"İman eden, bir
de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarında ırmaklar akan cennetlerin
onların olacağım müjdele. Onlara ne zaman o cennetlerden, nzık olarak bir meyve
yedirilse, her defasında "Haa, bu, evvelce de (dünyada) nzıklandığımız (yediğimiz)
şeydi " diyecekler ve o nzık (renk ve şekil itibarıyla) birbirinin benzeri
olmak üzere kendilerine sunulacak. Orada çok temiz eşler de onlarındır. Hem
orada onlar daimi olarak
kalacaklar."
(Bakara, 25)
Allah Tâla, tevhid ve
nübüvvetten bahsettikten sonra ahiretle ilgili açıklamada bulunarak, kâfirin
cezasını, itaat edenin de mükafaatını bildirmiştir. Allah Teâla'nın, va'id
ifade eden bir ayet zikrettiğinde, hemen peşi sıra vaa'd ifade eden bir ayet
getirmesi adetindendir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[1]
Bil ki
haşr ve neşr
meselesi dinde önemli meselelerdendir. Bu meseleden
bahsetmek ya
haşr ve neşrin mümkün
olduğundan veyahut da bizzat meydana gelmesinden bahsetmek şeklinde otur.
Mümkün olduğu hususunu bazan akıt, bazan da nakil ile isbat etmek caizdir.
Meydana gelmesini bilmenin yolu ise sadece nakildir. Şüphesiz Cenab-ı Hak,
kitabında bu iki meseleyi zikretmiş ve bunlar hakkındaki gerçeği birkaç yönden
izah etmiştir:
1) Çoğu kez
Cenab-ı Allah, münkirlerin haşr ve neşri inkar ettiklerini nakletmiş, sonra bu
hususta bir delil zikretmeksizin haşr ve neşrin olacağını kesinkes beyan
etmiştir. Bunun böyle beyan edilmesi makuldür. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.)'in
peygamberliğinin sıhhati kendisine dayanmayan herşeyin nakli delille isbatı
mümkündür. Haşr ve Neşr meselesi de böyledir. Bu sebeble. bu meselenin nakl ile
isbat edilmesi caiz olmuştur. Bunun misali, Cenab-ı Hakk'ın burada kâfirlere
cehennem, mü'minlere de cennet ile hükmedip bu hususa bir delil getirmemesi,
sırf dava ile yetinmesıdir. Ama yaratıcıyı ve nübüvvet meselesini isbat
hususunda sırf dava ile yetinmeyip, bu hususlarda deliller de getirmiştir. Bu
farkın sebebi anlattığımız husustur Cenab-ı Hak Nahl sûresinde:
"Onlar,
"ölen kimseyi Allah diriltmez " diye olanca güçleriyle Allah'a
andettiler. Hayır bu, O (Allah) üzerinde hak bir vaa'ddir. Fakat insanların
çogu\(bunu) bilmezler
"(Neml, 38} ve Tegabün sûresinde de "O kâfirler, öldükten sonra
katıyyen diriltiimeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır (öyle değil),
Rabbime yemin olsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz. Sonra de yaptığınız
şeyler mutlaka size haber verilecektir. "(Tegabun, 7) buyurmuştur.
2) Cenab-ı
Allah, haşr ve neşrin mümkün olduğunu, haşre ve neşre benzer birçok işlere
kâdır glduğuna dayandırarak isbat etmiştir. O, bu yolu birkaç şekilde beyan
etmiş ve bunu da Vakı'a suresi içinde toplamıştır. Çünkü Cenab-ı Hak burada
Ashab-ı Şimâl'den (amel defterleri sollarından verilen kimselerden) naklen,
onların "Biz ölüp, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı
hakikaten diriltilip kaldırılacağız? Evvetop geçmiş atalarımız da mı...?"
dediklerini anlatmıştır. Bunun üzerine Allah onlara:
"Onlara de ki:
Şüphesiz hem evvelkiler, hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde
mutlaka toplanacaklardır "(vakıa, 49-50) ayetleri ile cevab vermiştir.
Sonra Cenab-ı Allah, hasrın mümkün olacağına, dört hususu defil olarak
getirmiştir:
a)
"(Eğer siz bir meniden yaratıldığınızı iddia ediyorsanız), söyleyin
bakalım, o halde (rahimlere) dökmekte olduğunuz (o) meni nedir? Onu siz mi
yaratıyorsunuz yoksa yaratanlar biz miyiz?"(Vakıa, 58-59) ayeti. Bu ayetle
şu şekilde istidlal edilmektedir: Menî, ancak hazm-ı rabiin (yani kanın)
fazlasından meydana gelir. O, tıpkı uzuvların her köşesine saçılmış çiğ taneleri
gibidir. Bundan dolayı, meninin bütün azalardan çözülüp gelmesi sebebiyle cinsi
temasta bütün uzuvlar müştereken lezzet duyar. Sonra Cenab-ı Allah şehvet
kuvvetini, bu fazlası olan meniye bağlamıştır. Böylece o, bütün uzuvlardaki çiğ
tanelerini bir araya toplar. Netice olarak, meniyi meydana getiren parçalar,
başlangıçta, dünyanın her tarafına dağılmıştı. Sonra Cenab-ı Allah bu parçaları
bu canlının bedeninde topladı. Meni taneleri de, bu canlının bütün uzuvlarına
dağılmışken, Allah Teâla onları meni kesesinde topladı. Sonra o meniyi, ana
rahmine fışkıran bir su olarak, meni kesesinden çıkardı. Bu parçalar
dağınıkken, Cenab-ı Allah onları toplayıp, onlardan böyle bir şahıs (insan)
meydana getirdi. Bu parçalar ölümden dolayı daha sonra dağılırlarsa, Cenab-ı
Hakk'ın onları tekrar biraraya getirmesi nasıl imkansız olur? İşte bu ayeti,
haşr ve neşre delil getirmenin izahı budur.
Şüphesiz Cenab-ı
Allah, bu tarz hücceti Kur'an'ın birçok yerinde zikretmiştir. Mesela Hacc
sûresinde:
"Ey insanlar,
eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu
muhakkakdır ki biz sizini asimizi) topraktan, sonra (onun züniyetint) insan
suyundan, sonra rahme yapışan bir canlı, daha sonra da hilkati belli belirsiz
bir lokma etden yarattık, (Ve bunları) size (kudretimizi) apaçık gösterelim
diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde
durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da
kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz.) Kiminiz (gençken) öldürülüyor, kiminiz
de (evvelki) bilgisinden sonra, hiçbirşey bllemiyecek şekilde erzel-i ömre
(ileri derece ihtiyarlığa) götürülüyor. Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü
görürsün..."(Hacc, 5) buyurmuş ve sonra
"Bunun sebebi
şudur: Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. Gerçekten, ölüleri O diriltecekttr.
O, şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir. Ve şüphesiz o kıyamet elbette
gelecektir. Onda hiçbir şüphe yokhır. Muhakkak Allah kabirlerdektleri de
diriltip kaldıracaktır "(Hacc, 6-7) diye devam etmiştir.
Yine O, yaratılışın
merhalelerini zikrettikten sonra Mü'minûn sûresinde "Sonra siz bunun
peşisıra hiç şüphesiz öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde, muhakkak yeniden
diriltileceksiniz "(Mu’minun, 15-16) buyurmuştur. Kıyame sûresinde:
"O, (döl
yatağına) dökülen meniden bir damla su değil miydi? Sonra o (meni), rahme
yapışan bir canlı olmuş, derken (Allah onu) insan biçimine koyup yaratmış,
(uzuvlarım) düzenlemiştir (Kıyame, 37-38); Tank suresinde de
"Şimdi İnsan
hangi şeyden yaratıldığına (ibretle) baksın. O, atılıp dökülen bir sudan (meniden)
yaratılmıştır. Ki o su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri
arasından çıloyor. Şüphe yok ki Allah onu (tekrar diriltip) döndürmeye kadirdir
" (Tank, sb» buyurmuştur.
b) Bu,
Cenab- Allah'ın:
"Şimdi bana
ekmekde olduğunuz (tohum)u haber verin. Onu siz mi bitiririyorsunuz yoksa
bitirenler biz miyiz.? Eğer dileseydiK muhakkak ki onu (tohumsuz) bir kırıntısı
yapardık da siz deşasakahrdmız. (Şöyle derdiniz): "Biz hakikaten ağır
borca uğratılmışız. Daha doğrusu biz (umduğumuzdan) mahrum kalmışız "
(Vakıa,63-67)ayetidir.
Bu ayette şu şekilde
istidlal edilmektedir: Tane ve onun, arpa,pirinç gibi yarıktı yarıksız, uzun
yuvarlak, üçgen, kare ve değişik şekillerde olan başka kısımları nemli toprağa atılıp
üzerini su ve toprak örtünce, aklen, bunun bozulması ve çürümesi gerekir. Çünkü
su ve topraktan sadece biri bile çürümenin olması için yeterlidir. İkisi
biraraya gelince çürüme haydi haydi olur. Sonra görüyoruz ki o çürümüyor,
aksine korunmuş olarak kalıyor. Sonra rutubet fazlalaşınca tohum ikiye
ayrılıyor, ondan iki filiz çıkıyor. Uzun olan taneye gelince, onun tepesinden
bir delik açılıyor, ekinde olduğu gibi, uzun filiz oradan ortaya çıkıyor.
Çekirdeğe gelince,
onun kabuğu öylesine serttir ki, bu sertliği sebebi ile çoğu insan onu ikiye
ayıramaz. O, nemli toprağa düştüğünde, Allah'ın izniyle yarılır. Hurma
çekirdeği, üzerindeki yarıktan yarıhrak, çekirdek ikiye bölünür. Bir parçadan
toprağın üstüne bir filiz yükselir, diğer parçadan da toprağın derinliklerine
bir filiz dalar. Yükselen filiz yükseldikçe yükselir. Dalan filiz ise,
derinlere gittikçe gider. Velhasıl, küçük bir çekirdekten iki ağaç çıkar. Aynı
elemanlardan meydana gelmiş, çekirdeğin, suyufı, haVanın ve toprağın
özelliğinin de aynı olmuş olmasına rağmen, bunlardan biri hafif ve yükselen,
diğeri ise ağır ve yere dalan olmuştur. Bu tam bir kudrete ve şümullü bir
hikmete delalet etmez mı? Böyle bir Kadir, cüzleri biraraya getirmekten ve
uzuvları tekrar birleştirmekten nasıl aciz olur ?
Bunun bir benzeri de
Cenab-ı Hakkın Hacc süresindeki: "Sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü
görürsün. Fakat Biz onun üzerine
yağmuru indirdiğimiz zaman o harekete geçer, kabanr... "(Hacc, 5)
ayetidir.
c) Bu,:
"Şimdi
içmekte olduğunuz suyu söyleyin bana? Onu bulutdan siz mi indirdiniz, yoksa
indiren Biz miyiz "(vakı'a, 68-69) ayetidir. Bu ayetteki istidlalin
takdiri şöyledir:
1) Tabiatı
icabı su ağırdır. Ağır cismin, tabiatı aksine, yükselmesi, onun tabiatına galib
gelen, özelliğini boşa çıkaran ve tabiatı icabı aşağı inen bir şeyi yükselten
kahir bir kudretin bulunmasını gerektiren bir iştir.
2) Suyun
zerreleri dağılmasından sonra biraraya gelmiştir.
3) Su zerrelerini rüzgar harekete geçirmiştir.
4) Su
zerreleri, ihtiyacı olan suya susamış yerlere inmiştir.
Bütün bunlar haşrin
olabileceğine delalet eder. Ağır olan şeyin yükselmesine gelince, bu onun
tabiatının değişmesinden dolayıdır. Bu caiz olunca, su ve toprağın karışımından
hayat ve rutubetin çıkması niçin caiz olmasın? İkinci hususta, Cenab-ı Allah,
su zerrelerinin dağılmasından sonra onları biraraya getirmeye kadir olunca,
insan bedenlerinin topraktaki cüzlerini biraraya getirmesi niçin caiz olmasın?
Rüzgarların su zerrelerini harekete geçirmesi hususunda, Cenab-ı Hak, aynı cins
parçaların bir kısmını bir tasmma bfrteşlken rüzgarları hareket ettirmeye kadir
olunca, burada bu (haşr ve neşr) niçin caiz olmasın? İnsanların ihtiyacından
dolayı Cenab-ı Allah'ın bulutları yaratması hususuna gelince, burada da,
hakettikleri sevab ve cezaya ulaşmaları için, mükellefleri bir kere daha
yaratmaya daha çok ihtiyaç vardır.
Allah Teala, Kur'an'ın
bir başka yerinde bu delili ifade etmiştir. Meselâ, A'raf sûresinde;
"Şüphesiz ki
Rabbiniz gökleri ve yeri günde yaratan, sonra 'Arşa istiva eden Allah'dır.
Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O büyüyüp Örter. Güneşi ayı ve
yıldızlan hepsini (emrine) musahhar olarak (yaratmıştır). Haberin olsun ki
yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne
kadar yücedir. Rabbinize yatvara yakara gizlice dua edin. Allah haddi aşanları
sevmez, iyi bir hale getirildikten sonra yeryüzünde fesadcılık etmeyin. Allah'a
korkarak ve umarak dua edin. Şüphe yok ki iyi hareket edenlere (muhsinlere)
Allah'ın rahmeti çok yakındır "(Arat. 54-56) buyurarak tevhid delilini
zikrettikten sonra, şöyle buyurarak da haşrin delilini zikretmiştir:
"O (Allah)
rahmeti (olanları yağmur)'un önü sıra rüzgarı müjdeci gönderendir. Nihayet bu
rüzgarlar, ağır ağır bulutlan kaldırıp yüklendiği zaman, (görürsün ki) biz
onlan Ölü bir beldeye sevketmişizdir. Derken oraya sa indiririz de orada
hertüriü meyve (ve mahsul) çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkartıp
(dirilteceğiz). Belki (bunları) iyice düşünüp ibret alırsınız "(Araf, 57).
d- Bu:
"Şİmdİ bana
(yeşil bir ağaçtan), yakmakta olduğunuz ateşi söyleyin bakayım. Onun ağacını
siz mi yarattınız, yoksa onu yaratan Biz miyiz ?"{Araf. 71-72) ayetidir.
Bu ayetteki istidlal
şekli şudur: Ateş yükselir, ağaç ise aşağı doğru düşer; Keza ateş latifdir,
ağaç ise kesifdir; ateş nuranidir (aydınlatıcıdır) ağaç ise zulmânî
(karanlık)dir; ateş yakıcı ve kurudur, ağaç ise soğuk ve nemlidir. Cenab-ı Hak
ağacın içinde bu nurani, ateş parçalarını tuttuğuna göre, onun kudreti bu
birbirine zıd olan iki şeyin arasını bulmuştur. Cenab-ı Allah bundan aciz
olmadığına göre, canlıları terkib edip biraraya getirmekten nasıl aciz olur?
Allah Teala bu delili Yasin sûresinde şu şekilde zikretmiştir:
"O, yeşil ağaçtan
sizin için ateş yaratandır " (Yasin, 80). Bil ki Cenâb-ı Allah bu sûrede
su ve ateşin durumunu, Nemi suresinde ise şu ayetle havanın durumunu
zikretmiştir.-'
"Yahud o kara ve
denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu buldurmakta, rahmetinin önü sıra
rüzgarları müjdeci göndermekte olan (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka)
tanrı ha...? Allah onların, koştukları ortaklardan çok yüce ve münezzehdir.
Yahud halkı daima yaratmakta olan, sonra onu yeniden diriltecek olan ve sizi
gökten,yerden rızıklandıran (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka) tanrı ha?
De ki: Eğer (Allah 'a ortak koşmada) sadık iseniz haydi getirin delilinizi
"(Neml, 63-64).
Allah Teâla,
yeryüzünün durumunu da Hacc sûresinin 5. âyetinde zikretmiştir. Sanki Hak
Teâla, bütün durumları ile dört unsunun(su, hava, ateş, toprak), haşr ve neşrin
mümkün olduğuna şehadel ettiklerini açıklamıştır.
Hasrın mümkün olduğuna
delalet eden delillerin ikincisi Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurmasıdır:"İlk
önce yaratmaya kadir olan Ben, yeniden diriltmeye haydi haydi kadirim '. Bu
delilin izahı, aklen zahirdir. Cenab-ı Hak bu delili, Kur'an'ın birçok yerinde
zikretmiştir: Mesela, Bakara sûresinde.
"Allah'ı nasıl
olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz, ölü iken, sizi o diriltti. Sonra sizi
yine o öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet (haşirden) sonra yine
yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Bakara. 28)ayeti; İsrâ sûresinde:
"O (kâfirler)
dediler ki: Biz bir yığın kemik, kırıntı ve döküntü (halinde bir toprak)
olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaradılışla diriltileceğiz."
Onlar? de ki: Gerek bir taş. gerek demir (gibi) olun, yahut aklınızda, içinizde
bir ğunüz herhangi bir mahlûk olun." (mutlaka diriltileceksin!?"
Onlar, "O halde bizi kim (diriltip) geri çevirecek?" diyecekler. Sen
de de ki: ' Sizi ilk defa yaratmış ola (Allah)...."(isra, 49-51) ayeti;
Ankebut suresinde:
"Allah yaratmaya
nasıl başlıyor, sonra onu (öldüKten/ sonra nasıl (diriltip) geri
çeviriyor..."(Ankebut, 19) ayeti; Rum suresinde-,
'O (Allah önce
mâhlukatı yaratıp, sonra onları tekrar (diriltip) iade edecek olandır. Ki bu, O
na pek kolaydır"(Rum. 27) ayeti ve Yasin sûresinde:
"De ki onu ilk
defa yaratmış olan diriltecektir "(Yasin, 79) ayeti gibi...
Üçüncü bir çeşit
olarak Cenab-ı Hak, haşre kadir olduğuna gökleri yaratmaya kadir oluşunu delil
getirmiştir.Bu husus da ayetlerde yer almıştır. Mesela, İsra suresinde:
"Onlar gökleri ve
yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini de yaratmaya kadir olduğunu
görmüyorlar mı?"(isra, 99) ayeti; Yasin sûresinde;
"Gökleri ve yeri
yaratan Allahronlar gibi insanları yaratmaya kadir değil midir? Elbette
kadirdir. O, (bütün kâinatı) yaratan, (herşeyi) bilendir "{Yasin, si)
ayeti; Ahkâf sûresinde:
"Onlar halâ şu
hakikati anlamadılar mı ki gökleri ve yeri yaratmış, onları yarattıktan dolayı
yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, herşeye elbette
kâdirdu "(Ahkâf, 33) ayeti; Kâî sûresinde
"Öldüğümüz ve bir
toprak olduğumuz zaman mı (tekrar diriltileceğiz). Bu uzak bir dönüşdür.
Toprak, onlardan neleri (yiyip) ekslltmiştir, Biz muhakkak biliriz. Yanımızda
da (herşeyi) muhafaza eden bir kitab vardır. Hayır, onlar, kendilerine hak
gelince, onu tekzib ettiler. Şimdi onlar şaşırmış bir haldedirler. Üstlerindeki
göğe bakmadılar mı, onu nasıl bina ettik. Onu (yıldızlarla) nasıl süsıedik.
Onun hiçbir gediği de yoktur. Yervüzüne de
(bakmadılar mı?) Onu
nasıl döşedik, ona (nasıl) boyduk.
Onda her türün, İçe
ferahlık veren (güzel) çiftlerini bitirdik. Hiz {bunlun), bize taata yönelen
her kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için (yaptık). Cökden de
bereketli yağmurlar İndirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik. Ve
tomurcuklan birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik). Ki
(bunlar), kullarına nzık olmak için (yaratilmışlardır). Biz o yağmurla ölü bir
memlekete can verdik. İşte (kabirlerden) çıkış (diriliş de) böyledir
"(Kaf, 3-11) ayeti ve bundan biraz sonra gelen:
"Yâ biz, ilk
yaratışta acz mi gösterdik ki (tekrar diriltemeyelim.) Hayır, onlar bu yeni
yaratıştan şüphe ediyorlar "(kaf, 15) ayeti gibi...
Dördüncü bir çeşit
olarak, Cenab-ı Hak, hasrın olacağına, iyilik yapanın mükafaatlandırılmasının
isyan edenin azablandırılmasının ve bunların birbirinden ayırdedilmesinin
gerekli olduğunu delil getirmiştir.Meseİa.Yûnus süresindeki:
"Hepinizin dönüşü
ancak O'nadır. Allah (bunu size) bir gerçek olarak va'd etmiştir. Mahlukatı ilk
defa dirilten, sonra iman edip salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükâfaat
vermek İçin (yine kendisine) geri çevirecek olan şüphesiz ki O'dur
"(Yunus; 4) ayeti; Tahâ süresindeki "Kıyamet muhakkak kopacaktır. Ben
onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla
karşılık verilmiş olsun "(Taha, 15) ayeti ve Sâd süresindeki
"O göğü, yeri ve
bunların arasındaki herşeyi Biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin zannıdır.
Bu yüzden kâfir olanlara cehennemde helak vardır. Yoksa biz, imân edip sâlih
ameller işleyenleri, yeryüzünde fesadçıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahud
muttaküeri, doğru yoldan sapanlar gibi mi kabul ed&ceğiz"{Sad, 27-28)
ayeti gibi...
Beşinci bir çeşit
olarak, Cenab-ı Allah, haşr ve neşrin olacağına, daha dünyada iken ölüleri
diriltmesini delil getirmektedir. Mesela, Hz.Adem (a.s.)'ı hiç yoktan yaratması
ve şü ayette bahsettiği Bakara Kıssası gibi:
"Onun için biz;
"O (öldürülen adama), (Kesilen ineğin bir) parçasıyla vurun."
demiştik. (Onlar vurunca, Öldürülen adam dirilmişti.) İşte Allah, böylece ölüleri
diriltir. "(Bakara. 73). Ve mesela, Hz.İbrahim (a.s.)ın
"Ey Rabbim,
ölüleri nasıl diriltiyorsun?" (Bakara, 260) ayetindeki kıssası;
"Yahud o kimse
gibisini (görmedin mi) ki binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış
bir kasabaya uğramış..." ayetindeki mesele; Yahya ve İsa {a.s.)'nın
kıssaları gibi... ki Allah bunların olabileceğine, hasrın olabileceğine dair
delilinin aynısı ile istidlal ederek:
"Andolsun ki Ben,
seni, sen hiçbir şey değilken yarattım "(Meryem, 9) buyurmaktadır. Ashab-ı
Kehf'in kıssası da bu çeşittir. Bundan dolayı Cenâtn Attah:
"Allah'ın
vaa'dinin hak olduğunu ve Kıyametin kopacağında şüphe olmadığını bilsinler
dîye... "(Kehf, 21) buyurmuştur. Eyyub (a.s.) un kıssası da bu çeşittir.
Bu hususta Cenab-ı Allah:
"Biz ailesini ona
verdik "(Enbiya, 84) demiştir. Bu ayet, Cenab-ı Hakk'ın, Hz.Eyyübün
ailesini, ölümlerinden sonra, yeniden dirilttiğine delalet eder. Cenab-ı
Allah'ın, (Hz.İsa(a.s.)'nın bir mucizesi olarak,onun eliyle ölüleri diriltmesi
de bu çeşittendir. Cenab-ı Hakk'ın:
"Ben (İsâ),
ölüleri diriltiyorum (Ali imran. 49) ve:
'Hani Sen (Ey İsa),
benim iznimle çamurdan bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine
ütlüyordun da Benim iznimle bir kuş oluveriyordu "(Ma'ide, no) ayetleri
bununla ilgilidir.Şu ayet de bu çeşittendir:
"İnsan, daha
evvel, o hiçbirşey değilken, onu hakikaten Bizim yarattığımız! düşünmez
m/?"(Meryem. 68). İşte bu, Cenab-t Allah'ın haşrin olacağına dair,
Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği delillerin asıllarına işarettir. Eğer Allah Teâla
dilerse, herbirinin ayrı ayrı derinlemesine tefsiri sıra o âyetlere geldikçe
yapılacaktır.
Sonra Allah Teala,
Kur'an'da haşr ve neşri inkâr edenlerin kâfir olduklarını açıkça belirtmiştir.
Bunun delili:
"O, kendisine
zulümde devamlı ve (kâfir) olarak bağına girdi ve dedi ki: Bu bağın helak
olacağını hiç zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. (Bununla
beraber), eğer ben Rabbime döndürülüp götürülürsem, yemin olsun ki bundan daha
iyisini (orada da) bulurum." Arkadaşı ona cevaben, "Seni topraktan
yaratan Allah'/ inkâr mı ediyorsun?" dedi "(Kehf, 36-37) ayetidir.
Hasrı ve neşri inkar edenlerin, inkarlarının gerekçesi şudur: Birşeyin var
oluşu, onun mümkinü'l-vucûd olduğunu gösterir. Çünkü onun meydana gelmesi
imkansız olsaydı, birinci defada meydana gelmezdi. Madem ki birinci defada
meydana gelmiştir, öyleyse, biz onun mümkinü'l-vucûd olduğunu anlarız. Şayet
bunu, Allah'ın meydana getirmesi doğru olmasaydı bu, haddizatında varlığı caiz
olan şeyi icad etmeye kadir olamadığı için, ya Allah'ın -haşa- aczine veya
cehline delalet ederdi. Çünkü mükelleflerden herbirinin beden parçalarını
diğerlerinin beden parçalarındanayırdetmesi imkansız olmuştur. Allah'ın âciz ve
cahil olduğunu söylemekle de nübüvveti isbat etmek doğru olmaz, böylece de bu
kesinkes küfrü gerektirir. Allah en iyi bilendir.
[2]
Bu ayetler (Bakara
24-25), cennet ve cehennemin yaratılmış varlıklar olduklarını açıkça gösterir.
Cehennemin yaratılmış
olduğuna, Allah'ın onun hakkında O, Kafirler için hazırlanmıştır " buyruğu
(Bakara. 24) delalet eder. Bu ayet, cehennemin yaratılmış olduğunu göstermede
de sarihdir. Cennetin yaratılmış olduğunu, Cenab-ı Allah'ın, bir başka ayette
"O, muttakiler için hazırlanmıştır, (Ali imran 133) buyurması gösterir.
Bir de Allat Teala buradaki ayette,
"İman eden,
bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarından rmaklarakan cennetlerin
onların olacağını müjdele "(Bakara, 25) buyurmuştur. Bu ayet, mü'minlerin
cennete malik olduklarını haber vermektedir. Şu anda bulunan mülkiyet, yine şu
anda kendisine malik olunan şeyin mevcud amasını gerektirir. Bu nedenle, bu
ayetler, cennet ile cehennemin, şu anda yaratılmış olduklarına delalet ederler.
[3]
Bütün lezzetler
şunlarda toplanmıştır: Evde, yiyecekte ve evlilikde. Bu sebeble
Cenab-ı Allah sözü ile, yiyeceği sözü ile, evliliği ise sözü ile belirtmiştir.
Sonra bu şeyler meydana gelip, bu şeylere kaybolacakları
korkusu bitişince, bu
şeylerden nimetlenme arzusu kederli bir hal alır. Şöylece Cenâb-ı Hak, bu
korkunun cennetliklerden zail olup gittiğini beyan ederek "Ve onlar orada
ebedî olarak kalındırlar" buyurmuştur.
Bu sebeple bu ayet,
nimet ve sürürün tam ve mükemmel olduğunu göstermektedir. Şimdi ise, ayetlerin
lafızlarını teker teker ele alıp inceleyelim. Cenâb-ı Hakk'ın ayeti hakkında birkaç soru vardır.
a) Bu emir
neye atfedilmiştir? Buna birkaç yönden cevap verilir:
1) Atfın
dayandığı şey emir değildir ki, kendisine atfedileceği benzeri emir ve nehiy
araştırılsın.. Burada atf ile kendisine dayanılan, müminlerin
sevablarını vasfeden
bir cümledir; bu nedenle bu cümle, kâfirlerin cezasını vasfeden bir cümleye
matuftur. Nitekim, Zeyd, hapsolunma ve döğülmekle cezalandırılacak; Amr'a da
arvolunduğunu ve saltverildiğini müjdele" dersin..
2) Bu cümle
cümlesine atfedilmiştir. Nitekim sen, "Ey Temîm oğulları,
işlediğiniz cinayetin cezasından korkun; ey falanca, Esedoğullarını da, onlara
olan ihsanımla müjdele" dersin.
3) Zeyd İbn
Ali “” lâfzına atfederek, meçhul sîgasıyla şeklinde okumuştur.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın "müjdele!" sözüyle emredilen kimdir? Bunun cevabı şudur: Bu
emredilenin Hz.Peygamber ve herkesin olmast, mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber
"Gecenin karanlığında mescidlere giden kimseleri, kıyamet gününde kusursuz
bir nûr ile müjdele "[4])
buyurmuş, bu, herkese verilmiş bir emirdir. Bu açıklama son derecegüzel ye
uygundur. Çünkü bu açıklama, büyüklüğü ve yüceliğinden müjdeyi, müjdelemeye
gücü yetecek herkesin vermesinin uygun olduğunu bildirir.
c) Müjde
nedir? Bunun cevabı şudur: (müjde), sevinci ortaya çıkaran bir haberdir, işte
bundan ötürü fukahâ şöyle demiştir: Bir adam, kölesine, "Bana .sizden
hanginiz falancanın geldiğini müjdelerse, o hürdür." dese; köleleri de
teker teker bu müjdeyi verse, onlardan en önce müjdeyi vermiş olan azad edilir;
çünkü sevinci temin eden, o ilk kölenin haberidir; eğer kölenin sahibi,
"kim bana müjde verirse..." değil de, "kim bana haber
verirse"demtş olsaydı.o zaman haberi veren bütün kölelerin azad edilmesi
gerekirdi, zira onların hepsi bu haberi
vermişlerdir. Cilt için kullanılan ve, sabahın ilk ışıklarım ifade-eden
kelimeleri de aynt köktendir. Cenab-ı Hakkın, "Onları elim bir azab ile
müjdele"(A.imran, 21) sözüne gelince, bu ifade kendisiyle, istihza
edilenle şiddetli bir istihzada bulunma, kastedilen söz nevinden bir sözdür.
Nitekim insanın, düşmanına "Müjde; çotuğun çocuğun öldürüldü, malın
yağmalandı!" dediği gibi...
[5]
"İman ve amel-i
salih işleyen kimselere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır "
(Bakara, 25) lâfzına gelince, burada birkaç mesele vardır:
[6]
Bu ayet, amellerin
imana dahil olmadığına delalet eder.
Çünkü Cenâb-ı Allah
bu ayette imanı zikredip, sonra da amel-i salihi ona
atfettiği için, bu durum ikisinin birbirinden farklı ve ayrı oluğunu
göstermiştir. Böyle olmasaydı, tekrar olmuş olurdu ki, tekrar da aslın hilafına
bir şeydir.
[7]
Bazı alimler, ayeti
zahirine hamlederek şöyle demişlerdir: "Her iman edip salih amel işleyen
kimseye cennet vardır..." Ona, "İmanedip salih amel işleyen; sonra da
kâfir olan kimse için ne dersin?" denildiğinde, o, Bu imkansızdır, çünkü
iman ve taat, daimi bir sevaba müstahak olmayı; ir de devamlı bir azaba
müstehak olmayı gerektirir; bu ikisinin bir arada bulunması ise imkansızdır.
Yine, amellerin boşa çıkmasına hükmetmek de ansızdır. Geriye, sizin olmasını
tasavvur ettiğiniz takdiriniz ve sayımınızın imkansız olduğunu söylemekten
başka bir yol kalmaz" der şöyle devam eder: "Biz amellerin boşa
çıkmasının imkansız olduğunu, r -Kaç sebepten dolayı söyledik:
a) Hakediten
iki şey, ya birbirlerine zıddır, veya değildir. Eğer zıd iseler, sonradan
olanın meydana gelmesi, mevcut olanın gitmesine bağlıdır. Mevcut alanın
gitmesi, eğer sonradan gelenin gelmesi sebebiyle olursa bir devir lazım gelir
ki, bu da imkansızdır.
b) İki taraf
ararasında zıtlık bulunmaktadır. Bu sebeple, sonradan olanın gslmesinden
ötürü, mevcut olanın gitmesi; mevcut olanın kalmasıyla = Tadan olanın
savuşturulmasından daha evla değildir. Bu durumda, ya "er tkisi bir anda
bulunurlar ki, bu imkansızdır veya birbirleriyle mücadele ederler; böylece
amellerin boşa çıktığını söylemek imkansızdır.
c) Hakedilen
iki şey, ya birbirlerine denktirler veya önce olan daha çok weya daha azdır.
Eğer birbirlerine denk iseler, meselâ, 'on derece sevap hak k di: buna karşılık,
orvderece de ceza meydana geldi denilmesi gibi ; bu 3-ijmda, deriz ki, hak
edilen her bir derece ceza, hak edilen her bir derece sevabı götürür. Böyle olunca da, bu
parçanın şu parçayı götürmesi taasusundaki tesiri, onun beriki ve
öteki parçayı götürme hususundaki
tesirinden daha evla
değildir.
Sonradan meydana gelen
bu cüzlerden her birinin, önceden meydana gelen cüzlerden her birini giderme
hususunda müessir olmasına gelince, bu durumda her illetin bir çok ma'lulü, her
ma'lülün de müstakil birçok illeti bulunması gerekir ki, bütün bunlar
imkansızdır. Veya bir tahsis edici olmadan, sonradan olan cüzlerin herbirisinin
mevcut olandan birisine hâs olması gerekir ki, bu da imkansızdır; çünkü
müreccih olmadan mümkinin iki tarafından birinin diğerine üstün gelmesi
imkansızdır.
Eğer önce olan daha
çok olursa, sonradan meydana gelen, ancak mevcut olanın cüzlerinden bir kısmını
götürür, izale eder. bu durumda da, mevcut olanın cüzlerinden bir kısmının
sonradan olafila zail olması, diğer cüzlerinin zail olmasından evla değildir.
Bütününün zail olmasına gelince, bu da İmkansızdır, çünkü zail olan ancak
nakısla zail olur. Veya bir tahsis edici olmadan onun bir kısmının zail olması
gerekir ki, bu da imkansızdır. Veyahutta ondan hiç bir şey zail olmaz ki, elde edilmek
istenen netice de budur. Ve yine sonradan meydana gelen, mevcut olanın
cüzlerinden biı kısmını izale ederse, bu durumda sonradan olan ya durur ya da
zail olur Sonradan olanın duracağını hiç kimse söylemez. Onun zail olacağına
daiı hüküm vermek de yanlıştır. Diğerinin zail olmasında bu ikisinden her
birinir tesiri ya beraberce olur, veya sırayla olur. Birinci durum yanlıştır,
çünkü izale eden şeyin, izale ettiği esnada mutlaka bulunması gerekir. Şayet
zail olar iki şey ayni anda bulunursa, iki izale eden de ayni anda bulunur. Bu
durumd; da, bu iki şeyin yok oldukları esnada mevcut olmaları gerekir ki, bu di
imkansızdır. Eğer sırasıyla olursa, üstün gelinilen şeyin galibiyyet vasfın,
haiz olması imkansızdır. Önce olanın daha az olması durumuna gelince, öncı
olanın,sonradan olanın cüzlerinden bir kısmını gidermede müessir olmas gerekir
ki, bu da imkansızdır. Çünkü sonradan olan şeyin cüzlerinin tamarr
giderilebilir. Bunun bir kısmının giderilmesi, müreccih olmaksızın bir terci'
olur ki, bu da imkansızdır. Tamamının izale etmede müessir olma halindeyse,,
bir malûl üzerinde müstakil birçok illetlerin bulunması gerek ki, böylece de
bütün bu akli izahlar sayesinde, amellerin boşa çıkacağın dair hüküm vermenin
bozukluğu ortaya çıkmış otur." Bu durumda, İki türlü cevap şekli ortaya
çıkar:
a) Bu, ölümü
göz önünde bulunduran kimsenin görüşüdür. Buna gör imanın bulunmasının şartı,
ölürken kâfir olarak ölmemektir. Eğer kişi, kâf olarak ölürse, onun o ana kadar
yapmış olduğu bütün şeylerin küfür olduğun anlamış oluruz. Bu ise, zahirine
itibar edilmemesi gereken bir görüştür.
b) Kul, ne
taatine karşı bir sevaba; ne de günahına karşı herhangi b cezaya, aklî ve vacib
olan bir istihkakla, müstehak olmaz. Bu Ehl-i Sünnet görüşü ve bizim de
tercihimizdir. İşte ancak bu görüş ile, karanlıklarda kurtulunabilir.
[8]
Mu'tezile, itaat
etmenin sevabı gerektirdiğini öne sürmüştür. Çünkü, Cenâb-ı Hak müminleri cennetle müjdelediği sırada, müminler için müjdelenen
cennet mükâfatı henüz fiilen vaki değildi. Bu manaya hamletmek mümkün
olmayınca, ayeti, ileride gerçekleşecek mükâfata hak kazanmaya hamletmek
gerekir; çünkü, vaki olabilecek bir şeyden, vaki olmuş gibi bahsetmek bir mecaz
olup caizdir.
[9]
Cennet, dallan
birbirine girmiş, kesif, gölgeli ağaçlardan ve hurmalıklardan meydana gelmiş bir bahçedir. "Cennet"
lafzının manası, örtmekanlamındadır. Buna göre, sanki o, sıklığından ve
gölgeliğinden ötürü, bir şey bir şeyi örttüğünde Arabların söylediği (onu
örttü, bürüdü) fiilinin masda-nndan "masdar binâ-i merre" (işin kaç
kere yapıldığını gösteren masdar) olan "cennet" lafzıyla
isimlendirilmiştir. Sanki cennet, ağaçlarının çok sıklığından dolayı, tek bir
örtü gibidir. Ahiret de, kendisinde cennetler bulunduğu için, cennet diye
adlandırılmıştır.
Eğer, "cennetler
niçin nekre (belirsiz); nehirler ise ma'rife (belirli) getirilmiştir?"
denilirse, buna cevaben deriz ki: Cennet, mükâfat yurdunun tamamının adıdır; bu
yurt, mükafata hak kazanmış olanların derecelerine göre tertib edilmiş, bir çok
cenneti ihtiva etmektedir:mükafata hak kazanmış her tabakadaki insan için, bu
cennetlerden bir cennet vardır. "Nehirler"in, ma'rife oluşuna
gelince, bununla nehir -cinsi murad edilmiştir. Nitekim,
muhatabın bilgisi dahilindeki
cinslere işaret edilerekj 'Falancanınl|içinde akan sular, incir ve üzüm bulunan
bir bahçesi vardır" denilir. Yahutta, elif lam ile, şu ayette zikredilen
nehirlere işaret edilmektedir:
"O cennette,
hiçbir vasfi bozulmayan sudan nehirler ve tadı değişmeyen sütten ırmaklar
bulunmaktadır" (Muhammed, 15).
[10]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Her ne vakit nzıklandmldıklannda... "ifâdeslne gelince, aynı şekilde
bu, âyette geçen ctâr lafzının sıfatıdır veya mahzûf bir mübtedanın haberidir,
yahutta müste'nef bir cümledir. Müste'nef olmasının sebebi şudur: Onlar için
cennetler vardır denilince, bunu duyan kimsenin hatırına bu cennet meyvelerinin
dünya meyvelerine benzeyip benzemediği hususu gelir. Burada birkaç soru vardır:
a) Âyette
geçen lâfzının terkibdeki yeri nedir?
1) Bu tıpkı,
"Her ne zaman bahçenden bir nar yediğimde, sana teşekkür ettim"
demen gibidir. Buna göre, kelimesinin ayetteki yeri senin, sözünün yeri
gibidir. Bu sebepte, âyette yer alan lâfızlarındaki her iki de, ibtitâ lilgâye
(başlangıç ifade eden minj'dir; çünkü, rızık, cennetten baştamıştır. Cennetteki
rızıkda, meyveden başlamıştır. Bu açıklamaya göre "meyve"denmurad,tek
bir elma veya tek bir nâr değildir. Burada murad edilen, tam aksine herhangi
bir meyve nevidir.
2) "Sen
arslansın!" anlamını murad ederek, "Senden bir arslan gördüm"
sözündeki gib, lâfzının beyâniyye olmastdır. Bu açıklamaya göre, lafzıyla
meyvelerin nevi veya tek bir meyvenin murad edilmesi doğru olur.
b) "Şu
anda rızık olarak bize verilen şey, daha önce bize verilen şeydir "
demeleri nasıl doğru olur? Bu soruya şu
cevabı veririz: Bunlar adet bakımından farklılık arzetseler de, mahiyet
itibariyle aynı oldukları için, "bu şudur" demeleri, mahiyet
bakımından doğru olmuştur. Çünkü tür birliğine, zatlardaki çokluk ters düşmez;
işte bu sebepten dolayı, babasına son derece benzeyen oğul için Arablar,
"O, tıbkı babasıdır" derler.
c) Bu ayet,
cennetliklerin, cennette kendilerine verilen rızkı, bundan önce kendilerine
verilen bir başka rızka benzettiklerine delalet eder. Bu durumda,
kendisine benzetilen şey,
dünya rızıklarından mıdır,
yoksa cennet azıklarından mıdır?
Bu soruya, iki şekilde
cevap verilebilir:
1) Bu, dünya
rızıklarındandır. Buna da iki husus delalet eder.
Birinci husus:
İnsan, alışılmış şeylere kendini daha yakın ve kendince silinen şeylere daha
mütemayil hisseder. Alışkın olmadığı bir şeyi gördüğünde, insanın ruhu ondan
kaçar; sonra daha önce tanıdığı ve bildiği »eyler cinsinden bir şey elde edip,
onu daha önce yakınlık kesbetmiş olduğu peylerden daha kıymetli görürse, onun
neşesi çoğalır, sevinci artar. Buna göre, cennet ehli dünyadaki narları görüp,
sonra o narı ahirette de görerek, cennetin narını dünyadakilerden daha güzel ve
daha kıymetli bulduklarında, onların bu âhiret narından elde ettikleri sevinç,
dünyada bir şeyi müşahade etmeleriyle elde edilen sevinçten daha fazla ve yoğun
olur.
İkinci husus:
Cenâb-ı Hakk'ın sözü, bütün kerreleri, böylece «Ik kerreyi de içine alır.Buna
göre, onlar için daha ilk defada, bu, "bu daha önce rızıklandırıldığırnız
şeydir" demeleri gereken cennet rızıklarından bir şeyle rızıklandırılmış
olmaları söz konusudur. Halbuki, bu ilk kerreden önce onlara cennet rızıklan
verilmemiştir ki, bunu ona benzetebilsinler!.. Bu sebeple, bunun dünya rızıklarına
hamledilmesi vacib olmuştur.
2)
Müşebbehinbih yani kendisine benzetilen şeyin, yine cennet rızkı olmasıdır.
Bundan maksat, cennet ehlinin rızıklarının birbirine benzemesidir. Sonra ulemâ
bu hususta meydana gelen benzerlik hususunda iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:
a-
Cennetliklerin mükâfatlarının, gerek mikdar gerekse kalite bakımından daima
eşit olduğu,bir fazlalık veya ziyadeliğin bulunmadığı...
b-
Görünüşteki benzerliktir. Buna göre, ikinci kerre verilen rızık, sanki
birincisi gibidir. Nitekim Hasan-Casrî'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Bu
ikinci görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilaf ederek, bir kısmı şöyle
demiştir: Bu benzerlik görünüşte ofâuğu gibi, tadda da bulunmaktadır. Çünkü
birisi, bir şeyden lezzet alıp ondan hoşlandığında, canı ancak o şeyin aynisin'
ister; ona, her yönden öncekine benzeyen birşey verildiğinde, bu son derect
lezzetli ve hoş olur.
Bir kısmı ise, şöyle
demiştir: Her ne kadar renk bakımından bir benzerli!-söz konusuysa da, ancak, o
rızık tad bakımından farklıdır.
Nitekim Hasan-ı Basri
şöyle demiştir: Cennettekilerden birisine bir tabah rızık getirlir ve onu yer.
Sonra diğer tabak getirilince o kimse bunun üzerine "bu, bize daha önce
getirilen şeyin aynisi" deyince, tabağı getiren melek "Yemene bak! Renkleri
aynıysa da tadları değişiktir" der.
Âyet hakkında,
mutasavvıfların söyledikleri üçüncü bir görüş bulunmaktadır. Bu da şudur:
Mutluluğun tamamı, ancak Allah'ın zâtını sıfatlarını ve kerübiyyûn, melekleri,
ruhani melekler, ruhlar tabakasıyla gökleı alemi vasıtasıyla meydana gelen
fiillerini bilmektedir.
Netice olarak. insan
ruhunun kudsi alemin karşısındaki bir ayna gib olması gerekir. Sonra bu
bilgiler dünyada meydana gelir, ancak bu bilgilerle tam bir lezzet ve sürür
elde edilemez; çünkü bedenî ilgiler bu tür lezzet ve mutlulukların meydana
gelmesine mani olurlar. Bu engeller ortadan kalkınca, en büyük saadet ve en
güzel hat meydana gelir. Netice olarak, ölümden sonre taddığı her ruhani saadet
hakkında insan der ki: "Bu, ben dünyada iken d€ tattığım bir saadettir."
Bu da ahirette meydana gelecek nefsani kemâlat? işarettir ki onlar dünyada da
mevcuttur. Ne varki onlar dünyada, bu tür lezze ve sevinci ifade etmemişlerdir.
Ahirette, engeller kalkınca, onlar böylesine lezzet ve sevinci ifade
etmişlerdir. Ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere kendilerine
sunulacak" ayeti ile ilgili iki soru vardır:
1) sözündeki
"hû" zamiri neye racidir?
Cevab: Eğer
biz, "Müşebbehün bih dünya rızkıdır" dersek, zamir, dünya ve ahirette
verilmiş olan rızka raci olur. Yani "onlara cennette, cennet meyveleri
verildi. Fakat bunlar öyle meyvelerdir ki dünyadakilere de benzemektedir."
Yok eğer"müşebbehün bih yine cdhnet rızkıdır" dersek * deki zamir,
cennetten rızık olarak verilen şeye raci olur. Yani cennette bu çeşit rızık onlara
birbirine benzer biçimde verilmiş olur.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın sözünün söz dizisindeki yeri nedir?
Cevab:
Cenâb-ı Hak, cennetliklerden, kendilerine verilen rızkın birbirine benzemiş
olduğunu "Bu, daha önce bize rızık olarak verilendir, dediler"
âyetinde nakledince Allah onları bu iddiallarında sözüyle doğrulamıştır.
[11]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Orada onların temiz eşleri vardır." ayetindeki maksadı, onların
bedenlerinin hayız, "istihâda" (hayız ve nifâsın dışında, bir
mazeretten dolayı kan gelme hali),hertürlüpislikten;jkocalarının da her türlü
kötü hasletlerden, hele hele kadınlara mahsus, kadınca hallerden temiz
olmalarıdır. Biz ptjjl lâfzını hem kadınlara hem de erkeklere göre
mânalandırdık, çünkü iki taraf da bazı hususlarda müşterektirler.
Tasavvuf ehli şöyle
demiştir: Bu, birkaç meseleye dikkat çekmenin gerekli olduğuna delalet eder:
a) Kadın
hayız olduğunda, Allah seni onunla cinsi münasebetten:
"De ki o bir
eziyyettir; o halde, hayız zamanlarında kadınlara yaklaşmayın "(Bakara,
222) sözüyle men etmiştir. Allah seni, kadının kusuru olmayan bir necasetten
dolayı bu dünyada ona yaklaşmaktan men edince; cennetteki zevceler tertemiz
olduğu zaman, mazur sayılmayacağın günah pislikleriyle lekelenmiş olduğun
halde, o tertemiz kadınlardan seni men etmesi haydi haydi beklenebilir...
b) Helâl yoldan
şehvetini teskin eden
kimse, yıkanmaksızın, herkesin
girmiş olduğu camiye giremez; öyleyse, haram yoldan şehvetini teskin eden
kimse, ancak temiz olanların bulunduğu cennete nasıl girebilir? İşte bundan
dolayı Cenab-ı Allah, Hz.Adem (a.s.) bir zelle (hata) işlediğinde onu cennetten
çıkarmıştır.
c) Şafii (r.a.)'ye göre, elbisesinde zerre
mikdarınca pislik bulunan kimsenin namazı sahih olmaz. O halde kalbinde, dünyadan
daha büyük olan günah pislikleri bulunan kimsenin namazı nasıl kapul
edilebilir?
Burada iki soru
vardır:
1) Sıfat da
mevsufu gibi çoğul getirilmeli değil miydi? Cevab: Bu iki kullanış da doğru bir
kullanıştır. Nitekim, denildiği gibi, "Kadınlar yaptı" da denilir.
Hamâse'nin şu beyti de bu kabildendir.
"Bir de gördüm
ki, bekâr genç kızlar dumanı yüzlerine peçe gibi örtmüşler, aceleyle
tencereleri ateşin üzerine koymaya çalışarak, kızgın kül ve ateş üzerinde yemek
pişirmeye uğraşıyorlar!."
Buna göre mana,
"temiz zevcelerden bir topluluk, gurup" olur. Zeyd İbn Ali, bu
kelimeyi Ubeyd İbn Ömer de, aslı olmak üzere şeklinde okumuşlardır.
2) yerine
denilseydi ya?
Cevab:
lâfzında bir temizleyicinin onları temizlediği, bunun ise Allah'dan başkası
olmadığını hissettirmek söz konusudur. Bu da, cennetliklerin durumunun
yüceliğini ifade eder. Bu ifadeyle sanki, "Cenâb-ı Allah o pak zevceleri
hassaten bu cennetlikler için süslemiştir", demek istenmiştir.
[12]
"Ve onlar orada
ebedi olarak kalıcıdırlar" ifâdesine gelince, Mu'tezile: "Burada
ebedi kalış, ardı arası kesilmeyen devamlı kalmayı ve durmayı ifade eder"
demiş ve buna, ayet ve şiirden deliller getirmiştir. Onların âyetten delili.'
"Biz senden önce
hiçkimseye ebedilik vermedik.Eğer sen ölürsen, onlar ebedi kalacaklar mı
ki?"(Enbiya, 34) kavlidir. Cenâb-ı Hak bir kısım insanlara çok uzun ömür
vermiş olmakla beraber, bu ayette (Enbiya, 34) insanlardan ebediliği
nefyetmiştir. Menfi, müsbetten başkadır. O halde, ebedilik, devamlı kalmak anlamındadır.
Mu'tezüe'nin şiirden delili ise, İmriu'l-Kays'ın şu beytidir:
"Korku içerisinde
evlenmeyen, kederi az, ebedi bahtiyar olan kimseden başka, kimse o kadınlara
lütufta bulunmaz."[13]
Bizim alimlerimiz ise,
"Huld (ebedilik), ister devamlı olsun ister olmasın, uzun süre durma
manasınadır " dediler ve buna ayetten ve örften şahid getirdiler. Âyetten
delilleri "Orada ebedi kalıcı olarak"{Nisa, 122) ayetidir. Eğer
"Ebedi" sözünün manası, " kelimesinin manasında bulunsaydı, âyette
geçen sözü tekrar olurdu.
Alimlerimizin örften
getirdikleri delil ise, (falanca, falancayı uzun müddet (muhalleden) habsetti)
denilmesidir. Bir de, vakıf senedlehne (Bunu, falanca muhalled (devamlı) olarak
vakfetti) şeklinde yazılmış olmasıdır. İşte bu, huld lafzının, mükafaatın devamlılığına
delalet edip etmediği meselesindeki sözdür. Başkaları da şöyle demişlerdir:
"Akıl, cennetteki mükafaatın devamlı olacağını gösterir. Çünkü, akıl bunun
devamlı olduğunu göstermeseydi, insanlar onun kesilebileceğini
söylerlerdi. Böylece
de mükafaatın kesilmesi korkusu, bu nimeti onların boğazında bırakırdı. Çünkü
nimet ne kadar büyük olursa, o nimetin sona ereceği korkusu, o nisbette büyük
olur. Bu da, cennetliklerin devamlı keder ve üzüntü içinde olmalarını
gerektirirdi. Allah Teala en iyi bilendir.
"Gerdekten, bir
sivrisinek olsun, (önemsizlikte) ondan daha ileri birşey olsun, Allah Teala,
herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun
Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu
misal ile ne kasdedtlebilir ki" derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır,
yine onunla birçoğuna hidayet eder. Onunla fasıklardan başkasını da şaşırtmaz.
O fasıklor, Allah'a olan ahidlerinl onu te'kid de ettîkden sonra-bozarlar,
Allah'ın birleştirilmesini emrettiği (sıh-l rahmi) keseder ve yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar. İşte onlar hüsrana (maddi ve manevi en büyük zarara)
uğrayanların taa kendileridir "(Bakara, 26-27).
[14]
Cenâb-ı Hak delil ile
Kur'an'ın mu'cize olduğunu izah edince, buna ta'n eden kâfirlerin ileri sürdüğü
şüpheyi bu ayette mevzu bahs ederek, onun cevabını verdi. Şüphe şudur:
"Cenâb-ı Hak, Kur'an'da arıdan, sinekten, örümcekten ve karıncadan
bahsetmiştir. Böyle şeyler fasih kimselerin sözünde bulunmaz. O halde Kur'an'ın
böyle şeyleri ihtiva etmesi, mucize olması şöyle dursun, fasih bir kelam
olmasına bile zarar verir." Cenab-ı Allah onlara, "Bu gibi şeyleri
zikretmek, yüce hikmetler ihtiva edince, bunların yer almaları, Kur'an'ın
fesahatine zarar vermez " diyerek cevab vermiştir. İşte bu da, bu ayetin,
bir önceki ayet ile nasıl ilgili olduğuna işarettir. Sonra bu ayette birkaç
mesele vardır:
[15]
İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: "Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin...
"{Hacc, 73)ayeti nazil olup müşriklerin putlarına ta'n ederek, sonra
onlara ibadet etmeyi, örümcek ağına benzetince, yahudiler şöyle dediler:
"Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki Cenab-ı Hak, onları misal
getirmiştir."? İşte bu söz üzerine, Bakara süresindeki bu (26-27) ayetler
nazil olmuştur. Bu ayetin sebebi nüzûlu hususunda ikinci bir görüş şudur:
Münafıklar, Allah Teâla'nin ayetinde, kendi durumlarının ateşe, karanlıklara,
gökgürültüsü ve şimşeğe, benzetilmesi hususunda ta'nda bulununca, bu ayet
nazil olmuştur."
Üçüncü görüş, bu
ta'nın müşriklerce yapılmış Olduğudur.
Kaffal, bu görüşlerin
hepsinin de muhtemel olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Bunlann yahudiler
olmasına gelince, bunun sebebi, ayetin sonunda,
denilmiş olmasıdır ki,
bu yahudilerin sıfatıdır. Çünkü bu ayetten sonra, ahde vefa etmeleri hususunda
muhatab tutulanlar İsraitoğullarıdır. Ayetin sebebi nüzulünün münafıklann ve
kâfirlerin sözlerinin olmasına gelince, bu, onlardan Müddessir sûresinde:
'(Bunu biz)
kalblerinde hastalık bulunan ve kâfirler de, "Allah bununla misal olarak
neyi murad etmiştir" desinler (diye yaptık). İşte Allah dilediğini böylece
şaşırtır, dilediğine de hidayet eder "(Mûddesstr, 31) ayetiyle bahsedilen
husustur. Kalblerinde hastalık bulunanlar münafıklardır. Ayette geçen
"kâfirler" sözü müşrikleri de içine alabilir. ÇünküjMüddessirısûresi
mekkîdir. Her iki gurub da Mekke'de vardı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu
ayette hepsinin muhtemel olması söz konusudur. Çünkü kâfirler, münafıklar ve
yahudiler Hz.Peygamber (s.a.s.)'e eziyet etme hususunda uyum içinde idiler.
Bakara sûresinin
başından buraya kadar, yahudi, münafık ve müşriklerin bahsi geçmiştir ki
bunların hepsi kâfirdirler."
Bundan sonra Kaffal,
"Ayetin, sebeb-i nuzül olmadan indirilmiş olması da caizdir. Çünkü ayetin
sebeb-i nüzulü olmadan da manası anlaşılmaktadır." demiştir.
[16]
"Haya",
kınanma ve tenkid edilme korkusu ile insanda meydana gelen bir moral bozukluğu
ve
hal değişikliğidir. Bu
kelime, fe lafzından türemiştir. denildiği gibi (Adam utandı) da denilir. Bir
de aynı şekilde, atın diz kapağı kemikleri hastalandığı zaman, aynı vezinde,
denilir. Haya, kendisine moral bozukluğu ve değişiklik arız olan varlığın kuvvetini
kıran, hayatını kederlendiren şey manasına alınmışın Nitekim Araplar,
"Şundan utandığından dolayı kahroldu," "utancından öldü;"
"yüzünde utancının şiddetinden dolayı kahrolma belirtisi gördüm" ve
"utancından eridi " demişlerdir.
Bunun böyle olduğu sabit
olunca, haya, bedendeki bir değişikliği ifade ettiği için, bu Allah hakkında
imkansızdır. Çünkü bu değişiklik ancak cisimler hakkında düşünülebilir. Bununla
beraber hadislerde, bu kelime yeralmıştır: Selman (r.a.), Hz.Peygamber
(s.a.s.)'ın şöyle dediğ'ıi rivayet eder:
"Cenabı Allah
hayalı, cömerttir; kulu kendisine ellerini kaldırdığında, onlara bir hayır
koymadıkça, onları boş geri çevirmekten haya eder."[17]
Durum böyle olunca,
te'vil yapmak gerekir. Bunda iki husus vardır.
Birincisi:-Ki
bu tür şeylerde bu bir kanundur,- şudur: Cisimlere has olan sıfatlardan kullar
için olanlarla Cenab-ı Hak nitelendirildiğinde bu, arazların başlangıçlarına
değil de, neticeleri itibari ile düşünülür.
Bunun misali şudur:
Haya insan için söz konusu olan bir durumdur: ancak bunun bir başlangıcı ve
sonu vardır. Bunun başlangıcı, çirkin olan şeye nisbet edilme korkusundan ötürü
insana gelen fiziksel değişikliktir. Nihayeti ise, insanın bu işten
vazgeçmesidir.
Allah hakkında haya
lâfzı kullanılınca, bundan
maksad hayanın başlangıcı ve
mukaddimesi olan korku değildir. Tam aksine, nihayeti ve sonucu olan fiili
bırakmadır.
Gazab da böyledir;
bunun da bir alameti ve mukaddimesi vardır ki, bu kalbin kanının kabarması ve
intikam alma arzusudur. Bunun bir de neticesi vardır ki, bu da kendisine gazab
edileni cezalandırmaktır.
Allah'ı gazab ile
nitelendirdiğimizde bundan maksat, intikam arzusu ve kalbdeki kanın kabarması
manasına olan gazabın başlangıcı değildir; tam aksine, maksat onun neticesidir
ki,bu da ceza vermektir. İşte bu, bu mevzuda külli bir kaidedir.
İkincisi: Bu
sözün kâfirlerin sözleri içinde yer almış olmasının caiz olmasıdır. Kâfirler
şöyle demişlerdi: Hz.Muhammed'in Rabbi, sineği ve örümceği misal getirmekten
utanmaz mı? Sual cevaba denk düşsün diye, âyette şeklinde gelmiştir. Bu, söz
sanatında güzel bir sanattır.
Sonra Kadî
"Bu tür, müsbet manada Allah'a isnadı caiz olmayan şeylerin, menfi anlamda
da Allah'a nisbet edilmemesi gerekir.Uygun olan "Ancak Allah bununla
nitelendirilemez" denilmekten ibarettir.Allah Taala hakkında yani,
"utanmaz" tabirini ıtlak etmek imkansızdır. Çünkü bu onun hakkında
caiz olanın nefyedildiği zannını uyandırır. Cenab-ı Hakkın, kitabında "Onu
ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutmaz "(Bakara. 255) ve
"Ne doğurmuş, ne
de doğmuştur "(İhlas, 3) şeklinde zikrettiği hususlara gelince, bunlar
sureta nefy şeklinde olsalar bile, gerçekte nefy değildirler.
Yine Cenâb-ı Hakkın:
"Allah bir çocuk
edinmemiştir"{Mumnûn.91) ve:
"O doyurur,
kendisi doyurulmaz. "(Enam, 14) ayetleri de böyledir.
Kur'an'da zikredilen
herşeyin, hitab halinde Allah'a itlak edilmesi caiz değildir. Bu sebeble, bunun
ıtlakı da, ancak onun hakkında imkansız olduğunu beyan etmek suretiyle caiz
olur.
Birisi şöyle
diyebilir: "Bu sıfatların Allah'dan nefyedildiğinde şüphe yoktur. Bu
sebeple bunların netyedildiğini haber vermek doğru olur. Böylece de sadece
ancak şöyle denilebilir: "O sıfatların yokluğunu haber vermek, onların
Allah hakkında mümkün olabileceğini de gösterebiliriz."
Buna karşı biz deriz
ki: Bu delalet mümkin değildir. Çünkü, özellikle bu nefyi zikretmek, onun
haricindekilerin var olduğuna delalet etmez. Hatta, lafza, bu sıfatların o şey
hakkında uygun olmadığını ifade eden birşey bitiştirilse, beyan etmede daha
ileri bir derece olduğu için bu daha güzel olur. Başkasının daha güzel olması,
bunun çirkin olmasını gerektirmez.
[18]
Meseller aklen güzel
şeylerdendir. Buna birkaç husus delalet eden:
1) Arap ve
Arap olmayanların bu hususta ittifak etmiş olmalarıdır. Darb-ı mesel, Araplarca
çok meşhurdur Onlar en küçü şeyleri bile darb-ı mesel getirerek, zerreye temsil
etme hususunda, "zerredeı daha derli toplu, "zerreden daha
mazbut", zerreden daha gizli"; sıneği temsil etme hususunda,
"sinekten daha cesur, "sinekten daha hatalı' "sinekten daha
hareketli", "sineğin sineğe
benzerpesinden daha v benzer", "sinekten daha ısrarlı "; keneye
temsil etme hususunda:"Kenedfc., daha çok duyan", "keneden daha
küçük, "keneden daha asalak", "keneden daha gamlı",
"keneden daha sinsi "; çekirgeye temsil etme hususunr
"Çekirgeden daha iyi
zıplayan; çekirgeden daha kırıp geçiren(ekini); çekirgeden daha ifsadcı,
çekirgenin tükrüğünden daha berrak"; kelebeğe temsil etme hususunda,
"Kelebekten daha zayıf", "kelebekten daha hareketli",
"kelebekten daha cahil", sivrisineğe temsil etme hususunda da,
"sivrisinekten daha zayıf", "sivrisineğin iliğinden daha
kıymetli', teklif-i mâla yutak hususunda da "Bana, sivrisineğin iliğini
(çıkarmamı) teklife '." derler.
Araplardan başka
milletlerin darb-ı mesellerine gelince, Kelile ve Dimne ve benzeri kitaplar
buna misaldir. Bu kitapların birinde anlatıldığına göre, sivrisinek, yüksek bir
hurma ağacının tepesine konmuş, uçmak istediği zaman "Ey hurma ağacı sıkı
dur uçmak istiyorum " deyince, hurma ağacı Allah'a yemin olsun ki
konduğunu hissetmedim. Uçtuğunu nasıl hissedeyim " demiş.
2) İsâ
(a.s.)'ya gönderilen İncil'de küçük ve basit şeylerle darb-ı mesel getirilmiş
olması... İncil'de şöyle deniliyor:"Göklerin melekûtunun misali, köyünde
temiz tohumla buğday eken adamın misali gibidir. İnsanlar uyuyunca, bu adamın
düşmanı gelerek tarlasına buğdayın arasına karaca îotıumu ekti. Ekin bitip
filizler başak verince, karaca buğdaya galib geldi. Bunun üzerine çiftçinin
köleleri gelerek: Ey Efendim, tarlana yeni temiz buğday ekmemiş miydin?"
deyince. Efendi "Evet" dedi. Bunun üzerine köleler: "Ya bu
karaca neredençıktı?"dediler. Efendi, "Belki de siz karacayı
sökeceğiz diye, onunla beraber buğdayı da sökersiniz, onun için bırakın ikisi
de hasad zamanına kadar büyüsünler " dedi. Hasad zamanı hasadcılara,
karaca bitkisini buğdaydan ayırmalarını, demet demet yapıp ateşte yakmalarını,
buğdayı da ambara doldurmalarını emretti. Size bunu açıkJayalım: Bu iyi kalite
buğdayı eken adam o insanların atası Hz.Adem{a.s.), tarlası alem, bu kaliteli buğday
da, Allah'a itaat eden melekûtun biz oğullarıyız. Karaca tohumunu atan düşman
ise iblistir. Karaca ise İblis'in ve ordusunun ektiği günah tohumlarıdır.
Hasadcılar ise ecelleri gelinceye kadar insanları bırakıp, ecelleri geldiğinde
cennetlikleri Allah'ın melekûtunda, cehennemlikleri de ateşte toplayan
meleklerdir. Karacanın derlenip toplanıp ateşte yakılması gibi, Allah'ın
peygamberleri ve melekleri de, Allah'ın melekûtundan tembelleri ve onların
günahlarını derler toplarlar ve cehennemin külhanına atarlar. Böylece orada bir
feryad-ü figan, bir diş gıcırtısı başlar. Cennetlikler orada, Rablerinin
melekûtundadır. Dinleyecek kuiağı olan dinlesin.
Sana göğün melekutuna
benzeyen başka bir misal daha vereyim: Bir adam, en küçük tane olan hardal
tanesi alsa ve onu tarlasına ekse,bitince büyüse, baklagillerden büyük bir
bitki haline gelse; gökten bir kuş süzülüp, onun yapraklan arasına yuva yapsa.
İşte hidayet de böyledir. Kim hidayete çağırırsa Cenab-ı Allah onun ecrini kat
kat verir, ismini yüceltir ve ona uyan herkesi de kurtarır. Bu adam şöyle der:
"Güzel unun elenip altına döküldüğü ve içinde kepeği tutan elek gibi
olmayın. Siz de böylesiniz: Ağızlarınızdan hikmetler saçılıyor, içinizde
birtakım hastalıkları tutuyorsunuz. Kalbleriniz ateşin olgunlaştıramadığı,suyun
yumuşatamadığı, rüzgarın yerinden oynatamadığt taşlar gibi olmasın.
Buğdaylarınızı bitlerin ve ağaç kurtlarının olduğu yere depolamayın, yoksa
onlar buğdayınızı bozarlar. Onları, zehirli ve hırsızların olduğu yere de
depolamayın. Yoksa onu zehir yakar, hırsızlar çalar. Fakat zahirelerinizi
Allah'ın yanında biriktiriniz. Biz toprağı kazıyor ve üzerinde elbisesi,
yanıbaşında rızkı otan bazı canlılar buluyoru'. Bunlar ne ekmişler ne de
biçmişlerdir. Yine onlardan kaskatı taşın içerisinde veya ağacın içinde
bulunanlar vardır. Onları bu elbiseleri ve rtzıkları ile orada bulunduran
(yaratan) ancak AHah'dır. Düşünmez misiniz! Arıları kovalamayın, yoksa sizi
sokarlar, Akılsızlarla yüz göz olmayın, çünkü onlar size söverler."
Böylece Cenab-ı
Hakk'ın bu küçük şeyleri mesel getirdiği ortaya çıkar. Darb-ı mesel aklen
güzeldir. Çünkü benzetmek ve teşbih yapmak muhayyilenin tabiatındandır. Mana
tek başına zikredildiğinde akıl onu ancak muhayyilenin akılla mücadelesi
şartları içinde anlar. Eğer mana bir teşbih (benzetme) ile zikredilirse, akıl
onu muhayyilenin yardımı ile hemen anlar. Şüphe yok ki mananın bir teşbih ile
zikredilmesi daha mükemmeldir. Yine biz, insanın bir mana zikrettiğini, fakat o
mananın layıkı veçhile ortaya çıkmadığını görüyoruz. Ama o bir misal ile
zikredildiğinde gayet açık ve belirli olur. (Madem ki temsil daha fazla bir
vuzuh ve beyan imkânı verir. Öyleyse kendisinden izah ve beyandan başka bir şey
beklenmeyen Kitabullah'ta zikredilmesi şart olur.)
Müşriklerin "Bu
değersiz şeylerle Allah'ın darb-ı mesel getirmesi yakışık almaz" sözlerine
gelince, biz deriz ki: "Bu cehalet eseri söylenmiş bir sözdür." Çünkü
Cenab-ı Allah büyük otan şeyleri de küçük olan şeyleri de yaratandır. Halbuki
yarattığı herşeyde hükmü geneldir. Çünkü O, herşeyi sapasağlam ve yerli yerinde
yapmıştır.Küçük olan O'na büyükten daha hafif, büyük olan ise küçükten daha zor
değildir. Bütün varlıklar Cenab-ı Allah yanında aynı oiunca, kullarına darb-ı
mesel yapmada, onların büyüğü küçüğünden daha evlâ olmaz. Aksine göz önünde bulundurulması
gereken şey, kıssaya (hâdiseye) en uygun olanıdır. Kıssaya en uygun olan sinek
ve örümcek olunca, Cenab-ı Allah onları mesel getirir yoksa fil ve deveyi
değil. Buna göre Allah'ın, kullarının putlara ibadetinin ve Rahman'a ibadetten
yüz çevirmelerinin çirkinliğini ifade etmeyi murad ettiğinde, o ufacık
böceklerinin zararını dahi bu putların defedemiyeceğini ortaya koymak için,
sineği; puta ibadetin,örümceğin ağından daha güçsüz ve daha zayıf olduğunu
beyan etmek için de örümcek yuvasını mesel getirmesi uygun olmuştur. Bütün bu
gibi yerlerde, darb-ı mesel yapılan varlık ne kadar güçsüz olursa, darb-ı mesel
o nisbette güçlü ve açık olur.
[19]
Esâm daki u nın tıpkı
"Allahdan bir rahmet üzere"(Ai-ilmran,159)âyetindeki, sıla ve zaide
deki, sıla ve zaide olduğunu söylemiştir. Ebu Müslim ise, "kur'an'da
ziyade ve lağvin (boş, manasız sözün) bulunmasından Allah'a sığınırım"
demiştir. Doğru olan Ebu Müslim'in sözüdür. Çünkü Cenab-ı Allah, Kur'an'ı
"Bir hidayet ve beyan" olarak nitelemiştir. Onda lağvin olması, bu
sıfata aykırıdır.
kelimesinin iki
kıraati vardır:
1) Mansub
olarak (fethalı) okunması... Bu kıraata göre: u lafzında iki vecih vardır:
a) nın mebni
olmasıdır. Bu, kendisine nekire bir isim eklendiğinde, nekire isim onu müphem
kılar ve ona hususi olmaktan uzak ve daha umumi
olan bir mana kazandırır. Bunun izahı şudur: Adam, arkadaşına "Bana
bir kitap ver, ona bakayım" dediğinde arkadaşı ona bazı kitaplar verse,
adam Ben başka kitap istemiştim" diyebilir. Ama arkadaşına "Bana
herhangi bir kitab ver" demiş olsaydı, ona "Ben başka kitap
istemiştim"
oemesi doğru olmazdı.
Çünkü sözün takdiri "Bana hangi kitab olursa olsun
bir kitab ver"
demektir.
b) u nın,
sıfat yerine geçen cins ismi ile izah edilen bir nekire olmasıdır.
2) teyu
şeklinde merfu okunması. Bunda da u için iki vecih vardır:
a) Sılası
cümle olan bir mevsul olması. Çünkü ayetin takdiri demektir. Buna göre, mübteda {En'am, 154)
ayetinde hazfedildiği gibi, burada da mahzuftur.
b) nın bir
istifham (soru edatı) olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, "Allah misal
getirmekten utanmaz" deyince, sanki bundan sonra da mesel getirme
hususunda sivrisinek ve ondan üstün olana ne hacet? Allah dilerse ondan da
küçük olanı mesel irâd edebilir. Nitekim; "Falanca ne verdiğine hiç
bakmaz; bir dinar, iki dinar ne oluyor ki?" denir. Bundan maksat "O
bundan da çoğunu hibe der" demektir.
[20]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Darb-ı mesel"
ifadesinin dayanağı "darbu'l-lebin" (Kerpicin kalıba dökülmesi) ve
"darbu'l-hâtem" (Yüzüğün kalıba dökülmesi) ifadesidir."
[21]
lafzılafzının atf''
beyanı veya fiilinin mef'ûlü olarak
mansubtur. kelimesi ise, nekre kelimesinin mukaddem {önce gelen) halidir.
Yahut da manasına fiilinin,
iki mefulünden ikincisidir. Bu, ismi mevsul veya müphemlik ifade eden olduğu
zaman böyledir. Eğer, kelimesinin açıklayıcısı durumunda olursa, bu durumda
tefsir ettiği şeye tabi olur. Hem müfessir (açıklayıcı) hem müfesser
(açıklanan)in tamamı ya atf-ı beyandır veya meful makamındadır. Bu durumda
kelimesi, tekaddüm eden bir haldir. Kelimenin şeklinde merfu okunması, mahzûf
mübtedanın haberi sayılması sebebiyledir. lafzının mevsul ve mevsuf veya
istifham olması durumunda mesele açıktır. nın ibhâmiyye (müphemlik ifade eden)
olması durumunda in merfu okunması, cevab olduğu içindir. Sanki biri "O
nedir?" demiş de, cevaben yani 'O
sivrisinektir' denilmiştir.
[22]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Jeyû kelimesinin iştikak ettiği kök, kısım ve parça mânasına gelen
lâfzıdır. ve kelimeleri de böyledir.
Nitekim "
Sivrisinek onu ısırdı" denilir, lâfzı da bu mânadandır. Çünkü, o şeyin bir
parçasıdır, aslında kelimesi gibi "feûl" vezninde bir sıfattır. Ne
var ki, daha çok isim olarak kutlanılmıştır. Âlimlerden bir kısmı, lâfzının bir
şeyin kısmı mânasına gelen terkibinden geldiğini söylemiştir. Sivrisinek
cisminin ve kütlesinin ufak ve küçük olmasından dolayı, olarak
isimlendirilmiştir. Bir de Dir şeyin parçası, bütüne kıyasla az olduğu için, bu
adı almıştır. En kuvvetli görüş ise, birinci görüştür. Sahib-i KeŞşâf, devamla
şöyle demiştir: Sivrisinek, Allah'ın ilginç yaratıklarından birisidir, çünkü
kendisi son derece küçük olmakla beraber hortumu da küçüktür; aynı zamanda onun
içi de boştur. Ancak ne var ki, o çok küçük hortumuna ve içinin boş olmasına
rağmen, kimsenin parmaklarını hurma tatlısına daldırması gibi, çok kalın
olmasına rağmen filin ve camısın derisine batırabilir. Bunun sebebiyse, Cenab-ı
Hakk'ın, onun hortumunun ucunda bir tür zehir yaratmış olmasıdır.
[23]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesinde iki vecih bulunmaktadır.
a) Bu
ifadeden maksadın, sinek, örümcek, eşek ve köpek gibi cüsse bakımından
sivrisinekten daha büyük hayvanlar nmasıdır. Çünkü müşrikler Cenab-ı Allah'ın
böylesi şeylerle bir temsilde unmasını yadırgamışIardır.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, bu ifadeyle cüsse bamıkından sivrisinekten daha küçük olan canlıları
murad etmiş olmasıdır. Muhakkak alimler, birkaç sebepten ötürü, bu görüşe
meyletmişlerdir:
1) Bu
temsilden maksat, putları tahkir etmektir. Kendisine benzetilen şey. ne kadar
önemsiz ve değersiz olursa, bu babda elde edilecek maksad z nısbette mükemmel
olur.
2) Bu
temsilden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın basit ve önemsiz şeyleri mesel olarak
getirmekten imtina etmemiş olmasıdır. Bu gibi yerlerde, ikinci defa zkredilen
şeyin birincisinden daha önemsiz olması gerekir. Meselâ,
"Falanca, bir
dinar ve ondan
daha azınt elde etme
hususunda zillete katlanır" denilir. Çünkü bir dinardan daha azını kazanma
hususunda zillete katlanmak, dinarı kazanmadaki zillete katlanmasından daha
şiddetlidir.
3) Bir şey
ne kadar küçük olursa, onun sırlarına muttali olmak o nisbette güçleşir. Buna
göre, o şey, ancak Allah'ın ilminin kuşatabileceği derecede küçük olduğunda,
onunla mesel getirmek, hikmetin mükemmelliğine delalet etme bakımından, büyük
şeyin mesel olarak getirilmesinden daha güçlü olur. nın sivrisinekten daha
büyük canlıları ifade ettiğini söyleyenler, buna iki hususu delil
getirmişlerdir:
1) Jy lâfzı yüksekliğe delâlet eder. Meselâ
denildiğinde bunun mânası, bunun o şeyden daha büyük olması, demektir. Rivayet
olunduğuna göre, adamın biri Hz. Ali'yi methetmişti. Halbuki o adam bu konuda samimi değildi
(müttehdm idi). Bunun üzerine Hz. Ali ona (Ben senin dediğinden daha dûn, fakat
içinden geçirdiğinden daha yüksek bir mertebedeyim) dedi. Maksadı "Senin
düşündüğünden daha üstünüm" demek idi.
2) En küçük
hayvan sivrisinek olduğu halde, ondan daha küçüğü nasıl mesel olarak verilir?
Birinci kısma cevabımız şudur: Herhangi bir sıfatın, kendisindeki sübûtu,
başkasındaki sübûtundan daha kuvvetli durumda olan her şey o sıfat bakımından,
daha zayıftan daha kuvvetli olur. Mesela: "Falanca kişi aşağılıkta ve
pintilikte falancanın fevkindedir" denildiğinde maksad: "Aşağılıkta
ve pintilikte ondan daha aşağıdır" demektir.
Yine "Bu küçüklük
itibarı ile şundan üsttedir " denildiğinde, bu, bunun şundan daha küçük
olmasını ifade eder. İkinciye cevabımız ise şudur: Sivrisinekten daha küçük
olan şey, onun kanadıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) onu dünyaya bir mesel
olarak getirmiştir.[24]
liı kendisinde şart
manası olan bir harftir. Bundan dolayı cevabının başında gelmesi gerekir. Bu
fâ harfi de te'kıd manası taşır. Mesela
(Zeyd gidiyor) dersin. Bunu te'kid etmek, gittiğini kati olarak ifâde
etmek istersen (Zeyde gelince, o muhakkak gidiyor) dersin. Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deri? ki ayette geçen her iki cümlenin tf ile başlatılması,
mü'minlerin durumunu son derece övüp, onların bildiklerinin hak olduğunu
göstermek, kâfirlerin söyledikleri şeye karşılık da kâfirleri son derece
zemmetmek içindir.
[25]
inkârı caiz olmayan ve
varolan birşey dernektir. Birşey var olup, bulunması kesin olunca denilir.
Senin Rabbinin
kelimesi hak olarak
gerçekleşti" ve dokusu sağlam olan elbise için de denilir.
[26]
Âyetteki hakkında
iki vecih bulunmaktadır.
a) nın
mânasında ism-i mevsûl olmasıdır. Buna göre iki ayrı kelime olmuş olur.
b) (j nın u
ile birlikte bir isim olarak kabul edilmesidir ki, bu durumda o, tek bir
kelimedir. Buna göre bu kelime iki durumda bulunmaktadır. Birincisi: Mübtedâ
olmak üzere mahallen merfûdur. Haberi ise, sılasıyla beraber ü dır. İkinciye
göre ise, tek başına u hükmünde kabul edilerek, sanki 4i îijî u demişsin gibi,
mahallen mansûb kabul edilmesidir.
[27]
İrade, akıllı bir
kimsenin nefsinde hissettiği ve iradesi ile ilmi, kudreti, elemi ve lezzeti
arasında açık bir fark bulunmasına vesile olan bir mahiyettir.
Durum böyle olunca,
irâdenin mahiyetini tasavvur tarife muhtaç değildir. Kelamcılar, "İrade,
meydana gelişte değil de, meydana getirme hususunda caiz olan şeyin iki
tarafından (olup olmamasından) birinin diğerine üstünlüğünü gerektiren bir
sıfattır" demişlerdir. Biz tarifte geçen "meydana getirme
hususunda" kaydı ile, bunun kudretle karışmasından kaçınmış olduk.
Alimler, iradenin
Allah'a nisbet edilmesinde müslümanların ittifakı bulunmakla beraber, Allah'ın
"murîd" (irade eden) olup olmadığı hususunda ihtilaf ettiler.
Neccariyye fırkası, murid
lafzının selbî (olumsuz) bir mana ifade ettiğini ve "Allah'ın mağlub
edilemez ve birşeye zorlanamaz" manasına geldiğini söylemişlerdir.
Onlardan,[28]
bunun subuti (olumlu) bir şey olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar da kendi
aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Buna göre Câhtz, Kabî
ve Ebu'l-Hasan el-Basrî bunun manasının, maslahatı veya mefsedeti (fayda ve
zararı) yapmayı da içine alan ilm-ı ilahi olduğunu söylemişler ve bu ilmi de,
"yapmaya götüren" veya "yapmaktan alıkoyan sebeb" (Dâi ve Sârif)
diye isimlendirmişlerdir. Bizim alimlerimiz ile (Mu'tezile'den) Ebu Ali, Ebu
Hâşim ve onlara tabi olanlar, iradenin ilme ilave bir sıfat olduğunu
söylemişlerdir. Sonra bu irade sıfatı, ya zati -ki bu Neccariyye'nin ikinci
görüşüdür- veya manevi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Bunun manası
iradenin ya kadim olmasıdır -ki bu Eş'ariyye'nin görüşüdür- veya muhdes
(sonradan olma) olmasıdır. Muhdes olması halinde bu sıfat ya Allah ile kaimdir
-kiKerrâmiyye'ningörüşü budur- veya başka bir cisimle kaimdir- ki bu görüşte
olan kimse yoktur-, veyahut da o bir mahalde bulunmaksızın mevcuttur. Bu son
görüş ise, (Mutezile'den) Ebu Hâşim, Ebu Ali ve onların talebelerinin
görüşüdür.
[29]
Lafzındaki
"hû" zamiri râcidir,,yahut da
lafzına râcîdir. Müşriklerin "Allah bununla ne kastediyor?"
sözlerinde bir istihza ve hakaret bulunmaktadır. Nitekim Hz.Aişe (r.ah),
Abdullah b.Amr b.el-Âs hakkında' Buİbn Amr'a da şaşardım!" demiştir.
[30]
"O kelimesi,
temyiz olduğu için
mansubtur. Nitekim sen, sana kötü bir cevab veren kimseye sen, "Sen
bununla cevab olarak neyi kastettin?" veya, kötü bir silah taşıyan kimseye
de: "Sen bundan silah olarak nasıl yararlanıyorsun" dersin.
Veyahutta Su kelimesi, hal olduğu için mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın şu
âyetinde de böyledir. "Bu size bir mu'cize olmak üzere Allah'ın
(gönderdiği) bir dişi devedir"(A'raf, 73).
[31]
Cenâb-ı Allah,
"Allah bununla ne kastediyor? "sözü ile, kâfirlerin inkâr ve küçük
görmelerini hikaye ettikten sonra buna, "Onunla çoğu kimseyi saptırır ve
çoğu kimseye onunla hidayet eder" ayeti ile cevab verir.
[32]
Biz, burada, bu
manadaki bütün ayetler hususunda kendisine başvurulan bir asıl mesabesinde
olduğu için, hidayet veldalâlete düşürme meselesi üzerinde konuşmak istiyoruz.
Önce dalalete düşürmeden (idlâl'den) bahsediyor ve diyoruz ki: Hemze bazan,
müteaddi olmayan bir fiili, müteaddi yapmak için gelir. Meselâ (çıktı) fiili
müteaddî değildir. (çıkardı) dediğinde o fiili müteaddi (meful alan) bir fiil
yapmış olursun. Bazan da hemze müteaddi fiili, lazım (meful almayan) bir fiil
yapmak için kullanılır. Nitekim, "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da
düşdü" dersin. Bazan da hemze sırf "bulmak" (vicdan) manasını
ifade etmek için fiilin önüne gelir. Amr b.Ma'dîkerib'in Süleymoğullarma şöyle
dediği nakledilmiştir: Yani, "Sizinle savaştık fakat sizde korku görmedik
(bulmadık), sizi hicvettik fakat susturamadık ve sizden istedik, sizde cimrilik
görmedik (bulmadık)." Yine bunun gibi, "Falancanın toprağına geldim
ve onu çok ma'mur buldum" denilir. Nitekim el-Muhabbal şöyle demiştir:
"Husayn, Kuza'a
kabilesine efendi olmak istedi, fakat bir anda kendisini zelil ve perişan olmuş
buldu."
Bir kimse "Hemze
ancak müteaddi olmayan fiili müteaddi yapmak için kullanılır" denilmesi
niçin caiz olmasın?" diyebilir. Buna göre Arabların sözüne gelince, bundan
muhtemelen kastedilen şudur: "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da kendisini
yüzüstü yere attı!" Öyleyse burada fiil iki mefulu de hazfedilmiş olduğu
halde zikredilmiştir ki bu pek nadir bir kullanış şekli değildir. Amr
b.Ma'dıkerib'in sözüne gelince Dundan murad, "Bizim savaşmamızın, sizin
korkaklar olmanızda bir etkisi olmadı." Ve "Bizim sizi kınamamız,
sizi susturmada hiç müessir olmadı" manasıdır. Diğer ifadeler de bu
manadadır. Bizim söylediğimiz bu görüş, hemzenin birden fazla manaya gelmesini
önlemek bakımından, daha uygundur.
Bu sabit olunca deriz
ki: (Allah onu idlal etti, saptırdı) sözümüzü iki manaya hamledebiliriz.
Birincisi, "Allah onu sapık yaptı"; ikincisi, "Allah onu
sapıtmış olarak buldu". "Allah onu sapık yaptı" manasındaki
birinci takdire gelince, ayetin lafzında, Allah Teala'nın onu bulunduğu halden
saptırıp sapık yaptığını gösteren bir karine yoktur.
Ayetin bu manaya hamledilmesinde
iki vecih vardır: .
1) Allah onu
dinden saptırdı.
2) Allah onu
cennetten saptırdı. "Allah'ın onu dinden saptırması" manasına olan
birinci şıkka gelince, lügatte, dinden saptırmanın ifade ettiği mana "Dini
terketmeye çağırma ve dini o kimseye çirkin göstermek"tir. Allah Teâlâ'nın
iblise nisbet ettiği idlâl (saptırma), bu manaya olan saptırmadır.
Cenab-ı Hak bu
hususta şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphestz O (iblis), apaçık, saptıran bir
düşmandır" (Kasas. 15); "Andolsun ki (ben iblis), onları saptıracağım
ve onları olmayacak kuruntulara boğacağım"'(Nisa, n9)
"O kâfirler:
"Ey Habbimiz, cin ve İnsanlardan bizi saptıranları göster bize de onları
ayaklarımızın altına alalım " derler"{Fussiiet. 29)
"Şeytan onlara
kötü amellerini güzel gösterdi de onları yoldan saptirdı "(Neml, 24) .
' İş olup bitince
şeytan der ki: Şüphesiz Allah size hak vaadde bulundu. Ben de size vaa'dde
bulundum, ancak vaa'dimde durmadım. Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm
(nüfuzum) yokhı. Ancak ben sizi çağırdım, siz de davetime icabet
ettiniz. Öyleyse beni
kınamayınız kendinizi kınayiniz"(İbrahim.
22).
Cenâb-ı Hak, bu tür
saptırmayı Firavn'a da nisbet etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Firavun kavmini
saptırdı, onları hidayete ulaşnrmadı"(Taha, 79). Ümmet, bu manada
saptırmanın Allah Teala hakkında caiz olmadığı hususunda icma etmiştir. Çünkü
Allah Teala, ne küfre davet etmiş, ne de küfrü hoş göstermiştir. Aksine O,
küfürden nehyetmiş, men etmiş veküfrekarşı büyük bir ceza tehdidinde
bulunmuştur.
İdlâl (saptırma)'in
lügavi, asli manası bu olunca ve bu mana da icma ile Allah hakkında caiz
olmayınca, bu kelimeyi zahiri manası ile anlamanın caiz olamayacağı hususunda
bir icma'ın meydana geldiği sabit olur. O zaman cebr ve kader akidelerinden
yana olanlar, bu kelimeyi te'vile ihtiyaç duymuştadır
Cebre inananlara
gelince, onlar bu lafzı, "Allah Teala'nın insanlarda sapıklık ve küfrü
yarattığına, onları imandan alıkoyduğuna ve böylece onlar ile iman arasına
girmiş olduğu" anlamına almışlardır. Onlar, çoğu keı "Esasında bu
lafzın dildeki hakiki manası budur. Çünkü nasıl ki ihraç ve idhâl, bir şeyi
girdirmek ve çıkartmak manasına ise, idlâl de bir şeyi saptırmaktan
ibarettir" demişlerdir. Mutezile, bu te'vilin, ne kelimenin lügattaki
hakiki manası itibari ile, ne de akli deliller itibarı ile caiz olmadığını
söylemiştir.
Kelimenin lügattaki
hakiki manası itibarıyla caiz olmamasına gelince, bunu birkaç yönden
açıklayabiliriz:
1) Lügat
itibarı ile, başkasını bir yola girmekten zorla ve cebren men eden kimseye
"O onu idlâl etti" denilemez; aksine "O, onu o yoldan menetti ve
ondan geri çevirdi" denilir. Araplar, bir kimse, başkasına durumu karışık
gösterip, onda yolu bulmasını zorlaştıracak şüpheler uyandırdığı, o kişi de
yolunu bulamadığı zaman ancak "O onu yoldan idlâl etti (saptırdı)"
derler. .
2) Allah
Teâla, Firavun ve iblis, kendilerine icabet edenlerin kalblerinde, ümmetin
ittifakı ile, sapıklığı yaratmamış olmakla beraber, onları saptırmış (mudil)
kimseler olarak vasfetmiştir. Cebriyye'nin görüşüne gelince, bunun sebebi,
onlarca, kulların birşey meydana getirmeye kadir olamamalarıdır. Kaderiye'nin
görüşünün sebebi ise, kulun bu tür bir yaratmaya kadir olamamasıdır.
Bi'l-itifak yaratıcılığı kuldan nefyetmekle beraber, "mudil"
(saptıran) ismi hakikaten bulununca anlıyoruz ki "mudil", lügatte
sapıklığı yaratanı ifade etmek için konulmamıştır.
3) İdlâl,
hidayetin karşılığı (zıddı)dır. "Ona hidayet yollarını gösterdim, ama o
hidayete ermedi" denilebildiği gibi, aynı şekilde, "Onu saptırmaya
çalıştım ama o sapmadı" da denilebilir. Bu böyle olunca saptırmak (idlâl)
kelimesini, "sapıklığı yaratmak" manasına hamletmek imkansız olur.
Bu te'vilin akli
deliller itibarıyla caiz olmamasına gelince, bu da birkaç yöndendir:
1) Eğer
Cenâb-ı Allah kulda dalaleti yaratsa sonra onu iman etmekle mükellef tutsa,
şüphesiz ona iki zıd şeyi bir araya getirmeyi emretmiş olurdu. Bu da sefeh
(akılsızlık) ve zulümdür. Halbuki Cenab-ı Hak: "Rabbin kullarına zerrece
zulmetmez "(Fussiiet, 46)
"Allah hiç
kimseyi gücü yetmeyeceği şeyle mükellef (sorumlu) tutmaz "/(Bakara. 286)
ve
"(Allah) din
(İşlerinde) üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi "(Hacc, 78) buyurmustur.
2) Eğer
Allah Teâlâ cehaleti yaratsaydı ve mükellefler için durumu karışık yapsaydı,
kulunu mükellef tuttuğu şeyi açıklamış olmazdı. Halbuki Ümmet-i Muhammed,
Cenâb-ı Hakk'ın açıklayıcı olduğunda ittifak etmişlerdir.
3) Hak Teâla
kullarında dalaleti yaratsa ve onları imandan alıkoysaydı, onlara kitab
indirmesinin ve peygamber göndermesinin bir faydası olmazdı. Çünkü elde
edilmesi mümkün olmayan birşeyi elde etmek için gayret göstermek, boşuna
yorulma ve akılsızlık olurdu.
4) İdlâli, "dalaleti yaratma" manasına
almak, birçok ayet-i kerime ile de tezad teşkil eder: Mesela: "Onlara ne
oluyor ki iman etmiyorlar"(inşikâk, 20),
"Onlara ne oluyor da öğütten yüz
çeviriyorlar "(Müteessir, 49). "İnsanların, kendilerine hidayet
(rehberi) geldiği zaman, iman etmelerine "Allah bir insanı mı peygamber
olarak gönderdi?")demelerinden başka bir şey maniolmadı" (isra,
94) ayetleri .gibi. Böylece
Cenâb-ı Hakk, onların iman etmelerine kesinlikle bir maninin
bulunmadığını açıklamış oldu.Onlarm imandan yüz çevirmelerinin sebebi, Allah'ın
insan peygamberler göndermiş olmasını inkâr etmeleridir. Allah Teâla bu
hususta:
"İnsanlara
hidayet geldiği zaman onların iman etmelerini ve Rablerinden mağfiret
istemelerini...'den başka birşey men etmedi "{Kehf, 55);
"Siz ölüler iken
sizi dirilttiği halde Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz "(Bakara, 28);
(Hak'dan)nasıl döndürülüyorsunuz?"'(Yunus, 32) ve "(Hak'dan nasıl çevriîiyorsunuz"(Mumın, 62)
buyurmuştur. Eğer Cenâb-ı Allah
onları dinden saptırmış ve imandan
çevirmiş olsaydı, bu ayetler batıl olurdu.
5) Allah
Teâlâ, iblisi, askerlerini insanları dinden saptırma, hakdan yüz çevirtme hususunda
onun yolunca gidenleri
kınamış ve kulları
ile peygamberlerine şu ayetleri
ile, şeytandan kendisine
sığınmalarını emretmiştir.
"De ki o
vesvese veren şeytanın şerrinden insanların Rabbi, Meliki ve Ma'budu (olan
Allah'a) sığımrım"(Nas, 14) "De ki: Sabahın Rabbine
sığınınm"(Felak, 1); "De ki: Rabbim, şeytanların dürtüşdürmelerinden
(vesveselerinden) sana sığınırım "(Mü'minûn. 97);
"Kur'an okuduğun
zaman, koğulmuş şeytandan Allah'a sığin"(Nahl ,98)
Şayet Allah, kullarını
şeytanın saptırdığı gibi dinden saptırsaydı, şeytanın hakettiği gibi O da bir kınanmayı
hakeder, şeytandan isti'âzenin (sığınmanın) gerektiği gibi Allah'dan da
sığınmak gerekirdi ve Allah kullarının çoğunu saptırmış olacağı için, O'nu
düşman edinmek gerekirdi. Nitekim aynı sebebten dolayı iblis düşman kabul
edilmiştir. Bu durumda, Allah'ın payı daha çoktur. Çünkü iblisin saptırmasının
(idlâlinin), dalaletin meydana gelmesi hususunda varlığı yokluğu birdir.
Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın idlali böyle değildir. Çünkü Allah dalaletin meydana
gelmesinde bizzat müessirdir. Bu sebeble böyle bir hükümden dolayı da iblisi
bütün kötülüklerden münezzeh kabul edip, kötülüklerin tamamını Allah'a vermek
gerekir ki bu durumda kınama işi, iblis'ten tamamıyla uzaklaşıp Allah'a dönmüş
olurdu. Allah ise zalim kimselerin bu tür görüşlerinden münezzehtir.
6) Cenab-ı
Hakk, dinden saptırmayı kendisinden başkasına nisbet etmiş ve onları bundan
dolayı kınayarak şöyle demiştir:
"Firavun kavmini
saptırdı ve onları hidayete ulaştırmadı " (Taha, 79);
Sâmiri onları
saptırdı''(Taha. 85):
"Eğer
yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, onlar seni Allah yolundan
saptırırlar."(En’am, 115)
"Allah yolundan
saptıranlara, hesabgününü unuttukları için, pek çetin bir azab
vardir"(sad, 26); İblis'ten naklederek;
"Onları mutlaka
saptıracağım, onları kuruntulara boğacağım ve onlara emredeceğim de...
"{Nisa, 119)
İşte bunlar ya
gerçekte dinden başkalarını saptırmışlardır, veyahut Allah onları saptırmıştır.
Veyahut da itılâl (saptırma), müşterek olarak hem Allah, hem de bu ayetlerde
bahsedilenler vasıtasıyla meyd na gelmiştir. Bu durumda, eğer onlar değil de,
Cenab-ı Allah insanları saptırmış ise, Allah onlara iftira etmiş olur. Çünkü
kendi işini, iftira edip onlara yüklemiş ve onları yapmadıkları işten dolayı
ittiham edip kınamıştır. Halbuki Allah böyle yapmaktan münezzehtir. Eğer Allah
bu idlalde onlarla ortak ise, kendisinin ortak olduğu ve onlarla eşit olduğu
bir fiilden dolayı onları nasıl kınayabilir? Bu iki husus yanlış olunca, idlâli
yaratmanın Allah'a nisbet edilmemesinin doğru olduğu anlaşılır.
7) Aşağıda
sayacağımız ayetlere göre, Cenâb-ı
Allah, sapıklıktan bahsettiği birçok ayette, sapıklığı (idlâli) günahkârlara
nisbet etmiştir.
"Onunla ancak
fasık olanları saptırır "(Bakara, 26); "Allah zalim olanları saptırır
"(ibrahim, 27);
"Hiç şüphesiz
Allah kâfirler gurubuna hidayet etmez "(Maide, 67); "Allah, her haddi
aşan şüpheci kimseyi böyle şaşırtır"(Mümin. 34).
"Allah, her
haddi aşan yalancı kimseyi böyle şaşırtır "(Mümin, 28).
Şayet Cenab-ı Allah'a
nisbet edilen idlalden kasıt, o kimselerin üzerinde bulunduğu bu halleri
yaratmak olsaydı,bu zaten bulunanı yeniden meydana getirmek olurdu ki bu
imkansızdır.
8) Allah
Teala, hakka iletmediklerinden dolayı, kâfirlerin taptıkları şeylerin
uluhiyyetini nefyederek şöyle demiştir:
"O halde Hakk'a
hidayet edecek olan mı kendisine uyulmaya layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe
kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?"(Yûnus 35). Böylece Cenâb-ı Hakk,
hakka iletemedikleri için, eşyanın rab olmasını nefyetmiş; Hakk'a ilettiği için
kendisinin rubûbiyyetini isbat etmiştir. Şayet Cenâb-ı Hak Subhanehu, hakdan
saptırmış olsaydı, bu durumda hem saptırmak hem de, kendisinden ötürü putlara
uymayı nehyettiği şey hususunda o putlarla müşterek olmuş olurdu. Hatta, onları
geçerdi bile, çünkü putlar hakkagötüremedikleri gibi, saptıramazlarda; halbuki
Cenâb-ı Hakk, hakka ileten ilah olduğu gibi saptırabilir de...
9) Allah
Teâlâ, onların kötü fiillerine karşılık onları cezalandırmak ve onlara azab
etmek için bu "dalâl" den bahsetmiştir. Eğer maksat, onların İçinde bulundukları
sapıklık, dalâl olsaydı, bu da onların zaten kendisiyle içice oldukları ve
kendisine yöneldikleri, kendisiyle lezzet duyup sevinç hissettikleri bir şey
dolayısı ile azab ve tehdid olurdu.
Şayet böyle birşey
caiz olsaydı, bu durumda zinadan dolayı zina ile, içki içmekten dolayı içki ile
azab Rtmek caiz olurdu ki bu caiz değildir.
10)
Allah'ın:
"(Allah) o
(darb-ı mesel ile) fasıklardân başkasını şaşırtmaz. O fasıklar ki Allah'ın
ahdini onu te'kid de ettikden sonra bozarlar"(Bakara, 26-27) ayeti, Allah'ın
bu fiili ancak, kulun kendi iradesi ile Allah'ın ahdini bozan fasıklardân
olmasından sonra, darb-ı mesel ile bu idlali meydana getirdiğini açıkça
göstermektedir. Böylece, bu, kulun fasık olmasından ve ahdi bozmasından sonra
meydana gelen idlalin, kulun fasıklığından ve ahdi bozmasından başka birşey
olduğunu göstermektedir.
11) Allah
Teâla, kitabında kendisine nisbet edilen idlâli ya ibtila ve imtihan olarak
veya ceza ve ukubet olarak tefsir etmiştir. İbtila olan idlâl hakkında:
"Biz o cehennemin
bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Onların sayılarını da
kâfirler için, başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi) yaptık ki
kendilerine kltab verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de
imanları artsın. (Hulâsa) hem kendilerine kltab verilen (ehl-i kitab), hem müminler şüpheye
düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunan (münafiklar) ile kâfirlerde 'Allah bu
(zebanilerin sayısı) ile misal olarak neyi kastetmiştir?" desinler. İşte Allah
kimi dilerse böylece şaşırtır, kimi de dilerse ona hidayet
ecter"(Müddessir. 31) buyurarak, kulunu idlal etmesinin, kulun hakiki
maksadını bilemediği müteşabih bir ayet veya müteşabih bir iş indirme şeklinde
olduğunu beyan etmiştir. Bu müteşabih ile sapan kimse ise, müteşabihden
kastedilen şeye vakıf olmayan ve ondaki hikmetleri düşünemeyen, aksine batıl
mücmelin izahı pususunda şüphelere sarılıp kalan kimsedir. Nitekim Allahu
Teâlâ:
"Kalblerinde
eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (çıkarmak) ve (arzusunca onu) tevil etmek
için Kur'an'ın müteşabih olan (ayetlerine) tabi olurlar"(Ali imran, 7)
buyurmuştur.
Ukubet ve ceza olarak
idlal etmesi hakkında da Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Boyunlarında
bukağılar, zincirler bulunduğu zaman, onlar (bu vaziyette) sıcak suyun içine
sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar. Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp
da O'na ortak koştuğunuz (putlar) nerede?" denilecek. Onlarda "Bizden
uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz, daha evvel zaten hiçbir şeye
tapmıyorduk" diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırnr"{Mü'min,
71-74). Böylece Cenâb-t Allah idlâlinin bu iki şeklin dışında olmayacağını
açıklamıştır. İdlal bu iki vecihten biri ;le açıklandığında, müşterekliği
gidermek için, başka şeyle açıklanmamalıdır. Buna göre idlâlin, küfrü ve
dalâleti yaratmaya hamledilemiyeceği sabit olmuştur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca deriz ki: Biz, idlâlin, Arapça'da "batıla çağırmak ve ona
karşı teşvik etmek, batılın çirkinliğini gizlemeye gayret etmek" manasına
geldiğini açıklamıştık. Bu mana ise Allah için caiz değildir. Bundan dolayı
te'vile gitmek gerekir.
Cebriyye'nin
te'vilinın batıl olduğunu söylemiştik. Bu sebeble başka te'viller yapmak
gerekir:
1) İnsan,
sapması hususunda herhangi bir tesiri olmayan birşey meydana geldiğinde, kendi
iradesi ile saptığında; o şey hakkında "O, onu saptırdı" denilir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk putlar hakkında:
"Yâ Rabbi, o
putlar, insanlardan çoğunu idlâl ettiler (saptırdılar)''{İbrahim, 36), yani'o
insanlar, putlar sebebiyle saptılar".
"Hele yeğüs,
Ye'ûh ve Nesr (putlarınızdan) vazgeçmeyin (dediler). Hakikaten o putlarbirçok
kimseyi saptırdı"(Nun, 23-24); yani insanlardan çoğu, o putlar sebebiyle
kendileri saptılar.
"Sana Rabbinöen
indirilen (ayetler) andolsun ki onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü arftrdı
"(Maide, 68);
"Tebliğim onların
sadece kaçışlarını artırdı"(Nuh, 6); yani onlar, onları dine davetim
sebebi ile, ancak ondan firarlarını artırdılar.
"Siz onları
eğlence edindiniz. Tâ ki bu bent hatırlamayı size unutturdu"(Müminim,
110)buyurmuştur. O alay ettikleri müslümanlar hakikatte onlara Allah'ı unutulmamışlardı,
fakat aksine onlar, kendilerine Allah'ı hatırlatmış ve onları Allah'a
çağırmışlardı. Ne varki kâfirlerin onlarla alay etmekle meşgul olmaları,
unutmalarına sebeb olduğu için, unutturma işi onlara nisbet edilmiştir. Cenâb-ı
Allah Berâe (Tevbe) sûresinde de:
"Bir sûre
indirildiği zaman içlerinden bazıları, "Bu sûre hanginizin imanını
artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince (bu sûre) daima onların İmanını
artırır ve onlar birbiriyle mtydeieşirler. Fakat (o sûreler) kalblerinde maraz
bulunanların küfürlerine küfür kattı..." çrevte, 124-125) buyurmuş ve
böylece dini hükümleri ihtiva eden bir sûre, onların durumlarını ortaya doyacak
şekilde indiğinde onlardan kimi ayetleri kabul edip ayetlerle imanı artan; kimi
de ayetleri kaDul etmeyip bu sebeble küfrü artan olunca, iman ve küfrü urtırma
sûreye nisbet edilmiştir. Çünkü onlar sûre indiği için iman ettiler veya kâfir
oldular. Aynen bunun gibi hidayet ve idlâl (saptırma) de Allah'a nisbet
edilmiştir. Çünkü bu hidayet ve dalaletin meydana gelmesi, Allah'ın onlara
mesel getirmesi esnasında olmuştur. Yine Hak Teala Müddessir sûresinde;
"O (Zebanilerin)
sayılarını da kâfirler İçin başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi)
yaptık ki ehl-i kitab sağlam bilgi edinsinler ve mü'minlerin de imanları
artsın' '(Müddessir, 31) buyurmuş ve böylece cehennem bekçisi olan meleklerin
sayısını zikretmesinin, inananlar şüphe edenlerden seçilsin diye, kullarını
imtihan için olduğunu bildirmiştir. Sonuç olarak mü'minter ayetleri kabul
etmişler, kâfirler ise kabul etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah Teala, imanın
artmasını ve küfrü imtihan edilen kullara nisbet ederek ve buyurmuştur.Bu
ayetin peşisıra Cenâb-ı Hakk: "Allah bu (misal) ile neyi kasdetmiştir.
İşte Allah böyle dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet eder"
buyurarak, kullara her iki şeyi de nisbet ettikten sonra, burada da onları
saptırma ve hidayet etmeyi kendisine nibet etmiş, böylece idlâlin (saptırmanın)
bu imtihan le açıklandığını beyan etmiştir. Örfte şöyle denilir, "Aşk beni
hasta etti." "Falanca kadın, falan adamın ahlâkını bozdu."
Halbuki o kadın bunun 'arkında değil. Şair de şöyle demiştir: "Beni
kınamaktan vazgeç, çünkü kınamak tahrik etmek demektir.'' Yani kınanan şahts
nama sebebi ile tahrik edilmiş olur. "Kâfirler imtihan unsuru taşıyan ayetler
sebebi ile sapıttılar" manasında idlâlin Allah'a nisbe edilmesi caizdir.
Bu ayette (Bakara, 26)
de, kâfirler, "Misal vermeye ne gerek var, bunun faydası nedir?"
dedikleri ve bu imtihan onlara ağtr geldiği için idlâlin Allah'a nisbeti yerli
yerinde olmuştur.
2) İdlâl
birisini dalaletle isimlendirmektir. Buna göre dendiğinde, "O, onu sapık
diye adlandırdı ve onun sapık olduğuna hükmetti" manası; dendiğinde de
"Falanca falancayı kâfir diye adlandırdı" manası artaşılır. Araplar
Kümeyt'in şu beytini çokça söylerler:
"Bir gurub sizi
sevdiğimden dolayı bana kâfir diyor. Bir diğer gurub da günahkâr ve kötüdür diyor." Tarafa da
şöyle demiştir:
"İçki içmeye
devam ettim, öyleki arkadaşım beni sapıtmış olarak niteledi ve hatta onlardan
bir kısmı da beni kötüledi." Yani şair bu beytte ifadesi ile. "Beni
sapıtmış olarak isimlendirdi" manasını kastetmiştir. İşte bu te'vil
(izah) tarzını, Kutrub
ve çoğu Mû'tezile kabul etmiştir. Dilcilerden bunu kabul etmeyip "Birisini
sapıtmış olarak adlandırdığında, ancak dersin.
Ayı şekilde, bir
kimseyi facir ve fasık olarak nitelendirdiğinde " demişlerdir. Buna şu
şekilde cevab verilir: Her nezaman bir kimseyi sapıtmış kabul edersen, onun
sapıtmış olduğuna hükmetmek gerekir. Bu sebeple bu hüküm, zaten o kabulün
ayrılmaz bir parçasıdır. "Melzûm" un ismini "lazım"a
vermek, meşhur bir mecazdır. Böyle bir kullanış mevcuttur da. Çünkü bir adam
bir başkası için, "falanca sapıktır" dediğinde, ama, "Onu niçin
sapık kabul ettin?" demek caiz olur ki, aunuı manası, "Onu niye bu
şekilde adlandırdın ve onun hakkında böyle kabul ettin?" demektir. İşte bu
izah tarzına göre, ulemâ "idlâl"i; hükmetme
etme isimlendirme anlamına hamletmişlerdir.
3) "İdlâl"in,
serbest bırakma, cebirle ve zorla bir şeyden engellemeyi etmedir. Buna göre,
birisi birisini sapıkliğıyla başbaşa bıraktığında denilir. Yine ulemâ şöyle
demiştir: Bu sözün mecazi olarak kullanıldığı yerlerden birisi de, Arablann,
baba,oğlunun terbiyesini uhdesine almadığı zaman, "Falanca oğlunu bozdu, onu helak etti ve
onu mahvetti" demeleridir. 'Arcîi'nin şu sözü de, bunun gibidir:
"Beni, ben tığ
gibi yiğidi zayi ettiler; istenmeyen bir gün ve bir gediği kapamak için"
yine, kılıcını nemli toprakta bırakan, böylece de kılıcı bozulan ve paslanan
kimseye "Kılıcını bozdun ve onu paslandırdın" derler.
4)
"Dalâl" ve "idlât", Cenâb-ı Hakk'ın :
"Şüphesiz
günahkârlar bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün onlar, yüzleri
üstü ateşte sürüklenirler. Onlara: "Tadın cehennemin dokunuşunu!"
denilir (Kamer, 47-46) ayetinin delaletiyle "azab" ve "azâb
etmek" anlamlarına gelir. Buna göre Allah onları, "kıyamet gününde
bir sapıklık içinde bulunmak"la vasfetmiştir ki, bu onlara azab etmek
temektir. Yine Cenâb-ı Hakk:
"Boyunlarında
laleler ve zincirler bulunduğu zaman ki, onlar kaynar sular içinde sürüklenecekler,
sonra da ateşte tutuşturulacaklar... Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp da
şirk koşageldiğiniz şeyler nerede?" denilecek... Onlar da, "Bizden
uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu, biz bundan önce hiçbir şeye tapmazdık"
diyecekler. İşte Allah, kâfirleri böyle tdlâl eder "(Mümin, 71-74)
buyurmuştur. Bu ayetteki dalâl, azâb ile tefsir edilmiştir.
5)
"İdlâl"in, helak etme ve geçersiz kılma (ibtal) manalarına
hamledilmesidir. Meselâ: "Allah, küfredip de Allah'ın yolundan yüz
çevirenlerin amellerini boşa çıkarmıştır"{Muhammed, gayetinde olduğu
gibi... Yani, amellerini tbtâl edip yok etti. Yine, bu kelimenin mecazî olarak
kullanıldığı yerlerden birisi de Arabların
şöyle demesidir: Su, süte iyice kaynaşıp, karıştığında, Su sütün içinde
kayboldu" denilir. Yine, birisine bir şey yaptığında, onu, helak ederek
âdeta yok ettiğinde, dersin. Ayni şekilde, insanlar ölüyü kabre koyup, onu
artık görülmeyecek bir şekilde gizlediklerinde yani "sahipleri ölülerini
örttüler" denir.
"Çıkan suyu,
gözeyi daha çok genişletelim derken kaybettiler. Hazm Nail de, (böylece) dolaşmaya
terkedildi." Yine Cenâb-ı Hak, şu ayetle kâfirlerin şöyle dediklerini
bildirir:
"Biz toprakta
çürüyüp kaybolduğumuzda mu hakikaten biz mi yeniden "(Secde,ıo),yani biz,
yere defnolunup da, bedenlerimiz iyice bolduğunda mı, yeniden yaratılacağız?..
Bu manaya göre, seznün manası, Allah onu helak eder, yok eder, demek olur. Buna
göre izah tarzına göre "idlâl"i Allah'a nisbet etmek caiz olur.
"İdlâl'M, dinden saptırma manasına hamlettiğimizde, işte bu vecih söz
konusudur.
b) "İdlâl"in,
cennetten saptırma manasına alınmasıdır.
Mu'tezile, hakikatte bu bir te'vil olmayıp, lafzı zahirine hamletmektir.
Çünkü ayet, Cenâb-ı Allah'ın onlan tdlâl ettiğine delalet etmekte, ama ayette
Allah'ın onları
herhangi şeyden idlâl
ettiğine, saptırdığına dair bir delalet bulunmamaktadır. bu sebebten dolayı biz
ayeti, Cenab-ı Allah'ın onları cennet yolundan saptırmış olduğuna
hamlediyoruz" der.. Ve sonra, Kur'an-ı Kerim'de bu
udaki bütün ayetleri
aynı anlama hamlederler ki,bu Cubbâî'nin tercihidir.
Cenâb-ı Hak:
.
"Şeytanın
aleyhinde şu yazılmıştır: Kim onu dost edinirse, şüphesiz şeytan obd saptırır
ve onu ateşli bir azaba gÖtürür"{Hacc, 4), yani onu cennetten ve «met
mükâfaatlarından saptırır. Bütün bunlar kelimesindeki "İmize "yi,
fiili geçişli yapan hemze olarak düşünmemize göredir.
7)
"Hemze"yi 'ta'diye anlamında değil de, bu meselenin başında izahı )i
gibi, "vicdan" (bulmak) manasına hamletmemizdtr. Buna göre şöyle
"Falanca devesini yitik buldu" yani, devesi kayboldu... sebeple,
Allah'ın onları saptırması (idlâl) demek onları sapmış olarak
demektir.
8) Cenâb-ı
Allah'ın âyetinin, kâfirlerin sözünün olmasıdır. Pjna
göre kâfirler "Allah, kendisinde
ne fayda bulunduğunu
açıklamadığı bu mesel ile, neyi kastetmiştir?" demiş ve sonra
"tehekküm'Vani alay yoluyla," Bununla çoğu kimseyi saptırır, çoğu
kimseye de (güya) hidayet eder!" diye İlâve etmişlerdir. İşte buna göre
bu, kâfirlerin sözlerindendir. Bunun peşi sıra Cenâb-ı Allah onlara cevap olmak
üzere,
"Allah bununla, ancak
fasık olanlan saptırır", yani bununla ancak fasık olan sapar...
Mutezile'nin sözünün hepsi budur.
Cebriyye ise şöyle
demiştir: Sizin sözünüzü dinledik, meseleyi güzel ortaya koyduğunuzu,
tertibinizin güzelliğini ve sözünüzün gücünü itiraf ediyoruz. Fakat biz ne
yapalım, sizin bu güzel açıklamalarınızı ve ince delillerinizi bozan üç
düşmanınız bulunmaktadır.
1) Bu,
"yapmaya götüren sebep" (dâî) meselesidir. Bu şu demektir: İlme ve
cehle, hidayete ve saptırmaya kadir olan, niçin bunu değil de şunu yapmaktadır?
2) Cenâb-ı
Hakk'ın (Bakara, 7) âyetinin tefsirinde geçtiği gibi "ilim
meselesi"dir. Bu iki meseleye cevab verme hususunda, güçlü ve derde deva
olacak bir çare bulacağınızı sanmıyoruz.Biz şüphesiz olarak biliyoruz ki bunca
zekanıza rağmen onların cevabları karşısında zayıf kalacağınız size gizli
değildir. Bizim insaf edip, sözlerinizin güzel olduğunu itiraf ettiğimize göre
siz de insaf edin ve bu iki
meseleye cevab veremeyip izah edemeyeceğinizi itiraf edin. Çünkü bunu
görmemek ve gafil davranmak akıllılara yakışmaz.
3) Kulun
fiili, şayet, kendi yaratması ile olsaydı, o zaman ancak kulun yaratmayı
istediği fiiller meydana gelirdi. Ne varki herkes ilim tahsil etmek ve doğruyu
bulmak ister; cahillik ve sapıklıktan tamamen kaçınır. Buna göre, maksadı
sadece ilim tahsili ve doğruyu bulmak olan kul için cahillik ve sapıklık nasıl
meydana geliyor? Eğer "Kul için, küfür ile iman, ifim ile cehalet karıştı
da böylece cehaleti ilim sanıp, onu meydana getirmeye niyetlendi, bu sebebten
de onun için cehalet meydana geldi" dersen, biz deriz ki, onun, cehaleti
ilim sanması hatalı bir zandır. Eğer o kul, onu ilk önce tercih etmiş isa,
kendi için cehaleti ve hatayı tercih etmiş demektir ki bu imkansızdır.
Eğer biz, "daha
önceki bir başka zannı sebebi ile karışıklık olmuş" dersek bu durumda,
sonsuza kadar her zannın dayandığı bir başka zannın bulunması gerekir ki bu da
imkansızdır.
4)
Tasavvurat kesbi (kulun kendisinin kazandığı) değildir. Bedihi olan tasdikat da
kesbi değildir ve bütün tasdikatlar kesbi değildir. İşte bunlar üç
mukaddimedirler:
Birinci Mukaddime: Tasavvuratın kesbi olmadığını izah hususundadır. Bu böyledir. Çünkü
tasavvuratı elde etmeye uğraşan ya onu tasavvur etmiştir veya edememiştir. Eğer
onu tasavvur ediyorsa, yeniden onun tasavvurunu meydana getirmeyi istemesi
imkansızdır. Çünkü hasılı tahsil imkansızdır. Eğer onu tasavvur edemiyorsa,
onun zihninin ondan haberi yok demektir. Birşeyden haberi olmayanın, o şeyi
arzu etmesi imkansızdır.
İkinci Mukaddime: Bedihî olan tasdikatın kesbi olmadığını açıklama Hakkındadır. Bu
böyledir, çünkü tasdikin her iki tarafının meydana gelmesi, bu, zihnin o
tasdike kesinkes hükmetmesi hususunda ya yeterlidir veya yeterli değildir. Eğer
birincisi olursa, bu tasdik, bu iki tasavvurla birlikte, müsbet veya menfi
yönden vücub ifade eder. Böyle olan şey ise kulun kudreti dahilinde değildir.
Eğer ikincisi ise, tasdik bedihi olmaz, aksine bu hususta kesin hüküm
verilemez.
Üçüncü Mukaddime: Bütün tasdikatın kesbi olmadığını açıklama hakkındadır. Bu böyledir,
çünkü bu nazari düşünceler, eğer kulun kudreti dahilinde olmayan şu bedihi
tasdikattan mecburen elde edilirlerse, bu nazari düşünceler de kulun kudreti
dahilinde olmazlar. Eğer bu nazari şeyler, şu Dedihi tasdikattan mecburi olarak
meydana gelmiyorlarsa, bu bedihi tasdikat nazari şeylere istidlal edilemez.
Böylece de, nazari şeyler hakkında -meydana gelen bu inançlar ilim olmayıp,
aksine mukallid için hasıl olan nançlar olur ki konumuz bu değildir. Böylece
hidayet ve dalaleti Allah'a isnad etmeme hususundaki sözünüzün, cevab verilemeyecek
bu kesin akli zahlarla çatıştığı ortaya çıkmış olur.
Şimdi ise onların
yaptıkları te'viller üzerinde konuşalım:
Birinci tevile
gelince, bu te'vil düşer. Çünkü müteşabih ayetlerin rdirilmesinin sebeblerin
(dailer) harekete geçirilmesinde bir etkisinin olup olmadığını bilmek lazımdır.
Eğer etkisi varsa, sizin sözünüze göre, müteşabih ayetlerin indirilmesinin iki
yönden takbih edilmesi (çirkin olduğunun söylenilmesi) gerekir:
a) Biz,
(Bakara.7) âyetini tefsir ederken, bir tercih meydana geldiği zaman, mutlaka
bir vücûbun olması gerektiğini ve her iki halin de olması ile (caiz olması ile)
zıddına mani olan vücub arasında bir orta nok-ann olmadığına delil getirmiştik.
Bu müteşabih ayetlerin indirilmesi tercihte -hjessir olup, her nezaman bir
tercih meydana gelse mutlaka bir vücubun aduğu sabit olunca, cebr söz konusu
olur. O zaman da sizin dedikleriniz dairi olur.
b) Farzet ki bu tesir vücub noktasına varmaz.
Amma hiç değilse - elletin, önünden özür ve illetlerin (engellerin) giderilmiş,
izale edilmiş olması gerekir. Bi' müteşabihatın, dalal tarafını hidayet
tarafına tercih etmesinde bir etkisi olmakla beraber mükellefe indirilmesi,
onun taata yönelmemesi hususunda bir özür gibi olur ki, o zaman da bunun
Allah'tan olmasının kabin görülmesi gerekir. Eğer mükellefin dalâl tarafını
hidayet tarafına tercihe yönelmesinde bu müteşabih ayetlerin bir tesiri yoksa,
bu müteşabth ayetlerin onların sapmalarındaki tesirinin oranı, kapının
gıcırtısı ve karganın gak! demesi kadar otur. Aynt şekilde, bu takdirde onların
dalaletleri bu yabancı şeylere nisbet edilemediği gibi, hiçbir surette
müteşabihata da nisbet edilemez.Bu durumda da, onların te'villeri geçersiz
olur.
İkinci te'villerine
gelince, -ki bu idlâlin,"dalalet ismi verme ve dalalete hükmetme" şeklinde
te'vilidir, - bu son derece uzak olmakla beraber, kabulü halinde de beraberinde
birçok müşkilleri bulundurmaktadır. Çünkü Allah sapıtan kimseyi dalaletle
adlandırmış ve onun hakkında bununla hüküm vermiştir. Eğer mükellef onu
yapmamış olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın doğru olan haberi yalana; ilmi ise cehle
dönüşmüş olurdu.. Bütün bunlarsa muhaldir; muhale götüren şeyler ise, muhaldir.
Böylece, mükellefin onu yapamaması imkânsız, yapması ise vacib olmuş olur. Bu
ise, sizin kaçtığınız ve sonunda seksiz şüphesiz kendisiyle yüzyüze geleceğiniz
"cebr"in ta kendisidir. Burada konu, onların bu babta vermiş
oldukları meşhur iki cevaplarına varıp dayanır. Her akıllı olan kimse, aklının
bedahetiyle bunun kabul edilemeyeceğini bilir.
Üçüncü te'villerine
gelince, ki bu kişiyi kendi başına bırakıp engellememektir, bu da çocuğun
babasına en uygun ve güzel olan şeyin, oğlunu bundan men etmesi olduğu ama
menetmediği zaman da buna "idlâl" (saptırma) denmesidir. Ama çocuk
babası onu bundan menettiği zamanda, menetmediği zaman düştüğü bu ilk
mefsedetten (zarardan) daha büyük bir zarara düşebilir. Halbuki buna rağmen,
hiçkimse bu durumda "Babası çocuğunu saptırdı ve ifsad etti" demez.
Burada iş bunun hilafınadır. Çünkü Allah mükellefi zorla bu mefsedetten
menetmiş olsaydı, birincisinden daha büyük bir mefsedetin ortaya çıkması
gerekirdi. Bu durumda da "Cenab-ı Hak onu sapıklıktan menetmedi "
manasında olmak üzere, nasıl olur da "Allah, mükellefi ifsad ve idlal
etmiştir denilebilir?" Oysa ki Cenab-ı Allah, eğer onu menetmiş olsaydı,
bu mefsedet daha büyük olurdu.
Dördüncü te'villerine
gelince, Kaffal buna itiraz ederek şöyle demiştir: Dalaletin azab manasına
geldiğini kabul etmiyoruz.
"Mücrimler
dalalet ve çılgın ateş içindedirler "(Kamer, 47) ayetine gelince, buradaki
dalaletten muradın, dünyada iken haktan sapma; sü'ur'den muradın ise ahirettekl
cehennem azabında olmak şeklinde olması ve âyetinin de "sü'ur"un
sılası olması mümkündür. âyetinden (Mümin. 71) ayetine kadar olan kısımdaki
ibaresinin manası "Batıl oldular, yok oldular, şefaatlannı umduğumuz bu
günde kendilerinden istifade edilemedi" demektir. Sonra âyeti,
"Allah, onların amellerini böylece saptırır "yani" kıyamet günü
boşa çıkarır " manasınadır. Bunun manasının, "Allah onları bu dünyada
yardımsız bırakır ve onları hakkı kabul etmeye muvaffak kılmaz. Çünkü onlar
batıla yakınlık duymuş ve tefekkürden yüz çevirmişlerdir. Allah, onlardan
yardımını Kesip, onlar kıyamette geldiklerinde, dünyada kendisinden
faydalanmayı -oldukları amelleri boşa çıkar" şeklinde olması da muhtemeldir.
Beşinci tevillerine
gelince ki bu idlalin (saptırmanın) helak etmek manasına alınmasıdır, bu buraya
uygun değildir. Çünkü Cenab-ı Allah'ın "Bununla çoğu kimseye hidayet
eder" ifadesi, idlalî "helak etmek'fnanasına almaya manidir.
Altıncı tevillerine
gelince ki bu, idlâlin cennet yolundan saptırmak manasına alınmasıdır. Bu da
zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah yani
"Bu ayetleri dinleme sebebi ile saptırır" buyurmuştur. Halbuki
cennetin yolundan saptırmak bu ayetleri dinleme sebebiyle değildir. Aksine kulun
-ötülükleri yapması sebebiyledir. O halde idlali, o manaya hamletmek nasıl
olur?
Yedinci te'villerine
gelince ki bu âyetteki iLa lafzını onu sapıtmış olarak r-uidu" manasına
almaktır. Bu manada kullanılışın bir delili yoktur. "İdlâl"i Ajlah
Teala "bâ" harf-i cerh ile kullanmıştır. Halbuki, vicdan (bulmak)
—anasına kullanılan idlal "bâ" harf-i cerri ile müteaddi olmaz.
Sekizinci tevillerine
gelince bu, bu ayette nazımda kopukluğu gerektirir. Çünkü âyetine kadar olan
kısım kâfirlerin sözü, ise arada ıherhangi bir fasıla olmaksızın, aksine atıf
harfi olan
" ile olan,
Cenâb-ı Hakk'a ait sözdür. Sonra farzet ki bu burada sizin de-gibidir. Ancak
Müddessir süresindeki:
İşte böylece Allah
dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder "( ayeti ise, Cenab-ı Allah'a
ait bir sözdür. İşte idlâl hakkında söylenecekler in ibarettir.
[33]
"Hidayet'e
gelince, bu birkaç manada kullanılmıştır:
1) Delalet
(yol gösterme) ve beyan (açıklama). Nitekim Cenab-ı Hak.
"Bizim nicelerini
helak etmemiz onlara (birşeyler)
açıklamadı mı?"(Secde, 26) ve
"Eğer size
benden bir açıklama gelirse her kim benim açıklamama uyarsa... "(Bakara,
38) buyurmuştur. Bu, ancak, hidayet açıklamadan ibaret olması halinde doğru
olur. Yine Cenab-ı Hak:
"Onlar sadece
zanlanna ve nefislerinin arzularına uyarlar. Halbuki yemin olsun, kendilerine
Rablerinden o açıklama (hidayet) gelmiştir''(Necm, 23);
Biz muhakkak ona yolu
gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör (kâfir)"(Dehr, 3), yani
ister şükreder, ister inkâr eder.Buna göre ona her iki halde de hidayet
gelmiştir;
"Semûd a gelince,
bizonlara yol gösterdik (hidayet ettik), halbukionlar hidayete körlüğü tercih
ettiler"(Fussilet. 17) ve "Sonra biz, Musa 'ya, ihsan sahibi olana
bir nimeti tamamlamak herseyi açıklamak, bir hidayet ve rahmet olmak üzere
Kitab '1 verdik. Umulur ki onlar Rablerine kavuşacaklarla
fnanır/ar"(En'am, 154) buyurmuştur. Bu mü'min hakkında söylenmez.
Yine Cenab-ı Hak,
Hz.Davud (a.s.)'a gelen davacılardan naklederek:
“Aşırı gitme, bizi
yolun ortasına hidayet et"(Sad, 22) yani ilet.
"Hakikat,
kendilerine hidayet besbelli olduktan sonra arkalarına dönenler (irtidad
edenler) yok mu şeytan onları ütlemiştir, onlara zamanı uzun göstermiştir"
(Muhammed, 25),
"(O azab günü),
herkesin 'AIlah'a itaat hususunda işlediğim kusurlardan dolayı "Vay
hasretime! Hakikaten ben (din İle) eğlenenlerdendim" diyeceği, yahut
"Hakikaten Allah bana hidayet verseydi herhalde muttakilerden
olurdum." diyeceği, yahut azabı görürken "Dünyaya bir daha
dönebtlseydim de (o.zaman), iyi hareket edenlerden olsaydım" diyeceği
(gündür). "Allah tarafından ona şöyle buyrulur:" Hayır, sana
ayetlerim gelmişti de sen onları yalan saymış, (onlara karşı) kibirlenmeye
kalkmıştın, "(Zümer. 56-59) buyurmuş, böylece gönderdiği ayetlerle kâfire
de yol gösterdiğini haber vermiştir. Yine Cenab-ı Hak:
"Yahut,
"Bize de kitab indirilseydi muhakkak onlardan daha fazla hidayete ererdik
" dememeniz içindir. İşte size Babbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet
ve birvahmet gelmiştir"(En’am,157) buyurmuştur. Bu kâfirlere bir hitabdtr.
2) Alimler,
Allah'ın "Hiç süphesiz sen sırat-ı
müstakime hidayet edersin (şûra, 52) ve "Her kavmin bir hidayet edeni
vardır. "(Rad, 7) ayetlerindeki nin davet edersin"nin de
"dalalete yahut hidayete çağıran bir davetci" manasına olduğunu
söylemişlerdir.
3) Allah'ın
imana bağlı lutuflara muvaffak kılmasıdır ki bu lutufları Allah, mü'minlerin
imanlarına karşı bir mükafaat ve imana bir destek olması ve taatlarını
artırmaları için verir. Bu müminlere verilen sevabtır. Bunun karşısında da
kâfirler için sevabın zıddı vardır. Bu da o kâfirlerden lutufları çekip
almaktır ki, buna göre o zaman Allah, onlara hidayet etmediği için onları
saptırmış olur. Bu izha delil Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir:
"Hidayete
erenlerin Allah hidayetini artırdı "(Muhammed, 17) "Allah hidayete
erenlerin hidayetini artinr"(Meryem, 76); "Allah zalimler kavmine
hidayet etmez "(Bakara, 258), "Anan iman eaenten, aunya ve antrene
sagıam oır sozıe guçtenaınr. Allah zalimleri ise sapfinr"(İbraim, 27);
"İman ettikten, Resulün hak olduğuna sahidlik ettikten ve kendilerine
açıklamalar geldikten sonra yeniden küfre dönen bir kavme Allah nasıl hidayet
eder? Allah zalimler kavmine hidayet etmez'(Al-i Imran, 86). Allah Teala
kendilerine açıklamalar geldiği halde o kâfirlere hidayet etmeyeceğini haber vermektedir.
Buna göre hidayet "beyan"dan (açıklamadan) başka birşeydir. Yine
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun
kalbini hidayete erdirir"(Tegabun, 11) Ve: "İşte onların kalblerinde
(Allah) imanı yazmış ve onları kendisinden gelen bir ruh ile desteklemiştir
"(Mücadele,22).
4) Cennet
yoluna iletmek. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"İşte Allah'a
iman edip de O'na sarılanlar (yok mu?) Allah onları kendisinden-bir rahmetin ve
lütfün içine sokacak ve onları kendisine (gelen) bir sırat-ı müstakime
götürecektir''(Nisa, 175);
Muhakkak ki size Allah
'dan bir nur ve apaçık bir kitab gelmiştir. Allah o kitabla, kendisinin
rızasına tabi olanları kurtuluş yollarına iletir, onları, izni île,
karanlıklardan nura çıkarır ve onlan müstakim olan bir yola hidayet eder
(iletir)"(Maide, 15-16) ve:
"Allah yolunda
öldürülenler (yok mu?) Allah onların amellerini boşa çıkarmayacaktır. Onlara
hidayet edecek, durumlarını düzeltecek ve onları cennete
sokacaktır"(Muhemmed, 4-6), Öldürüldükten sonraki hidayet ancak cennete
hidayet (itetme)dir. Bir de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur.
"İman edip salih
ameller işleyenlere muhakkak ki Rableri, imanları sebebi ile hidayet edecektir.
Onların altlarından ırmaklar akar"(Yunus, 9). Bu Cübbâî'nin te'vilidir.
5) Hidayetin,
takdim etmek (öne geçirmek) manasına alınmasıdır. Mesela Dir kimse birisini
önüne geçirdi mi denilir, nin aslı, (yol göstermek) ifadesinden alınmıştır.
Çünkü delil (yol gösteren), medlulden (yolgösterilmeden) öncedir. Araplar
Atların başları zuhur etti) derler. Boyun için kelimesi de kullanılır.
"Atların boyunları" demektir. Ona bu isim verilmiştir. Çünkü, boyun
atın ön tarafını teşkil eder.
6)
"hükmeder" manasına gelir. Çünkü müminin hidayete erdiğine ve onun
bununla isimlendirildiğine hükmedilmiştir. Zira, "O, ona hidayet
etti" diyen kimsenin, bu sözünün hakiki manası "Ona muhtedi - aayete
ermiş) ismini verdi" dir. "Hidayet" lafzı bazan hükmetmek ve
isim vermek manasına da alınır. Nitekim Cenab-ı Allah: Allah Bahire'yi meşru
kılmadı"(Maide, 103)yani ne hükmetti ne meşru kıldı.";
"Hidayet ancak
Allah'ın hidayetidir"(Ali Imran, 73) yani "Hidayet, Allah'ın! hidayet
olduğuna hükmettiği şeydir" ve;"Allah kime hidayet etmiş ise
hidayetejermiş olan odur"{Kehf. 17) yani "Allah'ın hidayete erdiğine
hükmettiği kimse, muhtedi diye adlandırılmaya müstehaktır" buyurmuştur.
İşte bütün bunlar Mu'tezile'nin zikrettiği görüşlerdir.
Biz, daha evvel geçen
"idlâl" bahsinde bu hususta fikir beyan etmiştik. Cebriyye burada bir
başka izah tarzının bulunduğunu söylemiştir. Bu da hidayetin, hidayeti ve ilmi
yaratma manasına alınmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Allah kurtuluş
evine sizi çagımr ve dilediğini dosdoğru yola iletir"(Yunus25)
buyurmuştur.
Kaderıyye (Mu'tezile)
ise birkaç sebebten
ötürü, bunun caiz olamayacağını söylemiştir.
a)
Arapça'da, zorla ve kerhen birisini bir yola sokmak isteyen kimse için "O,
onu oraya iletti" denilmesi yerinde olmaz. Ancak böyle yapan için "O,
onu sırat-ı müstakime zorladı, ona şevketti ve onu oraya çekti" denir. ta
denilmez.
b) Şayet
hidayet Allah'ın yaratmasıyla meydana gelseydi, o zaman emir, nehiy, övgü,
yerme, sevab ve ıkab diye birşey olmazdı. Şayet, farzet ki, "Allah
hidayeti yarattı, kul da onu kesbetti" denilirse deriz ki bu kesb işi iki
yönden reddedilir:
1) Kesbin
meydana gelmesi ya Allah'ın yaratması iledir veya değildir. Eğer Allah'ın
yaratmasıyla ise, Allah onu yarattığı zaman, kulun onu yapmaması imkansızdır.
Allah o kesbi yaratmadığı zaman da kulun onu yapması mümkün olmaz. Bu durumda
da zikredilen bütün müşkiller ortaya çıkar. Eğer kesb, Allah'ın yaratmasıyla
değil de kulun yaratmasıyla olursa, işte bu zaten bizim (yani Mu'tezile'nin)
görüşüdür.
2) Eğer bir
fiil Allah'ın yaratması kulun da kesbi ise, şu üç ihtimalden biri söz
konusudur;
a) Ya onu
ilk önce Allah'ın yaratıp, sonra kulun kazanması (kesbi),
b) Veya
kulun önce o fiili kesbetmesi, sonra Allah'ın onu yaratması;
c) Veyahut
da kesbin ve yaratmanın aynı anda olması. Eğer onu Allah önce yaratmışsa, kul
onu kesbetmeye mecbur otur. Böylece de ilzam (cebr ve zorlama) meselesi geri
gelir. Eğer kul. o fiili Allah'ın yaratmasından önce kesbetmiş ise, Allah onu
yaratmaya mecbur demektir. Eğer kesb ve yaratma aynı anda olmuş ise, bu işin
meydana gelmesi ancak kul ile Allah'ın ittifakından sonra mümkündür. Fakat
böyle bir ittifakı bilemeyiz. Bu sebeple, böyle bir ittifakın bulunmaması
gerekir. Yine bu ittifakın, ancak başka bir ittifaka dayanması gerekmektedir.
Çünkü bu kulun kesbi, Allah'ın yaratması iledir. Bu ise sonsuz ittifaklara
götürür ki imkansızdır. Mu'tezile'nin bu husustaki sözü budur.
Cebriyye ise şöyle
demiştir: Biz, bu fiillerin dolaylı veya dolaysız yaratıcısının Allah olduğuna,
herhangi bir ihtimal ve te'vil götürmeyen, akli delillerle istidlal etmiştik.
Sizin sarıldığınız izah tarzlarınız ise, çeşitli ihtimalleri taşıyan nakli
izahlardır. Halbuki kesin olan bir şeye, muhtemel olan şey karşı koyamaz. Bu
nedenle bizim dediklerimizi kabul etmek gerekir. Muvaffakiyyet Allah'dandır.
[34]
Birisi şöyle diyebilir:
Hidayete erenlerin sayısı az olduğu halde, Cenab-ı Allah onları niçin
"çok" olarak tavsif etmiştir? Çünkü Allah:
"Şükredici
kullarım pek azdır. (Sebe, 13) ve:
"Onlar ne kadar azlar." (Sa'd 24) buyurmuş, hadiste de
İnsanlar yüz deve gibidir ki,o yüz deve içinde binecek bir deve bulamazsın.[35] ve
İnsanlar onların az olduklarım söylediler" hadisleri de bunu teyid eder.
Bunun cevabı şöyledir: Hidayete erric insanlar aslında çokturlar. Onların
"az" olarak nitelendirilmeleri, ancak dalalet ehline kıyasladır. Yine
hidayete erenler az da olsalar, hakikatte çok sayılırlar. Onlar görünüşte az
olsalar bile, hakikat itibarı ile "çok" olarak adlandırılmışlardır.
[36]
Ferra,"Fasık"kelimesinin
aslının "Taze hurma kabuğundan
çıktı" ifadesinden alındığını söylemiştir. Buna göre sanki fâsık taatten çıkan manasına gelir. Zarar
vermek için deliğinden çıkan fareye de denir. Ehl-i kıble, fâsığın mü'min mi
kâfir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bizim alimlerimize göre fâsık
mü'mindir; Haricilere göre, kâfirdir. Mutezile'ye göre ise ne mü'min ne
kâfirdir. Mutezile Cenab-ı Allah'ın: İmandan sonra fasıkhk ne kötü bir isimdir.
"(Hucurat.11); "Münafıklar, fasıkların ta kendisidir''(Tevbe, 67) ve;
Allah size imanı sevdirdi ve onunla kalblerinizi süsledi; size küfrü, fiskı ve
İsyanı kerih gösterdi"(Hucurat, 7) ayetleri ile İstidlal etmişlerdir. Bu
mesele uzun olup kelam kitaplarında yer almıştır.
[37]
Alimler
"O(fesıklar), te'kid ettikten sonra Allah'ın vadini
bozarlar"âyetinden ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişler ve şu
görüşleri belirtmişlerdir:
1) Bu
misaktan maksad, Allah'ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin
doğruluğunu gösteren delilleridir. Böylece bu, tevhide sarılma hususunda bir
ahd ve misak (söz) olmuş olur. Çünkü bu deliller ile zikrettiğimiz tevhide ve
Hz.Peygamberin doğruluğuna sarılmak gibi şeyler demektir. İşte bundan ötürü de
Cenab-ı Allah'ın "Siz bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki ben
de size olan ahdimi yerine getireyim" ayeti pek yerinde olmuştur.
2) Bununla
Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine: "Onlar, kendilerine azab ile korkutan bir
peygamber gelirse, diğer ümmetlerin herhangi birinden daha ziyade doğru yolu
tutacaklarına, olanca yeminleri ile Allah'a ahdetmişlerdi. Fakat onlara azab ile
korkutan bir peygamber gelince, bu onların, (hakdan) uzaklaşmadan başka
birşeylerini artirmadı. "(Fatır. 42) ayetiyle işaret ettiği kimselerin
kastolunmuş olması da muhtemeldir. O kimseler, yemin edip söz verdikleri şeyi
yapmayınca, Allah Teâlâ onları "ahdini ve misakını bozanlar" diye
nitelendirmiştir.
Birinci te'vilin her
sapan ve inkar eden hakkında umumi olması mümkündür.
İkinci te'vil ise
ancak ayette bahsedilen kimselere hastır, bunun böyle olduğu sabit olunca,
birinci te'vilin ikinci te'vilden, iki bakımdan üstün olduğu ortaya çıkar.
a) Birinci
te'vile göre ayeti, umumi manaya almak mümkündür, ikincisine göre tahsis
gerekir.
b) Birinci
takdire göre fasıkları kınamak gerekir. Çünkü onlar, Allah'ın, enfüste ve
âfakta (kendiferinde ve âlemde) açıkladığı, netleştirdiği, tekrarladığı ve indirdiği
tenzîlî delillerle de
sağlamlaştırıp muhkem kıldığı
ahdi bozmuşlardır.
Bir de Cenâb-ı Allah,
bu delilleri onların akıllanna yerleştirmiş ve bunları kuvvetlendirmek için
peygamberler göndermiş, kitablar indirmiştir. İkinci takdire göre de onları
kınamak gerekir. Çünkü onlar, yapmaları gerektiğine inandıkları şeyi
yapmamışlardır. Birincisine göre daha çok kınama gerekeceği malumdur.
c) Kaffâl
şöyle demiştir: Bu ayetle kastedilmiş olanların, peygamberlerine indirilen kitablarda
Hz.Muhammed (s.a.s.)'i tasdik
etmelerine dair kendilerinden
ahd ve misak alınan; kendilerine, gerek Hz.Muhammed'in gerekse ümmetinin durumu
açıklanan Ehl-i kitabtan bir gurub olması muhtemeldir. Böylece bu gurub, ahitlerini
bozdular, ondan yüz çevirerek Hz.Peygamberin nübüvvetini inkar ettiler.
d)
Alimlerden bir kısmı ise, bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları
böylece Hz.Adem (a.s.)'in sulbünden çıkararak, insanlardan almış olduğu misak
kastedilmiştir demişlerdir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın:
"Onları
kendilerine şahid tutarak, "Ben, sizin Babbiniz değil miytm"(dedl).
Onlar da, "evet Rabbimİzsin" dediler"(A'raf, 172) ayetinin
manasıdır.
Kelamcilar bu görüşün
değersiz olduğunu söylemişlerdir; çünkü Cenab-ı Hakk'ın, kullarını, unutma ve
yanılma ile bilgisi kalblerinden kaybolup giden şeylerden sorumlu tutmayacağı
gibi, hatırlayamadıkları bir misak sebebiyle oe kullarının aleyhine ihticâcda
bulunmaz. O halde, nasıl olur da, bu sebeple onları kınar?
e) Cenâb-ı
Hakk'ın yaratıklarına olan ahdi üç tanedir:
1) Birinci ahid: Hz.Adem'in bütün zürriyetinden aldığı ahittir ki, bu O'nun bubiyyetini
ikrardan ibarettir. Bu, Cenâb-r Hakk'ın,
Hani Rabbin
almıştı..."(A'raf, 172) sözüyle anlatılmıştır.
2) İkinci ahid:
Peygamberlerine tahsis etmiş olduğu ahittir ki, bu ahde göre peygamberler
peygamberliklerini tebliğ, Allah'ın dinini ikame edecek ve onda ayrılığa
düşmeyeceklerdir. Bu da; "Hani Allah, peygamberlerden misaklannı
almıştı.."(Ahzâb, 7) ayetinde anlatılan husustur.
Üçüncü ahid:
Alimlerden aldığı ahiddir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Hani Allah, onu
insanlara mutlaka açıklayacaksınız, gizlemiyeceksiniz" diye, kendilerine
kitab verilenlerden misak almıştır" (Ali imran, 187) ayetinde batottnûş
olduğu husustur. Keşşaf şöyle demiştir: Ayette geçen lafzındaki zamir,
ahd"e racidir; ahid de, Allah'ın ahdini kabul edeceklerine dair verdikleri
kuvvetli sözdür. ve lafızlarının manasına gelmesi gibi, lâfzının da anlamıma
gelmesi caizdir. Zamirin, onlardan âyetlerine, kitaplarına ve peygamberlerine
dair ahid aldıktan sonra Allah'a raci. olması da caizdir.
[38]
Cenâb-ı Hakk'ın
'Allah m birleştirilmesini emrettiği (sıla-i rahmi) keserler"
sözünden, Allah'ın neyi murad ettiği
hususunda alimler
ihtilaf ederek, bu hususta birkaç izah
tarzı zikretmişlerdir:
1) Bununla,
Cenâb-ı Hakk'ın birleştirilmesini emrettiği yakınların hukukunu ve sıla-i rahmi gözetmeyen kimseler murad edilmiştir.
Bu.tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın: "Demek, idareyi ele alsanız, hemen yeryüzünde
fesat çıkaracak ve akrabalık münasebetlerini keseceksiniz öyle mi?"
(Muhammed.22)ayetinde bahsettiği gibidir. Bu ayette (Bakara, 27), müşriklerin,
kendileriyle Hz.Peygamber arasındaki akrabalık bağını kestiklerine işaret
vardır. Bu açıklamaya göre, ayet hususi, has olur.
2) Cenab-ı
Hakk'ın o müşriklere iplerini mü'minlerin ipine bağlamalarını emretmiştir, ama
onlar müminlerden ayrılmış, kâfirlerle bütünleşmişlerdir. İşte Allah'ın
buyruğundan maksadı budur.
3) O
müşrikler, nizalaşmaktan ve fitne çıkarmaktan nehyolunmuşlardı; halbuki onlar,
hep bununla meşgul olmuşlardır.
[39]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ve yeryüzünde fesat
çıkarırlar"
ayetinde apaçık olan şeyin,
burdaki fesad ile müş-
riklerle sınırlı
kalmayıp başkalarına da geçen fesat murad edilmiştir. Bundan da daha açık alan
şey, Hz.Peygamber (s.a.s)'e itaat etmekten insanları alıkoymalarının
kastedilmesidir. Çünkü yeryüzündeki salah ve nizarpın tamamı ancak Allah ve
peygamberine itaatla olur. Çünkü, İslâm dininin bütün emir ve yasaklarıyla
insan kendisine terettüp eden bütün şeyleri yapar, başkasına sataşmayı
terkeder. Karşılıklı zulmü ve haksızlıkları terketmek de, bundandır. Zulmün
ortadan kaldırılmasında ise, yerlerin ve göklerin kendisiyle ayakta durduğu
adalet bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Firavun'dan bahsederek şöyle
demiştir.
"Ben, onun, sizin
dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum
"(Mümin, 26).
[40]
Sonra Hak Teala, bu
işleri yapanların hüsrana uğrayacağını haber vererek "İştebunlar, hüsrana
uğrayanların ta kendileridir " Duyurmuştur.
Buradaki hüsran
hakkında birçok görüş bulunmaktadır.
1) Onların
cennet nimetlerinden ümidi kesmiş olmalarıdır. Çünkü hiçbir *ert yoktur ki,
onun cennette bir ehli ve bir evi bulunmasın!.. Kul eğer Allah'a taat ederse,
buna ulaşır; eğer Allah'a isyan ederse, buna müminler varis olurlar... İşte
bundan dolayı Cenab-t Hak;
"İşte bunlar,
Firdevs cennetine varis olan varislerin ta kendileridir; onlar orada ebedi
kalıcıdırlar''(Muminun, 10-11) ve' Hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem
kendilerini hem de teraftarlarını hüsrana uğratanlardır"'(şura, 45)
buyurmuştur.
2) Onların,
yapmış oldukları iyiliklerinden ümitlerini kesmiş olmalarıdır; Çünkü onlar,
küfürleri sebebiyle iyi amellerini ibtal etmiş ve onlara, bu amellerinden
herhargi bir hayır ve sevab ulaşmamıştır. Buna göre ayet yahudiler ve
münafıklar hakkındadır; zira yahudilerin kendi dinlerine göre yapmış oldukları
iyi amelleri vardır; münafıklar da, zahiren, inançlarında samimi olanların yapmış
oldukları amellerin aynısını yapmışlardır. Ne var ki bütün bunlar boşa
çıkmıştır.
3) Onların,
dünyevi lezzetlerden mahrum kalma korkusundan dolayı, küfürlerinde ısrar etmiş
olmalarıdır. Sonra onların bu lezzetlerden mahrum kalmaları, ya Hz.Peygambere oniarta
cihada izin verildiği zaman veya Ölümleri esnasındadır...
Kaffâl (r.a.) şöyle
demiştir: Özet olarak diyebiliriz ki "hâsir", bir iş yapıp da,
yaptığı işinin mukabilini alamayan herkese itlak edilen umumi bir isimdir. İşte
bundan dolayı, böyle bir kimseye hâsir denmiştir. Mesela, bir işe girişip ve
onunla ilgili her şeyi yaptığı halde, ondan bir fayda temin edemeyen bir kişi
hakkında, "Kaybetti, hüsrana uğradı" denilir; çünkü o, bir şeyler
vermesine mukabil, ona karşılık onun yerine geçecek bir şeyler alamamıştır.
İşte buna göre, Allah'a isyan eden kâfirler hâsir diye
adlandırılmışlardır.-Nitekim Cenâb-ı Hak:
' 'İnsan, muhakkak ki
bir hüsran içindedir; iman edenler ve amel-i salih işleyenler hariç"(Asr,
2-3).
"De ki: Size
amelce ençok hüsrana uğrayanları bildireyim mi? Dünyadaki işleri boşa
gidenler.. "(Kehf, 103-104) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.
[41]
"Allah'ı nasıl
inkar ediyorsunuz? Sizler ölüler idiniz de, o sizi diriltti: sonra sizi
öldürür, sonra da tekrar diriltir. Sonra Ona döndürüleceksiniz "(Bakara.
28).
Cenâb-ı Hak Subhanehü,
buraya kadar "tevhid, nübüvvet ve meâd'ın delilleri hususunda konuşmuştur.
Buradan O'nun: Ey tsralloğulları, sizlere vermiş olduğum o nimetimi
ayınız"(Bakara, 40) ayetine kadarki kısımlarda da, Allah'ın bütün mükelleflere vermiş olduğu nimetler beyan
edilecektir. Bu nimetler dört edir.
1) Diriltme
nimetidir ki, Bu işte bu ayette bahsedilen husustur. Bil ki Ceıâb-ı Hakk'ın
(Allah'ı nasıl inkar edersiniz?) ifadesi, her ne kadar bir haber sorma şeklinde
ise de, bundan maksat susturmak ve azarlamaktır. Çünkü, nimetin büyüklüğü, bu
nimeti yerene isyanın da büyük anasını gerektirir... Bu şöyle açıklanır:
Babanın, onu terbiye edip, tahsilini japtırarak bir okul bitirtip, onu mal mülk
sahibi yaparak güzel işlere koyması suretiyle çocuğuna olan nimeti büyüdükçe,
çocuğun böyle bir babaya isyan 5C-resi de çok büyük bir kusur olur. Böylece
Cenâb-ı Hak, bununla onları aort elle sarıldıkları küfürden uzaklaştırmak ve
imanı kazanmaya teşvik etmek çn kendilerine vermiş olduğu büyük nimetlerini
hatırlatarak, küfrün ne kadar aûyûk olduğunu beyan etmiştir.
Böylece Allahü Teâlâ
nimetleri içerisinde aslolan nimetinin "hayat •ermek"olduğunu
hatırlatmıştır. İşte, esas maksat da budur.
Eğer, "Niçin birincisini
lî ile diğerlerini ise ile atfetmiştir? " denilirse, deriz ki: Çünkü,
birinci diriltme hemen ölümü takib eden diriltmedir; ölüme jeonce o, ihyadan
(yaşamadan) sonra gelir; aynı şekilde eğer onunla neşr tastediliyorsa, ikinci
diriltme de Ölümden açık bir şekilde sonradır. Burada birkaç mesele vardır:
[42]
Mu'tezile şöyle
demiştir: Bu ayet, küfrün kullar tarafından olduğuna, birkaç bakımdan delalet
etmektedir.
1) Şayet
Cenâb-ı Allah, o kullarda küfrü yaratan olsaydı, onları kınamak "Allahı
nasıl inkâr ediyorsunuz?" demesi caiz olmazdı. O'nun "Niye siyahî
oluyorsunuz?"'Niçin beyaz tenli oluyorsunuz? Üye sıhhatli oluyorsunuz veya
hasta oluyorsunuz?" demesi de caiz değildir. bütün bunlar, Allah'ın kullarda
yarattığı şeylerdir.
2) Eğer
Allah o kullarını taa başında şaki olarak ve cehennem için olsaydı; onları
yaratmaktan maksadı sadece inkâr etmeleri ve cehenneme düşmeleri olsaydı,
nasıl, onları kınayarak, derdi?
3) Hakim
olan Altah'dan, insanlarda küfrü yaratması halinde, onlara (Allah'ı nasıl inkâr
edersiniz?); Onları imandan alı koyması halinde "İnsanları iman etmekten
alıkoyan
ancak... "(isra,
94) "Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar" (İnşikak, 20), onlarda yüz
çevirme işini yarattığı halde
"Onlara ne oluyor
da öğütten yüz çeviriyorlar. "(Müddessir, 49); onlarda imandan çevrilmeyi
yarattığı halde "Nasıl döndürülüyorsunuz?" ve "Nasıl
çevriliyorsunuz "(Yunus 32] demesi nastl caiz görülür.
Bu tür sözlerin,
kullara delil getirmesi babında yer almasından ise, bunlarla Allah'ın
kâfirlerle alay etmiş olduğunu söylemek daha evladır.
4) Cenâb-ı
Hak, kullarına dediği zaman, bu sözü kullarına bir delil olarak sunmak ve
onlardan bir cevab almak için mi söylemiştir yoksa böyle değil midir?
Eğer Allah, bir cevab
almak için söylememiş ise, bunda bir fayda olmaz ve kullarına böyle hitab
etmesi anlamsız olur. Eğer Allah Teala bunu kuluna karşı bir hüccet yöneltmek
için söylemiş ise kul şöyle diyebilir: Hakkımda küfrü gerektirecek birçok şey
meydana geldi:
Birincisi:"Sen benim kâfir olacağımı bildin. Küfrümü bilmen, küfretmemi
gerektirir."
İkincisi:
"Sen, benim kâfir olmamı murad ettin. Bu irade, inkâr etmeyi
gerektirir."
Üçüncüsü:
"Sen, küfrü bende yarattın ve ben, senin yaptığını bertaraf etmeye kadir
değilim."
Dördüncüsü:
"Sen, bende küfrü gerektiren kudreti yarattın."
Beşincisi:
"Sen, bende küfrü gerektirecek iradeyi yarattın".
Altıncısı:
"Sen, bende küfrü gerektirecek iradeyi gerektiren kudreti yarattın."
Sonra küfrün hasıl
olmasına sebeb olan bu altı şey meydana gelince ve imanın meydana gelmesi bu
sebeblerin iman tarafında bulunmasına dayanınca ve iman tarafında hiçbiri
bulunmayınca, imanın meydana gelmemesi için, herbiri tek başına imana mani
olabilen oniki sebeb meydana çıkmış olur. Bütün bu sebebler varken, (Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz?) denilmesini akıl nasıl kabul eder?
5) Cenâb-ı
Allah, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e "Onlara şöyle de: "Size, bu büyük
nimeti yani hayat nimetini veren Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz?"
buyurmuştur.
Cebriyye'ye göre,
Cenâb-ı Allah'ın kâfire hiçbir nimeti yoktur. Çünkü, onlara göre, Cenab-ı
Allah'ın kâfirlere yaptığı herşey, o kâfiri küfürde derece aerece ilerletmek ve
cehennemde onu yakmak içindir.
Bu şekilde Allah'ın
kulun üstünde hangi nimeti vardır? Bu, ancak, başkasına bir sahan zehirli helva
sunan kimsenin durumuna benzer. Zahiren : ise de ve nimet sayıtsa da, onun içi
öldürücüdür. Bu bakımdan hiçkimse Dunu bir nimet olarak kabul etmez. Devamlı
azabın bu zehirden daha zararlı olduğu herkesçe bilinir. Bu sebeble, Allah'ın
kâfir üzerinde herhangi bir nimeti yoktur. Hal böyle iken, peygamberine o
kâfirlere karşı "Bu büyük nimeti e ze veren Allah'ı nasıl inkâr
ediyorsunuz" demesini nasıl emreder.?
Buna cevab şudur:
Bütün bu vecihler araştırıldığında, bu vecihlerin ıcesi medh, zem, emir, nehiy,
sevab ve ikab yoluna sarılmaya, temessük T'eye varır. Yine biz bu vecihlere, bu
şüphe konusunda güvenilir bir sözle abele ederiz. Bu söz şudur: Şüphesiz
Cenâb-ı Hak, o şeyin olmayacağını bilmiştir; Şayet o şey meydana gelirse, O'nun
ilmi cehle dönüşmüş olur ki, imkansızdır. İmkansızı gerektiren şey de
imkansızdır. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk'ın;
Allah'ı nasıl inkâr
ediyorsunuz? Sizler ölüler idiniz de, o sizi diriltti" esiyle birlikte, bu
işin meydana gelmesi imkansızdır. Aynı şekilde, küfre kudret iman etmeye de
elverişli ise, bu kudretin bir müreccih olmadan, sadece imanın kaynağı olması
imkansızdır.
Eğer bu müreccih kul
ise, soru aynen geri dönmüş olur; Allah ise, bu Allah'dan meydana gelmediği sürece,
küfrün meydana gelmesi imkansız Eğer böyle bir tercih Allah'tan meydana
gelirse, o zaman da küfrün meydana gelmesi kesin olur. Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz " demesi nasıl düşünülebilir?
Mu'tezile, med
ve zem hususunda
sözü uzatıp, açıklamalarını atandırınca, sana, bu iki izah tarzıyla ona
karşılık vermen gerekir. Çünkü iki açıklama, Mutezile'nin bütün sözünü
temelinden yıkar ve onun bütün elerini altüst eder. Muvaffakiyet Allah'dandır.
[43]
Alimler, Allah
Teâla'nın "Sizler ölüler
idiniz" sözünden muradın, "Sizler henüz toprak ve nutfeler
halinde idiniz" olduğunda ittifak lerdir. Çünkü Hz.Adem (a.s.)'in
yaratılışının başlangıcı topraktan; Hz.İsâ
(a.s.) hariç, Hz.Adem (as.)'in zürriyetinin yaratılışının başlangıcı
nutfeden idi. Fakat alimler, "ölü" isminin cansızlara hakiki manası
ile veya mecazi olarak verilip verilemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Çoğunluk bunun mecazi olduğunu, çünkü bütün cansızların ölüye benzetildiğini,
halbuki bu ikisinden birinin diğeri ile hiçbir alakası olmadığını, zira ölünün
kendisine ölüm gelen şey olduğunu, binaenaleyh, ölümün, örfen, diri olması
mümkün olan birşeyin sıfatı olması gerektiğini, bu sebeble de etten bedeni olan
ve (hayati) nam taşıyan varlıklar için olabileceğini söylemişlerdir.
Diğerleri ise,
cansızlara "ölü" isminin verilmesinin hakiki manada olduğunu ve bunun
Katade'den de rivayet edildiğini söylemişlerdir. Katade şöyle demiştir:
İnsanlar, babalarının sulbünde ölüler idiler de Cenab-ı Allah onları diriltti.
Sonra onları çıkardı, sonra da kaçınılmaz olan ölümle onları öldürdü. Ölümden
sonra onları yeniden diriltecek." İşte iki ölüm ve iki hayattan maksad
budur. Bu görüşte olanlar, görüşlerine Allah'ın:
"Allah ölümü ve
hayatı yarath"{Mülk, 2) ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü insanın cansız
olması demek olan ölümün hayattan önce zikredilmiş olması, ölü isminin cansız
nesnelere hakiki manada verilmesinin mümkün olduğunu göstermektedir.
Öncekilerin görüşü doğruya daha yakındır. Çünkü cansız varlıklar hakkında, ölü
olmadıkları halde, "ölüler" denilmiştir. Dolayısı ile meyyit (ölü) ve
mevat (o cansız) isimlerinden herbiri diğeri yerinde teşbihe benzer şekilde
kullanılmıştır. Kaffâl şöyle der: Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakkın: "İnsanın üzerindene
öyle uzun bir zaman gelip geçti ki, o vakit insan anılmaya değer bir şey bile
değildi "(Müminun, 1) ayeti gibidir. Böylece Cenab-ı Hak, insanın anılmaya
değer bir varlık olmadığını açıklamış, bunun üzerine de onu canlandırmış ve onu
duyup gören bir mahluk yapmıştır. Arapların "Falanın adı-sanı anılmaz
oldu." "Bu ölü bir iştir. Bu ölü işe yaramaz, alıcısı olmayan bir
ticaret eşyasıdır" gibi sözleri de, bu kelimenin mecazi
kullanılışlarındandır. El-Muhabbal es-Sa'dİ şöyle demiştir:
"Sen benim adımı
ihya ettin. Ben zaten önemsiz biri değildim. Ama ne var k bazı anmalar
bazılarından daha çok dikkat çekicidir." Bunun gibi, âyetinin manası da
şudur: Yani sizler önemsiz varlıklar idiniz, zikre değeı birşey değildiniz.
Çünkü henüz birşey olmamıştınız. Derken Allah sizi ihye etti yani gören duyan
varlıklar haline getirdi.
[44]
Bazıları, bu ayeti,
Kabir azabının olmadığına delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Çünkü
Cenâb-ı Hak, insanları bir kere dünyada, bir kere de ahirette dirilteceğini
beyan etmiş, kabir hayatından bahsetmemiştir. Bunu;
"Sonra siz bunun
peşisıra ölüler (olacaksınız). Sonra siz kıyamet gününde muhakkak diriltilip
kaldırılacaksınız''(Muminûn, 15-16). ayeti te'kid eder. Cenâb-ı Hak bu iki
durum arasında bulunan başka bir hayattan bahsetmemiştir." Yine bu
kimseler sözlerine devamla;-"Hak Teata'nın: "Onlar, "Ey
Rabbimtz, bizi iki kere öldürdün. İki defa da dirilttin."
ded/ter"(Mü'min, 11) ayetiyle istidlalin caiz olmadığını, çünkü bunun
kâfirlerden nakledilen bir söz olduğunu
söylemişlerdir. Bir de:
İnsanlardan çoğu, Cenâb-ı Allah onları çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?"(Araf, 172) dediğinde, Hz.Adem (a.s.)'in sulbünde âlem-izerr
(Âlem-i Ervah)de hayata mazhar oldukrarını kabul etmişlerdir. Bu takdire göre
kabirde herhangi bir hayatın olduğunu isbata ihtiyaç kalmaksızın, iki hayat ve
iki ölüm meydana gelmiş olur demişlerdir.
Buna şöyle cevab
veririz: "Cenâb-ı Allah'ın, kabir hayatından bu ayette sahsetmemesinden,
onun olmaması gerekmez."
Yine birisi şöyle
diyebilir: Cenâb-ı Allah bu ayette kabir hayatını zikretmiştir. Çünkü O'nun
"Sonra sizi diriltir" sözü devamlı olan bir hayatı ifade etmez. Aksi
halde Hak Teâia'nın "Sonra O'na döndürüleceksiniz" demesi caiz o1
nazdı. Zira p lafzı, terâhî (arada bir fasılanın olacağını) ifade eder. Allah'a
döndürülmek ise, bir terahi olmaksızın devamlı olan hayatın hemen peşinden
meydana gelmiş olur. Şayet bu ayeti, bu yönden, kabir hayatına delil kabul
edersek, daha isabetli olur.
[45]
Hasan Basri (r.a) âyeti ile, insanların tamamına yakın
ekseriyetinin kastedildiğini söylemiştir. İnsanların bir kısmını ise şu
âyetlerde bildirildiği üzere Allah Teala üç defa öldürmüştür. Bu meselâ:
"Yahud o kimse
gibisini (görmedin mi) ki binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış
bir (harcb) kasabaya uğramış; 'Allah burasını Ölümden sonra acaba nasıl
diriltecek ?' demiş. Allah onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra
diriltmiş..."(Bakara. 259); "Memleketlerinden, Ölüm korkusu ile, binlerce
kişi olarak çıkanları görmedin mi? Allah onlara "Ölünüz" buyurup
(onları öldürdü) ve sonra diriltti"'(Bakara, 243);
"Gözünüz
bakıpdururkeno yıldırım sizi çarpmıştı. Sonra Ölümünüzün peşistra Allah sizi
yeniden diriltti'"(Bakara, 55-56); "Biz, "ona (ölüye) o
(sığırın) bir parçası ile vurun" dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir
"{Bakara, 73); "Böylece kullarımızı, onların haline muttali kıldık
ki, Allah'ın vadinin hak olduğunu ve kıyametin (vaki olacağın)da hiç bir şüphe
bulunmadığını bilsinler"(Kehf, 21) ve Hz.Eyyub (a.s.)'ün kıssasında:
"Biz ona hem
ailesini, hem onlarla beraber bir mislini daha verdik "(Enbiya. 84)
ayetlerinde anlatıldığı gibi. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu son ayette, Hz.Eyyub
(a.s.)'ün ailesini Öldürdükten sonra, ona geri verdiğinden bahsetmiştir.
[46]
Mücessime, Allah'ın
"Sonra O'na (Allah'a) döndürüleceksiniz " ayetini, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda bulunduğuna delil
getirmiştir. Halbuki bu ayetten Altah Teala'nın maksadı, insanların, O'nun
hükmüne döndürülecekleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kabirdekileli diriltir, onlart
mahşerde toplar. İşte Allah'a rücû (dönme, döndürülme) budur. Allah, bunu bu
ifade anlatmıştır. Çünkü bu, Allah'dan başkasının hükmetmesini deruhte
edemeyeceği bir yere dönüştür. Nitekim Araplarda, ondan başkasının hüküm
veremeyeceği bir yere döndüğü zaman,
"Onun işi, Emire döndü" derler.[47]
Bu ayet bazı hususlara
delalet etmektedir:
1) Ayet,
Allah'dan başka diriltmeye ve öldürmeye hiç kimsenin
kadir olamayacağına delalet
etmektedir. Bu
sebebten, bu ayetle, tabi atçıların, hayat ve ölümde müessir elanın, şu şu
felekler, yıldızlar, enâsır-ı erbaa (dört asli unsur, su, hava, ateş *e toprak)
ve maddenin özellikleri olduğu görüşü geçersiz olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Allah
bir topluluğun:
"Bu hayat, dünya
hayatımızdan başka birşey değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi zamandan başka
birşey helak etmez (öldürmez) "(Câsiye, 24) Dediğini nakletmektedir.
2) Ayet,
haşr ve neşrin sıhhatine delalet etmekte ve haşre delalet eden delile de dikkat
çekmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, birinci seferinde arlıklara ölümlerinden sonra
hayat verdiğini beyan etmiştir. Bu sebeple ^riltmenin ikinci defada da vâki olması gerekir.
3) Ayet,
mükellefiyet, tergib (teşvik) ve terhibe (korkutmaya) delalet eder.
4) Ayet,
yukarıda izahı geçtiği gibi hem cebre, hem de kadere delalet eder.
5) Bu,
dünyada zühdün gerektiğini gösterir. Çünkü Cenab-ı Allah "Derken sizi
diriltti, sonra öldürdü, sonra (yeniden) tütecek" buyurarak, ölümün
mutlaka olacağını beyan etmiştir. Sonra yine insanları bu ölürr üzere
bırakmayıp, mutlaka kendisine döndüreceğini de belirtmiştir. Ölümün mutlaka
olmasına gelince, Cenâb-ı Hakk bu husus j şöyle beyan etmiştir: İnsan bir meni
iken Allah onu diriltmiş ve ona en güzel bir şekil vermiş ve onu her tarafı
ölçülü bir insan haline getirmiş, mükemmel bir akıl verip, çeşitli fayda ve
zararları görebilecek bir biçimde yaratmış. Onu, mallara, çocuklara, evlere ve
köşklere sahib kılmış, sonra onu öldürmek ve adeta hiçbirşeye malik olmamış
gibi kılmak,dünyada ne bir ismi ne bir yokmuş gibi kılmak suretiyle mal-ı mülkü
ondan izale etmiştir. Onu uzun müddet, Allah Teala: "Onların önlerinde bir
engel vardır" (Mü'minûn, 100) diye haber verdiği gibi, kendisine çağrıldığı
halde cevab verememiş, konuşması istendiği halde konulamamış, en yakın
akrabaları bile onu ziyaret etmemiş, aksine ailesi ve çotuk çocuğu kendisini
unutmuş olduğu bir halde onu kabirde bırakır. Nitekim Yahya b.Mu'az er-Râzî
şöyle der:
"Akrabalarım
kabrimin hizasından geçerler. Sanki onlar beni tanımıyorlar." Yine
kabirdeki insan adeta şöyle der: Allah'ım, sanki ben tek başınaymışım gibi,
onlar beni kabre yan üstü koydular. Cenazemi getirenler geri gittiler. Garibler
(yabancılar) benim garibliğime ağladılar. Beni sevenler, kabrin kenarından bana
seslendiler. Ben feryadü figan ederken, kabrimi ziyaret edenler bana acıdılar.
Bana bakanlar, aciz kalışımı açıkça gördüler. Meleğimin şöyle demesinden başka
ümidim kalmadı: "Şu akrabaları kendisinden uzaklaşmış yalnız adama bakın!
Sevenleri kendisinden ayrılmış, tek kalmış adama bakın! O, dünyada bana yakındı
ama, kabirde yabancı oldu. O, dünyada beni çağırır ve bana uyardı. Bu eve
(kabre) girerken benim kendisine lütufta bulunacağımı umuyordu. Ey ihsanı devamlı
olan Allah'ım, burada ona ihsanda bulun. Ey mağfireti bol olan Allah'ım, senden
umduğumu gerçekleştir."
Kulun, Allah'a mutlaka
döneceğine gelince, bu husus böyledir. Çünkü Cenab-ı Hak, şu ayetlerde sûra
üfürülmesini emretmiştir:
"Artık Allah'ın
diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp
ölecektir. Sonra o(sûra) bir daha üfürülecektir. O anda görürsün ki (Ölüler)
kalkmış bakımp duruyorlar"(Zümer, 68);
"Onlar sanki
dikili bir şeye (putlara v.s.) koşuyorlar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya
akarlar"Me&nc as\ ve sonra, nitekim:
"Rabbine saf saf
arzolunürlar"(Kehf, 48) ayetinde bildirildiği gibi Cenâb-ı Allah'a takdim
olunurlar. Bövlece.
"Rahman (Allah'ın
heybeti)'nden dolayı sesler kısılmıştır" (Taha, 108) ayetinde de bahsedildiği
gibi onlar, huşu ve huzû' içerisinde ayakta beklerler. Bir zat şöyle demiştir:
"Allah'ım! biz kabirlerimizin içinden başlarımız tozlu, korkunun
şiddetinden yüzlerimiz değişmiş, kıyametin dehşetinden başımız önümüze eğilmiş,
kıyametin uzun sürmesinden karınlarımız acıkmış, mahşerdekiiere karşı edeb
yerlerimiz açılmış, günahlarımızın yükünden belimiz kırılmış olarak
kalktığımızda ve günahlarımıza pişman olmuş olarak ne yapacağımızı
şaşırdığımızda, bizden yüz çevirerek musibetleri artırma ve bize olan rahmetini
ve bağışım genişlet. Ey rahmeti büyük,mağfireti geniş Olan Allah'ım! "[48]
Yeryüzünde ne varsa
hepsini siz (insanların faydasma)yaratan, sonra göğe yönelip de onlan yedi gök
halinde düzenleyen O (Allah)dır. O herşeyi hakkıyla bilendir"(Bakara, 29).
İşte bu, bütün
mükelleflere şamil olan ikinci nimettir. Cenab-ı Allah'ın gözettiği bu tertib
ne güzeldir! Çünkü, yer ile gökten fayadalanmak, ancak hayatın bulunmasından
sonra olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak ilk önce,"hayat
verme" işinden bahsetmiş, bunun peşinden gökleri ve yeri zikretmiştir.
Hak Teâla'nın sözüne
gelince, bunun tefsiri: "Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz
"(Bakara, 21) ayetinde geçmişti. sözüne gelince bu, lâzfından sonra
zikredilmiş şeylerin dinî ve dünyevî hususlarda, bizim faydalanmamız için
olduğuna delalet etmektedir.
Dünyevî hususlardaki
faydasına gelince, bu bedenlerimiz sağlıklı olsun, biz bir sebeple Cenâb-ı
Hakk'a itaat etmeye güç ve kuvvet kazanalım diyedir.
Dini husustaki
faydalanmamıza gelince, bu şeylerle istidlal ve kıyasta bulunmaktır. Cenâb-ı
Hak sözü ile, bütün faydalan kastetmiştir. Bu faydalardan bir kısmı, canlılar,
bitkiler, madenler ve dağlarla ilgilidir. Bir kısmı da, insanların
"istinbât" ederek, elde ettikleri bütün meslek.geçim vasıtaları ve
sanatlarla ilgilidir. Cenab-ı Hak, bütün bunları ancak kendilerinden istifade
olunsun diye yaratmıştır. Nitekim:
"Ve, göklerdeki
ve yerdeki şeyleri sizin emrinize verm/ştfr"(Casiye, 13) buyurmuştur.
Böylece, sanki Cenâb-ı Hak, "Siz ölülerken, sizi dirilten Allah'ı nasıl
inkâr ediyorsunuz? Yine, Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyi sizin için
yarattığı halde, nasıl inkâra sapabiliyorsunuz?" demiştir. Veyahutda,
"Allah sizin ölümünüzden sonra sizi dirilttiği halde, O'nun sizi yeniden
yaratmaya (iade) dair kudretini nasıi inkâr ediyorsunuz? Bir de O, yerde ne
varsa hepsini sizin için yaratmıştır; o halde sizi "iâde"den (yeniden
diriltmekten) nasıl aciz olur? Sonra Cenâb-ı Hak bu faydaların tafsilatını,
çeşitli sûrelerde söz konusu etmiştir nitekim; "Biz şarıl şan! su akıttık"(Abese.
25) ve Nahl suresinin başlarında; "Davarları da sizin için
yarattı."(Nahl, 5),buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır.
[49]
1) Alimlerimiz
şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak Subhânehu, herhangi bir maksattan dolayı bir iş
yapmaz, çünkü böyle olsaydı, O kendisini bu gaye ile tamamlamış olurdu.
Başkasıyla tamamlanmak isteyen, zatı itibariyle noksan demektir. Bu ise, Allah
hakkında imkânsızdır. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın fiili, kendisine değil de başkasına
yönelik olan bir maksatla mu'allel (bağlı) dir denilirse, biz deriz ki, bu
maksadın başkasına raci olması, Allah için, bu maksadın O'na raci olmasından
daha evla mıdır, değil midir?
Eğer evla ise, bu
durumda Cenâb-ı Hak bu fiilden istifade etmiştir, böylece de zikredilen mahzur
yeniden avdet etmiş olur.
Eğer evla değilse, bu
başkası için olan mezkur maksadın elde edilmesi, Allah için gaye olamaz.
Böylece de, Allah o maksatta bir müessir olmaz,
2) Bir
maksada mebni olarak bir iş yapan kimse, o fiil vasıta olmaksızın, o maksadı
elde etmekten aciz olur. Allah için acizlik ise, imkansızdır.
3) Şayet
Cenâb-ı Hak, bir maksada binaen bir iş yapmış olsaydı; bu maksat eğer kadim
olursa, fiilin de "kıdem"i gerekir; eğer "muhdes" olursa,
bu maksatta yapılan fiil başka bir maksattan ötürü yapılmış olur. Böylece de
teselsül gerekir ki, bu da muhaldir.
4) Cenâb-ı
Hak, şayet bir maksattan dolayı bir iş yapmışsa, bu maksat mükelleflerin
maslahatlarını gözetmek amacı olur. Allah'ın bu fiili işlemesi buna bağlı olmuş
olsaydı, O, kullar hakkında mefsedet olacak şeyi yapmazdı. Fakat, Cenâb-ı Hak,
iman etmeyeceğini bildiği kimseyi mükellef tutmasıyla bunu yapmıştır. Sonra
alimler Cenab-ı Hakk'ın âyetindeki 'Ancak bana ibâdet etsinler diye"
(zariyat. 56) ayetindeki lâm hakkında konuşarak şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ
herhangi bir kimsenin yapması halinde maksat gözeteceği bir işi yapınca sırf bu
benzerlikten ötürü o işe "maksat" demiştir.
[50]
"İbahiyye"
Cenâb-ı Hakk'ın âyetini O'nun "küir'ü, "kûll" için
yarattığına, bu sebeple herhangi oir şeyin yalnız bir kimseye ait
olmayacağına delil getirmişlerdir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Cenâb-ı Hak,
'külle" (istifade edilen bütün şeyler) "kûll" (bütün insanlar)
ile mukabele etmiştir. Bu, ferde ferd ile mukabele edilmesini gerektirir.
"Ta'yin" yani (istifade edilen şeylerin kimlere ait olacağını
bildirmek)ise, ayrı bir delil ile elde edilir.
Fakîhler (r.a.) ise bu
ayetle şuna delil getirmişlerdir: "Eşyada aslolan ibahedir " (Mubah
olmalarıdır ).Biz bunu, usûl-i fıkıhta açıklamıştık.
[51]
Denildi ki bu ayet,
toprağı yemenin haram olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, yerin
kendisini değil, yeryüzünde
bulunanları bize yaratmıştır.
Birisi şöyle diyebilir: Kendisine, "yerdedir" denilebilen herşey,
"yer" ismine dahildir. Böylece bu, hem yeri, hem de yerde olanları
ifade etmektedir. Şüphe yok ki madenler de bu isme dahildir; yine çorak tuzlu
arazi ile, ona benzeyen her toprak parçası "yer"in bir kısmıdır. Bir
de, bir şeyi hassaten zikretmek, hükmü onun dışında bulunanlardan kaldırmaya
delalet etmez.
[52]
Cenâb-ı Hakk'ın âyeti, Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmamasını
gerektirir. Aksi halde, bütün bu şeyleri başkası için değil de, kendisi için
yaratmış olurdu.[53]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra göğe yöneldi ayetine gelince bunda birkaç mesel vardır:
[54]
"İstiva", Arabça'da
"ayağa kalktı, dikeldi"anlamlarına gelir. Bunun zıddı
ise, "eğrilmek,eğilmek"dir. Bu husus cisimlerin sıfatlarında olduğu
için, AllahuTeâlâ'nın bundan,istivadan münezzeh olması gerekir.Bir de, ayette
bunun yanlışlığına delalet eden cihet vardır. Çünkü Allah'ın ifadesi, terahi
(geri kalma, sonralık)'yi gerektirir. Şayet "istivâ"dan maksat, bir
mekanda yükselmek olsaydı, önce bu yükseklik bulunurdu; eğer önce, bu yükseklik
bulunmuş olsaydı, o zaman bunun yerdekileri yaratmadan sonra olmaması
gerekirdi.
Ancak Cenâb-ı Hakk'ın âyeti,
sonralığı gerektirir. Bunun böyte olduğu sabit olunca, te'vil etmek gerekir. Bu
te'vilin izahı şöyledir: İstiva, dosdoğru olmak demektir; sopa düz ve dosdoğru
olduğu zaman denilir. Sonra, salıverilmiş ok gibi, başka bir şeye iltifat
etmeksizin birisi, bir şeye yönelip dosdoğru onu kastettiği zaman, nür, İşte bu
mânadan olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi istiare olarak kullanılmıştır.
Yani, "yerden sonra, semâyı yarattı; aralarına bir zaman koymadı; yeri
yarattıktan sonra, başka hiçbir şeye yönelmeyip, doğrudan doğruya semaya
yöneldi" demektir.
[55]
Cenâb-ı Hakk'ın,
'yeryüzünde bulunan bütün şeyleri sizin için
yaratan, sonra da hemen semaya yönelen O'dur'.' ayeti, yine O'nun: De ki,
gerçekten siz, yeryüzünü iki günde yaratanı inkâr ediyor, Ona ortaklar mı
koşuyorsunuz? O alemlerin Habbidir. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi
dağlar yarattı. Orada bereketler yarattı. Orada, isteyenler için dört günde
müsavi gıdalar takdir effi"(Fussilet, 9-10) ayetiyle tefsir edilmiştir. Şu
manada ki, yerin yaratılması iki günde, rızıkların takdir edilmesi de diğer bir
iki gündedir. Nitekim birisi, "Kûfe'den Medine'ye yirmi gün, Mekke'ye ise
otuz gündür" diyebilir; o, bu ifadesiyle, bu mesafelerin toplamının
"otuz gün" olduğunu kastetmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, diğer iki günde
semaya yönelmiştir. Bunun, toplamı"Allah gökleri ve yeri altı günde
yaratmıştır "(Hüd, 7) ayetinde buyurduğu gibi, altı gündür.
[56]
Tahiatçılardan bazıları,
bu ayetin, yerin yaratılmasının göğün
yaratılmasından önce
"De ki, gerçekten
, iki günde yeryüzünü yaratanı inkâr ediyor, O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin
Babbidtr. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi dağlar yarattı.
Orada bereketler var
etti. Orada, İsteyenler için, dört günde müsavi gıdalar takdir etti. Sonra
semaya yöneli(Fussilet 9-11) ayetinin böyle olduğunu yine Cenâb-ı Hakk'ın,
Nâziat sûresinde: Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa semayı mı? Allah onu bina
etti. Onun tavanını yükseltti, derken onu iyice düzeltti. Gecesini kararttı,
gündüzünü çıkarttı. Bundan sonra da, yeryüzünü yaydı "(Nâziat, 27-30)
beyan etmiştir.
Bu ayetler ise, yerin,
semanın yaratılmasından sonra yaratılmış olmasını gerektirir, demişlerdir.
Alimler buna cevaben bazı hususlar zikretmişlerdir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, göğü yaratmadan önce yeri yaratması caizdir. Ancak Allah, semayı
yaratmadıkça, yeri yaymamıştır... Çünkü (Naziat, 30) âyetinde geçen yeri yaymak
demektir. Birisi, bunun iki bakımdan müşkil bir şey olduğunu söyleyebilir:
a- Yeryüzü
büyük bir cisimdir; bu sebeple onun yaratılmasının döşenmesinden ayrı olması
düşünülemez. Yeryüzünün yayılması göğün yaratılmasından sonra olunca, yerin
yaratılması da, şüphesiz semanın yaratılmasından somu olur.
b- Cenab-,
Hakk'ın:
''Allah, yeryüzünde
olan herşeyi sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi(Bakara, 29) ayeti
yeryüzünün ve yerdekilerin yaratılmasının, gökyüzünün yaratılmasından önce
olduğuna delalet eder. Yerdeki şeylerin yaratılması ise ancak, yeryüzünün
yayılmasından sonra mümkün olur. Buna göre, ayet, göğün yaratılmasından önce,
yeryüzünün yayılmış olmasını gerektirir. Bu durumda bir tenakuz ortaya çtkar.
Buna şöyle cevab veririz:
Allah'ın : 'Yeryüzünü bundan sonrayaydı "(Naziat,
30) ayeti, göğün yaratılışının, yeryüzünün yaratılışından önce olmasını
gerektirir, ama göğün düzenlenmesinin yeryüzünün yaratılmasından önce olmasını
gerektirmez. Bu takdire göre de böyle bir tenakuz kalmaz.
Birisi şöyle
diyebilir: Allah'ın: Sizi yaratmak mı daha güç yoksa göğü yaratmak mı? O, göğün
boyunu yükseltti, derken ona bir nizam verdi"(Nazıat 27-28) ayeti,
gökyüzünün yaratılıp düzene koyulmasının, yeryüzünün döşenmesinden önce
olduğunu gösterir. Ne var ki yerin döşenmesi, yerin yaratılmasından ayrılmayan
bir hususdur. Buna göre göğün yaratılıp düzenlenmesi, yeryüzünden öncedir. Bu
durumda da mesele geri gelir.
c) En doğru
cevab şudur: lafzı, bu ayette tertibi göstermez, sadece nimetleri saymak için
getirilmiştir.
Bunun misali:
Birisinin başkasına "Sana büyük nimetler verip sonra senin kıymetini
yüceltip, sonra düşmanlarını senden uzaklaştırmadım mı?" demesi gibidir.
Adamın daha sonra zikrettiği şeylerin, daha önce yapmış olması muhtemeldir. En
iyi Allah bilir.
[57]
(Onları düzenledi)
zamir, müphem (kapalı) bir zamirdir. "Yedi Gök" ifadesi onu
tefsiretmektedir. (Onu adam olarak yetiştirdi,onu adam etti) sözünde olduğu
gibi. Zamiri müphem getirip sonra tefsir etmeninfaydası, müphemin sonra
açıklanmasının, önce açıklanmasından daha kıymetli olmasıdır. Çünkü zamir
müphem bırakıldığı zaman, insanlar onun kim veya ne olduğunu öğrenme arzusu
duyar. Bu müphemden sonra onu açıklamada, nefislerin arzu duydukları şeyi
tatmin vardır. Zamirin ya râcî olabileceği de söylenmiştir. . cins ismi
manasınadır. kelimesinin kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Arapça'ya
uygun olan izah, birincisidir. "Gökyüzünün düzenlenmesi" nin manası,
onların yaratılışlarını nizama koymak, onları eğrilik ve çatlaklıklardan azade
kılmak ve yaratılışlarını tastamam yapmaktır.
[58]
Kur'an bu ayette,
"yedi gök"
bulunduğunu göstermiştir. Astronomiciler
bize en yakın olansemanın, Ay küresi;
onun üzerindeki semânın Utarid küresi; sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi;
sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu
söylemişlerdir. Onlar, sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu sırayı
ancak iki şekilde bilebiliriz. Birincisi: Setr (yıldız tutulması) meselesidir.
Çünkü aşağıda olan yıldız, bizimle daha yukarıda olan bir yıldızın arasına
girip, her İkisi tek bir yıldız gibi olunca ve aşağıdaki yıldız (tutan),
tutulandan, -mesela Merih gezegeninin kırmızılığı, Utarid'in sanlığa Zühre'nin
beyazlığı, Müşteri'nin maviliği ve Zuhal yıldızının bulanıklığı git??-, bir
vasıfla daha ileri olur. Nitekim eskiler, Ayın altı yıldızı; Utarid'in
Zühre'yi; Zühre'nin Merih'i tuttuğunu (setrettiğJni)keşfetmişterdir Bu
şekildeki tertîb.ay ile tutulduğu içinguneş'in ayın üstünde olduğunu gösterir.
Ancak, güneşin diğer yıldızların altında mı üstünde mi olduğunu göstermez.
Çünkü güneş, doğarken diğer yıldızlar koybolduğu için, bunlardan herhangi biri
İle tutulmaz. Güneşin böyle oluşunda İki açıklamadan bahsedilmiştir: -
a) Onlardan
bazıları, Zühre yıldızını, güneş üzerinde bir leke gibi gördüklerini
söylemlerdir Bu görüş zayıftır. Çünkü onlardan diğer bazdan, ayın yüzünde
silikliğin oluşu gibi, güneşin yüzünde de lekelerin meydana geldiğini İddia
etmişlerdir.
b) Görünümün
değişikliği, Ay, Utarid ve Zühre yıldızlarında görülür, fakat Merih, Müşteri ve
Zuhal yıldızlarında görülmez. Bu durum güneşte ise gerçekten pek azdır. Bu
sebeble güneşin her iki kısım arasına girmiş olması gerekir. Bu ekseri
astronomilerin söylediği şeydir. Ancak Ebu Reyhan, El-Fergânf nîn Fusûl adtı
eserine yaptığı Telhis'te şöyle demiştir: Görünümün değişikliği sadece ayda
hissedilir. Böylece diğer vecihter geçersizdir güneşte bunun görülmesi ise
şüphelidir.
Bil ki rasathaneciler
ve astronomikler, feleklerin dokuz tane olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre,
dokuzun yedisi şu yukarıda saydıkla/imizdir. Sekizincisi sabtt yıldızların
bulunduğu felektir. Dokuzuncusu ise en büyük olanıdır ki bu yaklaşık ftergûn ve
gecede bir devir yaparak hareket eder. Sekizinci feleği isbat için şu delili
getirmişlerdir. Sabit yıldızların çok yavaş hareket ettiklerini gördük.
Yıldızların hareketlerinin, içinde bulundukları feleklerinin bereketine bağh
olduğu sabittir. Bu gezegenleri taşıyan felekler çok hızlı hareket
etmektedirler. Bu sebebten, çok yavaş hareket eden ve sabit yıldızlan taşıyan
başka bir varlığın (feleğin) olması gerekir.
Bu delil birkaç
bakımdan zayıftır:
1) Başka bir
cisimde yerleşmiş olmaksızın yıldızların kendi kendilerine hareket ettiğini
söylemek niçin caiz olmasın? Bu ihtimal ancak muhtar (seçici) olanın bozması
ile bozulur.ki bu ise çok zordur.
2) Bunu
kabul etsek de, "Bu yıldızlar gezegenler, gezegenler de hamillerinde
yerleşmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın? Bu durumda sekizinci feleğin
iâbatma ihtiyaç kalmaz.
3) Bu
feleğin, Kamer (ay) feleğinin altında olması niçin caiz olmasın?
Böylece o, bütün
gezegen kürelerinin üstünde değil de altında dur. Şayet "Biz gezegenlerin,
bu sabit yıldızlan tuttuğunu görüyoruz. Tutan ise, şüphesiz tutulanın
altındadır" denirse, biz deriz ki: Bu gezegenler, ancak bölgesine yakın
olan sabit yıldızları tutabilir (setreder). Kutuplara yakın olan sabit
yıldızları ise tutamaz. Buna göre, "Bölgesine yakın olan sabit yıldız,
Zühal küresinin üstünde olan sekizinci felekte yer atmıştır. Gezegenlerle
tutulması mümkün olmayan kutuplara yakın sabit yıldızlar da kamer (ay)
küresinin altında olan bir başka kürede yeralmıştır. Bu ihtimale mani olan
birşey de yoktur" demek niçin caiz Olmasın?
Sonra biz deriz ki:
"Farzedin ki siz bu dokuz feleğin varlığını isbat ettiniz. Onuncu bir
feleğin olmadığına ne delalet ediyor?" Bu konuda söylenecek en son söz,
"Rasat (gözetleme) feleklerin dokuz tane olduğunu göstermiştir. Ancak
delilin olmaması medlulün yokluğunu göstermez" demektir.
Bunu ortaya koyan şey
ise, bazı muhakkik rasatçıların (gözlemcilerin) söylediği şu sözdür:
"Şimdiye kadar anladığım, sabit kürelerin, bir küre, bir kısmı bir
kısmının içinde olan birkaç küre olmasıdır." Ben derim kk Bu, mümkün olan
bir ihtimaldir. Çünkü sabit kürelerin tekliğine delH getirilen şey, sadece onların
hareketlerinin birbirine benzediğinin söylenmesidir. Durum böyle olduğu zaman,
bu küreler tek bir küre (felek) içinde yer almış (merkûz) olur. Bu iki
mukaddime de yakînî birer mukaddime değiller.
Birincisinin yakînî
olmayışı şundandır: Bu kürenin hareketi her nekadar görünüşte tek ise de, belki
de hakikatte tek değildir. Çünkü, mesela o kürelerden birinin devrini
otuzaltıbin senede tamamladığını, bir diğerinin ise bu müddeti bir yıl eksiği
ile tamamladığını, bu bir senelik noksanı diğer senelere dağıtsak, bu tek bir
senenin hissesi, senenin 13/1200 kadar olur ki, bu hissedilebilecek bir fark
değildir. Hatta on, yüz, bin sene bile kesinlikle hissedilmez. Bu ihtimal
dahilinde olunca, sabit yıldızların müstevî hareketlerinin (birbirine eşit)
olduğuna kesin hükmedilemez.
İkincisinin yakînî
olmayışı işe şundandır: Sabit yıldızların harekette birbirlerine eşit olmaları,
farklı kürelerde (feleklerde) yer almış olmaları «imalinden ötürü, her ne kadar
hareketçe eşit olsalar da, bütün bu yıldızların tek bir kürede olmalarını
gerektirmez. Bu tıpkı onların, yıldızların birçoğunun felekleri hakkında
söyledikleri gibidir. Çünkü bunlar hareketlerinde, sabit yrfdızların feleğine
eşittirler. Burada da böyledir.
Ben derim ki: Bu
söylenen ihtimal, sabit yıldızların bulunduğu feleğe has değildir. Belki de
hergün hareket eden kütleler tek bir kütle değil, birarada
ian birçok
kütledirler. Ya bu kütlelerin hareketleri arasında o kadar az bir fark vardır
ki onları anlamaya ne ömürlerimiz ne de rasatlarımız kifayet eder. Ya da
bunların hareketleri mutlak manada birbirine eşittirler. Ancak, hareketteki
eşitlikleri tek bir bütün olmalarını gerektirmemektedir. Astronomicilerden, bu
dokuz feleğin dışında başka feleklerin de bulunduğunu kesin bir ifade ile
söyleyenler vardır. Çünkü insanlardan bazıları, sabit kürelerin üzerinde ve en
büyük feleğin altında olan başka kürelerin (feleklerin) olduğunu söylemiş ve bu
hususta birçok delil getirmişlerdir:
1) En büyük
meyli gözetleyenler, bu meylin mikdarını farklı farklı bulmuşlardır.
Gözetlemesi daha eskiye dayanan herkes, bu meylin mikdarını daha fazla
bulmuştur. Çünkü Batlamyus bu meyli (49) derece[59]
olarak bulmuştur. Me'mun zamanında bu, (63) derece olarak; Me'mun'dan sonra
bundan bir dakika eksik olarak bulunmuştur. Bu, iki mıntıkanın meylinin bazan
arttığını bazan da eksildiğini gösterir. Bu ise ancak, retu'l-Küll ile
Küretu's-Sevabit'in (sabit yıldızlar
küresinin) arasında kutublar, Küretu'l-Küll'un iki
kutbu etrafında dönen
bir başka küre
(yıldız) bulunduğundan ve Küretu's-Sevabit'in iki kutbunun da o kürenin
iki kutbu etrafında döndüğünde mümkün olur. Bundan dolayı, bu sabit yıldızların
kutubları bazan kuzeye doğru alçalır, bazan da güneye doğru yükselir. Böylece
de muaddelu'n-nehar'ın (gündüzün dönüşünün) burç noktasına yani mıntıkatu'l-bürûca
denk gelmesi ve bazan sabit yıldızların feleklerinin kutubları güneye
yükseldiği zaman, bu burçtan ayrılıp güneye dönmesi bazan da kuzeye dönmesi
gerekir. Nitekim şimdi de böyledir.
2)
Rasatçılar (gözlemciler), yıldızlardan
(astronomiden) bahseden
kitablarda yazılanlara göre, güneşin hareketinin mikdarını tesbit etme
hususunda çok gayret sarfettiler. Hatta
Batlamyus, Ebrahis'den şunu nakletmiştir: O, bu dönüşün birbirine eşit
zamanlarda mı farklı zamanlarda mı olduğunda şüphe etmiş ve bir görüşünde bunun
farklı zamanlarda olduğunu, bir görüşünde ise bunun eşit zamanlarda olduğunu
söylemiştir. Sonra astronomiciler, güneşin
farklı zamanlarda dönüşünün
sebebi hususunda iki görüş belirtmişlerdir:
a) Güneşin,
dünyadan en uzak olduğu noktayı hareketli kabul eden kimse bu cihetten güneşin
hareketinde bulunan farklılığın, güneşin dünyadan en uzak olduğu noktadan
uzaklığının değişmesinden ötürü i'tidâl noktasında meydana çıktığını iddia
etmiştir. İşte bu sebebten dolayı güneşin hareketinin mikdarının farklılığı
ortaya çıkmış olur.
b) Bu,
Hintliler, Çinliler, Babilliler ve Rum, Mısır, Şam'ın iler gelen
astronomicilerinin bir çoğunun görüşüdür ki, onlara göre bunun sebebi;
feleku'l-bürûcun (burçlar feleğinin) intikali ve kutbunun alçafcp yükselmesidir.
Yine Ebrahis'in de bu
görüşte olduğu nakledilmiştir.
Bâryâi İskenderânî
tılsım yapanların (büyücülenn) da buna inanıp feleku'l-bürûç noktasının
yerinden sekiz derece ileri geri gidip geldiğine inandıklarını ve hareketin
başlangıcının balık burcundan koç burcuna kadar yirmiiki derece olduğunu
söylediklerini zikretmiştir.
Bu şaşkınlık,
insan,aklının bu gibi şeyleri anlayamayacağına ve ancak bunları yaratıcısının
ve yoktan varedicisinin ilminin kuşatacağına seni ikaz etmelidir. Bu sebeble bu
konuda sem'i (nakli) delillerle yetinmen gerekir.
Şayet, biri Kur'an'da
göklerin sayışının yedi olduğunu ifade eden bu naslar, daha fazla olmasını
nefyeder mi'" derse, deriz ki, gerçek olan şudur ki: Sayının zikredilmiş
olması, fazlasının olmayacağına delalet etmez.
[60]
(Allah) herşeyi bilir "ayeti,
Cenab-ı Hakkın yeri, yerdekileri,
gökleri ve gökteki harikulade varlıkları yaratmasının ancak onları bildiği ve cüzisi İle küllisi ile onları çepeçevre ilmMe
ihata etmesiyle mirukün olabileceğini gösterir. Bu ise birçok şeye dcalet eder:
1) Alla
cüziyyatı bilemez diyen felsefecilerin
gömüşlerinin fasit; kplarno Harın
görüşlerinin ise doğru olduğu manasına gelir. Çünkü kelamcılar, Allah Teala, bu
alemi muhkem ve yerliyerinde yaratmıştır. Bu şekilde vapan Varatıcı'nı'n
yaptığı şeyi mutlaka, bütün detayı bilmesi gerekir' diyerek Allah'ın cüziyyatı
bildiğine delil getirmişlerdir. İşte bu delilin aynısını Cenao-ı Allah bu
ayette zikretmiştir. Çünkü O, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsettikten
sonra kendisinin alim olduğunu belirtmiştir. Böylece bu konuda ve bu istidlal
şeklinde, kelamcıların görüşünün Kur'an'a uygun olduğu ortaya çıkmış olur.
2) Bu,
Mutezile'nin görüşünün fasit olduğuna delildir. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı
Hakk, birşeyi ölçüp biçip, sınırlarını belirterp' yaratan kimsenin, o şeyi ve
onun detayını bilmesinin gerektiğini açıklamış? . Çünkü onu yaratan, şu kadarla
değil de bu kadarla sınırlandırarak yakmıştır. Belirli bir mikdar ile sınırlamanın,
mutlaka bir irade ile olması gerekir. Aksi halde mureccih bulunmaksızın bir
üstünlük meydana gelmiş olur. Birşeyi irade etmek, onu bilmeye bağlıdır. Bu
sebeble birşeyi yaratanın, mutlaka onu tafsilât;: bir şekilde bilmesi gerekir.
Şayet kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hem o fiilini hem de fiilinin
adedini, kemiyetini ve keyfiyetini bilmiş olması gerekirdi. Kulun böyle bir
ilmi olmayınca anladık ki o, kendisinin yaratıcısı değildir.
3) Mu'tezile
şöyle demiştir: Bu ayetle;"Her.bilenin üstünde daha (ye bir btien vardır
"{Yusuf. 76) ayeti birarada mütalâa olununca Cenab-ı Hakk'ın zatı gereği
alim olduğu ortaya çıkar." Buna cevabımız şudur: âyeti umumidir,
"Allah o Kur'an'ı ilmi ile indirdi"(Nisa, 166) ayeti ise hasdır. Has
olan ifade ise, umumi ifadeden daha önce gelir. En iyi Allah bilir.
[61]
"Hani Rabbin
meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti de,
(Melekler): "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken yerde,
bozgunculuk edip kanlar dökecek bir varlık mı yaratacaksın?"
demişlerdi. Allah da
''Ben sizin bilemeyeceklerinizi bilirim'' buyurmuştur''(Bakara, 30).
Bu ayet, Hz.Adem
(a.s.)'in nasıl yaratıldığına ve Allah'ın onu nasıl şereflendirdiğine delalet
eder. Bu, bütün insanlar için umumi bir in'amdır. Bu sebeble, bu, Cenab-ı
Hakk'ın burada bahsettiği umumi nimetlerin üçüncüsüdür. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[62]
lafzı hakkında iki
görüş vardır:
a) Bu zaid
bir edattır. Ancak Araplar bunu kullanmayı alışkanlık haline getirdikleri
için, Kur'an'da onların dili ile bu şekilde inmiştir.
2) Bu zaid
değil, yerinde bir edattır. Çünkü Kur'an'da manası olmayan hiçbir şey yoktur.
Bu, gizli JTii lafzı ile mansubtur. Buna göre mana, "Onlara, Rabbin
meleklerine söylediği sözü zikret" şeklinde olur.
Bu iki sebebten ötürü
takdir edilmiş (açıkça söylenmemiştir.
a) Mana
bilindiği için...
b) Cenab-ı
Hakk bunu Kur'an'ın birçok yerinde açık olarak zikrettiği için...
"Âd kavminin
kardeşleri (olan Hud'u) hatırla. Hant O, Ahkârtakt kavmini imar
etmişti"{Ahkât, 21),
"Kulunuz Davud'u
hatırla... "(Sâd. 17) ve
'Onlara, karye
ashabını misal getir. Hani oraya peygamberler gelmişti. Hani oraya iki kişi
göndermiştik" (Yasin, 13-14) ayetlerinde olduğu gibi...
Kur'an'ın tamamı tek
bir söz gibidir. Mukadder kelimelerin açıkça zuredilmlş olduğu ayetlerin, bu
sûreden önce inmiş olması, bu sebeble de onların mukadder bırakılması
(zikredilmemesi) uzak bir ihtimal değildir. Keşşaf sahibi lafzının, âyetteki
fiili ile mansub olmasının caiz
olacağını da söylemiştir.
[63]
"Melek"
kelimesinin aslı, risalet (elçilik) manasınadir. Beni
ona elçi olarak gönderdi, denilir ve elçilik manasınadır,
nesinin aslı, hemzeli olan kelimesidir. Hemze çok kullanıldığı için, kolaylık
olsun diye hemze hazfedilip harekesi makabline verilmiştir.
Keşşaf sahibi ise,
lafzının aslında kelimesinin cemi olmasının tıpkı cemi olması gibi olduğunu,
sonundaki (te) harfinin ise, seminin müennes olmasından ötürü geldiğini
söylemiştir.
[64]
Bazı kimseler şöyle
söylemişlerdir: İki Sebebten dolayı meleklerle ilgili mevzunun, peygamberlerle
ilgili mevzudan önce olması gerekir.
1) Cenab-ı
Allah, "Müminlerin hepsi, Allah'a,
Allah'ın meleklerine, kitablanna
ve peygamberelerine iman ederler "(Bakara, 285) ayetinde, meleklere
imanı,
peygamberlere imandan
önce zikretmiştir. Resulullah (s.a.s.)da "Allah'ın başladığı şey ile
başlayınız" buyurmuştur.
2) Melek,
vahyin ve şeriatın tebliğinde Allah ile peygamber arasında vasıtadır. Bu
sebeble de Peygamberden öncedir.
Bazı kimseler ise
şöyle demiştir: Peygamberlik konusundan bahsetmek, meleklerden bahsetmekten
daha öncedir. Çünkü biz meleklerin varlığını akıl yolu ile değil nakil yoluyla
bilebiliriz. Öyle ise nübüvvet (peygamberlik) konusunda konuşmak, melekler
konusunda konuşmak için bir asıl (temel) olduğundan nübüvvetle ilgili sözün
daha önce getirilmesi gerekmiştir. Evla olanın, meleklerin şeref ve yücelik
bakımından peygamberlerden önce; meleklere düşüncelerimizle ulaştığımız için,
akıllarımızda ve zihinlerimizde peygamberlerden sonra olduğunun
söylenilmesidir. Ulvi alemin şerefli oluşunun, orada meleklerin bulunuşundan;
suflî alemin şerefli oluşunun, orada insanların bulunuşundan dolayı olduğu hususunda
akıllı kimseler arasında bir ihtilaf yoktur.
Ancak insanlar
meleklerin mahiyeti ve hakikati konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu husustaki
görüşleri zabtu rapt altına almanın yolu şöyle söylemektir: Meleklerin,
nefisleriyle kaim zatlar olmaları fikrini ele alalım: Bu zatlar ya mütehayyiz
(bir mekan kaplıyan) varlıklardır veya böyle değillerdir.
Birinci ihtimal söz
konusu olursa, yani melekler mütehayyiz (bir mekan kaplayan) zatlar iseler, bu
durumda bir kaç görüş mevzubahistir.
1) Onlar,
gökyüzünde bulunan, çeşitli şekillere girebilen havai, latif cisimlerdir. Bu
müslümanların çoğunun görüşüdür.
2) Bu,
putperestlerden çeşitli grupların görüşleridir. Buna göre: Saadet ve mutsuzluk
vermekle nitelenen şu yıldızlardaki hakikattir. Onlarm iddiasına göre bu yıldızlar,
konuşan diri varlıklardır ve onlardan mutluluk verenler rahmet melekleri,
mutsuzluk verenler ise azab melekleridir.
3) Bu,
Mecüsî ve Seneviyye'nin çoğunluğunun görüşüdür ki buna göre bu kâinat ezeli iki
asıldan meydana gelmiştir. Bu asıllar nûr ve zulmettir. Nur ve zulmet,
hakikatte zat ve şekil itibari ile birbirinin zıddı, iş ve yönetme bakımından
birbirinden farklı, kudret ve irade sahibi şeffaf iki cevherdirler. Buna göre
nûr cevheri, faziletli, hayırlı, temiz, hoş kokulu, şerefli, sevindirip zarar
vermeyen, fayda verip mani olmayan, diri olan ve eskimeyen bir cevherdir;
zulmet cevheri ise bunun tam aksidir.
Sonra nûr cevheri, bir
evlilik yoluyla değil, hakimden hikmetin, ışık saçandan ışığın doğması
tarzında, velileri (yardımcılarını) doğurmaya devam eder ki bunlar da
meleklerdir.
Zulmet cevheri ise,
bir evlilik yoluyla değil, sefihden sefahatin meydana gelmesi (gibi) bir yolla
düşmanlar meydana getirmeye devam eder ki bunlar şeytanlardır. İşte bu
anlatılanlar melekleri, cismani ve mütehayyiz (mekan tutan) varlıklar olarak
gören kimselerin görüşleridir.
Eğer ikinci ihtimali
yani meleklerin mütehayyiz ve cisim olmayan, kendi başlarına kaim zatlar
olduğunu söyleyen görüşe gelince bunda da iki ayrı görüş vardır.
1) Bazı
hristiyan gurupların görüşü ki buna göre, melekler hakikatte, saflık ve hayır
sıfatı üzere bedensiz, konuşan nefisler (nüfus-ı mufârıka)'dir. Bu böyledir.
Çünkü bu bedensiz nefisler, eğer saf ve halis iseler işte onlar melekdirler.
Eğer kötü ve bulanık iseler, işte onlar da şeytandırlar.
2) Felsefecilerin
görüşleridir ki buna göre, melekler nefisleriyle kaim cevherler olup kesin
olarak mütehayyiz (yer tutan) değildirler. Onlar mahiyetleri itibarı ile,
konuşan beşeri nefis (nüfus-ı nâtıkâ-i beşeriyye'den) çeşitlerinden
farklıdırlar. Onlar daha mükemmel biçimde kuvvetli ve daha bilgilidirler. Güneş
ışığa nisbetle ne ise, beşeri nefisler için bunlar da aynıdır. Sonra bu
cevherler iki kısımdırlar;
Bir kısmı, nisbetleri,
feleklerin ve yıldızların kütlelerine olan nisbeti, bizim konuşan nefsimizin
(nefs-i natıkamızın) bedenlerimize olan nisbeti gibi olan cevherlerdir.
Bir kısmı ise,
feleklerin yönetimi ile ilgili olmayıp, daha doğrusu onlar marifetullaha, O'nun
sevgisine dalmış olup Allah'a taat ile meşguldürler. Bu kısımdaki cevherler
Allah'a yakınlaştırılmış (mukarreb) meleklerin taa kendileridir. Onların,
gökleri yöneten meleklere nisbetleri, gökteki yönetici meleklerin bizim konuşan
(natıka) nefislerimize nisbeti gibidir. Bu iki kısım cevherin varlığı hususunda
felsefeciler ittifak etmişlerdir. Bazı felsefeciler ise, başka çeşit meleklerin
de bulunduğunu söylemişlerdir ki bunlar, bu süfli alemin çeşitli işlerini
yöneten yeryüzü melekleridirler.
Sonra bu alemi yöneten
ruhi varlıklar eğer hayırlı iseler, işte bunlar meleklerdir. Eğer şerli iseler,
bunlar da şeytanlardır. İnsanların melekler hakkındaki görüşlerinin tafsilatı
bu söylenenlerden ibarettir.
Alimler, meleklerin
varlığına akıl cihetinden hükmetmenin mümkün olup olmadığı, onların varlığını
isbat etmenin tek yolunun nakil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Felsefeciler,
meleklerin varlığını gösteren akli deliller olduğunda ittifak halindedirler.
Onların bu delillerini gözden geçirirken, onlarla beraber biz de ince ve derin
araştırmalar yapacağız.
[65]
Bazı kimseler bu
hususta ikna edici akli izahlar getirmişlerdir. Biz de bunları gözden
geçirelim.
1) Melekten
murad, ölü olmayan,konuşan diri bir varlıktır. Bu hususta biz deriz ki: Akli
yönden taksimat, diri (canlı) varlıkların üç kısım olmalarını gerektirir:
Diri varlık, hem
konuşur hem de Ölümlü olursa bu insandır. Ölümlü olur fakat konuşamaz ise
bunlar da hayvanlardır. Veya konuşur fakat ölümlü olmaz ise bu da melektir.
En aşağı mertebenin, konuşamayan
ölümlü varlığın mertebesi; orta mertebenin, ölümlü konuşan varlığın mertebesi
ve en şerefli mertebenin de ölümlü olmayan varlığın mertebesi olduğunda şüphe
yoktur. Hikmet-i ilahi, mertebelerin en değersizi ile orta mertebeyi yaratmayı
iktiza edince, mertebelerin en şereflisi ve en yücesini yaratması, öncelikle
gerekir.
2) Fıtrat,
gökler aleminin bu süfli (yer) aleminden daha şerefli ve hayat, akıl, konuşma
gibi hususiyetlerin, zıdlarından daha şerefli olduğuna şehadet eder. Öyleyse,
akıl, hayat, konuşma, gibi hususiyetler bu bulanık zulmânî (kesif) âlemde
bulunduğu halde; ışık, nur ve yücelik (şeref) âlemi olan o gökler âleminde
bulunmaması, aklen pek uzak bir ihtimaldir.
3) Tasavvuf
erbabı, meleklerin varlığını müşahede ve
mükaşefe cihetinden; ashab-ı hâcât ve zarurât (meleklerin varlığının
ihtiyaç ve zaruret olduğuna inananlar)
ise meleklerin varlığını
bir başka cihetten isbat
etmektedirler. Bu da o meleklerin çok garib ve nadir tedavi metodlannı, ilaç
karışımlarını ve panzehir elde etme sanatını bulmada müşahade edilen, akıllara
hayranlık veren etkileridir. Meleklerin varlığına delalet eden bir başka şey de
sadık rüyalar (aynen çıkan rüyaların) durumudur. Bu izah tarzları, onları
dinleyen fakat tecrübe etmemiş olan kimseye nisbetle iknâî (ikna edici),
tecrübe eden, müşahade eden ve onların sırlarına muttali olan kimseye nisbetle
katidirler.
Nakli delillere
gelince meleklerin varlığı hususunda peygamberler (s.a.s.) arasında kesinlikle
hiçbir anlaşmazlık yoktur. Hatta bu husus peygamberler arasında üzerinde icma
edilmiş olan bir keyfiyettir. Allah en iyi bilendir.
[66]
Meleklerin çok
olduğunu açıklama hususundadır. Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
''Gök gıcırdadı. Önün
gıcırdaması da gerekti. (Çünkü) gökte adım atılacak her yerde ya secde eden
veya rukû'a varan bir melek vardır."
Rivayet edildiğine
göre, insanoğlu cinlerin ondabiri, cinler ile insanlar, yeryüzündeki diğer
canlıların ondabiri, bunların hepsi kuşların ondabiri, bunların hepsi deniz
canlılarının ondabiri; bunların hepsi, yeryüzünde görevli meleklerin ondabiri;
bunların hepsi dünya semasındaki meleklerin ondabiri ve bunların hepsi de
üçüncü kat gökteki meleklerin ondabiri kadardır. Bu yedinci kat göğün
meleklerine kadar böyle gider. Sonra bütün bunların hepsi Kürsî meleklerine
nisbetle pek az kalırlar. Sonra bütün bunların hepsi, 'Arş'ın, sayısı yetmişbin
olan perdelerinden (süradik) herbir perdesinde görevli meleklerin ondabiri
kadardır ki herbir perdenin uzunluğu, genişliği ve yüksekliği ile, gökler, yerler
ve bunlar arasında bulunan şeyler karşılaştırıldığı zaman, bütün bunlar o
perdenin yanında pek az ve küçük kalırlar. Gökte adım atılacak hiçbir yer
yoktur ki orada ya secde eden, ya rukûya varan yahut da kıyamda duran bir melek
bulunmasın. Meleklerin, Cenab-ı Allah'ı teşbih ve takdis etmekten meydana gelen
nameleri vardır. Sonra ise, bütün bunlar 'Arş'ın etrafında dönen meleklere
nisbetle denizdeki tek bir damla kadardır. Onların sayısını ancak Allah Teala
bilir.
Sonra bu meleklerden
başka, İsrafil (a.s.)'în yardımcıları olan "Levh" Telekleri ve
Cebrail (a.s.)'in askerleri olan melekler vardır. Bu meleklerin hepsi Allah'ın
emirlerini dinlemekte, O'na itaat etmekte, hiçbir gevşeklik göstermeden Hak
Teafa'ya ibadet ile meşgul olmaktadırlar. Dilleri Allah'ı zikir ve O'nata'zime
devam etmekte, Allah'ın onları yaratmasından beri zikirde ,anşmaktalar ve
geceler, gündüzler boyunca usanmadan O'na ibadet etmektedirler. Onların ne
cinsleri, ne ömürleri, ne de Allah'a nasıl ibadet ettikleri bilinemez. Bu,
Cenab-ı Hakk'ın
"Habbinin
ordularını O'ndan başka kimse bilmez" (Müddessir, 31) ayetinde buyurduğu
gibi, O'nun melekûtunun (hükümranhğımn)hakikatiile ilgilidir.
Derim ki: Bir va'z-u
nasihat kitabında şunu gördüm: "Hz.Peygamber (s.a.s.) miraca
çıkarıldığında adeta panayır gibi olan bir yerde, bir kısmı diğer bir kısmına
doğru giden melekler görür ve Cebrail (a.s.)'e, "Bunlar hangi meleklerdir
ve nereye gidiyorlar?"diye sorar. Cebrail (a.s.): "Bilmiyorum. Ancak
ben yaratıldığımdan beri onları görüyorum. Ama onlardan bir gördüğümü bir daha
görmüyorum" der.
Sonra o meleklerden
birisine şöyle sorarlar: "Sen ne zamandan beri varsın?" O şöyle cevab
verir: "Bilmiyorum, ancak bildiğim şu ki Allah Teâla, her yedtyüzbin
senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldım yaratılalı dörtyüzbin yıldız
yaratıldı." Kudreti cok'muazzam, kemali çok yüce olan Allah'ın şanı ne
kadar yücedir.
[67]
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı
Kerim'de meleklerin sınıflarını ve vakıflarını zikretmiştir.
Meleklerin kısımlarına
gelince, bunlardan :
Birinci kısım:
Arşı taşıyan meleklerdir ki Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurur:
"O gün Rabbinin
Arşını (gökteki meleklerin) üstünde bulunan sekiz (melek) yüklenir"(Hakka,
17).
İkinci kısım:
Allah'ın: "Melekleri, Bablerini hamd ile teşbih ederek Arşın etraûnı
kuşatmış halde görörsün"(Zümer. 75) ayetinde haber verdiği gibi, 'Arş'ın
etrafını kuşatmış olan melekler.
Üçüncü kısım:
Meleklerin en büyükleridir ki, Cenab-ı Hakk'ın:
"Kim Allah'a,
Allah'ın meleklerine ve peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa,
bilsin ki Allah kâfirlerin düşmanıdır"(Bakara, m) ayetinde haber verdiği
gibi, Cebrail ve Mikail (a.s.) bunlardandır.
Sonra Hak Teala,
Cebrail (a.s.)'i bazı vasıflarla nitelemiştir:
a) O,
peygamberlere Allah'ın vahyini getirendir. Bu hususta Cenab-ı Hak, "O
(Kur'an'ı), kalbine Ruftu'l Emin
(Cibril) indirdi.(şu'arâ, 193) buyurmuştur.
b) Allah
Teala, Cebrail (a.s,)'i Kur'an'da diğer meleklerden önce zikretmiş ve şöyle
buyurmuştur:
"De ki: Kim
Cebrail'e düşman olursa..."(Bakara, 97). Çünkü o, vahiy ve ilmi getiren,
Mikail ise rızıkları ve gıdaları dağıtan melektir. Manevi bir gıda olan ilim,
bedeni gıdadan daha şereflidir. Bu sebeble de Cebrail'in, Mikail'den daha
şerefli olması gerekmiştir.
c) Allah
Teala, Cebrail (a.s.)'i, kendisinden hemen sonra zikretmiş ve "Hiç
şüphesiz, Allah, Cebrail ve salih
müminler O Peygamberin yardımcisıdır"(Tahnm, 4) buyurmuştur.
d) Cenab-ı
Hak, onu "Ruhu'l Kudüs" diye isimlendirerek, Hz. İsa (a.s.) hakkında
şöyle buyurmuştur:
"Hani ben, seni
Ruhu'l-Kuds ile güçlendtrmiştim"{Maide, 110).
e) O,
üzerlerinde alametleri olan bin melek ile Allah dostlarına yardım etti,
düşmanlarını da kahretti.
f) Allah
Teala, Cebrail (a.s.)’ı:
"O (Kur'an) çok
şerefli, çetin bir kuvvet sahibi, 'Arş'm sahibi (Allah) yanında çok itibarlı,
orada kendisine itaat edilen ve güvenilir bir elçinini (getirdiği)
kelamdır''(Tekvir. 19-21) buyurarak altı sıfatla övmüştür. Cebrail (a.s.)'in
elçilik görevi, onun bütün peygemberlere Allah'ın elçisi olmasıdır. Buna göre
bütün nebi ve resuller, Allah katında Cebrail (a.s.)'in ümmeti ve iyi dostları
mesabesindedirler. Çünkü Cenab-ı Hak Cebrail (a.s.)'i kendisi ile, en şerefli
insanlar olan peygamberler (a.s.) arasında vasıta yapmıştır. Cebrail (a.s.)
kuvvetlidir. Çünkü O, Lut kavminin şehirlerini göğe kaldırıp altını üstüne
getirmiştir; Allah katında itibarlıdır, zira, Allah: "Hiç şüphesiz Allah,
Cebrail ve salih müminler, O (Peygamberin)'nun yardımcısidır"(Tahrim, 4)
ayetinde, onun adını kendi isminden sonra getirmiştir; O, itaat edilendir,
çünkü, meleklerin önderi ve lideridir. Onun güvenilir (emin) olmasına da
Cenab-ı Hakk'ın:
"O (Kur'an'ı)
senin kalbine, tnzar edicilerden (uyaranlardan) olasın diye, Ruhu'l-Emin
(Cebrail) indirdi (şu'ara193) ayeti delalet eder.
Meleklerin diğer büyükleri
de İsrafil ve Azrail (a.s.)'dir. Onların varlıkları hadîs ile sabit olmuştur.
Yine hadisle sabit olduğuna göre, Azrail, Cenab-ı Hakk'tn: "De ki:
Sizleri, sizler için görevlendirilmiş olan ölüm meleği öldürür. "{Secde,
11) ayetinde bildirdiği ölüm meleğidir. Allah Teala'nın:
"Sizden birisine
ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onun canını alır"(En'am, 61) ayetine
gelince, bu, ruhları almakla görevlendirilmiş başka meleklerin varlığına
delalet eder. Ölüm meleğinin ise ruhları almakla görevlendirilmiş melekler
gurubunun lideri olması caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Melekler, o
kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarım alırken bir
görmeliydin"{Enfal, 50). İsrafil (a.s.)'e gelince hadisler onun,
"Sûr'un sahibi" olduğuna delalet etmektedir ki Cenab-ı Allah bu
hususta şöyle buyurmuştur:
''Sûra (birinci defa)
üfürülünce birden Allah 'm diledikleri hariç, göklerde ve yerde kim varsa düşüp
ölürler. Sonra sûra ikinci kez üfürülür. O zaman bir de bakarsın ki (ölüler)
ayağa (kalkmış) bakınıp duruyorlar"(Zümer, 63).
Dördüncü kısım:
Cennet melekleridir. Cenab-ı Hak:
"Melekler her
kapıdan onların yanma girerek, ' 'Sabrettiğiniz için, selam
size. Burası, dünyanın
en güzel bir sonucudur" derler"(Rad, 23-24) buyurur.
Beşinci kısım: Cehennem
melekleridir. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle
buyurur, , cehennem
üzerinde vazifeli ondokuz (melek) vardır.
"Biz o ateşin
bekçiliğine meleklerden başkasını memur etmedik"(Müdessir, 30-31). Bu
meleklerin başkanları, Allah Teala'nın:
(Cehennem ehli): Ey
Malik, Habbfn bizim işimizi bitirsin (bizi öldürsün) " diye
çığrışırlar"{Zuhwi rr, ayetinde işaret ettiği gibi, Mâlik isimli melektir.
Bunların hepsine ise, Cenab-ı Hakkın da:
"O, kendi
meclisini çağırsın, biz de Zebanileri çağırırız" (Alak, 17-18) buyurduğu
gibi, "Zebani" denir.
Altıncı kısım:
İnsanlar için görevlendirilmiş olan meleklerdir. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
"(İnsanın)
sağında ve solunda oturan (iki melek) vardır. O insan ne zaman bir söz söylese,
yanında hazır bir gözcü vardır"(Kâf, 17-18);
"Onun (ve her
İnsanın) önünde ve arkasında kendisini Allah 'm emriyle gözetleyecek ta'kibci
(melekler) vardır"(Ra'd, 11) ve:
"O Allah kullan
üzerinde kahir (kudret sahibi)dir ve size bekçi melekler
yollar"(En'am,
61).
Yedinci kısım:
Amelleri yazan melekler. Bu, Allah'ın:
"Muhakkak ki
sizin üzerinizde bekçiler, her yaptığınızı bilen şerefli kâtibler
vardır"(inmar, 10-12) ayeti ile bildirdiğidir.
Sekizinci kısım; Bu dünyanın işleri ile görevlendirilmiş olan meleklerdir ki, Cenab-ı
Allah'ın:
"Saf saf
dizilenlere yemin olsun"{Saftat, 1);
"Savurdukça
savuranlara, derken bir yükü taşıyanlara, sonra kolayca akıp gidenlere derken
iş bölümü yapan (melek)'lara yemin olsun ki... (Zariyat, 1-4) ve "Boğulmuş ruhları ta derinliklerden
söküp (alan meleklere)
yemin olsun ..."(Naziat, 1) ayetlerinde anlatılan melekler bunlardır. İbn
Abbas (r.ahm)'m söyle dediği rivayet edilmiştir. Allah Teala'nın hafaza
meleklerinden (insanlara bekçilik yapan meleklerden) başka melekleri de vardır
ki bunlar her düşen ağaç yaprağını kaydederler. Sizden birinize çölde bir
sıkıntı ve darlık gelirse şöyle seslensin: "Ey melekler! Allah'ın
kullarına yardım ediniz ki Allah da sizlere merhemet etsin."[68]
Meleklerin vasıflarına gelince, bunlar birkaç
yöndendir:
1) Melekler,
Allah'ın elçileridirler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:]
"Melekleri elçiler yapan (Allahd hamdolsun)"(Fatır, 1)
"Allah, melekler
içinden elçiler seçer"(Hacc, 75) ayetinin meleklerden sadece bir kısmının
elçi olduğuna delalet ettiği söylenirse bunun cevabı şudur: Âyetteki harf-i
cerri teb'îz (kısmîliği ifade etmek) için olmayıp beyan (açıklama) içindir.
2) Onlar,
Allah'a yakındırlar. Bu yakınlığın mekan ve cihet itibarı ile olması imkansız
olduğuna göre, geriye bunun şeref itibarı ile olması ihtimali kalır.
Cenab-ı Hakk'ın:
"Allah'ın yanında
bulunanlar, Ona ibadetten büyüklenmezier"(Enbiya, 19); "Daha doğrusu
onlar, ikrama nail olmuş şerefli kullardırlar"{Enbiya, 26) ve "Onlar
gece gündüz Allah'ı teşbih ederler,
bunda hiç gevşeklik göstermezler"(Enbiya,
20) ayetlerinde anlatılan budur.
3) Onların
itaat ile vasfedilmeleri. Bu da birkaç bakımdandır.
a) Cenab-ı
Allah, onlardan şöyle dediklerini nakleder:
"Biz, seni
hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz"
(Bakara, 30). Bir
başka ayette ise şöyle buyurulur:
"Bizler saf saf
olanlarız, bizler Allah'ı teşbih edenleriz' (Saffat, 165). Cenab-ı Allah, bu
hususta onları yalanlamamıştır. Böylece meleklerin sürekli ibadet ettikten
sabit olmuştur.
b) Onların,
Allah'ı ta'zim ederek, O'nun emrine hemen koşuvermeleridir. Bu, Cenab-ı
Hakk'ın:
"Bunun üzerine,
bütün melekler hemen secde ettiler"(Hicr, 30) ayetinin anlattığı haldir.
c) Onlar, Allah'ın bir vahyi ve emri olmadıkça hiçbirşey
yapmazlar. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Bunlar, sözleri
ile asla Allah'ın önüne geçmezler. Onlar Allah'ın emri ile hareket
ederler"{Enbiya, 27).
4) Onların
kudret ile vasfed i I meleridir ki bu da birkaç yöndendir.
a) Sayılan
sekiz olan Arş'ın taşıyıcıları Arşı ve Kürsi'yi taşırlar, sonra Arş'tan daha
küçük olan Kürsi, yedi kat göğün tamamından daha büyüktür. Çünkü Cenab-ı Allah:
"Allah'ın
Kürsî'sigökleri ve yeri kuşatmıştır"(Bakaia, 255) buyurmuştur. Buna
göre.sen meleklerin nihayetsiz güç ve kuvvetine bak!..
b- Arş'ın
yüksekliği vehimlerin ihata edemiyeceği bir şeydir. Buna Cenab-ı Allah'ın:
"Melekler ve rûh
O'na mikdan ellibln sene olan bir günde akar/ar"(Meâric, 4) ayeti delalet
eder. Sonra melekler, son derece güçlü oldukları için, oradan bir anda
inebilirler.
c- Allah'ın;
"Sûra (birinci
defa) üfürülünce, Allah'ın diledikleri hariç, birden göklerde vç yerde kim
varsa düşüp ölür. Sonra sûra ikinci kez üfürülür. O zaman bir de bakarsın ki,
(ölüler) ayağa kalkmış, bakmıp duruyor/ar "(zümer, 68) ayetinde ifade
ettiği gibi, sûrun sahibi olan İsrafil (a.s.) o kadar güçlüdür ki, sûra bir
jflemesiyle göklerde ve yerde olan herkes ölür. İkinci bir üfleyişiyle de,
herkes yeniden dirilir. Sen onun bu gücünün azametini var düşün!
d) Cebrail
(a.s.) Lût kavminin dağlarını ve beldelerini bir defada yerinden sökebilecek
bir kudrete sahiptir.
5)
Meleklerin korku ile vasfedilmeleridir. Buna birçok husus delalet eder:
a) Onlar çok
ibadet etmelerine ve kesinlikle küçük günahlara da yönelmemelerine rağmen,
sanki ibadetleri bir günahmış gibi, korkar ve ürperirler. Bu hususta Cenab-ı
Allah;
Kendilerine kahir olan
Rablerinden korkarlar "(Nah, 50). ve: "Onlar Allah'ın korkusundan
tirerler"(Enbiya, 28) buyurmuştur.
b) Bu,
Allah'ın şu ayetinde anlatılan husustur: "Kalblerinden korku giderildiği
zaman, "Rabbiniz ne buyurdu?" der. Onlar, "Hakkı" derler.
O, çok yüce, çok büyüktür "(Sebe-, 23). Bu ayetin tefsirinde rivayet
edildiğine göre, Cenâb-ı Hak vahyi bildirdiği zaman, onu semavat ehli, zincirin
çıplak bir kayaya çarptığında çıkardığı ses gibi işitirler ve korkuya aüşerler.
Vahiy sona erdiğinde, birbirlerine, "Rabbimiz ne dedi?" derler, Hak
dedi, O yücedir, büyüktür" diye cevap verirler.
c) Beyhakî,
"Şuabu'l-İman" da İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet fitti:
"Resulullah (s.a.s.) bir yerde bulunuyordu; yanında da Cebrail (a.s.)
vardı. Birden semanın ufku yanldı; Cebrail (a.s.) sinmeye ve küçülmeye
başlayarak, ryice yere yapıştı. Derken, Hz.Peygamber'in önünde bir melek
belirerek, şöyle dedi: Ey Muhammed, Rabbin sana selâm ediyor ve seni, melîk,
yani hükümdar bir peygamber olmak ile insan bir peygamber olman arasında
muhayyer bırakıyor. Peygamber {s.a.s.) etiyle, Cebrail (a.s.)'in mütevazı I iğ
ine işaret ederek, "Anladım ki o, bana nasihat ediyor; bunun üzerine ben
de, "kul olan bir peygamber olmayı tercih ederim" dedim. Bunun
üzerine melek göğe yükseldi.. "Ey Cebrail, bu hususta sana sormak istedim,
fakat senin, sana bunu sormaktan beni alıkoyan o halini gördüm.. Ey Cebrail, O
kimdi? dedim. Cebrail, "O İsrafil idi; Allah onu yarattığı gün o Allah'ın
huzurunda idi. O, bakışlarını yerden kaldıramaz. Çünkü, onunla alemlerin Rabbı
arastnda yetmiş nur bulunmaktadır. O nurların her biri, kendisine yaklaşan her
şeyi yakar. İsrafil (a.s.)'in önünde Levh-i Mahfuz bulunmaktadır. Cenab-ı
Allah, gökteki veya yerdeki herhangi bir şey hakkında O'na izin verdiğinde, bu
Levh, onun alnının hizasına kadar yükselir, o da Levh'a bakar; eğer bu benimle
alakalı bir iş ise, onu bana emreder; Mikail (a.s) ile ilgili bir şey ise, O'na
emreder; eğer ölüm meleğinin işi ise, ona emreder" dedi. Ben de "Ey
Cebrail, senin işin neyle ilgilidir?" deyince, o "Rüzgarları ve
orduları idare ederim" dedi. Mikail (a.s.)'in işi nedir? dedim,
"Bitkileri idare eder" dedi. Ölüm meleğinin işi nedir? dedim,
"Canlan alır; öyle sanıyorum ki, İsrafil ancak kıyamet için indi; bende
müşahade etmiş olduğun o hal de, kıyametin kopmasından duyduğum
korkudandır."
Meleklerin vasfı
hususunda Allah'ın ve Resulullah'tn sözünden sonra, müminlerin emiri Ali
(k.v)'nin sözünden daha yüce ve daha ulu bir söz yoktur. O, hutbelerinin
birinde şöyle demektedir:" Sonra Cenab-ı Allah, yüce göklerin arasını
ayırdı... Onları her çeşit meleklerle doldurdu... O meleklerden bir kısmı
rükusuz secde etmektedirler; bir kısmı, doğrulmaksızın rükû etmektedirler, bir
kısmı hiç yerlerinden ayrılmaksızın saf tutmaktadırlar, bir kısmı, uzanmaksızın
Allah'ı teşbih etmektedirler. Onların ne gözleri uyur, ne akılları yanılır, ne
bedenleri gevşer, ne de unutma gafletine düşerler!.. Onlardan kimi de, Allah'ın
vahyinin eminleri, peygamberlerine konuşan diller, Allah'ın emri ve hükmüyle
gelip giden meleklerdir. Kimi, Allah'ın kullarının muhafızları, cennet
kapılarının bekçileridir. Kiminin ayaklan süfli yeryüzünde, boyunları ise en
yüksek semaları delmiş, uzuvları mıntıkaları aşmış, omuzlan Arş'ın direklerine
münasib, Allah'ın huzurunda bakışları eğik, onlarla Arş arasına izzet perdeleri
ve kudret örtüleri çekilmiş olduğu hatde, onlar kanatlarıyla örtünürler,
Rablerini tasvir etme vehmine düşmezler, Allah'a mahlûkatın sıfatlarını
vermezler. O'nu ne mekanlarla sınırlar, ne de O'na nazirelerle işarette
bulunurlar.
[69]
Alimler, Cenab-t
Hakk'ın: "Hani Rabbin meleklere,
"muhakkak ben, yeryüzünde
bir halife yaratacağım "(Bakara, 30) sözündeki meleklerden muradın, bütün
melekler mi yoksa meleklerin bir kısmı mı olduğu hususunda ihtilaf ettiler.
Dahhak'ın İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre Allah Teala bu sözü,
İblisle beraber çarpışan meleklere söylemiştir. Çünkü Altahu Teala, cinleri
yeryüzünde yerleştirip, onlar orada fesat çıkardıkları, kan döküp birbirlerini
öldürdükleri zaman, meleklerden bir ordu ile birlikte İblis'i oraya gönderdi.
İblis ordusu ile birlikte onları öldürüp, kalanları da yerden, deniz adalarına
sürdü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, o meleklere şöyle dedi: Muhakkak ben,
yeryüzünde bir halife yaratacağım." Sahabe ve Tabiinin çoğunluğu ise Allah
Teata'nın, bu sözü, bir tahsis yapmaksızın bir gurup meleğe söylediğini; çünkü
(melâike) lafzının umum ifade ettiğini, tahsiste bulunmanın ise aslın hilafına
olduğunu söylerler.
[70]
kelimesi iki meful
alan (yaptı, kıldı) fiilinde ism-i fail olup mübteda ve haberin başına
gelmiştir.
Burada mübteda ve
haber ise lafızları olup, bunlar aynı
zamanda ism-i failin iki mefûlüdürler. Bunun manası ise, "Ben yeryüzünde
bir halife kılacağım, yaratacağım, varedeceğim "dir.
[71]
Âyetin zahirine göre,
ayette geçen keltmesinden murad, doğudan-batıya bütün yeryüzüdür. Abdurrahman
b. Sabit, Hz.Peygamber (s.a.s)'ın
şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
"Yeryüzü
Mekke'den başlanarak genişletildi. Melekler Beytullah't tavaf ederlerdi. Onlar
Kabe'yi ilk tavaf edenlerdir. Bu Beytullah, Cenab-ı Allah'ın "Ben muhakkak
yeryüzünde bir halife yaratacağım" ayetinde sözü geçen,
"yeryüzü"nde idi. "Birincisi ayetin zahirine daha yakındır.
[72]
"Halife",
başkasının yerine geçen, başkasının yerini alan kimseye denilir. Hak Teala
şöyle buyurmuştur: "Sonra biz sizi yeryüzüne halifeler yaptık
"(Yunus 14), "Hatırlayınız, sizi halifeler yapmıştık" (Araf
,69). "Halife" ile kimin kastedildiğine gelince, bu hususta iki
görüş bulunmaktadır:
a) Bu Adem
(a.s.)'dir. Cenab-ı Hakk'ın:
"Sen orada,
bozgunculuk yapacak birisini mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) sözünden murad
ise Adem (a.s.) olmayıp, zürriyetidir.
b) Halifeden
murad, Adem (a.s.)'ın zürriyetidir.
Buradaki
"halife"den muradın Hz.Adem olduğunu söyleyenler ise, Cenab-ı Hakk'ın
Adem (a.s.)'i niçin "halife" diye isimlendirdiği hususunda ihtilaf
etmişler ve bu hususta iki görüş zikretmişlerdir:
a) Cenab-ı
Hak cinleri yeryüzünden sürüp, Adem (a.s.)'i yeryüzünde iskan edince, Adem
(a.s.) kentlisinden önceki bu cinlerin halefi, halifesi olmuştur. Bu görüş, İbn
Abbas'tan rivayet edilmektedir.
b) Allahu
Teala Adem (a.s.)'i halife diye isimlendirmiştir. Çünkü Adem (a.s), Allah'ın
mükellef kulları arasında hükmetme hususunda Allah'ın halifesidir. Bu görüş
ise, İbn Mesûd, İbn Abbas ve Suddî'den rivayet edilmekte olup, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Muhakkak ki biz
seni yeryüzünde halife yaptık; öyleyse sen, insanlar arasında hak ile
hükmet"(Saü, 26) ayetiyle de te'kid edilmektedir.
"Halife" den
muradın Hz.Adem'in zürriyeti olduğunu söyleyenler ise şunu söylemektedirler:
Allah onları, onlar birbirlerinin yerlerine geçtikleri için, halife olarak
isimlendirmiştir. Bu, Hasan Basrî'nin görüşüdür.
Cenab-ı Hakk'ın:
"Sizi yeryüzünün
halifeleri yapan, O Allah'tır. (En’ am, 165) ayeti bu görüşü takviye
etmektedir. Buna göre (Halîfe) kelimesi, müzekker ve müennes için olduğu gibi,
müfred ve çoğul manada da kullanılabilen bir kelimedir. Bir kıraatte ise, kâf
ile (yaratılmış) şeklinde okunmuştur.
[73]
Eğer, "Cenab-ı
Allah meşverette bulunmaya muhtaç bulunmaktan münezzeh olduğu halde, meleklere
ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demesinin faydası nedir?
Buna iki yönden cevap
verilir:
1) Cenab-ı
Allah, onların bu sırra muttali oldukları zaman, kendisine bu soruyu
soracaklarını biliyordu. Maslahat, meleklerin bu cevabı ihata etmelerini
gerektirdiği için, onlar bu suali sorup da bu cevabı duysunlar diye, onlara bu
vakıayı tarif etti, öğretti.
2) Hak
Teala,bununla kullarına müşaverede bulunmayı öğretmiştir. Allahu Teâlâ'nın,
"Biz seni
hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, yerde, orada bozgunculuk edip, kanlar
dökecek bir varlık mı yaratacaksın?" demişlerdi. Allah da, "Ben,
sizin bilemeyeceklerinizi bilirim" buyurmuştu" (Bakara, 30) ayetine
gelince, bu ayetle ilgili birçok mesele vardır.
[74]
Din alimlerinin
büyük çoğunluğu, meleklerin
hepsinin bütün günahlardan
masum olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Haşeviyyeden bazıları bu görüşe karşı çıkmışlardır.
Bizim, meleklerin
ma'sumiyetini isbat edecek birçok delilimiz vardır.
1) Allah'u
Teala şöyle buyuruyor:
"Allah'ın onlara
emrettiği şeye isyan etmezler ve emrolunduklannı yaparlar"(Tahrim, 6).
Fakat, şu kadar var ki, bu ayet cehennem melekleriyle Eğitidir. Biz, bütün
meleklere delalet eden bir ayet bulmak istersek, Cenab-ı Hakk'ın şu ayetine
sarılırız:
Onlar, kendilerine
hükmeden Bablerinden korkarlar ve emrolunduklan şeyi yaparlar"iHah\. 50)
Bu ayetteki, "emrolunduklan şeyi yaparlar" ifadesi, emredilen
şeylerin tamamını yapmayı, nehyedilenleri de terketmeyi kapsamaktadır; çünkü
bir şeyi yapmaktan nehyedilen kimse, onu terkle emredilmiş demektir. Eğer,
"emrolunduklan şeyi yaparlar" ifadesinin umumu fade ettiğine delil
nedir?" denilirse, biz de deriz ki, emredilen her şeyden stisna yapmak
uygundur. İstisna ise, şayet kendisi olmasaydı söze dahil acak olan kısmı,
hükmün dışında bırakır. Nitekim, biz bunu fıkıh usulüne öair eserimizde
açıklamıştık.
2) Cenab-ı
Hak:
"Daha doğrusu
onlar, ikrama nail olmuş kullardır; hiçbir sözle Allah'ın önüne geçmezler ve onlar
Allah 'm emriyle hareket ederler"{Enbiya, 26} buyurmuştur. Bu ayet,
meleklerin günahlardan uzak oldukları ve bütün işlerde ancak vahiy ve emr-i
ilahiyi beklediklerini gösterir.
3) Cenab-ı
Allah, meleklerin, insanları günahlarından dolayı kınamakta olduklarını
nakletmektedir. Şayet melekler, asi ve günahkâr varlıklar olsalardı, onların
böyle bir kınamada bulunmaları doğru olmazdı.
4) Cenab-ı
Allah, meleklerin gece-gündüz bıkıp usanmadan tesbihatta bulunduklarını
anlatmaktadır. Böyle olan varlıklardan bir günahın sadır olması imkansızdır.
Bu görüşlere muhalif
olanlarsa, birkaç yönden buna karşı delil getirmişlerdir.
1) Cenab-ı
Allah onların şöyle dediklerini aktarmaktadır:
"Biz seni
hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, sen yerde, orada bozgunculuk edip kan
dökecek kimseleri mi yaratacaksın?"'{Bakara, 301B11 ayet, onlardan günahın
sadır olmasını gerektirmektedir. Ayet, bu hususu birkaç yönden göstermektedir.
a) Onların,
"Orada yaratacak mısın?" demeleri, Allahu Teala'ya karşı bir
itirazdır; bu ise, en büyük günahlardandır.
2) Onlar, insanoğlunu bozgunculuk yapmak ve adam
öldürmek hususlarında kınamaktadırlar. Bu gıybettir. Gıybet ise, büyük
günahlardandır.
3) Onlar,
insanoğlunu kınadıktan sonra; "Biz seni hamdinle teşbih ediyor ve seni
takdis ediyoruz" sözüyle de
kendilerini övüyorlar
ve: "Bizleriz biz, saf saf dizilenler; bizleriz biz, teşbih
edenler"(Saffât, 165-166) diyorlar. Bu, "hasr" ifade eder.
Böylece onlar bununla, adeta başkasının bu şekilde olamıyacağını söylemiş
oluyortar. Bu ise, kendini beğenmeye (ucube) ve gıybete benzemektedir. Kendini
beğenmek, helak edici günahlar
cümlesindendir. Hz.
Peygambef(s.a.s.) Üç şey vardır ki, helak eder"[75]
buyurmuş, bunlar arasında, kişinin kendisini beğenmesini (ucub) de
zikretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak; "Kendinizi tezkiye etmeyin.
"(Necm, 32) buyurmuştur.
4)
Meleklerin "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yok"
sözleri ise, bir özür dilemeye benzemektedir. Şayet daha önce bir günah
bulunmamış olsaydı, onlar özür dilemekle meşgul olmazlardı.
5) Cenab-ı
Hakk'ın: "Eğer doğru sözlü iseniz, bunların isimlerini bana haber veriniz.
"(Bakara, 31) sözü, onların, daha önce söylemiş oldukları şeyler hususunda
yalancı olduklarına delalet eder.
6) "Ben
size, "ben göklerin ve yerin gayblerini bilirim. Ve, sizin açığa
vurduğunuzu da, gizlediklenizi de bilirim" demedim mi?"(Bakara, 33)
ayeti, meleklerin bu hadiseden önce, bunu bilmediklerine ve Cenab-ı Hakk'ın
herşeyi bildiği hususunda şüpheye düşmüş olduklarına delalet eder.
7)
Meleklerin, insanların bozgunculuk
yapıp kan dökecekleri hususundaki bilgilen, ya bu
hususta onlara verilen vahiyle meydana gelmiştir ya da onlar bunu istidlal ile
söylemektedir. Birincisi, uzak bir ihtimaldir, çünkü Cenab-ı Allah bunu onlara
vahyetmiş olsaydı, bu sözü tekrarlamanın hiçbir faydası olmazdı. Böylece sabit
oluyor ki, onlar bu sözü kendi istidlallerine ve zanlarına dayanarak
söylemişlerdir. Oysa ki, zan yoluyla başkasını ta'n etmek, "Hakkında
bilgin olmayan şeyin peşine düşme" (Isra, 96), ve "Muhakkak ki
zan, gerçek konusunda hiçbir şey ifade
etmez" (Necm, 28) ayetlerinden
ötürü, caiz değildir.
8) İbn Abbas
(r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir. Allah'u Teala, İblis'in cinlerle
savaşan ordusundaki meleklere, "Ben, yeryüzünde bir halife
yaratacağım" demişti. Melekler de, Cenab-f Allah'a cevaben, "Orada,
bozgunculuk edip kan dökecek kimseler mi yaratacaksın?" demişler, sonra
Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerine kızdığını anlayınca, "Ey Rabbimiz. seni
tenzih ederiz, senin bildirdiklerin dışında bizim hiçbir bilgimiz yokrur"demişlerdir.
Hasanü'l-Basrî ve Katade'den rivayet edildiğine göre Cenab-ı Allan. Hz.Adem (a.s.)'i yaratmaya başladığı zaman
melekler aralarında fısıldaşarak, "Rabbimiz ne yaratmayı dilerse dilesin,
biz onun yaratacağından daha büyük ve daha şerefli oluruz" demişlerdi.
Allah Teala hz.Adem'i yaratıp, onu meleklerden daha faziletli kıldı ve;
"Adem'e bütün
isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip: "Haydi bunları
adlarıyla birlikte bana haber verin, eğer, (Benim yarattığım herşeyden daha
efdal olduğunuzu söylemenizde) doğru
iseniz..."(Bakara, 31). Bunun üzerine melekler korkarak tevbeye
başvurup: 'Ey Rabbimiz sent tenzih
ederiz. Bizim senin bildirdiklerin dışında hiçbir ilmimiz yoktur"
dediler"(Bakara. 32). Bazı rivayetlerde "Melekler, "yeryüzünde
yaratacak mısın?" dediklerinde, Allah onlara bir ateş gönderip onları
yaktı" diye geçmiştir.
[76]
İkinci şüphe:
Meleklerin masum olduğuna inanmayanlar, Harut ve Marut kıssasına sarılmış ve bunların
iki melek olduğunu söyleyip şunu iddia etmişlerdir: Bu iki melek yeryüzündeki
günahkar insanların yaptıklarına bakınca, onların bu hallerini yadırgamış,
gözlerinde büyütmüş ve yeryüzü halkına beddua etmişler. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak onlara "Ademoğlunu imtihana tabi tuttuğum şehvetle sizi de imtihan
etmiş olsaydım, siz de asi olurdunuz " diye vahyetmiş. O iki melek de
"Ey Rabbimiz, bizi imtihan etsen de biz günahkâr olmayız. İstersen bizi
bir dene" dediler. Bunun üzerine Allah, onları yeryüzüne indirip,
ademoğluna verdiği şehveti onlara da vererek denedi. Onlar yeryüzünde bir
müddet kaldılar. Allah, Zühre adındaki yıldız ile, onunla görevli meleğe
emretti de onlar yeryüzüne iniverdiler. Böylece Zühre kadın; o melek ise bir
adam şekline girdi. Sonra Zühre kendisine bir ev edinip, kendisini süsledi ve o
iki meleği kendisine davet etti. Görevli melek, onun evinde bir put gibi
dikildi. Harut ile Marut kadının evine geldiler ve kadını fuhşa davet ettiler.
Kadın ise, onlar içki içmedikçe bu işin olamayacağını söyleyip diretince,
melekler, "Biz içki içmeyiz" dediler. Sonra şehvet meleklere baskın
çıkınca içkiyi içtiler, sonra onu yine fuhşa davet ettiler. Bunun üzerine
Zühre, "Bir iş daha var ki, onu yapmazsanız, benimle olamazsınız" dedi.
"O iş nedir?" dediler. "Şu puta secde edecekisiniz" dedi.
Bunun üzerine onlar, "Biz Allah'a şirk koşmayız " dediler. Sonra
şehvet onlara galib gelerek, "Biz yaparız, sonra da istiğfar ederiz"
dediler ve böylece puta da secde ettiler. Bu durum üzerine hem Zühre, hem de
put haline gelmiş olan melek gökteki yerlerine yükseldiler. Harut ile Marut da,
âdemoğullarım günahlarından dolayı ayıpladıkları için bu işin başlarına
geldiğini anlamış oldular.
Diğer bir rivayette
ise, Zühre yeryüzündeki insanlardan zinakâr bir kadın idi. Harut ve Marut içki
içerek bir adam öldürüp, puta secde ettikten ve kendisini söyleyerek gökyüzüne
çıktıkları İsm-i A'zam'ı kadına öğrettikten sonra onunla zina ettiler. Bunun
üzerine kadın İsm-i A'zam'ı söyleyerek gökyüzüne yükseldi ve Allah onun şeklini
değiştirip, Zühre adında yıldız haline getirdi. Sonra Harut ve Marufa Allah
Teala, işledikleri şeyin çirkinliğini bildirerek, ahirette olacak azab ile
dünyada olacak azab arasında muhayyer bıraktı. Onlar dünya azabını tercih
ettiler. Bundan dolayı Allah Teala, onları Bâbil'de bir kuyuda baş aşağı
asılmış, insanlara büyü ve sihir öğretip, ona davet eder durumda kıldı. Onları
ancak hususi olarak sihri öğrenmek maksadıyla o yere giden kimseler görebilir.
Meleklerin masum olduğunu kabul etmeyenler, bu hususta Cenab-ı Hakk'ın
"Onlar, şeytanların Süleyman 'm mülkü aleyhine uydurup takîb ettikleri
şeylere (yalanlara) uydular"(Bakara, loaı ayetini ile delil getirdiler.
Üçüncü şüphe:
İblis, mukarreb meleklerdendi. Sonra Allah'a isyan edip kâfir oldu. Bu da,
meleklerden günahın çıkabileceğini gösterir.
Dördüncü şüphe:
Cenab-ı Allah: "Biz cehennem ashabını (bekçilerini) meleklerden başkası
yapmadik"{Mûddessir, 31) ayetidir. Bu ayet, meleklerin de azab olunacağını
gösterir. Çünkü cehennem ashabı (ehli) ancak orada azab olunan kimselerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak: .
"İşte onlar
cehennem ashabıdır. Onlar orada ebedi kalacaklar "(Bakara, 81)
buyurmuştur.
[77]
Birinci şüpheye şöyle diyerek
cevap verilir: Onların birinci izahları ki buna göre "Melekler Allah'a
itiraz etmişlerdir, bu ise günahların en büyüklerindendir" iddialarıdır.
Biz buna karşı şöyle deriz: Meleklerin bu sorudanjmaksatları, Allah'ın -haşa-
farkında olmadığı bir şeye dikkat çekme değildir. Çünkü Allah hakkında böyle
bir inanışta olan kimse kâfirdir. Yine bu sorudan meleklerin maksadı, Allah'ın
yaptığı bir işi yadırgama değildir. Aksine bu sorunun maksadı şunları
belirtmektir:
a) İnsan,
başkasının hikmetine kesinkes inanır ve sonra onun, kendisindeki hikmete vakıf
olamadığı bir fiili yaptığını görür ve ona, sanki onun hikmetinin ve ilminin
tamlığından taaccüb ederek "Bunu sen mi yapıyorsun?" der ve şöyle
devam eder: "Fesat çıkaran kimseye şu nimetleri vermek, ne gibi bir hikmet
ihtiva ettiğine akılların erişemeyeceği işlerdendir. Sen bunu yaptığın zaman,
ben biliyorum ki sen bunu, ancak senin bildiğin iyice gizli bir sırdan ve bir
incelikten ötürü yapıyorsun. Hikmetin ne kadar büyük, ilmin ne kadar
yücedir!" Buna göre netice olarak diyebiliriz ki Cenab-ı Hakk'ın: "O
yerde, fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın " {Bakara, 30) ayeti,
Allah'ın ilminin kemali ve hikmetinin bütün akıllılara kapalı olan şeyleri
ihata ettiği hususunda bir taaccübtür.
b) Cevap
istemek için, bir müşkili ifade etmek mahzurlu değildir. Sanki o melekler:
"Yâ Râb! sen hakim olan ve kesinlikle akılsızca bir iş yapmayan bir
zatsın. Biz örfte, sefih olan kimsenin sefihliğine imkan vermenin sefihtik
olduğunu biliyoruz. Sen, hallerinin böyle olacağını bildiğin halde, yeryüzünde
bozgunculuk yapıp kan akıtacak bir varlık yarattığında, sen onları yaratmış,
onlara imkan vermiş ve onları bundan menetmemiş olursun. Bu ise sefehliği
vehmettirir. Halbuki sen hakîm-i mutlaksın. Bu işi hikmetle bağdaştırmak nasıl
mümkün oluyor?" demişlerdir. Buna göre sanki melekler, bir cevab almak
için bu soruyu sormuşlardır.
Bu, aynı zamanda,
"Ayet, meleklerin, Allah Teala'dan kabin bir işin çıkmasını mümkün
görmediklerine delalet eder" diyen Mû'tezile'nin verdiği cevabtır. Kendilerine
Ehl-i Adi (adalet ehli) diyen bunlar şöyle demişlerdir: Bu cevabı, iki şey
kuvvetlendirir:
1) Melekler, bozguncuuk yapmayı ve kan akıtmayı
yaratana değil mahlûka (insana) nisbet etmişlerdir.
2) Onların "Biz, sent hamdtnle teşbih eder
ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) demiş olmalarıdır. Çünkü teşbih,
Cenab-ı Allah'ın zatını, cisimlerin sıfatından tenzih etmek; takdis ise O'nun
fiillerini zem ve sefihtik sıfatlarından tenzih etmektir.
c) Serler,
her nekadar yeryüzünün terkibinde mevcud ise de, ancak yeryüzünün hayırlarının
levazımından {ayrılmaz parçalan) dır. Bu hayırlı işlerin hayır tarafları, şerli
taraflarına galibtir. Ufacık bir serden ötürü büyük bir hayrı terketmek, büyük
bir şer olur. İşte bundan ötürü melekler, sözlerinde bu serleri zikretmişlerdir.
Böylece de Cenab-ı Hak onlara:
"Ben muhakkak ki
sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" (Bakara, 30) diye cevap vermiştir.
Yani: Bu yeryüzü aleminin terkibinde meydana gelecek hayırlar, serlerden daha
çoktur. Allah'ın hikmeti ise, hali böyle olan alemi bırakmayı değil yaratmayı
gerektirir. İşte bu feylesofların cevabıdır.
d- Meleklerin
bu sorusu, Allah'a ta'zim babında mübalağa tarzında olmuştur. Çünkü Mevlâsını
çok seven ve ona son derece bağlı olan kul, O'na isyan edecek bir kulun
bulunmasını kabul edemez.
e)
Meleklerin "O (yerde) bozgunculuk yapıp kan dökecek kimseler mi
yaratacaksın?" demeleri, Cenab-ı Allah'dan, yeryüzünün tamamını veya bir
kısmını, eğer bu iyi bir şey olacaksa, kendilerine vermesini istemeleridir.
Sanki onlar, bununla şöyle demektedirler: "Yâ Rabb! Yeri bize ver, onlara
değil!' Nitekim Hz.Musa (a.s.) şöyle demiştir:
'İçimizdeki sefihlerin
(akılsızların) yaptıkları şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?''(Araf, 155)
Bu, "Bizi helak etme " demektir.
Bu manada Cenab-ı
Allah: "Ben muhakkak ki, sizin iyiliğinize ve yeryüzünde yarattığım şu
insanların iyiliğine olan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" buyurmuş
ve böylece her gurubun, kendisi için seçtiği şeye razı olduğunu ve dinleri
hususunda uygun olan şeyi bildiği için, gökyüzünü özellikle meleklere,
yeryüzünü de insanlara verdiğini açıkladı.
f) Melekler,
bu sözleri ile, fesad çıkarmalarına ve kan akıtmalarına rağmen insanların
yaratılmasındaki hikmeti öğrenmek istemişlerdir.
g) Kaffâl
şöyte demiştir: Cenab-ı Hak, meleklere, yeryüzünde bir halife (insan)
yaratacağını bildirince, onların. "Bunu yapacaksın?" manasına demiş
olmaları da muhtemeldir. Bu, soru yerine kullanılan müsbet bir ifadedir.
Nitekim şair Cerîr şöyle demiştir:
"Siz binitlere
binenlerin en hayırlısı ve sıkıntı içinde olanlara insanların en
cömerdisiniz." "Yani böylesiniz" demektir. Eğer bu bir soru
olsaydı, övgü olamazdı.
Sonra melekler:
"Sen bu işi yapacaksın. Bununla beraber, senin sadece doğru ve hikmetli
yaptığını bildiğimiz için seni hamdfnle teşbih ve takdis ederiz" dediler.
Melekler bunu söyleyince Hak Teala onlara "Ben, muhakkak ki sizin
bilmediğiniz şeyleri bilirim" dedi. Bununla O, sanki: "AHah en iyi
bilir. Bu işi hikmetime zarar veren bir şey saymamakla pek güzel yaptınız.
Çünkü ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Siz, onların zahiriertolan fesad ve
katilliği gördünüz. Onların batınlarını bilemediniz. Ben ise onların hem
zahirlerini hem batınlarını (içlerindeki şeyleri) bilirim. Böylece ben onların
yaratılmasını gerektiren, batınlanndaki gizli sırları ve yüce hikmetleri
bilirim" buyurdu.
Birinci şüphenin
ikinci vechi ki bu meleklerin insanları, yakışık almayan bir şekilde, yani
gıybet ederek anmalarıdır. Bunun cevabı şöyledir: İnsanoğlunun yaratılmasındaki
müşkil olan nokta, onların yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve kan akıtmaya
yönelmiş olmalarıdır. Soru sormak isteyen kimsenin, başkasına değil de bu
müşkillik arzeden noktaya değinmesi gerekir. İşte bu sebebten ötürü melekler
sorularında, insanın bu iki sıfatını zikretmiş, onların ibadet ve
tevhidlerinden bahsetmemişlerdir. Çünkü bunlar müşkillik arzeden nokta
değildir.
Üçüncü vecih ki o,
meleklerin kendilerini övmeleridir. Bu ise kendini beğenme ve nefsini tezkiyeyi
(temiz görmeyi ifade eder.
Buna cevabımız şudur:
Nefsi övmek, mutlak manada yasaklanmamıştır.Çünkü Cenab-ı Hak "Rabbinin nimetine
gelince, ondan bahset.
"(Duha. 11) buyurmuştur. Yine meleklerin sözlerinden maksadlarının,
kendilerini övme olmaması da muhtemeldir. Bundan maksadları, "Ey
Rabbimiz, senin hikmetini tenkid maksadı ile bu soruyu sormuş değiliz. Çünkü
biz, seni hamdinle teşbih ediyor ve senin ilah olduğunu ve hikmetini itiraf
ediyoruz." şeklinde bir açıklamadır. Böylece meleklerin sanki bu
sözlerinden maksadları, hikmet ve uluhiyet konusunda ta'netmek için olmayıp,
hikmet vechinin genişçe açıklanmasıdır. Dördüncü vecih ki bu onların, mutlaka
hir nünahın msvdana geldiğini ve bunun özür beyanını ifade eden "Bizim,
senin bize Öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. "(Bakara, 32)
sözleridir. Biz buna karşı deriz ki: Meleklere yakışan böyle bir soru
sormamaları idi. Onlar kendilerine yakışanı terkedince, bu özür, evla olanı
yapmamaktan dolayı beyan edilen bir özür olur. Şayet "Allah Teala,
"(O melekler) sözleriyle asla O (Allah'ın) önüne geçmezler"(Enbiya,
27) buyurmadı mı, bu sebeble, böyle bir sorunun Allah'ın İzni ile olması
gerekir. Onlara, böyle bir soru hususunda izin verilince, onlar nasıl böyle bir
sorudan dolayı özür beyan etmişlerdir?" denilirse, deriz ki: Umumi bir
ifadeye bazan tahsis arız olabilir.
Beşinci vecih ki bu,
meleklerin, insanların fesad çıkarıp kan dökeceğini haber vermeleridir. Bu ise
ya onlara vahiyle bildirilmiştir yahut da onlar bunu istidlal ederek
söylemişlerdir. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir: Kimi alimler
"Onlar bunu zanlarına dayanarak söylemişlerdir" demişlerdir. Bu
görüşün iki şekli vardır: İlki İbn Abbas ve Kelbi'den rivayet edilen şeklidir.
Buna göre, melekler, Adem (a.s.)'den önce yeryüzünde bulunan (ve fesad çıkaran)
cinlerin haline kıyas ederek, bunu söylemişlerdir.
İkincisi: O melekler,
Adem (a.s.)'in yaratılışını, insanın mutlaka şu dört karışımdan mürekkeb
oluşunu, insanın terkibinde bulunan şehvetten fesadın, gazabtan da kan dökmenin
çıktığını biliyorlardı.
Bazı alimler,
meleklerin bunu, yakînî olarak bildikleri için söyledikleri görüşündedirler. Bu
görüş İbn Mes'ud ve sahabeden bazılarından rivayet edilmiştir.
Sonra bu görüşün de
farklı şekilleri vardır.
1) Cenab-ı
Allah, meleklere "Ben, muhakkak yeryüzünde bir halife (insan)
yaratacağım" dediği zaman melekler: "Ey Rabbimiz, bu halife ne olacak?
diye sordular. Cenab-ı Allah da: "Onun bir nesli olacak. Onlar yeryüzünde
fesat çıkaracak, birbirlerine hased
edecek ve birbirlerini öldürecekler" buyurdu. Bunun üzerine melekler:
"Ey Rabbimiz orada fesat çıkarıp kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?"
dediler.
2) Cenab-ı
Hak, meleklere, yeryüzünde kalabalık halk bulunduğu zaman, orada fesat
çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmişti.
3) İbn Zeyd
şöyle demiştir: Cenab-ı Allah cehennemi yarattığı zaman, melekler çok korktular
ve "Ey Rabbimiz, bu ateşi kimin için yarattın?" dediler. Cenab-ı
Allah "Mahlûkatımdan bana asi olanlar için..?" cevabını verdi.
Halbuki o günde meleklerden başka mahlukat yoktu ve yeryüzünde de hiçbir
yaratık bulunmuyordu. Cenab-ı
Hak, "Ben, yeryüzünde
bir halife yaratacağım"
dediği zaman ..melekler günahın onlardan çıkacağını anladılar.
4) Kader
Kalem'i, Levh-i Mahfuza kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yazdığı için, belki
melekler Levh'de yazılı olanlara muttali olup, bu durumu böylece öğrendiler.
5) "Halife"nin
manası "hükmetme ve hüküm verme hnususunda Allah'a vekil olan"
olduğundan; hâkim ile kadıya ancak nizalaşma ve insanların birbirine zulmetmesi
esnasında ihtiyaç olduğu için, halifenin olacağını bildirmek, birbirini gerektirme
yolu ile, fesad ve şerrin oiacağır haber vermek manasına gelir.
Tahkik ehli alimler,
"meleklerin bu sözünün sadece onların zannına dayandığı" görüşünün
batıl olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, kişinin yalancı çıkmasından emin
olmayacağı bir şeyle başkasını tenkid etmesidir. Bu ise meleklerin ismetlerine
(günahtan uzak oluşlarına) ve temizliklerine aykırıdır.
Altınca veçhe gelince
ki bu alimlerin zikrettikleri haberlerdir. Bunlar ahad rivayetlerdir.
Dolayısıyla zikrettiğimiz delillerle tezad teşkil etmez.
İkinci şüpheye gelince
-ki bu Harut ve Marut kıssasıdır.- Buna cevabımız şöyledir: Onların
anlattıkları bu kıssa birçok yönden asılsızdır:
1) Onlar
kıssalarında, Cenab-ı Allah'ın Harut ve Marufa "Eğer.sizi âdemoğlunu
imtihan ettiğim şeyle imtihan etseydim, siz de bana asi olurdunuz"
dediğini, bunun üzerine onların: "Ey Rabbimiz, eğer bizi böyle imtihan
etsen bile, biz sana isyan etmezdik" dediklerini rivayet etmişlerdir. Bu
ifade onların Allah'ı yalanlamaları ve cahil kabul etmeleri manasına gelir ki
bu apaçık bir küfürdür. Haşeviyye bile, o iki meleğin yeryüzüne inmezden önce
masum olduklarını kabul etmişlerdir.
2) Anlatılan
bu kıssada, onların dünya azabı ile ahiret azabı arasında muhayyer
bırakıldıklarından bahsedilmiştir ki bu asılsızdır. Aksine evla olan onların
tevbe ile azab arasında muhayyer bırakılmış olmalarıydı. Çünkü Allah Teala,
ömür boyu müşrik olup, peygamberlerine olmadık eziyetleri yapanları bile tevbe
ile azabtan birini seçmede serbest bırakmıştır.
3) Yine
anlatılan kıssada, onların, azab edildikleri durumda bile sihri öğrettikleri;
cezalandırıldıkları halde hâlâ günaha davet ettikleri yer almıştır.
4) Zinakâr
bir kadının, zma yaptığı için gökyüzüne yükselmesi ve onu Cenab-ı Hakk'ın
kendisine yemin edecek kadar şereflendirdiği aydınlatıcı bir yıldız kılması
nasıl düşünülebilir. Nitekim Cenab-ı Allah: Hayır (sizin dediğiniz gibi değil),
o geceleri geri dönen, akıp akıp yuvalarına giden yıldızlara
andederim"(Tekvir, 15-16) diye onlara yemin etmiştir. Bu kıssa her akl-ı
selimin, son derece zayıf olduğuna şehadet edeceği bozuk bir kıssadır. Sihri
öğretmeleri ile ilgili izahımız, inşaallah o ayetin (Bakara, 103) tefsirinde
gelecektir.
Üçüncü şüpheye
gelince, İblisin meleklerden
olmadığını ileride anlatacağız.
Dördüncü şüphe ki bu
"Biz cehennem ashabını (bekçilerini), meleklerden başkası
yapmadık"(Müdessir, 31)ayeti ile ilgili husustur. Bu ayet, onların
cehennemde azab olunduklarını göstermez,
"işte bunlar cehennem ashabıdır ve onlar orada ebedi kalacaklar"Çakara,
ei) ayeti ile de tek başına, onların cehennemde azab olunduklarına delil
getirilemez. Bu husus tam aksine bir başka delille bilinmektedir. Buna göre,
âyeti ile Cenab-ı Hak, cehennemin bekçilerini ve orada tasarruf sahibi olup
Allah'ın emirlerini icra eden melekleri kastetmiştir. Allah en iyi bilendir.
[78]
Âlimler, meleklerin
günah ve serlere kadir olup olmadıkları hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna
göre felsefecilerin ve Cebrilerin çoğu:
"Onlar sırf hayırlı varlıklardır. Onların şerre ve fesada
kesinlikle kudretleri
yoktur derler.
Mu'tezilevefakihlerinçoğu
ise:"Melekter ayrada errede kadirdirler" demişler ve buna birçok
deliller getirmişlerdir:
a) Meleklerin
demeleri ya günah olur veya, evla olanı terketme olur. Her iki durum da bize
delildir.
b)
Cenab-ıAllah O (meleklerden) kim: "Ben de Allah'tan başka bir
Tanrıyım" derse, onu cehennemle cezalandırırız "(Enbiya, 29)
buyurmuştur. Bu ayet meleklere de yasak konulmuş olduğunu ifade eder.
Keza, Allah "Onlar (Allah'a) ibadetten asla
k!birlenmezler"(Enbiya. 19) buyurmuştur. Kibirlenmemeden dolayı övme,
ancak o varlık kibirlenme gücüne sahib olduğu zaman mümkün olur.
c) Şayet o
melekler, hayırları yapmamaya kadir olmasalardı, o hayırları yapmalarından
dolayt medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi yapmaya meıcbur olan ve bir şeyi
yapmamaya güç yetiremeyen kimse, o şeyi yapmasından dolayı övgüye layık olmaz.
Şüphesiz Mu'tezile'den biri de bunu delil getirmişti. Ben de ona "(Size
göre) mükafat ve sevab vermek Allah'a vacib değil midir? Bunun vacib olmasının
manası şudur: Şayet Cenab-ı Hak, o mükafaatı vermezse, onu vermeyişinden dolayı
ya Allah'ın cehaleti veya başkasına muhtaç olması gerekir ki bu ikisi de
imkansızdır. Muhale (imkansız) götüren de muhaldir. O halde Allah'ın sevab
vermemesi Allah için muhaldir. Bu muhal olunca, Allah'ın vermesi vacib olur.
Böylece Allah sevabın faili olur. Bu sebeble Allah'ın sevab vermesi vacib, onu
vermemesi imkansızdır. Halbuki Cenab-ı Allah sevab verdiği için Övülür. Böylece
bir işi yapmamanın medhin meydana gelmesine zarar vermeyeceği ortaya
çıkar" dedim adamın sesi soluğu kesildi ve cevab veremedi.
[79]
deki vav, vav-ı
haliyedir. Nitekim senin "Ben iyiliğe daha layık iken sen falancaya mı
iyilik yapıyorsun" demen
gibi.
"Teşbih", Allah'ı kötü ve çirkin vasıflardan uzak tutmadır.
"Takdis" de böyledir. Bu ifadeler, suda yüzüp uzaklaştığı zaman Suda
yüzüp uzaklaştı yerde uzaklaştı "denmesindenalınmiştır.Bil ki eğer
uzaklaştırma ile kötü vasıflardan uzaklaştırma murad edilirse bu
tesbihdir,hayırlardan uzaklaştırma murad edilirse bu lanettir. Biz deriz ki
kötü vasıflardan uzaklaştırma, ifadesine, Cenab-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve
fiilleri bakımından kötülüklerden uzaklaştırma dahildir. Zatı bakımından,
kötülükten tenzih etmeye gelince bu, Zat-ı İlahi'nin imkana mahal olmamasıdır.
Çünkü O'nun zatını kötülükten ve imkandan yani ademden menetmek ve "mümkün
olma" vasfını O'ndan nefyetmek "kesretin" yokluğunu gerektirir.
Kesretin yokluğu da cisimlik ve arazlık sıfatlarının yokluğunu; O'nun eşi
benzeri olmadığını, mutlak vahdetini ve zatı itibarı ile vacib oluşunu ifade
eder. Sıfatları bakımından Allah'ı kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu O'nun
cehaletten münezzeh olması, hortürlü malûmatı çepeçevre kuşatması, güç
yetirilecek herşeye kadir oluşu, sıfatlarının her türlü değişikliklerden uzak
olması demektir. O'nu fiilleri bakımından kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu,
O'nun fiillerinin menfaat elde etmek ve zararları gidermek için olması,
fiillerinin kamil olmak için başka birşeye muhtaç olmaması, fiillerinin tam
olması, her türlü mevcudat ve ma'dumattan müstağni olması ve hertürlü mevcudatı
ve ma'dumatı (yoklukları) yok etme ve var etme hususunda hükümran olması
demektir.
Ehl-i Tezkir (irşad
erbabı) şöyle demişler: Teşbih, Kur'an'da bazan tenzih, bazan taaccüb manasına gelmektedir.
Tenzih manasına çeşitli şekillerde gelmiştir:
a) "Ben,
benzeri ve şeriki olmaktan münezzehim. "O, bir ve kahhâr Allah dır.
(Zümer, 4)
b) Gökleri
ve yeri idare eden benim. "Göklerin ve yerin Rabbi yücedir;
münezzehtir." (Zuhruf, 82).
c) Bütün
alemleri düzenleyen benim. "Alemlerin Rabbi olan Allah noksan sıfatlardan
da münezzehtir"(Nemi, 8).
d) Ben,
zalimlerin söylediklerinden berîyim. "Galebe sahibi Rabbin onların İsnad
ettikleri vasıflardan münezzehtir"(Saftat, 180).
e) Ben, herşeyden müstağniyim: "O Allah
ganidir"(Yunus, 68)
f) Ben, benim dışımdaki herşeyi, emr ve
hâkimiyeti altına alan bir hükümdarım. "Herşeyin melekûtü (mülkiyeti)
kudret elinde olan Allah'ı tenzih ederiz "(Yasin, 83).
g) Ben,
herşeyi bilenim. "Allah'ı onları isnad ettikleri! vasıflardan tenzih
ederim. O, Allah.gaybı bilendir"(Satfat, 159). Ben, hanımı ve çocuğu
olmaktan münezzehim. "O Allah'ı tenzih ederim. Onun nerden çocuğu
olacak"(Nisa, 18).
ı) Ben,
onların isnad ettikleri vasıflardan ve sözlerden münezzehim. "O, Allah'ı
müşriklerin dedikleri sözlerden, şirk koştukları ortaklardan ve O'na isnad
ettikleri vasıflardan tenzih ederim "(Enam. 100).
Teşbihin taaccüb
manasına gelişi de aynı şekildedir:
a) Ben,
güçlü hayvanları güçsüz insanların emrine verenim "Bunu bizim emrimize
veren Allah ne yücedir "(Zuhruf, 13).
b) Ben, yorgunluktan
ve bitkinlikten uzak olduğum halde
alemi yaratanım. "O bir işe hükmettiğinde ne yücedir "(Meryem,
35);
c) Ben, en
iyi bilenim. Ama öğretmenlerin öğretmesi, irşad edenlerin irşadı ile değil.
"Ya Rabbt sen ne yücesin! Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir şey
bilmiyoruz "{Bakara, 32).
d) Ben, bir
saatlik tevbe ile yetmiş senelik günahı giderenim. "O halde güneş doğmadan
önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Taha, 130).Sonra Allah şöyle der:
"Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbihatta bulun. O'nu sabah akşam
teşbih edin!" (Ahzab, 42).
Belalardan kurtulmayı
istiyorsan, teşbih et, çünkü "İlah olarak ancak sen varsın, sen
münezzehsin, muhakkak ki ben, zulmedenlerdenen "(Enbiya. 87). Eğer
Allah'ın rızasını istiyorsan, teşbih et! "Gecenin birkısmında vegündüzün
iki tarafında Babbint teşbih et! Umulur ki, razı olursun "(Taha, 130).
Eğer ateşten kurtulmayı İstersen, teşbih et! "Sem' noksan sıfatlardan
tenzih ederiz, bizi ateşten koru!, "(al-i imran, 191). Ey kul, devamlı
beni teşbih et. Allah'ın şanı ne yücedir. Öyleyse sen teşbih et, sizler teşbih
ediniz. Çünkü sen, beni teşbih etmezsen, bunun sana zararı olur. Çünkü beni
teşbih edenler var: Arşı taşıyan melekler bunlardandır. "Eğer onlar
büyüklenirlerse, bilsinler ki Rabbinin katında olanlar O'nu teşbih
etmektedirler" {Fusilet, 38).Mukarreb melekler de bunlardandır.
"Onlar, Ey Rabbimiz seni teşbih ederiz. Sen bizim velimizsin"(Sebe,
41). Diğer melekler de bunlardandır: "Onlar, Ey Rabbimiz seni teşbih ederiz.
Bize., yakışmaz"(Gufran, ıs).
Peygamberler de bu
teşbih edenlerdendir. Nitekim Hz.Yunus (Zü'n-nûn (a.s.):"Senden başka ilah
yoktur. Sen ne yücesin"(Enbiya, 87) demiştir. Hz.Musa (a.s.) da "Seni
teşbih ederim. Ben sana tevbe ettim "(Araf, 143) demiştir. Sahabe de
Allah'ı teşbih edenlerdendir. Nitekim onlar "Ey Rabbimiz seni teşbih
ederiz, Öyle ise bizi cehennem azabından koru "(aı-i imran, 191)
demişlerdir.
Her şey, haşerat,
hayvanlar ve zerreler Allah'ı teşbih eder. "Allah'ı hamd ile teşbih
etmeyen hiçbir şey yoktur"(İsra, 44) Hatta taş, çamur,
kum, dağ, gece,
gündüz, karanlık, aydınlık, cennet-cehennem, zaman, mekan,
bütün elementler, rükunlar, ruhlar ve cisimler, Cenab-ı Hakk'ın: "Göklerde
ve yerde olan herşey Allah'ı teşbih eder"(Haşr, 1) ayetinde belirttiği
gibi, O'nu teşbih ederler. Sonra O şöyle buyurur: "Ey kutum, benim bu
eşyaların teşbihine ihtiyacım yok. Bunlar canlı değiller. Dolayısı ile
bunların, teşbihin mükâfaatına ihtiyaçları yoktur. Onların tesbihatının
mükâfaatı zayi olur. Bu İse bana yakışmaz. "Biz göğü, yeri ve ikisi
arasında olanları boşuboşuna yaratmadık"(Sad, 27). Fakat ben, bana hizmet
için çalışan kimseye bütün alemi hizmetçi kıldığımı herkes bilsin diye bu
varlıkların mükafaatını sana veriyorum."
Diğer bir incelik
şudur: "Beni kulluğumu göstererek yâdet. Çünkü bundan ben değil, sen
istifade edeceksin. "Galebe sahibi Rabbinin şanı ne yüced/r"(Saffat,
ıso). Sen beni, teşbih ederek anarsan, ben de seni günahlarından temizlerim.
"Öyleyse O (Allah'ı) sabah akşam teşbih ediniz"(Mizah, 42). Bana borç
verin (Benim rızam için borç verin). "Allah'a güzel bir borç
verfr/er"(Hadid. 18). Eğer ben, sana bire karşılık on misli sevab verecek
bir gani (zengin) de olsam bana borç verin. "Kim Allah (rızası için) güzel
bir borç verirse, işte O (Allah) bunu kat kat artıracaktır"(Hadid, 11)
Her nekadar senin
yardımına ihtiyacım yok ise de, sen benim yardımcım ol. "Göklerin ve yerin
orduları Allah'a aittir"(Feth, 7).
Keza benim orduya da
ihtiyacım yok. "Cenab-ı Allah
dilese, onlardan intikam alır"(Muhammed, 4). Fakat sen bana yardım
edersen, ben de sana yardım ederim. "Eğer Allah(m dinine) yardım
ederseniz, O da size yardım eder "(Muhammed, t,. Beni zikretmeye devam et.
"Allah'ı belli günlerde anınız "(Bakara. 203). Benim, senin zikrine
ihtiyacım yok. Çünkü herkes beni zikreder. "Sen onlara "Gökleri ve
yeri kim yarattı" diye sorarsan, "Allah"
diyecekler"(takman, 25). Ancak eğer sen beni zikredersen (anarsan), ben de
seni anarım. "Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim "(Bakara,
152), Bana (benim dinime) hizmet et. "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz
"(Bakara, 21). Ben senin hizmetine (ibadetine) muhtaç olduğum için
değil... Çünkü ben melikim. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'a
aittir"(Casiye,27). "Göktekiler ve yerdekiler sadece, Allah'a secde
ederler"(Ra'd, 15). Fakat, çok rahat elde etmen için şu sayılı günlerinde
benim hizmetime yönel. "Allah" de ve onları bırak "(En'am, 91).
[80]
Ayetteki "(senin
hamdin ile) lafzı ile ilgilidir. Keşşaf sahibi, bunun "hal" olduğunu
söylemiştir.
Yani "Sanahamdedici
ve senin hamdine bürünmüş olduğumuz halde seni teşbih ederiz " demektir.
Bunun manasına gelince, bunda iki vecih vardır.
1) Biz seni
teşbih ettiğimiz zaman sana hamdeder, seni tahdis ederiz. Yani bizim
teşbihlerimiz haksız bir teşbih değildir. Aksine bu, senin hamdine ve celaline
yakışan bir tesbihdir.
2) Biz, seni
hamdinle teşbih ederiz. Çünkü senin bize muvaffak kılma nimetin olmasaydı, biz
bunu yapamazdık. Nitekim Dâvûd (a.s.): "Yâ Rabbi! sana şükretmeye nasıl
kadir olabilirim. Çünkü ben, senin verdiğin nimetlere şükrü, yine ancak senin
nimetinle yapabilirim" demişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, ona,
"Herşeyin benden olduğunu bildiğinden dolayı, şu anda Dana şükretmiş
oldun" diye variyetti.
Alimler ayetteki
"tesbih"den ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmiştir. Rivayet
olunduğuna göre Ebu Zerr (r.a.) kuşluk vakti Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanına,
veya Hz.Peygamber, EbuZerr'inyanına girdi ve"Ey Allah'ın Resulü, anam
babam sana feda olsun, söyle bana hangi söz Allah'a daha sevimli gelir?"
dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) "Allah'ın melekleri için seçtiği söz olan
teşbihidir" buyurdu. Bunu Müslim rivayet etmiştir. Sa'id b. Cübeyr de şunu
rivayet etmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s.) namaz kılıyordu. Tam o sırada, bir
müslüman münafıklardan birine uğradı da ona "Allah'ın peygamberi namaz
kılıyor, sen ise namaz kılmadan oturuyorsun" dedi. Bunun üzerine münafık
ona: "İşin yok mu senin, işine git " dedi. Adam da: Mutlaka senin bu
halini yadırgayacak birisi sana uğrayacak" dedi. Biraz sonra Hz.Ömer, bu
münafığa rastladı da "Ey fülan, Allah'ın Resulü namaz kılıyor, sen ise
oturuyorsun" dedi. Münafık ona da aynısını söyleyince, Hz.Ömer üzerine
atılıp onu dövdü ve "İşte ben böyle yaparım" dedi. Sonra -ıescide
girdi ve Hz.Peygamber (s.a.s.)'le namaz kıldı. Peygamber (s.a.s.) namazını
bitirince, Hz.Ömer onun yanına vardı ve "Ey Allah'ın peygamberi, Diraz
önce sen namaz kılarken oturan falancaya rastladım da ona Resûlullah namaz
kılıyor sen ise oturuyorsun" dedim. O da bana "İşine git" dedi.
Hz.Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine, "Onun boynunu vursaydın ya.."
ouyurdu. Hemen Hz.Ömer, onu yakalayıp öldürmek için yerinden fırladı. ttz
Peygamber (s.a.s)ona: "Ya Ömer dön, çünkü senin (Allah için olan bu)
gazabın şeref ve rızan ise hükümdür (bunu yapmış sayılırsın). Zira Allah'ın
göklerde melekleri vardır. Allah'ın, bu meleklerin namazlarından ötürü,
falancanın namazına ihtiyacı yoktur" buyurdu. Hz.Ömer de: "Yâ
Resûlallah meleklerin namazı nedir?" diye sordu. Hz.Peygamber (s.a.s.)
henüz cevab vermemişti ki Cebrail (a.s.), ona gelerek "Ey Allah'ın nebisi,
sana Ömer, göktekilerin namazını sordu değil mi?" dedi. Hz.Peygamber
(s.a.s.) "Evet" cevabını verdi. Cebrail (a.s.) "Benden Ömer'e
selam söyle ve ona dünya semasındaki meleklerin,. "Mülk ve melekût sahibi
Allah'ı teşbih ederiz" diyerek kıyamete kadar secdede olduklarını; ikinci
semadaki meleklerin (İzzet ve galebe sahibi Allah'ı teşbih ederiz" diyerek
kıy&mete kadar kıyamda olduklarını; üçüncü semâdakilerin "Ölmeyen Hayy
Allah'ı teşbih ederiz " diyerek kıyamete kadar rukuda bulunduklarını, işte
meleklerin teşbihinin bunlar olduğunu haber ver" dedi.
İkinci Görüş:
Âyetteki lafzından murad, namaz kılıyoruz. demektir. Buna göre
"teşbih" namazdır. Bu İbn Abbas ve İbn Mes'ud (r.a.)'un. görüşüdür.
[81]
"Takdis"
temizlemek manası hakkındadır. "Arz-ı mukaddese" de bu köktendir.
Sonra alimler bu hususta değişik görüşler
söyleyerek ihtilaf etmişlerdir.
1) "Biz
seni takdis ediyoruz, temizliyoruz" demek "Seni, sana yakışan yüksek
ve şerefli sıfatlarla niteliyoruz " demektir.
2) Bu Mücahid'in
görüşüdür. Bu, "Senin
rızanı kazanmak için nefislerimizi, günah ve hatalarımızdan
temizliyoruz" demektir.
3) Ebu
Müslim'in görüşüdür: Bu, "Sırf senin için olsun diye, fiillerimizi
günahlarımızdan temizliyoruz " demektir.
4) "Senin
marifetinin nurlarına dalıncaya kadar, kalblerimizi senden başkasına dönmekten
temizliyoruz"
Mu'tezile bu ayetin
birçok bakımdan "adl"e
delalet ettiğini söylemiştir:
a) Melekler
"Biz, seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis ederiz" derken bu
fiilleri kendilerine izafe etmişlerdir. Eğer bunlar Allah'ın fiilleri olsaydı,
bunlarla övünmek yerinde olmazdı ve bunların kan dökmeye üstünlüğü olmazdı.
Çünkü bunların hepsi Allah'ın fiilidir.
b) Eğer
fesat ve katillik, Allah'ın fiili olsaydı, "Ben malikim, istediğimi
yaparım" diyerek Allah'ın cevab vermesi gerekirdi.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" sözü, Allah'ın fesad ve
katiden bert olmasını gerektirir. Ancak, Cenab-ı Allah'ın kendi fiilinden beri
olması imkansızdır.
d) Fuhuş,
kubh (çirkin fiil), cevr (haksızlık), zulüm ve fesad ancak Cenab-ı Makk'ın
yapması, yaratması ve dilemesiyle olursa, o halde Allah'ı tenzih ve takdis
nasıl doğru olur?
e) Allah
Teâla'nın "Ben sizin bilmediklerinizi bflirim" ifadesi
"adi" görüşüne delalet eder. Çünkü, Cenab-ı Hak eğer küfrün
yaratıcısı olsaydı, o insanları kâfir olsunlar diye yaratmış olurdu. Bu durumda
da cevabın "Evet, Allah onları fesat çıkarıp kan akıtmaları için
yaratmıştır" şeklinde olması gerekirdi. Allah böyle bir cevab vermediğine
göre, bu mezheb düşer.
f) Şayet
fesat ve katillik Allah'ın fiillerinden olsaydı, bu onların renkleri ve
bedenleri mesabesinde olurdu. İnsanların renkleri ve bedenlerinden dolayı
onlara taaccüb etmek (hayret etmek) doğru olmadığı gibi, fesat çıkarıp kan
akıtmalarına da taaccüb etmek (şaşmak) doğru olmazdı. Ehli sünnetin görüşüne
karşı olan bu vecihlere "ilim ve dâî meselesi ile"cevab verilir.
Vallahu a'lem.
[82]
Eğer "Hak
Teâla'nın ifadesi, meleklerin sorusuna
nasıl cevab olabiliyor? denirse deriz ki: Meleklerin sorusunun çeşitli
şekillerde düşünülebileceği ihtimalini zikretmiştik:
a) Bu,
taaccübden dolayıdır. Buna göre âyeti, Allah Teâla'nın "O insanların
arasında fesat çıkarıp adam öldürecek kimselerin bulunmasına bakarak bu işe
şaşmayın. Çünkü bununla beraber onlar içerisinde salih ve muttakilerden bir
topluluğun olacağını siz bilmiyorsunuz ama ben biliyorum" demiş olması
bakımından bir cevabtır.
b) Bu, bir
üzüntüden dolayı sorulmuştur. Bu durumda cevab, "İnsanlar içinde
müfsidlerin bulunması sebebiyle üzülmeyin. Çünkü onların içinde muttaki olan
bir cemaatin bulunacağını ben biliyorum. O muttakilerden biri bana yemin etse,
onu yemininde doğru çıkarırım" manasında olur.
c) Bu soru,
bir hikmeti öğrenmek için sorulmuştur. Bu durumda, cevab, "Sizin
menfaatinize olan, bundaki hikmeti detaylı olarak değil, kısaca bilmenizdir.
Dahası bu tafsilatı bilmek sizin için bir mefsedet (zarar) olur" manasını
ifade etmiş olur.
d) Bu soru,
meleklerin kendilerini yeryüzünde halife kılması için Allah'tar bir
talebleridir. Bu durumda bunun cevabı: "Ben sizin menfaatinizin yerde
bulunmanızda değil, gökte bulunmanızda olduğunu biliyorum" manasına olur.
Burada bir beşinci vecih daha vardır ki o da: Onların dil (Biz Seni hamd ile
teşbih ve takdis edeviz.)dediklerinde Cenâb-ı Hakk "Ben muhakkak ki sizin
bilmediğiniz şeyi biliyorum.' O da: Iblis'in sizinle beraber olması ve kalbinde
hased, kibir ile nifakır bulunmasıdır.
Altıncı vecih ise
şudur: Bu, "Ben sizin bilmediğiniz şu durumu biliyorum Siz, kendinizi bu
övgülerle medhettiğiniz için kendinizi büyük görmel istediniz. Böylece de siz
sözlerinizle, sanki beni değil de kendinizi tesbif ettiniz. İnsanlar ortaya
çıkıncaya kadar sabredin. Onlar, ortaya çıktıklar zaman, Allah'a: "Ey
Rabbimiz biz kendimize zulmettik'(Araf, 23);
"Kusurlarımı
bağışlayacağını umduğum da O (Allah)dır{Şuara, 82) ve "Ve rahmetinle beni
satıh kulların arasına sok "{Neml, 19} diye Allah a yakaracaklardır.
[83]
Allah Adem’e bütün isimleri
öğretti, sonraonları(n isim oldukları varlıklar)ı meleklere gösterip:
"İddianızda doğru iseniz bunları adları ile bana söyleyin" dedi.
(Bakara, 31).
Melekler, Hz.Adem ile
zürriyetinin yaratılması ve yeryüzündı
nususunüato tMfcmetm ne olduğunu sorup Cenab-ı Attan da jı ifadesi ile bu husustaki hikmetin ne
olduğunu kısaca habe verince, onlara daha fazla bilgi vererek bu mücmel (kısa)
cevabı oçmayı muraı etti. Böylece, meleklerin bilmediği, Hz.Adem (a.s.)'in faziletini,
üstün olduğ tarafı onlara açıkladı. Bu şöyle oldu: Cenab-ı Hak Hz.Adem'in
üstünlüğüne meleklerin ilim hususunda ondan geride olduklarını ortaya koymak
için, on isimleri öğretti ve o isimlerin (eşyalarını)meleklere arzetti, sordu.
İşte o mücmel (kısa) cevab, bu uzun tafsilatlı cevab ile te'kid edildi. Bu
ayette birkaç mesele vardır:
[84]
Eş'arî, Cübbai ve
Ka'bî, "Dillerin lafızları, manaları ve bu lafızların o manaları geldiği
hususunda
insanlarda zaruri
(kesin) bir ilim yaratmıştır "
manasında bütün
dillerin tevkifi (ilahi menşe'li) olduğu görüşündedirler. Onlar bu görüşlerine,
Allah'ın âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyeti delil olarak alma hususundaki
sözü sorulu cevablı olarak, usul-ü fıkıhla ilgili kitabımızda zikrettik.
Ebu Hâşim, ise,
"Başlangıçta ıstılâhî bir dilin bulunması gerekir" diyerek,
"vaad"den (kelimeye mana, manaya kelime koymaktan) önce ıstılahların
bulunmasının gerektiğine dair bazı deliller ileri sürmüştür:
a) Şayet,
Allah'ın bu lafızları şu manalara karşılık koyduğuna, zaruri bir ilim olsaydı,
bu ilim ya akıllılar için hasıl olmuş olurdu veya akılsızlar için. Bunun
akıllılar için olması caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Makk'ın bu lafızları şu
manalara koyduğuna dair zaruri bir ilim olsaydı, Allah'ın zatı ancak istidlalle
bilinebilmesine karşılık, sıfatları
zaruri olarak bilinmiş olurdu. Bu ise imkansızdır. Bunun aklı olmayanlar için
hasıl olması da caiz değildir. Çünkü kendisinde bu kadar fevkalade hikmetler
bulunduğu halde, bu dilleri bilmenin akıllı olmayanlar için meydana gelmiş
olması düşünülemez. Böylece dillerin tevkîfî olduğuna hükmetmenin yanlış olduğu
ortaya çıkmış olur.
b) Allah
Teala, meleklere hitab etmiştir. Bu ise, bu hitabtan önce bir dilin varlığını
gösterir.
c) Hak
Teala'nın: âyeti, talimin (öğretimin) isimlere izafe edilmesini
gerektirmektedir. Bu da bu isimlerin, bu talimden önce de o eşyanın isimleri
olduğunu gerektirir. Bu böyle olunca, bütün diller, Hz.Adem'e öğretilmeden önce
de var olmuş olur.
d)
Hz.Adem isimleri bildiği hususunda meleklere
meydan okuyunca, meleklerin, Hz.Adem'in bu isimleri. adları oldukları eşyaya
vermede isabetli olduğunu bilmiş olmaları gerekir. Aksi halde Hz.Adem'in
isabetli olduğuna dair bir bilgi hasıl olmaz. Bu da, bu isimlerin o eşyaya isim
olarak verilmelerinin, bu öğretmeden önce olmasını gerektirir.
[85]
Ebu Haşim'in birinci
iddiasına cevab: Niçin, "Cenab-ı Hak, bu va'z edenin Allah mı insanlar mı
olduğunu belirtmeksizin, bir vâ'zın şu isimleri şu eşyalara ad olarak koyduğuna
dair bizde zaruri bir ilim yaratmıştır" denilmesi caiz olmasın? Buna göre,
Allah'ın zatının delillerle bilinmesine karşılık, sıfatlarının zaruri olarak
bilinmiş olması gerekmez. Biz, bu ilmi Cenab-ı Hakk'ın akıllılarda yaratmadığını
kabul etsek bile, O'nun bunu akılsızlarda yaratmış olduğunu söylemek niçin caiz
olmasın? Bu makamda, meseleyi uzak bir ihtimale dayandırmak uygun
görülmemiştir.
İkinci iddianın
cevabı: Cenab-ı Hakk'sn meleklere, yazılı veya başka bir yolla hitab ettiğini söylemek
niçin caiz olmasın?
Üçüncü iddianın
cevabı: Cenab-ı Allah'ın o lafızları, o manalar için koymayı murad etmesi,
Hz.Adem'e öğretmesinden j şüphesiz öncedir. Buda, öğretimin isimlere
bağlanmasında yeterlidir.
Dördüncü iddianın
cevabı ise inşaallah gelecektir. Allah en iyi bilendir.
[86]
Birinci görüş:
Alimlerden bazıları Cenab-ı Hakk'ın
"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti" âyetini şöyle tefsir etmişlerdir. Allah Hz.Adem'e eşyanın sıfatlarını,
vasıflarını ve Özelliklerini
bildirmiştir.
Bunun delili ise,
şudur: "İsmin" iştikakı, ya lilü (özellikle, alamet) lâfzından,
yahutta (yükselmek, ortaya çıkmak) lafzındandır. Buna göre, eğer ismin iştikakı
lafzından olursa, isim alamet manasını ifade eder. Eşyanın sıfatları, vasıfları
ve özellikleri eşyanın mahiyetine delalet eder. Buna göre âyetteki lafzından
muradın, sıfatlar olması doğru olur. Eğer, isim kelimesinin iştikakı
kelimesinden olursa, durum yine aynıdır. Çünkü bir şeyin delili, sanki bu şeyin
üzerine yükselmiş şey gibidir. Çünkü, delili bilmek, medlulün bilinmesinden
öncedir. Buna göre delil, gerçekte daha yüksek olan olmuş olur. Böylece de
dilde, isim lafzından muradın sıfat olduğu hususunda herhangi bir mahzur
olmadığı ortaya çıkmış olur.
Geriye, nahiv alimlerinin
isim lafzını hususi bir takım lafızlarla tahsis etmeleri kalır. Ancak bu,
sonradan ortaya çıkan bir örf olup, buna itibar edilmemesi gerekir. Lügavî
bakımdan böyle bir açıklamanın mümkün olduğu sabit olunca, birkaç sebebe
binaen, başkasının değil de bunun murad edilmesi vacib olur:
a) Eşyanın
hakikatini bilmedeki üstünlük, isimlerini bilmedeki üstünlükten daha fazladır.
Bu üstünlüğü ortaya koymak için, yukarda bahsi geçen sözü daha fazla
üstünlüğü gerektiren şeye
hamletmek; böyle olmayana hamletmekten daha evladır.
b) Tehaddî,
ancak, dinleyen kimsenin bir nebze olsun mukabele edebileceği şeyle caiz ve
güzel olur; çünkü dili ve fesahati bilen bir kimsenin, tehaddi yoluyla
başkasına, "Fesahatta, benim sözüm gibi olan bir söz getir" demesi
güzel olur. Ama, Arabça bilen bir kimsenin meydan okumak maksadıyla Arabça
bilmeyen birisine, "Benim lisanımla, Arabça konuş!" demesi güzel
olmaz. Bu böyledir. Çünkü akıl kesinlikle dilleri bilemez; tam aksine bu, ancak
öğretme ite bilinir. Eğer ta'lim varsa, dili bilmek söz konusudur; aksi halde
yoktur. Ama eşyanın hakikatini bilmeye gelince, aklın bu bilgiyi elde etmesi
mümkündür. Böylece, tehaddinin eşyanın hakikatları konusunda olması doğru olur.
[87]
İkinci görüş:
-Ki meşhur olan da budur,- buna göre lâfzından Allah'ın muradı, O'nun sonradan
yaratmış olduğu ve günümüzde insanların konuşmuş olduğu Arabça, Farsça, Rumca,
vb. muhtelif dillerin isimleridir. Ademoğulları bu dillerle konuşuyorlardı;
Hz.Adem ölüp çocukları alemin her tarafına dağılınca, onlardan her biri, bu
dillerin muayyen birisiyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, bu
adama hakim oldu. Zaman uzayıp nesiller peşpeşe ölünce, bunlar diğer dilleri
unuttular. İşte, Hz.Adem'in çocuklarının farklı dilleri konuşmalarının sebebi
budur. "Meanî" ilminde söz sahibi olanlar, Cenab-ı Hakkın:
ifâdesinde, mutlaka bir takdirin yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Buna
göre, den maksadın, "Ve Allah, Adem'e eşyanın isimlerini öğretti"
şeklinde olması; yine bundan maksadın "Ve Adem'e, isimlerin delâlet ettiği
eşyayı öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Bu görüşün sahipleri
sözlerine devamla, birinci görüşün, Cenab-ı Hakk'ın, "Onları bana haber
veriniz demesi üzerine, Hz.Adem de, onları onlara haber verdi" demeyip de,
"Onların isimlerini bana haber verin" (Bakara, 31). "Ne zaman ki
meleklere, onların isimlerini haber verdi.." (Bakara, 33) buyurmasından
ötürü daha evla olduğunu söylemişlerdir.
[88]
Eğer, Cenab-ı Hak ona,
eşyanın bütün çeşitlerini öğretip, akıllı olmayan varlıklar oa eşyaya dahil
olunca, niçin demedi? denilirse
.. denilirse, deriz ki, o müsemmeyatın içinde melek, insan ve cin, ki bunlar
aklı olan varlıklardır, bulununca, en mükemmel olanlar "tağlîb"
yoluyla zikredilmişlerdir. Çünkü Arabların örfü, tağlibin söz konusu olduğu
zamanda, kamil olanın noksan olana üstün görülmesi şeklinde cereyan etmiştir.
[89]
Alimlerden Cenâb-ı Hakk'ın İfadesiyle, teklif-i mâla yutâkın (takat getirilemiyecek şeyi yüklemek) caiz
olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu zeyıf bir görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak,
meleklerin aciz olduklarını bile bile,
susturmak maksadıyla onlardan
kendisine haber vermelerini istemiştir. Bunun böyle olduğuna yine O'nun
iddianızda doğru iseniz" ayeti göstermektedir.
[90]
Mu'teziie şöyle
demiştir: Hz.Adem'den isimleri bilmesine dair zuhur eden şey, onun o zamanda
peygamber olduğuna
delalet eden bir mucizedir.
Doğruya en yakın
olansa, Hz.Adem'in Hz.Havva'ya peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır. Yine
peygamberliğin, melekler gibi kendilerine meydan okumanın yönelmiş olduğu
kimselere de olması uzak ihtimal değildir. Çünkü meleklerin hepsi her ne kadar
Allah'ın elçileri iseler de, elçilere de elçiler yollamak caizdir. Nitekim,
Hz.İbrahim (a.s.) de Hz.Lût (a.s.)'a peygamber olarak gönderilmiştir.
Onlar bu görüşlerine
şu şekilde de delil getirmişlerdir: Bu ilmin Hz.Adem'de bulunmuş olması, adeten
cari olanı nakzeden bir husustur. Bu sebeple, bir mucize olması gerekir, Bunun
mu'cize olduğu sabit olunca onun o vakitte bir peygamber olduğu da sabit olmuş
olur.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Biz. bu ilmin adeti nakzettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Allanın öğrettiği
kimse için,onun o dili bilmesi veya öğretemediği bir kimsenin o dili bilmemesi
adete muhalif değildir. Yine, şöyle denebilir:
Melekler, o isimlerin
o eşya için konulmuş olduğunu biliyorlardı veya bilmiyorlardı: Eğer onu
biliyorlardı ise, bu durumda onlar bu eşyanın isimlerini zikretmeye muktedir
olurlardı.. Bu durumda da bir muâraza meydana gelir; böylece de bir meziyyet ve
fazilet ortaya çıkmaz. Eğer melekler bunu bilmiyorlardı ise, onlar Hz.Adem'in
bu isimlerden her birini o eşyadan her birine isim olarak vermesinde isabet
ettiğini nasıl bileceklerdi f Bu soruyu İki bakımdan savuşturmak mümkündür:
a) Çoğu kez
her melek gurubu için, müstakil bir dil olup ve her taifenin diğerinin dilini
bilmemesi söz konusudur. Sonra melek taifelerinin, hepsi bu hadisede hazır
bulunmuşlardı. Hz.Adem (a.s.)
de, bu dillerin tamamını saydı, böylece her gurup
melek Hz.Adem'in, özellikle kendi dillerinde isabet etmiş olduğunu anladı.
Böylece de, işte bu yolla Hz.Adem'in doğruluğunu anlamış oldular. Fakat buna
rağmen onların hepsi, bu dillerin tamamını bilmekten aciz oldular. Böylece de
bu, bir mucize oldu.
b) Şöyle
denilmesi de imkansız değildir. Melekler Hz.Adem'den bu isimleri duymadan
önce, Allah onlara, Hz.Adem'in sıdkına
istidlal edecekleri şeyi öğretmiştir. Melekler Hz.Adem'den bu isimleri
dinleyince, O'nun bu isimler konusunda sadık olduğunu anladılar ve bunun bir
mu'cize olduğunu bildiler. Biz, Hz.Adem'de harikulade bir fiilin meydana
geldiğini kabul ettik; bunun keramet nevinden veya "irhasât"
(Peygemberlikten önce gösterilen harikulade şeyler)nevinden olması niçin caiz
olmasın? Bize göre, bu iki durum da caizdir. Bu durumda bu meseledeki söz, bu
iki husus hakkında söylenecek söze dayanır.
Hz.Adem'in o vakitte
peygamber olmadığına kesinkes hükmedenler de, birkaç bakımdan delil
getirmişlerdir.
[91]
1) Eğer
Hz.Adem o zaman peygamber olmuş olsaydı, O'nun emre muhalefeti peygamberlikten sonra
sudur etmiş olurdu, bu ise caiz değildir. Bu sebeple onun, o zamanda peygamber
olmaması gerekir. Mulazemete (birbirini gerektirme) gelince, bu böyledir; çünkü
zellenin Hz.Adem'den sudûru, bilittifak, bu vakıadan sonra olmuş olmasıdır.
Zelle ise, -Allah
açıklamayı nasib ederse söyleyeceğiz, - kebâir nevindendir. Kebire (büyük
günah) yi işlemek ise, kovulmaya, hakaret edilmeye ve lanetlenmeye müstehak
olmayı gerektirir. Bütün bunlar ise, peygamberler hakkında caiz değildir. Bu
sebeple, bu olayın peygamberlikten önce vuku bulduğunu söylemek gerekir.
2) Şayet
Hz.Adem o vakitte peygamber olsaydı, o ya bir kimseye peygamber olarak
gönderilmiş olurdu veya olmazdı.. Eğer o, bir kimseye peygamber olarak
gönderilmiş ise, bu durumda o, ya meleklere veya insanlara veyahut da cinlere
gönderilmiş olurdu. Birincisi, batıldır, çünkü Mû'tezile'ye göre melekler
insandan daha üstündür, dolayısıyla daha aşağıda olanın daha şerefli olana
peygamber olarak gönderilmesi caiz değildir. Çünkü peygamber kendisine tabi
olunan (metbû'), ümmet ise, tabi olandır. Daha düşük olanı daha şerefli olanın
metbûu kılmak, aslın hilafınadır. Yine kişinin, kendi cinsinden olan birisinden
sözü kabul etmesi daha çok mümkündür.
İşte bundan ötürü
Cenab-ı Hak;
"Eğer biz onu bir
melek yapmış olsaydık bile, yine bir adam suretinde gösterirdik "(Enam, 9)
buyurmuştur.
Yine, Hz.Adem'in
insanlara gönderilmiş olmast da caiz değildir. Çünkü orada, Hz.Havvâ'dan başka
hiçbir insan yoktu. Bir de Hz. Havva, teklifleri
Hz. Adem aracılığıyla
öğrenmemişti. Çünkü Cenab-ı Hak;
"Ve bu ağaca
yaklaşmayın"(A'raf. 19) buyurarak, bu emri onlara yüzyüze vermiş,
Hz.Adem'i vasıta kılmamıştır. Hz.Adem'in cinlere peygamber olarak gönderilmiş
olması da caiz değildir. Çünkü semada cinlerden hiçkimse bulunmuyordu. Sonra,
onun, başka bir kimseye de peygamber olarak yollanmış olması caiz değildir.
Çünkü, Hz.Adem'i peygamber yapmaktan amaç, tebliğde bulunmaktır. Tebliğ
olunacak hiç kimse bulunulmayan yere, onun bir peygamber olarak gönderilmesinde
herhangi bir fayda yoktur. Bu vech, düşünce çok kuvvetli değildir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın : "Sonra Rabbi onu seçti" (Taha, 122) ayetidir. Bu ayet,
Allah'ın Hz.Adem'i zelleden sonra seçtiğini gösterir. Bu sebeple, zelleden
önce, o seçilmiş değildi demek gerekir. O, bu vakitte seçilmiş bulunmayınca
peygamber olmaması gerekir. Çünkü "peygamberlik" ve "seçme
işi" birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur. Zira "seçme"nin,
şereflendirme nevilerinden herhangi birine tahsis etmeden başka bir manası
yoktur. Allah'ın, peygamber olarak göndermiş olduğu herkes, bu şerefle tahsis
edilmiştir. Çünkü O: "Allah, risaletini nereye koyacağını en iyi
bilendir"(Enam, 124) buyurmaktadır.
[92]
Alimler, Cenab-ı
Hakk'ın "Eğerdoğru sözlü
iseniz" ayeti hakkında birkaç görüş zikretmişlerdir:
a) Bunun
manası "Bu bildiriminizde doğru olacağınızı, isabet edeceğinizi
sanıyorsanız bunların isimlerini bana haber veriniz" demektir.
b) Bunun
manası, "Bana haber veriniz; bana ancak gerçeği ve doğruyu
söyleyiniz"dir. Bu takdirde bu ifadeden maksat, onlara, Cenab-ı Hakk'ın,
bundan aciz kalacaklarına dikkatlerini çekme hususunda bir te'kiddir. Çünkü,
onların nefislerinde, Eğer haber
verirlerse, bunda isabetli olamıyacakları ve buna imkanları da olamıyacağı
bilgisi yerleştiği zaman, bunun kendilerine imkansız olduğunu anlamış
oldular."
c)
"Eğer siz mahlûkatca yapılabilecek bütün ibadetlerde en ehil ve en
dikkatli olduğunuz şeklindeki iddianızda isabetli iseniz" demektir. Bu İbn
Abbas ve İbn Mesûd'un görüşüdür.
d)
"Sizden daha bilgili hiç kimse yaratmadığım hususunda doğru sözlü iseniz,
eşyanın isimlerini bana haber verin bakalım!"
[93]
Bu ayet,
"ilm"in faziletine delalet eder. Günkü Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i
yaratmasındaki hikmetinin kemalini, ancak onun ilmini izhar etmek suretiyle
göstermiştir. Şayet, herhangi bir şeyin ilimden daha şerefli olması imkan
dahilinde olsaydı, Allah'ın ilim ile değil de, bu şey ile onun üstünlüğünü
izhar etmesi gerekirdi. Kitab, sünnet ve nakledilmiş haberler ilmin faziletine
delalet etmektedir.
[94]
Kitabın delalet
etmesine gelince, bu birkaç vecihtendir:
1) Cenab-ı
Hak, ilmi "hikmet" diye adlandırdı ve hikmeti şerefli kıldı. Bu da
ilmin şanının yüceliğine delalet eder.
Bunu Mukatil'den rivayet
edilen şu haber izah eder: O şöyle demiştir: "Hikmet" Kur'an'da dört
mânâya gelir:
a) Kur'an'ın
vaz-u nasihatları manasına... Nitekim Cenab-ı Hak Bakara sûresinde! "Size
(Allah'ın) indirdiği Kitabı (Kur'an'ı)
ve hikmeti..."(Bakara.231) yani ondaki öğütleri..; Yine; Nisa süresindeki;
"Allah sana Kitabı ve hikmeti yani mevızalan indirdi"(H\sa, 113) ve
bir benzerini de Âl-i İmran suresinde
buyurmuştur
b) Hikmet, anlayış ve iüm manasındadır. Cenab-ı
Allah şöyle buyurmuştur
Bİz ona henüz çocukken
hikmeti verdik"(Meryem, 12) "Andolsun ki biz lokman'a hikmeti verdfk"(iokman, 12)
yani anlayış ve ilim verdik. En'am sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır:
"İşte bunlar,
kendilerine kitab ve hüküm (hikmet) verdikİerimizdir"'(En'am, 89}.
c) Hikmet, nübüvvet ( peygamberlik) manasınadır.
Nisa suresinde;
"Biz muhakkak
İbrahim soyuna kitab ve hikmet, yani nübüvvet verdik"{Nisa, 54); Sâd
sûresinde: "Biz ona hikmet (yani) nübüvvet verdik"(Sad, 20); Bakara
sûresinde: "Allah ona mülk ve hikmeti verdi"'(Bakara. 251)
buyurulmuştur.
d) Hikmet,
Kur'an manasına da gelir. Nahl sûresinde; "Habbinin voluna hikmetle davet
et"(Nahl. 125) Bakara sûresinde :
"Kime hikmet
verilmişse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir"Çakara, 269)
buyurulmuştur. Bütün bu vecihler incelendiğinde hepsi ilme dayanır Sonra Allahu
Teala'nın az ilim verdiğini düşün. Nitekim o;
"Size itimden
ancak pek az birşey verilmiştir"(isra. 85) buyurur. Allah'ın dünyanın
hepsine "az" diye isim verdiğini de düşün. "De ki dünya metaı
azdir"(Nisa, 77) Cenab-ı Hakk'ın "az" dediği şeyin kemiyetini
kavramamız mümkün olmuyor. Ya O'nun "çok" dediği şey hakkında ne
dersin?
Sonra akli delil,
dünyanın gerçekten az, hikmetin ise çok olduğunu gösterir. Çünkü dünya metaının
adedi ve müddedi sonludur. İlmin ise değerinin, adedinin ve müddetinin sınırı
yoktur. Hele hele onunla elde edilecek saadetlerin hiç sınırı yoktur. İşte bu
da sana ilmin faziletini gösterir.
2) Cenab-ı Allah: "De ki hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?"{Zümer, 9) buyurmuştur. Hak Teala kitabında yedi
şeyi birbirinden ayırdetmiştir. Mesela;
"De ki pis ile
temiz, yani helal ile haram hiç bir olur mu?"(Maide, ıoo) diyerek pis ile
temizin;
"De ki görmeyen
ile gören hiç bir olur mu?"( Rad, 16) diyerek âmâ ile görenin;
"Yahud
karanlıklarla nûr bir olur mu?"(Rad, 16) diyerek nur ile zulmeti,
cennet cehennemi, gölge ile sıcak
arasını ayırmıştır. Düşündüğün zaman bütün bunların alim ile cahil arasındaki
farktan alındığını görürsün.
3) Cenab-ı Allah: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan
ulul-emre itaat ediniz" (Nisa, 59) buyurmuştur. Ayetteki ulu'l-emrden
murad en sahih görüşe göre alimlerdir. Çünkü alimlere itaat etmek meliklere de
vacibtir. Bunun aksi olmaz. Sonra şu dereceye bir bak. Cenab-ı Hak alimi
Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ikinci mevkide zikretmiştir "Allah, kendinden
başka ilah olmadığına şehadet eder. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet
ederler "{ah imran, 18). "Allah'a, Resule ve sizden olan ulu'l-emre
itaat edinfz"(Maide, 59). Sonra Alfah Teala alimi daha çok
şereflendirerek, onu iki ayette de birinci mertebede zikretmiş, ' O (müteşabih
ayetlerin) manasını ancak Allah ve ilimde kök salmış olanlar bilirler"(Ali
imran, 7); "De ki sizin ile benim aramda şahid olarak Allah ve kendisinde
Kitabın ilmi olan kimse yerer"(Ra'd, 43).
4) Allahü
Teâlâ:
"Allah sizden
iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır.
"(Mücadele, 11) buyurur.
"Cenâb-ı Allah
kıyamet günü kullarını diriltir, sonra alimleri ayırır ve onlara şöyle der: Ey
alimler, nurumu size ancak sizi bildiğim için koydum. İlmimi azab edeyin\diye
size vermedim. Hadi gidiniz, sizi bağışladım."
5) Hz.Peygamber
(s.a.s.):
"Hayrı Öğreten
kimse öldüğü zaman, onun ardından gökteki kuşlaı yerdeki canlılar ve denizdeki
balıklar ağlarlar" buyurmuştur.
6) Ebu
Hureyre (r.a.) merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: "Alimlerden binnın
arnasmaa namaz tıuan, sanın birinin arkasında namaz kılmış gibidir."
7) İbn Ömer
(r.a.) merfu olarak rivayet etmiştir:
"Alimin abide,
herbtr derecenin arası at koşumu yetmiş sene olan yetmt derece üstünlüğü
vardır. Çünkü şeytan insanlar arasına bidatlar atar, om atim görür de giderir.
Abid ise, ibadetine kapanmıştır, o bidate yönelme, ve onu tanıyamaz."
8) Hasan
Basri merfu olarak, Peygamber (s.a.s.)'den rivayet etmiştir
"Allah'ın
rahmetihalifelerimedir." "Halifelerin kimdir, Ya Resûlallah!
denildiğinde O, (s.a.s.) "Sünnetimi ihya edip, onu Allah'ın kullarına
öğreteı kimselerdir" dedi."
9)
Hz.Peygamber (s.a.s.):
"Kim, bir batılı hakka,
veya bir dalaleti hidayete döndürmek için ilimden bir mesele Öğrenmek gayesi
ile yola çıkarsa, onun bu işi kırk yıllık ibadet gibi o/ur'buyurmuştur.
10)
Hz.Peygamber (s.a.s.), Hz.Ali (k.v.)'yi Yemen'e vazifeli olarak gönderirken
şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın, senin
vasıtanla bir adamı hidayete erdirmesi senin için, güneşin üzerine doğup
battığı herşeyden hayırlıdır."[95]
11) İbn
Mes'ud (r.a.) merfu olarak Hz.Peygamber (s.a.s.)den şunu rivayet etmiştir:
"Kim, Allah
rızası için, insanlara söylemek maksadıyla ilim öğrenirse, Allah ona yetmiş
peygamber sevabı verir."
12) Âmir
el-Cüheni'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste, Hz.Peygamber s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Kıyamet günü
ilim Öğrenen kimsenin mürekkebi ile şehidin kanı biri diğerine üstün
tutulmaksızın getirilir." Bir diğer rivayette ise "Alimin Türekkebİ,
şehidin kanından üstün sayılır" şeklinde gelmiştir.
13) Ebu
Vafid el-Leysi şunu rivayet etmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s.) rsanlarla beraber
bir gün otururken üç adam çıkageldi. Onlardan biri, da bir boşluk bulup oraya
oturdu. Bir diğeri insanların gerisine oturdu, üçüncü şahıs ise dönüp geri
gitti. Hz.Peygamber (s.a.s.) sözünü bitirince, Bu üç şahsın halini size haber
vereyim: Birincisi Allah'a sığındı, Allah da om barındırdı. İkincisi Allah'dan
utandı, Allah da ondan utandı. Üçüncüye gelince, o Allah dan yüz çevirdi, Allah
da ondan yüz çevirdi" dedi. Bu hadisi
rivayet etmiştir.
[96]
İlmin Faziletine Dair Âsâr
"Eser"[97]den
ilmin üstünlüğünü gösteren şeylere gelince bunlar da
a) Âlim,
talebesine ana-babasından daha şefkatlidir. Çünkü anneler ve
onu dünya ateşinden ve
belalarından korurlar. Alimler ise onu ahiretin ien ve sıkıntılarından muhafaza
ederler.
b) İbn
Mes'ud, "Bu ilmi nasıl elde ettin?" denildiğinde, O, "Çok soran
di ve çok akıllı bir kalb ile" cevabını verdi.
c) Bazıları da şöyle demişler: "Ahmaklar
gibi sor, zeki kimseler gibi tut."
d) Mus'ab
b.Zübeyr oğluna, "Evlâdım! ilim öğren. Eğer malın varsa ilim senin için
bir güzellik (süs) olur. Eğer malın yoksa ilim senin için mal olur"
elemiştir.
e) Hz.Ali
(k.v.) de şöyle buyurmuştur: Cehaletten ileri gelen konuşmanın hayrı olmadığı
gibi, ilmi söylememede de hayır yoktur."
f) Muhakkik
alimlerden biri şunu söylemiştir: "Alimler üç kısımdır: Allah'ı bilip,
O'nun emirlerini bilmeyenler. Allah'ın emrini bilip Allah'ı bilmeyenler ve
Ailah'ı da, emrini de bilenler.
Birincisine gelince
bu, kalbine marifetullah hükümran olmuş ve böylece Allah'ın nurunu müşahede
etmede ve Allah'ın kibriyasının safhalarında boğulmuş kuldur. Böylece o,
kendisine lazım olanların dışında ahkam ilmini öğrenmeye vakit bulamamıştır.
İkincisi, Allah'ın
emrini bilip de Allah'ı bilmeyendir. Bu, helâli, haramı, hükümlerin
hakikatlerini bilip, Allah'ın celalinin sırlarını bilemeyen kimsedir.
Hem Allah'ı hem de
Allah'ın ahkâmını bilene gelince bu, akıl alemi ile his alemi arasındaki
müşterek noktada bulunan kimsedir. Böyle biri, bazan Allah'ı sevmesi sebebiyle
Allah'la birlikte, bazan da şefkat ve merhamet etmesi sebebi ile mahlukatla
birlikte olur. Bu kimse, Rabbi ile olmaktan mahlukata dönünce, sanki Allah'ı
hiç tanımıyormuş gibi, onlardan biri gibi olur. Rabbi ile başbaşa kalıp, O'nu
zikir ve O'na ibadetle meşgul olunca da sanki mahlukatı hiç tanımıyormuş gibi
olur. Bu peygamberlerin ve sıddîkların yoludur. İşte, Hz.Peygamber (s.a.s.)'ın "Alİmlere
sor, hükemaya karış, büyüklerle otur" hadisinden murad edilen de
bunlardır. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in "Alimlere sor" ifadesinden
maksad: "Yani Allah'ın emirlerini bilip Allah'ı bilmeyenlerden sor"
demektir. Böylece Hz.Peygamber (s.a.s.), dini meselelerde ihtiyaç olduğunda bu
kimselerden fetva sorulmasını emretmiştir. "Hükema"ya gelince bunlar
Allah'ın emirlerini bilmeyen fakat Allah'ı bilen kimselerdir. Hz.Peygamber
(s.a.s.) bunların arasına karışmayı emretmiştir. "Büyüklere" gelince
bunlar Aflah'ı ve ilahi ahkâmı bilen kimselerdir. Hz.Peygamber (s.a.s.)
bunlarla da oturup kalkmayı emretmiştir: Çünkü bunlarla oturup kalkmada hem
dünyevi hem de uhrevi menfaatler vardır.
Sonra Şakik el-Belhi
şöyle demiştir: "Bu üç gurub alimin herbirinin üç alameti vardır: Allah'ın
emrini bilenin üç alameti; kalbinin değil dilinin zikretmesi; Allah'dan değil
insanlardan korkması ve zahiren insanlardan utandığı halde gizli yerde
Allah'dan utanmamasıdır.
Allah'ı bilenin üç
alameti, zikredici, korkan ve utanan olmasıdır. Bunun zikri lisanın değil
kalbin zikridir. Korkusu, riyaen korku değil, günaha düşme korkusudur.
Utanması, zahirî bir utanma değil hatırına, kalbine gelen (kötü) şeylerden
utanmadır.
Hem Allah'ı hem de
Allah'ın emirlerini bilen alimlerin, Allah'ı bilen alim için saydığımız üç
alemetin yanı sıra şu üç alametle birlikte altı alameti vardır:
Gayb alemi ile şehadet
alemi arasındaki müşterek noktada oturmuş olması; ilk iki kısma da muallim
olması, ilk iki kısmın ona muhtaç olması sebebiyle onun onlardan müstağni olması,
onun diğer üç alametidir."
Şakik sonra şöyle
devam etti: "Hem Allah'ı hem de Allah'ın emirlerini bilen alim güneş
gibidir, artmaz, eksilmez. Sadece Allah'ı bilen alim ay gibidir, bazan
tamamlanır, bazan eksilir. Sadece Allah'ın emrini bilen alim kandil gibidir,
kendisini yakar bitirir başkasını aydınlatır."
g) Feth
el-Mevsili şöyle demiştir: "Hasta yemek yemez, su içmez ve ilaç almazsa
Ölmez mi? Aynı şekilde içine ilim, fikir ve hikmet girmezse kalb de ölür."
h) Şakik
el-Belhi şunu da söylemiştir: "Meclisimden kalkanlar üç kısımdır: Sırf
kâfir olanlar; sırf münafık olanlar ve sırf mü'min olanlar. Bu böyledir, çünkü
ben Kur'an'ı tefsir edip, Cenab-ı Allah'ın ayetlerinden, Resulullah'ın
hadislerinden bahsediyorum. Kim beni tasdik etmezse o sırf kâfirdir, kimin
kalbi benim söylediklerimden sıkılırsa o sırf münafıktır. Kim yaptıkları
kötülüklere pişman olur ve bir daha günah işlememeye azmederse o sırf
mü'mindir."
Keza şöyle demiştir:
"Cenab-ı Allah üç vakitteki uykuya ve üç şeye gülmeye buğzeder: Sabah namazından
sonraki ve yatsı namazından önceki uyku; namaz esnasındaki uyku ve zikir
meclisindeki uyku.. Cenaze arkasından gülme; mezarlıkta gülme ve zikir
meclisinde gülme.."
"Sel de yüze
çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür"(Rad. 17)ayeti hakkında bazı alimler,
lafzının ilim olduğunu, Allahu Teala'nın ilmi, beş özelliğinden ötürü suya
benzettiğini söylemişlerdir.
1) Yağmur
gökten indiği gibi, ilim de gökten inmiştir.
2) Yeryüzünün
ıslahı yağmurla olduğu gibi, mahlukatın ıslahı da ilimle olur.
3) Ekinler
ve bitkiler yağmursuz çıkmadığı gibi, ameller ve taatlar da ilimsiz çıkmaz,
olmaz.
4) Yağmur,
gökgürültüsü ve şimşeğin peşinden geldiği gibi, ilim de va'd ve veîdin peşinden
gelir.
5) Yağmur
faydalı veya zararlı olduğu gibi, ilim de böyledir. Yani ilim, kendisiyle amel
eden birisi için faydalı, amel etmeyen için ise, zararlıdır.
j) Allah'ı
hatırlatan nice kimse vardır ki, kendisi Allah'ı unutmuştur; Allah ite korkutan
nice kimse vardır ki, Allah'a karşı cüretkârdır; Allah'a nice yaklaştıran
vardır ki, kendisi Allah'dan uzaktır; Allah'a davet eden nice kimse vardır ki,
kendisi Allah'tan kaçmaktadır; Allah'ın kitabını okuyan nice kimseler vardır
ki, Allah'ın ayetlerinden sıyrılmışlardır.
k) Dünya beş
şey ile süslenmiş bir bahçedir:
1) Alimlerin ilmi,
2) İdarecilerin adaleti,
3) Âbidlerin
ibadeti,
4)
Tacirlerin güvenilirliği ve,
5) Zanaatkarların doğruluğu...
İblis de bu beş şeye
karşılık beş alamet getirerek, bunları bu beş şeyin yanıbaşına dikmiştir:
Hasedi getirip, ilmin karşısına; zulmü getirip adaletin karşısına; riyayı
getirip ibadetin karşısına; hıyaneti getirip güvenilirliğin karşısına ve
aldatmayı getirip doğruluğun karşısına yerleştirmiştir.
i) Hasan
Basri, tabiin içinde şu beş şey ile üstün olmuştur.
1) Kendisi bir şeyi yapmadan başkasına emretme m
iştir.
2) Kendisi vazgeçmeden, başkasını o şeyden
vazgeçirme m iştir.
3) Allah'ın
kendisine rızık olarak vermiş olduğu ilim ve maldan isteyen herkese vermiş,
cimrilik yapmamışlardır.
4) İlmiyle yetinerek, insanlardan müstağni
olmuştur.
5) O'nun açığı da gizlisi de aynıydı.
m) Senin
ilminin sana fayda verip vermediğini öğrenmek istiyorsan, nefsinden beş şey
iste:
1) (Nefsi
azdırmamak amacıyla) az gıda için fakirliği sevmek.
2) Sevap
arzusuyla, taati sevmek,
3) Vakit
elde etmek için dünyaya rağbetini azaltmak.
4) Kalbi İslah etmek için, hikmeti sevmek,
5) Allah'a münacaat arzusuyla yalnızlığı
sevmek... n) Beş şey içinde beş şeyi ara:
1) İzzeti, malda ve aşirette değil, tevazuda
ara.
2)
Zenginliği çoklukta değil, kanaatta ara.
3) İlmin faydasını çok nakletmede değil, amelde
ara.
4) Emniyeti burada değil, cennette ara.
5) Rahatı
çoklukta değil, azlıkta ara...
o) İbnu'l-Mübarek
şöyle demiştir: Bu ümmetin bozulması, ancak havas tarafından olur. Bu havas beş
kısımdır:
1) Ulemâ,
2) Gaziler,
3) Zahidler,
4) Tacirler
ve
5) İdareciler...
Ulemaya gelince, onlar
peygamberlerin mirasçılarıdır. Zahidler, yeryüzündekilerin direkleridir.
Gaziler, yeryüzünde Allah'ın ordularıdır.
Tacirler ise, Allah'ın
yeryüzündeki umenası (: güvenilir kullaradır. İdareciler de, çobandırlar.
Alim, dini alçaltır
malı yüceltirse, cahil kime uyacak? Zahid dünyaya arzulu olursa, tevbe eden
kime uyacak? Gazi tamahkâr ve riyakâr olursa, düşmanını nasıl yenecek? Tacir
hain olursa, emanet nasıl bulunacak? Çoban bizzat kurt olursa, çobanlık nasıl
yapılacak?
ö) Ali b.İbn
Ebi Talib (r.a.) şöyle buyurmuştur: İlim şu yedi sebepten dolayı maldan daha
üstündür:
1) İlim,
peygamberlerin mirası, mal ise firavunların mirasıdır.
2) İlim,
harcamakla noksanlaşmaz, ama mal ise noksanlasın
3) Mal bir
bekçiye muhtaçtır, ilim ise sahibini korur.
4) İnsan
öldüğü zaman malı geriye kalır, ilim ise sahibiyle kabre girer.
5) Mal,
mümin ve kâfir tarafından elde edilir, ilim[98] ise
ancak mümin için meydana gelir.
6) Bütün
insanlar, dini işlerinde ilim erbabına muhtaç olup, mal sahib'ne muhtaç
değildirler.
7) İlim,
insanı sırattan geçme konusunda güçlendirirken, mal ona mani olur.
u) Fakih
Ebu'l-Leys , şöyle buyurmuştur: Alimin yanında oturup, ilimden herhangi bir şey
bellemeye gücü yetmeyen kimse için yedi şeref vardır.
1) O,
talebelerin elde ettiği fazilete ulaşır.
2) Alimin
yanında oturduğu sürece, günah işlememiş olur.
3) İlim elde
etmek arzusuyla evinden çıktığı zaman, Allah'ın rahmeti onun üzerine iner.
4) İlim
halkasında oturduğunda ve o halkada bulunanlara Allah'ın rahmeti indiğinde, o
rahmetten o da bir hisse alır.
5) Dinlediği
sürece, ona bir taat yazılır.
6) Dinleyip
de, birşeyler anlamadığı zaman, ilmi anlamaktan mahrum olduğu için kalbi sıkışır
da, böylece bu gam ve sıkıntı, onun Allah'ın huzurunda bulunmasına bir vesile
olur. Çünkü, Cenab-ı Hak, hadis-i kudsisinde, "Ben, benim için kalbi
mahzun olan kimselerin yanındayım" buyurmuştur.
7) O kimse,
müslümanların bir alimi ne kadar yücelttiklerini; fasıkı ise, ne kadar hakir
kabul ettiklerini görür, böylece onun kalbi fısktan vazgeçer ve tabiatı ilme
teveccüh eder. İşte bu sebepten dolayı, Hz.Peygamber (s.a.s) insanlara, salih
kimselerle oturup kalkmayı emretmiştir.
ü) Hangi
alim ilminde cimrilik yapar ve bu ilmin başkasında olmasını istemezse, işte bu
kimse, ateşin ilk tabasında yer alır. Yine, hangi alim ilminde sultan
mertebesinde olur da, ona bu kendi ilmine dair hususta bir red cevabı verilince
o da kızarsa, işte o kimse ateşin ikinci tabakasında yer alır. Yine hangi alim
sözünü ve ilminin inceliklerini sadece eşrafa ve zengin kimselere tahsis eder
de, fukarayı buna layık görmezse, bu kimse de ateşin üçüncü tabakasında yer
alır. Yine ulemadan kim kendisini beğenir de, vazettiği zaman şiddetli olur,
kendisine va'zedildiğinde de burnunu kıvırırsa, bu kimse de cehennemin dördüncü
tabakasında yer alır. Yine ulemadan kim kendisini fetva verme hususunda yeterli
görür de, hatalı fetva verirse, bu da cehennemin beşinci tabakasında yer alır.
Yine ulemadan, bâtılı benimsemiş kimselerin sözünü öğrenir de, onu dine
kanştırırsa, o da cehennemin altıncı tabakasında yer alır. Yine ulemadan, kim
ilmi insanlara gösteriş için öğrenirse, bu da cehennemin yedinci tabakasında
yer alır.
v) Fakih
Ebu'l-Leys şöyle demiştir: Şu sekiz gurup kimseyle oturana, Allah sekiz şeyi
arttırır.
1) Kim
zenginlerle oturur kalkarsa, Allah ona dünyayı sevmeyi ve dünyaya rağbet
arzusunu arttırır.
2) Kim
fakirlerle oturur kalkarsa, Allah ona şükretmeyi ve Allah'ın taksimatına razı olma
meziyyetini verir.
3) Kim hükümdarlarla oturur kalkarsa, Allah ona
kalb katılığı ve kibir duygusu verir.
4) Kim kadınlarla oturup kalkarsa, Allah onun
şehvetini ve cehaletini arttırır.
5) Kim çocuklarla oturup kalkarsa, eğlence şaka
tutkusu artar.
6) Kim fasıklarla oturup kalkarsa, günah işleme
cüreti ve tevbeyi geciktirme arzusu çoğalır.
7) Kim iyi kimselerle oturup kalkarsa, taat
arzusu artar.
8) Kim
alimlerle oturup kalkarsa, ilmi ve takvası artar, y) Allah yedi kimseye yedi
şeyi öğretmiştir:
1) Hz.Adem'e,
isimleri öğretti.
'Ve Adem'e, bütün
isimleri öğrem"'{Bakara, 31)
2) Hızır'a
feraseti öğretti.
"Ve ona,
katımızdan bir ilim öğrettik"(Kehf, 65).
3) Yusuf
(s.a.s) 'a rüya tabiri ilmini öğretti.
"Habbim, bana
ilim verdin ve bana , sözleri yorumlamayı öğrettin "(Yusuf. 101).
4) Hz.Davud'a,
zırh yapma sanatını öğretti.
"Ve biz ona,
sizin için zırh yapmayı öğretttk"(Enbiya, 80.)
5) Hz.Süleyman'a,
kuşlarla konuşmayı öğretti.
"Ey insanlar,
bize kuşların konuşması öğretildi" (Neml 16).
6) Hz.İsa'ya
Tevrat ve İncil'in ilmini öğretti.
"Ve ona, kitabı,
hikmeti, Tevratı ve İncili öğretir' (Ali imran, 48).
7)
Hz.Muhammed'e şeriatı ve tevhidi öğretti. "Ve sana, daha önce bilmediğin
şeyleri öğretti."(Nisa, 113); Size, Kitabı ve hikmeti öğretir. (Cuma, 3);
"O Rahman,
Kur'an'ı öğretti"(Rahman, 1-2). Hz. Adem'in ilmi, ona, secde ve tahiyyenin
(seiam) yapılmasına; Hızır (a.s.)'ın ilmi, Hz.Musa ve Yuşa (a.s.) gibi
talebelerin bulunmasına; Hz.Yusuf'un ilmi, ehlinin ve memleketinin bulunmasına;
Davud (a.s.)'un ilmi, reislik ve üstün bir derecenin elde edilmesine;
Hz.Süleyman'ın ilmi, Belkıs'ın bulunup ona galib gelinmesine; Hz.İsa'nın ilmi,
annesinden töhmetin kalkmasına ve Hz.Muhammed'in ilmi de, şefaatinin
bulunmasına bir sebep olmuşlardır. Sonra biz deriz ki, mahlukatın isimlerini
öğrenen kimse meleklerden ta'zim gördü. Buna göre, yaratıcının zatını ve
sıfatlarını gören kimse, meleklerden ta'zim görmez mi? Bundan öte, Rabbinin
ta'zimine bile layık olur.
"Merhametli bir
Rabden sözlü bir selâm "(Yasin, 58)
Htzır, feraset ilmi
sebebiyle, Hz.Musa'ya arkadaş oldu. Buna göre, ey hakikat ilmini sevenin
ümmeti, sizler nasıl olur da Hz.Muhammed'in arkadaşlığını elde edemezsiniz?
"İşte bunlar
Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle beraberdir"(Nisa,
69). Hz.Yusuf, rüyaları yorumlamasıyta, dünya hapsinden kurtuldu. Allah'ın
kitabının yorumunu bilen bir kimse, nasıl olur da şehvet bağından kurtulamaz ?
"Ve o dilediğini
sıratı müstakime hidayet eder" (Yunus 25)Yine Hz.Yusuf (a.s.), Allah'ın
kendisine olan lütfunu hatırladı da şöyle dedi:
"Ve bana rüyaları
te'vil etmeyi öğrettin'"(Yusuf. 101). Buna göre ya sen ey atim, Allah
kitabının açıklamasını sana öğrettiği için, Allah'ın sana olan lütfunu
hatırlamaz mısın? Hangi nimet, Cenâb-ı Hakk'ın sana verdiği nimetten daha
yücedir? Çünkü O, seni kelâmının müfessiri, kendisinin temsilcisi,
peygamberlerinin varisi, mahlûkatının Hakk'a davetçisi, kullarının nasihatçısı.
beldelerinde bulunanların ışığı; rnahlûkatını, cennete ve mükafaatına sevkedeni
ve onları ateşinden ve azabından men edeni kıldı. Nitekim bir hadiste şöyle
varid olmuştur:
"Âlimler seyyid,
fakihler komutandır; onlarla oturup kalkmak iser bir üstünlüktür."
Z-1) Mümin,
nefsinde altı hasleti görmedikçe ilim talep etmeye arzulu olmaz:
a) Allah,
bana farzları emretti, ben ise onları ancak ilimle eda etmeye kûdir olabilirim,
demesidir.
b) Allah
beni, günah işlemekten nehyetti. Bense, onlardan, ancak ilim ile kaçınabilirim,
demesidir.
c) Cenab-ı
Hak, nimetlerine şükretmeyi vacib kılmıştır. Ben ancak ilim ile bunlara
şükredebilirim.
d) Bana
mahlûkata adil davranmamı emretti. Bense, onlara, ancak ilim sayesinde adil
davranabilirim.
e) Allah,
bana belalara karşı sabretmemi emretti. Bense, buna, ancak ilimle kadir
olabilirim.
f) Allah bana,
şeytana düşman olmamı emretti. Ben bu düşmanlığa ancak ilimle kadir olabilirim.
Z-2)
Cennetin yolu dört kişinin elindedir:
a) Âlim,
b) Zâhid,
c) Âbid
d) Mücahıd.
Buna göre zâhid,
davasında samimi olursa, Allah ona, emniyet ve güven duygusunu verir. Âbld,
davasında samimi olursa Allah ona kendinden korkmayı(havfullah) nasib
eder.Mücahid, davasında samimi olursa.Allah ona övgü ve hamdi verir. Alim ise,
davasında sadık olduğu zaman, Allah ona hikmeti verir.
Z-3) Dört
şeyden şu dört şeyi iste:
a) Yerden emniyeti.
b) Arkadaşından,
kerameti.
c) Maldan,
feragati ve
d) İlimden
de, faydayı iste..
Yerde bir emniyet
bulamadığın zaman, hapishane ondan daha hayırlıdır.
Arkadaşında bir
fazilet, bir değer bulamadığın zaman, köpek ondan daha hayırlıdır.
Malından, ibadete boş
vakit bulamadığın zaman, balçık ondan daha hayırlıdır. İlimden bir fayda
bulamadığın zaman, ölüm ondan daha hayırlıdır.
2-4) Dört
şey ancak dört şeyle tamamlanır: Din takva ile; söz fiil ile; şahsiyet tevazu
ile ve ilim amel ile...
Buna göre din takvasız
olursa tehlikededir. Fi ilsiz söz boşa gitmiş gibidir.
Tevazusuz şahsiyet
meyvesiz ağaç gibidir.
Amelsiz ilim de
yağmursuz bulut gibidir.
Z-5) Hz.Ali
(r.a.) Cabir b.Abdullah (r.a.)'a şöyle demiştir. "Dünya dört şey ile ayakta
durmaktadır: İlmi ile amet eden alim; öğrenmekten kaçınmayan cahil; malından
cimrilik yapmayan zengin ve dünyasına karşılık ahiretini satmayan fakir.
Âlim ilmi ile amel
etmediğinde, cahil öğrenmekten kaçınır. Zengin meşru malında cimrilik
ettiğinde, fakir dünyasına karşılık ahiretini satar. Onlara yetmiş kere
yazıklar olsun, kahrolsunlar.
Z-6) Halil
şöyle demiştir: İnsanlar dört kısımdır.
1) Bilen ve
bildiğini de bilen insandır ki alim budur, buna tabi olunuz.
2) Bilen ve
fakat bildiğinin farkında olmayan kimsedir ki bu kimse uykudadır, onu
uyandırınız.
3) Bilmeyen
fakat bilmediğini bilen kimsedir ki bu doğruya ulaşmayı ister, siz onu hakka
ulaştırınız. Ve ;
4) Bilmeyen
ve fakat bilmediğini de bilmeyen kimsedir ki bu şeytandır, ondan kaçınınız.
Z-7) Dört
şey vardır ki şerefli bir kimsenin, -padişah bile olsa- onlardan kaçınması
uygun değildir:
1) Mecliste babasına ayağa kalkması;
2) Misafirine
hizmet etmesi;
3) İlim
öğrendiği alime hizmette bulunması;
4) Bilmediği
bir hususu kendisinden daha bilgili olan bir kimseye sorması.
Z-8) Âlimler
helal olan şeyleri toplamakla meşgul olunca, halk da şüpheli
şeyleri yer oldu.
Âlimler şüpheli şeyleri yemeye başlayınca, halk haram şeyleri yemeye başladı ve
alimler haram olan şeyleri yemeye başlayınca, halk kâfir oldu yani haramları
helal saymaya başladı.
[99]
İlmin üstünlüğünü
gösteren aklî delillere gelince bunlar da çoktur:
1) İşler
dört kısımdır:
a) Aklın
razı olduğu fakat şehvetin razı olmadığı işler.
b) Şehvetin
razı olduğu, fakat aklın razı olmadığı işler.
c) Hem aklın
hem de şehvetin razı olduğu işler.Ve;
d) Aklın da,
şehvetin de razı olmadığı işler. Birincisi, dünyadaki hastalık ve
kötülüklerdir. İkincisi, bütün günahlardır.
Üçüncüsü, ilim;
Dördüncüsü ise
cehalettir.
Buna göre İlmin
cehalet karşısındaki durumu cennetin cehennem karşısındaki durumu gibidir. Akıl
ve şehvet cehenneme razı olmadıkları gibi cehalete de razı olmazlar.
Akılla şehvet cennete
razı oldukları gibi ilme de razı olurlar. Buna göre cehalete razı olan kimse
mevcud bir ateşe razı olmuş; ilimle meşgul olan kimse de hazır bir cennete
dalmış demektir.
İlmi cehalete tercih
eden herkese "Cennette durmayı alışkanlık haline getirdin. Onun için gir
cennete" denilir. Cehaletle yetinen kimseye de "Cehennemde durmayı
alışkanlık haline getirdin. Onun için cehenneme gir" denilir. İlmin
Cennet, cehaletin ise cehennem olduğuna şu delalet eder: Lezzetin kemali
sevgiliye ulaşmada, elemin kemali ise sevgiliden uzaklaşmadadır. Yaralamak,
şüphesiz acı verir; çünkü yaralamak, bedende birbiriyle kaynaşmış cüzlerden
birini diğerinden ayırır. Kaynaşmaktan maksat, cüzlerin bir arada bulunmasıdır.
Bu yaralama, bu bütünlüğün kaybolmasını gerektirince, böylece o sevilenin de
gitmesini ve uzaklaşması neticesini verir. Bu da muhakkak ki, elem verici bir
hadise olur. Ateşle yakmak, yaralamaktan daha fazla acı verir; çünkü yaralamak
ancak belirli bir parçanın diğer parçadan uzaklaşmasını ifade eder. Ateş ise,
bütün parçaların içine nüfuz edip dalar. Böylece ateş, bütün cüzlerin birbirinden
uzaklaştırılmasını gerektirir. Ateş ile yanmadaki ayrılıklar daha şiddetli
olunca, oradaki act da çok çetin olur.
Lezzete gelince, bu
sevilene vasıl olmaktan ibarettir. Buna göre yeme lezzeti bedene uygun düşen
yiyecekleri almadan ibarettir. Bakma lezzeti de böyle meydana gelir. Çünkü
görme kuvveti, görülen şeyleri idrak etmeye düşkündür. Bu sebeble görülen
şeyleri idrak etmek görme kuvveti için bir lezzettir. Böylece bununla, lezzetin
sevilen şeyi idrak etmekten; elemin sevilmeyen şeyleri idrak etmekten ibaret
olduğu ortaya çıkmış olur.
Bunu iyice
kavradığında biz deriz ki idrak ne kadar şümullü ve ne kadar güçlü olur ise
idrak edilen şey de ne kadar şerefli, ne kadar mükemmel, ne kadar temiz ve ne
kadar kalıcı olursa, bunu idrakten elde edilen lezzetin de daha kıymetli ve
daha mükemmel olması gerekir.
Şüphesiz ilmin yeri
ruhdur. Ruh bedenin en kıymetli unsurudur.
"Allah göklerin
ve yerin nurudur" (Nur, 35) ayetinin tefsirinde izahı geleceği gibi,
aklî İdrakin en derin
ve en kıymetli idrak olduğunda şüphe yoktur. Şüphesiz malum (yani bilinen
şeyler de) kıymetlidir. Çünkü malum, alemlerin Rabbi olan Aliah Teala ile
O'nun, melekler, felekler, unsurlar, cansızlar, bitkiler, ve hayvanlardan
müteşekkil rnahlukatı ve bütün ahkâmı, emirleri ve yüklediği mükellefiyetlerdir.
Bunları bilmeden daha yüce hangi malum vardır. Böylece ilmin kemalinin ve
lezzetinin üstünde başka bir kemal ve lezzet; cehalet bahtsızlığının ve onun
noksanlığının üstünde başka bir bahtsızlık ve noksanlık olmadığı ortaya çıkmış
olur. 8u söylediklerimizin doğruluğunu şu da göstermektedir: Birimize ilmi bir
mesele sorulduğunda eğer onu bilir ve doğru cevab vermeye muktedir olursa
bundan dolayı sevinir ve sürür bulur. Eğer onu bilemezse utancından başını yere
eğer. Bu, ilimden hasıl olan lezzetin, tadın, lezzetlerin en mükemmeli,
cehaletten hasıl olan şekavettn (bahtsızlığın) da bahtsızlıkların en ilerisi
olduğuna delalet eder.
Burada ilmin
üstünlüğünü gösteren başka naslar (ayet ve hadisler) da var. Fakat biz onları
daha önce zikretmeyi unuttuk. Burada onları zikretmemize bir mani yoktur.
1) İlk nazil
olan ayet:"Yaratan Babbinİn adı ile oku. O, insanı bir alakadan
yaratmıştır. Oku. Senin Rabbin, kalemle (yazı yazmayı öğreten) kerem sahibidir.
İnsana bilmediğini o öğretti"'(Alak, 1-5) ayetleridir. Bu ayetler arasında
tenasübün gözetilmesi gerektiği söylenmiştir. Buna göre: ayeti ile: âyeti
arasında ne münasebet vardır? Buna şöyle cevab verilmiştir: Bu ayetler
arasındaki münasebetin vechi şudur: Cenab-ı Hak insanın, alaka olan ilk
durumunu zikretmiştir. Bu alaka (yani ana rahmine tutunan meni zerresi) en
değersiz şeydir. Yine Cenab-ı Hak insanın son durumundan bahsetmiştir ki bu
insanın alim olma durumudur. Bu da en yüce mertebedir. Bu tertib ile sanki
Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Ey insan sen itk durumunda en değersiz derecede
idin de son durumunda derecelerin en şereflisine ulaştın. Bu en şerefli
dereceye ulaşmak, ancak ilmin en şerefli derece sayılmasıyla mümkündür. İlimden
daha şerefli birşey olsaydı bu makamda onun zikredilmesi daha uygun olurdu.
2) Cenab-ı
Hak; "Oku. Senin Rabbin kalemle (yan yazmayı) öğreten kerem
sahibidir" {Alak, 5) buyurmuştur. Usul-ü fıkıhta, bir hükmün bir vasfa
dayanması, o vasfın hükmün illeti olduğunu hissettirir. Bu, Cenab-ı Allah'ın
"ekrem" olma vasfına ilmi vermesiyle müstehak olduğuna delalet eder.
Eğer ilim başka şeylerden daha şerefli olmasaydı, onu vermek başkasını
vermekten daha şerefli olmazdı.
3) Cenab-ı
Allah: "Allah'dan ancak alim kullan hakkıyla korkar''(Fatır. 28)
buyurmuştur. Bu ayette, ilmin faziletine delalet eden birçok husus vardır;
a- Ayet
cennet ehli olan bir guruba delalet eder. Bu böyledir, çünkü, alimler Allah'dan
korkanlardandır. Kim de Allah'dan korkarsa cennetliklerden olur. O halde
alimler cepnet ehlindendir. Âlimlerin haşyet ehli olduklarını
(Allah'dan
korktuklarını):'' âyeti gösterir. Haşyet ehlinin cennet ehlinden olacaklarını
da: Onların Rableri katındaki mükafaatlan, altlarından ırmaklar akan Adn
cennetleridir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Allah bunlardan razı olmuştur,
bunlar da O'ndan hoşnûd olmuşlardır. İşte bu (mükafaat) Rabbinden
korkanlara
mahsustur."(Beyyine, 8)ayeti ile;
"Rabbisinin
huzurunda durmaktan korkan kimseler için
iki cennet vardır "(Rahman, 46) ayeti gösterir. Buna Cenab-ı
Allah'ın şu hadis-i kutsisi de delalet eder:
"İzzetime ve
Celalime yemin ederim ki hiçbir kuluma iki emniyeti veya iki korkuyu aynı anda
vermem. Eğer o dünyada benden emin olur (korkmazsa),
kıyamet günü onu
korkuturum. Eğer dünyada iken benden korkarsar kıyamet günü onu emin
kılarım."
Bu delilin iki önermesini
akılla isbat etmek mümkündür. Allah'ı bilmenin Allah'dan korkmayı gerektirdiği
meselesinin izahına gelince, bu böyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen kimsenin o
şeyden korkması imkansızdır. Sonra bir şeyin sadece zatını (varlığını) bilmek
ondan korkmada yeterli olmaz. Bununla beraber üç şeyi daha bilmek gerekir:
a) Kudretini
bilmek. Çünkü hükümdar, halkının kendi çirkin işlerine muttali olduklarını
bilir ama onlardan korkmaz. Çünkü o, onların buna karşı çıkmaya kudretleri
olmadığını da bilir.
b) Bildiğini bilmek. Çünkü hükümdarın malından
çalan kimse, onun kudret sahibi olduğunu bilir. Ancak onun, kendisinin ona ait
maldan çaldığını bilemeyeceğini de bilir de hırsızlığından dolayı ondan
korkmaz.
c) Hüküm
sahibi olduğunu bilmek. Çünkü hükümdarın emrindeki kimse, onun kendisini
menetmeye kadir olduğunu,
kendisinin çirkin fiillerini bileceğini bilir. Ancak O'nun,
kendisinin uygunsuz fiillerine göz yumacağını Dildiği için, bunlardan dolayı
hükümdardan korkmaz. Ama hükümdarın, Kendisinin kötü işlerine muttali olduğunu,
kendisini men' etmeye kadir olduğunu ve uygunsuz fiillerine göz yummayan bir
hüküm sahibi olduğunu bildiğinde, bunlar o kimsenin kalbinde korkunun meydana
gelmesine sebeb olur. Böylece kulun Allah'dan korkması ancak, Allah'ın herşeyi
bildiğini, -ıerşeye kadir olduğunu,
hoş olmayan ve
haram olan şeylere
razı olmayacağını bildiği zaman hasıl olur. Bu sebeble de korkunun,
Allah'ı bilmenin ayrılmaz arkadaşı olduğu ortaya çıkmış olur.
Biz, korkunun cenneti
elde etmenin sebebi olduğunu söyledik. Bu böyledir, çünkü kul için dünyevi bir
lezzet meydana gelir, bu lezzet emr-i ahi'nin aksine olur ve kul da bunu
isteyerek yaparsa, bu fiil hem bir zarar hem de bir faydayı ihtiva etmiş olur.
Akl-ı selim üstün olan tarafın diğer tarafa tercih edilmesi gerektiği hükmünü
verir. İnsan imanının nuru ile bu dünyevi lezzetin, ahiretteki elem karşısında
çok önemsiz kaldığını bilince, bu iman bu dünyevi lezzetten kaçmasına sebeb
olur ki işte bu haşyet (korku)'dir. Yine insan haram olanı bırakıp vacib olanı
yaptığında sevaba ehil olur. Nakli ve akli delillerle, Allah'ı bilen kimsenin,
Allah'dan korktuğu, Allah'dan korkanın ise cennetliklerden olduğu böylece
ortaya çıkmış oldu.
d) Ayetin
zahiri ancak alimlerin cennet ehli olduğunu gösterir. Çünkü lafzı hasr (ancak,
sadece) manası ifade eder. Böylece bu ayet, ancak âlimlerin Allah'dan
korktuğuna delalet eder. İkinci olarak zikredilen
"Bu Rabb'inden
kimseyedir "(Beyyine, 8)
âyeti de cennetin
Allah'dan korkanlar için olduğuna delalet eder. Cennetin Allah'dan korkanlar
için olması, başkaları için de olmasını nefyeder. Bu sebeble bu iki ayet birden
cennet ehlinin sadece alimler olduğunu gösterirler.
Birinci ayette
şiddetli bir korkutma vardır. Çünkü Allah'dan korkmanın, Allah'ı bilmenin
ayrılmaz bir vasfı olduğu sabit olmuştu. Buna göre Allah'dan korkmamak, Allah'ı
bilmemeyi ifade eder. Bu incelik de Allah'a yaklaştıran ilmin O'ndan korkmayı
gerektiren ilim olduğu hususunda senin dikkatini çeker. Bir de, ne kadar ince
ve ne kadar derin olursa olsun, Allah korkusu vermeyen hertürlü ilmî mücadele,
kınanmış ilimlerdendir.
e)Âyet
"Allah ancak âlim kullarından korkar" şeklinde, İl lafzının merfû,
lafzının mansub olmasıyla da okunmuştur. Bu şu demektir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın
saygı duyması caiz olsaydı, o ancak âlimleri sayardı. Çünkü onlar caiz olanla
caiz olmayanı bilirler. Cahil ise bu ikisini birbirinden ayıramaz. Bu nedenle
cahile ne değer verilsin, hangi iltifat yapılsın. Ayetin bu şekilde kıraatine
göre, alimlere son derece kıymetli ve yüce bir mevki verilmiştir.
4) Cenab-ı
Allah Ve ki: Ya Rabb ilmimi
artır"{Taha.114) mı buyurmuştur. Bu ayette ilmin kıymetine, yüce
mertebesine ve Allah'ın onu çok sevdiğine en kuvvetli delil vardır. Çünkü Allah
Teala, Peygamberine başka şeyi değil de bilhassa ilmini artırmasını istemeyi
emretmiştir. Katade de şöyle demiştir. "Eğer bir kimse az bir ilimle
yetinseydi Allah'ın Peygamberi Hz.Musa (a.s.) yetinir de (Hızır a.s.'a),
"Sana doğru yol
olarak öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?"(Kehf,
66) demezdi.
5) Hz.
Süleyman, dünyevi her türlü mülke sahibti. Hatta O, "(Ya Rabbl),benden
sonra hiç kimseye layık olmayacak bir mülk bana nasib et" (Sad. 35)
demişti. Sonra O, kendisine verilen bu mülk ile iftihar etmemiş, fakat ilmi ile
iftihar etmiş ve "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her şey
verildi" (Neml, 16) diyerek kuşların dilini bilmekle öğünmüştü. Hz. Süleyman (a.s)'ın bu ilimle iftihar etmesi güzel
olunca, mü'minin alemlerin Rabb'ini bilmesi ile iftihar etmesi daha yerindedir.
Bir de Hz. Süleyman ilmini, "Bize her şey verildi" ifadesinden önce
söylemiştir. Cenâb-ı Allah da onların durumlarının iyiliğinden bahsederken önce
ilmi zikrederek:"Davud'u ve Süleyman'ı da (hatırla). Hant onlar ekin
(meselesi) hakkında hüküm veriyorlardı. Hani kavmin davarı (gece ekin) içinde
yayılmıştı. Onların hükmünün biz şahidleri idik. Biz onun (fetvasını) hemen
Süleyman'a öğretmiştik. Zaten biz, herbtrine hüküm ve ilim vermiştik"
(Enbiya, 78-79) buyurmuştur. Allah Teâla bundan sonra dünya ile ilgili
şeylerden bahsetmiştir ki bu da ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.
6) Bazıları,
hüdhüd kuşunun son derece zayıf olmasına ve gayet ileri bir azarlanma durumunda
kalmasına rağmen Süleyman (a.s.)'a "Ben senin bümediğin birşeyi biliyorum
"(Neml 22) demişti. Şayet İlim en şerefli şey olmasaydı, hüdhüd Hz
Süleyman (a.s.) 'a: meclisinde nasıl bu şekilde söz söyleyebilirdi. İşte bundan
dolayı değersiz bir adamın, ilim öğrendiği zaman, hükümdarlar yanında sözü
geçen bir kimse olduğu görülür.
7) Hz.Peygamber
(s.a.s.) "Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibadetten daha
hayırlıdır" buyurmuştur. Tefekkürün böyle üstün görülmesinin iki sebebi
vardır:
a) Tefekkür
seni Allah'a ulaştırır. Halbuki ibadet seni Allah'ın mükafaatına ulaştırır.
Allah'a ulaştıran şey ise, Allah'dan başka şeye ulaştırandan daha hayırlıdır.
b) Tefekkür
kalbe ait bir iştir, taat ise uzuvların işidir. Kalb azalardan daha
kıymetlidir. Buna göre kalbin ameli azaların amelinden daha şereflidir. Bu
izahımızı, Cenab-ı Allah'ın "Bent zikretmek (anmak, düşünmek) için namaz
ta"(Taha, 14) ayeti de te'kid eder. Allah, bu ayette namazın kalbin
zikrinin vesilesi olduğunu bildirmiştir. Gaye ise vesileden daha kıymetlidir.
Bu sebeble bu, ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.
8) Cenab-ı
Allah "(Allah) sana bilmediklerini öğretti. Allah 'm sana lutf-u ihsanı
çok büyükdür"(Nisa, 113) buyurarak ilmi "azim" (büyük) diye,
hikmeti de fazi (çok hayr) diye isimlendirdi. Buna göre hikmet ilim demektir.
Allah Teata keza "Rahman Kur'an'ı
ögrettf'(Rahman, 1-2) buyurarak,
Kur'ân'ı öğretme nimetini bütün nimetlerden önce saydı. Bu da ilmin
başka şeylerden daha üstün olduğunu gösterir.
9) Diğer
semavi kitablar da ilmin faziletini ifade etmektedirler. Tevrat'ta Cenab-ı Hak,
Hz.Musa (a.s.)'ya şöyle buyurmuştur: "Hikmeti büyük gör. Çünkü onu hangi
kulumun kalbine koydumsa onu bağışlamayı murad etmişimdir. Binaenaleyh sen
hikmeti öğren, onunla amel et, sonra onu dünyada da ankette de ikramım» elde
etmek için herkese öğret." Zebur'da Allah Teala,, "Ey Davud,
İsraibğlunun din adamlarına ve zahidierine şöyle de: İnsanların muttaki
olanlarıyla konuşunuz. Eğer muttaki kimse bulamazsanız, alimleriyle konuşunuz.
Eğer alim de bulamazsanız akıllı olanlarıyla konuşunuz. Çünkü takva, ilim ve
akıl, kendisini yok etmek istediğim bir kimseye hiçbirini nasib etmediğim üç
derecedir. '.'Ben de derim ki Allah takvayı ilimden önce zikretmiştir, çünkü
ilimsiz takva olmaz. Nitekim Allah korkusunun ancak ilimle olabileceğini
yukarda anlatmıştık. İki vasfı olan bir vasfı olandan daha kıymetlidir. Bu
incelik, yine alimi akıllıdan önce zikretmede de vardır. Çünkü alimin mutlaka
akıllı olması tazım, akıllı ise alim olmayabilir Buna göre akıl, tohum; ilim,
ağaç; takva da meyve gibidir.
İncil'de de Cenab-ı
Hak, onyedinci bölümde şöyle demiştir: "İlmi duyup da onu öğrenmek
istemeyen, cehennemde cahillerle beraber nasıl haşrolunacak? İlmi arayınız ve
öğreniniz. Çünkü ilim, sizi sâid kılmasa bile şakı de kılmaz, derecenizi
yükseltmese bile düşürmez, sizi zengin leşti rmese bile fakirleştirmez de, size
fayda vermese bile zarar da vermez. "Öğrenip de amel edememekten
korkuyoruz" demeyin. Ancak "İlmi öğrenmeyi ve onunla amel etmeyi
umuyoruz deyiniz."
İlim, sahibine şefaat
eder. Allah'a yakışan ilmi bu şefaati hususunda utandırmamasıdır. Cenab-ı Hak,
kıyamet gününde şöyle der: "Ey alimler! Rabbiniz hakkındaki kanaatiniz
nedir?" Onlar "Rabbimizin bizi rahmet edip bizi bağışlayacağını
sanıyoruz" derler. Bunun üzerine O, "Muhakkak ki ben de affettim.
Şüphesiz ben hikmetimi, size yapmak istediğim bir serden dolayı bırakmadım.
Aksine sizin için bir hayır murad ettiğim için bıraktım. O halde salih kullarım
arasında, rahmetimle cennetime giriniz" der.
Mukatil b.Süleyman,
"İncil'de Allah'ın, Hz.İsa (a.s.)'ya şöyle buyurduğunu gördüm: "Ey
İsa alimlere saygı göster, onların faziletlerini bil. Çünkü ben, güneşin
yıldızlara, ahiretin dünyaya ve benim herşeye üstün oluşum gibi onları, nebiler
ve resuller dışındaki bütün mahlûkata üstün kıldım."
İlmin üstünlüğüne ait
haberlerden delilimiz şudur.
1) Abdullah,
İbnÖmer'den rivayet edildiğine göre, Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Cenab-ı Hak
alimlere şöyle dedi: Ben size Htm vermişsem, size azab etmeyeceğim. Siz, sizde
olan ilme binaen cennete girin."
2) Ebu
Hureyre ve İbn Abbas şöyle buyurmuşlardır. Hz.Peygamber s a.s) vefat etmezden
önce, bize beliğ bir hutbe irad etti. Bu, O'nun Medine'de îrad ettiği
hutbelerin sonuncusu idi. O, şöyle buyurdu:
' 'Kim İlim öğrenir, ilminde
mütevazi olur ve onu Allah m sevabını umarak iMah'm kullarına öğretirse
cennette ondan daha çok sevab alan, daha büyük dereceye ulaşan olmaz. Yine
cennette hiçbir yüce ve kıymetli makam ve terece yoktur ki onda nasibi en çok
ve en İleti olan o kimse olmasın."
3) İbn Ömer,
Hz.Peygamber (a.s.)'den merfu olarak şu hadisi rivayet ediştir:
Kıyamet günü üzerinde,
inci, yakut ve zümrüt kakmalı gümüş kubbeler onan altın tahtlar sıra sıra
dizilir, bunların örtüsü ince ve kaim ipektendir. âbnra Allah 'm münadisi şöyle
nida eder: Nerde bu, Allah 'm nzasmı gözeterek Muhammed'e ilim taşıyanlar? Şu
minberlerin üzerine oturunuz. Surenete girinceye kadar size korku yoktur."
4)
Hz.İsa'dan rivayet edildiğine göre, Hz.Muhammed'in ümmeti, ulema
"ukemadır. Sanki onlar, fıkhi yönden bir nebi gibidirler. Allah'ın
kendilerine verdiği az rızka razı olurlar. Allah da onlardan az amele razı
olur. Onlar, "Lâ ilahe illallah" dedikleri için, cennete girerler.
5) Hz.Pevaamber
sövle buvurrnustur:
"Kim ayaklarını
iltm talebi yolunda tozlandınrsa Cenab-ı Allah onun vücudunu cehenneme haram
kılar ve ona melekler istiğfar ederler. Eğer o ilim taleb ederken ölürse, şehid
olarak ölmüş olur, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Kabri ona gözünün
görebildiği kadar genişletilir. O kabirde sağ tarafından kırk, sol tarafından
kırk, arka taraûndan kırk ve ön tamundan kırk komşusunu aydınlatır. Alimin
uykusu ibadet, İlmi müzakereleri teşbih, nefesleri sadaka sayılır. Onun
gözlerinden süzülen her damla cehennemin bir ateş denizini söndürür. Kim alime
ihanet ederse ilme ihanet etmiş olur. Kim time ihanet etmiş olursa Peygamber
(s.a.s.)'a ihanet etmiş olur. Peygambere ihanet eden, Cebrail (a.s.) 'a ihanet
etmiş; Cebrail (a.s.)'a ihanet eden de Cenab-ı Allah'a ihanet etmiş olur. Kim
de Allah'a ihanet eder ise, Cenab-ı Allah da kıyamet günü onu yardımsız
bırakır."
6) Yine
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Size cömertlerin
en cömerdini haber vereyim mi? "Evet Yâ Resûlallah" dediler. O da
bunun üzerine şöyle der: "Allah Teala cömertlerin en cömerdidir. Ben de
ademoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra onların en cömerdi de ilmîni yayan
alimdir. O kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunur. Bir de Allah
yolunda, öldürülünceye kadar cihad eden kimsedir.''
7) Ebu
Hureyre (r.a.)'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste Hz.Peygamber (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur:
"Kim, bir müminin
dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını gtderirse, Allah da onun ahfret
sıkıntılarından birisini giderir. Kim darda kalan birisine kolaylık gösterirse,
Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık göstert. Kul, kardeşinin yardımında
olduğu sürece, Allah da o kulun yardımına koşar. Kim, kendisiyle bir ilim elde
etmeyi istediği bir yola girerse, Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır.
Allah'ın kitabını okumak ve onu aralarında müzakere etmek için bir topluluk,
Allah'ın mescidlertnden birinde bir araya gelirse, onların üzerine Allah m
sekfnesi iner, Allah 'm rahmeti onları bürür, melekler onları kuşatır ve Allah
onlan yanındakiler arasında zikreder." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde
zikretmiştir.
8) Yine
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde
üç kimse şefaat eder. Peygamberler, sonra alimler ma da şehidler." Ravi,
mertebelerin en büyüğünün, şehadetle nübüvvet arasında bulunan ilim mertebesi
olduğunu söylemiştir.
9) Muaz İbn
Cebel, Hz.Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"İlmi öğreniniz.
Çünkü onu Allah için öğrenmek, Allah 'tan korkmaktır.
nun peşine düşmek bir
ibadettir. Onu müzakere etmek tesbihdir, ondan hsetmek bir dhaddır. Onu
başkasına öğretmek bir sadakadır ve onu enli
anlara bol bol vermek
Allah'a bir yakınlaşmadır." Çünkü ilim helali ve haramı gösteren yollar,
cennet yollarının aydınlatıcısı, nızlıktan kurtaran samimi dost, yalnız başına
kalındığında arkadaş, tek
sohbet eden, sevinç ve
sıkıntı günlerinde yol gösteren, düşmana karşı tfı, ihtilafa düşüldüğünde
dindir. Allah onunla bazı milletleri yükseltir de arı hayır hususunda önderler,
kendileri ile hidayete erilen rehberler; yine yır konusunda peşlerinden
gidilen, fiillerine uyulan ve fikirlerine başvurulan
\ânlar (önderler)
yapar. Melekler onların ilim halkalarına gıbta eder, -atlan ile onları okşar ve
dualarında onlara istiğfar eder, hatta kuru yaş denizdeki balıklar, böcekler,
yeryüzündeki bütün vahşi hayvanlar, arlar, gökyüzü ve gökteki yıldızlar bile
onlar için istiğfar eder. Çünkü ilim karşı kalblerin hayatı, zulmete karşılık
gözlerin nuru, zayıflığa karşılık senlerin kuvvetidir; ilim köleyi dünya ve
ahirette hür kimseler mertebesine,
idarların meclisine ve
üstün derecelere yükseltir. İlim üzerinde tefekkür oruç tutmaya; ilmi öğrenmek
namaz kılmaya bedeldir. Onunla Allah'a a: ve ibadet edilir, onunla Allah
yüceltilir ve birlenir; onunla sıla-ı rahimdir ve onunla haram ile helal
bilinir.
10) Ebu
Hureyre (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayetetmiştir: însan
öldüğü zaman üç şey hariç bütün amelleri sona erer:
a) Sadaka-i
Cariye, veya,
b)
Kendisinden faydalanılan ilim veya,
c) Babasına hayır dua eden salih evlat.
11)
Hz.Peygamber (s.a.s):
"Siz
ihtiyaçlarını istediğiniz zaman, insan olanlardan isteyiniz. Sahabe
"Gerçek insanlar kimlerdir?" dedi. O, "Kur'an ehlidir"
buyurdu. "Sonra daha kim?" denildi "İlim ehli" buyurdu.
"Sonra daha kim?" denildi. O da "Yüzleri aydınlık olan kimseler"
dedi." Râvi Kur'an ehlinden maksad, onur manalarını öğrenip belleyen
kimsedir" der.
12)
Hz.Peygamber {s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kim emri
bil-maruf nehy-i anft münker yaparsa o, Allah'u yeryüzündeki halifesi
kitabu'l-lah'm ve Resuluüahın halifesidir. Dünyı Allah'ın kullan için öldürücü
olan bir zehridir. Dünyadan, ilaçlardı kullandığınız zehir gibi az alınız ki
kurtulasmız." Ravi, alimlerin de buna dahi olduğunu söyler. Çünkü onlar
insanlara "Şu haramdır ondan kaçınınız, şı helaldir öyleyse onu
alınız" derler.
13) Bir
haberinde şöyle varid olmuştur: Âlim, kendisine vahyolunma yan bir
peygamberdir.
14)
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ya alim, ya
öğrenci ya dinleyici veya bunları seven birisi ol beşine, bir şey olma yoksa
helak olursun". Ravi şöyle demiştir: Bu rivayet ile Hz.Peygamber (s.a.s.);
"Gerçek insanlar
iki çeşittir; Alim ve Öğrenen. Bunların dışında kalan!a\ ise bir sürüdür.
Onlarda hiçbir hayır yoktur" hadisini şöyte uzlaştırırız İlmi dinleyen ve
ilmi seven kimse adeta ilim öğrenen kimse gibidir. Baz Arapların çocuklarına
söylemiş olduğu şu söz ne kadar güzeldir: "Ya ansızır gelen vahşi bir
hayvan, ya sinsi bir kurt ya da sahibini bekleyen bir köpedi, ama eksik bir
insan olma."
15)
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kimin eline bir
alim dayanırsa, (kim bir alime yardım ederse) Allah her adımına karşılık o
kimseye bir köle azat etmiş sevabı yazar. Her kim alimin başından öperse, Allah
o kimseye her saç mukabilinde bir iyilik yazar."
16) Ebu Hureyre
(r.a.)'nin rivayet ettiğine göre, Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Yedi kat gök,
içindekiler ve üzerindekilerle yedi kat yer, içindekiler ve üzerindekiler
zillete düşen aziz kimseye, fakir düşen, zengine ve kendisiyle cahil kimselerin
oynadığı alime ağlar.
17) Yine
Hz.Peygamber (s.a.s),
"Kur'an hafızlan
cennetliklerin başkanlarıdır; şehidler, cennetliklerin önderleri, peygamberler
de cennetliklerin efendileridir" buyurmuştur.
18) Hz.Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Alimler,
cennetin anahtarları ve peygamberlerin halifeleridir." Ravi, insan anahtar
olmaz; binaenaleyh bunun manası, onlarda ilimden meydana gelmiş cennetin
anahtarları vardır demektir, demiştir. Bunun delili ise, bir kimse rüyasında
cennetin anahtarlarının elinde olduğunu görürse, bu o şahsa dinde bir ilim
verileceğine işarettir.
19)
Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur.
"Allah'ın hergün
ve her gece gafîl, baliğ ve gayr-i baliğ kullarının tamamına bir rahmeti
yardır. Bu rahmetin dokuzyüzdoksandokuzu alimler, ilim talebinde bulunanlar ile
müslümaniaradır. Bu rahmetin biri ise, diğer insanlaradır."
20) Yine
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Cebrail'e, hangi
amel ümmetim için daha faziletlidir diye sordum; ilim, dedi. Dedim ki, sonra
hangisi? Âlime nazar etmek, dedi Sonra hangisi, dedim; âlimi ziyaret etmek dedi
ve şöyle devam etti: Kim Allah için ilim kazanır ve onunla kendisini ve
müslümanlan ıslah etmeyi diler de, dünyadan bir geçimlik istemezse, cennete
gireceğine dair ben onun kefiliyim."
21) Yine
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"On kişi vardır
ki, onların dualarına icabet edilir: Âlim, öğrenci, güzel ahlak sahibi, hasta,
yetim, Allah yolunda savaşan, hacı, müslümanlara öğüt veren kimse, anne ve
babasına itaat eden çocuk ve kocasına İtaat eden kadın. 22) "Hz.Peygamber'e, ilim nedir? diye sorulunca, amelin
kılavuzudur; akıl nedir? diye sorulunca, hayra yol gösteren; heva nedir? diye
sorulunca, günahların bineğidir; mal nedir diye sorulunca, büyüklerin
cübbesidtr ve dünya nedir? diye sorulunca da, ahiretin pazarıdır, buyurdu.
23) Yine Hz.Peygamber
birisiyle konuşurken, Allah
kendisine vahyederek, o adamın ancak bir saatlik ömrü kaldığını
bildirdi. Bu olay, ikindi vakti meydana geldi. Bunun üzerine, Hz.Peygamber
durumu o adama bildirdi. Bu sebeple adam, rahatsız oldu ve "Ey Allah'ın
Resulü, bana şu saatte yapılması en uygun olan işi göster, dedi. Hz.Peygamber
de, ilim Öğrenmekle meşgul ol, dedi. O kimse de bununla meşgul oldu ve akşamdan
önce canını teslim etti. Ravi şöyle demiştir. Şayet ilimden daha faziletli bir
şey olsaydı, muhakkak ki Hz.Peygamber, o vakitte o kimseye onu emrederdi.
24) Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanların hepsi, ölüler gibidir: âlimler
bundan müstesna!" Bu haber, meşhurdur.
25) Enes
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Yedi şey vardır
ki, kulun ölümünden sonra da (o kula sevap kazandırmaya) devam eder: İlim
öğreten; su, çeşme akıtan; (kazarak) bir kuyudan su çıkaran; mescid inşa eden;
mushaf miras bırakan; kendisine hjyır dua eden hayırlı evlad bırakan veya
ölümünden sonra da devam edecek bir sadaka-ı cenye bırakan (kimsenin
amelleri)."
Bövîece hz.Peygamber,
ilim öğretmeyi bütün faydalara takdim etmiştir; çünkü bu, manevi bir
hususiyettir. Manevi nitelikli olanlar ise, cismani olanlardan daha çok
kalıcıdır.
26) Yine
Hz.Peygamber, şöyle buyurmuştur:
"Sizi beş şeyden
beş şeye davet etmedikçe, alimlerle oturmayınız; Şüpheden kesin inanca,
kibirden tevazuya, düşmanlıktan nasihate, riyadan ihlâsa ve dünyaya rağbetten
zühde.."
27)
Hz.Peygamber Hz.Ali'ye vasiyyet ederek şöyle buyurmuştur:
"Ey Ali, tevhidi
muhafaza et; çünkü o benim sermayemdir; amele yapış, çünkü o, benim
mesleğimdir; namazı dosdoğru kıl, çünkü o, gözümün aydınlığıdır; Allah'ı an,
çünkü zikir, benim kalb gözümdür ve ilmi kullan, çünkü o benim
mirasımdır."
28) Ebû
Kebşete'l-Ensarî, Hz.Peygamberin bir mesel irad ederek, şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Dünyanın hali şu
dört gurup insanın haline benzer: Allah 'in kendisine bir ilim ve bir mal
verdiği kimse; bu kimse malında ilmine göre amel eder. Allah 'm kendisine bir
ilim verip der bir mal vermediği kimse ki, bu kişi şöyle der: Atlah eğer bana,
falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi ben de onda, falancanın amel ettiği
gibi amel ederdim. İşte bu iki kimse, ecir ve mükafaat hususunda müsavidirler.
Allah'ın kendisine bir mal verip de bir ilim vermemiş olduğu kimse, bu kimse,
malını haktan men eder, fakat onu batıl yollarda harcar. Bir de, Allah'ın
kendisine ne bir ilim ne de bir mal vermemiş olduğu kimse.. Bu kimse de, şöyle
der: Eğer Allah bana, falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi, ben de o
malda o falancanın harcamada bulunduğu gibi harcamada bulunurdum., İşte bu iki
kimse de, günahta müsavidir."[100]
1) Kümeyi
İbn Ziyad şöyle demiştir: Hz.Aii elimden tutarak, beni çöle götürdü. Çöle
vardığımız zaman O, derin bir nefes aldı. Sonra dedi ki; "Ey Kümeyi İbn
Ziyad! Bu kalblerimiz var ya, onlar birer kabdırlar. Bunların en hayırlısı, en
çok muhafaza edendir. Bu nedenle söyleyeceklerimi iyi dinte. İnsanlar üç
kısımdır. Kendini Rabbine vermiş alim; kurtuluş yoluna girmiş öğrenci ve her
sese uyan ve her rüzgarla eğilen, ilmin nuruyla aydınlanmayan sağlam bir esasa
sığınmayan, kavgacı ve velveleci insan..
Ey Kümeyi!, İlim
maldan daha hayırlıdır; zira ilim senin bekçiliğini yapar, sen ise malın
bekçiliğini yaparsın. Harcamak malı noksanlaştınrken, ilim harcamayla çoğalır.
Malın sana sağladığı iyilik, malın yok olmasıyla yok olur. Ey Kümeyi, ilim
kendisiyle bezenilen bir süs, insanın hayatında kendisi vasıtasıyla taati elde
ettiği bir vasıta ve ölümünden sonra söylenecek meziyyetlerin en güzelidir.
İlim hâkim, mal ise mahkûmdur."
2) Ömer
İbnu'l-Hattâb (r.a.)'dan: Adam, üzerinde Tihâmenin dağları kadar günah olduğu
halde evinden çıkar. İlim dinler, Allah'tan korkar ve günahlarına tevbe eder,
pişman olursa, üzerinde hiçbir günah kalmaksızın evine döner. Binaenaleyh, ilim
meclislerinden ayrılmayın. Çünkü Allah yeryüzünde, alimlerin meclislerinden
daha şerefli bir toprak yaratmamıştır.
3) İbn
Abbas'dan şu rivayet edilmiştir; "Hz.Süleyman, hükümdarlık ve mal ile ilim
arasında muhayyer bırakılınca, o ilmi tercih etti. Böylece, hem ilim hem de
hükümdarlık beraberce ona verildi".
4) Hz,Süleyman,
Hüdhüd'e ancak ilminden dolayı muhtaç oldu. Çünkü Nafi İbnu'l-Ezrak'dan rivayet
edildiğine göre O, Abdullah İbn Abbas'a şöyle demiştir. Hz.Süleyman, suyu
aramak için niçin Hüdhüd'ü tercih etti? İbn Abbas şöyle cevap verdi: Çünkü yer,
içi dışından görülen bir cam gibidir
Nafi, bunun üzerine,
peki nasıl olur da, tuzak kurulup üzerine bir parmak kalınlığında toprak
serpilince, niçin kuş o tuzağı göremeyip, tuzağa yakalanıyor? deyince İbn
Abbas, o kader gelip çattı mı, gözler kör olur, diye cevap verdi.
5) Ebu Saîd
el-Hudrî, şöyle buyurmuştur. Cennet onbin parçaya ayrılır: Bunlardan 9999'u
Allah'ın emrini akıllarını kullanarak yerine getirenlerdir. Bu, cennette onlar kendi
makamlarını bölüşürlerken, Allah'ın kendilerine taksim etmiş olduğu aklın
miktarına göre olan sevabîarıdır. Bu cennetin bir cüzü de, akıl gücü az, fakir
ve salih müminler içindir.
6) İbn Abbas
(r.a.) oğluna şöyle demiştir: "Evladım! edebli ol. Bu, şahsiyetin
delilidir. Yalnızlıkta ünsiyettir, garib kalınca dosttur, ikamet sırasında
arkadaştır, meclislerde öne geçme sebebidir, çareler bittiği noktada çaredir,
yoklukta zenginliktir. Cimri için bir yücelik, şerefli kimse için olgunluktur,
melik için ise bir azamettir."
7) Hasan
el-Basri'den de şöyle rivayet edilmiştir: Alimlerin kalemlerinin cızırtısı
teşbih; ilmi yazmak ve onu düşünmek ibadettir. Yazı yazdığı mürekkebden
elbisesine sıçrasa, sanki üzerine şehid kanı bulaşmış gibi olur. O mürekkeb yeryüzüne
damlayınca nuru ışıl ışıl parıldar. O, kabrinden kalktığı zaman bütün
mahşerdekiler ona bakar. Bunun üzerine "Bu, kendisine Allah'ın ikramda
bulunup peygamberleri ile hasrettiği kullarındandır" denilir.
8) Kelile ve
Dimne kitabında şöyle yer aimıştır: Hakları hiç hafife alınmayacak kimseler
üçtür: Alim, sultan ve kardeşler. Kim alimi hafife alırsa, dinini; kim sultanı
hafife alırsa dünyasını; ve kim dekardeşlerini hafife alırsa kişiliğini helak
etmiş olur."
9) Sokrat
şöyle demiştir: İlmin faziletlerinden biri de, diğer şeylerde kendine hizmet
edecek bir kimse bulduğun gibi, ilim hususunda sana hizmet edecek kimse
bulamamandır. Aksine sen ona hizmet edersin. Keza hiç kimse onu senden alamaz.
10) Feylosoflardan
birisine, bakma, denildi de, o iki gözünü kapattı; dinleme, işitme
denildiğinde, iki kulağını birden tıkadı; konuşma denildiğinde de, ağzını
yumdu; ama ona, bilme, denildiğinde o; "Buna gücüm yetmez" dedi.
11)
Feylosoflardan birisi şöyle demiştir: Ölü arazileri bitki ve ağaçlarla
dirilttiğiniz gibi, kardeşlerinizin kalblerini de, yol gösteren
açıklamalarınızla İhya ediniz; çünkü şehvet ve şüphelerden uzaklaştırılmış olan
bir kimse, ziraata elverişli hale getirilmiş bir topraktan daha üstündür. Şair
şöyle der: "Cehalette, onun sahibi için ölümden önce bir ölüm vardır.
Onların bedenleri kabre girmeden önce de bir kabirdir."
"Muhakkak ki
ilimle hayat bulmamış olan bir kişi, ölüdür. Kıyamet günündeki neşre kadar,
onun için bir diriliş yoktur."[101]
İlmin fazileti
hususundaki nüktelere gelince, bunlar birkaç yöndendir;
1) Cehalet
içinde yapılan isyanların son bulması
beklenemez; ama şehvetten ötürü yapılan günahlar son bulabilir. Hz.Adem'in
zeltesine bak. O ilmi sayesinde Allah'dan bağışlanmasını istedi. Halbuki şeytan
azdı ve cehaleti sebebiyle bu azgınlığı içinde ebediyyen kaldı.
2) Hz.Yusuf
(a.s.) vezir olunca, bir muavine ihtiyaç duydu. Rabbinden bunu istedi de, bunun
üzerine Hz.Cibril O'na, Rabbin ancak falancayı tercih etmeni söyledi, dedi.
Bunun üzerine Hz.Yusuf, o kişiyi en kötü bir vaziyette gördü de, Hz.Cibril'e, o
kimse şu haliyle beraber bu önemli işe nasıl uygun olabilir, dedi. Cibril
(a.s.), Rabbin o kimseyi bu işe tayin etti; çünkü o:
"Eğer Yusurun
gömleği arkadan yırtilmışsa, o kadın yalan söylemiş, Yusuftse yalan
söylememiştir, demektir" (Yusuf, 26) diyerek, seni müdafaa etmiştir, dedi.
Buradaki nükte şudur: Hz.Yusuf (a.s.)'u müdafaa eden kimse, onun mülküne ortak
olmaya hak kazanmıştır. Öyle ise bu güçlü dini doğru delillerle müdafaa eden
kimse hiç Allah'ın ihsanı ve ikramına müstehak olmaz olur mu?
3) Birisi,
bir hükümdara hizmet etmek istedi. Bunun üzerine o hükümdar o adama: "Bana
hizmet edebilmen için git ilim öğren" dedi. O da ilim tahsiline başlayıp,
ilmin lezzetini tadınca, hükümdar ona haber yollayarak: "İlim öğrenmeyi
bırak! Artık bana hizmet edebilirsin" dedi. Bunun üzerine o: "Sen,
beni kendi hizmetine liyakatli görmediğin zaman, ben sana hizmet etmeye
ehildim; sen beni kendi hizmetine ehil gördüğünde ise, ben kendimi (sana
değil), Allah'a hizmet etmeye ehil gördüm; çünkü cehlimden ötürü, kapımın senin
kapın olduğunu zannetmiştim, şu anda ise, varacağım kapının Allah'ın kapısı
olduğunu anladım" dedi.
4) İlim
tahsilinde bulunmak dünyayı çok sevdiğin için sana güç gelir. Çünkü Cenab-ı Hak,
sana göz bebeği ve bir de kalbdeki siyah noktayı (gönül gözü) verdi.. Şüphesiz,
göz bebeği manasına gelen kelimesi lâfız bakımından, kalbteki siyah nokta
anlamına gelen kelimesinden daha büyüktür. Çünkü kelimesi, kelimesinin ism-i
tasgiridir. Sonra sen göz bebeğinin üzerine, dünyadan bir parça koyduğun zaman,
hiçbir şeyi göremezsin.. Kalbdeki o noktanın üstüne bütün dünyayı koyduğun
zaman, durum nasıl olur; bu kalbinle herhangi bir şeyi nasıl göreceksin?
5) Bir
feylesof, şöyle demiştir: Kalb ölüdür. Onun hayatiyyeti alim sayesinde olur.
İlim de ölüdür. Onun hayatiyyeti ise, talep etmekle olur. Talep zayıftır, onun
kuvveti ise, ilmi müzakere etmekledir. Müzakere ile ilim kuvvetlenince, o
kapalı olur. Bunu açmak ise, münazara ile olur. Münazara ile açıldığında ise
İlim, kısırdır; bunun doğurması ise, amel ile olur. İlimle amel
birleştirildiğinde, bu ikisinden nihayeti olmayan sonsuz bir mülk meydana
gelir..
6) "Bir
karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! yuvalarınıza giriniz; Süleyman ve ordusu,
farkına varmadan, sizi ezip geçmesin "{Neml. 18). Karıncanın diğerlerine
reis olması, tek bir meseleyi bilmiş olmasından ötürüdür ki, o da, lafzının
ifade ettiği manadır. Buna göre karınca sanki şöyle demiştir: Hz.Süleyman
masumdur. Masum olanların, suçsuzlara eziyyet vermesi caiz değildir. Ne var ki,
o şayet sizi ezerse, bu iş ondan bilmeyerek sadır olmuş demektir. Çünkü o,
sizin durumunuzu bilmiyor. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, peygamberlerin
günah işlemekten münezzeh olduklarına delildir. Bu nedenle, bu karınca tek bir
meseleyi bildiği için, riyasete hak kazanmıştır. Mevcudat ve ma'dumat (var
olmayanlara dair eşyanın hakikatini bilen kimse, dinî ve dünyevi hususlarda
nasıl o riyasete .hak kazanmasın?
7) Köpek,
eğitilip, sahibi onu Allah'ın isnr.ıi anarak avının üstüne salıverdiği zaman,
onun pis olan avı, temiz olur. Buradaki nükte şudur: Burada ilim, köpeğe
kazandırılınca, ilmin bereketiyle pis olan şey temiz olur. Buna göre, nefisle
ruh fıtraten temizdirler. Ne var ki bunlar, günah pisliklerine bulaşmışlardır.
Sonra onlara Allah'ın sıfatlarını bilme ilmi eklenince,biz Allah'ın umumi olan
lütfundan, bu pis olan şeyi temize, bu reddolunmuş olun şeyi makbul hale
çevirmesini bekliyor ve umuyoruz.
8) Kalb,
uzuvların reisidir. Sonra, bu başkanlık kuvvetinden ötürü değildir, çünkü kemik
ondan daha kuvvetlidir. Büyüklüğü sebebiyle de değildir; çünkü uyluk ondan daha
büyüktür. Keskinliğinden ötürü de değildir, çünkü tırnak ondan daha keskindir.
Bu riyaset, ancak ve ancak ilim sebebiyledir. Böylece bu da, ilmin en kuvvetli
bir sıfat olduğuna delalet eder.
[102]
1)
Anlatıldığına göre Harun er-Reşid ile
birlikte pekçok fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû
Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi.
Diğer bir adam onun
geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu
ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama
Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?"
dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise,
elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi
lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler.
Sonra alan adama
"O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun
üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü
çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o,
aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra,
hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği
için, bu ikrarından Ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı
hesaba katılmaz" dedi.
2) Şâbî'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Haccac'ın yanında
idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri
kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in
Hz.Peygamber (s.a.s.)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil rni?)"
ded(. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, (Ya Kitabullah'dan apaçık
bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine
Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!'
dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım.
Haccac,
"Sakın bana:
"Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Ali-imran,61) ayetin
delil getirmeyesin?" dedi. Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından
o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın:
"Daha evvel de
Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve
Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle
mükâfaatlandınnz. Zekeriyyar Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)"
(En'am.84-85) ayetidir. Hz.İsa (a.s.)'nın babası kimdi ki Allah onu Hz.Nuh
(a.s.)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre
başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha
önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin"
dedi.
3) Hikaye
edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken
Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu
Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara
etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun
üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en
iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu
Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır
mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla:
"Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar:
"Evet" dediler. Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve
delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar
yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi.
Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim
sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz
namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur.
Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife
(rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.
4) Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti:
"Halisa'nın
(güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de
şuurum kayboldu." Haltsa, Süleyman b.Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son
derece akıllı ve edip idi. Süleyman b.Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın
hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti
ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman,
Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde,getirilmesini
emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın
ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı. Süleyman b.Abdulmelik ona beytini sen
mi söyledin?" dedi. O da "Bsn bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü
isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim:
"İncinin
Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda
parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın
kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı,
üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon
dirhemden daha fazla idi. Süleyman b.Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca,
onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını
gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.
5) Halife
Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı. Q esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan
er-Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin
dedene[103] karşı çıkıyor. Zira
deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dediği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr
ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu,
insanların sana bi'at etmelerinin vacib olmadığını iddia ediyor' dedi. Bunun
üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor,
sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar)
böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi:
"Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çt-kışta Rebi:
"Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bunu
başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.
6) Anlatıldığına
göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık
müsiümanınöldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine
Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O,
müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya
toplandılar ve zımmi ile müsiümanın velileri huzura getirildiler. Harun
Reşid, Ebu Yusuf'a:
"Bu müsiümanın (kısasen)
öldürüleceğine mi
hükmedildi?" dedi. Ebu
Yusuf da: "Ey
mü'minlerin emiri, o
benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından
öldürüldüğü gün cizye verdiğine dair
kuvvetli bir delil
bulunmadıkça müsiümanın
öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler.
Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.
7) el-Gadban,
Haccac'ın düşmanı olan Abdjrrahman b.Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam
yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen
onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona:
"Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve
aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey
Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir
eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı
olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin
faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve
cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar otsun.
8)
Ubdulmelik b.Mervan şairin
"Bizde Süveyd,
Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin
vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip
huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben
ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile
"Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida
ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı
gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden
kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.
9) Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman
b.Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin.
Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu
kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman
b.Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu
üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu
affetti.
10) Adamın
birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin
ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu
herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede
şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa
yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş.
Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun
üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da
kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah
kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi.
Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi
yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan:
"Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek
yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş
oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa
ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra
konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu
cevaba karşılık: "Allah sana, ilim
hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.
11)
Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu
söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam
hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği i kimseye
birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu
Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir"
dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz,
Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi.
Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife:
"Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden
çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını
çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini
çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi.
Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama
çatman malların geri verdi.
12) Ebu
Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu
Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat
onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de:
"Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allah Teala ondan sonra
işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca
ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden
çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla"
dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip
fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun
bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?"
dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona
geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin
bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o:
"Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife
de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu
olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe
hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine:
"Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey
istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin
ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.
13) El-Leys
b.Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi:
"Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye
alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla
evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife
ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa,
onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu
boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad
edemez" dedi. El-leys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki
hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir.
14) Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla
cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna
cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı
ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."
15) Bir adam
Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi.
Haccac: "Kimden şüpheleniyorsun?" dedi.
O: '"Hiç kimseyi itham etmiyorum" diye cevab verdi.
Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam:
"Subhanaİlah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac
artarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans
yap" dedi. Attan da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı
çağırdı ve ona: "Şu kokudan sürün, başka kimse bundan sürünmesin" dedi.
Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun"
dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen
yakalayın" dedi. Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir
kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?"
dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle
yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac,
parası çalınan adamı çağırdı ve: 'İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen
hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi
o adamdan alıp sahibine verdi.
16) Harun
Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b,İsa'nın çok hoşuna giden
bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine
ve azad etmeyeceğine yemin etti. Şimdi
ise bu yemininden kurtulmak
istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını
satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi.
17) Muhammed b.Hasan şöyle dedi: "Bir gece
uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim.
Kapıya bakanıar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler.
Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim. Yanına girince O: "Sana birşey
sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil
hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da
"Senzâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin.
Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun.
Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana
yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin
emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?"
dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir
cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin
huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet
vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip
mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin
hemen bana gönderildiğini gördüm.
18) Anlatıldığına
göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın
acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek,
endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife
de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun
Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım
ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni
öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare
(çıkış yolu)bul!" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun
yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri
girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı
çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye:
"Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi
iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen
mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu
ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun
Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura
gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife
cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince pariye: "Evet"
dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben
onu çalmadım" dedi. Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını
itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece
yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu
Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine
memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler.
Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun
mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın
yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.
19) Bişr
el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki
doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün
değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam
Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini
bilmiyor musun?"
eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.
20) Bir
bedevi Hz.Hüseyin b.Ali (r.a.)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte
bulundu ve: "Deden (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:
"Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir
bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'an'm hafızından veya ay yüzlü
kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz
ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi. Ay yüzlü kimseye gelince ben
Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde
(Hz.) Hasana ve (Hz.) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hz.Hüseyin:
"İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hz.Hüseyin de:
"Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı
iyiliğe göredir."
Yine dedemin de şöyle
dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru
soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer
ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi
senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi. Bunun
üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hz.Hüseyin
"Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a
iman" dedi. Hz.Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye
sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hz.Hüseyin:
"İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hİlimle beraber
olan ilimdir" cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?' diye
sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan mat' dedi. Hz Hüseyin "Ya bu da
yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik " cevabını
verdi. Hz.Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu
yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Hüseyin güldü ve
keseyi ona attı.
[104]
İlmin üstünlüğünün
akli delilleri hususunda deriz ki: İlmin bir şeref ve kemal sıfatı, cahilliğin
de bir noksanlık sıfatı olduğunu akıllı kimselerin zaruri olarak bildiği bir gerçektir.
Bu sebeble yalan olduğunu bilse dahi alim bir kimseye: "Ey cahil!"
denilse, bu onu rahatsız eder.
Yine aksini bile bile,
cahil bir kimseye "Ey alim" denilse, o bundan hoşlanır. Bunlar ilmin
bizzat kıymetli ve bizzat sevimli; cehaletin de bizzat eksiklik olduğuna
delildir.
Keza ilim nerede
bulunursa bulunsun ilim sahibi saygı ve ta'zim görür Hatta hayvanlar bile
insanı gördüğü zaman onu sayar ve ona İtaat eder. Her ne kadar bu hayvan
insandan çok güçlü olsa da...
İdareciler bile kendi
içlerinde, daha akıllı ve daha faziletli birisini gördükleri zaman isteyerek
ona itaat ederler.
Âlimler de,
inadlaşmadıkları müddetçe, tabii olarak, ilimde kendilerinden geride olanların
reisi olurlar. İşte bundan dolaytHz.Peygamber (s.a.s.)'e karşı çıkıp onu
öldürmek isteyen kimselerden bir çoğunun gözleri Hz.Peygamber (s.a.s.)'e
iliştiğinde Allah onların kalbine Hz.Peygamber (s.a.s.)'in heybet ve korkusunu
düşürdü de onlar onu çok heybetli görüp, ona boyun eğdiler. Bundan dolayı şair
şöyle demiştir:
"Onun hakkında apaçık
ayetler olmasaydı bile O'nun görünüşü sana, birşey sorma ihtiyacını
hissettirmezdi."
Keza şüphe yok ki
insan diğer canlılardan daha faziletlidir. Bu fazilet ve üstünlük, insanın güç
ve kuvvetinden dolayı değildir. Çünkü hayvanlardan çoğu onun kadar hatta ondan
daha fazla kuvvete sahibtir. Bu durumda insanın bu üstünlüğü, ancak onun nurânî
bir meziyete ve kendisi ile eşyanın hakikatini anlayıp ona muttali olmaya,
Allah'ın:
"Cinleri ve
insaman sadece bana ibadet etsinler diye yarattım "(zanyat, 56» ayetinde
buyurduğu gibi ibadetle meşgul olmaya müsait hale geldiği Rabbani latifeye
sahib olmasından dolayıdır.
Keza câhil, sanki
hiçbir şeyi göremediği, kesif bir karanlık içindedir. Halbuki alim sanki,
kainatın bucaklarında uçuyor, makûlâtın denizlerinde yüzüyor, böylece mevcud ve
ma'dumu, vacib, mümkün ve muhali mütalaa ediyor, sonra mümkinin cevher ve
araza; cevherin basit ve mürekkebe bölündüğünü kavrıyor ve bunlardan herbirinin
türlere, türlerin de kendi alt türlerine, cüzlere, cüzlerin de kendi alt cüzlerine
ve başkası ile ortak olduğu cüzlerle, başkası ile ortak olmadığı cüzlere
bölündüğünü ileri derecede görüyor ve herşeyin eserini müessirini, malûlünü,
illetini, lazımını, melzumunu, küllisini cüzisini ve tekini çoğunu tanıyor,
hatta aklı, bütün malûmatı detayları ve kısımları ile üzerine yazdığı bir levha
gibi oluyor. Bu derecenin üzerinde daha üstün bir saadet olabilir mi? O böyle
olduktan sonra, bilgisiz nefislerin alim olması gibi, bu nefis ruhlar aleminin
bir güneşi gibi oluyor ve diğer nefislerin ebedi hayatlarına sebeb oluyor.
Çünkü bu nefis önce kendisi kamil oldu, sonrada başkalarını müken.n.elleştirdi
ve böylece de Allah ile kulları arasında bir vasıta oluverdi. İşte bu sebebten
ötürü Cenab-ı Hak; "Allah melekleri, emrinden olan ruh ile "(Nam, 2)
buyurmuştur. Müfessirler bu "ruhu", "ilim ve Kur'an" diye
tefsir etmişlerdir. Ruhsuz beden ölü ve bozuk olduğu gibi, ilimsiz ruh da
ölüdür. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın: İşte bu şekilde biz sana
emrimizden bir ruhu sana vahyettik"{Ştoa, 52) ayetidir. Buna göre, ilim,
ruhun da ruhu; nurun da nuru; özün de özüdür.
Bu saadetin devamlı
olup, zeval ve değişmeden uzak olması da özelliklerinden biridir. Çünkü külli
tasavvurlara yok olma ve değişiklik arız olamaz. Bu ilim saadeti, zatı
bakımından yüceliğin zirvesinde,sonra da ebedilerin en ebedisi, yaşayanların en
uzun yaşayanı olunca, saadetlerin en mükemmeli olmuştur.
Keza peygamberler
(s.a.s.) ancak hakka davet için gönderilmişlerdir. Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
"Rabbinin yoluna
hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et.
Hiç şüphesiz Rabbinr yolundan sapanları ve hidayete erecek olanları en iyi
bilendir"(Nahl, 125), ve:
"De ki: Bu benim
yolumdur. Ben Allah 'a açık hüccet ile davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar
(böyleyiz.)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. Sonra işi başından al, o zaman
göreceksin ki Cenab-ı Hak; "Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım
"(Bakara, 30) buyurup, melekler de :
"Orada
bozgunculuk yapacak kimsefler) mi yaratacaksın "(Bakara, 30) deyince,
Allah Tealala "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum"(Bakara. 30)
buyurmuş ve onlara kendisinin bilmesi ile cevab vererek, kudret, irade,
sem'î,basar, vucüd, kıdem ve mekan ile cihetten münezzeh olma gibi diğer celal
sıfatları ile onlara cevab vermemiş ve onları bu sıfatlarla susturmamıştır.
Ancak O, ilim sıfatı ile onlara cevab vermiştir. Bu da cemal ve kemal
sıfatlarının hepsi her nekadar son derece şerefli iseler de, ilim sıfatının
onlardan daha şerefli olduğunu gösterir. Cenab-ı Hak, Hz.Adem (a.s.)'in
üstünlüğünün de ilimle olduğunu beyan etmiştir. Bu da ilmin, başka şeylerden
daha şerefli olduğunu gösterir. Sonra Cenab-ı Hak, Hz.Adem'in ilmini ortaya
koyunca onu meleklerin secdegâhı ve yeryüzünün halifesi kıldı. Bu da Hz.Adem'in
bu mertebeye ancak ilmi ile müstehak olduğuna delalet eder. Sonra melekler,
teşbih ve takdisleri ite övünmüşlerdir. Bunlarla öğünmek ise ancak, bunlar
ilimle birlikte olurlarsa yerinde olur. Bu ikisi ilim olmadan yapılırsa, bu nifak
olur. Nifak ise, en aşağı mertebedir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Hiç şüphesiz
münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar"(u\sa. 145) buyurmuştur.
Veya, ilimsiz teşbih ve takdis bir taklid olur, taklid ise kınanmıştır. Bu
sebeble meleklerin teşbih ve takdislerinin, ancak ilmin bereketi ile, övünmeyi
gerektirdiği ortaya çıkmış oldu. Sonra Hz. Adem (a.s.)'e, ileride izahı
geleceği gibi, içtihadı bir meselede hata ettiği için "günah işledi"
denildi. Ufacık bir hatadan dolayı, başına gelen başına geldi. Birşeyin önemi
ne kadar çok olursa, şerefi de o nisbette fazla olur. Bu da, ilmin ne kadar
yüce olduğunu gösterir. Sonra Hz.Adem ilmin yüceliğinin bereketiyle tevbe edip,
pişman olarak hakka dönüp, günahta ısrarı ve kibirlenmeyi bırakınca peygamber
olarak seçilme elbisesini giydi.
Sonra Cenab-ı Hakk'ın:
"Gece kararınca bir yıldız gördü. '(Enam, 76) buyurduğu gibi, İbrahim
(a.s.) 'in, daha işin başında nasıl ilim talebi ile meşgul olduğuna bir bak.
Sonra o, yıldızlardan aya, aydan güneşe geçti de, tefekkürü ile, birşeyden
başka bir şeye geçe geçe, onu maksadına götüren açık bir delil parlak bir
burhana ulaşıncaya kadar buna devam etti. Böylece de şirkten yüz çevirerek,
"Ben benliğimi,
gökleri ve yeri yaratan (Allah'a) döndürdüm "(Enam, 79) dedi. Hz.İbrahim
bu dereceye ulaşınca, Allah onu en güzel şekilde medhedip, en mükemmel şekilde
yüceltti
de, bir keresinde:
"İşte biz böylece İbrahime göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk"(En'am, 75); bir başka defa da:
"İşte bunlar,
kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir. Biz kimi dilersek onu derece
derece yükseltiriz'.En'am, 83) buyurmuştur. Sonra Hz.İbrahim mebde' (ilk
yaratılış) bilgisine ulaştıktan sonra me'ad (ahiret) bilgisi ile meşgul olarak:
"Mani İbrahim: Ya Rabbi, ölüle/i nasıl dirilteceğini bana göster"
demişti. "{Bakara, 260). Sonra O, öğrenme işini bitirince, bir keresinde
"Duymayan ve görmeyen (putlara) niçin tepiyorsun?"(Meryem 42) diyerek
babasına; bir keresinde:
"Sizin ibadete
kapandığınız bu putlar da ne oluyor ?"(Enbiya. 52) diyerek kavmine; ve bir
keresinde de:
"Rabbi hususunda
İbrahim ile tartışan adama baksana?"{Bakara, 252) diyerek de zamanın
hükümdarına, delil getirip onları irşad etmekle meşgul olmuştur. Yine Hz.Salih,
Hûd ve Şuayb (a.s.)'a bak; onlar işlerinin başında ve sonunda nasıl öğrenmek,
öğretmek ve insanları ilahi deliller hususunda düşünmeye irşad etmek ile meşgul
olmuşlar?
Yine Hz.Musa
(a.s.)'nın Firavun ve ordusu ile olan durumları ve Hz.Musa'nın onlara getirmiş
olduğu çeşitli deliller de böyledir. Nihayet, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'e
bir bak; Allah O'na peşpeşe nasıl ilimle lütfetmiş de, şöyle buyurmuştur:
"Seni yitmiş buldu da, yola iletmedi mi? Seni yoksul buldu da,
zenglnleştirmedi mi?"(Duha, 7-8). Böylece Cenab-ı Hak, ilimle olan lütfunu
mal ile olan lütfundan daha önce zikretmiştir.
Yine, Cenab-ı Hak,
"Sen daha önce Kur'an nedir, iman nedir bilmtyordun"(şura, 52) ve
"Bunu sen ve kavmin, bundan önce bitmiyordunuz"(Hud, 49) buyurmuştur.
Sonra ilim, Hz.Peygamber'e ilk vah-
yolunan şeydir. Allah:
"Rabbinin ismiyle oku!"(Alak, 1) buyurmuştur.Keza Allah'u Teâla daha
sonra:"Ve sana, bilmediğin şeyleri öğretti"{Nisa,113) buyurmuştur.
Yine, Hz. Peygamber devamlı "rabbim, bana eşyayı, nasıl iseler öylece
göster" derdi. İnsanlara, bu zikrettiğimiz akli ve nakli delillerle ilmin
kıymeti gösterilememişse, artık onlar için bundan sonra hiç bir şeyin ortaya
çıkması mümkün olamaz.
[105]
Yine Cenab-ı Hak, ilmi
Kur'an-ı Kerim'de şerefli isimlerle isimlendirmiştir.
1) Hayat
'Ölü iken dirilttiğimiz kimse"(Enam. 122).
2) Rûh
"İşte böylece biz sana, emrimizden
bir ruhu vahyediyoruz"(Şura, 52).
3- Nûr ,
"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nûr, 35).
Yine Cenab-ı Hak,
Talût (a.s.)'un niteliği hakkında: "Allah içinizden onu seçti ve ona,
ilimde ve bedende bir üstünlük verdi(Bakara, 247) buyurmuş, ilmi de bedene
takdim etmiştir. Diğer nimetlerden amaç, muhakkak ki bedenin mutluluğudur;
bedenin mutluluğu ise, malca mutluluktan daha üstündür. İlmî saadet, cismani
saadetten daha üstün olunca, malca saadetten haydi haydi üstün olur.
Yine Hz.Yusuf,
"Beni memteketfn hazineleri üzerinde görevlendir. Çünkü benr iyice koruyan
ve iyi bilen birisiyim"[Yusuf, 55) demiş, ama "Ben soyluyum,
şerefliyim, fasihim, güzel yüzlüyüm" dememiştir.
Yine haberde:
"Kişi iki küçük uzvuyla değerlendidirilir: Kalbi ve lisanı." Kişi
konuşursa lisanıyla konuşur, dövüşmek istediğinde de kalbiyle dövüşür. Nitekim
Şair:
"Gencin lisanı
onun bir yansı, kalbi de diğer yarısıdır; geriye ise, sadece bir et yığını ve
kan kalır" demiştir.
Yine Cenab-ı Hak,
cehaletin azabını, cehennemin azabına takdim
ederek; "Hayır,
muhakkak ki onlar, o vakit Rablerinden mahrumdurlar. Sonra onlar muhakkak ve
muhakkak o alevli cehenneme yaslanacaklar"'(Mutaffifin. 15-16)
buyurmuştur.
Bazıları, ilmin
kaynağının üç olduğunu söylemiştir: Tefekkür eden kalb, ifade eden dil ve
tasvir eden bir beyan, ifade gücü..
Ali İbn Ebi Talib de,
"ilm" lafzındaki ayn harfinin yücelikten ('uluvv); lam harfinin
lütuftan; mim harfinin de mürüvvetten alındığını söylemiştir.
Yine, on çeşit ilim
olduğu söylenmiştir: Dinler için tevhid ilmi; şeytanları reddetmek için sır
ilmi; kardeşlik münasebetlerini ayarlamak için muaşeret ilmi; farzları ve
vacibleri (erkân) bilmek için şeriat ilmi; zamanları tayin için yıldız ilmi;
süvariler için kılıç döğüşü ilmi; hükümdarlar için yönetim ilmi; ta'bir etmek
için rüya ilmi; delil getirmek için feraset ilmi; bedenler için tıb ilmi ve
Rahman'ı tanımak için hakikat ilmi...
Yine ilim, suya
benzetilmiştir. Nitekim Cenab-t Hak "Gökten bir su indirdi"(Rad, 17)
buyurmuştur. Sular dört kısımdır: Yağmur suyu; sel suyu; kanal suyu ve göze
(kaynak) suyu.. İlimler de bunun gibi dört kısımdır:
1)
Bulanmaması için, karıştırılması doğru olmayan göze (kaynak) suyu gibi olan
"tevhid ilmi," küfrün meydana gelmemesi için Allah'ın nasıl olduğunu
anlamayı istemek caiz değildir.
2) Eşmekle
artan kanal suyuna benzeyen, istinbat yoluyla ziyadeleşen fıkıh ilmi.
3) Saf
olarak inip, sonra havanın toz zerreleriyle bulanan yağmur suyuna benzeyen
"zühd" ilmi. Zühd ilmi de saftır, ancak açgözlülükle bulanır.
4) Canlıları
öldüren ve mahlûkatı helak eden sel suyuna benzeyen, bid'at ilmi. Bid'at da
böyledir. Allah en iyi bilendir.
[106]
Âlimlerin ilmin tarifi
hakkında söyledikleri sözlere dairdir.
Ebu'l-Hasan el-Eşarî:
İlim, bir şeyin bilinmesine vesîle olan şeye denilir. Çoğu kez de; "İlim:
Kişinin kendisiyle alim, bilici olduğu şeydir" demiştir.
Eş'ariye; "Bilici
(alim) ve bilinen (ma'lum) ancak İlim ile bilinirler; bu sebeple, ilmi bu iki
şeyle tarif etmek devirdir. Bu ise, caiz değildir" diyerek itiraz
etmişlerdir.
Eş'ari buna şu şekilde
cevap vermiştir: "İnsanın, kendisinin nefsini, elemini ve lezzetini bilmiş
olduğuna dair bilgisi, zaruri bir ilimdir. Eşyayı bildiğine dair bilgisi ise,
ilmin aslını bilmektir. Çünkü mahiyyet, mukayyet olan mahiyyete dahildir.
Böylece onun, ilmin ilim olduğunu bilmesi, zaruri bir ilim olmuş olur; böylece
de devir (devr-i fasit) düşmüş olur. Bu konunun iyice izahı, inşaallah, bu
husustaki tercihimizi zikrettiğimizde gelecektir.
Kadî Ebû Bekr ise
şöyle demiştir: "İlim, malumu, nasıl ise öylece bilmektir." Yine o,
çoğu kez,"ilim, bir bilmedir/'demiştir.
Onun birinci tarifine
şöyle itiraz edilmiştir: "Ebu Bekr'in, "İlim, malumu bilmektir"
sözü, ilmi malumla tarif etmektir. Böylece, yine devir avdet eder. Buna göre
bilmek, ancak bilinen şeye mutabık olduğu zaman doğru olur. Bu sebeple Ebu
Bekr'in, marifet sözünü zikrettikten sonra, "onu nasıl ise öylece"
sözü, bir haşv (faydadan hâli fazla söz) olur.
O'nun, "ilim,
ma'rifettir" (bilmektir), şeklindeki tarifine gelince, bunda birçok yönden
bozukluk bulunmaktadır:
a- İlim,
bilmenin kendisidir. Bu sebeple ilmi, bilmekle tarif etmek, birşeyi kendisiyle
tarif etmek olur ki, bu muhaldir.
b- Bilmek,
karışıklıktan sonra ilmin meydana gelmesinden ibarettir. Bu sebepten ötürü,
"Ben falancayı tanıyamadım; ama onu şu anda tanıdım" denilir.
c- Allah,
kendisini alim olarak vasıflandırmış, ama arif diye vasıflandırmamıştır. Çünkü
ma'rifet (bilmek), kendisinden önce bir bilinmezliğin geçmesini, bulunmasını
gerektirir ki, bu Allah için düşünülemez.
Üstad Ebu İshâk
el-İsferayini de şöyle demiştir: "İlim, bilineni ortaya koymak ve beyan
etmektir." Çoğu kez ise O, şöyle demiştir: "İlim, hakikatlerin ortaya
konulmak istenmesidir." Çoğu kez ise; "Tebyîn" ( = açıklama,
ortaya koyma) sözüyle yetinerek: "İlim, tebyîndir" demiştir ki, bu da
zayıftır. O'nun, "ilim, tebyindir" demesinde, ancak bir lafzı ondan
daha kapalı olan bir lafızla değiştirme vardır. Bir de. tebyîn ve istibane (ortaya
koymak istemek), gizlilikten sonra bir şeyin ortaya çıkışını ihsas ettirirler
ki, bu, ilmullâh hususunda daima aynı olmaz.
İsferayini'nin
"Malumu, nasıl ise öylece açıklamadır", sözüne gelince, bu söze de
Kadî Ebu Bekr'in sözüne yönelen bütün itirazların tamamı yönelir.
Üstad Ebu Bekr İbn
Fûrek de, şöyle demiştir: "İlim, fiilin muhkem ve sağlam olarak
nitelenmesini sağlayan şeydir."
Bu görüş zayıftır;
çünkü vaciblerin vacibliğini, imkansızlann imkansızlığını bilmek, bir sağlamlık
ve muhkemlik ifade etmez.
Kâffal ise:
"İlim, malumu nasıl ise aynen öyle isbat edip, göstermektir"
demiştir.
Çoğu kez; "İlim,
malumu, nasıl ise o şekilde tasavvur etmektir" denilmiştir.
Yukarda yazmış
olduğumuz itiraz şekilleri bu söz için de geçerlidir.
İmamu'l-Haremeyn ise:
"İlmin mahiyetini tasavvur etmeye ve o mahiyeti başka mahiyetlerden
ayırdetmeye imkan veren yol, bizim şöyle söylemem izdir. Biz, kendiliğimizden,
zorunlu olarak, kendimizin bazı şeylere inandığımızı görüyoruz. Diyoruz ki,
bizim o şey hakkındaki inancımız ya katidir veya değil; eğer kati ise, ya
vakıaya mutabıktır veya değildir; eğer mutabık ise, o şey ya, mevzu ve mahmul
taraflarının aynı olan bir mucibden (gerektirici sebebten) ötürü olurki bu
"bedihi ili m "di r; veya zaruri ilimlerin terkibinden hasıl olan bir
mucibden ötürü olur ki bu da " nazarî ilim"dir.
Veyahutta, böyle bir
mucibden dolayı meydana gelmemiştir ki, bu da mukallidin inancıdır. Vakıaya
mutabık olmayan kati inanca gelince, bu cehalettir. Kati olmayan inanca
gelince, bu durumda ya iki tarafta eşit olur, ki bu sektir; veya iki taraftan
biri diğerinden daha fazla tercihe şayan olur ki, racih olan zan, mercuh olan
(bırakılan) ise, vehimdir " demiştir. Bu tarif de birçok bakımdan
bozuktur:
1) Bu tarif,
ancak bizim, "itikadın mahiyetini bilmemiz bedihi bir itimdir" diye
iddia ettiğimiz zaman tamam olur. Bu caiz olunca, ilmin mahiyetini bilmenin
bedihi olduğunu ileriısürmerniz neden mümkün olmasın?
2) Bu, ilmi,
zıdlarının bulunmamasıyla tarif etmektir.
Halbuki onun zıdlarını bilmek, ilmi bilmekten daha güçlü değildir ki,
zıd olmayan ztd olanı tarif edici kılınsın!.. Böylece işin neticesi, bir şeyi
kendi misliyle veya daha kapalı olanla tarif etmeye vanp dayanır.
3) İlim,
bazan tasavvur, bazan da tasdik olur. Tasavvura, ne katiyyet ne tereddüt, ne
kuvvet ve ne de zayıflık arız olamaz. Durum böyle olunca, tasavvuri olan
ilimler, bu tarifin dışında kalmış olur.
Mu'tezile de şöyle
demiştir: İlim, nefsin sükunetini sağlayan inançtır. Çoğu kez onlar şöyle de
derler: İlim, nefsin itminanını (sükûnetini) gerektiren şeydir. Onlar sözlerine
devamla, sükun lafzı burada her ne kadar mecazi olsa da, ancak ondan kastedilen
açık olunca, onun zikredilmiş olması maksada ters düşmez.
Arkadaşlarımız şöyle
demişlerdir: İtikad, ilme muhalif olan bir cinstir, bu sebeple ilmi o cinse
dahil etmek caiz olmaz.
Onlar şöyle de
diyebilirlerdi: "Şüphesiz ilimle mukallidin inancı arasında müşterek bir
nokta vardır. Biz itikad sözüyle bu ortak noktayı kastediyoruz. Ashabımız;
Allah'ın ilminin bu tarifin dışında kaldığını, çünkü Allah'ın ilmi hakkında,
"O ilim nefsin sükûnetini gerektirir "denilemiyeceğini söylemişlerdir.
Felsefeciler ise:
"İlim: Maluma mutabık olarak insan nefsinde meydana gelen bir şekildir
" demişlerdir. Bu tarifte de, birçok kusur bulunmaktadır:
a- Şekil
lafzını ilme vermek, muhakkak ki, mecazidir. Bu sebeple, bu tarifte hakikati
mecazdan ayırmak gerekir. "Aynada yüzün şeklinin meydana gelmesi gibi,
zihinde de malumun şekli meydana gelir " biçiminde söylenen söze gelince,
bu zayıf bir fikirdir, çünkü biz dağı ve denizi düşündüğümüzde zihinde bunlar
meydana gelirlerse, zihinde dağ ve deniz var demektir ki bu da, imkansızdır.
Eğer, zihinde onlar meydana gelmez de, zihinde bulunan sadece onların şekilleri
olursa, bu durumda malum olan o suret olur. Zihinde meydana gelen suret, o
şeyin kendisi değil sureti olunca, onun bilinmemiş olması gerekir. Eğer suret
meydana geldi ve onun yeri de zihindedir, denilirse bu durumda dağın ve denizin
zihinde bulunduğu sözüne döneriz.
b- Felsefecilerin,
"o, maluma mutabıktır" sözü ise, devri (devr-i fasid)'i gerektirir.
c- Onlarca,
bilinen şeyler bazan hariçte var olur, bazen de hariçte bulunmaz; ki, onlar bu
şeyleri itibari durumlar, zihni suretler ve ikinci dereceden akli şeyler diye
isimlendirirler. Tarifte zikredilen mutabakat, bu kısım şeylerde makul değildir.
d- Biz bazen
yok olanı düşünebiliyoruz. Ama, bu akli tasavvur, yok olan şeye mutabıktır,
denilemez. Çünkü mutabakat uyuşan iki şeyin bulunmasını gerektirir. Ma'dum ise,
sırf yokluktur. Bu nedenle burada bir uygunluğun meydana gelmesi imkansız olur.
Keza Gazzali,
felsefecilerin, ilmin tarifi hususundaki sözlerini izaha çalışarak şöyle
demiştir: Kalb gözümüzle idrakimizi, zahiri gözümüzle mukayese etmek suretiyle
anlarız. Zahiri gözümüzün manası görülen şeyin suretinin görme kuvvetinde şekil
almasından ibarettir; nitekim, aynada suretin şekillendiğini de, bu şekilde
anlamaktayız. Nitekim göz, görülen şeylerin şeklini alır, yani o gözde görülen
şeylerin aynısı olmayan, ama onlara mutabık olan şekiller belirir. Çünkü,
meselâ ateşin kendisi gözde beliremez; aksine, ateşin suretine mutabık bir
şekil belirir... Bunun gibi akıl da, üzerinde makûlatın şekillerinin belirdiği
bir ayna gibidir. Makulat ile, onların hakikat ve mahiyetlerini kastediyorum.
Aynanın yapısında üç
unsur bulunmaktadır: Demir unsuru, parlaklık ve onda şekillerin belirmesi..
İnsanoğlunun cevheri demir, aklı parlaklık, malumatı da suretler gibidir.
Gazzali'nin bu sözü gerçekten sakıttır, çünkü O'nun: "Zahiri gözün manası,
görülen şekillerin görme kuvvetinde belirmesidir " görüşü, bir kaç bakımdan
batıldır.
a- Çünkü o,
görmenin tarifinde görenle görüleni zikretmiştir ki, bu bir devirdir (devr-i
fasittir).
b- Şayet
görme, bu şekil almanın bizzat kendisi olsaydı, o zaman biz ancak gözün
alabileceği kadar görürdük. Çünkü büyük bir şeyin küçük birşey içinde şekil
alması mümkün değildir. Şayet şekillenen küçük suretler, hariçteki büyük
şeylerin görülebilmesi için şarttır, denilirse biz deriz ki, şart meşruttan
başkadır. O halde görmek, şekil alan bu suretlerden başkadır.
c- Biz görülen
şeyi, olduğu yerde görüyoruz; şayet görülen şey beliren şekil olsaydı, biz onu
bulunduğu yerde ve mekanda göremezdik.
Gazzali'nin,
"akıl da böyledir; çünkü onda da, makufatın suretleri belirir" sözüne
gelince, bu da zayıftır. Çünkü, akılda hararetten ötürü şekillenen suret,
mahiyet itibariyle ya müsavidir veya değildir... Eğer birincisi olursa, o zaman
aklın, harareti düşündüğü zaman hararetli olması lazım. Çünkü hararetli olmak,
ancak hararetle vasıflandığında anlamlı olur. İkincisi olursa, o zaman mahiyet,
mahiyeti bakımından hararete ters olan bir şeyin zihinde meydana gelmesinden
ibarettir. Bu ise,Gazzali'nin görüşünü geçersiz kılar.
Suretlerin aynada
şekil alması hususuna gelince, muhakkik felsefeciler, görülen şeyin suretinin
aynada şekillenmediğinde ittifak etmişlerdir. Böylece onların görüşleri
hususunda Gazzali'nin zikretmiş olduğu şeyin onların görüşüne uymadığı ve
asıllarıyla bağdaşmadığı ortaya çıkmış olur.
Alimlerin ilim
hususunda yaptıkları tariflerin batıl olduğu ortaya çıkınca, bil ki tarif
edememek, bazen elde edilmek istenen şeyin çok gizli ve kapalı olmasından,
bazen de o şeyin çok açık olup, kendisini tarif için daha iyi belirgin ve açık
bir şey bulunamamasından ileri getir. İlmi tarif etmekten aciz kalmak, bu
ikinci husustan ileri gelmiştir. Gerçekten ilmin mahiyyeti çok açık ve çok net
bir şekilde tasavvur edilmiştir. Bu sebeple onu tarif etmek için, bir
tanımlayıcıya ihtiyaç yoktur. Bunun delili ise şudur: Herkes zaruri olarak,
kendisinin varlığını, göklerde olmadığını, denizlerin karanlıklarında da
bulunmadığını bilir. Onun bunları bilmesine dair hasıl olan zaruri ilmi, onun
zatının bu ilimlerle muttasıf olduğuna dair bir ilimdir. Bir şeyin birşeye
nisbet edildiğini bilen kimse, şüphesiz her iki tarafı da biliyor demektir. Bu
mensubiyyetle ilgili zaruri ilim hasıl olunca, ilmin mahiyyetiyle ilgili zaruri
ilim de meydana gelir. Bu böyle olunca, ilmi tarif etmek imkansız olur. Burada
şimdilik du kadar yeter; diğer tedkikat ise akli meselelerle ilgili diğer
kitablarda zikredilmiştir. Altah en iyi bilendir.
[107]
İlmin muradifi olduğu
sanılan lafızlardan bahsetme hakkındadır.
Bu lafızlar, otuz
tanedir:
1) İdrâk: bu, karşılaşma ve ulaşma (vusul)
demektir. Meselâ, (çocuk kemale erdi, ulaştı; meyve olgunlaştı) denilir.
Nitekim Cenab-ı Hak, "Hz.Musa'nm yanındakiler,
"muhakkak ki
erişilip yakalandık! dediler" (Şuara,61) buyurmuştur. Akleden kuvvet
akledilen şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyin mahiyetini elde ettiğinde, bu, bu
cihetten bir idrak olmuş olur.
2) Şuur:
İsbata kalkışmaksızın, idraktir. Bu, malûmun, akleden kuvvete ulaşma
mertebelerinin ilkidir. Bu, sallantıda olan bir idraktir. İşte bu sebeple
Cenab-ı Allah hakkında,
O şunu biliyor denildiği gibi, o
şunun şuurundadır. hissediyor denilemez.
3) Tasavvur:
Akli kuvvet manaya vukuf hasıl edip onu tamamiyle idrak ettiğinde, işte bu
tasavvur olur. Bil ki tasavvur, suret lafzından alınma bir lafızdır. Suret
lafzı da her nerede kullanılmışsa, şekil alan cisimlerde meydana gelen cismani
dururrîar için vaz olunmuşdur. Ancak İnsanlar, şekil ve durumların cismani
şeylere hulul ettikleri gibi, malumatın hakikatlerinin de akli kuvvette bir hal
olduğunu tahayyül ettiklerinde, bu manada olmak üzere tasavvuru da ilme itlak
etmişlerdir.
4) Hıfz: Akılda
şekil meydana gelip, bu suret güç kuvvet bulup hatta bu suret yok olmaya yüz
tuttuğunda akli kuvvet onu geri döndürmeye ve geri getirmeye muktedir olacak
bir duruma geçince, bu durum "hıfz" diye adlandırılır. Hıfz,
zayıflıktan sonra kuvvetlenmeyi hissettirdiği için, şüphesiz Allah'ın ilmi
"hıfz" olarak adlandırılamaz. Bir de, zevali caiz olan şeyler hıfza
muhtaç olduğu için, yine Allah'ın ilmi "hıfz" olarakjadlandınlamaz
Allah'ın ilminde böyle bir şeyin olması mümkün olmayınca, O'nun ilmine
"hıfz" denilemez.
5) Hatırlamak:
Zabtolunan suretler akıl kuvvetinden kaybolup, aklî kuvvet de bunu geri
getirmeye çalışınca, işte bu iş "hatırlama" olarak isimlendirilir.
Bil ki hatırlamanın, Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceği bir sırrı vardır. O
da şudur: Hatırlama, bu silinip zail olan şekillerin geri döndürülmek
istenmesinden ibarettir. Bu suret, eğer hissediyorsa o hazır ve var demektir.
Hazır ve var olanın ise, yeniden elde edilmesi imkans;zdır. Bu sebeble onun
geriye döndürülmesin! istemek imkansız olur. Eğer bu suretler sezilemiyorsa,
zihin ondan habersiz ve gafil demektir. Zihin ondan gafil olunca da, onun
geriye dönmesini istemesi imkansız olur. Çünkü tasavvur olunamıyan şeyi
istemek, imkansızdır. Bu her iki duruma göre de, "geri döndürme
arzusu" diye açıklanan hatırlama işi imkansız olur. Şu da var ki biz,
kendimizin bazen onu talep ettiğini ve bazen onu geriye döndürmeye uğraştığını
görüyoruz. Bu sırlara insan daldıkça ve onları düşündükçe, insanlar nazarında
en açık seçik şeylerden olmasına rağmen, onların o sırların künhünü
bilemediğini anlar. Akıllara ve zihinlere en fazla kapalı ve çözülmesi en zor
olan işleri sen bir düşün...
6) Zikr: İnsan, zail olan şekilleri geriye döndürmeye
çalışır, onlar da geriye dönüp, bu çabadan sonra meydana gelirlerse, işte bu
bulunmaya "zikr" denilir. Eğer idrakten önce, bir kaybolma (zeval)
söz konusu değilse, bu idrak bir zikr olarak isimlendirilemez. Bu sebepten
ötürü şair:
"Allah bitiyor
ki, ben onu hatırlamadım (zikr); nasıl hatırlayayım ki; çünkü hiç
unutmadım!." demiş, unutmanın meydana gelmesini, hatırlamanın şartı
kılmıştır. Mananın nefiste meydana gelmesinin sebebi olduğu için, söz de
zikr diye
isimlendirilir. Nitekim Cenab-ı Hak;
"Muhakkak ki
zikri biz indirdik, onun koruyucuları da ancak biziz" (Hicr, 9)
buyurmuştur.
Burada bir tefsir
inceliği vardır ki, o da şudur: Cenab-ı Hak;
"Beni
hatırlayınız, Ben de sizi hatırlayayım" (Bakara, 152)
buyurmuştur. Bu emir
kula, unutma meydana geldiği zaman mı teveccüh eder, yoksa unutma olmadığı
zaman mı? Eğer birincisi olursa, bu durumda kul unutma halinde, verilen emirden
habersizdir; unutma halinde ona nasıl teklif teveccüh edebilir? Eğer ikincisi
olursa, o kul Allah'ı zaten hatırlıyor demektir ve zikr bulunmaktadır. Var
olanı yeniden meydana getirmekse, muhaldir. O halde Cenab-ı Hak, bunu ona nasıl
teklif etmiştir? Ayni şeyleC
"Bil ki Allah'dan
başka hiçbir ilah
yoWur"(Muhammed,19)
ayeti için de söz konusudur. Ancak Allah'ın sözünün cevabı, bu ayette
emredilenin tevhidi bilmek olduğudur. Bu ise, tasdikat nevindendir; dolayısıyla
ondaki bu müşkillik fazla güçlü değildir.
Zikre gelince, bu
tasavvurat nevindendir; buradaki müşkil çok güçlüdür. Buna mutlak olarak,
vereceğimiz cevap şudur:
Biz kendimizde
hatırlamanın mümkün olduğunu görüyoruz. Bu mümkün olunca, senin söylediğin şey
zarûriyyatta (yani kafi hususlarda) şüphe uyandırmaktan ibarettir. Binaenaleyh
cevap vermeye müstehak olamaz. O zaman da şöyle denilebilir: Nasıl
hatırlanıyor? Biz deriz ki: Nasıl hatırlandığını bilemiyoruz. Fakat senin, bir
nebze olsun içtihadla meşgul olmanın kafi geleceğini, fakat bu keyfiyyeti
idrâkten aciz kalacağını bilebileceğine dair ilmin, bu tefekkürün seninle
ilgili olmadığı, fakat burada başka bir sırrın bulunduğunu anlaman hususunda,
sana kâfi gelecektir.
Bu sır da şudur: Tezekkür
ve anma, senin sıfatın olmakla beraber, sen onların mahiyyetini idrakten aciz
kalınca, sana münasebeti bakımından en uzak şey olan mezkurun (Allah'ın)
künhüne nasıl vakıf olabilirsin? Kul, kendisinin künhüne vasıl olmada aczini
anlayıp, son derece noksan olduğunu anlasın diye eşyanın en açığını en kapalı
kılan zat-ı Barî'yi noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim. Bu durumda kul
Allah'ın zahir ve batın olmasındaki sırların mikdannın başlangıçlarına dair az
bir şey mütalaa eder.
7) Marifet:
Bu lafzın yorumuna dair, çok çeşitli söz vardtr. Alimlerden bir kısmı,
"marifet, cüziyyatı; ilim ise, külliyatı idrak etmektir "
demişlerdir. Diğerleri ise, "marifet, tasavvur; ilimse tasdiktir"
demişlerdir. Bunlar irfanı, ilimden daha büyük bir derece kabul ederek şöyle demişlerdir: Hissedilen eşyanın
(mahsusatın) vacibu'l-vucud olan bir yaratıcıya istinad ettiğini tasdik etmemiz
zaruri olarak bilinen bir durumdur. Ama o yaratıcının hakikatini tasavvur
etmek, insan gücünün üstünde bir iştir.
Bir de, birşeyin varlığı
bilinmediği sürece onun mahiyeti araştırılamaz. Buna göre her arif alimdir, ama
her alim arif değildir. Bu sebebten ötürü de insan "arif" diye
isimlendirilemez. Ancak ilme dalar ve başlangıcından zirvesine, gayesine beşer
nisbetinde ulaşırsa, bu müstesna. Gerçekte de beşerden hiç kimse Allah'ı
hakkıyla tanıyamaz. Çünkü O'nun kim olduğunun künhüne, uluhiyetinin sırrına
muttali olmak imkansızdır. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Bir kimse
birşeyi idrak eder ve onun izini zihninde muhafaza eder, sonra o şeyi ikinci
kez idrak eder ve bunun daha önce idrak ettiği şey olduğunu anlarsa işte buna
marifet denir. Buna göre "Ben şu adamı tanıdım. O, falan vakitte kendisini
gördüğüm falancadır" denir. Sonra insanlar arasında ruhların kadim olduğunu
söyleyenler vardır. Yine kimileri, ruhların bedenlerden önce olduğunu, Adem
(a.s.) sulbünden çıkarılmış zerreler olduğunu, Cenab-ı Allah'ın uluhiyyet ve
Rububiyyetini ikrar ettiklerini, ne varki bedenî karanlık alakadan ötürü
Mevtasını unuttuklarını, bedenin zulmetinden ve cismin uçurumundan kurtulup da
kendilerine döndüklerinde Rablerini yeniden tanıyıp O'nu daha önce de tanımış
olduklarının farkına vardıklarını ve bu idrakin "irfan" olduğunu
söylemişlerdir.
8) "Fehm" (anlamak): Bu, muhatabın
sözünden birşeyi tasavvur etmektir.
"İfhâm" ise, lafızda bulunan mananın dinleyenin anlayışına
ulaşmasıdır.
9) "Fıkh": Muhatabın maksadını hitabından anlamaktır. Mesela "sözünü
anladım" yani "şu hitabından ne kastettiğine vakıf oldum"
denilir. Sonra Kureyş kâfirleri şüphe ve şehvet erbabı oldukları için, Hak
Teala'nın verdiği mükellefiyetlerde yüce menfaatlere vakıf olamayınca, Cenab-ı
Haki "Onlar neredeyse sözü anlamazlar "(nisa, 78)."Yani onlar
asıl maksada ve gayeye vakıf olamıyorlar " buyurmuştur.
10) "Akletmek": Bu, eşyanın güzel, çirkin, tam ve noksan olması
hususlarındaki sıfatlarını bilmektir. Çünkü sen herşeyin fayda ve zararını, her
ne zaman bilirsen; birşeyin faydalı oluşunu bilmen seni onu yapmaya, zararlı
oluşunu bilmen ise seni onu yapmamaya sevkeder. Böylece bu ilim bazan yapmaya,
bazan yapmamaya mania teşkil eder. Bu sebeble bu ilim adeta devenin yuları gibi
olur. İşte bundan dolayı bir salih kimseye "akıl" sorulduğunda
"O iki hayırlı şeyden daha hayırlı olanını ve iki şerli şeyden daha şerli
olanını bilmektir." dedi. Ona "Akıllı kimdir?" denildiğinde de,
"O, Allah'ın emrini ve nehyini tutan kimsedir " dedi. Bu kadar
malumat burada kifayet eder. Bu hususta daha geniş izah inşaallah başka bir
yerde gelecektir.
11) "Dirayet": Bu, bir çeşit
çareden meydana gelen bir biigidir. Bu çare de, bazı mukaddimeler ortaya atmak
ve tefekkür etmektir. Dirayet lafzının aslı (Avı hile ile yakaladım)
ifadesindendir. Kendisine atış yapılan hedef tahtası için "deriyye"
ismi verilmesi,saç taramak için kullanılan alete "Midrâ" ismi verilmesi,
bu köktendir. Cenab-ı Allah hakkında, tefekkür edip çare arama manası
düşünülemiyeceği için, bu kelimeyi O'nun hakkında kullanmak doğru olmaz.
12) "Hikmet": Bu, bütün güzel ilimlere ve salih amellere verilen
isimdir. Nazari bir bilgi ile elde edilen hikmetten ameli (pratik) bir bilgi
ile elde edilen hikmet daha hususidir. "Hikmet" kelimesinin amel
hakkında kullanılışı, ilim hakkında kullanılışından daha fazladır. Bir işi
birisi güzel yaptığında ve onun güzel olduğuna hükmettiğinde "işi iyice
muhkem yaptı " denilir. Allah'ın hikmeti, O'nun, o anda veya gelecekte
kullarının faydasına olacak şeyi yaratması manasınadır. Kulun hikmeti de bu
manadadır. Hikmet çok değişik ifadelerle tarif edilerek şunlar denilmiştir:
"Eşyanın (herşeyin) hakikatini
bilmektir." Bu ifade, cüziyyatı idrak etmenin mükemmellik
olmadığına işarettir. Çünkü cüziyyatı idrak, değişebilen bir idraktir. Bir
şeyin mahiyetini, hakikatini idrak etmek ise değişmeden ve değişikliğe
uğramaktan uzaktır ve devamlıdır. Hikmet, neticesi iyi olan bir işi yapmaktır.
Yine hikmet, idare etmede insanın beşeri gücü nisbetinde yaratıcıya uymasıdır.
Bu, onun
ilmini cehaletten,
işini zulümden, cömertliğini cimrilikten, aklını da akılsızlıktan temizlemeye
çalışması ile olur.
13) "İlme'l-Yakin", "Ayne'l-Yakin"
ve "Hakka'l-Yakin":
Âlimler, "Yakın, birşeyin öyle olduğuna ve onun inandığının aksine
olmasının imkansızlığına inanmastyla meydana gelir. Ancak bu itikadının, ya
fıtrî bedahet veya aklî muhakeme gibi bir mucip bulunmalıdır."
14) Zihin: Bu,
meydanda olmayan ilimleri kesbetme hususunda, nefsin sahip olduğu güçtür. Bu
hususta söylenebilecek hakikat şudur: Allah'ın
"Allah, sizler
hiçbir şey bilmiyorken, sizi analarınızın karnından çıkardı "(Nam. 78)
buyurduğu gibi, ruhları eşyayı incelemek ve onu bilmekten uzak olarak
yaratmıştır. Ancak Cenab-ı Hak, ruhları "Ben cinleri
ve insanları, ancak
bana ibadet etsinler
diye yarattım "(Zariyat, 56) buyurduğu gibi, kendisine itaat
etmeleri için yaratmıştır. Taat, ilimle kayıtlanmıştır. Bir başka yerde de
Cenab-ı Hak,
"Beni anmak için
namaz kıl. (Taha. 14) buyurmuş
ve ilimden ötürü
kendisine taatı emrettiğini açıklamıştır. İlim, her halükârda bulunması gereken
bir şeydir. Bu sebeple nefsin bu bilgileri ve ilimleri elde etmesinin mümkün
olması lazımdır. İşte bundan ötürü, Cenab-ı Hak insana, bu maksadını
gerçekleştirmesine yardımcı olacak duyu organlarını vererek
duyma hususunda "Biz ona iki yolu da
gösterdik"(Beled, 10); görme hususunda, "Biz onlara
afakda ve nefislerinde, onlara delillerimizi
göstereceğiz"(Fussilet.53)
say, tefekkür hakkında "Kendi nefisleriniz hakkında iyiden iyiye düşünmez
misiniz?"(Zariyat. 21) buyurmuştur. Bu kuvvetler birbirleriyle uyumlu bir
şekilde kulda bulunduklarında, cahil olan ruh alim haline! gelir ki, bu da
Cenab-ı Hakk'ın
"Rahman, öğretti
Kur 'an "(Rahman, .-gayetinin ifade
ettiğidir. Netice
olarak diyebiliriz ki, bu bilgileri elde etmek için nefsin yararlandığı
yetenek, işte zihindir.
15) Fikir:
Fikir, ruhun hazır olan tasdikattan, hazır hale getirilmeye çalışılan tasdikata
geçişidir. Bazı muhakkikler ise, fikir, Allah'ın katından ilimlerin inmesini
bekleme konusunda Allah'a yakarış
yerine geçer, demişlerdir.
16) Hads (Sezgi): Şüphesiz fikrin ameli, ancak, meçhul olan şeyin malum hale gelmesi için,
meçhulün iki tarafın arasına giren bir şeyin bulunmasıyla tamamlanır. Çünkü
nefis cahil olması durumunda, sanki
bir zulmet içerisindedir. Onu
yönetecek bir yöneticinin
ve yönlendirecek bir yönlendiricinin bulunması gerekir. Bu
ise, meçhulün iki tarafı arasına giren vasıtadır. Meçhulün, bu her iki tarafa
da hususi bir nisbeti bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikisine nisbetinden iki
mukaddime meydana gelir. Bu sebeple her meçhulü bilmek, ancak bilinen iki
mukaddime vasıtasıyla olur. Bu iki mukaddimenin ikisi de adeta iki şahid
gibidir. Nasıl ki, şeriatta iki şahidin
bulunması gereklidir,
akılda da iki şahidin bulunması zarureti böyledir. Bu iki mukaddime, neticeyi
verirler. İşte, bu "mutavassıt" elde edebilmesi için nefsin
faydalandığı yetenek, "hads" tir.
17) Zeka: Hadsin
(sezgi) çok güçlü olması ve en mükemmele varmış halidir. Bu böyledir, çünkü
zeka bir iş ve onun hakkında doğruyu çok çabuk ve kesin olarak belirleme
konusunda aydınlatıcı bir yoldur. Kelimenin aslı, ateş alevlendi' "Rüzgâr
şiddetlendi ve yayıldı" ve keskin bir bıçakla boğazlanmış koyun için
söylenilen sısu. iu. kullanışlarından gelmektedir.
18) Fıtnat: Tariz kasdiyle kapalı bırakılan
ifadelerdeki mananın yakalanmasıdır.
Bu sebeple daha
ziyade semboller ve bilmeceleri çözümleme hususunda kullanılır.
19) Hatır:
Nefsin bir şeyin delilini ortaya çıkarmak için harekete
geçmesidir.Gerçekteyse.bu hareket,bilinen bir şeyin kalbte meydana gelip ruhta
bulunmasıdır. Bu sebeple, "Bu
hatırıma geldi" denilir. Ancak nefis, bu hatıra gelen mananın mahallini
teşkil ettiği için, hatır kelimesi "hâil" (bir yerde bulunan, oraya
hulul eden) olanın "mahalle" isim verilmesi kabilinden kabul
edilmiştir.
20) Vehm:
Bu, başkası kendisine tercih edilmiş, yani mercûh itikaddır. Bazen şöyle de denilir:
Vehm, hissi olmayan cüzi işleri, cismani ve cüzi olan şahıslara vermekten,
hükmetmekten ibarettir. Kuzunun,
annesinin dostluğuna, kendisine eziyyet edenin de düşmanlığına
hükmetmesi gibi.
21) Zann:
Raciholan (ağır basan)itikaddır. İtikadın kuvvet ve zayıflığı kabul etmesi bir
düzen içinde olmayınca, zannın dereceleri de mazbut değildir. İşte bu sebepten
dolayı zann kalben itikad edilen şeyin taraflarından birini, diğerinin de caiz
görülmesiyle birlikte, diğerine tercih etmekten ibarettir. Sonra, zann kuvvet
itibariyle sınırlı olunca, bazan ona ilim adı da verilebilir. Yine hiç şüphesiz
ilme de zann ismi verilebilir. Nitekim bazı müfessirler Cenab-ı Hakk'ın
'Rablerine kavuşacaklarını bilenler"(Bakara, 46) ayetini tefsir ederken,
şöyle demişlerdir. Burada "zann" arzı, iki sebepten dolayı ilme itlak
edilmiştir.
a- İnsanların,
çoğunun, ahiretteki bilmelerine nisbetle, dünyadaki bilmelerinin, ilmin yanında
zann durumunda olduğuna dikkat çekme.
b- Dünya da
gerçek ilim, nerdeyse ancak,Allah'a ve
Resulüne iman edip, sonra da şüphe etmeyenler yok
mu.."(Hucurat, 15) ayetinde bahsi geçen nebiler ve sıddîk kullara
münhasırdır Bil ki zan, eğer güçlü bir emareden ileri gelmişse, bu kabul edilir
ve övülür. Bu ilmin çoğu hallerinin dayanağı da, zann-ı (galibtir. Eğer zayıf
bir emareden meydana gelmişse, bu, Cenab-ı Hakk'ıru
ki zan, gerçek
karşısında birşey ifade etmez"(Hecm. 28) ve "Muhakkak ki zannıh bir kısmı günahtır
"(Hucurât, 12) buyurduğu gibi kınanır.
22) Hayâl: Hissolunan
şeyin kaybolup gitmesinden sonra, ondan geriye kalan şekilden ibarettir.
Sevgilinin cemalinden, hayal olarak, uykumuzda görünen görüntü... de bu manayla
alakalıdır. Hayal, bazan uykuda, bazan da uyanıkken meydana gelen şekillere
denir. "Tayf" (hayal) ise, ancak uyku halinde görülen hayeller için
kullanılır.
23) Bedahet:
Nefiste, düşünme vasıtasıyla değil de, doğrudan meydana gelen bilgidir. Mesela,
birin ikinin yarısı olduğunu bilmen gibi..
24) Evveliyyât: Bu,
bedihi olanların bizzat aynısıdır.
Bu şekilde isimlendirilmelerinin
sebebi şudur: Zihnin
kaziyyenin mahmulünü mevduuna,
başka bir şeyin aracılığı olmadan, doğrudan katmasıdır. Başks bir şeyin
tavassutuyla olan şeye gelince, bu mutavassıt önce mahmuldür
25) Reviyye:
Uzunca bir tefekkürden sonra meydana gelen bilgidir. (düşündü ve tefekkür etti)
den alınmadır.)
26) Kiyaset:
Nefsin, daha faydalı olanı bulup çıkarabilmesidir. İşte bı sebepten dofayı Hz.
Peygamber, "Zek kimse, nefsini zelil edip, ölümden sonraki hayat için
çalışan kimsedir ' buyurmuş. Çünkü, insan için, ölümden sonra ulaşacağı
hayırdan daha üstür bir hayır yoktur.
27) Tecrübe (hıbre): Bu da, kendisine tecrübe yoluyla ulaşılan bilgidir
Nitekim şöyle dinilir: (Onu sınadım, denedim, tecrübe ettim). Ebu'd-Der dâ
(r.a.)'da şöyle demiştir. İnsanların, tecrübelerine dayanarak (iyi kimselerin
az olduğunu haber verdiklerini gördüm... Yine bunun, Arabların sözünden, yani
"sütü bol deve" deyişinden iştikak ettiği de söylenmiştir Buna göre
haber, bilgisi bol olan şey demektir. Yine bunun Arabların demelerinden alınmış
olması da mümkündür. Yani, sütünün bol olduğı söylenmiş olan deve...
28) Re'y: Kendisinden
matlubun meydana gelmesi
umular mukaddimelerin "hatır"[108]
tarafından ihata etmesidir. Bazan re'yden elde edilen hükümlere de re'y
denilir. Fikre nisbetle re'y, ustaya nisbetle aletin durumu gibidir. Bu
sebepten ötürü "Ham ve çiğ görüşten sakın!" denilmiştir. Yine,
"Fikri bırak, isabet edersin" denilmiştir.
29) Firaset;
Bu, görünen hak ile görülmeyen ahlaka istidlal etmek (yani dıştaki şekilden
içteki durumu çıkarmaktır).
Cenab-ı Hak, bu
yolun
doğruluğuna şu
ayetlerle dikkat çekmiştir:
"Bunda, Üraseti
olanlar için birçok ayet vardır"{Hicr, 75),
"Onları
yüzlerinden tanırsın" (Bakara, 273) ve "Onları sen, sözlerinin üslûbundan
tanırsın "(Muhammed, 30). Bu kelimenin iştikakı, Arablann "Vahşi
hayvan, koyunu parçaladı" sözlerinden alınmıştır. Buna göre firaset,
sanki bilgilerin söküp alınmasıdır. Bu da iki kısımdır.
a- Sebebi
bilinmeksizin, insanın hatırında meydana gelen nev', ki bu ilhamdan ya da
vahiyden bir çeşittir. Nitekim Hz.Peygamber şu sözüyle bunu kastetmiştir.
"Muhakkak ki, ümmetim içinde İlham ile konuşanlar vardır ki, Ömer de
bunlardandır.". Feraset, keza, kalbe üfleme diye de isimlendirilir.
Ferasetin ikinci kısmı
ise, öğrenme yoluyla elde edilendir ki, bu apaçık şekillerden batini olan
huylara istidlalde bulunmaktır. Ma'rifet ehli, Cenab-ı Hakk'ın "Babbinden açık bir delil üzerinde olan
ve ardınca Ondan bir şahid gelen..."(Hûd. 17) ayetindeki beyyinenin ferasetin
birinci kısmına dahil olduğunu; bununsa rûh cevherinin seçkinliğine işaret
olduğunu; şahidin ise, ikinci kısım feraset olduğunu, ki bunun da şekillerle iç
durumlara istidlalde bulunmak olduğunu söylemişlerdir.
[109]
Cenabl Hakkın:
"Ve Adem'e bütün isimleri Öğretti "{Bakan. 31), "Bizim, senin
bize Öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yokflir "(Bakara, 32)
"Rahman, öğretti Kur'an "(Rahman. 1-2) ayetleri, Cenab-ı Hakk'ın
muallim olarak isimlendirilmesin! gerektirmez. Çünkü bu lafızda, Allah'a itlak
edilmesi caiz olmayacak tarzda, karşılıklı öğrenme ve öğretme manası vardır. Bu
da, ta'limi ve telkini sanat haline getiren kimse, yani öğretmendir. Ders veren
kimseye de mutlak olarak muallim denilmez, hatta muallimlere bir vasiyyet
edilse, bu vasıyyete müderris dahil olmaz. İşte bunun gibi Alllah'a, ancak
kayıtlanarak "muallim" denilebilir. Bu karşılıklı öğrenme ve öğretme
olmasaydı, bu kelimenin Cenab-ı Hakk'a itlakı güzel olurdu. Bundan da öte,
ancak O'nun için kullanılması vacib olurdu. Çünkü muallim, başkasında ilmi
meydana getiren demektir ki, buna da Allah'dan başka kimsenin gücü yetmez.
[110]
"(Melekler) de:
Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok.
Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen hüküm ve hikmet sahibi şüphesiz ki sensin sen''
demişlerdi Allah Teala,: Ey Adem, onları adları ile kendilerine haber ver''
deyip de o da onlan isimleriyle söyleyfverince (şöyle) dedi: Size demedim mi ki
göklerin ve yeringaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi
gizlemişsenlz ben onların hepsini bilirim "(Bakara, 32-33). Meleklerin,
"Orada fesat çıkaracak kimseler mi yarafacaksm "(Bakara, 31) diyerek,
isyan ettiklerini ileri sürenler meleklerin bunu sormakta hata ettiklerini anlayınca,
"Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz
yok" diyerek, hatalarından dönüp tevbekâr olduklarını ve özür
dilediklerini söylemişlerdir.
Meleklerin günah
işleyebileceklerini kabul etmeyenler ise bu hususta iki görüş belirtmişlerdir:
a- Onlar bu
sözü, acizliklerini itiraf etmek ve sordukları şeyi bilmediklerini kabul etme
tarzında söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü melekler, "Biz ancak senin
bize öğrettiklerini biliriz. Bize öğretmediğin zaman biz nasıl
bilebiliriz?" demek istemişlerdir.
b)-
Melekler: "Orada yaratacak mısın?" demişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk,
onlara, bu durumu bildirince, sanki onlar bununla şöyle demek
istemişlerdir: Ey
Rabbimiz sen bize o insanların yeryüzünde, fesat çıkaracaklarını ve kan
dökeceklerini bildirmiştin.İşte bundan dolayı sana "O yeryüzünde orayı
ifsad edecek kimseleri mi yaratacaksın?" diyoruz. Bu isimlere gelince sen
bunların keyfiyetini bize bildirmedin. Biz nasıl bilebiliriz? Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[111]
Alimlerimiz Hak
Teala'nın; l buyruğunu bilgilerin Allah'ın mahluku olduğuna
delil
getirmişlerdir. Mu'tezile ise "Bu
ayetten maksad, "Cenab-ı Allah'ın öğretmesi ve deliller ikame etmesi
dışında bizim için bir bilgi yoktur" manasınadır demişlerdir. Buna şöyle
cevab veririz: Tesvid'in başkasında siyahlığı meydana getirmeden ibaret olması
gibi, ta'lim de başkasında ilmi meydana getirmeden ibarettir." Ta'lim,
eğer şartlar müsait olur, engeller ortadan kalkarsa, kendisine ilmin terettüb
ettiği şeyi ifade etmekten ibarettir. Bu sebepten ötürü de "Ben ona
öğrettim fakat o öğrenmedi" denilir. İlmin dayandığı şey ise delili ortaya
koymaktır. Allah Teala da işte bunu yapmıştır" denilemez. Çünkü biz
diyoruz ki ilmin meydana gelmesinde müessir olan, bizzat delilin kendisi değil
aksine delili değerlendirmektir. Onu değerlendirmek ise kulun fiilidir. Bu
nedenle ilmin meydana gelmesi Allah'ın öğretmesi ile olmaz. Bir de bu Cenâb-ı
Hakk'ın "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur"
ayeti ile tezad teşkil eder.
[112]
Müslümanlar, bu ayeti,
Allah'ın öğretmesi dışında, gaybı bilmeye imkan olmadığına ve gayba yıldızlar
ilmi (astroloji), kehanet
ve müneccimlik ile ulaşmanın mümkün olamayacağına delil
getirmişlerdir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Allah'ın -"Gaybın anahtarları
Allah'ın yanındadır. Onları ancak Allah bilir"(Enam, 59) ayeti ile, "O (Allah) bütün gaybı bilendir. Gaybına
kimseyi muttali kılmaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesna..
"(Cin. 26-27) âyetidir. Bir müneccim, Mutezile'ye şöyle diyebilir:
"Ta'limi, delil ikame etmek diye açıkladığına göre, bence, yıldızların
hareketleri bu alemdeki çeşitli durumları göstermek üzere Allah'ın yarattığı
birer delildirler. Ben bu hareketlerle, bu durumlara istidlal ettiğimde, bu da
Allah'ın talimi ile olmuş olur." Yine şöyle de denebilir: Melekler gaybı
bilmekten aciz olunca, bizler haydi haydi bilemeyiz.
[113]
"Alîm", ilim
hususunda tam bir mübalağa ifade eden sıfatlardandır. Tam bir mübalağa ise
ancak bütün bilinecek şeyleri
çepeçevre kuşatma esnasında
mümkün olur. Böyle olan ise sadece Cenab-ı Allah'dır. Bu sebeble mutlak alim
şüphesiz sadece O dur. "ifada ederek "Alîm ve hakim olan şüphesiz ki
sensin sen" buyurmuştur.
[114]
"Hakîm" iki
türlü kullanılır:
1) Âlim
manasına gelir, bunagörede Allah'ın
zatî sıfatlarından
olur. Bu manada, "Allah Teala ezelde hakîm idi" deriz.
2) Bu,
"Hiçkimsenin itiraz edemeyeceği bir şeyi yapmış olan" manasınadır.
Buna göre, hakim, Cenab-ı Allah'ın fiili sıfatlarından olur. Dolayısı ile, bu
manada biz, "o ezelde hakîm idi" diyemeyiz. Ayetteki hakîm'den bu
ikinci mananın murad edilmiş olması doğruya en yakın olandır. Aksi halde tekrar
yapılmış olur. Bu izaha göre melekler sanki şöyle demişlerdir: "Sen her
malumatı bilensin. Hz.Adem'e öğretmen de mümkündür ve sen bu işinde hakimsin,
isabetlisin." İbn Abbas'tan, meleklerin Allah'ı "Hakîm" diye
tavsif etmekten, Allah'ın Hz.Adem (a.s.)'i yerde halife kılması ile ilgili
hükmü kasdettikleri rivayet edilmiştir.
[115]
Cenab-ı hak, Hz.Adem
(a.s.)'e herşeyin ismini meleklere haber vermesini emredince, o da onlara bunu
haber verdi. Hz.Adem onlara eşyanın ismini haber verince, Allah Teala bu esnada
meleklere "Ben size dememiş miydim ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz
ben bilirim " buyurdu. Bu gaybdan maksad, Allah'ın Hz.Adem'in
yaratılışından önce de onun çeşitli hallerini bilmesidir. Bu da Hak Teala'nın,
eşya meydana gelmeden önce eşyayı bildiğine delalet eder. Yine bu, "Allah
eşyayı ancak meydana gelirken bilir" şeklindeki Hişam b.HaKem'in görüşünün
batıl olduğunu gösterir. Şayet "İman ilimdir '"denirse, buna göre
Cenab-ı Hakk'ın:"Onlar gayba iman ederler" ayeti kulun da gaytı
bildiğini gösterir. Öyleyse Cenab-ı Hak, burada nasıl "Göklerin ve yerin
gaybmı şüphesiz ben bilirim " demiştir. Allah Teala, bu ayette gaybı
bilmenin ancak kendisine has olup başkasının bundan uzak olduğunu bildirmiştir.
Bunun cevabı âyetinin tefsirinde
geçmişti.
[116]
Allah Teala'nın
"Neyi açıklar ve neyi gizlerseniz ben onların hepsini bilirim'' ayetine
gelince bununla ilgili birkaç husus vardır
a) Şa’bi nin
İbn Abbas ve İbn Mes’ud’(r.a.) dan rivayet ettiğine göreCenabı Hak ile
meleklerin: 'Orada fesat çıkaracak kimseler mt yaratacaksın" şeklindeki
sözlerini, "neyi gizlerseniz" ifadesi ile de İblis'in kendi kendine
kibri ve Hz.Adem'e secde etmemeyi telkin edişini kastetmiştir.
b) Allah
buyruğu ile "gayb olan şeyleri, zahiren faydasız gibi görünen gizli esrarı
bilirim. Ancak gizli sırları bildiğim için onların yaratılmasında fayda
olduğunu da bilirim" demiştir.
c- Hak
Teala, Hz.Adem (a.s.)'i yaratınca melekler onu acaib bir yaratık olarak görüp,
"Allah ne dilerse dilesin; Rabbimiz kendi katında bizden daha kıymetli
mahluk yaratmayacaktır" demişlerdir. İşte meleklerin içlerinden
geçirdikleri (gizledikleri) şey budur. Bu sözü kendi aralarında birbirlerine
gizlice söyleyip, birbirlerine açtıkları halde, başkalarından saklamış olmaları
mümkündür. Böylece tek bir fiil ile hem açıklama hem gizleme işi yapılmış olur.
d- Bu
feylesofların görüşüdür: Onlara göre beş durum vardır: Çünkü bir şey ya sırf
hayır, ya sırf şer veya karışık olur. Karışık olunca da ya İki taraf denk olur,
ya hayır galib olur, yahut da şer tarafı galib olur. Hikmet, sırf hayrın
yaratılmasını gerektirir. Hayır tarafı galib gelen şeyin yaratılması da hikmet
gereğidir. Çünkü az bir serden ötürü çok hayrı bırakmak çok şer olur. Buna göre
melekler "fesat çıkarma ve kan dökme"den bahsetmişlerdir ki bu
insanoğlundan sadır olacak bütün hayırlara nisbetle az bir şer olarak kalır.
Buna göre Cenab-ı
Allah'ın âyetinin manası "Ben, onların (insanların) hayırlarının
şerlerinden çok olacağını bilirim" demektir. Bu sebeble Allah Teala'nın
hikmeti insanın yaratılmasını gerektirmiştir.
[117]
Bu ayette çok büyük
bir korku ve çok büyük bir sevinç
vesilesi vardır. Korku
şudur: Cenab-ı Hakk'a kalblerin
hiçbir hali gizil değildir. Bu sebebiken, insanlar muttali olur diye günahı
terketme huyunda olmaması gerekir.
1) Adiyy
b.Hatim, Hz.Peygamber (s.a.s.j'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kıyamet günü
bazı insanlar getirilir ve cennete götürülmeleri emrolunur. Onlar cennete
yaklaşırlar, cennetin kokularını almaya, köşkleri ve Allah'ın cennetlikler için
hazırladığı nimetleri görmeye başladıklarında. Onlar için şöyle nida edilir:
"Onları oradan geri çevirin. Onların cennetten nasibleri yoktur." Bunun
üzerine onlar cennetten, hiçkimsenin benzeri bir şekilde dönmediği bir
pişmanlıkla oradan dönerler ve şöyle derler: "Ya Habbil dostların için
cennette hazırladığın şeyleri ve mükafaatlan bize göstermeden bizi cehenneme
soksaydm, bu bize daha kolay olurdu." Bunun üzerine onlara, "Siz
bana, yalnız kaldığınızda büyük cürümlerle mukabele ediyordunuz; insanlarla
karşılaştığınızda, onları sevgiyle karşılıyor ve kalblerinizde gizlediğinizin
aksine, insanlara gösteriş olsun diye tevazu göstererek, insanlardan korkuyor,
ama benden korkmuyordunuz; onları tebcil ediyor, ama beni tebcil etmiyordunuz;
onlar için günahları bırakıyor, benden ötürü bırakmıyordunuz; halbuki
nazarınızda sizi gözetleyenlerin en ehemmiyetsizi ben idim. Bugün, ben size
haram kıldığım nimetlerin çetin azabını böylece tattırmayı istedim."
2) Süleyman
b.Ali, Humeyd et-Tavil'e "Bana nasihat et" demişti. O da "Eğer
sen, O'nun seni gördüğünü bile bile, tek başına olduğun zaman Allah'a isyan
edersen, büyük bir işe cüret etmiş olursun. Eğer O'nun seni görmediğini sanarak
tek başına kaldığında isyan eder, (günah işlersen) Altah'ı inkar etmiş
olursun" dedi.
3) Hâtem
el-Esam şöyle demiştir: "Kendini üç şeyden temiz tut.Bir şeyi azalarınla
yaptığında Allah'ın sana baktığını hatırla, birşey söylediğinde Allah'ın seni dinlediğini
hatırla ve zahiren birşey yapmadığın halde kalbimden birşeyler geçirdiğinde
Allah'ın onları bildiğini hatırla. Çünkü O; Şüphesİz ben sizlerle beraberim,
işitir ve görürüm (Taha. 46) buyurmuştur.
4) Hiç kimse
Allah'ın hikmetinin sırlarına muttal' olama-. Meleklerin aklı insanın fesad
çıkarıp kan dökeceğine takıldı da, insanı hakir görmeye başladılar. Yine
onların aklı, iblisin taatine takıldı da onu gözlerinde büyüttüler. Ama
gaybları bilen Cenab-ı Hak, insanların, fesat çıkarsalar ve kan dökseler de,
bunun peşisıra "Ey Habbimiz biz kendimize zulmettik" (Araf, 23)
diyeceklerini; iblisin ise, her nekadar o anda itaatta bulunuyor ise de
daha sonra: "Ben, o Âdem'den daha
hayırlıyım"(A'raf, 12) diyeceğini biliyordu. Akla ve akıllıya yakışan,
sadece gördüklerine güvenmemesi ve devamlı bir korku, bir endişe içerisinde
olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: ifadesinin manası şudur: "Ben zahiri
ve batını, olanı ve olacağı bilirim. Sizin şimdi İtaatkar olarak gördüğünüz
varlığın, ileride kâfir olacağını ve benim huzurumdan uzak kalacağını; şimdi
fasık ve benden uzak olarak gördüğünüz insanın gelecekte hizmetime yakın
olanlardan olacağını ben bilirim." Buna göre mahlukatın cehalet
perdelerinden tamamen sıyrılması, acziyyet örtülerini yırtması kolay değildir. Çünkü
onlar, Cenab-ı Hakk'ın ilminden hiçbirşeyi ihata edemezler. Sonra Hak Teala
insanın kulluğunun tamlığını, gökte oturanları içinde ibadetçe en ileri olan
İblisin küfrünün tamlığını ortaya koymak, böylece de hiç kimsenin ibadeti ne
mağrur olmamasını ve eşyayı bilmeyi Yaratıcı1 nın hikmetine bırakmalarını, ne
kalb ile ne dit ile O'nun yaptıktan ve yarattıklarına itirazda bulunmamaları
için, gaybı ancak kendisinin bildiğini, meleklerin bunu bilmekten aciz
olduklarını kesin bir ifade ile beyan etmiştir.
[118]
"Hani meleklere
"Adem'e (yani onun şahsında Ailah'a)secde edin" buyurduk da iblisten
başka bütün melekler secde ettiler. O ise dayatıp kibirlendi (Zaten) O kâfirlerden "(Bakara, 34). Bu,
bütün şamil olan nimetlerin dördüncüsüdür. Bu da şudur: Cenab-ı Hak, babamız
Adem'i meleklerin secdegâhı kılmıştır. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hak, ilkönce
Hz.Adem'in hilafete tahsis edildiğini, peşinden ona çok ilim verildiğini, daha
sonra da ? derecesine meleklerin yetişemediği bir ilim mertebesine ulaşmış
olduğundan bahsetmiştir. Şu anda ise, Adem'in meleklerin secdegâhı olduğundan
söz etmiştir. Burada birkaç mesele bulunmaktadır:
[119]
Cenâb-ı Hakk'ın
secdeyi emretmesi; Ben topraktan bir beşer yaratacağım; onu tamamlayıp, içine
ruhumdan üfürdüğüm zaman, onun için derhal secdeye kapanacaksınız''(Sâd, 70-71)
ayetinin deliliyle, Hz.Adem'in yaratılışının tesviyesinden önce meydana
gelmişti.
Bu ayetin zahiri,
Hz.Adem diri iken meleklerin secdegâhı olouğunu gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın
\y& sözündeki "fâ" harfi, takibiyyet ifade eder. Bu takdire göre,
isimleri öğretme ve bu hususta meleklerle yapılan münazara, Hz.Adem'in
meleklerin secdegah olmasından sonra meydana gelmiştir.
[120]
Bütün müslümanlar, bu
secdenin ibadet olmadığında ittifak etmişlerdir. Çünkü başkasına
ibadet secdesi
küfürdür. Küfür de emredilmez. Sonra müslümanlar, üç görüş üzere, ihtilafa
düştüler.
[121]
1) Bu secde
Allah için olmuştur. Hz.Adem ise, sanki bir kıble olmuştur. Alimlerden
bazıları, bu görüşü iki yönden tenkit ederler:
a)
"Kıble için namaz kıldım" denilmez, tam aksine "Kıbleye
(müteveccihen) namaz kıldım" denilir. Şayet Hz.Adem, bu secdenin kıblesi
olmuş olsaydı, o zaman denilmesi gerekirdi. Emir böyle değil de 'jşeklinde
olunca, Hz.Adem'in kıble olmadığını anlamış oluruz.
b- İblis,
"Bene en şerefli kıldığın bu mahlûk kim oluyormuş bana söyle"(lsra,
62} demiştir.
Yani, Hz.Adem'in
kendisine secde edilmesi O'nun secde edenden daha yüksek mertebede olduğunu
gösterir. Eğer Hz.Adem kıble olsaydı, Hz.Muhammed'in Kabe'ye karşı namaz kılmış
olması ve Kabe'ye karşı namaz kılmış olmasının da Kabe'nin Hz.Muhammed'den
üstün olmasını gerektirmediği deliliyle, bu yüksek mertebe meydana gelmezdi.
Birinciye şu şekilde cevap veririz. denilmesi caiz olduğu gibi, denilmesi de
caizdir. Bunun delili Kur'an ve şiirdir. Kur'an'dan olan delili,
Cenab-ı Hakk'ın
Güneşin kaymasından...
namaz kıl'(İsra, 78)
ifadesidir. Namaz, güneşin kayması için değil de, Allah içindir. Bu caiz
olunca, namaz kıble için değil de Allah için olduğu halde, denilmesi niçin caiz
olması? Şiirden delile gelince, bu Hassan'ın şu beytidir: "Ben, işin
(hilafet)in Beni Haşim'den, onlardan da Hasan'ın babası (Hz.Ali)'nin elinden
gideceğini hiç düşünmemiş aklınia getirmemiştim. O, (Hz.Ali) sizin kıblenize
yönelerek namaz kılanların ilki ve insanların, Kur'an ve sünneti en iyi bileni
değil mi, (miydi)?"
Şairin sözü, bizim
maksadımıza bir delildir. İkinciye ise şu şekilde cevap veririz: İblis, Cenab-ı
Hakk'ın Hz.Adem'i kendisinden üstün tutmasından şikayet etmiştir. Biz bu üstün
tutmanın, sırf kendisine secde edilmiş olması sebebiyle olduğunu kabul
etmiyoruz. Belki de, bu üstünlük başka sebeplerden dolayı olmuştur. Birinci
görüş hakkında söylenenler bundan ibarettir.
[122]
2) Bu secde,
meleklerden O'na bir selam gibi Hz.Adem'i ta'zim ve tahiyye için olmak üzere,
Hz.Adem'e yapılmıştır. Müslümanların birbirlerine selam vermesi gibi, geçmiş
ümmetler de bunu yapıyorlardı. Katade, Cenab-ı Hakk'ın "Ve onun için
secdelere kapandılar"(Yusuf, ıoo) ayeti hakkında, o zaman insanların
birbirlerine selamı, secde etmek şeklindeydi" der.
Yine Suheyb'den
rivayet edildiğine göre, Muaz Yemen'den geldiği zaman, Hz.Peygamber'e secdeye
kapanmış, bunun üzerine Hz.Peygamber ona, bunun ne olduğunu sorunca, o şöyle
cevap vermiştir. "Yahudiler büyüklerine ve alimlerine secde ediyorlar.
Hristiyanların da papaz ye patriklerine secde ettiklerini gördüm. Onlara, bu
nedir dediğimde bana, bu peygamberlerin selamıdır, diye cevap' verdiler."
Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.) "Onlar peygamberlerine iftira
etmişler" buyurmuştur.
Süfyan es-Sevri,
Semmak b.Hani'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Caselik, Hz.Ali'nin huzuruna
girdi ve ona secde etmek istedi. Bunun üzerine Hz.Ali, "Bana secde etme,
Allah'a secde et" dedi. Hz.Peygamber (s.a,s) de
"Eğer bir kimseye
AUah'dan başkasına secde etmesini emretseydim, üzerinde hakkı çok olduğu için
kadına kocasına secde etmesini emrederdim" buyurmuştur.
[123]
3) Secde,
Arapça'da inkiyad ve boyun eğmek manasına gelir. Nitekim: Orada tepelerin
atların ayaklarına secde ettiğini görürsün" yani bu küçük dağların atın
ayaklarına boyun eğdiğini görürsün demiştir. Cenab-ı Hakk'ın:
"Ot ve ağaç Allah'a secde
ederler" {Rahman, 6) ayeti de bu manayadır.
Bil ki birinci görüş
zayıftır. Çünkü bu kıssadan maksad, Hz.Adem (a.s.)'in büyüklüğünün izahıdır.
Onu sırf kıble kılmak, onun şanının büyüklüğünü ifade etmez. Üçüncü görüş de
zayıftır.
Şüphesiz şeriat
örfünde secde, alnı yere koymadan ibarettir. Bu sebeble dilin özünde de böyle
olması gerekir. Çünkü aslolan, değişiklik olmamasıdır. Şayet "Secde
ibadettir, Allah'dan başkasına ibadet de caiz değildir" denilirse, deriz
ki: Biz secdenin ibadet olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur: Bazan bir
hareket,-ıstılah olan bir söz gibi- ona verilen mana itibarı ile anlam kazanır.
Bunu şu durum açıklar: Birimizin başkasına ayağa kalkması, sözle ifade edilen
saygıyı ifade eder. Bu ancak örf ile olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
bazı zamanlar insanın kapanıp alnını yere koyması, ibadet olmasa da, bir çeşit
saygıyı ifade eder. Bu böyle olunca, meleklerin, Hz.Adem'in üstünlüğünü ve
değerini ortaya koymak için Allah'a ubudiyette bulunmaları imkansız değildir.
[124]
Alimler iblisin
meleklerden olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir
kısım kelamcılar ve bilhassa Mu'tezile, onun meleklerden olmadığını, çoğu
fakihler ise iblisin onlardan olduğunu söylemişlerdir. Birinciler birçok
bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir.
1) O,
cinlerdendir. Bu sebeble meleklerden olamaz. Biz onun cinlerden olduğunu söylüyoruz,
çünkü Cenab-ı Hak Kehf suresinde; "İblis müstesna (o secde etmedi). O
zaten cinlerden idi" (Kehf, 50) buyurmuştur.
"İblis in
cinlerden olduğu sabit olunca meleklerden olmaması gerekir. Çünkü cin,
meleklerden farklı bir cinstir" diyenler vardır. Bu görüş zayıftır. Zira
"cin" lafzı örtünme, gizlenme manasına gelen "ietinan"
lafzından alınmıştır. Bu sebebten ötürü, ana rahmindeki yavru da gizli olduğu
için "cenin" diye adlandırılmıştır. Kalkana, koruyup gizleyici olduğu
için "cünne bahçeye ağaçlarla kaplı olduğu için "cenne";
deliliğe, aklı Örttüğü için "cünûn" denilmiştir. Bu sabit olduğuna
göre, melekler de gözlerden gizli olduğu için, dilin gereği olarak onlara
"cin" denilmiş olması gerekir. Bu kadar izahın, maksadı ortaya
koyamayacağı sabit olduğu için biz deriz ki Allah Teala'nın: "Hatırla o
günü ki (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: Bunlar
size mi tapıyorlardı?" diyecek. (Melekler de) "Seni (ortakdan) tenzih
ederiz. Bizim yârimiz onlar değil sensin. Doğrusu, onlar cinlcıe tapıyorlardı
" diyecekler"(Sebe,40-41) ayetinden dolayı iblisin cinlerden olduğu
belli olunca meleklerden olmaması gerekir. Bu ayet cin ile melek arasındaki
farkı açıkça göstermektedir.
Eğer "Biz,
iblisin cinlerden olduğunu kabul etmiyoruz, Cenab-ı Hakk'ın "O cinlerden
idi" ayetinden maksadın "O cennet ehlinden idi" şeklinde olması
niçin caiz olmasın? Nitekim İbn Mes'ud (r.a.)'dan " âyetini "O
cennetin bekçisi idi " şeklinde tefsir ettiği rivayet edilmiştir" denilirse,"
deriz ki: "Biz bunu kabul ederiz. Ancak Allah'ın âyetinden maksadın,
"cinlerden oldu " şeklinde olması niçin caiz olmasın. Nitekim âyeti
de "o kâfirlerden oldu" şeklinde tefsir edilmiştir. Yine senin
söylediğin şeylerin, iblisin cinlerden olduğuna delalet ettiğini kabul edelim.
Ama, "İblisin cinlerden oluşunun, meleklerden biri olmasına aykırı
olduğunu niçin söylüyorsun.p
Yine sizin ayetten
getirdiğiniz deliliniz, bir diğer ayetle çatışmaktadır.
O da: "Onlar
O'nunla (Allah ile) cinler arasında birneseb (soy) uydurdular"(Saffat,158)
ayetidir. Bu, böyledir. Çünkü Kureyşliler: "Melekler Allah'ın
kızlarıdır" dediler. Bu ay cin diye isimlendirileceğine delalet
etmektedir.
Buna cevâbımız şudur:
İfâdesinden maksadın, şeklinde olması mümkjin değildir.Çünkü Cenab-ı Hakk'ın
âyeti, iblisin cinni olduğu için Adem'e secde etmediğini ihsas eder. Cennetin
bekçisi olmasının, onun secdeyi terketmiş olmasının sebebi olması mümkün
değildir. Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın Önsözü de geçersiz kılar. Ayrıca deriz ki,
" ifâdesini mânasında anlamak, Öyetin zahirinin hilafınadır. Buna, ancak
zuraret halinde başvurulur. âyetine gelince, biz deriz ki, kâfirlerden bir
kısmı, meleklerle Allah arasında bir neseb kurdukları gibi, cinler için de
böyle bir yakınlık tesis etmişlerdir. Yine biz, meleğin, dilin gereği olarak,
cin diye adlandırılacağını açıklamıştık. Ne varki, cin lafzı, örfte melekten
başka olan bir varlık için kullanılmıştır. Nitekim lafzı, kelimenin aslı
itibariyle her hareket eden, kımıldayan canlıyı içine alır. O ancak ne varki bu
kelime örfte, hareket eden canlılardan bir kısmına tahsis edilmiştir. Bu ayet,
kelimenin aslına zikrettiğimiz ayet ise, hadis olan örfe hamledilir.
2) İblisin
zürriyeti vardır, meleklerinse zürriyeti yoktur. Biz İblisin zürriyeti olduğunu
söyledik; çünkü Cenab-ı Hak onun niteliği hakkında;
"Onu ve onun
zürriyetinl benden başka dostlar mı ediniyorsunuz?"(Kehf, 50) buyurmuştur. Bu ayet iblisin bir zürriyeti
olduğu hususunda sarih bir hüküm ifade eder.
Biz meleklerin
zürriyeti olmadığını söyledik, çünkü zürriyet, ancak erkek ve dişiden meydana
gelir. Melekler arasında ise, dişi yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak:"O müşrikler,
Rahman'm kullan olan melekleri kız addettiler. Onlar, meleklerin yaratılışına
şahid mi oldular? Onların şehadetleri yazılacaktır"(Zuhruf, 19) buyurmuş,
melekler hakkında dişilikle hükmedenleri yadırgamıştır. Dişilik ortadan
kalkınca, şüphesiz üreyip çoğalma ortadan kalkar; bu ortadan kalkınca da,
zürriyet olmamış olur.
3) Yukarda
izahı geçtiği üzere, melekler masumdurlar, iblis ise böyle değildir. Bu sebeble
meleklerden olmaması gerekir.
4) İblis,
ateşten yaratılmıştır. Meleklerse böyle değildir. Biz iblisin ateşten
yaratıldığını
söyledik, zira Cenab-ı Hak iblisten onun; "Beni ateşten yarattın
"(A'raf, 12) dediğini nakletmiştir.
Yine, o cinlerden idi,
çünkü Cenab-ı Hak, " buyurmuştur. Cinler de ateşten yaratılmıştır, çünkü
Cenab-ı Hak:
Cânnı da, daha önce
çok zehirleyici bir ateşten yarattık" (Hicr, 27).
"O, İnsanı
çömlekgibi kupkuru birbalçıktan yarattı. Cânnı da yalın bir ateşten
yarattı"(Rahman, 14-15) buyurmuştur. Melekler ise, ateşten değil, nurdan
yaratılmışlardır. Bir de Zühri'nin
Urve'den, Urve'nin Hz.Aişe'den, O'nun
da Hz.Peygamber'den rivayet ettiğine göre, Hz.Peygamber şöyle
buyurmuştur:
"Melekler nurdan
yaratıldı; "cbnn" ise dumansız bir yalımdan yaratılmıştır." Bir
diğer husus da, meleklerin ruhani varlıklar olduğu reddolunmayacak kadar meşhur
bir hakikattir.
"Meleklerin
rûhânî varlıklar olarak adlandırılması, onlar rüzgardan veya ruhtan yaratıldığı
içindir" denilmiştir.
5) Melekler
elçilerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Melekleri
elçiler kılan..." (Fatır, 1) buyurmuştur. Allah'ın elçileri ise
ma'sumdurlar. Çünkü Cenab-ı Hak;
"Allah,
risalettni koyduğu yeri en iyi bilendir "(Enam. 124) buyurmuştur. İblis
böyle olmadığı için, onun meleklerden olmaması gerekir.
[125]
İblisin meleklerden
olduğunu söyleyenler iki şeyle ihticacda bulunmuşlardır:
1) Cenab-ı
Hak iblisi meleklerden istisna etmiştir. İstisna ise, istisna olmasaydı hükme
dahil olacak olan ya da olması doğru olan şeyin dışarda bırakılmasını ifade
eder. Bu da, iblisin meleklerden olmasını gerektirir." İsitsnâ-i munkatı',
Arabça'da meşhurdur denilmez. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Hani İbrahim
babasına ve kavmine şöyle demişti: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım; beni
yaratan Aiah müstesna... "(Zuhruf, 26-27);
"Onlar orada ne
boş söz, ne de günaha sokucu bir şe*' işitmez. Yalnız, "selamr selam"
diye bir söz duyarlar"(vakıa, 25-26).
"Mallarınızı
aranızda batıl yollarla yemeyiniz.. Karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret
olması müstesna "(Nisa, 29) ve: "Bir mümin diğer bir mümini, hataen
olmadıkça, öldürmez"'(Nisa, 92) buyurmuştur.
Yine, iblis, binlerce,
melek arasında tek bir cinnt idi. Böylece Cenab-ı Hakk'ın ifadesinde, melekler
iblise tağlib edilerek zikredilmiştir. Sonra o, onlardan, bir kimsenin istisna
edilmesi gibi istisna edilmiştir.
Çünkü biz diyoruz ki,
bu iki vecihten her biri aslın hilafınadır; buna ancak zaruret esnasında
başvurulur.
İblisin meleklerden
olmadığı hususunda zikrettiğiniz deliller, ancak umumi şeylere dayanır. Eğer
biz onu meleklerden sayarsak, sizin umumi delillerinizin tahsis edilmesi
gerekir. Eğer onun meleklerden olmadığını söylersek, o zaman istisnayı
istisnay-ı munkatı'a hamletmemiz gerekir. Allah'ın kitabında umumi şeylerin
tahsis edilmesinin, istisnayı istisna munkatı'a hamletmekten daha fazla olduğu
bilinen bir geçektir. Buna göre, bizim görüşümüz daha evlâdır. İstisna:
"es-sünâ" "es-sarfu" lâfızlarından iştikak etmiştir. Sarfın
manası ise, ancak şu şekilde gerçekleşir: Şayet sarf (çevirme, men etme) olmasaydı,
o şey hükme dahil olurdu. Bir şey başkasının cinsine dahil olamaz. Bu sebeple
burada istisnanın manasının gerçekleşmesi imkansız olur.
"İblis, melekler
içinde tek bir cinnî varlık idi" sözüne gelince, biz deriz ki: "Çoğun
hükmünü aza vermek, ancak o az olan şey nazar-ı dikkate alınmayıp kendisine
iltifat edilmediği zaman olur. Ama o az şey, olayın en büyük kısmını oluşturur
da, olay da ancak o tek şey ile meydana gelirse, başkasının hükmünü ona vermek
caiz olmaz.
2) Onlar
şöyle demişlerdir: Şayet iblis meleklerden olmasaydı, Cenab-ı Hakk'ın Duyruğu o
iblisi içine almamış olurdu. Eğer onu içine almamış olsaydı, onun secde
etmemesinin bir diretme, büyüklenme ve günah olması imkansız olur, zemme ve
ikaba müstehak olmazdı. Bu durumlar mevcut olduğuna göre, hitabın onu da içine
aldığını anlamış oluruz. Bu hitap onu, o ancak meleklerden olduğu zaman içine
alır.
Yine şöyle de
denilemez:"O, her ne kadar meleklerden değil idiyse de, ancak o meleklerle
beraber yaratılmışın I arla çok uzun süre bulunmuş olduğu için, bu hitab onu da
kapsamıştır* Yine, şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "Her ne kadar
iblis, bu emre dahil olmasa dahi, Allah ona başka bir lafızla secde etmesini
emretmiştir. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın: "Sana emrettiğimde, secde etmekten
seni alıkoyan neydf '(A'raf, 12)ayetinin deliliyle, Kur'an'da hikaye naklettiği
şeydir.
Çünkü biz şöyle
diyoruz: Birincinin cevabı: Uzun süre bir arada bulunmak, sizin zikrettiğiniz
şeyi gerektirmez. Bu sebepten ötürü, biz usul-i fıkıhta, "İki sınıf
arasında şiddetli bir birlikte bulunma olmakla beraber, o erkeklere hitab
dişileri içine almaz; bunun aksi de böyledir" dedik. Yine, meleklerle
iblisin bir arada bulunmalarının şiddetli oluşu da böyledir. Bu lanetin sadece
İblise hasredilmiş olması imkansız olmayınca, bunun meleklere hasredilmesi
nasıl imkansız olur?
İkincinin cevabı
şudur: Hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu gösterir.
Cenab-ı Hak, "Diretti ve büyüklendi" ifadesini; ifadesinin peşinden
getirince (Bakara, 34) bu takib işi bu diretmenin ancak emre muhalefet
sebebiyle olduğunu, başka bir emre
muhalefet sebebiyle olmadığını hisseutm. İter iki taraf hakkında
söyleyeceklerim bundan ibarettir. Allah, işlerin hakikatlerini en iyi bilendir.
[126]
Bizim Ehl-i Sünnet âlimlerimizden bir cemaat
Allah'ın meleklere, Hz.Adem'e secde etmelerini emretmiş olmasını, Hz.Adem'in
meleklerden daha üstün
olduğuna delil
getirmişlerdir. Biz, bu meseleyi burada zikretmeyi uygun görerek, şöyle
diyoruz:
Ehl-i sünnet alimlerinin
çoğu "Peygamberler meleklerden üstündür" demişlerdir. Mu'tezile de,
tam aksine meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu söylemiştir ki, Şîa'nın
çoğunluğunun görüşü de budur. Bu görüş sünnî kelamcılardan Kadî Ebu Bekr
el-Baktllânî ile, bizim fakirlerimizden olan Ebu Abdillah el Halimi'nin de
tercihidir. Biz her iki tarafın sözlerinin özetini zikredeceğiz.
Meleklerin insanlardan
üstün olduğunu söyleyenlere gelince, onlar birçok şeyi delil getirmişlerdir:
1) Cenab-ı
Hakk'ın: unun nuzurunaatii vanıtuar, { kaçınmazlar, yorulmazlarda. Çnlar,
usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih eder/er "(Enbiya, 19-20) ayetidir.
Bu ayetle iki yönden istidlal edilir:
a- Buradaki
"indiyyet" (katında, huzurunda bulunma)'den mar^at, yer ve cihet
bakımından bir indiyyet değildir; çünkü bu, Allah için imkansızdır. Bu
indiyyet, yakınlık ve şeref indiyyetidir. Bu ayet, meleklerin sıfatı hakkında
varid olunca, biz bu tür yakınlaşma ve şerefin, başkaları için değil, melekler
için olduğunu anlamış olduk.
Birisi şöyle
diyebilir: "Cenab-ı Hak, bu indiyyeti, ahirette müminlerin her
bir ferdi için de
bildirmiştir. O da, "Hak meclisinde, muktedir ve kudreti yüce olanm
kalındadırlar" (Kâmer.55) ayetidir. Dünya hususunda ise, Hz.Peygamber,
Cenab-ı Hak'tan şunu nakletmiştir. "Ben, benim için kaibleri mahzun ve
mü-kedder olan kullarımın yanındayım." Bu daha fazla tazimi gerektirir.
Çünkü bu hadis, Cenab-ı Hakk'ın, kaibleri mahzun ve mükedder olanların yanında
olduğunu gösteriyor. Halbuki, onların ayetten getirdikleri delil ise, meleklerin
Allah yanında olduğunu gösterir. Şüphesiz, Allah'ın kulun yanında olması, kulun
Allah yanında olmasından daha fazla ta'zimi ifade eder.
b- Ayette,
Cenab-ı Hak, meleklerin kibirlenmemesi ile meleklerden başkalarının da
kibirlenmemesi gerektiğine hüccet zikretmiştir; şayet beşer meleklerden daha
üstün olsaydı, bu delil getirme işi tam olmazdı. Çünkü padişah, etbaının
kendisine itaatlerinin vacib olduğunu ikrar etmelerini istediğinde,
"Melikler bile bana itaat etmekten kibirlenmezler. Bu miskinler de kim oluyor
ki bana itaat etmiyorlar" der.
Özet olarak
diyebiliriz ki bu istidlalin, ancak en güçlünün en zayıfa delil getirilmesi ile
tamamlandığı malumdur.
Birisi şöyle
diyebilir: Meleklerin, insandan daha güçlü kuvvetli olduğunda münakaşa
edilemez. Bu istidlalin tamamlanması için bu kadar farklılık yeter Çünkü
Cenab-ı Hak sanki "Melekler çok güçlü gök ve yer cisimlerine hakirr
ihtiyarlık ile hastalıktan emin ve çok uzun ömürlü olmalarına rağmen, bir an
olsun Allah'a kulluğu bırakmıyorlar. Halbuki insanoğlu son derece güçsüz
olmasına, hastalık, ihtiyarlık ve çeşitli afetlere hemen düşmesine karşılık
Allah'a baş kaldırmaması daha uygundur. İşte bu kadar farklılık istidlalin
doğru olmasında yeterlidir. Böyle bir farklılığın varlığında da şüphe yoktur.
Ancak münakaşa, sevabın çokluğu manasına olan üstünlük meselesindedir. O halde
daha niçin "Bu istidlal, ancak meleklerin sevabı insanınkinden daha fazla
olursa doğru olur. Akla ilk gelen bizim söylediğimiz olduğu için sizin
söylediğinize bir delil gerekir" dediniz?
2) Meleklerin
insandan üstün olduğunu söyleyen bu kimseler şöyle demişlerdir: Meleklerin
ibadetleri insanlarınkinden daha zordur. Bu sebeble onların ibadetleri, insanın
ibadetinden daha sevablı olur. Biz meleklerin ibadetlerinin daha zor olduğunu
birkaç hususa binaen söyledik.
a-
Meleklerin isyana temayülleri daha güçlüdür. Bundan dolayı onların itaatleri
daha zordur. Biz, meleklerin isyana temayüllerinin daha güçlü olduğunu
söyledik. Çünkü afetlerden selim ve her türlü ihtiyaçtan müstağni olan bir kul,
nimetlere ve onların lezzetine, ihtiyaçlar içinde kıvranandan daha meyyal
olur. Çünkü o Mevlasına ibadete yönelmeye ve O'na sığınma hususunda daha
kararsız gibidir. İşte bu sebebten ötürü Cenab-ı Hak:
"Gemiye
bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak ve muhlisler olarak Allah'a
dua ederler. Fakat biz onları selametle karaya çık men Allah'a şirk koşanlardan
olurlar"{Ankebut, 65) buyurmuştur.
Herkesin malumudur ki
melekler göklerde otururlar. Gökler ise, bahçeler, bostanlar, gezinti ve
istirahat yerleridir. Onlar hastalıktan ve fakirlikten emindirler.
Sonra,yaratıldıklarından beri onlar için hertürlü nimet sebeblerı tastamam
bulunmasına rağmen ibadetle meşguldürler, huşu içindedirler. Allah'dan
korkarlar, onlar bir nevi mahbus durumunda, cennetlerin nimet ve lezzetlerine
iltifat etmeyen, aksine Allah için çok meşakkatli taatlere yönelmiş, çok
şiddetli korku ve dehşet içinde olmakla nitelenmiştirler. Sanki insanoğlundan
hiç kimse, uzun asırlar şöyle dursun, bir gün dahi bu şekilde durmaya güç
yetiremez. Bunu Hz.Adem (a.s.)'in kıssası teyid eder. Çünkü Cenab-ı Hk,
Hz.Adem'i: "Siz O (cennetten) dilediğiniz gibi bol bol yiyiniz
"{Bakara, 35) buyurarak onu, cennetin her tarafında serbest bırakmış,
sonra bir tek ağacı ona yasak etmiştir. Fakat o nefsine hakim olamamış şerre
düşüvermiştir. İşte bu, meleklerin itaatinin insanınkinden daha güç olduğuna
delalet eder.
b-
Mükellefin bir ibadet çeşidinden, başka bir çeşide geçmesi adeta bir bahçeden
diğer bir bahçeye geçmek gibidir. Aynı ibadet çeşidine devam etmek ise meşakkati
ve bıkkınlığı doğurur. İşte bu sebebten dolayı, yazılan kitablar bölümlere ve
kısımlara ayrılmıştır. Yine aynı sebebten Allah'ın kitab da sûrelere,
hiziblere, aşırlara ve ahmaslara {beş cüzlük kısımlara) ayrılmıştır. Sonra
meleklerin herbiri de: "Usanmaksizm gece gündüz Allah'ı teşbih ederler
"{Enbiya, 20) ve: "Biziz o saf saf dizilenler mutlaka biz. Biziz o
teşbih edenler de mutlak bfz"(Saffat, 165-166) ayetlerinde olduğu gibi tek
bir ibadete devam ediyor, başka çeşide geçmiyorlar. Bu böyle olunca onların
ibadetleri de son derece güç olur. İbadetlerinin güçlüğü ortaya çıkınca, o
ibadetlerin de en üstün sayılması gerekir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.)
Amellerin en faziletlisi en zor "yani en meşakkatli" olanıdır"
buyurmuştur. Hz.Aişe (r.a.) de "Senin sevabın, yorgunluğuna göredir"
demiştir. Kıyas da bu neticeyi verir. Çünkü kul, Mevlasının rızasını daha çok
elde etmek için ne zaman güç şeyleri yüklenirse bu ta'zime ve takdime daha
layık olur.
Bu iki izaha göre
birisi şöyle diyebilir: Farzet ki meleklerin meşakkatleri daha çok. Buna
dayanarak, onların sevablarının daha çok olmasının gerektiğini niçin
söylüyorsunuz? Çünkü biz, bu zamanda bazı sufiler görüyoruz ki, Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in bile yüklenmediği güçlük ve zorluklan mücahede (nefsi ıslah) yolunda
yükleniyorlar. Yine biliyoruz ki Hz.Peygamber (s.a.s.), bunları yapanlardan ve
benzerlerinden daha üstündür. Hatta Hint abit, zahit ve ruhbanlarından, Allah
için tevazu etme hususunda, benzeri hiçbir peygamber veya veliden nakledilmeyen
meşakkatli ve yorucu şeyleri yüklenenlerin olduğu anlatılmıştır. Anlatılmıştır.
Ama biz yine de onların kâfir olduklarına hükmediyoruz. Böylece biz ibadette
meşakkatin çokluğunun sevabın çok olmasını gerektirmediğini anlamış olduk.
Bunun hakikati şudur:
Mükafaatın çok olması ancak sebeblere ve niyyetlere dayanır. Belki de zahiren
görülen fiillerden iki mükellefin eşit olarak yaptıkları bir fiilden ötürü biri
daha çok sevab alırken diğeri ona göre daha az sevab alıyor. Çünkü onlardan
birinin ihlas: diğerininkinden daha güçlü ve daha fazladır. Bu durumda ibadetin
çok ve güç olması, sevab bakımından bir farklılığı gerektirmez.
Ayrıca biz meleklerin
ibadetlerinin daha meşakkatli olduğunu kabul etmiyoruz. Sonra, onun birinci
maddede iddia ettiği, göklerin temiz bahçeler olmasına gelince, biz deriz ki:
Bunu kabul ediyoruz, ancak temiz yerlerde ibadet etmenin, aynı ibadeti daha
düşük yerlerde yapmaktan daha zor olduğunu niçin söylüyorsunuz? Bu hususta en
çok söylenebilecek şey şudur: İnsan için bazan nimet sebebleri âmâde olur ve buna
rağmen onun bu nimetlerden geri durması çok güçtür. Ancak bu husus,
insanoğlunun başında belâ (imtihan) sebeblerinin toplanmış olması durumu ile
tezad teşkil eder. Sonra o insanlar, bu belâ sebebleri başlarında olmasına
rağmen, Allah'ın hükmüne razı olurlar ve bu belâ ve âfetler onları Allah'a
boyun'eğmekten ve O'na kulluğa devamdan alıkoymaz. Bu ise kullukta daha ileri
bir derecedir. Bu böyledir, çünkü hizmetçi ve kölelerin kalbleri, hizmetlerine
karşılık elde ettikleri nimet ve refaha göre hoşnud olur. Onlardan İhlasın
zirvesinde olanlar hariç hiçbiri, bu güçlükler karşısında hizmette sabırlı
olamaz. Bu görüşte olanların söylediklerinin aksı, daha evlâdır. Onun,
"bir çeşit ibâdete devam etmek zordur" sözüne gelince, biz deriz ki,
bu başka bir vecihle çatışır ki, o da şudur: Onlar bir çeşit ibâdeti alışkanlık
haline getirdiklerinde, âdet beşinci bir huydur.denildiği üzere, aksini yapmaya
muktedir olamayacakları şeye mecbur edilmiş gibi olurlar. Böylece ibadetin bu
nevi, onlara son derece kolay olur. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s),
oruçta visalden (iftar etmeden birbiri ardınca oruç tutmaktan nehyederek,
"Orucun en faziletlisi Vâvud (a.s.)'un urucudur"[127] ki,
bu bir gün oruç tutup bir gün yemektir.
3. Onlar
şöyle demişlerdir: Meleklerin ibadetleri daha devamlıdır, bu sebeple onların
daha üstün olmaları gerekir. Meleklerin ibadetlerinin daha
devamlı olduğunu ise,
Cenab-ı Hakk'ın :
"Usanmaksızm,
gece ve gündüz Allah'ı teşbih ederler "(Enbiya. 20) ayetidir. Buna göre,
şayet onların ömürleri insanların ömürlerine eşit olsaydı, onların taatları
daha devamlı ve daha fazla olurdu. Nasıl böyle olmasın ki, meleklerin sıfatlan
konusunda açıklandığı gibi, her beşerin ömrü meleklerin ömrüne nisbetle bir hiç
mesabesindedir.
[128]
Bu ayet hakkında
birkaç sual bulunmaktadır: Şuabu'l-İman'da Abdullah ibn el-Haris İbn Nevfel'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ka'b'a, "Cenab-ı Hakk'ın:
Vsanmaksızın, gece ve
gündüz Allah'ı teşbih ederler "(Enbiya. 20) ve: "Melekleri elçileri
kılan..."(Fatır, 1) ayetleri hakkında ne dersin? Bu risalet, onların
tesbihatta bulunmalarına mani olmaz mı? Yine:
"İşte, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti ancak bunlar üzerinedir "(Bakara,
i6i) ayeti hakkında ne dersin? Onlar, tesbihatla meşgul olurlarken, lanetle
nasıl meşgul olacaklar?" dedim de, Ka'bu'l-Ahbar cevap vererek şöyle dedi:
"Onların tesbihat
yapmaları bizim için nefes almak gibidir. Nasıl ki bizim nefes almamız
konuşmamızı engellemiyorsa, onların tesbihatla meşgul olmaları da diğer
amellerine mani olmaz" Ben de derim ki, birisi şöyle diyebilir: Nefes alıp
vermek, konuşmaya mani olmaz. Çünkü nefes alıp verme aletiyle konuşma aleti
aynı değildir. Ama, lanetle,tesbih konuşma nevindendirler. bu sebeple aynı alette
birleşmeleri imkansızdır.
Birinci Cevap: Allah'ın
melekler için, bir kısmıyla tesbihatta bulunacakları, diğer bir kısmıyla da
Allah'ın düşmanlarına lanette bulunacakları birçok dil yaratmasında uzak
görülecek ne var ki?
İkinci Cevap:
Lanet etmek, kovmak ve uzaklaştırmaktır. Tesbihat ise, Allah'ı övgüye
dalmaktır. Şüphesiz, Allah'ı övmek, Allah hakkında Allah'a yakışmayacak şeylere
inanan kimseleri uzaklaştırmayı gerektirir. Bu sebeple de lanet, tesbihatın
levazımından olmuş olur.
Üçüncü Cevap:
Cenab-ı Hakk'ın 'Usanmazlar" sözüdür. Bunun manası, "onlar tesbihatta
bulunmayı, Allah'a yakışan vakitlerde eda etmeye azmetmekten usanmazlar"
demektir. Nitekim, falanca cemaate çok müdavimdir, ondan ayrılmaz"
denilir. Bununla, onun devamlı cemaate devam etmesi kastedilmez. Bununla ancak,
onun devamlı olarak, namazını, vaktinde cemaatle eda etmeye sürekli bir azim
içinde olduğu murad edilmiştir. Onların ibadetlerinin daha devamlı olduğu sabit
olunca, onların daha üstün olmaları gerekir. Birinci gerekçeye gelince, bu da,
daha devamlı olan, meşakkatli olur; meşakkatli olan da, ikinci hüccette izah
edildiği gibi, daha üstün olur.
İkinci Gerekçe:
Hz. Peygamber (s.a.s); "Kullarımın en üstünü, ömrü uzun ameli güzel
olanıdır"[129]
buyurmuştur. Melekler (a.s.) kulların en uzun Ömürlüsü ve en güzel amel
işleyenleridir; bu sebeple onların, kulların en üstünü olmaları gerekir. Bir de
Hz.Peygamber (s.a.s.). "Kavminin içinde bulunan şeyh (pir-i fani),
ümmetinin arasındaki peygamber gibidir" buyurmuştur. Bu ifade, meleklerin
beşer arasındaki dukumlarının, ümmetleri içindeki peygamberlerin durumuna
benzediğini gösterir. Bu da meleklerin insanlardan üstün olmasını gerektirir.
Birisi, şöyle diyebilir: Hz.Nuh (a.s.), Lokman (a.s.), Hızır (a.s.),
Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha uzun ömürlü idiler. Bu sebeple onların,
Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstün olmaları gerekir ki, bu ise ittifakla
yanlıştır. Bu sebeple, bu iddiada bulunanların iddiaları da batıl olur. Yine
ümmet içerisinde, peygamberden daha uzun ömürlü ve ondan daha gayretli kimseler
olduğunu görüyoruz. Halbuki o, derece bakımından peygamberden, Arş ile yer
arasındaki uzaklık kadar aşağı mertebededir.
Bu husustaki sözün
özü, açıkladığımız şu husustur: Sevabın çokluğu ancak sebeplere ve niyetlere
raci olan işlerden ileri gelir. Bu sebeple, az bir taatın çok sevab
kazandıracak bir tarzda insandan vuku bulması; çok taatın da, az sevaba
müstehak olacak bir biçimde meydana gelmesi mümkündür.
[130]
Melekler, ibadetin her
çeşidinde yarışanların en önde gelenleridir; Dini hasletlerden hiçbir haslet bulunmaz ki onda imam ve onun
öncüsü olmasınlar. Bundan da Öte onlar, dini yolları inşa eden ve onaranlardır.
İbadette öncelik bir nevi üstünlük ve
bir nevi tazimdir. Birisi, icma sebebiyledir. İkincisi, Cenab-ı Hakk'ın:
"Hayır yansında en Önde olanlar, (orada da) en Öndedirler. İşte onlar,
Allah'a ençok yaklaştırılmış olanlardır "(Vakıa 10-11) ayetidir. Üçüncüsü
ise, Hz. Peygamberin "Kim güzel bir adet ihdas ederse, o şahıs kendine ait
sevabı aldığı gibi kıyamet gününe kadar onunla amel edecek olanların
ecirlerinden bir mislini de alır"[131]
hadisidir. İşte bunlar, beşer yaratılmadan önce işlemiş oldukları fiiller
sebebiyle hak kazandıkları sevabla birlikte, Peygamberler için hasıl olan her
türlü sevabın melekler için hasıl olmasını gerektirir.
Birisi şöyle
diyebilir: Bu, Hz.Adem (a.s.)'in Hz.Muhammed (s.a.s)'den daha üstün olmasını
gerektirir. Çünkü Hz.Adem (a.s) beşer içinde, Allah'a ibadet etmeyi ve
kâfirleri Allah'ın yoluna davet etmeyi ilk defa koyandır. Bu, husus icma ile
batıl olunca onların meleklerin üstünlüğüne dair sözleri de batıl olur. Yine,
bu husustaki sözün özü, yukarda açıkladığımızda. O da şudur: Sevabın çokluğu
niyete raci olan bir işe göredir. Bu sebeple, sonra olanın niyetinin daha temiz
olması, böylece de öncekinin hak kazandığından daha fazla sevaba hak kazanmış
olması mümkündür.
[132]
Resul ümmetten daha
üstündür. O halde melekler, peygamberlerden de üstündür. Meleklerin Peygamberlerin
elçisi olmasına gelince bu, Cenab-ı Hakk'ın: "Onu, kuvveti pek çetin olan
öğretmiştir "(Necm, 5);ve: "Onu senin kalbine ruhu'1-emin
indirmiştir" (Şuara, 193-194) ayetlerinde bahsettiği husustur. Resullerin
ümmetlerinden daha üstün olmasına gelince, bu, beşerden olan nebilerin
ümmetlerinden daha üstün olmalarına kıyas iledir. Burada da böyledir. Gerçi
örfte, hükümdar, halkın işleri hakkında hükmetsin ve işlerini yürütsün diye
büyük bir topluluğa birisini gönderdiğinde, bu elçi o topluluktan daha kiymetli
olabilir. Ama, birisini birisine gönderdiğinde bu eigi, kendisine gönderildiği
kimseden daha kıymetli olmayabilir. "Nitekim hükümdar tebasından birini
mühim bir iş için vezirine gönderdiğinde, bu tebanın vezirden daha şerefli
olmas; gerekmez." denilirse biz deriz ki:
Cibril (a.s) bütün
peygamberler ve beşerden elçilerin hepsine elçi olarak gönderilmiştir. Soru
soranın zikrettiği bu kanuna göre, Cibril'in onlardan daha üstün olması
gerekir. Bil ki, bu delilin başka bir biçimde de ifâde edilmesi mümkündür ki, o
da şudur: Melekler, Allah'ın "Melekleri elçileri kılan..." (Fatır,1)
âyetinin gösterdiği gibi, elçidirler. Sonra durum, şu iki şeyden birisi olur:
Melek, ya başka bir meleğe elçi olarak gönderilmiştir veya beşerden olan bir
nebiye gönderilmiştir. Bu iki duruma göre de melek resul, onun ümmeti ise beşer
resullerdir.Beşerden otan resullere gelince, bunlar resuldür, ancak onun ümmeti
olan insanlar ise, elçi, resul değildirler. Ümmeti resul olan resul, ümmeti
böyle olmayan resulden daha efdaldir. Bu nedenle, meleğin, bu cihetten beşere
üstünlüğü ortaya çıkmış olur. Bir de, İbrahim (a.s), Lût (a.s)'agönderilmiş
birpeygamberdir. Bu sebeple İbrahim (a.s) Lût (a.s)den daha şerefli olmuş olur.
Mûsâ (a.s) kavmi içerisinde bulunan peygamberlerin resulü idi. Dolayısıyla O da
onlardan üstün oldu. Burada da böyledir. Birisi şöyle diyebilir. Kıral elçisini
bazı mıntıkalara yolladığında, bu gönderme işi bazan. o elçinin onlara hâkim
olması, ontârın işlerini deruhte etmesi ve onlar hakkında tasarrufta bulunması
için olmuş olur. Çazen de böyle olmaz. Çünkü hükümdar elçiyi onlara bu işleri
yapması için değil de, bazı şeyleri onlara haber vermesi için yollamış olur.
Birinci kısımdaki elçinin, kendisine gönderildiği kimselerden daha üstün olması
gerekir. İkinci kısma gelince, meselenin dış görünüşüne göre, elçinin kendisine
gönderildiği kimselerden daha üstün olmaması gerekir. Buna göre, birinci
kısımdan hareketle, ümmetlerine gönderilen peygamberler şüphesiz ümmetlerinden
daha üstündürler. Buna göre, o halde niçin, meleklerin peygamberlere
gönderilmesi birinci kısma dahildir? dediniz de, böylece peygamberlere elçi
olarak gönderilen meleklerin peygamberlerden daha üstün olması meselesi ortaya
çıkmış oldu?...
6) Melekler,
beşerden daha muttakidirler. Bu sebeple onların beşerden daha üstün olmaları
gerekir. Meleklerin daha muttaki olmalarına gelince bu onların hatalardan
olduğu gibi, hatalara meyletmekten de uzak olmaları sebebiyledir. Çünkü onların
korkuları ve hatadan çekinmeleri daimidir. Zira Cenab-ı Hakk; "Üstlerinde
olan Rablerinden korkarlar"(Nahl, 50) ve :
"Onlar, Allah'ın haşyetinden titrerler "(Enbiya, 28)
buyurmuştur.
Korku ve tir tir
titreme, günaha azmetmeye mâni olur.Peygamberlere gelince, onlar beşerin en
üstünü olmalarına rağmen, onların her biri bir tür zelleden kurtulamamıştır,
veHz. Peygamber (s.a.s) "Biz peygamberlerden hiç kimse yoktur ki, Yahya
tbn Zekeriyya hariç, bir zetîe işlemiş veya bir hataya yeltenmiş olmasın"
buyurmuştur. Böylece meleklerin takvasının daha kuvvetli olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu sebeple de, onların beşerden daha üstün olmaları gerekir.
Zira Cenâb-ı Hak
"Allah katında en şerefliniz, en çok müttakî olanmızdır" (Hucurat,
13) buyurmuştur. Şayet: Bu âyeti, insan oğullarına hitaptır; dolayısıyla
metekleri içine almaz ve yine takva, "vikaye" kelimesinden
türemiştir. Melekler hakkında şehvet düşünülemez, o halde takvanın melekler
hakkında tahakkuk etmesi imkânsızdır" denilirse, birinciye cevabımız şu
olur. Üstünlüğün takvaya dayanması, takvanın,üstünlüğün illeti olduğunu gösterir.
Her ne zaman takva çok olursa, üstünlük de o nisbette çok olur. İkincisine
cevabımız ise şudur: Melekler hakkında şehvetin olmadığını kabul edemeyiz.
Ancak, onların yemeğe ve cinsi münâsebete dair şehvetleri yoktur. Ama muayyen
bir şehvetin yokluğundan, mutlak şehvetin yokluğu gerekmez. Onların, tam aksine
yükselmek ve derece almak arzuları vardır. İşte bu sebepten ötürü
de onlar; "Orada,
bozgunculuk edip kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Oysa ki, biz seni
hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz" (Bakara, 30) Cenâb-ı Allah da:
"Onlardan her kim, "Bende Allah'dan başka tanrıyım"dersa, işte
onun cehennemle cezalandırırız " (Enbiya, 29) buyurmuştur.
Birisi şöyle
diyebilir: Sizin zikretmiş olduğunuz hadis, Yahya (a.s.)'nın diğer
peygamberlerden daha muttaki olduğunu gösteri;. Bu sebeple de O'nun Hz.
Muhammed (s.a.s)'den c!-ha üstün olması gerekir ki, bu ise icmâ ile batıldır.
Bu sebeple de biz, takvanın fazla olması, .dan üstünlüğün de fazla olmasının
gerekmediğini anlamış olduk. Bunun hakikati de, bizim yukarda açıkladığımız
husustur ki, o da şudur: İki insan düşünelim. Birisi, hiç günah işlemediği gibi
yüz sevap kazanacağı taatte bulunmuş olsun. Diğeri ise, bir tek günah
işledikten sonra bin sevap kazandıracak taat yapsın. İkinci adam yüz sevabıyla
yüz ikâbı karşılar, geriye de dokuz yüz sevabı kalır. Böylece, günah işlediği
halde bu ikinci adam, hiç günaha girmeyen birinci adamdan daha efdal olur.
Keza meleklerin
takvasının daha çok olduğunu da kabul etmiyoruz. Çünkü takva,
"vikaye" kelimesinden müştakdır. İnsanoğlu hakkında isyan etmesini
gerektiren sebepler daha çoktur. Bu nedenle, insanoğullanndan müttakî olanların
takvası, meleklerinkinden daha çok olur.
Onun, meleklerin reis
olma arzusu vardır" sözüne gelince, biz deriz ki, bu bize zarar vermez.
Çünkü bu tür şehvet beşer için de söz konusudur. Ayrıca insanların, bu
şehvetten başka, diğer şehvetleri d© vardır; bunlar da, mideye olan düşkünlük
ile cinsî münasebete olan düşkünlüktür. Bu böyle olunca, Allah'a itaat etmeye
mâni olan şehvetler, insanoğlu için daha fazla olmuş olur. Bu sebeple de,
insanlardan müttakî olanların takvasının daha güçlü olması gerekir.
[133]
7) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ne Mesih, ne de Allah'a en yakm melekler, Allah'a kul olmaktan
asla kaçınamazlar" (Nisa. 172) âyetidir. Bu âyetle şu şekilde istidlal
edilmiştir. Onun, ifadesi, birinciyi tekid etmek için getirilmiştir. Bu tür
tekidler de, ancak, en üstün olanı zikrederek olur. Nitekim, "şu odunu
taşımaya, on kişinin gücü yetmez; yüz kişinin de..." şeklinde söylenir,
ama, "şu odunu on kişi taşıyamaz; bir kişi del.." denilmez. Yine, bu
alime hizmet etmekten vezir kaçınmaz, hükümdar bile!.." denilir, ama,
"bu alime hizmet etmekten vezir kaçınmaz; kapıcılar bile!" denilmez,
birisi şöyle diyebilir: "Bu ayet, eğer birşeye delalet ettiyse, bu da
mukarreb meleklerin Mesih'e üstün olduğudur." Ancak bundan, mukarreb
meleklerin, -Hz.Muhammed, Hz.Musa Hz.İbrahim gibi- Meşinden daha efdal olan
zatlardan üstün olması gerekmez. Özet olarak: Eğer iddiacılar için Hz.Mesih'tn
bütün peygamberlerden daha üstün olduğu sabit olsaydı, onların maksatları hasıl
olurdu. Ama onlar bu hususa delil getiremeyince. onların maksatları
gerçekleşmez,hele hele bütün müslümanlar, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, Hz.İsa'dan
daha üstün olduğunda ittifak etmişlerdir. Müslümanlardan hiç kimsenin de,
Hz.İsa'nınjHz.Musa ve Hz.İbrahim (a.s.)'den üstün olduklarına dair hüküm
verdiğini görmedik.
Sonra, biz deriz ki,
Cenab-ı Hakkın ifâdesindeki vav harfi ancak atıf vavıdır. Atıf vavı ise, mutlak
cem'i ifade eder. Bu sebeple ayet ne! Mesih'in ne de meleklerin kul olmaktan
istinkaf etmediklerine delalet eder.
Ama, meleklerin
Mesih'ten daha üstün olmasına gelince, ayet buna da delalet etmez. Onların
zikrettikleri ınisa'lere gelince, biz deriz ki misal getirmek, külli ve umumi
iddiaları isbat etmede yeterli değildir. Sonra bu misal, başka bir misalle
çatışır. O da, birisinin şöyle demesidir: "Bu işte bana, ne Zeyd ne de Amr
yardımcı olmadı!' Bu ifade, Amr'ın Zeyd'den daha üstün olduğuna delalet etmez.
Yine Cenab-ı Hakk'in:
"Kurbanlıklara
gerdanlık takılmış hayvanlara ve Beyt-i Haramı kasbtedenlere..."(Maide, 2)
ayeti de böyledir. Misaller değişik olunca, bu misallere istinad etmek
imkansızlaşır. Sonra işin hakikati şudur: O adam, "o odunu taşımaya ne bir
kişi ne de on kişi muktedir olamaz!" dediği zaman, biz aklen on kişinin
bir kişiden daha güçlü olduğunu biliriz.
Ve şüphesiz olarak
biliriz ki, ikinci ifadeden (yani "ne de on kişi" ifadesinden) maksad
mübalağadır. İşte böyle bir mübalağa bulunduğunu, ancak bu yolla anlarız, yoksa
mücerred lafızdan değil.
İşte burada,
ayettej^jiü'ı £&uJı '^ifâdesinden mübalağa bildirildiğini anlamamız, daha
önce, meleklerin Meşinden efdal olduğunu bilmemiz şartına bağlıdır. Bu durumda,
bu ayetle geçerli istidlal, bu delilden önce, matlubun sübutuna bağlı olur.
Matlubun sübutu ise, bu ayetin ona delaletine bağlı olur. Böylece devr gerekir.
Devr ise batıldır.
Biz, ifadenin bir
farklıhk ifade ettiğini kabul etsek bile, onun bütün derecelerde farklılık
ifade ettiğini kabul edemeyiz. Tam aksine, bu ifade bazı derecelerde bir
farklılık ifade eder. Bunun izahı şudur: "Şu alime hizmet etmekten, ne
kadı ne de hükümdar istinkâf eder!..." denildiğinde, bu, hükümdarın bazı
hususlarda kadıdan daha mükemmel olduğunu ifade eder ki, bu da kudret, kuvvet,
isti'la ve saltanat gibi sıfatlardır. Bu onun, kadıdan ilim, zühd ve Allah'a
itaat bakımından üsttin olduğuna delalet etme? Bunun böyle olduğu sabit olunca,
bunun gereği ile hükmederiz. Çünkü melek kudret ve güç bakımından, insandan
daha üstündür. Çünkü Cibril (a.s.) Lût kavminin şehirlerini yerlerinden söküp
atmıştı. İnsan ise, buna güç yetiremez. O halde, daha ne diye meleğin, Allah'a
kulluğu, itaatinin fazlalığı sebebiyle, sevab bakımından beşerden daha üstün
olduğunu söylediniz?
Bu hakikatin tamamı
şudur: Bu meselede hakkında ihtilaf edilen üstünlük, sevabın çokluğudur.
Sevabın çokluğu ise, ancak kulluk ile meydana gelir. Kulluk da son derece
tevazu ve boyun eğmeden ibarettir. Kulun, Allah'a son derece muti olmakla
nitelendirilmiş olması, onun Allah'a kul olmaktan istinkâf etmesine kesinlikle
uygun ve de münasib olmaz; aksine ona zıt ve münafi olur. Bu söz acık seçik
olunca, Allah'ın sözünü yukardaki manaya, yani her yönden üstün olduğu anlamına
hamletmek, o ayeti gayesinin dışına çıkarmak olur. Kişinin üstün bir güçle
büyük bir hükümranlıkta vasıflandırılması, onun isyanına ve kulluğu
terketmesine uygun bir haldir. Mesela hristiyanlar, Hz.İsa'nın ölüleri
dirilttiğini, anadan doğma körleri ve alaca hastalığını iyileştirdiğini
görünce, Onu, bu denli kudretinden dolayı kulluk vasfından tecrid ettiler. İşte
bundan dolayı da Cenab-ı Hak: "Şüphesiz İsa, bu kudretinden dolayı bana
kulluktan kaçınmaz; bundan da Öte kuvvet, kudret, güç ve göklerle yerler
alemine hükümran olma bakımından ondan daha üstün olan mukarreb melekler
dejbana ibadetten, istinkâf etmezler." buyurmuştur.
İşte bu izaha göre,
ayetin delalet vechi şu şekilde sıralanır. Melek, kuvvet ve güç bakımından
beşerden üstündür, fakat bu meleğin sevabın çokluğu bakımından da beşerden daha
üstün olduğuna kesinlikle delalet etmez.
Veya söyle
denilebilir: Hristiyanlar, Hz.İsa'nın ilah olduğunu iddia ettiler, çünkü o,
babasız meydana gelmişti. Bunun üzerine hristiyanlara, "Melek ne baba ne
de anneden meydana gelmiştir. Bu sebeple onlar, Hz. İsa'dan daha enteresandırlar.
Ne var ki onlar bile, Allah'a kulluk etmekten istinkâf etmezler"
denilmiştir.
Eğer, "ayette
kastedilenin, İsa (a.s.) ile melekler arasında, güç ve kuvvet bakımından değil,
kulluk bakımından bir farklılığın bulunduğuna delalet eden bir husus bulunmaktadır.
Bu böyledir, çünkü Cenab-ı Allah onları "mukarreb" diye nitelemiştir.
Allah'a yakınlık ise, ne mekan ne de cihet itibariyledir, aksine derece ve
mertebe bakımındandır. Cenab-ı Hak, onları burada "mukarreb" olarak
vasfettiğinde, burada kastedilenin güç ve kudret bakımından değil de, üstünlük
dereceleri bakımından Mesih ile melekler arasında bir üstünlüğün bulunduğunu
anlamış oluyoruz" denilirse, cevaben deriz ki: Senin bu sualden maksadın,
"Allah-u Teâla'nın melekleri mukarreb olarak vasfetmesi, Mesih'in böyle
olmamasını gerektirir" demek ise, bu batıldır. Çünkü bir şeyi, hususen
zikretmek, başkası dışında sadece ona delalet etmez. (Hükmürubaşkasına da şamil
olmasına mani değildir).
Eğer senin maksadın,
"Allah-u Teâlâ onları mukarreb olarak vasıflandırdığında, burada bir
farklılığın bulunması gerekir" demek ise, bu da batıldır; çünkü, başka
hususlardan birbirlerinden farklı olmakla beraber, taat hususunda Allah'a yakın
olma vasfında her ikisinin de müşterek olması ihtimal dahilindedir. Ki bu
durumda maksat, bu başka hususlardaki farklılığı açıklamak olmuş olur. Bir
başka sual: Diyoruz ki, biz, ayetin gerektirdiğine göre, Hz.İsa'nın, üstünlük
bakımından melekler cemaatinden aşağı mertebede olduğunu kabul ediyoruz;siz,
üstünlük bakımından O'nun herbir melekten aşağı mertebede olduğunu niye
söylediniz?
Bir başka soru daha:
Belki de Cenab-ı Hak bu hitabı, meleklerin beşerden daha üstün olduğuna inanan
bir kavme yöneltip de, sözü onların inançlarına göre getirmiş olabilir.
Nitekim; "Sonradan tekrar yaratmak O'na daha kolaydır (Rum, 27)ayetinde
olduğu gibi..
[134]
8) Cenab-ı
Hakkın, İblis'ten naklederek söylediği şu ayet:
"Rabbiniz sizi bu
ağaçtan, ancak iki melek veya ebedi yaşayanlardan olacağınız için, men
etti"(A'raf, 2O).Şayet Hz.Adem ve Havva, meleklerin insandan daha üstün
olduğunu bitmemiş olsaydı, ne İblisin onları bu sözle, kandırması mümkün
olurdu, ne de onların buna aldanmaları..
Bir kimse, çıkıp da:
"İblis'in bu sözü hüccet olmaz ve şu da denilemez. Hz.Adem bu sözün
doğruluğuna inanmıştı; aksi halde aldanmazdı. O halde Hz.Adem'in inanması bir
hüccettir..." diyebilir. Buna karşı biz deriz ki; belki Hz.Adem, ya
Peygamberler hakkında caiz olan bir zelleden dolayı veya o zaman henüz
Peygamber olmadığından, bu hususta hata etmiştir. Ve yine farzet ki, İblisin
sözü hüccet olsun!.. Fakat Hz.Adem, bu zellesinden önce Peygamber değildi. Bu
durum, o zamanda meleklerin ondan üstün olmuş olmasından, Peygamber olmuş
olduğu zamanda da üstün olmasını gerektirmez.
Yine farzet ki ayet,
bazı arzu edilen hususlarda meleklerin insanlardan üstün olduğuna delalet
ediyor. Öyleyse sen niçin, "Bu ayet meloKİerin sevab bakımından
insanlardan üstün olduğuna delalet eder" dedin? Çünkü, meleklerin kudret
ve güç, güzellik ve cemal, yaratılış bakımından mevcut olan bulanıklıklardan
ari, saf ve temiz olma bakımından insanlardan üstün olduğunda bir anlaşmazlık
söz konusu değildir. Zira melekler nurlardan, Hz.Adem de topraktan
yaratılmıştı. Belki Adem (a.s.) o meleklerden sevabının çokluğu bakımından
üstün ise de, o bu saydığımız hususlarda meleklere denk olmayı arzuladı. İşte
İblisin aldatması da bu yönden oldu. Aynı şekilde, "Ancak, iki melek olacağınız İçin"
ayetinden maksadın, "ancak iki melek şekline dönüşeceğiniz için"
demek olması da muhtemeldir. O zaman sizin istidlaliniz doğru olur.
Yine ayetten maksadın,
buradaki nehyin meleklerle Hz.Adem ile Havva'nın dışında ebedi yaşayacak
kimselere has olmasını ifade etmek olması muhtemeldir. Bu, içimizden birisinin
bir başkasına "Seni şu işten ancak falanca olman durumunda nehyediyorum
" demesi gibidir. Bu ifadeden anlaşılan mana şudur: "Burada
nehyedilen kimse sen değil de başkasıdır." Dolayısıyla bunu söyleyen kimse
o şahsın, değişerek falanca şahıs haline gelmesini kastetmem iştir. İblisin
maksadı, Hz,.Adem ile Havva'ya şüphe vermek olduğu için, en kuvvetli şüphe
verme şekli de onlara o ağaçtan nehyolunmadıkları, ne hyol un anların onlardan
başkaları olduğu vehmini vermek olmuştur.
Yine farzet ki ayet
meleğin Hz.Adem'den daha üstün olduğuna delalet ediyor. O halde sen niçin bu
ayetin, meleğin Hz.Muhammed (s,a.s.)'den de daha üstün oJduğuna delalet
ettiğini söyledin? Onlar Hz.Muhammed'den üstün olamaz, çünkü müslümanlar
Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Hz.Adem (a.s.)'den daha üstün olduğu hususunda icmâ'
etmişlerdir. Meleğin kendisinden üstün oldukları Hz.Âdem (a.s.)'den
üstünlükleri Hz.Âdem (a.s.)'den üstün (efdal) olan Hz.Muhammed (s.a.s.)'den
efdal olmalarını gerektirmez.
[135]
9) Cenab-ı
Hakk'in
' 'De ki: Ben size,
Allah 'm hazineleri benim yanımda'' demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size melek
olduğumu da söylemiyorum "(Enam, 50) buyurmuştur. Biri çıkıp şöyle
diyebilir: Bu ayetten muradın, Ben size "ilmin çokluğu ve kudretin
fazlalığı hususunda bir melek olduğumu söylemiyorum " şeklinde olması
muhtemeldir. Bu ihtimalin doğruluğuna birçok şey delalet eder:
a- Kâfirler,
Hz.Peygamber(s.a.s.)'den göğe yükselme, dağları yerinden oynatma ve büyük
servetler yığma gibi ağır işler istemişlerdi. Bunları yapmak se ancak çok ilim
ve fazla güçle mümkün olur.
b- Allah'ın
"De ki: Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımda "demiyorum"
ayeti. Bu ayet, z.Peygamber{s.a.s.)'m, kendisinin herşeye kadir olmadığını
itiraf etmesini gösterir. "Ben gaybı da bilmiyorum" sözü, onun
herşeyi bilmediğini itiraf ettiğine de delalet eder. "Size, melek olduğumu
da söylemiyorum ayetinin manası ise, Allah daha iyi bilir; "Ben herşeye
gücümün yettiğini ve herşeyi bildiğimi iddia etmediğim gibi, meleklerin kudreti
gibi bir kudrete ve onların ilmi gibi bir ilme sahib olduğumu da iddia
etmiyorum."
c- Allah
Teâla Size, melek olduğumu da söylemiyorum ayeti ile Cenab-ı Hak, şeklî bir
benzerliği nefyetmeyi murad etmemiştir. Zira -aksad bu değildir. Burada Cenab-ı
Allah sadece, Hz.Peygamberin, meleklerin sahib olduğu sıfatlara malik olmasını
nefyetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'j'n onların sahib olduğu vasıflara sahib
olmaması ve kendi sıfatlarının hiçbir bakımdan meleklerin sıf atianna denk
olmaması onun bir delildir. Bu ayette bütün sıfatlar bakımından bir farklılığın
bulunduğuna bir delil de yoktur. Çünkü bütün sıfatlarda denkliğin olmaması
başka, farklılığın bulunması başka birşeydir.
[136]
10) Cenab-ı
Allah'ın: "Bu bir insan değil bu ancak şerefli bir melektir "(Yusuf,
31) ayeti. Eğer "ayetten murad, şekil ve güzellikte teşbihin bulunmasıdır
" demek neden mümkün olmasın?" denilirse deriz ki: Evlâ olan,
benzerliğin şekilde değil de huy bakımından olmasıdır. Çünkü Hak Teala :
"Bu ancak şerefli bir melektir " buyurmuş, Yusuf (a.s) şerefli bir
meleğe benzetilmiştir. Melekse, sırf şekli itibarıyla değil de, asıl hoşa
gidecek huyu sebebiyle şerefli olur. Böylece ayetten kastedilenin, şehvet ve
arzu olunan şeye karşı hırs gibi beşeri hallerin bulunmaması ve melektik halini
gösteren gözü sakındırma ve nefsi haramlara karşı gemleme gibi şeylerin
varlığını gösterme hususunde Hz.Yusuf (a.s.)'u meleklere benzetme olduğu ortaya
çıkmış olur. Buna göre bu ayet, kadın -erkek, mümin- kâfir akıllı olan
herkesin, meleklerin insanlardan daha üstün bir mertebede bulunduklarında
ittifak ettiklerine delalet etmektedir. Bir
kimse diyebilir ki: "Aziz'in hanımının
"İşte beni
kendisi sebebi İle kınadığınız (delikanli)"(Yusuf. 32) sözü, kadınların
"Bu ancak şerefli bir melektir " sözlerinden maksadlarının, ahlak
itibarı ile değil de güzellik ve cemal bakımından Hz.Yusuf (a.s.)'un durumunun
yüceliğini ifade olduğu hususunda, sarihe yakın bir hüküm ifade eder. Çünkü o
kadının aşkının çok şiddetli olmasında mazur görülmesi, Yusuf (a.s.)'un zühd ve
takvasının çokluğu ile değil de, sadece son derece güzel olması ile mümkündür.
Çünkü zühd ve takvası, o kadının onu aşırı sevmesine uygun değildir."
Biz, ayetten muradın,
Yusuf (a.s.)'u şehevi arzulardan yüz çevirme bakımından meleklere benzetme
olduğunu kabul ediyoruz. Fakat sen niçin, "Yusuf (a.s.}un sevab bakımından
meleklerden daha geride olması gerekir"
diyorsun? Çünkü
insanın yemeye ve içmeye iltifat etmesinin meleklerin bu şeylere iltifat
etmesinden daha çok olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat niçin: "Bu, sevabın
çokluğu manasında fazilette üstünlüğü ifade eder." diyorsunuz? Eğer onlar,
"günahı az olanın daha üstün olması gerekir" diye delil getirirlerse
bu husustaki sözümüz daha önce geçmişti.
[137]
11) Cenab-ı
Hakk'ın: Biz onları yarattıklarımızdan çoğuna cidden üstün kıldık.
"(Şuara,70) ayeti. Allah'ın mahlukatı ya mükellef olan varlıklardır veya
onların dışındaki varlıklardır. Şüphesiz ki mükellef olanlar, mükellef
tutulmayan varlıklardan daha faziletlidirler. Mükellefler dört çeşiddir;
Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar...Şüphesiz, insanlar hem cinlerden hem
de şeytanlardan daha üstündür. Eğer insanlar meleklerden de üstün olsalardı, bu
durumda her türlü mahulakattan üstün olmaları gerekirdi. Böylece de Cenab-ı
Hakk'ın âyetinin bir manası kalmazdı.Tam aksine bunun şöyle söylenilmesi
gerekirdi: "Biz onları yarattıklarımızın hepsine üstün kıldık'.' Cenab-ı
Allah böyle buyurmadığına göre, meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu
anlamış olduk."
Birisi buna karşı
şöyle diyebilir: "Bu sözün neticesi, hitabın delalet ettiği şeye
tutunmaktır. Çünkü insanların, mahlukatın çoğundan üstün olduğunu açıkça ifade
etmek, onların geri kalan mahlukattan daha üstün olmadığına delalet etmez. Bu
ancak hitabın delaleti vasıtasıyla olur. Yine farzet ki melek cinsi, insan
cinsinden daha üstündür. Ancak bu iki toplumdan birisinin, diğerinden daha
üstün olması, birinci toplumun fertlerinin herbirinin fert olarak, diğer
toplumun fertlerinin herbirinden üstün olmasını gerektirmez. Farzedelim ki iki
topluluk bulunsun: Birincide her biri yüz dinar değerinde on köle olan,
İkincide ise on köleden biri ikiyüz dinar, diğer dokuzu ise her biri bir dinar
değerinde olsun. Bu durumda grup itibariyle birinci cemaat ikinciden efdaldir.
Fakat;îkinci cemaatte öyle bir fert vardır ki o, fert itibariyle birinci grup
mensuplarının herbirinden efdaldir. İşte burada da aynı durum sözkon usudur.
Yine Cenâb-ı Allah'ın
"Onları üstün kıldık" ifadesinden maksadı, âyetin evvelinde
zikrettiğimiz, "şeref hususunda biz onları üstün kıldık" manası
olması caizdir. Ayetin evvelinde bahsedilen husus da Cenab-ı Hakk'ın-,
"Biz ademoğlunu
şerefli kıldık'(İsra, 70) ayetidir.
Ayetteki
"şereften"murad, şekil güzelliği, zeka fazlalığı, harikulade işleri
yapabilme gücü, son derece temiz ve nezih olmadır. Bu böyle olunca, bu işlerde
meleğin insandan daha üstün olduğunu kabul ederiz. Amma, "meleklerin
insanlardan daha fazla sevabı vardır" hükmünü nereden çıkarıyorsun? Yine
Cenab-ı Allah'ın:
"(Allah) gökleri
gördüğünüz direkler olmaksızın yarattı "(Lokman, 10) ayeti, görülmeyen
direklerin bulunmasını gerektirmez ve:
"Allah'ın
yanısıra diğer bir tanrıya kim, buna bir delili olmamasına rağmen
taparsa..."{Müminun, 117)ayeti, kendisi için deliller bulunan bir başka
ilahın olmasını gerektirmez. Burada da böyledir.
[138]
12) Hiçbir
peygamber, önce kendileri için istiğfar etmeden, başkası için istiğfar
etmemiştir. Kendileri için istiğfar ettikten sonradır ki öteki mü'minler için
istiğfar etmişlerdir. Mesela Hz.Adem (a.s.): "Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik''(Araf, 23); Hz.Nuh (a.s): 'ya Rabbi, beni ana-babamı ve evime
mü'min, olarak giren herkesi bağışla"{Nuh. 28); Hz.İbrahim (a.s.):
"Ya Rabbi, beni ve ana-babamı bağışla"; ve; "Rabbim, bana hüküm
(hikmet) ihsan et beni salihlere kat"(Şuara. 83); Hz.Musa (a.s)
"Rabbim! beni ve kardeşimi bağışla"(Araf. 151) demişlerdir.
Allah Teala,
Hz.Muhammed (s.a.s.) "Günahına, mü'min ve mü'minlere istiğfar
ef"(Muhammed. 19) ve : "Bu, geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın
bağışlaması içindir "(Feth, 2) buyurmuştur. Meleklere gelince, onlar
kendileri için istiğfarda bulunmazlar. Onlar, ancak müm'min kimseler için
mağfiret dilerler. Buna, Cenab-ı Hakk'ın onlardan naklederek, buyurmuş olduğu
şu ayetler delalet eder:
"Tevbe eden ve
senin yoluna tabi olanları
bağışla ve onian cehennemin azabından koru"(Gafir,
7) ve:
"Ve iman edenler
için mağfiret talebinde bulunurlar'"(Gafir, 7). Eğer melekler istiğfar
etmeye muhtaç olsalardı, bu hususta ilk
defa kendilerinden başlarlardı. Çünkü nefsin kendisinden zararı savuşturması,
başkasından savuşturmasından önce gelir. Yine Hz.Peygamber: "Önce
kendinden başla, sonra da bakımını üstlendiklerine yönel"'[139]
buyurmuştur. Bu, meleğin beşerden daha üstün olduğunu gösterir.
Birisi buna karşı
şöyle diyebilir: Bu izah tarzı, meleklerde asla zellenin sudur etmediğine,
beşerden ise zellelerin sudur ettiğine delalet etmez. Ancak biz, daha önce beş
husustaki farklılığın faziletteki farklılığı gerektirmediğini izah etmiştik.
Alimlerden, "meleklerin insan için mağfiret talebinde bulunmasını, onların
"Orada, bozgunculuk edecek kimseleri mi yaratacaksın?" sözünü söylemiş
olmaları sebebiyle, insanlar için yaptıkları tenkitten bir özür dileme gibi
olduğunu söyleyenler vardır.
[140]
13) Cenab-ı
Hakk'ın: "Muhakkak ki üzerinizde bekçiler bulunmaktadır. Şerefli
katibler"(lnfitar, 10-11) ayetidir. Bu ayet, insanlardan olan bütün
mükellefler hakkında umumidir. Bu ayetin hükmüne hem peygamberler, hem de
başkaları girer. Bu da meleklerin iki bakımdan insanlardan daha üstün olmasını
gösterir.
a- Cenab-ı
Hak, melekleri insanoğlunun bekçileri kılmıştır. Mükellef olanları günahtan
koruyanın, mutlaka, hata ve zelleden korunandan daha uzak olması gerekir. Bu
ise meleklerin beşere nisbetle günahlardan daha uzak olup, taatlara da daha
yakın olmasını gerektirir ki, bu da fazla bir faziletin varlığını gerektirir.
b- Cenab-ı
Hak, meleklerin yazmalarını taatlar hususunda beşerin lehine, günahlar
hususunda da aleyhine bir hüccet kabul etmiştir. Bu ise, meleklerin sözünün,
beşerin'sözünden kabule daha yakın ve daha evla olduğunu gösterir. Eğer
insanoğlu, hal bakımından meleklerden daha üstün ve daha yüce olsaydı durumun
aksine olması gerekirdi. Birisi buna karşı şöyle diyebilir: Onun,
"Koruyanın korunandan daha iyi ve faziletli olması gerekir"
şeklindeki sözüne gelince, bu cidden uzak bir görüştür. Çünkü hükümdar,
tebaasından bazılarını kendi çocukları üzerine görevlendirir. Burada koruyanın
yani vekilin korunandan daha şerefli olması gerekmez. Yine onun, "Cenab-ı
Hak, meleklerin şehadetini insanlar için geçerli kılmıştır" şeklindeki
sözü de zayıftır. Çünkü şahid olan kimse, durum bakımından, kendisine şehadette
bulunulandan daha aşağıda olabilir.
[141]
14) Cenab-ı
Hakk'ın:
O gün ruh ve melekler
saf halinde ayakta duracaklar. Rahman olan Allah 'in kendisine izin verdiği
kimse hariç, hiç kimse konuşamayacaktır. O da, doğruyu söylemiştir"(Nebe.
38) ayetidir. Burada, meleklerin durumunun zikredilmesinden maksat, Allah'ın
celalini ve azametini beyan etme hususunda mübalağa etmektir. Eğer, Allah'ın
yaratıkları içinde, kıyam ve tazarruları, Allah'ın azametini ve kibriyasını
haber verme hususunda meleklerinkinden daha kuvvetli ve fazla olan bir gurup
olmuş olsaydı, elbette bu makamda onların zikredilmeleri daha evla olurdu.
Sonra Cenab-ı Hak, melekleri zikretmekle ahirette zatının azametini beyan etmiş
olduğu gibi, yine onları zikretmek suretiyle dünyadaki azametini de beyan
etmiştir ki, bu da Cenab-ı Hakk'ın;
"Melekleri,
Eablerint hamdtie teşbih ederek, Arş'm etrafını kuşatmış görürsün "(zumer,
75) ayetidir.
Bir kimse buna karşı
şöyle diyebilir: Bütün bunlar meleklerin bazı bakımlardan, durumca, beşerden
daha üstün bir durumda olduğunu gösterir. Bu "durum"un onların
kuvveti, gücü ve kudretleriyle ilgili olması niçin caiz olmasın? Bu tıpkı,
şöyle demek gibidir. Hükümdar tahtının etrafında, alemin dörtbir tarafından
gelmiş olan melikler huşu ve itaat içinde boyun eğerek dururlar. Çünkü sultanın
büyüklüğü, böylece ifade olunur. Sonra bu, o meliklerin hükümdar nezdinde onun
çocuğundan daha kerim ve şerefli olduğuna delalet etmez. Burada da böyledir.
[142]
15) Cenâb-ı Hakk'ın "Müminlerin hepsi de
Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman efm/şrtr" (Bakara. 285)
ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, imanın sahih olabilmesi için bu şeylere mutlaka
iman etmenin gerekli olduğunu açıklamış, Önce kendisinden başlayarak, ikinci
olarak melekleri, üçüncü olarak kitabları ve dördüncü ofarak da peygamberleri
zikretmiştir. Yine: "Allah, kendisinden başka bir ilah olmadığına şehadet
etti; melekler ve iman sahipleri de."(Ali imran. 18) ve: "Muhakkak ki
Allah ve melekleri, peygambere selam ederler "(Ahzab, 56) ayetlerinde de böyledir.
İfadede önce
zikredilmek, derece bakımından da önceliğe delalet eder. Keza daha aşağı
olanın, daha şerefli olandan önce zikredilmesinin örf bakımından çirkin oluşu
da buna delalet eder. Böylece bunun, şer'an da çirkin olması gerekir. Onun örf
bakımından çirkin olmasına gelince, bu hususta
Şair şöyle demiştir:
"Sabahleyin yola
çıkmak üzere hazırlanmış bile olsa, Umeyre'yi terket! Çünkü kişiyi men edici
olarak yaşlılık ve İslam kafidir." Çünkü şaire Hz.Ömer, "Şayet
İslam'ı önce zrkretseydin, seni mükâfatlandırdım" demiştir. Bir de
sahabe-i kiram, Hz.Peygamberle müşrikler arasındaki musalaha metnini
yazarlarken ismi başa yazma hususunda ihtilaf çıkmıştı. Keza Hz.Ali'yle
Hz.Muaviye arasında sulh akdi yazılırken de böyle olmuştu. Bunlar, önce
zikredilenin daha şerefli ve kıymetli olduğuna delalet eder. Örfte bu şekilde
sabit olunca, şeriatta da böyle olması gerekir. Çünkü Hz.Peygamber
"Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir"*39'[143]
buyurmuştur. Böylece ifadede meleklerin peygamberlerden önce zikredilmiş
olması onların fazilet bakımından da önde olduklarına delalet eder. Birisi buna
karşı şöyle diyebilir: Bu delil zayıftır. Çünkü eğer "vav" harfine
dayan ılıyorsa, "vav" harfi tertib (sıralama) ifade etmez. Eğer
ifadedeki önce zikredilmeye dayanılıyor ise bu da, Tebbet sûresinin,İhlas
sûresinden önce zikredilmiş olması İle çürütülebilir.
[144]
16) Cenab-ı
Allah'ın: "Hİç şüphesiz Allah ve AUah'm melekleri peygambere selam
ederler"( Ahzap, 56) ayeti. Allah Teala, bu ayetle meleklerin selamını,
peygamberi için bir şeref vesilesi saymıştır. Bu da meleklerin, Hz.Peygamber
(s.a.s.)'tden daha şerefli olduklarına delalet eder.
Amma buna karsı sövie
denilebilir: "Bu görüş aynı ayetle: "Ey iman edenler o Peygambere
salat-ü selam
ediniz "(Ahzab,
56) çürütülür. Çünkü bu ayette Cenab-ı Hak, mü'minlere Hz.Peygamber
(s.a.s.)'esalavat getirmelerini emretmiştir. Bu müminlerin Hz.Peygamber(s.a.v.)
'den daha üstün olmalarını gerektirmez.
Melekler için de durum
aynıdır.
[145]
17) Cebrail
(a.s.) ve Hz.Muhammed (s.a.s.) hakkında söylediğimiz şu şeyler: Cebrail (a.s.),
Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstündür. Bunun delili Cenab-ı Hakk'ın şu
ayetidir;
"Şüphesiz,
muhakkak o (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. O çetin bir
kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada
kendisine itaat olunur, o bir emindir. Sizin arkadışmız (Muhammed) bir deli
değildir'" (Tekvir. 19-22).
Allah Teala, burada
Cebrail (a.s.)'ı altı kemâl sıfatı ile zikretmiştir:
a- Allah'ın
elçisi olması,
b- Alah
nezdinde şerefli olması,
c- Allah
katında kuvvetli olması. Onun Allah katındaki kuvveti, başkalarının güç yetiremeyeceği bir şekilde taatlara kadir
olmasıdır.
d- Allah
yanında itibarlı olması,
e- Gökler
aleminde itaat olunması ve,
f- Bütün
taatlarda güvenilir, her türlü hainliklerden de uzak olmasıdır. Cenab-ı Hak,
onu bu yüce sıfatlarla vasfettikten sonra da "Sizin arkadaşınız (Muhammed)
bir deli değildir" buyurarak Hz.Muhammed (s.a.s.)'i vasfetmiştir. Şayet
Hz.Muhammed (s.a.s.) üstünlük sıfatlarında Cebrail (a.s.)'e denk veya yakın
olsaydı, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, Cebrail (a.s.)'in bu sıfatlarla vasfed i
(işinden sonra, bu tek sıfatla vasfedilmesi, Hz.Peygamber (a.s.)'ın mertebesi
için bir eksiklik, şanı için bir küçültme ve hakkını yeme olurdu ki bu Allah'a
yakışmaz. Bu ayet, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Allah nezdindeki derecesinin, sadece
"O bir mecnun, deli değildir" sözü kadar olduğuna delalet eder. Bu
da, Cebrail ile Hz.Muhammed (s.a.s.) arasında, fazilet ve mertebe bakımından
bir nisbet olmadığını gösterir. Eğer, "Cenab-ı Allah 'in ''Şüphesiz
muhakkak o (Kuran) çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır" ayetinin
Cebrail (a.s.)'în değil de Hz.Muhammed (s.a.s.)'in sıfatı olması niçin caiz
olmasın?" denirse, Deriz ki: Çünkü:
"Andolsun ki o
(Muhammed) onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür"(Tenvir. 23) ayeti bu
görüşü iptal eder.
Amma pekala şöyle de
denilebilir: Biz hepimiz, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in mecnun olmayışının dışında
başka faziletleri olduğunda hem fikiriz. Cenab-ı Allah, bu ayette o
faziletlerden herhangi birini zikretmemiştir. O faziletlerin zikredil memesi
onların olmadığına delalet etmediğine ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in burada
zikredilen hususların dışında da faziletler bulunduğu sabit olduğuna göre, öyle
ise, "Muhammed (s.a.s.)'in burada bahsedilmeyen o faziletleri sebebi ile
Cebrail (a.s.)'den daha faziletli olduğu niçin söylen ile meşin? Çünkü Cenab-ı
Hak, Cebrail (a.s.)'i bu ayette bu altı sıfat ile tavsif ettiği gibi,
Hz.Peygamber (s.a.s.)'i de şu ayette altı sıfat ile nitelemiştir: "Ey
Peygamber, biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeleyict, bir korkutucu, Allah
a. Onun izni üer bir davetci ve nur saçan bir kandil olarak
gönderdik"(Ahzab. 45-46). Bu vasıfların birincisi onun nebi, ikincisi resul,
üçüncüsü şahid, dördüncüsü mübeşşir (müjdeleyici), beşincisi nezir (korkutucu),
altıncısı Allah'ın izni ile Allah'a davet edici, yedincisi sirac (kandil),
sekizincisi de münir (nur saçan, aydınlatan) olmasıdır. Hulasa, iki şahıstan
birisinin vasıflar ile zikredilmesi, o vasıfların ikinci şahısta olmadığına
kesinlikle delalet etmez.
[146]
18) Melek,
insandan daha bilgilidir. Bilgili olan ise daha üstündür. O halde melek, insandan
efdaldir. Biz meleğin daha bilgili olduğunu söylüyoruz.
Çünkü Cebrail (a.s.),
Allah Teala'nın: "O (Kur'an'ı) O'na (Hz.Peygamber'e) kuvvetleri şiddetli
olan" ögretti"(Necm, 5} ayetinin delalet ettiği gibi, Hz.Muhammed
(s.a.s.)'in öğreticisi idi. Öğretenin mutlaka öğrenenden daha bilgili olması
gerekir.
İlimler iki kısımdır.
a- Akıl ile
ulaşılan ilimler. Mesela, Allah'ın zatını ve sıfatlarını bilmek gibi. Bu
ilimlerde Cebrail (a.s.)'in ve Hz.Peygamber (s.a.s.)'in bilgilerinin eksik
olması caiz değildir. Çünkü bunda eksiklik cehalettir. Cehalet ise
marifetullaha zarar verir. Ama Allah'ın mahlukatının keyfiyetini, bunlardaki
harikuladelikleri, Arş'ın, Kürsfnin, Levh'in, Kalemin, cennetin ve cehennemin
çeşitti durumlarını, gök tabakalarını, meleklerin sınıflarını,mağaralarda,
dağlarda ve denizlerdeki çeşit çeşit hayvanları bilmeye gelince şüphesiz ki
Cebrail (a.s.) bunları daha iyi bilir. Çünkü Cebrail (a.s.)'in ömrü daha
uzundur ve bu varlıktan daha çok görmüştür. Bu sebeble de onun bunları bilmesi
daha ileri ve daha mükemmeldir.
b- Ancak
vahiy ile ulaşılan ilimler. Bunları elde etmek ne Hz.Muhammed (s.a.s.) ne de
diğer peygamberler için söz konusu olmaz. Bu ancak Cebrail (a.s.) vasıtası ile
olmuştur. Dolayısı ile, bu ilimlerde Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Hz.Cebrail'den
üstün olması imkansızdır. Ama Cebrail (a.s), Allah ile bütün peygamberler
arasında bir vasıtadır. Dolayısıyla o, eski ve yeni, bütün şeriatları bilir.
Yine o, meleklerin şeriatini ve mükellefiyetlerini de bilir. Halbuki
Hz.Muhammed (s.a.s.) bunu bilemez. Bu sebeble de Hz.Cebrail'in, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den daha bilgili olduğu ortaya çıkmış olur. Bu husus böylece sabit
olunca, Hz.Cebrail'in Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstün sayılması gerekir.
Çünkü Cenab-ı Hak;
"De ki hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"(Zümer, 9) buyurmuştur. Fakat buna
karşı şöyle denilebilir: Biz meleklerin, insanoğlundan daha bilgili olduğunu
kabul etmiyoruz. Bunun delili ise, Allah'ın:
"Ey Âdem, o
meleklere (o eşyayı) isimleri ile bildir."(Bakara. 33} ayetinin de gösterdiği
gibi, onların Hz.Adem'in kendilerinden daha bilgili olduğunu itiraf
etmeleridir. Sonra biz, meleklerin ilminin fazlalığını kabul etsek bile, bu
onların sevablartnın daha çok olmasını gerektirmez. Çünkü biz, bidatci bir
insanın, ilmin birçok inceliklerini kuşatmış olsa bile, daha çok sevab almak
şöyle dursun, hiç sevab alamadığını görüyoruz. Bunun sebebi ise, dikkat
çektiğimiz şu husustur: Sevabın çokluğu ancak fiillerdeki ihlasa göre meydana
gelir. Halbuki biz, meleklerin ihlasının daha çok olduğunu bilmiyoruz.
[147]
19) Allah
Teala: "O (meleklerden) kim: "Ben de O'ndan başka bir tanrıyım"
derse onu cehennemle cezalandırırım "(Enbiya, 29) buyurmuştur. Bu ayet,
onların yükseklik ve mertebe itibarı ile şöyle bir dereceye
ulaştıklarına delalet eder. Eğer onlar Allah'ın emrine muhalefet edecek
olsalardı, ancak Hanlıklarını iddia ederek, Cenab-ı Allah'a karşı çıkarlardı,
yoksa şehvetle ilgili herhangi bir hususta değil. Bu da onların son derece yüce
olduklarını gösterir. Amma buna karşı şöyle denilebilir: Onların çok yüce
olduklarında bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Ama onun "Onlar
yükseklik ve mertebe itibarı ile öyle bir dereceye ulaşmışlardır ki eğer
Allah'ın emrine muhalefet edecek olsalardı, ancak Hanlıklarını iddia ederek
Cenab-ı Allah'a karşı çıkarlardı" sözü de kabule şayandır. Çünkü
meleklerin bilgisi çok, kuvveti fazla, yeme içme ve cinsi münasebet
ihtiyacından uzaktırlar. Böyle olan kimse, Allah'ın emrine muhalefet edecek
olsa, ancak bahsedilen manada muhalefet eder. Fakat siz niçin "Bu onların,
insandan daha fazla sevab aldıklarını gösterir" diyorsunuz? Çünkü münakaşa
noktası sadece budur.
[148]
20) Hz.Peygamber
(s.a.s.), Cenab-ı Hak'tan naklederek şöyle buyurmuştur. "Kulum beni bir
toplulukta anarsa, ben de onu, onun topluluğundan daha hayırlı bir topluluk
içinde ananm."[149] Bu,
daha yüce topluluğun daha faziletli olduğunu gösterir.
Birisi buna karşı şöyle
diyebilir: Bu, haberi vahiddir. Yine bu, meleklerin topluluğunun, insanların
topluluğundan daha üstün olduğunu gösterir. İnsanların topluluğu ise avamdan
ibarettir. Peygamberlerden değil. Bu sebeble meleklerin insanların topundan
üstün olmaları, peygamberlerden de üstün olmalarını gerektirmez. Nakli
delillerle ilgili sözün sonu budur.
[150]
Bil ki felsefeciler de
melek diye adlandırılan bu semavi ruhların, beşeri nüfûs-i natıkadan (konuşan
ruhlardan) daha üstün olduklarında ittifak etmişlerdir. Onlar bu konuda,
inşaallah az sonra zikredeceğimiz bir takım akli izahlara dayanmışlardır.
[151]
Onlar şöyle
demişlerdir: Meleklerin yapıları basit (birleşik olmayan) dir, kesretten
(çokluktan) uzaktır. İnsan ise nefis (ruh) ve bedenden mürekkebtir. Nefis bir
çok kuvvetten meydana gelmiştir. Beden de birçok parçadan meydana gelmiştir.
Basit olan mürekkeb olandan daha hayırlıdır. Çünkü mürekkeb varlık için, yokluk
sebebleri, basit varlığın yokluk sebeblerinden daha çoktur. İşte bu sebebten
Ötürü, Cenab-ı Hakk'ın tek oluşu, O'nun celal ve kibriya sıfatlarındandır.
Buna itiraz: Biz basit
varlığın mürekkeb varlıktan daha kıymetli olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü
ruhani taraf için tek bir şey vardır. Cismani taraf için ise hem ruh hem cisim
olmak üzere iki şey vardır. Buna göre, cismani olan (yani insan), ruhu
bakımından ruhani ve nurani alemden; bedeni bakımından ise maddî alemdendir. Bu
sebeble o, hem ruhani hem cismani olmayı bir arada bulundurduğu için, sırf
ruhani veya sırf cismani olan varlıklardan daha üstün olması gerekir. İşte
Hz.Adem (a.s.)'in meleklerin secdegâhıolmasındaki sır da budur.
Bir başka yönden de
şöyle diyebiliriz: Melekî ruhlar, cismani kayıtlardan uzak, mücerred
varlıklardır. Bu sebeble bunların, nuranî makamlara dalmış olmaları, sanki
onların bu cisimler alemini idare etmelerine mani olmuştur. Ama peygamberlere
ait beşeri ruhlara gelince, bunların her iki alemi bir arada bulundurmaya
güçleri yeter. Çünkü onların marifetullah merdiveninde ve kudsiyyet alemlerinde
devamlı yükselmeleri, süfli alemi (dünyayı) idare etmelerine; cisimler aleminin
intizamına iltifat etmeleri de ruhlar aleminde olgunlaşmalarına mani olmaz.
Bundan dolayı onların güçleri her iki alemi idare etmeye ve her iki cinsi de
zapt-u rapt altına afmaya yeterli olmuştur. Bu sebeble onların daha şerefli ve
daha büyük olmaları gerekir.
[152]
Ruhani ccvhener,
(melekler) kan akıtmanın kaynağı olan şehvetten uzaktırlar. Beşeri ruhlar ise
bu vasfı taşırlar. Şer kaynağından uzak olan, onunla imtihan edilenden daha
şereflidir.
Buna itiraz: Şüphesiz
engel ve maniaların çok olmasına rağmen hizmete devam etmek, ihlası herhangi
bir engel olmadan hizmete devam etmekten daha çok gösterir. Bu da muhabbet
hususunda, insanın mertebesinin daha yüce ve daha mükemmel olduğuna delalet
eder. Yine ruhani varlıklar (melekler) Yaratıcılarına itaat ettiklerinde,
onların bu itaatleri, Allah'ındüşmanları olan şeytanların kahrolmalarını
gerektirmez. Ama beşeri ruhlar (insanlar) Yaratıcılarına itaat ettiklerinde,
onların bu itaati şehvet ve gazab güçlerini kahreder. Bu güçler de insan
şeytanlarıdır. Bu sebeble, insanların itaatleri daha mükemmel olmuş olur.
Yine şurası da açıktır
Ki, meleklerin dizim, senin bize
öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok" dedikleri zamanki dereceleri,
"Orada fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın?"(Bakara, 30)
dedikleri zamanki derecelerinden daha üstündür. Bu ancak, hata yapmadan meydana
gelen bir üzüntü sebebiyle olmuştur. Bu hal.insanda daha ileridir.Çünkü
Hz.Peygamber(s.a.s) Allah Teala'dan naklederek "Günahkârların iniltileri
Bana, teşbih edenler gurubunun nağmelerinden daha sevimlidir" buyurmuştur.
[153]
Melekler, kuvve
mahiyyetinden uzaktırlar. Çünkü o meleklerin karakterlerindeki çeşitlere göre,
onlar için mümkin olan her kuvvet, fiil haline gelmiştir. Halbuki peygamberler
ise1 böyle değildirler. İşte bundan ötürü Hz.Peygamber (s.a.s.): "Ben, her
gece ve gündüz, Allah'a yüz kere istiğfar ederim. Bana ve size ne yapılacağım
bilemem buyurmuştur. Nitekim Allah Teala, Hz.Peygambere hitaben:
"Sen daha önce kitab nedir, iman nedir " bilmezdin" {Şura,52)
buyurmuştur. Şüphesiz tam bîr fiil ile olan; kuvvetle olandan daha şereflidir.
Buna itiraz: Onun tam
fiil ile olduğunu kabul etmiyoruz. Belki de o, bazı işlerde kuvve iledir. İşte
bundan ötürü şöyle denmiştir: Meleklerin, felekleri hareket ettirmesi
düşünceleri, kuvveden fiile çıkarmasından dolayı olmuştur. Bu hareket ettirme,
meleklere nisbette; tefekkür ve muhayyile kuvvetine sahib otan ruhların,
bilkuvve olan düşünceleri bilfiil yapmaya gayret etmeleri esnasında meydana
gelen hareket ettirme gibidir.
[154]
Melekler, varlığın eli
kolu durumundadırlar. Onlar değişme ve kuvve tabiatından uzaktırlar. İnsanlar
ise boy/e değildir.
Buna itiraz: Her iki
tez de imkansızdır. Melekler, zatları gereği varlıkları mümkin, maddeleri
gereği ise varlıkları vacib oJan varlıklar değil midir? O halde melekler
sonradan yaratılmışlardır. Tamam, bunu kabul ediyoruz. Lakin beşeri ruhfarın
hâdıs (sonradan) ofdufcfarını
kabul etmiyoruz. Aksine
bazılarınca, bu ruhlar ezelidirler. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu
ruhlar, Rablerini hamd ile teşbih eden Arş' m altındaki gölgeler gibi,
ebediyyen maddi mekanlarına ininceye kadarki durumlarıdır. Onlar bu cisimlerle
alaka kurduklarında, bunlara pşık olurlar ve bunlarla olan Cinsiyetleri kuvvet
kazanır. Böylece, 'Arştaki gölgelerden en mükemmelleri ve en şereflileri, bu
ruhları o maddi yerlerinden kurtarmak için çare arasınlar diye bu aleme
gönderilir. İşte Kelile ve Dimne kitabında anlatılan, "gerdanlık"
güvercinden*42' maksad da budur.
[155]
Melekler, nurani, ulvi
ve latif varlıklardır. İnsanlar ise zulmani, süfli ve kesif (yoğun)
varlıklardır. Akıllar, nurun zulmetten daha üstün; ulvi varlıkların süfli
varlıklardan daha hayırlı ve latif olanların kesif varlıklardan daha mükemmel
olducuna şehadet eder.
Buna itiraz: Bütün
bunlar madde ile alakalıdır. Halbuki bize göre kıymetli
olmanın sebebi,
Cenab-ı Hakk'ın da: "De ki: Ruh Rabbimfn emri
(cümlesinden)'dtr"{İsra, 85) buyurduğu gibi, Alemlerin Rabbinin emrine
boyun eğmektir. Halbuki maddesi kıymetli diye bir varlığın şerefli olduğunu,
iddia etmek, İblis aleyhülla'ne'nin ilk delil getiriş şeklidir. Ama onun layık
olduğu cevap Cenab-ı Allah tarafından verilmiştir.
[156]
Semavi, ruhani varlıklar
(melekler), ilim ve amelleri kuvvetli olduğu için, cismani varlıklara
(insanlara) üstün kılınmışlardır. İlim bakımından üstünlükleri şundan
dolayıdır. Feylesoflar, meleklerin gaybı badiklerinde, istikbale art işlere
muttaki olduklarında ittifak etmişlerdir. Yine meleklerin ilimleri, fiili,
fıtri, külli ve daimidir. Halbuki İnsanların iiimleri, bütün bu hususlarda
bunun aksinedir. Meleklerin amel bakımından üstün oluşları, onların devamlı
hizmet etmeleri, gece-gündüz tesbihatta bulunmaları, gözlerini uyku tutmaması,
akıllarının hata etmemesi, bedenlerinin gafil olmaması, yiyeceklerinin teşbih,
içeceklerinin takdis, tahmid ve tehlil olması, nefeslerinin zikrullah ile,
sevinçlerinin Allah'a hizmetle olması, bedeni ala! 'ardan tecrid edilmiş
olmaları, şehevi ve gazabi kuvvelerden herhangi biri ile perdelenmemiş olmaları
sebebiyledir. Bu iki taraftan biri nerede, diğeri nerede?
Buna itiraz: Bütün bu
anlattığınız hususlarda, herhangi bir ihtilaf yoktur. Ancak burada bir incelik
vardır. O da şudur: Devamlı hoş gıdalar yiyen kimse günlerce aç kalmış kimsenin
bunlardan duyacağı tad gibi, lezzet alamaz. Bu sebeble melekler, devamlı bu
yüksek derecelerde bulundukları için çoğu zaman cismani engeller ve zulmani
perdelerle, mani olunmuş olan insanların duyduğu tadı duyamazlar. Lezzet
hususundaki bu üstünlük sadece insanlara hastır. Belki de Allah Teala'nın:
"Biz emaneti
göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onl&r bunu yüklenmekten
çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan bunu yücendir"(Ahzab, 72)
ayetinden murad budur. Muhakkak ki, mahrumiyetlerle sınandıktan sonra, arzu
olunan şeylere ulaşmak, bu arzu edilen şeyleri devamlı elde etmekten daha
lezzetlidir. Bundan dolayıdır ki, doktorlar demişlerdir ki: "Kısa süreli
bir sıtma nöbetinin ateşi, devamlı olan sıtma hastalığının ateşinden daha
fazladır. Fakat, kısa süreli bir sıtmanın ateşi devam eder ve iyice yerleşirse,
bu ateş artık hissolunmaz. Bu durum, meleklerde bulunmaz. Çünkü meleklerin
olgunlukları devamlıdır. Bu hal diğer cisimler için de söz konusu değildir.
Çünkü, onlar mücerret şeyleri idrak etmeye kaabiliyetli olan kuvveye sahip
değildirler. Bundan dolayı, bu emaneti insanlardan başka yüklenmeye gücü yeten
hiç bir varlık yoktur.
[157]
Meleklerin cisimleri
idare edebilecek ve kütleleri evirip çevirebilecek kuvvetleri bulunmaktadır.
Onların bu kuvveti, mizaca bağlı olmadığı için, onlara bir yorgunluk ve bir
bıkkınlık arız olmaz. Sonra sen, daha henüz yeni büyümekte olan yeşil taze
ekinin taşları yardığını, kayaları ayırdığını görürsün. Bu, ancak, semavi
kuvvetler cevherinden ona bol bol verilmiş olan nebatî kuvve» ile olmaktadır.
Süfli cisimleri evirip çeviren ve idare eden, ağır yükleri yüklenebilen, dağlan
yerinden oynatabilen, kendilerinin hareketiyle rüzgarların esip, kendilerine
yönetilmesiyle bulutların ortaya çıkıp kaybolduğu ve aynı şekilde, onlardan
sadır olan bir sebeble, dağlarda zelzelelerin meydana geldiği bu semavi ve
ruhani güçleri ne zannediyorsun sen! Cenab-ı Hakk'ın ; "Ve işleri taksim eden (meîek)lere kasem
olsun"(zariyat, 4) buyurduğu gibi, şeriatlar bu hususu anlatır, akıllar da
bunu gösterir. Halbuki süfli ruhlar böyle değildir. Bu iki taraftan birisi
nerede, diğeri nerede?
Kötü ruhlar olan
şeytanların buna muktedir olduklarına dair söylenen söze gelince, bu mümkün
değildir. Şayet bunu kabul etsek dahi meleklerin buna güçlerinin yetmesinin
daha yerinde ve daha mükemmel olduğu hususunda anlaşmazlık yoktur. Ve bir de,
meleki latif ruhlar kuvvelerini bu süfli alemin düzeni ve faydası için; kötü
ruhlar ise güçlerini şer fiiller için kullanırlar; birisi nerede, diğeri
nerede?
Buna itiraz: Nüfus-i
natıka-i beşeriyede yani düşünen beşeri varlıklar arasında kamil kuvvet sahibi,
taklib (mahiyyet değiştirme) ve tasarruf suretiyle cisimlere hakim bir nefsin
bulunması uzak bir ihtimal değildir. Böylesi bir nefsin bulunmasının
imkansızlığına nereden delil bulunabilir ki?
[158]
Meleklerin, Cenab-ı
Allah'ın hayırlı varlıklara yönelik celal nurlarından feyezan eden, irade ve
ihtiyarları vardır. Onların iradeleri, alemin nizamını tösise hasredilmiş olup,
insanların iradelerinin aksine, kesinlikle o şer ve fesad şaibesinden
bendirler. Çünkü insanların iradeleri, yücelik ve alçaklık cihetleri ve hayrın
iki ucu arasında mütereddittirler. Onların hayırlara meyilleri ancak, haberde
varid olduğu gibi, meleklerin yardımıyla hasıl olur. Bu habere göre, her
insanın, onu doğrultan ve hidayete ileten bir meleği vardır.
Buna itiraz: Bu,
meleklerin taatlerinde mecbur olan varlıklar, peygamberlerin ise hayır ve şer
arasında mütereddit olan varlıklar olduğuna delalet eder. İrade sahibi olan
ise, bir işi mecburen yapandan daha üstündür. Bu görüş zayıftr, çünkü tereddüt
devam ettiği müddetçe, bir fiilin yapılmasının imkansızlığı da devam eder.
Tercih tahakkuk edince, iş bir mucibe (gerektirene) iltihak eder, Buna göre de
peygamberlerin bilkuvve ihtiyarları olup. melekler vasıtasıyla bu hayırlar
kuvveden fiile geçer. Meleklere gelince onlar, bilfiil hayırdan ibarettirler;
binaenaleyh o nerde, bu nerde!
[159]
Ruhanilerin
kendilerine ait birer cisimleri vardır. Bunlar da beden durumunda olan yedi
gezegen, diğer sabit yıldızlar ve felekler; kalbler gibi olan yıldızlardır.
Melekler de onların ruhları mesabesindedir. Ruhlann, ruhlara nisbeti,
bedenlerin bedenlere nisbeti gibidir. Sonra biz biliyoruz ki, feleklerin
durumlarındaki değişiklikler bu alemdeki değişikliklerin meydana gelmesinin
sebepleridir. Çünkü, yıldızların hareketlerinden tesdis (altılı),teslis (üçlü),
terbi (dörtlü), mukabele (karşılıklı olma) ve mukarebe (birbirine yakın olma)
gibi çeşitli alakalar ortaya çıkar. Aynı şekilde feleklerin yerleri, bazan
birbirine mutabık olur. İşte bu, birleşme halidir. O zaman da, alemin düzeni
ortadan kalkar; bazan da onlar birbirinden ayrılır, böylece alemin mamurluğu,
süfli alemin cisimlerine başka gelecek biçimde bu ulvi alem cihetinden, tekrar
geri gelir. Aynı şekilde süfli alemin ruhları da böyledir; bilhassa hikmetle ilgili
konular ve felsefi ilimlere, bu alemin ruhlarının ulvi alemin ruhlarına bağlı
ve yine bu alemin ruhlarının mükemmellikleri o ruhların mükemmelliklerine
dayalı, bu ruhların o ruhlara nisbetinin, büyük bir deryaya, bir katrenin
nisbetiyle güneşin yuvarlağına küçük bir parıltının nisbeti gibi olduğuna
delalet etmişken! jşte eserler bunlardır, burada bir başlangıç ve netice söz
konusudur. Öyleyse, üstünlük bir tarafa, eşitliği iddia etmek bile nasıl uygun
olabilir?
Buna itiraz: Sizin
bütün söyledikleriniz tartışmalıdır. Fakat, onları kabul etmemiz durumunda
bile, konu yine ortada kalır. Çünkü biz, mahrumiyetten sonra leziz bir şeye
ulaşmanın, devamlı olarak onu elde etmekten daha çok lezzetli olduğunu beyan
etmiştik. Bu durum da sadece insanlar için mevzu bahistir.
[160]
Onlar şöyle dediler:
Felekî, ruhani varlıklar, bu alemin ruhani varlıklarının menşe'len ve
eşleridir. Menşe, kendisinden neşet edenden daha şereflidir. Çünkü o neşet
edende -hasıl olan bütün üstünlükler, menşe'den istifade ile olmuştur. İstifade
eden, kendisinden istifade edilenden daha düşük bir haldedir. Aynı şekilde
neticenin de daha şerefli olması gerekir. Buna göre ruhani varlıklar âlemi
kemalât alemidir. Öyleyse başlangıç ondandır, dönüş onadır, sudur ondandır ve
nihayet, varış ona olacaktır.
Aynı şekilde ruhlar da
kendi alemlerinden inerek bedenlerle birleşirler, neticede cisimlerin
kirleriyle kirlenirler. Sonra o kirlerden güzel ahlak ve hoş amellerle
temizlenirler. Öyle ki, o cisimlerden ayrılır, kendi ilk alemlerine çıkarlar.
Ruhların inmesi birinci neş'et, yükselmesi ise diğer bir neş'ettir. Bununla
anlaşılıyor ki, ruhani varlıklar beşeri varlıklardan daha şereflidir.
Buna itiraz: Bu
sözleri siz, ahiretin ve bedenlerin haşrinin inkarı üzerine kurdunuz; oysa ki
bunları inkar etmek çok zordur.
[161]
Peygamberler (s.a.s.)
in hepsi, bilgi ve marifet hususunda bildirdiklerini ancak vahiy yolu ile öğrendiklerini
söylemişlerdir. Bu, onların bilgilerini ruhani varlıklardan aldıklarının bir
itirafıdır. Onlar, Lût kavminin şehirlerini yerinden sökmede ve Bedir gününde
olduğu gibi, düşmanlarına karşı kendilerine yardım eden ve Nûh (a.s.)'un gemi
yapma kıssasında olduğu gibi, faydalarına olacak şeyleri onlara öğretenlerin
ancak melekler olduğunda ittifak etmemişler midir? Bunda ittifak ettiklerine
göre, peygamberiarin bütün işlerde meleklere muhtaç olduklarını açıkça beyan
etmelerin rağmen, daha neye dayanarak siz onları meleklerden üstün
tutuyorsunuz?
[162]
Akli taksimat,
canlıların ya tamamen hayırlı veya tamamen şerli, veyahutta bir cihetten
hayırlı bir diğer cihetten şerli olduklarını göstermiştir. Sırf hayırlı olanlar
melek nevinden olan varlıklardır. Sırf şerli olanlar, şeytan nevinden olan
varlıklardır. Bu iki hal arasıdan olanlar da insanlardır. Ve yine insan, ölümlü
bir varlık olup, onun iki yanında da iki kısım bulunmaktadır.
a- Ölümlü
olmayan nâtık varlık ki, bu meleklerdir.
b- Bu İse,
ölümlü olan ve nâtık olmayan varlıklardır ki, bunlar da hayvanlardır. Aklın
yaptığı bu taksim, insanın kemalin orta derecesinde; meleğinse kemalin en üst
noktasında olduğuna delalet eder. İnsanın daha üstün olduğunu söylemek, aklın
yapmış olduğu taksimi ters çevirmek ve mevcudatın sıralamasını bozmaktır.
Buna itiraz: İnsanın
üstünlüğünden muradımız, sevabının çokluğudur. Öyleyse, siz meleklerin
sevabının daha çok olduğunu neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Bu konuda
söylenen akli görüşlerin özeti işte budur.
Muvaffakıyyet
Allah'tandır.
[163]
Peygamberlerin
meleklerden üstün olduğunu söyleyenler, buna birçok şeyi delil getirmişlerdir.
[164]
Cenab-ı Allah
meleklere, Hz.Adem'e secde etmelerini emretti. Ve Adem (a.s.)'in ktble
olmadığı, aksine secdenin gerçekte O'na yapıldığı sabit olmuştur. Bu husus
sabit olunca, Hz.Adem'in meleklerden üstün olması gerekir. Çünkü secde boyun
eğmenin en ileri derecesidir. Daha şerefli olanın, kendisinden daha aşağıda
olana, en ileri derecede boyun eğmekle mükellef tutulması aklen hoş görülmez.
Çünkü mesela Ebu Hanife'nin, fıkıhtaki bilgisi kendisininkinden daha az olan
birine hizmet etmesinin emredilmesi, hoş görülmez! Bu durum, Adem (a.s.)'in,
meleklerden daha üstün olduğuna delalet eder.
[165]
Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i
kendisinin halifesi yapmıştı. Bundan murad, velayet (hükmetmeyi üstlenme)
hilafetidir. Çünkü Cenab-ı Hak; "Ey Dâvud, seni biz yeryüzünde halife
yaptık. Öyleyse, insanlar arasında hak ile hükmet! "(Sad, 26) buyurmuştur.
İnsanların, makamca padişah yanında en üstün olanları velayet ve tasarruf
bakımından onun yerini tutan kimse olduğu malum bir şeydir. Bu da onun
halifesidir.Bu durum, Âdem (a.s)'in mahlukatın en şereflisi olduğuna delalet
eder. Bunu Cenâb-ı Allah'ın :
"Yerde olan
herşeyi sizlerin emrinize vermiştir" (Hac, 65) âyeti tekid etmektedir.
Sonra bu umumi ifade, şu âyetle de te'kid edilmiştir: O yerde olan herşeyi
sizin için yarattı "(Bakara, 29).
Buna göre Hz.Adem
hilafet makamında en yüksek dereceye ulaşmıştır. Dünya,onun hayatta kalabilmesi
bir meta; âhiret de, onun mükâfaatı için bir ülke olarak yaratılmıştır. Ve
şeytanlar, ona karşı büyüklenmeleri sebebiyle, Rahmet-i İlaheden
kovulmuşlardır.Cinler onun emrindedir; melekler ona itaat ederek, secde eder,
ona boyun eğerler; sonraysa bazı melekler, onun ve onun zürriyetinin bekçisi;
bazıları rızkının İndiricisi, bazıları onun hataları için istiğfar edeni olmuşlardır.
Hem sonra Cenab-ı Allah, bu yüce makamlara rağmen, "Ve yanımızda fazlası
da var" (Kaf, 35). Öyleyse bu kemâl ve celâlin bir sınırı yoktur. Üçüncü
Delil: Hz.Âdem ilimde daha ileri idi. Hz. Adem daha bilgiliydi. Daha bilgili
ise, daha üstündür. O daha bilgiliydi, çünkü Cenâb-ı Allah meleklerden
isimlerin bilgisini sorduğu zaman: "Dediler ki, serti tenzih ederiz.
Bizim, senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki
sen, alîmsln, hakimsin "(Bakara, 32) dediler. O zaman da Cenab-ı Allah:
"Ey Adem, onlara eşyanın isimlerini bildir. Adem meleklere eşyanın
İsimlerini bildirince, Allah (meleklere), "Ben size demedim mi ki...
"(Bakara, 33) buyurmuştur. Bu, Âdem ta.s.yin meleklerin bilmediği şevleri
bildiğini gösterir. Daha bilgili olanın üstünlüğüne gelince, bu Cenab-ı
Allah'ın:
"De ki,
bilenlerle bilmeyenler bir olurlar mı?"(Zümer, 9) ayetinden dolayıdır.
[166]
Cenab-ı Hak; "Muhakkak
kt Allah Âdem'tftûh'u, İbrahim ailesini ve İmran'm ailesini bütün alemlere
üstün kıldı"(A.imran.33) buyurmuştur. Alem, Allah'ın dışındaki bütün
şeylerden ibarettir. Bu böyledir, çünkü âlem kelimesi, daha önce geçtiği gibi,
âlem kelimesinden türemiştir. Cenab-ı Hakk'a işaret ve O'na delalet eden her
şey bir âlemdir. Şüphe yok ki sonradan meydana gelen her varlık Cenab-ı
Allah'ın varlığına delalet eder. Öyleyse, sonradan olan herşey, âlem lafzına
dahildir. Cenab-ı Allah'ın: (Ali imran,
33) ayetinin anlamı buna göre şöyledir: Allahu Teala onları bütün mahlukata
üstün kılmıştır. Meleklerin de mahlukat zümresinden olduğunda şüphe yoktur. Bu
sebeple ayet, Allahu Teala'mn peygamberleri meleklere de üstün kılmış olmasını
gerektirir. Eğer, denilirse ki: "Bu, Cenab-ı Hakk'ın: "Ey
İsrailoğullan, size inam ettiğim nimeti ve sizi bütün alemlere üstün tutuşumuzu
hatırlayınız"(Bakara, 47) ayetiyle bir müşkitlik arzeder. Çünkü onların,
meleklerden ve Hz.Muhammed'den daha üstün olmaları gerekmez. Burada da
böyledir. Cenab-ı Hak Hz.Meryem hakkında: "Allah seni seçti ve temizledi;
seni alemlerin kadınlarına üstün kıldı. (A.imran, 42) buyurmuştur. Hz.Meryem'in
Hz.Fatıma'dan daha üstün olması gerekmez. Burada da böyledir; buna cevabımız
şudur:
Müşkillik bertaraf
edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın sözü, yahudilerin selefleri olan
peygamberlere hitaptır. Onlar o zaman mevcutken Hz.Muhammed o zaman mevcut
değildi. Hz.Muhammed mevcut olmayınca da, "alemler" lafzının şümulüne
girmez. Çünkü yok olan şey, âlemlerden olmaz. Durum böyle olunca, Allah' u
Teala' nın onları, o zamandaki alemlere üstün kılmasından ibaret olup onların
Hz.Muhammed'den daha üstün olmaları gerekmez. Cebrail (a.s.)'e gelince O,
Cenab-ı Hak: "Muhakkak ki Allah, Adem'i Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini
alemlere seçtik" (Ali imran, 33) buyurduğunda mevcut idi. Bu sebeple
Allah'ın onlan Cibril'e üstün kılmış olması gerekir. Yine farzet ki delilin
mevcut olmamasından dolayı ayet tahsis edilmiştir. Burada ise, ayetin zahirini
terkettirecek bir delil yoktur. Bu sebeple ayeti umumi yönden zahirine
hamletmek gerekir.
[167]
Cenab-ı Hakkın "Seni, ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik" (Enbiya, 107) ayetidir. Melekler de alemin cümlesindendir. Bu
sebeple Hz.Muhammed, melekler için de rahmet olmuştur. Bu nedenle
Hz.Muhammed'in onlardan daha üstün olması gerekir.
[168]
Beşerin ibadeti daha
zordur. Bu sebeple, onların daha üstün olmaları gerekir. Biz birkaç sebepten
Ötürü beşerin ibadetinin daha zor olduğunu söyledik. Şöyle ki:
a-
İnsanoğlunu, günah işlemeye davet eden şehveti vardır. Meleklerinse, bu şehveti
yoktur. Karşı koyan bir gücün bulunmasıyla beraber bir şeyi yapmak, o şeyi,
karşı koyucu bir güç olmadan yapmaktan daha zordur. Şayet: "Meleklerin de,
kendilerini isyana sevkedecek şehveti vardır ki bu da, Önderlik
arzulandır" denilirse deriz ki; "Farzedelim ki durum böyledir, ancak
beşerin çok çeşitli şehvetleri bulunmaktadır. Meselâ, yeme içme şehveti, cinsi
münasebette bulunma şehveti ve reislik şehveti gibi... Melekler ise, bu
şehvetlerden ancak birisine sahiptir ki, o da lider olma şehvet ve arzusudur.
Şehvetin birçok nev'i ile imtihan olunan kimsenin itaat etmesi, şehvetin bir
çeşidine mübtela olanın itaat etmesinden daha zordur.
b- Melekler,
ancak "nas" ile amel ederler. Çünkü Cenab-ı Hak: "Bizim, senin
bize öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur "(Bakara, 32) ve: "Bunlar,
sözle O'nun önüne geçmezler! Onlar Allah'ın emriyle amel ederler''{Enbiya, 27)
buyurmuştur. Beşerin ise, istinbatta bulunma ve kıyas
yapma gücü vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak; "Öyleyse ibret alınız, ey akıl sahipleri"{Haşr.
2) buyurmuştur. Keza Muaz (r.a.) "Re'yimle içtihad ettim " buyurmuş,
Hz.Peygamber (s.a.s.) de onu, bu hususta tasvib etmiştir. İstinbatla amel
etmenin, nas ile amel etmekten daha güç olduğu bilinen bir gerçektir.
c- Beşerin
şüpheleri meleklerin şüphelerinden daha çoktur. Feleklerin ve gezegenlerin bu
alemin hadiselerinin sebepleri olması, çok müessir şüpheler cümlesindendir. Bu
sebeple insanlar,bu şüpheleri defetmeye muhtaçtırlar. Meleklerse, muhtaç
değildirler; çünkü onlar gökler aleminin sakinleridirler. Bu sebeple melekler,
bu alemin yaratıcı bir Müdebbir'e nasıl muhtaç olduğunu bizzat müşahede
ederler.
d- Şeytanlar
meleklere vesvese veremezler. Halbuki, şeytanlar, vesvese vermek için
insaoğluna musallat olmuşlardır. Bu ise, büyük bir farktır. İnsanların itaat
etmelerinin daha zor olduğu kesinlik kazanınca, onların "nass"a göre
daha çok sevap almaları gerekir. Çünkü Hz.Peygamber "ibadetlerin en üstün
olanı, en meşakkatli olanıdır " buyurmuştur. Kıyasen de bu böyledir;
çünkü biz, kadınlara hiçbir meyli bulunmayan bir pir-i faninin zinadan
kaçındvğv zaman olan, buna aşırı arzu duyan, ama ondan kaçınan kimsenin
fazileti gibi olmadığını biliyoruz.
[169]
Cenab-ı Hak, melekleri
şehvetsiz fakat akıllı olarak; hayvanları ise, akılsız; fakat şehvetli olarak;
ademoğlunu ise, bu iki hususu kendisinde cemetmiş olarak yaratmıştır. Bu
nedenle insanoğlu, aklı sebebiyle sınırsız denecek derecede hayvanların
üzerinde bulunmaktadır. Şehveti sebebiyleyse, meleklerin aşağı mertebesinde
bulunmaktadır. Sonra biz insanoğlunu, arzusu aklına üstün gelip, aklı ile değil
de hevesleri ile amel edince, Cenab-ı Hakk'ın da: "Onlar dört ayaklı
hayvanlar gibidirler; hatta onlardan da şaşkın! "( buyurduğu gibi,
hayvanların aşağısında olur. Bu sebeple hayvanların değil de onların var
olacağı yer, ateş olur. Böylece onların aklı nevalarına baskın çıkar, hatta
nefsinin arzusuyla hiçbir şey yapmayıp aklına göre hareket ederse, iki taraftan
birisini diğerine mukayese ederek, onların meleklerin üstünde bulunduklarını
söylemek gerekir.
[170]
Melekler,
muhafızdırlar; Âdem evladı ise himaye edilenler. Korunmuş olan ise, koruyandan
daha kıymetlidir. Bu sebeple, insanoğlunun Allah katında meleklerden daha
kıymetli olmaları gerekir.
[171]
Rivayet edildiğine göre
Cebrail (a.s.), Miraç gecesi Hz.Muhammed'in bineğinin üzengisinden tutup, O'nu
Burak'a bindirdi. Bu, Hz.Muhammed'in Cebrail (a.s.)'den daha üstün olduğunu
gösterir. Hz.Muhammed bazı makamlara varınca, Hz.Cebrail O'ndan ayrılarak şöyle
dedi: "Ben, artık bir parmak ucu kadar daha yaklaşsam, yanıp kül
olurum!"
[172]
Hz.Peygamberin şu
sözüdür: "Muhakkak ki benim, gökte iki vezirim; yerde de iki vezirim
vardır. Gökteki vezirlerime gelince, bunlar Cebrail ile Mikail 'dir.
Yerdekilere gelince, Ebu Bekr ile Ömer'dir." Bu haber, Hz.Muhammed'in bir
melik gibi, Hz.Cebrail ve Mikaİl'in ise, O'nun vezirleri gibi olduğuna delalet
eder. Melik, vezirden daha üstündür. Bu sebeple Hz.Muhammed'in melekten daha üstün
olması gerekir. Beşerin meleklerden daha üstün olduğuna dair söylenebilecek
sözün tamamı budur.
[173]
Meleğin daha üstün
olduğunu söyleyenler, insanın melekten üstün olduğunu söyleyenlerin birinci
deliline cevap vererek şöyle demişlerdir:
[174]
Daha önce alimlerden
bir kısmının, "secdeden maksat, alnı yere koymak değil, tevazu
göstermektir" dediği açıklanmıştı. Yine onlardan "secdenin,
alnı yere KoymaKîan
ibaret olduğunu kabul ederek, secdenin Aiian için
yapıldığını,
Hz.Adem'in ise secdenin kıblesi olduğunu" söyleyenler vardt. Bu iki görüşe
göre de, bir müşkil durum söz konusu değildir. Ama secdenin Hz.Adem için
yapıldığını kabul ettiğimizde, "Niçin daha şerefli olanın şerefli olana
secde etmesi caiz değildir" dediniz ?
Çok şerefli olan da
şerefli olana secde edebilir; çünkü hikmet-i ilahi çoğu kez daha şerefli olanın
sevgi göstermesini, son derece itaat ile inkiyad içinde olmasını gerektirir.
Çünkü hükümdar, yaşça küçük olan kölelerini yanı başına oturtarak, büyüklere de
onların hizmette bulunmalarını emreder. Hükümdarın bundan maksadı, o hizmet
edenlerin her işte kendisine itaat ettiklerini ve her durumda kendisine inkiyat
ettiklerini ortaya koymaktır. Durumun, aynen burada da böyle olması niçin caiz
olmasın? Ve yine Cenab-ı Hakk'ın, dilediğini yapması ve dilediğine hükmetmesi,
yine O'nun fiillerinde bir illet aranamıyacağı hususu bizim mezhebimiz değil
midir? İşte bu sebepten dolayı biz, Allah insanda küfrü yaratıp, sonra onu
nihayetsiz olarak azaplandırdığında, O'na itiraz edilemez dedik. Durum böyle
olunca, O'na, en üstün olanın en düşük olana secde etmesini emretmesi hususunda
nasıl itiraz edilebilir?
[175]
İkinci delillerinin
cevabı ise şudur:
Hz.Adem yeryüzünün
halifesi kılınmıştır. Bu ise, Hz.Adem'in yeryüzündekilerden daha şerefli
olmasını gerektirir. Bu, O'nun semadaki meleklerden daha şerefli olduğunu
göstermez. Şayet Cenab-ı Hak gökteki meleklerden birisini, niçin yeryüzünde,
kendine halife yapmadı?" denilirse, deriz ki, bunun birkaç sebebi vardır:
a- İnsanlar
melekleri göremezler.
b- Cins,
kendi cinsine daha çok meyleder.
c- Melekler,
son derece temiz ve ismet sahibidirler. İşte, Cenab-ı Hakk'ın: "Eğer biz o
peygamberi btr melek
yapmış olsaydık, onu
da btr insan kılığına sokardık "(Enam, 9) ayetinden murad edilen de budur.
[176]
Üçüncü delillerine
gelince, biz ona şöyle cevap veririz: Biz Hz.Adem'in meleklerden daha bilgili
olduğunu kabul etmiyoruz. Bu konuda en fazla şöyle denilebilir: Hz.Adem, isimleri
biliyordu; melekler ise onları bilmiyorlardı. Ne var ki melekler, Hz.Adem'in
bilemediği başka şeyleri biliyorlardı. Bu meseleyi iyice ortaya koyacak olan
husus şudur: Biz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in bu dillerin hepsini bilmemesine
rağmen, Hz.Adem'den daha üstün olduğunda anlaşmıştık. Yine İblis Hz.Adem'in
cennetten çıkarılmasına sebep olan ağaca yaklaşma hususunu biliyordu. Halbuki
Hz.Adem bunu bilmiyordu. Bundan, iblisin Hz.Adem'den daha üstün olması
gerekmez. Hüdhüd, Hz.Süleyman'a "Senin ihata edemediğin şeyi ben ihate
ederim" demişti. Bundan, Hüdhüd'ün Hz. Süleyman'dan daha üstün olması
gerekmez. Biz Hz.Adem'in meleklerden daha bilgili olduğunu kabul etsek bile,
ancak niçin meleklerin taatleri, ihlas bakımından Hz.Adem'in taatl'nden daha
çok; böylece de onların sevapları da daha fazladır" dememiz niye caiz
olmasın?
[177]
Dördüncü delillerine
cevaba gelince, bu zikredilen hususların en güçlüsüdür.
[178]
Beşinci delillerine
gelince ki, bu Cenab-ı Hakk'ın: (Enbiya, 107) ayetidir, buna-şöyle cevap
veririz. Hz.Muhammed'in alemlere rahmet olmasından, nun meleklerden daha üstün
olması gerekmez.
Nitekim Cenab-ı
Hakk'ın: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Allah ölmüş arzı nasıl
diriltiyor!"(Rum, 50) ayetinde de böyledir. Hz.Muhammed'in alemler için
bir yönden rahmet, onların da bir başka yönden alemler için rahmet olmaları
imkansız değildir.
[179]
Altıncı delillerine
cevaba gelince ki, bu delil beşerin ibadeti daha zordur şeklinde idi, bu şu durumla
çelişir. Biz, mücahede yolunda bir sûtinin, Hz.Peygamberin herkesten daha üstün
olduğunu bilmemize rağmen, O'nun bile kesinlikle tahammül edemiyeceği zor ve
çileli şeylere tahammül ettiğini görüyoruz. Bu ancak, niyette ihlasa bina
edilmiş olan bir sevab çokluğudur. İşin daha kolay olması da caizdir; ancak onu
yapanın ihlası daha fazla olabilir. Bu sebeple onun mükafaatı daha fazla olur.
[180]
Yedinci delillerine
cevaba gelince, bu birleştirici bir nokta olmadan, iki tarafı cem' etmektir.
[181]
Sekizinci delillerine
gelince ki, bu "korunan koruyandan daha şereflidir" şeklinde idi, bu
mutlak manada kabul edilemez; tam aksine bazan, koruyan korunandan daha şerefli
olur. Mesela, ordudaki suçlu askerler için tayin edilen üst rütbeli subay gibi.
Son iki açıklamalarına gelince, bunlar ahad hadislerdir. Bunlar, Hz.Peygamberin
çok mütevazı olduğuna dair rivayet ettiğimiz hadislerle çatışırlar. İşte
meselenin sonu budur. Muvaffak kılmak, ancak Allah'ın elindedir.
[182]
Bil ki, Cenab-ı Hak,
İbiis'i secde edenlerden istisna edince, onun secdeyi terketme hususunda mazur
olduğunun zannedilmesi caiz oldu. Bu sebeple Cenab-ı Hak diretti" diyerek,
İblis'in gücü yettiği ve mazur olmadığı halde secde etmediğini beyan
buyurmuştur. Çünkü diretmek iradi olarak kaçınmaktır. Ama, iş yapmaya kadir
olamayan kimseye gelince, onun için, "diretti" denmez. Sonra bunun bu
şekilde olması caiz olsa bile, ona bir büyüklenme eklenmez. Böylece Cenab-ı
Hak, "büyüklendi" diyerek, bu diretmenin büyüklenme biçiminde
olduğunu beyan etmiştir. Sonra bu söz konusu diretme ve büyüklenmenin, küfür
olmaksızın da bulunması caizdir. İşte bunun için Cenab-ı Hak, "Ve,
kâfirlerden oldu" ifadesiyle, onun kafir olduğunu beyan etti.
Kadî "Bu ayet
birkaç bakımdan Cebriyye'nin görüşünün batıl olduğuna delalet eder",
demiştir:
a- Cebriyye,
İblis secde etmediğinde, secdeye kadir olamadığını iddia etmişlerdir. Çünkü
onlara göre bir şeyi yapabilmek mümkün değildir. Bir şeye güç yetiremiyene de,
"O, o şeyden imtina etti" denilmez.
b- Birşeye
güç yetiremiyene o şeyi yapmamak suretiyle büyüktendi, denilmez. Çünkü o, bir
fiile güç yetiremediği zaman, o fiilden kaçındı, büyüklendi denmez. O kimse
ancak, isteseydi yapabileceği şeyi yapmadığında, büyüklenmiş olmakla
vasıflanır.
c) Cenâb-ı
Hak buyurmuştur. Gücü yetmeyeceği bir şeyi yapmadığı için kişinin kâfir olması
caiz değildir.
d- Onun
büyüklenmesi ve o işi yapmaması, Allah'ın onda bu işi yaratmasından dolayıdır.
Bu ise, onun kınanmaktan ziyade, mazur addedilmesinin daha uygun olduğunu
gösterir. Kadî sözüne devamla, "İblisin mazur olduğunu söyleyen bir
mezhebe inanan bir kimse, peşinen ziyana uğramıştır" der.
Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Kadî bu vecih'eri çoğaltarak, sözü uzatmıştır. Bu vecihlerin
neticesi emre, nehye, sevab ve ikaba dayanır. Biz, ona yine şu şekilde cevab
veririz: İblisten bu işlerin çıkması ya bir maksad ve sebebe dayanır veya
herhangi bir maksad ve sebebten dolayı değildir. Eğer onlar bir maksad ve
sebebten dolayı meydana gelmiş ise, bu maksad neredendir? Bu, bir fail olmadan
mı meydana gelmiştir veya bir kul olan failden mi meydana gelmiştir veyahutta
Allah'ın fail olduğu bir fiil midir? Eğer, bunlar bir fail olmaksızın meydana
gelmiş ise, Yaratıcı nasıl isbat olunur? Eğer kuldan meydana gelmiş ise, ve
bunun kuldan meydana gelmesi eğer bir başka maksaddan doğmuş ise bu takdirde
teselsül gerekir. Eğer o fiiller herhangi maksaddan dolayı meydana gelmemişse,
bu, onun maksadsız meydana geldiğini ifade çeler ki biz o zaman onu
"geçersiz" kılarız. Eğer onun faili Allah İse, bu durumda, bize karşı
ileri sürdüğün bütün deliller, aleyhine döner.
Eğer "Bu fiil,
iblisten, herhangi bir maksad ve sebeb olmadan meydana geldi" dersen, bu
durumda bir müreccih bulunmaksızın, mümkün olan bir işin tereccühü
(kendiliğinden meydana gelmesi) gerekir ki bu da Yaratıcıyı isbat etme kapısını
kapatır. Yine de eğer, "Bu, bu şekilde olmuştur " dersen, bu
fiillerin meydana gelişi tesadüfi sayılmış olur. Tesadüfi olan fiiller ise,
kulun güç ve iradesi dahilinde değildirler. Buna göre bu gibi fiiller kula
nasıl emr veya nehyedilebilir? Ey Kâdî, emir ve nehiy işinf delil getirmenin
faydası nedir? Böyle aklî bir delilin yanında, neticesi tek bir noktaya dayanan
bu izah tarzlarını çoğaltman dayanağını söker atar, sözünün yollarını keser,
şayet evvelkiler ve sonrakiler bu delil üzerinde ittifak etmiş olsalardı bile
bundan ancak "mümkün" varlığın bir müreccihe dayanmadan meydana
geldiğini kabul ederek kurtulabilirlerdi. Bu durumda da Yaratıcıyı isbat etme
kapısı kapanmış olurdu. Veya bundan, Cenab-ı Hakk'ın istediğini yapacağını ve
istediğine hükmedeceğini söyleyerek kurtulabilirlerdi ki bu da zaten bizim
cevabımızdır.[183]
İnsanların "O
(İblis) kafirlerden id!" âyeti hakkında iki görüşleri vardır:
a- İblis,
Allah'a ibadetle meşgul olduğu esnada da münafık ve kâfir idi. Bu görüşün
izahında iki şekil vardır:
1) Muhammed
b.Abdulkerim eş-Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal kitabının evvelinde, dört
İncil'in şerhedicisi olan Mârî'den bu meselenin Tevrat'ta da, iblisin, secde
ile emredildikten sonra meleklerle arasında geçen bir münazara biçiminde,
dağınık bir şekilde zikredildiğini rivayet etmiştir. Buna göre İblis meleklere,
"Ben, benim yaratanım, mucidim ve mahlukatın yaratıcısı olan bir ilahım
olduğunu kabul ediyorum. Ancak size Allah'ın hikmeti ile ilgili yedi sorum var:
Birincisi:
Allah'ın yaratmadaki hikmeti nedir? Hele hele, kâfiri yaratırken, onun ancak
sonunda elemlere düçâr olacağını bildiği halde onu yaratmasındaki hikmet nedir?
İkincisi: Mükellefiyetin
kendisine herhangi bir fayda ve zararı olmadığı, mükelleflerin lehine olan
herşeyi, mükellefiyeti vasıta kılmadan da yaratmaya kadir olduğu halde,
insanları mükellef kılmada ne mana vardır?
Üçüncüsü:
Farzedin ki Allah, beni kendisini tanıyıp O'na itaat etmekle mükellef
tutmuştur. Öyleyse daha niçin bana, Adem'e secde etmemi emretmiştir?
Dördüncüsü:
Adem'e secde etmemden dolayı kendisine isyan ettiğimde beni niçin lanetlemiştir?
Ne kendisi için, ne de başkası için bir fayda olmadığı ve fakat benim için zararların en
büyüğü olduğu halde niçin
beni cezalandırmayı gerekli görmüştür?
Beşincisi:
Sonra Allah bunu yaparken, niçin cennete girmeme ve Âdem'e vesvese vermeme imkan
tanıdı?
Altıncısı:
Ayrıca, ben bunu yaparken,niçin beni Adem'in çocuklarına musallat kılıp, benim
onları azdırmama ve yoldan çıkarmama müsaade etti?
Yedincisi:
Sonra ben, bu hususta O'ndan uzun bir mühlet istediğimde, bana bu mühleti niçin
verdi? Malumdur ki eğer dünya serlerden uzak olsaydı, bu daha hayırlı olurdu.
İndilerin şerhedicisi
şöyle dedi: Cenab-ı Allah, celal ve kibriya perdelerinin gerisinden ona
vahyederek: "Ey iblis, sen beni tanıdın şayet sen beni hakkıyla
tanısaydın, işlerimde bana itiraz etmemen gerektiğini bilirdin. Çünkü, ben,
kendisinden başka ilah olmayan Allah'ım. Yaptığım şeylerden sorulmam".
Bil ki mahlukatın
evvelkileri de sonrakileri de bir araya gelseler, güzel görme ve çirkin görme
işinin akla ait olduğuna hükmetseler, onlar bu şüphelerden bir kurtuluş yeri
bulamazlar ve bütün bu şüphelerden sıynlamazlar. Ama Cenab-ı Hakk'ın söylediği
cevab ile cevab verdiğimizde bütün bu şüpheler bertaraf olur ve itirazlar sona
erer. Nasıl böyle olmasın ki Cenab-ı Hak zatında vacib'l-vücud ve sıfatlarında
vacibu'l-vücud olduğu gibi, fail oluşunda her türlü müessir ve müreccihlerden
(tercih ettirici etkilerden) müstağnidir. Eğer Ailah Teala bunlardan müstağni
olmasa idi, onlara muhtaç olmuş olurdu. Halbuki Cenab-ı Hak, bütün ihtiyaçların
istendiği, bütün arzuların talebedildiği ve bütün arzulara kumda ulaşılan bir
varlıktır. Cenab-ı Allah böyle olunca, O'nun fiilleri için "niçinlik"
söz konusu olamaz; O'nun yaratmasına itiraz edilemez. Birisi şöyle diyerek ne
güzel söylemiş: "Allah'ın celâli Mu'tezile terazisi ile tartılmaktan çok
yücedir." Bunları söyleyen kimse, Allah'ın "O (iblis) kâfirlerden
idi" âyetini zahiri manası ile anlayarak, iblisin yaratılışından beri
kâfir ve münafık olduğunu söylemiştir.
2) İblis
ebedî olarak kâfirdir. Bu, muvâfât ashabının görüşüdür. Çünkü iman devamlı bir
mükafaata hak kazanmayı, inkâr ise devamlı bir cezayı haketmeyi gerektirir.
Devamlı mükâfaat ile devamlı cezanın aynı anda bulunması imkansızdır. Mükellef
bir zaman iman eder, sonra da-Allah muhafaza-küfre düşerse, o kul için, ya
ebedi sevabı haketme ile ebedi cezayı haketme beraber bulunur ki yukarıda
açıkladığımız gibi bunun olması imkansızdır, veyahut daha sonra olan öncekini
yok eder ki bu da imkansızdır.
Eksik 384-385…
Ekseri alimler, bütün
meleklerin, Hz.Adem (a.s.)'esecde etmekle emrolunduklarını söylemişler ve
buna iki
bakımdan delil getirmişlerdir:
a-
"Melâike" lafzı çoğul bir isimdir. Çoğul sigası umumi mana ifade
eder.
Hele hele bu lafız,
Cenab-ı Hakk'ın :
"Meleklerin hepsi
tamamı secde ettiler"(Hıcr, 30) ayetinde, en mükemmel te’kıd ile
getirilmiş ise...
b- Cenab-ı
Hak iblisi meleklerden istisna etmiştir. Bir şahsın onlardan istisna edilmesi,
onun dışındakilerin o hükme dahil olduğuna delalet eder. Alimlerden, bunu kabul
etmeyerek bu secde ile emredilenlerin yeryüzü melekleri olduğunu söyleyerek,
meleklerin büyüklerinin böyle bir secde ile emredilmesini uzak ihtimal görenler
vardır. Feylesoflara gelince, onlar melekler lafzını ruhani cevherlere
hamlederek şöyle demişlerdir: Semavi ruhların, düşünen beşeri nefislere
(nüfus-ı natıkaya) boyun eğmeleri imkansızdır. Secde etmeleri emredilen
meleklerden maksad, sadece bu beşeri nefislere itaat eden, beşeri.cismani
kuvvetlerdir. Bu meseleye dair söz akliyyata dair kitaplarda yer almıştır.
[184]
"Ve demiştik ki:
"Ey 'Adem, sen eşinle birlikte Cennette yerleş. Ondan, neresinden
isterseniz, bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa (kendine)
zulmedenlerden olursunuz " (Bakara, 35).
[185]
Müfessirler, (Yerleş)
sözündeki emrin, mükellefiyet (farzjyet) jfade eden bir emir mip mübahlık ifade
eden bir emir mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Katade'den, şöyle
dediğirivayet edijmişto "Oenâb-ı Aflah, melekleri Hz. Adem'e secde ile
imtihan ettiği gibi, Hz. Adem (a.s)'i de cennette yerleşmekle mtihan etmeştir.
Bu böyledir, çünkü, Hak Teâla, onu cennette otunnaK, ondan gibi yemekle
mükellef kılmış ve bir ağaçtan yemesini yasaklamıştır. Hz.Adem (a.s.)'in o
ağaçtan yemekten menedilmesi en zor mükellefiyetlerden biri olmakla beraber, o,
nehyedildiği şeyi yapıp bu sebeble avret mahalli açılıncaya ve cennetten
indirilip, arzu ettiği şeylerin bulunduğu bir yerde iskan edilinceye kadar bu
imtihan devam etti."
Diğer müfessirler de
şöyle demişlerdir: "Bu mübahlığı ifade eden bir emirdir. Çünkü kendisinden
istifade editen hoş,güzel ve temiz yerlerde . rleşmek kulluk kapsamına girmez.
Nitekim hoş, temiz şeylerden yemek
kulluk şümulüne
girmemekte ve:
Size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin en temizlerinden yeyinlz"(Tahâ, 81) ayetindeki emir,
farziyeti ve mükellefiyeti ifade eden bir emir olmamakta, aksine mübahlığı
ifade eden bir emir olmaktadır."
Doğrusu bu (Yerleş)
emri hem mübahlığı hem de mükellefiyeti fade eden bir emirdir. Buradaki
mübahlık, Hz.Adem (a.s.)'in cennetteki bütün nimetlerden istifade etmeye izinli
olmasıdır. Mükellefiyete gelince, o da şudur: Yasaklanan şey orada idi ve
Hz.Adem (a.s.)'in ondan yemesi yasaklanmış. Bazıları şöyle demişlerdir: Eğer
bir adam diğer birine (seni evimde iskan ettim, yerleştirdim) derse, ev diğer
adamın mülkü olmaz. Şurada da Cenab-ı Allah, Hz.Adem (a.s.)'e "Cenneti
sana bağışladım " aemiyor, aksine "seni cennete yerleştirdim"
diyor. Cenab-ı Allah, onu (yüzünde halife olması için yarattığından dolayı öyle
söylemedi. Cennette eleştirilmesi, yeryüzü halifeliği için bir mukaddime
kabilinden idi.
[186]
Hak Teala
herkesin Hz.Adem (a.s.)'e secde etmesini emrettiğinde, iblis secde
etmemekte dayatınca, onu mel"un (lanetli) yaptı ve sonra Hz.Adem (a.s.)'e
eşi ile beraber
cennette yerleşeşmesini emretti. Müfessirler, Hz.Adem (a.s.)'in eşi
(Hz.Havva)'nın ne zaman yaratıldığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Süddi, İbn-Abbas, İbn
Mes'ud ve bazı sahabeden şunu rivayet etmiştir: Cenab-ı Allah, iblisi cennetten
çıkarıp, Hz.Adem (a.s.)'i cennete yerleştirince, H.z. Adem (a.s.) orada tek
başına kaldı. Onunla beraber yalnızlığını giderecek cmse yoktu. Bu sebeble
Cenab-ı Allah, ona bir uyku verdi, sonra sol tarafının oburga kemiklerinden
birini alıp yerine et koydu ve o kaburgadan Havva validemizi yarattı. Hz.Adem
(a.s.) uykudan uyanınca başucunda oturan b kadın buldu ve ona "Sen
kimsin?" diye sordu. O, "Bir kadın" cevabını verd Hz.Adem, "Niçin
yaratıldın?" dedi. O, "Sen bana ısınasın diye yaratıldım dedi.
Melekler: "Onun ismi ne?" diye sordular. "İsmi Havva"
dediler. "Niçi Havva diye isimlendirildi" dediler. (Birisi)
"Çünkü o canlı bir şeyden yaratıldı dedi.
Hz.Ömer ve İbn Abbas (r.ah)'dan
şöyle dedikleri rivayet edilmiştiı Cenab-ı Allah meleklerden bir ordu gönderdi.
Onlar Hz.Adem ile Havva'1) padişahların taşındığı gibi, altından bir taht
üzerinde taşıdılar. Onlarıı elbiseleri nurdan idi. Herbirinin başında yakut ve
incilerle bezenmiş altın bire taç vardı. Hz.Adem (a.s.)'in belinde inci ve
yakutlarla süslenmiş bir keme vardı. Böylece o ikisi cennete girdiler." Bu
haber, Hz.Havva'nın, Aden (a.s.)'in cennete girmesinden önce yaratıldığına
delalet eder. İtk haber di onun cennette yaratıldığını gösterir: Gerçeği
Cenab-ı Allah bilir.
[187]
Müfessirler, ayetteki
"zevce (eş)" ten kastedilenin her ne kadar bu surecle ve Kur'an'ın
başkî yerlerinde bahsedılmese de, Hz.Havva olduğund; ittifak etmişlerdir. Buna
ve Hz.Havva'nın, Hz.Aden (a.s.)'den
yaratıldığına Cenab-ı Allah'ın
Nisa süresindeki: "O (Allah) sizi bir tek candan yarattı ve ondan
yine onun zevcesini vücudi getirdi"(Nisa, i) ayeti ile, A'raf süresindeki:
"Ve bundan da, (gönlü) kendisine (meyledip) ısınsın diyer eşini yapan
(Allah)dır"(Araf, 189) ayeti delalet eder. Hasan (r.a.),
Hz.Peygamber(s.a.s)'i şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç şüphesiz
kadın, erkeğin, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğeı onu doğrultmak istersen
kırarsın. Eğer onu kendi haline bırakırsan, ondar, istifade edersin, o da
düzelir."[188]
Müfessirler bu ayette
geçen cennet hususunda "O yeryüzünde midir, yoksa gökyüzünde midir?"
diye ihtilaf etmişlerdir. Cennetin gökyüzünde olduğunun kabul edilmesi halinde,
"O cennet, sevab yurdu olan cennet midir, ebedilik cenneti midir, yoksa
başka bir cennetmidir?" diye ihtilaf etmişlerdir.
[189]
Ebu'l-Kasım el-Belhi
ve Ebu Müslim el-İsfahani: "Bu cennet yeryüzünde O " demişler ve
Hz.Adem'in cennetten indirilmesini bir bölgeden diğer bir ttftgeye geçmek
manasına hamletmişlerdir, Cenab-ı Allah
öyleyse bir şehre inin "(Bakara, 61) ayetinde olduğu gibi... Bu iki zat görüşlerine çeşitli yönlerden
deliller getirmişlerdir:
Birincisi:
Bu cennet, eğer sevab yurdu olan cennet olsa idi, ebedilik cenneti olurdu. Eğer
Hz.Adem (a.s.), ebedilik cennetinde bulunuyor olsa idi, İblis'in: (Ey Âdem)
sana ebedilik ağacına ve zsval bulmayacak bir devlete ulaşmanın yolunu)
göstereyim mi?"(Taha, 120) sözüne aldanmazdı. Cenab-ı Allah'ın : Rabbiniz
size şu ağacı, iki melek olursunuz veya (cennette) devamlı kabalardan olursunuz
diye yasak etti". (Araf, 20) ayeti doğru olmazdı.
İkincisi:
Kim bu cennete girerse, Allah Teala'nın: Onlar oradan (cennetten) çıkarılacak
değiller" (Hicr, 48) ayetinden
dolayı, adan bir daha çıkarılmaz.
Üçüncüsü:
İblis,Hz.Adem'e secde etmekten imtina edince lanetlendi Allah'ın gazabından
dolayı ebedilik cennetine ulaşamadı.
Dördüncüsü:
Mükafaat dünyası olan cennetin nimetleri tükenmez. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Onun yemişleri ve gölgesi devamlıdır"'(Rad, 35) ve : Ama bahtiyar
olanlar, gökler ve yer durdukça cennette ebedi olarak takadırlar. Ancak
Rabbinin dilediği müddet müstesna. Bu bitmez tükenmez yr tütumır"{Hicr,
108) buyurmuştur. Eğer bu, Hz.Adem (a.s.)'in girdiği cennet asaydı sona
ermezdi. Fakat Hz.Adem (a.s.)'in girdiği cennet, Cenab-ı Allah'ın:
"Allah'ın zatından başki herşey yok olacaktır"{Kasas, 88)
ayetinden dolayı yok olacaktır. Eğer bu Hz.Adem'in girdiği cennet olsaydı,
oradan tekrar çıkmazdı, fakat o oradar çıktı ve bu rahatlıklar kesildi, sona
erdi.
Beşincisi:
Allah Teala'mn hikmetine, insanoğlunu ilk başta, ebed kalacakları ve mükellef
olmayacakları cennette yaratması uygun düşmez Çünkü O, amel işleyenlere ait
olan mükafaatı, amel işlememiş olan kimseye vermez ve kullarını başıboş
bırakmaz. Aksine o kullan teşvik etmek ve sakındırmak, onlara va'd ve va'idde
bulunmak gerekir.
Altıncısı:
Cenab-ı Hakk'ın, Hz.Adem (a.s.)'i yeryüzünde yarattığ hususunda ve bu kıssada
onu gökyüzüne naklettiğine dair bir bahis bulunmadığı hususunda bir ihtilaf
yoktur. Eğer Allah Teala, onu gökyüzüne nakletmiş olsaydı bunun öncelikle
zikredilmesi gerekirdi. Çünkü onun yerden göğe nakledilmesi en büyük
nimetlerdendir. Bunun zıkredilmemesi, böyle bir naklin olmadığını gösterir. Bu
da, Allah Teala'nın: "Sen eşinle birlikte cennette yerleş "(Bakara,
35) ayetinde bahsettiği cennetten muradın, ebedilik cennetinden başka bir
cennet olmasını gerektirir.
[190]
İkinci görüş
Cübbai'nin görüşüdür ve şöyledir: Bu cennet yedinci semada idi. Bunun delili,
Allah Teala'mn
"Oradan ininiz "(Bakara, 38) ayetidir. Sonra ilk iniş yedinci
semadan birinci semaya olmuştu. İkinci iniş de gökten yeryüzüne olmuştu.
[191]
Üçüncü görüş,
alimlerimizin çoğuna ait olan şu görüştür: Bu cennet, sevab yurdu olan
cennettir. Bunun delili, "cennet" lafzındaki umum ifade etmeyen elif
ve lam (lam-ı tarif) dir. Çünkü bütün cennetlerde birden yerleşmek imkansızdır.
Bundan dolayı bu cennetin, daha önce zikredilmiş olan belli bir cennet olarak
anlaşılması gerekir. Müslümanlarca bilinen, beili olan cennet ise sevab yurdu
olan cennettir. Binaenaleyh ayetteki "cennef'ı bu manada anlamak gerekir.
[192]
Dördüncü görüş de
şudur: Bütün bu görüşler mümkündür. Bu hususlardaki nakli deliller de zayıf ve birbirine
terstir. Bundan dolayı bu hususta bir şey söylememek ve kesin konuşmayı
bırakmak gerekir. En iyi Allah bilir.
[193]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Sukna" (yerleşmek) masdarı sukün masdanndandır. Çünkü o
bir yerde
kalma ve ikrar
bulmanın bir çeşididir.
Ayette geçen
yerleşmesi istenen fail üzerine atıf yapılabilsin diye, o faili te'kid için
getirilmiştir (bol bol) kelimesi, mahzuf bir masdarın sıfatıdır. Yani "Bol
bol, geniş geniş, rahat rahat yemek" lafzı, belirsiz mekan ifade etmek
için kul lanı İm işti r.yani"cennet'in neresini dilersiniz"
manasınadır. Âyetten murad, Hz.Âdem ile Havva'ya cennetin bazı yiyecekleri ve
bazı yerleri mahzurlu olmayacak şekilde son derece geniş, mutlak manada bir
yeme müsaadesidir. Böylece, onların, cennetin çok olan ağaçlarından bir
tanesinden yemeleri, onlar için bir özür olmamaktadır.
[194]
Bir kimse şöyle
diyebilir: Hak Teâla "Ondan bolca yeyiniz'. A'raf sûresinde ise:
"Dilediğiniz yerden yeyiniz" {A'raf, 19) buyurarak, Bakara sûresinde
lafzına vav harf ile, A'raf sûresinde ise "fâ" harfiyle atfetmiştir.
Bunun hikmeti nedir? Kendisine bir şey atfedilen fiil şart durumunda olur.
Atfedilen şey de ceza menzilesinde bulunursa bu durumda ceza, birincisine
(şarta) vav ile değil de fa ile atfedilir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Hani (onlar): Şu beldeye giriniz ve onun dilediğiniz yerinde, bolca
yeyiniz, demiştik.(Bakara, 58) ayetinde, beldeden yemek oraya girmeye bağlı
olduğu için, lafzını lafzına fâ harfiyle atfederek, sanki O şöyle buyurmuştur:
Eğer oraya girerseniz, oradan yiyiniz... Buna göre, girmek işi yemeye götürür.
Yemenin varlığı da, girmenin bulunmasına bağlıdır. Bu husus, A'raf süresindeki şu
ayetde de ayni şekilde izah olunur:
"Hant onlara şu
beldede oturunuz ve onun dilediğiniz yerinden yeyiniz denilmişti "{Arat,
161).Cenab-ı Hak, burada lafzını lafzı
üzerine fâ ile değil de vâv ile atfetmiştir. Çünkü oturunuz, lafzı, "süknâ"
(oturmak, meskun olmak) lafzından alınmıştır ki, sükna uzun süre İkamet etmek
demektir. Yemenin varlığı süknanın varlığına bağlı değildir. Çünkü bir bahçeye
giren kimse, oradan geçiyorken bile, o bahçeden meyve yiyebilir. İkincisi
birincisine, cezanın şarta taalluk etmesi gibi taalluk etmediğinden fa ile
değil de vav ile atfetmek vacib olmuştur.
Bu sabit olunca biz
deriz ki, şüphesiz "otur" lafzı, bir yere giren kimseye söylenerek,
bundan, "Girdiğin bu yerde kal ve buradan bir yere ayrılma!" manası
kasdedilir. Yine, bu lafız, bir yere girmeyen kimseye de, "Buraya gir ve
orada kal!" anlamında da söylenilir. Bakara süresindeki bu emir, Hz.Adem
cennete girdikten sonra verilmiştir; buna göre bu emirden maksat orada kalıp,
iyice yerleşmektir. Biz, yeme işinin girmek işine taalluk etmediğini
açıklamıştık. Dolayısıyla, vav harfiyle atfedil mistir. A'raf suresinde ise bu
emir, Hz.Adem cennete girmeden önce varid olmuştur. Dolayısıyla bundan maksat,
Hz.Adem'in cennete girmesidir. Yemenin girmeye bağlı olduğunu izah etmiştik. Bu
sebeple, şüphesiz fa lafzıyla gelmiştir. Allah en iyi bilendir.
[195]
Cenab-ı Hakkın;
"Ve bu ağaca yaklaşmayın" ayetidir. Bunun, bir nehiy olduğunda
herhangi bir şüphe yoktur. Ancak bunda iki bahis vardır.
a- Bu,
tahrim ifade eden bir nehiy yoksa tenzih ifade eden bir nehiy midir? Bu hususta
ihtilaf vardır. Alimlerden bir kısmı, bu sığanın tenzihi bir nehiy ifade
ettiğini söylemişlerdir.
Bu böyledir, çünkü bu
sîga bazan tenzih, bazan da tahrim için varid olur. Aslolan, müşterekliğin
olmamasıdır. Bu sebeple lafzı bu iki kısım arasında müşterek bir mikdarda,
hakiki manaya almak gerekir. Bu da ancak, fiilden men etmeye veya fiilde
mutlaklığa herhangi bir delalet olmaksızın, yapılmama tarafını yapma tarafına
tercih hususunda nehyi hakiki manada almakla olur. Fakat bu fiildeki mutlak
oluş, aslın hükmüyle sabit olmuştur. Çünkü kendisinden faydalanılacak şeylerde
aslolan, mubah olmadır. Biz, lafzın manasını bu asla eklediğimizde, ikisinin
toplamı nehyin tenzih ifade ettiğinin delili olur. Bu görüşte olan alimler, bu
görüşün buraya daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu takdire göre,
Hz.Adem'in günahı,evla olanı terketme hususuna dayanır. Peygamberlerin ismetine
götüren her yolun, kabul edilmeye daha evla olduğu herkesin malumudur.
[196]
Diğer bazı alimler de
bu nehyin tahrim'ifade eden nehyi olduğunu söyleyerek buna çeşitli deliller
getirmişlerdir:
1) Cenab-ı
Hakk'ın âyeti yine Allah'ın: Temizlenmedikleri müddetçe, onlara yaklaşmayın
" (Bakara. 222} ve ;
"Yetimlerin
malına, ancak en güzel bir biçimde yaklaşın' (isra, 34) ayetleri gibidir. Bu
ikisi nasıl haramlık ifade ediyorlarsa, önceki de böyledir.
2) Cenâb-ı
Hak, "Sonra, zalimlerden olursunuz" buyurmuştur ki, bunun manası
"Eğer siz o ağaçtan yerseniz, siz muhakkak ki nefsinize zulmetmiş
olursunuz" demektir. Onlar o ağaçtan yediklerinde "Dediler ki,
Rabbtmiz, biz nefislerimize zulmettik" dediklerini görmez misin?
3) Bu nehiy
şayet tenzih ifade eden nehiy olsaydı, yaptığından dolayı Hz.Adem cennetten
çıkarılmaya müstehak olmaz ve kendisine de, tevbe etmesi vacib olmazdı.
Biz şöyle diyerek, bu
ikinci görüştekilerin birinci deliline cevap veririz: Nehy, aslında her ne
kadar tenzih ifade etse de ayrı bir delilden ötürü bazan fahrime
hamledilebilir. İkinci görüşlerine de şöyle cevap veririz: Cenab-ı Hakk'ın
"Sonra zalimlerden olursunuz "ayetinin manası "terketmek evla
olan bir şeyi yapmanızdan ötürü, nefsinize zulmedenlerden olursunuz"
demektir. Çünkü siz, bunu yaptığınızda, susatmayacağınız, acıkmayacağınız,
güneşin ısısıyla yanıp kavrulmayacağtraz ve öryar* olmayacağınız cennetten,
sizin için bunların hiçbirisi bulunmayan air yare çıkarılırsınız.
Üçüncü delillerine de
şöyle diyerek cevap veririz: Cennetten çıkmanın bu sebeple olduğunu kabul
etmiyoruz. Bunun açıklaması inşaallah gelecektir.
b- Bunlar
şöyle demiştir: Cenab-ı Hakk'ın âyeti zimnî manasıyla yememeyi ifade eder. Bu
görüş zayıftır. Çünkü yaklaşmadan nehyetmek, yemeden nehyi 'ide etmez. Çünkü
çoğu kez, nehyedilen şeye yaklaşmamada kurtuluş vardır, adar var ki, şayet bu
nehiy yaklaşmaya hamledilirse, onu yemesi ona caiz olur. Tam aksine bunun
zahiri, yaklaşmaktan nehyi içine alır. Yemeden nehyetmeye gelince, bu diğer
delillerle bilinir ki, o da Cenab-ı Hakk'ın bu yerin dışındaki bir başka yerde:
"Ağaçtan
taddıklarmda, onların avret mahalleli göründü"(Araf, 22) buyruğudur. Bir
de sözün baş tarafı^yemenin mubah olduğu hususunda' ir. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Ve, onun
dilediğiniz yerinde, bcha yeyiniz"(Bakara, 35) buyurmuştur. Böylece
Cenab-ı Kakk'ın bu ifadesi, onları o ağacın meyvesinden yemeden nehy hususunda
bir delalet gibi olmuştur. Ancak bu sözle yem. ien nehyetmek, hem yemeği hem de
diğer faydaları içine alır. Eğer Cenab-, Hak, açıkça yemeden nehyetseydi, bu diğer
faydalara şamil olan izdi. ifadesindeki fayda daha çoktur.
[197]
Alimler burdaki mezkûr
"ağaç"ın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Mücahid ve Said İbn Cübeyr, İbn
Abbas{r.a)'dan, o. acın buğday ve başak olduğunu nakletmişlerdir. Yine Hz. Ebu
Bekr'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağaç hakkında sorduğu, bunun üzerine O'nun da,
bunun mübarek başak ağacı olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Yine Süddi,
İbn Abbas ve İBn M .oûd'dan bu ihtiyaç yoktur. Çünkü bu sözden maksat, o ağacın
bizzat kendisini tize tanıtmak değildir. Sözün maksadı ve gayesi olmayan şey,
beyan etmek, Hâkîr olan Allah'a vacib olmaz. Çoğu kez, onu beyan etmekse abes
olur. Çünkü bizden birisi, başkasına, geciktiği için özür beyan etmek
istediğinde, edepte kusur ettikleri için kölelerimi dövmekle meşgul idim"
dediğinde, bu kadarcık ifadesi onun köleleri, bizzat kendisini, isimlerini ve
sıfatlarını zikretmesinin yerini tutar. Hiç kimse, burada beyan hususunda kusur
edildiğini zannedemez.
[198]
Sonra bazı âlimler
lafzındaki en yakın mana "gövdesi ve dallan olan bir bitki"ye şamil
olmasıdır, demişlerdir. Buna gerek olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Onun üzerine
gövdesi olmayan bir bitki bitirdik"(Saffat, 146) buyurmuştur; oysaki bu
bitki, tıpkı bir ekin ve karpuz gibi olmasına rağmen, onun yeryüzüne sarılıp
yayılması onu ağaçlıktan çıkarmamıştır. Müberred ise, "Arabların her dalı
ve gövdesi olan şeyi, meyveleriyle kendilerini doyurduğu zaman, ağaç olarak
isimlendirdiklerini sanıyorum" demiştir. ağaç lafzının aslı, sağa sola
yayılan, dal budak salan her şeydir. Meselâ "Falancayı, mızraklar onu
delik deşik otmuş olarak gördüm" denilir. YineCenab-ı Hak,
"Aralarında dallanıp budaklanan hususlarda seni hakem tutmadıkları sürece...
"(Nisa,65) buyurmuştur. Yine şöyle denilir: "İki adam falanca
meselede tartıştılar, meseleyi dallandırıp budaklandırdılar."
[199]
Alimler, Cenab-ı
Hakk beyanından muradın, " Sizler eğer yerseniz, nefislerinize zulmetmiş olursunuz
" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ağaçtan yemek, başkasına zulmetmeyi gerektirmez. İnsan
bazan kendi nefsine, bazan da
başkasına zulmetmekle zalim olur. Ama nefsine zulmü, daha şümullü ve daha
büyüktür. Sonra insanlar burada, üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir.
a- Hz.Adem'in
büyük günah işlemiş olduğunu söyleyen Haşeviyye'nin görüşüdür. Buna göre,
Hz.Adem'in bu fiili zulüm olmuş olur.
b- Hz.Adem,
küçük günah işlemiştir diyen Mu'tezile'nin görüşüdür. Mu'tezile'nin de İki
görüşü vardır:
1) Ebu Ali
el-Cübbaî'nin görüşüdür ki, buna göre Hz.Adem, kendisine, . çok zor olan tevbe
ve telafiyi gerektirdiği için nefsine zulmetmiştir.
2) Ebu
Haşim'in görüşüdür ki, buna göre Hz.Adem, sevabtarının bir kısmını boşa çıkarmış,
yakmış olması sebebiyle kendisine zulmetmiştir. Bu sebeple, Hz.Adem'in hak
etmiş olduğu sevabda bir eksilme olur ki, bu da zulüm olur.
c- Mutlak
anlamda Hz.Adem ile Havva'dan günahın sadır olmasını kabul etmeyenler ve bu
zulmü yapılmaması gereken şeyi yapmış olmaya (terk-i evla) hamledenlerin
görüşüdür. Bunun misali şudur: Vezirlik isteyen bir kimse, onu bırakıp da
dokumacılıkla meşgul olursa, o kimseye, "Ey kendisine zulmeden kimse,
niçin böyle yaptın?" denilir. Şayet "Peygamberlerin zalim olmakla
veya nefislerine zulmedici olmakla nitelendirilmeleri caiz midir?"
denilirse cevaben deriz ki, böyle denilmesi bir nevi zemmi vehmettirdiği için,
onlara bu ismin verilmemesi daha uygundur.
[200]
"Bunun üzerine şeytan
onları oradan kaydırıp, onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Birbirinize
düşman olarak ininiz! Yeryüzünde sizin için, belli bir vakte kadar durak ve
faydalanma vardır "(Bakara. 36) dedik.
Keşşaf sahibi
ifadesinin hakikatinin, şeytan, onları orada hataya düşürdü" mânâsı
olduğunu ve buradaki je- lafzının aynen, "Ben bunu kendiliğimden yapmadım
"(Kehf, 82) ayetindeki lafzı gibi olduğunu söylemiştir. Kaffâl (r.h) ise
buradaki fiilinin kökünden olduğunu, buna göre bunun insanın ayağının bir yerde
olup da oradan kayması ve başka yere geçmesi manasından alınmış olduğunu
söylemiştir. Kim bu âyeti şeklinde okursa, o zaman bunun manası bir yerden
ayrılmak şeklinde olur. Ebu Mu'az'ın şöyle dediği nakledilmiştir: denilir, ki
bu iki ifâdenin de manası bir olup, "Seniondan çevirdim" demektir.
Bazı alimler de şöyle dediler: ifadesinin manası yani "Onların hata
yapmasını istedi " demek olup hata eden bir kimse hakkında senin demenden
alınmıştır. Nitekim bu şahsın din veya dünyası hususunda ayağının kaymasına sebebiyet
veren kimsenin bu fiili de diye ifade edilir. Bil ki bu ayette bir kaç mesele
vardır:
[201]
Alimler,
peygamberlerin ismeti (günah işlemekten masum olmaları) hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu rnesele de
söylenecek sözün özü şudur: Alim lerin bu konudaki ihtilafları dört kısma
ayrılır:
a- Itikadi
olanlar,
b- Tebliğ
ile ilgili olanlar,
c- Ahkâm ve
fetva ile ilgili olanlar,
d-
Peygamberlerin fiil ve hareketleri ile ilgili hususlar.
a-
Peygamberlerin, küfrü ve dalaleti gerektirecek şeylere inanmaları, ümmet-i
Muhammed'in çoğuna göre caiz değildir. Haricilerden Fudayliyye gurubu
"Peygamberlerden de günahlar sadır olmuştur" demiştir. Bu fırkaya
göre günah işlemek küfür ve şirktir. Buna göre onlar, kesinlikle peygamberlerin
küfre düştüğünü söylemişlerdir. İmamiye fırkası da peygamberlerin takiyye
yaparak küfür izhar etmelerinin (yani inkâr ediyormuş gibi görünmelerinin)
caiz olacağını söylemişlerdir.
b- Tebliğ
ile ilgili olan hususlara gelince, bütün müslümanlar peygamberlerin tebliğ ile
ilgili hususlarda yalan söylemekten ve tahrifat yapmaktan masum olduklarında
ittifak etmişlerdi. Aksi halde onların, Allah'ın tebliğini yerine getirmiş
olduklarına dair güven ortadan kalkmış olur. Yine alimler, peygamberlerden,
yanılarak yalan söylemenin caiz olmadığı gibi kasden yalanın caiz olmadığında
ittifak etmişlerdir. Bazı alimler, "sakınılması mümkin değil"
gerekçesi ile, onların sehven yalan söyleyebileceklerini söylemişlerdir.
c- Fetvalar
ile ilgili olanlara gelince, alimler, peygamberlerin bilerek hata yapmalarının
caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Bu hususlarda sehven hata etmelerini ise
bir kısım alimler caiz görmüş, diğerleri mümkün görmemişlerdir.
d-
Peygamberlerin fiil ve hareketleri ile ilgili ismetleri hususunda ümmet-i Muhammed
beş görüş belirtmişlerdir:
1)
Peygamberlere günahı kebâiri kasden işlemelerini uygun görenler. Bunlar
Haşeviyye'dir.
2) Onların
büyük günahı işlemelerini caiz görmeyen, fakat yalan söylemek ve tartıda hile
yapmak gibi herkesin nefret ettiği şeyler dışında kasıtlı olarak küçük günah
işleyebileceklerini söyleyenler. Bu Mu'tezile'nin çoğunun görüşüdür.
3) Peygamberlerin kesinlikle kasden ne büyük, ne küçük günah işlemelerinin caiz
olmadığını, ancak içtihadları
sebebiyle hataya düşebileceklerini
söyleyenler. Bu, Cübbai'nin görüşüdür.
4)
Peygamberlerden, ancak sehven ve hataen günah sadır olacağını, ne var ki bundan
ümmetlerinin değil de kendilerinin sorumlu olacağını söyleyenler. Bu böyledir,
çünkü peygamberlerin bilgileri daha kuvvetli, delilleri de daha
çoktur. Bir de
peygamberler, başkalarının korunamayacağı günahlardan kendilerini
koruyabilirler.
5)
Peygamberlerden, ne kasden, ne sehven ve ne de ictihad ve yanılma yolu ile, ne
büyük ne de küçük günahın sadır olmayacağını söyleyenler. Bu Rafızîlerin
görüşüdür.
[202]
"İsmef'in vakti
konusunda da alimler üç görüşe ayrılmışlardır:
1) Peygamberlerin doğumlarından itibaren
masum olduklarını söyleyenler.
Bu, Rafizîlerin görüşüdür.
2) Peygamberlerin
buluğa girmelerinden itibaren masum olduklarını söyleyip, onların peygamber
olmadan önce ne küfrü ne de büyük günahı işlemelerini caiz görmeyenler. Bu,
Mu'tezile'den pek çok kimsenin görüşüdür.
3) Bu vaktin
sadece peygamberlik geldikten sonraki vakit olduğunu, peygamberlikten önce
onlardan günahın çıkmasının
caiz olduğunu söyleyenlerdir ki
bu ehl-i sünnet alimlerinin ekserisi ile Mûtezile'den Ebu Huzeyl ve Ebu Ali'nin
görüşüdür.
[203]
Bize göre tercih
edilen görüş, peygamberlerden, peygamber olduktan sonra ne büyük, ne de küçük
günahın kesinlikle sadır olmamasıdır. Bunun doğruluğuna birçok husus delalet
eder:
1) Eğer
onlardan günah sadır olsaydı, o zaman onlar ümmetlerin asilerinin en aşağı
derecelileri olmuş olurlardı. Bu ise caiz değildir. Onların günah
işlemelerinin, en aşağı asiler olmalarını gerektirmesinin izahı şudur:
Peygamberler son derece yüce ve şerefli bir mertebededirler. Bu durumda otan
kimseden günahın sadır olması daha çirkin bir iştir. Cenab-ı Allah'ın: "Ey
Peygamberin hanımları, sizden kim apaçık bir terbiyesizlik ederse, onun cezası
(azabı) iki kat artırılacaktır''(Ahzab, 30) ayetine, evli kadının zina edince
recmedilmesine karşılık böyle olmayana had vurulması gerektiğine ve kölelerin
cezasının hür insanların cezasının yarısı kadar oluşuna baksana. Peygamberin,
ümmetinin en aşağı derecesinde olması ise icma ile caiz değildir.
2) Onların fasık
olabileceklerinin kabul edilmesi
durumunda sahiciliklerinin kabul edilmemesi gerekir. Çünkü Hak Teala:
"Bir fasık size bir haber getirir ise onun (aslının olup olmadığını)
araştırınız"(Hucurat, 6) buyurmuştur. Ne var ki peygamberlerin şahadetleri
kabul edilmiştir. Böyle olmasa idi, onlartn ümmetin adillerinden daha aşağı mertebede
olmaları gerekirdi. Halbuki biz böyle birşey diyemeyiz. Yine, peygamberliğin ve
nübüvvetin mana?!, peygamberin, "şu hükmü meşru kıldı" diye Allah'a
şahid olmasıdır. Yine onlar, Allah'ın: "Siz insanlara. Peygamber de size
şahid olsun diye..."{Bakara, 143) ayetinden ötürü, kıyamet günü bütün
ümmet için şahidlik edeceklerdir.
3) Onların
büyük günah işleyebilecekleri kabul edilirse; onları o günahı işlemekten
menetmek ve bunun için onlara eziyet etmek haram olmaz. Ne var ki onlara eza
cefa vermek, Allah'ın:
"Allah'a ve
Resulüne eza edenleri Allah, dünyada da ahirette de lanetlemiş (rahmetinden
koğmuştur)"{Ahzab, 57) ayetinden dolayı haram kılınmıştır.
4)
Hz.Muhammed (s.a.s) eğer bir günah işleseydi, onda ona uymak bize vacib olurdu.
Çünkü Allah Teala, O'nun hakkında jyûti "(De ki) bana uyun' (Ali imran,
31) buyurmuştur. Bu ise haram ile vacibi birleştirmeye götürür ki bu
imkansızdır. Hz.Muhammed (s.a.s.) hakkında bu durum böyle sabit olunca,
Eksik 400-401.
13) Peygamber meleklerden daha
üstündür. Bu sebeble onun günah işlememiş olması gerekir. Çünkü Hak Teala;
"Hiç şüphesiz Allah, Adem'i Nuh'u, İbrahim'in soyunu ve İmran'm ailesini bütün alemlere üstün kılmıştir"(Ali-imran, 33) buyurmuştur. Bu ayetle istidlal şekli, meleklerin insanlardan üstün olması meselesinde geçmişti. Biz, "Haf böyle olunca, peygamberden günahın sadır olmaması gerekir" demiştik. Çünkü Allah, melekleri "günahı terkedenler" diye nitelemiş ve:
"Söz ile O (Allah'ın) önüne seçmezler "(Enbiya. 271)
"Onlar Allah'a kendilerine emrettiği şeylerde asi olmazlar emrolunduklan herşeyi yaparlar"(Tahrim, 6) buyurmuştur. Şayet peygamberlerden günah sadır olsaydı, onların meleklerden üstün olmaları imkansız olurdu. Çünkü Cenab-ı Hak:
' 'Yahut biz iman edip güzel ameller işleyen kimseleri, yeryüzünde
fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahud muttakileri doğru yoldan sapanlar
gibi mi sayacağız"{Sad, 28) buyurmuştur.
14) Rivayet edildiğine göre
Huzeyme b.Sabit (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in davetine uyarak, onun lehinde
şahidlik etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.): "Bana niçin şehadet
ettin?" deyince de, O: "Ey Mlah'ın Resulü, ben sana, yedi kat gökten
inen vahiy hususunda şehadet adip
tasdik ettim. Bu
hususta seni tasdik
etmeyeyim mi?" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) onun bu sözünü
doğru bulup, onu "iki şahidlik sahibi" jiye isimlendirdi. Eğer
peygamberler için günah caiz olsaydı, Huzeyme'nin jehadeti caiz olmazdı.
15) Cenab-ı Hak, Hz.İbrahim (a.s.) hakkında:
"Ben, seni insanlara imam yaptım "(Bakara, 124)buyurmuştur. İmam, kendisine jyulan kimsedir. Bu ayetle Cenab-ı Hak, bütün insanlara Hz.İbrahim'e jymalarını vacib kılmıştır. Eğer, Hz.İbrahim (a.s.)'den günah sadır olmuş slsaydı, bu günahta da insanların ona uyması gerekirdi ki bu tenakuza jötürür.
16) Allah Teala:
'Zalimler ahdime eremez "(Banara, 124) buyurmuştur. Buradaki
"ahid" den nurad, ya peygamberi i k,y a imamet ahdidir. Eğer bu,
peygamberlik ahdi ise ) zaman peygamberliğin zalimler için söz konusu olmaması
gerekir. Eğer bu ahidden murad, imamet (önder olma) ahdi ise, imametin de
zalimler için söz konusu olmaması gerekir. İmamet zalimler için olmayınca,
zalimler İçin nübüvvetin de sabit olmaması gerekir. Çünkü her peygamber,
mutlaka kendisine uyulan ve ihtida edilen bir imam (önder)dir. Ayet her
halükârda peygamberlerin günahkâr olamayacağını gösterir.
[204]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/154.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/154-162.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/163.
[4] Ebû Davul, Salât. 49 (1/154)
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/163-164.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/164.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/165.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/165-166.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167-170.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/170-171.
[13] Bu beyti, elimizde nüshalara
göre değft, daha doğru olduğunu sandığımız, "Keşşaf "ta geçen şekline
göre aldık.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/171-173.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/173-174.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/174-175.
[17] Ebû Davûd, Vitr. 23 (2/78).
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/175-176.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/177-179.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/179-180.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/180.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/180.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/181.
[24] Müfessır: "Dünyanın
Allah katında sivrisinek kadar değeri olsaydı, kafire ondan bir damla su bile
kçirmezdi" hadisini kasdediyor (İbn Mace, Zühd, 3).
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/181-182.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.
[28] Burda, mu'tezimeri
kasdediyor.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183-184.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/184.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/184-185.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/185.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/185-199.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/200-205.
[35] Müslim, Fedâilü's-sahabe. 232 (4/1973).
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/205..
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/205-206.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/206-208.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/208.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/209.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/209-210.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/210-211.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/211-213.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/213-214.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/215.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/215-216.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/217.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/217-219.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/219-220
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/220-221
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/221.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/222.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/222.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/222.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/222-223.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/223.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/223-225.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/225.
[59] Müfessir, rakamların sayı değerini ebced hesabıyla
onlara tekabül eden harf değerleriyle bildirmiştir. Matbu Beyrut nüshasının
hamişinde bu harflerin sayıya çevrilmesinde, bizimkine göre farklılık vardır.
=30 + 8 + 10 + 1 = 49 olması gerekirken (549) yazılmıştır. Dizgi hatası
sözkonusu olmalı.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/225-229.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/229-230.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/230.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/230-231.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/231.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/232-234.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/234-235.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/235-236.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/236-240.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/240-242.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/243.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/243.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/243.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/244.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 2/244-245.
[75] Keştu'l-Hafâ 1/323 (Bezzâr. Taberam ve Ebu Naim'den).
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/245-248.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/248-249.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/249-254.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/254-255.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/255-258
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/259-260.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/260-261.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/261-262.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/262-263.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/263.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/264.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 2/264-265.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/265.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/266.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 2/266.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/266-267.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/267-268.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/269
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/269.269-272.
[95] Benzeri hadis, Buhârî, Fedâil-i Ashab. 9.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/273-275.
[97] Eser Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonraki büyük
zatlardan, âlimlerden zikredilen haber ve sözler.
[98] Maksat "Dini İlmi"dir.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/275-284.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/284-298.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/298-300.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/300-301.
[103] Bundan maksad Abdullah İbn Abbas (r.a)'dır. Zira İbn
Abbas'ın "İnaşaallah diyerek (Allah'ın iradesine bağlanmadıkça), hiçbir
şey hakkında: "Yarın şöyle yapacağım" deme. Unuttuğunda Rabbini an ve
şöyle de: "Umarım ki Rabb'im beni doğruya daha yakın olana eriştirir"
(Kehf 23-24) âyetinin tefsiri ile ilgili olarak, şöyle dediği nakledilir:
"Inşaallah demeyi unutan kimsenin bir sene dahi geçse demesi caizdir"
(Taberanî, el-Hâkim) İbn Abbas hazretlerinin bu sözü hakkında tevcihler
bulunmaktadır. Fukahanın çoğuna göze fasıla girmemelidir (Mesela bk.
Tefsiru'l-Kasimî).
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/301-309.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/309-313.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/313-315.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/315-319
[108] Bkz. 19 nolu açıklama .
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/319-327.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/327-328.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/328-329.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/329.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/329-330.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/330.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/330.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/331.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/331-332.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/332-334.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/334.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/334-335.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/335.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/335-336.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/336.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/337.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/337-340.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/340-342.
[127] Tirmlzi, Savm 57 {3/141).
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/342-346.
[129] Tirmizi, Zühd 21, 22 (4/565-566); Dârimî, Rikâk, 30
(2/308).
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/346-347.
[131] İbn Mace. MuKaaaıme, 14,(1/74).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/347-348.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/348-351.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/351-354.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/354-355.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/355-356.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/356-357.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/357-358.
[139] Benzeri hadis için bkz. Müslim, zekat, 41 (2/633);
Nesat, zekat, 80 (5/70)
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/358-359.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/359.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/360.
[143] Müsned, 1/379.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/360-361.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 2/361-362.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/362-363.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/363-364.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/364-365.
[149] Müslim, Zikir, 2 (4/2061).
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/365.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/365.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/366.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/366-367.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/367.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/368.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/368.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/368-369.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/369-370.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/370.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/371.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/371-372.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/372.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/372.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/373.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/373.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/373-374.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/374-375.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/375.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/375-376.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/376-377.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/377.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/377.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/377.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/378.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/378.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/378-379.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/379.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/379.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/379-380.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/380.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/380.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/380.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/380-382.
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 2/386.
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/386.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/386-387.
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/387-388.
[188] Benzer bir hadîs, Müslim, Ridâ; 59 (2/1091). Bu şekli
ile bulamadık
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
2/388.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/389.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/389-390.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/390.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/390.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/391.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/391.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/391-392.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/392-393.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/393-394.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/394.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/395.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/395-396.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/396-397.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/397-398.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 2/398.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/399-403.