihsan olunmaz."
Daha
sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakla-rı mutlaka
Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin
Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet vermeksizin,
iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzel-leştirir.
Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel
infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadın
Daha
sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakm
mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla ta-sadduk edip
ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce
gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geçtiği
hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins
infaktan-dır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek
yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü
ile de karşılaşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya
kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatından
ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün
bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.
Gecenin
gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice verilen
sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret etmek
içindir.
[111]
Ayet-i
kerime nafile sadakayı kim olursa olsun her insana vermeyi mubah kılmaktadır.
Farz olan sadakanın (zekâtın) ise kâfire verilmesi icma ile caiz değildir,
verilirse yerini bulmaz. Çünkü Hz. Peygamber Ahmed b. Hanbel ve Kütüb-i Sitte
sahiplerinin İbni Abbas'tan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ben sadakayı
(zekâtı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize geri çevirmekle emrolundum."
Aynı şekilde cumhurun görüşüne göre fitır sadakasını kâfire vermek caiz
değildir. Çünkü bu sadaka oruç tutan kimse için bir temizliktir. O nedenle
kâfire verilmez. Tıpkı davar ve nakitlerin zekâtı gibi. Resulullah (s.a.) da
Darekutnî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Onları (fakir Müslümanları) bugün
için dilenme ihtiyacından kurtarsın." "Bugün"den kastı ise
orucun açıldığı Ramazan bayramının birinci günüdür. Çünkü onlar bayram ve
bayram namazı ile meşguldürler. Böyle bir şey ise müşrikler hakkında söz konusu
değildir.
Ebu
Hanife (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) fitir sadakasının Müslüman olmayan
zimmet ehline verilmesini caiz görmüştür. O bu konuda birr (iyilik yapmak),
yemek yedirmek ile ilgili ayetin genel anlamını ve "sadakaların mutlak
olmasını esas alır.
Yüce
Allah'ın, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" buyruğu
infakın faydasının hakikatte infak edene ait olduğuna delildir. Çünkü bu kimse
yaptığı işin eksiksiz bir mükâfatını görecektir. Yüce Allah bu anlamı daha sonra
gelen şu iki cümle ile pekiştirmektedir: "Hayırdan neyi infak ederseniz
size ödenir ve size asla zulmedilmez."
Yüce
Allah'ın, "Zaten siz ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz"
buyruğu, kabul edilecek nafakanın (infakın) ancak Allah'ın rızası için
yapılanlar olduğunu göstermektedir.
"Allah
yolunda kendilerini vakfetmiş... fakirler içindir" ayeti sadakaya hakkı
olanların niteliklerini göstermektedir. Bunlar ise fakir kimselerdir. Biz de
bunlara dair açıklamalarımızı az önce geçen "Açıklaması bölümünde yapmış
bulunuyoruz. Yine bu buyruk dilenmenin adabından birisinin, dilenirken ısrar
etmemek olduğunu göstermektedir.
Zaruret
dolayısıyla olması hali dışında dilenmek İslâm'da haram kılınmıştır. Kazanma
gücü yeten için dilenmek helâl değildir. Buna delil ise Resulullah (s.a.)'ın
Ebu Davud ve Tirmizî tarafından Abdullah b. Amr (r.a.) yoluyla rivayet
ettikleri şu hadis-i şerifıdirfZengin bir kimseye de güçlü, kuvvetli ve azaları
sapasağlam kimseye de sadaka helâl olmaz." Bundan kastedilen kazanmaya
gücü yeten kimsedir. Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu ile belirlediği üç tür
kişi dışında dilenmek kimseye helâl olmaz:
"Dilenmek
ancak aşırı fakir yahut aşırı borç altında kalmış veya ağır gelen bir kan
bedelini ödemek durumunda olanlar için helâldir."
[112]
Hadis-i
şerifteki "aşırı fakirlik"ten kasıt kişiyi düşkün hale getiren (süründüren)
fakirlik demektir. "Aşın borç", ödenmesi kişiyi zor durumda bırakan,
buna karşılık kefalet, arayı düzeltmek için nafaka ve buna benzer -bir haksızlığı
bertaraf etmek, bir maslahatı korumak gibi- hayır işlerinden olmayan borçlar
demektir. Ağır gelen böyle bir borcu yüklenen kimsenin bu borcunu ödemek için
yardım isteme hakkı vardır.
"Ağır
gelen bir kan bedelini ödemek durumunda olan" a yahut sıhrî akrabası veya
arkadaşı gibi yakınlarından cinayet işleyen ve kısasla öldürülmesi halinde acı
çekecek olan ve öldürülmesin diye onun yerine diyet ödemeyi yüklenen kimsedir.
İhtiyaç olmamakla birlikte ısrarla dilenmek helâl değildir. Müslim, Peygamber
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim insanlardan
mallarını kendi sevabını çoğaltmak maksadıyla dilenirse o ancak kor ateş dileniyor
demektir. İster az istesin ister çok istesin." Yine İbni Ömer'den
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sizden herhangi
biriniz dilenmeye devam eder ve nihayet Allah'ın huzuruna yüzünde bir parçacık
et parçası kalmaksızın çıkar."
[113]
Ahmed, Ebu Davud ve İbni Hibbân, Sehl b. el-Hanzeli-ye'den Resulullah (s.a.)'ın
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yanında kendisini ihtiyaçtan
kurtaracak kadar bir şeyler olduğu halde dilenen bir kimse şüphesiz cehennem
ateşini artırır." Ey Allah'ın Rasulü kendisini ihtiyaçtan kurtaracak
kadar, ne demektir? denilince, "Sabah yahut akşam yiyeceği varsa demektir"
buyurdu.
Şayet
dilenci muhtaç bir kimse ise mazur olduğunu bildirmek ve uyarmak kasdıyla üç
defa dilendiğini tekrarlamasında bir mahzur yoktur. Efdal olan ise bunu terk
etmektir. Eğer dilenen kimse bunu biliyor ve kendisinden isteneni
karşılayabilecek durumda ise ona bunu vermesi icap eder. Şayet onu bilmeyen bir
kimse ise dilenmesi yerinde olabilir korkusuyla onun ihtiyacını verir. Çünkü
onu reddetmekle iflah olmaz.
[114]
Yüce
Allah'ın, "mallarını gece gündüz... infak edenlerin..." buyruğu Allah
yolunda kendi rızasını arayarak gece gündüz bütün vakitlerde, gizli açık bütün
hallerde infak edenler için bir övgüdür. Fakat gecenin gündüzden önce, gizlinin
de açıktan önce zikredilmesi önceden de açıkladığımız gibi gizli verilen sadakanın
açıktan verilen sadakadan daha faziletli olduğuna işaret etmektedir.
[115]
275-
Riba yiyenler (kabirlerinden) ancak, çarpmaktan dolayı şeytanın kendilerini
sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar. Bu onların, "Alışveriş de ancak
riba gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, ribayı
haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur,
işi de Allah'tı kalmıştır. Kim de tekrar dönerse onlar da ateşliklerdir. Orada
ebedî kakçıdırlar.
276-
Allah ribayı yok eder. Sadakaları ise arttırır. Allah çok nankör ve günahkâr
hiç bir kimseyi sevmez.
277-
Şüphesiz iman edip de salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan, bir de zekâtı
veren kimselerin Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için hiç bir korku da
yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
278-
Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın, eğer müminler
iseniz.
279-
Şayet yapmaz iseniz, Allah'tan ve Rasulü tarafından size karşı savaş açıldığını
bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulmediniz,ne de zulme uğrayınız.
280-
Eğer darlık içinde ise geniş bir zamana lmH^r ona mühlet verin. Sadaka olarak
hağ^şlnmunıa! ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.
281-
Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz
verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.
"Alış
veriş de ancak riba gibidir." Aslında, "riba alışveriş gibidir"
denilmesi gerekirdi. Fakat onlar teşbihi tersine çevirdiler ve benzeyeni
kendisine benzetilenin yerine koyup "maklûp teşbih" şekline
getirdiler.
"Helâl
kıldı" ve "haram kıldı" lafızları ile "yok eder"
"arttırır" buyrukları arasında tıbâk vardır.
"Çok
nankör ve günahkâr" kelimelerinin her ikisi de mübalağa ifade eder. Yani
nankörlüğü büyük, günahı aşırı anlamındadır.
"Savaş
açıldığını bilin" buyruğunda "savaş" kelimesinin nekre
(belirtisiz) gelmesi, dehşeti ifade etmek içindir. Oldukça şiddetli bir savaş
türü açıldığını bilin, demektir.
"Ne
zulmediniz, ne de zulme uğrayınız." buyruğunda "eksik cinas"
denilen bir cinas vardır. Çünkü harflerin harekeleri farklı farklıdır.
[116]
"Riba
yiyenler", onu alanlar. Yemek, ribayı almak veya ondan faydalanmak yerine
kullanılmıştır. Çünkü ondan esas gaye budur. Yani çoğunlukla yararlanma yolu
yemektir. Bu alanı da vereni de kapsar. Çünkü hadis-i şerifte şöyle varit
olmuştur: Resulullah (s.a.) riba (faiz) yiyeni, yedireni ve yazanı lanetlemiş
ve, "Hepsi (günah bakımından) eşittir" buyurmuştur
[117]
Riba,
sözlükte artmak demektir. Şer"î bir terim olarak ise malın mala değişimi
esnasında karşılığında bedel olmaksızın belli bir malın fazlalığı yahut
alışveriş veya nakit ya da yiyeceklerin karz verilmesi muamelelerinde miktardaki
yahut vadedeki artış demektir. Bu, Şafiîlerin görüşüne göre böyledir.
Ma-likîler ise fazlalık faizini saklanabilen gıda maddelerine münhasır kabul
ederler. Nesîe (vadeli) faizinde ise, Şafiîler gibidirler. Hanefîlerle
Hanbelîler ise, kile ile ölçülen ve ağırlık ile tartılan her şey hakkında
genel kabul ederler; bunlarda faizin cereyan edeceğini söylerler.
"Ancak
çarpmaktan dolayı şeytanın kendilerini sar'aya düşürdüğü gibi"
kabirlerinden "kalkarlar." Yani şeytanın sar'aya düşürerek delirttiği
veya sar'aya düşürdüğü kimse gibi kabirlerinden kalkarlar. "Rabbinizden
bir öğüt" bu işten çekinme emri ve öğüdü "gelir de vazgeçerse geçen
onundur." Yani yasaktan önce almış olduğu faiz ondan geri alınmaz.
"İşi de Allah'a aittir." Affedilmesi Allah'a kalmıştır. "Kim de
tekrar dönerse" yani helâl olması bakımından alışverişe benzeterek faiz
yemeye yeniden başlarsa...
"Allah
ribayı yok eder" eksiltir, bereketini giderir, "sadakaları ise
arttırır" geliştirir, sevaplarını kat kat verir.
"Allah
çok nankör" yani faizi helâl kabul etmek suretiyle küfrü üzere devam eden
"ve günahkâr" faiz yemek suretiyle haddi aşan, günah üzere ısrar edip
bu konuda aşırıya kaçan, "hiç bir kimseyi sevmez" yani onu
cezalandırır.
"Allah'tan
korkun", yani kendinizi onun azabına karşı koruyun, "faizden kalanı
da bırakın" ondan vazgeçin.
"Allah'tan...
size karşı savaş açıldığını" Allah'tan size gazap olduğunu
"bi-lin." Rasulünden açılan savaşın anlamı ise şudur: O size bâğîlere
(meşru İslâ-mî yönetime karşı çıkan isyancılara) davrandığı gibi davranacak ve
kendi çağında fiilen sizinle savaşacak, her dönemde de sizler onun düşmanı
olarak değerlendirileceksiniz.
"Eğer
tevbe ederseniz" faiz almaktan vazgeçerseniz "sermayeleriniz sizindir."
"Ne zulmediniz" borçludan fazlasını alınız, "ne de zulme
uğrayınız" sermayenizden eksik alınız.
"Eğer
o" yani borçlu "darlık içinde ise" malı olmadığı yahut elindeki
malları satamadığı için ödeyemeyecek durumda ise "geniş bir zamana kadar
mühlet verin." yani onun borcunu tahsil etmeyi, kolaylıkla ödeyebileceği
vakte ve bolluk zamanına kadar erteleyip ona süre tanımanız gerekir.
"Sadaka olarak bağışlamanız" borcunu ödeyemeyene borcunu ibra etmek
suretiyle ona tasadduk etmeniz "ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer"
daha hayırlı olduğunu "bilirseniz" onu yapınız.
[118]
278.
ve 279. ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ebu Yala Müsned'iade ve İbni
Mende İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bize bu ayet-i
kerimenin Sakiflilerden Amr b. Avf oğulları ile Mahzumoğullarmdan Muğîreoğullan
hakkında nazil olduğu haberi ulaşmıştır. Muğîreoğullan Sakif-lilere faiz
veriyorlardı.
[119]
Allah, Rasulüne Mekke'yi fethetmeyi nasip edince o gün bütün faizi kaldırdı. Bu
sefer Amroğulları ile Muğireoğulları Attâb b. Esid'e geldi. Esid, o sırada
Mekke valisi idi. Muğireoğulları "Biz insanlar arasında faiz nedeniyle en
fakir olduk"; Amroğulları ise Takat biz faizimizi alacağız diye anlaşmış
idik" dediler. Bunun üzerine Attab bu hususta Resulullah (s.a.)'a mektup
yazdı. Bu sebepten dolayı bu ayet ve ondan sonraki ayet nazil oldu.
İbni
Cerir et-Taberî İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet-i kerime
Sakifliler hakkında nazil olmuştur. Amroğulları ve Umeyroğullanndan olan
aralarında Mes'ud, Hubeyb ve Rabia'nın da bulunduğu Sakifliler hakkında nazil
olmuştur.
Sakifliler,
"Biz Allah'a ve Rasulüne karşı savaşacak güce sahip değiliz" diyerek
tevbe ettiler ve yalnızca ana paralarını aldılar.
280.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbi der ki, Avf b. Umeyroğulları
Muğireoğullanna şöyle dediler: Ana mallarımızı veriniz, faizi size bırakıyoruz.
Muğireoğulları,
"Bugün ödeyebilecek imkâna sahip değiliz, o bakımdan meyveler
olgunlaşmcaya kadar bize süre tanıyınız" dediler. Şu kadar var ki Amr b.
Umeyyoğullan borçlarını ertelemeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah,
"Eğer o darlık içinde ise..." ayetini indirdi.
[120]
Daha
önceki ayet-i kerimeler karşılıksız olarak malm infak edilmesi veya sadaka
verilmesi hakkında idi. Bunlar Allah'a yaklaşmak, onun rızasını talep etmek,
iman üzere kendilerine sebat verilmesi için yapılan fiillerdir. Bu ayet-i
kerimeler ise karşılığında herhangi bir bedel olmaksızın mal alan faizciler hakkındadır.
Allah sadakaları bereketlendirir, faizi ise yok eder, bereket ve artışını iptal
eder. Ayetler arasındaki ilişki böyle bir tezatlık ile ortaya çıkmaktadır.
Çünkü zıtlık diğerlerine göre insanın hatırına daha çabuk gelir.
[121]
Faiz
alıp mala olan sevgileri ve hevalarıyla amelleri sebebiyle faizi helâl
görenlerin, insanların mallarını batıl yolla, emek ve gayret olmaksızın yiyenlerin
ızdırap, huzursuzluk, vicdan azabı, çalışmaya ve dünyaya dalıp gitme açısından
misalleri, şeytanın kendilerini sar*aya düşürdüğü, cinlerin çarptığı,
sar"a ile telef ettiği kimselerin durumuna benzer. Bunlar ayrıca ahirette
kabirlerinden diriliş ve amellerinin görülmesi için kalkacakları vakit,
hareketleri itibariyle daha çok dengesiz ve daha çok düzensiz ve ağır olacaklardır.
Buna sebep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği
ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip
düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep
olacaktır. Bu manzara son derece acıklı ve ürkütücüdür. Çağdaş dünyada
kapitalist faizci düzenin sebep olduğu sarsıntı, huzursuzluk, çalkantı,
sinirsel ve ruhsal hastalıkların da delilidir.
Müfessirlerin
çoğunluğu Yüce Allah'ın, "Riba yiyenler... kalkarlar" buyru-ğundaki
"kalkmanın" kıyamet gününde kabirlerinden dirilmek ve amellerinin
karşılığını görmek için kalkmak olduğu kanaatindedirler. Bu gibi kimselerin
belirgin özelliği kabirlerinden ancak şeytanın bir kimseyi sar'aya düşürüp davranışlarının
düzenini bozduğu haldeyken bu halin kalkması gibi kalkmaktır. İbni Abbas -İbni
Ebi Hatim'in rivayetine göre- şöyle demiştir: "Faiz yiyen kimse kıyamet
gününde boğulan bir deli olarak diriltilecektir."
Bazıları
da (İbni Abbas, İkrime, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Katade ve Mukatil b.
Hayyân) "Bunlar kıyamet gününde... kalkarlar" demekle yetinmişlerdir.
"Kalkma* kelimesinin kullanılması bir işin yapılmasında çalışmanın en
belirgin alâmetlerinden oluşundan dolayıdır.
Bunun
sebebi ise, yanlış düşünüp batıl tasarıylarıyla faizi alışveriş gibi
anlamalarıdır. Yani borcun vadesi geldiği vakit vade sonunda alman faiz
fazla-lağı, akdin başındaki bizzat ana bedel gibidir, derlerdi. Çünkü Araplar
ancak bu faiz türünü biliyorlardı. Alacaklarının vakti geldi mi borçluya,
"ya borcunu öde, yahut da faiz ver" yani borcun miktarını artır
derlerdi. Yüce Allah bunu kendilerine haram kıldı. Diğer bir ifade ile, bir
malı satmak caiz olduğu gibi, ihtiyaç zamanında "Ne diye bir dirhem alıp
kolaylıkla ödeyebileceğin vakit iki dirhem ödemen uygun olmasın? Her ikisinde
de fazlalık sebebi birdir, bu da vadedir" diyorlardı.
Yüce
Allah, "Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır" şeklindeki
hak buyruğu ile onların görüşlerini reddetti, kıyaslarının fasit bir kıyas
olduğunu açıkladı. Yani alışveriş ancak ihtiyaç için yapılır. Alışveriş
karşılıklı bir değişimdir, onda bir aldatma yoktur. Faiz ise ihtiyaç
içerisinde bulunanın ihtiyacını mutlak bir sömürüdür. Faizin karşılığında bir
bedel veya bir ivaz yoktur
[122] Bu
bakımdan onların kıyaslan tutarsızdır. Yiyecek bir şey satın alıp hemen onun
bedelini ödeyen kimse, o satın aldığı şeye yemek, tohumluk, hayat ve bedenini
korumak maksadıyla bir şekilde faydalanma yoluyla yararlanmak için ihtiyaç
duyar. Faiz alan kimse ise karşılıklı bir bedel akdi yapmamaktadır. O herhangi
bir karşılık olmaksızın ödeme vadesi gelince borcun ana parasından ayrı bir
fazlalık da almaktadır. Hatta bugünkü bankalar işlemleriyle üst üste yığılan
veya mürekkep faizleri toplamakla cahiliye dönemi uygulamalarına benzer uygulamalarda
bulunmaktadır. Onlar faiz aldıkları gibi yıllar geçtikçe faizin de faizini
alırlar. O bakımdan banka hisselerine sahip olan kimseler kat kat faiz yer
oldular. Bu fazlalığı ve ona bağlı olan diğer fazlalıkları almak ise çok büyük
bir günahı gerektiriri zulümdür.
Faizin
haram olduğu hükmü kendisine ulaşıp da daha önce yaptıklarından vazgeçenlerin
cahiliye döneminde bu yasaktan önce almış oldukları geçmiş faizleri
kendilerinindir. Affedilmesi yahut hakkında adaletle hükmedilmesi, kıyamet
gününde sorumluluğunun kaldırılması Allah'a kalmış bir iştir. Her kim haram
kılmışından sonra faiz almaya geri dönerse artık o, cezayı ve cehennem ateşinde
ebedî kalmayı hak etmiştir. Burada "ebedî kalış"tan kasıt ise, bunu
yapan kişi mümin ise onun bunu yaptığı için uzun süre orada kalacağını bildirmektir.
Yaptığı işin ne kadar büyük olduğunun ifade edilmesi için bu tabir kullanılmıştır.
Daha
sonra Yüce Allah faizin zararlarına ve faizin etkisini yok ettiğine dikkat
çekmektedir. Allah faizin bereketini giderir. Gerçekte ve vakıada onu
arttırmaz, onu çoğaltmaz. Zahiren faiz sebebiyle mal artış gösterse bile sonunda
o kaybolup yok olmaya gitmektedir. Sadakaya gelince, Allah onu artırır, bereketlendirir,
sevabını kat kat verir. Dünyada sadaka hiç bir zaman bir malı eksiltmez. Allah
sadaka veren kimseye alış veriş yahut arazisinin, malının veya eşyasının
bedelinin yükselmesiyle onun yerine daha hayırlısını verir. Ahi-rette ise
sadaka veren kişi amelinin sevabını kat kat alır. Sadakadaki manevî çoğalmanın
görülür hallerinden birisi de, sadaka veren kişinin Allah nezdinde de insanlar
tarafından da sevilen bir kisme olmasıdır. Böyle bir kimse kıskanılmaz, ona
buğzedilmez, malı çalınmaz ve ona eziyet edilmez. Faizin bereketinin
giderildiğinin görülür hallerinden birisi ise, faizcinin Allah nezdinde de
insanlar tarafından da buğzedilen, sevilmeyen bir kimse olmasıdır. Herkes onu
kıskanır. Eğer hoşlanılmayacak bir durumla karşılaşırsa herkes buna sevinir.
Herkes onun uğursuz ve kötü akıbetini bekler. Bu faizcilerde gözlemlenen bir
husustur. Bunlar ellerindeki malları çabucak yok ederler. Sağlık ve
servetlerin-deki akıbetleri ise son derece kötü olur. Belli bir süre zengin
gibi görünseler dahi, sonunda fakirlik çoğu zaman onları perişan eder. Buharî
ve Müslim Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim helâl bir kazançtan bir hurma kadar bir
şey sadaka verirse -ki yüce Allah ancak helâl ve temiz olanı kabul eder- Allah
onu sağ eliyle kabul eder. Sonra o sadakayı sizden herhangi bir kimsenin tayını
besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür, ta ki bir dağ kadar olana dek."
Sadakanın
artışı böyledir. Faize gelince: Ayet-i kerime onun bereketinin giderilmesinden
başka Allah'ın faiz alanı cezalandıracağını ve ona buğzedece-ğini, haramları
işleyip onları helâl kabul etmekte ısrar eden hiç bir kimseden razı
olmayacağını, oldukça nankör yani Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu
nimetleri inkârda aşırı giden ve bunu sürdüren, Allah yolunda o malından in-fak
etmeyen kimseye buğzedeceğini de beyan etmektedir. Ayrıca Yüce Allah günah ya
da masiyetleri işlemeye dalıp giden ve zor durumda olanların ihtiyaçlarını
fırsat bilip sömüren her günahkâra da buğzeder. İşte bu, faizin ne kadar büyük
bir cürüm olduğunu ve faizin esasen Müslümanların değil, kâfirlerin bir işi
olduğunu ilân edip haber vermektedir.
Daha
sonra Yüce Allah -Kur"an-ı Kerim'de âdet olduğu üzere- günahkâr kâfirlerin
işlerini salih müminlerin işleri ile karşılaştırmaktadır. Böylelikle iki kesim
arasındaki fark açıkça ortaya çıksın ve bu inkarcının bu işten vazgeçmesini,
bu emre riayet etmesini daha bir hissettirsin. Bu maksatla Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Allah'ı, Rasulünü, kendilerine gelen emir ve yasakları tasdik
ederek ihtiyaç sahiplerini gözetip zor durumda olanlara mühlet vermek suretiyle
ruhlarını ıslah ederek salih amel işleyen mümine rabbini hatırlatıp namazı
dosdoğru kılan, fakirliğin yükünün hafifletilmesinde ve bir takım insanların
sevgisini kazanmakta katkısı bulunan farz zekâtlarını veren kimseler için,
işlerini görüp gözetmekle onları himaye eden Rableri katında hazırlanmış
eksiksiz sevapları vardır. Onlar gelecekten korkmazlar ve geride bıraktıklarına
da üzülmezler.
Yüce
Allah'ın salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı
zikretmesi onların önemini göstermektedir. Çünkü bunlar amelî ibadetlerin en
büyük rükünlerindendirler.
Faiz
yiyenler ile salih amel işleyen müminlerin görecekleri karşılıklar arasında,
bu karşılaştırmadan sonra faizini terk etmeye ve onun çeşitli etkenlerinden
kurtulmaya dair açık emirler gelmektedir. Bu emrin muhtevası şudur: Ey her
türlü harama aykırı olan imana sahip olanlar! Emirlerini terk, yasaklarını
işlemek karşılığında Rabbinizin verdiği cezadan kendinizi uzak tutunuz. Halen
insanlardan almanız gereken arta kalan faizi bırakınız. Eğer gerçekten mümin
kimselerden iseniz, sakın ha faizli ilişkilere girmeyiniz, aksi takdirde kâmil
imana sahip müminler olamazsınız. Çünkü iman itaat ve emirlere bağlılıktır.
İsyan ile birlikte iman olmaz. İman bir barış, bir rahmet, bir sevgi, bir görüp
gözetmedir. Faiz alıp verme ile iman olmaz; çünkü faiz tamahtır, zulümdür,
sömürüdür, insanî kardeşliğe aykırıdır. Daha sonra Yüce Allah bu emre aykırı
hareket etmeye dair tehdidinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
Eğer
faizi ve faizden arta kalanı terk etmeyecek olursanız şüphesiz o vakit Allah'a
ve Rasulüne karşı savaş açmış olursunuz. Yani sizler O'nun şeriatı dışına
çıkmış düşmanlarının durumuna düşersiniz. İşte "bilin" buyruğunun
anlamı budur. Allah'ın savaşı, faizcilere Allah'ın gazabı ve onlardan alacağı
intikamıdır. Dünyada onları zarara sokar, ahirette de cehennemde azaba mahkûm
eder. Resulullah (s.a.)'ın savaşı ise ona düşmanlık etmektir. Allah'a ve Rasulüne
savaş açan bir kimse, Allah'ın şeriat ve hükümlerini çiğnediği için kendisiyle
savaşümayı hak eder.
Şayet
Allah'ın emrine uyarak faizden vazgeçerseniz, o takdirde yalnızca ana
mallarınızı alma hakkını kazanırsınız. Ne fazla ne eksik. Faiz almakla kimseye
zulmetmeyiniz, mallarınızdan eksiğini almakla da zulme uğramayı-mz.
Daha
sonra Yüce Allah borcunu ödeme gücünü bulamayan, zor durumda kalan kimseye
mühlet vermeyi emrederek şunları vurgulamaktadır:
Eğer
ödeme zorluğu çeken bir fakir ile muamelede bulunup bu kimse belirlenen sürede
borcunu ödeme imkânını bulamazsa, ona rahatlıkla ödeyebileceği vakte ve bolluk
zamanına kadar mühlet verin, süre tanıyın. Ta ki borcunu ödeme imkânını
bulabilsin. Nitekim Resulullah (s.a.), Müslim ve başkalarının Ebu Hureyre'den
naklettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Bir müminin sıkıntısını
açan kimsenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını
giderir. Zorluk içerisinde olan kimseye kolaylık sağlayan kimseye Allah dünyada
da ahirette de kolaylık verir." Burada geçen zorluktan kasıt, mal
bulamamaktan dolayı çekilen darlıktır.
Şayet
ödeme zorluğu çeken kimseye veya borçluya borcun tümünden yahut bir kısmından
onu ibra etmek suretiyle tasaddukta bulunursanız, bu sizin mühlet vermenizden,
vadeyi ertelemenizden daha hayırlıdır. Allah katında daha çok sevabı
gerektirir; eğer sizler bunun hayırlı olduğunu bilirseniz. Bir şeyi bilen bir
kimse ise gereğince amel eder. Bu buyruk ödeme zorluğu çeken borçluya karşı
hoşgörülü olmaya teşvik mahiyetindedir. Çünkü böyle davranmak bir dayanışma,
destekleme ve karşılıklı merhametin ifadesidir. Nitekim Hz. Peygamber, Buharî,
Müslim ve Nesaî'nin Ebu Musa'dan gelen rivayetlerinde şöyle buyurmaktadır:
"Müminin mümine karşı durumu bir yapı gibidir. Biri ötekinin gücüne güç
katar." Yine Hz. Peygamber Tahavî'nin el-Hasîb'den rivayetine göre şöyle
buyurmuştur: "Ödeme zorluğu çeken bir kimseye mühlet tanıyanın tanıdığı
her bir günü karşılığında bir sadakası olur." Daha sonra şöyle dedi: Her
gün için o borcun misli sadaka vermiş gibi olur. Resulullah (s.a.) devamla
buyurdu ki: Borç vadesi gelinceye kadar her bir gün için bir sadaka, eğer vade
geldikten sonra yine ona mühlet verilirse her bir gün için o borcun misli bir
sadaka vermiş kadar ecri vardır."
İmam
Ahmed de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: " Buyurdu ki:
"Duasının kabul edilmesini, sıkıntılarının giderilmesini isteyen bir kimse
darlık içinde olan bir kimsenin sıkıntısını gidersin." Müslim, Ebu
Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizden öncekilerden bir
adam hesaba çekildi. Hayrına bir şey bulunmadı, ancak onun insanlarla beraber
oturup kalktığı biliniyordu ve zengin bir kimse idi. Çocuklarına (veya
kölelerine) ödeme zorluğu çekenleri bağışlamalarını emrederdi. Yüce Allah dedi
ki: Böyle bir davranış göstermek ondan çok bize yakışır. Haydi onu
affediniz." Ebul-Yesâr (Ka'b b. Amr)'ın rivayet ettiği uzunca bir hadiste
-Ahmed ve Müslim'in rivayetine göre-Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken
dinlemiş: "Ödemekte zorluk çekene mühlet tanıyan yahut onun borcunu
indiren kimseyi Allah kendi gölgesinde barındırır." Ödeme zorluğu çeken
kimseye süre tanımak, kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar borcunu
ertelemektir. Borcunu düşürmek ise, zimmetindeki alacağını kaldırmaktır.
Daha
sonra Yüce Allah genel olarak takvalı olmayı emretmekte, kullarının kıyamet
gününde kendilerini hesaba çekeceğine dikkatlerini çekmekte, takva sahiplerinin
akıbetini belirterek, dünya ve dünyadaki malların zeval bulacağını
hatırlatmaktadır. Bunun muhtevası da şöyledir: Yüce Allah'ın huzuruna
döndürüleceğiniz çok büyük bir günden korkunuz, sakınınız. O günde işlediklerinizden
dolayı sizi hesaba çekecek, hayır ya da şer olsun kazandıklarınızın
karşılığını verecek. Hayra karşılık size sevap vereceği gibi, şerre karşılık da
cezalandıracak. Herkese hayır ya da şer olsun kazandığının karşılığını verecektir.
O günde size zulmedilmez, sevabınız eksiltilmez, cezanız arttırılmaz. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kıyamet gününe ait adalet terazilerini
koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmdz. Bir hardal danesi ağırlığınca
bile olsa biz onu getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz." (Enbiya,
21/47).
İbni
Cüreyc dedi ki: "... bir günden korkun" ayeti, Resulullah (s.a.)'ın
vefatından dokuz gün önce nazil oldu. Bundan sonra ise herhangi bir şey nazil
olmadı. İbni Cübeyr ve Mukatil ise, yedi gün önce derler. Üç gün yahut üç saat
(kısa süre) önce indiği de rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber de, "Bu ayeti
faiz ayeti ile borç ayeti arasına koyunuz" buyurdu.
İbni
Ebî Hatim de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kur'an-ı
Kerim'in tümü arasmda en son nazil olan "... günden korkun" ayetidir.
Resulullah (s.a.) bu ayetin nüzulünden sonra dokuz gün daha yaşadı, sonra da
Rebiülevvel ayının 2. günü (Pazartesi) vefat etti.
Nesaî
ve başkaları da Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Kur'an-ı
Kerim'den en son nazil olan, "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir
günden korkun" ayet-i kerimesidir. Bu ayetin nüzulü ile Peygamber
(s.a.)'in vefatı arasında otuz bir günlük bir süre vardır.
[123]
Yüce
Allah Kur'an-ı Kerim'de faizi, içkiyi haram kıldığı gibi dört yerde haram
kılmıştır. Aynı şekilde bu haram kılma dört aşamadan geçmiştir. Bunlardan
birincisi Mekke'de, diğeri ise Medine'de inen buyruklarda gerçekleşmiştir:
1- Mekke'de Yüce Allah, "Artış göstersin diye faiz türünden
insanlara verdiğiniz, Allah katında artmaz." (Rum, 30/39) buyruğunu
indirmiştir. Bu buyruk Mekke'de inen şarap ile ilgili şu ayet-i kerimeye
tekabül etmektedir: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de içki çıkarır
ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl, 16/67). Her iki ayet-i kerimede
haram kılmaya bir hazırlık, buna üstü kapalı bir ifade ve ondan sakınma
zorunluluğuna bir işaret vardır.
2- Daha sonra Yüce Allah Medine'de kendilerine haram kılındığı halde faiz
yiyen ve bu masiyetleri sebebiyle Allah'ın kendilerini cezalandırdığı Yahudilerin
uygulamalarını anlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine yasaklanmış
olmasına rağmen faiz almaları..."[124]
(Nisa, 4/161). Bu da içkinin haram kılmışında ikinci aşamayı temsil eden şu
buyruğu andırmaktadır: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de
hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları
faydalarından daha büyüktür." (Bakara, 2/219). Her iki ayet-i kerime de
haram oldukları hususunda bir uyarma, buna dair bir ifade, bu emre aykırı
hareket edenin cezalandırılacağına dair ilân vardır.
3- Daha sonra Yüce Allah kat kat oluncaya kadar artıp duran aşırı faizi
yasaklamaktadır. Bu ise cahiliye döneminde görülen faiz uygulamasıdır: "Ey
iman edenler! Faizi kat kat yemeyin..." (Âl-i İmran, 3/130) Bu da içkinin
haram kılınış aşamalarından üçüncü aşamaya benzemektedir: "Ey iman
edenler! Ne söylediğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza
yaklaşmayınız..." (Nisa, 4/43) Her iki ayette de cüz'î ve açık bir
yasaklama vardır. Şu kadar var ki bu ayette yasaklanan cahiliye dönemi faizi
olup aşırı faiz şekli yasaklanmaktadır. İçkiyi yasaklayan ayet-i kerimede de
namaz kılınmak istendiği zaman sarhoşluk verici şeyin alınması cüz'î olarak
yasaklanmaktadır.
4-
Daha sonra hem faizi hem de
içkiyi kesinlikle haram kılan buyruklar gelmektedir. Faize dair ayet-i kerimede
Yüce Allah alacaklının sermayesinden fazla olan her şeyi yasaklamaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın. Eğer
müminler iseniz..." ve diğer ayetler. İçki ile ilgili ayete gelince, Yüce
Allah bütün hallerde ondan uzak durmayı emretmektedir: "Ey iman edenler!
İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın murdar işlerindendir. Artık
onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (Maide, 5/90).
Yüce
Allah'ın, "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "er-riba"
kelimesinin başında yer alan "elif, lâm" cins içindir. Yani Allah
riba türünü haram kılmıştır.
Yoksa
bu "elif, lâm" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva
eden ve yalnızca o dönem için bilinen (mahud) faizi ifade etmemektedir. Nas,
mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah
alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah
kıldığı gibi.
[125]
Burada
faizin iki türü ve haram kılınış sebebine dair açıklamalarda bulunacağız.
Ayet-i
kerimeler beş hususu ihtiva etmektedir: Alışverişlerin mubah olması, faizin
haram kılınması, faiz yiyenlere yapılan şiddetli azarlama, zorluk çekene
mühlet vermek (kolaylık gösterme nazariyesi), iman ve salih amelin mükâfatı
ile takva emri ve dünya hayatının geçiciliği, ahiretin de geleceğinin hatırlatılması.
Birinci
konu: Haklarında şer*î bir yasak bulunmayan sair bütün alışverişlerin mubah
kılınması konusudur. Alışveriş (bey*) ise bir malın bir mal karşılığında
tarafların karşılıklı rızası ile yaptıkları icap ve kabul ile temlik edilmesi
(mülkiyetine verilmesi) dir.
İkinci
konu: Faizin haram kılınması ve faiz yiyenlere Allah ve Rasülün-den harp ilân
edilmesi:
Faiz
(riba), sözlükte kayıtsız şartsız olarak artış demektir. Artan bir şey hakkında
bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Şerl ıstılahta ise, bir malın bir mal
karşılığında değiştirilmesi söz konusu olmaksızın maldaki artıştır. Riba iki
türlüdür: Birincisi riba en-nesîe (vade dolayısıyla faiz), diğeri ise riba
el-fadl (mal değişimi esnasındaki fazlalık) faizidir.
Nesîe faizi: Va'de sebebiyle iki bedelden birisindeki fiilî artış
veya alışverişteki iki ivazdan birisini fazlalıksız olarak teslim etmeyi belli
bir süreye kadar ertelemektir. Bu ise ya karzda olur veya satışta olur.
Karzdaki şekli şudur: Muayyen miktardaki bir malı meselâ bir yıl veya bir ay
gibi sınırlı bir zamana kadar karz olarak vermek, bununla birlikte sürenin
uzaması durumunda ödeme esnasında fazlalığı şart koşmaktır. İşte Araplar
arasında cahiliye döneminde tanınan ve bilinen faiz şekli buydu. Onlar başka
türlü faiz bilmiyorlardı. Belli bir malı her ay muayyen bir miktar almak üzere
başkasına veriyorlardı. Borcun tahsil edilme vadesi geldiği zaman borçludan
borcun tümünü isterlerdi. Eğer tümünü ödemesi mümkün olmazsa hem vadeyi, hem de
alınacak hakkın miktarını arttırırlardı ve şöyle derlerdi: Ya borcunun tamamını
ödersin yahut faiz ödersin. Yani vadeyi uzatmakla birlikte ödemen gereken
borcun da yükselir. O bakımdan borçlu kimse malın miktarını artırır ve
alacaklı da ona süre tanırdı.
Bu
ise şu anda bankalarda kullanılan faiz şeklidir. Kur'an-ı Kerim'in haram
olduğunu açık nasla belirttiği faiz budur. İlim adamları bunun haram olduğunu,
büyük günahlardan olduğunu, haram kılmanın yalnızca faizi alana münhasır
kalmayıp aksine faiz ödeyeni, kâtibini ve şahitlerini de kapsadığını ittifakla
kabul etmişlerdir. Çünkü önceden de kaydettiğimiz Ahmed ve başkalarının İbn-i
Mes'ud'dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Allah
faiz yiyeni, yedireni, kâtibini ve şahitlerini lânetlemiştir."
Satışlarda
nesle faizine gelince, buna şöyle bir misal verilebilir: Meselâ, bir çuval
buğdayı, iki ay sonra ödenmek üzere birbuçuk çuval karşılığında satmak. Yahut
bir kile buğdayı üç ay sonra ödenmek üzere iki kile arpaya satmak gibi. Bu da
açıkça görülen bu fazlalık sebebiyle haramdır. Kimi zaman fazlalık olmaksızın
da böyle bir alışveriş yapılır, bu da aynı şekilde haramdır. Meselâ, peşin
teslim edilecek bir rıtıl hurmayı, vadeli olarak sonradan teslim edilecek bir
rıtıl hurma karşılığında satmak gibi. Böyle bir satışa âdeten ancak peşin
olarak verilen ritim kıymetinin hakikatte teslimi ertelenenden daha fazla değerde
olması dolayısıyla baş vurulur. Çünkü muayyen olarak verilen bir şey, her zaman
için zimmette alacak olandan daha iyidir. Muaccel (peşin) olan bir şeyin
kıymeti vadelinin kıymetinden daha fazladır. Bu tür ise şu hadis-i şerif
dolayısıyla haramdır. Buharî ve Müslim'in Hz. Usame'den rivayetlerine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nesîe dışında olanda faiz
yoktur."
Alışverişte
fazlalık faizi ise özel bir malın iki ivazdan birisinin ötekinden fazla olması
şeklinde satılmasıdır. Meselâ bir rıtıl buğday, bal veya hurmanın iki rıtla
satılması, bir dirhemin iki dirheme satılması gibi. Bu ise Ebu Saîd el-Hudrî ve
Ubâde es-Samit'in rivayet ettikleri sahih hadis dolayısıyla haramdır.
Resulullah (s.a.) -burada Müslim'in rivayetini seçiyoruz- şöyle buyurmaktadır:
"Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, hurma hurma ile, tuz
tuz ile misli misline, eşiti eşitine ve elden ele (alınıp) satılır. Eğer bu
cinsler farklı olurlarsa elden ele olması şartıyla -yani karşılıklı kabz etmek
suretiyle- istediğiniz gibi satabilirsiniz." Bu hadis-i şerif nesîe
faizinden başkasını haram görmeyen ve fazlalık faizine cevaz veren İbni
Abbas'a ulaştığında görüşünden vaz geçmiştir. "Faiz ancak nesîe
olandadır" hadisine de şöyle açıklama getirilmiştir: Bundan maksat tehlikesi
daha fazla ve daha çok görülen faizi beyan etmektir. Ya da bu bir rıtıl
buğdayı iki rıtıl arpa karşılığında vadeli satmak halinde olduğu gibi, cinsleri
ayrı olanlar arasındaki fazlalık hali hakkında kabul edilir. Bu durumda vade
haramdır. Eğer bunların peşin alınıp verilmeleri söz konusu olursa fazlalık
haram olmaz.
Riba
el-fadl (fazlalık faizi) bazan karzda (borçlanmada) olur. Bu ise karşılığı söz
konusu olmaksızın alacaklı lehine şart koşulan fazlalıktır. Meselâ, Ha-lid'in
Ali'ye gelecek sene yüz yirmi dinar ödemesi şartı ile yüz dinar borç vermesi
gibi.
Özetle:
Ayet-i kerime nesîe faizi kaydı ile kayıt söz konusu olmaksızın, mutlak ifadesi
ile cahiliye döneminde görülen nesîe faizini de aynı şekilde fazlalık faizini
de fazlalık sebebiyle haram kılmaktadır. Aynı şekilde vadeli olarak bin dinar
ödemesi gereken birisiyle meselâ peşin beş yüz dinar ödemek üzere sulh yapmayı
da haram kılar. Çünkü bu, şart koşulan bir fazlalık sebebiyle vadeye bağlanan
borç şeklindeki cahiliye dönemi faizi gibidir. Bu fazlalık vade karşılığında
verilirdi. Sözü geçen sulh meselesinde ise, borçlu sürenin kaldırılması
karşılığında borcun geri kalanından istifade etmektedir. Böylelikle o malî
herhangi bir ivaz olmaksızın malın (elinde) arta kalan bir miktarından yararlanmaktadır.
Borcun
borca karşılık satışı da faiz türlerindendir. Darakutnî, İbni Ömer'den
Resulullah (s.a.)'m, "Borcun borç karşılığında satışını nehyetmiştir"
dediğini rivayet etmektedir.
Sonuç
olarak Yüce Allah'ın, "Ribayı haram kılmıştır" buyruğu mücmel bir buyruktur.
Bu buyruğun anlaşılması beyanın varit olmasına bağlıdır. Bazı riba çeşitleri
vardır ki, o bir satıştır. Bazı çeşitleri vardır ki, satış değil, cahiliye dönemi
faizidir. Bu ise vade şartı ile birlikte fazladan bir malın ödenmesinin borç
alana şart koşulduğu borçlanma işlemidir.
Acaba
faiz az önce kaydettiğimiz hadis-i şerifte sözü geçen altı sınıfa mı
münhasırdır, yoksa bu manada olan diğer sınıflar da bunlara kıyas edilir mi?
Kıyası
kabul etmeyen Zahirîler der ki: Haramlık bu altı sınıfa münhasırdır, bunlara
başka bir şey eklenmez.
Aralarında
dört mezhep imamının da bulunduğu fukahanın cumhuru da der ki: Haramlık bu altı
sınıfa münhasır değildir. Bunların hükmünde olan her şeye haramlık sirayet
eder. Çünkü nas yine nastan anlaşılan bir illet ihtiva etmektedir. O halde bu
illetin bulunduğu her şeye haramlık da geçer. Çünkü birbirine benzer iki şey
arasında ayırım gözetmek aklen anlaşılır bir şey değildir. Hadis-i şerif
peygamberlik asrında temel bir takım maddeleri nass ile zikretmiştir.
Hanefîler
ve bu konuda üç rivayetin en meşhur olanında Hanbelîler derler ki: Haram
kılınma illeti bu sınıfların cins ve miktarlarının yani ölçü ve tartılarının
aynı olmasıdır. İki ivazın cinsi bir olup o cinsin satıldığı birim olan ölçü
veya tartı açısından aynı olurlarsa, faizin iki türü de haram olur. Buğdayın
buğdaya, demirin demire karşılık satılması gibi. Şayet cins ve miktar hep birlikte
söz konusu olmazsa fazlalık da, vade de helâl olur. Buğdayın vadeli olarak
dirhem karşılığında satılması gibi. Şayet miktar söz konusu olmaz, cinsleri bir
olursa fazlalık helâl olur, vade helâl olmaz. Bir elmanın iki elmaya karşılık
satılması gibi. Eğer cinsleri bir olmaz, miktarları bir olursa aynı şekilde
fazlalık helâl olur, vade helâl olmaz. Buğdayın arpa karşılığında satılması
gibi.
Şafiîlerle
mezhepteki zahir görüşe göre Malikîler şöyle derler: Altın ve gümüşte
fazlalığın haram kılınış illeti, nakit olmalarıdır. Yani semen oluşlarıdır.
Âdeten eşyaya bir semen (paha, bedel) oluşlarıdır.
Yenen
şeylerin nesîe faizinde haram oluş illeti ise, mücerred olarak yenecek şey
olmalarıdır. Şu kadar var ki, Malikîler bunların tedavi yoluyla alınmamaları
gerekir, derler. Şafiîlere göre ise tedavi kastı ile dahi olsa, değişen bir şey
olmaz. Bu tür faiz sebzelerde, meyvelerde de haramdır. Tedavi kastıyla alınan
şeylerde Malikîlere göre faiz söz konusu değildir. Şafiîlere göre ise faiz söz
konusudur.
Fazlalık
faizinin illetine gelince: Bu konuda iki mezhep de ihtilâf etmiştir.
Malikîlerin
görüşüne göre illet gıda olarak kullanılması ve saklanması ile birlikte
cinslerinin bir olmasıdır. Bu tür faiz bütün tanelilerde, kuru üzümde, etlerde,
sütlerde ve bunlardan yapılan yiyeceklerde söz konusudur. Fakat sebzelerde ve
meyvelerde saklanmak imkânları olmadığından dolayı cereyan etmez. Tuz ve buna
benzer baharat, sirke, soğan, sarımsak, zeytinyağı ve yağ gibi yenecek
şeylerin tadını güzelleştiren malzemeler de gıda hükmündedir.
Şafiîlerin
görüşüne göre ise yenecek şeylerde haramlık illeti, cins birliği ile yiyecek
olma özelliğidir. Besleyici gıda olmak üzere yahut meyve veya tedavi kasdıyla
alınıp insan bedenine faydalı olan her şey, yenecek şeyler kapsamına girer.
Cumhur
tek bir hurmanın iki hurma karşılığında tek bir buğday tanesinin iki buğday
tanesi karşılığında satılmasının yasak olduğunu ittifakla kabul eder. Çünkü
faizin söz konusu olduğu malın az ya da çok olması arasında bir fark yoktur.
Hanefîler ise böyle bir alışverişi caiz kabul ederler. Çünkü böyle bir
alışveriş ne ölçü ile yapılır, ne de tartı ile. O bakımdan bunda fazlalık caiz
olur. Cumhur der ki: Faiz akdi feshedilmiş bir akittir. Hiç bir durumda caiz olmaz.
O bakımdan faiz akdinin feshedilmesi icap eder, hiç bir şekilde caiz olamaz.
Hanefîler ise faizli satış fasittir, çünkü bu satış olması bakımından aslı
itibariyle caiz bir satıştır. Fakat faiz olmak vasfı ile men edilmiştir. O
bakımdan faiz düşer, satış sahih olur.
Dikkat
edilecek olursa yasak alışverişlerin çoğunluğu ya malın kendisinde yahut
erteleme ve buna benzer taraflardan birisine öngörülen bir menfaatteki fazlalık
anlamanın varlığı sebebiyle yasaklanmıştır. Bu fazlalık anlamının söz konusu
olmadığı fakat yasaklanmış bir takım satışlar daha vardır. Meyvenin olgunluğa
ereceği ortaya çıkmadan önce satılması, cuma namazı ezanı okunduğu vakit
yapılan alışveriş gibi.
Yine
dikkat edilecek olursa faizin söz konusu olduğu mallardaki kalite ve işçilik
göz önünde bulundurulmaz. Kalitelisi de adisi de aynıdır. Böylelikle faize
giden yol tıkanmak istenmiştir (seddü'z-zerâî). Aynı şekilde işçiliğe de bakılmaz.
Sikke haline getirilmiş altın dinar ile yine sikke haline getirilmiş gümüş
dirhem ile külçe halinde bulunan ve sikke haline getirilmemiş altın ve gümüş
arasında bir fark yoktur. Aynı şekilde süs eşyası haline işlenerek getirilmiş
ile getirilmemiş altın ya da gümüş de -Muâviye b. Ebî Süfyan'ın görüşüne
hilâfen- birbirine eşittir. İlim adamları Muaviye'nin kanaatinin caiz
olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca görüşünün yanlışlığı hususunda
kendisiyle tartışan Ebu'd-Derda ve Ubade b. es-Samit'in bildiklerini kendisi
bilmemiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü altın, gümüş ve yenecek
şeylerin alışverişinde fazlalığın haram olduğuna dair Peygamber (s.a.)'den
rivayet sabit olmuştur.
Buna
göre bir şeyin kendi cinsiyle satılması halinde ona eşit bir ağırlıkta
satılması gerekir. İster kuyumculuk işçiliği farklı olsun, isterse olmasın.
Altın ya da gümüşün halen kullanılmakta bulunan nakit paralarla fazlalık ile
birlikte satışı sahihtir. Çünkü cinsleri farklıdır. Şu kadar var ki akit
meclisinde karşılıklı kabzetme şartı vardır. Çünkü her ikisi de nakittir ve bu
da faize giden yolu tıkamak için böyledir. Diğer taraftan zaman zaman altın ve
gümüşün fiyatı yükselip inmekte ve değişiklik göstermektedir. O bakımdan
kuyumcuların piyasasında görülen, meselâ bir kilo altın veya belli ağırlıktaki
bir külçenin belli bir fiyata satılması, ancak satılan şeyin kabzedilmeksizin
ve bedeli de nakden ödenmeksizin satış yapılması şer*an caiz değildir.
Anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması için de caiz olmaması gerekir.
[126]
İslâm
çalışma, gayret gösterme, karşılıklı sevgi ve merhamet, dostluk, muhabbet,
bağlılık, temiz duygular, kinlerden arınmış nefisler, hak ve adalet dinidir. O
bakımdan çalışmaksızın kazancı caiz görmez. Sadakayı ve karz-ı haseni teşvik
eder. Güçsüzün ihtiyacının sömürülmesini haram kılar. Düşmanlığa, kine,
anlaşmazlıklara götüren her şeyi yasaklar. Kini, kıskançlığı, tamahkârlığı
nefislerden kökten söker atar. Diğer taraftan malın helâl ve meşru yoldan alınmasını
farz kılar. Başkalarının mukadderatı ve yiyecekleri üzerinde tahakküm kuran
devlet ve toplumun iktisadı ile oynayan azınlığın elinde servetin toplanmasını
hoş görmez.
İşte
bütün bu üstün ilkeleri korumak üzere Yüce Allah, aşağıdaki zararları
sebebiyle faizi haram kılmıştır:
1- Faiz, çalışmaksızın yahut ticaret, sanat, ziraat, çağdaş hayat
şartlarının gereği olan doktorluk, mühendislik, eczacılık, hak ve adaleti
korumak şartıyla ve batılı savunmaktan uzak durmak yahut da caniyi ya da
suçluyu temize çıkarmamak şartıyla avukatlık gibi mesleklerle uğraşmaksızın,
insanı kazanmaya alıştırır. İşte bu durum, faizcilerin çalışan, emek
harcayan.kesimin kanlarının emicileri olmasını sağlar. Dolayısıyla faizci
geçim ve gelirini emek harcanmayan bir yere dayandırır. Bu ise onun belli bir
faiz karşılığında borç veren faizle çalışan bankalarda mevduat olarak bulunan
mallardan elde ettiği faiz ile gerçekleşir.
2- Faiz herhangi bir ivaz olmaksızın mücerred bir kazançtır. Şeriat ise
şer"î bir hak bulunmadan haksızca malın alınmasını haram kılar, güçlünün
zayıfı sömürmesini engeller.
3- Faiz fakir kesimin kalplerinde zenginlere karşı kin ve kıskançlık tohumlarının
ekilmesine sebep teşkil eder, insanlar arasında düşmanlık ve çekişmeleri
alevlendirir. Çünkü faiz karşılıklı şefkat ve dayanışma duygusunu ortadan
kaldırır, insanı malın kölesi yapır. Alacaklıyı, borçlunun bilgisi olmadan
yahut onu harekete geçirmeden insanların cebindekini sakin, hileli ve adi bir
yolla alıp çeken bir kurda benzetir.
4- Faiz insanlar arasındaki bütün bağlan koparır, karz-ı hasen ile oluşan
aralarındaki iyilik duygularını kaldırır, işini yürütmek, hayatını sürdürmek
için mala en çok muhtaç olduğu bir dönemde ihtiyaç sahibinin yahut fakirin
malını çekip alır.
5- Faizin genel akıbeti insanî değerlerin yok edilmesi, fertler arası
mücadeleyi doğurması, toplumun genel ekonomik hayatına tahakküm edilmesi sonucunu
doğurmasıdır. Özel akıbeti ise, işin sonunda harap olmaya, fakirliğe ve
mahrumiyete duçar olmaktır. Çünkü önceden de açıkladığımız gibi Allah faizin bereketini
giderir, sadakaları ise artırır. Harap olmak ise faiz ödeyeni kapsadığı gibi,
faiz alanı da kapsar. Ziraat bankalarından borç alan çiftçilerin çoğunlukla
bankalardan aldıkları boçlarım ve faizlerini ödemek için arazilerini satmak
zorunda kaldıkları çokça görülmüştür. Çünkü ziraatın masrafı çoktur; afetlere,
kıtlık ve kuraklığa maruzdur.
Aynı
şekilde atölye ve ticaret sahipleri bankalardan kredi aldıkları takdirde
çoğunlukla borçlarını ödeme imkânını bulamazlar, ödemekten acze düşerler.
Özellikle de çalışma ve üretime geçişin ilk yıllarında bu böyle olur. Ona ilâve
edilecek faizleriyle birlikte ana borcu nasıl ödeme imkânını bulabilsinler ki?
Çünkü yıllar geçtikçe banka faizleri katlanıp durur ve faizler adeta ana borcun
miktarına eşit hale gelir.
Üretim
kredileri ile tüketim kredileri arasında faizin haram olması açısından
herhangi bir fark yoktur. Çünkü -oldukça ileri bir zaruret dışında- faizli
kredi almak caiz değildir. Bu aşırı zorunluluk hali ise ölümün yahut yolda kaybolma
ve buna benzer -fakat günümüzde atölye ve ticarî iş sahiplerinin ileri
sürdükleri zorunluluklara asla uymayan- oldukça nadir görülen benzeri hallerdir.
Bu iddiada bulunanların asıl maksadı (zorunluluktan kurtulmak değil) çalışma
ve faaliyet alanlarını genişletmek yahut meselâ fabrikalarını yeni aletlerle
donatmak istemektir. Bütün bu iddialar ise sert ihtiyaçlara göre zaruret
çerçevesine girmez ve katî haram olan şeyin haramlığını helâle dönüştürmez.
Faiz
haramdır. Faiz diye kabzedilen miktar batıldır. Ana paradan fazla miktarı almak
caiz değildir. Ayet-i kerime buna delâlet etmektedir: "Eğer tevbe
ederseniz sermayeleriniz sizindir." Yine ayet-i kerime faiz yemenin,
faizle uğraşmanın kebâirden (büyük günahlardan) olduğuna delildir. Çünkü faiz
Allah ve Rasulünün düşmanlığına sebep olur. Adamın birisi Mâlik b. Enes
(r.a.)'e gelerek dedi ki: Ey Abdullah'ın babası, ben içki içerek sarhoş olan
bir adam gördüm. Bu adam a/ı yakalamak istiyordu. Bunun üzerine eğer
Ademoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise karım boş olsun,
dedim (görüşün nedir?). Malik ona, "Tekrar gel de senin bu meselen
üzerinde düşüneyim" dedi. Ertesi gün adam ona tekrar geldi, yine ona,
Tekrar gel de senin meselen üzerinde düşüneyim" dedi. Ertesi gün yine
geldi, bu sefer ona, "Hanımın senden boştur" dedi. Ben Allah'ın
Kitabını ve peygamberinin sünnetini sahife sahife tetkik ettim, faizdan daha
kötü bir şey göremedim. Çünkü Allah faiz dolayısıyla savaş ilân etmiştir.
İnsanın
elinde bulunan haram mallar eğer faizden ise bunlandan tevbe etmenin yolu
aldığı faizleri sahibine geri vermesi, eğer bulunduğu yerde değilse onu
araştırması, onu bulmaktan ümidini kesecek olursa onun adına bu faiz parasını
tasadduk etmesidir. Şayet haksızlıkla o parayı almış ise aynı şekilde zulmettiği
kimse hakkında uygulama yapmalıdır.
Üçüncü
konu: Kolaylıkla ödenecek bir zamana erteleme düşüncesi: Aziz ve Celil olan
Allah faiz alacaklısı lehine borçlulardaki ana mallarını alabileceklerini hükme
bağladığı gibi, ödeme zorluğu çeken kimseler hakkında da kolaylıkla ödeyebilecekleri
vakte kadar süre tanıma hükmünü koymuştur. Şöyle ki: Sakifliler, Muğire
oğullarındaki alacaklarını isteyince Muğire oğulları -nüzul sebeplerinde de
açıkladığımız gibi- ödeme zorluğu çektiklerinden şikâyette bulundular ve
"ödeyecek hiç bir şeyimiz yoktur" diyerek mahsullerini toplayacakları
zamana kadar vade istediler. Bunun üzerine, "Eğer o darlık içinde ise
geniş bir zamana kadar mühlet verin" ayeti nazil oldu.
Yüce
Allah'ın, "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" buyruğu ile
birlikte "eğer o darlık içinde ise..." buyruğu alacaklının
borçlusundaki alacağını isteme hakkının sabit olduğuna ve onun rızası olmadan
dahi malını almasının caiz olduğuna delil olduğu gibi, borçlu kimsenin de eğer
imkânı olmakla birlikte borcunu ödemeyecek olursa zalim olacağına delildir.
Çünkü Yüce Allah, "Sermayeleriniz sizindir" diye buyurarak alacaklıya
sermayesini (borcunun ana parasını) isteme hakkını tanımaktadır. İsteme hakkı
olduğuna göre borçlunun da kaçınılmaz olarak bu borcu ödemesi vacip olur.
Borçların
pek çok olup alacaklıları da alacaklarını isteyecek olurlarsa, hakim onun için
zorunlu ihtiyacı olan şeyleri bırakarak bütün malına el koyma hakkına sahiptir.
Mâlik'ten meşhur olan görüşe göre mutad olan elbiselerini -fazla olmadıkları
sürece- ona bırakır. Üzerinden onun için eğer küçültücü olacaksa ridasını
(cübbe, palto, ceket v.s.) almamalıdır. Hanımına elbiselerinin bırakılması ve
âlim olduğu takdirde kitaplarının satılması hususunda ise görüş ayrılığı
vardır. Ona ait herhangi bir ev ya da hizmetçi bırakmaz, kıymeti az olması
dışında Cuma için giydiği elbiseyi de alır. Bunda aslolan Yüce Allah'ın,
"Eğer o darlık içindeyse geniş zamana kadar mühlet verin" buyruğudur.
Malik,
Ebu Hanife, Şafiî ve başkalarının görüşüne göre müflis tamamıyla ödeme imkânı
olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hapsedilir. Malik'e göre ise o eğer
malını gözden kaçırmakla ve bu konuda işi savsaklayıp ödememe yoluna gitmekle
itham olunmadığı sürece hapsedilmez. Aynı şekilde ödeme zorluğu çektiği sabit
olduğu takdirde de hapsedilmez. Çünkü az önce geçen, "Eğer o darlık
içindeyse" ayeti bunu gerektirmektedir.
Yüce
Allah'ın, "Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır"
buyruğu Yüce Allah'ın bu lafızlarla darlık içinde olana sadaka vermeyi teşvik
ettiğine ve bunu ona mühlet tanımaktan daha hayırlı kıldığına delâlet etmektedir.
Bundan önce darlık içinde olana mühlet vermenin ve borcunu ibra etmenin
(silmenin) faziletine delâlet eden ve bu konudaki Yüce Allah katındaki büyük
sevabın boyutlarını gösteren hadis-i şerifleri kaydetmiş bulunuyoruz.
Dördüncü
konu: İman ve salih amelin mükâfatı: Cenab-ı Hak Rablerine iman edip emrine
itaat eden, O'na olan şükür borçlarını ödeyen, namaz kılan ve zekât vererek
yarattıklarına iyilikte bulunan mümin kullarını, onlar için hazırlamış olduğu
şerefli mükâfatlarını, kıyamet gününde zorluklardan yana güvenlik içerisinde
olacaklarını haber vererek övmektedir. Böylelikle faiz yiyenlerle bunların
durumu karşılaştırılarak Allah'ın verdiği emirlere uymak, haram olan faizden
uzak durmak için daha bir teşvik edici olsun. Bu ifadeler aynı zamanda faiz
yiyenlere üstü kapalı olarak hatalarını göstermekte ve iman edip salih amel
işleyenlerden oldukları takdirde faizli ilişkilere ihtiyaç duymayacaklarını
beyan etmektedir.
Kısaca
Yüce Allah faizcilere bu tehdidinin arkasından böyle bir vaadde bulunmaktadır.
Salih amellerin kapsamına girmekle birlikte özellikle namaz ve zekâtı
zikretmesi ise, İslâm'da bu iki ibadetin büyük mevkileri dolayısıyla-dır.
Beşinci
konu: Kıyamet gününün dehşetli hallerinden sakındırmak: Yüce Allah faiz
yasağına dair ayetleri oldukça kapsamlı bir boyut ile sona erdirmektedir.
Mümin bir kimse bunu gereği gibi belleyecek olursa, dünyanın ve kendisine göz
dikilen dünyalıkların onun nazarındaki kıymeti düşer, hoşgörü ile malını,
nefsini feda eder. Dünya gelip geçicidir, malları fanidir. Ahiret ise gelecektir,
ebedidir, kalıcıdır. Allah'ın önünde hesaba çekilmek kesin ve kaçınılmazdır.
Herkes hayır veya şer olsun ne işlediyse onun karşılığını görecek, hak ettiğinden
daha az ona verilmeyecek, zulmedilmeyecek, mükâfatı eksiltilmeyecektir. O
bakımdan mümin Rabbinin cezasından sakınmalı, ilâhî emirlere uymalı ve en
tehlikelilerinden bir tanesi faiz olan bütün yasaklarından kaçınmalıdır. Her
kim Allah'tan korkar, takva sahibi olur, cezadan sakınırsa hayır ile karşılaşır
ve kalıcı ebedî cennetlerde daimî mutluluğa nail olur.
[127]
282-
Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın.
Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi
yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan
Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan
sefih veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi
adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa
o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa
öteki ona hatırlatır, diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar.
Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah
indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de
daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun.
O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınız
vakit de şahit tutun. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer
yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun. Allah size
öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
283-
Şayet bir yolculukta olup da kâtip bulamazsanız alacağınız rehinler (de yeter).
Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz
ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse
muhakkak onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir.
"O
halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun." Bu ifadenin
takdiri şöyledir: O zaman şahit, bir erkek ve iki kadındır. Ya da bir fiil takdiriyle
şöyledir: O takdirde bir erkek ve iki kadın şahit olsun.
"Erkeklerinizden" ifadesinden kasıt hür ve Müslüman erkekleriniz
arasından demektir. Çünkü açıklamalar hür kimselerin birbirleriyle olan
muameleleri hakkındadır.
"Razı
olacağınız" ifadesi ya "erkeklerinizden" bedeldir yahut
"İki şahit"in veya "bir erkek ve iki kadın"rn sıfatıdır.
"Yazana
da şahide de asla zarar verilmesin." Bunun iki türlü olması söz konusudur:
Zarar vermemeleri istenenler kâtipler ve şahitlerdir, bu daha uygundur. Veya
kendilerine zarar verilmemesi istenenler kâtipler ve şahitlerdir.
"Alacağınız
rehinler de (yeter)." Yani o takdirde alacağınız rehinler bunun için
yeterlidir.
[128]
Yüce
Allah'ın, "Borçlandığınız zaman" ifadesi, "iki şahit
tutunuz" ifadesi "kendisine güvenilen kişi emanetini" ile
"size öğretiyor" ve "çok iyi bilendir" ifadeleri arasında
bazı cinas çeşitleri vardır.
Yüce
Allah'ın, "Küçük veya büyük olsun" buyruğu ile "biri unutursa
öteki ona hatırlatır" buyrukları arasında da tıbâk sanatı vardır.
"Onu
yazın, aranızda bir kâtip adaletle yazsın." "Kâtip Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin." "Üzerinde hak olan da
yazdırsın... eğer üzerinde hak olan..." ve "Biri unutursa öteki ona
hatırlatır diye" ifadelerinde ise itnâb sanatı vardır.
"Allah'tan
korkun", "Allah size öğretiyor" "Allah her şeyi çok iyi
bilendir" cümlelerinde lafza-i celâlin tekrarlanması müminin ruhunda ilâhî
heybetin beslenmesi ve işin büyüklüğüne dikkat çekilmesi içindir.
"Rabbi
olan Allah'tan korksun." buyruğunda ise lafza-i celâl ve rububiyet
vasfının birlikte zikredilmesi, sakındırmanın ileri derecede olduğunu ifade etmek
içindir.
[129]
"Belirlenmiş
bir vadeye kadar borçlandığınız zaman." Biriniz ötekine borç verse yani
vadeli borç muamelesi yaptığınız zaman. Borç (deyn) vadeli satış veya selem
yahut karzdır. Deyn, kişinin zimmetinde sabit olan maldır. "Vade" ise
bir şeyin sona ermesi için belirlenen zamandır. "Belirlenmiş olmak"
ise günler, aylar veya yıllarla sınırlandırılmış yahut bilinen vakit demektir.
Vadeli borç, aynî malların belli bir vadeyle satılmasını, selem alışverişini ve
karzı kapsar. "onu yazın." Borcu belgelendirmek suretiyle, muhtemel
anlaşmazlığın ortadan kaldırılması için mendup olmak üzere, yazınız. Borç
senedini veya borç belgesini "Aranızda bir kâtip adaletle" yani
yazmasında hakka uyarak veya herhangi bir tarafa meyletmeksizin mal ve vadede
fazlalık ve eksiklik belirtmeksizin iki taraf arasında eşitliği sağlayarak
"yazsın."
"Kâtip
Allah'ın kendisine öğrettiği gibi" yani belgeleri yazma hususunda Allah'ın
kendisine öğrettiği yola uygun olarak "yazmaktan çekinmesin." Bu konuda
cimrilik göstermesin ve herhangi bir kusur işlemesin.
"Üzerinde
hak olan" yani borçlu kimse; çünkü hakkında şahitlik edilecek ve
üzerindeki borcun ne olduğu bilinsin diye hakkı tümüyle ikrar edecek kimse
"de yazdırsın" yani yazacak olana neler yazacağını telkin etsin.
Yazmak
hususunda "Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan hiç bir şeyi eksik
bırakmasın." Üzerindeki hakkı eksilterek yazdırmasın. "Eğer üzerinde
hak olan sefih" savurgan "veya zayıf yani küçük bir çocuk yahut
kocamış bir ihtiyar olduğundan dolayı yazdıramazsa "yahut bizzat
yazdırmaya gücü yetmezse" bilgisiz yahut dinsiz olması ve buna benzer
sebepler dolayısıyla yazdıramazsa "onun velisi" baba, vasi, kayyum ve
mütercim gibi onun işini üstlenmiş kimse "adaletle yazdırsın."
"Erkeklerinizden
de iki şahit tutun." Yani bu borca iki erkeğin şahitlik etmesini isteyin.
"Biri
unutursa öteki ona hatırlatır." Yani bu konuda az ihtimam gösterdiğinden
dolayı, onlardan şahitlikte hata eder yahut yanıhrsa onlardan hatırlayan
birisi, unutan diğerine hatırlatır. "Şahitler de" gerek olaya tanık
olmak, gerek şahitlikte bulunmak için "davet edildikleri zaman
kaçınmasınlar."
"Onu"
yani çokça vaki olduğundan dolayı tanık olduğunuz hakkı "vadesine"
vadesinin geleceği zamana "kadar yazmaktan üşenmeyin."
"Bu"
yazmak, "Allah indinde adalete daha uygun, şehadetf'ia. ifası "için
daha sağlam" daha tespit edicidir. Çünkü şahitliği hatırlatır
"ve" borcun miktarında ve vadesinde "şüpheye düşmemenize daha
yakındır."
"Aranızda
devredeceğiniz" yani karşılıklı kabzedeceğiniz ve vadesiz ticaretler.
Bundan kasıt, elden ele yapılan muamelelerdir.
"Yazana
da şahide de asla zarar verilmesin." Tarafların zarar görmesi yasaklanmaktadır.
Kâtip de şahit de hak sahibine olsun, üzerinde hak bulunan borçluya olsun,
tahrif, fazlalık veya eksiltmekle ya da şahitlikten imtina edip yazmayı kabul
etmemekle zarar vermesin. Hak sahibi de yazmak ve şahitlikte uygun olmayan
şeyleri teklif etmek suretiyle her ikisine de zarar vermemelidir.
"Eğer
yaparsanız" yani size yasaklanan bu işi yaparsanız "bu size dokunacak
bir fısk olur." yani sonucu size gelip çatacak olan itaatsizlik olur.
"Allah'tan"
emir ve yasaklan hususunda "korkun. Allah size" işlerinizin uygun
şekillerini "öğretiyor."
"Şayet
bir yolculukta olup da" borçlanırsanız "alacağınız rehinler (de yeter)."
Sünnet-i semyye Nkame\^m>ıe\feY\iS^ olduğunu belirtmiş ve yolculuk halini de
söz konusu etmiştir. Burada özellikle yolculuk halinin söz konusu edilmesi bu
durumda belgelendirmenin daha sıkı olması gerektiğindendir. "Alacağınız
rehinler (de yeter)." Bu rehinlerle bo'rcunu-zu sağlamlaştırırsınız. Yüce
Allah'ın, "Alacağınız (kabzedilmiş)" buyruğu rehinde kabzın şart
olduğuna delildir. Ayrıca rehin alanın kendisinin veya vekilinin rehin
bırakılan şeyi kabzetmesiyle yetinileceğini de göstermektedir.
"Eğer
biriniz diğerine güvenirse" yani alacaklı borçludaki hakkından emin olur,
ondan rehin almaz yahut borcu yazmazsa "kendisine güvenilen kişi" yani
borçlu "emanetini" üzerindeki borcu "eksiksiz ödesin" ve
onu ödeme hususunda "Rabbi olan Allah'tan korksun." Şahitlik etmek
üzere çağırıldığınız vakit "şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse
muhakkak onun kalbi günahkârdır." Özellikle kalbin zikredilmesi şahitliğin
mahalli olduğundan ve kalb günah kazandığı takdirde diğer azaların da ona tabi
olacağından dolayıdır. O takdirde günah kazananların cezası gibi bundan dolayı
cezalandırılır.
"Allah
yaptıklarınızı çok iyi bilendir." Amellerinizden hiç bir şey O'na gizli
kalmaz.
[130]
Yüce
Allah infakı ve onun güzel mükâfatını, faizi, çirkinliği ve tehlikesini söz
konusu ettikten sonra akabinde herhangi bir fayda beklemeksizin karz-ı haseni,
vadeli borçlanma ilişkisini, bunu yazmak, şahit tutmak ve rehin ile koruyup
belgelendirme yolunu, çabukluğu gerektiren ticaret ile malı artırma yolunu söz
konusu etti. Sadaka ve karz-ı hasende karşılıklı merhamet ve dayanışma, faizde
ise katılık ve tuğyan söz konusudur. Vadeli borçla yapılan ticaret ilişkisi ile
ilgili hükümlerde ise son derece hikmet, maslahat ve adalet söz konusudur.
Çünkü kendisine infak, sadaka ve karz emri verilip de faiz ilişkisine girmesi
yasaklanan bir kimsenin ticaret yoluyla malını artırması ve hakkını zayi
olmaktan koruması kaçınılmaz bir şeydir. Buna göre ayet-i kerimenin kendisinden
önceki buyruklarla münasebeti, insanlar arası ticarî ilişkilerde görülen
borçlanma halini açıklamak bakımındandır. Bu ise belli bir malı, belli bir
vadeye satmak yoluyla olur. Bu satımın da malın korunması ve kaybolmaktan
muhafaza edilmesi yolu ile yapılması öngörülmektedir. Bütün bu hükümler, faiz
muamelelerinin hükmü ve bunun yasaklanması açıklandıktan sonra gelmektedir.
Yahut her ikisi de halen veya sonuç itibariyle malın eksilmesi sonucunu veren
Allah yolunda infak ve faizin haram kılınması beyan edildikten sonra, bu
buyruklardan kasıt, helâl olan malı koruma keyfiyetini açıklamak yönünden
ayetler arasında ilişki kurmaktır.
Bu
ayet-i kerimenin Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ayet oluşu, malın bizatihi Allah
nezdinde buğzedilen bir şey olmadığına, İslâm'ın ümmetin iktisadî hayatına
önem verdiğine, İslâm'ın hem din, hem devlet, hem hayat ve hem de toplum nizamı
olduğuna bir delildir. İslâm ruhbanlık, fakirlik ve hayattan uzaklaşma dini
değildir. İnsanlar arası ilişkilerin düzenlenmesi, hakların korunma yolunun
açıklanması, ticaret ve malın arttırılması yollarının gösterilmesi gibi bütün
bu hususlar, İslâm'ın bir amel, bir gayret ve bir çabalama dini olduğunu; helâl
yollardan kâr ve kazanç sağlama arzusunu kazandırdığım göstermektedir. Ahmed
ve Taberânî, Amr b. el-As yoluyla, "Salih (helâl yoldan kazanılmış) mal,
salih kişiye ne güzel de yakışır" hadisini rivayet etmektedirler.
Kamu
menfaatleri uğrunda harcamak ve faizin haram kılınması; ümmet arasındaki
dayanışma ve şefkat ile merhamete, zulmü ve sömürüyü uzaklaştırmaya dinin önem
verdiğine, çabalamaksızın, çalışmaksızın kazanmayı dışladığına alâmettir.
Dünyanın ya da malın bazı ayet ve hadislerde yerilmiş olması ise ahiretin
unutulması, malın sahibini ahiretten uzaklaştırarak infak etmekten alıkoyup
cimrileştirmesi, helâl mi haram mı yollardan topladığına aldırış etmemesi
durumundadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak sizin mallarınız
da çocuklarınız da birer fitnedir. Allah nezdinde ise büyük bir ecir
vardır." (Teğâbün, 64/15).
Yine
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı
ancak bir oyun ve bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünüştür; mallarda
ve çocuklarda bir yarıştır. (Bunlar) ekini ekincilerin hoşuna giden yağmur
gibidir. Sonra o ekin gürleşir de sen onu sararmış görürsün, sonra da çör-çöp
olur. Ahirette ise şiddetli bir azap vardır. Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza
da vardır. Dünya hayatı ise bir aldanma metaından başka bir şey değildir."
(Hadid, 57/20). Buharî de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Dinara köle olan kahrolsun, dirheme köle olan kahrolsun."
[131]
Ey
iman sıfatını elde etmiş kimseler! Satış selem yahut karz yoluyla zimmette
vadeli olmak üzere borç muamelesinde bulunduğunuz vakit -herhangi bir şeyi
vadeli bir bedelle sattığınız veya cins, tür ve miktarını açıklamakla birlikte
tayin edilmiş bir vadeye bir malı peşin bir semen (bedel) ile satarsanız ki
buna selem veya selef adı verilir; belli bir meblağı karz olarak verirse ve
vadeli bir bedel muamelesinde bulunduğunuz takdirde- bu muameleye delâlet
edecek şeyi günler, aylar veya seneleri belirterek, vadesini açıklayıp yazınız.
Yani bu vade bilinen bir vade olmalıdır. Cumhurun görüşüne göre konuyla ilgili
bilgisizliği ortadan kaldırmayan ekinlerin hasadı veya dövülmesi gibi bir
vadeye bağlamayınız. Çünkü yazmak, üzerinde ittifak edilen şeyin tespitinde
daha sağlam bir belgelendirme, anlaşmazlığı daha bir kaldırıcıdır.
Daha
sonra Yüce Allah yazma keyfiyetini beyan etmekte ve bu işi kimin yapacağını
tayin etmektedir. Buna göre, güvenilir, adaletli ve tarafsız, fakih (dinde
bilgi sahibi), mütedeyyin ve uyanık bir kâtip, taraflardan herhangi birisine
meyletmeksizin, hakkı açık ibarelerle yazsm, bir çok manaya gelme ihtimali
olan lafızlardan kaçınsın. Böyle bir kimse tıpkı borçlu ile alacaklı arasındaki
hakim gibidir. İşte bu, kâtipte adalet şartının arandığına delildir.
Daha
sonra Yüce Allah kâtibe tavsiyede bulunmakta ve yazmaktan kaçınmasını
yasaklamaktadır. Kâtiplerden herhangi bir kimse imkânı olduğu sürece borç
belgesini, Allah'ın belge yazma hususunda kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan
kaçınmasın. Ne fazla ne eksik yazsın, ne de kimseye zarar versin. Yazma
kabiliyeti Allah tarafından ona verilen bir nimettir. Gerektiğinde yazmaktan
kaçınmaması o yazı nimetine şükrün bir ifadesidir. Bu, ücret ile yapılsa dahi
böyledir. İşte bu, kâtibin sert hükümleri, örf ve düzen bakımından riayet
edilmesi gereken şartları bilen kimse olmasının şart olduğuna delildir. Adalet
şartı ilim şartından önce söz konusu edilmiştir. Çünkü burada adalet ilimden
daha önemlidir. Adil bir kimse belge yazmanın gerektirdiği bilgileri
öğrenebilir, fakat adil olmayan bir alimin sahip olduğu bilgi kendisini adalete
götürmez; böyle bir kimse bozar, düzeltmez.
Yüce
Allah'ın, "Yazmaktan çekinmesin" buyruğu adil ve alim bir kimsenin
yazma ve buna benzer işleri yapmak üzere çağırıldığı vakit, bu çağrıyı kabul
etmesinin vacip olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah, hak ile yazmaktan
çekinmeyi yasakladığını bir daha vurgulamaktadır. Çünkü belge hakların korunması
ile alâkalıdır.
Daha
sonra Yüce Allah kâtibe yazdırma işini yapacak olanın borçlunun kendisi
olduğunu belirtmektedir. Çünkü ödeme yükümlülüğü olan kimsenin yazdırmasından
emin olunur. Böylelikle onun beyanı ve yazdırması ona karşı bir delil olur.
Daha sonra Yüce Allah ona iki şeyi tavsiye etmektedir: Birisi, üzerindeki hakkı
eksiksiz olarak belirtmek suretiyle yazdırma hususunda Allah'tan korkması,
diğeri ise üzerindeki haktan herhangi bir şeyi eksiltmemesi.
Dikkat
edilecek olursa yazıcıya da adaletli olması emredilmektedir. Ne artırsın ne de
eksiltsin. Borçlu olan kimseye ise yalnızca eksiltmesi yasaklanmaktadır. Çünkü
bu, başkasından değil yalnızca ondan beklenen ve umulan bir şeydir.
Arkasından
Yüce Allah ehliyeti eksik olanların (kısıtlıların) durumlarını açıklamaktadır.
Şayet borçlu (üzerinde hak bulunan kişi) sefih, yani malını savurganca
kullanan kıt akıllı ve malını idare edemeyen bir kimse veya çocuk, deli,
bilgisiz ve aklî gücü meseleleri iyice hatırında tutmasma imkân vermeyecek
kadar yaşlı ve güçsüz olur ya da cahil yahut kekeme, dilsiz, dili bağlı, kör
vb. yazdırmaktan âciz bir kimse olursa, onun işlerini üstlenmiş bulunan
kay-yum, vekil veya mütercim gibi velilerinin adalet ve insaf ile, fazlasız ve
eksiksiz olarak kâtibe hakkı yazdırmaları gerekir.
Bundan
sonra sıra ispata gelmektedir. Yüce Allah mendup olmak üzere olayların tespiti
ve malların korunması için borçlanmaya şahit tutma yolunu göstermektedir. Şahit
için öngörülen sayı ise iki erkek yahut bir erkek ve iki kadındır.
Yüce
Allah'ın, "Erkeklerinizden" ifadesini kullanması şahitlerin Müslüman
ve hür olmalarının şart olduğuna delildir. Çünkü yapılan açıklamalar bu türden
kimselerin karşılıklı ilişkileri hakkında varit olmuştur. Şahitler hakkında
aranan adalete gelince, ilim adamları bunu Yüce Allah'ın, "Ve sizden
adaletli iki kişiyi şahit tutunuz." (Talâk, 65/2) buyruğu gereğince şart
koşmuşlardır.
[132]
Ebu
Yusuf un görüşüne göre hadleri gerektiren hayasızlıklarla büyük cezalan
gerektiren günahlardan uzak durup farzları eda eden, iyi huylan küçük
günahlanndan fazla olan kimsenin şahitliği kabul edilir. Çünkü günahsız kimse
olamaz. Günahlan iyi huylanndan daha çok olan kimsenin şehadeti ise kabul
edilmez. Kumar olmak üzere sartranç oynayanın, adil olmakla birlikte belli bir
tevil ile değil de önemsiz görerek veya fasıklığı dolayısıyla beş vakit namazı
cemaatle kılmayı terk edenin, yalan yere çokça yemin edenin, sabah namazının
iki sünnetini devamlı terk edenin, aşırı yalancılıkla tanınanın, Resulullah
(s.a.)'m ashabına açıktan şovenin ve insanlara yahut komşulara çokça şovenin,
insanların fasık ve facir olmakla itham ettiği kimsenin şahitliği kabul
edilmez. Ashaba sövmekle itham edilenin de şahitliği, başkalarının kendisi
hakkında, "Biz onu söverken gördük" demeleri halinde kabul edilmez.
İbni
Ebi Leylâ ve Ebu Hanife ise der ki: Adaletli heva ehlinin (cemaata uygun
olmayan görüş sahiplerinin) şahitliği, Rafizüerden bir grup olan Hattâ-biye
dışında kabul edilmiştir. Muhammed der ki: Haricilerin görüşünü kabul etmem,
fakat Harûrîlerin şahitliğini kabul ederim. Çünkü onlar mallarımızı helâl
görmezler. Harici olduklan takdirde ise helâl görürler.
[133]
Cumhurun
(Malik, Şafiî ve Ahmed'in) görüşü şahitlerin Müslüman olmasının da şart olduğu
şeklindedir. Hanefîler ise kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahitliğini caiz
görürler. Çünkü Resulullah (s.a.) Yahudilerin, haklarında zina ettiklerine dair
şahitlik ettiği iki Yahudiyi recmetmiştir.
İbnü'l-Kayyım,
İ'lâmu'l-Muvakkiîn ile et-Turuku'l-Hükmiyye adlı eserlerinde şöyle der:
Şeriatta beyyine (delil) şahitlikten daha geneldir. Kat'î karine gibi haklan
kendisiyle açıkça ortaya çıktığı her şeye beyyine denir. O bakımdan bu anlamı
ile Müslüman olmayanın şahitliğinin beyyine kapsamına girmesine -eğer hakim
onun vasıtasıyla hakkı açıkça görebiliyor ise- bir engel yoktur.
Yüce
Allah'ın, "O halde razı olacağınız şahitlerden..." buyruğu İslâm ve
adalet şartını daha da tekit etmektedir. Çünkü bunun anlamı şudur: Şahitlerden
veya kadınlardan din ve adaletlilerinden razı olduğunuz kimselerden... Kadınların
şahitliğinin zayıflığı ve insanlann bu şahitliğe az güven duymalan sebebiyle
bu vasıf gelmiştir. Bununla birlikte hitap -hakim olsunlar, başkalarından
olsunlar- bütün insanlan kapsamaktadır. Cumhurun görüşüne göre tezkiye
suretiyle şahitlerin adil olduklannın sabit olması kaçınılmaz bir şeydir. Ebu
Hanife ise tezkiyeye gerek yoktur, der. Çünkü zahir bir fasıklıktan uzak durmakla
birlikte, Müslüman olduğu açık olan her kişi -hali bilinmese dahi- adaletlidir.
Yüce
Allah iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi değerlendirilme
sebebini, yani kadınların şahitliğindeki muteber sayıyı tespitindeki sebebi söz
konusu etmektedir. Bu da şahitliğin hükmünü korumak için hatırlatmaktır. Çünkü
kadın iyi belleyemez, bu konuda az ihtimam gösterir ve unutabilir. O bakımdan
onların her birisi ötekine hatırlatır. Gerçekte illet hatırlatma olduğundan
dolayı, kadınlar da bu noktada unutkan oldukları için unutmak illet konumunda
ifade edilmiştir. Yani burada sebep olan şey, sebep olunan şey gibi
değerlendirilmiştir. Malî ilişkilere ve benzeri mübadelelere kadının fazla önem
vermemesi, âdeten gö-rülegelen bir durumdur. O bakımdan kadının bu hususlara
dair bilgileri sınırlı, tecrübesi az, malî konulara ihtimamı zayıftır.
Çağımızda malî sorunlarla kadınların uğraşması bu hükmü değiştirmez. Çünkü
hükümler daha genel ve çoğunlukla görülen haller hakkındadır. Kendilerine malî
bir takım görevlerin verilmesine rağmen kadın çoğunlukla, kendisine verilen ve
havale edilen işten başkasına pek önem vermez. Başkaları arasında malî
problemler dolayısıyla ortaya çıkan anlaşmazlıklara pek iltifat etmez. Kadının
görevlendirilmesine rağmen genel konulara veya malî konulara önem atfetmesi
düzen, rahatlık ve temizlik bakımından evini ilgilendiren ihtiyaçlarını
tasarlayıp ailesi için yiyecek ve içecek hazırlayıp çocukları terbiye etme
işlerine ilgi duymasına nazaran daha sınırlı kalır. O bakımdan kendisinin özel
alım satımları dışında karşılıklı muameleleri hatırlaması oldukça azdır.
Kısacası hüküm çoğunlukla görülene göredir. Az ve nadir görülene itibar
edilmez; şeriat genele bakar, onu göz önünde bulundurur.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim oldukça önemli bir probleme dikkat çekmektedir. Bunun
zıddı çağımızda hatta geçmişte de yaygın bir hal almıştır. Bu, şahitlikte
bulunma meselesidir. Yüce Allah şahitlere tavsiyelerde bulunmakta, şahitlikten
yüz çevirmelerini yahut gerek şahitliği hakim huzurunda yapmaktan, gerekse
şahit olunması istenen hallere şahitlik etmekten gevşek davranmalarını, yüz
çevirmelerini yasaklamaktadır. Tıpkı kâtip olana yazmayı kabul etmemeyi
yasakladığı gibi. Şahitlerin şahitlik etmekten uzak durmaları (yani hakkında
şahit olunan meselenin olaylarını bellemekten) imtina etmeleri, hakimin önünde
şahitliği eda etmeyi kabul etmemeleri caiz değildir. Nitekim Yüce Allah bundan
sonra, "Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır." (Bakara,
2/283) diye buyurmaktadır. Çünkü şahitlikte haklar sabit olur, zulüm ve
haksızlık, zayıflara tasallut önlenir. Ayet-i kerime aynı şekilde hakimin huzuruna
gidecek olanın da şahidin kendisi olduğunu göstermektedir.
er-Rabî
bu ayet-i kerimenin, bir adamın pek çok kimseye gidip şahitlik etmeye çağırmasına
rağmen onlardan herhangi birinin çağrısına cevap vermemesi üzerine indiğini
rivayet etmektedir.
Daha
sonra tekrar yazma işi ele alınmakta ve borçlanma akitlerinde yazma isteği bir
daha pekiştirilmekte; borcun yazılmasından usanmayı veya yazılmasından
üşenmeyi yasaklamaktadır. Borcun yazılmasında -ne kadar az olursa olsun-
tembellik göstermemek, geri durmamak, utanmamak gerekir. Yazılması istenen
borcun az ya da çok olması arasında fark yoktur. Böylelikle anlaşmazlıklar,
ayrılıklar Önlenmiş ve hakkın aslı korunmuş olur.
İşte
bu yazmanın, ispat delilleri arasında değerlendirildiğine ve hakkın alınacağı
vadenin yani borçlunun ikrar ettiği ödeme vaktinin az ya da çok olsun
borçlanmalarda yazılmasının istendiğine delildir.
Daha
sonra Yüce Allah geçen emir ve yasaklardaki hikmeti beyan etmektedir. O da
şudur: Kur'an-ı Kerim'in emretmiş olduğu yazma ve şahit tutma emri, Yüce
Allah'ın hükmünü yerine getirmede adalete daha uygundur. Çünkü böyle bir iş
doğruluğa daha yakın, yalandan daha uzaktır. Aynı şekilde taraflar arasında
adaleti yerleştirmeye daha uygundur ve şahitliğin sağlıklı şekilde yapılmasına
daha çok yardımcı olur. Borcun cinsi, türü, miktarı ve vadesinin tayini ile
ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına da daha yakındır. İşte bu üç meziyet
borcun yazılma işini daha da pekiştirmektedir.
Bu,
şahidin, durumunu hatırlamak üzere borcun yazılı olduğu vesikayı isteme
hakkına sahip olduğunu da göstermektedir.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim ticaret şartlarının gerektirdiği hürriyet, hareketlilik ve
hızlılık şartları dolayısıyla yazma talebini daha bir hafifleterek yazmanın
istenen bir şey olduğunu, ancak ticarette peşin alışverişin bundan müstesna
olduğunu ve bu durumda yazmaya gerek olmadığını açıklamaktadır. Böyle bir
durumda yazmanın terk edilmesinde bir günah ve bir mahzur yoktur. Çünkü
yazmanın terk edilmesi anlaşmazlık ve davalaşma gibi bir sonuç doğurmayacaktır.
Bu ise İslâm'ın vakıaya uygun karşılıklı ilişkilerin gerektirdiği tekâmül, hız
ve maslahatı göz önünde bulundurma şartlarını olumlu karşılayıp
değerlendirdiğini göstermektedir.
Hazır
(peşin) ticarette yahut elden ele alınıp teslim edilen işlemlerde yazmamanın
bir mahzuru olmadığı için satışlara şahit tutulması istenmektedir. Çünkü
herhangi bir şeyi ele geçiren bir kimse bunu haksız olarak ele geçirmiş
olabilir. O takdirde anlaşmazlık ve ayrılık baş gösterir. O bakımdan şahit tutmak
daha ihtiyatlıdır ve yeterlidir. Vadeli muamelelerin, borçların ve selemin ise
yazılması gerekir. Çünkü geçen zaman bunların kısmen unutulmalarına sebep
olabilir ve buna bağlı olarak da anlaşmazlık ortaya çıkar.
Kâtip
ve şahidin taraflar ile ilişkilerinde uyulması gereken temel ilke, zarar
vermemektir. O bakımdan kâtip ve şahidin fazlalık, eksiklik, tahrif, karşılaşılan
bir takım durumlara dair açıklama yapmayı terk etmek ya da gizli bazı hususlara
dair onlardan istenen açıklamaları yapmamak gibi işlem yapan taraflardan
birisine veya her ikisine zarar vermeleri caiz değildir. Aynı şekilde işlem
taraflarının da kâtip ya da şahide zarar vermeleri, onları rahatsız etmeleri de
caiz değildir. Bazı olayların tahrif edilmesi, meselâ bir kelime ya da bir kayda
işareti ihmal etmek yahut korkutmak ya da rüşvet vaadi veya bir mal verme
vaadi ile şehadette bulunmasını engellemeye çalışmak gibi yollarla kâtibe ya da
şahide zarar vermeye ya da eziyet etmeye kalkışmak da işlem tarafları için caiz
değildir. Çünkü İslâm hak ve adelet dinidir. Yüce Allah eksiksiz bir şekilde
hak ve adaletin uygulanmasını emretmektedir.
Bunu
ise daha sonra ayet-i kerimede gelen, "Eğer yaparsanız bu size dokunacak
bir fi.sk olur" ifadesine göre yazıda ve şahitlikte tahrif ve değişiklik
yapmak fısktır. Veya eğer size yasaklamış bulunduğum zarar vermeyi yapacak
olursanız sizin bu işiniz size gelip çatan bir fasıldık ve itaatin dışına çıkmak
olur.
Karşılıklı
zarar vermenin yasaklanması ise "Yazana da şahide de asla zarar
verilmesin" buyruğunda yer alan ve "zarar verilmesin" diye meali
verilen (yadârre) kelimesinin aslının tahlilinden anlaşılmaktadır. Eğer bu
kelimenin aslı (yüdâri) şeklinde birinci "re" harfi kesreli olup
sonradan idğam meydana gelmiş ve fethanın hafifliği dolayısıyla cezimli (sakin)
olan re de sonradan dönüşmüş ise, bunun manası şöyle olur: Kâtip de şahit de
çağrıyı kabul etmemek yahut yazmada ve şahitlikte tahrif ve değişiklik yapmak
suretiyle zarar vermesin. Şayet bunun aslı birinci "re" harfi üstün
olarak (yüdârer) şeklinde ise -ki İbni Mes'ud da böyle okumuştur- o vakit bunun
anlamı şöyledir: Hakkı isteyenin veya kendisinden hak talep edilenin onları
yazmada ve şahitlikte onları doğrudan sapmaya mecbur etmek suretiyle kâtibe ve
şahide herhangi bir zarar vermesi caiz değildir.
Daha
sonra Yüce Allah emir ve yasağın akabinde kullanılan genel kaideyi
hatırlatmaktadır. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından
da sakınmak sebebiyle Allah'tan korkmak (takva sahibi olmak) emridir. Anlamı da
şudur: Size vermiş olduğu bütün emirler ve size yasakladığı her hususta
Allah'tan korkunuz. Sizi sakındırdığı "zarar verme" fiili de bu
buyrukları arasında yer alır. O yüce Allah dünyanızı ıslah edecek, mallarınızı
koruyacak şeyleri öğretir. Tıpkı din işinizi düzene koyacak şeyleri sizlere
öğrettiği gibi. O her şeyi bilendir. Sizin açık ve gizli halleriniz ona gizli
kalmaz. Herhangi bir şeyi şeriat olarak emir buyurduğu zaman kötülükleri
betaraf edecek, faydaları sağlayacak şekilde kapsamlı ve bütün incelikleri
kuşatan ilmi ile teşri buyurur. O'nun şeriatı bütünüyle hikmet ve adalettir.
Bu
ayet-i kerime geçen bütün hükümlere uymanın hatırlatılması için böyle güzel bir
öğütle sona ermekte ve her üç cümlede de lafza-i celâl şöylece tekrar
edilmektedir: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi çok
iyi bilendir." Bundan kasıt ise dinleyenin ruhunda ilâhî heybeti beslemek
ve bu cümlelerin her birisinin muayyen bir hükmü ihtiva ettiğini vurgulamaktır.
Daha
sonra açıklamalar yolculuğa uygun bir hükmü teşri etmeye geçmektedir. Bu ise
borç halinde kendisi ile hakkın belgelendirildiği rehinlerdir. Vadeli
satışların yazılarak ve onlara şahit tutularak ispat edilmesi ikamet halinde
mümkün bir iştir. Yolculukta ise çoğunlukla buna imkân olmaz. O bakımdan Yüce
Allah yolculuğa uygun bir iş olan rehin almayı meşru kılmıştır. Sünnet-i
seniyye ikamet halinde de bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nesaî İbni
Abbas'tan, Buharî ve Müslim de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Hz. Peygamber Medine'de zırhını bir Yahudiye ailesi için aldığı 20 sa'lık
arpa karşılığında rehin bırakmıştı."
Rehin
ayetinin anlamı şudur: Eğer sizler yolculukta bulunur ve borçlanmayı güzelce
yazabilecek bir kâtip bulamaz yahut yolculuk şartları oturup yazmaya elverişli
olmaz ya da yazma gereçlerini bulamayacak olursanız, kabzede-bileceğiniz bir
rehin ile bu işi belgelendiriniz.
Ayet-i
kerimede rehin almanın yolculukta olmak ve kâtibin bulunmaması durumu ile
kayıtlandınlması, yazmayı terke ruhsat teşkil eden özrü beyan etinekte ve
rehini yazma yerine bir borç vesikası konumuna yerleştirmektedir. Diğer özürler
arasından yalnızca yolculuğun söz konusu edilmesi görülen mazeretlerin
çoğunluğunu teşkil etmesinden dolayıdır. Bu özellikle Kur"an-ı Ke-rim'in
nüzul döneminde böyleydi. Çünkü savaşlar, çarpışmalar pek çoktu. Mana
itibariyle bunun kapsamına her türlü mazeret de dahildir. Gece vakti, iş ve
çalışmaların yoğunluğu, borçlunun iflas tehdidi ile karşı karşıya olması gibi.
Ayet-i kerime kâtibin bulunmaması halinin yolculuk hali ile kayıtlı olduğuna,
ikamet halinde olmadığına işaret etmektedir.
Fakat
rehinin kabzedilmiş (alıkonulmuş) olmakla nitelendirilmesi, rehin bırakılan şey
ele geçirilmedikçe rehin ile belgelendirme yönünün ortaya çıkmayacağını
göstermektedir. Kabz şartının koşulması Hanefi'lere göre rehin bırakılan şeyin
muayyen ve ifraz edilir olmasını gerektirir. Onlara göre ister
paylaş-tınlabilen şeylerde olsun, ister paylaştınlamayan şeylerde olsun, muşâın
reh-nedilmesi caiz değildir. Çünkü bunun kabzedilmesi mümkün olmamaktadır.
Cumhur ise satılması ve hibesinde olduğu gibi muşâın rehnedilmesini de caiz
görmüşlerdir. Bu durumda mürtehine (rehin alana) ortak olan her şey teslim
edilir ve rehin edilen şey muhayee (sıra ile kullanma) yoluyla nöbetleşe teslim
edilir.
Ayet-i
kerime daha sonra taraflar arasında güven yolunun bulunma ihtimalini ele
almaktadır. Eğer bazı alacaklılar kimi borçlulara güvenir ve (hakkındaki güzel
zannı dolayısıyla) o kimsenin hakkı inkâr ve reddetmeyeceğinden emin olursa
-ki buna emanet satışı denilir- bu sefer borçlu kimse, kendisine emanet
edileni, yani alacaklının bu konuda kendisine güvenip de karşılığında rehin
almadığı borcunu ona ödesin ve alacaklının kendisi hakkındaki güzel zannına
lâyık olsun. Emanet mallarına hainlik etmemek, ödemeyi geciktirmemek
hususunda^ da Rabbi olan Allah'tan korksun. Çünkü Allah şahitlerin en
hayırlısıdır ve o kendisinden korkulmaya lâyık olandır.
Burada
borca "emanet" adının verilmesi, alacağı karşılığında rehin almamak
suretiyle alacaklının.borçluya güven duymasındandır. Yüce Allah'ın, "Ve
Rabbi olan Allah'tan korksun" buyruğunda ulûhiyet ile rububiyet sıfatını
bir arada zikretmesi, insanla kendisini besleyip büyüten, işlerini görüp
gözeten, ona faydalı olan şeyleri çekip çeviren Rabbini gazaplandıran
hainlikten sakındırmak hususunda tekit içindir.
Daha
sonra Yüce Allah hakim huzurunda şahitlik yapmaktan yüz çevirmeye dair önceki
yasağını tekit ederek, şahitliği gizlemeyi yani hakimin önünde şahitlik etmeyi
kabul etmemek suretiyle hakkı saklamayı yasaklamaktadır. Burada tekrarlanan
yasak emanet satışına uygun bir yasaklamadır. Bununla birlikte şahitlik edecek
olan kimsenin (gizlemekten dolayı) görevini yapmaması daha da şiddetli bir
şekilde ifade edilmekte, şahitliği gizlemenin cezasını ve günahını hak ettiği
belirtilerek tehdit edilmektedir. Günahkâr ve fasık birbirine yakın kimseleri
nitelendiren kavramlardır. Mana itibariyle şöyle buyurmaktadır: İhtiyaç
duyulduğu vakit şahitlik etmekten kaçınmayınız. Şahitliği gizleyen yahut onu
yapmayı kabul etmeyen günah işlemiş olur. Günahın yüklenmesi hususunda
özellikle kalbin de zikredildiğini görüyoruz. Çünkü kalp duymanın, şuurun,
olayları belleyip idrak etmenin merkezi ve günah işlenen azalardan bir
tanesidir. Göze, kulağa ve benzeri azalara zina isnat edildiği gibi burada da
günah kalbe isnat edilmiştir. Günah kimi zaman sair azaların ameliyle olabildiği
gibi, kalbin ameliyle de olabilmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Şüphesiz işitme, görme ve kalp, bütün bunlar ondan (günahtan) sorumludurlar."
(İsrâ, 17/36). Kalbin günahlarından birisi de içinde kötülük saklamak, kötü
niyet, kötü kasıt, kin ve hasettir.
Şahitliğin
hakim huzurunda yapılması veya gizlenmesi gibi sözü geçen bütün amelleri ve
diğerlerini elbette ki Allah bilir. Allah her şeyi bilendir, her şeyi görendir,
onun karşılığını verir; hayırsa hayır, şer ise şer. O bakımdan Allah'ın
emirlerine muhalefet etmekten ve masiyetleri işlemekten kaçının. Bunlardan
birisi de şahitliği gizlemektir. O size neyi emrettiyse onu yapınız. Çünkü Yüce
Allah'ın emri bütün amelleri kuşatan genel bir emirdir.
[134]
Deyn
(borçlanma) ayetinin konusu vadeli satışları, borçlan ve selem alışverişini
[135]
yazmak, şahit tutmak ve rehin ile belgelemektir. Şayet rehin veya yazarak
belgeleme söz konusu olmazsa emanet satış caiz olur. Buna göre bu ayet-i
kerimede üç türlü satış söz konusudur: Yazıya geçirilen şahitli alışveriş, kabz
edilen rehin ile alışveriş ve emanet alışverişi.
İbni
Abbas der ki: Bu ayet-i kerime özellikle selem hakkında nazil olmuştur. Yani
Medine halkının selem alışverişi ayetin nüzul sebebini teşkil etmektedir.
Diğer taraftan bu ayet-i kerimenin bütün borçlar hakkında olduğu icma ile kabul
edilmiştir.
İbni
Huveyzimendâd dedi ki: Bu ayet-i kerime otuz hüküm ihtiva etmektedir.
Aşağıdaki hükümler bunlardandır:
1- Maliki mezhebinin kimi ilim adamları, Malik'in dediğine göre,
karzlar-da ertelemenin caiz olduğuna bu ayeti delil göstermişlerdir. Çünkü
ayet-i kerimede karz ile sair borç akitleri arasında bir ayırım
gözetilmemiştir. Bu konuda Şafiîler farklı kanaat belirtir ve şöyle derler:
Ayet-i kerimede sair borçlanmalarda ertelenmenin caiz olduğuna delil olacak
bir taraf yoktur. Ayet-i kerime sadece
vadeli bir borç olduğu takdirde şahit tutma emrini ihtiva etmektedir. Diğer
taraftan borcun ertelenmesinin caiz oluşu veya olmayışı bir başka delâlet
yoluyla bilinir.
2- Borçların ertelenmesinin meşruluğu. Çünkü Yüce Allah, "Bir borç
ile borçlandığınız zaman" diye buyurmaktadır. Borç (deyn) ise, gerçek
mahiyeti ile iki bedelden birisinin nakit, diğerinin ise vadeli olmak üzere
zimmette olduğu
her
türlü muameleyi ifade eder. Çünkü Araplara göre ayn hazır olandır, deyn ise gaib
olan, hazır olmayan demektir. Ayet-i kerime hemen teslim edilen bir kitabın
vadeli bir bedele satılmasında olduğu şekilde aynı bir şeyin deyn ile (vade
ile) satılmasını kapsadığı gibi, deyn olan bir şeyi ayn karşılığında satmayı
da kapsamaktadır ki, bu da selem alışverişidir. Hazır olan bir malı hazır olan
bir nakde satmak gibi ayn'ın ayn karşılığında satılması da caizdir. Belli bir
kimsenin zimmetinde bir sâ' buğdayın bir diğer kişinin zimmetinde iki sâ' arpa
karşılığında satışı gibi. Deyn'in deyn karşılığı satılmasına gelince, bu konudaki
yasak dolayısıyla bu da batıldır.
3- Yüce Allah'ın, "Belirlenmiş bir vadeye" buyruğu bilinmeyen
vadeye kadar yapılan selem alışverişinin caiz olmadığını göstermektedir.
Sünnet de bunu pekiştirmektedir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim
hurmada selef (selem) alışverişi yaparsa ölçeği belli, tartısı belli ve belli
bir vadeye kadar olmak üzere selef yapsın."
[136] İlim
ehli selem alışverişinin meşruiyyetini icma ile kabul etmişlerdir. Selem ise
bir kimsenin karşı tarafa nitelikleri belli bir yiyecekte böyle bir alışveriş
yapmasıdır. Ancak bu yiyeceğin genel bir araziden çıkması ve benzeri araziden o
miktarın çıkmasının söz konusu olması, belli ölçekte olması, belli vadeye kadar
tesliminin öngörülmesi şartı vardır. Buna karşılık verilecek dinar ve dirhemin
de belli olması gerekir. Akit tarafları alışverişi yaptıkları yerden ayrılmadan
önce selem yoluyla alacağı şeyin bedelini ödemesi gerekir. Diğer taraftan bu
verilecek şeyin kabz edileceği mekânı da tayin etmiş olmaları gerekir. Selem
ittifakla caiz kabul edilen satış şekillerindendir. Bu satış Hz. Peygamberin,
"Yanında olmayanı satma" şeklindeki yasağından istisna edilmiştir.
Hz. Peygamber insanların buna olan ihtiyaçları dolayısıyla selem alışverişine
ruhsat vermiştir. Fukaha buna, muhtaçların veya müflislerin alışverişi adını
vermişlerdir.
Malikîler
hasada, meyvelerin toplanmasına kadar vadeli alışverişi caiz kabul
etmişlerdir. Çünkü bunun özel bir zamanı ve bilinen bir vakti vardır. Yine
Malikîler selem re'sülmal'inin (para bedelinin) kabzının iki yahut üç gün ertelenmesini
caiz kabul ederler. Bu şartlı da olabilir şartsız da olabilir. Çünkü böyle bir
erteleme sürenin yakınlığı dolayısıyla mecliste kabz hükmündedir. Ancak diğer
imamlar selemin re'sülmal'inden herhangi bir miktarın akit ve ittifak
meclisinden sonraya bırakılmasını caiz görmezler ve borcun borca karşılık
satımından sakınmak kasdıyla, bunun bir sarf olduğu görüşündedirler.
Şafiî
ise vadesi gelmiş (peşin) selemi caiz kabul eder. Sair imamlar ise bunu caiz
kabul etmezler. Çünkü az önce geçen hadis-i şerifte, "... belli bir vadeye
kadar" ifadesi yer almaktadır.
4- Yüce Allah'ın, "Onu yazın", yani borcu ve vadeyi yazın,
buyruğu yazılı belgeyi delil göstermenin meşruiyyetine delâlet etmektedir.
Şöyle de denilmektedir: Yüce Allah yazmayı emretmiştir; fakat yazmaktan kasıt,
şahit tutmaktır. Çünkü şahitsiz yazı delil olmaz.
Kâtibin
yazması acaba farz mıdır yoksa mendup mudur? Bunun farz-ı ki-fâye olduğu
söylendiği gibi müsait olduğu halde kendisinden yazması istenen yazı
yazabilenin yazmasının farz-ı ayn olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın,
"Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" buyruğunda "kâtip...
yazmaktan çekinmesin, yazsın" ifadesi bunu gerektirmektedir. Bunun mendup
olduğu da söylenmiştir. Sahih olan, bu emrin irşat için olduğudur. O bakımdan
ücretini alıncaya kadar yazı yazmaktan geri durması onun için caizdir. Çünkü
eğer yazmak, yazabilen kimse için vacip (farz) olsaydı, yazdırmak için ücretli
tutmak sahih olmazdı. Çünkü farzların yapılması için icare batıldır.
5- Acaba yazmak ve şahit tutmak vacip midir? Bir topluluk borçların yazılmasının
ve borçlara şahit tutulmasının vacip olduğunu söylemiştir. Bu, Yüce Allah'ın,
"Onu yazın" buyruğu ve "iki şahit tutun" buyruğu ile
vaciptir. Daha sonra Yüce Allah'ın, "Eğer biriniz diğerine güvenirse
kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin" buyruğu ile bu vücup
neshedilmiştir. Taberî borçların yazılmasının taraflar için bu ayet-i kerime
ile vacip olduğu görüşünü tercih etmiştir. Bu borç ister satış sebebiyle, ister
karz sebebiyle olsun fark etmez. Böylelikle unutmak veya inkâr söz konusu
olmaz.
Cumhur
der ki: Yazma ve şahit tutma emri mendupluk ifade eder. Her ikisinin de akit
tarafları arasında yapılanı vade gelinceye kadar korumaları men-duptur. Çünkü
akit ile vadenin gelmesi arasındaki sürede çokça unutkanlık olabilir. Bazen
ölüm ve buna benzer bir takım arızi olaylar da ortaya çıkabilir. O bakımdan
Yüce Allah malın muhafaza edilmesi, meydana gelen hakların ko- * runabilmesi
için yazmayı ve şahit tutmayı meşru kılmıştır. Ashab-ı Kiram, tabiîn ve İslâm
âleminin çeşitli bölgelerindeki fakihlerinden, bu konuda işi çok sıkı
tuttuklarına dair bir nakil de yoktur. Aksine aralarında yazmaksızın ve şahit
tutmaksızın borçlanmalar ve alışverişler de görülüyordu. Bu konuda (böyle
yapılmayan muamelelere karşı) onların bir tepkileri de söz konusu olmamıştır.
İşte bu, buyruklardaki emrin mendupluk ifade ettiğini göstermektedir.
Zahir
olan şudur: Emrin vücup değil mendup ifade ettiğinin kabul edilmesine dair
karine, bizzat ayet-i kerimede söz konusu edilmiştir. Bu da Yüce Allah'ın,
"Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz
'ödesin" buyruğudur.
6- Adalete bağlılık: Ayet-i kerime, yazmada, yazdırmada sefih (ehliyeti
kısıtlı) ile zayıf kimselerin velilerinden yazdırma işlemlerinde adalete bağlı
kalmalarını istemiştir. Bu husus Yüce Allah'ın şu buyruklarından açıkça
anlaşılmaktadır: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın... Allah'ın
kendisine öğrettiği gibi... üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan
Allah'tan korksun... Onun velisi adaletle yazdırsın."
Sefih
hacr altına alınır mı? Cumhur, savurganlık yapan sefihin hakim tarafından hacr
altına alınmasını caiz kabul eder. Böylelikle o kimsenin varlığını israf ederek
insanlara muhtaç olması önlenmiş olur. Ebu Hanife ise der ki: Yirmi beş yaşına
gelmediği sürece sefihin malında tasarrufu engellenir. Yirmi beş yaşına
geldiğinde onun reşit olduğu tespit edilmese dahi malı ona teslim edilir. Çünkü
artık onun hacr altına alınması onun insanlığının çiğnenmesidir.
7- Şahitliğin nisabı: Bu, iki erkek yahut bir erkek veya iki kadındır.
Mali-kîlere göre özel olarak mal ve mala bağlı olan hususlarda kadınların
erkeklerle birlikte şahitliği caizdir. Fakat hadler, kısaslar gibi bedene dair
hükümlerle nikâh, talâk hükümlerinde bu kabul edilmez. Hanefîlere göre ise
mallarda, nikâhta, boşamada, ric'atte kadınların da şahitliği caizdir.
Fukaha
itham sebebiyle şahitliğin reddedileceğini ittifakla kabul ederler. İtham ise
lehine şahitlik yapılan kimseye bir menfaat sağlayan yahut ona gelecek bir
zararı bertaraf eden şeydir. Aynı şekilde eşlerden birisinin diğeri lehine
şahitliği de cumhurun görüşüne göre reddedilir. Şafiîlerin görüşüne göre ise
reddedilmez, kabul edilir. Çünkü evlilik akdi sonradan meydana gelmiştir ve
zamanla ortadan kalkabilir. Ebu Hanife işe der ki: Ücretli bir kimsenin kendisini
ücretle tutan kimse lehine -istihsanen- herhangi bir hususta şahitlik yapması
caiz değildir.
Hanefîlerin
görüşüne göre bir şahit ve davacının yemini ile hüküm vermek caiz değildir.
Çünkü Yüce Allah ayet-i kerimede iki kısım söz konusu etmektedir. Bunlar da
iki erkeğin şahitliği ile bir erkek ve iki kadının şahitliğidir, bunların
üçüncüleri yoktur. Cumhur ise bedenler hususunda değil de malî konularda bir
şahit ve bir yemine dayanarak hüküm vermeyi caiz kabul etmişler ve bunu
şahitliğin üçüncü bir kısmı olarak değerlendirmemişlerdir. Aksine bu davalının
tarafını tercih yolunda şahit ile birlikte yemini nazarı itibara alınarak
yapılır. Bunun delili ise Resulullah (s.a.)'ın bir şahit ve bir yemin ile hüküm
verdiğine dair sabit olan rivayetlerdir d). Kur'an-ı Kerim'de bunun söz konusu
edilmemesi ise bunun meşruiyyetini ve gereğince amel etmeyi engellemez. Buna
delil ise Hanefîlere göre, teklif edilen yemini yapmayı kabul etmemeye
istinaden hüküm vermenin caiz oluşudur. Bu ise, Kur'an-ı Kerim'in sözünü
etmediği üçüncü bir kısımdır.
8- Yüce Allah'ın, "Şahitler de davet edildikleri zaman
kaçınmasınlar" buyruğu şehadetin tahammülünden (belli bir akde şahit
olmanın istenmesinin kabulünden), eda edilmesinden (hakim önünde şahitlik
edilmesinden) ve lüzumu halinde hakimin önünde ispat edilmesinden kaçınmanın
yasak olduğuna delildir. Aynı şekilde bu buyruk hakimin huzuruna yürüyerek
gidecek olanın şahidin kendisi olduğunu göstermektedir. Bu ise şahitlik talebi
halinde söz konusudur. Hakim tarafından istenmemesi halinde ise şahitliğin eda
edilmesi men-duptur. Yüce Allah istek halinde şahitliğin yapılmasını farz
kılmıştır. Şahit çağrılmayacak olursa o takdirde şahitlik etmek mendup olur.
Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şahitlerin hayırlısı şahitlik
etmesi istenmeden şahitliğini yapan kimsedir."
[137]
Sahih
kabul edilen Malikîlerin görüşüne göre ise, hakkın zayi olmasından veya ele
geçirilmesinden korktuğu takdirde şahidin şahitlik etmesi kendisinden
istenmemiş olsa dahi farzdır. Ta ki hak zayi olmasın. Bu konuda Yüce Allah'ın
hakları ile insanoğlunun haklan arasında bir fark yoktur. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah için şahitliği ayakta tutunuz." (Talak
65/2); "Bilerek hak ile şahitlik edenler müstesna." (Zuhruf, 43/86).
Sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Zalim veya mazlum olsun, kardeşine yardım et." O halde kardeşi
mazlum olduğu takdirde kendisinin bildiği şahitliği eda etmek suretiyle
kardeşine yardımcı olması -karşı tarafın inkârının öldürdüğü hakkını diriltmek
kasdıyla- onun için muayyen farz haline gelmiştir (farz-ı ayn olmuştur).
Hanefîler
ise istenmeden önce Allah'ın hakları ile ilgili şahitliğin eda edilmesinin
istenen bir şey olduğu görüşündedir. Kul hakları ile ilgili hallerde ise
şahitlik etmesi istenmedikçe şahit şahitlik etmez. Çünkü Buharı ile Müslim,
İmran b. Husayn'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:
"Şüphesiz sizin en hayırlınız benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra
gelecekler, sonra onlardan sonra gelecekler, sonra onlardan sonra gelecekler.
Akabinde bunlardan sonra şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecek, hainlik
edecek, kendisine güvenilmeyecek adakta bulunup yerine getirmeyecek bir kavim
gelecektir ve bunlar arasında pişmanlık baş gösterecektir."
Malikîler
ise bu hadis-i şerifi yalan şahit hakkında yorumlamışlardır. Çünkü bu, şahit
olması istenmeyen şeyler hakkında şahitlik etmiştir. Yani kendisinin
yüklenmediği ve kendisine yüklenilmeyen şeyleri söyleyip şahitlik etmiştir.
Yahut da bu, şahitlik ettiği şeyin uygulanmasına dair aşırı iştahının etkisi
altında kalarak ve kendisinden şahitlik etmesi istenmeden çabucak şe-hadette
bulunan kimse hakkında kabul edilir. Böyle bir şahitlik reddedilir veya bu
konuda kölelerin (el-gılman) kastettiği kabul edilir. Bununla birlikte herkes
şahitliğin eda edilmesinin farz-ı kifaye olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
Eğer iki kişi şahitlikte bulunur ve hakim de bunları yeterli görürse farz diğerlerinden
kalkar. Şayet hakim iki kişinin şahitliği ile yetinmeyecek olursa diğerinin de
şahitlik etmesi taayyün eder (onun için de farz-ı ayn olur).
9- Alışverişlerde, vadeli borçlarda yazışma menduptur. Vadeli olan
miktar, ister küçük olsun ister büyük fark etmez. Ancak anında mübadelenin
gerçekleştiği ve akdin peşinden her iki bedelin taraflarca kabz edildiği peşin
ticarette yazışma istenmemektedir. Çünkü anlaşılmaz bir takım sebepler dışında
âdeten bu gibi hallerde anlaşmazlık korkusu pek azdır. Şafiî der ki: Satışlar
üç türlüdür: "Yazılı ve şahitli satış, rehinli satış, emanet satışı. Daha
sonra bu ayet-i kerimeyi okudu. İbni Ömer peşin sattığı vakit şahit tutar,
vadeli sattığı vakit ise yazardı.
10- Yüce Allah'ın, "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun"
buyruğu, küçük olsun büyük olsun satışa şahit tutmanın istendiğinin delilidir.
Acaba satışa şahit tutmak vücup mu ifade eder, mendupluk mu? Ebu Musa, İbni
Ömer, ed-Dahhâk ve Tabiînden bir topluluk bunun vücup ifade ettiğini
söylemişlerdir. Bu konuda bu ayet-i kerimede emrin zahirini esas alırlar.
Taberî de bunu tercih etmiştir. eş-Şa'bî ve Hasan-ı Basrî ise bunun katiyet ve
icap ifade etmediğini, mendupluk ve irşat için olduğunu kabul ederler. Aynı
zamanda bu, Malik, Şafiî ve Rey ehlinin de görüşüdür. İbnül-Arabî bunun
herkesin görüşü olduğunu ileri sürmüş ve sahih olan budur, demiştir.
ed-Dahhâk'ın dışında bunun vü-cup ifade ettiğini söyleyenlerden böyle bir
görüşü kimse de nakletmiş değildir. İbni Abbas'tan ise kendisine, "Deyn
ayeti neshedilmiştir" denilince, "Hayır, Allah'a yemin ederim ki
deyn ayeti muhkemdir'' dediği rivayet edilmiştir. Devamla der ki: Şahit tutmak
ise mutmain olmak için meşru kılınmıştır. Çünkü Yüce Allah borcun belgelenmesi
için bir takım yollar tayin etmiştir. Bunlardan birisi yazmak, birisi rehin
almak, birisi de şahit tutmaktır.
Rehinin
vacip olarak değil, mendup olarak meşru olduğunda da bütün bölge alimleri
arasında görüş ayrılığı yoktur. Bundan aynı neticeye şahitlik hak-%ro&^\^^ss?iî^^.^ss§©is^«^^ vkfin^kara&a^
denizde N dağda, ovada şahit tutmaksızın alışveriş yapmaya devam
edege\miş\erdîr. İnsanlar bunu bilmekle birlikte buna tepki göstermemişlerdir.
Şayet şahit tutmak vacip olsaydı, bunu yapmayana tepki göstermeyi terk
etmezlerdi.
11- Şahitliğin eda edilmesi ve kâtibin yazı yazması hak ve adalet ile
olur. Kâtip kendisine yazdırılmayan şeyi yazmaz. Şahit de şahitliğinde herhangi
bir şey eklemez, ondan bir şey eksiltmez. Kâtip de şahit de fazlalık veya
eksiklikte asi olurlar. Bu mal ve bedenlerde eziyet veren yalan kabilindendir
ve böylesi tutumda hakkı iptal etmek söz konusudur. Aynı şekilde hasımlar
tarafından kâtip ve şahide eziyet etmek de bir masiyettir, hak söylemeyi
dileyen Allah'ın emrine muhalefet olması bakımından doğruluğun dışına
çıkmaktır. O bakımdan kâtibe ve şahide zarar vermek caiz değildir. Lehine ya
da aleyhine şahitlik ettikleri kimseye de onların zarar vermeleri caiz
değildir. Çünkü karşılıklı zarar söz konusu değildir ve İslâm'da zarar vermek
de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Eğer karşılıklı birbirini zarar
verecek olursanız şüphesiz ki bu size gelip çatan bir fısktır (yani
masiyettir).
12- Yüce Allah'ın, "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor"
buyruğu Yüce Allah tarafından kendisinden korkan takva sahiplerine öğreteceğine
dair bir vaaddir. Yani onun kalbine kendisi vasıtasıyla oraya bırakılanları
kavrayabilecek bir nur yaratır. "Allah her şeyi çok iyi bilendir"
buyruğuna gelince, bu Yüce Allah'ın bilgisinin her şeyi kuşattığına bir
işarettir. Hiç bir şey O'nun bilgisi dışına çıkmaz. Ayrıca bu buyrukta O'nun,
fasıkın da takva sahibinin de amelinin karşılığını vereceğine işaret
etmektedir.
13- Yüce Allah'ın, "alacağınız rehinler" buyruğu eğer şahit
tutma ve borcun yazılma imkânı olmazsa yolculukta rehin almanın meşruiyyetine
delildir. Sünnet-i seniyye ise -önceden de açıkladığımız gibi- ikamet halinde
de rehin almanın caiz olduğunu beyan etmiştir.
Rehin,
borçludan alınmasına imkân olmadığı takdirde, semeninden yahut sağlayacağı
menfaatlerin semeninden hakkın alınacağı bir vesika olmak üzere aynın
alıkonulmasıdır.
Kabz
söz konusu olmadıkça rehnedilen şeyin belge olması gerçekleşmiş olmaz. Fukaha
rehinde kabzın şart olduğunu ittifakla kabul etmişler, ancak bu şartın türü
hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Cumhur der ki: Rehnin bağlayıcı
olması için kabz bir şarttır. Kabz olmayınca lâzım (bağlayıcı) olmaz. Lâzım
olmadığı sürece de rehin veren ondan geri dönebilir. Çünkü rehin belgelendirmek
için meşru kılınmıştır. Kabz söz konusu olmadıkça belgelendirme de olmaz.
Malikîler ise der ki: Kabzetmek rehin işleminin tamamlanması, yani ondan
sağlanacak faydanın kemali için bir şarttır. Sıhhat veya lüzum (bağlayıcılık)
için şart değildir. Rehin akdi tamam olduğu takdirde rehin tamam ve eksiksiz
olur. Bu da diğer akitlere kıyasen böyledir. Çünkü sair akitler de mücerred
akdi yapmakla bağlayıcılık kazanırlar.
Malikîlerde
mutemet kabul edilen görüşe göre rehin, mürtehinin (rehin alanın) ihtiyarı
(isteği) ile rehin verene geri döndüğü takdirde batıl olur. Aynı zamanda bu Ebu
Hanife'nin de görüşüdür. Çünkü ayet-i kerimede, "Alacağınız rehinler"
denilmektedir. Eğer rehni kabzedenin elinden rehin çıkacak olursa, sözlük
anlamı itibariyle kullanılan bu lafız, rehin hakkında doğru olmaz. O bakımdan
hükmen de böyle bir şey kabul edilemez.
Şafiî
de der ki: Kayıtsız şartsız olarak rehnin rehin verenin eline geri dönmesi,
daha önce yapılan kabzın hükmünü iptal etmez.
Rehin
alanın yahut vekilinin rehni kabzetmesi sahihtir. Cumhur der ki: Aynı şekilde
adil birisinin (akit tarafları dışında tarafsız üçüncü bir kişinin) kabzı da
sahih olur. Rehin o kimsenin eline bırakılır. Çünkü rehin adaletli bir kimsenin
eline geçtiği takdirde hem sözlük anlamı itibariyle hem de hakikaten kabzedilmiş
olur. Çünkü adaletli bir kimse hak sahibinin vekili konumundadır. Adaletli bir
kimse ise emin (güvenilir) bir kimsedir, fakat tazminat ödemez. O bakımdan onun
bir ihmali ve kusuru olmaksızın rehin bırakılan şey elinden çıkacak olursa,
tazminatını ödemez. Cumhura göre -önceden de açıkladığımız gibi- Hanefüere
hilâfen muşâın rehnedilmesi caizdir.
Malikîlere
göre ise -cumhura hilâfen- zimmette bulunan şeyin rehin alınması caizdir;
çünkü bu da kabzedilmiş bir şeydir. Buna örnek de şudur: İki kişi bir muamelede
bulunsa, birinin diğerinde alacağı olsa borçlunun bırakacağı rehin alacaklının
karşı taraftan alacağı yerine geçmiş olur. Derler ki: Satılması caiz olan her
bir malın (değerin) rehnedilmesi de caizdir. O bakımdan zimmette (alacak)
olanın rehnedilmesi caiz olur. Çünkü bunun satılması caizdir ve çünkü bu
kendisi ile belgelemenin gerçekleştiği bir maldır. O bakımdan zimmette olan
alacağın rehin olması -var olan bir mala kıyasla- caizdir.
Cumhur
ise der ki: Zimmetteki alacağın rehnedilmesi caiz değildir. Çünkü böyle bir
şeyin karşı tarafa kabzettirilmesi gerçekleşmemektedir. Rehnin bağlayıcılığı
hususunda ise kabz bir şarttır. Çünkü karşılığında rehin bırakılan alacağın
ödenme vakti geldiğinde hakkın o rehinden tahsil edilmesi kaçınılmaz bir
şeydir. Bu tahsil ise rehnedilen şeyin maliyetinden gerçekleşir, aynından
değil. Deynde ise böyle bir şeyin tasavvuru mümkün olmamaktadır.
Rehnin
alıkonulması (galaku'r-rehn) da caiz değildir.
[138] Bu
ise rehin alan kimsenin, eğer borçlu vadesi gelince borcunu getirmeyecek
olursa, alacağı olan hakkı karşılığında bu rehne sahip olmayı şart koşmasıdır.
Bu cahiliye dönemi uygulamalarından idi. Resulullah (s.a.), Şafiî, Darekutnî ve
başkalarının Ebu Hureyre'den naklettiği şu buyruğuyla bunu iptal etmiştir:
"Rehin sahibinden alıkonulmaz. Onun geliri de ona aittir, masrafını
karşılamak da ona düşer."
Cumhur
der ki: Rehnin menfaati rehin bırakana aittir, masrafını karşılamak da ona
düşer. Rehin alan kimse belge olmak üzere koruma dışında rehinden herhangi bir
şekilde istifade edemez. Şayet rehin alan kimse rehin bırakanın izniyle rehini
ücretli çalıştıracak olsa veya rehin bırakan kişi rehin alanın izniyle bunu
ücretle çalıştırırsa böyle bir şey rehin olmaktan çıkar ve bir daha rehin
olmaz.
Hanbelüer
ise eğer rehnedilen şey binilen yahut sağılan bir hayvan ise, rehin alanın
yaptığı masraf karşılığında rehinden faydalanmasını caiz kabul ederler. Çünkü
Buharî Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Binek rehin bırakıldığı takdirde ona yapılan masraf
karşılığında binilir. Sağmal hayvanın sütü de rehin bırakıldığı takdirde ona
yapılan masraf karşılığında içilir, ona binen ve sütünü içen de o rehinin
masrafını karşılar."
[139]
1- Şüphesiz Yüce Allah'ın deyn ayetinde emrettiği şahitlik ve yazma
[140] ile
insanlar arası sevgi bağları kuvvetlendirilmekte, muhabbet ve iyi ilişkiler kurulması
sağlanmakta, insanlar arası ilişkilerin bozulması sonucunu doğuracak
anlaşmazlıkların baş göstermesi önlenmektedir. Kimi zaman da borçluya hakkı
inkâr etmeyip şeriatın kendisi için tayin ettiği sınırı aşmamayı ya da hak edilen
miktarla yetinmeyi tavsiye etmekte, insanı çeşitli desiselerle kandırması
mümkün olan şeytanın elindeki bütün açık gediklerin kapatılması gerçekleştirilmiş
olmaktadır.
İşte
bu yüce gayeler dolayısıyla şeriat ayrılıklara, anlaşmazlıklara, ilişkilerin
bozulmasına, kin ve ayrılıkların doğmasına götüren meçhul alışverişleri haram
kılmıştır. Yine buna dayalı olarak Yüce Allah kumarı, içkiyi şu buyruğu ile
haram kılmış bulunmaktadır: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin
ve düşmanlık yaratmak, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymak ister." (Maide,
5/91). Allah'ın emir ve yasaklarında Allah'ın gösterdiği edebe riayet eden kimselerin
dünyalığı da dinleri de salâh bulur. Yüce Allah şöyle demektedir: "Eğer
onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı elbette bu haklarında çok daha hayırlı
olurdu." (Nisa, 4/66).
2- İleri bir zorunluluk yahut vazgeçilmez bir ihtiyaç dışında insanın
borç almaması gerekir. Çünkü ed-Deylemî'nin el-Firdevs'inde Hz. Aişe'den
rivayet ettiği hadis-i şerife göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Borç geceleyin keder, gündüzün zillet sebebidir." Çünkü alınan borç,
insan kalbini meşgul edip durur, ödenmesi için insanı düşündürür. Alacaklı ile
karşılaşıldığı vakit insanın mahcubiyetine sebep olur, gerektiğinde de
vaktinden sonrasına ertelemesi için onun minnetine katlanmak zorunda oırakır.
Kimi
zaman borçlu tam bir acizlik içerisine düşer, borcunu ödeyecek gücü bulamaz. Bu
bakımdan Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allahım, kederden, üzüntüden, acizlikten, tembellikten,
korkaklıktan, cimrilikten, aşırı borçtan ve başkalarının bana galip gelmesinden
sana sığınırım." İlim adamları der ki: Burada geçen "aşın borç"
borçlunun ödeyebilecek imkân bulamadığı borçtur.
Bununla
birlikte borçlunun niyeti olursa Allah borcunu ödemesine yardım eder.
Buharî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ödemek arzusuyla başkalarının malını alan kimsenin borcunu
Allah öder. Telef etmek arzusuyla alan kimseyi de Allah telef eder."
3- Yüce Allah borcun yazılması, şahit tutulması ve rehinlerin alınması emrini
verdiğine göre bu, malların korunması ve artırılıp geliştirilmesine dair kat'î
bir nas demek olur. Ayrıca bu kanaati taşımayan, bu görüşte olmayan cahil bazı
kimselerin bu konudaki görüşlerini de reddetmektedir. Bu gibileri bütün
mallarını elden çıkarır, kendilerine, çoluk çocuklarına yetecek kadarını dahi
bırakmazlar. Arkasından, onlardan birisi yahut çoluk çocukları fakir ve muhtaç
düşseler diğer müslümanlarm sadakalarına
muhtaç kalırlar ya da dünya ehli ve dünya zalimlerinden almak ihtiyacını
duyarlar. Böyle bir uygulama ise yerilmiş ve yasak kılınmıştır.
[141]
284-
Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi-dınr. Allah her şeye kadirdir.
Yüce
Allah'ın, "açıklasanız da gizleseniz de" ifadeleriyle "mağfiret
eder... azaplandırır" ifadeleri arasında tıbâk vardır.
[142]
"İçinizdekini
açıklasanız" yani içinizdeki kötülük kararlarını açığa vursa-nız "da
gizleseniz de" açığa vurmasanız da "Allah onunla sizi hesaba
çeker" yani kıyamet gününde bunları Allah size bildirir. "Kime
dilerse mağfiret eder." Mağfiret etmeyi dilediği kimsenin günahlarım
örter, "kimi dilerse de azaplandırır" yani azaplandırmayı dilediği
kimseyi de cezalandırır. "Allah her şeye kadirdir." Kudreti her şeye
yetecek kadar büyüktür. Sizi hesaba çekmek, amellerinizin karşılıklarım vermek
de O'nun kudretinin kapsamı içerisindedir. Ebu Havyan der ki: Yüce Allah
dilediği kimselere mağfiret ve azap etmeyi söz konusu ettikten sonra kudretinden
söz etmektedir. Çünkü sözünü ettiği şeyler kudreti ile alâkalı hususların bir
parçasıdır.
[143]
Bu
ayet-i kerime bundan önce geçen her iki ayetin son buyruklarını da tamamlamaktadır.
Önceki ayetlerin son buyrukları ise "Allah her şeyi çok iyi bilendir"
ile, "Yaptıklarınızı çok iyi bilendir" cümleleridir. Ayrıca bu ayet-i
kerime Yüce Allah'ın ilminin eşyayı kuşattığının da delilidir. Çünkü bir şeye
malik olup onu yaratan kimsenin onu bilmesi kaçınılmazdır. Şu buyruğunda olduğu
gibi: "Yaratan mı bümeyecekmiş! Halbuki o Latif (ilmi eşyanın
inceliklerine nüfuz eden) ve Habîr (her şeyden haberdar) olandır." (Mülk,
67/14). Aynı şekilde bir şeye malik olan, fiilleri ve içinde gizledikleri
dolayısıyla maliki olduğu şeyi hesaba çekebilir. Şahitliğin gizlenmesi de
kalpte gizlenenler arasındadır. Bir şey üzerinde mutlak egemenliğe sahip olan
kişi hesaba çekme hakkına da sahiptir. Hata edenler arasından dilediklerini
affetmekte, dilediği kimseyi de cezalandırmakta mutlak irade sahibidir. Bütün
bunlar ise her şeye mutlak kadir olmakla gerçekleşecek hususlardır.
Ayet-i
kerimenin Kur*an-ı Kerim'de bir çok benzeri vardır. Meselâ, "De ki:
Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir.
Göklerde olanı da yerde olanı da O bilir. Allah her şeye gücü yetendir."
(Âl-i İmran, 3/29); "Şüphesiz ki o gizliyi de bilir, ondan daha gizli
olanı da." (Tâ-Hâ, 20/7); "O gözlerin hain bakışını ve kalplerin
gizlediklerini bilir." (Mü'min, 40/19).
[144]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimede göklerin, yerin, onlarda ve aralarında bulunanların
kendisinin mülkiyetinde olduğunu, her ikisinde olan her şeyi görüp onlardan
haberdar olduğunu gizli-açık ve kalplerde bulunanların -istediği kadar küçük
ve gizli olsun- O'na gizli olmayacağını, kullarının yaptıklarından ve
kalplerinde gizlediklerinden dolayı onları hesaba çekeceğini -İbni Kesir*in
de-dediği gibi haber vermektedir.
Mülkiyetiyle,
yaratmasıyla, işlerini çekip çevirmesiyle ve ilmiyle kuşatmasıyla göklerde ve
yerde ne varsa yalnız O'nundur. O her şeyi bilendir. Kalplerinizde bulunan
kötülükleri ve kötülük işleme kararlarını açığa vursanız da, insanlardan
bunları saklayıp gizleseniz de muhakkak Allah bunlara karşılık sizi hesaba
çekecek, ondan dolayı sizi cezalandıracaktır. Yaptığınız hayırsa hayır, şer ise
şer olarak karşılığını göreceksiniz.
O
lütfuyla kullarından dilediği kimselere mağfiret eder. Cezalandırmayı dilediği
kimseleri de cezalandırır. Allah'ın mağfiretine nail olmaya yardımcı olan
hususlardan birisi de, kulunu tevbe etmeye, salih amel işlemeye muvaffak
kılmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, senin rahmetin
ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve senin nuruna uyanlara mağfiret
buyur. Onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları, onların babalarından,
eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaad ettiğin Adn
cennetlerine sok. Çünkü sen Aziz ve Hakîm olansın. Bir de onları kötülüklerden
koru. Sen kimi kötülüklerden korursan, o günde ona rahmet buyurdun, demektir.
Bu ise büyük kurtuluşun ta kendisidir." (Mü'min, 40/7-9).
Allah'ın
kullarını hesaba çekmesi ise bütün amellerine onları muttali kılması, sonra da
bu işi ne diye yaptıklarını sormasıdır.
[145]
Bu
ayet-i kerime, insan Allah'ın mülkiyetinde olduğundan, Allah da onun fiillerine
muttali olup büyük küçük bütün amellerinden hesaba çekeceğinden dolayı insanı
yüce Allah'ın hesaba çekmesinden büyük ölçüde korkutma ve uyarmayı ihtiva
etmektedir. Bu durum ise ruhlara korkunun salınmasına sebep olmuş ve insanı
şiddetli azaba uğrama endişesine düşürmüştür. Bu işi kayıtsız şartsız olarak
yalnızca Yüce Allah'a havale etmekten başka bir çıkar yol bırakmamıştır. Ahmed
ve Müslim'in rivayetlerine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'a,
"Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsinin) mülkü Allah'ındır. îçinizdekini
açıklasınız da gizleseniz de Allah sizi hesaba çeker" ayeti nazil olunca
bu Resulullah (s.a.)'ın ashabına çok ağır geldi. Resulullah (s.a.)'ın yanına
vardılar ve dizlerinin üzerine çökerek dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü,
namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüz yeten bir takım amellerle mükellef
tutulduk. Ancak Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiş bulunuyor. Biz bunun
altından kalkamıyoruz." Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Sizler de sizden
önce Kitap Ehli'nin, "İşittik ve isyan ettik" dedikleri gibi mi demek
istiyorsunuz? Hayır, onun yerine, "Dinledik, itaat ettik, mağfiretini
dileriz, Rabbimiz, dönüş yalnız sanadır" deyiniz." Müslümanlar bu
buyruğu okuyup dilleri de bunu rahatlıkla söyler hale gelince, onun akabinde
Allah, "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler
de..." ayetini indirdi. Bunu yapmaları üzerine Allah (önceki) o ayeti
neshetti ve, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez"
ayetini indirdi.
Ebu
Hureyre'nin, "Allah onu neshetti" ifadesi, zahiren bu ayet-i
kerimenin kendisinden sonraki ayet olan, "Allah hiç bir kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını yüklemez" ayeti ile neshedildiğine delâlet etmektedir.
Bazı müfessir-ler de
[146]
bundan, bu ayet-i kerimenin neshedilmiş olduğu manasını çıkarmışlardır. Çünkü
ayet-i kerime vesveselerden ve içten geçenlerden dolayı hesaba çekilmeyi ifade
etmektedir. Tercih edilen görüş ise bu ayet-i kerimenin neshe-dilmemiş olduğu,
"Allah onu neshetti" ifadesi ile kastedilenin onların korkularını
giderdiği, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemez" ayet-i kerimesinin de neshedici olmadığı ve açıklayıcı bir ayet
olduğu şeklindedir. Bunu da Kütüb-i Sitte sahiplerinin kitaplarında
naklettikleri Ebu Hurey-re'den gelen şu hadis-i şerif göstermektedir:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Konuşmadıkça veya (gereğince) amel
etmedikçe muhakkak Allah ümmetimin içlerinden geçenleri bana
bağışlamıştır." İbni Abbas, İkrime, eş-ŞaTaî ve Mücahid derler ki: Ayet-i
kerime muhkem ve tahsis edilmiştir: Bu ise Yüce Allah'ın gizlenmesini
yasakladığı şahitlik ile alâkalıdır. Daha sonra bu ayet-i kerimede şahitliği
saklayıp gizleyenin bundan dolayı hesaba çekileceğini bildirmektedir.
Aşağıdaki
deliller de ayet-i kerimenin neshedilmediğini göstermektedir:
1- Yüce Allah'ın, "Allah onunla sizi hesaba çeker." buyruğu bir
haberdir. Haberler ise usul alimlerinin çoğunluğuna göre nesholmaz.
2- Azaları üzerinde etkisi ister görülsün ister görülmesin Kitap, sünnet,
icma ve kıyasla sabit olduğuna ve ona karşılık mükâfat ve cezanın gerektiğine
delâlet eden kalbin kesbi (kazancı ve ameli), Yüce Allah'ın şu buyruklarında şu
şekilde dile getirilmiştir:
"Allah
sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin
kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." (Bakara, 2/225); "Çünkü kulak,
göz ve kalbin her biri ondan sorumludur." (Nisa, 17/36).
3- Arızî vesveseler ile kesin bir kasıt ve köklü bir karar derecesine
ulaşmayan, gelip geçen düşünceler, muhakkik alimlerin dedikleri gibi, ayet-i
kerimenin kapsamına girmemektedir.
4- Takat yetmeyecek şeylerin teklifi, ilâhî hikmete aykırıdır.
5- Mükelleflerin maslahatının değişmesi dolayısıyla hükmün değişmesi
anlamındaki neshin manası burada ortaya çıkmamaktadır. Çünkü insanın nefsinde
bulunan şey, zaman ve hallerin değişmesiyle değişikliğe uğramaz, farklılık
göstermez.
Ashab-ı
kiramın ve Tabiînin nesholduğunu söylemelerine gelince, bu, bu gibi kimselerin
yüksek mertebelerine ve kemaline uygundur. Çünkü onlar insanın içinden geçen
vesveselerin de hesaba konu olacağı görüşündedirler ve günahın bütün
etkilerinden tertemiz olmayı isterler. İştje bundan dolayı, "İyi kimselerin
hasenatı mukarrebler için günah hükmündedir" denilmiştir. Bu gibi
şeylerden çekinmeleri, tam bir şekilde arınmaktan, tam bir olgunluk ve kendilerinin
eksik olduğuna inanmalarından kaynaklanır.
[147]
285-
O Peygamber kendisine Rabbin-den indirilene iman etti, müminler de. Onların her
biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti.
"Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik, itaat
ettik. Rabbimiz, senden mağfiret dileriz; dönüş ancak sanadır" dediler.
286-
Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı
kendisine, yaptığı da aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıy-sak bizi
sorguya çekme. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük
yükleme. Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bize
mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlâ-mız. Kâfirler
topluluğuna karşı da bize yardım et.
"Müminler
de" ifadesi ya "peygamber" buyruğuna atfedilmiştir ve "peygamber
ve müminler de iman etti" denilmiş gibidir; ya da bu buyruk birinci
müpteda, "her biri" ikinci müptedadır, "Allah'a ... iman
ettik" ifadesi de haber olur. O vakit ifadenin takdiri de şöyle olur:
Onların hepsi... Allah'a iman etti.
[148]
Hayır
hakkında kullanılan (kesebet= kazandığı) ile şer hakkında kullanılan
(iktesebet= yaptığı) buyrukları arasında tıbâk vardır. Aynı şekilde "iman
etti... müminler" buyrukları arasında iştikak bakımından cinas vardır.
Yüce Allah'ın, "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız"
buyruğunda itnâb ve "müminler de" buyruğunda hazf ile îcâz vardır.
Onlar da Allah'a, Rasulleri-ne, peygamberlerine iman ettiler, demektir.
[149]
"O
peygamber" Resulullah (s.a.), "kendisine Rabbinden indirilene"
Kur"an-ı Kerim'e "iman etti." yani onu tasdik etti. Onlar derler
ki: "Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız." Risalet ve
teşrî bakımından aralarında fark gözetmeyiz. Bu hususta birini diğerinden üstün
kabul ederek kimisine iman edip kimisini inkâr etmeyiz. "Dinledik"
yani bize verilen emri kabul ve üzerinde düşünmek üzere işitip dinledik.
"Dönüş" öldükten sonra dirilerek gelmek "ancak sanadır."
"Allah
kimseye gücünün yeteceğinden" takatinden. Takat herhangi bir zorluk ve
sıkıntı olmaksızın insanın iş yapabilme kapasitesidir, "başkasını
yükle-mez."
Hayırdan
ve onun sevabı olan şeylerden "kazandığı kendisine", serden yani
onun günahından "yaptığı da onun aleyhinedir." Kimse kimsenin günahından
dolayı sorumlu tutulmaz ve kimse içindeki vesvese gibi kazanmadığı şeylerden
dolayı da sorumlu tutulmaz. "Unuttuk yahut yanıldıysak" yani kasdî olmayarak
doğruyu terk edersek bizden öncekileri sorumlu tuttuğun gibi "bizi sorguya
çekme." "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır
yük yükleme." Bize taşıması ağır gelecek yahut zor gelecek şeyler yükleme.
Bizden öncekilerden kasıt İsrailoğulları'dır. Tevbe için kişinin kendisini
öldürmesi, zekât olmak üzere malın dörtte birinin verilmesi, necaset bulaşmış
yerin elbiseden kesilmesi gibi ağır sorumluluklar...
"Rabbimiz,
güç yetiremeyeceğimiz şeyi" yani altından kalkamayacağımız mükellefiyet ve
belâları "bizeyükleme." Buna göre güç yetirilen şeylerle mükellef
tutmak (et-teklîfu bimâ yutak) katlanılabilen ve mutad bir meşakkat ile olsa
dahi, yerine getirilmesi mümkün olan şeylerle mükellef tutmaktır. Güç
yeti-rilemeyen şeylerle mükellef tutmak (et-teklîfu bimâ la-yutâk) ise
alışılmadık ve ancak bir güç harcanmadan ve insanın imkân ve gücü çerçevesinde
yapılması imkânsız olan mükellefiyetlerdir.
"Bizi
affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle." Rahmet mağfiretten
ayrı bir şeydir. "Sensin bizim mevlâmız." Malikimiz, efendimiz ve
işlerimizin mutlak sahibi sensin.
Müslim'in
İbni Abbas'tan rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Bu
ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) onu okudu, Allah da her bir (dua)
kelime (şi)nin arkasından, "Ben de yaptım" diye buyurdu."
[150]
Bundan
önceki ayet-i kerimede, "Ayetlerden Çıkan Hükümler" başlığı altında
Müslim ve Ahmed'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayette bu ayetin nüzul sebebi
açıklanmıştır. Müslim ve başkaları da İbni Abbas'tan buna yakın bir rivayette
bulunmuşlardır.
[151]
Şanı
Yüce Allah bu sureyi, Kur'an-ı Kerim, müminler, müminlerin kâfirlerle
karşılaştırılması ve özellikle de Yahudilere dair haberlerle başlattı. Arkasından
oruç, hac ve boşama gibi bir çok hükümlere ve sapıklarla tartışmaya dair
irşatlarda bulundu. Sure, Allah'ın rasulü Muhammed (s.a.)'in ve müminlerin
semavî kitaplara ve peygamberlere aralarında bir fark gözetmeksizin imanlarından
söz ederek sona erdi. Surenin güzel bir şekilde sona ermesi, Yüce Allah'ın bu
ümmete lütfettiği darlığı ve sıkıntısı bulunmayan, kolay ve müsamahakâr
mükellefiyetler ile imanın ve iman ehli olanların küfre ve onun yardımcılarına
karşı muzaffer kılınacaklarının belirtilmesiyle gerçekleşmiş oldu. Elbette ki
onun için kararlarının samimi olması-, ihlâsa sahip olmaları, doğru olmaları
ve şer"î hükümleri de uygulamaları gerekir.
[152]
Sünnet-i
Nevebiyyede bu iki ayetin faziletine işaret eden pek çok hadis-i şerif varit
olmuştur. Bunlardan birisi Buharî'nin İbni Mes'ud'dan yaptığı şu rivayettir:
İbni Mes'ud dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim bir gecede
Bakara suresinin sonundaki iki ayeti okursa o iki ayet ona yeter." Müslim
bunu Ebu Mes'ud el-Ensarî'den şu lafızla rivayet etmiştir: "Her kim bir
gecede Bakara suresinin sonundan bu iki ayeti okursa o iki ayet ona yeter."
Bu
hadislerden birisini de İmam Ahmed, Ebu Zerr'den rivayet etmektedir. Ebu Zerr
dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bakara suresinin son ayetleri
bana Arş'ın altındaki bir hazineden verildi. Benden önce onlar bir peygambere
verilmiş değildir." îbni Merdûveyh de Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "İslâm'ı akletmiş bir kimsenin Ayetü'l-Kürsî ile Bakara
suresinin sonlarını okumadan uyuyacağını zannetmiyorum. Çünkü bunlar
Peygamberimiz (salat ve selâm ona)'e Arşın altındaki bir hazineden
verilmiştir."
Bir
diğer hadis-i şerifi Müslim, İbni Abbas'tan rivayet etmektedir. İbni Ab-bas
dedi ki: Resulullah (s.a.) Cebrail'in de yanında olduğu bir sırada yukarlar-dan
bir ses işitti. Cebrail gözünü semaya kaldırdı ve dedi ki: Bu semadaki şimdiye
kadar asla açılmamış bir kapıdır. O kapıdan bir melek indi, Resulullah
(s.a.)'ın yanına geldi, ona dedi ki: "Senden önce hiç bir peygambere
verilmemiş olan ve ancak sana verilen iki nurun müjdesini veriyorum. Bunlar
Fâtihatül-Kitâb ile Bakara suresinin sonlarıdır. Bunlardan bir harf okudun mu
mutlaka sana verilir (oradaki istekler sana bağışlanır)."
[153]
Yüce
Allah peygamberinden ve müminlerden inancın esaslarına iman. ettiklerinden söz
edip haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: Allah'ın peygamberi Muhammed ve
onun risaletine iman edenler, Muhammed'in kalbine Rabbi tarafından indirilen
itikada dair buyruklara ve hükümlere kat'î bir bilgi ve tam bir itminan ile
inandılar, tasdik ettiler. el-Hakim'in Müstedrek'inde rivayet ettiğine göre bu
ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a nazil olunca, "İman etmesi onun için bir
haktır" diye buyurmuştur.
Onların
her birisi, Allah'ın varlığına, birliğine, yaratmadaki hikmetinin
eksiksizliğine, Allah ve rasulleri arasında vahiy getirmek ve elçilik yapmak gibi
bir çok görevleri bulunan meleklerin varlığına, insanları hidayete erdirmek
için Allah'ın üzerlerine kitaplar, sahifeler indirmiş olduğu şerefli
rasullerine iman etmişlerdir. Hepsi de şöyle derlemimiz ilke itibariyle risalet
ve teşri bakımından peygamberler arasında fark gözetmeyiz ve onların davetleri
birdir. Bu da Allah'ın varlığını, birliğini kabul etmek, ahlâkın üstün
değerlerine çağırmaktır. Bundan önceki bir ayet-i kerimede geçen, "İşte
biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık." (Bakara, 2/253)
buyruğundaki peygamberler arasında fazilet farkına gelince, bu, risalet ve
teşriin dışında kalan diğer bir takım meziyetler hakkında söz konusudur.
Ayrıca bu buyrukta Muhammed'e iman eden müminlerin, bazı peygamberlere iman
edip diğer bir kısmını inkâr eden Kitap Ehl'inden üstün bir fazilete sahip
olduklarına da bir işaret vardır.
Müminler
dediler ki: Rasul bize vahyi tebliğ etmiştir. Biz onun sözünü üzerinde durup
düşünerek, anlayarak, kabul ederek dinledik, verilen emirlere boyun eğerek,
bağlanarak itaat ettik. Bütün emir ve yasakların dünya ve ahi-ret mutluluğu
için olduğuna inanarak bunu yaptık.
Onlar
Yüce Allah'tan, dünyada günahları örtülerek, ahirette de cezalarının
verilmesini umarak mağfiret dilerler. Adeta, "Bütün işlerimizde tasarruf
sahibi sensin, dönüş sanadır, senin huzuruna varılacaktır. Sen bize dilediğini
yaparsın" derler. Hz. Cebrail dedi ki: "Muhakkak Allah sana ve
ümmetine güzel bir şekilde övgüde bulunmuştur. İşte sana isteğin
verilecektir." Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah hiç bir kimseye
gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" ayetini okudu ve oradaki
dileklerin verilmesini istedi.
Allah
kimseye takatinden fazlasını yüklemez. Bu Yüce Allah'ın onlara olan lütuf ve
merhametinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, "İçinizdekini açıklasınız da
gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" buyruğunda Ashab-ı kiram'm
korkup çekindikleri şeyi açıklayan işte bu ayet-i kerimedir. Yani Yüce Allah
eğer hesaba çekecek ve soracak olursa, böyle hesaba çeker ve sorar. Fakat O,
ancak kulunun def etme ve yapmama imkânı bulduğu şeyler dolayısıyla azap verir.
Kulunun savma gücü olmayan vesvese ve nefsî telkinlere gelince, hiç bir kimse
bundan mükellef tutulmaz. Şunu bilmek de gerekir ki, kötü vesveseden nefret
duymak imandan gelir.
Ağır
tekliflerin yapılmayacağına, kolay tekliflerin yapılacağına ise Kur"an-ı
Kerim'in bir çok ayetinde işaret edilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunlara
misaldir: Allah size kolaylığı diler, sizin için güçlük dilemez." (Bakara,
2/185); "Ye dinde sizin için herhangi bir zorluk konmamıştır." (Hac,
22/78).
İnsan
ruhunun, ağır olmayan ve katlanüabilen teklifin sınırları içerisine giren bir
takım amelleri vardır; hayır kabilinden kazançları veya kötülüklerden aleyhine
elde ettiklerini gerçekleştirirken yaptığı türden ameller... Buna karşılık
hasardan kazançları için sevap vardır. Masiyetlerden elde ettiği serler için de
cezalandırılması söz konusudur.
Kötülük
kazanmak için "iktisâb" tabirinin kullanılması, kötülük işlemek için
insanın kendisini zorlaması, sıkıntıya katlanması, plan kurması, tabiat ve
örflerle çatışmasını gerektirdiğindendir. Hayrın kazanılması için fazla bir gayrete
ihtiyaç yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği şey hayırdır,
hayır işlerine temayülüdür. Hayır işlemekle nefis rahat eder. Hayır işlemek
için korkmaya, tedbirler almaya gerek yoktur. Ruhunu arındıran ve yaratanın
önünde zayıflığını, o büyük imtihan gününde ona muhtaç olduğunu, Allah'ın ve
insanların önünde korkunç, kapsamlı ve inceden inceye hesabın sıkıntılarından
kurtulma ihtiyacı hisseden insan hayra yönelir.
Daha
sonra Yüce Allah kullarına şu duayı yapma irşadında bulunmaktadır; ayrıca bu
duayı kabul edeceğini de onlara garantilemiştir. Bu dua şudur: "Rabbimiz,
unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme!" Yani unutarak bir farzı
terk eder yahut bir haram işler veya şer*î yönünü bilmediğimiz için amelimizde
doğru olanın hangisi olduğunu yanılarak tespit edemezsek, bundan dolayı bizi
cezalandırma! Bunu İbni Mace, Beyhakî, Taberanî ve Hâkim'in Ebu Zerr, İbni
Abbas ve Sevbân'dan rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da
desteklemektedir: "Muhakkak Yüce Allah ümmetimin yanılmasını, unutmasını
ve yapmak üzere zorlandıkları şeyleri bana bağışlamıştır."
"Rabbimiz,
bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme!" Yani
İs-railoğullan gibi bizden önce geçmiş ümmetlere yüklediğin gibi -güç yetirecek
olsak dahi- ağır işler yapmayı bize yükleme. Meselâ İsrailoğullan'nın
tevbesinin kabulü tevbe eden kimsenin kendini öldürmesi ile oluyordu. Zekât
olarak malın dörtte birini vermeleri, necis olduğu vakit elbiseden necasetin
bulaştığı yeri kesmeleri istenmişti. Resulullah (s.a.)'m risaletinde ise
hafifletme, kolaylaştırma, müsamaha ve kolaylık vardır. Çünkü o bütün ümmetlere
bağışlanmış rahmet peygamberidir. el-Hatîb ve başkalarının Hz. Cabir'den
rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr,
Hanîfdini ile gönderilmiş bulunuyorum."
"Rabbimiz
güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Yani altından kalkamayacağımız
sorumluluklarla musibet ve belâlarla bizi yükümlü tutma. Güç yetiremeyeceğimiz
fitnelere bizi müptelâ kılma. "Bizi affet!" Senin bildiğin bizimle
senin arandaki kusur ve yanılmalarımızı affet! "Bize mağfiret buyur!"
Bizimle senin kulların arasındaki günahları bağışla! Onları kusurlarımıza ve
çirkin amellerimize muttali kılma. "Bize merhamet eyle!" Gelecekte
karşılaşacağımız hallerde sen tevfikinde bizleri bir diğer günaha düşmekten
koru!
Dikkat
edilecek olursa, unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmamak arkasından
affedilmeyi, ağır yükün yükletilmemesi de mağfireti gerektirir. Güç
yetirilemeyen şeylerin yükletilmemesi de merhameti gerektirir.
"Sensin
bizim Mevlâmız!" İşlerimizin maliki ve yardımcımız sensin. Sana güvenip
dayandık. Yardımı senden isteriz. Dayanağımız sensin. Bütün güç ve takatimiz
ancak seninledir.
"Kâfirler
topluluğuna karşı da bize yardım et!" Senin dinini reddeden, vahdaniyetini
ve peygamberinin risaletini inkâr eden, senden başkasına ibadet eden, seninle
birlikte kullarının bir kısmını sana ortak koşanlara karşı bizlere yardım et,
bizi onlara karşı muzaffer kıl! Dünya ve ahirette onlara karşı güzel akıbet
bizim olsun. Muaz (r.a.) bu sureyi bitirdiğinde "âmin" derdi.
Yüce
Allah bu duayı kabul edeceğine dair teminat vermiştir. Müslim'in Sahih'iade Ebu
Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah, (Evet) kabul ettim, diye buyurdu." İbni Abbas'tan da şöyle
rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.) dedi ki: "Allah, 'Bunu yaptım
(duanızı kabul ettim)'diye buyurdu."
[154]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- İman parçalanma kabul etmez. Müminin Allah'ın vahiy olarak bildirdiği
her şeye iman etmesi gerekir. Müminler Allah'ın bir, ehad, tek ve samed
olduğuna, O'ndan başka ilâh, O'nun dışında rab olmadığına iman ederler. Bütün
peygamberlere, rasullere, semadan Allah'ın rasullerine ve peygamberlerine
indirilen kitaplara iman ederler, onları tasdik ederler. Peygamberlerden birini
diğerinden ayırarak kimine iman edip kimini inkâr etmezler. Aksine onlara göre
bütün peygamberler doğru söylemiştir ve iyilik getirmişlerdir. Doğru
yoldadırlar, hidayet bulmuşlardır ve insanları hayır yollarına iletenlerdir.
Müminler
peygamberlerin kimine iman edip kimisini inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlar gibi
değillerdir.
2- İman itaat etmeyi gerektirir. Allah'a iman eden kimse O'nun huzuruna
çıkılacağının doğruluğuna inanır, O'nun emirlerini dinler, itaat eder, yasaklarından
kaçınır. Farzları işlemekte kusur etmez, herhangi bir masiyete gömülmez. Çünkü
böylesi bir hareket iman ile çatışır.
3- İslâm kolaylık dinidir. Mükellefiyetlerin, farzların, vaciplerin
fazlalığı, buna karşılık mükellefiyetlerin kolaylığı, zor ameller ile mükellef
tutmaması gibi özelliklere ve üstünlüklere sahiptir. Takatin üstünde bir
mükellefiyet yoktur. Mükellefiyet güç ve kudret oranındadır. İtaat de takat
ölçüsündedir. Yüce Allah bir dereceye kadar zorluk bulunan bazı işleri yapmakla
mükellef tutabilir; fakat bunlar âdeten güç yetirilebilen ve katlanılabilen
zorluklardır. Müslümanların az oldukları zamanlarda, İslâm'ın ilk dönemlerinde
on kâfire karşı tek bir Müslümanın sebat göstermesi, insanın hicret etmesi ve
vatanından çıkması, ailesinden, vatanından, âdetlerinden ayrılması gibi. Ağır
gelen zorluklar ve acı veren işler ise bizden kaldırılmıştır. Bizden önceki
ümmetlere bunların bir kısmı mükellefiyet olarak verilmiştir. Tevbe dolayısıyla
kendilerini öldürmek ve sidik vb. bulaşmış necasetli yerleri elbiselerinden ve
derilerinden kesmekle mükellef tutulmaları gibi. Hamd Allah'adır, minnet
duygularımız O'na-dır, lütuf ve nimet O'ndandır.
Kısacası,
Yüce Allah'ın, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemez" buyruğu Yüce Allah'ın hiç bir kimseye, güç yetiremeyeceği,
altından kalkamayacağı şeylerle yükümlü tutmayacağına dair açık bir nastır.
Herhangi bir kimseye güç yetiremeyeceği bir teklifte bulunacak olsaydı, Yüce
Allah o kimsenin gücü çerçevesinde olmayan şeyleri yapmakla onu mükellef tutmuş
olurdu. Bu(nun böyle olmaması) dinin önemli bir esasıdır ve İslâm hükümlerinden
önemli bir hükümdür.
Bu
fiilen vaki olan durum açısından böyledir. Aklen bunun caiz olup olmamasına
gelince: Eş'ariler (aklen) güç yetirilemeyenin teklifinin imkânsız olmadığı
görüşündedirler. Şer*an böyle bir şey vuku bulmamış olsa bile bu, aklen
mümkündür, derler.
4- Şahsî Mes'uliyet. Yüce Allah'ın, "Kazandığı kendisine, yaptığı da
onun aleyhinedir" buyruğuna göre kazandıkları iyilikler insanın lehine,
kazandığı kötülükler ise aleyhinedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Hiç bir yük yüklenen (nefis) diğerinin yükünü yüklenmez." (En'âm,
6/164); "Her nefis (günahtan) ne kazanırsa ancak kendi aleyhine
kazanır." (En'âm, 6/164).
İbni
Merdûveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
Bakara suresinin sonu ile Ayetül-Kürsî'yi okuduğu vakit güler ve şöyle derdi:
"Bunlar Arşın altında Rahman'ın hazinesindendir. Her kim bir kötülük
işlerse onun karşılığını görür." (Nisa, 4/123) ile "İnsan için
çalıştığından başkası yoktur. Onun çalışmasının karşılığı) görülecektir; sonra
da onun karşılığı eksiksiz bir şekilde ona verilecektir." (Necm,
53/39-41). Bunları okuyunca da istircada bulunur (innâ lillâh ve innâ ileyhi
râciûn) der ve huzurla boyun eğerdi."
5- "Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" buyruğu
kulların fiilleri hakkında "kesb (mealdeki ifadesiyle kazanmak)" ve
"iktisâb (aleyhte kazanç)" tabirlerinin kullanılacağını
göstermektedir. Ayrıca taş ve ağaç parçası gibi ağır bir şey ile başkasmı
öldürenin yahut bir şeyle boğarak veya suda boğarak öldürenin kısas veya diyet
ile bu suçunun cezasını çekeceğine delildir.
Ancak
bu, bir cinayetin diyetinin âkile (kabile, meslek grubu v.s. yakınları
tarafından) ödenmesini öngören Ebu Hanife'nin görüşüne muhaliftir. Ayrıca onun
bu görüşü zahire de aykırıdır. Yine bu ayet-i kerime, oğlunu öldüren babadan
kısasın düşmesinin, cinayette ona ortaklık edenden de cezanın düşmesini
gerektirmediğini göstermektedir. Yine Ebu Hanife'ye hilâfen, Malikîlerin görüşüne
göre, babanın ortağına da kısas icap eder. Şafiî ve Ebu Hanife'ye hilâfen hata
yoluyla öldürene ortak olana da kısas düşer. Yine ayet-i kerime bir deliye
kendisini teslim ettiği takdirde âkil ve baliğ kadına haddi uygulamanın vacip
olduğuna da delildir.
6- Unutmak ve yanılmaktan dolayı günahın kaldırılması. Ayet-i kerime
unutma ve yanılma hallerinde günahın kaldırıldığının delilidir. Bunlarla alâkalı
dünyevî hükümlere gelince; doğru olan, vakıalara göre farklılık gösterebilecekleridir.
Bir kısım hükümler ittifakla kalkmaz; tazminatlar, diyetler, farz namazlar
gibi. Bir kısmı da ittifakla düşer; kısas ve küfür sözünü söylemek gibi.
Üçüncü bir kısım hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Ramazan ayında unutarak
yemek yiyen yahut unutarak yeminini bozan gibi. Bu kullara dair hükümler ile
insanlara dair hakların, -Nisa suresinde de açıklanacağı üzere- sabit olduğunu
göstermektedir.
[155]
Fustatu'l-Kur'an
(Kur'an-ı Kerim'in otağı) adını taşıyan Bakara süresindeki en önemli
hükümlerin özeti şunlardır:
a) Akaid:
1- Bütün insanların yalnızca Allah'a ibadet etmeye çağırılmaları.
2- Allah ile birlikte eş ve ortaklar edinilmesinin haram kılınması.
3- Vahyin ve Kur'an-ı Kerim'in risalet yoluyla bildirildiğinin ispatı.
Kur'an-ı Kerim'in bir suresinin benzerlerini getirmek üzere insanlara meydan
okunması.
4- Dinin temeli, Allah'ın tevhid edilmesi, öldükten sonra dirilmenin
ispatı ve sapık kâfirlerle bu konuda tartışılması.
b) Fert Amelî Hükümler:
1- Helâl ve temiz olan şeyleri yemenin mubah kılınması.
2- Kısas ve Allah yolunda savaşın meşru kılınmasıyla hayat hakkının korunması.
3- Namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak, hac ve umre yapmak
gibi İslâm rükünlerine dair hükümler.
4- İslâm'da sosyal dayanışmayı gerçekleştirmek üzere Allah yolunda malın
infak edilmesi.
5- İçki, kumar ve faizin haram kılınması.
6- Yetimlerin velayet altına alınması ve günlük hayatta onlarla birlikte
olmak.
7- Boşama, süt emme, iddet ve nafaka gibi ailevî hükümler.
8- Farz olan vasiyet.
9- Borç belgesinin yazılması, borca dair şahit tutmak, rehin almak,
şahitliğin gizlenmemesi ve muamelâtta istenen şahitliğin nisabı (şahit
sayısı).
10- Emanetin eda edilmesi.
11- Teşrî hususunda yapılması istenen dua şekli.
[156]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/9.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/9-10.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/10.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/10-12.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/12-13.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/14.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/14.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/14.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/15.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/15-16.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/17.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/17-18.
[13] Hadisi Nesaî ve îbni Hibbân Sahih'inde Ebu Ümame'den
rivayet etmişlerdir.
[14] İbni Kesir, 1/308.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/18-19.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/19.
[16] Zemahşerî 1/291-292.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/19-21.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/21.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/22.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/22.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/22-23.
[22] es-Süddî'den nakledilen rivayette ise Ebu'l-Husayn
adında olduğu zikredilmektedir.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/23.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/23-24.
[25] el-Bahru'l-Muhit, IF283.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/24-26.
[27] Kurtubî, III/280.
[28] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/233.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/26-27.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/28.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/28.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/28-29.
[33] el-Bahrul-Muhît, 11/286.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/29.
[34] İbni Kesîr, 1/313.
[35] İbni Kesîr, 1/313.
[36] Kurtubî, III/284.
[37] Prof. Abdülvehhab en-Neccâr, Kasâsul-Enbiya, 81.
[38] Bahru1-Muh.lt, 11/289.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/29-31.
[40] Mübahale: Kelime anlamı lânetleşme demektir.
Mübâhalenin ıstılah anlamı ise şudur: Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa
düşen bir topluluğun, bir araya gelip "Allah'ın laneti aramızdan
zalimlerin (haksız olanların) Üzerine olsun" demeleridir.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/31-32.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/33.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/33.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/34.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/34.
[46] es-Süddî dedi ki: Burada duvarların çatıları üstüne
çöktüğü kastedilmektedir. Yani önce çatılar çökmüş, sonra da duvarlar çatıların
üstüne yıkılmışta. Taberi de bunu tercih etmiştir.
es-Süddî'den
başkaları da şunu demiştir: Bunun anlamı şudur: insanları boşalmış fakat onlar
olduğu gibi ayakta duruyordu. Burada "hâviyeh" kelimesinin anlamı
hâliyeh (yani boş ve icnha) demektir.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/34-36.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/36-37.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/38.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/38-39.
[51] el-Bahru'l-Muhît, ü/299.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/39.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/39-41.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/42-43.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/43.
[56] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah
(s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp,
"Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı olmaz." demeye
koyuldu.
[57] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/44.
[59] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/44-47.
[61] Hadisin son bölümünü aynı şekilde İbni Merdûveyh, tbni
Hibbân ve Müstedreklnde el-Hakîm de rivayet etmiştir.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/47-50.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/51.
[64] Hasan-ı Basrî der ki: Bora (i'sâr) aşın soğuğu olan
bir rüzgârdır. İbni Abbas da der ki: Bu aşın samlı bir rüzgârdır. es-Süddî de şöyle
der: İ'sâr (bora) rüzgâr ve insanın derisinden içeriye nüfuz eden ateş
(sıcak)'tir. İbni Atıyye de der ki: Bu aşın sıcakta da aşın soğukta da görülen
bir rüzgârdır. Bütün bunlar cehennemin sıcak yaymasından ve nefes almasından
ötürüdür.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/51-52.
[66] İbni Abbas dedi ki: Bunun anlamı "tasdik ederek
ve yakîn ile" demektir. Katâde der ki: İçlerinden ecrini umarak demektir.
eş-Şa'bî, es-Süddî ve başkalarına göre ise bunun anlamı, "yakîn
duyarak" demektir. Yani onlann nefislerinin basiretleri vardır. Bu
basiretleri dolayısıyla Yüce Allah'a itaat uğrunda infak üzere onlara sebat
verir. Kurtubî der ki: Bu üç görüş diğerlerinin görüşlerinden daha doğrudur.
Kısaca bu kelimenin iki anlamı vardır. Ya Allah'ın sevabını kesin olarak
alacağım bilmek ya da nefse iman üzere sebat kazandırmak, Allah yolunda infak
için nefsiyle mücahede etmek. Yani nefsi cimrilik hastalığından, mal
sevgisinden arındırıp temizlemektir. İkinci anlam daha uygundur. Çünkü orada
"Nefislerinden" diye buyurmakta "nefislerine" diye
buyurmamaktadır. Ebu Hayyân (el-Bahru'l-Muhît, 11/311) da der ki: Bunun anlamı
şudur: Malını Allah rızası için harcayan kimse nefsine kısmen sebat kazandırmış
olur. Malını da canını da birlikte feda eden kimse ise nefsine tamamıyla sebat
veren kimsedir.
[67] İbni Kesîr, 1/319.
[68] Zemahşerî 1/299.
[69] Semûm (sam) yeli sıcak rüzgârdır. Çoğulu semaim gelir.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/52-54.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/55-56.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/57.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/57.
[74] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk
arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.
Muhacirlerin
fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş salkımları
getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/57-58.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/58.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/58-59.
[78] el-Bahru'l-Muhît, 11/316.
[79] el-Bezzâr bu hadisi, "Çocuklarınız Allah'ın size
bağışı cümlesindendir. Onların kazançlarından yiyiniz." şeklinde rivayet
etmiştir.
[80] Hadisi Müslim dışında Kütüb-i Sitte sahipleri ve Ahmed
b. Hanbel İbni Ömer'den rivayet etmişlerdir.
[81] Gümüş nisabı iki yüz dirhemdir. Bir dirhem 2,975
gramdır. 5 vesk 653 kilograma muadildir.
[82] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/458; İbnü'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, 1/235 vd.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/59-60.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/61.
[85] el-Bahru'l-Muhît, 11/320.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/61-62.
[87] Bu hadisi Tirmizî de böylece rivayet etmiş ve
"Hasen-gariptir" demiştir. Nesâi ve İbni Hibbân da Sahih'inde rivayet
etmiştir.
[88] Hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve İbni Mace rivayet
etmişlerdir.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/62-63.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/63-64.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/65.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/65.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/65.
[94] İbni Kesir, 1/323.
[95] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.
[96] Bu hadisi Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî Ebu
Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/66.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/66-67.
[99] Hadisi Kütüb-i Süte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel,
İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/67-69.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/70.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/70.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/71.
[104] Kurtubî, III/337.
[105] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı.
Medine'de herhangi bir mesken ve akrabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır,
geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çekirdeği ayıklarlar ve Resulullah
(s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan
kimse akşam olunca onlara getirirdi.
[106] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/71-72.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/73.
[109] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.
[110] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir.
"Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile
bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan feraset sahibi
olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/73-76.
[112] Hadisi Ahmed, Ebu Davud, hasen olduğunu belirterek,
Tirmizî ve İbni Mace Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir.
[113] Kadı Iyâd der ki: Bunun kıyamet gününde Allah nezdinde
yüzü olmayacak şekilde değersiz ve zelil olarak geleceği söylendiği gibi, yüzü
üzere geleceği de söylenmiştir. Yüzsüzlük edip dilendiğinden dolayı ona ceza
olmak üzere yüzü üzerinde herhangi bir et olmaksızın yüzü kemik olarak
yaratılacaktır.
[114] Ahmed ve Ebu Davud'da yer alan el-Huseyn b. Ali'den
gelen, "At üzerinde gelse dahi dilencinin bir hakkı vardır" hadisi
hem mürseldir, hem de senedinde meçhul bir ravi vardır.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/76-78.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/80.
[117] Bu hadisi Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace, İbni
Mes'ud'dan, "Allah faiz yiyene, yedirene, şahidine ve kâtibine lanet
etmiştir." lafzıyla rivayet etmişlerdir.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/80-81.
[119] Yani alacaklılar Sakîf oğullarından Amr oğulları
idiler, (bkz. d-Bahrul-Muhtt, 11/339).
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/81-82.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/82.
[122] el-Bahru1-Muh.lt, 11/335.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/82-86.
[124] Kurtubî der ki: Bununla Yüce Allah bizim için haram
kılma hükmünü verdiği şer*î faizi kastetmemekte, haram olan malı
kastetmektedir. Nitekim Yüce Allah, "... Haramı çokça yerler..."
(Maide, 5/42) buyurmaktadır. Yani faiz olsun, Yahudi olmayanlara ait mallardan
yemeyi helâl kabul ettikleri mallardan olsun, bütün haram mallar demektir.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/87-88.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/88-92.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/92-95.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/97.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/97.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/97-99.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/99-100.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/100-101.
[133] el-Bahru'l-Muhît, 11/347.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/102-107.
[135] Selem, malın peşin karşılığında vade ile satılması
için yapılan alışveriştir. Buna "selef adı da verilir. Şu kadar var ki
"selem" adı bu alışverişin özel adıdır. Selef ise aynı şekilde karz
hakkında da kullanılır.
[136] Hadisi Buhari, Müslim ve başkaları İbni Abbas'tan
rivayet etmişlerdir.
[137] Buharî dışında Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Âhmed,
İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir. 2- Hadisi Müslim, Zeyd'den rivayet
etmiştir.
[138] Galaku'r-rehn (rehnin alıkonulması): Rehin bırakan
eğer borcunu tayin edilen vakitte ödemeyecek olursa rehin alanın (mürtehinin)
rehne malik olması cahiliye dönemi uygulamalarından idi. İslâm bunu iptal
etti.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/107-114.
[140] Dikkat edilecek olursa "şahitlik" kelimesi
iki ayet-i kerimede sekiz defa, "yazma" kelimesi de on defa
tekrarlanmış bulunmaktadır.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/114-115.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/116.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/116.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/116-117.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/117.
[146] Bunlar İmam Ali, İbni Ömer, İbni Mes'ud, Ka'b
el-Ahbâr, eş-Şa'bî, en-Nehaî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, İkrime, Saîd b.
Cübeyr, Katâde ve Ashâb ve Tabiînden daha başka kimselerdir.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/117-119.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/120.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/120.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/121.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/121.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/122.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/122.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/122-125.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/125-127.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/127.