Ahiret Konusu. 5  *

Ölülerin Haşri 5

Cennet ve Cehennemin Mevcut Olmaları 8

Cennet Ni'metleri 8

İman ve Âmel-i Salih. 9

İman-Amel Münasebeti 9

İkinci Mesele. 9

Cennet Anlayışında Mu'tezile'nin Farklı Görüşü. 10

Cennetin Dildeki Manası 10

Cennet Meyveleri ile Dünya Meyvelerinin İlgisi 11

Cennetteki Eşler 12

Cennetin Ebedîliği Konusu. 12

Kur'an'da Hayvanların Misal Verilmesi O'nun Fesahatine Zarar Vermez. 13

Ayetin Nüzul Sebebleri 13

Hayanın Lügat Mânası ve Allah Taalaya İsnadı 13

Üçüncü Mesele. 14

Dördüncü Mesele. 15

Beşinci Mesele. 16

Tabirinin İ'rabı Hakkında. 16

Kelimesinin İştikakı 16

Tabirinin İzahı 16

Hakkında. 17

Hakk Kelimesinin Lügat Manası 17

Onbirıncı Mesele. 17

İrade Hakkında Önemli Bir İzah. 17

Onüçüncü Mesele. 18

Ondördüncü Mesele. 18

Onbeşinci Mesele. 18

Allah'ın, Kulu İdlal Etmesi (Şaşırtması) 18

Hidayet Kavramı 24

Hidayette Olanlar Az Oldukları Halde Çok Diye Nitelenmeleri 26

Fısk ve Fâsık. 26

Ahdi Nakzetme. 26

Allah'ın Vasedilmesini İstediği Şey. 27

Yeryüzünde Çıkarılan Fesad. 27

Hüsrana Düşenler 27

Küfrün İzahı Hakkındaki Sünnî ve Mû'tezilî Anlayış. 28

Doğmadan Önce Ölü Olmak Ne Demektir?. 29

Bu Âyet Kabir Azabının Olmadığına Delil Olamaz. 30

Allah'ın Üç Kere Öldürdüğü Kimseler 30

Ayetinde Mücessime'ye Delil Yoktur 30

Ayet-i Kerime'nin Delâlet Ettiği Muhtelif Hususlar 30

Allah'ın Muayyen Maksatlar Gözetip Gözetmemesi 32

İbahiyye'nin İddiası 32

Üçüncü Mesele. 32

Dördüncü Mesele. 32

Allahu Teâlâ'nın Gökleri Yaratması 32

İstiva. 33

Göğün Ne Kadar Vakitte Yaratıldığı 33

Yer ve Gökten Hangisinin Daha Önce Yaratıldığı 33

Tebyinden Önce İbham.. 34

Yedi Gök. 34

İlm-i İlâhî (Allah'ın llmi) Hakkındaki Görüşler 35

Allah Teâlâ nın İnsanı Halife Olarak Yaratması 36

Edatı Hakkında Lügavî Bilgiler 36

Melek Kelimesi 36

Melâike'nin Mertebe ve Mahiyetleri 37

Melâikenin Varlığı Konusunda Aklî İzahlar 38

Meleklerin Çokluğu. 38

Melaike'nin Sınıfları, Büyük Melekler 39

Meleklerin Vasıfları 40

Allah İnsanı Yaratacağını Hangi Meleklere Bildirdi?. 41

Altıncı Mesele. 41

Yedinci Mesele. 42

Halife ve Hilafet 42

Allah'ın Meleklere Sormasının Manası 42

Melâike'nin Günahsızlığı 42

Hârut ve Marut Kıssası 43

Müfessir Râzî (r.a.)'nin Bu Şüphelere Karşı Cevapları 44

Meleklerin Şer İşlemeleri Mümkün müdür?. 46

Teşbih. 47

Hamd. 48

Beşinci Mesele. 49

Meleklerin Bilmedikleri Hikmet 49

Lisanlar Allah Tarafından Bildirilmiş Olup Tevkîfî midir?. 50

Tevkîfî Değil de Istılahı Olduğunu Söyleyen Ebû Hâşim'e Cevap. 51

İsimlerden Maksat Eşyanın Sıfatlarıdır 51

İsimlerden Maksat Bildiğimiz Lisanlardır. 51

"İsimler" Hakkında Âkillere Mahsus Zamirin Kullanılması 51

Ayetin Teklif-i Mâla Yutak İle İlgisi 52

İsimleri Bilmesi Mû'cize Şeklinde Olabilir mi?. 52

Hz.Adem'in Zellesi Nübüvvetinden Öncedir 52

Meleklerin İddialarında Doğru (Haklı) Olmalarından Maksat 53

İlmin Fazileti 53

İlmin Ehemmiyeti Mevzuundaki Ayetler 53

İlmin Üstünlüğüne Dâir Aklî Deliller 58

İlmin Faziletine Dair Sahabe Sözleri: 63

İlmin Fazileti Hakkında Nükteler (İncelikler) 64

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler: 65

İlmin Faziletine Dair Aklî Deliller 69

Kur'an-ı Kerimde İlmin Tavsîfi 70

İlmin Tarifi 71

İlim Kelimesinin Müradifleri (Eşanlamlıları) 73

Allah'ın "Muallim" Olduğu Söylenebilir mi?. 76

İlimler Allah Teâlâ'nın Mahlûkudur 77

Falcılıkla Gayb Bilinemez. 77

Alîm Vasfının Mânâsı 77

Hâkim" Vasfının Manası 77

Hak Teâlâ Eşyayı Yoklukları Sırasında da Bilir 77

Meleklerin Gizlediği Husus. 78

Kulun İlâhî Huzurda Olduğunu Bilip Günahı Bırakması 78

Meleklerin Hz.Adem'e Secde Etmeleri 79

Secde Emri Hz. Adem'in Nihaî Yaratılışından Öncedir. 79

Secdeden Murad İbadet Değil Teşriftir 79

Âdem, Bir Nev'i Kıble Olabilir 79

Bu Secde Selam Mahiyetinde Olabilir 80

Secdeden Maksat İnkiyad Olabilir 80

İblİs'İn Melek Olup Olmadığı 80

İblisin Meleklerden Olduğunu Söyleyenler 81

Meleklerle İnsanlardan Hangisi Efdaldir?. 82

Melekler Gece Gündüz Teşbih Ederken Elçilik Görevini Nasıl Yaparlar?. 84

Meleklerin İbadette İleri Derecede Olmaları 84

Meleklerin Elçiliği 85

Meleklerin Hz. İsa (a.s)'dan Efdal Olup Olmadığı 86

Hz.Âdem ve Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Meleklerden Efdal Olup Olmadığı 87

Meleklerin Üstünlüğü Mutlak Olmayıp Kayıtlıdır 88

Hz. Yusuf (a.s)'un Meleğe Benzetilmesinin İzahı 88

Isra 70 Ayetine Göre İnsanların Üstünlüğünün Sınırlı Olması 88

Peygamberler Kendileri İçin İstiğfar Ettikleri Halde Melekler Etmezler 89

Melekler, İnsanlar Üzerinde Murakıbdırlar 89

İlahi Saltanatın Azameti Meleklerle Tecelli Eder 90

Bir Çok Ayette Melekler Resullerden Önce Zikredilir 90

Salat Etmekle Melekler Peygamberlerden Üstün Olmazlar 90

Cebrail (a.s.)'in Tekvîr Süresindeki Vasıfları 91

Meleklerin İlmi İnsanlannkinden Daha Fazla Değildir 91

Varlık Âleminde Ulûhiyyete En Yakın Olanla" Meleklerdir 92

Melâike Cemaatinin Beşer Cemaatinden Daha Hayırlı Olduğuna Dair Hadis. 92

Felsefecilerin Melâike Anlayışları 92

Birinci Delilleri ve Cevabı: Sırf Nüzanilik Kemal Değildir 92

İkinci Delilleri ve Cevabı: Melalkenin Şehvetten Uzak Olmaları 93

Üçüncü Delilleri ve Cevabı: Meleklerde Kuvve Yok, Herşey Fiil Halindedir İddiası 93

Dördüncü Delilleri ve Cevabı: Ruhların Muhdes Olup Olmadığı 93

Beşinci Delil ve Cevabı: Önemli Olan Mahiyet Değil, Allah'a Taattir 93

Altıncı Delil ve Cevabı: Melekler İlim, Kuvvet ve Amelde Daha İleridirler 94

Yedinci Delilleri ve Cevabı 94

Sekizinci Delil ve Cevabı: İnsanları İyiye İletenler Meleklerdir 94

Dokuzuncu Delil ve Cevabı: Ruhani Varlıklar Cismani Olanlara Kıyas Edilemez. 95

Onuncu Delil ve Cevabı: Ruhaniler, Beşeri Varlıkların Menseldirler 95

Onbirinci Delil: Peygamberlerin Meleklere Muhtaç Olmaları 95

Onikinci Delil ve Cevabı 95

Resullerin Meleklerden Efdal Oluşunun Delilleri 96

Birinci Delil: Meleklerin Hz.Adem'e Secde Etmeleri 96

İkinci Delil: Hz.Adem'in Halife Olarak Yaratılması 96

Dördüncü Delil: Allah Teala Peygamberleri Bütün Alem İçinden Seçmiştir 96

Beşinci Delil: Resulullah'ın "Âlemlere Rahmet" Olması 97

Altıncı Delil: Beşerin Kulluğunun Zorluğu. 97

Yedinci Delil: İnsanların Şehvetin Cazibesinde Bulunmaları 97

Sekizinci Delil 97

Dokuzuncu Delil: Miracda Cebrail (a.s.)'in Geri Kalması 98

Onuncu Delil: En Büyük Melekler Peygamberimizin Vezirleridir 98

Melâikenin Efdaliyetini Söyleyenlerin Cevapları 98

Birinci Delile Cevap. 98

İkinci Delile Cevap. 98

Üçüncü Delile Cevap. 99

Dördüncü Delile Cevap. 99

Beşinci Delile Cevap. 99

Altıncı Delile Cevap. 99

Yedinci Delile Cevap. 99

Sekizinci Delile Cevap. 99

Secde Etmemekte İblis Mazur Olabilir mi?. 99

İblis Esasen Kâfir İdi 100

Yedinci Mesele. 101

Hz.Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi 101

Emri Teklif mi, İbahe mi Bildirir?. 101

Hz.Havva Ne Zaman Yaratıldı?. 102

Zevce "Eş'"den Maksat Havva'dır 102

Cennetin Yerde Veya Gökte Olması 102

Cennet Arzda İdi 102

Cennet Yedinci Semada İdi 103

O Cennet, Sevab Yurdu Olan Cennettir 103

Tevakkuf Eden (Karar Vermeyen) Görüş. 103

Bazı Lisanı Meseleler ve Cennetteki Geniş Nimet 103

Cennet Nimetlerinden İstifade Emrinin, Kıssanın Tekerrüründe Gösterdiği Farklılık. 103

Nehylnin Hükmü. 104

Nehy Tahrim İçindir Görüşü ve Tenkidi 104

Ağacın Hangi Ağaç Olduğu. 105

Şecere Kelimesinin Manası 105

Zulümden Buradaki Maksat 105

Şeytanın, Onların Ayaklarını Kaydırması 105

Nebilerin İsmeti, Yani Günahsızlığı 106

İsmetin Vakti 106

Nübüvvetten Sonra Günah İşlemediklerinin Delilleri 106


"İman eden, bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarında ırmaklar akan cennetlerin onların olacağım müjdele. Onlara ne zaman o cennetlerden, nzık olarak bir meyve yedirilse, her defasında "Haa, bu, evvelce de (dünyada) nzıklandığımız (yediğimiz) şeydi " diyecekler ve o nzık (renk ve şekil itibarıyla) birbirinin benzeri olmak üzere kendilerine sunulacak. Orada çok temiz eşler de onlarındır. Hem orada onlar daimi olarak

kalacaklar." (Bakara, 25)

 

Ahiret Konusu              Başa Dön

 

Allah Tâla, tevhid ve nübüvvetten bahsettikten sonra ahiretle ilgili açıklamada bulunarak, kâfirin cezasını, itaat edenin de mükafaatını bildirmiştir. Allah Teâla'nın, va'id ifade eden bir ayet zikrettiğinde, hemen peşi sıra vaa'd ifade eden bir ayet getirmesi adetindendir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [1]

 

Ölülerin Haşri

 

Bil  ki  haşr  ve  neşr  meselesi  dinde  önemli meselelerdendir. Bu meseleden bahsetmek ya

haşr ve neşrin mümkün olduğundan veyahut da bizzat meydana gelmesinden bahsetmek şeklinde otur. Mümkün olduğu hususunu bazan akıt, bazan da nakil ile isbat etmek caizdir. Meydana gelmesini bilmenin yolu ise sadece nakildir. Şüphesiz Cenab-ı Hak, kitabında bu iki meseleyi zikretmiş ve bunlar hakkındaki gerçeği birkaç yönden izah etmiştir:

1) Çoğu kez Cenab-ı Allah, münkirlerin haşr ve neşri inkar ettiklerini nakletmiş, sonra bu hususta bir delil zikretmeksizin haşr ve neşrin olacağını kesinkes beyan etmiştir. Bunun böyle beyan edilmesi makuldür. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.)'in peygamberliğinin sıhhati kendisine dayanmayan herşeyin nakli delille isbatı mümkündür. Haşr ve Neşr meselesi de böyledir. Bu sebeble. bu meselenin nakl ile isbat edilmesi caiz olmuştur. Bunun misali, Cenab-ı Hakk'ın burada kâfirlere cehennem, mü'minlere de cennet ile hükmedip bu hususa bir delil getirmemesi, sırf dava ile yetinmesıdir. Ama yaratıcıyı ve nübüvvet meselesini isbat hususunda sırf dava ile yetinmeyip, bu hususlarda deliller de getirmiştir. Bu farkın sebebi anlattığımız husustur Cenab-ı Hak Nahl sûresinde:

"Onlar, "ölen kimseyi Allah diriltmez " diye olanca güçleriyle Allah'a andettiler. Hayır bu, O (Allah) üzerinde hak bir vaa'ddir. Fakat insanların

çogu\(bunu) bilmezler "(Neml, 38} ve Tegabün sûresinde de "O kâfirler, öldükten sonra katıyyen diriltiimeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır (öyle değil), Rabbime yemin olsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz. Sonra de yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir. "(Tegabun, 7) buyurmuştur.

2) Cenab-ı Allah, haşr ve neşrin mümkün olduğunu, haşre ve neşre benzer birçok işlere kâdır glduğuna dayandırarak isbat etmiştir. O, bu yolu birkaç şekilde beyan etmiş ve bunu da Vakı'a suresi içinde toplamıştır. Çünkü Cenab-ı Hak burada Ashab-ı Şimâl'den (amel defterleri sollarından verilen kimselerden) naklen, onların "Biz ölüp, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı hakikaten diriltilip kaldırılacağız? Evvetop geçmiş atalarımız da mı...?" dediklerini anlatmıştır. Bunun üzerine Allah onlara:

"Onlara de ki: Şüphesiz hem evvelkiler, hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır "(vakıa, 49-50) ayetleri ile cevab vermiştir. Sonra Cenab-ı Allah, hasrın mümkün olacağına, dört hususu defil olarak getirmiştir:

a) "(Eğer siz bir meniden yaratıldığınızı iddia ediyorsanız), söyleyin bakalım, o halde (rahimlere) dökmekte olduğunuz (o) meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratanlar biz miyiz?"(Vakıa, 58-59) ayeti. Bu ayetle şu şekilde istidlal edilmektedir: Menî, ancak hazm-ı rabiin (yani kanın) fazlasından meydana gelir. O, tıpkı uzuvların her köşesine saçılmış çiğ taneleri gibidir. Bundan dolayı, meninin bütün azalardan çözülüp gelmesi sebebiyle cinsi temasta bütün uzuvlar müştereken lezzet duyar. Sonra Cenab-ı Allah şehvet kuvvetini, bu fazlası olan meniye bağlamıştır. Böylece o, bütün uzuvlardaki çiğ tanelerini bir araya toplar. Netice olarak, meniyi meydana getiren parçalar, başlangıçta, dünyanın her tarafına dağılmıştı. Sonra Cenab-ı Allah bu parçaları bu canlının bedeninde topladı. Meni taneleri de, bu canlının bütün uzuvlarına dağılmışken, Allah Teâla onları meni kesesinde topladı. Sonra o meniyi, ana rahmine fışkıran bir su olarak, meni kesesinden çıkardı. Bu parçalar dağınıkken, Cenab-ı Allah onları toplayıp, onlardan böyle bir şahıs (insan) meydana getirdi. Bu parçalar ölümden dolayı daha sonra dağılırlarsa, Cenab-ı Hakk'ın onları tekrar biraraya getirmesi nasıl imkansız olur? İşte bu ayeti, haşr ve neşre delil getirmenin izahı budur.

Şüphesiz Cenab-ı Allah, bu tarz hücceti Kur'an'ın birçok yerinde zikretmiştir. Mesela Hacc sûresinde:

"Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkakdır ki biz sizini asimizi) topraktan, sonra (onun züniyetint) insan suyundan, sonra rahme yapışan bir canlı, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir lokma etden yarattık, (Ve bunları) size (kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz.) Kiminiz (gençken) öldürülüyor, kiminiz de (evvelki) bilgisinden sonra, hiçbirşey bllemiyecek şekilde erzel-i ömre (ileri derece ihtiyarlığa) götürülüyor. Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün..."(Hacc, 5) buyurmuş ve sonra

"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. Gerçekten, ölüleri O diriltecekttr. O, şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir. Ve şüphesiz o kıyamet elbette gelecektir. Onda hiçbir şüphe yokhır. Muhakkak Allah kabirlerdektleri de diriltip kaldıracaktır "(Hacc, 6-7) diye devam etmiştir.

Yine O, yaratılışın merhalelerini zikrettikten sonra Mü'minûn sûresinde "Sonra siz bunun peşisıra hiç şüphesiz öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde, muhakkak yeniden diriltileceksiniz "(Mu’minun, 15-16) buyurmuştur. Kıyame sûresinde:

"O, (döl yatağına) dökülen meniden bir damla su değil miydi? Sonra o (meni), rahme yapışan bir canlı olmuş, derken (Allah onu) insan biçimine koyup yaratmış, (uzuvlarım) düzenlemiştir (Kıyame, 37-38); Tank suresinde de

"Şimdi İnsan hangi şeyden yaratıldığına (ibretle) baksın. O, atılıp dökülen bir sudan (meniden) yaratılmıştır. Ki o su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıloyor. Şüphe yok ki Allah onu (tekrar diriltip) döndürmeye kadirdir " (Tank, sb» buyurmuştur.

b) Bu, Cenab- Allah'ın:

"Şimdi bana ekmekde olduğunuz (tohum)u haber verin. Onu siz mi bitiririyorsunuz yoksa bitirenler biz miyiz.? Eğer dileseydiK muhakkak ki onu (tohumsuz) bir kırıntısı yapardık da siz deşasakahrdmız. (Şöyle derdiniz): "Biz hakikaten ağır borca uğratılmışız. Daha doğrusu biz (umduğumuzdan) mahrum kalmışız " (Vakıa,63-67)ayetidir.

Bu ayette şu şekilde istidlal edilmektedir: Tane ve onun, arpa,pirinç gibi yarıktı yarıksız, uzun yuvarlak, üçgen, kare ve değişik şekillerde olan başka kısımları nemli toprağa atılıp üzerini su ve toprak örtünce, aklen, bunun bozulması ve çürümesi gerekir. Çünkü su ve topraktan sadece biri bile çürümenin olması için yeterlidir. İkisi biraraya gelince çürüme haydi haydi olur. Sonra görüyoruz ki o çürümüyor, aksine korunmuş olarak kalıyor. Sonra rutubet fazlalaşınca tohum ikiye ayrılıyor, ondan iki filiz çıkıyor. Uzun olan taneye gelince, onun tepesinden bir delik açılıyor, ekinde olduğu gibi, uzun filiz oradan ortaya çıkıyor.

Çekirdeğe gelince, onun kabuğu öylesine serttir ki, bu sertliği sebebi ile çoğu insan onu ikiye ayıramaz. O, nemli toprağa düştüğünde, Allah'ın izniyle yarılır. Hurma çekirdeği, üzerindeki yarıktan yarıhrak, çekirdek ikiye bölünür. Bir parçadan toprağın üstüne bir filiz yükselir, diğer parçadan da toprağın derinliklerine bir filiz dalar. Yükselen filiz yükseldikçe yükselir. Dalan filiz ise, derinlere gittikçe gider. Velhasıl, küçük bir çekirdekten iki ağaç çıkar. Aynı elemanlardan meydana gelmiş, çekirdeğin, suyufı, haVanın ve toprağın özelliğinin de aynı olmuş olmasına rağmen, bunlardan biri hafif ve yükselen, diğeri ise ağır ve yere dalan olmuştur. Bu tam bir kudrete ve şümullü bir hikmete delalet etmez mı? Böyle bir Kadir, cüzleri biraraya getirmekten ve uzuvları tekrar birleştirmekten nasıl aciz olur ?

Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakkın Hacc süresindeki: "Sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün.   Fakat Biz onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman o harekete geçer, kabanr... "(Hacc, 5) ayetidir.

c) Bu,:

"Şimdi içmekte olduğunuz suyu söyleyin bana? Onu bulutdan siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz "(vakı'a, 68-69) ayetidir. Bu ayetteki istidlalin takdiri şöyledir:

1) Tabiatı icabı su ağırdır. Ağır cismin, tabiatı aksine, yükselmesi, onun tabiatına galib gelen, özelliğini boşa çıkaran ve tabiatı icabı aşağı inen bir şeyi yükselten kahir bir kudretin bulunmasını gerektiren bir iştir.

2) Suyun zerreleri dağılmasından sonra biraraya gelmiştir.

3)  Su zerrelerini rüzgar harekete geçirmiştir.

4) Su zerreleri, ihtiyacı olan suya susamış yerlere inmiştir.

Bütün bunlar haşrin olabileceğine delalet eder. Ağır olan şeyin yükselmesine gelince, bu onun tabiatının değişmesinden dolayıdır. Bu caiz olunca, su ve toprağın karışımından hayat ve rutubetin çıkması niçin caiz olmasın? İkinci hususta, Cenab-ı Allah, su zerrelerinin dağılmasından sonra onları biraraya getirmeye kadir olunca, insan bedenlerinin topraktaki cüzlerini biraraya getirmesi niçin caiz olmasın? Rüzgarların su zerrelerini harekete geçirmesi hususunda, Cenab-ı Hak, aynı cins parçaların bir kısmını bir tasmma bfrteşlken rüzgarları hareket ettirmeye kadir olunca, burada bu (haşr ve neşr) niçin caiz olmasın? İnsanların ihtiyacından dolayı Cenab-ı Allah'ın bulutları yaratması hususuna gelince, burada da, hakettikleri sevab ve cezaya ulaşmaları için, mükellefleri bir kere daha yaratmaya daha çok ihtiyaç vardır.

Allah Teala, Kur'an'ın bir başka yerinde bu delili ifade etmiştir. Meselâ, A'raf sûresinde;

"Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri günde yaratan, sonra 'Arşa istiva eden Allah'dır. Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O büyüyüp Örter. Güneşi ayı ve yıldızlan hepsini (emrine) musahhar olarak (yaratmıştır). Haberin olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir. Rabbinize yatvara yakara gizlice dua edin. Allah haddi aşanları sevmez, iyi bir hale getirildikten sonra yeryüzünde fesadcılık etmeyin. Allah'a korkarak ve umarak dua edin. Şüphe yok ki iyi hareket edenlere (muhsinlere) Allah'ın rahmeti çok yakındır "(Arat. 54-56) buyurarak tevhid delilini zikrettikten sonra, şöyle buyurarak da haşrin delilini zikretmiştir:

"O (Allah) rahmeti (olanları yağmur)'un önü sıra rüzgarı müjdeci gönderendir. Nihayet bu rüzgarlar, ağır ağır bulutlan kaldırıp yüklendiği zaman, (görürsün ki) biz onlan Ölü bir beldeye sevketmişizdir. Derken oraya sa indiririz de orada hertüriü meyve (ve mahsul) çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkartıp (dirilteceğiz). Belki (bunları) iyice düşünüp ibret alırsınız "(Araf, 57).

d- Bu:

"Şİmdİ bana (yeşil bir ağaçtan), yakmakta olduğunuz ateşi söyleyin bakayım. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa onu yaratan Biz miyiz ?"{Araf. 71-72) ayetidir.

Bu ayetteki istidlal şekli şudur: Ateş yükselir, ağaç ise aşağı doğru düşer; Keza ateş latifdir, ağaç ise kesifdir; ateş nuranidir (aydınlatıcıdır) ağaç ise zulmânî (karanlık)dir; ateş yakıcı ve kurudur, ağaç ise soğuk ve nemlidir. Cenab-ı Hak ağacın içinde bu nurani, ateş parçalarını tuttuğuna göre, onun kudreti bu birbirine zıd olan iki şeyin arasını bulmuştur. Cenab-ı Allah bundan aciz olmadığına göre, canlıları terkib edip biraraya getirmekten nasıl aciz olur? Allah Teala bu delili Yasin sûresinde şu şekilde zikretmiştir:

"O, yeşil ağaçtan sizin için ateş yaratandır " (Yasin, 80). Bil ki Cenâb-ı Allah bu sûrede su ve ateşin durumunu, Nemi suresinde ise şu ayetle havanın durumunu zikretmiştir.-'

"Yahud o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu buldurmakta, rahmetinin önü sıra rüzgarları müjdeci göndermekte olan (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka) tanrı ha...? Allah onların, koştukları ortaklardan çok yüce ve münezzehdir. Yahud halkı daima yaratmakta olan, sonra onu yeniden diriltecek olan ve sizi gökten,yerden rızıklandıran (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka) tanrı ha? De ki: Eğer (Allah 'a ortak koşmada) sadık iseniz haydi getirin delilinizi "(Neml, 63-64).

Allah Teâla, yeryüzünün durumunu da Hacc sûresinin 5. âyetinde zikretmiştir. Sanki Hak Teâla, bütün durumları ile dört unsunun(su, hava, ateş, toprak), haşr ve neşrin mümkün olduğuna şehadel ettiklerini açıklamıştır.

Hasrın mümkün olduğuna delalet eden delillerin ikincisi Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurmasıdır:"İlk önce yaratmaya kadir olan Ben, yeniden diriltmeye haydi haydi kadirim '. Bu delilin izahı, aklen zahirdir. Cenab-ı Hak bu delili, Kur'an'ın birçok yerinde zikretmiştir: Mesela, Bakara sûresinde.

"Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz, ölü iken, sizi o diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet (haşirden) sonra yine yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Bakara. 28)ayeti; İsrâ sûresinde:

"O (kâfirler) dediler ki: Biz bir yığın kemik, kırıntı ve döküntü (halinde bir toprak) olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaradılışla diriltileceğiz." Onlar? de ki: Gerek bir taş. gerek demir (gibi) olun, yahut aklınızda, içinizde bir ğunüz herhangi bir mahlûk olun." (mutlaka diriltileceksin!?" Onlar, "O halde bizi kim (diriltip) geri çevirecek?" diyecekler. Sen de de ki: ' Sizi ilk defa yaratmış ola (Allah)...."(isra, 49-51) ayeti; Ankebut suresinde:

"Allah yaratmaya nasıl başlıyor, sonra onu (öldüKten/ sonra nasıl (diriltip) geri çeviriyor..."(Ankebut, 19) ayeti; Rum suresinde-,

'O (Allah önce mâhlukatı yaratıp, sonra onları tekrar (diriltip) iade edecek olandır. Ki bu, O na pek kolaydır"(Rum. 27) ayeti ve Yasin sûresinde:

"De ki onu ilk defa yaratmış olan diriltecektir "(Yasin, 79) ayeti gibi...

Üçüncü bir çeşit olarak Cenab-ı Hak, haşre kadir olduğuna gökleri yaratmaya kadir oluşunu delil getirmiştir.Bu husus da ayetlerde yer almıştır. Mesela, İsra suresinde:

"Onlar gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini de yaratmaya kadir olduğunu görmüyorlar mı?"(isra, 99) ayeti; Yasin sûresinde;

"Gökleri ve yeri yaratan Allahronlar gibi insanları yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, (bütün kâinatı) yaratan, (herşeyi) bilendir "{Yasin, si) ayeti; Ahkâf sûresinde:

"Onlar halâ şu hakikati anlamadılar mı ki gökleri ve yeri yaratmış, onları yarattıktan dolayı yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, herşeye elbette kâdirdu "(Ahkâf, 33) ayeti; Kâî sûresinde

"Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı (tekrar diriltileceğiz). Bu uzak bir dönüşdür. Toprak, onlardan neleri (yiyip) ekslltmiştir, Biz muhakkak biliriz. Yanımızda da (herşeyi) muhafaza eden bir kitab vardır. Hayır, onlar, kendilerine hak gelince, onu tekzib ettiler. Şimdi onlar şaşırmış bir haldedirler. Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl bina ettik. Onu (yıldızlarla) nasıl süsıedik. Onun hiçbir gediği de yoktur. Yervüzüne de

(bakmadılar mı?) Onu nasıl döşedik, ona (nasıl) boyduk.

Onda her türün, İçe ferahlık veren (güzel) çiftlerini bitirdik. Hiz {bunlun), bize taata yönelen her kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için (yaptık). Cökden de bereketli yağmurlar İndirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik. Ve tomurcuklan birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik). Ki (bunlar), kullarına nzık olmak için (yaratilmışlardır). Biz o yağmurla ölü bir memlekete can verdik. İşte (kabirlerden) çıkış (diriliş de) böyledir "(Kaf, 3-11) ayeti ve bundan biraz sonra gelen:

"Yâ biz, ilk yaratışta acz mi gösterdik ki (tekrar diriltemeyelim.) Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe ediyorlar "(kaf, 15) ayeti gibi...

Dördüncü bir çeşit olarak, Cenab-ı Hak, hasrın olacağına, iyilik yapanın mükafaatlandırılmasının isyan edenin azablandırılmasının ve bunların birbirinden ayırdedilmesinin gerekli olduğunu delil getirmiştir.Meseİa.Yûnus süresindeki:

"Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah (bunu size) bir gerçek olarak va'd etmiştir. Mahlukatı ilk defa dirilten, sonra iman edip salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükâfaat vermek İçin (yine kendisine) geri çevirecek olan şüphesiz ki O'dur "(Yunus; 4) ayeti; Tahâ süresindeki "Kıyamet muhakkak kopacaktır. Ben onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla karşılık verilmiş olsun "(Taha, 15) ayeti ve Sâd süresindeki

"O göğü, yeri ve bunların arasındaki herşeyi Biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin zannıdır. Bu yüzden kâfir olanlara cehennemde helak vardır. Yoksa biz, imân edip sâlih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesadçıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahud muttaküeri, doğru yoldan sapanlar gibi mi kabul ed&ceğiz"{Sad, 27-28) ayeti gibi...

Beşinci bir çeşit olarak, Cenab-ı Allah, haşr ve neşrin olacağına, daha dünyada iken ölüleri diriltmesini delil getirmektedir. Mesela, Hz.Adem (a.s.)'ı hiç yoktan yaratması ve şü ayette bahsettiği Bakara Kıssası gibi:

"Onun için biz; "O (öldürülen adama), (Kesilen ineğin bir) parçasıyla vurun." demiştik. (Onlar vurunca, Öldürülen adam dirilmişti.) İşte Allah, böylece ölüleri diriltir. "(Bakara. 73). Ve mesela, Hz.İbrahim (a.s.)ın

"Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltiyorsun?" (Bakara, 260) ayetindeki kıssası;

"Yahud o kimse gibisini (görmedin mi) ki binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış bir kasabaya uğramış..." ayetindeki mesele; Yahya ve İsa {a.s.)'nın kıssaları gibi... ki Allah bunların olabileceğine, hasrın olabileceğine dair delilinin aynısı ile istidlal ederek:

"Andolsun ki Ben, seni, sen hiçbir şey değilken yarattım "(Meryem, 9) buyurmaktadır. Ashab-ı Kehf'in kıssası da bu çeşittir. Bundan dolayı Cenâtn Attah:

"Allah'ın vaa'dinin hak olduğunu ve Kıyametin kopacağında şüphe olmadığını bilsinler dîye... "(Kehf, 21) buyurmuştur. Eyyub (a.s.) un kıssası da bu çeşittir. Bu hususta Cenab-ı Allah:

"Biz ailesini ona verdik "(Enbiya, 84) demiştir. Bu ayet, Cenab-ı Hakk'ın, Hz.Eyyübün ailesini, ölümlerinden sonra, yeniden dirilttiğine delalet eder. Cenab-ı Allah'ın, (Hz.İsa(a.s.)'nın bir mucizesi olarak,onun eliyle ölüleri diriltmesi de bu çeşittendir. Cenab-ı Hakk'ın:

"Ben (İsâ), ölüleri diriltiyorum (Ali imran. 49) ve:

'Hani Sen (Ey İsa), benim iznimle çamurdan bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine ütlüyordun da Benim iznimle bir kuş oluveriyordu "(Ma'ide, no) ayetleri bununla ilgilidir.Şu ayet de bu çeşittendir:

"İnsan, daha evvel, o hiçbirşey değilken, onu hakikaten Bizim yarattığımız! düşünmez m/?"(Meryem. 68). İşte bu, Cenab-t Allah'ın haşrin olacağına dair, Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği delillerin asıllarına işarettir. Eğer Allah Teâla dilerse, herbirinin ayrı ayrı derinlemesine tefsiri sıra o âyetlere geldikçe yapılacaktır.

Sonra Allah Teala, Kur'an'da haşr ve neşri inkâr edenlerin kâfir olduklarını açıkça belirtmiştir. Bunun delili:

"O, kendisine zulümde devamlı ve (kâfir) olarak bağına girdi ve dedi ki: Bu bağın helak olacağını hiç zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. (Bununla beraber), eğer ben Rabbime döndürülüp götürülürsem, yemin olsun ki bundan daha iyisini (orada da) bulurum." Arkadaşı ona cevaben, "Seni topraktan yaratan Allah'/ inkâr mı ediyorsun?" dedi "(Kehf, 36-37) ayetidir. Hasrı ve neşri inkar edenlerin, inkarlarının gerekçesi şudur: Birşeyin var oluşu, onun mümkinü'l-vucûd olduğunu gösterir. Çünkü onun meydana gelmesi imkansız olsaydı, birinci defada meydana gelmezdi. Madem ki birinci defada meydana gelmiştir, öyleyse, biz onun mümkinü'l-vucûd olduğunu anlarız. Şayet bunu, Allah'ın meydana getirmesi doğru olmasaydı bu, haddizatında varlığı caiz olan şeyi icad etmeye kadir olamadığı için, ya Allah'ın -haşa- aczine veya cehline delalet ederdi. Çünkü mükelleflerden herbirinin beden parçalarını diğerlerinin beden parçalarındanayırdetmesi imkansız olmuştur. Allah'ın âciz ve cahil olduğunu söylemekle de nübüvveti isbat etmek doğru olmaz, böylece de bu kesinkes küfrü gerektirir. Allah en iyi bilendir. [2]

 

Cennet ve Cehennemin Mevcut Olmaları           Başa Dön

 

Bu ayetler (Bakara 24-25), cennet ve cehennemin yaratılmış varlıklar olduklarını açıkça gösterir.

Cehennemin yaratılmış olduğuna, Allah'ın onun hakkında O, Kafirler için hazırlanmıştır " buyruğu (Bakara. 24) delalet eder. Bu ayet, cehennemin yaratılmış olduğunu göstermede de sarihdir. Cennetin yaratılmış olduğunu, Cenab-ı Allah'ın, bir başka ayette "O, muttakiler için hazırlanmıştır, (Ali imran 133) buyurması gösterir. Bir de Allat Teala buradaki ayette,

"İman eden, bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarından rmaklarakan cennetlerin onların olacağını müjdele "(Bakara, 25) buyurmuştur. Bu ayet, mü'minlerin cennete malik olduklarını haber vermektedir. Şu anda bulunan mülkiyet, yine şu anda kendisine malik olunan şeyin mevcud amasını gerektirir. Bu nedenle, bu ayetler, cennet ile cehennemin, şu anda yaratılmış olduklarına delalet ederler. [3]

 

Cennet Ni'metleri

 

Bütün   lezzetler   şunlarda  toplanmıştır:   Evde, yiyecekte ve evlilikde. Bu sebeble Cenab-ı Allah sözü ile, yiyeceği sözü ile, evliliği ise sözü ile belirtmiştir. Sonra bu şeyler meydana gelip, bu şeylere kaybolacakları

korkusu bitişince, bu şeylerden nimetlenme arzusu kederli bir hal alır. Şöylece Cenâb-ı Hak, bu korkunun cennetliklerden zail olup gittiğini beyan ederek "Ve onlar orada ebedî olarak kalındırlar" buyurmuştur.

Bu sebeple bu ayet, nimet ve sürürün tam ve mükemmel olduğunu göstermektedir. Şimdi ise, ayetlerin lafızlarını teker teker ele alıp inceleyelim. Cenâb-ı Hakk'ın  ayeti hakkında birkaç soru vardır.

a) Bu emir neye atfedilmiştir? Buna birkaç yönden cevap verilir:

1) Atfın dayandığı şey emir değildir ki, kendisine atfedileceği benzeri emir ve nehiy araştırılsın.. Burada atf ile kendisine dayanılan, müminlerin

sevablarını vasfeden bir cümledir; bu nedenle bu cümle, kâfirlerin cezasını vasfeden bir cümleye matuftur. Nitekim, Zeyd, hapsolunma ve döğülmekle cezalandırılacak; Amr'a da arvolunduğunu ve saltverildiğini müjdele" dersin..

2)  Bu cümle  cümlesine atfedilmiştir. Nitekim sen, "Ey Temîm oğulları, işlediğiniz cinayetin cezasından korkun; ey falanca, Esedoğullarını da, onlara olan ihsanımla müjdele" dersin.

3) Zeyd İbn Ali “” lâfzına atfederek, meçhul sîgasıyla şeklinde okumuştur.

b) Cenâb-ı Hakk'ın "müjdele!" sözüyle emredilen kimdir? Bunun cevabı şudur: Bu emredilenin Hz.Peygamber ve herkesin olmast, mümkün­dür. Nitekim Hz. Peygamber "Gecenin karanlığında mescidlere giden kimseleri, kıyamet gününde kusursuz bir nûr ile müjdele "[4]) buyurmuş, bu, herkese verilmiş bir emirdir. Bu açıklama son derecegüzel ye uygundur. Çünkü bu açıklama, büyüklüğü ve yüceliğinden müjdeyi, müjdelemeye gücü yetecek herkesin vermesinin uygun olduğunu bildirir.

c) Müjde nedir? Bunun cevabı şudur: (müjde), sevinci ortaya çı­karan bir haberdir, işte bundan ötürü fukahâ şöyle demiştir: Bir adam, kölesine, "Bana .sizden hanginiz falancanın geldiğini müjdelerse, o hürdür." dese; köleleri de teker teker bu müjdeyi verse, onlardan en önce müjdeyi vermiş olan azad edilir; çünkü sevinci temin eden, o ilk kölenin haberidir; eğer kölenin sahibi, "kim bana müjde verirse..." değil de, "kim bana haber verirse"demtş olsaydı.o zaman haberi veren bütün kölelerin azad edilmesi gerekirdi, zira onların  hepsi bu haberi vermişlerdir. Cilt için kullanılan ve, sabahın ilk ışıklarım ifade-eden kelimeleri de aynt köktendir. Cenab-ı Hakkın, "Onları elim bir azab ile müjdele"(A.imran, 21) sözüne gelince, bu ifade kendisiyle, istihza edilenle şiddetli bir istihzada bulunma, kastedilen söz nevinden bir sözdür. Nitekim insanın, düşmanına "Müjde; çotuğun çocuğun öldürüldü, malın yağmalandı!" dediği gibi... [5]

 

İman ve Âmel-i Salih

 

"İman ve amel-i salih işleyen kimselere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır " (Bakara, 25) lâfzına gelince, burada birkaç mesele vardır: [6]

 

İman-Amel Münasebeti

 

Bu ayet, amellerin imana dahil olmadığına delalet eder.   Çünkü   Cenâb-ı  Allah  bu  ayette  imanı zikredip, sonra da amel-i salihi ona atfettiği için, bu durum  ikisinin  birbirinden farklı ve ayrı oluğunu göstermiştir. Böyle olmasaydı, tekrar olmuş olurdu ki, tekrar da aslın hilafına bir şeydir. [7]

 

İkinci Mesele           Başa Dön

 

Bazı alimler, ayeti zahirine hamlederek şöyle demişlerdir: "Her iman edip salih amel işleyen kimseye cennet vardır..." Ona, "İmanedip salih amel işleyen; sonra da kâfir olan kimse için ne dersin?" denildiğinde, o, Bu imkansızdır, çünkü iman ve taat, daimi bir sevaba müstahak olmayı; ir de devamlı bir azaba müstehak olmayı gerektirir; bu ikisinin bir arada bulunması ise imkansızdır. Yine, amellerin boşa çıkmasına hükmetmek de ansızdır. Geriye, sizin olmasını tasavvur ettiğiniz takdiriniz ve sayımınızın imkansız olduğunu söylemekten başka bir yol kalmaz" der şöyle devam eder: "Biz amellerin boşa çıkmasının imkansız olduğunu, r -Kaç sebepten dolayı söyledik:

a) Hakediten iki şey, ya birbirlerine zıddır, veya değildir. Eğer zıd iseler, sonradan olanın meydana gelmesi, mevcut olanın gitmesine bağlıdır. Mevcut alanın gitmesi, eğer sonradan gelenin gelmesi sebebiyle olursa bir devir lazım gelir ki, bu da imkansızdır.

b) İki taraf ararasında zıtlık bulunmaktadır. Bu sebeple, sonradan olanın gslmesinden ötürü,  mevcut olanın gitmesi;  mevcut olanın kalmasıyla = Tadan olanın savuşturulmasından daha evla değildir. Bu durumda, ya "er tkisi bir anda bulunurlar ki, bu imkansızdır veya birbirleriyle mücadele ederler; böylece amellerin boşa çıktığını söylemek imkansızdır.

c) Hakedilen iki şey, ya birbirlerine denktirler veya önce olan daha çok weya daha azdır. Eğer birbirlerine denk iseler, meselâ, 'on derece sevap hak k di: buna karşılık, orvderece de ceza meydana geldi denilmesi gibi ; bu 3-ijmda, deriz ki, hak edilen her bir derece ceza, hak edilen her bir derece sevabı götürür.  Böyle olunca da,  bu  parçanın şu  parçayı  götürmesi taasusundaki tesiri, onun beriki ve öteki parçayı götürme hususundaki

tesirinden daha evla değildir.

Sonradan meydana gelen bu cüzlerden her birinin, önceden meydana gelen cüzlerden her birini giderme hususunda müessir olmasına gelince, bu durumda her illetin bir çok ma'lulü, her ma'lülün de müstakil birçok illeti bulunması gerekir ki, bütün bunlar imkansızdır. Veya bir tahsis edici olmadan, sonradan olan cüzlerin herbirisinin mevcut olandan birisine hâs olması gerekir ki, bu da imkansızdır; çünkü müreccih olmadan mümkinin iki tarafından birinin diğerine üstün gelmesi imkansızdır.

Eğer önce olan daha çok olursa, sonradan meydana gelen, ancak mevcut olanın cüzlerinden bir kısmını götürür, izale eder. bu durumda da, mevcut olanın cüzlerinden bir kısmının sonradan olafila zail olması, diğer cüzlerinin zail olmasından evla değildir. Bütününün zail olmasına gelince, bu da İmkansızdır, çünkü zail olan ancak nakısla zail olur. Veya bir tahsis edici olmadan onun bir kısmının zail olması gerekir ki, bu da imkansızdır. Veyahutta ondan hiç bir şey zail olmaz ki, elde edilmek istenen netice de budur. Ve yine sonradan meydana gelen, mevcut olanın cüzlerinden biı kısmını izale ederse, bu durumda sonradan olan ya durur ya da zail olur Sonradan olanın duracağını hiç kimse söylemez. Onun zail olacağına daiı hüküm vermek de yanlıştır. Diğerinin zail olmasında bu ikisinden her birinir tesiri ya beraberce olur, veya sırayla olur. Birinci durum yanlıştır, çünkü izale eden şeyin, izale ettiği esnada mutlaka bulunması gerekir. Şayet zail olar iki şey ayni anda bulunursa, iki izale eden de ayni anda bulunur. Bu durumd; da, bu iki şeyin yok oldukları esnada mevcut olmaları gerekir ki, bu di imkansızdır. Eğer sırasıyla olursa, üstün gelinilen şeyin galibiyyet vasfın, haiz olması imkansızdır. Önce olanın daha az olması durumuna gelince, öncı olanın,sonradan olanın cüzlerinden bir kısmını gidermede müessir olmas gerekir ki, bu da imkansızdır. Çünkü sonradan olan şeyin cüzlerinin tamarr giderilebilir. Bunun bir kısmının giderilmesi, müreccih olmaksızın bir terci' olur ki, bu da imkansızdır. Tamamının izale etmede müessir olma halindeyse,, bir malûl üzerinde müstakil birçok illetlerin bulunması gerek ki, böylece de bütün bu akli izahlar sayesinde, amellerin boşa çıkacağın dair hüküm vermenin bozukluğu ortaya çıkmış otur." Bu durumda, İki türlü cevap şekli ortaya çıkar:

a) Bu, ölümü göz önünde bulunduran kimsenin görüşüdür. Buna gör imanın bulunmasının şartı, ölürken kâfir olarak ölmemektir. Eğer kişi, kâf olarak ölürse, onun o ana kadar yapmış olduğu bütün şeylerin küfür olduğun anlamış oluruz. Bu ise, zahirine itibar edilmemesi gereken bir görüştür.

b) Kul, ne taatine karşı bir sevaba; ne de günahına karşı herhangi b cezaya, aklî ve vacib olan bir istihkakla, müstehak olmaz. Bu Ehl-i Sünnet görüşü ve bizim de tercihimizdir. İşte ancak bu görüş ile, karanlıklarda kurtulunabilir. [8]

 

Cennet Anlayışında Mu'tezile'nin Farklı Görüşü

 

Mu'tezile, itaat etmenin sevabı gerektirdiğini öne sürmüştür. Çünkü, Cenâb-ı Hak müminleri cen­netle   müjdelediği sırada, müminler için müjdelenen cennet mükâfatı henüz fiilen vaki değildi. Bu manaya hamletmek mümkün olmayınca, ayeti, ileride gerçekleşecek mükâfata hak kazanmaya hamletmek gerekir; çünkü, vaki olabilecek bir şeyden, vaki olmuş gibi bahsetmek bir mecaz olup caizdir. [9]

 

Cennetin Dildeki Manası

 

Cennet, dallan birbirine girmiş, kesif, gölgeli ağaçlardan ve hurmalıklardan meydana  gelmiş bir bahçedir. "Cennet" lafzının manası, örtmekanlamındadır. Buna göre, sanki o, sıklığından ve gölgeliğinden ötürü, bir şey bir şeyi örttüğünde Arabların söylediği (onu örttü, bürüdü) fiilinin masda-nndan "masdar binâ-i merre" (işin kaç kere yapıldığını gösteren masdar) olan "cennet" lafzıyla isimlendirilmiştir. Sanki cennet, ağaçlarının çok sıklığından dolayı, tek bir örtü gibidir. Ahiret de, kendisinde cennetler bulunduğu için, cennet diye adlandırılmıştır.

Eğer, "cennetler niçin nekre (belirsiz); nehirler ise ma'rife (belirli) getirilmiştir?" denilirse, buna cevaben deriz ki: Cennet, mükâfat yurdunun tamamının adıdır; bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların derecelerine göre tertib edilmiş, bir çok cenneti ihtiva etmektedir:mükafata hak kazanmış her tabakadaki insan için, bu cennetlerden bir cennet vardır. "Nehirler"in, ma'rife oluşuna gelince, bununla nehir -cinsi murad edilmiştir. Nitekim,

muhatabın bilgisi dahilindeki cinslere işaret edilerekj 'Falancanınl|içinde akan sular, incir ve üzüm bulunan bir bahçesi vardır" denilir. Yahutta, elif lam ile, şu ayette zikredilen nehirlere işaret edilmektedir:

"O cennette, hiçbir vasfi bozulmayan sudan nehirler ve tadı değişmeyen sütten ırmaklar bulunmaktadır" (Muhammed, 15). [10]

 

Cennet Meyveleri ile Dünya Meyvelerinin İlgisi           Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Her ne vakit nzıklandmldıklannda... "ifâdeslne gelince, aynı şekilde bu, âyette geçen ctâr lafzının sıfatıdır veya mahzûf bir mübtedanın haberidir, yahutta müste'nef bir cümledir. Müste'nef olmasının sebebi şudur: Onlar için cennetler vardır denilince, bunu duyan kimsenin hatırına bu cennet meyvelerinin dünya meyvelerine benzeyip benzemediği hususu gelir. Burada birkaç soru vardır:

a) Âyette geçen lâfzının terkibdeki yeri nedir?

1) Bu tıpkı, "Her ne zaman bah­çenden bir nar yediğimde, sana teşekkür ettim" demen gibidir. Buna göre, kelimesinin ayetteki yeri senin, sözünün yeri gibidir. Bu sebepte, âyette yer alan lâfızlarındaki her iki de, ibtitâ lilgâye (başlangıç ifade eden minj'dir; çünkü, rızık, cennetten baştamıştır. Cennetteki rızıkda, meyveden başlamıştır. Bu açıklamaya göre "meyve"denmurad,tek bir elma veya tek bir nâr değildir. Burada murad edilen, tam aksine herhangi bir meyve nevidir.

2) "Sen arslansın!" anlamını murad ederek, "Senden bir arslan gördüm" sözündeki gib, lâfzının beyâniyye olmastdır. Bu açıklamaya göre, lafzıyla meyvelerin nevi veya tek bir meyvenin murad edilmesi doğru olur.

b) "Şu anda rızık olarak bize verilen şey, daha önce bize verilen şeydir " demeleri   nasıl doğru olur? Bu soruya şu cevabı veririz: Bunlar adet bakımından farklılık arzetseler de, mahiyet itibariyle aynı oldukları için, "bu şudur" demeleri, mahiyet bakımından doğru olmuştur. Çünkü tür birliğine, zatlardaki çokluk ters düşmez; işte bu sebepten dolayı, babasına son derece benzeyen oğul için Arablar, "O, tıbkı babasıdır" derler.

c) Bu ayet, cennetliklerin, cennette kendilerine verilen rızkı, bundan önce kendilerine verilen bir başka rızka benzettiklerine delalet eder. Bu durumda, kendisine   benzetilen   şey,   dünya   rızıklarından   mıdır,   yoksa   cennet azıklarından mıdır?

Bu soruya, iki şekilde cevap verilebilir:

1) Bu, dünya rızıklarındandır. Buna da iki husus delalet eder.

Birinci husus: İnsan, alışılmış şeylere kendini daha yakın ve kendince silinen şeylere daha mütemayil hisseder. Alışkın olmadığı bir şeyi gördüğünde, insanın ruhu ondan kaçar; sonra daha önce tanıdığı ve bildiği »eyler cinsinden bir şey elde edip, onu daha önce yakınlık kesbetmiş olduğu peylerden daha kıymetli görürse, onun neşesi çoğalır, sevinci artar. Buna göre, cennet ehli dünyadaki narları görüp, sonra o narı ahirette de görerek, cennetin narını dünyadakilerden daha güzel ve daha kıymetli bulduklarında, onların bu âhiret narından elde ettikleri sevinç, dünyada bir şeyi müşahade etmeleriyle elde edilen sevinçten daha fazla ve yoğun olur.

İkinci husus: Cenâb-ı Hakk'ın sözü, bütün kerreleri, böylece «Ik kerreyi de içine alır.Buna göre, onlar için daha ilk defada, bu, "bu daha önce rızıklandırıldığırnız şeydir" demeleri gereken cennet rızıklarından bir şeyle rızıklandırılmış olmaları söz konusudur. Halbuki, bu ilk kerreden önce onlara cennet rızıklan verilmemiştir ki, bunu ona benzetebilsinler!.. Bu sebeple, bunun dünya rızıklarına hamledilmesi vacib olmuştur.

2) Müşebbehinbih yani kendisine benzetilen şeyin, yine cennet rızkı olmasıdır. Bundan maksat, cennet ehlinin rızıklarının birbirine benzemesidir. Sonra ulemâ bu hususta meydana gelen benzerlik hususunda iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:

a- Cennetliklerin mükâfatlarının, gerek mikdar gerekse kalite bakımından daima eşit olduğu,bir fazlalık veya ziyadeliğin bulunmadığı...

b- Görünüşteki benzerliktir. Buna göre, ikinci kerre verilen rızık, sanki birincisi gibidir. Nitekim Hasan-Casrî'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Bu ikinci görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilaf ederek, bir kısmı şöyle demiştir: Bu benzerlik görünüşte ofâuğu gibi, tadda da bulunmaktadır. Çünkü birisi, bir şeyden lezzet alıp ondan hoşlandığında, canı ancak o şeyin aynisin' ister; ona, her yönden öncekine benzeyen birşey verildiğinde, bu son derect lezzetli ve hoş olur.

Bir kısmı ise, şöyle demiştir: Her ne kadar renk bakımından bir benzerli!-söz konusuysa da, ancak, o rızık tad bakımından farklıdır.

Nitekim Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Cennettekilerden birisine bir tabah rızık getirlir ve onu yer. Sonra diğer tabak getirilince o kimse bunun üzerine "bu, bize daha önce getirilen şeyin aynisi" deyince, tabağı getiren melek "Yemene bak! Renkleri aynıysa da tadları değişiktir" der.

Âyet hakkında, mutasavvıfların söyledikleri üçüncü bir görüş bulunmaktadır. Bu da şudur: Mutluluğun tamamı, ancak Allah'ın zâtını sıfatlarını ve kerübiyyûn, melekleri, ruhani melekler, ruhlar tabakasıyla gökleı alemi vasıtasıyla meydana gelen fiillerini bilmektedir.

Netice olarak. insan ruhunun kudsi alemin karşısındaki bir ayna gib olması gerekir. Sonra bu bilgiler dünyada meydana gelir, ancak bu bilgilerle tam bir lezzet ve sürür elde edilemez; çünkü bedenî ilgiler bu tür lezzet ve mutlulukların meydana gelmesine mani olurlar. Bu engeller ortadan kalkınca, en büyük saadet ve en güzel hat meydana gelir. Netice olarak, ölümden sonre taddığı her ruhani saadet hakkında insan der ki: "Bu, ben dünyada iken d€ tattığım bir saadettir." Bu da ahirette meydana gelecek nefsani kemâlat? işarettir ki onlar dünyada da mevcuttur. Ne varki onlar dünyada, bu tür lezze ve sevinci ifade etmemişlerdir. Ahirette, engeller kalkınca, onlar böylesine lezzet ve sevinci ifade etmişlerdir. Ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere kendilerine sunulacak" ayeti ile ilgili iki soru vardır:

1) sözündeki "hû" zamiri neye racidir?

Cevab: Eğer biz, "Müşebbehün bih dünya rızkıdır" dersek, zamir, dünya ve ahirette verilmiş olan rızka raci olur. Yani "onlara cennette, cennet meyveleri verildi. Fakat bunlar öyle meyvelerdir ki dünyadakilere de benzemektedir." Yok eğer"müşebbehün bih yine cdhnet rızkıdır" dersek * deki zamir, cennetten rızık olarak verilen şeye raci olur. Yani cennette bu çeşit rızık onlara birbirine benzer biçimde verilmiş olur.

2) Cenâb-ı Hakk'ın sözünün söz dizisindeki yeri nedir?

Cevab: Cenâb-ı Hak, cennetliklerden, kendilerine verilen rızkın birbirine benzemiş olduğunu "Bu, daha önce bize rızık olarak verilendir, dediler" âyetinde nakledince Allah onları bu iddiallarında  sözüyle doğrulamıştır. [11]

 

Cennetteki Eşler

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Orada onların temiz eşleri vardır." ayetindeki maksadı, onların bedenlerinin hayız, "istihâda" (hayız ve nifâsın dışında, bir mazeretten dolayı kan gelme hali),hertürlüpislikten;jkocalarının da her türlü kötü hasletlerden, hele hele kadınlara mahsus, kadınca hallerden temiz olmalarıdır. Biz ptjjl lâfzını hem kadınlara hem de erkeklere göre mânalandırdık, çünkü iki taraf da bazı hususlarda müşterektirler.

Tasavvuf ehli şöyle demiştir: Bu, birkaç meseleye dikkat çekmenin gerekli olduğuna delalet eder:

a) Kadın hayız olduğunda, Allah seni onunla cinsi münasebetten:

"De ki o bir eziyyettir; o halde, hayız zamanlarında kadınlara yaklaşmayın "(Bakara, 222) sözüyle men etmiştir. Allah seni, kadının kusuru olmayan bir necasetten dolayı bu dünyada ona yaklaşmaktan men edince; cennetteki zevceler tertemiz olduğu zaman, mazur sayılmayacağın günah pislikleriyle lekelenmiş olduğun halde, o tertemiz kadınlardan seni men etmesi haydi haydi beklenebilir...

b) Helâl   yoldan   şehvetini   teskin   eden   kimse,   yıkanmaksızın, herkesin girmiş olduğu camiye giremez; öyleyse, haram yoldan şehvetini teskin eden kimse, ancak temiz olanların bulunduğu cennete nasıl girebilir? İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah, Hz.Adem (a.s.) bir zelle (hata) işlediğinde onu cennetten çıkarmıştır.

c)  Şafii (r.a.)'ye göre, elbisesinde zerre mikdarınca pislik bulunan kimsenin namazı sahih olmaz. O halde kalbinde, dünyadan daha büyük olan günah pislikleri bulunan kimsenin namazı nasıl kapul edilebilir?

Burada iki soru vardır:

1) Sıfat da mevsufu gibi çoğul getirilmeli değil miydi? Cevab: Bu iki kullanış da doğru bir kullanıştır. Nitekim, denildiği gibi, "Kadınlar yaptı" da denilir. Hamâse'nin şu beyti de bu kabildendir.

"Bir de gördüm ki, bekâr genç kızlar dumanı yüzlerine peçe gibi örtmüşler, aceleyle tencereleri ateşin üzerine koymaya çalışarak, kızgın kül ve ateş üzerinde yemek pişirmeye uğraşıyorlar!."

Buna göre mana, "temiz zevcelerden bir topluluk, gurup" olur. Zeyd İbn Ali, bu kelimeyi Ubeyd İbn Ömer de, aslı olmak üzere şeklinde okumuşlardır.

2) yerine denilseydi ya?

Cevab: lâfzında bir temizleyicinin onları temizlediği, bunun ise Allah'dan başkası olmadığını hissettirmek söz konusudur. Bu da, cennetliklerin durumunun yüceliğini ifade eder. Bu ifadeyle sanki, "Cenâb-ı Allah o pak zevceleri hassaten bu cennetlikler için süslemiştir", demek istenmiştir. [12]

 

Cennetin Ebedîliği Konusu           Başa Dön

 

"Ve onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar" ifâdesine gelince, Mu'tezile: "Burada ebedi kalış, ardı arası kesilmeyen devamlı kalmayı ve durmayı ifade eder" demiş ve buna, ayet ve şiirden deliller getirmiştir. Onların âyetten delili.'

"Biz senden önce hiçkimseye ebedilik vermedik.Eğer sen ölürsen, onlar ebedi kalacaklar mı ki?"(Enbiya, 34) kavlidir. Cenâb-ı Hak bir kısım insanlara çok uzun ömür vermiş olmakla beraber, bu ayette (Enbiya, 34) insanlardan ebediliği nefyetmiştir. Menfi, müsbetten başkadır. O halde, ebedilik, devamlı kalmak anlamındadır. Mu'tezüe'nin şiirden delili ise, İmriu'l-Kays'ın şu beytidir:

"Korku içerisinde evlenmeyen, kederi az, ebedi bahtiyar olan kimseden başka, kimse o kadınlara lütufta bulunmaz."[13]

Bizim alimlerimiz ise, "Huld (ebedilik), ister devamlı olsun ister olmasın, uzun süre durma manasınadır " dediler ve buna ayetten ve örften şahid getirdiler. Âyetten delilleri "Orada ebedi kalıcı olarak"{Nisa, 122) ayetidir. Eğer "Ebedi" sözünün manası, " kelimesinin manasında bulunsaydı, âyette geçen sözü tekrar olurdu.

Alimlerimizin örften getirdikleri delil ise, (falanca, falancayı uzun müddet (muhalleden) habsetti) denilmesidir. Bir de, vakıf senedlehne (Bunu, falanca muhalled (devamlı) olarak vakfetti) şeklinde yazılmış olmasıdır. İşte bu, huld lafzının, mükafaatın devamlılığına delalet edip etmediği meselesindeki sözdür. Başkaları da şöyle demişlerdir: "Akıl, cennetteki mükafaatın devamlı olacağını gösterir. Çünkü, akıl bunun devamlı olduğunu göstermeseydi, insanlar onun kesilebileceğini

söylerlerdi. Böylece de mükafaatın kesilmesi korkusu, bu nimeti onların boğazında bırakırdı. Çünkü nimet ne kadar büyük olursa, o nimetin sona ereceği korkusu, o nisbette büyük olur. Bu da, cennetliklerin devamlı keder ve üzüntü içinde olmalarını gerektirirdi. Allah Teala en iyi bilendir.

"Gerdekten, bir sivrisinek olsun, (önemsizlikte) ondan daha ileri birşey olsun, Allah Teala, herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu misal ile ne kasdedtlebilir ki" derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğuna hidayet eder. Onunla fasıklardan başkasını da şaşırtmaz. O fasıklor, Allah'a olan ahidlerinl onu te'kid de ettîkden sonra-bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği (sıh-l rahmi) keseder ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar hüsrana (maddi ve manevi en büyük zarara) uğrayanların taa kendileridir "(Bakara, 26-27). [14]

 

Kur'an'da Hayvanların Misal Verilmesi O'nun Fesahatine Zarar Vermez

 

Cenâb-ı Hak delil ile Kur'an'ın mu'cize olduğunu izah edince, buna ta'n eden kâfirlerin ileri sürdüğü şüpheyi bu ayette mevzu bahs ederek, onun cevabını verdi. Şüphe şudur: "Cenâb-ı Hak, Kur'an'da arıdan, sinekten, örümcekten ve karıncadan bahsetmiştir. Böyle şeyler fasih kimselerin sözünde bulunmaz. O halde Kur'an'ın böyle şeyleri ihtiva etmesi, mucize olması şöyle dursun, fasih bir kelam olmasına bile zarar verir." Cenab-ı Allah onlara, "Bu gibi şeyleri zikretmek, yüce hikmetler ihtiva edince, bunların yer almaları, Kur'an'ın fesahatine zarar vermez " diyerek cevab vermiştir. İşte bu da, bu ayetin, bir önceki ayet ile nasıl ilgili olduğuna işarettir. Sonra bu ayette birkaç mesele vardır: [15]

 

Ayetin Nüzul Sebebleri

 

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin... "{Hacc, 73)ayeti nazil olup müşriklerin putlarına ta'n ederek, sonra onlara ibadet etmeyi, örümcek ağına benzetince, yahudiler şöyle dediler: "Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki Cenab-ı Hak, onları misal getirmiştir."? İşte bu söz üzerine, Bakara süresindeki bu (26-27) ayetler nazil olmuştur. Bu ayetin sebebi nüzûlu hususunda ikinci bir görüş şudur: Münafıklar, Allah Teâla'nin ayetinde, kendi durumlarının ateşe, karanlıklara, gökgürültüsü ve şimşeğe, benzetilmesi hu­susunda ta'nda bulununca, bu ayet nazil olmuştur."

Üçüncü görüş, bu ta'nın müşriklerce yapılmış Olduğudur.

Kaffal, bu görüşlerin hepsinin de muhtemel olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Bunlann yahudiler olmasına gelince, bunun sebebi, ayetin sonunda,

denilmiş olmasıdır ki, bu yahudilerin sıfatıdır. Çünkü bu ayetten sonra, ahde vefa etmeleri hususunda muhatab tutulanlar İsraitoğullarıdır. Ayetin sebebi nüzulünün münafıklann ve kâfirlerin sözlerinin olmasına gelince, bu, onlardan Müddessir sûresinde:

'(Bunu biz) kalblerinde hastalık bulunan ve kâfirler de, "Allah bununla misal olarak neyi murad etmiştir" desinler (diye yaptık). İşte Allah dilediğini böylece şaşırtır, dilediğine de hidayet eder "(Mûddesstr, 31) ayetiyle bahsedilen husustur. Kalblerinde hastalık bulunanlar münafıklardır. Ayette geçen "kâfirler" sözü müşrikleri de içine alabilir. ÇünküjMüddessirısûresi mekkîdir. Her iki gurub da Mekke'de vardı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayette hepsinin muhtemel olması söz konusudur. Çünkü kâfirler, münafıklar ve yahudiler Hz.Peygamber (s.a.s.)'e eziyet etme hususunda uyum içinde idiler.

Bakara sûresinin başından buraya kadar, yahudi, münafık ve müşriklerin bahsi geçmiştir ki bunların hepsi kâfirdirler."

Bundan sonra Kaffal, "Ayetin, sebeb-i nuzül olmadan indirilmiş olması da caizdir. Çünkü ayetin sebeb-i nüzulü olmadan da manası anlaşılmaktadır." demiştir. [16]

 

Hayanın Lügat Mânası ve Allah Taalaya İsnadı

 

"Haya", kınanma ve tenkid edilme korkusu ile insanda meydana gelen bir moral bozukluğu ve

hal değişikliğidir. Bu kelime, fe lafzından türe­miştir. denildiği gibi (Adam utandı) da denilir. Bir de aynı şekilde, atın diz kapağı kemikleri hastalandığı zaman, aynı vezinde, denilir. Haya, kendisine moral bozukluğu ve değişiklik arız olan varlığın kuvvetini kıran, hayatını kederlendiren şey manasına alınmışın Nitekim Araplar, "Şundan utandığından dolayı kahroldu," "utancından öldü;" "yüzünde utancının şiddetinden dolayı kahrolma belirtisi gördüm" ve "utancından eridi " demişlerdir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, haya, bedendeki bir değişikliği ifade ettiği için, bu Allah hakkında imkansızdır. Çünkü bu değişiklik ancak cisimler hakkında düşünülebilir. Bununla beraber hadislerde, bu kelime yeralmıştır: Selman (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'ın şöyle dediğ'ıi rivayet eder:

"Cenabı Allah hayalı, cömerttir; kulu kendisine ellerini kaldırdığında, onlara bir hayır koymadıkça, onları boş geri çevirmekten haya eder."[17]

Durum böyle olunca, te'vil yapmak gerekir. Bunda iki husus vardır.

Birincisi:-Ki bu tür şeylerde bu bir kanundur,- şudur: Cisimlere has olan sıfatlardan kullar için olanlarla Cenab-ı Hak nitelendirildiğinde bu, arazların başlangıçlarına değil de, neticeleri itibari ile düşünülür.

Bunun misali şudur: Haya insan için söz konusu olan bir durumdur: ancak bunun bir başlangıcı ve sonu vardır. Bunun başlangıcı, çirkin olan şeye nisbet edilme korkusundan ötürü insana gelen fiziksel değişikliktir. Nihayeti ise, insanın bu işten vazgeçmesidir.

Allah  hakkında haya  lâfzı  kullanılınca,  bundan  maksad  hayanın başlangıcı ve mukaddimesi olan korku değildir. Tam aksine, nihayeti ve sonucu olan fiili bırakmadır.

Gazab da böyledir; bunun da bir alameti ve mukaddimesi vardır ki, bu kalbin kanının kabarması ve intikam alma arzusudur. Bunun bir de neticesi vardır ki, bu da kendisine gazab edileni cezalandırmaktır.

Allah'ı gazab ile nitelendirdiğimizde bundan maksat, intikam arzusu ve kalbdeki kanın kabarması manasına olan gazabın başlangıcı değildir; tam aksine, maksat onun neticesidir ki,bu da ceza vermektir. İşte bu, bu mevzuda külli bir kaidedir.

İkincisi: Bu sözün kâfirlerin sözleri içinde yer almış olmasının caiz olmasıdır. Kâfirler şöyle demişlerdi: Hz.Muhammed'in Rabbi, sineği ve örümceği misal getirmekten utanmaz mı? Sual cevaba denk düşsün diye, âyette şeklinde gelmiştir. Bu, söz sanatında güzel bir sanattır.

Sonra Kadî "Bu tür, müsbet manada Allah'a isnadı caiz olmayan şeylerin, menfi anlamda da Allah'a nisbet edilmemesi gerekir.Uygun olan "Ancak Allah bununla nitelendirilemez" denilmekten ibarettir.Allah Taala hakkında yani, "utanmaz" tabirini ıtlak etmek imkansızdır. Çünkü bu onun hakkında caiz olanın nefyedildiği zannını uyandırır. Cenab-ı Hakkın, kitabında "Onu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutmaz "(Bakara. 255) ve

"Ne doğurmuş, ne de doğmuştur "(İhlas, 3) şeklinde zikrettiği hususlara gelince, bunlar sureta nefy şeklinde olsalar bile, gerçekte nefy değildirler.

Yine Cenâb-ı Hakkın:

"Allah bir çocuk edinmemiştir"{Mumnûn.91) ve:

"O doyurur, kendisi doyurulmaz. "(Enam, 14) ayetleri de böyledir.

Kur'an'da zikredilen herşeyin, hitab halinde Allah'a itlak edilmesi caiz değildir. Bu sebeble, bunun ıtlakı da, ancak onun hakkında imkansız olduğunu beyan etmek suretiyle caiz olur.

Birisi şöyle diyebilir: "Bu sıfatların Allah'dan nefyedildiğinde şüphe yoktur. Bu sebeple bunların netyedildiğini haber vermek doğru olur. Böylece de sadece ancak şöyle denilebilir: "O sıfatların yokluğunu haber vermek, onların Allah hakkında mümkün olabileceğini de gösterebiliriz."

Buna karşı biz deriz ki: Bu delalet mümkin değildir. Çünkü, özellikle bu nefyi zikretmek, onun haricindekilerin var olduğuna delalet etmez. Hatta, lafza, bu sıfatların o şey hakkında uygun olmadığını ifade eden birşey bitiştirilse, beyan etmede daha ileri bir derece olduğu için bu daha güzel olur. Başkasının daha güzel olması, bunun çirkin olmasını gerektirmez. [18]

 

Üçüncü Mesele           Başa Dön

 

Meseller aklen güzel şeylerdendir. Buna birkaç husus delalet eden:

1) Arap ve Arap olmayanların bu hususta ittifak etmiş olmalarıdır. Darb-ı mesel, Araplarca çok meşhurdur Onlar en küçü şeyleri bile darb-ı mesel getirerek, zerreye temsil etme hususunda, "zerredeı daha derli toplu, "zerreden daha mazbut", zerreden daha gizli"; sıneği temsil etme hususunda, "sinekten daha cesur, "sinekten daha hatalı' "sinekten daha hareketli",  "sineğin sineğe benzerpesinden daha v benzer", "sinekten daha ısrarlı "; keneye temsil etme hususunda:"Kenedfc., daha çok duyan", "keneden daha küçük, "keneden daha asalak", "keneden daha gamlı", "keneden daha sinsi "; çekirgeye temsil etme hususunr "Çekirgeden  daha  iyi  zıplayan; çekirgeden daha kırıp geçiren(ekini); çekirgeden daha ifsadcı, çekirgenin tükrüğünden daha berrak"; kelebeğe temsil etme hususunda, "Kelebekten daha zayıf", "kelebekten daha hare­ketli", "kelebekten daha cahil", sivrisineğe temsil etme hususunda da, "siv­risinekten daha zayıf", "sivrisineğin iliğinden daha kıymetli', teklif-i mâla yutak hususunda da "Bana, sivrisineğin iliğini (çıkarmamı) teklife '." derler.

Araplardan başka milletlerin darb-ı mesellerine gelince, Kelile ve Dimne ve benzeri kitaplar buna misaldir. Bu kitapların birinde anlatıldığına göre, sivrisinek, yüksek bir hurma ağacının tepesine konmuş, uçmak istediği zaman "Ey hurma ağacı sıkı dur uçmak istiyorum " deyince, hurma ağacı Allah'a yemin olsun ki konduğunu hissetmedim. Uçtuğunu nasıl hissedeyim " demiş.

2) İsâ (a.s.)'ya gönderilen İncil'de küçük ve basit şeylerle darb-ı mesel getirilmiş olması... İncil'de şöyle deniliyor:"Göklerin melekûtunun misali, köyünde temiz tohumla buğday eken adamın misali gibidir. İnsanlar uyuyunca, bu adamın düşmanı gelerek tarlasına buğdayın arasına karaca îotıumu ekti. Ekin bitip filizler başak verince, karaca buğdaya galib geldi. Bunun üzerine çiftçinin köleleri gelerek: Ey Efendim, tarlana yeni temiz buğday ekmemiş miydin?" deyince. Efendi "Evet" dedi. Bunun üzerine köleler: "Ya bu karaca neredençıktı?"dediler. Efendi, "Belki de siz karacayı sökeceğiz diye, onunla beraber buğdayı da sökersiniz, onun için bırakın ikisi de hasad zamanına kadar büyüsünler " dedi. Hasad zamanı hasadcılara, karaca bitkisini buğdaydan ayırmalarını, demet demet yapıp ateşte yakmalarını, buğdayı da ambara doldurmalarını emretti. Size bunu açıkJayalım: Bu iyi kalite buğdayı eken adam o insanların atası Hz.Adem{a.s.), tarlası alem, bu kaliteli buğday da, Allah'a itaat eden melekûtun biz oğullarıyız. Karaca tohumunu atan düşman ise iblistir. Karaca ise İblis'in ve ordusunun ektiği günah tohumlarıdır. Hasadcılar ise ecelleri gelinceye kadar insanları bırakıp, ecelleri geldiğinde cennetlikleri Allah'ın melekûtunda, cehennemlikleri de ateşte toplayan meleklerdir. Karacanın derlenip toplanıp ateşte yakılması gibi, Allah'ın peygamberleri ve melekleri de, Allah'ın melekûtundan tembelleri ve onların günahlarını derler toplarlar ve cehennemin külhanına atarlar. Böylece orada bir feryad-ü figan, bir diş gıcırtısı başlar. Cennetlikler orada, Rablerinin melekûtundadır. Dinleyecek kuiağı olan dinlesin.

Sana göğün melekutuna benzeyen başka bir misal daha vereyim: Bir adam, en küçük tane olan hardal tanesi alsa ve onu tarlasına ekse,bitince büyüse, baklagillerden büyük bir bitki haline gelse; gökten bir kuş süzülüp, onun yapraklan arasına yuva yapsa. İşte hidayet de böyledir. Kim hidayete çağırırsa Cenab-ı Allah onun ecrini kat kat verir, ismini yüceltir ve ona uyan herkesi de kurtarır. Bu adam şöyle der: "Güzel unun elenip altına döküldüğü ve içinde kepeği tutan elek gibi olmayın. Siz de böylesiniz: Ağızlarınızdan hikmetler saçılıyor, içinizde birtakım hastalıkları tutuyorsunuz. Kalbleriniz ateşin olgunlaştıramadığı,suyun yumuşatamadığı, rüzgarın yerinden oynatamadığt taşlar gibi olmasın. Buğdaylarınızı bitlerin ve ağaç kurtlarının olduğu yere depolamayın, yoksa onlar buğdayınızı bozarlar. Onları, zehirli ve hırsızların olduğu yere de depolamayın. Yoksa onu zehir yakar, hırsızlar çalar. Fakat zahirelerinizi Allah'ın yanında biriktiriniz. Biz toprağı kazıyor ve üzerinde elbisesi, yanıbaşında rızkı otan bazı canlılar buluyoru'. Bunlar ne ekmişler ne de biçmişlerdir. Yine onlardan kaskatı taşın içerisinde veya ağacın içinde bulunanlar vardır. Onları bu elbiseleri ve rtzıkları ile orada bulunduran (yaratan) ancak AHah'dır. Düşünmez misiniz! Arıları kovalamayın, yoksa sizi sokarlar, Akılsızlarla yüz göz olmayın, çünkü onlar size söverler."

Böylece Cenab-ı Hakk'ın bu küçük şeyleri mesel getirdiği ortaya çıkar. Darb-ı mesel aklen güzeldir. Çünkü benzetmek ve teşbih yapmak muhayyilenin tabiatındandır. Mana tek başına zikredildiğinde akıl onu ancak muhayyilenin akılla mücadelesi şartları içinde anlar. Eğer mana bir teşbih (benzetme) ile zikredilirse, akıl onu muhayyilenin yardımı ile hemen anlar. Şüphe yok ki mananın bir teşbih ile zikredilmesi daha mükemmeldir. Yine biz, insanın bir mana zikrettiğini, fakat o mananın layıkı veçhile ortaya çıkmadığını görüyoruz. Ama o bir misal ile zikredildiğinde gayet açık ve belirli olur. (Madem ki temsil daha fazla bir vuzuh ve beyan imkânı verir. Öyleyse kendisinden izah ve beyandan başka bir şey beklenmeyen Kitabullah'ta zikredilmesi şart olur.)

Müşriklerin "Bu değersiz şeylerle Allah'ın darb-ı mesel getirmesi yakışık almaz" sözlerine gelince, biz deriz ki: "Bu cehalet eseri söylenmiş bir sözdür." Çünkü Cenab-ı Allah büyük otan şeyleri de küçük olan şeyleri de yaratandır. Halbuki yarattığı herşeyde hükmü geneldir. Çünkü O, herşeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapmıştır.Küçük olan O'na büyükten daha hafif, büyük olan ise küçükten daha zor değildir. Bütün varlıklar Cenab-ı Allah yanında aynı oiunca, kullarına darb-ı mesel yapmada, onların büyüğü küçüğünden daha evlâ olmaz. Aksine göz önünde bulundurulması gereken şey, kıssaya (hâdiseye) en uygun olanıdır. Kıssaya en uygun olan sinek ve örümcek olunca, Cenab-ı Allah onları mesel getirir yoksa fil ve deveyi değil. Buna göre Allah'ın, kullarının putlara ibadetinin ve Rahman'a ibadetten yüz çevirmelerinin çirkinliğini ifade etmeyi murad ettiğinde, o ufacık böceklerinin zararını dahi bu putların defedemiyeceğini ortaya koymak için, sineği; puta ibadetin,örümceğin ağından daha güçsüz ve daha zayıf olduğunu beyan etmek için de örümcek yuvasını mesel getirmesi uygun olmuştur. Bütün bu gibi yerlerde, darb-ı mesel yapılan varlık ne kadar güçsüz olursa, darb-ı mesel o nisbette güçlü ve açık olur. [19]

 

Dördüncü Mesele

 

Esâm daki u nın tıpkı "Allahdan bir rahmet üzere"(Ai-ilmran,159)âyetindeki, sıla ve zaide deki, sıla ve zaide olduğunu söylemiştir. Ebu Müslim ise, "kur'an'da ziyade ve lağvin (boş, manasız sözün) bulunmasından Allah'a sığınırım" demiştir. Doğru olan Ebu Müslim'in sözüdür. Çünkü Cenab-ı Allah, Kur'an'ı "Bir hidayet ve beyan" olarak nitelemiştir. Onda lağvin olması, bu sıfata aykırıdır.

kelimesinin iki kıraati vardır:

1) Mansub olarak (fethalı) okunması... Bu kıraata göre: u lafzında iki vecih vardır:

a) nın mebni olmasıdır. Bu, kendisine nekire bir isim eklendiğinde, nekire isim onu müphem kılar ve ona hususi olmaktan uzak ve daha umumi  olan bir mana kazandırır. Bunun izahı şudur: Adam, arkadaşına "Bana bir kitap ver, ona bakayım" dediğinde arkadaşı ona bazı kitaplar verse, adam Ben başka kitap istemiştim" diyebilir. Ama arkadaşına "Bana herhangi bir kitab ver" demiş olsaydı, ona "Ben başka kitap istemiştim"

oemesi doğru olmazdı. Çünkü sözün takdiri "Bana hangi kitab olursa olsun

bir kitab ver" demektir.

b) u nın, sıfat yerine geçen cins ismi ile izah edilen bir nekire olmasıdır.

2) teyu şeklinde merfu okunması. Bunda da u için iki vecih vardır:

a) Sılası cümle olan bir mevsul olması. Çünkü ayetin takdiri  demektir. Buna göre, mübteda {En'am, 154) ayetinde hazfedildiği gibi, burada da mahzuftur.

b) nın bir istifham (soru edatı) olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, "Allah misal getirmekten utanmaz" deyince, sanki bundan sonra da mesel getirme hususunda sivrisinek ve ondan üstün olana ne hacet? Allah dilerse ondan da küçük olanı mesel irâd edebilir. Nitekim; "Falanca ne verdiğine hiç bakmaz; bir dinar, iki dinar ne oluyor ki?" denir. Bundan maksat "O bundan da çoğunu hibe der" demektir. [20]

 

Beşinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir:  "Darb-ı mesel" ifadesinin   dayanağı   "darbu'l-lebin"   (Kerpicin kalıba dökülmesi) ve "darbu'l-hâtem" (Yüzüğün kalıba dökülmesi) ifadesidir." [21]

 

Tabirinin İ'rabı Hakkında             Başa Dön

 

lafzılafzının atf'' beyanı veya  fiilinin mef'ûlü olarak mansubtur. kelimesi ise, nekre kelimesinin mukaddem {önce gelen) halidir.

Yahut da manasına fiilinin, iki mefulünden ikincisidir. Bu, ismi mevsul veya müphemlik ifade eden olduğu zaman böy­ledir. Eğer, kelimesinin açıklayıcısı durumunda olursa, bu durum­da tefsir ettiği şeye tabi olur. Hem müfessir (açıklayıcı) hem müfesser (açıklanan)in tamamı ya atf-ı beyandır veya meful makamındadır. Bu durum­da kelimesi, tekaddüm eden bir haldir. Kelimenin şeklinde merfu okunması, mahzûf mübtedanın haberi sayılması sebebiyledir. lafzının mevsul ve mevsuf veya istifham olması durumunda mesele açıktır. nın ibhâmiyye (müphemlik ifade eden) olması durumunda in merfu okunması, cevab olduğu içindir. Sanki biri "O nedir?" demiş de, cevaben  yani 'O sivrisinektir' denilmiştir. [22]

 

Kelimesinin İştikakı

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Jeyû kelimesinin iştikak ettiği kök, kısım ve parça mânasına gelen lâfzıdır.  ve kelimeleri de böyledir.

Nitekim " Sivrisinek onu ısırdı" denilir, lâfzı da bu mânadandır. Çünkü, o şeyin bir parçasıdır, aslında kelimesi gibi "feûl" vezninde bir sıfattır. Ne var ki, daha çok isim olarak kutlanılmıştır. Âlimlerden bir kısmı, lâfzının bir şeyin kısmı mânasına gelen terkibinden geldiğini söylemiştir. Sivrisinek cisminin ve kütle­sinin ufak ve küçük olmasından dolayı, olarak isimlendirilmiştir. Bir de Dir şeyin parçası, bütüne kıyasla az olduğu için, bu adı almıştır. En kuvvetli görüş ise, birinci görüştür. Sahib-i KeŞşâf, devamla şöyle demiştir: Sivrisinek, Allah'ın ilginç yaratıklarından birisidir, çünkü kendisi son derece küçük olmakla beraber hortumu da küçüktür; aynı zamanda onun içi de boştur. Ancak ne var ki, o çok küçük hortumuna ve içinin boş olmasına rağmen, kimsenin parmaklarını hurma tatlısına daldırması gibi, çok kalın olmasına rağmen filin ve camısın derisine batırabilir. Bunun sebebiyse, Cenab-ı Hakk'ın, onun hortumunun ucunda bir tür zehir yaratmış olmasıdır. [23]

 

Tabirinin İzahı

 

Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinde iki vecih bulunmaktadır.

a) Bu ifadeden maksadın, sinek, örümcek, eşek ve köpek gibi cüsse bakımından sivrisinekten daha büyük hayvanlar nmasıdır. Çünkü müşrikler Cenab-ı Allah'ın böylesi şeylerle bir temsilde unmasını yadırgamışIardır.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyle cüsse bamıkından sivrisinekten daha küçük olan canlıları murad etmiş olmasıdır. Muhakkak alimler, birkaç sebepten ötürü, bu görüşe meyletmişlerdir:

1) Bu temsilden maksat, putları tahkir etmektir. Kendisine benzetilen şey. ne kadar önemsiz ve değersiz olursa, bu babda elde edilecek maksad z nısbette mükemmel olur.

2) Bu temsilden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın basit ve önemsiz şeyleri mesel olarak getirmekten imtina etmemiş olmasıdır. Bu gibi yerlerde, ikinci defa zkredilen şeyin birincisinden daha önemsiz olması gerekir. Meselâ,

"Falanca, bir dinar ve ondan

daha azınt elde etme hususunda zillete katlanır" denilir. Çünkü bir dinardan daha azını kazanma hususunda zillete katlanmak, dinarı kazanmadaki zillete katlanmasından daha şiddetlidir.

3) Bir şey ne kadar küçük olursa, onun sırlarına muttali olmak o nisbette güçleşir. Buna göre, o şey, ancak Allah'ın ilminin kuşatabileceği derecede küçük olduğunda, onunla mesel getirmek, hikmetin mükemmelliğine delalet etme bakımından, büyük şeyin mesel olarak getirilmesinden daha güçlü olur. nın sivrisinekten daha büyük canlıları ifade ettiğini söyleyenler, buna iki hususu delil getirmişlerdir:

1)  Jy lâfzı yüksekliğe delâlet eder. Meselâ denildiğinde bunun mânası, bunun o şeyden daha büyük olması, demektir. Rivayet olunduğuna göre, adamın biri Hz. Ali'yi methetmişti.  Halbuki o adam bu konuda samimi değildi (müttehdm idi). Bunun üzerine Hz. Ali ona (Ben senin dediğinden daha dûn, fakat içinden geçirdi­ğinden daha yüksek bir mertebedeyim) dedi. Maksadı "Senin düşündüğün­den daha üstünüm" demek idi.

2) En küçük hayvan sivrisinek olduğu halde, ondan daha küçüğü nasıl mesel olarak verilir? Birinci kısma cevabımız şudur: Herhangi bir sıfatın, kendisindeki sübûtu, başkasındaki sübûtundan daha kuvvetli durumda olan her şey o sıfat bakımından, daha zayıftan daha kuvvetli olur. Mesela: "Falanca kişi aşağılıkta ve pintilikte falancanın fevkindedir" denildiğinde maksad: "Aşağılıkta ve pintilikte ondan daha aşağıdır" demektir.

Yine "Bu küçüklük itibarı ile şundan üsttedir " denildiğinde, bu, bunun şundan daha küçük olmasını ifade eder. İkinciye cevabımız ise şudur: Sivrisinekten daha küçük olan şey, onun kanadıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) onu dünyaya bir mesel olarak getirmiştir.[24]

 

Hakkında

 

liı kendisinde şart manası olan bir harftir. Bundan dolayı cevabının başında gelmesi gere­kir. Bu fâ harfi de te'kıd manası taşır. Mesela  (Zeyd gidiyor) dersin. Bunu te'kid etmek, gittiğini kati olarak ifâde etmek istersen (Zeyde gelince, o muhakkak gidiyor) dersin. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deri? ki ayette geçen her iki cümlenin tf ile başlatılması, mü'minlerin durumunu son derece övüp, onların bildiklerinin hak olduğunu göstermek, kâfirlerin söyledikleri şeye karşılık da kâfirleri son derece zemmetmek içindir. [25]

 

Hakk Kelimesinin Lügat Manası           Başa Dön

 

inkârı caiz olmayan ve varolan birşey dernektir. Birşey var olup, bulunması kesin olunca denilir. Senin Rabbinin

kelimesi hak olarak gerçekleşti" ve dokusu sağlam olan elbise için de denilir. [26]

 

Onbirıncı Mesele

 

Âyetteki hakkında iki vecih bulunmaktadır.

a) nın mânasında ism-i mevsûl olmasıdır. Buna göre iki ayrı kelime olmuş olur.

b) (j nın u ile birlikte bir isim olarak kabul edilmesidir ki, bu durumda o, tek bir kelimedir. Buna göre bu kelime iki durumda bulunmaktadır. Birincisi: Mübtedâ olmak üzere mahallen merfûdur. Haberi ise, sılasıyla beraber ü dır. İkinciye göre ise, tek başına u hükmünde kabul edilerek, sanki 4i îijî u demişsin gibi, mahallen mansûb kabul edilmesidir. [27]

 

İrade Hakkında Önemli Bir İzah

 

İrade, akıllı bir kimsenin nefsinde hissettiği ve iradesi ile ilmi, kudreti, elemi ve lezzeti arasında açık bir fark bulunmasına vesile olan bir mahiyettir.

Durum böyle olunca, irâdenin mahiyetini tasavvur tarife muhtaç değildir. Kelamcılar, "İrade, meydana gelişte değil de, meydana getirme hususunda caiz olan şeyin iki tarafından (olup olmamasından) birinin diğerine üstünlüğünü gerektiren bir sıfattır" demişlerdir. Biz tarifte geçen "meydana getirme hususunda" kaydı ile, bunun kudretle karışmasından kaçınmış olduk.

Alimler, iradenin Allah'a nisbet edilmesinde müslümanların ittifakı bulunmakla beraber, Allah'ın "murîd" (irade eden) olup olmadığı hususunda ihtilaf ettiler.

Neccariyye fırkası, murid lafzının selbî (olumsuz) bir mana ifade ettiğini ve "Allah'ın mağlub edilemez ve birşeye zorlanamaz" manasına geldiğini söylemişlerdir.

Onlardan,[28] bunun subuti (olumlu) bir şey olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.

Buna göre Câhtz, Kabî ve Ebu'l-Hasan el-Basrî bunun manasının, maslahatı veya mefsedeti (fayda ve zararı) yapmayı da içine alan ilm-ı ilahi olduğunu söylemişler ve bu ilmi de, "yapmaya götüren" veya "yapmaktan alıkoyan sebeb" (Dâi ve Sârif) diye isimlendirmişlerdir. Bizim alimlerimiz ile (Mu'tezile'den) Ebu Ali, Ebu Hâşim ve onlara tabi olanlar, iradenin ilme ilave bir sıfat olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu irade sıfatı, ya zati -ki bu Neccariyye'nin ikinci görüşüdür- veya manevi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Bunun manası iradenin ya kadim olmasıdır -ki bu Eş'ariyye'nin görüşüdür- veya muhdes (sonradan olma) olmasıdır. Muhdes olması halinde bu sıfat ya Allah ile kaimdir -kiKerrâmiyye'ningörüşü budur- veya başka bir cisimle kaimdir- ki bu görüşte olan kimse yoktur-, veyahut da o bir mahalde bulunmaksızın mevcuttur. Bu son görüş ise, (Mutezile'den) Ebu Hâşim, Ebu Ali ve onların talebelerinin görüşüdür. [29]

 

Onüçüncü Mesele

 

Lafzındaki "hû" zamiri  râcidir,,yahut da lafzına râcîdir. Müşriklerin "Allah bununla ne kastediyor?" sözlerinde bir istihza ve   hakaret  bulunmaktadır. Nitekim Hz.Aişe (r.ah), Abdullah b.Amr b.el-Âs hakkında' Buİbn Amr'a da şaşardım!" demiştir. [30]

 

Ondördüncü Mesele

 

"O   kelimesi,   temyiz  olduğu   için   mansubtur. Nitekim sen, sana kötü bir cevab veren kimseye sen, "Sen bununla cevab olarak neyi kastettin?" veya, kötü bir silah taşıyan kimseye de: "Sen bun­dan silah olarak nasıl yararlanıyorsun" dersin. Veyahutta Su kelimesi, hal olduğu için mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın şu âyetinde de böyledir. "Bu size bir mu'cize olmak üzere Allah'ın (gönderdiği) bir dişi devedir"(A'raf, 73). [31]

 

Onbeşinci Mesele

 

Cenâb-ı Allah, "Allah bununla ne kastediyor? "sözü ile, kâfirlerin inkâr ve küçük görmelerini hikaye ettikten sonra buna, "Onunla çoğu kimseyi saptırır ve çoğu kimseye onunla hidayet eder" ayeti ile cevab verir. [32]

 

Allah'ın, Kulu İdlal Etmesi (Şaşırtması)           Başa Dön

 

Biz, burada, bu manadaki bütün ayetler hususunda kendisine başvurulan bir asıl mesabesinde olduğu için, hidayet veldalâlete düşürme meselesi üzerinde konuşmak istiyoruz. Önce dalalete düşürmeden (idlâl'den) bahsediyor ve diyoruz ki: Hemze bazan, müteaddi olmayan bir fiili, müteaddi yapmak için gelir. Meselâ (çıktı) fiili müteaddî değildir. (çıkardı) dediğinde o fiili müteaddi (meful alan) bir fiil yapmış olursun. Bazan da hemze müteaddi fiili, lazım (meful almayan) bir fiil yapmak için kullanılır. Nitekim, "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da düşdü" dersin. Bazan da hemze sırf "bulmak" (vicdan) manasını ifade etmek için fiilin önüne gelir. Amr b.Ma'dîkerib'in Süleymoğullarma şöyle dediği nakledilmiştir: Yani, "Sizinle savaştık fakat sizde korku görmedik (bulmadık), sizi hicvettik fakat susturamadık ve sizden istedik, sizde cimrilik görmedik (bulmadık)." Yine bunun gibi, "Falancanın toprağına geldim ve onu çok ma'mur buldum" denilir. Nitekim el-Muhabbal şöyle demiştir:

"Husayn, Kuza'a kabilesine efendi olmak istedi, fakat bir anda kendisini zelil ve perişan olmuş buldu."

Bir kimse "Hemze ancak müteaddi olmayan fiili müteaddi yapmak için kullanılır" denilmesi niçin caiz olmasın?" diyebilir. Buna göre Arabların sözüne gelince, bundan muhtemelen kastedilen şudur: "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da kendisini yüzüstü yere attı!" Öyleyse burada fiil iki mefulu de hazfedilmiş olduğu halde zikredilmiştir ki bu pek nadir bir kullanış şekli değildir. Amr b.Ma'dıkerib'in sözüne gelince Dundan murad, "Bizim savaşmamızın, sizin korkaklar olmanızda bir etkisi olmadı." Ve "Bizim sizi kınamamız, sizi susturmada hiç müessir olmadı" manasıdır. Diğer ifadeler de bu manadadır. Bizim söylediğimiz bu görüş, hemzenin birden fazla manaya gelmesini önlemek bakımından, daha uygundur.

Bu sabit olunca deriz ki: (Allah onu idlal etti, saptırdı) sözümüzü iki manaya hamledebiliriz. Birincisi, "Allah onu sapık yaptı"; ikincisi, "Allah onu sapıtmış olarak buldu". "Allah onu sapık yaptı" manasındaki birinci takdire gelince, ayetin lafzında, Allah Teala'nın onu bulunduğu halden saptırıp sapık yaptığını gösteren bir karine yoktur.

Ayetin bu manaya hamledilmesinde iki vecih vardır:   .

1) Allah onu dinden saptırdı.

2) Allah onu cennetten saptırdı. "Allah'ın onu dinden saptırması" manasına olan birinci şıkka gelince, lügatte, dinden saptırmanın ifade ettiği mana "Dini terketmeye çağırma ve dini o kimseye çirkin göstermek"tir. Allah Teâlâ'nın iblise nisbet ettiği idlâl (saptırma), bu manaya olan saptırmadır.

Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphestz O (iblis), apaçık, saptıran bir düşmandır" (Kasas. 15); "Andolsun ki (ben iblis), onları saptıracağım ve onları olmayacak kuruntulara boğacağım"'(Nisa, n9)

"O kâfirler: "Ey Habbimiz, cin ve İnsanlardan bizi saptıranları göster bize de onları ayaklarımızın altına alalım " derler"{Fussiiet. 29)

"Şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdi de onları yoldan saptirdı "(Neml, 24) .

' İş olup bitince şeytan der ki: Şüphesiz Allah size hak vaadde bulundu. Ben de size vaa'dde bulundum, ancak vaa'dimde durmadım. Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm (nüfuzum) yokhı. Ancak ben sizi çağırdım, siz de davetime   icabet   ettiniz.   Öyleyse   beni   kınamayınız   kendinizi kınayiniz"(İbrahim. 22).

Cenâb-ı Hak, bu tür saptırmayı Firavn'a da nisbet etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Firavun kavmini saptırdı, onları hidayete ulaşnrmadı"(Taha, 79). Ümmet, bu manada saptırmanın Allah Teala hakkında caiz olmadığı hususunda icma etmiştir. Çünkü Allah Teala, ne küfre davet etmiş, ne de küfrü hoş göstermiştir. Aksine O, küfürden nehyetmiş, men etmiş veküfrekarşı büyük bir ceza tehdidinde bulunmuştur.

İdlâl (saptırma)'in lügavi, asli manası bu olunca ve bu mana da icma ile Allah hakkında caiz olmayınca, bu kelimeyi zahiri manası ile anlamanın caiz olamayacağı hususunda bir icma'ın meydana geldiği sabit olur. O zaman cebr ve kader akidelerinden yana olanlar, bu kelimeyi te'vile ihtiyaç duymuştadır

Cebre inananlara gelince, onlar bu lafzı, "Allah Teala'nın insanlarda sapıklık ve küfrü yarattığına, onları imandan alıkoyduğuna ve böylece onlar ile iman arasına girmiş olduğu" anlamına almışlardır. Onlar, çoğu keı "Esasında bu lafzın dildeki hakiki manası budur. Çünkü nasıl ki ihraç ve idhâl, bir şeyi girdirmek ve çıkartmak manasına ise, idlâl de bir şeyi saptırmaktan ibarettir" demişlerdir. Mutezile, bu te'vilin, ne kelimenin lügattaki hakiki manası itibari ile, ne de akli deliller itibarı ile caiz olmadığını söylemiştir.

Kelimenin lügattaki hakiki manası itibarıyla caiz olmamasına gelince, bunu birkaç yönden açıklayabiliriz:

1) Lügat itibarı ile, başkasını bir yola girmekten zorla ve cebren men eden kimseye "O onu idlâl etti" denilemez; aksine "O, onu o yoldan menetti ve ondan geri çevirdi" denilir. Araplar, bir kimse, başkasına durumu karışık gösterip, onda yolu bulmasını zorlaştıracak şüpheler uyandırdığı, o kişi de yolunu bulamadığı zaman ancak "O onu yoldan idlâl etti (saptırdı)" derler. .

2) Allah Teâla, Firavun ve iblis, kendilerine icabet edenlerin kalblerinde, ümmetin ittifakı ile, sapıklığı yaratmamış olmakla beraber, onları saptırmış (mudil) kimseler olarak vasfetmiştir. Cebriyye'nin görüşüne gelince, bunun sebebi, onlarca, kulların birşey meydana getirmeye kadir olamamalarıdır. Kaderiye'nin görüşünün sebebi ise, kulun bu tür bir yaratmaya kadir olamamasıdır. Bi'l-itifak yaratıcılığı kuldan nefyetmekle beraber, "mudil" (saptıran) ismi hakikaten bulununca anlıyoruz ki "mudil", lügatte sapıklığı yaratanı ifade etmek için konulmamıştır.

3) İdlâl, hidayetin karşılığı (zıddı)dır. "Ona hidayet yollarını gösterdim, ama o hidayete ermedi" denilebildiği gibi, aynı şekilde, "Onu saptırmaya çalıştım ama o sapmadı" da denilebilir. Bu böyle olunca saptırmak (idlâl) kelimesini, "sapıklığı yaratmak" manasına hamletmek imkansız olur.

Bu te'vilin akli deliller itibarıyla caiz olmamasına gelince, bu da birkaç yöndendir:

1) Eğer Cenâb-ı Allah kulda dalaleti yaratsa sonra onu iman etmekle mükellef tutsa, şüphesiz ona iki zıd şeyi bir araya getirmeyi emretmiş olurdu. Bu da sefeh (akılsızlık) ve zulümdür. Halbuki Cenab-ı Hak: "Rabbin kullarına zerrece zulmetmez "(Fussiiet, 46)

"Allah hiç kimseyi gücü yetmeyeceği şeyle mükellef (sorumlu) tutmaz "/(Bakara. 286) ve

"(Allah) din (İşlerinde) üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi "(Hacc, 78) buyurmustur.

2) Eğer Allah Teâlâ cehaleti yaratsaydı ve mükellefler için durumu karışık yapsaydı, kulunu mükellef tuttuğu şeyi açıklamış olmazdı. Halbuki Ümmet-i Muhammed, Cenâb-ı Hakk'ın açıklayıcı olduğunda ittifak etmişlerdir.

3) Hak Teâla kullarında dalaleti yaratsa ve onları imandan alıkoysaydı, onlara kitab indirmesinin ve peygamber göndermesinin bir faydası olmazdı. Çünkü elde edilmesi mümkün olmayan birşeyi elde etmek için gayret göstermek, boşuna yorulma ve akılsızlık olurdu.

4)  İdlâli, "dalaleti yaratma" manasına almak, birçok ayet-i kerime ile de tezad teşkil eder: Mesela: "Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar"(inşikâk, 20),

 "Onlara ne oluyor da öğütten yüz çeviriyorlar "(Müteessir, 49). "İnsanların, kendilerine hidayet (rehberi) geldiği zaman, iman etmelerine "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?")demelerinden başka bir şey maniolmadı" (isra, 94)  ayetleri .gibi.   Böylece  Cenâb-ı Hakk, onların iman etmelerine kesinlikle bir maninin bulunmadığını açıklamış oldu.Onlarm imandan yüz çevirmelerinin sebebi, Allah'ın insan peygamberler göndermiş olmasını inkâr etmeleridir. Allah Teâla bu hususta:

"İnsanlara hidayet geldiği zaman onların iman etmelerini ve Rablerinden mağfiret istemelerini...'den başka birşey men etmedi "{Kehf, 55);

"Siz ölüler iken sizi dirilttiği halde Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz "(Bakara, 28); (Hak'dan)nasıl döndürülüyorsunuz?"'(Yunus, 32) ve "(Hak'dan   nasıl çevriîiyorsunuz"(Mumın, 62) buyurmuştur.  Eğer Cenâb-ı Allah onları   dinden saptırmış ve imandan çevirmiş olsaydı, bu ayetler batıl olurdu.

5) Allah Teâlâ, iblisi, askerlerini insanları dinden saptırma, hakdan yüz çevirtme  hususunda  onun  yolunca  gidenleri  kınamış  ve  kulları   ile peygamberlerine  şu  ayetleri    ile, şeytandan    kendisine sığınmalarını emretmiştir.

"De ki o vesvese veren şeytanın şerrinden insanların Rabbi, Meliki ve Ma'budu (olan Allah'a) sığımrım"(Nas, 14) "De ki: Sabahın Rabbine sığınınm"(Felak, 1); "De ki: Rabbim, şeytanların dürtüşdürmelerinden (vesveselerinden) sana sığınırım "(Mü'minûn. 97);

"Kur'an okuduğun zaman, koğulmuş şeytandan Allah'a sığin"(Nahl ,98)

Şayet Allah, kullarını şeytanın saptırdığı gibi dinden saptırsaydı, şeytanın hakettiği gibi O da bir kınanmayı hakeder, şeytandan isti'âzenin (sığınmanın) gerektiği gibi Allah'dan da sığınmak gerekirdi ve Allah kullarının çoğunu saptırmış olacağı için, O'nu düşman edinmek gerekirdi. Nitekim aynı sebebten dolayı iblis düşman kabul edilmiştir. Bu durumda, Allah'ın payı daha çoktur. Çünkü iblisin saptırmasının (idlâlinin), dalaletin meydana gelmesi hususunda varlığı yokluğu birdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın idlali böyle değildir. Çünkü Allah dalaletin meydana gelmesinde bizzat müessirdir. Bu sebeble böyle bir hükümden dolayı da iblisi bütün kötülüklerden münezzeh kabul edip, kötülüklerin tamamını Allah'a vermek gerekir ki bu durumda kınama işi, iblis'ten tamamıyla uzaklaşıp Allah'a dönmüş olurdu. Allah ise zalim kimselerin bu tür görüşlerinden münezzehtir.

6) Cenab-ı Hakk, dinden saptırmayı kendisinden başkasına nisbet etmiş ve onları bundan dolayı kınayarak şöyle demiştir:

"Firavun kavmini saptırdı ve onları hidayete ulaştırmadı " (Taha, 79);

Sâmiri onları saptırdı''(Taha. 85):

"Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, onlar seni Allah yolundan saptırırlar."(En’am, 115)

"Allah yolundan saptıranlara, hesabgününü unuttukları için, pek çetin bir azab vardir"(sad, 26); İblis'ten naklederek;

"Onları mutlaka saptıracağım, onları kuruntulara boğacağım ve onlara emredeceğim de... "{Nisa, 119)

İşte bunlar ya gerçekte dinden başkalarını saptırmışlardır, veyahut Allah onları saptırmıştır. Veyahut da itılâl (saptırma), müşterek olarak hem Allah, hem de bu ayetlerde bahsedilenler vasıtasıyla meyd na gelmiştir. Bu durumda, eğer onlar değil de, Cenab-ı Allah insanları saptırmış ise, Allah onlara iftira etmiş olur. Çünkü kendi işini, iftira edip onlara yüklemiş ve onları yapmadıkları işten dolayı ittiham edip kınamıştır. Halbuki Allah böyle yapmaktan münezzehtir. Eğer Allah bu idlalde onlarla ortak ise, kendisinin ortak olduğu ve onlarla eşit olduğu bir fiilden dolayı onları nasıl kınayabilir? Bu iki husus yanlış olunca, idlâli yaratmanın Allah'a nisbet edilmemesinin doğru olduğu anlaşılır.

7) Aşağıda sayacağımız ayetlere göre,  Cenâb-ı Allah, sapıklıktan bahsettiği birçok ayette, sapıklığı (idlâli) günahkârlara nisbet etmiştir.

"Onunla ancak fasık olanları saptırır "(Bakara, 26); "Allah zalim olanları saptırır "(ibrahim, 27);

"Hiç şüphesiz Allah kâfirler gurubuna hidayet etmez "(Maide, 67); "Allah, her haddi aşan şüpheci kimseyi böyle şaşırtır"(Mümin. 34).

"Allah, her haddi aşan yalancı kimseyi böyle şaşırtır "(Mümin, 28).

Şayet Cenab-ı Allah'a nisbet edilen idlalden kasıt, o kimselerin üzerinde bulunduğu bu halleri yaratmak olsaydı,bu zaten bulunanı yeniden meydana getirmek olurdu ki bu imkansızdır.

8) Allah Teala, hakka iletmediklerinden dolayı, kâfirlerin taptıkları şeylerin uluhiyyetini nefyederek şöyle demiştir:

"O halde Hakk'a hidayet edecek olan mı kendisine uyulmaya layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?"(Yûnus 35). Böylece Cenâb-ı Hakk, hakka iletemedikleri için, eşyanın rab olmasını nefyetmiş; Hakk'a ilettiği için kendisinin rubûbiyyetini isbat etmiştir. Şayet Cenâb-ı Hak Subhanehu, hakdan saptırmış olsaydı, bu durumda hem saptırmak hem de, kendisinden ötürü putlara uymayı nehyettiği şey hususunda o putlarla müşterek olmuş olurdu. Hatta, onları geçerdi bile, çünkü putlar hakkagötüremedikleri gibi, saptıramazlarda; halbuki Cenâb-ı Hakk, hakka ileten ilah olduğu gibi saptırabilir de...

9) Allah Teâlâ, onların kötü fiillerine karşılık onları cezalandırmak ve onlara azab etmek için bu "dalâl" den bahsetmiştir. Eğer maksat, onların İçinde bulundukları sapıklık, dalâl olsaydı, bu da onların zaten kendisiyle içice oldukları ve kendisine yöneldikleri, kendisiyle lezzet duyup sevinç hissettikleri bir şey dolayısı ile azab ve tehdid olurdu.

Şayet böyle birşey caiz olsaydı, bu durumda zinadan dolayı zina ile, içki içmekten dolayı içki ile azab Rtmek caiz olurdu ki bu caiz değildir.

10) Allah'ın:

"(Allah) o (darb-ı mesel ile) fasıklardân başkasını şaşırtmaz. O fasıklar ki Allah'ın ahdini onu te'kid de ettikden sonra bozarlar"(Bakara, 26-27) ayeti, Allah'ın bu fiili ancak, kulun kendi iradesi ile Allah'ın ahdini bozan fasıklardân olmasından sonra, darb-ı mesel ile bu idlali meydana getirdiğini açıkça göstermektedir. Böylece, bu, kulun fasık olmasından ve ahdi bozmasından sonra meydana gelen idlalin, kulun fasıklığından ve ahdi bozmasından başka birşey olduğunu göstermektedir.

11) Allah Teâla, kitabında kendisine nisbet edilen idlâli ya ibtila ve imtihan olarak veya ceza ve ukubet olarak tefsir etmiştir. İbtila olan idlâl hakkında:

"Biz o cehennemin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Onların sayılarını da kâfirler için, başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi) yaptık ki kendilerine kltab verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanları artsın. (Hulâsa) hem kendilerine kltab verilen  (ehl-i kitab), hem müminler şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunan (münafiklar) ile kâfirlerde 'Allah bu (zebanilerin sayısı) ile misal olarak neyi kastetmiştir?" desinler. İşte Allah kimi dilerse böylece şaşırtır, kimi de dilerse ona hidayet ecter"(Müddessir. 31) buyurarak, kulunu idlal etmesinin, kulun hakiki maksadını bilemediği müteşabih bir ayet veya müteşabih bir iş indirme şeklinde olduğunu beyan etmiştir. Bu müteşabih ile sapan kimse ise, müteşabihden kastedilen şeye vakıf olmayan ve ondaki hikmetleri düşünemeyen, aksine batıl mücmelin izahı pususunda şüphelere sarılıp kalan kimsedir. Nitekim Allahu Teâlâ:

"Kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (çıkarmak) ve (arzusunca onu) tevil etmek için Kur'an'ın müteşabih olan (ayetlerine) tabi olurlar"(Ali imran, 7) buyurmuştur.

Ukubet ve ceza olarak idlal etmesi hakkında da Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Boyunlarında bukağılar, zincirler bulunduğu zaman, onlar (bu vaziyette) sıcak suyun içine sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar. Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuğunuz (putlar) nerede?" denilecek. Onlarda "Bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz, daha evvel zaten hiçbir şeye tapmıyorduk" diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırnr"{Mü'min, 71-74). Böylece Cenâb-t Allah idlâlinin bu iki şeklin dışında olmayacağını açıklamıştır. İdlal bu iki vecihten biri ;le açıklandığında, müşterekliği gidermek için, başka şeyle açıklanmamalıdır. Buna göre idlâlin, küfrü ve dalâleti yaratmaya hamledilemiyeceği sabit olmuştur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca deriz ki: Biz, idlâlin, Arapça'da "batıla çağırmak ve ona karşı teşvik etmek, batılın çirkinliğini gizlemeye gayret etmek" manasına geldiğini açıklamıştık. Bu mana ise Allah için caiz değildir. Bundan dolayı te'vile gitmek gerekir.

Cebriyye'nin te'vilinın batıl olduğunu söylemiştik. Bu sebeble başka te'viller yapmak gerekir:

1) İnsan, sapması hususunda herhangi bir tesiri olmayan birşey meydana geldiğinde, kendi iradesi ile saptığında; o şey hakkında "O, onu saptırdı" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk putlar hakkında:

"Yâ Rabbi, o putlar, insanlardan çoğunu idlâl ettiler (saptırdılar)''{İbrahim, 36), yani'o insanlar, putlar sebebiyle saptılar".

"Hele yeğüs, Ye'ûh ve Nesr (putlarınızdan) vazgeçmeyin (dediler). Hakikaten o putlarbirçok kimseyi saptırdı"(Nun, 23-24); yani insanlardan çoğu, o putlar sebebiyle kendileri saptılar.

"Sana Rabbinöen indirilen (ayetler) andolsun ki onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü arftrdı "(Maide, 68);

"Tebliğim onların sadece kaçışlarını artırdı"(Nuh, 6); yani onlar, onları dine davetim sebebi ile, ancak ondan firarlarını artırdılar.

"Siz onları eğlence edindiniz. Tâ ki bu bent hatırlamayı size unutturdu"(Müminim, 110)buyurmuştur. O alay ettikleri müslümanlar hakikatte onlara Allah'ı unutulmamışlardı, fakat aksine onlar, kendilerine Allah'ı hatırlatmış ve onları Allah'a çağırmışlardı. Ne varki kâfirlerin onlarla alay etmekle meşgul olmaları, unutmalarına sebeb olduğu için, unutturma işi onlara nisbet edilmiştir. Cenâb-ı Allah Berâe (Tevbe) sûresinde de:

"Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları, "Bu sûre hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince (bu sûre) daima onların İmanını artırır ve onlar birbiriyle mtydeieşirler. Fakat (o sûreler) kalblerinde maraz bulunanların küfürlerine küfür kattı..." çrevte, 124-125) buyurmuş ve böylece dini hükümleri ihtiva eden bir sûre, onların durumlarını ortaya doyacak şekilde indiğinde onlardan kimi ayetleri kabul edip ayetlerle imanı artan; kimi de ayetleri kaDul etmeyip bu sebeble küfrü artan olunca, iman ve küfrü urtırma sûreye nisbet edilmiştir. Çünkü onlar sûre indiği için iman ettiler veya kâfir oldular. Aynen bunun gibi hidayet ve idlâl (saptırma) de Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü bu hidayet ve dalaletin meydana gelmesi, Allah'ın onlara mesel getirmesi esnasında olmuştur. Yine Hak Teala Müddessir sûresinde;

"O (Zebanilerin) sayılarını da kâfirler İçin başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi) yaptık ki ehl-i kitab sağlam bilgi edinsinler ve mü'minlerin de imanları artsın' '(Müddessir, 31) buyurmuş ve böylece cehennem bekçisi olan meleklerin sayısını zikretmesinin, inananlar şüphe edenlerden seçilsin diye, kullarını imtihan için olduğunu bildirmiştir. Sonuç olarak mü'minter ayetleri kabul etmişler, kâfirler ise kabul etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah Teala, imanın artmasını ve küfrü imtihan edilen kullara nisbet ederek ve buyurmuştur.Bu ayetin peşisıra Cenâb-ı Hakk: "Allah bu (misal) ile neyi kasdetmiştir. İşte Allah böyle dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet eder" buyurarak, kullara her iki şeyi de nisbet ettikten sonra, burada da onları saptırma ve hidayet etmeyi kendisine nibet etmiş, böylece idlâlin (saptırmanın) bu imtihan le açıklandığını beyan etmiştir. Örfte şöyle denilir, "Aşk beni hasta etti." "Falanca kadın, falan adamın ahlâkını bozdu." Halbuki o kadın bunun 'arkında değil. Şair de şöyle demiştir: "Beni kınamaktan vazgeç, çünkü kınamak tahrik etmek demektir.'' Yani kınanan şahts nama sebebi ile tahrik edilmiş olur. "Kâfirler imtihan unsuru taşıyan ayetler sebebi ile sapıttılar" manasında idlâlin Allah'a nisbe edilmesi caizdir.

Bu ayette (Bakara, 26) de, kâfirler, "Misal vermeye ne gerek var, bunun faydası nedir?" dedikleri ve bu imtihan onlara ağtr geldiği için idlâlin Allah'a nisbeti yerli yerinde olmuştur.

2) İdlâl birisini dalaletle isimlendirmektir. Buna göre dendiğinde, "O, onu sapık diye adlandırdı ve onun sapık olduğuna hükmetti" manası; dendiğinde de "Falanca falancayı kâfir diye adlandırdı" manası artaşılır. Araplar Kümeyt'in şu beytini çokça söylerler:

"Bir gurub sizi sevdiğimden dolayı bana kâfir diyor. Bir diğer gurub da  günahkâr ve kötüdür diyor." Tarafa da şöyle demiştir:

"İçki içmeye devam ettim, öyleki arkadaşım beni sapıtmış olarak niteledi ve hatta onlardan bir kısmı da beni kötüledi." Yani şair bu beytte ifadesi ile. "Beni sapıtmış olarak isimlendirdi" manasını kastetmiştir. İşte bu te'vil

(izah) tarzını, Kutrub ve çoğu Mû'tezile kabul etmiştir. Dilcilerden bunu kabul etmeyip "Birisini sapıtmış olarak adlandırdığında, ancak dersin.

Ayı şekilde, bir kimseyi facir ve fasık olarak nitelendirdiğinde " demişlerdir. Buna şu şekilde cevab verilir: Her nezaman bir kimseyi sapıtmış kabul edersen, onun sapıtmış olduğuna hükmetmek gerekir. Bu sebeple bu hüküm, zaten o kabulün ayrılmaz bir parçasıdır. "Melzûm" un ismini "lazım"a vermek, meşhur bir mecazdır. Böyle bir kullanış mevcuttur da. Çünkü bir adam bir başkası için, "falanca sapıktır" dediğinde, ama, "Onu niçin sapık kabul ettin?" demek caiz olur ki, aunuı manası, "Onu niye bu şekilde adlandırdın ve onun hakkında böyle kabul ettin?" demektir. İşte bu izah tarzına göre, ulemâ "idlâl"i; hükmetme

etme  isimlendirme anlamına hamletmişlerdir.

3) "İdlâl"in, serbest bırakma, cebirle ve zorla bir şeyden engellemeyi etmedir. Buna göre, birisi birisini sapıkliğıyla başbaşa bıraktığında denilir. Yine ulemâ şöyle demiştir: Bu sözün mecazi olarak kullanıldığı yerlerden birisi de, Arablann, baba,oğlunun terbiyesini uhdesine almadığı zaman,  "Falanca oğlunu bozdu, onu helak etti ve onu mahvetti" demeleridir. 'Arcîi'nin şu sözü de, bunun gibidir:

"Beni, ben tığ gibi yiğidi zayi ettiler; istenmeyen bir gün ve bir gediği kapamak için" yine, kılıcını nemli toprakta bırakan, böylece de kılıcı bozulan ve paslanan kimseye "Kılıcını bozdun ve onu paslandırdın" derler.

4) "Dalâl" ve "idlât", Cenâb-ı Hakk'ın :

"Şüphesiz günahkârlar bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün onlar, yüzleri üstü ateşte sürüklenirler. Onlara: "Tadın cehennemin dokunuşunu!" denilir (Kamer, 47-46) ayetinin delaletiyle "azab" ve "azâb etmek" anlamlarına gelir. Buna göre Allah onları, "kıyamet gününde bir sapıklık içinde bulunmak"la vasfetmiştir ki, bu onlara azab etmek temektir. Yine Cenâb-ı Hakk:

"Boyunlarında laleler ve zincirler bulunduğu zaman ki, onlar kaynar sular içinde sürüklenecekler, sonra da ateşte tutuşturulacaklar... Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp da şirk koşageldiğiniz şeyler nerede?" denilecek... Onlar da, "Bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu, biz bundan önce hiçbir şeye tapmazdık" diyecekler. İşte Allah, kâfirleri böyle tdlâl eder "(Mümin, 71-74) buyurmuştur. Bu ayetteki dalâl, azâb ile tefsir edilmiştir.

5) "İdlâl"in, helak etme ve geçersiz kılma (ibtal) manalarına hamledilmesidir. Meselâ: "Allah, küfredip de Allah'ın yolundan yüz çevirenlerin amellerini boşa çıkarmıştır"{Muhammed, gayetinde olduğu gibi... Yani, amellerini tbtâl edip yok etti. Yine, bu kelimenin mecazî olarak kullanıldığı yerlerden birisi de Arabların  şöyle demesidir: Su, süte iyice kaynaşıp, karıştığında, Su sütün içinde kayboldu" denilir. Yine, birisine bir şey yaptığında, onu, helak ederek âdeta yok ettiğinde, dersin. Ayni şekilde, insanlar ölüyü kabre koyup, onu artık görülmeyecek bir şekilde gizlediklerinde yani "sahipleri ölülerini örttüler" denir.

"Çıkan suyu, gözeyi daha çok genişletelim derken kaybettiler. Hazm  Nail de, (böylece) dolaşmaya terkedildi." Yine Cenâb-ı Hak, şu ayetle kâfirlerin şöyle dediklerini bildirir:

"Biz toprakta çürüyüp kaybolduğumuzda mu hakikaten biz mi yeniden "(Secde,ıo),yani biz, yere defnolunup da, bedenlerimiz iyice bolduğunda mı, yeniden yaratılacağız?.. Bu manaya göre, seznün manası, Allah onu helak eder, yok eder, demek olur. Buna göre izah tarzına göre "idlâl"i Allah'a nisbet etmek caiz olur. "İdlâl'M, dinden saptırma manasına hamlettiğimizde, işte bu vecih söz konusudur.

b) "İdlâl"in, cennetten saptırma manasına alınmasıdır.  Mu'tezile, hakikatte bu bir te'vil olmayıp, lafzı zahirine hamletmektir. Çünkü ayet, Cenâb-ı Allah'ın onlan tdlâl ettiğine delalet etmekte, ama ayette Allah'ın onları

herhangi şeyden idlâl ettiğine, saptırdığına dair bir delalet bulunmamaktadır. bu sebebten dolayı biz ayeti, Cenab-ı Allah'ın onları cennet yolundan saptırmış olduğuna hamlediyoruz" der.. Ve sonra, Kur'an-ı Kerim'de bu

udaki bütün ayetleri aynı anlama hamlederler ki,bu Cubbâî'nin tercihidir.

 Cenâb-ı Hak:   .

"Şeytanın aleyhinde şu yazılmıştır: Kim onu dost edinirse, şüphesiz şeytan obd saptırır ve onu ateşli bir azaba gÖtürür"{Hacc, 4), yani onu cennetten ve «met mükâfaatlarından saptırır. Bütün bunlar kelimesindeki "İmize "yi, fiili geçişli yapan hemze olarak düşünmemize göredir.

7) "Hemze"yi 'ta'diye anlamında değil de, bu meselenin başında izahı )i gibi, "vicdan" (bulmak) manasına hamletmemizdtr. Buna göre şöyle "Falanca devesini yitik buldu" yani, devesi kayboldu... sebeple, Allah'ın onları saptırması (idlâl) demek onları sapmış olarak

demektir.

8) Cenâb-ı Allah'ın âyetinin, kâfirlerin sözünün olmasıdır.   Pjna  göre   kâfirler   "Allah,   kendisinde   ne   fayda bulunduğunu açıklamadığı bu mesel ile, neyi kastetmiştir?" demiş ve sonra "tehekküm'Vani alay yoluyla," Bununla çoğu kimseyi saptırır, çoğu kimseye de (güya) hidayet eder!" diye İlâve etmişlerdir. İşte buna göre bu, kâfirlerin sözlerindendir. Bunun peşi sıra Cenâb-ı Allah onlara cevap olmak üzere,

"Allah bununla, ancak fasık olanlan saptırır", yani bununla ancak fasık olan sapar... Mutezile'nin sözünün hepsi budur.

Cebriyye ise şöyle demiştir: Sizin sözünüzü dinledik, meseleyi güzel ortaya koyduğunuzu, tertibinizin güzelliğini ve sözünüzün gücünü itiraf ediyoruz. Fakat biz ne yapalım, sizin bu güzel açıklamalarınızı ve ince delillerinizi bozan üç düşmanınız bulunmaktadır.

1) Bu, "yapmaya götüren sebep" (dâî) meselesidir. Bu şu demektir: İlme ve cehle, hidayete ve saptırmaya kadir olan, niçin bunu değil de şunu yapmaktadır?

2) Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 7) âyetinin tefsirinde geçtiği gibi "ilim meselesi"dir. Bu iki meseleye cevab verme hususunda, güçlü ve derde deva olacak bir çare bulacağınızı sanmıyoruz.Biz şüphesiz olarak biliyoruz ki bunca zekanıza rağmen onların cevabları karşısında zayıf kalacağınız size gizli değildir. Bizim insaf edip, sözlerinizin güzel olduğunu itiraf ettiğimize göre siz de insaf edin  ve bu  iki  meseleye  cevab veremeyip  izah edemeyeceğinizi itiraf edin. Çünkü bunu görmemek ve gafil davranmak akıllılara yakışmaz.

3) Kulun fiili, şayet, kendi yaratması ile olsaydı, o zaman ancak kulun yaratmayı istediği fiiller meydana gelirdi. Ne varki herkes ilim tahsil etmek ve doğruyu bulmak ister; cahillik ve sapıklıktan tamamen kaçınır. Buna göre, maksadı sadece ilim tahsili ve doğruyu bulmak olan kul için cahillik ve sapıklık nasıl meydana geliyor? Eğer "Kul için, küfür ile iman, ifim ile cehalet karıştı da böylece cehaleti ilim sanıp, onu meydana getirmeye niyetlendi, bu sebebten de onun için cehalet meydana geldi" dersen, biz deriz ki, onun, cehaleti ilim sanması hatalı bir zandır. Eğer o kul, onu ilk önce tercih etmiş isa, kendi için cehaleti ve hatayı tercih etmiş demektir ki bu imkansızdır.

Eğer biz, "daha önceki bir başka zannı sebebi ile karışıklık olmuş" dersek bu durumda, sonsuza kadar her zannın dayandığı bir başka zannın bulunması gerekir ki bu da imkansızdır.

4) Tasavvurat kesbi (kulun kendisinin kazandığı) değildir. Bedihi olan tasdikat da kesbi değildir ve bütün tasdikatlar kesbi değildir. İşte bunlar üç mukaddimedirler:

Birinci Mukaddime: Tasavvuratın kesbi olmadığını izah hususundadır. Bu böyledir. Çünkü tasavvuratı elde etmeye uğraşan ya onu tasavvur etmiştir veya edememiştir. Eğer onu tasavvur ediyorsa, yeniden onun tasavvurunu meydana getirmeyi istemesi imkansızdır. Çünkü hasılı tahsil imkansızdır. Eğer onu tasavvur edemiyorsa, onun zihninin ondan haberi yok demektir. Birşeyden haberi olmayanın, o şeyi arzu etmesi imkansızdır.

İkinci Mukaddime: Bedihî olan tasdikatın kesbi olmadığını açıklama Hakkındadır. Bu böyledir, çünkü tasdikin her iki tarafının meydana gelmesi, bu, zihnin o tasdike kesinkes hükmetmesi hususunda ya yeterlidir veya yeterli değildir. Eğer birincisi olursa, bu tasdik, bu iki tasavvurla birlikte, müsbet veya menfi yönden vücub ifade eder. Böyle olan şey ise kulun kudreti dahilinde değildir. Eğer ikincisi ise, tasdik bedihi olmaz, aksine bu hususta kesin hüküm verilemez.

Üçüncü Mukaddime: Bütün tasdikatın kesbi olmadığını açıklama hakkındadır. Bu böyledir, çünkü bu nazari düşünceler, eğer kulun kudreti dahilinde olmayan şu bedihi tasdikattan mecburen elde edilirlerse, bu nazari düşünceler de kulun kudreti dahilinde olmazlar. Eğer bu nazari şeyler, şu Dedihi tasdikattan mecburi olarak meydana gelmiyorlarsa, bu bedihi tasdikat nazari şeylere istidlal edilemez. Böylece de, nazari şeyler hakkında -meydana gelen bu inançlar ilim olmayıp, aksine mukallid için hasıl olan nançlar olur ki konumuz bu değildir. Böylece hidayet ve dalaleti Allah'a isnad etmeme hususundaki sözünüzün, cevab verilemeyecek bu kesin akli zahlarla çatıştığı ortaya çıkmış olur.

Şimdi ise onların yaptıkları te'viller üzerinde konuşalım:

Birinci tevile gelince, bu te'vil düşer. Çünkü müteşabih ayetlerin rdirilmesinin sebeblerin (dailer) harekete geçirilmesinde bir etkisinin olup olmadığını bilmek lazımdır. Eğer etkisi varsa, sizin sözünüze göre, müteşabih ayetlerin indirilmesinin iki yönden takbih edilmesi (çirkin olduğunun söylenilmesi) gerekir:

a) Biz, (Bakara.7) âyetini tefsir ederken, bir tercih meydana geldiği zaman, mutlaka bir vücûbun olması gerektiğini ve her iki halin de olması ile (caiz olması ile) zıddına mani olan vücub arasında bir orta nok-ann olmadığına delil getirmiştik. Bu müteşabih ayetlerin indirilmesi tercihte -hjessir olup, her nezaman bir tercih meydana gelse mutlaka bir vücubun aduğu sabit olunca, cebr söz konusu olur. O zaman da sizin dedikleriniz dairi olur.

b)  Farzet ki bu tesir vücub noktasına varmaz. Amma hiç değilse - elletin, önünden özür ve illetlerin (engellerin) giderilmiş, izale edilmiş olması gerekir. Bi' müteşabihatın, dalal tarafını hidayet tarafına tercih etmesinde bir etkisi olmakla beraber mükellefe indirilmesi, onun taata yönelmemesi hususunda bir özür gibi olur ki, o zaman da bunun Allah'tan olmasının kabin görülmesi gerekir. Eğer mükellefin dalâl tarafını hidayet tarafına tercihe yönelmesinde bu müteşabih ayetlerin bir tesiri yoksa, bu müteşabth ayetlerin onların sapmalarındaki tesirinin oranı, kapının gıcırtısı ve karganın gak! demesi kadar otur. Aynt şekilde, bu takdirde onların dalaletleri bu yabancı şeylere nisbet edilemediği gibi, hiçbir surette müteşabihata da nisbet edilemez.Bu durumda da, onların te'villeri geçersiz olur.

İkinci te'villerine gelince, -ki bu idlâlin,"dalalet ismi verme ve dalalete hükmetme" şeklinde te'vilidir, - bu son derece uzak olmakla beraber, kabulü halinde de beraberinde birçok müşkilleri bulundurmaktadır. Çünkü Allah sapıtan kimseyi dalaletle adlandırmış ve onun hakkında bununla hüküm vermiştir. Eğer mükellef onu yapmamış olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın doğru olan haberi yalana; ilmi ise cehle dönüşmüş olurdu.. Bütün bunlarsa muhaldir; muhale götüren şeyler ise, muhaldir. Böylece, mükellefin onu yapamaması imkânsız, yapması ise vacib olmuş olur. Bu ise, sizin kaçtığınız ve sonunda seksiz şüphesiz kendisiyle yüzyüze geleceğiniz "cebr"in ta kendisidir. Burada konu, onların bu babta vermiş oldukları meşhur iki cevaplarına varıp dayanır. Her akıllı olan kimse, aklının bedahetiyle bunun kabul edilemeyece­ğini bilir.

Üçüncü te'villerine gelince, ki bu kişiyi kendi başına bırakıp engellememektir, bu da çocuğun babasına en uygun ve güzel olan şeyin, oğlunu bundan men etmesi olduğu ama menetmediği zaman da buna "idlâl" (saptırma) denmesidir. Ama çocuk babası onu bundan menettiği zamanda, menetmediği zaman düştüğü bu ilk mefsedetten (zarardan) daha büyük bir zarara düşebilir. Halbuki buna rağmen, hiçkimse bu durumda "Babası çocuğunu saptırdı ve ifsad etti" demez. Burada iş bunun hilafınadır. Çünkü Allah mükellefi zorla bu mefsedetten menetmiş olsaydı, birincisinden daha büyük bir mefsedetin ortaya çıkması gerekirdi. Bu durumda da "Cenab-ı Hak onu sapıklıktan menetmedi " manasında olmak üzere, nasıl olur da "Allah, mükellefi ifsad ve idlal etmiştir denilebilir?" Oysa ki Cenab-ı Allah, eğer onu menetmiş olsaydı, bu mefsedet daha büyük olurdu.

Dördüncü te'villerine gelince, Kaffal buna itiraz ederek şöyle demiştir: Dalaletin azab manasına geldiğini kabul etmiyoruz.

"Mücrimler dalalet ve çılgın ateş içindedirler "(Kamer, 47) ayetine gelince, buradaki dalaletten muradın, dünyada iken haktan sapma; sü'ur'den muradın ise ahirettekl cehennem azabında olmak şeklinde olması ve âyetinin de "sü'ur"un sılası olması mümkündür. âyetinden (Mümin. 71) ayetine kadar olan kısımdaki ibaresinin manası "Batıl oldular, yok oldular, şefaatlannı umduğumuz bu günde kendilerinden istifade edilemedi" demektir. Sonra âyeti, "Allah, onların amellerini böylece saptırır "yani" kıyamet günü boşa çıkarır " manasınadır. Bunun manasının, "Allah onları bu dünyada yardımsız bırakır ve onları hakkı kabul etmeye muvaffak kılmaz. Çünkü onlar batıla yakınlık duymuş ve tefekkürden yüz çevirmişlerdir. Allah, onlardan yardımını Kesip, onlar kıyamette geldiklerinde, dünyada kendisinden faydalanmayı -oldukları amelleri boşa çıkar" şeklinde olması da muhtemeldir.

Beşinci tevillerine gelince ki bu idlalin (saptırmanın) helak etmek manasına alınmasıdır, bu buraya uygun değildir. Çünkü Cenab-ı Allah'ın "Bununla çoğu kimseye hidayet eder" ifadesi, idlalî "helak etmek'fnanasına almaya manidir.

Altıncı tevillerine gelince ki bu, idlâlin cennet yolundan saptırmak manasına alınmasıdır. Bu da zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah  yani "Bu ayetleri dinleme sebebi ile saptırır" buyurmuştur. Halbuki cennetin yolundan saptırmak bu ayetleri dinleme sebebiyle değildir. Aksine kulun -ötülükleri yapması sebebiyledir. O halde idlali, o manaya hamletmek nasıl olur?

Yedinci te'villerine gelince ki bu âyetteki iLa lafzını onu sapıtmış olarak r-uidu" manasına almaktır. Bu manada kullanılışın bir delili yoktur. "İdlâl"i Ajlah Teala "bâ" harf-i cerh ile kullanmıştır. Halbuki, vicdan (bulmak) —anasına kullanılan idlal "bâ" harf-i cerri ile müteaddi olmaz.

Sekizinci tevillerine gelince bu, bu ayette nazımda kopukluğu gerektirir. Çünkü âyetine kadar olan kısım kâfirlerin sözü, ise arada ıherhangi bir fasıla olmaksızın, aksine atıf harfi olan

" ile olan, Cenâb-ı Hakk'a ait sözdür. Sonra farzet ki bu burada sizin de-gibidir. Ancak Müddessir süresindeki:

İşte böylece Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder "( ayeti ise, Cenab-ı Allah'a ait bir sözdür. İşte idlâl hakkında söylenecekler in ibarettir. [33]

 

Hidayet Kavramı           Başa Dön

 

"Hidayet'e gelince, bu birkaç manada kullanılmıştır:

1) Delalet (yol gösterme) ve beyan (açıklama). Nitekim Cenab-ı Hak.

"Bizim nicelerini helak etmemiz onlara   (birşeyler) açıklamadı mı?"(Secde, 26) ve

"Eğer size benden bir açıklama gelirse her kim benim açıklamama uyarsa... "(Bakara, 38) buyurmuştur. Bu, ancak, hidayet açıklamadan ibaret olması halinde doğru olur. Yine Cenab-ı Hak:

"Onlar sadece zanlanna ve nefislerinin arzularına uyarlar. Halbuki yemin olsun, kendilerine Rablerinden o açıklama (hidayet) gelmiştir''(Necm, 23);

Biz muhakkak ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör (kâfir)"(Dehr, 3), yani ister şükreder, ister inkâr eder.Buna göre ona her iki halde de hidayet gelmiştir;

"Semûd a gelince, bizonlara yol gösterdik (hidayet ettik), halbukionlar hidayete körlüğü tercih ettiler"(Fussilet. 17) ve "Sonra biz, Musa 'ya, ihsan sahibi olana bir nimeti tamamlamak herseyi açıklamak, bir hidayet ve rahmet olmak üzere Kitab '1 verdik. Umulur ki onlar Rablerine kavuşacaklarla fnanır/ar"(En'am, 154) buyurmuştur. Bu mü'min hakkında söylenmez.

Yine Cenab-ı Hak, Hz.Davud (a.s.)'a gelen davacılardan naklederek:

“Aşırı gitme, bizi yolun ortasına hidayet et"(Sad, 22) yani ilet.

 

"Hakikat, kendilerine hidayet besbelli olduktan sonra arkalarına dönenler (irtidad edenler) yok mu şeytan onları ütlemiştir, onlara zamanı uzun göstermiştir" (Muhammed, 25),

"(O azab günü), herkesin 'AIlah'a itaat hususunda işlediğim kusurlardan dolayı "Vay hasretime! Hakikaten ben (din İle) eğlenenlerdendim" diyeceği, yahut "Hakikaten Allah bana hidayet verseydi herhalde muttakilerden olurdum." diyeceği, yahut azabı görürken "Dünyaya bir daha dönebtlseydim de (o.zaman), iyi hareket edenlerden olsaydım" diyeceği (gündür). "Allah tarafından ona şöyle buyrulur:" Hayır, sana ayetlerim gelmişti de sen onları yalan saymış, (onlara karşı) kibirlenmeye kalkmıştın, "(Zümer. 56-59) buyurmuş, böylece gönderdiği ayetlerle kâfire de yol gösterdiğini haber vermiştir. Yine Cenab-ı Hak:

"Yahut, "Bize de kitab indirilseydi muhakkak onlardan daha fazla hidayete ererdik " dememeniz içindir. İşte size Babbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet ve birvahmet gelmiştir"(En’am,157) buyurmuştur. Bu kâfirlere bir hitabdtr.

2) Alimler, Allah'ın  "Hiç süphesiz sen sırat-ı müstakime hidayet edersin (şûra, 52) ve "Her kavmin bir hidayet edeni vardır. "(Rad, 7) ayetlerindeki nin davet edersin"nin de "dalalete yahut hidayete çağıran bir davetci" manasına olduğunu söylemişlerdir.

3) Allah'ın imana bağlı lutuflara muvaffak kılmasıdır ki bu lutufları Allah, mü'minlerin imanlarına karşı bir mükafaat ve imana bir destek olması ve taatlarını artırmaları için verir. Bu müminlere verilen sevabtır. Bunun karşısında da kâfirler için sevabın zıddı vardır. Bu da o kâfirlerden lutufları çekip almaktır ki, buna göre o zaman Allah, onlara hidayet etmediği için onları saptırmış olur. Bu izha delil Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir:

"Hidayete erenlerin Allah hidayetini artırdı "(Muhammed, 17) "Allah hidayete erenlerin hidayetini artinr"(Meryem, 76); "Allah zalimler kavmine hidayet etmez "(Bakara, 258), "Anan iman eaenten, aunya ve antrene sagıam oır sozıe guçtenaınr. Allah zalimleri ise sapfinr"(İbraim, 27); "İman ettikten, Resulün hak olduğuna sahidlik ettikten ve kendilerine açıklamalar geldikten sonra yeniden küfre dönen bir kavme Allah nasıl hidayet eder? Allah zalimler kavmine hidayet etmez'(Al-i Imran, 86). Allah Teala kendilerine açıklamalar geldiği halde o kâfirlere hidayet etmeyeceğini haber vermektedir. Buna göre hidayet "beyan"dan (açıklamadan) başka birşeydir. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbini hidayete erdirir"(Tegabun, 11) Ve: "İşte onların kalblerinde (Allah) imanı yazmış ve onları kendisinden gelen bir ruh ile desteklemiştir "(Mücadele,22).

4) Cennet yoluna iletmek. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"İşte Allah'a iman edip de O'na sarılanlar (yok mu?) Allah onları kendisinden-bir rahmetin ve lütfün içine sokacak ve onları kendisine (gelen) bir sırat-ı müstakime götürecektir''(Nisa, 175);

Muhakkak ki size Allah 'dan bir nur ve apaçık bir kitab gelmiştir. Allah o kitabla, kendisinin rızasına tabi olanları kurtuluş yollarına iletir, onları, izni île, karanlıklardan nura çıkarır ve onlan müstakim olan bir yola hidayet eder (iletir)"(Maide, 15-16) ve:

"Allah yolunda öldürülenler (yok mu?) Allah onların amellerini boşa çıkarmayacaktır. Onlara hidayet edecek, durumlarını düzeltecek ve onları cennete sokacaktır"(Muhemmed, 4-6), Öldürüldükten sonraki hidayet ancak cennete hidayet (itetme)dir. Bir de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur.

"İman edip salih ameller işleyenlere muhakkak ki Rableri, imanları sebebi ile hidayet edecektir. Onların altlarından ırmaklar akar"(Yunus, 9). Bu Cübbâî'nin te'vilidir.

5) Hidayetin, takdim etmek (öne geçirmek) manasına alınmasıdır. Mesela Dir kimse birisini önüne geçirdi mi denilir, nin aslı, (yol göstermek) ifadesinden alınmıştır. Çünkü delil (yol gösteren), medlulden (yolgösterilmeden) öncedir. Araplar Atların başları zuhur etti) derler. Boyun için kelimesi de kullanılır. "Atların boyunları" demektir. Ona bu isim verilmiştir. Çünkü, boyun atın ön tarafını teşkil eder.

6) "hükmeder" manasına gelir. Çünkü müminin hidayete erdiğine ve onun bununla isimlendirildiğine hükmedilmiştir. Zira, "O, ona hidayet etti" diyen kimsenin, bu sözünün hakiki manası "Ona muhtedi - aayete ermiş) ismini verdi" dir. "Hidayet" lafzı bazan hükmetmek ve isim vermek manasına da alınır. Nitekim Cenab-ı Allah: Allah Bahire'yi meşru kılmadı"(Maide, 103)yani ne hükmetti ne meşru kıldı.";

"Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir"(Ali Imran, 73) yani "Hidayet, Allah'ın! hidayet olduğuna hükmettiği şeydir" ve;"Allah kime hidayet etmiş ise hidayetejermiş olan odur"{Kehf. 17) yani "Allah'ın hidayete erdiğine hükmettiği kimse, muhtedi diye adlandırılma­ya müstehaktır" buyurmuştur. İşte bütün bunlar Mu'tezile'nin zikrettiği görüşlerdir.

Biz, daha evvel geçen "idlâl" bahsinde bu hususta fikir beyan etmiştik. Cebriyye burada bir başka izah tarzının bulunduğunu söylemiştir. Bu da hidayetin, hidayeti ve ilmi yaratma manasına alınmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah:

"Allah kurtuluş evine sizi çagımr ve dilediğini dosdoğru yola iletir"(Yunus25) buyurmuştur.

Kaderıyye   (Mu'tezile)   ise   birkaç   sebebten   ötürü,   bunun   caiz olamayacağını söylemiştir.

a) Arapça'da, zorla ve kerhen birisini bir yola sokmak isteyen kimse için "O, onu oraya iletti" denilmesi yerinde olmaz. Ancak böyle yapan için "O, onu sırat-ı müstakime zorladı, ona şevketti ve onu oraya çekti" denir. ta denilmez.

b) Şayet hidayet Allah'ın yaratmasıyla meydana gelseydi, o zaman emir, nehiy, övgü, yerme, sevab ve ıkab diye birşey olmazdı. Şayet, farzet ki, "Allah hidayeti yarattı, kul da onu kesbetti" denilirse deriz ki bu kesb işi iki yönden reddedilir:

1) Kesbin meydana gelmesi ya Allah'ın yaratması iledir veya değildir. Eğer Allah'ın yaratmasıyla ise, Allah onu yarattığı zaman, kulun onu yapmaması imkansızdır. Allah o kesbi yaratmadığı zaman da kulun onu yapması mümkün olmaz. Bu durumda da zikredilen bütün müşkiller ortaya çıkar. Eğer kesb, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olursa, işte bu zaten bizim (yani Mu'tezile'nin) görüşüdür.

2) Eğer bir fiil Allah'ın yaratması kulun da kesbi ise, şu üç ihtimalden biri söz konusudur;

a) Ya onu ilk önce Allah'ın yaratıp, sonra kulun kazanması (kesbi),

b) Veya kulun önce o fiili kesbetmesi, sonra Allah'ın onu yaratması;

c) Veyahut da kesbin ve yaratmanın aynı anda olması. Eğer onu Allah önce yaratmışsa, kul onu kesbetmeye mecbur otur. Böylece de ilzam (cebr ve zorlama) meselesi geri gelir. Eğer kul. o fiili Allah'ın yaratmasından önce kesbetmiş ise, Allah onu yaratmaya mecbur demektir. Eğer kesb ve yaratma aynı anda olmuş ise, bu işin meydana gelmesi ancak kul ile Allah'ın ittifakından sonra mümkündür. Fakat böyle bir ittifakı bilemeyiz. Bu sebeple, böyle bir ittifakın bulunmaması gerekir. Yine bu ittifakın, ancak başka bir ittifaka dayanması gerekmektedir. Çünkü bu kulun kesbi, Allah'ın yaratması iledir. Bu ise sonsuz ittifaklara götürür ki imkansızdır. Mu'tezile'nin bu husustaki sözü budur.

Cebriyye ise şöyle demiştir: Biz, bu fiillerin dolaylı veya dolaysız yaratıcısının Allah olduğuna, herhangi bir ihtimal ve te'vil götürmeyen, akli delillerle istidlal etmiştik. Sizin sarıldığınız izah tarzlarınız ise, çeşitli ihtimalleri taşıyan nakli izahlardır. Halbuki kesin olan bir şeye, muhtemel olan şey karşı koyamaz. Bu nedenle bizim dediklerimizi kabul etmek gerekir. Muvaffakiyyet Allah'dandır. [34]

 

Hidayette Olanlar Az Oldukları Halde Çok Diye Nitelenmeleri

 

Birisi şöyle diyebilir: Hidayete erenlerin sayısı az olduğu halde, Cenab-ı Allah onları niçin "çok" olarak tavsif etmiştir? Çünkü Allah:

"Şükredici kullarım pek azdır. (Sebe, 13) ve:  "Onlar ne kadar azlar." (Sa'd 24) buyurmuş, hadiste de İnsanlar yüz deve gibidir ki,o yüz deve içinde binecek bir deve bulamazsın.[35] ve İnsanlar onların az olduklarım söylediler" hadisleri de bunu teyid eder. Bunun cevabı şöyledir: Hidayete erric insanlar aslında çokturlar. Onların "az" olarak nitelendirilmeleri, ancak dalalet ehline kıyasladır. Yine hidayete erenler az da olsalar, hakikatte çok sayılırlar. Onlar görünüşte az olsalar bile, hakikat itibarı ile "çok" olarak adlandırılmışlardır. [36]

 

Fısk ve Fâsık           Başa Dön

 

Ferra,"Fasık"kelimesinin aslının  "Taze hurma kabuğundan çıktı" ifadesinden alın­dığını söylemiştir. Buna göre sanki  fâsık taatten çıkan manasına gelir. Zarar vermek için deliğinden çıkan fareye de denir. Ehl-i kıble, fâsığın mü'min mi kâfir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bizim alimlerimize göre fâsık mü'mindir; Haricilere göre, kâfirdir. Mutezile'ye göre ise ne mü'min ne kâfirdir. Mutezile Cenab-ı Allah'ın: İmandan sonra fasıkhk ne kötü bir isimdir. "(Hucurat.11); "Münafıklar, fasıkların ta kendisidir''(Tevbe, 67) ve; Allah size imanı sevdirdi ve onunla kalblerinizi süsledi; size küfrü, fiskı ve İsyanı kerih gösterdi"(Hucurat, 7) ayetleri ile İstidlal etmişlerdir. Bu mesele uzun olup kelam kitaplarında yer almıştır. [37]

 

Ahdi Nakzetme

 

Alimler "O(fesıklar), te'kid ettikten sonra Allah'ın vadini bozarlar"âyetinden ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişler ve şu görüşleri belirtmişlerdir:

1) Bu misaktan maksad, Allah'ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gösteren delilleridir. Böylece bu, tevhide sarılma hususunda bir ahd ve misak (söz) olmuş olur. Çünkü bu deliller ile zikrettiğimiz tevhide ve Hz.Peygamberin doğruluğuna sarılmak gibi şeyler demektir. İşte bundan ötürü de Cenab-ı Allah'ın "Siz bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki ben de size olan ahdimi yerine getireyim" ayeti pek yerinde olmuştur.

2) Bununla Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine: "Onlar, kendilerine azab ile korkutan bir peygamber gelirse, diğer ümmetlerin herhangi birinden daha ziyade doğru yolu tutacaklarına, olanca yeminleri ile Allah'a ahdetmişlerdi. Fakat onlara azab ile korkutan bir peygamber gelince, bu onların, (hakdan) uzaklaşmadan başka birşeylerini artirmadı. "(Fatır. 42) ayetiyle işaret ettiği kimselerin kastolunmuş olması da muhtemeldir. O kimseler, yemin edip söz verdikleri şeyi yapmayınca, Allah Teâlâ onları "ahdini ve misakını bozanlar" diye nitelendirmiştir.

Birinci te'vilin her sapan ve inkar eden hakkında umumi olması mümkündür.

İkinci te'vil ise ancak ayette bahsedilen kimselere hastır, bunun böyle olduğu sabit olunca, birinci te'vilin ikinci te'vilden, iki bakımdan üstün olduğu ortaya çıkar.

a) Birinci te'vile göre ayeti, umumi manaya almak mümkündür, ikincisine göre tahsis gerekir.

b) Birinci takdire göre fasıkları kınamak gerekir. Çünkü onlar, Allah'ın, enfüste ve âfakta (kendiferinde ve âlemde) açıkladığı, netleştirdiği, tekrarladığı ve   indirdiği   tenzîlî   delillerle  de   sağlamlaştırıp   muhkem   kıldığı   ahdi bozmuşlardır.

Bir de Cenâb-ı Allah, bu delilleri onların akıllanna yerleştirmiş ve bunları kuvvetlendirmek için peygamberler göndermiş, kitablar indirmiştir. İkinci takdire göre de onları kınamak gerekir. Çünkü onlar, yapmaları gerektiğine inandıkları şeyi yapmamışlardır. Birincisine göre daha çok kınama gerekeceği malumdur.

c) Kaffâl şöyle demiştir: Bu ayetle kastedilmiş olanların, peygamberlerine indirilen   kitablarda   Hz.Muhammed   (s.a.s.)'i   tasdik   etmelerine   dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine, gerek Hz.Muhammed'in gerekse ümmetinin durumu açıklanan Ehl-i kitabtan bir gurub olması muhtemeldir. Böylece bu gurub, ahitlerini bozdular, ondan yüz çevirerek Hz.Peygamberin nübüvvetini inkar ettiler.

d) Alimlerden bir kısmı ise, bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları böylece Hz.Adem (a.s.)'in sulbünden çıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın:

"Onları kendilerine şahid tutarak, "Ben, sizin Babbiniz değil miytm"(dedl). Onlar da, "evet Rabbimİzsin" dediler"(A'raf, 172) ayetinin manasıdır.

Kelamcilar bu görüşün değersiz olduğunu söylemişlerdir; çünkü Cenab-ı Hakk'ın, kullarını, unutma ve yanılma ile bilgisi kalblerinden kaybolup giden şeylerden sorumlu tutmayacağı gibi, hatırlayamadıkları bir misak sebebiyle oe kullarının aleyhine ihticâcda bulunmaz. O halde, nasıl olur da, bu sebeple onları kınar?

e) Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklarına olan ahdi üç tanedir:

1) Birinci ahid: Hz.Adem'in bütün zürriyetinden aldığı ahittir ki, bu O'nun bubiyyetini ikrardan ibarettir. Bu, Cenâb-r Hakk'ın,

Hani Rabbin almıştı..."(A'raf, 172) sözüyle anlatılmıştır.

2) İkinci ahid: Peygamberlerine tahsis etmiş olduğu ahittir ki, bu ahde göre peygamberler peygamberliklerini tebliğ, Allah'ın dinini ikame edecek ve onda ayrılığa düşmeyeceklerdir. Bu da; "Hani Allah, peygamberlerden misaklannı almıştı.."(Ahzâb, 7) ayetinde anlatılan husustur.

Üçüncü ahid: Alimlerden aldığı ahiddir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Hani Allah, onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, gizlemiyeceksiniz" diye, kendilerine kitab verilenlerden misak almıştır" (Ali imran, 187) ayetinde batottnûş olduğu husustur. Keşşaf şöyle demiştir: Ayette geçen lafzındaki zamir, ahd"e racidir; ahid de, Allah'ın ahdini kabul edeceklerine dair verdikleri kuvvetli sözdür. ve lafızlarının manasına gelmesi gibi, lâfzının da anlamıma gelmesi caizdir. Zamirin, onlardan âyet­lerine, kitaplarına ve peygamberlerine dair ahid aldıktan sonra Allah'a raci. olması da caizdir. [38]

 

Allah'ın Vasedilmesini İstediği Şey

 

Cenâb-ı  Hakk'ın  'Allah m birleştirilmesini emrettiği (sıla-i rahmi) keserler" sözünden, Allah'ın neyi murad ettiği

hususunda alimler ihtilaf ederek,  bu hususta birkaç izah tarzı zikretmişlerdir:

1) Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın birleştirilmesini emrettiği yakınların  hu­kukunu ve sıla-i  rahmi gözetmeyen kimseler murad edilmiştir. Bu.tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın: "Demek, idareyi ele alsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık münasebetlerini keseceksiniz öyle mi?" (Muhammed.22)ayetinde bahsettiği gibidir. Bu ayette (Bakara, 27), müşrik­lerin, kendileriyle Hz.Peygamber arasındaki akrabalık bağını kes­tiklerine işaret vardır. Bu açıklamaya göre, ayet hususi, has olur.

2) Cenab-ı Hakk'ın o müşriklere iplerini mü'minlerin ipine bağlamalarını emretmiştir, ama onlar müminlerden ayrılmış, kâfirlerle bütünleşmişlerdir. İşte Allah'ın buyruğundan maksadı budur.

3) O müşrikler, nizalaşmaktan ve fitne çıkarmaktan nehyolunmuşlardı; halbuki onlar, hep bununla meşgul olmuşlardır. [39]

 

Yeryüzünde Çıkarılan Fesad           Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Ve yeryüzünde fesat      çıkarırlar"      ayetinde      apaçık olan şeyin, burdaki fesad  ile   müş-

riklerle sınırlı kalmayıp başkalarına da geçen fesat murad edilmiştir. Bundan da daha açık alan şey, Hz.Peygamber (s.a.s)'e itaat etmekten insanları alıkoymalarının kastedilmesidir. Çünkü yeryüzündeki salah ve nizarpın tamamı ancak Allah ve peygamberine itaatla olur. Çünkü, İslâm dininin bütün emir ve yasaklarıyla insan kendisine terettüp eden bütün şeyleri yapar, başkasına sataşmayı terkeder. Karşılıklı zulmü ve haksızlıkları terketmek de, bundandır. Zulmün ortadan kaldırılmasında ise, yerlerin ve göklerin kendisiyle ayakta durduğu adalet bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Firavun'dan bahsederek şöyle demiştir.

"Ben, onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum "(Mümin, 26). [40]

 

Hüsrana Düşenler

 

Sonra Hak Teala, bu işleri yapanların hüsrana uğrayacağını haber vererek "İştebunlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir " Duyurmuştur.

Buradaki hüsran hakkında birçok görüş bulunmaktadır.

1) Onların cennet nimetlerinden ümidi kesmiş olmalarıdır. Çünkü hiçbir *ert yoktur ki, onun cennette bir ehli ve bir evi bulunmasın!.. Kul eğer Allah'a taat ederse, buna ulaşır; eğer Allah'a isyan ederse, buna müminler varis olurlar... İşte bundan dolayı Cenab-t Hak;

"İşte bunlar, Firdevs cennetine varis olan varislerin ta kendileridir; onlar orada ebedi kalıcıdırlar''(Muminun, 10-11) ve' Hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de teraftarlarını hüsrana uğratanlardır"'(şura, 45) buyurmuştur.

2) Onların, yapmış oldukları iyiliklerinden ümitlerini kesmiş olmalarıdır; Çünkü onlar, küfürleri sebebiyle iyi amellerini ibtal etmiş ve onlara, bu amellerinden herhargi bir hayır ve sevab ulaşmamıştır. Buna göre ayet yahudiler ve münafıklar hakkındadır; zira yahudilerin kendi dinlerine göre yapmış oldukları iyi amelleri vardır; münafıklar da, zahiren, inançlarında samimi olanların yapmış oldukları amellerin aynısını yapmışlardır. Ne var ki bütün bunlar boşa çıkmıştır.

3) Onların, dünyevi lezzetlerden mahrum kalma korkusundan dolayı, küfürlerinde ısrar etmiş olmalarıdır. Sonra onların bu lezzetlerden mahrum kalmaları, ya Hz.Peygambere oniarta cihada izin verildiği zaman veya Ölümleri esnasındadır...

Kaffâl (r.a.) şöyle demiştir: Özet olarak diyebiliriz ki "hâsir", bir iş yapıp da, yaptığı işinin mukabilini alamayan herkese itlak edilen umumi bir isimdir. İşte bundan dolayı, böyle bir kimseye hâsir denmiştir. Mesela, bir işe girişip ve onunla ilgili her şeyi yaptığı halde, ondan bir fayda temin edemeyen bir kişi hakkında, "Kaybetti, hüsrana uğradı" denilir; çünkü o, bir şeyler vermesine mukabil, ona karşılık onun yerine geçecek bir şeyler alamamıştır. İşte buna göre, Allah'a isyan eden kâfirler hâsir diye adlandırılmışlardır.-Nitekim Cenâb-ı Hak:

' 'İnsan, muhakkak ki bir hüsran içindedir; iman edenler ve amel-i salih işleyenler hariç"(Asr, 2-3).

"De ki: Size amelce ençok hüsrana uğrayanları bildireyim mi? Dünyadaki işleri boşa gidenler.. "(Kehf, 103-104) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. [41]

 

"Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz? Sizler ölüler idiniz de, o sizi diriltti: sonra sizi öldürür, sonra da tekrar diriltir. Sonra Ona döndürüleceksiniz "(Bakara. 28).

Cenâb-ı Hak Subhanehü, buraya kadar "tevhid, nübüvvet ve meâd'ın delilleri hususunda konuşmuştur. Buradan O'nun: Ey tsralloğulları, sizlere vermiş olduğum o nimetimi ayınız"(Bakara, 40) ayetine kadarki kısımlarda da, Allah'ın bütün  mükelleflere vermiş olduğu nimetler beyan edilecektir. Bu nimetler dört  edir.

1) Diriltme nimetidir ki, Bu işte bu ayette bahsedilen husustur. Bil ki Ceıâb-ı Hakk'ın (Allah'ı nasıl inkar edersiniz?) ifadesi, her ne kadar bir haber sorma şeklinde ise de, bundan maksat susturmak ve azarlamaktır. Çünkü, nimetin büyüklüğü, bu nimeti yerene isyanın da büyük anasını gerektirir... Bu şöyle açıklanır: Babanın, onu terbiye edip, tahsilini japtırarak bir okul bitirtip, onu mal mülk sahibi yaparak güzel işlere koyması suretiyle çocuğuna olan nimeti büyüdükçe, çocuğun böyle bir babaya isyan 5C-resi de çok büyük bir kusur olur. Böylece Cenâb-ı Hak, bununla onları aort elle sarıldıkları küfürden uzaklaştırmak ve imanı kazanmaya teşvik etmek çn kendilerine vermiş olduğu büyük nimetlerini hatırlatarak, küfrün ne kadar aûyûk olduğunu beyan etmiştir.

Böylece Allahü Teâlâ nimetleri içerisinde aslolan nimetinin "hayat •ermek"olduğunu hatırlatmıştır. İşte, esas maksat da budur.

Eğer, "Niçin birincisini lî ile diğerlerini ise ile atfetmiştir? " denilirse, deriz ki: Çünkü, birinci diriltme hemen ölümü takib eden diriltmedir; ölüme jeonce o, ihyadan (yaşamadan) sonra gelir; aynı şekilde eğer onunla neşr tastediliyorsa, ikinci diriltme de Ölümden açık bir şekilde sonradır. Burada birkaç mesele vardır: [42]

 

Küfrün İzahı Hakkındaki Sünnî ve Mû'tezilî Anlayış

 

Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayet, küfrün kullar tarafından olduğuna,  birkaç bakımdan delalet

etmektedir.

1) Şayet Cenâb-ı Allah, o kullarda küfrü yaratan olsaydı, onları kınamak "Allahı nasıl inkâr ediyorsunuz?" demesi caiz olmazdı. O'nun "Niye siyahî oluyorsunuz?"'Niçin beyaz tenli oluyorsunuz? Üye sıhhatli oluyorsunuz veya hasta oluyorsunuz?" demesi de caiz değildir. bütün bunlar, Allah'ın kullarda yarattığı şeylerdir.

2) Eğer Allah o kullarını taa başında şaki olarak ve cehennem için olsaydı; onları yaratmaktan maksadı sadece inkâr etmeleri ve cehenneme düşmeleri olsaydı, nasıl, onları kınayarak, derdi?

3) Hakim olan Altah'dan, insanlarda küfrü yaratması halinde, onlara (Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?); Onları imandan alı koyması halinde "İnsanları iman etmekten alıkoyan

ancak... "(isra, 94) "Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar" (İnşikak, 20), onlarda yüz çevirme işini yarattığı halde

"Onlara ne oluyor da öğütten yüz çeviriyorlar. "(Müddessir, 49); onlarda imandan çevrilmeyi yarattığı halde "Nasıl döndürülüyorsunuz?" ve "Nasıl çevriliyorsunuz "(Yunus 32] demesi nastl caiz görülür.

Bu tür sözlerin, kullara delil getirmesi babında yer almasından ise, bunlarla Allah'ın kâfirlerle alay etmiş olduğunu söylemek daha evladır.

4) Cenâb-ı Hak, kullarına dediği zaman, bu sözü kullarına bir delil olarak sunmak ve onlardan bir cevab almak için mi söylemiştir yoksa böyle değil midir?

Eğer Allah, bir cevab almak için söylememiş ise, bunda bir fayda olmaz ve kullarına böyle hitab etmesi anlamsız olur. Eğer Allah Teala bunu kuluna karşı bir hüccet yöneltmek için söylemiş ise kul şöyle diyebilir: Hakkımda küfrü gerektirecek birçok şey meydana geldi:

Birincisi:"Sen benim kâfir olacağımı bildin. Küfrümü bilmen, küfretmemi gerektirir."

İkincisi: "Sen, benim kâfir olmamı murad ettin. Bu irade, inkâr etmeyi gerektirir."

Üçüncüsü: "Sen, küfrü bende yarattın ve ben, senin yaptığını bertaraf etmeye kadir değilim."

Dördüncüsü: "Sen, bende küfrü gerektiren kudreti yarattın."

Beşincisi: "Sen, bende küfrü gerektirecek iradeyi yarattın".

Altıncısı: "Sen, bende küfrü gerektirecek iradeyi gerektiren kudreti yarattın."

Sonra küfrün hasıl olmasına sebeb olan bu altı şey meydana gelince ve imanın meydana gelmesi bu sebeblerin iman tarafında bulunmasına dayanınca ve iman tarafında hiçbiri bulunmayınca, imanın meydana gelmemesi için, herbiri tek başına imana mani olabilen oniki sebeb meydana çıkmış olur. Bütün bu sebebler varken, (Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?) denilmesini akıl nasıl kabul eder?

5) Cenâb-ı Allah, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e "Onlara şöyle de: "Size, bu büyük nimeti yani hayat nimetini veren Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz?" buyurmuştur.

Cebriyye'ye göre, Cenâb-ı Allah'ın kâfire hiçbir nimeti yoktur. Çünkü, onlara göre, Cenab-ı Allah'ın kâfirlere yaptığı herşey, o kâfiri küfürde derece aerece ilerletmek ve cehennemde onu yakmak içindir.

Bu şekilde Allah'ın kulun üstünde hangi nimeti vardır? Bu, ancak, başkasına bir sahan zehirli helva sunan kimsenin durumuna benzer. Zahiren : ise de ve nimet sayıtsa da, onun içi öldürücüdür. Bu bakımdan hiçkimse Dunu bir nimet olarak kabul etmez. Devamlı azabın bu zehirden daha zararlı olduğu herkesçe bilinir. Bu sebeble, Allah'ın kâfir üzerinde herhangi bir nimeti yoktur. Hal böyle iken, peygamberine o kâfirlere karşı "Bu büyük nimeti e ze veren Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz" demesini nasıl emreder.?

Buna cevab şudur: Bütün bu vecihler araştırıldığında, bu vecihlerin ıcesi medh, zem, emir, nehiy, sevab ve ikab yoluna sarılmaya, temessük T'eye varır. Yine biz bu vecihlere, bu şüphe konusunda güvenilir bir sözle abele ederiz. Bu söz şudur: Şüphesiz Cenâb-ı Hak, o şeyin olmayacağını bilmiştir; Şayet o şey meydana gelirse, O'nun ilmi cehle dönüşmüş olur ki, imkansızdır. İmkansızı gerektiren şey de imkansızdır. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk'ın;

Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sizler ölüler idiniz de, o sizi diriltti" esiyle birlikte, bu işin meydana gelmesi imkansızdır. Aynı şekilde, küfre kudret iman etmeye de elverişli ise, bu kudretin bir müreccih olmadan, sadece imanın kaynağı olması imkansızdır.

Eğer bu müreccih kul ise, soru aynen geri dönmüş olur; Allah ise, bu Allah'dan meydana gelmediği sürece, küfrün meydana gelmesi imkansız Eğer böyle bir tercih Allah'tan meydana gelirse, o zaman da küfrün meydana gelmesi kesin olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz " demesi nasıl düşünülebilir?

Mu'tezile,   med   ve   zem   hususunda  sözü   uzatıp,   açıklamalarını  atandırınca, sana, bu iki izah tarzıyla ona karşılık vermen gerekir. Çünkü iki açıklama, Mutezile'nin bütün sözünü temelinden yıkar ve onun bütün elerini altüst eder. Muvaffakiyet Allah'dandır. [43]

 

Doğmadan Önce Ölü Olmak Ne Demektir?           Başa Dön

 

Alimler, Allah Teâla'nın "Sizler ölüler  idiniz" sözünden muradın, "Sizler henüz toprak ve nutfeler halinde idiniz" olduğunda ittifak lerdir. Çünkü Hz.Adem (a.s.)'in yaratılışının başlangıcı topraktan; Hz.İsâ  (a.s.) hariç, Hz.Adem (as.)'in zürriyetinin yaratılışının başlangıcı nutfeden idi. Fakat alimler, "ölü" isminin cansızlara hakiki manası ile veya mecazi olarak verilip verilemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluk bunun mecazi olduğunu, çünkü bütün cansızların ölüye benzetildiğini, halbuki bu ikisinden birinin diğeri ile hiçbir alakası olmadığını, zira ölünün kendisine ölüm gelen şey olduğunu, binaenaleyh, ölümün, örfen, diri olması mümkün olan birşeyin sıfatı olması gerektiğini, bu sebeble de etten bedeni olan ve (hayati) nam taşıyan varlıklar için olabileceğini söylemişlerdir.

Diğerleri ise, cansızlara "ölü" isminin verilmesinin hakiki manada olduğunu ve bunun Katade'den de rivayet edildiğini söylemişlerdir. Katade şöyle demiştir: İnsanlar, babalarının sulbünde ölüler idiler de Cenab-ı Allah onları diriltti. Sonra onları çıkardı, sonra da kaçınılmaz olan ölümle onları öldürdü. Ölümden sonra onları yeniden diriltecek." İşte iki ölüm ve iki hayattan maksad budur. Bu görüşte olanlar, görüşlerine Allah'ın:

"Allah ölümü ve hayatı yarath"{Mülk, 2) ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü insanın cansız olması demek olan ölümün hayattan önce zikredilmiş olması, ölü isminin cansız nesnelere hakiki manada verilmesinin mümkün olduğunu göstermektedir. Öncekilerin görüşü doğruya daha yakındır. Çünkü cansız varlıklar hakkında, ölü olmadıkları halde, "ölüler" denilmiştir. Dolayısı ile meyyit (ölü) ve mevat (o cansız) isimlerinden herbiri diğeri yerinde teşbihe benzer şekilde kulla­nılmıştır. Kaffâl şöyle der: Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakkın: "İnsanın üzerindene öyle uzun bir zaman gelip geçti ki, o vakit insan anılmaya değer bir şey bile değildi "(Müminun, 1) ayeti gibidir. Böylece Cenab-ı Hak, insanın anılmaya değer bir varlık olmadığını açıklamış, bunun üzerine de onu canlandırmış ve onu duyup gören bir mahluk yapmıştır. Arapların "Falanın adı-sanı anılmaz oldu." "Bu ölü bir iştir. Bu ölü işe yaramaz, alıcısı olmayan bir ticaret eşyasıdır" gibi sözleri de, bu kelimenin mecazi kullanılışlarındandır. El-Muhabbal es-Sa'dİ şöyle demiştir:

"Sen benim adımı ihya ettin. Ben zaten önemsiz biri değildim. Ama ne var k bazı anmalar bazılarından daha çok dikkat çekicidir." Bunun gibi, âyetinin manası da şudur: Yani sizler önemsiz varlıklar idiniz, zikre değeı birşey değildiniz. Çünkü henüz birşey olmamıştınız. Derken Allah sizi ihye etti yani gören duyan varlıklar haline getirdi. [44]

 

Bu Âyet Kabir Azabının Olmadığına Delil Olamaz

 

Bazıları, bu ayeti, Kabir azabının olmadığına delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları bir kere dünyada, bir kere de ahirette dirilteceğini beyan etmiş, kabir hayatından bahsetmemiştir. Bunu;

"Sonra siz bunun peşisıra ölüler (olacaksınız). Sonra siz kıyamet gününde muhakkak diriltilip kaldırılacaksınız''(Muminûn, 15-16). ayeti te'kid eder. Cenâb-ı Hak bu iki durum arasında bulunan başka bir hayattan bahsetmemiştir." Yine bu kimseler sözlerine devamla;-"Hak Teata'nın: "Onlar, "Ey Rabbimtz, bizi iki kere öldürdün. İki defa da dirilttin." ded/ter"(Mü'min, 11) ayetiyle istidlalin caiz olmadığını, çünkü bunun kâfirlerden nakledilen bir söz olduğunu   söylemişlerdir. Bir de:    İnsanlardan çoğu, Cenâb-ı Allah onları çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"(Araf, 172) dediğinde, Hz.Adem (a.s.)'in sulbünde âlem-izerr (Âlem-i Ervah)de hayata mazhar oldukrarını kabul etmişlerdir. Bu takdire göre kabirde herhangi bir hayatın olduğunu isbata ihtiyaç kalmaksızın, iki hayat ve iki ölüm meydana gelmiş olur demişlerdir.

Buna şöyle cevab veririz: "Cenâb-ı Allah'ın, kabir hayatından bu ayette sahsetmemesinden, onun olmaması gerekmez."

Yine birisi şöyle diyebilir: Cenâb-ı Allah bu ayette kabir hayatını zikretmiştir. Çünkü O'nun "Sonra sizi diriltir" sözü devamlı olan bir hayatı ifade etmez. Aksi halde Hak Teâia'nın "Sonra O'na döndürüleceksiniz" demesi caiz o1 nazdı. Zira p lafzı, terâhî (arada bir fasılanın olacağını) ifade eder. Allah'a döndürülmek ise, bir terahi olmaksızın devamlı olan hayatın hemen peşinden meydana gelmiş olur. Şayet bu ayeti, bu yönden, kabir hayatına delil kabul edersek, daha isabetli olur. [45]

 

Allah'ın Üç Kere Öldürdüğü Kimseler

 

Hasan Basri (r.a)  âyeti ile, insanların tamamına yakın ekseriyetinin kastedildiğini söy­lemiştir. İnsanların bir kısmını ise şu âyetlerde bildirildiği üzere Allah Teala üç defa öldürmüştür. Bu meselâ:

"Yahud o kimse gibisini (görmedin mi) ki binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış bir (harcb) kasabaya uğramış; 'Allah burasını Ölümden sonra acaba nasıl diriltecek ?' demiş. Allah onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra diriltmiş..."(Bakara. 259); "Memleketlerinden, Ölüm korkusu ile, binlerce kişi olarak çıkanları görmedin mi? Allah onlara "Ölünüz" buyurup (onları öldürdü) ve sonra diriltti"'(Bakara, 243);

"Gözünüz bakıpdururkeno yıldırım sizi çarpmıştı. Sonra Ölümünüzün peşistra Allah sizi yeniden diriltti'"(Bakara, 55-56); "Biz, "ona (ölüye) o (sığırın) bir parçası ile vurun" dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir "{Bakara, 73); "Böylece kullarımızı, onların haline muttali kıldık ki, Allah'ın vadinin hak olduğunu ve kıyametin (vaki olacağın)da hiç bir şüphe bulunmadığını bilsinler"(Kehf, 21) ve Hz.Eyyub (a.s.)'ün kıssasında:

"Biz ona hem ailesini, hem onlarla beraber bir mislini daha verdik "(Enbiya. 84) ayetlerinde anlatıldığı gibi. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu son ayette, Hz.Eyyub (a.s.)'ün ailesini Öldürdükten sonra, ona geri verdiğinden bahsetmiştir. [46]

 

Ayetinde Mücessime'ye Delil Yoktur

 

Mücessime, Allah'ın "Sonra O'na (Allah'a) döndürüleceksiniz " ayetini,  Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda bulunduğuna delil getirmiştir. Halbuki bu ayetten Altah Teala'nın maksadı, insanların, O'nun hükmüne döndürülecekleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kabirdekileli diriltir, onlart mahşerde toplar. İşte Allah'a rücû (dönme, döndürülme) budur. Allah, bunu bu ifade anlatmıştır. Çünkü bu, Allah'dan başkasının hükmetmesini deruhte edemeyeceği bir yere dönüştür. Nitekim Araplarda, ondan başkasının hüküm veremeyeceği bir yere döndüğü zaman,  "Onun işi, Emire döndü" derler.[47]

 

Ayet-i Kerime'nin Delâlet Ettiği Muhtelif Hususlar           Başa Dön

 

Bu ayet bazı hususlara delalet etmektedir:

1) Ayet, Allah'dan başka diriltmeye ve öldürmeye hiç   kimsenin   kadir   olamayacağına   delalet

etmektedir. Bu sebebten, bu ayetle, tabi atçıların, hayat ve ölümde müessir elanın, şu şu felekler, yıldızlar, enâsır-ı erbaa (dört asli unsur, su, hava, ateş *e toprak) ve maddenin özellikleri olduğu görüşü geçersiz olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Allah bir topluluğun:

"Bu hayat, dünya hayatımızdan başka birşey değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi zamandan başka birşey helak etmez (öldürmez) "(Câsiye, 24) Dediğini nakletmektedir.

2) Ayet, haşr ve neşrin sıhhatine delalet etmekte ve haşre delalet eden delile de dikkat çekmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, birinci seferinde arlıklara ölümlerinden sonra hayat verdiğini beyan etmiştir. Bu sebeple ^riltmenin  ikinci defada da vâki olması gerekir.

3) Ayet, mükellefiyet, tergib (teşvik) ve terhibe (korkutmaya) delalet eder.

4) Ayet, yukarıda izahı geçtiği gibi hem cebre, hem de kadere delalet eder.

5) Bu, dünyada zühdün gerektiğini gösterir. Çünkü Cenab-ı Allah "Derken sizi diriltti, sonra öldürdü, sonra (yeniden) tütecek" buyurarak, ölümün mutlaka olacağını beyan etmiştir. Sonra yine insanları bu ölürr üzere bırakmayıp, mutlaka kendisine döndüreceğini de belirtmiştir. Ölümün mutlaka olmasına gelince, Cenâb-ı Hakk bu husus j şöyle beyan etmiştir: İnsan bir meni iken Allah onu diriltmiş ve ona en güzel bir şekil vermiş ve onu her tarafı ölçülü bir insan haline getirmiş, mükemmel bir akıl verip, çeşitli fayda ve zararları görebilecek bir biçimde yaratmış. Onu, mallara, çocuklara, evlere ve köşklere sahib kılmış, sonra onu öldürmek ve adeta hiçbirşeye malik olmamış gibi kılmak,dünyada ne bir ismi ne bir yokmuş gibi kılmak suretiyle mal-ı mülkü ondan izale etmiştir. Onu uzun müddet, Allah Teala: "Onların önlerinde bir engel vardır" (Mü'minûn, 100) diye haber verdiği gibi, kendisine çağrıldığı halde cevab verememiş, konuşması istendiği halde konulamamış, en yakın akrabaları bile onu ziyaret etmemiş, aksine ailesi ve çotuk çocuğu kendisini unutmuş olduğu bir halde onu kabirde bırakır. Nitekim Yahya b.Mu'az er-Râzî şöyle der:     

"Akrabalarım kabrimin hizasından geçerler. Sanki onlar beni tanımıyorlar." Yine kabirdeki insan adeta şöyle der: Allah'ım, sanki ben tek başınaymışım gibi, onlar beni kabre yan üstü koydular. Cenazemi getirenler geri gittiler. Garibler (yabancılar) benim garibliğime ağladılar. Beni sevenler, kabrin kenarından bana seslendiler. Ben feryadü figan ederken, kabrimi ziyaret edenler bana acıdılar. Bana bakanlar, aciz kalışımı açıkça gördüler. Meleğimin şöyle demesinden başka ümidim kalmadı: "Şu akrabaları kendisinden uzaklaşmış yalnız adama bakın! Sevenleri kendisinden ayrılmış, tek kalmış adama bakın! O, dünyada bana yakındı ama, kabirde yabancı oldu. O, dünyada beni çağırır ve bana uyardı. Bu eve (kabre) girerken benim kendisine lütufta bulunacağımı umuyordu. Ey ihsanı devamlı olan Allah'ım, burada ona ihsanda bulun. Ey mağfireti bol olan Allah'ım, senden umduğumu gerçekleştir."

Kulun, Allah'a mutlaka döneceğine gelince, bu husus böyledir. Çünkü Cenab-ı Hak, şu ayetlerde sûra üfürülmesini emretmiştir:

"Artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölecektir. Sonra o(sûra) bir daha üfürülecektir. O anda görürsün ki (Ölüler) kalkmış bakımp duruyorlar"(Zümer, 68);

"Onlar sanki dikili bir şeye (putlara v.s.) koşuyorlar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya akarlar"Me&nc as\ ve sonra, nitekim:

"Rabbine saf saf arzolunürlar"(Kehf, 48) ayetinde bildirildiği gibi Cenâb-ı Allah'a takdim olunurlar. Bövlece.

"Rahman (Allah'ın heybeti)'nden dolayı sesler kısılmıştır" (Taha, 108) ayetinde de bahsedildiği gibi onlar, huşu ve huzû' içerisinde ayakta beklerler. Bir zat şöyle demiştir: "Allah'ım! biz kabirlerimizin içinden başlarımız tozlu, korkunun şiddetinden yüzlerimiz değişmiş, kıyametin dehşetinden başımız önümüze eğilmiş, kıyametin uzun sürmesinden karınlarımız acıkmış, mahşerdekiiere karşı edeb yerlerimiz açılmış, günahlarımızın yükünden belimiz kırılmış olarak kalktığımızda ve günahlarımıza pişman olmuş olarak ne yapacağımızı şaşırdığımızda, bizden yüz çevirerek musibetleri artırma ve bize olan rahmetini ve bağışım genişlet. Ey rahmeti büyük,mağfireti geniş Olan Allah'ım! "[48]

 

Yeryüzünde ne varsa hepsini siz (insanların faydasma)yaratan, sonra göğe yönelip de onlan yedi gök halinde düzenleyen O (Allah)dır. O herşeyi hakkıyla bilendir"(Bakara, 29).

İşte bu, bütün mükelleflere şamil olan ikinci nimettir. Cenab-ı Allah'ın gözettiği bu tertib ne güzeldir! Çünkü, yer ile gökten fayadalanmak, ancak hayatın bulunmasından sonra olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak ilk önce,"hayat verme" işinden bahsetmiş, bunun peşinden gökleri ve yeri zikretmiştir.

Hak Teâla'nın sözüne gelince, bunun tefsiri: "Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz "(Bakara, 21) ayetinde geçmişti. sözüne gelince bu, lâzfından sonra zikredilmiş şeylerin dinî ve dünyevî hususlarda, bizim faydalanmamız için olduğuna delalet etmektedir.

Dünyevî hususlardaki faydasına gelince, bu bedenlerimiz sağlıklı olsun, biz bir sebeple Cenâb-ı Hakk'a itaat etmeye güç ve kuvvet kazanalım diyedir.

Dini husustaki faydalanmamıza gelince, bu şeylerle istidlal ve kıyasta bulunmaktır. Cenâb-ı Hak sözü ile, bütün faydalan kastetmiştir. Bu faydalardan bir kısmı, canlılar, bitkiler, madenler ve dağlarla ilgilidir. Bir kısmı da, insanların "istinbât" ederek, elde ettikleri bütün meslek.geçim vasıtaları ve sanatlarla ilgilidir. Cenab-ı Hak, bütün bunları ancak kendilerinden istifade olunsun diye yaratmıştır. Nitekim:

"Ve, göklerdeki ve yerdeki şeyleri sizin emrinize verm/ştfr"(Casiye, 13) buyurmuştur. Böylece, sanki Cenâb-ı Hak, "Siz ölülerken, sizi dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Yine, Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyi sizin için yarattığı halde, nasıl inkâra sapabiliyorsunuz?" demiştir. Veyahutda, "Allah sizin ölümünüzden sonra sizi dirilttiği halde, O'nun sizi yeniden yaratmaya (iade) dair kudretini nasıi inkâr ediyorsunuz? Bir de O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratmıştır; o halde sizi "iâde"den (yeniden diriltmekten) nasıl aciz olur? Sonra Cenâb-ı Hak bu faydaların tafsilatını, çeşitli sûrelerde söz konusu etmiştir nitekim; "Biz şarıl şan! su akıttık"(Abese. 25) ve Nahl suresinin başlarında; "Davarları da sizin için yarattı."(Nahl, 5),buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır. [49]

 

Allah'ın Muayyen Maksatlar Gözetip Gözetmemesi

 

1) Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak Subhânehu, herhangi bir maksattan dolayı bir iş yapmaz, çünkü böyle olsaydı, O kendisini bu gaye ile tamamlamış olurdu. Başkasıyla tamamlanmak isteyen, zatı itibariyle noksan demektir. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın fiili, kendisine değil de başkasına yönelik olan bir maksatla mu'allel (bağlı) dir denilirse, biz deriz ki, bu maksadın başkasına raci olması, Allah için, bu maksadın O'na raci olmasından daha evla mıdır, değil midir?

Eğer evla ise, bu durumda Cenâb-ı Hak bu fiilden istifade etmiştir, böylece de zikredilen mahzur yeniden avdet etmiş olur.

Eğer evla değilse, bu başkası için olan mezkur maksadın elde edilmesi, Allah için gaye olamaz. Böylece de, Allah o maksatta bir müessir olmaz,

2) Bir maksada mebni olarak bir iş yapan kimse, o fiil vasıta olmaksızın, o maksadı elde etmekten aciz olur. Allah için acizlik ise, imkansızdır.

3) Şayet Cenâb-ı Hak, bir maksada binaen bir iş yapmış olsaydı; bu maksat eğer kadim olursa, fiilin de "kıdem"i gerekir; eğer "muhdes" olursa, bu maksatta yapılan fiil başka bir maksattan ötürü yapılmış olur. Böylece de teselsül gerekir ki, bu da muhaldir.

4) Cenâb-ı Hak, şayet bir maksattan dolayı bir iş yapmışsa, bu maksat mükelleflerin maslahatlarını gözetmek amacı olur. Allah'ın bu fiili işlemesi buna bağlı olmuş olsaydı, O, kullar hakkında mefsedet olacak şeyi yapmazdı. Fakat, Cenâb-ı Hak, iman etmeyeceğini bildiği kimseyi mükellef tutmasıyla bunu yapmıştır. Sonra alimler Cenab-ı Hakk'ın âyetindeki 'Ancak bana ibâdet etsinler diye" (zariyat. 56) ayetindeki lâm hakkında konuşarak şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ herhangi bir kimsenin yapması halinde maksat gözeteceği bir işi yapınca sırf bu benzerlikten ötürü o işe "maksat" demiştir. [50]                                          

 

İbahiyye'nin İddiası           Başa Dön

 

"İbahiyye" Cenâb-ı Hakk'ın âyetini O'nun "küir'ü, "kûll"   için   yarattığına, bu sebeple herhangi oir şeyin yalnız bir kimseye ait olmayacağına delil getirmişlerdir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'külle" (istifade edilen bütün şeyler) "kûll" (bütün insanlar) ile mukabele etmiştir. Bu, ferde ferd ile mukabele edilmesini gerektirir. "Ta'yin" yani (istifade edilen şeylerin kimlere ait olacağını bildirmek)ise, ayrı bir delil ile elde edilir.

Fakîhler (r.a.) ise bu ayetle şuna delil getirmişlerdir: "Eşyada aslolan ibahedir " (Mubah olmalarıdır ).Biz bunu, usûl-i fıkıhta açıklamıştık. [51]

 

Üçüncü Mesele    

 

Denildi ki bu ayet, toprağı yemenin haram olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, yerin kendisini  değil,  yeryüzünde  bulunanları  bize yaratmıştır. Birisi şöyle diyebilir: Kendisine, "yerdedir" denilebilen herşey, "yer" ismine dahildir. Böylece bu, hem yeri, hem de yerde olanları ifade etmektedir. Şüphe yok ki madenler de bu isme dahildir; yine çorak tuzlu arazi ile, ona benzeyen her toprak parçası "yer"in bir kısmıdır. Bir de, bir şeyi hassaten zikretmek, hükmü onun dışında bulunanlardan kaldırmaya delalet etmez. [52]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın  âyeti, Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmamasını gerektirir. Aksi halde, bütün bu şeyleri başkası için değil de, kendisi için yaratmış olurdu.[53]

 

Allahu Teâlâ'nın Gökleri Yaratması

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra göğe yöneldi ayetine gelince bunda birkaç mesel vardır: [54]

 

İstiva

 

"İstiva",  Arabça'da  "ayağa  kalktı,  dikeldi"anlamlarına gelir. Bunun zıddı ise, "eğrilmek,eğilmek"dir. Bu husus cisimlerin sıfatlarında olduğu için, AllahuTeâlâ'nın bundan,istivadan münezzeh olması gerekir.Bir de, ayette bunun yanlışlığına delalet eden cihet vardır. Çünkü Allah'ın ifadesi, terahi (geri kalma, sonralık)'yi gerektirir. Şayet "istivâ"dan maksat, bir mekanda yükselmek olsaydı, önce bu yükseklik bulunurdu; eğer önce, bu yükseklik bulunmuş olsaydı, o zaman bunun yerdekileri yaratmadan sonra olmaması gerekirdi.

Ancak Cenâb-ı Hakk'ın âyeti, sonralığı gerektirir. Bunun böyte olduğu sabit olunca, te'vil etmek gerekir. Bu te'vilin izahı şöyledir: İstiva, dosdoğru olmak demektir; sopa düz ve dosdoğru olduğu zaman denilir. Sonra, salıverilmiş ok gibi, başka bir şeye iltifat etmeksizin birisi, bir şeye yönelip dosdoğru onu kastettiği zaman, nür, İşte bu mânadan olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi istiare olarak kullanılmıştır. Yani, "yerden sonra, semâyı yarattı; aralarına bir zaman koymadı; yeri yarattıktan sonra, başka hiçbir şeye yönelmeyip, doğrudan doğruya semaya yöneldi" demektir. [55]

 

Göğün Ne Kadar Vakitte Yaratıldığı           Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın, 'yeryüzünde bulunan bütün şeyleri sizin için    yaratan, sonra da hemen semaya yönelen O'dur'.' ayeti, yine O'nun: De ki, gerçekten siz, yeryüzünü iki günde yaratanı inkâr ediyor, Ona ortaklar mı koşuyorsunuz? O alemlerin Habbidir. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi dağlar yarattı. Orada bereketler yarattı. Orada, isteyenler için dört günde müsavi gıdalar takdir effi"(Fussilet, 9-10) ayetiyle tefsir edilmiştir. Şu manada ki, yerin yaratılması iki günde, rızıkların takdir edilmesi de diğer bir iki gündedir. Nitekim birisi, "Kûfe'den Medine'ye yirmi gün, Mekke'ye ise otuz gündür" diyebilir; o, bu ifadesiyle, bu mesafelerin toplamının "otuz gün" olduğunu kastetmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, diğer iki günde semaya yönelmiştir. Bunun, toplamı"Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır "(Hüd, 7) ayetinde buyurduğu gibi, altı gündür. [56]

 

Yer ve Gökten Hangisinin Daha Önce Yaratıldığı

 

Tahiatçılardan   bazıları,   bu   ayetin,   yerin yaratılmasının   göğün  yaratılmasından   önce

"De ki, gerçekten , iki günde yeryüzünü yaratanı inkâr ediyor, O'na  ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Babbidtr. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi dağlar yarattı.

Orada bereketler var etti. Orada, İsteyenler için, dört günde müsavi gıdalar takdir etti. Sonra semaya yöneli(Fussilet 9-11) ayetinin böyle olduğunu yine Cenâb-ı Hakk'ın, Nâziat sûresinde: Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa semayı mı? Allah onu bina etti. Onun tavanını yükseltti, derken onu iyice düzeltti. Gecesini kararttı, gündüzünü çıkarttı. Bundan sonra da, yeryüzünü yaydı "(Nâziat, 27-30) beyan etmiştir.

Bu ayetler ise, yerin, semanın yaratılmasından sonra yaratılmış olmasını gerektirir, demişlerdir. Alimler buna cevaben bazı hususlar zikretmişlerdir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, göğü yaratmadan önce yeri yaratması caizdir. Ancak Allah, semayı yaratmadıkça, yeri yaymamıştır... Çünkü (Naziat, 30) âyetinde geçen yeri yaymak demektir. Birisi, bunun iki bakımdan müşkil bir şey olduğunu söyleyebilir:

a- Yeryüzü büyük bir cisimdir; bu sebeple onun yaratılmasının döşenmesinden ayrı olması düşünülemez. Yeryüzünün yayılması göğün yaratılmasından sonra olunca, yerin yaratılması da, şüphesiz semanın yaratılmasından somu olur.

b- Cenab-, Hakk'ın:

''Allah, yeryüzünde olan herşeyi sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi(Bakara, 29) ayeti yeryüzünün ve yerdekilerin yaratılmasının, gökyüzünün yaratılmasından önce olduğuna delalet eder. Yerdeki şeylerin yaratılması ise ancak, yeryüzünün yayılmasından sonra mümkün olur. Buna göre, ayet, göğün yaratılmasından önce, yeryüzünün yayılmış olmasını gerektirir. Bu durumda bir tenakuz ortaya çtkar. Buna şöyle cevab veririz:

Allah'ın :  'Yeryüzünü bundan sonrayaydı "(Naziat, 30) ayeti, göğün yaratılışının, yeryüzünün yaratılışından önce olmasını gerektirir, ama göğün düzenlenmesinin yeryüzünün yaratılmasından önce olmasını gerektirmez. Bu takdire göre de böyle bir tenakuz kalmaz.

Birisi şöyle diyebilir: Allah'ın: Sizi yaratmak mı daha güç yoksa göğü yaratmak mı? O, göğün boyunu yükseltti, derken ona bir nizam verdi"(Nazıat 27-28) ayeti, gökyüzünün yaratılıp düzene koyulmasının, yeryüzünün döşenmesinden önce olduğunu gösterir. Ne var ki yerin döşenmesi, yerin yaratılmasından ayrılmayan bir hususdur. Buna göre göğün yaratılıp düzenlenmesi, yeryüzünden öncedir. Bu durumda da mesele geri gelir.

c) En doğru cevab şudur: lafzı, bu ayette tertibi göstermez, sadece nimetleri saymak için getirilmiştir.

Bunun misali: Birisinin başkasına "Sana büyük nimetler verip sonra senin kıymetini yüceltip, sonra düşmanlarını senden uzaklaştırmadım mı?" demesi gibidir. Adamın daha sonra zikrettiği şeylerin, daha önce yapmış olması muhtemeldir. En iyi Allah bilir. [57]

 

Tebyinden Önce İbham

 

(Onları düzenledi) zamir, müphem (kapalı) bir zamirdir. "Yedi Gök" ifadesi onu tefsiretmektedir. (Onu adam olarak yetiştirdi,onu adam etti) sözünde olduğu gibi. Zamiri müphem getirip sonra tefsir etmeninfaydası, müphemin sonra açıklanmasının, önce açıklanmasından daha kıymetli olmasıdır. Çünkü zamir müphem bırakıldığı zaman, insanlar onun kim veya ne olduğunu öğrenme arzusu duyar. Bu müphemden sonra onu açıklamada, nefislerin arzu duydukları şeyi tatmin vardır. Zamirin ya râcî olabileceği de söylenmiştir. . cins ismi manasınadır. kelimesinin kelimesinin çoğulu olduğu da söy­lenmiştir. Arapça'ya uygun olan izah, birincisidir. "Gökyüzünün düzenlenmesi" nin manası, onların yaratılışlarını nizama koymak, onları eğrilik ve çatlaklıklardan azade kılmak ve yaratılışlarını tastamam yapmaktır. [58]

 

Yedi Gök           Başa Dön

 

Kur'an bu   ayette,  "yedi   gök" bulunduğunu  göstermiştir. Astronomiciler bize en yakın olansemanın,  Ay küresi; onun üzerindeki semânın Utarid küresi; sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi; sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir. Onlar, sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu sırayı ancak iki şekilde bilebiliriz. Birincisi: Setr (yıldız tutulması) meselesidir. Çünkü aşağıda olan yıldız, bizimle daha yukarıda olan bir yıldızın arasına girip, her İkisi tek bir yıldız gibi olunca ve aşağıdaki yıldız (tutan), tutulandan, -mesela Merih gezegeninin kırmızılığı, Utarid'in sanlığa Zühre'nin beyazlığı, Müşteri'nin maviliği ve Zuhal yıldızının bulanıklığı git??-, bir vasıfla daha ileri olur. Nitekim eskiler, Ayın altı yıldızı; Utarid'in Zühre'yi; Zühre'nin Merih'i tuttuğunu (setrettiğJni)keşfetmişterdir Bu şekildeki tertîb.ay ile tutulduğu içinguneş'in ayın üstünde olduğunu gösterir. Ancak, güneşin diğer yıldızların altında mı üstünde mi olduğunu göstermez. Çünkü güneş, doğarken diğer yıldızlar koybolduğu için, bunlardan herhangi biri İle tutulmaz. Güneşin böyle oluşunda İki açıklamadan bahsedilmiştir:       -

a) Onlardan bazıları, Zühre yıldızını, güneş üzerinde bir leke gibi gördüklerini söylemlerdir Bu görüş zayıftır. Çünkü onlardan diğer bazdan, ayın yüzünde silikliğin oluşu gibi, güneşin yüzünde de lekelerin meydana geldiğini İddia etmişlerdir.

b) Görünümün değişikliği, Ay, Utarid ve Zühre yıldızlarında görülür, fakat Merih, Müşteri ve Zuhal yıldızlarında görülmez. Bu durum güneşte ise gerçekten pek azdır. Bu sebeble güneşin her iki kısım arasına girmiş olması gerekir. Bu ekseri astronomilerin söylediği şeydir. Ancak Ebu Reyhan, El-Fergânf nîn Fusûl adtı eserine yaptığı Telhis'te şöyle demiştir: Görünümün değişikliği sadece ayda hissedilir. Böylece diğer vecihter geçersizdir güneşte bunun görülmesi ise şüphelidir.

Bil ki rasathaneciler ve astronomikler, feleklerin dokuz tane olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre, dokuzun yedisi şu yukarıda saydıkla/imizdir. Sekizincisi sabtt yıldızların bulunduğu felektir. Dokuzuncusu ise en büyük olanıdır ki bu yaklaşık ftergûn ve gecede bir devir yaparak hareket eder. Sekizinci feleği isbat için şu delili getirmişlerdir. Sabit yıldızların çok yavaş hareket ettiklerini gördük. Yıldızların hareketlerinin, içinde bulundukları feleklerinin bereketine bağh olduğu sabittir. Bu gezegenleri taşıyan felekler çok hızlı hareket etmektedirler. Bu sebebten, çok yavaş hareket eden ve sabit yıldızlan taşıyan başka bir varlığın (feleğin) olması gerekir.

Bu delil birkaç bakımdan zayıftır:

1) Başka bir cisimde yerleşmiş olmaksızın yıldızların kendi kendilerine hareket ettiğini söylemek niçin caiz olmasın? Bu ihtimal ancak muhtar (seçici) olanın bozması ile bozulur.ki bu ise çok zordur.

2) Bunu kabul etsek de, "Bu yıldızlar gezegenler, gezegenler de hamillerinde yerleşmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın? Bu durumda sekizinci feleğin iâbatma ihtiyaç kalmaz.

3) Bu feleğin, Kamer (ay) feleğinin altında olması niçin caiz olmasın?

Böylece o, bütün gezegen kürelerinin üstünde değil de altında dur. Şayet "Biz gezegenlerin, bu sabit yıldızlan tuttuğunu görüyoruz. Tutan ise, şüphesiz tutulanın altındadır" denirse, biz deriz ki: Bu gezegenler, ancak bölgesine yakın olan sabit yıldızları tutabilir (setreder). Kutuplara yakın olan sabit yıldızları ise tutamaz. Buna göre, "Bölgesine yakın olan sabit yıldız, Zühal küresinin üstünde olan sekizinci felekte yer atmıştır. Gezegenlerle tutulması mümkün olmayan kutuplara yakın sabit yıldızlar da kamer (ay) küresinin altında olan bir başka kürede yeralmıştır. Bu ihtimale mani olan birşey de yoktur" demek niçin caiz Olmasın?

Sonra biz deriz ki: "Farzedin ki siz bu dokuz feleğin varlığını isbat ettiniz. Onuncu bir feleğin olmadığına ne delalet ediyor?" Bu konuda söylenecek en son söz, "Rasat (gözetleme) feleklerin dokuz tane olduğunu göstermiştir. Ancak delilin olmaması medlulün yokluğunu göstermez" demektir.

Bunu ortaya koyan şey ise, bazı muhakkik rasatçıların (gözlemcilerin) söylediği şu sözdür: "Şimdiye kadar anladığım, sabit kürelerin, bir küre, bir kısmı bir kısmının içinde olan birkaç küre olmasıdır." Ben derim kk Bu, mümkün olan bir ihtimaldir. Çünkü sabit kürelerin tekliğine delH getirilen şey, sadece onların hareketlerinin birbirine benzediğinin söylenmesidir. Durum böyle olduğu zaman, bu küreler tek bir küre (felek) içinde yer almış (merkûz) olur. Bu iki mukaddime de yakînî birer mukaddime değiller.

Birincisinin yakînî olmayışı şundandır: Bu kürenin hareketi her nekadar görünüşte tek ise de, belki de hakikatte tek değildir. Çünkü, mesela o kürelerden birinin devrini otuzaltıbin senede tamamladığını, bir diğerinin ise bu müddeti bir yıl eksiği ile tamamladığını, bu bir senelik noksanı diğer senelere dağıtsak, bu tek bir senenin hissesi, senenin 13/1200 kadar olur ki, bu hissedilebilecek bir fark değildir. Hatta on, yüz, bin sene bile kesinlikle hissedilmez. Bu ihtimal dahilinde olunca, sabit yıldızların müstevî hareketlerinin (birbirine eşit) olduğuna kesin hükmedilemez.

İkincisinin yakînî olmayışı işe şundandır: Sabit yıldızların harekette birbirlerine eşit olmaları, farklı kürelerde (feleklerde) yer almış olmaları «imalinden ötürü, her ne kadar hareketçe eşit olsalar da, bütün bu yıldızların tek bir kürede olmalarını gerektirmez. Bu tıpkı onların, yıldızların birçoğunun felekleri hakkında söyledikleri gibidir. Çünkü bunlar hareketlerinde, sabit yrfdızların feleğine eşittirler. Burada da böyledir.

Ben derim ki: Bu söylenen ihtimal, sabit yıldızların bulunduğu feleğe has değildir. Belki de hergün hareket eden kütleler tek bir kütle değil, birarada

ian birçok kütledirler. Ya bu kütlelerin hareketleri arasında o kadar az bir fark vardır ki onları anlamaya ne ömürlerimiz ne de rasatlarımız kifayet eder. Ya da bunların hareketleri mutlak manada birbirine eşittirler. Ancak, hareketteki eşitlikleri tek bir bütün olmalarını gerektirmemektedir. Astronomicilerden, bu dokuz feleğin dışında başka feleklerin de bulunduğunu kesin bir ifade ile söyleyenler vardır. Çünkü insanlardan bazıları, sabit kürelerin üzerinde ve en büyük feleğin altında olan başka kürelerin (feleklerin) olduğunu söylemiş ve bu hususta birçok delil getirmişlerdir:

1) En büyük meyli gözetleyenler, bu meylin mikdarını farklı farklı bulmuşlardır. Gözetlemesi daha eskiye dayanan herkes, bu meylin mikdarını daha fazla bulmuştur. Çünkü Batlamyus bu meyli (49) derece[59] olarak bulmuştur. Me'mun zamanında bu, (63) derece olarak; Me'mun'dan sonra bundan bir dakika eksik olarak bulunmuştur. Bu, iki mıntıkanın meylinin bazan arttığını bazan da eksildiğini gösterir. Bu ise ancak, retu'l-Küll ile Küretu's-Sevabit'in   (sabit  yıldızlar   küresinin)  arasında   kutublar, Küretu'l-Küll'un   iki   kutbu   etrafında  dönen   bir  başka  küre  (yıldız) bulunduğundan ve Küretu's-Sevabit'in iki kutbunun da o kürenin iki kutbu etrafında döndüğünde mümkün olur. Bundan dolayı, bu sabit yıldızların kutubları bazan kuzeye doğru alçalır, bazan da güneye doğru yükselir. Böylece de muaddelu'n-nehar'ın (gündüzün dönüşünün) burç noktasına yani mıntıkatu'l-bürûca denk gelmesi ve bazan sabit yıldızların feleklerinin kutubları güneye yükseldiği zaman, bu burçtan ayrılıp güneye dönmesi bazan da kuzeye dönmesi gerekir. Nitekim şimdi de böyledir.

2) Rasatçılar  (gözlemciler),  yıldızlardan  (astronomiden)  bahseden kitablarda yazılanlara göre, güneşin hareketinin mikdarını tesbit etme hususunda çok gayret sarfettiler.  Hatta Batlamyus, Ebrahis'den şunu nakletmiştir: O, bu dönüşün birbirine eşit zamanlarda mı farklı zamanlarda mı olduğunda şüphe etmiş ve bir görüşünde bunun farklı zamanlarda olduğunu, bir görüşünde ise bunun eşit zamanlarda olduğunu söylemiştir. Sonra  astronomiciler,   güneşin   farklı   zamanlarda  dönüşünün   sebebi hususunda iki görüş belirtmişlerdir:

a) Güneşin, dünyadan en uzak olduğu noktayı hareketli kabul eden kimse bu cihetten güneşin hareketinde bulunan farklılığın, güneşin dünyadan en uzak olduğu noktadan uzaklığının değişmesinden ötürü i'tidâl noktasında meydana çıktığını iddia etmiştir. İşte bu sebebten dolayı güneşin hareketinin mikdarının farklılığı ortaya çıkmış olur.

b) Bu, Hintliler, Çinliler, Babilliler ve Rum, Mısır, Şam'ın iler gelen astronomicilerinin bir çoğunun görüşüdür ki, onlara göre bunun sebebi; feleku'l-bürûcun (burçlar feleğinin) intikali ve kutbunun alçafcp yükselmesidir.

Yine Ebrahis'in de bu görüşte olduğu nakledilmiştir.

Bâryâi İskenderânî tılsım yapanların (büyücülenn) da buna inanıp feleku'l-bürûç noktasının yerinden sekiz derece ileri geri gidip geldiğine inandıklarını ve hareketin başlangıcının balık burcundan koç burcuna kadar yirmiiki derece olduğunu söylediklerini zikretmiştir.

Bu şaşkınlık, insan,aklının bu gibi şeyleri anlayamayacağına ve ancak bunları yaratıcısının ve yoktan varedicisinin ilminin kuşatacağına seni ikaz etmelidir. Bu sebeble bu konuda sem'i (nakli) delillerle yetinmen gerekir.

Şayet, biri Kur'an'da göklerin sayışının yedi olduğunu ifade eden bu naslar, daha fazla olmasını nefyeder mi'" derse, deriz ki, gerçek olan şudur ki: Sayının zikredilmiş olması, fazlasının olmayacağına delalet etmez. [60]

 

İlm-i İlâhî (Allah'ın llmi) Hakkındaki Görüşler           Başa Dön

 

 (Allah) herşeyi bilir "ayeti, Cenab-ı  Hakkın yeri,  yerdekileri,  gökleri  ve gökteki    harikulade    varlıkları     yaratmasının ancak  onları bildiği  ve cüzisi İle küllisi ile onları çepeçevre ilmMe ihata etmesiyle mirukün olabileceğini gösterir. Bu ise birçok şeye dcalet eder:

1) Alla cüziyyatı  bilemez diyen felsefecilerin gömüşlerinin  fasit; kplarno Harın görüşlerinin ise doğru olduğu manasına gelir. Çünkü kelamcılar, Allah Teala, bu alemi muhkem ve yerliyerinde yaratmıştır. Bu şekilde vapan Varatıcı'nı'n yaptığı şeyi mutlaka, bütün detayı bilmesi gerekir' diyerek Allah'ın cüziyyatı bildiğine delil getirmişlerdir. İşte bu delilin aynısını Cenao-ı Allah bu ayette zikretmiştir. Çünkü O, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsettikten sonra kendisinin alim olduğunu belirtmiştir. Böylece bu konuda ve bu istidlal şeklinde, kelamcıların görüşünün Kur'an'a uygun olduğu ortaya çıkmış olur.

2) Bu, Mutezile'nin görüşünün fasit olduğuna delildir. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk, birşeyi ölçüp biçip, sınırlarını belirterp' yaratan kimsenin, o şeyi ve onun detayını bilmesinin gerektiğini açıklamış? . Çünkü onu yaratan, şu kadarla değil de bu kadarla sınırlandırarak yakmıştır. Belirli bir mikdar ile sınırlamanın, mutlaka bir irade ile olması gerekir. Aksi halde mureccih bulunmaksızın bir üstünlük meydana gelmiş olur. Birşeyi irade etmek, onu bilmeye bağlıdır. Bu sebeble birşeyi yaratanın, mutlaka onu tafsilât;: bir şekilde bilmesi gerekir. Şayet kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hem o fiilini hem de fiilinin adedini, kemiyetini ve keyfiyetini bilmiş olması gerekirdi. Kulun böyle bir ilmi olmayınca anladık ki o, kendisinin yaratıcısı değildir.

3) Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetle;"Her.bilenin üstünde daha (ye bir btien vardır "{Yusuf. 76) ayeti birarada mütalâa olununca Cenab-ı Hakk'ın zatı gereği alim olduğu ortaya çıkar." Buna cevabımız şudur: âyeti umumidir, "Allah o Kur'an'ı ilmi ile indirdi"(Nisa, 166) ayeti ise hasdır. Has olan ifade ise, umumi ifadeden daha önce gelir. En iyi Allah bilir. [61]

 

Allah Teâlâ nın İnsanı Halife Olarak Yaratması

 

"Hani Rabbin meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti de, (Melekler): "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken yerde, bozgunculuk edip kanlar dökecek bir varlık mı yaratacaksın?" demişlerdi.   Allah   da   ''Ben sizin   bilemeyeceklerinizi  bilirim'' buyurmuştur''(Bakara, 30).  

Bu ayet, Hz.Adem (a.s.)'in nasıl yaratıldığına ve Allah'ın onu nasıl şereflendirdiğine delalet eder. Bu, bütün insanlar için umumi bir in'amdır. Bu sebeble, bu, Cenab-ı Hakk'ın burada bahsettiği umumi nimetlerin üçüncüsüdür. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [62]

 

Edatı Hakkında Lügavî Bilgiler

 

lafzı hakkında iki görüş vardır:

a) Bu zaid bir edattır. Ancak Araplar bunu kullan­mayı alışkanlık haline getirdikleri için, Kur'an'da onların dili ile bu şekilde inmiştir.

2) Bu zaid değil, yerinde bir edattır. Çünkü Kur'an'da manası olmayan hiçbir şey yoktur. Bu, gizli JTii lafzı ile mansubtur. Buna göre mana, "Onlara, Rabbin meleklerine söylediği sözü zikret" şeklinde olur.

Bu iki sebebten ötürü takdir edilmiş (açıkça söylenmemiştir.

a) Mana bilindiği için...

b) Cenab-ı Hakk bunu Kur'an'ın birçok yerinde açık olarak zikrettiği için...

"Âd kavminin kardeşleri (olan Hud'u) hatırla. Hant O, Ahkârtakt kavmini imar etmişti"{Ahkât, 21),

"Kulunuz Davud'u hatırla... "(Sâd. 17) ve

'Onlara, karye ashabını misal getir. Hani oraya peygamberler gelmişti. Hani oraya iki kişi göndermiştik" (Yasin, 13-14) ayetlerinde olduğu gibi...

Kur'an'ın tamamı tek bir söz gibidir. Mukadder kelimelerin açıkça zuredilmlş olduğu ayetlerin, bu sûreden önce inmiş olması, bu sebeble de onların mukadder bırakılması (zikredilmemesi) uzak bir ihtimal değildir. Keşşaf sahibi lafzının, âyetteki fiili ile mansub olmasının caiz  olacağını da söylemiştir. [63]

 

Melek Kelimesi

 

"Melek" kelimesinin aslı, risalet (elçilik) manasınadir.   Beni  ona elçi  olarak  gönderdi, denilir ve elçilik manasınadır, nesinin aslı, hemzeli olan kelimesidir. Hemze çok kullanıldığı için, kolaylık olsun diye hemze hazfedilip harekesi makabline verilmiştir.

Keşşaf sahibi ise, lafzının aslında kelimesinin cemi olmasının tıpkı cemi olması gibi olduğunu, sonundaki (te) harfinin ise, seminin müennes olmasından ötürü geldiğini söylemiştir. [64]

 

Melâike'nin Mertebe ve Mahiyetleri           Başa Dön

 

Bazı kimseler şöyle söylemişlerdir: İki Sebebten dolayı meleklerle ilgili mevzunun, peygamberler­le ilgili mevzudan önce olması gerekir.

1) Cenab-ı Allah, "Müminlerin   hepsi,   Allah'a,   Allah'ın   meleklerine,   kitablanna   ve peygamberelerine iman ederler "(Bakara, 285) ayetinde,  meleklere  imanı,

peygamberlere imandan önce zikretmiştir. Resulullah (s.a.s.)da "Allah'ın başladığı şey ile başlayınız" buyurmuştur.

2) Melek, vahyin ve şeriatın tebliğinde Allah ile peygamber arasında vasıtadır. Bu sebeble de Peygamberden öncedir.

Bazı kimseler ise şöyle demiştir: Peygamberlik konusundan bahsetmek, meleklerden bahsetmekten daha öncedir. Çünkü biz meleklerin varlığını akıl yolu ile değil nakil yoluyla bilebiliriz. Öyle ise nübüvvet (peygamberlik) konusunda konuşmak, melekler konusunda konuşmak için bir asıl (temel) olduğundan nübüvvetle ilgili sözün daha önce getirilmesi gerekmiştir. Evla olanın, meleklerin şeref ve yücelik bakımından peygamberlerden önce; meleklere düşüncelerimizle ulaştığımız için, akıllarımızda ve zihinlerimizde peygamberlerden sonra olduğunun söylenilmesidir. Ulvi alemin şerefli oluşunun, orada meleklerin bulunuşundan; suflî alemin şerefli oluşunun, orada insanların bulunuşundan dolayı olduğu hususunda akıllı kimseler arasında bir ihtilaf yoktur.

Ancak insanlar meleklerin mahiyeti ve hakikati konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu husustaki görüşleri zabtu rapt altına almanın yolu şöyle söylemektir: Meleklerin, nefisleriyle kaim zatlar olmaları fikrini ele alalım: Bu zatlar ya mütehayyiz (bir mekan kaplıyan) varlıklardır veya böyle değillerdir.

Birinci ihtimal söz konusu olursa, yani melekler mütehayyiz (bir mekan kaplayan) zatlar iseler, bu durumda bir kaç görüş mevzubahistir.

1) Onlar, gökyüzünde bulunan, çeşitli şekillere girebilen havai, latif cisimlerdir. Bu müslümanların çoğunun görüşüdür.

2) Bu, putperestlerden çeşitli grupların görüşleridir. Buna göre: Saadet ve mutsuzluk vermekle nitelenen şu yıldızlardaki hakikattir. Onlarm iddiasına göre bu yıldızlar, konuşan diri varlıklardır ve onlardan mutluluk verenler rahmet melekleri, mutsuzluk verenler ise azab melekleridir.

3) Bu, Mecüsî ve Seneviyye'nin çoğunluğunun görüşüdür ki buna göre bu kâinat ezeli iki asıldan meydana gelmiştir. Bu asıllar nûr ve zulmettir. Nur ve zulmet, hakikatte zat ve şekil itibari ile birbirinin zıddı, iş ve yönetme bakımından birbirinden farklı, kudret ve irade sahibi şeffaf iki cevherdirler. Buna göre nûr cevheri, faziletli, hayırlı, temiz, hoş kokulu, şerefli, sevindirip zarar vermeyen, fayda verip mani olmayan, diri olan ve eskimeyen bir cevherdir; zulmet cevheri ise bunun tam aksidir.   

Sonra nûr cevheri, bir evlilik yoluyla değil, hakimden hikmetin, ışık saçandan ışığın doğması tarzında, velileri (yardımcılarını) doğurmaya devam eder ki bunlar da meleklerdir.

Zulmet cevheri ise, bir evlilik yoluyla değil, sefihden sefahatin meydana gelmesi (gibi) bir yolla düşmanlar meydana getirmeye devam eder ki bunlar şeytanlardır. İşte bu anlatılanlar melekleri, cismani ve mütehayyiz (mekan tutan) varlıklar olarak gören kimselerin görüşleridir.

Eğer ikinci ihtimali yani meleklerin mütehayyiz ve cisim olmayan, kendi başlarına kaim zatlar olduğunu söyleyen görüşe gelince bunda da iki ayrı görüş vardır.

1) Bazı hristiyan gurupların görüşü ki buna göre, melekler hakikatte, saflık ve hayır sıfatı üzere bedensiz, konuşan nefisler (nüfus-ı mufârıka)'dir. Bu böyledir. Çünkü bu bedensiz nefisler, eğer saf ve halis iseler işte onlar melekdirler. Eğer kötü ve bulanık iseler, işte onlar da şeytandırlar.

2) Felsefecilerin görüşleridir ki buna göre, melekler nefisleriyle kaim cevherler olup kesin olarak mütehayyiz (yer tutan) değildirler. Onlar mahiyetleri itibarı ile, konuşan beşeri nefis (nüfus-ı nâtıkâ-i beşeriyye'den) çeşitlerinden farklıdırlar. Onlar daha mükemmel biçimde kuvvetli ve daha bilgilidirler. Güneş ışığa nisbetle ne ise, beşeri nefisler için bunlar da aynıdır. Sonra bu cevherler iki kısımdırlar;

Bir kısmı, nisbetleri, feleklerin ve yıldızların kütlelerine olan nisbeti, bizim konuşan nefsimizin (nefs-i natıkamızın) bedenlerimize olan nisbeti gibi olan cevherlerdir.

Bir kısmı ise, feleklerin yönetimi ile ilgili olmayıp, daha doğrusu onlar marifetullaha, O'nun sevgisine dalmış olup Allah'a taat ile meşguldürler. Bu kısımdaki cevherler Allah'a yakınlaştırılmış (mukarreb) meleklerin taa kendileridir. Onların, gökleri yöneten meleklere nisbetleri, gökteki yönetici meleklerin bizim konuşan (natıka) nefislerimize nisbeti gibidir. Bu iki kısım cevherin varlığı hususunda felsefeciler ittifak etmişlerdir. Bazı felsefeciler ise, başka çeşit meleklerin de bulunduğunu söylemişlerdir ki bunlar, bu süfli alemin çeşitli işlerini yöneten yeryüzü melekleridirler.

Sonra bu alemi yöneten ruhi varlıklar eğer hayırlı iseler, işte bunlar meleklerdir. Eğer şerli iseler, bunlar da şeytanlardır. İnsanların melekler hakkındaki görüşlerinin tafsilatı bu söylenenlerden ibarettir.

Alimler, meleklerin varlığına akıl cihetinden hükmetmenin mümkün olup olmadığı, onların varlığını isbat etmenin tek yolunun nakil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Felsefeciler, meleklerin varlığını gösteren akli deliller olduğunda ittifak halindedirler. Onların bu delillerini gözden geçirirken, onlarla beraber biz de ince ve derin araştırmalar yapacağız. [65]

 

Melâikenin Varlığı Konusunda Aklî İzahlar

 

Bazı kimseler bu hususta ikna edici akli izahlar getirmişlerdir. Biz de bunları gözden geçirelim.

1) Melekten murad, ölü olmayan,konuşan diri bir varlıktır. Bu hususta biz deriz ki: Akli yönden taksimat, diri (canlı) varlıkların üç kısım olmalarını gerektirir:

Diri varlık, hem konuşur hem de Ölümlü olursa bu insandır. Ölümlü olur fakat konuşamaz ise bunlar da hayvanlardır. Veya konuşur fakat ölümlü olmaz ise bu da melektir.

En aşağı mertebenin, konuşamayan ölümlü varlığın mertebesi; orta mertebenin, ölümlü konuşan varlığın mertebesi ve en şerefli mertebenin de ölümlü olmayan varlığın mertebesi olduğunda şüphe yoktur. Hikmet-i ilahi, mertebelerin en değersizi ile orta mertebeyi yaratmayı iktiza edince, mertebelerin en şereflisi ve en yücesini yaratması, öncelikle gerekir.

2) Fıtrat, gökler aleminin bu süfli (yer) aleminden daha şerefli ve hayat, akıl, konuşma gibi hususiyetlerin, zıdlarından daha şerefli olduğuna şehadet eder. Öyleyse, akıl, hayat, konuşma, gibi hususiyetler bu bulanık zulmânî (kesif) âlemde bulunduğu halde; ışık, nur ve yücelik (şeref) âlemi olan o gökler âleminde bulunmaması, aklen pek uzak bir ihtimaldir.

3) Tasavvuf erbabı,  meleklerin varlığını  müşahede ve  mükaşefe cihetinden; ashab-ı hâcât ve zarurât (meleklerin varlığının ihtiyaç ve zaruret olduğuna inananlar)  ise  meleklerin  varlığını  bir başka cihetten  isbat etmektedirler. Bu da o meleklerin çok garib ve nadir tedavi metodlannı, ilaç karışımlarını ve panzehir elde etme sanatını bulmada müşahade edilen, akıllara hayranlık veren etkileridir. Meleklerin varlığına delalet eden bir başka şey de sadık rüyalar (aynen çıkan rüyaların) durumudur. Bu izah tarzları, onları dinleyen fakat tecrübe etmemiş olan kimseye nisbetle iknâî (ikna edici), tecrübe eden, müşahade eden ve onların sırlarına muttali olan kimseye nisbetle katidirler.

Nakli delillere gelince meleklerin varlığı hususunda peygamberler (s.a.s.) arasında kesinlikle hiçbir anlaşmazlık yoktur. Hatta bu husus peygamberler arasında üzerinde icma edilmiş olan bir keyfiyettir. Allah en iyi bilendir. [66]

 

Meleklerin Çokluğu           Başa Dön

 

Meleklerin çok olduğunu açıklama hususundadır. Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

''Gök gıcırdadı. Önün gıcırdaması da gerekti. (Çünkü) gökte adım atılacak her yerde ya secde eden veya rukû'a varan bir melek vardır."

Rivayet edildiğine göre, insanoğlu cinlerin ondabiri, cinler ile insanlar, yeryüzündeki diğer canlıların ondabiri, bunların hepsi kuşların ondabiri, bunların hepsi deniz canlılarının ondabiri; bunların hepsi, yeryüzünde görevli meleklerin ondabiri; bunların hepsi dünya semasındaki meleklerin ondabiri ve bunların hepsi de üçüncü kat gökteki meleklerin ondabiri kadardır. Bu yedinci kat göğün meleklerine kadar böyle gider. Sonra bütün bunların hepsi Kürsî meleklerine nisbetle pek az kalırlar. Sonra bütün bunların hepsi, 'Arş'ın, sayısı yetmişbin olan perdelerinden (süradik) herbir perdesinde görevli melek­lerin ondabiri kadardır ki herbir perdenin uzunluğu, genişliği ve yüksekliği ile, gökler, yerler ve bunlar arasında bulunan şeyler karşılaştırıldığı zaman, bütün bunlar o perdenin yanında pek az ve küçük kalırlar. Gökte adım atılacak hiçbir yer yoktur ki orada ya secde eden, ya rukûya varan yahut da kıyamda duran bir melek bulunmasın. Meleklerin, Cenab-ı Allah'ı teşbih ve takdis etmekten meydana gelen nameleri vardır. Sonra ise, bütün bunlar 'Arş'ın etrafında dönen meleklere nisbetle denizdeki tek bir damla kadardır. Onların sayısını ancak Allah Teala bilir.

Sonra bu meleklerden başka, İsrafil (a.s.)'în yardımcıları olan "Levh" Telekleri ve Cebrail (a.s.)'in askerleri olan melekler vardır. Bu meleklerin hepsi Allah'ın emirlerini dinlemekte, O'na itaat etmekte, hiçbir gevşeklik göstermeden Hak Teafa'ya ibadet ile meşgul olmaktadırlar. Dilleri Allah'ı zikir ve O'nata'zime devam etmekte, Allah'ın onları yaratmasından beri zikirde ,anşmaktalar ve geceler, gündüzler boyunca usanmadan O'na ibadet etmektedirler. Onların ne cinsleri, ne ömürleri, ne de Allah'a nasıl ibadet ettikleri bilinemez. Bu, Cenab-ı Hakk'ın

"Habbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez" (Müddessir, 31) ayetinde buyurduğu gibi, O'nun melekûtunun (hükümranhğımn)hakikatiile ilgilidir.

Derim ki: Bir va'z-u nasihat kitabında şunu gördüm: "Hz.Peygamber (s.a.s.) miraca çıkarıldığında adeta panayır gibi olan bir yerde, bir kısmı diğer bir kısmına doğru giden melekler görür ve Cebrail (a.s.)'e, "Bunlar hangi meleklerdir ve nereye gidiyorlar?"diye sorar. Cebrail (a.s.): "Bilmiyorum. Ancak ben yaratıldığımdan beri onları görüyorum. Ama onlardan bir gördüğümü bir daha görmüyorum" der.

Sonra o meleklerden birisine şöyle sorarlar: "Sen ne zamandan beri varsın?" O şöyle cevab verir: "Bilmiyorum, ancak bildiğim şu ki Allah Teâla, her yedtyüzbin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldım yaratılalı dörtyüzbin yıldız yaratıldı." Kudreti cok'muazzam, kemali çok yüce olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir. [67]

 

Melaike'nin Sınıfları, Büyük Melekler

 

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de meleklerin sınıflarını ve vakıflarını zikretmiştir.

Meleklerin kısımlarına gelince, bunlardan :

Birinci kısım: Arşı taşıyan meleklerdir ki Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurur:

"O gün Rabbinin Arşını (gökteki meleklerin) üstünde bulunan sekiz (melek) yüklenir"(Hakka, 17).

İkinci kısım: Allah'ın: "Melekleri, Bablerini hamd ile teşbih ederek Arşın etraûnı kuşatmış halde görörsün"(Zümer. 75) ayetinde haber verdiği gibi, 'Arş'ın etrafını kuşatmış olan melekler.

Üçüncü kısım: Meleklerin en büyükleridir ki, Cenab-ı Hakk'ın:

"Kim Allah'a, Allah'ın meleklerine ve peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki Allah kâfirlerin düşmanıdır"(Bakara, m) ayetinde haber verdiği gibi, Cebrail ve Mikail (a.s.) bunlardandır.

Sonra Hak Teala, Cebrail (a.s.)'i bazı vasıflarla nitelemiştir:

a) O, peygamberlere Allah'ın vahyini getirendir. Bu hususta Cenab-ı Hak, "O (Kur'an'ı), kalbine Ruftu'l  Emin (Cibril) indirdi.(şu'arâ, 193) buyurmuştur.

b) Allah Teala, Cebrail (a.s,)'i Kur'an'da diğer meleklerden önce zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..."(Bakara, 97). Çünkü o, vahiy ve ilmi getiren, Mikail ise rızıkları ve gıdaları dağıtan melektir. Manevi bir gıda olan ilim, bedeni gıdadan daha şereflidir. Bu sebeble de Cebrail'in, Mikail'den daha şerefli olması gerekmiştir.

c) Allah Teala, Cebrail (a.s.)'i, kendisinden hemen sonra zikretmiş ve "Hiç şüphesiz, Allah,  Cebrail ve salih müminler O Peygamberin yardımcisıdır"(Tahnm, 4) buyurmuştur.

d) Cenab-ı Hak, onu "Ruhu'l Kudüs" diye isimlendirerek, Hz. İsa (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:

"Hani ben, seni Ruhu'l-Kuds ile güçlendtrmiştim"{Maide, 110).

e) O, üzerlerinde alametleri olan bin melek ile Allah dostlarına yardım etti, düşmanlarını da kahretti.

f) Allah Teala, Cebrail (a.s.)’ı:

"O (Kur'an) çok şerefli, çetin bir kuvvet sahibi, 'Arş'm sahibi (Allah) yanında çok itibarlı, orada kendisine itaat edilen ve güvenilir bir elçinini (getirdiği) kelamdır''(Tekvir. 19-21) buyurarak altı sıfatla övmüştür. Cebrail (a.s.)'in elçilik görevi, onun bütün peygemberlere Allah'ın elçisi olmasıdır. Buna göre bütün nebi ve resuller, Allah katında Cebrail (a.s.)'in ümmeti ve iyi dostları mesabesindedirler. Çünkü Cenab-ı Hak Cebrail (a.s.)'i kendisi ile, en şerefli insanlar olan peygamberler (a.s.) arasında vasıta yapmıştır. Cebrail (a.s.) kuvvetlidir. Çünkü O, Lut kavminin şehirlerini göğe kaldırıp altını üstüne getirmiştir; Allah katında itibarlıdır, zira, Allah: "Hiç şüphesiz Allah, Cebrail ve salih müminler, O (Peygamberin)'nun yardımcısidır"(Tahrim, 4) ayetinde, onun adını kendi isminden sonra getirmiştir; O, itaat edilendir, çünkü, meleklerin önderi ve lideridir. Onun güvenilir (emin) olmasına da Cenab-ı Hakk'ın:

"O (Kur'an'ı) senin kalbine, tnzar edicilerden (uyaranlardan) olasın diye, Ruhu'l-Emin (Cebrail) indirdi (şu'ara193) ayeti delalet eder.

Meleklerin diğer büyükleri de İsrafil ve Azrail (a.s.)'dir. Onların varlıkları hadîs ile sabit olmuştur. Yine hadisle sabit olduğuna göre, Azrail, Cenab-ı Hakk'tn: "De ki: Sizleri, sizler için görevlendirilmiş olan ölüm meleği öldürür. "{Secde, 11) ayetinde bildirdiği ölüm meleğidir. Allah Teala'nın:

"Sizden birisine ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onun canını alır"(En'am, 61) ayetine gelince, bu, ruhları almakla görevlendirilmiş başka meleklerin varlığına delalet eder. Ölüm meleğinin ise ruhları almakla görevlendirilmiş melekler gurubunun lideri olması caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarım alırken bir görmeliydin"{Enfal, 50). İsrafil (a.s.)'e gelince hadisler onun, "Sûr'un sahibi" olduğuna delalet etmektedir ki Cenab-ı Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:

''Sûra (birinci defa) üfürülünce birden Allah 'm diledikleri hariç, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölürler. Sonra sûra ikinci kez üfürülür. O zaman bir de bakarsın ki (ölüler) ayağa (kalkmış) bakınıp duruyorlar"(Zümer, 63).

Dördüncü kısım: Cennet melekleridir. Cenab-ı Hak:

"Melekler her kapıdan onların yanma girerek, ' 'Sabrettiğiniz için, selam

size. Burası, dünyanın en güzel bir sonucudur" derler"(Rad, 23-24) buyurur.

Beşinci kısım: Cehennem melekleridir. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle

buyurur, , cehennem üzerinde vazifeli ondokuz (melek) vardır.                                                                

"Biz o ateşin bekçiliğine meleklerden başkasını memur etmedik"(Müdessir, 30-31). Bu meleklerin başkanları, Allah Teala'nın:

(Cehennem ehli): Ey Malik, Habbfn bizim işimizi bitirsin (bizi öldürsün) " diye çığrışırlar"{Zuhwi rr, ayetinde işaret ettiği gibi, Mâlik isimli melektir. Bunların hepsine ise, Cenab-ı Hakkın da:

"O, kendi meclisini çağırsın, biz de Zebanileri çağırırız" (Alak, 17-18) buyurduğu gibi, "Zebani" denir.

Altıncı kısım: İnsanlar için görevlendirilmiş olan meleklerdir. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"(İnsanın) sağında ve solunda oturan (iki melek) vardır. O insan ne zaman bir söz söylese, yanında hazır bir gözcü vardır"(Kâf, 17-18);

"Onun (ve her İnsanın) önünde ve arkasında kendisini Allah 'm emriyle gözetleyecek ta'kibci (melekler) vardır"(Ra'd, 11) ve:

"O Allah kullan üzerinde kahir (kudret sahibi)dir ve size bekçi melekler

yollar"(En'am, 61).

Yedinci kısım: Amelleri yazan melekler. Bu, Allah'ın:

"Muhakkak ki sizin üzerinizde bekçiler, her yaptığınızı bilen şerefli kâtibler vardır"(inmar, 10-12) ayeti ile bildirdiğidir.

Sekizinci kısım; Bu dünyanın işleri ile görevlendirilmiş olan meleklerdir ki, Cenab-ı Allah'ın:

"Saf saf dizilenlere yemin olsun"{Saftat, 1);

"Savurdukça savuranlara, derken bir yükü taşıyanlara, sonra kolayca akıp gidenlere derken iş bölümü yapan (melek)'lara yemin olsun ki... (Zariyat, 1-4) ve   "Boğulmuş ruhları ta derinliklerden

söküp (alan meleklere) yemin olsun ..."(Naziat, 1) ayetlerinde anlatılan melekler bunlardır. İbn Abbas (r.ahm)'m söyle dediği rivayet edilmiştir. Allah Teala'nın hafaza meleklerinden (insanlara bekçilik yapan meleklerden) başka melekleri de vardır ki bunlar her düşen ağaç yaprağını kaydederler. Sizden birinize çölde bir sıkıntı ve darlık gelirse şöyle seslensin: "Ey melekler! Allah'ın kullarına yardım ediniz ki Allah da sizlere merhemet etsin."[68]

 

Meleklerin Vasıfları           Başa Dön

 

 Meleklerin vasıflarına gelince, bunlar birkaç yöndendir:

1) Melekler, Allah'ın elçileridirler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuş­tur:] "Melekleri elçiler yapan (Allahd hamdolsun)"(Fatır, 1)

"Allah, melekler içinden elçiler seçer"(Hacc, 75) ayetinin meleklerden sadece bir kısmının elçi olduğuna delalet ettiği söylenirse bunun cevabı şudur: Âyetteki harf-i cerri teb'îz (kısmîliği ifade etmek) için olmayıp beyan (açıklama) içindir.

2) Onlar, Allah'a yakındırlar. Bu yakınlığın mekan ve cihet itibarı ile olması imkansız olduğuna göre, geriye bunun şeref itibarı ile olması ihtimali kalır.

Cenab-ı Hakk'ın:

"Allah'ın yanında bulunanlar, Ona ibadetten büyüklenmezier"(Enbiya, 19); "Daha doğrusu onlar, ikrama nail olmuş şerefli kullardırlar"{Enbiya, 26) ve "Onlar gece gündüz Allah'ı  teşbih  ederler,   bunda  hiç gevşeklik göstermezler"(Enbiya, 20) ayetlerinde anlatılan budur.

3) Onların itaat ile vasfedilmeleri. Bu da birkaç bakımdandır.

a) Cenab-ı Allah, onlardan şöyle dediklerini nakleder:

"Biz, seni hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz"

(Bakara, 30). Bir başka ayette ise şöyle buyurulur:

"Bizler saf saf olanlarız, bizler Allah'ı teşbih edenleriz' (Saffat, 165). Cenab-ı Allah, bu hususta onları yalanlamamıştır. Böylece meleklerin sürekli ibadet ettikten sabit olmuştur.

b) Onların, Allah'ı ta'zim ederek, O'nun emrine hemen koşuvermeleridir. Bu, Cenab-ı Hakk'ın:

"Bunun üzerine, bütün melekler hemen secde ettiler"(Hicr, 30) ayetinin anlattığı haldir.

c)  Onlar, Allah'ın bir vahyi ve emri olmadıkça hiçbirşey yapmazlar. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Bunlar, sözleri ile asla Allah'ın önüne geçmezler. Onlar Allah'ın emri ile hareket ederler"{Enbiya, 27).

4) Onların kudret ile vasfed i I meleridir ki bu da birkaç yöndendir.

a) Sayılan sekiz olan Arş'ın taşıyıcıları Arşı ve Kürsi'yi taşırlar, sonra Arş'tan daha küçük olan Kürsi, yedi kat göğün tamamından daha büyüktür. Çünkü Cenab-ı Allah:

"Allah'ın Kürsî'sigökleri ve yeri kuşatmıştır"(Bakaia, 255) buyurmuştur. Buna göre.sen meleklerin nihayetsiz güç ve kuvvetine bak!..

b- Arş'ın yüksekliği vehimlerin ihata edemiyeceği bir şeydir. Buna Cenab-ı Allah'ın:

"Melekler ve rûh O'na mikdan ellibln sene olan bir günde akar/ar"(Meâric, 4) ayeti delalet eder. Sonra melekler, son derece güçlü oldukları için, oradan bir anda inebilirler.

c- Allah'ın;

"Sûra (birinci defa) üfürülünce, Allah'ın diledikleri hariç, birden göklerde vç yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra sûra ikinci kez üfürülür. O zaman bir de bakarsın ki, (ölüler) ayağa kalkmış, bakmıp duruyor/ar "(zümer, 68) ayetinde ifade ettiği gibi, sûrun sahibi olan İsrafil (a.s.) o kadar güçlüdür ki, sûra bir jflemesiyle göklerde ve yerde olan herkes ölür. İkinci bir üfleyişiyle de, herkes yeniden dirilir. Sen onun bu gücünün azametini var düşün!

d) Cebrail (a.s.) Lût kavminin dağlarını ve beldelerini bir defada yerinden sökebilecek bir kudrete sahiptir.

5) Meleklerin korku ile vasfedilmeleridir. Buna birçok husus delalet eder:

a) Onlar çok ibadet etmelerine ve kesinlikle küçük günahlara da yönelmemelerine rağmen, sanki ibadetleri bir günahmış gibi, korkar ve ürperirler. Bu hususta Cenab-ı Allah;

Kendilerine kahir olan Rablerinden korkarlar "(Nah, 50). ve: "Onlar Allah'ın korkusundan tirerler"(Enbiya, 28) buyurmuştur.

b) Bu, Allah'ın şu ayetinde anlatılan husustur: "Kalblerinden korku giderildiği zaman, "Rabbiniz ne buyurdu?" der. Onlar, "Hakkı" derler. O, çok yüce, çok büyüktür "(Sebe-, 23). Bu ayetin tefsirinde rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Hak vahyi bildirdiği zaman, onu semavat ehli, zincirin çıplak bir kayaya çarptığında çıkardığı ses gibi işitirler ve korkuya aüşerler. Vahiy sona erdiğinde, birbirlerine, "Rabbimiz ne dedi?" derler, Hak dedi, O yücedir, büyüktür" diye cevap verirler.

c) Beyhakî, "Şuabu'l-İman" da İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet fitti: "Resulullah (s.a.s.) bir yerde bulunuyordu; yanında da Cebrail (a.s.) vardı. Birden semanın ufku yanldı; Cebrail (a.s.) sinmeye ve küçülmeye başlayarak, ryice yere yapıştı. Derken, Hz.Peygamber'in önünde bir melek belirerek, şöyle dedi: Ey Muhammed, Rabbin sana selâm ediyor ve seni, melîk, yani hükümdar bir peygamber olmak ile insan bir peygamber olman arasında muhayyer bırakıyor. Peygamber {s.a.s.) etiyle, Cebrail (a.s.)'in mütevazı I iğ ine işaret ederek, "Anladım ki o, bana nasihat ediyor; bunun üzerine ben de, "kul olan bir peygamber olmayı tercih ederim" dedim. Bunun üzerine melek göğe yükseldi.. "Ey Cebrail, bu hususta sana sormak istedim, fakat senin, sana bunu sormaktan beni alıkoyan o halini gördüm.. Ey Cebrail, O kimdi? dedim. Cebrail, "O İsrafil idi; Allah onu yarattığı gün o Allah'ın huzurunda idi. O, bakışlarını yerden kaldıramaz. Çünkü, onunla alemlerin Rabbı arastnda yetmiş nur bulunmaktadır. O nurların her biri, kendisine yaklaşan her şeyi yakar. İsrafil (a.s.)'in önünde Levh-i Mahfuz bulunmaktadır. Cenab-ı Allah, gökteki veya yerdeki herhangi bir şey hakkında O'na izin verdiğinde, bu Levh, onun alnının hizasına kadar yükselir, o da Levh'a bakar; eğer bu benimle alakalı bir iş ise, onu bana emreder; Mikail (a.s) ile ilgili bir şey ise, O'na emreder; eğer ölüm meleğinin işi ise, ona emreder" dedi. Ben de "Ey Cebrail, senin işin neyle ilgilidir?" deyince, o "Rüzgarları ve orduları idare ederim" dedi. Mikail (a.s.)'in işi nedir? dedim, "Bitkileri idare eder" dedi. Ölüm meleğinin işi nedir? dedim, "Canlan alır; öyle sanıyorum ki, İsrafil ancak kıyamet için indi; bende müşahade etmiş olduğun o hal de, kıyametin kopmasından duyduğum korkudandır."

Meleklerin vasfı hususunda Allah'ın ve Resulullah'tn sözünden sonra, müminlerin emiri Ali (k.v)'nin sözünden daha yüce ve daha ulu bir söz yoktur. O, hutbelerinin birinde şöyle demektedir:" Sonra Cenab-ı Allah, yüce göklerin arasını ayırdı... Onları her çeşit meleklerle doldurdu... O meleklerden bir kısmı rükusuz secde etmektedirler; bir kısmı, doğrulmaksızın rükû etmektedirler, bir kısmı hiç yerlerinden ayrılmaksızın saf tutmaktadırlar, bir kısmı, uzanmaksızın Allah'ı teşbih etmektedirler. Onların ne gözleri uyur, ne akılları yanılır, ne bedenleri gevşer, ne de unutma gafletine düşerler!.. Onlardan kimi de, Allah'ın vahyinin eminleri, peygamberlerine konuşan diller, Allah'ın emri ve hükmüyle gelip giden meleklerdir. Kimi, Allah'ın kullarının muhafızları, cennet kapılarının bekçileridir. Kiminin ayaklan süfli yeryüzünde, boyunları ise en yüksek semaları delmiş, uzuvları mıntıkaları aşmış, omuzlan Arş'ın direklerine münasib, Allah'ın huzurunda bakışları eğik, onlarla Arş arasına izzet perdeleri ve kudret örtüleri çekilmiş olduğu hatde, onlar kanatlarıyla örtünürler, Rablerini tasvir etme vehmine düşmezler, Allah'a mahlûkatın sıfatlarını vermezler. O'nu ne mekanlarla sınırlar, ne de O'na nazirelerle işarette bulunurlar. [69]

 

Allah İnsanı Yaratacağını Hangi Meleklere Bildirdi?           Başa Dön

 

Alimler, Cenab-t Hakk'ın: "Hani  Rabbin   meleklere,   "muhakkak   ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım "(Bakara, 30) sözündeki meleklerden muradın, bütün melekler mi yoksa meleklerin bir kısmı mı olduğu hususunda ihtilaf ettiler. Dahhak'ın İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre Allah Teala bu sözü, İblisle beraber çarpışan meleklere söylemiştir. Çünkü Altahu Teala, cinleri yeryüzünde yerleştirip, onlar orada fesat çıkardıkları, kan döküp birbirlerini öldürdükleri zaman, meleklerden bir ordu ile birlikte İblis'i oraya gönderdi. İblis ordusu ile birlikte onları öldürüp, kalanları da yerden, deniz adalarına sürdü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, o meleklere şöyle dedi: Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." Sahabe ve Tabiinin çoğunluğu ise Allah Teata'nın, bu sözü, bir tahsis yapmaksızın bir gurup meleğe söylediğini; çünkü (melâike) lafzının umum ifade ettiğini, tahsiste bulunmanın ise aslın hilafına olduğunu söylerler. [70]

 

Altıncı Mesele    

 

kelimesi iki meful alan (yaptı, kıldı) fiilinde ism-i fail olup mübteda ve haberin başına gelmiştir.

Burada mübteda ve haber ise  lafızları olup, bunlar aynı zamanda ism-i failin iki mefûlüdürler. Bunun manası ise, "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım, yaratacağım, varedeceğim "dir. [71]

 

Yedinci Mesele    

 

Âyetin zahirine göre, ayette geçen keltmesinden murad, doğudan-batıya bütün yeryüzüdür. Abdurrahman b. Sabit, Hz.Peygamber (s.a.s)'ın

şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Yeryüzü Mekke'den başlanarak genişletildi. Melekler Beytullah't tavaf ederlerdi. Onlar Kabe'yi ilk tavaf edenlerdir. Bu Beytullah, Cenab-ı Allah'ın "Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım" ayetinde sözü geçen, "yeryüzü"nde idi. "Birincisi ayetin zahirine daha yakındır. [72]

 

Halife ve Hilafet

 

"Halife", başkasının yerine geçen, başkasının yerini alan kimseye denilir. Hak Teala şöyle buyur­muştur: "Sonra biz sizi yeryüzüne halifeler yaptık "(Yunus 14), "Hatırlayınız, sizi halifeler yapmıştık" (Araf ,69). "Halife" ile kimin kastedildi­ğine gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu Adem (a.s.)'dir. Cenab-ı Hakk'ın:

"Sen orada, bozgunculuk yapacak birisini mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) sözünden murad ise Adem (a.s.) olmayıp, zürriyetidir.

b) Halifeden murad, Adem (a.s.)'ın zürriyetidir.

Buradaki "halife"den muradın Hz.Adem olduğunu söyleyenler ise, Cenab-ı Hakk'ın Adem (a.s.)'i niçin "halife" diye isimlendirdiği hususunda ihtilaf etmişler ve bu hususta iki görüş zikretmişlerdir:

a) Cenab-ı Hak cinleri yeryüzünden sürüp, Adem (a.s.)'i yeryüzünde iskan edince, Adem (a.s.) kentlisinden önceki bu cinlerin halefi, halifesi olmuştur. Bu görüş, İbn Abbas'tan rivayet edilmektedir.

b) Allahu Teala Adem (a.s.)'i halife diye isimlendirmiştir. Çünkü Adem (a.s), Allah'ın mükellef kulları arasında hükmetme hususunda Allah'ın halifesidir. Bu görüş ise, İbn Mesûd, İbn Abbas ve Suddî'den rivayet edilmekte olup, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Muhakkak ki biz seni yeryüzünde halife yaptık; öyleyse sen, insanlar arasında hak ile hükmet"(Saü, 26) ayetiyle de te'kid edilmektedir.

"Halife" den muradın Hz.Adem'in zürriyeti olduğunu söyleyenler ise şunu söylemektedirler: Allah onları, onlar birbirlerinin yerlerine geçtikleri için, halife olarak isimlendirmiştir. Bu, Hasan Basrî'nin görüşüdür.

Cenab-ı Hakk'ın:

"Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, O Allah'tır. (En’ am, 165) ayeti bu görüşü takviye etmektedir. Buna göre (Halîfe) kelimesi, müzekker ve müennes için olduğu gibi, müfred ve çoğul manada da kullanılabilen bir kelimedir. Bir kıraatte ise, kâf ile (yaratılmış) şeklinde okunmuştur. [73]

 

Allah'ın Meleklere Sormasının Manası           Başa Dön

 

Eğer, "Cenab-ı Allah meşverette bulunmaya muhtaç bulunmaktan münezzeh olduğu halde, meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demesinin faydası nedir?

Buna iki yönden cevap verilir:

1) Cenab-ı Allah, onların bu sırra muttali oldukları zaman, kendisine bu soruyu soracaklarını biliyordu. Maslahat, meleklerin bu cevabı ihata etmelerini gerektirdiği için, onlar bu suali sorup da bu cevabı duysunlar diye, onlara bu vakıayı tarif etti, öğretti.

2) Hak Teala,bununla kullarına müşaverede bulunmayı öğretmiştir. Allahu Teâlâ'nın,

"Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, yerde, orada bozgunculuk edip, kanlar dökecek bir varlık mı yaratacaksın?" demişlerdi. Allah da, "Ben, sizin bilemeyeceklerinizi bilirim" buyurmuştu" (Bakara, 30) ayetine gelince, bu ayetle ilgili birçok mesele vardır. [74]

 

Melâike'nin Günahsızlığı

 

Din   alimlerinin   büyük  çoğunluğu,   meleklerin   hepsinin   bütün  günahlardan   masum   olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Haşeviyyeden bazıları bu görüşe karşı çıkmışlardır.

Bizim, meleklerin ma'sumiyetini isbat edecek birçok delilimiz vardır.

1) Allah'u Teala şöyle buyuruyor:

"Allah'ın onlara emrettiği şeye isyan etmezler ve emrolunduklannı yaparlar"(Tahrim, 6). Fakat, şu kadar var ki, bu ayet cehennem melekleriyle Eğitidir. Biz, bütün meleklere delalet eden bir ayet bulmak istersek, Cenab-ı Hakk'ın şu ayetine sarılırız:

Onlar, kendilerine hükmeden Bablerinden korkarlar ve emrolunduklan şeyi yaparlar"iHah\. 50) Bu ayetteki, "emrolunduklan şeyi yaparlar" ifadesi, emredilen şeylerin tamamını yapmayı, nehyedilenleri de terketmeyi kapsamaktadır; çünkü bir şeyi yapmaktan nehyedilen kimse, onu terkle emredilmiş demektir. Eğer, "emrolunduklan şeyi yaparlar" ifadesinin umumu fade ettiğine delil nedir?" denilirse, biz de deriz ki, emredilen her şeyden stisna yapmak uygundur. İstisna ise, şayet kendisi olmasaydı söze dahil acak olan kısmı, hükmün dışında bırakır. Nitekim, biz bunu fıkıh usulüne öair eserimizde açıklamıştık.

2) Cenab-ı Hak:

"Daha doğrusu onlar, ikrama nail olmuş kullardır; hiçbir sözle Allah'ın önüne geçmezler ve onlar Allah 'm emriyle hareket ederler"{Enbiya, 26} buyurmuştur. Bu ayet, meleklerin günahlardan uzak oldukları ve bütün işlerde ancak vahiy ve emr-i ilahiyi beklediklerini gösterir.

3) Cenab-ı Allah, meleklerin, insanları günahlarından dolayı kınamakta olduklarını nakletmektedir. Şayet melekler, asi ve günahkâr varlıklar olsalardı, onların böyle bir kınamada bulunmaları doğru olmazdı.

4) Cenab-ı Allah, meleklerin gece-gündüz bıkıp usanmadan tesbihatta bulunduklarını anlatmaktadır. Böyle olan varlıklardan bir günahın sadır olması imkansızdır.

Bu görüşlere muhalif olanlarsa, birkaç yönden buna karşı delil getirmişlerdir.

1) Cenab-ı Allah onların şöyle dediklerini aktarmaktadır:

"Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, sen yerde, orada bozgunculuk edip kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın?"'{Bakara, 301B11 ayet, onlardan günahın sadır olmasını gerektirmektedir. Ayet, bu hususu birkaç yönden göstermektedir.

a) Onların, "Orada yaratacak mısın?" demeleri, Allahu Teala'ya karşı bir itirazdır; bu ise, en büyük günahlardandır.

2) Onlar,  insanoğlunu bozgunculuk yapmak ve adam öldürmek hususlarında kınamaktadırlar. Bu gıybettir. Gıybet ise, büyük günahlardandır.

3) Onlar, insanoğlunu kınadıktan sonra; "Biz seni hamdinle teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" sözüyle de

kendilerini övüyorlar ve: "Bizleriz biz, saf saf dizilenler; bizleriz biz, teşbih edenler"(Saffât, 165-166) diyorlar. Bu, "hasr" ifade eder. Böylece onlar bununla, adeta başkasının bu şekilde olamıyacağını söylemiş oluyortar. Bu ise, kendini beğenmeye (ucube) ve gıybete benzemektedir. Kendini beğenmek, helak edici günahlar

cümlesindendir. Hz. Peygambef(s.a.s.) Üç şey vardır ki, helak eder"[75] buyurmuş, bunlar arasında, kişinin kendisini beğenmesini (ucub) de zikretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak; "Kendinizi tezkiye etmeyin. "(Necm, 32) buyurmuştur.

4) Meleklerin "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yok" sözleri ise, bir özür dilemeye benzemektedir. Şayet daha önce bir günah bulunmamış olsaydı, onlar özür dilemekle meşgul olmazlardı.

5) Cenab-ı Hakk'ın: "Eğer doğru sözlü iseniz, bunların isimlerini bana haber veriniz. "(Bakara, 31) sözü, onların, daha önce söylemiş oldukları şeyler hususunda yalancı olduklarına delalet eder.

6) "Ben size, "ben göklerin ve yerin gayblerini bilirim. Ve, sizin açığa vurduğunuzu da, gizlediklenizi de bilirim" demedim mi?"(Bakara, 33) ayeti, meleklerin bu hadiseden önce, bunu bilmediklerine ve Cenab-ı Hakk'ın herşeyi bildiği hususunda şüpheye düşmüş olduklarına delalet eder.

7) Meleklerin,   insanların   bozgunculuk  yapıp  kan   dökecekleri hususundaki bilgilen, ya bu hususta onlara verilen vahiyle meydana gelmiştir ya da onlar bunu istidlal ile söylemektedir. Birincisi, uzak bir ihtimaldir, çünkü Cenab-ı Allah bunu onlara vahyetmiş olsaydı, bu sözü tekrarlamanın hiçbir faydası olmazdı. Böylece sabit oluyor ki, onlar bu sözü kendi istidlallerine ve zanlarına dayanarak söylemişlerdir. Oysa ki, zan yoluyla başkasını ta'n etmek, "Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme" (Isra, 96), ve "Mu­hakkak ki zan,    gerçek konusunda hiçbir şey ifade etmez"   (Necm, 28) ayetlerinden ötürü, caiz değildir.

8) İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir. Allah'u Teala, İblis'in cinlerle savaşan ordusundaki  meleklere,  "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Melekler de, Cenab-f Allah'a cevaben, "Orada, bozgunculuk edip kan dökecek kimseler mi yaratacaksın?" demişler, sonra Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerine kızdığını anlayınca, "Ey Rab­bimiz. seni tenzih ederiz, senin bildirdiklerin dışında bizim hiçbir bilgimiz yokrur"demişlerdir. Hasanü'l-Basrî ve Katade'den rivayet edildiğine göre Cenab-ı Allan.  Hz.Adem (a.s.)'i yaratmaya başladığı zaman melekler aralarında fısıldaşarak, "Rabbimiz ne yaratmayı dilerse dilesin, biz onun yaratacağından daha büyük ve daha şerefli oluruz" demişlerdi. Allah Teala hz.Adem'i yaratıp, onu meleklerden daha faziletli kıldı ve;

"Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip: "Haydi bunları adlarıyla birlikte bana haber verin, eğer, (Benim yarattığım herşeyden daha efdal olduğunuzu söylemenizde) doğru  iseniz..."(Bakara, 31). Bunun üzerine melekler korkarak tevbeye başvurup:  'Ey Rabbimiz sent tenzih ederiz. Bizim senin bildirdiklerin dışında hiçbir ilmimiz yoktur" dediler"(Bakara. 32). Bazı rivayetlerde "Melekler, "yeryüzünde yaratacak mısın?" dediklerinde, Allah onlara bir ateş gönderip onları yaktı" diye geçmiştir. [76]

 

Hârut ve Marut Kıssası           Başa Dön

 

İkinci şüphe: Meleklerin masum olduğuna inanmayanlar, Harut ve Marut kıssasına sarılmış ve bunların iki melek olduğunu söyleyip şunu iddia etmişlerdir: Bu iki melek yeryüzündeki günahkar insanların yaptıklarına bakınca, onların bu hallerini yadırgamış, gözlerinde büyütmüş ve yeryüzü halkına beddua etmişler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara "Ademoğlunu imtihana tabi tuttuğum şehvetle sizi de imtihan etmiş olsaydım, siz de asi olurdunuz " diye vahyetmiş. O iki melek de "Ey Rabbimiz, bizi imtihan etsen de biz günahkâr olmayız. İstersen bizi bir dene" dediler. Bunun üzerine Allah, onları yeryüzüne indirip, ademoğluna verdiği şehveti onlara da vererek denedi. Onlar yeryüzünde bir müddet kaldılar. Allah, Zühre adındaki yıldız ile, onunla görevli meleğe emretti de onlar yeryüzüne iniverdiler. Böylece Zühre kadın; o melek ise bir adam şekline girdi. Sonra Zühre kendisine bir ev edinip, kendisini süsledi ve o iki meleği kendisine davet etti. Görevli melek, onun evinde bir put gibi dikildi. Harut ile Marut kadının evine geldiler ve kadını fuhşa davet ettiler. Kadın ise, onlar içki içmedikçe bu işin olamayacağını söyleyip diretince, melekler, "Biz içki içmeyiz" dediler. Sonra şehvet meleklere baskın çıkınca içkiyi içtiler, sonra onu yine fuhşa davet ettiler. Bunun üzerine Zühre, "Bir iş daha var ki, onu yapmazsanız, benimle olamazsınız" dedi. "O iş nedir?" dediler. "Şu puta secde edecekisiniz" dedi. Bunun üzerine onlar, "Biz Allah'a şirk koşmayız " dediler. Sonra şehvet onlara galib gelerek, "Biz yaparız, sonra da istiğfar ederiz" dediler ve böylece puta da secde ettiler. Bu durum üzerine hem Zühre, hem de put haline gelmiş olan melek gökteki yerlerine yükseldiler. Harut ile Marut da, âdemoğullarım günahlarından dolayı ayıpladıkları için bu işin başlarına geldiğini anlamış oldular.

Diğer bir rivayette ise, Zühre yeryüzündeki insanlardan zinakâr bir kadın idi. Harut ve Marut içki içerek bir adam öldürüp, puta secde ettikten ve kendisini söyleyerek gökyüzüne çıktıkları İsm-i A'zam'ı kadına öğrettikten sonra onunla zina ettiler. Bunun üzerine kadın İsm-i A'zam'ı söyleyerek gökyüzüne yükseldi ve Allah onun şeklini değiştirip, Zühre adında yıldız haline getirdi. Sonra Harut ve Marufa Allah Teala, işledikleri şeyin çirkinliğini bildirerek, ahirette olacak azab ile dünyada olacak azab arasında muhayyer bıraktı. Onlar dünya azabını tercih ettiler. Bundan dolayı Allah Teala, onları Bâbil'de bir kuyuda baş aşağı asılmış, insanlara büyü ve sihir öğretip, ona davet eder durumda kıldı. Onları ancak hususi olarak sihri öğrenmek maksadıyla o yere giden kimseler görebilir. Meleklerin masum olduğunu kabul etmeyenler, bu hususta Cenab-ı Hakk'ın "Onlar, şeytanların Süleyman 'm mülkü aleyhine uydurup takîb ettikleri şeylere (yalanlara) uydular"(Bakara, loaı ayetini ile delil getirdiler.

Üçüncü şüphe: İblis, mukarreb meleklerdendi. Sonra Allah'a isyan edip kâfir oldu. Bu da, meleklerden günahın çıkabileceğini gösterir.

Dördüncü şüphe: Cenab-ı Allah: "Biz cehennem ashabını (bekçilerini) meleklerden başkası yapmadik"{Mûddessir, 31) ayetidir. Bu ayet, meleklerin de azab olunacağını gösterir. Çünkü cehennem ashabı (ehli) ancak orada azab olunan kimselerdir. Nitekim Cenab-ı Hak:   .

"İşte onlar cehennem ashabıdır. Onlar orada ebedi kalacaklar "(Bakara, 81) buyurmuştur. [77]

 

Müfessir Râzî (r.a.)'nin Bu Şüphelere Karşı Cevapları

 

Birinci şüpheye şöyle diyerek cevap verilir: Onların birinci izahları ki buna göre "Melekler Allah'a itiraz etmişlerdir, bu ise günahların en büyüklerindendir" iddialarıdır. Biz buna karşı şöyle deriz: Meleklerin bu sorudanjmaksatları, Allah'ın -haşa- farkında olmadığı bir şeye dikkat çekme değildir. Çünkü Allah hakkında böyle bir inanışta olan kimse kâfirdir. Yine bu sorudan meleklerin maksadı, Allah'ın yaptığı bir işi yadırgama değildir. Aksine bu sorunun maksadı şunları belirtmektir:

a) İnsan, başkasının hikmetine kesinkes inanır ve sonra onun, kendisindeki hikmete vakıf olamadığı bir fiili yaptığını görür ve ona, sanki onun hikmetinin ve ilminin tamlığından taaccüb ederek "Bunu sen mi yapıyorsun?" der ve şöyle devam eder: "Fesat çıkaran kimseye şu nimetleri vermek, ne gibi bir hikmet ihtiva ettiğine akılların erişemeyeceği işlerdendir. Sen bunu yaptığın zaman, ben biliyorum ki sen bunu, ancak senin bildiğin iyice gizli bir sırdan ve bir incelikten ötürü yapıyorsun. Hikmetin ne kadar büyük, ilmin ne kadar yücedir!" Buna göre netice olarak diyebiliriz ki Cenab-ı Hakk'ın: "O yerde, fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın " {Bakara, 30) ayeti, Allah'ın ilminin kemali ve hikmetinin bütün akıllılara kapalı olan şeyleri ihata ettiği hususunda bir taaccübtür.

b) Cevap istemek için, bir müşkili ifade etmek mahzurlu değildir. Sanki o melekler: "Yâ Râb! sen hakim olan ve kesinlikle akılsızca bir iş yapmayan bir zatsın. Biz örfte, sefih olan kimsenin sefihliğine imkan vermenin sefihtik olduğunu biliyoruz. Sen, hallerinin böyle olacağını bildiğin halde, yeryüzünde bozgunculuk yapıp kan akıtacak bir varlık yarattığında, sen onları yaratmış, onlara imkan vermiş ve onları bundan menetmemiş olursun. Bu ise sefehliği vehmettirir. Halbuki sen hakîm-i mutlaksın. Bu işi hikmetle bağdaştırmak nasıl mümkün oluyor?" demişlerdir. Buna göre sanki melekler, bir cevab almak için bu soruyu sormuşlardır.

Bu, aynı zamanda, "Ayet, meleklerin, Allah Teala'dan kabin bir işin çıkmasını mümkün görmediklerine delalet eder" diyen Mû'tezile'nin verdiği cevabtır. Kendilerine Ehl-i Adi (adalet ehli) diyen bunlar şöyle demişlerdir: Bu cevabı, iki şey kuvvetlendirir:

1)  Melekler, bozguncuuk yapmayı ve kan akıtmayı yaratana değil mahlûka (insana) nisbet etmişlerdir.

2)  Onların "Biz, sent hamdtnle teşbih eder ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) demiş olmalarıdır. Çünkü teşbih, Cenab-ı Allah'ın zatını, cisim­lerin sıfatından tenzih etmek; takdis ise O'nun fiillerini zem ve sefihtik sıfat­larından tenzih etmektir.

c) Serler, her nekadar yeryüzünün terkibinde mevcud ise de, ancak yeryüzünün hayırlarının levazımından {ayrılmaz parçalan) dır. Bu hayırlı işlerin hayır tarafları, şerli taraflarına galibtir. Ufacık bir serden ötürü büyük bir hayrı terketmek, büyük bir şer olur. İşte bundan ötürü melekler, sözlerinde bu serleri zikretmişlerdir. Böylece de Cenab-ı Hak onlara:

"Ben muhakkak ki sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" (Bakara, 30) diye cevap vermiştir. Yani: Bu yeryüzü aleminin terkibinde meydana gelecek hayırlar, serlerden daha çoktur. Allah'ın hikmeti ise, hali böyle olan alemi bırakmayı değil yaratmayı gerektirir. İşte bu feylesofların cevabıdır.

d- Meleklerin bu sorusu, Allah'a ta'zim babında mübalağa tarzında olmuştur. Çünkü Mevlâsını çok seven ve ona son derece bağlı olan kul, O'na isyan edecek bir kulun bulunmasını kabul edemez.

e) Meleklerin "O (yerde) bozgunculuk yapıp kan dökecek kimseler mi yaratacaksın?" demeleri, Cenab-ı Allah'dan, yeryüzünün tamamını veya bir kısmını, eğer bu iyi bir şey olacaksa, kendilerine vermesini istemeleridir. Sanki onlar, bununla şöyle demektedirler: "Yâ Rabb! Yeri bize ver, onlara değil!' Nitekim Hz.Musa (a.s.) şöyle demiştir:

'İçimizdeki sefihlerin (akılsızların) yaptıkları şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?''(Araf, 155) Bu, "Bizi helak etme " demektir.

Bu manada Cenab-ı Allah: "Ben muhakkak ki, sizin iyiliğinize ve yeryüzünde yarattığım şu insanların iyiliğine olan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" buyurmuş ve böylece her gurubun, kendisi için seçtiği şeye razı olduğunu ve dinleri hususunda uygun olan şeyi bildiği için, gökyüzünü özellikle meleklere, yeryüzünü de insanlara verdiğini açıkladı.

f) Melekler, bu sözleri ile, fesad çıkarmalarına ve kan akıtmalarına rağmen insanların yaratılmasındaki hikmeti öğrenmek istemişlerdir.

g) Kaffâl şöyte demiştir: Cenab-ı Hak, meleklere, yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağını bildirince, onların. "Bunu yapacaksın?" manasına demiş olmaları da muhtemeldir. Bu, soru yerine kullanılan müsbet bir ifadedir. Nitekim şair Cerîr şöyle demiştir:

"Siz binitlere binenlerin en hayırlısı ve sıkıntı içinde olanlara insanların en cömerdisiniz." "Yani böylesiniz" demektir. Eğer bu bir soru olsaydı, övgü olamazdı.

Sonra melekler: "Sen bu işi yapacaksın. Bununla beraber, senin sadece doğru ve hikmetli yaptığını bildiğimiz için seni hamdfnle teşbih ve takdis ederiz" dediler. Melekler bunu söyleyince Hak Teala onlara "Ben, muhakkak ki sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" dedi. Bununla O, sanki: "AHah en iyi bilir. Bu işi hikmetime zarar veren bir şey saymamakla pek güzel yaptınız. Çünkü ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Siz, onların zahiriertolan fesad ve katilliği gördünüz. Onların batınlarını bilemediniz. Ben ise onların hem zahirlerini hem batınlarını (içlerindeki şeyleri) bilirim. Böylece ben onların yaratılmasını gerektiren, batınlanndaki gizli sırları ve yüce hikmetleri bilirim" buyurdu.

Birinci şüphenin ikinci vechi ki bu meleklerin insanları, yakışık almayan bir şekilde, yani gıybet ederek anmalarıdır. Bunun cevabı şöyledir: İnsanoğlunun yaratılmasındaki müşkil olan nokta, onların yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve kan akıtmaya yönelmiş olmalarıdır. Soru sormak isteyen kimsenin, başkasına değil de bu müşkillik arzeden noktaya değinmesi gerekir. İşte bu sebebten ötürü melekler sorularında, insanın bu iki sıfatını zikretmiş, onların ibadet ve tevhidlerinden bahsetmemişlerdir. Çünkü bunlar müşkillik arzeden nokta değildir.

Üçüncü vecih ki o, meleklerin kendilerini övmeleridir. Bu ise kendini beğenme ve nefsini tezkiyeyi (temiz görmeyi ifade eder.

Buna cevabımız şudur: Nefsi övmek, mutlak manada yasaklanmamıştır.Çünkü Cenab-ı Hak  "Rabbinin nimetine

gelince, ondan bahset. "(Duha. 11) buyurmuştur. Yine meleklerin sözlerinden maksadlarının, kendilerini övme olmaması da muhte­meldir. Bundan maksadları, "Ey Rabbimiz, senin hikmetini tenkid maksadı ile bu soruyu sormuş değiliz. Çünkü biz, seni hamdinle teşbih ediyor ve senin ilah olduğunu ve hikmetini itiraf ediyoruz." şeklinde bir açıklamadır. Böylece meleklerin sanki bu sözlerinden maksadları, hikmet ve uluhiyet konusunda ta'netmek için olmayıp, hikmet vechinin genişçe açıklanmasıdır. Dördüncü vecih ki bu onların, mutlaka hir nünahın msvdana geldiğini ve bunun özür beyanını ifade eden "Bizim, senin bize Öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. "(Bakara, 32) sözleridir. Biz buna karşı deriz ki: Meleklere yakışan böyle bir soru sormamaları idi. Onlar kendilerine yakışanı terkedince, bu özür, evla olanı yapmamaktan dolayı beyan edilen bir özür olur. Şayet "Allah Teala, "(O melekler) sözleriyle asla O (Allah'ın) önüne geçmezler"(Enbiya, 27) buyurmadı mı, bu sebeble, böyle bir sorunun Allah'ın İzni ile olması gerekir. Onlara, böyle bir soru hususunda izin verilince, onlar nasıl böyle bir sorudan dolayı özür beyan etmişlerdir?" denilirse, deriz ki: Umumi bir ifadeye bazan tahsis arız olabilir.

Beşinci vecih ki bu, meleklerin, insanların fesad çıkarıp kan dökeceğini haber vermeleridir. Bu ise ya onlara vahiyle bildirilmiştir yahut da onlar bunu istidlal ederek söylemişlerdir. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir: Kimi alimler "Onlar bunu zanlarına dayanarak söylemişlerdir" demişlerdir. Bu görüşün iki şekli vardır: İlki İbn Abbas ve Kelbi'den rivayet edilen şeklidir. Buna göre, melekler, Adem (a.s.)'den önce yeryüzünde bulunan (ve fesad çıkaran) cinlerin haline kıyas ederek, bunu söylemişlerdir.

İkincisi: O melekler, Adem (a.s.)'in yaratılışını, insanın mutlaka şu dört karışımdan mürekkeb oluşunu, insanın terkibinde bulunan şehvetten fesadın, gazabtan da kan dökmenin çıktığını biliyorlardı.

Bazı alimler, meleklerin bunu, yakînî olarak bildikleri için söyledikleri görüşündedirler. Bu görüş İbn Mes'ud ve sahabeden bazılarından rivayet edilmiştir.

Sonra bu görüşün de farklı şekilleri vardır.

1) Cenab-ı Allah, meleklere "Ben, muhakkak yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağım" dediği zaman melekler: "Ey Rabbimiz, bu halife ne olacak? diye sordular. Cenab-ı Allah da: "Onun bir nesli olacak. Onlar yeryüzünde fesat çıkaracak,  birbirlerine hased edecek ve birbirlerini öldürecekler" buyurdu. Bunun üzerine melekler: "Ey Rabbimiz orada fesat çıkarıp kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?" dediler.

2) Cenab-ı Hak, meleklere, yeryüzünde kalabalık halk bulunduğu zaman, orada fesat çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmişti.

3) İbn Zeyd şöyle demiştir: Cenab-ı Allah cehennemi yarattığı zaman, melekler çok korktular ve "Ey Rabbimiz, bu ateşi kimin için yarattın?" dediler. Cenab-ı Allah "Mahlûkatımdan bana asi olanlar için..?" cevabını verdi. Halbuki o günde meleklerden başka mahlukat yoktu ve yeryüzünde de hiçbir yaratık   bulunmuyordu.   Cenab-ı   Hak,   "Ben,   yeryüzünde   bir  halife yaratacağım" dediği zaman ..melekler günahın onlardan çıkacağını anladılar.

4) Kader Kalem'i, Levh-i Mahfuza kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yazdığı için, belki melekler Levh'de yazılı olanlara muttali olup, bu durumu böylece öğrendiler.

5) "Halife"nin manası "hükmetme ve hüküm verme hnususunda Allah'a vekil olan" olduğundan; hâkim ile kadıya ancak nizalaşma ve insanların birbirine zulmetmesi esnasında ihtiyaç olduğu için, halifenin olacağını bildirmek, birbirini gerektirme yolu ile, fesad ve şerrin oiacağır haber vermek manasına gelir.

Tahkik ehli alimler, "meleklerin bu sözünün sadece onların zannına dayandığı" görüşünün batıl olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, kişinin yalancı çıkmasından emin olmayacağı bir şeyle başkasını tenkid etmesidir. Bu ise meleklerin ismetlerine (günahtan uzak oluşlarına) ve temizliklerine aykırıdır.

Altınca veçhe gelince ki bu alimlerin zikrettikleri haberlerdir. Bunlar ahad rivayetlerdir. Dolayısıyla zikrettiğimiz delillerle tezad teşkil etmez.

İkinci şüpheye gelince -ki bu Harut ve Marut kıssasıdır.- Buna cevabımız şöyledir: Onların anlattıkları bu kıssa birçok yönden asılsızdır:

1) Onlar kıssalarında, Cenab-ı Allah'ın Harut ve Marufa "Eğer.sizi âdemoğlunu imtihan ettiğim şeyle imtihan etseydim, siz de bana asi olurdunuz" dediğini, bunun üzerine onların: "Ey Rabbimiz, eğer bizi böyle imtihan etsen bile, biz sana isyan etmezdik" dediklerini rivayet etmişlerdir. Bu ifade onların Allah'ı yalanlamaları ve cahil kabul etmeleri manasına gelir ki bu apaçık bir küfürdür. Haşeviyye bile, o iki meleğin yeryüzüne inmezden önce masum olduklarını kabul etmişlerdir.

2) Anlatılan bu kıssada, onların dünya azabı ile ahiret azabı arasında muhayyer bırakıldıklarından bahsedilmiştir ki bu asılsızdır. Aksine evla olan onların tevbe ile azab arasında muhayyer bırakılmış olmalarıydı. Çünkü Allah Teala, ömür boyu müşrik olup, peygamberlerine olmadık eziyetleri yapanları bile tevbe ile azabtan birini seçmede serbest bırakmıştır.

3) Yine anlatılan kıssada, onların, azab edildikleri durumda bile sihri öğrettikleri; cezalandırıldıkları halde hâlâ günaha davet ettikleri yer almıştır.

4) Zinakâr bir kadının, zma yaptığı için gökyüzüne yükselmesi ve onu Cenab-ı Hakk'ın kendisine yemin edecek kadar şereflendirdiği aydınlatıcı bir yıldız kılması nasıl düşünülebilir. Nitekim Cenab-ı Allah: Hayır (sizin dediğiniz gibi değil), o geceleri geri dönen, akıp akıp yuvalarına giden yıldızlara andederim"(Tekvir, 15-16) diye onlara yemin etmiştir. Bu kıssa her akl-ı selimin, son derece zayıf olduğuna şehadet edeceği bozuk bir kıssadır. Sihri öğretmeleri ile ilgili izahımız, inşaallah o ayetin (Bakara, 103) tefsirinde gelecektir.

Üçüncü  şüpheye  gelince,   İblisin   meleklerden  olmadığını   ileride anlatacağız.

Dördüncü şüphe ki bu "Biz cehennem ashabını (bekçilerini), meleklerden başkası yapmadık"(Müdessir, 31)ayeti ile ilgili husustur. Bu ayet, onların cehennemde azab olunduklarını göstermez,   "işte bunlar cehennem ashabıdır ve onlar orada ebedi kalacaklar"Çakara, ei) ayeti ile de tek başına, onların cehennemde azab olunduklarına delil getirilemez. Bu husus tam aksine bir başka delille bilinmektedir. Buna göre, âyeti ile Cenab-ı Hak, cehennemin bekçilerini ve orada tasarruf sahibi olup Allah'ın emirlerini icra eden melekleri kastetmiştir. Allah en iyi bilendir. [78]

 

Meleklerin Şer İşlemeleri Mümkün müdür?           Başa Dön

 

Âlimler, meleklerin günah ve serlere kadir olup olmadıkları hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre felsefecilerin ve Cebrilerin çoğu:  "Onlar sırf hayırlı varlıklardır. Onların şerre ve fesada kesinlikle kudretleri               yoktur derler.

Mu'tezilevefakihlerinçoğu ise:"Melekter ayrada errede kadirdirler" demişler ve buna birçok deliller getirmişlerdir:

a) Meleklerin demeleri ya günah olur veya, evla olanı terketme olur. Her iki durum da bize delildir.

b) Cenab-ıAllah O (meleklerden) kim: "Ben de Allah'tan başka bir Tanrıyım" derse, onu cehennemle cezalandırırız "(Enbiya, 29) buyurmuştur. Bu ayet meleklere de yasak konulmuş olduğunu ifade eder.

Keza, Allah  "Onlar (Allah'a) ibadetten asla k!birlenmezler"(Enbiya. 19) buyurmuştur. Kibirlenmemeden dolayı övme, ancak o varlık kibirlenme gücüne sahib olduğu zaman mümkün olur.

c) Şayet o melekler, hayırları yapmamaya kadir olmasalardı, o hayırları yapmalarından dolayt medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi yapmaya meıcbur olan ve bir şeyi yapmamaya güç yetiremeyen kimse, o şeyi yapmasından dolayı övgüye layık olmaz. Şüphesiz Mu'tezile'den biri de bunu delil getirmişti. Ben de ona "(Size göre) mükafat ve sevab vermek Allah'a vacib değil midir? Bunun vacib olmasının manası şudur: Şayet Cenab-ı Hak, o mükafaatı vermezse, onu vermeyişinden dolayı ya Allah'ın cehaleti veya başkasına muhtaç olması gerekir ki bu ikisi de imkansızdır. Muhale (imkansız) götüren de muhaldir. O halde Allah'ın sevab vermemesi Allah için muhaldir. Bu muhal olunca, Allah'ın vermesi vacib olur. Böylece Allah sevabın faili olur. Bu sebeble Allah'ın sevab vermesi vacib, onu vermemesi imkansızdır. Halbuki Cenab-ı Allah sevab verdiği için Övülür. Böylece bir işi yapmamanın medhin meydana gelmesine zarar vermeyeceği ortaya çıkar" dedim adamın sesi soluğu kesildi ve cevab veremedi. [79]

 

Teşbih

 

deki vav, vav-ı haliyedir. Nitekim senin "Ben iyiliğe daha layık iken sen falancaya mı iyilik yapıyorsun" demen

gibi. "Teşbih", Allah'ı kötü ve çirkin vasıflardan uzak tutmadır. "Takdis" de böyledir. Bu ifadeler, suda yüzüp uzaklaştığı zaman Suda yüzüp uzaklaştı yerde uzaklaştı "denmesindenalınmiştır.Bil ki eğer uzaklaştırma ile kötü vasıflardan uzaklaştırma murad edilirse bu tesbihdir,hayırlardan uzaklaştırma murad edilirse bu lanettir. Biz deriz ki kötü vasıflardan uzaklaştırma, ifadesine, Cenab-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından kötülüklerden uzaklaştırma dahildir. Zatı bakımından, kötülükten tenzih etmeye gelince bu, Zat-ı İlahi'nin imkana mahal olmamasıdır. Çünkü O'nun zatını kötülükten ve imkandan yani ademden menetmek ve "mümkün olma" vasfını O'ndan nefyetmek "kesretin" yokluğunu gerektirir. Kesretin yokluğu da cisimlik ve arazlık sıfatlarının yokluğunu; O'nun eşi benzeri olmadığını, mutlak vahdetini ve zatı itibarı ile vacib oluşunu ifade eder. Sıfatları bakımından Allah'ı kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu O'nun cehaletten münezzeh olması, hortürlü malûmatı çepeçevre kuşatması, güç yetirilecek herşeye kadir oluşu, sıfatlarının her türlü değişikliklerden uzak olması demektir. O'nu fiilleri bakımından kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu, O'nun fiillerinin menfaat elde etmek ve zararları gidermek için olması, fiillerinin kamil olmak için başka birşeye muhtaç olmaması, fiillerinin tam olması, her türlü mevcudat ve ma'dumattan müstağni olması ve hertürlü mevcudatı ve ma'dumatı (yoklukları) yok etme ve var etme hususunda hükümran olması demektir.

Ehl-i Tezkir (irşad erbabı) şöyle demişler: Teşbih, Kur'an'da bazan tenzih, bazan taaccüb manasına gelmektedir. Tenzih manasına çeşitli şekillerde gelmiştir:

a) "Ben, benzeri ve şeriki olmaktan münezzehim. "O, bir ve kahhâr Allah dır. (Zümer, 4) 

b) Gökleri ve yeri idare eden benim. "Göklerin ve yerin Rabbi yücedir; münezzehtir." (Zuhruf, 82).

c) Bütün alemleri düzenleyen benim. "Alemlerin Rabbi olan Allah noksan sıfatlardan da münezzehtir"(Nemi, 8).

d) Ben, zalimlerin söylediklerinden berîyim. "Galebe sahibi Rabbin onların İsnad ettikleri vasıflardan münezzehtir"(Saftat, 180).

e)  Ben, herşeyden müstağniyim: "O Allah ganidir"(Yunus, 68)

f)  Ben, benim dışımdaki herşeyi, emr ve hâkimiyeti altına alan bir hükümdarım. "Herşeyin melekûtü (mülkiyeti) kudret elinde olan Allah'ı tenzih ederiz "(Yasin, 83).

g) Ben, herşeyi bilenim. "Allah'ı onları isnad ettikleri! vasıflardan tenzih ederim. O, Allah.gaybı bilendir"(Satfat, 159). Ben, hanımı ve çocuğu olmaktan münezzehim. "O Allah'ı tenzih ederim. Onun nerden çocuğu olacak"(Nisa, 18).

ı) Ben, onların isnad ettikleri vasıflardan ve sözlerden münezzehim. "O, Allah'ı müşriklerin dedikleri sözlerden, şirk koştukları ortaklardan ve O'na isnad ettikleri vasıflardan tenzih ederim "(Enam. 100).

Teşbihin taaccüb manasına gelişi de aynı şekildedir:

a) Ben, güçlü hayvanları güçsüz insanların emrine verenim "Bunu bizim emrimize veren Allah ne yücedir "(Zuhruf, 13).

b) Ben,  yorgunluktan  ve bitkinlikten  uzak olduğum  halde  alemi yaratanım. "O bir işe hükmettiğinde ne yücedir "(Meryem, 35);

c) Ben, en iyi bilenim. Ama öğretmenlerin öğretmesi, irşad edenlerin irşadı ile değil. "Ya Rabbt sen ne yücesin! Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir şey bilmiyoruz "{Bakara, 32).

d) Ben, bir saatlik tevbe ile yetmiş senelik günahı giderenim. "O halde güneş doğmadan önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Taha, 130).Sonra Allah şöyle der: "Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbihatta bulun. O'nu sabah akşam teşbih edin!" (Ahzab, 42).

Belalardan kurtulmayı istiyorsan, teşbih et, çünkü "İlah olarak ancak sen varsın, sen münezzehsin, muhakkak ki ben, zulmedenlerdenen "(Enbiya. 87). Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, teşbih et! "Gecenin birkısmında vegündüzün iki tarafında Babbint teşbih et! Umulur ki, razı olursun "(Taha, 130). Eğer ateşten kurtulmayı İstersen, teşbih et! "Sem' noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizi ateşten koru!, "(al-i imran, 191). Ey kul, devamlı beni teşbih et. Allah'ın şanı ne yücedir. Öyleyse sen teşbih et, sizler teşbih ediniz. Çünkü sen, beni teşbih etmezsen, bunun sana zararı olur. Çünkü beni teşbih edenler var: Arşı taşıyan melekler bunlardandır. "Eğer onlar büyüklenirlerse, bilsinler ki Rabbinin katında olanlar O'nu teşbih etmektedirler" {Fusilet, 38).Mukarreb melekler de bunlardandır. "Onlar, Ey Rabbimiz seni teşbih ederiz. Sen bizim velimizsin"(Sebe, 41). Diğer melekler de bunlardandır: "Onlar, Ey Rabbimiz seni teşbih ederiz. Bize., yakışmaz"(Gufran, ıs).

Peygamberler de bu teşbih edenlerdendir. Nitekim Hz.Yunus (Zü'n-nûn (a.s.):"Senden başka ilah yoktur. Sen ne yücesin"(Enbiya, 87) demiştir. Hz.Musa (a.s.) da "Seni teşbih ederim. Ben sana tevbe ettim "(Araf, 143) demiştir. Sahabe de Allah'ı teşbih edenlerdendir. Nitekim onlar "Ey Rabbimiz seni teşbih ederiz, Öyle ise bizi cehennem azabından koru "(aı-i imran, 191) demişlerdir.

Her şey, haşerat, hayvanlar ve zerreler Allah'ı teşbih eder. "Allah'ı hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur"(İsra, 44) Hatta taş,  çamur,   kum,  dağ,  gece,  gündüz,  karanlık,  aydınlık, cennet-cehennem, zaman, mekan, bütün elementler, rükunlar, ruhlar ve cisimler, Cenab-ı Hakk'ın: "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı teşbih eder"(Haşr, 1) ayetinde belirttiği gibi, O'nu teşbih ederler. Sonra O şöyle buyurur: "Ey kutum, benim bu eşyaların teşbihine ihtiyacım yok. Bunlar canlı değiller. Dolayısı ile bunların, teşbihin mükâfaatına ihtiyaçları yoktur. Onların tesbihatının mükâfaatı zayi olur. Bu İse bana yakışmaz. "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında olanları boşuboşuna yaratmadık"(Sad, 27). Fakat ben, bana hizmet için çalışan kimseye bütün alemi hizmetçi kıldığımı herkes bilsin diye bu varlıkların mükafaatını sana veriyorum."

Diğer bir incelik şudur: "Beni kulluğumu göstererek yâdet. Çünkü bundan ben değil, sen istifade edeceksin. "Galebe sahibi Rabbinin şanı ne yüced/r"(Saffat, ıso). Sen beni, teşbih ederek anarsan, ben de seni günahlarından temizlerim. "Öyleyse O (Allah'ı) sabah akşam teşbih ediniz"(Mizah, 42). Bana borç verin (Benim rızam için borç verin). "Allah'a güzel bir borç verfr/er"(Hadid. 18). Eğer ben, sana bire karşılık on misli sevab verecek bir gani (zengin) de olsam bana borç verin. "Kim Allah (rızası için) güzel bir borç verirse, işte O (Allah) bunu kat kat artıracaktır"(Hadid, 11)

Her nekadar senin yardımına ihtiyacım yok ise de, sen benim yardımcım ol. "Göklerin ve yerin orduları Allah'a aittir"(Feth, 7).

Keza benim orduya da ihtiyacım yok.   "Cenab-ı Allah dilese, onlardan intikam alır"(Muhammed, 4). Fakat sen bana yardım edersen, ben de sana yardım ederim. "Eğer Allah(m dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder "(Muhammed, t,. Beni zikretmeye devam et. "Allah'ı belli günlerde anınız "(Bakara. 203). Benim, senin zikrine ihtiyacım yok. Çünkü herkes beni zikreder. "Sen onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı" diye sorarsan, "Allah" diyecekler"(takman, 25). Ancak eğer sen beni zikredersen (anarsan), ben de seni anarım. "Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim "(Bakara, 152), Bana (benim dinime) hizmet et. "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz "(Bakara, 21). Ben senin hizmetine (ibadetine) muhtaç olduğum için değil... Çünkü ben melikim. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir"(Casiye,27). "Göktekiler ve yerdekiler sadece, Allah'a secde ederler"(Ra'd, 15). Fakat, çok rahat elde etmen için şu sayılı günlerinde benim hizmetime yönel. "Allah" de ve onları bırak "(En'am, 91). [80]

 

Hamd           Başa Dön

 

Ayetteki "(senin hamdin ile) lafzı ile ilgilidir. Keşşaf sahibi, bunun "hal" olduğunu söylemiştir.

Yani "Sanahamdedici ve senin hamdine bürün­müş olduğumuz halde seni teşbih ederiz " demektir. Bunun manasına gelince, bunda iki vecih vardır.

1) Biz seni teşbih ettiğimiz zaman sana hamdeder, seni tahdis ederiz. Yani bizim teşbihlerimiz haksız bir teşbih değildir. Aksine bu, senin hamdine ve celaline yakışan bir tesbihdir.

2) Biz, seni hamdinle teşbih ederiz. Çünkü senin bize muvaffak kılma nimetin olmasaydı, biz bunu yapamazdık. Nitekim Dâvûd (a.s.): "Yâ Rabbi! sana şükretmeye nasıl kadir olabilirim. Çünkü ben, senin verdiğin nimetlere şükrü, yine ancak senin nimetinle yapabilirim" demişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, ona, "Herşeyin benden olduğunu bildiğinden dolayı, şu anda Dana şükretmiş oldun" diye variyetti.

Alimler ayetteki "tesbih"den ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebu Zerr (r.a.) kuşluk vakti Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanına, veya Hz.Peygamber, EbuZerr'inyanına girdi ve"Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun, söyle bana hangi söz Allah'a daha sevimli gelir?" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) "Allah'ın melekleri için seçtiği söz olan teşbihidir" buyurdu. Bunu Müslim rivayet etmiştir. Sa'id b. Cübeyr de şunu rivayet etmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s.) namaz kılıyordu. Tam o sırada, bir müslüman münafıklardan birine uğradı da ona "Allah'ın peygamberi namaz kılıyor, sen ise namaz kılmadan oturuyorsun" dedi. Bunun üzerine münafık ona: "İşin yok mu senin, işine git " dedi. Adam da: Mutlaka senin bu halini yadırgayacak birisi sana uğrayacak" dedi. Biraz sonra Hz.Ömer, bu münafığa rastladı da "Ey fülan, Allah'ın Resulü namaz kılıyor, sen ise oturuyorsun" dedi. Münafık ona da aynısını söyleyince, Hz.Ömer üzerine atılıp onu dövdü ve "İşte ben böyle yaparım" dedi. Sonra -ıescide girdi ve Hz.Peygamber (s.a.s.)'le namaz kıldı. Peygamber (s.a.s.) namazını bitirince, Hz.Ömer onun yanına vardı ve "Ey Allah'ın peygamberi, Diraz önce sen namaz kılarken oturan falancaya rastladım da ona Resûlullah namaz kılıyor sen ise oturuyorsun" dedim. O da bana "İşine git" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine, "Onun boynunu vursaydın ya.." ouyurdu. Hemen Hz.Ömer, onu yakalayıp öldürmek için yerinden fırladı. ttz Peygamber (s.a.s)ona: "Ya Ömer dön, çünkü senin (Allah için olan bu) gazabın şeref ve rızan ise hükümdür (bunu yapmış sayılırsın). Zira Allah'ın göklerde melekleri vardır. Allah'ın, bu meleklerin namazlarından ötürü, falancanın namazına ihtiyacı yoktur" buyurdu. Hz.Ömer de: "Yâ Resûlallah meleklerin namazı nedir?" diye sordu. Hz.Peygamber (s.a.s.) henüz cevab vermemişti ki Cebrail (a.s.), ona gelerek "Ey Allah'ın nebisi, sana Ömer, göktekilerin namazını sordu değil mi?" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) "Evet" cevabını verdi. Cebrail (a.s.) "Benden Ömer'e selam söyle ve ona dünya semasındaki meleklerin,. "Mülk ve melekût sahibi Allah'ı teşbih ederiz" diyerek kıyamete kadar secdede olduklarını; ikinci semadaki meleklerin (İzzet ve galebe sahibi Allah'ı teşbih ederiz" diyerek kıy&mete kadar kıyamda olduklarını; üçüncü semâdakilerin "Ölmeyen Hayy Allah'ı teşbih ederiz " diyerek kıyamete kadar rukuda bulunduklarını, işte meleklerin teşbihinin bunlar olduğunu haber ver" dedi.

İkinci Görüş: Âyetteki lafzından murad, namaz kılıyoruz. demektir. Buna göre "teşbih" namazdır. Bu İbn Abbas ve İbn Mes'ud (r.a.)'un. görüşüdür. [81]

 

Beşinci Mesele    

 

"Takdis" temizlemek manası hakkındadır. "Arz-ı mukaddese" de bu köktendir. Sonra alimler bu hususta  değişik  görüşler  söyleyerek  ihtilaf etmişlerdir.

1) "Biz seni takdis ediyoruz, temizliyoruz" demek "Seni, sana yakışan yüksek ve şerefli sıfatlarla niteliyoruz " demektir.

2) Bu  Mücahid'in  görüşüdür.  Bu,  "Senin  rızanı  kazanmak  için nefislerimizi, günah ve hatalarımızdan temizliyoruz" demektir.

3) Ebu Müslim'in görüşüdür: Bu, "Sırf senin için olsun diye, fiillerimizi günahlarımızdan temizliyoruz " demektir.

4) "Senin marifetinin nurlarına dalıncaya kadar, kalblerimizi senden başkasına dönmekten temizliyoruz"

Mu'tezile bu  ayetin  birçok bakımdan  "adl"e delalet ettiğini söylemiştir:

a) Melekler "Biz, seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis ederiz" derken bu fiilleri kendilerine izafe etmişlerdir. Eğer bunlar Allah'ın fiilleri olsaydı, bunlarla övünmek yerinde olmazdı ve bunların kan dökmeye üstünlüğü olmazdı. Çünkü bunların hepsi Allah'ın fiilidir.

b) Eğer fesat ve katillik, Allah'ın fiili olsaydı, "Ben malikim, istediğimi yaparım" diyerek Allah'ın cevab vermesi gerekirdi.

c) Cenâb-ı Hakk'ın "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" sözü, Allah'ın fesad ve katiden bert olmasını gerektirir. Ancak, Cenab-ı Allah'ın kendi fiilinden beri olması imkansızdır.

d) Fuhuş, kubh (çirkin fiil), cevr (haksızlık), zulüm ve fesad ancak Cenab-ı Makk'ın yapması, yaratması ve dilemesiyle olursa, o halde Allah'ı tenzih ve takdis nasıl doğru olur?

e) Allah Teâla'nın "Ben sizin bilmediklerinizi bflirim" ifadesi "adi" görüşüne delalet eder. Çünkü, Cenab-ı Hak eğer küfrün yaratıcısı olsaydı, o insanları kâfir olsunlar diye yaratmış olurdu. Bu durumda da cevabın "Evet, Allah onları fesat çıkarıp kan akıtmaları için yaratmıştır" şeklinde olması gerekirdi. Allah böyle bir cevab vermediğine göre, bu mezheb düşer.

f) Şayet fesat ve katillik Allah'ın fiillerinden olsaydı, bu onların renkleri ve bedenleri mesabesinde olurdu. İnsanların renkleri ve bedenlerinden dolayı onlara taaccüb etmek (hayret etmek) doğru olmadığı gibi, fesat çıkarıp kan akıtmalarına da taaccüb etmek (şaşmak) doğru olmazdı. Ehli sünnetin görüşüne karşı olan bu vecihlere "ilim ve dâî meselesi ile"cevab verilir. Vallahu a'lem. [82]

 

Meleklerin Bilmedikleri Hikmet           Başa Dön

 

Eğer "Hak Teâla'nın  ifadesi, meleklerin sorusuna nasıl cevab olabiliyor? denirse deriz ki: Meleklerin sorusunun çeşitli şekillerde düşünülebileceği ihtimalini zikretmiştik:

a) Bu, taaccübden dolayıdır. Buna göre âyeti, Allah Teâla'nın "O insanların arasında fesat çıkarıp adam öldürecek kimselerin bulunmasına bakarak bu işe şaşmayın. Çünkü bununla beraber onlar içerisinde salih ve muttakilerden bir topluluğun olacağını siz bilmiyorsunuz ama ben biliyorum" demiş olması bakımından bir cevabtır.

b) Bu, bir üzüntüden dolayı sorulmuştur. Bu durumda cevab, "İnsanlar içinde müfsidlerin bulunması sebebiyle üzülmeyin. Çünkü onların içinde muttaki olan bir cemaatin bulunacağını ben biliyorum. O muttakilerden biri bana yemin etse, onu yemininde doğru çıkarırım" manasında olur.

c) Bu soru, bir hikmeti öğrenmek için sorulmuştur. Bu durumda, cevab, "Sizin menfaatinize olan, bundaki hikmeti detaylı olarak değil, kısaca bilmenizdir. Dahası bu tafsilatı bilmek sizin için bir mefsedet (zarar) olur" manasını ifade etmiş olur.

d) Bu soru, meleklerin kendilerini yeryüzünde halife kılması için Allah'tar bir talebleridir. Bu durumda bunun cevabı: "Ben sizin menfaatinizin yerde bulunmanızda değil, gökte bulunmanızda olduğunu biliyorum" manasına olur. Burada bir beşinci vecih daha vardır ki o da: Onların dil (Biz Seni hamd ile teşbih ve takdis edeviz.)dediklerinde Cenâb-ı Hakk "Ben muhakkak ki sizin bilmediğiniz şeyi biliyorum.' O da: Iblis'in sizinle beraber olması ve kalbinde hased, kibir ile nifakır bulunmasıdır.

Altıncı vecih ise şudur: Bu, "Ben sizin bilmediğiniz şu durumu biliyorum Siz, kendinizi bu övgülerle medhettiğiniz için kendinizi büyük görmel istediniz. Böylece de siz sözlerinizle, sanki beni değil de kendinizi tesbif ettiniz. İnsanlar ortaya çıkıncaya kadar sabredin. Onlar, ortaya çıktıklar zaman, Allah'a: "Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik'(Araf, 23);

"Kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O (Allah)dır{Şuara, 82) ve "Ve rahmetinle beni satıh kulların arasına sok "{Neml, 19} diye Allah a yakaracaklardır. [83]

 

 

Allah Adem’e bütün isimleri öğretti, sonraonları(n isim oldukları varlıklar)ı meleklere gösterip: "İddianızda doğru iseniz bunları adları ile bana söyleyin" dedi. (Bakara, 31).

Melekler, Hz.Adem ile zürriyetinin yaratılması ve yeryüzündı  nususunüato tMfcmetm ne olduğunu sorup Cenab-ı Attan da  jı ifadesi ile bu husustaki hikmetin ne olduğunu kısaca habe verince, onlara daha fazla bilgi vererek bu mücmel (kısa) cevabı oçmayı muraı etti. Böylece, meleklerin bilmediği, Hz.Adem (a.s.)'in faziletini, üstün olduğ tarafı onlara açıkladı. Bu şöyle oldu: Cenab-ı Hak Hz.Adem'in üstünlüğüne meleklerin ilim hususunda ondan geride olduklarını ortaya koymak için, on isimleri öğretti ve o isimlerin (eşyalarını)meleklere arzetti, sordu. İşte o müc­mel (kısa) cevab, bu uzun tafsilatlı cevab ile te'kid edildi. Bu ayette birkaç mesele vardır: [84]

 

Lisanlar Allah Tarafından Bildirilmiş Olup Tevkîfî midir?

 

Eş'arî, Cübbai ve Ka'bî, "Dillerin lafızları, manaları ve bu lafızların o manaları geldiği hususunda

insanlarda zaruri (kesin) bir ilim yaratmıştır "

manasında bütün dillerin tevkifi (ilahi menşe'li) olduğu görüşündedirler. Onlar bu görüşlerine, Allah'ın âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyeti delil olarak alma hususundaki sözü sorulu cevablı olarak, usul-ü fıkıhla ilgili kitabımızda zikrettik.

Ebu Hâşim, ise, "Başlangıçta ıstılâhî bir dilin bulunması gerekir" diyerek, "vaad"den (kelimeye mana, manaya kelime koymaktan) önce ıstılahların bulunmasının gerektiğine dair bazı deliller ileri sürmüştür:

a) Şayet, Allah'ın bu lafızları şu manalara karşılık koyduğuna, zaruri bir ilim olsaydı, bu ilim ya akıllılar için hasıl olmuş olurdu veya akılsızlar için. Bunun akıllılar için olması caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Makk'ın bu lafızları şu manalara koyduğuna dair zaruri bir ilim olsaydı, Allah'ın zatı ancak istidlalle bilinebilmesine karşılık,  sıfatları zaruri olarak bilinmiş olurdu.  Bu  ise imkansızdır. Bunun aklı olmayanlar için hasıl olması da caiz değildir. Çünkü kendisinde bu kadar fevkalade hikmetler bulunduğu halde, bu dilleri bilmenin akıllı olmayanlar için meydana gelmiş olması düşünülemez. Böylece dillerin tevkîfî olduğuna hükmetmenin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur.

b) Allah Teala, meleklere hitab etmiştir. Bu ise, bu hitabtan önce bir dilin varlığını gösterir.

c) Hak Teala'nın: âyeti, talimin (öğretimin) isimlere izafe edilmesini gerektirmektedir. Bu da bu isimlerin, bu talimden önce de o eşyanın isimleri olduğunu gerektirir. Bu böyle olunca, bütün diller, Hz.Adem'e öğretilmeden önce de var olmuş olur.

d)  Hz.Adem isimleri bildiği hususunda meleklere meydan okuyunca, meleklerin, Hz.Adem'in bu isimleri. adları oldukları eşyaya vermede isabetli olduğunu bilmiş olmaları gerekir. Aksi halde Hz.Adem'in isabetli olduğuna dair bir bilgi hasıl olmaz. Bu da, bu isimlerin o eşyaya isim olarak verilmelerinin, bu öğretmeden önce olmasını gerektirir. [85]

 

Tevkîfî Değil de Istılahı Olduğunu Söyleyen Ebû Hâşim'e Cevap           Başa Dön

 

Ebu Haşim'in birinci iddiasına cevab: Niçin, "Cenab-ı Hak, bu va'z edenin Allah mı insanlar mı olduğunu belirtmeksizin, bir vâ'zın şu isimleri şu eşyalara ad olarak koyduğuna dair bizde zaruri bir ilim yaratmıştır" denilmesi caiz olmasın? Buna göre, Allah'ın zatının delillerle bilinmesine karşılık, sıfatlarının zaruri olarak bilinmiş olması gerekmez. Biz, bu ilmi Cenab-ı Hakk'ın akıllılarda yaratmadığını kabul etsek bile, O'nun bunu akılsızlarda yaratmış olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Bu makamda, meseleyi uzak bir ihtimale dayandırmak uygun görülmemiştir.

İkinci iddianın cevabı: Cenab-ı Hakk'sn meleklere, yazılı veya başka bir yolla hitab ettiğini söylemek niçin caiz olmasın?

Üçüncü iddianın cevabı: Cenab-ı Allah'ın o lafızları, o manalar için koy­mayı murad etmesi, Hz.Adem'e öğretmesinden j şüphesiz öncedir. Buda, öğretimin isimlere bağlanmasında yeterlidir.

Dördüncü iddianın cevabı ise inşaallah gelecektir. Allah en iyi bilendir. [86]

 

İsimlerden Maksat Eşyanın Sıfatlarıdır

 

Birinci görüş: Alimlerden bazıları Cenab-ı Hakk'ın  "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti"    âyetini şöyle tefsir etmişlerdir.   Allah Hz.Adem'e eşyanın sıfatlarını, vasıflarını ve   Özelliklerini bildirmiştir.

Bunun delili ise, şudur: "İsmin" iştikakı, ya lilü (özellikle, alamet) lâfzından, yahutta (yükselmek, ortaya çıkmak) lafzındandır. Buna göre, eğer ismin iştikakı lafzından olursa, isim alamet manasını ifade eder. Eşyanın sıfatları, vasıfları ve özellikleri eşyanın mahiyetine delalet eder. Buna göre âyetteki lafzından muradın, sıfatlar olması doğru olur. Eğer, isim kelimesinin iştikakı kelimesinden olursa, durum yine aynıdır. Çünkü bir şeyin delili, sanki bu şeyin üzerine yükselmiş şey gibidir. Çünkü, delili bilmek, medlulün bilinmesinden öncedir. Buna göre delil, gerçekte daha yüksek olan olmuş olur. Böylece de dilde, isim lafzından muradın sıfat olduğu hususunda herhangi bir mahzur olmadığı ortaya çıkmış olur.

Geriye, nahiv alimlerinin isim lafzını hususi bir takım lafızlarla tahsis etmeleri kalır. Ancak bu, sonradan ortaya çıkan bir örf olup, buna itibar edilmemesi gerekir. Lügavî bakımdan böyle bir açıklamanın mümkün olduğu sabit olunca, birkaç sebebe binaen, başkasının değil de bunun murad edilmesi vacib olur:

a) Eşyanın hakikatini bilmedeki üstünlük, isimlerini bilmedeki üstünlükten daha fazladır. Bu üstünlüğü ortaya koymak için, yukarda bahsi geçen sözü daha  fazla   üstünlüğü   gerektiren   şeye   hamletmek;   böyle   olmayana hamletmekten daha evladır.

b) Tehaddî, ancak, dinleyen kimsenin bir nebze olsun mukabele edebileceği şeyle caiz ve güzel olur; çünkü dili ve fesahati bilen bir kimsenin, tehaddi yoluyla başkasına, "Fesahatta, benim sözüm gibi olan bir söz getir" demesi güzel olur. Ama, Arabça bilen bir kimsenin meydan okumak maksadıyla Arabça bilmeyen birisine, "Benim lisanımla, Arabça konuş!" demesi güzel olmaz. Bu böyledir. Çünkü akıl kesinlikle dilleri bilemez; tam aksine bu, ancak öğretme ite bilinir. Eğer ta'lim varsa, dili bilmek söz konusudur; aksi halde yoktur. Ama eşyanın hakikatini bilmeye gelince, aklın bu bilgiyi elde etmesi mümkündür. Böylece, tehaddinin eşyanın hakikatları konusunda olması doğru olur. [87]

 

İsimlerden Maksat Bildiğimiz Lisanlardır.

 

İkinci görüş: -Ki meşhur olan da budur,- buna göre lâfzından Allah'ın muradı, O'nun sonradan yaratmış olduğu ve günümüzde insanların konuşmuş olduğu Arabça, Farsça, Rumca, vb. muhtelif dillerin isimleridir. Ademoğulları bu dillerle konuşuyorlardı; Hz.Adem ölüp çocukları alemin her tarafına dağılınca, onlardan her biri, bu dillerin muayyen birisiyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, bu adama hakim oldu. Zaman uzayıp nesiller peşpeşe ölünce, bunlar diğer dilleri unuttular. İşte, Hz.Adem'in çocuklarının farklı dilleri konuşmalarının sebebi budur. "Meanî" ilminde söz sahibi olanlar, Cenab-ı Hakkın: ifâdesinde, mutlaka bir takdirin yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre, den maksadın, "Ve Allah, Adem'e eşyanın isimlerini öğretti" şeklinde olması; yine bundan maksadın "Ve Adem'e, isimlerin delâlet ettiği eşyayı öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Bu görüşün sahipleri sözlerine devamla, birinci görüşün, Cenab-ı Hakk'ın, "Onları bana haber veriniz demesi üzerine, Hz.Adem de, onları onlara haber verdi" demeyip de, "Onların isimlerini bana haber verin" (Bakara, 31). "Ne zaman ki meleklere, onların isimlerini haber verdi.." (Bakara, 33) buyurmasından ötürü daha evla olduğunu söylemişlerdir. [88]

 

"İsimler" Hakkında Âkillere Mahsus Zamirin Kullanılması           Başa Dön

 

Eğer, Cenab-ı Hak ona, eşyanın bütün çeşitlerini öğretip, akıllı olmayan varlıklar oa eşyaya dahil olunca, niçin          demedi? denilirse .. denilirse, deriz ki, o müsemmeyatın içinde melek, insan ve cin, ki bunlar aklı olan varlıklardır, bulununca, en mükemmel olanlar "tağlîb" yoluyla zikredilmişlerdir. Çünkü Arabların örfü, tağlibin söz konusu olduğu zamanda, kamil olanın noksan olana üstün görülmesi şeklinde cereyan etmiştir. [89]

 

Ayetin Teklif-i Mâla Yutak İle İlgisi

 

Alimlerden     Cenâb-ı Hakk'ın İfadesiyle,   teklif-i mâla yutâkın   (takat getirilemiyecek şeyi yüklemek) caiz olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu zeyıf bir görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak, meleklerin aciz olduklarını bile bile,  susturmak maksadıyla onlardan  kendisine haber vermelerini istemiştir. Bunun böyle olduğuna yine O'nun iddianızda doğru iseniz" ayeti göstermektedir. [90]

 

İsimleri Bilmesi Mû'cize Şeklinde Olabilir mi?

 

Mu'teziie şöyle demiştir: Hz.Adem'den isimleri bilmesine dair zuhur eden şey, onun o zamanda

peygamber olduğuna delalet eden bir mucizedir.

Doğruya en yakın olansa, Hz.Adem'in Hz.Havva'ya peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır. Yine peygamberliğin, melekler gibi kendilerine meydan okumanın yönelmiş olduğu kimselere de olması uzak ihtimal değildir. Çünkü meleklerin hepsi her ne kadar Allah'ın elçileri iseler de, elçilere de elçiler yollamak caizdir. Nitekim, Hz.İbrahim (a.s.) de Hz.Lût (a.s.)'a peygamber olarak gönderilmiştir.

Onlar bu görüşlerine şu şekilde de delil getirmişlerdir: Bu ilmin Hz.Adem'de bulunmuş olması, adeten cari olanı nakzeden bir husustur. Bu sebeple, bir mucize olması gerekir, Bunun mu'cize olduğu sabit olunca onun o vakitte bir peygamber olduğu da sabit olmuş olur.

Bir kimse şöyle diyebilir: Biz. bu ilmin adeti nakzettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Allanın öğrettiği kimse için,onun o dili bilmesi veya öğretemediği bir kimsenin o dili bilmemesi adete muhalif değildir. Yine, şöyle denebilir:

Melekler, o isimlerin o eşya için konulmuş olduğunu biliyorlardı veya bilmiyorlardı: Eğer onu biliyorlardı ise, bu durumda onlar bu eşyanın isimlerini zikretmeye muktedir olurlardı.. Bu durumda da bir muâraza meydana gelir; böylece de bir meziyyet ve fazilet ortaya çıkmaz. Eğer melekler bunu bilmiyorlardı ise, onlar Hz.Adem'in bu isimlerden her birini o eşyadan her birine isim olarak vermesinde isabet ettiğini nasıl bileceklerdi f Bu soruyu İki bakımdan savuşturmak mümkündür:

a) Çoğu kez her melek gurubu için, müstakil bir dil olup ve her taifenin diğerinin dilini bilmemesi söz konusudur. Sonra melek taifelerinin, hepsi bu hadisede    hazır    bulunmuşlardı.     Hz.Adem    (a.s.)   de,      bu    dillerin tamamını saydı, böylece her gurup melek Hz.Adem'in, özellikle kendi dillerinde isabet etmiş olduğunu anladı. Böylece de, işte bu yolla Hz.Adem'in doğruluğunu anlamış oldular. Fakat buna rağmen onların hepsi, bu dillerin tamamını bilmekten aciz oldular. Böylece de bu, bir mucize oldu.

b) Şöyle denilmesi de imkansız değildir. Melekler Hz.Adem'den bu isimleri   duymadan    önce,    Allah onlara,    Hz.Adem'in    sıdkına   istidlal edecekleri şeyi öğretmiştir. Melekler Hz.Adem'den bu isimleri dinleyince, O'nun bu isimler konusunda sadık olduğunu anladılar ve bunun bir mu'cize olduğunu bildiler. Biz, Hz.Adem'de harikulade bir fiilin meydana geldiğini kabul ettik; bunun keramet nevinden veya "irhasât" (Peygemberlikten önce gösterilen harikulade şeyler)nevinden olması niçin caiz olmasın? Bize göre, bu iki durum da caizdir. Bu durumda bu meseledeki söz, bu iki husus hakkında söylenecek söze dayanır.

Hz.Adem'in o vakitte peygamber olmadığına kesinkes hükmedenler de, birkaç bakımdan delil getirmişlerdir. [91]

 

Hz.Adem'in Zellesi Nübüvvetinden Öncedir

 

1) Eğer Hz.Adem o zaman peygamber olmuş olsaydı, O'nun emre muhalefeti peygamberlikten sonra sudur etmiş olurdu, bu ise caiz değildir. Bu sebeple onun, o zamanda peygamber olmaması gerekir. Mulazemete (birbirini gerektirme) gelince, bu böyledir; çünkü zellenin Hz.Adem'den sudûru, bilittifak, bu vakıadan sonra olmuş olmasıdır.

Zelle ise, -Allah açıklamayı nasib ederse söyleyeceğiz, - kebâir nevindendir. Kebire (büyük günah) yi işlemek ise, kovulmaya, hakaret edilmeye ve lanetlenmeye müstehak olmayı gerektirir. Bütün bunlar ise, peygamberler hakkında caiz değildir. Bu sebeple, bu olayın peygamberlikten önce vuku bulduğunu söylemek gerekir.

2) Şayet Hz.Adem o vakitte peygamber olsaydı, o ya bir kimseye peygamber olarak gönderilmiş olurdu veya olmazdı.. Eğer o, bir kimseye peygamber olarak gönderilmiş ise, bu durumda o, ya meleklere veya insanlara veyahut da cinlere gönderilmiş olurdu. Birincisi, batıldır, çünkü Mû'tezile'ye göre melekler insandan daha üstündür, dolayısıyla daha aşağıda olanın daha şerefli olana peygamber olarak gönderilmesi caiz değildir. Çünkü peygamber kendisine tabi olunan (metbû'), ümmet ise, tabi olandır. Daha düşük olanı daha şerefli olanın metbûu kılmak, aslın hilafınadır. Yine kişinin, kendi cinsinden olan birisinden sözü kabul etmesi daha çok mümkündür.

İşte bundan ötürü Cenab-ı Hak;

"Eğer biz onu bir melek yapmış olsaydık bile, yine bir adam suretinde gösterirdik "(Enam, 9) buyurmuştur.

Yine, Hz.Adem'in insanlara gönderilmiş olmast da caiz değildir. Çünkü orada, Hz.Havvâ'dan başka hiçbir insan yoktu. Bir de Hz. Havva, teklifleri

Hz. Adem aracılığıyla öğrenmemişti. Çünkü Cenab-ı Hak;

"Ve bu ağaca yaklaşmayın"(A'raf. 19) buyurarak, bu emri onlara yüzyüze ver­miş, Hz.Adem'i vasıta kılmamıştır. Hz.Adem'in cinlere peygamber olarak gön­derilmiş olması da caiz değildir. Çünkü semada cinlerden hiçkimse bulunmuyordu. Sonra, onun, başka bir kimseye de peygamber olarak yol­lanmış olması caiz değildir. Çünkü, Hz.Adem'i peygamber yapmaktan amaç, tebliğde bulunmaktır. Tebliğ olunacak hiç kimse bulunulmayan yere, onun bir peygamber olarak gönderilmesinde herhangi bir fayda yoktur. Bu vech, düşünce çok kuvvetli değildir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın : "Sonra Rabbi onu seçti" (Taha, 122) ayetidir. Bu ayet, Allah'ın Hz.Adem'i zelleden sonra seçtiğini gösterir. Bu sebeple, zelleden önce, o seçilmiş değildi demek gerekir. O, bu vakitte seçilmiş bulunmayınca peygamber olmaması gerekir. Çünkü "peygamberlik" ve "seçme işi" birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur. Zira "seçme"nin, şereflendirme nevilerinden herhangi birine tahsis etmeden başka bir manası yoktur. Allah'ın, peygamber olarak göndermiş olduğu herkes, bu şerefle tahsis edilmiştir. Çünkü O: "Allah, risaletini nereye koyacağını en iyi bilendir"(Enam, 124) buyurmaktadır. [92]

 

Meleklerin İddialarında Doğru (Haklı) Olmalarından Maksat           Başa Dön

 

Alimler, Cenab-ı Hakk'ın "Eğerdoğru  sözlü iseniz" ayeti hakkında birkaç görüş zik­retmişlerdir:

a) Bunun manası "Bu bildiriminizde doğru olacağınızı, isabet edeceğinizi sanıyorsanız bunların isimlerini bana haber veriniz" demektir.

b) Bunun manası, "Bana haber veriniz; bana ancak gerçeği ve doğruyu söyleyiniz"dir. Bu takdirde bu ifadeden maksat, onlara, Cenab-ı Hakk'ın, bundan aciz kalacaklarına dikkatlerini çekme hususunda bir te'kiddir. Çünkü, onların     nefislerinde, Eğer haber verirlerse, bunda isabetli olamıyacakları ve buna imkanları da olamıyacağı bilgisi yerleştiği zaman, bunun kendilerine imkansız olduğunu anlamış oldular."

c) "Eğer siz mahlûkatca yapılabilecek bütün ibadetlerde en ehil ve en dikkatli olduğunuz şeklindeki iddianızda isabetli iseniz" demektir. Bu İbn Abbas ve İbn Mesûd'un görüşüdür.

d) "Sizden daha bilgili hiç kimse yaratmadığım hususunda doğru sözlü iseniz, eşyanın isimlerini bana haber verin bakalım!" [93]

 

İlmin Fazileti

 

Bu ayet, "ilm"in faziletine delalet eder. Günkü Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i yaratmasındaki hikme­tinin kemalini, ancak onun ilmini izhar etmek suretiyle göstermiştir. Şayet, herhangi bir şeyin ilimden daha şerefli olması imkan dahilinde olsaydı, Allah'ın ilim ile değil de, bu şey ile onun üstünlüğünü izhar etmesi gerekirdi. Kitab, sünnet ve nakledilmiş haberler ilmin faziletine delalet etmektedir. [94]

 

İlmin Ehemmiyeti Mevzuundaki Ayetler

 

Kitabın delalet etmesine gelince, bu birkaç vecihtendir:

1) Cenab-ı Hak, ilmi "hikmet" diye adlandırdı ve hikmeti şerefli kıldı. Bu da ilmin şanının yüceliğine delalet eder.

Bunu Mukatil'den rivayet edilen şu haber izah eder: O şöyle demiştir: "Hikmet" Kur'an'da dört mânâya gelir:

a) Kur'an'ın vaz-u nasihatları manasına... Nitekim Cenab-ı Hak Bakara sûresinde! "Size (Allah'ın)    indirdiği Kitabı (Kur'an'ı) ve hikmeti..."(Bakara.231) yani ondaki öğütleri..; Yine; Nisa süresindeki; "Allah sana Kitabı ve hikmeti yani mevızalan indirdi"(H\sa, 113) ve bir benzerini de Âl-i İmran suresinde  buyurmuştur

b)  Hikmet, anlayış ve iüm manasındadır. Cenab-ı Allah şöyle buyur­muştur

Bİz ona henüz çocukken hikmeti verdik"(Meryem, 12) "Andolsun ki  biz lokman'a hikmeti verdfk"(iokman, 12) yani anlayış ve ilim verdik. En'am sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır:

"İşte bunlar, kendilerine kitab ve hüküm (hikmet) verdikİerimizdir"'(En'am, 89}.

c)  Hikmet, nübüvvet ( peygamberlik) manasınadır. Nisa suresinde;

"Biz muhakkak İbrahim soyuna kitab ve hikmet, yani nübüvvet verdik"{Nisa, 54); Sâd sûresinde: "Biz ona hikmet (yani) nü­büvvet verdik"(Sad, 20); Bakara sûresinde: "Allah ona mülk ve hikmeti verdi"'(Bakara. 251) buyurulmuştur.

d) Hikmet, Kur'an manasına da gelir. Nahl sûresinde; "Habbinin voluna hikmetle davet et"(Nahl. 125) Bakara sûresinde :

"Kime hikmet verilmişse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir"Çakara, 269) buyurulmuştur. Bütün bu vecihler incelendiğinde hepsi ilme dayanır Sonra Allahu Teala'nın az ilim verdiğini düşün. Nitekim o;

"Size itimden ancak pek az birşey verilmiştir"(isra. 85) buyurur. Allah'ın dünyanın hepsine "az" diye isim verdiğini de düşün. "De ki dünya metaı azdir"(Nisa, 77) Cenab-ı Hakk'ın "az" dediği şeyin kemiyetini kavramamız mümkün olmuyor. Ya O'nun "çok" dediği şey hakkında ne dersin?

Sonra akli delil, dünyanın gerçekten az, hikmetin ise çok olduğunu gösterir. Çünkü dünya metaının adedi ve müddedi sonludur. İlmin ise değerinin, adedinin ve müddetinin sınırı yoktur. Hele hele onunla elde edilecek saadetlerin hiç sınırı yoktur. İşte bu da sana ilmin faziletini gösterir.

2)  Cenab-ı Allah: "De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"{Zümer, 9) buyurmuştur. Hak Teala kitabında yedi şeyi birbirinden ayırdetmiştir. Mesela;

"De ki pis ile temiz, yani helal ile haram hiç bir olur mu?"(Maide, ıoo) diyerek pis ile temizin;                                     

"De ki görmeyen ile gören hiç bir olur mu?"( Rad, 16) diyerek âmâ ile görenin;

"Yahud karanlıklarla nûr bir olur mu?"(Rad, 16) diyerek nur ile zulmeti, cennet  cehennemi, gölge ile sıcak arasını ayırmıştır. Düşündüğün zaman bütün bunların alim ile cahil arasındaki farktan alındığını görürsün.

3)  Cenab-ı Allah:  "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ulul-emre itaat ediniz" (Nisa, 59) buyurmuştur. Ayetteki ulu'l-emrden murad en sahih görüşe göre alimlerdir. Çünkü alimlere itaat etmek meliklere de vacibtir. Bunun aksi olmaz. Sonra şu dereceye bir bak. Cenab-ı Hak alimi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ikinci mevkide zikretmiştir "Allah, kendinden başka ilah olmadığına şehadet eder. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ederler "{ah imran, 18). "Allah'a, Resule ve sizden olan ulu'l-emre itaat edinfz"(Maide, 59). Sonra Alfah Teala alimi daha çok şereflendirerek, onu iki ayette de birinci mertebede zikretmiş, ' O (müteşabih ayetlerin) manasını ancak Allah ve ilimde kök salmış olanlar bilirler"(Ali imran, 7); "De ki sizin ile benim aramda şahid olarak Allah ve kendisinde Kitabın ilmi olan kimse yerer"(Ra'd, 43).

4) Allahü Teâlâ:

"Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır. "(Mücadele, 11) buyurur.

"Cenâb-ı Allah kıyamet günü kullarını diriltir, sonra alimleri ayırır ve onlara şöyle der: Ey alimler, nurumu size ancak sizi bildiğim için koydum. İlmimi azab edeyin\diye size vermedim. Hadi gidiniz, sizi bağışladım."

5) Hz.Peygamber (s.a.s.):

"Hayrı Öğreten kimse öldüğü zaman, onun ardından gökteki kuşlaı yerdeki canlılar ve denizdeki balıklar ağlarlar" buyurmuştur.

6) Ebu Hureyre (r.a.) merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: "Alimlerden binnın arnasmaa namaz tıuan, sanın birinin arkasında namaz kılmış gibidir."

7) İbn Ömer (r.a.) merfu olarak rivayet etmiştir:

"Alimin abide, herbtr derecenin arası at koşumu yetmiş sene olan yetmt derece üstünlüğü vardır. Çünkü şeytan insanlar arasına bidatlar atar, om atim görür de giderir. Abid ise, ibadetine kapanmıştır, o bidate yönelme, ve onu tanıyamaz."

8) Hasan Basri merfu olarak, Peygamber (s.a.s.)'den rivayet etmiştir

"Allah'ın rahmetihalifelerimedir." "Halifelerin kimdir, Ya Resûlallah! denildiğinde O, (s.a.s.) "Sünnetimi ihya edip, onu Allah'ın kullarına öğreteı kimselerdir" dedi."

9) Hz.Peygamber (s.a.s.):

"Kim, bir batılı hakka, veya bir dalaleti hidayete döndürmek için ilimden bir mesele Öğrenmek gayesi ile yola çıkarsa, onun bu işi kırk yıllık ibadet gibi o/ur'buyurmuştur.

10) Hz.Peygamber (s.a.s.), Hz.Ali (k.v.)'yi Yemen'e vazifeli olarak gönderirken şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın, senin vasıtanla bir adamı hidayete erdirmesi senin için, güneşin üzerine doğup battığı herşeyden hayırlıdır."[95]

11) İbn Mes'ud (r.a.) merfu olarak Hz.Peygamber (s.a.s.)den şunu rivayet etmiştir:

"Kim, Allah rızası için, insanlara söylemek maksadıyla ilim öğrenirse, Allah ona yetmiş peygamber sevabı verir."

12) Âmir el-Cüheni'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste, Hz.Peygamber s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü ilim Öğrenen kimsenin mürekkebi ile şehidin kanı biri diğerine üstün tutulmaksızın getirilir." Bir diğer rivayette ise "Alimin Türekkebİ, şehidin kanından üstün sayılır" şeklinde gelmiştir.

13) Ebu Vafid el-Leysi şunu rivayet etmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s.) rsanlarla beraber bir gün otururken üç adam çıkageldi. Onlardan biri, da bir boşluk bulup oraya oturdu. Bir diğeri insanların gerisine oturdu, üçüncü şahıs ise dönüp geri gitti. Hz.Peygamber (s.a.s.) sözünü bitirince, Bu üç şahsın halini size haber vereyim: Birincisi Allah'a sığındı, Allah da om barındırdı. İkincisi Allah'dan utandı, Allah da ondan utandı. Üçüncüye gelince, o Allah dan yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi" dedi. Bu hadisi  rivayet etmiştir. [96]

 

İlmin Faziletine Dair Âsâr           Başa Dön

 

"Eser"[97]den ilmin üstünlüğünü gösteren şeylere gelince bunlar da

a) Âlim, talebesine ana-babasından daha şefkatlidir. Çünkü anneler ve

onu dünya ateşinden ve belalarından korurlar. Alimler ise onu ahiretin ien ve sıkıntılarından muhafaza ederler.

b) İbn Mes'ud, "Bu ilmi nasıl elde ettin?" denildiğinde, O, "Çok soran di ve çok akıllı bir kalb ile" cevabını verdi.

c)  Bazıları da şöyle demişler: "Ahmaklar gibi sor, zeki kimseler gibi tut."

d) Mus'ab b.Zübeyr oğluna, "Evlâdım! ilim öğren. Eğer malın varsa ilim senin için bir güzellik (süs) olur. Eğer malın yoksa ilim senin için mal olur" elemiştir.

e) Hz.Ali (k.v.) de şöyle buyurmuştur: Cehaletten ileri gelen konuşmanın hayrı olmadığı gibi, ilmi söylememede de hayır yoktur."

f) Muhakkik alimlerden biri şunu söylemiştir: "Alimler üç kısımdır: Allah'ı bilip, O'nun emirlerini bilmeyenler. Allah'ın emrini bilip Allah'ı bilmeyenler ve Ailah'ı da, emrini de bilenler.

Birincisine gelince bu, kalbine marifetullah hükümran olmuş ve böylece Allah'ın nurunu müşahede etmede ve Allah'ın kibriyasının safhalarında boğulmuş kuldur. Böylece o, kendisine lazım olanların dışında ahkam ilmini öğrenmeye vakit bulamamıştır.

İkincisi, Allah'ın emrini bilip de Allah'ı bilmeyendir. Bu, helâli, haramı, hükümlerin hakikatlerini bilip, Allah'ın celalinin sırlarını bilemeyen kimsedir.

Hem Allah'ı hem de Allah'ın ahkâmını bilene gelince bu, akıl alemi ile his alemi arasındaki müşterek noktada bulunan kimsedir. Böyle biri, bazan Allah'ı sevmesi sebebiyle Allah'la birlikte, bazan da şefkat ve merhamet etmesi sebebi ile mahlukatla birlikte olur. Bu kimse, Rabbi ile olmaktan mahlukata dönünce, sanki Allah'ı hiç tanımıyormuş gibi, onlardan biri gibi olur. Rabbi ile başbaşa kalıp, O'nu zikir ve O'na ibadetle meşgul olunca da sanki mahlukatı hiç tanımıyormuş gibi olur. Bu peygamberlerin ve sıddîkların yoludur. İşte, Hz.Peygamber (s.a.s.)'ın "Alİmlere sor, hükemaya karış, büyüklerle otur" hadisinden murad edilen de bunlardır. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in "Alimlere sor" ifadesinden maksad: "Yani Allah'ın emirlerini bilip Allah'ı bilmeyenlerden sor" demektir. Böylece Hz.Peygamber (s.a.s.), dini meselelerde ihtiyaç olduğunda bu kimselerden fetva sorulmasını emretmiştir. "Hükema"ya gelince bunlar Allah'ın emirlerini bilmeyen fakat Allah'ı bilen kimselerdir. Hz.Peygamber (s.a.s.) bunların arasına karışmayı emretmiştir. "Büyüklere" gelince bunlar Aflah'ı ve ilahi ahkâmı bilen kimselerdir. Hz.Peygamber (s.a.s.) bunlarla da oturup kalkmayı emretmiştir: Çünkü bunlarla oturup kalkmada hem dünyevi hem de uhrevi menfaatler vardır.

Sonra Şakik el-Belhi şöyle demiştir: "Bu üç gurub alimin herbirinin üç alameti vardır: Allah'ın emrini bilenin üç alameti; kalbinin değil dilinin zikretmesi; Allah'dan değil insanlardan korkması ve zahiren insanlardan utandığı halde gizli yerde Allah'dan utanmamasıdır.

Allah'ı bilenin üç alameti, zikredici, korkan ve utanan olmasıdır. Bunun zikri lisanın değil kalbin zikridir. Korkusu, riyaen korku değil, günaha düşme korkusudur. Utanması, zahirî bir utanma değil hatırına, kalbine gelen (kötü) şeylerden utanmadır.

Hem Allah'ı hem de Allah'ın emirlerini bilen alimlerin, Allah'ı bilen alim için saydığımız üç alemetin yanı sıra şu üç alametle birlikte altı alameti vardır:

Gayb alemi ile şehadet alemi arasındaki müşterek noktada oturmuş olması; ilk iki kısma da muallim olması, ilk iki kısmın ona muhtaç olması sebebiyle onun onlardan müstağni olması, onun diğer üç alametidir."

Şakik sonra şöyle devam etti: "Hem Allah'ı hem de Allah'ın emirlerini bilen alim güneş gibidir, artmaz, eksilmez. Sadece Allah'ı bilen alim ay gibidir, bazan tamamlanır, bazan eksilir. Sadece Allah'ın emrini bilen alim kandil gibidir, kendisini yakar bitirir başkasını aydınlatır."

g) Feth el-Mevsili şöyle demiştir: "Hasta yemek yemez, su içmez ve ilaç almazsa Ölmez mi? Aynı şekilde içine ilim, fikir ve hikmet girmezse kalb de ölür."

h) Şakik el-Belhi şunu da söylemiştir: "Meclisimden kalkanlar üç kısımdır: Sırf kâfir olanlar; sırf münafık olanlar ve sırf mü'min olanlar. Bu böyledir, çünkü ben Kur'an'ı tefsir edip, Cenab-ı Allah'ın ayetlerinden, Resulullah'ın hadislerinden bahsediyorum. Kim beni tasdik etmezse o sırf kâfirdir, kimin kalbi benim söylediklerimden sıkılırsa o sırf münafıktır. Kim yaptıkları kötülüklere pişman olur ve bir daha günah işlememeye azmederse o sırf mü'mindir."

Keza şöyle demiştir: "Cenab-ı Allah üç vakitteki uykuya ve üç şeye gülmeye buğzeder: Sabah namazından sonraki ve yatsı namazından önceki uyku; namaz esnasındaki uyku ve zikir meclisindeki uyku.. Cenaze arkasından gülme; mezarlıkta gülme ve zikir meclisinde gülme.."

"Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür"(Rad. 17)ayeti hakkında bazı alimler, lafzının ilim olduğunu, Allahu Teala'nın ilmi, beş özelliğinden ötürü suya benzettiğini söylemişlerdir.

1) Yağmur gökten indiği gibi, ilim de gökten inmiştir.

2) Yeryüzünün ıslahı yağmurla olduğu gibi, mahlukatın ıslahı da ilimle olur.

3) Ekinler ve bitkiler yağmursuz çıkmadığı gibi, ameller ve taatlar da ilimsiz çıkmaz, olmaz.

4) Yağmur, gökgürültüsü ve şimşeğin peşinden geldiği gibi, ilim de va'd ve veîdin peşinden gelir.

5) Yağmur faydalı veya zararlı olduğu gibi, ilim de böyledir. Yani ilim, kendisiyle amel eden birisi için faydalı, amel etmeyen için ise, zararlıdır.

j) Allah'ı hatırlatan nice kimse vardır ki, kendisi Allah'ı unutmuştur; Allah ite korkutan nice kimse vardır ki, Allah'a karşı cüretkârdır; Allah'a nice yaklaştıran vardır ki, kendisi Allah'dan uzaktır; Allah'a davet eden nice kimse vardır ki, kendisi Allah'tan kaçmaktadır; Allah'ın kitabını okuyan nice kimseler vardır ki, Allah'ın ayetlerinden sıyrılmışlardır.

k) Dünya beş şey ile süslenmiş bir bahçedir:

1)  Alimlerin ilmi,

2)  İdarecilerin adaleti,

3) Âbidlerin ibadeti,

4) Tacirlerin güvenilirliği ve,

5)  Zanaatkarların doğruluğu...

İblis de bu beş şeye karşılık beş alamet getirerek, bunları bu beş şeyin yanıbaşına dikmiştir: Hasedi getirip, ilmin karşısına; zulmü getirip adaletin karşısına; riyayı getirip ibadetin karşısına; hıyaneti getirip güvenilirliğin karşısına ve aldatmayı getirip doğruluğun karşısına yerleştirmiştir.

i) Hasan Basri, tabiin içinde şu beş şey ile üstün olmuştur.

1)  Kendisi bir şeyi yapmadan başkasına emretme m iştir.

2)  Kendisi vazgeçmeden, başkasını o şeyden vazgeçirme m iştir.

3) Allah'ın kendisine rızık olarak vermiş olduğu ilim ve maldan isteyen herkese vermiş, cimrilik yapmamışlardır.

4)  İlmiyle yetinerek, insanlardan müstağni olmuştur.

5)  O'nun açığı da gizlisi de aynıydı.

m) Senin ilminin sana fayda verip vermediğini öğrenmek istiyorsan, nefsinden beş şey iste:

1) (Nefsi azdırmamak amacıyla) az gıda için fakirliği sevmek.

2) Sevap arzusuyla, taati sevmek,

3) Vakit elde etmek için dünyaya rağbetini azaltmak.

4)  Kalbi İslah etmek için, hikmeti sevmek,

5)  Allah'a münacaat arzusuyla yalnızlığı sevmek... n) Beş şey içinde beş şeyi ara:

1)  İzzeti, malda ve aşirette değil, tevazuda ara.

2) Zenginliği çoklukta değil, kanaatta ara.

3)  İlmin faydasını çok nakletmede değil, amelde ara.

4)  Emniyeti burada değil, cennette ara.

5) Rahatı çoklukta değil, azlıkta ara...

o) İbnu'l-Mübarek şöyle demiştir: Bu ümmetin bozulması, ancak havas tarafından olur. Bu havas beş kısımdır:

1) Ulemâ,

2) Gaziler,

3) Zahidler,

4) Tacirler ve

5)  İdareciler...

Ulemaya gelince, onlar peygamberlerin mirasçılarıdır. Zahidler, yeryüzündekilerin direkleridir. Gaziler, yeryüzünde Allah'ın ordularıdır.

Tacirler ise, Allah'ın yeryüzündeki umenası (: güvenilir kullaradır. İdareciler de, çobandırlar.

Alim, dini alçaltır malı yüceltirse, cahil kime uyacak? Zahid dünyaya arzulu olursa, tevbe eden kime uyacak? Gazi tamahkâr ve riyakâr olursa, düşmanını nasıl yenecek? Tacir hain olursa, emanet nasıl bulunacak? Çoban bizzat kurt olursa, çobanlık nasıl yapılacak?

ö) Ali b.İbn Ebi Talib (r.a.) şöyle buyurmuştur: İlim şu yedi sebepten dolayı maldan daha üstündür:

1) İlim, peygamberlerin mirası, mal ise firavunların mirasıdır.

2) İlim, harcamakla noksanlaşmaz, ama mal ise noksanlasın

3) Mal bir bekçiye muhtaçtır, ilim ise sahibini korur.

4) İnsan öldüğü zaman malı geriye kalır, ilim ise sahibiyle kabre girer.

5) Mal, mümin ve kâfir tarafından elde edilir, ilim[98] ise ancak mümin için meydana gelir.

6) Bütün insanlar, dini işlerinde ilim erbabına muhtaç olup, mal sahib'ne muhtaç değildirler.

7) İlim, insanı sırattan geçme konusunda güçlendirirken, mal ona mani olur.

u) Fakih Ebu'l-Leys , şöyle buyurmuştur: Alimin yanında oturup, ilimden herhangi bir şey bellemeye gücü yetmeyen kimse için yedi şeref vardır.

1) O, talebelerin elde ettiği fazilete ulaşır.

2) Alimin yanında oturduğu sürece, günah işlememiş olur.

3) İlim elde etmek arzusuyla evinden çıktığı zaman, Allah'ın rahmeti onun üzerine iner.

4) İlim halkasında oturduğunda ve o halkada bulunanlara Allah'ın rahmeti indiğinde, o rahmetten o da bir hisse alır.

5) Dinlediği sürece, ona bir taat yazılır.

6) Dinleyip de, birşeyler anlamadığı zaman, ilmi anlamaktan mahrum olduğu için kalbi sıkışır da, böylece bu gam ve sıkıntı, onun Allah'ın huzurunda bulunmasına bir vesile olur. Çünkü, Cenab-ı Hak, hadis-i kudsisinde, "Ben, benim için kalbi mahzun olan kimselerin yanın­dayım" buyurmuştur.

7) O kimse, müslümanların bir alimi ne kadar yücelttiklerini; fasıkı ise, ne kadar hakir kabul ettiklerini görür, böylece onun kalbi fısktan vazgeçer ve tabiatı ilme teveccüh eder. İşte bu sebepten dolayı, Hz.Peygamber (s.a.s) insanlara, salih kimselerle oturup kalkmayı emretmiştir.

ü) Hangi alim ilminde cimrilik yapar ve bu ilmin başkasında olmasını istemezse, işte bu kimse, ateşin ilk tabasında yer alır. Yine, hangi alim ilminde sultan mertebesinde olur da, ona bu kendi ilmine dair hususta bir red cevabı verilince o da kızarsa, işte o kimse ateşin ikinci tabakasında yer alır. Yine hangi alim sözünü ve ilminin inceliklerini sadece eşrafa ve zengin kimselere tahsis eder de, fukarayı buna layık görmezse, bu kimse de ateşin üçüncü tabakasında yer alır. Yine ulemadan kim kendisini beğenir de, vazettiği zaman şiddetli olur, kendisine va'zedildiğinde de burnunu kıvırırsa, bu kimse de cehennemin dördüncü tabakasında yer alır. Yine ulemadan kim kendisini fetva verme hususunda yeterli görür de, hatalı fetva verirse, bu da cehennemin beşinci tabakasında yer alır. Yine ulemadan, bâtılı benimsemiş kimselerin sözünü öğrenir de, onu dine kanştırırsa, o da cehennemin altıncı tabakasında yer alır. Yine ulemadan, kim ilmi insanlara gösteriş için öğrenirse, bu da cehennemin yedinci tabakasında yer alır.

v) Fakih Ebu'l-Leys şöyle demiştir: Şu sekiz gurup kimseyle oturana, Allah sekiz şeyi arttırır.

1) Kim zenginlerle oturur kalkarsa, Allah ona dünyayı sevmeyi ve dünyaya rağbet arzusunu arttırır.

2) Kim fakirlerle oturur kalkarsa, Allah ona şükretmeyi ve Allah'ın taksimatına razı olma meziyyetini verir.

3)  Kim hükümdarlarla oturur kalkarsa, Allah ona kalb katılığı ve kibir duygusu verir.

4)  Kim kadınlarla oturup kalkarsa, Allah onun şehvetini ve cehaletini arttırır.

5)  Kim çocuklarla oturup kalkarsa, eğlence şaka tutkusu artar.

6)  Kim fasıklarla oturup kalkarsa, günah işleme cüreti ve tevbeyi geciktirme arzusu çoğalır.

7)  Kim iyi kimselerle oturup kalkarsa, taat arzusu artar.

8) Kim alimlerle oturup kalkarsa, ilmi ve takvası artar, y) Allah yedi kimseye yedi şeyi öğretmiştir:

1) Hz.Adem'e, isimleri öğretti.

'Ve Adem'e, bütün isimleri öğrem"'{Bakara, 31)

2) Hızır'a feraseti öğretti.

"Ve ona, katımızdan bir ilim öğrettik"(Kehf, 65).

3) Yusuf (s.a.s) 'a rüya tabiri ilmini öğretti.

"Habbim, bana ilim verdin ve bana , sözleri yorumlamayı öğrettin "(Yusuf. 101).

4) Hz.Davud'a, zırh yapma sanatını öğretti.

"Ve biz ona, sizin için zırh yapmayı öğretttk"(Enbiya, 80.)

5) Hz.Süleyman'a, kuşlarla konuşmayı öğretti.

"Ey insanlar, bize kuşların konuşması öğretildi" (Neml 16).

6) Hz.İsa'ya Tevrat ve İncil'in ilmini öğretti.

"Ve ona, kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretir' (Ali imran, 48).

7) Hz.Muhammed'e şeriatı ve tevhidi öğretti. "Ve sana, daha önce bilmediğin şeyleri öğretti."(Nisa, 113); Size, Kitabı ve hikmeti öğretir. (Cuma, 3);

"O Rahman, Kur'an'ı öğretti"(Rahman, 1-2). Hz. Adem'in ilmi, ona, secde ve tahiyyenin (seiam) yapılmasına; Hızır (a.s.)'ın ilmi, Hz.Musa ve Yuşa (a.s.) gibi talebelerin bulunmasına; Hz.Yusuf'un ilmi, ehlinin ve memleketinin bulunmasına; Davud (a.s.)'un ilmi, reislik ve üstün bir derecenin elde edilmesine; Hz.Süleyman'ın ilmi, Belkıs'ın bulunup ona galib gelinmesine; Hz.İsa'nın ilmi, annesinden töhmetin kalkmasına ve Hz.Muhammed'in ilmi de, şefaatinin bulunmasına bir sebep olmuşlardır. Sonra biz deriz ki, mahlukatın isimlerini öğrenen kimse meleklerden ta'zim gördü. Buna göre, yaratıcının zatını ve sıfatlarını gören kimse, meleklerden ta'zim görmez mi? Bundan öte, Rabbinin ta'zimine bile layık olur.

"Merhametli bir Rabden sözlü bir selâm "(Yasin, 58)

Htzır, feraset ilmi sebebiyle, Hz.Musa'ya arkadaş oldu. Buna göre, ey hakikat ilmini sevenin ümmeti, sizler nasıl olur da Hz.Muhammed'in arkadaşlığını elde edemezsiniz?

"İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle beraberdir"(Nisa, 69). Hz.Yusuf, rüyaları yorumlamasıyta, dünya hapsinden kurtuldu. Allah'ın kitabının yorumunu bilen bir kimse, nasıl olur da şehvet bağından kurtulamaz ?

"Ve o dilediğini sıratı müstakime hidayet eder" (Yunus 25)Yine Hz.Yusuf (a.s.), Allah'ın kendisine olan lütfunu hatırladı da şöyle dedi:

"Ve bana rüyaları te'vil etmeyi öğrettin'"(Yusuf. 101). Buna göre ya sen ey atim, Allah kitabının açıklamasını sana öğrettiği için, Allah'ın sana olan lütfunu hatırlamaz mısın? Hangi nimet, Cenâb-ı Hakk'ın sana verdiği nimetten daha yücedir? Çünkü O, seni kelâmının müfessiri, kendisinin temsilcisi, peygamberlerinin varisi, mahlûkatının Hakk'a davetçisi, kullarının nasihatçısı. beldelerinde bulunanların ışığı; rnahlûkatını, cennete ve mükafaatına sevkedeni ve onları ateşinden ve azabından men edeni kıldı. Nitekim bir hadiste şöyle varid olmuştur:

"Âlimler seyyid, fakihler komutandır; onlarla oturup kalkmak iser bir üstünlüktür."

Z-1) Mümin, nefsinde altı hasleti görmedikçe ilim talep etmeye arzulu olmaz:

a) Allah, bana farzları emretti, ben ise onları ancak ilimle eda etmeye kûdir olabilirim, demesidir.

b) Allah beni, günah işlemekten nehyetti. Bense, onlardan, ancak ilim ile kaçınabilirim, demesidir.

c) Cenab-ı Hak, nimetlerine şükretmeyi vacib kılmıştır. Ben ancak ilim ile bunlara şükredebilirim.

d) Bana mahlûkata adil davranmamı emretti. Bense, onlara, ancak ilim sayesinde adil davranabilirim.

e) Allah, bana belalara karşı sabretmemi emretti. Bense, buna, ancak ilimle kadir olabilirim.

f) Allah bana, şeytana düşman olmamı emretti. Ben bu düşmanlığa ancak ilimle kadir olabilirim.

Z-2) Cennetin yolu dört kişinin elindedir:

a) Âlim,

b) Zâhid,

c) Âbid

d) Mücahıd.

Buna göre zâhid, davasında samimi olursa, Allah ona, emniyet ve güven duygusunu verir. Âbld, davasında samimi olursa Allah ona kendinden korkmayı(havfullah) nasib eder.Mücahid, davasında samimi olursa.Allah ona övgü ve hamdi verir. Alim ise, davasında sadık olduğu zaman, Allah ona hikmeti verir.

Z-3) Dört şeyden şu dört şeyi iste:

a) Yerden emniyeti.

b) Arkadaşından, kerameti.

c) Maldan, feragati ve

d) İlimden de, faydayı iste..

Yerde bir emniyet bulamadığın zaman, hapishane ondan daha hayırlıdır.

Arkadaşında bir fazilet, bir değer bulamadığın zaman, köpek ondan daha hayırlıdır.

Malından, ibadete boş vakit bulamadığın zaman, balçık ondan daha hayırlıdır. İlimden bir fayda bulamadığın zaman, ölüm ondan daha hayırlıdır.

2-4) Dört şey ancak dört şeyle tamamlanır: Din takva ile; söz fiil ile; şahsiyet tevazu ile ve ilim amel ile...

Buna göre din takvasız olursa tehlikededir. Fi ilsiz söz boşa gitmiş gibidir.

Tevazusuz şahsiyet meyvesiz ağaç gibidir.

Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir.

Z-5) Hz.Ali (r.a.) Cabir b.Abdullah (r.a.)'a şöyle demiştir. "Dünya dört şey ile ayakta durmaktadır: İlmi ile amet eden alim; öğrenmekten kaçınmayan cahil; malından cimrilik yapmayan zengin ve dünyasına karşılık ahiretini satmayan fakir.

Âlim ilmi ile amel etmediğinde, cahil öğrenmekten kaçınır. Zengin meşru malında cimrilik ettiğinde, fakir dünyasına karşılık ahiretini satar. Onlara yetmiş kere yazıklar olsun, kahrolsunlar.

Z-6) Halil şöyle demiştir: İnsanlar dört kısımdır.

1) Bilen ve bildiğini de bilen insandır ki alim budur, buna tabi olunuz.

2) Bilen ve fakat bildiğinin farkında olmayan kimsedir ki bu kimse uykudadır, onu uyandırınız.

3) Bilmeyen fakat bilmediğini bilen kimsedir ki bu doğruya ulaşmayı ister, siz onu hakka ulaştırınız. Ve ;

4) Bilmeyen ve fakat bilmediğini de bilmeyen kimsedir ki bu şeytandır, ondan kaçınınız.

Z-7) Dört şey vardır ki şerefli bir kimsenin, -padişah bile olsa- onlardan kaçınması uygun değildir:

1)  Mecliste babasına ayağa kalkması;

2) Misafirine hizmet etmesi;

3) İlim öğrendiği alime hizmette bulunması;

4) Bilmediği bir hususu kendisinden daha bilgili olan bir kimseye sorması.

Z-8) Âlimler helal olan şeyleri toplamakla meşgul olunca, halk da şüpheli

şeyleri yer oldu. Âlimler şüpheli şeyleri yemeye başlayınca, halk haram şeyleri yemeye başladı ve alimler haram olan şeyleri yemeye başlayınca, halk kâfir oldu yani haramları helal saymaya başladı. [99]

 

İlmin Üstünlüğüne Dâir Aklî Deliller           Başa Dön

 

İlmin üstünlüğünü gösteren aklî delillere gelince bunlar da çoktur:

1) İşler dört kısımdır:

a) Aklın razı olduğu fakat şehvetin razı olmadığı işler.

b) Şehvetin razı olduğu, fakat aklın razı olmadığı işler.

c) Hem aklın hem de şehvetin razı olduğu işler.Ve;

d) Aklın da, şehvetin de razı olmadığı işler. Birincisi, dünyadaki hastalık ve kötülüklerdir. İkincisi, bütün günahlardır.

Üçüncüsü, ilim;

Dördüncüsü ise cehalettir.

Buna göre İlmin cehalet karşısındaki durumu cennetin cehennem karşısındaki durumu gibidir. Akıl ve şehvet cehenneme razı olmadıkları gibi cehalete de razı olmazlar.

Akılla şehvet cennete razı oldukları gibi ilme de razı olurlar. Buna göre cehalete razı olan kimse mevcud bir ateşe razı olmuş; ilimle meşgul olan kimse de hazır bir cennete dalmış demektir.

İlmi cehalete tercih eden herkese "Cennette durmayı alışkanlık haline getirdin. Onun için gir cennete" denilir. Cehaletle yetinen kimseye de "Cehennemde durmayı alışkanlık haline getirdin. Onun için cehenneme gir" denilir. İlmin Cennet, cehaletin ise cehennem olduğuna şu delalet eder: Lezzetin kemali sevgiliye ulaşmada, elemin kemali ise sevgiliden uzaklaşmadadır. Yaralamak, şüphesiz acı verir; çünkü yaralamak, bedende birbiriyle kaynaşmış cüzlerden birini diğerinden ayırır. Kaynaşmaktan maksat, cüzlerin bir arada bulunmasıdır. Bu yaralama, bu bütünlüğün kaybolmasını gerektirince, böylece o sevilenin de gitmesini ve uzaklaşması neticesini verir. Bu da muhakkak ki, elem verici bir hadise olur. Ateşle yakmak, yaralamaktan daha fazla acı verir; çünkü yaralamak ancak belirli bir parçanın diğer parçadan uzaklaşmasını ifade eder. Ateş ise, bütün parçaların içine nüfuz edip dalar. Böylece ateş, bütün cüzlerin birbirinden uzaklaştırılmasını gerektirir. Ateş ile yanmadaki ayrılıklar daha şiddetli olunca, oradaki act da çok çetin olur.

Lezzete gelince, bu sevilene vasıl olmaktan ibarettir. Buna göre yeme lezzeti bedene uygun düşen yiyecekleri almadan ibarettir. Bakma lezzeti de böyle meydana gelir. Çünkü görme kuvveti, görülen şeyleri idrak etmeye düşkündür. Bu sebeble görülen şeyleri idrak etmek görme kuvveti için bir lezzettir. Böylece bununla, lezzetin sevilen şeyi idrak etmekten; elemin sevilmeyen şeyleri idrak etmekten ibaret olduğu ortaya çıkmış olur.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki idrak ne kadar şümullü ve ne kadar güçlü olur ise idrak edilen şey de ne kadar şerefli, ne kadar mükemmel, ne kadar temiz ve ne kadar kalıcı olursa, bunu idrakten elde edilen lezzetin de daha kıymetli ve daha mükemmel olması gerekir.

Şüphesiz ilmin yeri ruhdur. Ruh bedenin en kıymetli unsurudur.

"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 35) ayetinin tefsirinde izahı geleceği gibi,

aklî İdrakin en derin ve en kıymetli idrak olduğunda şüphe yoktur. Şüphesiz malum (yani bilinen şeyler de) kıymetlidir. Çünkü malum, alemlerin Rabbi olan Aliah Teala ile O'nun, melekler, felekler, unsurlar, cansızlar, bitkiler, ve hayvanlardan müteşekkil rnahlukatı ve bütün ahkâmı, emirleri ve yüklediği mükellefiyetlerdir. Bunları bilmeden daha yüce hangi malum vardır. Böylece ilmin kemalinin ve lezzetinin üstünde başka bir kemal ve lezzet; cehalet bahtsızlığının ve onun noksanlığının üstünde başka bir bahtsızlık ve noksanlık olmadığı ortaya çıkmış olur. 8u söylediklerimizin doğruluğunu şu da göstermektedir: Birimize ilmi bir mesele sorulduğunda eğer onu bilir ve doğru cevab vermeye muktedir olursa bundan dolayı sevinir ve sürür bulur. Eğer onu bilemezse utancından başını yere eğer. Bu, ilimden hasıl olan lezzetin, tadın, lezzetlerin en mükemmeli, cehaletten hasıl olan şekavettn (bahtsızlığın) da bahtsızlıkların en ilerisi olduğuna delalet eder.

Burada ilmin üstünlüğünü gösteren başka naslar (ayet ve hadisler) da var. Fakat biz onları daha önce zikretmeyi unuttuk. Burada onları zikretmemize bir mani yoktur.

1) İlk nazil olan ayet:"Yaratan Babbinİn adı ile oku. O, insanı bir alakadan yaratmıştır. Oku. Senin Rabbin, kalemle (yazı yazmayı öğreten) kerem sahibidir. İnsana bilmediğini o öğretti"'(Alak, 1-5) ayetleridir. Bu ayetler arasında tenasübün gözetilmesi gerektiği söylenmiştir. Buna göre: ayeti ile: âyeti arasında ne münasebet vardır? Buna şöyle cevab verilmiştir: Bu ayetler arasındaki münasebetin vechi şudur: Cenab-ı Hak insanın, alaka olan ilk durumunu zikretmiştir. Bu alaka (yani ana rahmine tutunan meni zerresi) en değersiz şeydir. Yine Cenab-ı Hak insanın son durumundan bahsetmiştir ki bu insanın alim olma durumudur. Bu da en yüce mertebedir. Bu tertib ile sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Ey insan sen itk durumunda en değersiz derecede idin de son durumunda derecelerin en şereflisine ulaştın. Bu en şerefli dereceye ulaşmak, ancak ilmin en şerefli derece sayılmasıyla mümkündür. İlimden daha şerefli birşey olsaydı bu makamda onun zikredilmesi daha uygun olurdu.

2) Cenab-ı Hak; "Oku. Senin Rabbin kalemle (yan yazmayı) öğreten kerem sahibidir" {Alak, 5) buyurmuştur. Usul-ü fıkıhta, bir hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın hükmün illeti olduğunu hissettirir. Bu, Cenab-ı Allah'ın "ekrem" olma vasfına ilmi vermesiyle müstehak olduğuna delalet eder. Eğer ilim başka şeylerden daha şerefli olmasaydı, onu vermek başkasını vermekten daha şerefli olmazdı.

3) Cenab-ı Allah: "Allah'dan ancak alim kullan hakkıyla korkar''(Fatır. 28) buyurmuştur. Bu ayette, ilmin faziletine delalet eden birçok husus vardır;

a- Ayet cennet ehli olan bir guruba delalet eder. Bu böyledir, çünkü, alimler Allah'dan korkanlardandır. Kim de Allah'dan korkarsa cennetliklerden olur. O halde alimler cepnet ehlindendir. Âlimlerin haşyet ehli olduklarını

(Allah'dan korktuklarını):'' âyeti gösterir. Haşyet ehlinin cennet ehlinden olacaklarını da: Onların Rableri katındaki mükafaatlan, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Allah bunlardan razı olmuştur, bunlar da O'ndan hoşnûd olmuşlardır. İşte bu (mükafaat) Rabbinden

korkanlara mahsustur."(Beyyine, 8)ayeti ile;

"Rabbisinin huzurunda durmaktan korkan kimseler için  iki cennet vardır "(Rahman, 46) ayeti gösterir. Buna Cenab-ı Allah'ın şu hadis-i kutsisi de delalet eder:

"İzzetime ve Celalime yemin ederim ki hiçbir kuluma iki emniyeti veya iki korkuyu aynı anda vermem. Eğer o dünyada benden emin olur (korkmazsa),

kıyamet günü onu korkuturum. Eğer dünyada iken benden korkarsar kıyamet günü onu emin kılarım."

Bu delilin iki önermesini akılla isbat etmek mümkündür. Allah'ı bilmenin Allah'dan korkmayı gerektirdiği meselesinin izahına gelince, bu böyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen kimsenin o şeyden korkması imkansızdır. Sonra bir şeyin sadece zatını (varlığını) bilmek ondan korkmada yeterli olmaz. Bununla beraber üç şeyi daha bilmek gerekir:

a) Kudretini bilmek. Çünkü hükümdar, halkının kendi çirkin işlerine muttali olduklarını bilir ama onlardan korkmaz. Çünkü o, onların buna karşı çıkmaya kudretleri olmadığını da bilir.

b)  Bildiğini bilmek. Çünkü hükümdarın malından çalan kimse, onun kudret sahibi olduğunu bilir. Ancak onun, kendisinin ona ait maldan çaldığını bilemeyeceğini de bilir de hırsızlığından dolayı ondan korkmaz.

c) Hüküm sahibi olduğunu bilmek. Çünkü hükümdarın emrindeki kimse, onun  kendisini  menetmeye kadir olduğunu,  kendisinin  çirkin  fiillerini bileceğini bilir. Ancak O'nun, kendisinin uygunsuz fiillerine göz yumacağını Dildiği için, bunlardan dolayı hükümdardan korkmaz. Ama hükümdarın, Kendisinin kötü işlerine muttali olduğunu, kendisini men' etmeye kadir olduğunu ve uygunsuz fiillerine göz yummayan bir hüküm sahibi olduğunu bildiğinde, bunlar o kimsenin kalbinde korkunun meydana gelmesine sebeb olur. Böylece kulun Allah'dan korkması ancak, Allah'ın herşeyi bildiğini, -ıerşeye   kadir  olduğunu,   hoş  olmayan   ve   haram   olan   şeylere  razı olmayacağını bildiği zaman hasıl olur. Bu sebeble de korkunun, Allah'ı bilmenin ayrılmaz arkadaşı olduğu ortaya çıkmış olur.

Biz, korkunun cenneti elde etmenin sebebi olduğunu söyledik. Bu böyledir, çünkü kul için dünyevi bir lezzet meydana gelir, bu lezzet emr-i ahi'nin aksine olur ve kul da bunu isteyerek yaparsa, bu fiil hem bir zarar hem de bir faydayı ihtiva etmiş olur. Akl-ı selim üstün olan tarafın diğer tarafa tercih edilmesi gerektiği hükmünü verir. İnsan imanının nuru ile bu dünyevi lezzetin, ahiretteki elem karşısında çok önemsiz kaldığını bilince, bu iman bu dünyevi lezzetten kaçmasına sebeb olur ki işte bu haşyet (korku)'dir. Yine insan haram olanı bırakıp vacib olanı yaptığında sevaba ehil olur. Nakli ve akli delillerle, Allah'ı bilen kimsenin, Allah'dan korktuğu, Allah'dan korkanın ise cennetliklerden olduğu böylece ortaya çıkmış oldu.

d) Ayetin zahiri ancak alimlerin cennet ehli olduğunu gösterir. Çünkü lafzı hasr (ancak, sadece) manası ifade eder. Böylece bu ayet, ancak âlimlerin Allah'dan korktuğuna delalet eder. İkinci olarak zikredilen

"Bu Rabb'inden kimseyedir "(Beyyine, 8)

âyeti de cennetin Allah'dan korkanlar için olduğuna delalet eder. Cennetin Allah'dan korkanlar için olması, başkaları için de olmasını nefyeder. Bu sebeble bu iki ayet birden cennet ehlinin sadece alimler olduğunu gösterirler.

Birinci ayette şiddetli bir korkutma vardır. Çünkü Allah'dan korkmanın, Allah'ı bilmenin ayrılmaz bir vasfı olduğu sabit olmuştu. Buna göre Allah'dan korkmamak, Allah'ı bilmemeyi ifade eder. Bu incelik de Allah'a yaklaştıran ilmin O'ndan korkmayı gerektiren ilim olduğu hususunda senin dikkatini çeker. Bir de, ne kadar ince ve ne kadar derin olursa olsun, Allah korkusu vermeyen hertürlü ilmî mücadele, kınanmış ilimlerdendir.

e)Âyet "Allah ancak âlim kullarından korkar" şeklinde, İl lafzının merfû, lafzının mansub olmasıyla da okunmuştur. Bu şu demektir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın saygı duyması caiz olsaydı, o ancak âlimleri sayardı. Çünkü onlar caiz olanla caiz olmayanı bilirler. Cahil ise bu ikisini birbirinden ayıramaz. Bu nedenle cahile ne değer verilsin, hangi iltifat yapılsın. Ayetin bu şekilde kıraatine göre, alimlere son derece kıymetli ve yüce bir mevki verilmiştir.       

4) Cenab-ı Allah  Ve ki: Ya Rabb ilmimi artır"{Taha.114) mı buyurmuştur. Bu ayette ilmin kıymetine, yüce mertebesine ve Allah'ın onu çok sevdiğine en kuvvetli delil vardır. Çünkü Allah Teala, Peygamberine başka şeyi değil de bilhassa ilmini artırmasını istemeyi emretmiştir. Katade de şöyle demiştir. "Eğer bir kimse az bir ilimle yetinseydi Allah'ın Peygamberi Hz.Musa (a.s.) yetinir de (Hızır a.s.'a),

"Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?"(Kehf, 66) demezdi.                                                              

5) Hz. Süleyman, dünyevi her türlü mülke sahibti. Hatta O, "(Ya Rabbl),benden sonra hiç kimseye layık olmayacak bir mülk bana nasib et" (Sad. 35) demişti. Sonra O, kendisine verilen bu mülk ile iftihar etmemiş, fakat ilmi ile iftihar etmiş ve "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her şey verildi" (Neml, 16) diyerek kuşların dilini bilmekle öğünmüştü. Hz. Süleyman  (a.s)'ın bu ilimle iftihar etmesi güzel olunca, mü'minin alemlerin Rabb'ini bilmesi ile iftihar etmesi daha yerindedir. Bir de Hz. Süleyman ilmini, "Bize her şey verildi" ifadesinden önce söylemiştir. Cenâb-ı Allah da onların durumlarının iyiliğinden bahsederken önce ilmi zikrederek:"Davud'u ve Süleyman'ı da (hatırla). Hant onlar ekin (meselesi) hakkında hüküm veriyorlardı. Hani kavmin davarı (gece ekin) içinde yayılmıştı. Onların hükmünün biz şahidleri idik. Biz onun (fetvasını) hemen Süleyman'a öğretmiştik. Zaten biz, herbtrine hüküm ve ilim vermiştik" (Enbiya, 78-79) buyurmuştur. Allah Teâla bundan sonra dünya ile ilgili şeylerden bahsetmiştir ki bu da ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.

6) Bazıları, hüdhüd kuşunun son derece zayıf olmasına ve gayet ileri bir azarlanma durumunda kalmasına rağmen Süleyman (a.s.)'a "Ben senin bümediğin birşeyi biliyorum "(Neml 22) demişti. Şayet İlim en şerefli şey olmasaydı, hüdhüd Hz Süleyman (a.s.) 'a: meclisinde nasıl bu şekilde söz söyleyebilirdi. İşte bundan dolayı değersiz bir adamın, ilim öğrendiği zaman, hükümdarlar yanında sözü geçen bir kimse olduğu görülür.

7) Hz.Peygamber (s.a.s.) "Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır" buyurmuştur. Tefekkürün böyle üstün görülmesinin iki sebebi vardır: 

a) Tefekkür seni Allah'a ulaştırır. Halbuki ibadet seni Allah'ın mükafaatına ulaştırır. Allah'a ulaştıran şey ise, Allah'dan başka şeye ulaştırandan daha hayırlıdır.

b) Tefekkür kalbe ait bir iştir, taat ise uzuvların işidir. Kalb azalardan daha kıymetlidir. Buna göre kalbin ameli azaların amelinden daha şereflidir. Bu izahımızı, Cenab-ı Allah'ın "Bent zikretmek (anmak, düşünmek) için namaz ta"(Taha, 14) ayeti de te'kid eder. Allah, bu ayette namazın kalbin zikrinin vesilesi olduğunu bildirmiştir. Gaye ise vesileden daha kıymetlidir. Bu sebeble bu, ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.

8) Cenab-ı Allah "(Allah) sana bilmediklerini öğretti. Allah 'm sana lutf-u ihsanı çok büyükdür"(Nisa, 113) buyurarak ilmi "azim" (büyük) diye, hikmeti de fazi (çok hayr) diye isimlendirdi. Buna göre hikmet ilim demektir. Allah Teata keza  "Rahman Kur'an'ı ögrettf'(Rahman, 1-2) buyurarak,  Kur'ân'ı öğretme nimetini bütün nimetlerden önce saydı. Bu da ilmin başka şeylerden daha üstün olduğunu gösterir.

9) Diğer semavi kitablar da ilmin faziletini ifade etmektedirler. Tevrat'ta Cenab-ı Hak, Hz.Musa (a.s.)'ya şöyle buyurmuştur: "Hikmeti büyük gör. Çünkü onu hangi kulumun kalbine koydumsa onu bağışlamayı murad etmişimdir. Binaenaleyh sen hikmeti öğren, onunla amel et, sonra onu dünyada da ankette de ikramım» elde etmek için herkese öğret." Zebur'da Allah Teala,, "Ey Davud, İsraibğlunun din adamlarına ve zahidierine şöyle de: İnsanların muttaki olanlarıyla konuşunuz. Eğer muttaki kimse bulamazsanız, alimleriyle konuşunuz. Eğer alim de bulamazsanız akıllı olanlarıyla konuşunuz. Çünkü takva, ilim ve akıl, kendisini yok etmek istediğim bir kimseye hiçbirini nasib etmediğim üç derecedir. '.'Ben de derim ki Allah takvayı ilimden önce zikretmiştir, çünkü ilimsiz takva olmaz. Nitekim Allah korkusunun ancak ilimle olabileceğini yukarda anlatmıştık. İki vasfı olan bir vasfı olandan daha kıymetlidir. Bu incelik, yine alimi akıllıdan önce zikretmede de vardır. Çünkü alimin mutlaka akıllı olması tazım, akıllı ise alim olmayabilir Buna göre akıl, tohum; ilim, ağaç; takva da meyve gibidir.

İncil'de de Cenab-ı Hak, onyedinci bölümde şöyle demiştir: "İlmi duyup da onu öğrenmek istemeyen, cehennemde cahillerle beraber nasıl haşrolunacak? İlmi arayınız ve öğreniniz. Çünkü ilim, sizi sâid kılmasa bile şakı de kılmaz, derecenizi yükseltmese bile düşürmez, sizi zengin leşti rmese bile fakirleştirmez de, size fayda vermese bile zarar da vermez. "Öğrenip de amel edememekten korkuyoruz" demeyin. Ancak "İlmi öğrenmeyi ve onunla amel etmeyi umuyoruz   deyiniz."

İlim, sahibine şefaat eder. Allah'a yakışan ilmi bu şefaati hususunda utandırmamasıdır. Cenab-ı Hak, kıyamet gününde şöyle der: "Ey alimler! Rabbiniz hakkındaki kanaatiniz nedir?" Onlar "Rabbimizin bizi rahmet edip bizi bağışlayacağını sanıyoruz" derler. Bunun üzerine O, "Muhakkak ki ben de affettim. Şüphesiz ben hikmetimi, size yapmak istediğim bir serden dolayı bırakmadım. Aksine sizin için bir hayır murad ettiğim için bıraktım. O halde salih kullarım arasında, rahmetimle cennetime giriniz" der.

Mukatil b.Süleyman, "İncil'de Allah'ın, Hz.İsa (a.s.)'ya şöyle buyurduğunu gördüm: "Ey İsa alimlere saygı göster, onların faziletlerini bil. Çünkü ben, güneşin yıldızlara, ahiretin dünyaya ve benim herşeye üstün oluşum gibi onları, nebiler ve resuller dışındaki bütün mahlûkata üstün kıldım."

İlmin üstünlüğüne ait haberlerden delilimiz şudur.

1) Abdullah, İbnÖmer'den rivayet edildiğine göre, Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Cenab-ı Hak alimlere şöyle dedi: Ben size Htm vermişsem, size azab etmeyeceğim. Siz, sizde olan ilme binaen cennete girin."

2) Ebu Hureyre ve İbn Abbas şöyle buyurmuşlardır. Hz.Peygamber s a.s) vefat etmezden önce, bize beliğ bir hutbe irad etti. Bu, O'nun Medine'de îrad ettiği hutbelerin sonuncusu idi. O, şöyle buyurdu:

' 'Kim İlim öğrenir, ilminde mütevazi olur ve onu Allah m sevabını umarak iMah'm kullarına öğretirse cennette ondan daha çok sevab alan, daha büyük dereceye ulaşan olmaz. Yine cennette hiçbir yüce ve kıymetli makam ve terece yoktur ki onda nasibi en çok ve en İleti olan o kimse olmasın."

3) İbn Ömer, Hz.Peygamber (a.s.)'den merfu olarak şu hadisi rivayet ediştir:

Kıyamet günü üzerinde, inci, yakut ve zümrüt kakmalı gümüş kubbeler onan altın tahtlar sıra sıra dizilir, bunların örtüsü ince ve kaim ipektendir. âbnra Allah 'm münadisi şöyle nida eder: Nerde bu, Allah 'm nzasmı gözeterek Muhammed'e ilim taşıyanlar? Şu minberlerin üzerine oturunuz. Surenete girinceye kadar size korku yoktur."

4) Hz.İsa'dan rivayet edildiğine göre, Hz.Muhammed'in ümmeti, ulema "ukemadır. Sanki onlar, fıkhi yönden bir nebi gibidirler. Allah'ın kendilerine verdiği az rızka razı olurlar. Allah da onlardan az amele razı olur. Onlar, "Lâ ilahe illallah" dedikleri için, cennete girerler.

5) Hz.Pevaamber sövle buvurrnustur:

"Kim ayaklarını iltm talebi yolunda tozlandınrsa Cenab-ı Allah onun vücudunu cehenneme haram kılar ve ona melekler istiğfar ederler. Eğer o ilim taleb ederken ölürse, şehid olarak ölmüş olur, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Kabri ona gözünün görebildiği kadar genişletilir. O kabirde sağ tarafından kırk, sol tarafından kırk, arka taraûndan kırk ve ön tamundan kırk komşusunu aydınlatır. Alimin uykusu ibadet, İlmi müzakereleri teşbih, nefesleri sadaka sayılır. Onun gözlerinden süzülen her damla cehennemin bir ateş denizini söndürür. Kim alime ihanet ederse ilme ihanet etmiş olur. Kim time ihanet etmiş olursa Peygamber (s.a.s.)'a ihanet etmiş olur. Peygambere ihanet eden, Cebrail (a.s.) 'a ihanet etmiş; Cebrail (a.s.)'a ihanet eden de Cenab-ı Allah'a ihanet etmiş olur. Kim de Allah'a ihanet eder ise, Cenab-ı Allah da kıyamet günü onu yardımsız bırakır."

6) Yine Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Size cömertlerin en cömerdini haber vereyim mi? "Evet Yâ Resûlallah" dediler. O da bunun üzerine şöyle der: "Allah Teala cömertlerin en cömerdidir. Ben de ademoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra onların en cömerdi de ilmîni yayan alimdir. O kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunur. Bir de Allah yolunda, öldürülünceye kadar cihad eden kimsedir.''

7) Ebu Hureyre (r.a.)'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, bir müminin dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını gtderirse, Allah da onun ahfret sıkıntılarından birisini giderir. Kim darda kalan birisine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık göstert. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımına koşar. Kim, kendisiyle bir ilim elde etmeyi istediği bir yola girerse, Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır. Allah'ın kitabını okumak ve onu aralarında müzakere etmek için bir topluluk, Allah'ın mescidlertnden birinde bir araya gelirse, onların üzerine Allah m sekfnesi iner, Allah 'm rahmeti onları bürür, melekler onları kuşatır ve Allah onlan yanındakiler arasında zikreder." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde zikretmiştir.

8) Yine Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde üç kimse şefaat eder. Peygamberler, sonra alimler ma da şehidler." Ravi, mertebelerin en büyüğünün, şehadetle nübüvvet arasında bulunan ilim mertebesi olduğunu söylemiştir.

9) Muaz İbn Cebel, Hz.Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İlmi öğreniniz. Çünkü onu Allah için öğrenmek, Allah 'tan korkmaktır.

nun peşine düşmek bir ibadettir. Onu müzakere etmek tesbihdir, ondan hsetmek bir dhaddır. Onu başkasına öğretmek bir sadakadır ve onu enli

anlara bol bol vermek Allah'a bir yakınlaşmadır." Çünkü ilim helali ve haramı gösteren yollar, cennet yollarının aydınlatıcısı, nızlıktan kurtaran samimi dost, yalnız başına kalındığında arkadaş, tek

sohbet eden, sevinç ve sıkıntı günlerinde yol gösteren, düşmana karşı tfı, ihtilafa düşüldüğünde dindir. Allah onunla bazı milletleri yükseltir de arı hayır hususunda önderler, kendileri ile hidayete erilen rehberler; yine yır konusunda peşlerinden gidilen, fiillerine uyulan ve fikirlerine başvurulan

\ânlar (önderler) yapar. Melekler onların ilim halkalarına gıbta eder, -atlan ile onları okşar ve dualarında onlara istiğfar eder, hatta kuru yaş denizdeki balıklar, böcekler, yeryüzündeki bütün vahşi hayvanlar, arlar, gökyüzü ve gökteki yıldızlar bile onlar için istiğfar eder. Çünkü ilim karşı kalblerin hayatı, zulmete karşılık gözlerin nuru, zayıflığa karşılık senlerin kuvvetidir; ilim köleyi dünya ve ahirette hür kimseler mertebesine,

idarların meclisine ve üstün derecelere yükseltir. İlim üzerinde tefekkür oruç tutmaya; ilmi öğrenmek namaz kılmaya bedeldir. Onunla Allah'a a: ve ibadet edilir, onunla Allah yüceltilir ve birlenir; onunla sıla-ı rahimdir ve onunla haram ile helal bilinir.

10) Ebu Hureyre (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayetetmiştir: însan öldüğü zaman üç şey hariç bütün amelleri sona erer:

a) Sadaka-i Cariye, veya,

b) Kendisinden faydalanılan ilim veya,

c)  Babasına hayır dua eden salih evlat.

11) Hz.Peygamber (s.a.s):

"Siz ihtiyaçlarını istediğiniz zaman, insan olanlardan isteyiniz. Sahabe "Gerçek insanlar kimlerdir?" dedi. O, "Kur'an ehlidir" buyurdu. "Sonra daha kim?" denildi "İlim ehli" buyurdu. "Sonra daha kim?" denildi. O da "Yüzleri aydınlık olan kimseler" dedi." Râvi Kur'an ehlinden maksad, onur manalarını öğrenip belleyen kimsedir" der.

12) Hz.Peygamber {s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Kim emri bil-maruf nehy-i anft münker yaparsa o, Allah'u yeryüzündeki halifesi kitabu'l-lah'm ve Resuluüahın halifesidir. Dünyı Allah'ın kullan için öldürücü olan bir zehridir. Dünyadan, ilaçlardı kullandığınız zehir gibi az alınız ki kurtulasmız." Ravi, alimlerin de buna dahi olduğunu söyler. Çünkü onlar insanlara "Şu haramdır ondan kaçınınız, şı helaldir öyleyse onu alınız" derler.

13) Bir haberinde şöyle varid olmuştur: Âlim, kendisine vahyolunma yan bir peygamberdir.

14) Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Ya alim, ya öğrenci ya dinleyici veya bunları seven birisi ol beşine, bir şey olma yoksa helak olursun". Ravi şöyle demiştir: Bu rivayet ile Hz.Peygamber (s.a.s.);

"Gerçek insanlar iki çeşittir; Alim ve Öğrenen. Bunların dışında kalan!a\ ise bir sürüdür. Onlarda hiçbir hayır yoktur" hadisini şöyte uzlaştırırız İlmi dinleyen ve ilmi seven kimse adeta ilim öğrenen kimse gibidir. Baz Arapların çocuklarına söylemiş olduğu şu söz ne kadar güzeldir: "Ya ansızır gelen vahşi bir hayvan, ya sinsi bir kurt ya da sahibini bekleyen bir köpedi, ama eksik bir insan olma."

15) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kimin eline bir alim dayanırsa, (kim bir alime yardım ederse) Allah her adımına karşılık o kimseye bir köle azat etmiş sevabı yazar. Her kim alimin başından öperse, Allah o kimseye her saç mukabilinde bir iyilik yazar."

16) Ebu Hureyre (r.a.)'nin rivayet ettiğine göre, Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Yedi kat gök, içindekiler ve üzerindekilerle yedi kat yer, içindekiler ve üzerindekiler zillete düşen aziz kimseye, fakir düşen, zengine ve kendisiyle cahil kimselerin oynadığı alime ağlar.

17) Yine Hz.Peygamber (s.a.s),

"Kur'an hafızlan cennetliklerin başkanlarıdır; şehidler, cennetliklerin önderleri, peygamberler de cennetliklerin efendileridir" buyurmuştur.

18) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Alimler, cennetin anahtarları ve peygamberlerin halifeleridir." Ravi, insan anahtar olmaz; binaenaleyh bunun manası, onlarda ilimden meydana gelmiş cennetin anahtarları vardır demektir, demiştir. Bunun delili ise, bir kimse rüyasında cennetin anahtarlarının elinde olduğunu görürse, bu o şahsa dinde bir ilim verileceğine işarettir.

19) Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur.

"Allah'ın hergün ve her gece gafîl, baliğ ve gayr-i baliğ kullarının tamamına bir rahmeti yardır. Bu rahmetin dokuzyüzdoksandokuzu alimler, ilim talebinde bulunanlar ile müslümaniaradır. Bu rahmetin biri ise, diğer insanlaradır."

20) Yine Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Cebrail'e, hangi amel ümmetim için daha faziletlidir diye sordum; ilim, dedi. Dedim ki, sonra hangisi? Âlime nazar etmek, dedi Sonra hangisi, dedim; âlimi ziyaret etmek dedi ve şöyle devam etti: Kim Allah için ilim kazanır ve onunla kendisini ve müslümanlan ıslah etmeyi diler de, dünyadan bir geçimlik istemezse, cennete gireceğine dair ben onun kefiliyim."

21) Yine Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"On kişi vardır ki, onların dualarına icabet edilir: Âlim, öğrenci, güzel ahlak sahibi, hasta, yetim, Allah yolunda savaşan, hacı, müslümanlara öğüt veren kimse, anne ve babasına itaat eden çocuk ve kocasına İtaat eden kadın. 22) "Hz.Peygamber'e, ilim nedir? diye sorulunca, amelin kılavuzudur; akıl nedir? diye sorulunca, hayra yol gösteren; heva nedir? diye sorulunca, günahların bineğidir; mal nedir diye sorulunca, büyüklerin cübbesidtr ve dünya nedir? diye sorulunca da, ahiretin pazarıdır, buyurdu.

23) Yine  Hz.Peygamber  birisiyle  konuşurken,  Allah  kendisine vahyederek, o adamın ancak bir saatlik ömrü kaldığını bildirdi. Bu olay, ikindi vakti meydana geldi. Bunun üzerine, Hz.Peygamber durumu o adama bildirdi. Bu sebeple adam, rahatsız oldu ve "Ey Allah'ın Resulü, bana şu saatte yapılması en uygun olan işi göster, dedi. Hz.Peygamber de, ilim Öğrenmekle meşgul ol, dedi. O kimse de bununla meşgul oldu ve akşamdan önce canını teslim etti. Ravi şöyle demiştir. Şayet ilimden daha faziletli bir şey olsaydı, muhakkak ki Hz.Peygamber, o vakitte o kimseye onu emrederdi.

24) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsan­ların hepsi, ölüler gibidir: âlimler bundan müstesna!" Bu haber, meşhurdur.

25) Enes (r.a.)'den  rivayet  edildiğine göre  Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Yedi şey vardır ki, kulun ölümünden sonra da (o kula sevap kazandırmaya) devam eder: İlim öğreten; su, çeşme akıtan; (kazarak) bir kuyudan su çıkaran; mescid inşa eden; mushaf miras bırakan; kendisine hjyır dua eden hayırlı evlad bırakan veya ölümünden sonra da devam edecek bir sadaka-ı cenye bırakan (kimsenin amelleri)."

Bövîece hz.Peygamber, ilim öğretmeyi bütün faydalara takdim etmiştir; çünkü bu, manevi bir hususiyettir. Manevi nitelikli olanlar ise, cismani olanlardan daha çok kalıcıdır.

26) Yine Hz.Peygamber, şöyle buyurmuştur:

"Sizi beş şeyden beş şeye davet etmedikçe, alimlerle oturmayınız; Şüpheden kesin inanca, kibirden tevazuya, düşmanlıktan nasihate, riyadan ihlâsa ve dünyaya rağbetten zühde.."

27) Hz.Peygamber Hz.Ali'ye vasiyyet ederek şöyle buyurmuştur:

"Ey Ali, tevhidi muhafaza et; çünkü o benim sermayemdir; amele yapış, çünkü o, benim mesleğimdir; namazı dosdoğru kıl, çünkü o, gözümün aydınlığıdır; Allah'ı an, çünkü zikir, benim kalb gözümdür ve ilmi kullan, çünkü o benim mirasımdır."

28) Ebû Kebşete'l-Ensarî, Hz.Peygamberin bir mesel irad ederek, şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Dünyanın hali şu dört gurup insanın haline benzer: Allah 'in kendisine bir ilim ve bir mal verdiği kimse; bu kimse malında ilmine göre amel eder. Allah 'm kendisine bir ilim verip der bir mal vermediği kimse ki, bu kişi şöyle der: Atlah eğer bana, falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi ben de onda, falancanın amel ettiği gibi amel ederdim. İşte bu iki kimse, ecir ve mükafaat hususunda müsavidirler. Allah'ın kendisine bir mal verip de bir ilim vermemiş olduğu kimse, bu kimse, malını haktan men eder, fakat onu batıl yollarda harcar. Bir de, Allah'ın kendisine ne bir ilim ne de bir mal vermemiş olduğu kimse.. Bu kimse de, şöyle der: Eğer Allah bana, falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi, ben de o malda o falancanın harcamada bulunduğu gibi harcamada bulunurdum., İşte bu iki kimse de, günahta müsavidir."[100]

 

İlmin Faziletine Dair Sahabe Sözleri:           Başa Dön

 

1) Kümeyi İbn Ziyad şöyle demiştir: Hz.Aii elimden tutarak, beni çöle götürdü. Çöle vardığımız zaman O, derin bir nefes aldı. Sonra dedi ki; "Ey Kümeyi İbn Ziyad! Bu kalblerimiz var ya, onlar birer kabdırlar. Bunların en hayırlısı, en çok muhafaza edendir. Bu nedenle söyleyeceklerimi iyi dinte. İnsanlar üç kısımdır. Kendini Rabbine vermiş alim; kurtuluş yoluna girmiş öğrenci ve her sese uyan ve her rüzgarla eğilen, ilmin nuruyla aydınlanmayan sağlam bir esasa sığınmayan, kavgacı ve velveleci insan..

Ey Kümeyi!, İlim maldan daha hayırlıdır; zira ilim senin bekçiliğini yapar, sen ise malın bekçiliğini yaparsın. Harcamak malı noksanlaştınrken, ilim harcamayla çoğalır. Malın sana sağladığı iyilik, malın yok olmasıyla yok olur. Ey Kümeyi, ilim kendisiyle bezenilen bir süs, insanın hayatında kendisi vasıtasıyla taati elde ettiği bir vasıta ve ölümünden sonra söylenecek meziyyetlerin en güzelidir. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur."

2) Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a.)'dan: Adam, üzerinde Tihâmenin dağları kadar günah olduğu halde evinden çıkar. İlim dinler, Allah'tan korkar ve günahlarına tevbe eder, pişman olursa, üzerinde hiçbir günah kalmaksızın evine döner. Binaenaleyh, ilim meclislerinden ayrılmayın. Çünkü Allah yeryüzünde, alimlerin meclislerinden daha şerefli bir toprak yaratmamıştır.

3) İbn Abbas'dan şu rivayet edilmiştir; "Hz.Süleyman, hükümdarlık ve mal ile ilim arasında muhayyer bırakılınca, o ilmi tercih etti. Böylece, hem ilim hem de hükümdarlık beraberce ona verildi".

4) Hz,Süleyman, Hüdhüd'e ancak ilminden dolayı muhtaç oldu. Çünkü Nafi İbnu'l-Ezrak'dan rivayet edildiğine göre O, Abdullah İbn Abbas'a şöyle demiştir. Hz.Süleyman, suyu aramak için niçin Hüdhüd'ü tercih etti? İbn Abbas şöyle cevap verdi: Çünkü yer, içi dışından görülen bir cam gibidir

Nafi, bunun üzerine, peki nasıl olur da, tuzak kurulup üzerine bir parmak kalınlığında toprak serpilince, niçin kuş o tuzağı göremeyip, tuzağa yakalanıyor? deyince İbn Abbas, o kader gelip çattı mı, gözler kör olur, diye cevap verdi.

5) Ebu Saîd el-Hudrî, şöyle buyurmuştur. Cennet onbin parçaya ayrılır: Bunlardan 9999'u Allah'ın emrini akıllarını kullanarak yerine getirenlerdir. Bu, cennette onlar kendi makamlarını bölüşürlerken, Allah'ın kendilerine taksim etmiş olduğu aklın miktarına göre olan sevabîarıdır. Bu cennetin bir cüzü de, akıl gücü az, fakir ve salih müminler içindir.

6) İbn Abbas (r.a.) oğluna şöyle demiştir: "Evladım! edebli ol. Bu, şahsiyetin delilidir. Yalnızlıkta ünsiyettir, garib kalınca dosttur, ikamet sırasında arkadaştır, meclislerde öne geçme sebebidir, çareler bittiği noktada çaredir, yoklukta zenginliktir. Cimri için bir yücelik, şerefli kimse için olgunluktur, melik için ise bir azamettir."

7) Hasan el-Basri'den de şöyle rivayet edilmiştir: Alimlerin kalemlerinin cızırtısı teşbih; ilmi yazmak ve onu düşünmek ibadettir. Yazı yazdığı mürekkebden elbisesine sıçrasa, sanki üzerine şehid kanı bulaşmış gibi olur. O mürekkeb yeryüzüne damlayınca nuru ışıl ışıl parıldar. O, kabrinden kalktığı zaman bütün mahşerdekiler ona bakar. Bunun üzerine "Bu, kendisine Allah'ın ikramda bulunup peygamberleri ile hasrettiği kullarındandır" denilir.

8) Kelile ve Dimne kitabında şöyle yer aimıştır: Hakları hiç hafife alınmayacak kimseler üçtür: Alim, sultan ve kardeşler. Kim alimi hafife alırsa, dinini; kim sultanı hafife alırsa dünyasını; ve kim dekardeşlerini hafife alırsa kişiliğini helak etmiş olur."

9) Sokrat şöyle demiştir: İlmin faziletlerinden biri de, diğer şeylerde kendine hizmet edecek bir kimse bulduğun gibi, ilim hususunda sana hizmet edecek kimse bulamamandır. Aksine sen ona hizmet edersin. Keza hiç kimse onu senden alamaz.

10) Feylosoflardan birisine, bakma, denildi de, o iki gözünü kapattı; dinleme, işitme denildiğinde, iki kulağını birden tıkadı; konuşma denildiğinde de, ağzını yumdu; ama ona, bilme, denildiğinde o; "Buna gücüm yetmez" dedi.

11) Feylosoflardan birisi şöyle demiştir: Ölü arazileri bitki ve ağaçlarla dirilttiğiniz gibi, kardeşlerinizin kalblerini de, yol gösteren açıklamalarınızla İhya ediniz; çünkü şehvet ve şüphelerden uzaklaştırılmış olan bir kimse, ziraata elverişli hale getirilmiş bir topraktan daha üstündür. Şair şöyle der: "Cehalette, onun sahibi için ölümden önce bir ölüm vardır. Onların bedenleri kabre girmeden önce de bir kabirdir."

"Muhakkak ki ilimle hayat bulmamış olan bir kişi, ölüdür. Kıyamet günündeki neşre kadar, onun için bir diriliş yoktur."[101]

 

İlmin Fazileti Hakkında Nükteler (İncelikler)           Başa Dön

 

İlmin fazileti hususundaki nüktelere gelince, bunlar birkaç yöndendir;

1) Cehalet içinde yapılan isyanların  son bulması beklenemez; ama şehvetten ötürü yapılan günahlar son bulabilir. Hz.Adem'in zeltesine bak. O ilmi sayesinde Allah'dan bağışlanmasını istedi. Halbuki şeytan azdı ve cehaleti sebebiyle bu azgınlığı içinde ebediyyen kaldı.

2) Hz.Yusuf (a.s.) vezir olunca, bir muavine ihtiyaç duydu. Rabbinden bunu istedi de, bunun üzerine Hz.Cibril O'na, Rabbin ancak falancayı tercih etmeni söyledi, dedi. Bunun üzerine Hz.Yusuf, o kişiyi en kötü bir vaziyette gördü de, Hz.Cibril'e, o kimse şu haliyle beraber bu önemli işe nasıl uygun olabilir, dedi. Cibril (a.s.), Rabbin o kimseyi bu işe tayin etti; çünkü o:

"Eğer Yusurun gömleği arkadan yırtilmışsa, o kadın yalan söylemiş, Yusuftse yalan söylememiştir, demektir" (Yusuf, 26) diyerek, seni müdafaa etmiştir, dedi. Buradaki nükte şudur: Hz.Yusuf (a.s.)'u müdafaa eden kimse, onun mülküne ortak olmaya hak kazanmıştır. Öyle ise bu güçlü dini doğru delillerle müdafaa eden kimse hiç Allah'ın ihsanı ve ikramına müstehak olmaz olur mu?

3) Birisi, bir hükümdara hizmet etmek istedi. Bunun üzerine o hükümdar o adama: "Bana hizmet edebilmen için git ilim öğren" dedi. O da ilim tahsiline başlayıp, ilmin lezzetini tadınca, hükümdar ona haber yollayarak: "İlim öğrenmeyi bırak! Artık bana hizmet edebilirsin" dedi. Bunun üzerine o: "Sen, beni kendi hizmetine liyakatli görmediğin zaman, ben sana hizmet etmeye ehildim; sen beni kendi hizmetine ehil gördüğünde ise, ben kendimi (sana değil), Allah'a hizmet etmeye ehil gördüm; çünkü cehlimden ötürü, kapımın senin kapın olduğunu zannetmiştim, şu anda ise, varacağım kapının Allah'ın kapısı olduğunu anladım" dedi.

4) İlim tahsilinde bulunmak dünyayı çok sevdiğin için sana güç gelir. Çünkü Cenab-ı Hak, sana göz bebeği ve bir de kalbdeki siyah noktayı (gönül gözü) verdi.. Şüphesiz, göz bebeği manasına gelen kelimesi lâfız bakımından, kalbteki siyah nokta anlamına gelen kelimesinden daha büyüktür. Çünkü kelimesi, kelimesinin ism-i tasgiridir. Sonra sen göz bebeğinin üzerine, dünyadan bir parça koyduğun zaman, hiçbir şeyi göremezsin.. Kalbdeki o noktanın üstüne bütün dünyayı koyduğun zaman, durum nasıl olur; bu kalbinle herhangi bir şeyi nasıl göreceksin?

5) Bir feylesof, şöyle demiştir: Kalb ölüdür. Onun hayatiyyeti alim sayesinde olur. İlim de ölüdür. Onun hayatiyyeti ise, talep etmekle olur. Talep zayıftır, onun kuvveti ise, ilmi müzakere etmekledir. Müzakere ile ilim kuvvetlenince, o kapalı olur. Bunu açmak ise, münazara ile olur. Münazara ile açıldığında ise İlim, kısırdır; bunun doğurması ise, amel ile olur. İlimle amel birleştirildiğinde, bu ikisinden nihayeti olmayan sonsuz bir mülk meydana gelir..

6) "Bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! yuvalarınıza giriniz; Süleyman ve ordusu, farkına varmadan, sizi ezip geçmesin "{Neml. 18). Karıncanın diğerlerine reis olması, tek bir meseleyi bilmiş olmasından ötürüdür ki, o da, lafzının ifade ettiği manadır. Buna göre karınca sanki şöyle demiştir: Hz.Süleyman masumdur. Masum olanların, suçsuzlara eziyyet vermesi caiz değildir. Ne var ki, o şayet sizi ezerse, bu iş ondan bilmeyerek sadır olmuş demektir. Çünkü o, sizin durumunuzu bilmiyor. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, peygamberlerin günah işlemekten münezzeh olduklarına delildir. Bu nedenle, bu karınca tek bir meseleyi bildiği için, riyasete hak kazanmıştır. Mevcudat ve ma'dumat (var olmayanlara dair eşyanın hakikatini bilen kimse, dinî ve dünyevi hususlarda nasıl o riyasete .hak kazanmasın?

7) Köpek, eğitilip, sahibi onu Allah'ın isnr.ıi anarak avının üstüne salıverdiği zaman, onun pis olan avı, temiz olur. Buradaki nükte şudur: Burada ilim, köpeğe kazandırılınca, ilmin bereketiyle pis olan şey temiz olur. Buna göre, nefisle ruh fıtraten temizdirler. Ne var ki bunlar, günah pisliklerine bulaşmışlardır. Sonra onlara Allah'ın sıfatlarını bilme ilmi eklenince,biz Allah'ın umumi olan lütfundan, bu pis olan şeyi temize, bu reddolunmuş olun şeyi makbul hale çevirmesini bekliyor ve umuyoruz.

8) Kalb, uzuvların reisidir. Sonra, bu başkanlık kuvvetinden ötürü değildir, çünkü kemik ondan daha kuvvetlidir. Büyüklüğü sebebiyle de değildir; çünkü uyluk ondan daha büyüktür. Keskinliğinden ötürü de değildir, çünkü tırnak ondan daha keskindir. Bu riyaset, ancak ve ancak ilim sebebiyledir. Böylece bu da, ilmin en kuvvetli bir sıfat olduğuna delalet eder. [102]

 

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler:           Başa Dön

 

1) Anlatıldığına   göre   Harun er-Reşid   ile   birlikte   pekçok   fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi.

Diğer bir adam onun geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?" dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise, elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler.

Sonra alan adama "O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o, aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra, hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği için, bu ikrarından Ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı hesaba katılmaz" dedi.

2) Şâbî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Haccac'ın yanında idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil rni?)" ded(. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, (Ya Kitabullah'dan apaçık bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!' dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım. Haccac,

"Sakın bana: "Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Ali-imran,61) ayetin delil getirmeyesin?" dedi. Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın:

"Daha evvel de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle mükâfaatlandınnz. Zekeriyyar Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)" (En'am.84-85) ayetidir. Hz.İsa (a.s.)'nın babası kimdi ki Allah onu Hz.Nuh (a.s.)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin" dedi.

3) Hikaye edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla: "Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar: "Evet" dediler. Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi. Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur. Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife (rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.

4)  Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti:

"Halisa'nın (güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de şuurum kayboldu." Haltsa, Süleyman b.Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son derece akıllı ve edip idi. Süleyman b.Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman, Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde,getirilmesini emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı. Süleyman b.Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin?" dedi. O da "Bsn bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim:

"İncinin Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı, üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon dirhemden daha fazla idi. Süleyman b.Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca, onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.

5) Halife Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı. Q esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan er-Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin dedene[103] karşı çıkıyor. Zira deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dedi­ği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu, insanların sana bi'at etmelerinin vacib olma­dığını iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor, sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar) böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi: "Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çt-kışta Rebi: "Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bu­nu başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.

6) Anlatıldığına göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık müsiümanınöldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O, müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya toplandılar ve zımmi ile müsiümanın velileri huzura getirildiler. Harun Reşid,   Ebu   Yusuf'a:   "Bu   müsiümanın   (kısasen)  öldürüleceğine   mi hükmedildi?"  dedi.  Ebu  Yusuf da:   "Ey mü'minlerin  emiri,  o  benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından öldürüldüğü gün cizye  verdiğine   dair  kuvvetli   bir  delil   bulunmadıkça  müsiümanın öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler. Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.

7) el-Gadban, Haccac'ın düşmanı olan Abdjrrahman b.Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona: "Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar otsun.

8) Ubdulmelik b.Mervan şairin

"Bizde Süveyd, Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile "Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.

9)  Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman b.Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin. Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman b.Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu affetti.

10) Adamın birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş. Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi. Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan: "Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu cevaba karşılık:  "Allah sana, ilim hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.

11) Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği i kimseye birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir" dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz, Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama çatman malların geri verdi.

12) Ebu Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de: "Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allah Teala ondan sonra işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla" dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o: "Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine: "Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.

13) El-Leys b.Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi: "Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa, onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad edemez" dedi. El-leys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir.

14)  Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."

15) Bir adam Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi. Haccac:   "Kimden   şüpheleniyorsun?"   dedi.   O: '"Hiç   kimseyi   itham etmiyorum" diye cevab verdi. Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam: "Subhanaİlah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac artarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans yap" dedi. Attan da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı çağırdı ve ona:  "Şu  kokudan sürün,  başka kimse bundan sürünmesin" dedi. Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun" dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen yakalayın" dedi. Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?" dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac, parası çalınan adamı çağırdı ve: 'İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi o adamdan alıp sahibine verdi.

16) Harun Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b,İsa'nın çok hoşuna giden bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine ve  azad etmeyeceğine yemin etti.  Şimdi  ise  bu yemininden kurtulmak istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi.

17)  Muhammed b.Hasan şöyle dedi: "Bir gece uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim. Kapıya bakanıar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler. Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim. Yanına girince O: "Sana birşey sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da "Senzâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin. Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun. Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?" dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin hemen bana gönderildiğini gördüm.

18) Anlatıldığına göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek, endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare (çıkış yolu)bul!" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye: "Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince pariye: "Evet" dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben onu çalmadım" dedi. Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler. Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.

19) Bişr el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini

bilmiyor musun?" eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.

20) Bir bedevi Hz.Hüseyin b.Ali (r.a.)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte bulundu ve: "Deden (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum: "Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'an'm hafızından veya ay yüzlü kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi. Ay yüzlü kimseye gelince ben Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde (Hz.) Hasana ve (Hz.) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hz.Hüseyin: "İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hz.Hüseyin de: "Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı iyiliğe göredir."

Yine dedemin de şöyle dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi. Bunun üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hz.Hüseyin "Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a iman" dedi. Hz.Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hz.Hüseyin: "İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hİlimle beraber olan ilimdir" cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?' diye sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan mat' dedi. Hz Hüseyin "Ya bu da yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik " cevabını verdi. Hz.Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.Hüseyin güldü ve keseyi ona attı. [104]

 

İlmin Faziletine Dair Aklî Deliller           Başa Dön

 

İlmin üstünlüğünün akli delilleri hususunda deriz ki: İlmin bir şeref ve kemal sıfatı, cahilliğin de bir noksanlık sıfatı olduğunu akıllı kimselerin zaruri olarak bildiği bir gerçektir. Bu sebeble yalan olduğunu bilse dahi alim bir kimseye: "Ey cahil!" denilse, bu onu rahatsız eder.

Yine aksini bile bile, cahil bir kimseye "Ey alim" denilse, o bundan hoşlanır. Bunlar ilmin bizzat kıymetli ve bizzat sevimli; cehaletin de bizzat eksiklik olduğuna delildir.

Keza ilim nerede bulunursa bulunsun ilim sahibi saygı ve ta'zim görür Hatta hayvanlar bile insanı gördüğü zaman onu sayar ve ona İtaat eder. Her ne kadar bu hayvan insandan çok güçlü olsa da...

İdareciler bile kendi içlerinde, daha akıllı ve daha faziletli birisini gördükleri zaman isteyerek ona itaat ederler.

Âlimler de, inadlaşmadıkları müddetçe, tabii olarak, ilimde kendilerinden geride olanların reisi olurlar. İşte bundan dolaytHz.Peygamber (s.a.s.)'e karşı çıkıp onu öldürmek isteyen kimselerden bir çoğunun gözleri Hz.Peygamber (s.a.s.)'e iliştiğinde Allah onların kalbine Hz.Peygamber (s.a.s.)'in heybet ve korkusunu düşürdü de onlar onu çok heybetli görüp, ona boyun eğdiler. Bundan dolayı şair şöyle demiştir:

"Onun hakkında apaçık ayetler olmasaydı bile O'nun görünüşü sana, birşey sorma ihtiyacını hissettirmezdi."

Keza şüphe yok ki insan diğer canlılardan daha faziletlidir. Bu fazilet ve üstünlük, insanın güç ve kuvvetinden dolayı değildir. Çünkü hayvanlardan çoğu onun kadar hatta ondan daha fazla kuvvete sahibtir. Bu durumda insanın bu üstünlüğü, ancak onun nurânî bir meziyete ve kendisi ile eşyanın hakikatini anlayıp ona muttali olmaya, Allah'ın:

"Cinleri ve insaman sadece bana ibadet etsinler diye yarattım "(zanyat, 56» ayetinde buyurduğu gibi ibadetle meşgul olmaya müsait hale geldiği Rabbani latifeye sahib olmasından dolayıdır.

Keza câhil, sanki hiçbir şeyi göremediği, kesif bir karanlık içindedir. Halbuki alim sanki, kainatın bucaklarında uçuyor, makûlâtın denizlerinde yüzüyor, böylece mevcud ve ma'dumu, vacib, mümkün ve muhali mütalaa ediyor, sonra mümkinin cevher ve araza; cevherin basit ve mürekkebe bölündüğünü kavrıyor ve bunlardan herbirinin türlere, türlerin de kendi alt türlerine, cüzlere, cüzlerin de kendi alt cüzlerine ve başkası ile ortak olduğu cüzlerle, başkası ile ortak olmadığı cüzlere bölündüğünü ileri derecede görüyor ve herşeyin eserini müessirini, malûlünü, illetini, lazımını, melzumunu, küllisini cüzisini ve tekini çoğunu tanıyor, hatta aklı, bütün malûmatı detayları ve kısımları ile üzerine yazdığı bir levha gibi oluyor. Bu derecenin üzerinde daha üstün bir saadet olabilir mi? O böyle olduktan sonra, bilgisiz nefislerin alim olması gibi, bu nefis ruhlar aleminin bir güneşi gibi oluyor ve diğer nefislerin ebedi hayatlarına sebeb oluyor. Çünkü bu nefis önce kendisi kamil oldu, sonrada başkalarını müken.n.elleştirdi ve böylece de Allah ile kulları arasında bir vasıta oluverdi. İşte bu sebebten ötürü Cenab-ı Hak; "Allah melekleri, emrinden olan ruh ile "(Nam, 2) buyurmuştur. Müfessirler bu "ruhu", "ilim ve Kur'an" diye tefsir etmişlerdir. Ruhsuz beden ölü ve bozuk olduğu gibi, ilimsiz ruh da ölüdür. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın: İşte bu şekilde biz sana emrimizden bir ruhu sana vahyettik"{Ştoa, 52) ayetidir. Buna göre, ilim, ruhun da ruhu; nurun da nuru; özün de özüdür.

Bu saadetin devamlı olup, zeval ve değişmeden uzak olması da özelliklerinden biridir. Çünkü külli tasavvurlara yok olma ve değişiklik arız olamaz. Bu ilim saadeti, zatı bakımından yüceliğin zirvesinde,sonra da ebedilerin en ebedisi, yaşayanların en uzun yaşayanı olunca, saadetlerin en mükemmeli olmuştur.

Keza peygamberler (s.a.s.) ancak hakka davet için gönderilmişlerdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Hiç şüphesiz Rabbinr yolundan sapanları ve hidayete erecek olanları en iyi bilendir"(Nahl, 125), ve:

"De ki: Bu benim yolumdur. Ben Allah 'a açık hüccet ile davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar (böyleyiz.)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. Sonra işi başından al, o zaman göreceksin ki Cenab-ı Hak; "Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım "(Bakara, 30) buyurup, melekler de :                                                 

"Orada bozgunculuk yapacak kimsefler) mi yaratacaksın "(Bakara, 30) deyince, Allah Tealala "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum"(Bakara. 30) buyurmuş ve onlara kendisinin bilmesi ile cevab vererek, kudret, irade, sem'î,basar, vucüd, kıdem ve mekan ile cihetten münezzeh olma gibi diğer celal sıfatları ile onlara cevab vermemiş ve onları bu sıfatlarla susturmamıştır. Ancak O, ilim sıfatı ile onlara cevab vermiştir. Bu da cemal ve kemal sıfatlarının hepsi her nekadar son derece şerefli iseler de, ilim sıfatının onlardan daha şerefli olduğunu gösterir. Cenab-ı Hak, Hz.Adem (a.s.)'in üstünlüğünün de ilimle olduğunu beyan etmiştir. Bu da ilmin, başka şeylerden daha şerefli olduğunu gösterir. Sonra Cenab-ı Hak, Hz.Adem'in ilmini ortaya koyunca onu meleklerin secdegâhı ve yeryüzünün halifesi kıldı. Bu da Hz.Adem'in bu mertebeye ancak ilmi ile müstehak olduğuna delalet eder. Sonra melekler, teşbih ve takdisleri ite övünmüşlerdir. Bunlarla öğünmek ise ancak, bunlar ilimle birlikte olurlarsa yerinde olur. Bu ikisi ilim olmadan yapılırsa, bu nifak olur. Nifak ise, en aşağı mertebedir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Hiç şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar"(u\sa. 145) buyurmuştur. Veya, ilimsiz teşbih ve takdis bir taklid olur, taklid ise kınanmıştır. Bu sebeble meleklerin teşbih ve takdislerinin, ancak ilmin bereketi ile, övünmeyi gerektirdiği ortaya çıkmış oldu. Sonra Hz. Adem (a.s.)'e, ileride izahı geleceği gibi, içtihadı bir meselede hata ettiği için "günah işledi" denildi. Ufacık bir hatadan dolayı, başına gelen başına geldi. Birşeyin önemi ne kadar çok olursa, şerefi de o nisbette fazla olur. Bu da, ilmin ne kadar yüce olduğunu gösterir. Sonra Hz.Adem ilmin yüceliğinin bereketiyle tevbe edip, pişman olarak hakka dönüp, günahta ısrarı ve kibirlenmeyi bırakınca peygamber olarak seçilme elbisesini giydi.

Sonra Cenab-ı Hakk'ın: "Gece kararınca bir yıldız gördü. '(Enam, 76) buyurduğu gibi, İbrahim (a.s.) 'in, daha işin başında nasıl ilim talebi ile meşgul olduğuna bir bak. Sonra o, yıldızlardan aya, aydan güneşe geçti de, tefekkürü ile, birşeyden başka bir şeye geçe geçe, onu maksadına götüren açık bir delil parlak bir burhana ulaşıncaya kadar buna devam etti. Böylece de şirkten yüz çevirerek,

"Ben benliğimi, gökleri ve yeri yaratan (Allah'a) döndürdüm "(Enam, 79) dedi. Hz.İbrahim bu dereceye ulaşınca, Allah onu en güzel şekilde medhedip, en mükemmel şekilde yüceltti

de, bir keresinde: "İşte   biz   böylece İbrahime göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk"(En'am, 75); bir başka defa da:

"İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz'.En'am, 83) buyurmuştur. Sonra Hz.İbrahim mebde' (ilk yaratılış) bilgisine ulaştıktan sonra me'ad (ahiret) bilgisi ile meşgul olarak: "Mani İbrahim: Ya Rabbi, ölüle/i nasıl dirilteceğini bana göster" demişti. "{Bakara, 260). Sonra O, öğrenme işini bitirince, bir keresinde "Duymayan ve görmeyen (putlara) niçin tepiyorsun?"(Meryem 42) diyerek babasına; bir keresinde:

"Sizin ibadete kapandığınız bu putlar da ne oluyor ?"(Enbiya. 52) diyerek kavmine; ve bir keresinde de:

"Rabbi hususunda İbrahim ile tartışan adama baksana?"{Bakara, 252) diyerek de zamanın hükümdarına, delil getirip onları irşad etmekle meşgul olmuştur. Yine Hz.Salih, Hûd ve Şuayb (a.s.)'a bak; onlar işlerinin başında ve sonunda nasıl öğrenmek, öğretmek ve insanları ilahi deliller hususunda düşünmeye irşad etmek ile meşgul olmuşlar?

Yine Hz.Musa (a.s.)'nın Firavun ve ordusu ile olan durumları ve Hz.Musa'nın onlara getirmiş olduğu çeşitli deliller de böyledir. Nihayet, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'e bir bak; Allah O'na peşpeşe nasıl ilimle lütfetmiş de, şöyle buyurmuştur: "Seni yitmiş buldu da, yola iletmedi mi? Seni yoksul buldu da, zenglnleştirmedi mi?"(Duha, 7-8). Böylece Cenab-ı Hak, ilimle olan lütfunu mal ile olan lütfundan daha önce zikretmiştir.

Yine, Cenab-ı Hak, "Sen daha önce Kur'an nedir, iman nedir bilmtyordun"(şura, 52) ve "Bunu sen ve kavmin, bundan önce bitmiyordunuz"(Hud, 49) buyurmuştur. Sonra ilim, Hz.Peygamber'e ilk vah-

yolunan şeydir. Allah: "Rabbinin ismiyle oku!"(Alak, 1) buyurmuştur.Keza Allah'u Teâla daha sonra:"Ve sana, bilmediğin şeyleri öğretti"{Nisa,113) buyurmuştur. Yine, Hz. Peygamber devamlı "rabbim, bana eşyayı, nasıl iseler öylece göster" derdi. İnsanlara, bu zikrettiğimiz akli ve nakli delillerle ilmin kıymeti gösterilememişse, artık onlar için bundan sonra hiç bir şeyin ortaya çıkması mümkün olamaz. [105]

 

Kur'an-ı Kerimde İlmin Tavsîfi           Başa Dön

 

Yine Cenab-ı Hak, ilmi Kur'an-ı Kerim'de şerefli isimlerle isimlendirmiştir.

1) Hayat 'Ölü iken dirilttiğimiz kimse"(Enam. 122).

2) Rûh "İşte böylece biz sana,  emrimizden bir ruhu vahyediyoruz"(Şura, 52).

3- Nûr , "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nûr, 35).

Yine Cenab-ı Hak, Talût (a.s.)'un niteliği hakkında: "Allah içinizden onu seçti ve ona, ilimde ve bedende bir üstünlük verdi(Bakara, 247) buyurmuş, ilmi de bedene takdim etmiştir. Diğer nimetlerden amaç, muhakkak ki bedenin mutluluğudur; bedenin mutluluğu ise, malca mutluluktan daha üstündür. İlmî saadet, cismani saadetten daha üstün olunca, malca saadetten haydi haydi üstün olur.

Yine Hz.Yusuf, "Beni memteketfn hazineleri üzerinde görevlendir. Çünkü benr iyice koruyan ve iyi bilen birisiyim"[Yusuf, 55) demiş, ama "Ben soyluyum, şerefliyim, fasihim, güzel yüzlüyüm" dememiştir.

Yine haberde: "Kişi iki küçük uzvuyla değerlendidirilir: Kalbi ve lisanı." Kişi konuşursa lisanıyla konuşur, dövüşmek istediğinde de kalbiyle dövüşür. Nitekim Şair:

"Gencin lisanı onun bir yansı, kalbi de diğer yarısıdır; geriye ise, sadece bir et yığını ve kan kalır" demiştir.

Yine Cenab-ı Hak, cehaletin azabını, cehennemin azabına takdim

ederek; "Hayır, muhakkak ki onlar, o vakit Rablerinden mahrumdurlar. Sonra onlar muhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme yaslanacaklar"'(Mutaffifin. 15-16) buyurmuştur.

Bazıları, ilmin kaynağının üç olduğunu söylemiştir: Tefekkür eden kalb, ifade eden dil ve tasvir eden bir beyan, ifade gücü..

Ali İbn Ebi Talib de, "ilm" lafzındaki ayn harfinin yücelikten ('uluvv); lam harfinin lütuftan; mim harfinin de mürüvvetten alındığını söylemiştir.

Yine, on çeşit ilim olduğu söylenmiştir: Dinler için tevhid ilmi; şeytanları reddetmek için sır ilmi; kardeşlik münasebetlerini ayarlamak için muaşeret ilmi; farzları ve vacibleri (erkân) bilmek için şeriat ilmi; zamanları tayin için yıldız ilmi; süvariler için kılıç döğüşü ilmi; hükümdarlar için yönetim ilmi; ta'bir etmek için rüya ilmi; delil getirmek için feraset ilmi; bedenler için tıb ilmi ve Rahman'ı tanımak için hakikat ilmi...

Yine ilim, suya benzetilmiştir. Nitekim Cenab-t Hak "Gökten bir su indirdi"(Rad, 17) buyurmuştur. Sular dört kısımdır: Yağmur suyu; sel suyu; kanal suyu ve göze (kaynak) suyu.. İlimler de bunun gibi dört kısımdır:

1) Bulanmaması için, karıştırılması doğru olmayan göze (kaynak) suyu gibi olan "tevhid ilmi," küfrün meydana gelmemesi için Allah'ın nasıl olduğunu anlamayı istemek caiz değildir.

2) Eşmekle artan kanal suyuna benzeyen, istinbat yoluyla ziyadeleşen fıkıh ilmi.

3) Saf olarak inip, sonra havanın toz zerreleriyle bulanan yağmur suyuna benzeyen "zühd" ilmi. Zühd ilmi de saftır, ancak açgözlülükle bulanır.

4) Canlıları öldüren ve mahlûkatı helak eden sel suyuna benzeyen, bid'at ilmi. Bid'at da böyledir. Allah en iyi bilendir. [106]

 

İlmin Tarifi

 

Âlimlerin ilmin tarifi hakkında söyledikleri sözlere dairdir.

Ebu'l-Hasan el-Eşarî: İlim, bir şeyin bilinmesine vesîle olan şeye denilir. Çoğu kez de; "İlim: Kişinin kendisiyle alim, bilici olduğu şeydir" demiştir.

Eş'ariye; "Bilici (alim) ve bilinen (ma'lum) ancak İlim ile bilinirler; bu sebeple, ilmi bu iki şeyle tarif etmek devirdir. Bu ise, caiz değildir" diyerek itiraz etmişlerdir.

Eş'ari buna şu şekilde cevap vermiştir: "İnsanın, kendisinin nefsini, elemini ve lezzetini bilmiş olduğuna dair bilgisi, zaruri bir ilimdir. Eşyayı bildiğine dair bilgisi ise, ilmin aslını bilmektir. Çünkü mahiyyet, mukayyet olan mahiyyete dahildir. Böylece onun, ilmin ilim olduğunu bilmesi, zaruri bir ilim olmuş olur; böylece de devir (devr-i fasit) düşmüş olur. Bu konunun iyice izahı, inşaallah, bu husustaki tercihimizi zikrettiğimizde gelecektir.

Kadî Ebû Bekr ise şöyle demiştir: "İlim, malumu, nasıl ise öylece bilmektir." Yine o, çoğu kez,"ilim, bir bilmedir/'demiştir.

Onun birinci tarifine şöyle itiraz edilmiştir: "Ebu Bekr'in, "İlim, malumu bilmektir" sözü, ilmi malumla tarif etmektir. Böylece, yine devir avdet eder. Buna göre bilmek, ancak bilinen şeye mutabık olduğu zaman doğru olur. Bu sebeple Ebu Bekr'in, marifet sözünü zikrettikten sonra, "onu nasıl ise öylece" sözü, bir haşv (faydadan hâli fazla söz) olur.

O'nun, "ilim, ma'rifettir" (bilmektir), şeklindeki tarifine gelince, bunda birçok yönden bozukluk bulunmaktadır:

a- İlim, bilmenin kendisidir. Bu sebeple ilmi, bilmekle tarif etmek, birşeyi kendisiyle tarif etmek olur ki, bu muhaldir.

b- Bilmek, karışıklıktan sonra ilmin meydana gelmesinden ibarettir. Bu sebepten ötürü, "Ben falancayı tanıyamadım; ama onu şu anda tanıdım" denilir.

c- Allah, kendisini alim olarak vasıflandırmış, ama arif diye vasıflandırmamıştır. Çünkü ma'rifet (bilmek), kendisinden önce bir bilinmezliğin geçmesini, bulunmasını gerektirir ki, bu Allah için düşünülemez.

Üstad Ebu İshâk el-İsferayini de şöyle demiştir: "İlim, bilineni ortaya koymak ve beyan etmektir." Çoğu kez ise O, şöyle demiştir: "İlim, hakikatlerin ortaya konulmak istenmesidir." Çoğu kez ise; "Tebyîn" ( = açıklama, ortaya koyma) sözüyle yetinerek: "İlim, tebyîndir" demiştir ki, bu da zayıftır. O'nun, "ilim, tebyindir" demesinde, ancak bir lafzı ondan daha kapalı olan bir lafızla değiştirme vardır. Bir de. tebyîn ve istibane (ortaya koymak istemek), gizlilikten sonra bir şeyin ortaya çıkışını ihsas ettirirler ki, bu, ilmullâh hususunda daima aynı olmaz.

İsferayini'nin "Malumu, nasıl ise öylece açıklamadır", sözüne gelince, bu söze de Kadî Ebu Bekr'in sözüne yönelen bütün itirazların tamamı yönelir.

Üstad Ebu Bekr İbn Fûrek de, şöyle demiştir: "İlim, fiilin muhkem ve sağlam olarak nitelenmesini sağlayan şeydir."

Bu görüş zayıftır; çünkü vaciblerin vacibliğini, imkansızlann imkansızlığını bilmek, bir sağlamlık ve muhkemlik ifade etmez.

Kâffal ise: "İlim, malumu nasıl ise aynen öyle isbat edip, göstermektir" demiştir.

Çoğu kez; "İlim, malumu, nasıl ise o şekilde tasavvur etmektir" denilmiştir.

Yukarda yazmış olduğumuz itiraz şekilleri bu söz için de geçerlidir.

İmamu'l-Haremeyn ise: "İlmin mahiyetini tasavvur etmeye ve o mahiyeti başka mahiyetlerden ayırdetmeye imkan veren yol, bizim şöyle söylemem izdir. Biz, kendiliğimizden, zorunlu olarak, kendimizin bazı şeylere inandığımızı görüyoruz. Diyoruz ki, bizim o şey hakkındaki inancımız ya katidir veya değil; eğer kati ise, ya vakıaya mutabıktır veya değildir; eğer mutabık ise, o şey ya, mevzu ve mahmul taraflarının aynı olan bir mucibden (gerektirici sebebten) ötürü olurki bu "bedihi ili m "di r; veya zaruri ilimlerin terkibinden hasıl olan bir mucibden ötürü olur ki bu da " nazarî ilim"dir.

Veyahutta, böyle bir mucibden dolayı meydana gelmemiştir ki, bu da mukallidin inancıdır. Vakıaya mutabık olmayan kati inanca gelince, bu cehalettir. Kati olmayan inanca gelince, bu durumda ya iki tarafta eşit olur, ki bu sektir; veya iki taraftan biri diğerinden daha fazla tercihe şayan olur ki, racih olan zan, mercuh olan (bırakılan) ise, vehimdir " demiştir. Bu tarif de birçok bakımdan bozuktur:

1) Bu tarif, ancak bizim, "itikadın mahiyetini bilmemiz bedihi bir itimdir" diye iddia ettiğimiz zaman tamam olur. Bu caiz olunca, ilmin mahiyetini bilmenin bedihi olduğunu ileriısürmerniz neden mümkün olmasın?

2) Bu, ilmi, zıdlarının bulunmamasıyla tarif etmektir.   Halbuki onun zıdlarını bilmek, ilmi bilmekten daha güçlü değildir ki, zıd olmayan ztd olanı tarif edici kılınsın!.. Böylece işin neticesi, bir şeyi kendi misliyle veya daha kapalı olanla tarif etmeye vanp dayanır.

3) İlim, bazan tasavvur, bazan da tasdik olur. Tasavvura, ne katiyyet ne tereddüt, ne kuvvet ve ne de zayıflık arız olamaz. Durum böyle olunca, tasavvuri olan ilimler, bu tarifin dışında kalmış olur.

Mu'tezile de şöyle demiştir: İlim, nefsin sükunetini sağlayan inançtır. Çoğu kez onlar şöyle de derler: İlim, nefsin itminanını (sükûnetini) gerektiren şeydir. Onlar sözlerine devamla, sükun lafzı burada her ne kadar mecazi olsa da, ancak ondan kastedilen açık olunca, onun zikredilmiş olması maksada ters düşmez.

Arkadaşlarımız şöyle demişlerdir: İtikad, ilme muhalif olan bir cinstir, bu sebeple ilmi o cinse dahil etmek caiz olmaz.

Onlar şöyle de diyebilirlerdi: "Şüphesiz ilimle mukallidin inancı arasında müşterek bir nokta vardır. Biz itikad sözüyle bu ortak noktayı kastediyoruz. Ashabımız; Allah'ın ilminin bu tarifin dışında kaldığını, çünkü Allah'ın ilmi hakkında, "O ilim nefsin sükûnetini gerektirir "denilemiyeceğini söylemiş­lerdir.

Felsefeciler ise: "İlim: Maluma mutabık olarak insan nefsinde meydana gelen bir şekildir " demişlerdir. Bu tarifte de, birçok kusur bulunmaktadır:

a- Şekil lafzını ilme vermek, muhakkak ki, mecazidir. Bu sebeple, bu tarifte hakikati mecazdan ayırmak gerekir. "Aynada yüzün şeklinin meydana gelmesi gibi, zihinde de malumun şekli meydana gelir " biçiminde söylenen söze gelince, bu zayıf bir fikirdir, çünkü biz dağı ve denizi düşündüğümüzde zihinde bunlar meydana gelirlerse, zihinde dağ ve deniz var demektir ki bu da, imkansızdır. Eğer, zihinde onlar meydana gelmez de, zihinde bulunan sadece onların şekilleri olursa, bu durumda malum olan o suret olur. Zihinde meydana gelen suret, o şeyin kendisi değil sureti olunca, onun bilinmemiş olması gerekir. Eğer suret meydana geldi ve onun yeri de zihindedir, denilirse bu durumda dağın ve denizin zihinde bulunduğu sözüne döneriz.

b- Felsefecilerin, "o, maluma mutabıktır" sözü ise, devri (devr-i fasid)'i gerektirir.

c- Onlarca, bilinen şeyler bazan hariçte var olur, bazen de hariçte bulunmaz; ki, onlar bu şeyleri itibari durumlar, zihni suretler ve ikinci dereceden akli şeyler diye isimlendirirler. Tarifte zikredilen mutabakat, bu kısım şeylerde makul değildir.

d- Biz bazen yok olanı düşünebiliyoruz. Ama, bu akli tasavvur, yok olan şeye mutabıktır, denilemez. Çünkü mutabakat uyuşan iki şeyin bulunmasını gerektirir. Ma'dum ise, sırf yokluktur. Bu nedenle burada bir uygunluğun meydana gelmesi imkansız olur.

Keza Gazzali, felsefecilerin, ilmin tarifi hususundaki sözlerini izaha çalışarak şöyle demiştir: Kalb gözümüzle idrakimizi, zahiri gözümüzle mukayese etmek suretiyle anlarız. Zahiri gözümüzün manası görülen şeyin suretinin görme kuvvetinde şekil almasından ibarettir; nitekim, aynada suretin şekillendiğini de, bu şekilde anlamaktayız. Nitekim göz, görülen şeylerin şeklini alır, yani o gözde görülen şeylerin aynısı olmayan, ama onlara mutabık olan şekiller belirir. Çünkü, meselâ ateşin kendisi gözde beliremez; aksine, ateşin suretine mutabık bir şekil belirir... Bunun gibi akıl da, üzerinde makûlatın şekillerinin belirdiği bir ayna gibidir. Makulat ile, onların hakikat ve mahiyetlerini kastediyorum.

Aynanın yapısında üç unsur bulunmaktadır: Demir unsuru, parlaklık ve onda şekillerin belirmesi.. İnsanoğlunun cevheri demir, aklı parlaklık, malumatı da suretler gibidir. Gazzali'nin bu sözü gerçekten sakıttır, çünkü O'nun: "Zahiri gözün manası, görülen şekillerin görme kuvvetinde belirmesidir " görüşü, bir kaç bakımdan batıldır.

a- Çünkü o, görmenin tarifinde görenle görüleni zikretmiştir ki, bu bir devirdir (devr-i fasittir).

b- Şayet görme, bu şekil almanın bizzat kendisi olsaydı, o zaman biz ancak gözün alabileceği kadar görürdük. Çünkü büyük bir şeyin küçük birşey içinde şekil alması mümkün değildir. Şayet şekillenen küçük suretler, hariçteki büyük şeylerin görülebilmesi için şarttır, denilirse biz deriz ki, şart meşruttan başkadır. O halde görmek, şekil alan bu suretlerden başkadır.

c- Biz görülen şeyi, olduğu yerde görüyoruz; şayet görülen şey beliren şekil olsaydı, biz onu bulunduğu yerde ve mekanda göremezdik.

Gazzali'nin, "akıl da böyledir; çünkü onda da, makufatın suretleri belirir" sözüne gelince, bu da zayıftır. Çünkü, akılda hararetten ötürü şekillenen suret, mahiyet itibariyle ya müsavidir veya değildir... Eğer birincisi olursa, o zaman aklın, harareti düşündüğü zaman hararetli olması lazım. Çünkü hararetli olmak, ancak hararetle vasıflandığında anlamlı olur. İkincisi olursa, o zaman mahiyet, mahiyeti bakımından hararete ters olan bir şeyin zihinde meydana gelmesinden ibarettir. Bu ise,Gazzali'nin görüşünü geçersiz kılar.

Suretlerin aynada şekil alması hususuna gelince, muhakkik felsefeciler, görülen şeyin suretinin aynada şekillenmediğinde ittifak etmişlerdir. Böylece onların görüşleri hususunda Gazzali'nin zikretmiş olduğu şeyin onların görüşüne uymadığı ve asıllarıyla bağdaşmadığı ortaya çıkmış olur.

Alimlerin ilim hususunda yaptıkları tariflerin batıl olduğu ortaya çıkınca, bil ki tarif edememek, bazen elde edilmek istenen şeyin çok gizli ve kapalı olmasından, bazen de o şeyin çok açık olup, kendisini tarif için daha iyi belirgin ve açık bir şey bulunamamasından ileri getir. İlmi tarif etmekten aciz kalmak, bu ikinci husustan ileri gelmiştir. Gerçekten ilmin mahiyyeti çok açık ve çok net bir şekilde tasavvur edilmiştir. Bu sebeple onu tarif etmek için, bir tanımlayıcıya ihtiyaç yoktur. Bunun delili ise şudur: Herkes zaruri olarak, kendisinin varlığını, göklerde olmadığını, denizlerin karanlıklarında da bulunmadığını bilir. Onun bunları bilmesine dair hasıl olan zaruri ilmi, onun zatının bu ilimlerle muttasıf olduğuna dair bir ilimdir. Bir şeyin birşeye nisbet edildiğini bilen kimse, şüphesiz her iki tarafı da biliyor demektir. Bu mensubiyyetle ilgili zaruri ilim hasıl olunca, ilmin mahiyyetiyle ilgili zaruri ilim de meydana gelir. Bu böyle olunca, ilmi tarif etmek imkansız olur. Burada şimdilik du kadar yeter; diğer tedkikat ise akli meselelerle ilgili diğer kitablarda zikredilmiştir. Altah en iyi bilendir. [107]

 

İlim Kelimesinin Müradifleri (Eşanlamlıları)           Başa Dön

 

İlmin muradifi olduğu sanılan lafızlardan bahsetme hakkındadır.

Bu lafızlar, otuz tanedir:

1) İdrâk: bu, karşılaşma ve ulaşma (vusul) demektir. Meselâ, (çocuk kemale erdi, ulaştı; meyve olgunlaştı) denilir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Hz.Musa'nm yanındakiler,

"muhakkak ki erişilip yakalandık! dediler" (Şuara,61) buyurmuştur. Akleden kuvvet akledilen şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyin mahiyetini elde ettiğinde, bu, bu cihetten bir idrak olmuş olur.

2) Şuur: İsbata kalkışmaksızın, idraktir. Bu, malûmun, akleden kuvvete ulaşma mertebelerinin ilkidir. Bu, sallantıda olan bir idraktir. İşte bu sebeple

Cenab-ı Allah  hakkında,   O şunu biliyor denildiği   gibi, o şunun şuurundadır. hissediyor denilemez.

3) Tasavvur: Akli kuvvet manaya vukuf hasıl edip onu tamamiyle idrak ettiğinde, işte bu tasavvur olur. Bil ki tasavvur, suret lafzından alınma bir lafızdır. Suret lafzı da her nerede kullanılmışsa, şekil alan cisimlerde meydana gelen cismani dururrîar için vaz olunmuşdur. Ancak İnsanlar, şekil ve durumların cismani şeylere hulul ettikleri gibi, malumatın hakikatlerinin de akli kuvvette bir hal olduğunu tahayyül ettiklerinde, bu manada olmak üzere tasavvuru da ilme itlak etmişlerdir.

4) Hıfz: Akılda şekil meydana gelip, bu suret güç kuvvet bulup hatta bu suret yok olmaya yüz tuttuğunda akli kuvvet onu geri döndürmeye ve geri getirmeye muktedir olacak bir duruma geçince, bu durum "hıfz" diye adlandırılır. Hıfz, zayıflıktan sonra kuvvetlenmeyi hissettirdiği için, şüphesiz Allah'ın ilmi "hıfz" olarak adlandırılamaz. Bir de, zevali caiz olan şeyler hıfza muhtaç olduğu için, yine Allah'ın ilmi "hıfz" olarakjadlandınlamaz Allah'ın ilminde böyle bir şeyin olması mümkün olmayınca, O'nun ilmine "hıfz" denilemez.

5) Hatırlamak: Zabtolunan suretler akıl kuvvetinden kaybolup, aklî kuvvet de bunu geri getirmeye çalışınca, işte bu iş "hatırlama" olarak isimlendirilir. Bil ki hatırlamanın, Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceği bir sırrı vardır. O da şudur: Hatırlama, bu silinip zail olan şekillerin geri döndürülmek istenmesinden ibarettir. Bu suret, eğer hissediyorsa o hazır ve var demektir. Hazır ve var olanın ise, yeniden elde edilmesi imkans;zdır. Bu sebeble onun geriye döndürülmesin! istemek imkansız olur. Eğer bu suretler sezilemiyorsa, zihin ondan habersiz ve gafil demektir. Zihin ondan gafil olunca da, onun geriye dönmesini istemesi imkansız olur. Çünkü tasavvur olunamıyan şeyi istemek, imkansızdır. Bu her iki duruma göre de, "geri döndürme arzusu" diye açıklanan hatırlama işi imkansız olur. Şu da var ki biz, kendimizin bazen onu talep ettiğini ve bazen onu geriye döndürmeye uğraştığını görüyoruz. Bu sırlara insan daldıkça ve onları düşündükçe, insanlar nazarında en açık seçik şeylerden olmasına rağmen, onların o sırların künhünü bilemediğini anlar. Akıllara ve zihinlere en fazla kapalı ve çözülmesi en zor olan işleri sen bir düşün...

6)  Zikr: İnsan, zail olan şekilleri geriye döndürmeye çalışır, onlar da geriye dönüp, bu çabadan sonra meydana gelirlerse, işte bu bulunmaya "zikr" denilir. Eğer idrakten önce, bir kaybolma (zeval) söz konusu değilse, bu idrak bir zikr olarak isimlendirilemez. Bu sebepten ötürü şair:

"Allah bitiyor ki, ben onu hatırlamadım (zikr); nasıl hatırlayayım ki; çünkü hiç unutmadım!." demiş, unutmanın meydana gelmesini, hatırlamanın şartı kılmıştır. Mananın nefiste meydana gelmesinin sebebi olduğu için, söz de

zikr diye isimlendirilir. Nitekim Cenab-ı Hak;

"Muhakkak ki zikri biz indirdik, onun koruyucuları da ancak biziz" (Hicr, 9) buyurmuştur.

Burada bir tefsir inceliği vardır ki, o da şudur: Cenab-ı Hak;

"Beni hatırlayınız, Ben de sizi hatırlayayım" (Bakara, 152)

buyurmuştur. Bu emir kula, unutma meydana geldiği zaman mı teveccüh eder, yoksa unutma olmadığı zaman mı? Eğer birincisi olursa, bu durumda kul unutma halinde, verilen emirden habersizdir; unutma halinde ona nasıl teklif teveccüh edebilir? Eğer ikincisi olursa, o kul Allah'ı zaten hatırlıyor demektir ve zikr bulunmaktadır. Var olanı yeniden meydana getirmekse, muhaldir. O halde Cenab-ı Hak, bunu ona nasıl teklif etmiştir? Ayni şeyleC

"Bil ki Allah'dan başka hiçbir ilah

yoWur"(Muhammed,19) ayeti için de söz konusudur. Ancak Allah'ın sözünün cevabı, bu ayette emredilenin tevhidi bilmek olduğudur. Bu ise, tasdikat nevindendir; dolayısıyla ondaki bu müşkillik fazla güçlü değildir.

Zikre gelince, bu tasavvurat nevindendir; buradaki müşkil çok güçlüdür. Buna mutlak olarak, vereceğimiz cevap şudur:

Biz kendimizde hatırlamanın mümkün olduğunu görüyoruz. Bu mümkün olunca, senin söylediğin şey zarûriyyatta (yani kafi hususlarda) şüphe uyandırmaktan ibarettir. Binaenaleyh cevap vermeye müstehak olamaz. O zaman da şöyle denilebilir: Nasıl hatırlanıyor? Biz deriz ki: Nasıl hatırlandığını bilemiyoruz. Fakat senin, bir nebze olsun içtihadla meşgul olmanın kafi geleceğini, fakat bu keyfiyyeti idrâkten aciz kalacağını bilebileceğine dair ilmin, bu tefekkürün seninle ilgili olmadığı, fakat burada başka bir sırrın bulunduğunu anlaman hususunda, sana kâfi gelecektir.

Bu sır da şudur: Tezekkür ve anma, senin sıfatın olmakla beraber, sen onların mahiyyetini idrakten aciz kalınca, sana münasebeti bakımından en uzak şey olan mezkurun (Allah'ın) künhüne nasıl vakıf olabilirsin? Kul, kendisinin künhüne vasıl olmada aczini anlayıp, son derece noksan olduğunu anlasın diye eşyanın en açığını en kapalı kılan zat-ı Barî'yi noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim. Bu durumda kul Allah'ın zahir ve batın olmasındaki sırların mikdannın başlangıçlarına dair az bir şey mütalaa eder.

7) Marifet: Bu lafzın yorumuna dair, çok çeşitli söz vardtr. Alimlerden bir kısmı, "marifet, cüziyyatı; ilim ise, külliyatı idrak etmektir " demişlerdir. Diğerleri ise, "marifet, tasavvur; ilimse tasdiktir" demişlerdir. Bunlar irfanı, ilimden daha büyük bir derece kabul ederek  şöyle demişlerdir: Hissedilen eşyanın (mahsusatın) vacibu'l-vucud olan bir yaratıcıya istinad ettiğini tasdik etmemiz zaruri olarak bilinen bir durumdur. Ama o yaratıcının hakikatini tasavvur etmek, insan gücünün üstünde bir iştir.

Bir de, birşeyin varlığı bilinmediği sürece onun mahiyeti araştırılamaz. Buna göre her arif alimdir, ama her alim arif değildir. Bu sebebten ötürü de insan "arif" diye isimlendirilemez. Ancak ilme dalar ve başlangıcından zirvesine, gayesine beşer nisbetinde ulaşırsa, bu müstesna. Gerçekte de beşerden hiç kimse Allah'ı hakkıyla tanıyamaz. Çünkü O'nun kim olduğunun künhüne, uluhiyetinin sırrına muttali olmak imkansızdır. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Bir kimse birşeyi idrak eder ve onun izini zihninde muhafaza eder, sonra o şeyi ikinci kez idrak eder ve bunun daha önce idrak ettiği şey olduğunu anlarsa işte buna marifet denir. Buna göre "Ben şu adamı tanıdım. O, falan vakitte kendisini gördüğüm falancadır" denir. Sonra insanlar arasında ruhların kadim olduğunu söyleyenler vardır. Yine kimileri, ruhların bedenlerden önce olduğunu, Adem (a.s.) sulbünden çıkarılmış zerreler olduğunu, Cenab-ı Allah'ın uluhiyyet ve Rububiyyetini ikrar ettiklerini, ne varki bedenî karanlık alakadan ötürü Mevtasını unuttuklarını, bedenin zulmetinden ve cismin uçurumundan kurtulup da kendilerine döndüklerinde Rablerini yeniden tanıyıp O'nu daha önce de tanımış olduklarının farkına vardıklarını ve bu idrakin "irfan" olduğunu söylemişlerdir.

8) "Fehm" (anlamak): Bu,  muhatabın sözünden birşeyi tasavvur etmektir.  "İfhâm" ise, lafızda bulunan mananın dinleyenin anlayışına ulaşmasıdır.

9) "Fıkh": Muhatabın maksadını hitabından anlamaktır. Mesela "sözünü anladım" yani "şu hitabından ne kastettiğine vakıf oldum" denilir. Sonra Kureyş kâfirleri şüphe ve şehvet erbabı oldukları için, Hak Teala'nın verdiği mükellefiyetlerde yüce menfaatlere vakıf olamayınca, Cenab-ı Haki "Onlar neredeyse sözü anlamazlar "(nisa, 78)."Yani onlar asıl maksada ve gayeye vakıf olamıyorlar " buyurmuştur.

10) "Akletmek": Bu, eşyanın güzel, çirkin, tam ve noksan olması hususlarındaki sıfatlarını bilmektir. Çünkü sen herşeyin fayda ve zararını, her ne zaman bilirsen; birşeyin faydalı oluşunu bilmen seni onu yapmaya, zararlı oluşunu bilmen ise seni onu yapmamaya sevkeder. Böylece bu ilim bazan yapmaya, bazan yapmamaya mania teşkil eder. Bu sebeble bu ilim adeta devenin yuları gibi olur. İşte bundan dolayı bir salih kimseye "akıl" sorulduğunda "O iki hayırlı şeyden daha hayırlı olanını ve iki şerli şeyden daha şerli olanını bilmektir." dedi. Ona "Akıllı kimdir?" denildiğinde de, "O, Allah'ın emrini ve nehyini tutan kimsedir " dedi. Bu kadar malumat burada kifayet eder. Bu hususta daha geniş izah inşaallah başka bir yerde gelecektir.

11) "Dirayet": Bu, bir çeşit çareden meydana gelen bir biigidir. Bu çare de, bazı mukaddimeler ortaya atmak ve tefekkür etmektir. Dirayet lafzının aslı (Avı hile ile yakaladım) ifadesindendir. Kendisine atış yapılan hedef tahtası için "deriyye" ismi verilmesi,saç taramak için kullanılan alete "Midrâ" ismi verilmesi, bu köktendir. Cenab-ı Allah hakkında, tefekkür edip çare arama manası düşünülemiyeceği için, bu kelimeyi O'nun hakkında kullanmak doğru olmaz.

12) "Hikmet": Bu, bütün güzel ilimlere ve salih amellere verilen isimdir. Nazari bir bilgi ile elde edilen hikmetten ameli (pratik) bir bilgi ile elde edilen hikmet daha hususidir. "Hikmet" kelimesinin amel hakkında kullanılışı, ilim hakkında kullanılışından daha fazladır. Bir işi birisi güzel yaptığında ve onun güzel olduğuna hükmettiğinde "işi iyice muhkem yaptı " denilir. Allah'ın hikmeti, O'nun, o anda veya gelecekte kullarının faydasına olacak şeyi yaratması manasınadır. Kulun hikmeti de bu manadadır. Hikmet çok değişik ifadelerle tarif edilerek şunlar denilmiştir: "Eşyanın (herşeyin) hakikatini  bilmektir."  Bu  ifade, cüziyyatı idrak etmenin mükemmellik olmadığına işarettir. Çünkü cüziyyatı idrak, değişebilen bir idraktir. Bir şeyin mahiyetini, hakikatini idrak etmek ise değişmeden ve değişikliğe uğramaktan uzaktır ve devamlıdır. Hikmet, neticesi iyi olan bir işi yapmaktır. Yine hikmet, idare etmede insanın beşeri gücü nisbetinde yaratıcıya uymasıdır. Bu, onun

ilmini cehaletten, işini zulümden, cömertliğini cimrilikten, aklını da akılsızlıktan temizlemeye çalışması ile olur.

13) "İlme'l-Yakin", "Ayne'l-Yakin" ve "Hakka'l-Yakin": Âlimler, "Yakın, birşeyin öyle olduğuna ve onun inandığının aksine olmasının imkansızlığına inanmastyla meydana gelir. Ancak bu itikadının, ya fıtrî bedahet veya aklî muhakeme gibi bir mucip bulunmalıdır."

14) Zihin: Bu, meydanda olmayan ilimleri kesbetme hususunda, nefsin sahip olduğu güçtür. Bu hususta söylenebilecek hakikat şudur: Allah'ın

"Allah, sizler hiçbir şey bilmiyorken, sizi analarınızın karnından çıkardı "(Nam. 78) buyurduğu gibi, ruhları eşyayı incelemek ve onu bilmekten uzak olarak yaratmıştır. Ancak Cenab-ı Hak, ruhları "Ben   cinleri  ve   insanları,   ancak   bana   ibadet  etsinler  diye yarattım "(Zariyat, 56) buyurduğu gibi, kendisine itaat etmeleri için yaratmıştır. Taat, ilimle kayıtlanmıştır. Bir başka yerde de Cenab-ı Hak,

"Beni anmak için namaz kıl. (Taha. 14) buyurmuş

ve ilimden ötürü kendisine taatı emrettiğini açıklamıştır. İlim, her halükârda bulunması gereken bir şeydir. Bu sebeple nefsin bu bilgileri ve ilimleri elde etmesinin mümkün olması lazımdır. İşte bundan ötürü, Cenab-ı Hak insana, bu maksadını gerçekleştirmesine yardımcı olacak duyu organlarını vererek

duyma hususunda  "Biz ona iki yolu da gösterdik"(Beled, 10); görme hususunda, "Biz   onlara   afakda   ve   nefislerinde,    onlara    delillerimizi

göstereceğiz"(Fussilet.53) say, tefekkür hakkında "Kendi nefisleriniz hakkında iyiden iyiye düşünmez misiniz?"(Zariyat. 21) buyurmuştur. Bu kuvvetler birbirleriyle uyumlu bir şekilde kulda bulunduklarında, cahil olan ruh alim haline! gelir ki, bu da Cenab-ı Hakk'ın

"Rahman, öğretti Kur 'an "(Rahman, .-gayetinin ifade

ettiğidir. Netice olarak diyebiliriz ki, bu bilgileri elde etmek için nefsin yararlan­dığı yetenek, işte zihindir.

15) Fikir: Fikir, ruhun hazır olan tasdikattan, hazır hale getirilmeye çalışılan tasdikata geçişidir. Bazı muhakkikler ise, fikir, Allah'ın katından ilimlerin  inmesini  bekleme  konusunda Allah'a yakarış yerine geçer, demişlerdir.

16) Hads (Sezgi): Şüphesiz fikrin ameli, ancak, meçhul olan şeyin malum hale gelmesi için, meçhulün iki tarafın arasına giren bir şeyin bulunmasıyla tamamlanır.  Çünkü  nefis cahil olması  durumunda,  sanki  bir zulmet içerisindedir. Onu  yönetecek  bir  yöneticinin  ve  yönlendirecek  bir yönlendiricinin bulunması gerekir. Bu ise, meçhulün iki tarafı arasına giren vasıtadır. Meçhulün, bu her iki tarafa da hususi bir nisbeti bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikisine nisbetinden iki mukaddime meydana gelir. Bu sebeple her meçhulü bilmek, ancak bilinen iki mukaddime vasıtasıyla olur. Bu iki mukaddimenin ikisi de adeta iki şahid gibidir. Nasıl ki, şeriatta iki şahidin

bulunması gereklidir, akılda da iki şahidin bulunması zarureti böyledir. Bu iki mukaddime, neticeyi verirler. İşte, bu "mutavassıt" elde edebilmesi için nefsin faydalandığı yetenek, "hads" tir.

17) Zeka: Hadsin (sezgi) çok güçlü olması ve en mükemmele varmış halidir. Bu böyledir, çünkü zeka bir iş ve onun hakkında doğruyu çok çabuk ve kesin olarak belirleme konusunda aydınlatıcı bir yoldur. Kelimenin aslı, ateş alevlendi' "Rüzgâr şiddetlendi ve yayıldı" ve keskin bir bıçakla boğazlanmış koyun için söylenilen sısu. iu. kullanışlarından gel­mektedir.

18) Fıtnat:     Tariz kasdiyle kapalı bırakılan ifadelerdeki mananın yakalanmasıdır.    Bu   sebeple  daha   ziyade semboller ve bilmeceleri çözümleme hususunda kullanılır.

19) Hatır: Nefsin bir şeyin delilini ortaya çıkarmak için harekete geçmesidir.Gerçekteyse.bu hareket,bilinen bir şeyin kalbte meydana gelip ruhta bulunmasıdır. Bu sebeple,   "Bu hatırıma geldi" denilir. Ancak nefis, bu hatıra gelen mananın mahallini teşkil ettiği için, hatır kelimesi "hâil" (bir yerde bulunan, oraya hulul eden) olanın "mahalle" isim verilmesi kabilinden kabul edilmiştir.

20) Vehm: Bu, başkası kendisine tercih edilmiş, yani mercûh itikaddır. Bazen şöyle de denilir: Vehm, hissi olmayan cüzi işleri, cismani ve cüzi olan şahıslara  vermekten,   hükmetmekten   ibarettir.   Kuzunun,   annesinin dostluğuna, kendisine eziyyet edenin de düşmanlığına hükmetmesi gibi.

21) Zann: Raciholan (ağır basan)itikaddır. İtikadın kuvvet ve zayıflığı kabul etmesi bir düzen içinde olmayınca, zannın dereceleri de mazbut değildir. İşte bu sebepten dolayı zann kalben itikad edilen şeyin taraflarından birini, diğerinin de caiz görülmesiyle birlikte, diğerine tercih etmekten ibarettir. Sonra, zann kuvvet itibariyle sınırlı olunca, bazan ona ilim adı da verilebilir. Yine hiç şüphesiz ilme de zann ismi verilebilir. Nitekim bazı müfessirler Cenab-ı Hakk'ın 'Rablerine kavuşacaklarını bilenler"(Bakara, 46) ayetini tefsir ederken, şöyle demişlerdir. Burada "zann" arzı, iki sebepten dolayı ilme itlak edilmiştir.

a- İnsanların, çoğunun, ahiretteki bilmelerine nisbetle, dünyadaki bilmelerinin, ilmin yanında zann durumunda olduğuna dikkat çekme.

b- Dünya da gerçek ilim, nerdeyse ancak,Allah'a  ve Resulüne  iman edip,  sonra da şüphe etmeyenler yok mu.."(Hucurat, 15) ayetinde bahsi geçen nebiler ve sıddîk kullara münhasırdır Bil ki zan, eğer güçlü bir emareden ileri gelmişse, bu kabul edilir ve övülür. Bu ilmin çoğu hallerinin dayanağı da, zann-ı (galibtir. Eğer zayıf bir emareden meydana gelmişse, bu, Cenab-ı Hakk'ıru

ki zan, gerçek karşısında birşey ifade etmez"(Hecm. 28) ve  "Muhakkak ki zannıh bir kısmı günahtır "(Hucurât, 12) buyurduğu gibi kınanır.

22) Hayâl: Hissolunan şeyin kaybolup gitmesinden sonra, ondan geriye kalan şekilden ibarettir. Sevgilinin cemalinden, hayal olarak, uykumuzda görünen görüntü... de bu manayla alakalıdır. Hayal, bazan uykuda, bazan da uyanıkken meydana gelen şekillere denir. "Tayf" (hayal) ise, ancak uyku halinde görülen hayeller için kullanılır.

23) Bedahet: Nefiste, düşünme vasıtasıyla değil de, doğrudan meydana gelen bilgidir. Mesela, birin ikinin yarısı olduğunu bilmen gibi..

24) Evveliyyât:  Bu,  bedihi olanların bizzat aynısıdır.  Bu şekilde isimlendirilmelerinin   sebebi   şudur:   Zihnin   kaziyyenin     mahmulünü mevduuna, başka bir şeyin aracılığı olmadan, doğrudan katmasıdır. Başks bir şeyin tavassutuyla olan şeye gelince, bu mutavassıt önce mahmuldür

25) Reviyye: Uzunca bir tefekkürden sonra meydana gelen bilgidir. (düşündü ve tefekkür etti) den alınmadır.)

26) Kiyaset: Nefsin, daha faydalı olanı bulup çıkarabilmesidir. İşte bı sebepten dofayı Hz. Peygamber, "Zek kimse, nefsini zelil edip, ölümden sonraki hayat için çalışan kimsedir ' buyurmuş. Çünkü, insan için, ölümden sonra ulaşacağı hayırdan daha üstür bir hayır yoktur.

27) Tecrübe (hıbre): Bu da, kendisine tecrübe yoluyla ulaşılan bilgidir Nitekim şöyle dinilir: (Onu sınadım, denedim, tecrübe ettim). Ebu'd-Der dâ (r.a.)'da şöyle demiştir. İnsanların, tecrübelerine dayanarak (iyi kimselerin az olduğunu haber verdiklerini gördüm... Yine bunun, Arabların sözünden, yani "sütü bol deve" deyişinden iştikak ettiği de söylenmiştir Buna göre haber, bilgisi bol olan şey demektir. Yine bunun Arabların demelerinden alınmış olması da mümkündür. Yani, sütünün bol olduğı söylenmiş olan deve...

28) Re'y:   Kendisinden   matlubun   meydana  gelmesi   umular mukaddimelerin "hatır"[108] tarafından ihata etmesidir. Bazan re'yden elde edilen hükümlere de re'y denilir. Fikre nisbetle re'y, ustaya nisbetle aletin durumu gibidir. Bu sebepten ötürü "Ham ve çiğ görüşten sakın!" denilmiştir. Yine, "Fikri bırak, isabet edersin" denilmiştir.

29) Firaset; Bu, görünen hak ile görülmeyen ahlaka istidlal etmek (yani dıştaki  şekilden  içteki  durumu  çıkarmaktır).  Cenab-ı  Hak,  bu  yolun

doğruluğuna şu ayetlerle dikkat çekmiştir:

"Bunda, Üraseti olanlar için birçok ayet vardır"{Hicr, 75),

"Onları yüzlerinden tanırsın" (Bakara, 273) ve "Onları sen, sözlerinin üslûbundan tanırsın "(Muhammed, 30). Bu kelimenin iştikakı, Arablann "Vahşi hayvan, koyunu parçaladı" sözlerin­den alınmıştır. Buna göre firaset, sanki bilgilerin söküp alınmasıdır. Bu da iki kısımdır.

a- Sebebi bilinmeksizin, insanın hatırında meydana gelen nev', ki bu ilhamdan ya da vahiyden bir çeşittir. Nitekim Hz.Peygamber şu sözüyle bunu kastetmiştir. "Muhakkak ki, ümmetim içinde İlham ile konuşanlar vardır ki, Ömer de bunlardandır.". Feraset, keza, kalbe üfleme diye de isimlendirilir.

Ferasetin ikinci kısmı ise, öğrenme yoluyla elde edilendir ki, bu apaçık şekillerden batini olan huylara istidlalde bulunmaktır. Ma'rifet ehli, Cenab-ı Hakk'ın  "Babbinden açık bir delil üzerinde olan ve ardınca Ondan bir şahid gelen..."(Hûd. 17) ayetindeki beyyinenin ferasetin birinci kısmına dahil olduğunu; bununsa rûh cevherinin seçkinliğine işaret olduğunu; şahidin ise, ikinci kısım feraset olduğunu, ki bunun da şekillerle iç durumlara istidlalde bulunmak olduğunu söylemişlerdir. [109]

 

Allah'ın "Muallim" Olduğu Söylenebilir mi?           Başa Dön

 

Cenabl Hakkın: "Ve Adem'e bütün isimleri Öğretti "{Bakan. 31), "Bizim, senin bize Öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yokflir "(Bakara, 32) "Rahman, öğretti Kur'an "(Rahman. 1-2) ayetleri, Cenab-ı Hakk'ın muallim olarak isimlendirilmesin! gerektirmez. Çünkü bu lafızda, Allah'a itlak edilmesi caiz olmayacak tarzda, karşılıklı öğrenme ve öğretme manası vardır. Bu da, ta'limi ve telkini sanat haline getiren kimse, yani öğretmendir. Ders veren kimseye de mutlak olarak muallim denilmez, hatta muallimlere bir vasiyyet edilse, bu vasıyyete müderris dahil olmaz. İşte bunun gibi Alllah'a, ancak kayıtlanarak "muallim" denilebilir. Bu karşılıklı öğrenme ve öğretme olmasaydı, bu kelimenin Cenab-ı Hakk'a itlakı güzel olurdu. Bundan da öte, ancak O'nun için kullanılması vacib olurdu. Çünkü muallim, başkasında ilmi meydana getiren demektir ki, buna da Allah'dan başka kimsenin gücü yetmez. [110]

 

"(Melekler) de: Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen hüküm ve hikmet sahibi şüphesiz ki sensin sen'' demişlerdi Allah Teala,: Ey Adem, onları adları ile kendilerine haber ver'' deyip de o da onlan isimleriyle söyleyfverince (şöyle) dedi: Size demedim mi ki göklerin ve yeringaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi gizlemişsenlz ben onların hepsini bilirim "(Bakara, 32-33). Meleklerin, "Orada fesat çıkaracak kimseler mi yarafacaksm "(Bakara, 31) diyerek, isyan ettiklerini ileri sürenler meleklerin bunu sormakta hata ettiklerini anlayınca, "Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok" diyerek, hatalarından dönüp tevbekâr olduklarını ve özür dilediklerini söylemişlerdir.

Meleklerin günah işleyebileceklerini kabul etmeyenler ise bu hususta iki görüş belirtmişlerdir:

a- Onlar bu sözü, acizliklerini itiraf etmek ve sordukları şeyi bilmediklerini kabul etme tarzında söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü melekler, "Biz ancak senin bize öğrettiklerini biliriz. Bize öğretmediğin zaman biz nasıl bilebiliriz?" demek istemişlerdir.

b)- Melekler: "Orada yaratacak mısın?" demişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara, bu durumu bildirince, sanki onlar bununla şöyle demek

istemişlerdir: Ey Rabbimiz sen bize o insanların yeryüzünde, fesat çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmiştin.İşte bundan dolayı sana "O yeryüzünde orayı ifsad edecek kimseleri mi yaratacaksın?" diyoruz. Bu isimlere gelince sen bunların keyfiyetini bize bildirmedin. Biz nasıl bilebiliriz? Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[111]

 

İlimler Allah Teâlâ'nın Mahlûkudur

 

Alimlerimiz Hak Teala'nın; l buyruğunu bilgilerin Allah'ın mahluku olduğuna

delil getirmişlerdir.  Mu'tezile ise "Bu ayetten maksad, "Cenab-ı Allah'ın öğretmesi ve deliller ikame etmesi dışında bizim için bir bilgi yoktur" manasınadır demişlerdir. Buna şöyle cevab veririz: Tesvid'in başkasında siyahlığı meydana getirmeden ibaret olması gibi, ta'lim de başkasında ilmi meydana getirmeden ibarettir." Ta'lim, eğer şartlar müsait olur, engeller ortadan kalkarsa, kendisine ilmin terettüb ettiği şeyi ifade etmekten ibarettir. Bu sebepten ötürü de "Ben ona öğrettim fakat o öğrenmedi" denilir. İlmin dayandığı şey ise delili ortaya koymaktır. Allah Teala da işte bunu yapmıştır" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki ilmin meydana gelmesinde müessir olan, bizzat delilin kendisi değil aksine delili değerlendirmektir. Onu değerlendirmek ise kulun fiilidir. Bu nedenle ilmin meydana gelmesi Allah'ın öğretmesi ile olmaz. Bir de bu Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur" ayeti ile tezad teşkil eder. [112]

 

Falcılıkla Gayb Bilinemez

 

Müslümanlar, bu ayeti, Allah'ın öğretmesi dışında, gaybı bilmeye imkan olmadığına ve gayba yıldızlar ilmi  (astroloji),   kehanet  ve   müneccimlik   ile ulaşmanın mümkün olamayacağına delil getirmişlerdir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Allah'ın -"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları ancak Allah bilir"(Enam, 59) ayeti ile,  "O (Allah) bütün gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesna.. "(Cin. 26-27) âyetidir. Bir müneccim, Mutezile'ye şöyle diyebilir: "Ta'limi, delil ikame etmek diye açıkladığına göre, bence, yıldızların hareketleri bu alemdeki çeşitli durumları göstermek üzere Allah'ın yarattığı birer delildirler. Ben bu hareketlerle, bu durumlara istidlal ettiğimde, bu da Allah'ın talimi ile olmuş olur." Yine şöyle de denebilir: Melekler gaybı bilmekten aciz olunca, bizler haydi haydi bilemeyiz. [113]

 

Alîm Vasfının Mânâsı           Başa Dön

 

"Alîm", ilim hususunda tam bir mübalağa ifade eden sıfatlardandır. Tam bir mübalağa ise ancak bütün  bilinecek  şeyleri  çepeçevre  kuşatma esnasında mümkün olur. Böyle olan ise sadece Cenab-ı Allah'dır. Bu sebeble mutlak alim şüphesiz sadece O dur. "ifada ederek "Alîm ve hakim olan şüphesiz ki sensin sen" buyurmuştur. [114]

 

Hâkim" Vasfının Manası

 

"Hakîm" iki türlü kullanılır:

1) Âlim manasına gelir,   bunagörede Allah'ın

zatî sıfatlarından olur. Bu manada, "Allah Teala ezelde hakîm idi" deriz.

2) Bu, "Hiçkimsenin itiraz edemeyeceği bir şeyi yapmış olan" manasınadır. Buna göre, hakim, Cenab-ı Allah'ın fiili sıfatlarından olur. Dolayısı ile, bu manada biz, "o ezelde hakîm idi" diyemeyiz. Ayetteki hakîm'den bu ikinci mananın murad edilmiş olması doğruya en yakın olandır. Aksi halde tekrar yapılmış olur. Bu izaha göre melekler sanki şöyle demişlerdir: "Sen her malumatı bilensin. Hz.Adem'e öğretmen de mümkündür ve sen bu işinde hakimsin, isabetlisin." İbn Abbas'tan, meleklerin Allah'ı "Hakîm" diye tavsif etmekten, Allah'ın Hz.Adem (a.s.)'i yerde halife kılması ile ilgili hükmü kasdettikleri rivayet edilmiştir. [115]

 

Hak Teâlâ Eşyayı Yoklukları Sırasında da Bilir

 

Cenab-ı hak, Hz.Adem (a.s.)'e herşeyin ismini meleklere haber vermesini emredince, o da onlara bunu haber verdi. Hz.Adem onlara eşyanın ismini haber verince, Allah Teala bu esnada meleklere "Ben size dememiş miydim ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim " buyurdu. Bu gaybdan maksad, Allah'ın Hz.Adem'in yaratılışından önce de onun çeşitli hallerini bilmesidir. Bu da Hak Teala'nın, eşya meydana gelmeden önce eşyayı bildiğine delalet eder. Yine bu, "Allah eşyayı ancak meydana gelirken bilir" şeklindeki Hişam b.HaKem'in görüşünün batıl olduğunu gösterir. Şayet "İman ilimdir '"denirse, buna göre Cenab-ı Hakk'ın:"Onlar gayba iman ederler" ayeti kulun da gaytı bildiğini gösterir. Öyleyse Cenab-ı Hak, burada nasıl "Göklerin ve yerin gaybmı şüphesiz ben bilirim " demiştir. Allah Teala, bu ayette gaybı bilmenin ancak kendisine has olup başkasının bundan uzak olduğunu bildirmiştir. Bunun cevabı  âyetinin tefsirinde geçmişti. [116]

 

Meleklerin Gizlediği Husus

 

Allah Teala'nın "Neyi açıklar ve neyi gizlerseniz ben onların hepsini bilirim'' ayetine gelince bununla ilgili birkaç husus vardır

a) Şa’bi nin İbn Abbas ve İbn Mes’ud’(r.a.) dan rivayet ettiğine göreCenabı Hak ile meleklerin: 'Orada fesat çıka­racak kimseler mt yaratacaksın" şeklindeki sözlerini, "neyi gizlerseniz" ifadesi ile de İblis'in kendi kendine kibri ve Hz.Adem'e secde etmemeyi telkin edişini kastetmiştir.

b) Allah buyruğu ile "gayb olan şeyleri, zahiren faydasız gibi görünen gizli esrarı bilirim. Ancak gizli sırları bildiğim için onların yaratılmasında fayda olduğunu da bilirim" demiştir.

c- Hak Teala, Hz.Adem (a.s.)'i yaratınca melekler onu acaib bir yaratık olarak görüp, "Allah ne dilerse dilesin; Rabbimiz kendi katında bizden daha kıymetli mahluk yaratmayacaktır" demişlerdir. İşte meleklerin içlerinden geçirdikleri (gizledikleri) şey budur. Bu sözü kendi aralarında birbirlerine gizlice söyleyip, birbirlerine açtıkları halde, başkalarından saklamış olmaları mümkündür. Böylece tek bir fiil ile hem açıklama hem gizleme işi yapılmış olur.

d- Bu feylesofların görüşüdür: Onlara göre beş durum vardır: Çünkü bir şey ya sırf hayır, ya sırf şer veya karışık olur. Karışık olunca da ya İki taraf denk olur, ya hayır galib olur, yahut da şer tarafı galib olur. Hikmet, sırf hayrın yaratılmasını gerektirir. Hayır tarafı galib gelen şeyin yaratılması da hikmet gereğidir. Çünkü az bir serden ötürü çok hayrı bırakmak çok şer olur. Buna göre melekler "fesat çıkarma ve kan dökme"den bahsetmişlerdir ki bu insanoğlundan sadır olacak bütün hayırlara nisbetle az bir şer olarak kalır.

Buna göre Cenab-ı Allah'ın âyetinin manası "Ben, onların (insanların) hayırlarının şerlerinden çok olacağını bilirim" demektir. Bu sebeble Allah Teala'nın hikmeti insanın yaratılmasını gerektirmiştir. [117]

 

Kulun İlâhî Huzurda Olduğunu Bilip Günahı Bırakması

 

Bu ayette çok büyük bir korku ve çok büyük bir sevinç  vesilesi  vardır.   Korku  şudur:   Cenab-ı Hakk'a kalblerin hiçbir hali gizil değildir. Bu sebebiken, insanlar muttali olur diye günahı terketme huyunda olmaması gerekir.

1) Adiyy b.Hatim, Hz.Peygamber (s.a.s.j'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kıyamet günü bazı insanlar getirilir ve cennete götürülmeleri emrolunur. Onlar cennete yaklaşırlar, cennetin kokularını almaya, köşkleri ve Allah'ın cennetlikler için hazırladığı nimetleri görmeye başladıklarında. Onlar için şöyle nida edilir: "Onları oradan geri çevirin. Onların cennetten nasibleri yoktur." Bunun üzerine onlar cennetten, hiçkimsenin benzeri bir şekilde dönmediği bir pişmanlıkla oradan dönerler ve şöyle derler: "Ya Habbil dostların için cennette hazırladığın şeyleri ve mükafaatlan bize göstermeden bizi cehenneme soksaydm, bu bize daha kolay olurdu." Bunun üzerine onlara, "Siz bana, yalnız kaldığınızda büyük cürümlerle mukabele ediyordunuz; insanlarla karşılaştığınızda, onları sevgiyle karşılıyor ve kalblerinizde gizlediğinizin aksine, insanlara gösteriş olsun diye tevazu göstererek, insanlardan korkuyor, ama benden korkmuyordunuz; onları tebcil ediyor, ama beni tebcil etmiyordunuz; onlar için günahları bırakıyor, benden ötürü bırakmıyordunuz; halbuki nazarınızda sizi gözetleyenlerin en ehemmiyetsizi ben idim. Bugün, ben size haram kıldığım nimetlerin çetin azabını böylece tattırmayı istedim."

2) Süleyman b.Ali, Humeyd et-Tavil'e "Bana nasihat et" demişti. O da "Eğer sen, O'nun seni gördüğünü bile bile, tek başına olduğun zaman Allah'a isyan edersen, büyük bir işe cüret etmiş olursun. Eğer O'nun seni görmediğini sanarak tek başına kaldığında isyan eder, (günah işlersen) Altah'ı inkar etmiş olursun" dedi.

3) Hâtem el-Esam şöyle demiştir: "Kendini üç şeyden temiz tut.Bir şeyi azalarınla yaptığında Allah'ın sana baktığını hatırla, birşey söylediğinde Allah'ın seni dinlediğini hatırla ve zahiren birşey yapmadığın halde kalbimden birşeyler geçirdiğinde Allah'ın onları bildiğini hatırla. Çünkü O; Şüphesİz ben sizlerle beraberim, işitir ve görürüm (Taha. 46) buyurmuştur.

4) Hiç kimse Allah'ın hikmetinin sırlarına muttal' olama-. Meleklerin aklı insanın fesad çıkarıp kan dökeceğine takıldı da, insanı hakir görmeye başladılar. Yine onların aklı, iblisin taatine takıldı da onu gözlerinde büyüttüler. Ama gaybları bilen Cenab-ı Hak, insanların, fesat çıkarsalar ve kan dökseler de, bunun peşisıra "Ey Habbimiz biz kendimize zulmettik" (Araf, 23) diyeceklerini; iblisin ise, her nekadar o anda itaatta bulunuyor ise de

daha sonra:  "Ben, o Âdem'den daha hayırlıyım"(A'raf, 12) diyeceğini biliyordu. Akla ve akıllıya yakışan, sadece gördüklerine güvenmemesi ve devamlı bir korku, bir endişe içerisinde olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: ifadesinin manası şudur: "Ben zahiri ve batını, olanı ve olacağı bilirim. Sizin şimdi İtaatkar olarak gördüğünüz varlığın, ileride kâfir olacağını ve benim huzurumdan uzak kalacağını; şimdi fasık ve benden uzak olarak gördüğünüz insanın gelecekte hizmetime yakın olanlardan olacağını ben bilirim." Buna göre mahlukatın cehalet perdelerinden tamamen sıyrılması, acziyyet örtülerini yırtması kolay değildir. Çünkü onlar, Cenab-ı Hakk'ın ilminden hiçbirşeyi ihata edemezler. Sonra Hak Teala insanın kulluğunun tamlığını, gökte oturanları içinde ibadetçe en ileri olan İblisin küfrünün tamlığını ortaya koymak, böylece de hiç kimsenin ibadeti ne mağrur olmamasını ve eşyayı bilmeyi Yaratıcı1 nın hikmetine bırakmalarını, ne kalb ile ne dit ile O'nun yaptıktan ve yarattıklarına itirazda bulunmamaları için, gaybı ancak kendisinin bildiğini, meleklerin bunu bilmekten aciz olduklarını kesin bir ifade ile beyan etmiştir. [118]

 

Meleklerin Hz.Adem'e Secde Etmeleri

 

"Hani meleklere "Adem'e (yani onun şahsında Ailah'a)secde edin" buyurduk da iblisten başka bütün melekler secde ettiler. O ise dayatıp kibirlendi  (Zaten) O kâfirlerden "(Bakara, 34). Bu, bütün şamil olan nimetlerin dördüncüsüdür. Bu da şudur: Cenab-ı Hak, babamız Adem'i meleklerin secdegâhı kılmıştır. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hak, ilkönce Hz.Adem'in hilafete tahsis edildiğini, peşinden ona çok ilim verildiğini, daha sonra da ? derecesine meleklerin yetişemediği bir ilim mertebesine ulaşmış olduğundan bahsetmiştir. Şu anda ise, Adem'in meleklerin secdegâhı olduğundan söz etmiştir. Burada birkaç mesele bulunmaktadır: [119]

 

Secde Emri Hz. Adem'in Nihaî Yaratılışından Öncedir.           Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın secdeyi emretmesi; Ben topraktan bir beşer yaratacağım; onu ta­mamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman, onun için derhal secdeye kapanacaksınız''(Sâd, 70-71) ayetinin deliliyle, Hz.Adem'in yaratılışının tesviyesinden önce meydana gelmişti.

Bu ayetin zahiri, Hz.Adem diri iken meleklerin secdegâhı olouğunu gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın \y& sözündeki "fâ" harfi, takibiyyet ifade eder. Bu takdire göre, isimleri öğretme ve bu hususta meleklerle yapılan münazara, Hz.Adem'in meleklerin secdegah olmasından sonra meydana gelmiştir. [120]

 

Secdeden Murad İbadet Değil Teşriftir

 

Bütün müslümanlar, bu secdenin ibadet olmadığında ittifak etmişlerdir. Çünkü başkasına

ibadet secdesi küfürdür. Küfür de emredilmez. Sonra müslümanlar, üç görüş üzere, ihtilafa düştüler. [121]

 

Âdem, Bir Nev'i Kıble Olabilir

 

1) Bu secde Allah için olmuştur. Hz.Adem ise, sanki bir kıble olmuştur. Alimlerden bazıları, bu görüşü iki yönden tenkit ederler:

a) "Kıble için namaz kıldım" denilmez, tam aksine "Kıbleye (müteveccihen) namaz kıldım" denilir. Şayet Hz.Adem, bu secdenin kıblesi olmuş olsaydı, o zaman denilmesi gerekirdi. Emir böyle değil de 'jşeklinde olunca, Hz.Adem'in kıble olmadığını anlamış oluruz.

b- İblis, "Bene en şerefli kıldığın bu mahlûk kim oluyormuş bana söyle"(lsra, 62} demiştir.

Yani, Hz.Adem'in kendisine secde edilmesi O'nun secde edenden daha yüksek mertebede olduğunu gösterir. Eğer Hz.Adem kıble olsaydı, Hz.Muhammed'in Kabe'ye karşı namaz kılmış olması ve Kabe'ye karşı namaz kılmış olmasının da Kabe'nin Hz.Muhammed'den üstün olmasını gerektirmediği deliliyle, bu yüksek mertebe meydana gelmezdi. Birinciye şu şekilde cevap veririz. denilmesi caiz olduğu gibi, denilmesi de caizdir. Bunun delili Kur'an ve şiirdir. Kur'an'dan olan delili,

Cenab-ı Hakk'ın Güneşin kaymasından...

namaz kıl'(İsra, 78) ifadesidir. Namaz, güneşin kayması için değil de, Allah içindir. Bu caiz olunca, namaz kıble için değil de Allah için olduğu halde, denilmesi niçin caiz olması? Şiirden delile gelince, bu Hassan'ın şu beytidir: "Ben, işin (hilafet)in Beni Haşim'den, onlardan da Hasan'ın babası (Hz.Ali)'nin elinden gideceğini hiç düşünmemiş aklınia getirmemiştim. O, (Hz.Ali) sizin kıblenize yönelerek namaz kılanların ilki ve insanların, Kur'an ve sünneti en iyi bileni değil mi, (miydi)?"

Şairin sözü, bizim maksadımıza bir delildir. İkinciye ise şu şekilde cevap veririz: İblis, Cenab-ı Hakk'ın Hz.Adem'i kendisinden üstün tutmasından şikayet etmiştir. Biz bu üstün tutmanın, sırf kendisine secde edilmiş olması sebebiyle olduğunu kabul etmiyoruz. Belki de, bu üstünlük başka sebeplerden dolayı olmuştur. Birinci görüş hakkında söylenenler bundan ibarettir. [122]

 

Bu Secde Selam Mahiyetinde Olabilir

 

2) Bu secde, meleklerden O'na bir selam gibi Hz.Adem'i ta'zim ve tahiyye için olmak üzere, Hz.Adem'e yapılmıştır. Müslümanların birbirlerine selam vermesi gibi, geçmiş ümmetler de bunu yapıyorlardı. Katade, Cenab-ı Hakk'ın "Ve onun için secdelere kapandılar"(Yusuf, ıoo) ayeti hakkında, o zaman insanların birbirlerine selamı, secde etmek şeklindeydi" der.

Yine Suheyb'den rivayet edildiğine göre, Muaz Yemen'den geldiği zaman, Hz.Peygamber'e secdeye kapanmış, bunun üzerine Hz.Peygamber ona, bunun ne olduğunu sorunca, o şöyle cevap vermiştir. "Yahudiler büyüklerine ve alimlerine secde ediyorlar. Hristiyanların da papaz ye patriklerine secde ettiklerini gördüm. Onlara, bu nedir dediğimde bana, bu peygamberlerin selamıdır, diye cevap' verdiler." Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.) "Onlar peygamberlerine iftira etmişler" buyurmuştur.

Süfyan es-Sevri, Semmak b.Hani'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Caselik, Hz.Ali'nin huzuruna girdi ve ona secde etmek istedi. Bunun üzerine Hz.Ali, "Bana secde etme, Allah'a secde et" dedi. Hz.Peygamber (s.a,s) de

"Eğer bir kimseye AUah'dan başkasına secde etmesini emretseydim, üzerinde hakkı çok olduğu için kadına kocasına secde etmesini emrederdim" buyurmuştur. [123]

 

Secdeden Maksat İnkiyad Olabilir

 

3) Secde, Arapça'da inkiyad ve boyun eğmek manasına gelir. Nitekim: Orada tepelerin atların ayaklarına secde ettiğini görürsün" yani bu küçük dağların atın ayaklarına boyun eğdiğini görürsün demiştir. Cenab-ı Hakk'ın:                                                       "Ot ve  ağaç Allah'a  secde  ederler" {Rahman, 6) ayeti de bu manayadır.

Bil ki birinci görüş zayıftır. Çünkü bu kıssadan maksad, Hz.Adem (a.s.)'in büyüklüğünün izahıdır. Onu sırf kıble kılmak, onun şanının büyüklüğünü ifade etmez. Üçüncü görüş de zayıftır.

Şüphesiz şeriat örfünde secde, alnı yere koymadan ibarettir. Bu sebeble dilin özünde de böyle olması gerekir. Çünkü aslolan, değişiklik olmamasıdır. Şayet "Secde ibadettir, Allah'dan başkasına ibadet de caiz değildir" denilirse, deriz ki: Biz secdenin ibadet olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur: Bazan bir hareket,-ıstılah olan bir söz gibi- ona verilen mana itibarı ile anlam kazanır. Bunu şu durum açıklar: Birimizin başkasına ayağa kalkması, sözle ifade edilen saygıyı ifade eder. Bu ancak örf ile olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bazı zamanlar insanın kapanıp alnını yere koyması, ibadet olmasa da, bir çeşit saygıyı ifade eder. Bu böyle olunca, meleklerin, Hz.Adem'in üstünlüğünü ve değerini ortaya koymak için Allah'a ubudiyette bulunmaları imkansız değildir. [124]

 

İblİs'İn Melek Olup Olmadığı           Başa Dön

 

Alimler  iblisin   meleklerden  olup  olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım kelamcılar ve bilhassa Mu'tezile, onun meleklerden olmadığı­nı, çoğu fakihler ise iblisin onlardan olduğunu söylemişlerdir. Birinciler birçok bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir.

1) O, cinlerdendir. Bu sebeble meleklerden olamaz. Biz onun cinlerden olduğunu söylüyoruz, çünkü Cenab-ı Hak Kehf suresinde; "İblis müstesna (o secde etmedi). O zaten cinlerden idi" (Kehf, 50) buyurmuştur.

"İblis in cinlerden olduğu sabit olunca meleklerden olmaması gerekir. Çünkü cin, meleklerden farklı bir cinstir" diyenler vardır. Bu görüş zayıftır. Zira "cin" lafzı örtünme, gizlenme manasına gelen "ietinan" lafzından alınmıştır. Bu sebebten ötürü, ana rahmindeki yavru da gizli olduğu için "cenin" diye adlandırılmıştır. Kalkana, koruyup gizleyici olduğu için "cünne bahçeye ağaçlarla kaplı olduğu için "cenne"; deliliğe, aklı Örttüğü için "cünûn" denilmiştir. Bu sabit olduğuna göre, melekler de gözlerden gizli olduğu için, dilin gereği olarak onlara "cin" denilmiş olması gerekir. Bu kadar izahın, maksadı ortaya koyamayacağı sabit olduğu için biz deriz ki Allah Teala'nın: "Hatırla o günü ki (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: Bunlar size mi tapıyorlardı?" diyecek. (Melekler de) "Seni (ortakdan) tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil sensin. Doğrusu, onlar cinlcıe tapıyorlardı " diyecekler"(Sebe,40-41) ayetinden dolayı iblisin cinlerden olduğu belli olunca meleklerden olmaması gerekir. Bu ayet cin ile melek arasındaki farkı açıkça göstermektedir.

Eğer "Biz, iblisin cinlerden olduğunu kabul etmiyoruz, Cenab-ı Hakk'ın "O cinlerden idi" ayetinden maksadın "O cennet ehlinden idi" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Nitekim İbn Mes'ud (r.a.)'dan " âyetini "O cennetin bekçisi idi " şeklinde tefsir ettiği rivayet edilmiştir" denilirse," deriz ki: "Biz bunu kabul ederiz. Ancak Allah'ın âyetinden maksadın, "cinlerden oldu " şeklinde olması niçin caiz olma­sın. Nitekim âyeti de "o kâfirlerden oldu" şeklinde tefsir edil­miştir. Yine senin söylediğin şeylerin, iblisin cinlerden olduğuna delalet ettiğini kabul edelim. Ama, "İblisin cinlerden oluşunun, meleklerden biri olmasına aykırı olduğunu niçin söylüyorsun.p

Yine sizin ayetten getirdiğiniz deliliniz, bir diğer ayetle çatışmaktadır.

O da: "Onlar O'nunla (Allah ile) cinler arasında birneseb (soy) uydurdular"(Saffat,158) ayetidir. Bu, böyledir. Çünkü Kureyşliler: "Melekler Allah'ın kızlarıdır" dediler. Bu ay cin diye isimlendirileceğine delalet etmektedir.

Buna cevâbımız şudur: İfâdesinden maksadın, şeklinde olması mümkjin değildir.Çünkü Cenab-ı Hakk'ın âyeti, iblisin cinni olduğu için Adem'e secde etmediğini ihsas eder. Cen­netin bekçisi olmasının, onun secdeyi terketmiş olmasının sebebi olması mümkün değildir. Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın Önsözü de geçersiz kılar. Ayrıca deriz ki, " ifâdesini mânasında anlamak, Öyetin zahirinin hilafınadır. Buna, ancak zuraret halinde başvurulur. âyetine gelince, biz deriz ki, kâfirlerden bir kısmı, meleklerle Allah ara­sında bir neseb kurdukları gibi, cinler için de böyle bir yakınlık tesis etmişlerdir. Yine biz, meleğin, dilin gereği olarak, cin diye adlandırılacağını açıklamıştık. Ne varki, cin lafzı, örfte melekten başka olan bir varlık için kullanılmıştır. Nitekim lafzı, kelimenin aslı itibariyle her hareket eden, kımıldayan canlıyı içine alır. O ancak ne varki bu kelime örfte, hareket eden canlılardan bir kısmına tahsis edilmiştir. Bu ayet, kelimenin aslına zikrettiğimiz ayet ise, hadis olan örfe hamledilir.

2) İblisin zürriyeti vardır, meleklerinse zürriyeti yoktur. Biz İblisin zürriyeti olduğunu söyledik; çünkü Cenab-ı Hak onun niteliği hakkında;

"Onu ve onun zürriyetinl benden başka dostlar mı ediniyorsunuz?"(Kehf, 50)  buyurmuştur. Bu ayet iblisin bir zürriyeti olduğu hususunda sarih bir hüküm ifade eder.

Biz meleklerin zürriyeti olmadığını söyledik, çünkü zürriyet, ancak erkek ve dişiden meydana gelir. Melekler arasında ise, dişi yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak:"O müşrikler, Rahman'm kullan olan melekleri kız addettiler. Onlar, meleklerin yaratılışına şahid mi oldular? Onların şehadetleri yazılacaktır"(Zuhruf, 19) buyurmuş, melekler hakkında dişilikle hükmedenleri yadırgamıştır. Dişilik ortadan kalkınca, şüphesiz üreyip çoğalma ortadan kalkar; bu ortadan kalkınca da, zürriyet olmamış olur.

3) Yukarda izahı geçtiği üzere, melekler masumdurlar, iblis ise böyle değildir. Bu sebeble meleklerden olmaması gerekir.

4) İblis, ateşten yaratılmıştır. Meleklerse böyle değildir. Biz iblisin ateşten

yaratıldığını söyledik, zira Cenab-ı Hak iblisten onun; "Beni ateşten yarattın "(A'raf, 12) dediğini nakletmiştir.

Yine, o cinlerden idi, çünkü Cenab-ı Hak, " buyurmuştur. Cinler de ateşten yaratılmıştır, çünkü Cenab-ı Hak:

Cânnı da, daha önce çok zehirleyici bir ateşten yarattık" (Hicr, 27).

"O, İnsanı çömlekgibi kupkuru birbalçıktan yarattı. Cânnı da yalın bir ateşten yarattı"(Rahman, 14-15) buyurmuştur. Melekler ise, ateşten değil, nurdan yaratılmışlardır. Bir  de  Zühri'nin   Urve'den,   Urve'nin   Hz.Aişe'den,   O'nun   da Hz.Peygamber'den rivayet ettiğine göre, Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Melekler nurdan yaratıldı; "cbnn" ise dumansız bir yalımdan yaratılmıştır." Bir diğer husus da, meleklerin ruhani varlıklar olduğu reddolunmayacak kadar meşhur bir hakikattir.

"Meleklerin rûhânî varlıklar olarak adlandırılması, onlar rüzgardan veya ruhtan yaratıldığı içindir" denilmiştir.

5) Melekler elçilerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,

"Melekleri elçiler kılan..." (Fatır, 1) buyurmuştur. Allah'ın elçileri ise ma'sumdurlar. Çünkü  Cenab-ı Hak;

"Allah, risalettni koyduğu yeri en iyi bilendir "(Enam. 124) buyurmuştur. İblis böyle olmadığı için, onun meleklerden olmaması gerekir. [125]

 

İblisin Meleklerden Olduğunu Söyleyenler           Başa Dön

 

İblisin meleklerden olduğunu söyleyenler iki şeyle ihticacda bulunmuşlardır:

1) Cenab-ı Hak iblisi meleklerden istisna etmiştir. İstisna ise, istisna olmasaydı hükme dahil olacak olan ya da olması doğru olan şeyin dışarda bırakılmasını ifade eder. Bu da, iblisin meleklerden olmasını gerektirir." İsitsnâ-i munkatı', Arabça'da meşhurdur denilmez. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Hani İbrahim babasına ve kavmine şöyle demişti: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım; beni yaratan Aiah müstesna... "(Zuhruf, 26-27);

"Onlar orada ne boş söz, ne de günaha sokucu bir şe*' işitmez. Yalnız, "selamr selam" diye bir söz duyarlar"(vakıa, 25-26).

"Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz.. Karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret olması müstesna "(Nisa, 29) ve: "Bir mümin diğer bir mümini, hataen olmadıkça, öldürmez"'(Nisa, 92) buyurmuştur.

Yine, iblis, binlerce, melek arasında tek bir cinnt idi. Böylece Cenab-ı Hakk'ın ifadesinde, melekler iblise tağlib edilerek zikredilmiştir. Sonra o, onlardan, bir kimsenin istisna edilmesi gibi istisna edilmiştir.

Çünkü biz diyoruz ki, bu iki vecihten her biri aslın hilafınadır; buna ancak zaruret esnasında başvurulur.

İblisin meleklerden olmadığı hususunda zikrettiğiniz deliller, ancak umumi şeylere dayanır. Eğer biz onu meleklerden sayarsak, sizin umumi delillerinizin tahsis edilmesi gerekir. Eğer onun meleklerden olmadığını söylersek, o zaman istisnayı istisnay-ı munkatı'a hamletmemiz gerekir. Allah'ın kitabında umumi şeylerin tahsis edilmesinin, istisnayı istisna munkatı'a hamletmekten daha fazla olduğu bilinen bir geçektir. Buna göre, bizim görüşümüz daha evlâdır. İstisna: "es-sünâ" "es-sarfu" lâfızlarından iştikak etmiştir. Sarfın manası ise, ancak şu şekilde gerçekleşir: Şayet sarf (çevirme, men etme) olmasaydı, o şey hükme dahil olurdu. Bir şey başkasının cinsine dahil olamaz. Bu sebeple burada istisnanın manasının gerçekleşmesi imkansız olur.

"İblis, melekler içinde tek bir cinnî varlık idi" sözüne gelince, biz deriz ki: "Çoğun hükmünü aza vermek, ancak o az olan şey nazar-ı dikkate alınmayıp kendisine iltifat edilmediği zaman olur. Ama o az şey, olayın en büyük kısmını oluşturur da, olay da ancak o tek şey ile meydana gelirse, başkasının hükmünü ona vermek caiz olmaz.

2) Onlar şöyle demişlerdir: Şayet iblis meleklerden olmasaydı, Cenab-ı Hakk'ın Duyruğu o iblisi içine almamış olurdu. Eğer onu içine almamış olsaydı, onun secde etmemesinin bir diretme, büyüklenme ve günah olması imkansız olur, zemme ve ikaba müstehak olmazdı. Bu durumlar mevcut olduğuna göre, hitabın onu da içine aldığını anlamış oluruz. Bu hitap onu, o ancak meleklerden olduğu zaman içine alır.

Yine şöyle de denilemez:"O, her ne kadar meleklerden değil idiyse de, ancak o meleklerle beraber yaratılmışın I arla çok uzun süre bulunmuş olduğu için, bu hitab onu da kapsamıştır* Yine, şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "Her ne kadar iblis, bu emre dahil olmasa dahi, Allah ona başka bir lafızla secde etmesini emretmiştir. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın: "Sana emrettiğimde, secde etmekten seni alıkoyan neydf '(A'raf, 12)ayetinin deliliyle, Kur'an'da hikaye naklettiği şeydir.

Çünkü biz şöyle diyoruz: Birincinin cevabı: Uzun süre bir arada bulunmak, sizin zikrettiğiniz şeyi gerektirmez. Bu sebepten ötürü, biz usul-i fıkıhta, "İki sınıf arasında şiddetli bir birlikte bulunma olmakla beraber, o erkeklere hitab dişileri içine almaz; bunun aksi de böyledir" dedik. Yine, meleklerle iblisin bir arada bulunmalarının şiddetli oluşu da böyledir. Bu lanetin sadece İblise hasredilmiş olması imkansız olmayınca, bunun meleklere hasredilmesi nasıl imkansız olur?

İkincinin cevabı şudur: Hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu gösterir. Cenab-ı Hak, "Diretti ve büyüklendi" ifadesini; ifadesinin peşinden getirince (Bakara, 34) bu takib işi bu diretmenin ancak emre muhalefet sebebiyle olduğunu,  başka bir emre muhalefet sebebiyle olmadığını hisseutm. İter iki taraf hakkında söyleyeceklerim bundan ibarettir. Allah, işlerin  hakikatlerini en iyi bilendir. [126]

 

Meleklerle İnsanlardan Hangisi Efdaldir?

 

Bizim   Ehl-i Sünnet âlimlerimizden bir cemaat Allah'ın meleklere, Hz.Adem'e secde etmelerini emret­miş olmasını, Hz.Adem'in meleklerden daha üstün

olduğuna delil getirmişlerdir. Biz, bu meseleyi burada zikretmeyi uygun görerek, şöyle diyoruz:

Ehl-i sünnet alimlerinin çoğu "Peygamberler meleklerden üstündür" demişlerdir. Mu'tezile de, tam aksine meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu söylemiştir ki, Şîa'nın çoğunluğunun görüşü de budur. Bu görüş sünnî kelamcılardan Kadî Ebu Bekr el-Baktllânî ile, bizim fakirlerimizden olan Ebu Abdillah el Halimi'nin de tercihidir. Biz her iki tarafın sözlerinin özetini zikredeceğiz.

Meleklerin insanlardan üstün olduğunu söyleyenlere gelince, onlar birçok şeyi delil getirmişlerdir:

1) Cenab-ı Hakk'ın: unun nuzurunaatii vanıtuar, { kaçınmazlar, yorulmazlarda. Çnlar, usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih eder/er "(Enbiya, 19-20) ayetidir. Bu ayetle iki yönden istidlal edilir:

a- Buradaki "indiyyet" (katında, huzurunda bulunma)'den mar^at, yer ve cihet bakımından bir indiyyet değildir; çünkü bu, Allah için imkansızdır. Bu indiyyet, yakınlık ve şeref indiyyetidir. Bu ayet, meleklerin sıfatı hakkında varid olunca, biz bu tür yakınlaşma ve şerefin, başkaları için değil, melekler için olduğunu anlamış olduk.

Birisi şöyle diyebilir: "Cenab-ı Hak, bu indiyyeti, ahirette müminlerin her

bir ferdi için de bildirmiştir. O da, "Hak meclisinde, muktedir ve kudreti yüce olanm kalındadırlar" (Kâmer.55) ayetidir. Dünya hususunda ise, Hz.Peygamber, Cenab-ı Hak'tan şunu nakletmiştir. "Ben, benim için kaibleri mahzun ve mü-kedder olan kullarımın yanındayım." Bu daha fazla tazimi gerektirir. Çünkü bu hadis, Cenab-ı Hakk'ın, kaibleri mahzun ve mükedder olanların yanında olduğunu gösteriyor. Halbuki, onların ayetten getirdikleri delil ise, meleklerin Allah yanında olduğunu gösterir. Şüphesiz, Allah'ın kulun yanında olması, kulun Allah yanında olmasından daha fazla ta'zimi ifade eder.

b- Ayette, Cenab-ı Hak, meleklerin kibirlenmemesi ile meleklerden başkalarının da kibirlenmemesi gerektiğine hüccet zikretmiştir; şayet beşer meleklerden daha üstün olsaydı, bu delil getirme işi tam olmazdı. Çünkü padişah, etbaının kendisine itaatlerinin vacib olduğunu ikrar etmelerini istediğinde, "Melikler bile bana itaat etmekten kibirlenmezler. Bu miskinler de kim oluyor ki bana itaat etmiyorlar" der.

Özet olarak diyebiliriz ki bu istidlalin, ancak en güçlünün en zayıfa delil getirilmesi ile tamamlandığı malumdur.

Birisi şöyle diyebilir: Meleklerin, insandan daha güçlü kuvvetli olduğunda münakaşa edilemez. Bu istidlalin tamamlanması için bu kadar farklılık yeter Çünkü Cenab-ı Hak sanki "Melekler çok güçlü gök ve yer cisimlerine hakirr ihtiyarlık ile hastalıktan emin ve çok uzun ömürlü olmalarına rağmen, bir an olsun Allah'a kulluğu bırakmıyorlar. Halbuki insanoğlu son derece güçsüz olmasına, hastalık, ihtiyarlık ve çeşitli afetlere hemen düşmesine karşılık Allah'a baş kaldırmaması daha uygundur. İşte bu kadar farklılık istidlalin doğru olmasında yeterlidir. Böyle bir farklılığın varlığında da şüphe yoktur. Ancak münakaşa, sevabın çokluğu manasına olan üstünlük meselesindedir. O halde daha niçin "Bu istidlal, ancak meleklerin sevabı insanınkinden daha fazla olursa doğru olur. Akla ilk gelen bizim söylediğimiz olduğu için sizin söylediğinize bir delil gerekir" dediniz?

2) Meleklerin insandan üstün olduğunu söyleyen bu kimseler şöyle demişlerdir: Meleklerin ibadetleri insanlarınkinden daha zordur. Bu sebeble onların ibadetleri, insanın ibadetinden daha sevablı olur. Biz meleklerin ibadetlerinin daha zor olduğunu birkaç hususa binaen söyledik.

a- Meleklerin isyana temayülleri daha güçlüdür. Bundan dolayı onların itaatleri daha zordur. Biz, meleklerin isyana temayüllerinin daha güçlü olduğunu söyledik. Çünkü afetlerden selim ve her türlü ihtiyaçtan müstağni olan bir kul, nimetlere ve onların lezzetine, ihtiyaçlar içinde kıvranandan da­ha meyyal olur. Çünkü o Mevlasına ibadete yönelmeye ve O'na sığınma hu­susunda daha kararsız gibidir. İşte bu sebebten ötürü Cenab-ı Hak:

"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak ve muhlisler olarak Allah'a dua ederler. Fakat biz onları selametle karaya çık men Allah'a şirk koşanlardan olurlar"{Ankebut, 65) buyurmuştur.

Herkesin malumudur ki melekler göklerde otururlar. Gökler ise, bahçeler, bostanlar, gezinti ve istirahat yerleridir. Onlar hastalıktan ve fakirlikten emindirler. Sonra,yaratıldıklarından beri onlar için hertürlü nimet sebeblerı tastamam bulunmasına rağmen ibadetle meşguldürler, huşu içindedirler. Allah'dan korkarlar, onlar bir nevi mahbus durumunda, cennetlerin nimet ve lezzetlerine iltifat etmeyen, aksine Allah için çok meşakkatli taatlere yönelmiş, çok şiddetli korku ve dehşet içinde olmakla nitelenmiştirler. Sanki insanoğlundan hiç kimse, uzun asırlar şöyle dursun, bir gün dahi bu şekilde durmaya güç yetiremez. Bunu Hz.Adem (a.s.)'in kıssası teyid eder. Çünkü Cenab-ı Hk, Hz.Adem'i: "Siz O (cennetten) dilediğiniz gibi bol bol yiyiniz "{Bakara, 35) buyurarak onu, cennetin her tarafında serbest bırakmış, sonra bir tek ağacı ona yasak etmiştir. Fakat o nefsine hakim olamamış şerre düşüvermiştir. İşte bu, meleklerin itaatinin insanınkinden daha güç olduğuna delalet eder.

b- Mükellefin bir ibadet çeşidinden, başka bir çeşide geçmesi adeta bir bahçeden diğer bir bahçeye geçmek gibidir. Aynı ibadet çeşidine devam etmek ise meşakkati ve bıkkınlığı doğurur. İşte bu sebebten dolayı, yazılan kitablar bölümlere ve kısımlara ayrılmıştır. Yine aynı sebebten Allah'ın kitab da sûrelere, hiziblere, aşırlara ve ahmaslara {beş cüzlük kısımlara) ayrılmıştır. Sonra meleklerin herbiri de: "Usanmaksizm gece gündüz Allah'ı teşbih ederler "{Enbiya, 20) ve: "Biziz o saf saf dizilenler mutlaka biz. Biziz o teşbih edenler de mutlak bfz"(Saffat, 165-166) ayetlerinde olduğu gibi tek bir ibadete devam ediyor, başka çeşide geçmiyorlar. Bu böyle olunca onların ibadetleri de son derece güç olur. İbadetlerinin güçlüğü ortaya çıkınca, o ibadetlerin de en üstün sayılması gerekir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.) Amellerin en faziletlisi en zor "yani en meşakkatli" olanıdır" buyurmuştur. Hz.Aişe (r.a.) de "Senin sevabın, yorgunluğuna göredir" demiştir. Kıyas da bu neticeyi verir. Çünkü kul, Mevlasının rızasını daha çok elde etmek için ne zaman güç şeyleri yüklenirse bu ta'zime ve takdime daha layık olur.

Bu iki izaha göre birisi şöyle diyebilir: Farzet ki meleklerin meşakkatleri daha çok. Buna dayanarak, onların sevablarının daha çok olmasının gerektiğini niçin söylüyorsunuz? Çünkü biz, bu zamanda bazı sufiler görüyoruz ki, Hz.Peygamber (s.a.s.)'in bile yüklenmediği güçlük ve zorluklan mücahede (nefsi ıslah) yolunda yükleniyorlar. Yine biliyoruz ki Hz.Peygamber (s.a.s.), bunları yapanlardan ve benzerlerinden daha üstündür. Hatta Hint abit, zahit ve ruhbanlarından, Allah için tevazu etme hususunda, benzeri hiçbir peygamber veya veliden nakledilmeyen meşakkatli ve yorucu şeyleri yüklenenlerin olduğu anlatılmıştır. Anlatılmıştır. Ama biz yine de onların kâfir olduklarına hükmediyoruz. Böylece biz ibadette meşakkatin çokluğunun sevabın çok olmasını gerektirmediğini anlamış olduk.

Bunun hakikati şudur: Mükafaatın çok olması ancak sebeblere ve niyyetlere dayanır. Belki de zahiren görülen fiillerden iki mükellefin eşit olarak yaptıkları bir fiilden ötürü biri daha çok sevab alırken diğeri ona göre daha az sevab alıyor. Çünkü onlardan birinin ihlas: diğerininkinden daha güçlü ve daha fazladır. Bu durumda ibadetin çok ve güç olması, sevab bakımından bir farklılığı gerektirmez.

Ayrıca biz meleklerin ibadetlerinin daha meşakkatli olduğunu kabul etmiyoruz. Sonra, onun birinci maddede iddia ettiği, göklerin temiz bahçeler olmasına gelince, biz deriz ki: Bunu kabul ediyoruz, ancak temiz yerlerde ibadet etmenin, aynı ibadeti daha düşük yerlerde yapmaktan daha zor olduğunu niçin söylüyorsunuz? Bu hususta en çok söylenebilecek şey şudur: İnsan için bazan nimet sebebleri âmâde olur ve buna rağmen onun bu nimetlerden geri durması çok güçtür. Ancak bu husus, insanoğlunun başında belâ (imtihan) sebeblerinin toplanmış olması durumu ile tezad teşkil eder. Sonra o insanlar, bu belâ sebebleri başlarında olmasına rağmen, Allah'ın hükmüne razı olurlar ve bu belâ ve âfetler onları Allah'a boyun'eğmekten ve O'na kulluğa devamdan alıkoymaz. Bu ise kullukta daha ileri bir derecedir. Bu böyledir, çünkü hizmetçi ve kölelerin kalbleri, hizmetlerine karşılık elde ettikleri nimet ve refaha göre hoşnud olur. Onlardan İhlasın zirvesinde olanlar hariç hiçbiri, bu güçlükler karşısında hizmette sabırlı olamaz. Bu görüşte olanların söylediklerinin aksı, daha evlâdır. Onun, "bir çeşit ibâdete devam etmek zordur" sözüne gelince, biz deriz ki, bu başka bir vecihle çatışır ki, o da şudur: Onlar bir çeşit ibâdeti alışkanlık haline getirdiklerinde, âdet beşinci bir huydur.denildiği üzere, aksini yapmaya muktedir olamayacakları şeye mecbur edilmiş gibi olurlar. Böylece ibadetin bu nevi, onlara son derece kolay olur. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), oruçta visalden (iftar etmeden birbiri ardınca oruç tutmaktan nehyederek, "Orucun en faziletlisi Vâvud (a.s.)'un urucudur"[127] ki, bu bir gün oruç tu­tup bir gün yemektir.

3. Onlar şöyle demişlerdir: Meleklerin ibadetleri daha devamlıdır, bu sebeple onların daha üstün olmaları gerekir. Meleklerin ibadetlerinin daha

devamlı olduğunu ise, Cenab-ı Hakk'ın :

"Usanmaksızm, gece ve gündüz Allah'ı teşbih ederler "(Enbiya. 20) ayetidir. Buna göre, şayet onların ömürleri insanların ömürlerine eşit olsaydı, onların taatları daha devamlı ve daha fazla olurdu. Nasıl böyle olmasın ki, meleklerin sıfatlan konusunda açıklandığı gibi, her beşerin ömrü meleklerin ömrüne nisbetle bir hiç mesabesindedir. [128]

 

Melekler Gece Gündüz Teşbih Ederken Elçilik Görevini Nasıl Yaparlar?           Başa Dön

 

Bu ayet hakkında birkaç sual bulunmaktadır: Şuabu'l-İman'da Abdullah ibn el-Haris İbn Nevfel'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ka'b'a, "Cenab-ı Hakk'ın:

Vsanmaksızın, gece ve gündüz Allah'ı teşbih ederler "(Enbiya. 20) ve: "Melekleri elçileri kılan..."(Fatır, 1) ayetleri hakkında ne dersin? Bu risalet, onların tesbihatta bulunmalarına mani olmaz mı? Yine:

"İşte, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti ancak bunlar üzerinedir "(Bakara, i6i) ayeti hakkında ne dersin? Onlar, tesbihatla meşgul olurlarken, lanetle nasıl meşgul olacaklar?" dedim de, Ka'bu'l-Ahbar cevap vererek şöyle dedi:

"Onların tesbihat yapmaları bizim için nefes almak gibidir. Nasıl ki bizim nefes almamız konuşmamızı engellemiyorsa, onların tesbihatla meşgul olmaları da diğer amellerine mani olmaz" Ben de derim ki, birisi şöyle diyebilir: Nefes alıp vermek, konuşmaya mani olmaz. Çünkü nefes alıp verme aletiyle konuşma aleti aynı değildir. Ama, lanetle,tesbih konuşma nevindendirler. bu sebeple aynı alette birleşmeleri imkansızdır.

Birinci Cevap: Allah'ın melekler için, bir kısmıyla tesbihatta bulunacakları, diğer bir kısmıyla da Allah'ın düşmanlarına lanette bulunacakları birçok dil yaratmasında uzak görülecek ne var ki?

İkinci Cevap: Lanet etmek, kovmak ve uzaklaştırmaktır. Tesbihat ise, Allah'ı övgüye dalmaktır. Şüphesiz, Allah'ı övmek, Allah hakkında Allah'a yakışmayacak şeylere inanan kimseleri uzaklaştırmayı gerektirir. Bu sebeple de lanet, tesbihatın levazımından olmuş olur.

Üçüncü Cevap: Cenab-ı Hakk'ın 'Usanmazlar" sözüdür. Bunun manası, "onlar tesbihatta bulunmayı, Allah'a yakışan vakitlerde eda etmeye azmetmekten usanmazlar" demektir. Nitekim, falanca cemaate çok müdavimdir, ondan ayrılmaz" denilir. Bununla, onun devamlı cemaate devam etmesi kastedilmez. Bununla ancak, onun devamlı olarak, namazını, vaktinde cemaatle eda etmeye sürekli bir azim içinde olduğu murad edilmiştir. Onların ibadetlerinin daha devamlı olduğu sabit olunca, onların daha üstün olmaları gerekir. Birinci gerekçeye gelince, bu da, daha devamlı olan, meşakkatli olur; meşakkatli olan da, ikinci hüccette izah edildiği gibi, daha üstün olur.

İkinci Gerekçe: Hz. Peygamber (s.a.s); "Kullarımın en üstünü, ömrü uzun ameli güzel olanıdır"[129] buyurmuştur. Melekler (a.s.) kulların en uzun Ömürlüsü ve en güzel amel işleyenleridir; bu sebeple onların, kulların en üstünü olmaları gerekir. Bir de Hz.Peygam­ber (s.a.s.). "Kavminin içinde bulunan şeyh (pir-i fani), ümmetinin arasındaki peygamber gibidir" buyurmuştur. Bu ifade, meleklerin beşer arasındaki dukumlarının, ümmetleri içindeki peygam­berlerin durumuna benzediğini gösterir. Bu da meleklerin insanlardan üs­tün olmasını gerektirir. Birisi, şöyle diyebilir: Hz.Nuh (a.s.), Lokman (a.s.), Hızır (a.s.), Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha uzun ömürlü idiler. Bu sebep­le onların, Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstün olmaları gerekir ki, bu ise ittifakla yanlıştır. Bu sebeple, bu iddiada bulunanların iddiaları da batıl olur. Yine ümmet içerisinde, peygamberden daha uzun ömürlü ve ondan daha gayretli kimseler olduğunu görüyoruz. Halbuki o, derece bakımından pey­gamberden, Arş ile yer arasındaki uzaklık kadar aşağı mertebededir.

Bu husustaki sözün özü, açıkladığımız şu husustur: Sevabın çokluğu ancak sebeplere ve niyetlere raci olan işlerden ileri gelir. Bu sebeple, az bir taatın çok sevab kazandıracak bir tarzda insandan vuku bulması; çok taatın da, az sevaba müstehak olacak bir biçimde meydana gelmesi mümkündür. [130]

 

Meleklerin İbadette İleri Derecede Olmaları

 

Melekler, ibadetin her çeşidinde yarışanların en önde gelenleridir; Dini hasletlerden  hiçbir haslet bulunmaz ki onda imam ve onun öncüsü olmasınlar. Bundan da Öte onlar, dini yolları inşa eden ve onaranlardır. İbadette öncelik bir nevi  üstünlük ve bir nevi tazimdir.  Birisi,  icma sebebiyledir. İkincisi, Cenab-ı Hakk'ın: "Hayır yansında en Önde olanlar, (orada da) en Öndedirler. İşte onlar, Allah'a ençok yaklaştırılmış olanlardır "(Vakıa 10-11) ayetidir. Üçüncüsü ise, Hz. Peygamberin "Kim güzel bir adet ihdas ederse, o şahıs kendine ait sevabı aldığı gibi kıyamet gününe kadar onunla amel edecek olanların ecirlerinden bir mislini de alır"[131] hadisidir. İşte bunlar, beşer yaratılmadan önce işlemiş oldukları fiiller sebebiyle hak kazandıkları sevabla birlikte, Peygamberler için hasıl olan her türlü sevabın melekler için hasıl olmasını gerektirir.

Birisi şöyle diyebilir: Bu, Hz.Adem (a.s.)'in Hz.Muhammed (s.a.s)'den daha üstün olmasını gerektirir. Çünkü Hz.Adem (a.s) beşer içinde, Allah'a ibadet etmeyi ve kâfirleri Allah'ın yoluna davet etmeyi ilk defa koyandır. Bu, husus icma ile batıl olunca onların meleklerin üstünlüğüne dair sözleri de batıl olur. Yine, bu husustaki sözün özü, yukarda açıkladığımızda. O da şudur: Sevabın çokluğu niyete raci olan bir işe göredir. Bu sebeple, sonra olanın niyetinin daha temiz olması, böylece de öncekinin hak kazandığından daha fazla sevaba hak kazanmış olması mümkündür. [132]

 

Meleklerin Elçiliği           Başa Dön

 

Resul ümmetten daha üstündür. O halde melekler, peygamberlerden de üstündür. Meleklerin Peygamberlerin elçisi olmasına gelince bu, Cenab-ı Hakk'ın: "Onu, kuvveti pek çetin olan öğretmiştir "(Necm, 5);ve: "Onu senin kalbine ruhu'1-emin indirmiştir" (Şuara, 193-194) ayetlerinde bahsettiği husustur. Resullerin ümmetlerinden daha üstün olmasına gelince, bu, beşerden olan nebilerin ümmetlerinden daha üstün olmalarına kıyas iledir. Burada da böyledir. Gerçi örfte, hükümdar, halkın işleri hakkında hükmetsin ve işlerini yürütsün diye büyük bir topluluğa birisini gönderdiğinde, bu elçi o topluluktan daha kiymetli olabilir. Ama, birisini birisine gönderdiğinde bu eigi, kendisine gönderildiği kimseden daha kıymetli olmayabilir. "Nitekim hükümdar tebasından birini mühim bir iş için vezirine gönderdiğinde, bu tebanın vezirden daha şerefli olmas; gerekmez." denilirse biz deriz ki:

Cibril (a.s) bütün peygamberler ve beşerden elçilerin hepsine elçi olarak gönderilmiştir. Soru soranın zikrettiği bu kanuna göre, Cibril'in onlardan daha üstün olması gerekir. Bil ki, bu delilin başka bir biçimde de ifâde edilmesi mümkündür ki, o da şudur: Melekler, Allah'ın "Melekleri elçileri kılan..." (Fatır,1) âyetinin gösterdiği gibi, elçidirler. Sonra durum, şu iki şeyden birisi olur: Melek, ya başka bir meleğe elçi olarak gönderilmiştir veya beşerden olan bir nebiye gönderilmiştir. Bu iki duruma göre de melek resul, onun ümmeti ise beşer resullerdir.Beşerden otan resullere gelince, bunlar resuldür, ancak onun ümmeti olan insanlar ise, elçi, resul değildirler. Ümmeti resul olan resul, ümmeti böyle olmayan resulden daha efdaldir. Bu nedenle, meleğin, bu cihetten beşere üstünlüğü ortaya çıkmış olur. Bir de, İbrahim (a.s), Lût (a.s)'agönderilmiş birpeygamberdir. Bu sebeple İbrahim (a.s) Lût (a.s)den daha şerefli olmuş olur. Mûsâ (a.s) kavmi içerisinde bulunan peygamberlerin resulü idi. Dolayısıyla O da onlardan üstün oldu. Burada da böyledir. Birisi şöyle diyebilir. Kıral elçisini bazı mıntıkalara yolladığında, bu gönderme işi bazan. o elçinin onlara hâkim olması, ontârın işlerini deruhte etmesi ve onlar hakkında tasarrufta bulunması için olmuş olur. Çazen de böyle olmaz. Çünkü hükümdar elçiyi onlara bu işleri yapması için değil de, bazı şeyleri onlara haber vermesi için yollamış olur. Birinci kısımdaki elçinin, kendisine gönderildiği kimselerden daha üstün olması gerekir. İkinci kısma gelince, meselenin dış görünüşüne göre, elçinin kendisine gönderildiği kimselerden daha üstün olmaması gerekir. Buna göre, birinci kısımdan hareketle, ümmetlerine gönderilen peygamberler şüphesiz ümmetlerinden daha üstündürler. Buna göre, o halde niçin, meleklerin peygamberlere gönderilmesi birinci kısma dahildir? dediniz de, böylece peygamberlere elçi olarak gönderilen meleklerin peygamberlerden daha üstün olması meselesi ortaya çıkmış oldu?...

6) Melekler, beşerden daha muttakidirler. Bu sebeple onların beşerden daha üstün olmaları gerekir. Meleklerin daha muttaki olmalarına gelince bu onların hatalardan olduğu gibi, hatalara meyletmekten de uzak olmaları sebebiyledir. Çünkü onların korkuları ve hatadan çekinmeleri daimidir. Zira Cenab-ı Hakk; "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar"(Nahl, 50) ve :  "Onlar, Allah'ın haşyetinden titrerler "(Enbiya, 28) buyurmuştur.

Korku ve tir tir titreme, günaha azmetmeye mâni olur.Peygamberlere gelince, onlar beşerin en üstünü olmalarına rağmen, onların her biri bir tür zelleden kurtulamamıştır, veHz. Peygamber (s.a.s) "Biz peygamberlerden hiç kimse yoktur ki, Yahya tbn Zekeriyya hariç, bir zetîe işlemiş veya bir hataya yeltenmiş olmasın" buyurmuştur. Böylece meleklerin takvasının daha kuvvetli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu sebeple de, onların beşerden daha üstün olmaları gerekir.

Zira Cenâb-ı Hak "Allah katında en şerefliniz, en çok müttakî olanmızdır" (Hucurat, 13) buyurmuştur. Şayet: Bu âyeti, insan oğullarına hitaptır; dolayısıyla metekleri içine almaz ve yine takva, "vikaye" kelimesinden türemiştir. Melekler hakkında şehvet düşünülemez, o halde takvanın melekler hakkında tahakkuk etmesi imkânsızdır" denilirse, birinciye cevabımız şu olur. Üstünlüğün takvaya dayanması, takvanın,üstünlüğün illeti olduğunu gösterir. Her ne zaman takva çok olursa, üstünlük de o nisbette çok olur. İkincisine cevabımız ise şudur: Melekler hakkında şehvetin olmadığını kabul edemeyiz. Ancak, onların yemeğe ve cinsi münâsebete dair şehvetleri yoktur. Ama muayyen bir şehvetin yokluğundan, mutlak şehvetin yokluğu gerekmez. Onların, tam aksine yükselmek ve derece almak arzuları vardır. İşte bu sebepten ötürü

de onlar; "Orada, bozgunculuk edip kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Oysa ki, biz seni hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz" (Bakara, 30) Cenâb-ı Allah da: "Onlardan her kim, "Bende Allah'dan başka tanrıyım"dersa, işte onun cehennemle cezalandırırız " (Enbiya, 29) buyurmuştur.

Birisi şöyle diyebilir: Sizin zikretmiş olduğunuz hadis, Yahya (a.s.)'nın diğer peygamberlerden daha muttaki olduğunu gösteri;. Bu sebeple de O'nun Hz. Muhammed (s.a.s)'den c!-ha üstün olması gerekir ki, bu ise icmâ ile batıldır. Bu sebeple de biz, takvanın fazla olması, .dan üstünlüğün de fazla olmasının gerekmediğini anlamış olduk. Bunun hakikati de, bizim yukarda açıkladığımız husustur ki, o da şudur: İki insan düşünelim. Birisi, hiç günah işlemediği gibi yüz sevap kazanacağı taatte bulunmuş olsun. Diğeri ise, bir tek günah işledikten sonra bin sevap kazandıracak taat yapsın. İkinci adam yüz sevabıyla yüz ikâbı karşılar, geriye de dokuz yüz sevabı kalır. Böylece, günah işlediği halde bu ikinci adam, hiç günaha girmeyen birinci adamdan daha efdal olur.

Keza meleklerin takvasının daha çok olduğunu da kabul etmiyoruz. Çünkü takva, "vikaye" kelimesinden müştakdır. İnsanoğlu hakkında isyan etmesini gerektiren sebepler daha çoktur. Bu nedenle, insanoğullanndan müttakî olanların takvası, meleklerinkinden daha çok olur.

Onun, meleklerin reis olma arzusu vardır" sözüne gelince, biz deriz ki, bu bize zarar vermez. Çünkü bu tür şehvet beşer için de söz konusudur. Ayrıca insanların, bu şehvetten başka, diğer şehvetleri d© vardır; bunlar da, mideye olan düşkünlük ile cinsî münasebete olan düşkünlüktür. Bu böyle olunca, Allah'a itaat etmeye mâni olan şehvetler, insanoğlu için daha fazla olmuş olur. Bu sebeple de, insanlardan müttakî olanların takvasının daha güçlü olması gerekir. [133]

 

Meleklerin Hz. İsa (a.s)'dan Efdal Olup Olmadığı           Başa Dön

 

7) Cenâb-ı Hakk'ın "Ne Mesih, ne de Allah'a en yakm melekler, Allah'a kul olmaktan asla kaçınamazlar" (Nisa. 172) âyetidir. Bu âyetle şu şekilde istidlal edilmiştir. Onun, ifadesi, birinciyi tekid etmek için getirilmiştir. Bu tür tekidler de, ancak, en üstün olanı zikrederek olur. Nitekim, "şu odunu taşımaya, on kişinin gücü yetmez; yüz kişinin de..." şeklinde söylenir, ama, "şu odunu on kişi taşıyamaz; bir kişi del.." denilmez. Yine, bu alime hizmet etmekten vezir kaçınmaz, hükümdar bile!.." denilir, ama, "bu alime hizmet etmekten vezir kaçınmaz; kapıcılar bile!" denilmez, birisi şöyle diyebilir: "Bu ayet, eğer birşeye delalet ettiyse, bu da mukarreb meleklerin Mesih'e üstün olduğudur." Ancak bundan, mukarreb meleklerin, -Hz.Muhammed, Hz.Musa Hz.İbrahim gibi- Meşinden daha efdal olan zatlardan üstün olması gerekmez. Özet olarak: Eğer iddiacılar için Hz.Mesih'tn bütün peygamberlerden daha üstün olduğu sabit olsaydı, onların maksatları hasıl olurdu. Ama onlar bu hususa delil getiremeyince. onların maksatları gerçekleşmez,hele hele bütün müslümanlar, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, Hz.İsa'dan daha üstün olduğunda ittifak etmişlerdir. Müslümanlardan hiç kimsenin de, Hz.İsa'nınjHz.Musa ve Hz.İbrahim (a.s.)'den üstün olduklarına dair hüküm verdiğini görmedik.

Sonra, biz deriz ki, Cenab-ı Hakkın ifâdesindeki vav harfi ancak atıf vavıdır. Atıf vavı ise, mutlak cem'i ifade eder. Bu sebeple ayet ne! Mesih'in ne de meleklerin kul olmaktan istinkaf etmediklerine delalet eder.

Ama, meleklerin Mesih'ten daha üstün olmasına gelince, ayet buna da delalet etmez. Onların zikrettikleri ınisa'lere gelince, biz deriz ki misal getirmek, külli ve umumi iddiaları isbat etmede yeterli değildir. Sonra bu misal, başka bir misalle çatışır. O da, birisinin şöyle demesidir: "Bu işte bana, ne Zeyd ne de Amr yardımcı olmadı!' Bu ifade, Amr'ın Zeyd'den daha üstün olduğuna delalet etmez. Yine Cenab-ı Hakk'in:

"Kurbanlıklara gerdanlık takılmış hayvanlara ve Beyt-i Haramı kasbtedenlere..."(Maide, 2) ayeti de böyledir. Misaller değişik olunca, bu misallere istinad etmek imkansızlaşır. Sonra işin hakikati şudur: O adam, "o odunu taşımaya ne bir kişi ne de on kişi muktedir olamaz!" dediği zaman, biz aklen on kişinin bir kişiden daha güçlü olduğunu biliriz.

Ve şüphesiz olarak biliriz ki, ikinci ifadeden (yani "ne de on kişi" ifadesinden) maksad mübalağadır. İşte böyle bir mübalağa bulunduğunu, ancak bu yolla anlarız, yoksa mücerred lafızdan değil.

İşte burada, ayettej^jiü'ı £&uJı '^ifâdesinden mübalağa bildirildiğini anlamamız, daha önce, meleklerin Meşinden efdal olduğunu bilmemiz şartına bağlıdır. Bu durumda, bu ayetle geçerli istidlal, bu delilden önce, matlubun sübutuna bağlı olur. Matlubun sübutu ise, bu ayetin ona delaletine bağlı olur. Böylece devr gerekir. Devr ise batıldır.

Biz, ifadenin bir farklıhk ifade ettiğini kabul etsek bile, onun bütün derecelerde farklılık ifade ettiğini kabul edemeyiz. Tam aksine, bu ifade bazı derecelerde bir farklılık ifade eder. Bunun izahı şudur: "Şu alime hizmet etmekten, ne kadı ne de hükümdar istinkâf eder!..." denildiğinde, bu, hükümdarın bazı hususlarda kadıdan daha mükemmel olduğunu ifade eder ki, bu da kudret, kuvvet, isti'la ve saltanat gibi sıfatlardır. Bu onun, kadıdan ilim, zühd ve Allah'a itaat bakımından üsttin olduğuna delalet etme? Bunun böyle olduğu sabit olunca, bunun gereği ile hükmederiz. Çünkü melek kudret ve güç bakımından, insandan daha üstündür. Çünkü Cibril (a.s.) Lût kavminin şehirlerini yerlerinden söküp atmıştı. İnsan ise, buna güç yetiremez. O halde, daha ne diye meleğin, Allah'a kulluğu, itaatinin fazlalığı sebebiyle, sevab bakımından beşerden daha üstün olduğunu söylediniz?

Bu hakikatin tamamı şudur: Bu meselede hakkında ihtilaf edilen üstünlük, sevabın çokluğudur. Sevabın çokluğu ise, ancak kulluk ile meydana gelir. Kulluk da son derece tevazu ve boyun eğmeden ibarettir. Kulun, Allah'a son derece muti olmakla nitelendirilmiş olması, onun Allah'a kul olmaktan istinkâf etmesine kesinlikle uygun ve de münasib olmaz; aksine ona zıt ve münafi olur. Bu söz acık seçik olunca, Allah'ın sözünü yukardaki manaya, yani her yönden üstün olduğu anlamına hamletmek, o ayeti gayesinin dışına çıkarmak olur. Kişinin üstün bir güçle büyük bir hükümranlıkta vasıflandırılması, onun isyanına ve kulluğu terketmesine uygun bir haldir. Mesela hristiyanlar, Hz.İsa'nın ölüleri dirilttiğini, anadan doğma körleri ve alaca hastalığını iyileştirdiğini görünce, Onu, bu denli kudretinden dolayı kulluk vasfından tecrid ettiler. İşte bundan dolayı da Cenab-ı Hak: "Şüphesiz İsa, bu kudretinden dolayı bana kulluktan kaçınmaz; bundan da Öte kuvvet, kudret, güç ve göklerle yerler alemine hükümran olma bakımından ondan daha üstün olan mukarreb melekler dejbana ibadetten, istinkâf etmezler." buyurmuştur.

İşte bu izaha göre, ayetin delalet vechi şu şekilde sıralanır. Melek, kuvvet ve güç bakımından beşerden üstündür, fakat bu meleğin sevabın çokluğu bakımından da beşerden daha üstün olduğuna kesinlikle delalet etmez.

Veya söyle denilebilir: Hristiyanlar, Hz.İsa'nın ilah olduğunu iddia ettiler, çünkü o, babasız meydana gelmişti. Bunun üzerine hristiyanlara, "Melek ne baba ne de anneden meydana gelmiştir. Bu sebeple onlar, Hz. İsa'dan daha enteresandırlar. Ne var ki onlar bile, Allah'a kulluk etmekten istinkâf etmezler" denilmiştir.

Eğer, "ayette kastedilenin, İsa (a.s.) ile melekler arasında, güç ve kuvvet bakımından değil, kulluk bakımından bir farklılığın bulunduğuna delalet eden bir husus bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü Cenab-ı Allah onları "mukarreb" diye nitelemiştir. Allah'a yakınlık ise, ne mekan ne de cihet itibariyledir, aksine derece ve mertebe bakımındandır. Cenab-ı Hak, onları burada "mukarreb" olarak vasfettiğinde, burada kastedilenin güç ve kudret bakımından değil de, üstünlük dereceleri bakımından Mesih ile melekler arasında bir üstünlüğün bulunduğunu anlamış oluyoruz" denilirse, cevaben deriz ki: Senin bu sualden maksadın, "Allah-u Teâla'nın melekleri mukarreb olarak vasfetmesi, Mesih'in böyle olmamasını gerektirir" demek ise, bu batıldır. Çünkü bir şeyi, hususen zikretmek, başkası dışında sadece ona delalet etmez. (Hükmürubaşkasına da şamil olmasına mani değildir).

Eğer senin maksadın, "Allah-u Teâlâ onları mukarreb olarak vasıflandırdığında, burada bir farklılığın bulunması gerekir" demek ise, bu da batıldır; çünkü, başka hususlardan birbirlerinden farklı olmakla beraber, taat hususunda Allah'a yakın olma vasfında her ikisinin de müşterek olması ihtimal dahilindedir. Ki bu durumda maksat, bu başka hususlardaki farklılığı açıklamak olmuş olur. Bir başka sual: Diyoruz ki, biz, ayetin gerektirdiğine göre, Hz.İsa'nın, üstünlük bakımından melekler cemaatinden aşağı mertebede olduğunu kabul ediyoruz;siz, üstünlük bakımından O'nun herbir melekten aşağı mertebede olduğunu niye söylediniz?

Bir başka soru daha: Belki de Cenab-ı Hak bu hitabı, meleklerin beşerden daha üstün olduğuna inanan bir kavme yöneltip de, sözü onların inançlarına göre getirmiş olabilir. Nitekim; "Sonradan tekrar yaratmak O'na daha kolaydır (Rum, 27)ayetinde olduğu gibi.. [134]

 

Hz.Âdem ve Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Meleklerden Efdal Olup Olmadığı           Başa Dön

 

8) Cenab-ı Hakkın, İblis'ten naklederek söylediği şu ayet:

"Rabbiniz sizi bu ağaçtan, ancak iki melek veya ebedi yaşayanlardan olacağınız için, men etti"(A'raf, 2O).Şayet Hz.Adem ve Havva, meleklerin insandan daha üstün olduğunu bitmemiş olsaydı, ne İblisin onları bu sözle, kandırması mümkün olurdu, ne de onların buna aldanmaları..

Bir kimse, çıkıp da: "İblis'in bu sözü hüccet olmaz ve şu da denilemez. Hz.Adem bu sözün doğruluğuna inanmıştı; aksi halde aldanmazdı. O halde Hz.Adem'in inanması bir hüccettir..." diyebilir. Buna karşı biz deriz ki; belki Hz.Adem, ya Peygamberler hakkında caiz olan bir zelleden dolayı veya o zaman henüz Peygamber olmadığından, bu hususta hata etmiştir. Ve yine farzet ki, İblisin sözü hüccet olsun!.. Fakat Hz.Adem, bu zellesinden önce Peygamber değildi. Bu durum, o zamanda meleklerin ondan üstün olmuş olmasından, Peygamber olmuş olduğu zamanda da üstün olmasını gerektirmez.

Yine farzet ki ayet, bazı arzu edilen hususlarda meleklerin insanlardan üstün olduğuna delalet ediyor. Öyleyse sen niçin, "Bu ayet meloKİerin sevab bakımından insanlardan üstün olduğuna delalet eder" dedin? Çünkü, meleklerin kudret ve güç, güzellik ve cemal, yaratılış bakımından mevcut olan bulanıklıklardan ari, saf ve temiz olma bakımından insanlardan üstün olduğunda bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Zira melekler nurlardan, Hz.Adem de topraktan yaratılmıştı. Belki Adem (a.s.) o meleklerden sevabının çokluğu bakımından üstün ise de, o bu saydığımız hususlarda meleklere denk olmayı arzuladı. İşte İblisin aldatması da bu yönden oldu. Aynı şekilde,  "Ancak, iki melek olacağınız İçin" ayetinden maksadın, "ancak iki melek şekline dönüşeceğiniz için" demek olması da muhtemeldir. O zaman sizin istidlaliniz doğru olur.

Yine ayetten maksadın, buradaki nehyin meleklerle Hz.Adem ile Havva'nın dışında ebedi yaşayacak kimselere has olmasını ifade etmek olması muhtemeldir. Bu, içimizden birisinin bir başkasına "Seni şu işten ancak falanca olman durumunda nehyediyorum " demesi gibidir. Bu ifadeden anlaşılan mana şudur: "Burada nehyedilen kimse sen değil de başkasıdır." Dolayısıyla bunu söyleyen kimse o şahsın, değişerek falanca şahıs haline gelmesini kastetmem iştir. İblisin maksadı, Hz,.Adem ile Havva'ya şüphe vermek olduğu için, en kuvvetli şüphe verme şekli de onlara o ağaçtan nehyolunmadıkları, ne hyol un anların onlardan başkaları olduğu vehmini vermek olmuştur.

Yine farzet ki ayet meleğin Hz.Adem'den daha üstün olduğuna delalet ediyor. O halde sen niçin bu ayetin, meleğin Hz.Muhammed (s,a.s.)'den de daha üstün oJduğuna delalet ettiğini söyledin? Onlar Hz.Muhammed'den üstün olamaz, çünkü müslümanlar Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Hz.Adem (a.s.)'den daha üstün olduğu hususunda icmâ' etmişlerdir. Meleğin kendisinden üstün oldukları Hz.Âdem (a.s.)'den üstünlükleri Hz.Âdem (a.s.)'den üstün (efdal) olan Hz.Muhammed (s.a.s.)'den efdal olmalarını gerektirmez. [135]

 

Meleklerin Üstünlüğü Mutlak Olmayıp Kayıtlıdır           Başa Dön

 

9) Cenab-ı Hakk'in

' 'De ki: Ben size, Allah 'm hazineleri benim yanımda'' demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size melek olduğumu da söylemiyorum "(Enam, 50) buyurmuştur. Biri çıkıp şöyle diyebilir: Bu ayetten muradın, Ben size "ilmin çokluğu ve kudretin fazlalığı hususunda bir melek olduğumu söylemiyorum " şeklinde olması muhtemeldir. Bu ihtimalin doğruluğuna birçok şey delalet eder:

a- Kâfirler, Hz.Peygamber(s.a.s.)'den göğe yükselme, dağları yerinden oynatma ve büyük servetler yığma gibi ağır işler istemişlerdi. Bunları yapmak se ancak çok ilim ve fazla güçle mümkün olur.

b- Allah'ın "De ki: Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımda "demiyorum" ayeti. Bu ayet, z.Peygamber{s.a.s.)'m, kendisinin herşeye kadir olmadığını itiraf etmesini gösterir. "Ben gaybı da bilmiyorum" sözü, onun herşeyi bilmediğini itiraf ettiğine de delalet eder. "Size, melek olduğumu da söylemiyorum ayetinin manası ise, Allah daha iyi bilir; "Ben herşeye gücümün yettiğini ve herşeyi bildiğimi iddia etmediğim gibi, meleklerin kudreti gibi bir kudrete ve onların ilmi gibi bir ilme sahib olduğumu da iddia etmiyorum."

c- Allah Teâla Size, melek olduğumu da söylemiyorum ayeti ile Cenab-ı Hak, şeklî bir benzerliği nefyetmeyi murad etmemiştir. Zira -aksad bu değildir. Burada Cenab-ı Allah sadece, Hz.Peygamberin, meleklerin sahib olduğu sıfatlara malik olmasını nefyetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'j'n onların sahib olduğu vasıflara sahib olmaması ve kendi sıfatlarının hiçbir bakımdan meleklerin sıf atianna denk olmaması onun bir delildir. Bu ayette bütün sıfatlar bakımından bir farklılığın bulunduğuna bir delil de yoktur. Çünkü bütün sıfatlarda denkliğin olmaması başka, farklılığın bulunması başka birşeydir. [136]

 

Hz. Yusuf (a.s)'un Meleğe Benzetilmesinin İzahı

 

10) Cenab-ı Allah'ın: "Bu bir insan değil bu ancak şerefli bir melektir "(Yusuf, 31) ayeti. Eğer "ayetten murad, şekil ve güzellikte teşbihin bulunmasıdır " demek neden mümkün olmasın?" denilirse deriz ki: Evlâ olan, benzerliğin şekilde değil de huy bakımından olmasıdır. Çünkü Hak Teala : "Bu ancak şerefli bir melektir " buyurmuş, Yusuf (a.s) şerefli bir meleğe benzetilmiştir. Melekse, sırf şekli itibarıyla değil de, asıl hoşa gidecek huyu sebebiyle şerefli olur. Böylece ayetten kastedilenin, şehvet ve arzu olunan şeye karşı hırs gibi beşeri hallerin bulunmaması ve melektik halini gösteren gözü sakındırma ve nefsi haramlara karşı gemleme gibi şeylerin varlığını gösterme hususunde Hz.Yusuf (a.s.)'u meleklere benzetme olduğu ortaya çıkmış olur. Buna göre bu ayet, kadın -erkek, mümin- kâfir akıllı olan herkesin, meleklerin insanlardan daha üstün bir mertebede bulunduklarında ittifak ettiklerine delalet etmektedir. Bir  kimse diyebilir ki: "Aziz'in hanımının

"İşte beni kendisi sebebi İle kınadığınız (delikanli)"(Yusuf. 32) sözü, kadınların "Bu ancak şerefli bir melektir " sözlerinden maksadlarının, ahlak itibarı ile değil de güzellik ve cemal bakımından Hz.Yusuf (a.s.)'un durumunun yüceliğini ifade olduğu hususunda, sarihe yakın bir hüküm ifade eder. Çünkü o kadının aşkının çok şiddetli olmasında mazur görülmesi, Yusuf (a.s.)'un zühd ve takvasının çokluğu ile değil de, sadece son derece güzel olması ile mümkündür. Çünkü zühd ve takvası, o kadının onu aşırı sevmesine uygun değildir."

Biz, ayetten muradın, Yusuf (a.s.)'u şehevi arzulardan yüz çevirme bakımından meleklere benzetme olduğunu kabul ediyoruz. Fakat sen niçin, "Yusuf (a.s.}un sevab bakımından meleklerden daha geride olması gerekir"

diyorsun? Çünkü insanın yemeye ve içmeye iltifat etmesinin meleklerin bu şeylere iltifat etmesinden daha çok olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat niçin: "Bu, sevabın çokluğu manasında fazilette üstünlüğü ifade eder." diyorsunuz? Eğer onlar, "günahı az olanın daha üstün olması gerekir" diye delil getirirlerse bu husustaki sözümüz daha önce geçmişti. [137]

 

Isra 70 Ayetine Göre İnsanların Üstünlüğünün Sınırlı Olması

 

11) Cenab-ı Hakk'ın: Biz onları yarattıklarımızdan çoğuna cidden üstün kıldık. "(Şuara,70) ayeti. Allah'ın mahlukatı ya mükellef olan varlıklardır veya onların dışındaki varlıklardır. Şüphesiz ki mükellef olanlar, mükellef tutulmayan varlıklardan daha faziletlidirler. Mükellefler dört çeşiddir; Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar...Şüphesiz, insanlar hem cinlerden hem de şeytanlardan daha üstündür. Eğer insanlar meleklerden de üstün olsalardı, bu durumda her türlü mahulakattan üstün olmaları gerekirdi. Böylece de Cenab-ı Hakk'ın âyetinin bir manası kalmazdı.Tam aksine bunun şöyle söylenilmesi gerekirdi: "Biz onları yarattıklarımızın hepsine üstün kıldık'.' Cenab-ı Allah böyle buyurmadığına göre, meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu anlamış olduk."

Birisi buna karşı şöyle diyebilir: "Bu sözün neticesi, hitabın delalet ettiği şeye tutunmaktır. Çünkü insanların, mahlukatın çoğundan üstün olduğunu açıkça ifade etmek, onların geri kalan mahlukattan daha üstün olmadığına delalet etmez. Bu ancak hitabın delaleti vasıtasıyla olur. Yine farzet ki melek cinsi, insan cinsinden daha üstündür. Ancak bu iki toplumdan birisinin, diğerinden daha üstün olması, birinci toplumun fertlerinin herbirinin fert olarak, diğer toplumun fertlerinin herbirinden üstün olmasını gerektirmez. Farzedelim ki iki topluluk bulunsun: Birincide her biri yüz dinar değerinde on köle olan, İkincide ise on köleden biri ikiyüz dinar, diğer dokuzu ise her biri bir dinar değerinde olsun. Bu durumda grup itibariyle birinci cemaat ikinciden efdaldir. Fakat;îkinci cemaatte öyle bir fert vardır ki o, fert itibariyle birinci grup mensuplarının herbirinden efdaldir. İşte burada da aynı durum sözkon usudur.

Yine Cenâb-ı Allah'ın "Onları üstün kıldık" ifadesinden maksadı, âyetin evvelinde zikrettiğimiz, "şeref hususunda biz onları üstün kıldık" manası olması caizdir. Ayetin evvelinde bahsedilen husus da Cenab-ı Hakk'ın-,

"Biz ademoğlunu şerefli kıldık'(İsra, 70) ayetidir.

Ayetteki "şereften"murad, şekil güzelliği, zeka fazlalığı, harikulade işleri yapabilme gücü, son derece temiz ve nezih olmadır. Bu böyle olunca, bu işlerde meleğin insandan daha üstün olduğunu kabul ederiz. Amma, "meleklerin insanlardan daha fazla sevabı vardır" hükmünü nereden çıkarıyorsun? Yine Cenab-ı Allah'ın:

"(Allah) gökleri gördüğünüz direkler olmaksızın yarattı "(Lokman, 10) ayeti, görülmeyen direklerin bulunmasını gerektirmez ve:

"Allah'ın yanısıra diğer bir tanrıya kim, buna bir delili olmamasına rağmen taparsa..."{Müminun, 117)ayeti, kendisi için deliller bulunan bir başka ilahın olmasını gerektirmez. Burada da böyledir. [138]

 

Peygamberler Kendileri İçin İstiğfar Ettikleri Halde Melekler Etmezler           Başa Dön

 

12) Hiçbir peygamber, önce kendileri için istiğfar etmeden, başkası için istiğfar etmemiştir. Kendileri için istiğfar ettikten sonradır ki öteki mü'minler için istiğfar etmişlerdir. Mesela Hz.Adem (a.s.): "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik''(Araf, 23); Hz.Nuh (a.s): 'ya Rabbi, beni ana-babamı ve evime mü'min, olarak giren herkesi bağışla"{Nuh. 28); Hz.İbrahim (a.s.): "Ya Rabbi, beni ve ana-babamı bağışla"; ve; "Rabbim, bana hüküm (hikmet) ihsan et beni salihlere kat"(Şuara. 83); Hz.Musa (a.s) "Rabbim! beni ve kardeşimi bağışla"(Araf. 151) demişlerdir.

Allah Teala, Hz.Muhammed (s.a.s.) "Günahına, mü'min ve mü'minlere istiğfar ef"(Muhammed. 19) ve : "Bu, geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın bağışlaması içindir "(Feth, 2) buyurmuştur. Meleklere gelince, onlar kendileri için istiğfarda bulunmazlar. Onlar, ancak müm'min kimseler için mağfiret dilerler. Buna, Cenab-ı Hakk'ın onlardan naklederek, buyurmuş olduğu şu ayetler delalet eder:

"Tevbe eden ve senin  yoluna  tabi olanları  bağışla  ve  onian cehennemin azabından koru"(Gafir, 7) ve:

"Ve iman edenler için mağfiret talebinde bulunurlar'"(Gafir, 7). Eğer melekler istiğfar etmeye muhtaç olsalardı, bu  hususta ilk defa kendilerinden başlarlardı. Çünkü nefsin kendisinden zararı savuşturması, başkasından savuşturmasından önce gelir. Yine Hz.Peygamber: "Önce kendinden başla, sonra da bakımını üstlendiklerine yönel"'[139] buyurmuştur. Bu, meleğin beşerden daha üstün olduğunu gösterir.

Birisi buna karşı şöyle diyebilir: Bu izah tarzı, meleklerde asla zellenin sudur etmediğine, beşerden ise zellelerin sudur ettiğine delalet etmez. Ancak biz, daha önce beş husustaki farklılığın faziletteki farklılığı gerektirmediğini izah etmiştik. Alimlerden, "meleklerin insan için mağfiret talebinde bulunmasını, onların "Orada, bozgunculuk edecek kimseleri mi yaratacaksın?" sözünü söylemiş olmaları sebebiyle, insanlar için yaptıkları tenkitten bir özür dileme gibi olduğunu söyleyenler vardır. [140]

 

Melekler, İnsanlar Üzerinde Murakıbdırlar

 

13) Cenab-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki üzerinizde bekçiler bulunmaktadır. Şerefli katibler"(lnfitar, 10-11) ayetidir. Bu ayet, insanlardan olan bütün mükellefler hakkında umumidir. Bu ayetin hükmüne hem peygamberler, hem de başkaları girer. Bu da meleklerin iki bakımdan insanlardan daha üstün olmasını gösterir.

a- Cenab-ı Hak, melekleri insanoğlunun bekçileri kılmıştır. Mükellef olanları günahtan koruyanın, mutlaka, hata ve zelleden korunandan daha uzak olması gerekir. Bu ise meleklerin beşere nisbetle günahlardan daha uzak olup, taatlara da daha yakın olmasını gerektirir ki, bu da fazla bir faziletin varlığını gerektirir.

b- Cenab-ı Hak, meleklerin yazmalarını taatlar hususunda beşerin lehine, günahlar hususunda da aleyhine bir hüccet kabul etmiştir. Bu ise, meleklerin sözünün, beşerin'sözünden kabule daha yakın ve daha evla olduğunu gösterir. Eğer insanoğlu, hal bakımından meleklerden daha üstün ve daha yüce olsaydı durumun aksine olması gerekirdi. Birisi buna karşı şöyle diyebilir: Onun, "Koruyanın korunandan daha iyi ve faziletli olması gerekir" şeklindeki sözüne gelince, bu cidden uzak bir görüştür. Çünkü hükümdar, tebaasından bazılarını kendi çocukları üzerine görevlendirir. Burada koruyanın yani vekilin korunandan daha şerefli olması gerekmez. Yine onun, "Cenab-ı Hak, meleklerin şehadetini insanlar için geçerli kılmıştır" şeklindeki sözü de zayıftır. Çünkü şahid olan kimse, durum bakımından, kendisine şehadette bulunulandan daha aşağıda olabilir. [141]

 

İlahi Saltanatın Azameti Meleklerle Tecelli Eder           Başa Dön

 

14) Cenab-ı Hakk'ın:

O gün ruh ve melekler saf halinde ayakta duracaklar. Rahman olan Allah 'in kendisine izin verdiği kimse hariç, hiç kimse konuşamayacaktır. O da, doğruyu söylemiştir"(Nebe. 38) ayetidir. Burada, meleklerin durumunun zikredilmesinden maksat, Allah'ın celalini ve azametini beyan etme hususunda mübalağa etmektir. Eğer, Allah'ın yaratıkları içinde, kıyam ve tazarruları, Allah'ın azametini ve kibriyasını haber verme hususunda meleklerinkinden daha kuvvetli ve fazla olan bir gurup olmuş olsaydı, elbette bu makamda onların zikredilmeleri daha evla olurdu. Sonra Cenab-ı Hak, melekleri zikretmekle ahirette zatının azametini beyan etmiş olduğu gibi, yine onları zikretmek suretiyle dünyadaki azametini de beyan etmiştir ki, bu da Cenab-ı Hakk'ın;

"Melekleri, Eablerint hamdtie teşbih ederek, Arş'm etrafını kuşatmış görürsün "(zumer, 75) ayetidir.

Bir kimse buna karşı şöyle diyebilir: Bütün bunlar meleklerin bazı bakımlardan, durumca, beşerden daha üstün bir durumda olduğunu gösterir. Bu "durum"un onların kuvveti, gücü ve kudretleriyle ilgili olması niçin caiz olmasın? Bu tıpkı, şöyle demek gibidir. Hükümdar tahtının etrafında, alemin dörtbir tarafından gelmiş olan melikler huşu ve itaat içinde boyun eğerek dururlar. Çünkü sultanın büyüklüğü, böylece ifade olunur. Sonra bu, o meliklerin hükümdar nezdinde onun çocuğundan daha kerim ve şerefli olduğuna delalet etmez. Burada da böyledir. [142]

 

Bir Çok Ayette Melekler Resullerden Önce Zikredilir

 

15)  Cenâb-ı Hakk'ın "Müminlerin hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman efm/şrtr" (Bakara. 285) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, imanın sahih olabilmesi için bu şeylere mutlaka iman etmenin gerekli olduğunu açıklamış, Önce kendisinden başlayarak, ikinci olarak melekleri, üçüncü olarak kitabları ve dördüncü ofarak da peygamberleri zikretmiştir. Yine: "Allah, kendisinden başka bir ilah olmadığına şehadet etti; melekler ve iman sahipleri de."(Ali imran. 18) ve: "Muhakkak ki Allah ve melekleri, peygambere selam ederler "(Ahzab, 56)  ayetlerinde de böyledir.

İfadede önce zikredilmek, derece bakımından da önceliğe delalet eder. Keza daha aşağı olanın, daha şerefli olandan önce zikredilmesinin örf bakımından çirkin oluşu da buna delalet eder. Böylece bunun, şer'an da çirkin olması gerekir. Onun örf bakımından çirkin olmasına gelince, bu hususta

Şair şöyle demiştir:

"Sabahleyin yola çıkmak üzere hazırlanmış bile olsa, Umeyre'yi terket! Çünkü kişiyi men edici olarak yaşlılık ve İslam kafidir." Çünkü şaire Hz.Ömer, "Şayet İslam'ı önce zrkretseydin, seni mükâfatlandırdım" demiştir. Bir de sahabe-i kiram, Hz.Peygamberle müşrikler arasındaki musalaha metnini yazarlarken ismi başa yazma hususunda ihtilaf çıkmıştı. Keza Hz.Ali'yle Hz.Muaviye arasında sulh akdi yazılırken de böyle olmuştu. Bunlar, önce zikredilenin daha şerefli ve kıymetli olduğuna delalet eder. Örfte bu şekilde sabit olunca, şeriatta da böyle olması gerekir. Çünkü Hz.Peygamber "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah ka­tında da güzeldir"*39'[143] buyurmuştur. Böylece ifadede meleklerin peygamber­lerden önce zikredilmiş olması onların fazilet bakımından da önde olduklarına delalet eder. Birisi buna karşı şöyle diyebilir: Bu delil zayıftır. Çünkü eğer "vav" harfine dayan ılıyorsa, "vav" harfi tertib (sıralama) ifade etmez. Eğer ifadedeki önce zikredilmeye dayanılıyor ise bu da, Tebbet sûresinin,İhlas sûresinden önce zikredilmiş olması İle çürütülebilir. [144]

 

Salat Etmekle Melekler Peygamberlerden Üstün Olmazlar           Başa Dön

 

16) Cenab-ı Allah'ın: "Hİç şüphesiz Allah ve AUah'm melekleri peygambere selam ederler"( Ahzap, 56) ayeti. Allah Teala, bu ayetle meleklerin selamını, peygamberi için bir şeref vesilesi saymıştır. Bu da meleklerin, Hz.Peygamber (s.a.s.)'tden daha şerefli olduklarına delalet eder.

Amma buna karsı sövie denilebilir: "Bu görüş aynı ayetle: "Ey iman edenler o Peygambere salat-ü selam

ediniz "(Ahzab, 56) çürütülür. Çünkü bu ayette Cenab-ı Hak, mü'minlere Hz.Peygamber (s.a.s.)'esalavat getirmelerini emretmiştir. Bu müminlerin Hz.Peygamber(s.a.v.) 'den daha üstün olmalarını gerektirmez.

Melekler için de durum aynıdır. [145]

 

Cebrail (a.s.)'in Tekvîr Süresindeki Vasıfları

 

17) Cebrail (a.s.) ve Hz.Muhammed (s.a.s.) hakkında söylediğimiz şu şeyler: Cebrail (a.s.), Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstündür. Bunun delili Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir;

"Şüphesiz, muhakkak o (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. O çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunur, o bir emindir. Sizin arkadışmız (Muhammed) bir deli değildir'" (Tekvir. 19-22).

Allah Teala, burada Cebrail (a.s.)'ı altı kemâl sıfatı ile zikretmiştir:

a- Allah'ın elçisi olması,

b- Alah nezdinde şerefli olması,

c- Allah katında kuvvetli olması. Onun Allah katındaki kuvveti, başkalarının güç  yetiremeyeceği bir şekilde taatlara kadir olmasıdır.

d- Allah yanında itibarlı olması,

e- Gökler aleminde itaat olunması ve,

f- Bütün taatlarda güvenilir, her türlü hainliklerden de uzak olmasıdır. Cenab-ı Hak, onu bu yüce sıfatlarla vasfettikten sonra da "Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir" buyurarak Hz.Muhammed (s.a.s.)'i vasfetmiştir. Şayet Hz.Muhammed (s.a.s.) üstünlük sıfatlarında Cebrail (a.s.)'e denk veya yakın olsaydı, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, Cebrail (a.s.)'in bu sıfatlarla vasfed i (işinden sonra, bu tek sıfatla vasfedilmesi, Hz.Peygamber (a.s.)'ın mertebesi için bir eksiklik, şanı için bir küçültme ve hakkını yeme olurdu ki bu Allah'a yakışmaz. Bu ayet, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Allah nezdindeki derecesinin, sadece "O bir mecnun, deli değildir" sözü kadar olduğuna delalet eder. Bu da, Cebrail ile Hz.Muhammed (s.a.s.) arasında, fazilet ve mertebe bakımından bir nisbet olmadığını gösterir. Eğer, "Cenab-ı Allah 'in ''Şüphesiz muhakkak o (Kuran) çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır" ayetinin Cebrail (a.s.)'în değil de Hz.Muhammed (s.a.s.)'in sıfatı olması niçin caiz olmasın?" denirse, Deriz ki: Çünkü:

"Andolsun ki o (Muhammed) onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür"(Tenvir. 23) ayeti bu görüşü iptal eder.

Amma pekala şöyle de denilebilir: Biz hepimiz, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in mecnun olmayışının dışında başka faziletleri olduğunda hem fikiriz. Cenab-ı Allah, bu ayette o faziletlerden herhangi birini zikretmemiştir. O faziletlerin zikredil memesi onların olmadığına delalet etmediğine ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in burada zikredilen hususların dışında da faziletler bulunduğu sabit olduğuna göre, öyle ise, "Muhammed (s.a.s.)'in burada bahsedilmeyen o faziletleri sebebi ile Cebrail (a.s.)'den daha faziletli olduğu niçin söylen ile meşin? Çünkü Cenab-ı Hak, Cebrail (a.s.)'i bu ayette bu altı sıfat ile tavsif ettiği gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.)'i de şu ayette altı sıfat ile nitelemiştir: "Ey Peygamber, biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeleyict, bir korkutucu, Allah a. Onun izni üer bir davetci ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik"(Ahzab. 45-46). Bu vasıfların birincisi onun nebi, ikincisi resul, üçüncüsü şahid, dördüncüsü mübeşşir (müjdeleyici), beşincisi nezir (korkutucu), altıncısı Allah'ın izni ile Allah'a davet edici, yedincisi sirac (kandil), sekizincisi de münir (nur saçan, aydınlatan) olmasıdır. Hulasa, iki şahıstan birisinin vasıflar ile zikredilmesi, o vasıfların ikinci şahısta olmadığına kesinlikle delalet etmez. [146]

 

Meleklerin İlmi İnsanlannkinden Daha Fazla Değildir           Başa Dön

 

18) Melek, insandan daha bilgilidir. Bilgili olan ise daha üstündür. O halde melek, insandan efdaldir. Biz meleğin daha bilgili olduğunu söylüyoruz.

Çünkü Cebrail (a.s.), Allah Teala'nın: "O (Kur'an'ı) O'na (Hz.Peygamber'e) kuvvetleri şiddetli olan" ögretti"(Necm, 5} ayetinin delalet ettiği gibi, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in öğreticisi idi. Öğretenin mutlaka öğrenenden daha bilgili olması gerekir.

İlimler iki kısımdır.

a- Akıl ile ulaşılan ilimler. Mesela, Allah'ın zatını ve sıfatlarını bilmek gibi. Bu ilimlerde Cebrail (a.s.)'in ve Hz.Peygamber (s.a.s.)'in bilgilerinin eksik olması caiz değildir. Çünkü bunda eksiklik cehalettir. Cehalet ise marifetullaha zarar verir. Ama Allah'ın mahlukatının keyfiyetini, bunlardaki harikuladelikleri, Arş'ın, Kürsfnin, Levh'in, Kalemin, cennetin ve cehennemin çeşitti durumlarını, gök tabakalarını, meleklerin sınıflarını,mağaralarda, dağlarda ve denizlerdeki çeşit çeşit hayvanları bilmeye gelince şüphesiz ki Cebrail (a.s.) bunları daha iyi bilir. Çünkü Cebrail (a.s.)'in ömrü daha uzundur ve bu varlıktan daha çok görmüştür. Bu sebeble de onun bunları bilmesi daha ileri ve daha mükemmeldir.

b- Ancak vahiy ile ulaşılan ilimler. Bunları elde etmek ne Hz.Muhammed (s.a.s.) ne de diğer peygamberler için söz konusu olmaz. Bu ancak Cebrail (a.s.) vasıtası ile olmuştur. Dolayısı ile, bu ilimlerde Hz.Muhammed (s.a.s.)'in Hz.Cebrail'den üstün olması imkansızdır. Ama Cebrail (a.s), Allah ile bütün peygamberler arasında bir vasıtadır. Dolayısıyla o, eski ve yeni, bütün şeriatları bilir. Yine o, meleklerin şeriatini ve mükellefiyetlerini de bilir. Halbuki Hz.Muhammed (s.a.s.) bunu bilemez. Bu sebeble de Hz.Cebrail'in, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den daha bilgili olduğu ortaya çıkmış olur. Bu husus böylece sabit olunca, Hz.Cebrail'in Hz.Muhammed (s.a.s.)'den daha üstün sayılması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak;

"De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"(Zümer, 9) buyurmuştur. Fakat buna karşı şöyle denilebilir: Biz meleklerin, insanoğlundan daha bilgili olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili ise, Allah'ın:

"Ey Âdem, o meleklere (o eşyayı) isimleri ile bildir."(Bakara. 33} ayetinin de gösterdiği gibi, onların Hz.Adem'in kendilerinden daha bilgili olduğunu itiraf etmeleridir. Sonra biz, meleklerin ilminin fazlalığını kabul etsek bile, bu onların sevablartnın daha çok olmasını gerektirmez. Çünkü biz, bidatci bir insanın, ilmin birçok inceliklerini kuşatmış olsa bile, daha çok sevab almak şöyle dursun, hiç sevab alamadığını görüyoruz. Bunun sebebi ise, dikkat çektiğimiz şu husustur: Sevabın çokluğu ancak fiillerdeki ihlasa göre meydana gelir. Halbuki biz, meleklerin ihlasının daha çok olduğunu bilmiyoruz. [147]

 

Varlık Âleminde Ulûhiyyete En Yakın Olanla" Meleklerdir

 

19) Allah Teala: "O (meleklerden) kim: "Ben de O'ndan başka bir tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırım "(Enbiya, 29) buyurmuştur.  Bu ayet,  onların yükseklik ve mertebe itibarı ile şöyle bir dereceye ulaştıklarına delalet eder. Eğer onlar Allah'ın emrine muhalefet edecek olsalardı, ancak Hanlıklarını iddia ederek, Cenab-ı Allah'a karşı çıkarlardı, yoksa şehvetle ilgili herhangi bir hususta değil. Bu da onların son derece yüce olduklarını gösterir. Amma buna karşı şöyle denilebilir: Onların çok yüce olduklarında bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Ama onun "Onlar yükseklik ve mertebe itibarı ile öyle bir dereceye ulaşmışlardır ki eğer Allah'ın emrine muhalefet edecek olsalardı, ancak Hanlıklarını iddia ederek Cenab-ı Allah'a karşı çıkarlardı" sözü de kabule şayandır. Çünkü meleklerin bilgisi çok, kuvveti fazla, yeme içme ve cinsi münasebet ihtiyacından uzaktırlar. Böyle olan kimse, Allah'ın emrine muhalefet edecek olsa, ancak bahsedilen manada muhalefet eder. Fakat siz niçin "Bu onların, insandan daha fazla sevab aldıklarını gösterir" diyorsunuz? Çünkü münakaşa noktası sadece budur. [148]

 

Melâike Cemaatinin Beşer Cemaatinden Daha Hayırlı Olduğuna Dair Hadis

 

20) Hz.Peygamber (s.a.s.), Cenab-ı Hak'tan naklederek şöyle buyur­muştur. "Kulum beni bir toplulukta anarsa, ben de onu, onun topluluğundan daha hayırlı bir topluluk içinde ananm."[149] Bu, daha yüce topluluğun daha faziletli olduğunu gösterir.

Birisi buna karşı şöyle diyebilir: Bu, haberi vahiddir. Yine bu, meleklerin topluluğunun, insanların topluluğundan daha üstün olduğunu gösterir. İnsanların topluluğu ise avamdan ibarettir. Peygamberlerden değil. Bu sebeble meleklerin insanların topundan üstün olmaları, peygamberlerden de üstün olmalarını gerektirmez. Nakli delillerle ilgili sözün sonu budur. [150]

 

Felsefecilerin Melâike Anlayışları

 

Bil ki felsefeciler de melek diye adlandırılan bu semavi ruhların, beşeri nüfûs-i natıkadan (konuşan ruhlardan) daha üstün olduklarında ittifak etmişlerdir. Onlar bu konuda, inşaallah az sonra zikredeceğimiz bir takım akli izahlara dayanmışlardır. [151]                                                                          

 

Birinci Delilleri ve Cevabı: Sırf Nüzanilik Kemal Değildir           Başa Dön

 

Onlar şöyle demişlerdir: Meleklerin yapıları basit (birleşik olmayan) dir, kesretten (çokluktan) uzaktır. İnsan ise nefis (ruh) ve bedenden mürekkebtir. Nefis bir çok kuvvetten meydana gelmiştir. Beden de birçok parçadan meydana gelmiştir. Basit olan mürekkeb olandan daha hayırlıdır. Çünkü mürekkeb varlık için, yokluk sebebleri, basit varlığın yokluk sebeblerinden daha çoktur. İşte bu sebebten Ötürü, Cenab-ı Hakk'ın tek oluşu, O'nun celal ve kibriya sıfatlarındandır.

Buna itiraz: Biz basit varlığın mürekkeb varlıktan daha kıymetli olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü ruhani taraf için tek bir şey vardır. Cismani taraf için ise hem ruh hem cisim olmak üzere iki şey vardır. Buna göre, cismani olan (yani insan), ruhu bakımından ruhani ve nurani alemden; bedeni bakımından ise maddî alemdendir. Bu sebeble o, hem ruhani hem cismani olmayı bir arada bulundurduğu için, sırf ruhani veya sırf cismani olan varlıklardan daha üstün olması gerekir. İşte Hz.Adem (a.s.)'in meleklerin secdegâhıolmasındaki sır da budur.

Bir başka yönden de şöyle diyebiliriz: Melekî ruhlar, cismani kayıtlardan uzak, mücerred varlıklardır. Bu sebeble bunların, nuranî makamlara dalmış olmaları, sanki onların bu cisimler alemini idare etmelerine mani olmuştur. Ama peygamberlere ait beşeri ruhlara gelince, bunların her iki alemi bir arada bulundurmaya güçleri yeter. Çünkü onların marifetullah merdiveninde ve kudsiyyet alemlerinde devamlı yükselmeleri, süfli alemi (dünyayı) idare etmelerine; cisimler aleminin intizamına iltifat etmeleri de ruhlar aleminde olgunlaşmalarına mani olmaz. Bundan dolayı onların güçleri her iki alemi idare etmeye ve her iki cinsi de zapt-u rapt altına afmaya yeterli olmuştur. Bu sebeble onların daha şerefli ve daha büyük olmaları gerekir. [152]

 

İkinci Delilleri ve Cevabı: Melalkenin Şehvetten Uzak Olmaları

 

Ruhani ccvhener, (melekler) kan akıtmanın kaynağı olan şehvetten uzaktırlar. Beşeri ruhlar ise bu vasfı taşırlar. Şer kaynağından uzak olan, onunla imtihan edilenden daha şereflidir.

Buna itiraz: Şüphesiz engel ve maniaların çok olmasına rağmen hizmete devam etmek, ihlası herhangi bir engel olmadan hizmete devam etmekten daha çok gösterir. Bu da muhabbet hususunda, insanın mertebesinin daha yüce ve daha mükemmel olduğuna delalet eder. Yine ruhani varlıklar (melekler) Yaratıcılarına itaat ettiklerinde, onların bu itaatleri, Allah'ındüşmanları olan şeytanların kahrolmalarını gerektirmez. Ama beşeri ruhlar (insanlar) Yaratıcılarına itaat ettiklerinde, onların bu itaati şehvet ve gazab güçlerini kahreder. Bu güçler de insan şeytanlarıdır. Bu sebeble, insanların itaatleri daha mükemmel olmuş olur.

Yine şurası da açıktır Ki, meleklerin  dizim, senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok" dedikleri zamanki dereceleri, "Orada fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın?"(Bakara, 30) dedikleri zamanki derecelerinden daha üstündür. Bu ancak, hata yapmadan meydana gelen bir üzüntü sebebiyle olmuştur. Bu hal.insanda daha ileridir.Çünkü Hz.Peygamber(s.a.s) Allah Teala'dan naklederek                                                          "Günahkârların iniltileri Bana, teşbih edenler gurubunun nağmelerinden daha sevimlidir" buyurmuştur. [153]

 

Üçüncü Delilleri ve Cevabı: Meleklerde Kuvve Yok, Herşey Fiil Halindedir İddiası

 

 

Melekler, kuvve mahiyyetinden uzaktırlar. Çünkü o meleklerin karakterlerindeki çeşitlere göre, onlar için mümkin olan her kuvvet, fiil haline gelmiştir. Halbuki peygamberler ise1 böyle değildirler. İşte bundan ötürü Hz.Peygamber (s.a.s.): "Ben, her gece ve gündüz, Allah'a yüz kere istiğfar ederim. Bana ve size ne yapılacağım bilemem  buyurmuştur.  Nitekim Allah Teala, Hz.Peygambere hitaben: "Sen daha önce kitab nedir, iman nedir " bilmezdin" {Şura,52) buyurmuştur. Şüphesiz tam bîr fiil ile olan; kuvvetle olandan daha şereflidir.

Buna itiraz: Onun tam fiil ile olduğunu kabul etmiyoruz. Belki de o, bazı işlerde kuvve iledir. İşte bundan ötürü şöyle denmiştir: Meleklerin, felekleri hareket ettirmesi düşünceleri, kuvveden fiile çıkarmasından dolayı olmuştur. Bu hareket ettirme, meleklere nisbette; tefekkür ve muhayyile kuvvetine sahib otan ruhların, bilkuvve olan düşünceleri bilfiil yapmaya gayret etmeleri esnasında meydana gelen hareket ettirme gibidir. [154]

 

Dördüncü Delilleri ve Cevabı: Ruhların Muhdes Olup Olmadığı           Başa Dön

 

Melekler, varlığın eli kolu durumundadırlar. Onlar değişme ve kuvve tabiatından uzaktırlar. İnsanlar ise boy/e değildir.

Buna itiraz: Her iki tez de imkansızdır. Melekler, zatları gereği varlıkları mümkin, maddeleri gereği ise varlıkları vacib oJan varlıklar değil midir? O halde melekler sonradan yaratılmışlardır. Tamam, bunu kabul ediyoruz. Lakin beşeri  ruhfarın  hâdıs  (sonradan)  ofdufcfarını  kabul etmiyoruz.  Aksine bazılarınca, bu ruhlar ezelidirler. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu ruhlar, Rablerini hamd ile teşbih eden Arş' m altındaki gölgeler gibi, ebediyyen maddi mekanlarına ininceye kadarki durumlarıdır. Onlar bu cisimlerle alaka kurduklarında, bunlara pşık olurlar ve bunlarla olan Cinsiyetleri kuvvet kazanır. Böylece, 'Arştaki gölgelerden en mükemmelleri ve en şereflileri, bu ruhları o maddi yerlerinden kurtarmak için çare arasınlar diye bu aleme gönderilir. İşte Kelile ve Dimne kitabında anlatılan, "gerdanlık" güvercinden*42' maksad da budur. [155]

 

Beşinci Delil ve Cevabı: Önemli Olan Mahiyet Değil, Allah'a Taattir

 

Melekler, nurani, ulvi ve latif varlıklardır. İnsanlar ise zulmani, süfli ve kesif (yoğun) varlıklardır. Akıllar, nurun zulmetten daha üstün; ulvi varlıkların süfli varlıklardan daha hayırlı ve latif olanların kesif varlıklardan daha mükemmel olducuna şehadet eder.

Buna itiraz: Bütün bunlar madde ile alakalıdır. Halbuki bize göre kıymetli

olmanın sebebi, Cenab-ı Hakk'ın da: "De ki: Ruh Rabbimfn emri (cümlesinden)'dtr"{İsra, 85) buyurduğu gibi, Alemlerin Rabbinin emrine boyun eğmektir. Halbuki maddesi kıymetli diye bir varlığın şerefli olduğunu, iddia etmek, İblis aleyhülla'ne'nin ilk delil getiriş şeklidir. Ama onun layık olduğu cevap Cenab-ı Allah tarafından verilmiştir. [156]

 

Altıncı Delil ve Cevabı: Melekler İlim, Kuvvet ve Amelde Daha İleridirler

 

Semavi, ruhani varlıklar (melekler), ilim ve amelleri kuvvetli olduğu için, cismani varlıklara (insanlara) üstün kılınmışlardır. İlim bakımından üstünlükleri şundan dolayıdır. Feylesoflar, meleklerin gaybı badiklerinde, istikbale art işlere muttaki olduklarında ittifak etmişlerdir. Yine meleklerin ilimleri, fiili, fıtri, külli ve daimidir. Halbuki İnsanların iiimleri, bütün bu hususlarda bunun aksinedir. Meleklerin amel bakımından üstün oluşları, onların devamlı hizmet etmeleri, gece-gündüz tesbihatta bulunmaları, gözlerini uyku tutmaması, akıllarının hata etmemesi, bedenlerinin gafil olmaması, yiyeceklerinin teşbih, içeceklerinin takdis, tahmid ve tehlil olması, nefeslerinin zikrullah ile, sevinçlerinin Allah'a hizmetle olması, bedeni ala! 'ardan tecrid edilmiş olmaları, şehevi ve gazabi kuvvelerden herhangi biri ile perdelenmemiş olmaları sebebiyledir. Bu iki taraftan biri nerede, diğeri nerede?

Buna itiraz: Bütün bu anlattığınız hususlarda, herhangi bir ihtilaf yoktur. Ancak burada bir incelik vardır. O da şudur: Devamlı hoş gıdalar yiyen kimse günlerce aç kalmış kimsenin bunlardan duyacağı tad gibi, lezzet alamaz. Bu sebeble melekler, devamlı bu yüksek derecelerde bulundukları için çoğu zaman cismani engeller ve zulmani perdelerle, mani olunmuş olan insanların duyduğu tadı duyamazlar. Lezzet hususundaki bu üstünlük sadece insanlara hastır. Belki de Allah Teala'nın:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onl&r bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan bunu yücendir"(Ahzab, 72) ayetinden murad budur. Muhakkak ki, mahrumiyetlerle sınandıktan sonra, arzu olunan şeylere ulaşmak, bu arzu edilen şeyleri devamlı elde etmekten daha lezzetlidir. Bundan dolayıdır ki, doktorlar demişlerdir ki: "Kısa süreli bir sıtma nöbetinin ateşi, devamlı olan sıtma hastalığının ateşinden daha fazladır. Fakat, kısa süreli bir sıtmanın ateşi devam eder ve iyice yerleşirse, bu ateş artık hissolunmaz. Bu durum, meleklerde bulunmaz. Çünkü meleklerin olgunlukları devamlıdır. Bu hal diğer cisimler için de söz konusu değildir. Çünkü, onlar mücerret şeyleri idrak etmeye kaabiliyetli olan kuvveye sahip değildirler. Bundan dolayı, bu emaneti insanlardan başka yüklenmeye gücü yeten hiç bir varlık yoktur. [157]

 

Yedinci Delilleri ve Cevabı           Başa Dön

 

Meleklerin cisimleri idare edebilecek ve kütleleri evirip çevirebilecek kuvvetleri bulunmaktadır. Onların bu kuvveti, mizaca bağlı olmadığı için, onlara bir yorgunluk ve bir bıkkınlık arız olmaz. Sonra sen, daha henüz yeni büyümekte olan yeşil taze ekinin taşları yardığını, kayaları ayırdığını görürsün. Bu, ancak, semavi kuvvetler cevherinden ona bol bol verilmiş olan nebatî kuvve» ile olmaktadır. Süfli cisimleri evirip çeviren ve idare eden, ağır yükleri yüklenebilen, dağlan yerinden oynatabilen, kendilerinin hareketiyle rüzgarların esip, kendilerine yönetilmesiyle bulutların ortaya çıkıp kaybolduğu ve aynı şekilde, onlardan sadır olan bir sebeble, dağlarda zelzelelerin meydana geldiği bu semavi ve ruhani güçleri ne zannediyorsun sen! Cenab-ı Hakk'ın ;  "Ve işleri taksim eden (meîek)lere kasem olsun"(zariyat, 4) buyurduğu gibi, şeriatlar bu hususu anlatır, akıllar da bunu gösterir. Halbuki süfli ruhlar böyle değildir. Bu iki taraftan birisi nerede, diğeri nerede?

Kötü ruhlar olan şeytanların buna muktedir olduklarına dair söylenen söze gelince, bu mümkün değildir. Şayet bunu kabul etsek dahi meleklerin buna güçlerinin yetmesinin daha yerinde ve daha mükemmel olduğu hususunda anlaşmazlık yoktur. Ve bir de, meleki latif ruhlar kuvvelerini bu süfli alemin düzeni ve faydası için; kötü ruhlar ise güçlerini şer fiiller için kullanırlar; birisi nerede, diğeri nerede?

Buna itiraz: Nüfus-i natıka-i beşeriyede yani düşünen beşeri varlıklar arasında kamil kuvvet sahibi, taklib (mahiyyet değiştirme) ve tasarruf suretiyle cisimlere hakim bir nefsin bulunması uzak bir ihtimal değildir. Böylesi bir nefsin bulunmasının imkansızlığına nereden delil bulunabilir ki? [158]

 

Sekizinci Delil ve Cevabı: İnsanları İyiye İletenler Meleklerdir

 

Meleklerin, Cenab-ı Allah'ın hayırlı varlıklara yönelik celal nurlarından feyezan eden, irade ve ihtiyarları vardır. Onların iradeleri, alemin nizamını tösise hasredilmiş olup, insanların iradelerinin aksine, kesinlikle o şer ve fesad şaibesinden bendirler. Çünkü insanların iradeleri, yücelik ve alçaklık cihetleri ve hayrın iki ucu arasında mütereddittirler. Onların hayırlara meyilleri ancak, haberde varid olduğu gibi, meleklerin yardımıyla hasıl olur. Bu habere göre, her insanın, onu doğrultan ve hidayete ileten bir meleği vardır.

Buna itiraz: Bu, meleklerin taatlerinde mecbur olan varlıklar, peygamberlerin ise hayır ve şer arasında mütereddit olan varlıklar olduğuna delalet eder. İrade sahibi olan ise, bir işi mecburen yapandan daha üstündür. Bu görüş zayıftr, çünkü tereddüt devam ettiği müddetçe, bir fiilin yapılmasının imkansızlığı da devam eder. Tercih tahakkuk edince, iş bir mucibe (gerektirene) iltihak eder, Buna göre de peygamberlerin bilkuvve ihtiyarları olup. melekler vasıtasıyla bu hayırlar kuvveden fiile geçer. Meleklere gelince onlar, bilfiil hayırdan ibarettirler; binaenaleyh o nerde, bu nerde! [159]

 

Dokuzuncu Delil ve Cevabı: Ruhani Varlıklar Cismani Olanlara Kıyas Edilemez

 

Ruhanilerin kendilerine ait birer cisimleri vardır. Bunlar da beden durumunda olan yedi gezegen, diğer sabit yıldızlar ve felekler; kalbler gibi olan yıldızlardır. Melekler de onların ruhları mesabesindedir. Ruhlann, ruhlara nisbeti, bedenlerin bedenlere nisbeti gibidir. Sonra biz biliyoruz ki, feleklerin durumlarındaki değişiklikler bu alemdeki değişikliklerin meydana gelmesinin sebepleridir. Çünkü, yıldızların hareketlerinden tesdis (altılı),teslis (üçlü), terbi (dörtlü), mukabele (karşılıklı olma) ve mukarebe (birbirine yakın olma) gibi çeşitli alakalar ortaya çıkar. Aynı şekilde feleklerin yerleri, bazan birbirine mutabık olur. İşte bu, birleşme halidir. O zaman da, alemin düzeni ortadan kalkar; bazan da onlar birbirinden ayrılır, böylece alemin mamurluğu, süfli alemin cisimlerine başka gelecek biçimde bu ulvi alem cihetinden, tekrar geri gelir. Aynı şekilde süfli alemin ruhları da böyledir; bilhassa hikmetle ilgili konular ve felsefi ilimlere, bu alemin ruhlarının ulvi alemin ruhlarına bağlı ve yine bu alemin ruhlarının mükemmellikleri o ruhların mükemmelliklerine dayalı, bu ruhların o ruhlara nisbetinin, büyük bir deryaya, bir katrenin nisbetiyle güneşin yuvarlağına küçük bir parıltının nisbeti gibi olduğuna delalet etmişken! jşte eserler bunlardır, burada bir başlangıç ve netice söz konusudur. Öyleyse, üstünlük bir tarafa, eşitliği iddia etmek bile nasıl uygun olabilir?

Buna itiraz: Sizin bütün söyledikleriniz tartışmalıdır. Fakat, onları kabul etmemiz durumunda bile, konu yine ortada kalır. Çünkü biz, mahrumiyetten sonra leziz bir şeye ulaşmanın, devamlı olarak onu elde etmekten daha çok lezzetli olduğunu beyan etmiştik. Bu durum da sadece insanlar için mevzu bahistir. [160]

 

Onuncu Delil ve Cevabı: Ruhaniler, Beşeri Varlıkların Menseldirler

 

Onlar şöyle dediler: Felekî, ruhani varlıklar, bu alemin ruhani varlıklarının menşe'len ve eşleridir. Menşe, kendisinden neşet edenden daha şereflidir. Çünkü o neşet edende -hasıl olan bütün üstünlükler, menşe'den istifade ile olmuştur. İstifade eden, kendisinden istifade edilenden daha düşük bir haldedir. Aynı şekilde neticenin de daha şerefli olması gerekir. Buna göre ruhani varlıklar âlemi kemalât alemidir. Öyleyse başlangıç ondandır, dönüş onadır, sudur ondandır ve nihayet, varış ona olacaktır.

Aynı şekilde ruhlar da kendi alemlerinden inerek bedenlerle birleşirler, neticede cisimlerin kirleriyle kirlenirler. Sonra o kirlerden güzel ahlak ve hoş amellerle temizlenirler. Öyle ki, o cisimlerden ayrılır, kendi ilk alemlerine çıkarlar. Ruhların inmesi birinci neş'et, yükselmesi ise diğer bir neş'ettir. Bununla anlaşılıyor ki, ruhani varlıklar beşeri varlıklardan daha şereflidir.

Buna itiraz: Bu sözleri siz, ahiretin ve bedenlerin haşrinin inkarı üzerine kurdunuz; oysa ki bunları inkar etmek çok zordur. [161]

 

Onbirinci Delil: Peygamberlerin Meleklere Muhtaç Olmaları

 

Peygamberler (s.a.s.) in hepsi, bilgi ve marifet hususunda bildirdiklerini ancak vahiy yolu ile öğrendiklerini söylemişlerdir. Bu, onların bilgilerini ruhani varlıklardan aldıklarının bir itirafıdır. Onlar, Lût kavminin şehirlerini yerinden sökmede ve Bedir gününde olduğu gibi, düşmanlarına karşı kendilerine yardım eden ve Nûh (a.s.)'un gemi yapma kıssasında olduğu gibi, faydalarına olacak şeyleri onlara öğretenlerin ancak melekler olduğunda ittifak etmemişler midir? Bunda ittifak ettiklerine göre, peygamberiarin bütün işlerde meleklere muhtaç olduklarını açıkça beyan etmelerin rağmen, daha neye dayanarak siz onları meleklerden üstün tutuyorsunuz? [162]

 

Onikinci Delil ve Cevabı           Başa Dön

 

Akli taksimat, canlıların ya tamamen hayırlı veya tamamen şerli, veyahutta bir cihetten hayırlı bir diğer cihetten şerli olduklarını göstermiştir. Sırf hayırlı olanlar melek nevinden olan varlıklardır. Sırf şerli olanlar, şeytan nevinden olan varlıklardır. Bu iki hal arasıdan olanlar da insanlardır. Ve yine insan, ölümlü bir varlık olup, onun iki yanında da iki kısım bulunmaktadır.

a- Ölümlü olmayan nâtık varlık ki, bu meleklerdir.

b- Bu İse, ölümlü olan ve nâtık olmayan varlıklardır ki, bunlar da hayvanlardır. Aklın yaptığı bu taksim, insanın kemalin orta derecesinde; meleğinse kemalin en üst noktasında olduğuna delalet eder. İnsanın daha üstün olduğunu söylemek, aklın yapmış olduğu taksimi ters çevirmek ve mevcudatın sıralamasını bozmaktır.

Buna itiraz: İnsanın üstünlüğünden muradımız, sevabının çokluğudur. Öyleyse, siz meleklerin sevabının daha çok olduğunu neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Bu konuda söylenen akli görüşlerin özeti işte budur.

Muvaffakıyyet Allah'tandır. [163]

 

Resullerin Meleklerden Efdal Oluşunun Delilleri

 

Peygamberlerin meleklerden üstün olduğunu söyleyenler, buna birçok şeyi delil getirmişlerdir. [164]

 

Birinci Delil: Meleklerin Hz.Adem'e Secde Etmeleri

 

Cenab-ı Allah meleklere, Hz.Adem'e secde etmelerini emretti. Ve Adem (a.s.)'in ktble olmadığı, aksine secdenin gerçekte O'na yapıldığı sabit olmuştur. Bu husus sabit olunca, Hz.Adem'in meleklerden üstün olması gerekir. Çünkü secde boyun eğmenin en ileri derecesidir. Daha şerefli olanın, kendisinden daha aşağıda olana, en ileri derecede boyun eğmekle mükellef tutulması aklen hoş görülmez. Çünkü mesela Ebu Hanife'nin, fıkıhtaki bilgisi kendisininkinden daha az olan birine hizmet etmesinin emredilmesi, hoş görülmez! Bu durum, Adem (a.s.)'in, meleklerden daha üstün olduğuna delalet eder. [165]

 

İkinci Delil: Hz.Adem'in Halife Olarak Yaratılması

 

Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i kendisinin halifesi yapmıştı. Bundan murad, velayet (hükmetmeyi üstlenme) hilafetidir. Çünkü Cenab-ı Hak; "Ey Dâvud, seni biz yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse, insanlar arasında hak ile hükmet! "(Sad, 26) buyurmuştur. İnsanların, makamca padişah yanında en üstün olanları velayet ve tasarruf bakımından onun yerini tutan kimse olduğu malum bir şeydir. Bu da onun halifesidir.Bu durum, Âdem (a.s)'in mahlukatın en şereflisi olduğuna delalet eder. Bunu Cenâb-ı Allah'ın :

"Yerde olan herşeyi sizlerin emrinize vermiştir" (Hac, 65) âyeti tekid etmektedir. Sonra bu umumi ifade, şu âyetle de te'kid edilmiştir: O yerde olan herşeyi sizin için yarattı "(Bakara, 29).

Buna göre Hz.Adem hilafet makamında en yüksek dereceye ulaşmıştır. Dünya,onun hayatta kalabilmesi bir meta; âhiret de, onun mükâfaatı için bir ülke olarak yaratılmıştır. Ve şeytanlar, ona karşı büyüklenmeleri sebebiyle, Rahmet-i İlaheden kovulmuşlardır.Cinler onun emrindedir; melekler ona itaat ederek, secde eder, ona boyun eğerler; sonraysa bazı melekler, onun ve onun zürriyetinin bekçisi; bazıları rızkının İndiricisi, bazıları onun hataları için istiğfar edeni olmuşlardır. Hem sonra Cenab-ı Allah, bu yüce makamlara rağmen, "Ve yanımızda fazlası da var" (Kaf, 35). Öyleyse bu kemâl ve celâlin bir sınırı yoktur. Üçüncü Delil: Hz.Âdem ilimde daha ileri idi. Hz. Adem daha bilgiliydi. Daha bilgili ise, daha üstündür. O daha bilgiliydi, çünkü Cenâb-ı Allah meleklerden isimlerin bilgisini sorduğu zaman: "Dediler ki, serti tenzih ederiz. Bizim, senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki sen, alîmsln, hakimsin "(Bakara, 32) dediler. O zaman da Cenab-ı Allah: "Ey Adem, onlara eşyanın isimlerini bildir. Adem meleklere eşyanın İsimlerini bildirince, Allah (meleklere), "Ben size demedim mi ki... "(Bakara, 33) buyurmuştur. Bu, Âdem ta.s.yin meleklerin bilmediği şevleri bildiğini gösterir. Daha bilgili olanın üstünlüğüne gelince, bu Cenab-ı Allah'ın:

"De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olurlar mı?"(Zümer, 9) ayetinden dolayıdır. [166]

 

Dördüncü Delil: Allah Teala Peygamberleri Bütün Alem İçinden Seçmiştir

 

Cenab-ı Hak; "Muhakkak kt Allah Âdem'tftûh'u, İbrahim ailesini ve İmran'm ailesini bütün alemlere üstün kıldı"(A.imran.33) buyurmuştur. Alem, Allah'ın dışındaki bütün şeylerden ibarettir. Bu böyledir, çünkü âlem kelimesi, daha önce geçtiği gibi, âlem kelimesinden türemiştir. Cenab-ı Hakk'a işaret ve O'na delalet eden her şey bir âlemdir. Şüphe yok ki sonradan meydana gelen her varlık Cenab-ı Allah'ın varlığına delalet eder. Öyleyse, sonradan olan herşey, âlem lafzına dahildir. Cenab-ı Allah'ın:  (Ali imran, 33) ayetinin anlamı buna göre şöyledir: Allahu Teala onları bütün mahlukata üstün kılmıştır. Meleklerin de mahlukat zümresinden olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple ayet, Allahu Teala'mn peygamberleri meleklere de üstün kılmış olmasını gerektirir. Eğer, denilirse ki: "Bu, Cenab-ı Hakk'ın: "Ey İsrailoğullan, size inam ettiğim nimeti ve sizi bütün alemlere üstün tutuşumuzu hatırlayınız"(Bakara, 47) ayetiyle bir müşkitlik arzeder. Çünkü onların, meleklerden ve Hz.Muhammed'den daha üstün olmaları gerekmez. Burada da böyledir. Cenab-ı Hak Hz.Meryem hakkında: "Allah seni seçti ve temizledi; seni alemlerin kadınlarına üstün kıldı. (A.imran, 42) buyurmuştur. Hz.Meryem'in Hz.Fatıma'dan daha üstün olması gerekmez. Burada da böyledir; buna cevabımız şudur:

Müşkillik bertaraf edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın sözü, yahudilerin selefleri olan peygamberlere hitaptır. Onlar o zaman mevcutken Hz.Muhammed o zaman mevcut değildi. Hz.Muhammed mevcut olmayınca da, "alemler" lafzının şümulüne girmez. Çünkü yok olan şey, âlemlerden olmaz. Durum böyle olunca, Allah' u Teala' nın onları, o zamandaki alemlere üstün kılmasından ibaret olup onların Hz.Muhammed'den daha üstün olmaları gerekmez. Cebrail (a.s.)'e gelince O, Cenab-ı Hak: "Muhakkak ki Allah, Adem'i Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemlere seçtik" (Ali imran, 33) buyurduğunda mevcut idi. Bu sebeple Allah'ın onlan Cibril'e üstün kılmış olması gerekir. Yine farzet ki delilin mevcut olmamasından dolayı ayet tahsis edilmiştir. Burada ise, ayetin zahirini terkettirecek bir delil yoktur. Bu sebeple ayeti umumi yönden zahirine hamletmek gerekir. [167]

 

Beşinci Delil: Resulullah'ın "Âlemlere Rahmet" Olması

 

Cenab-ı Hakkın  "Seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 107) ayetidir. Melekler de alemin cümlesindendir. Bu sebeple Hz.Muhammed, melekler için de rahmet olmuştur. Bu nedenle Hz.Muhammed'in onlardan daha üstün olması gerekir. [168]

 

Altıncı Delil: Beşerin Kulluğunun Zorluğu           Başa Dön

 

Beşerin ibadeti daha zordur. Bu sebeple, onların daha üstün olmaları gerekir. Biz birkaç sebepten Ötürü beşerin ibadetinin daha zor olduğunu söyledik. Şöyle ki:

a- İnsanoğlunu, günah işlemeye davet eden şehveti vardır. Meleklerinse, bu şehveti yoktur. Karşı koyan bir gücün bulunmasıyla beraber bir şeyi yapmak, o şeyi, karşı koyucu bir güç olmadan yapmaktan daha zordur. Şayet: "Meleklerin de, kendilerini isyana sevkedecek şehveti vardır ki bu da, Önderlik arzulandır" denilirse deriz ki; "Farzedelim ki durum böyledir, ancak beşerin çok çeşitli şehvetleri bulunmaktadır. Meselâ, yeme içme şehveti, cinsi münasebette bulunma şehveti ve reislik şehveti gibi... Melekler ise, bu şehvetlerden ancak birisine sahiptir ki, o da lider olma şehvet ve arzusudur. Şehvetin birçok nev'i ile imtihan olunan kimsenin itaat etmesi, şehvetin bir çeşidine mübtela olanın itaat etmesinden daha zordur.

b- Melekler, ancak "nas" ile amel ederler. Çünkü Cenab-ı Hak: "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur "(Bakara, 32) ve: "Bunlar, sözle O'nun önüne geçmezler! Onlar Allah'ın emriyle amel ederler''{Enbiya, 27) buyurmuştur. Beşerin ise, istinbatta bulunma ve kıyas

yapma gücü vardır. Nitekim Cenab-ı Hak; "Öyleyse ibret alınız, ey akıl sahipleri"{Haşr. 2) buyurmuştur. Keza Muaz (r.a.) "Re'yimle içtihad ettim " buyurmuş, Hz.Peygamber (s.a.s.) de onu, bu hususta tasvib etmiştir. İstinbatla amel etmenin, nas ile amel etmekten daha güç olduğu bilinen bir gerçektir.

c- Beşerin şüpheleri meleklerin şüphelerinden daha çoktur. Feleklerin ve gezegenlerin bu alemin hadiselerinin sebepleri olması, çok müessir şüpheler cümlesindendir. Bu sebeple insanlar,bu şüpheleri defetmeye muhtaçtırlar. Meleklerse, muhtaç değildirler; çünkü onlar gökler aleminin sakinleridirler. Bu sebeple melekler, bu alemin yaratıcı bir Müdebbir'e nasıl muhtaç olduğunu bizzat müşahede ederler.

d- Şeytanlar meleklere vesvese veremezler. Halbuki, şeytanlar, vesvese vermek için insaoğluna musallat olmuşlardır. Bu ise, büyük bir farktır. İnsanların itaat etmelerinin daha zor olduğu kesinlik kazanınca, onların "nass"a göre daha çok sevap almaları gerekir. Çünkü Hz.Peygamber "ibadetlerin en üstün olanı, en meşakkatli olanıdır " buyur­muştur. Kıyasen de bu böyledir; çünkü biz, kadınlara hiçbir meyli bulunmayan bir pir-i faninin zinadan kaçındvğv zaman olan, buna aşırı arzu duyan, ama ondan kaçınan kimsenin fazileti gibi olmadığını biliyoruz. [169]

 

Yedinci Delil: İnsanların Şehvetin Cazibesinde Bulunmaları

 

Cenab-ı Hak, melekleri şehvetsiz fakat akıllı olarak; hayvanları ise, akılsız; fakat şehvetli olarak; ademoğlunu ise, bu iki hususu kendisinde cemetmiş olarak yaratmıştır. Bu nedenle insanoğlu, aklı sebebiyle sınırsız denecek derecede hayvanların üzerinde bulunmaktadır. Şehveti sebebiyleyse, meleklerin aşağı mertebesinde bulunmaktadır. Sonra biz insanoğlunu, arzusu aklına üstün gelip, aklı ile değil de hevesleri ile amel edince, Cenab-ı Hakk'ın da: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler; hatta onlardan da şaşkın! "( buyurduğu gibi, hayvanların aşağısında olur. Bu sebeple hayvanların değil de onların var olacağı yer, ateş olur. Böylece onların aklı nevalarına baskın çıkar, hatta nefsinin arzusuyla hiçbir şey yapmayıp aklına göre hareket ederse, iki taraftan birisini diğerine mukayese ederek, onların meleklerin üstünde bulunduklarını söylemek gerekir. [170]

 

Sekizinci Delil

 

Melekler, muhafızdırlar; Âdem evladı ise himaye edilenler. Korunmuş olan ise, koruyandan daha kıymetlidir. Bu sebeple, insanoğlunun Allah katında meleklerden daha kıymetli olmaları gerekir. [171]

 

Dokuzuncu Delil: Miracda Cebrail (a.s.)'in Geri Kalması

 

Rivayet edildiğine göre Cebrail (a.s.), Miraç gecesi Hz.Muhammed'in bineğinin üzengisinden tutup, O'nu Burak'a bindirdi. Bu, Hz.Muhammed'in Cebrail (a.s.)'den daha üstün olduğunu gösterir. Hz.Muhammed bazı makamlara varınca, Hz.Cebrail O'ndan ayrılarak şöyle dedi: "Ben, artık bir parmak ucu kadar daha yaklaşsam, yanıp kül olurum!" [172]

 

Onuncu Delil: En Büyük Melekler Peygamberimizin Vezirleridir            Başa Dön

 

Hz.Peygamberin şu sözüdür: "Muhakkak ki benim, gökte iki vezirim; yerde de iki vezirim vardır. Gökteki vezirlerime gelince, bunlar Cebrail ile Mikail 'dir. Yerdekilere gelince, Ebu Bekr ile Ömer'dir." Bu haber, Hz.Muhammed'in bir melik gibi, Hz.Cebrail ve Mikaİl'in ise, O'nun vezirleri gibi olduğuna delalet eder. Melik, vezirden daha üstündür. Bu sebeple Hz.Muhammed'in melekten daha üstün olması gerekir. Beşerin meleklerden daha üstün olduğuna dair söylenebilecek sözün tamamı budur. [173]

 

Melâikenin Efdaliyetini Söyleyenlerin Cevapları

 

Meleğin daha üstün olduğunu söyleyenler, insanın melekten üstün olduğunu söyleyenlerin birinci deliline cevap vererek şöyle demişlerdir: [174]

 

 

Birinci Delile Cevap

 

Daha önce alimlerden bir kısmının, "secdeden maksat, alnı yere koymak değil, tevazu göstermektir" dediği açıklanmıştı. Yine onlardan "secdenin,

alnı yere KoymaKîan ibaret olduğunu kabul ederek, secdenin Aiian için

yapıldığını, Hz.Adem'in ise secdenin kıblesi olduğunu" söyleyenler vardt. Bu iki görüşe göre de, bir müşkil durum söz konusu değildir. Ama secdenin Hz.Adem için yapıldığını kabul ettiğimizde, "Niçin daha şerefli olanın şerefli olana secde etmesi caiz değildir" dediniz ?

Çok şerefli olan da şerefli olana secde edebilir; çünkü hikmet-i ilahi çoğu kez daha şerefli olanın sevgi göstermesini, son derece itaat ile inkiyad içinde olmasını gerektirir. Çünkü hükümdar, yaşça küçük olan kölelerini yanı başına oturtarak, büyüklere de onların hizmette bulunmalarını emreder. Hükümdarın bundan maksadı, o hizmet edenlerin her işte kendisine itaat ettiklerini ve her durumda kendisine inkiyat ettiklerini ortaya koymaktır. Durumun, aynen burada da böyle olması niçin caiz olmasın? Ve yine Cenab-ı Hakk'ın, dilediğini yapması ve dilediğine hükmetmesi, yine O'nun fiillerinde bir illet aranamıyacağı hususu bizim mezhebimiz değil midir? İşte bu sebepten dolayı biz, Allah insanda küfrü yaratıp, sonra onu nihayetsiz olarak azaplandırdığında, O'na itiraz edilemez dedik. Durum böyle olunca, O'na, en üstün olanın en düşük olana secde etmesini emretmesi hususunda nasıl itiraz edilebilir? [175]

 

İkinci Delile Cevap

 

İkinci delillerinin cevabı ise şudur:

Hz.Adem yeryüzünün halifesi kılınmıştır. Bu ise, Hz.Adem'in yeryüzündekilerden daha şerefli olmasını gerektirir. Bu, O'nun semadaki meleklerden daha şerefli olduğunu göstermez. Şayet Cenab-ı Hak gökteki meleklerden birisini, niçin yeryüzünde, kendine halife yapmadı?" denilirse, deriz ki, bunun birkaç sebebi vardır:

a- İnsanlar melekleri göremezler.

b- Cins, kendi cinsine daha çok meyleder.

c- Melekler, son derece temiz ve ismet sahibidirler. İşte, Cenab-ı Hakk'ın: "Eğer biz o peygamberi btr melek

yapmış olsaydık, onu da btr insan kılığına sokardık "(Enam, 9) ayetinden murad edilen de budur. [176]

 

Üçüncü Delile Cevap           Başa Dön

 

Üçüncü delillerine gelince, biz ona şöyle cevap veririz: Biz Hz.Adem'in meleklerden daha bilgili olduğunu kabul etmiyoruz. Bu konuda en fazla şöyle denilebilir: Hz.Adem, isimleri biliyordu; melekler ise onları bilmiyorlardı. Ne var ki melekler, Hz.Adem'in bilemediği başka şeyleri biliyorlardı. Bu meseleyi iyice ortaya koyacak olan husus şudur: Biz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in bu dillerin hepsini bilmemesine rağmen, Hz.Adem'den daha üstün olduğunda anlaşmıştık. Yine İblis Hz.Adem'in cennetten çıkarılmasına sebep olan ağaca yaklaşma hususunu biliyordu. Halbuki Hz.Adem bunu bilmiyordu. Bundan, iblisin Hz.Adem'den daha üstün olması gerekmez. Hüdhüd, Hz.Süleyman'a "Senin ihata edemediğin şeyi ben ihate ederim" demişti. Bundan, Hüdhüd'ün Hz. Süleyman'dan daha üstün olması gerekmez. Biz Hz.Adem'in meleklerden daha bilgili olduğunu kabul etsek bile, ancak niçin meleklerin taatleri, ihlas bakımından Hz.Adem'in taatl'nden daha çok; böylece de onların sevapları da daha fazladır" dememiz niye caiz olmasın? [177]

 

Dördüncü Delile Cevap

 

Dördüncü delillerine cevaba gelince, bu zikredilen hususların en güçlüsüdür. [178]

 

Beşinci Delile Cevap

 

Beşinci delillerine gelince ki, bu Cenab-ı Hakk'ın: (Enbiya, 107) ayetidir, buna-şöyle cevap veririz. Hz.Muhammed'in alemlere rahmet olmasından, nun meleklerden daha üstün olması gerekmez.

Nitekim Cenab-ı Hakk'ın: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Allah ölmüş arzı nasıl diriltiyor!"(Rum, 50) ayetinde de böyledir. Hz.Muhammed'in alemler için bir yönden rahmet, onların da bir başka yönden alemler için rahmet olmaları imkansız değildir. [179]

 

Altıncı Delile Cevap

 

Altıncı delillerine cevaba gelince ki, bu delil beşerin ibadeti daha zordur şeklinde idi, bu şu durumla çelişir. Biz, mücahede yolunda bir sûtinin, Hz.Peygamberin herkesten daha üstün olduğunu bilmemize rağmen, O'nun bile kesinlikle tahammül edemiyeceği zor ve çileli şeylere tahammül ettiğini görüyoruz. Bu ancak, niyette ihlasa bina edilmiş olan bir sevab çokluğudur. İşin daha kolay olması da caizdir; ancak onu yapanın ihlası daha fazla olabilir. Bu sebeple onun mükafaatı daha fazla olur. [180]

 

Yedinci Delile Cevap

 

Yedinci delillerine cevaba gelince, bu birleştirici bir nokta olmadan, iki tarafı cem' etmektir. [181]

 

Sekizinci Delile Cevap           Başa Dön

 

Sekizinci delillerine gelince ki, bu "korunan koruyandan daha şereflidir" şeklinde idi, bu mutlak manada kabul edilemez; tam aksine bazan, koruyan korunandan daha şerefli olur. Mesela, ordudaki suçlu askerler için tayin edilen üst rütbeli subay gibi. Son iki açıklamalarına gelince, bunlar ahad hadislerdir. Bunlar, Hz.Peygamberin çok mütevazı olduğuna dair rivayet ettiğimiz hadislerle çatışırlar. İşte meselenin sonu budur. Muvaffak kılmak, ancak Allah'ın elindedir. [182]

 

Secde Etmemekte İblis Mazur Olabilir mi?

 

Bil ki, Cenab-ı Hak, İbiis'i secde edenlerden istisna edince, onun secdeyi terketme hususunda mazur olduğunun zannedilmesi caiz oldu. Bu sebeple Cenab-ı Hak diretti" diyerek, İblis'in gücü yettiği ve mazur olmadığı halde secde etmediğini beyan buyurmuştur. Çünkü diretmek iradi olarak kaçınmaktır. Ama, iş yapmaya kadir olamayan kimseye gelince, onun için, "diretti" denmez. Sonra bunun bu şekilde olması caiz olsa bile, ona bir büyüklenme eklenmez. Böylece Cenab-ı Hak, "büyüklendi" diyerek, bu diretmenin büyüklenme biçiminde olduğunu beyan etmiştir. Sonra bu söz konusu diretme ve büyüklenmenin, küfür olmaksızın da bulunması caizdir. İşte bunun için Cenab-ı Hak, "Ve, kâfirlerden oldu" ifadesiyle, onun kafir olduğunu beyan etti.

Kadî "Bu ayet birkaç bakımdan Cebriyye'nin görüşünün batıl olduğuna delalet eder", demiştir:

a- Cebriyye, İblis secde etmediğinde, secdeye kadir olamadığını iddia etmişlerdir. Çünkü onlara göre bir şeyi yapabilmek mümkün değildir. Bir şeye güç yetiremiyene de, "O, o şeyden imtina etti" denilmez.

b- Birşeye güç yetiremiyene o şeyi yapmamak suretiyle büyüktendi, denilmez. Çünkü o, bir fiile güç yetiremediği zaman, o fiilden kaçındı, büyüklendi denmez. O kimse ancak, isteseydi yapabileceği şeyi yapmadığında, büyüklenmiş olmakla vasıflanır.

c) Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Gücü yetmeyeceği bir şeyi yapmadığı için kişinin kâfir olması caiz değildir.                                        

d- Onun büyüklenmesi ve o işi yapmaması, Allah'ın onda bu işi yaratmasından dolayıdır. Bu ise, onun kınanmaktan ziyade, mazur addedilmesinin daha uygun olduğunu gösterir. Kadî sözüne devamla, "İblisin mazur olduğunu söyleyen bir mezhebe inanan bir kimse, peşinen ziyana uğramıştır" der.

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Kadî bu vecih'eri çoğaltarak, sözü uzatmıştır. Bu vecihlerin neticesi emre, nehye, sevab ve ikaba dayanır. Biz, ona yine şu şekilde cevab veririz: İblisten bu işlerin çıkması ya bir maksad ve sebebe dayanır veya herhangi bir maksad ve sebebten dolayı değildir. Eğer onlar bir maksad ve sebebten dolayı meydana gelmiş ise, bu maksad neredendir? Bu, bir fail olmadan mı meydana gelmiştir veya bir kul olan failden mi meydana gelmiştir veyahutta Allah'ın fail olduğu bir fiil midir? Eğer, bunlar bir fail olmaksızın meydana gelmiş ise, Yaratıcı nasıl isbat olunur? Eğer kuldan meydana gelmiş ise, ve bunun kuldan meydana gelmesi eğer bir başka maksaddan doğmuş ise bu takdirde teselsül gerekir. Eğer o fiiller herhangi maksaddan dolayı meydana gelmemişse, bu, onun maksadsız meydana geldiğini ifade çeler ki biz o zaman onu "geçersiz" kılarız. Eğer onun faili Allah İse, bu durumda, bize karşı ileri sürdüğün bütün deliller, aleyhine döner.

Eğer "Bu fiil, iblisten, herhangi bir maksad ve sebeb olmadan meydana geldi" dersen, bu durumda bir müreccih bulunmaksızın, mümkün olan bir işin tereccühü (kendiliğinden meydana gelmesi) gerekir ki bu da Yaratıcıyı isbat etme kapısını kapatır. Yine de eğer, "Bu, bu şekilde olmuştur " dersen, bu fiillerin meydana gelişi tesadüfi sayılmış olur. Tesadüfi olan fiiller ise, kulun güç ve iradesi dahilinde değildirler. Buna göre bu gibi fiiller kula nasıl emr veya nehyedilebilir? Ey Kâdî, emir ve nehiy işinf delil getirmenin faydası nedir? Böyle aklî bir delilin yanında, neticesi tek bir noktaya dayanan bu izah tarzlarını çoğaltman dayanağını söker atar, sözünün yollarını keser, şayet evvelkiler ve sonrakiler bu delil üzerinde ittifak etmiş olsalardı bile bundan ancak "mümkün" varlığın bir müreccihe dayanmadan meydana geldiğini kabul ederek kurtulabilirlerdi. Bu durumda da Yaratıcıyı isbat etme kapısı kapanmış olurdu. Veya bundan, Cenab-ı Hakk'ın istediğini yapacağını ve istediğine hükmedeceğini söyleyerek kurtulabilirlerdi ki bu da zaten bizim cevabımızdır.[183]

 

İblis Esasen Kâfir İdi

 

İnsanların "O (İblis) kafirlerden id!" âyeti hakkında iki görüşleri vardır:

 

a- İblis, Allah'a ibadetle meşgul olduğu esnada da münafık ve kâfir idi. Bu görüşün izahında iki şekil vardır:

1) Muhammed b.Abdulkerim eş-Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal kitabının evvelinde, dört İncil'in şerhedicisi olan Mârî'den bu meselenin Tevrat'ta da, iblisin, secde ile emredildikten sonra meleklerle arasında geçen bir münazara biçiminde, dağınık bir şekilde zikredildiğini rivayet etmiştir. Buna göre İblis meleklere, "Ben, benim yaratanım, mucidim ve mahlukatın yaratıcısı olan bir ilahım olduğunu kabul ediyorum. Ancak size Allah'ın hikmeti ile ilgili yedi sorum var:

Birincisi: Allah'ın yaratmadaki hikmeti nedir? Hele hele, kâfiri yaratırken, onun ancak sonunda elemlere düçâr olacağını bildiği halde onu yaratmasındaki hikmet nedir?

İkincisi: Mükellefiyetin kendisine herhangi bir fayda ve zararı olmadığı, mükelleflerin lehine olan herşeyi, mükellefiyeti vasıta kılmadan da yaratmaya kadir olduğu halde, insanları mükellef kılmada ne mana vardır?

Üçüncüsü: Farzedin ki Allah, beni kendisini tanıyıp O'na itaat etmekle mükellef tutmuştur. Öyleyse daha niçin bana, Adem'e secde etmemi emretmiştir?

Dördüncüsü: Adem'e secde etmemden dolayı kendisine isyan ettiğimde beni niçin lanetlemiştir? Ne kendisi için, ne de başkası için bir fayda olmadığı ve fakat benim  için zararların  en  büyüğü olduğu  halde  niçin  beni cezalandırmayı gerekli görmüştür?

Beşincisi: Sonra Allah bunu yaparken, niçin cennete girmeme ve Âdem'e vesvese vermeme imkan tanıdı?

Altıncısı: Ayrıca, ben bunu yaparken,niçin beni Adem'in çocuklarına musallat kılıp, benim onları azdırmama ve yoldan çıkarmama müsaade etti?

Yedincisi: Sonra ben, bu hususta O'ndan uzun bir mühlet istediğimde, bana bu mühleti niçin verdi? Malumdur ki eğer dünya serlerden uzak olsaydı, bu daha hayırlı olurdu.

İndilerin şerhedicisi şöyle dedi: Cenab-ı Allah, celal ve kibriya perdelerinin gerisinden ona vahyederek: "Ey iblis, sen beni tanıdın şayet sen beni hakkıyla tanısaydın, işlerimde bana itiraz etmemen gerektiğini bilirdin. Çünkü, ben, kendisinden başka ilah olmayan Allah'ım. Yaptığım şeylerden sorulmam".

Bil ki mahlukatın evvelkileri de sonrakileri de bir araya gelseler, güzel görme ve çirkin görme işinin akla ait olduğuna hükmetseler, onlar bu şüphelerden bir kurtuluş yeri bulamazlar ve bütün bu şüphelerden sıynlamazlar. Ama Cenab-ı Hakk'ın söylediği cevab ile cevab verdiğimizde bütün bu şüpheler bertaraf olur ve itirazlar sona erer. Nasıl böyle olmasın ki Cenab-ı Hak zatında vacib'l-vücud ve sıfatlarında vacibu'l-vücud olduğu gibi, fail oluşunda her türlü müessir ve müreccihlerden (tercih ettirici etkilerden) müstağnidir. Eğer Ailah Teala bunlardan müstağni olmasa idi, onlara muhtaç olmuş olurdu. Halbuki Cenab-ı Hak, bütün ihtiyaçların istendiği, bütün arzuların talebedildiği ve bütün arzulara kumda ulaşılan bir varlıktır. Cenab-ı Allah böyle olunca, O'nun fiilleri için "niçinlik" söz konusu olamaz; O'nun yaratmasına itiraz edilemez. Birisi şöyle diyerek ne güzel söylemiş: "Allah'ın celâli Mu'tezile terazisi ile tartılmaktan çok yücedir." Bunları söyleyen kimse, Allah'ın "O (iblis) kâfirlerden idi" âyetini zahiri manası ile anlayarak, iblisin yaratılışından beri kâfir ve münafık olduğunu söylemiştir.

2) İblis ebedî olarak kâfirdir. Bu, muvâfât ashabının görüşüdür. Çünkü iman devamlı bir mükafaata hak kazanmayı, inkâr ise devamlı bir cezayı haketmeyi gerektirir. Devamlı mükâfaat ile devamlı cezanın aynı anda bulunması imkansızdır. Mükellef bir zaman iman eder, sonra da-Allah muhafaza-küfre düşerse, o kul için, ya ebedi sevabı haketme ile ebedi cezayı haketme beraber bulunur ki yukarıda açıkladığımız gibi bunun olması imkansızdır, veyahut daha sonra olan öncekini yok eder ki bu da imkansızdır.

 

Eksik 384-385…

 

Yedinci Mesele                Başa Dön

 

Ekseri alimler, bütün meleklerin, Hz.Adem (a.s.)'esecde etmekle emrolunduklarını söylemişler ve

buna   iki    bakımdan   delil   getirmişlerdir:

a- "Melâike" lafzı çoğul bir isimdir. Çoğul sigası umumi mana ifade eder.

Hele hele bu lafız, Cenab-ı Hakk'ın :

"Meleklerin hepsi tamamı secde ettiler"(Hıcr, 30) ayetinde, en mükemmel te’kıd ile getirilmiş ise...

b- Cenab-ı Hak iblisi meleklerden istisna etmiştir. Bir şahsın onlardan istisna edilmesi, onun dışındakilerin o hükme dahil olduğuna delalet eder. Alimlerden, bunu kabul etmeyerek bu secde ile emredilenlerin yeryüzü melekleri olduğunu söyleyerek, meleklerin büyüklerinin böyle bir secde ile emredilmesini uzak ihtimal görenler vardır. Feylesoflara gelince, onlar melekler lafzını ruhani cevherlere hamlederek şöyle demişlerdir: Semavi ruhların, düşünen beşeri nefislere (nüfus-ı natıkaya) boyun eğmeleri imkansızdır. Secde etmeleri emredilen meleklerden maksad, sadece bu beşeri nefislere itaat eden, beşeri.cismani kuvvetlerdir. Bu meseleye dair söz akliyyata dair kitaplarda yer almıştır. [184]

 

Hz.Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi

 

"Ve demiştik ki: "Ey 'Adem, sen eşinle birlikte Cennette yerleş. Ondan, neresinden isterseniz, bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa (kendine) zulmedenlerden olursunuz " (Bakara, 35). [185]

 

Emri Teklif mi, İbahe mi Bildirir?

 

Müfessirler, (Yerleş) sözündeki emrin, mükellefiyet (farzjyet) jfade eden bir emir mip mübahlık ifade eden bir emir mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Katade'den, şöyle dediğirivayet edijmişto "Oenâb-ı Aflah, melekleri Hz. Adem'e secde ile imtihan ettiği gibi, Hz. Adem (a.s)'i de cennette yerleşmekle mtihan etmeştir. Bu böyledir, çünkü, Hak Teâla, onu cennette otunnaK, ondan gibi yemekle mükellef kılmış ve bir ağaçtan yemesini yasaklamıştır. Hz.Adem (a.s.)'in o ağaçtan yemekten menedilmesi en zor mükellefiyetlerden biri olmakla beraber, o, nehyedildiği şeyi yapıp bu sebeble avret mahalli açılıncaya ve cennetten indirilip, arzu ettiği şeylerin bulunduğu bir yerde iskan edilinceye kadar bu imtihan devam etti."

Diğer müfessirler de şöyle demişlerdir: "Bu mübahlığı ifade eden bir emirdir. Çünkü kendisinden istifade editen hoş,güzel ve temiz yerlerde . rleşmek kulluk kapsamına girmez. Nitekim hoş, temiz şeylerden yemek

kulluk şümulüne girmemekte ve:

Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temizlerinden yeyinlz"(Tahâ, 81) ayetindeki emir, farziyeti ve mükellefiyeti ifade eden bir emir olmamakta, aksine mübahlığı ifade eden bir emir olmaktadır."

Doğrusu bu (Yerleş) emri hem mübahlığı hem de mükellefiyeti fade eden bir emirdir. Buradaki mübahlık, Hz.Adem (a.s.)'in cennetteki bütün nimetlerden istifade etmeye izinli olmasıdır. Mükellefiyete gelince, o da şudur: Yasaklanan şey orada idi ve Hz.Adem (a.s.)'in ondan yemesi yasaklanmış. Bazıları şöyle demişlerdir: Eğer bir adam diğer birine (seni evimde iskan ettim, yerleştirdim) derse, ev diğer adamın mülkü olmaz. Şurada da Cenab-ı Allah, Hz.Adem (a.s.)'e "Cenneti sana bağışladım " aemiyor, aksine "seni cennete yerleştirdim" diyor. Cenab-ı Allah, onu (yüzünde halife olması için yarattığından dolayı öyle söylemedi. Cennette eleştirilmesi, yeryüzü halifeliği için bir mukaddime kabilinden idi. [186]

 

Hz.Havva Ne Zaman Yaratıldı?

 

Hak Teala herkesin  Hz.Adem (a.s.)'e  secde etmesini emrettiğinde, iblis secde etmemekte dayatınca, onu mel"un (lanetli) yaptı ve sonra Hz.Adem   (a.s.)'e   eşi   ile   beraber   cennette yerleşeşmesini emretti. Müfessirler, Hz.Adem (a.s.)'in eşi (Hz.Havva)'nın ne zaman yaratıldığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Süddi, İbn-Abbas, İbn Mes'ud ve bazı sahabeden şunu rivayet etmiştir: Cenab-ı Allah, iblisi cennetten çıkarıp, Hz.Adem (a.s.)'i cennete yerleştirince, H.z. Adem (a.s.) orada tek başına kaldı. Onunla beraber yalnızlığını giderecek cmse yoktu. Bu sebeble Cenab-ı Allah, ona bir uyku verdi, sonra sol tarafının oburga kemiklerinden birini alıp yerine et koydu ve o kaburgadan Havva validemizi yarattı. Hz.Adem (a.s.) uykudan uyanınca başucunda oturan b kadın buldu ve ona "Sen kimsin?" diye sordu. O, "Bir kadın" cevabını verd Hz.Adem, "Niçin yaratıldın?" dedi. O, "Sen bana ısınasın diye yaratıldım dedi. Melekler: "Onun ismi ne?" diye sordular. "İsmi Havva" dediler. "Niçi Havva diye isimlendirildi" dediler. (Birisi) "Çünkü o canlı bir şeyden yaratıldı dedi.

Hz.Ömer ve İbn Abbas (r.ah)'dan şöyle dedikleri rivayet edilmiştiı Cenab-ı Allah meleklerden bir ordu gönderdi. Onlar Hz.Adem ile Havva'1) padişahların taşındığı gibi, altından bir taht üzerinde taşıdılar. Onlarıı elbiseleri nurdan idi. Herbirinin başında yakut ve incilerle bezenmiş altın bire taç vardı. Hz.Adem (a.s.)'in belinde inci ve yakutlarla süslenmiş bir keme vardı. Böylece o ikisi cennete girdiler." Bu haber, Hz.Havva'nın, Aden (a.s.)'in cennete girmesinden önce yaratıldığına delalet eder. İtk haber di onun cennette yaratıldığını gösterir: Gerçeği Cenab-ı Allah bilir. [187]

 

Zevce "Eş'"den Maksat Havva'dır           Başa Dön

 

Müfessirler, ayetteki "zevce (eş)" ten kastedilenin her ne kadar bu surecle ve Kur'an'ın başkî yerlerinde bahsedılmese de, Hz.Havva olduğund; ittifak etmişlerdir. Buna ve Hz.Havva'nın, Hz.Aden (a.s.)'den  yaratıldığına  Cenab-ı  Allah'ın   Nisa süresindeki: "O (Allah) sizi bir tek candan yarattı ve ondan yine onun zevcesini vücudi getirdi"(Nisa, i) ayeti ile, A'raf süresindeki: "Ve bundan da, (gönlü) kendisine (meyledip) ısınsın diyer eşini yapan (Allah)dır"(Araf, 189) ayeti delalet eder. Hasan (r.a.), Hz.Peygamber(s.a.s)'i şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç şüphesiz kadın, erkeğin, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğeı onu doğrultmak istersen kırarsın. Eğer onu kendi haline bırakırsan, ondar, istifade edersin, o da düzelir."[188]

 

Cennetin Yerde Veya Gökte Olması

 

Müfessirler bu ayette geçen cennet hususunda "O yeryüzünde midir, yoksa gökyüzünde midir?" diye ihtilaf etmişlerdir. Cennetin gökyüzünde olduğunun kabul edilmesi halinde, "O cennet, sevab yurdu olan cennet midir, ebedilik cenneti midir, yoksa başka bir cennetmidir?" diye ihtilaf etmişlerdir. [189]

 

Cennet Arzda İdi

 

Ebu'l-Kasım el-Belhi ve Ebu Müslim el-İsfahani: "Bu cennet yeryüzünde O " demişler ve Hz.Adem'in cennetten indirilmesini bir bölgeden diğer bir ttftgeye geçmek manasına hamletmişlerdir,  Cenab-ı Allah öyleyse bir şehre inin "(Bakara, 61) ayetinde olduğu gibi... Bu  iki zat görüşlerine çeşitli yönlerden deliller getirmişlerdir:

Birincisi: Bu cennet, eğer sevab yurdu olan cennet olsa idi, ebedilik cenneti olurdu. Eğer Hz.Adem (a.s.), ebedilik cennetinde bulunuyor olsa idi, İblis'in: (Ey Âdem) sana ebedilik ağacına ve zsval bulmayacak bir devlete ulaşmanın yolunu) göstereyim mi?"(Taha, 120) sözüne aldanmazdı. Cenab-ı Allah'ın : Rabbiniz size şu ağacı, iki melek olursunuz veya (cennette) devamlı kabalardan olursunuz diye yasak etti". (Araf, 20) ayeti doğru olmazdı.

İkincisi: Kim bu cennete girerse, Allah Teala'nın: Onlar oradan (cennetten) çıkarılacak değiller" (Hicr, 48)  ayetinden dolayı, adan bir daha çıkarılmaz.

Üçüncüsü: İblis,Hz.Adem'e secde etmekten imtina edince lanetlendi Allah'ın gazabından dolayı ebedilik cennetine ulaşamadı.

Dördüncüsü: Mükafaat dünyası olan cennetin nimetleri tükenmez. Çünkü Cenab-ı Hak: "Onun yemişleri ve gölgesi devamlıdır"'(Rad, 35) ve : Ama bahtiyar olanlar, gökler ve yer durdukça cennette ebedi olarak takadırlar. Ancak Rabbinin dilediği müddet müstesna. Bu bitmez tükenmez yr tütumır"{Hicr, 108) buyurmuştur. Eğer bu, Hz.Adem (a.s.)'in girdiği cennet asaydı sona ermezdi. Fakat Hz.Adem (a.s.)'in girdiği cennet, Cenab-ı Allah'ın:                                                              "Allah'ın zatından başki herşey yok olacaktır"{Kasas, 88) ayetinden dolayı yok olacaktır. Eğer bu Hz.Adem'in girdiği cennet olsaydı, oradan tekrar çıkmazdı, fakat o oradar çıktı ve bu rahatlıklar kesildi, sona erdi.

Beşincisi: Allah Teala'mn hikmetine, insanoğlunu ilk başta, ebed kalacakları ve mükellef olmayacakları cennette yaratması uygun düşmez Çünkü O, amel işleyenlere ait olan mükafaatı, amel işlememiş olan kimseye vermez ve kullarını başıboş bırakmaz. Aksine o kullan teşvik etmek ve sakındırmak, onlara va'd ve va'idde bulunmak gerekir.

Altıncısı: Cenab-ı Hakk'ın, Hz.Adem (a.s.)'i yeryüzünde yarattığ hususunda ve bu kıssada onu gökyüzüne naklettiğine dair bir bahis bulunmadığı hususunda bir ihtilaf yoktur. Eğer Allah Teala, onu gökyüzüne nakletmiş olsaydı bunun öncelikle zikredilmesi gerekirdi. Çünkü onun yerden göğe nakledilmesi en büyük nimetlerdendir. Bunun zıkredilmemesi, böyle bir naklin olmadığını gösterir. Bu da, Allah Teala'nın: "Sen eşinle birlikte cennette yerleş "(Bakara, 35) ayetinde bahsettiği cennetten muradın, ebedilik cennetinden başka bir cennet olmasını gerektirir. [190]

 

Cennet Yedinci Semada İdi

 

İkinci görüş Cübbai'nin görüşüdür ve şöyledir: Bu cennet yedinci semada idi. Bunun delili, Allah Teala'mn                                                      "Oradan ininiz "(Bakara, 38) ayetidir. Sonra ilk iniş yedinci semadan birinci semaya olmuştu. İkinci iniş de gökten yeryüzüne olmuştu. [191]

 

O Cennet, Sevab Yurdu Olan Cennettir

 

Üçüncü görüş, alimlerimizin çoğuna ait olan şu görüştür: Bu cennet, sevab yurdu olan cennettir. Bunun delili, "cennet" lafzındaki umum ifade etmeyen elif ve lam (lam-ı tarif) dir. Çünkü bütün cennetlerde birden yerleşmek imkansızdır. Bundan dolayı bu cennetin, daha önce zikredilmiş olan belli bir cennet olarak anlaşılması gerekir. Müslümanlarca bilinen, beili olan cennet ise sevab yurdu olan cennettir. Binaenaleyh ayetteki "cennef'ı bu manada anlamak gerekir. [192]

 

Tevakkuf Eden (Karar Vermeyen) Görüş           Başa Dön

 

Dördüncü görüş de şudur: Bütün bu görüşler mümkündür. Bu hususlardaki nakli deliller de zayıf ve birbirine terstir. Bundan dolayı bu hususta bir şey söylememek ve kesin konuşmayı bırakmak gerekir. En iyi Allah bilir. [193]

 

Bazı Lisanı Meseleler ve Cennetteki Geniş Nimet

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Sukna" (yerleşmek) masdarı sukün masdanndandır. Çünkü o bir yerde

kalma ve   ikrar   bulmanın bir çeşididir.

Ayette geçen yerleşmesi istenen fail üzerine atıf yapılabilsin diye, o faili te'kid için getirilmiştir (bol bol) kelimesi, mahzuf bir masdarın sıfatıdır. Yani "Bol bol, geniş geniş, rahat rahat yemek" lafzı, belirsiz mekan ifade etmek için kul lanı İm işti r.yani"cennet'in nere­sini dilersiniz" manasınadır. Âyetten murad, Hz.Âdem ile Havva'ya cennetin bazı yiyecekleri ve bazı yerleri mahzurlu olmayacak şekilde son derece ge­niş, mutlak manada bir yeme müsaadesidir. Böylece, onların, cennetin çok olan ağaçlarından bir tanesinden yemeleri, onlar için bir özür olmamaktadır. [194]

 

Cennet Nimetlerinden İstifade Emrinin, Kıssanın Tekerrüründe Gösterdiği Farklılık

 

Bir kimse şöyle diyebilir: Hak Teâla "Ondan bolca yeyiniz'. A'raf sûresinde ise: "Dilediğiniz yerden yeyiniz" {A'raf, 19) buyurarak, Bakara sûresinde lafzına vav harf ile, A'raf sûresinde ise "fâ" harfiyle atfetmiştir. Bunun hikmeti nedir? Kendisine bir şey atfedilen fiil şart durumunda olur. Atfedilen şey de ceza menzilesinde bulunursa bu durumda ceza, birincisine (şarta) vav ile değil de fa ile atfedilir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk: "Hani (onlar): Şu beldeye giriniz ve onun dilediğiniz yerinde, bolca yeyiniz, demiştik.(Bakara, 58) ayetinde, beldeden yemek oraya girmeye bağlı olduğu için, lafzını lafzına fâ harfiyle atfederek, sanki O şöyle buyurmuştur: Eğer oraya girerseniz, oradan yiyiniz... Buna göre, girmek işi yemeye götürür. Yemenin varlığı da, girmenin bulunmasına bağlıdır. Bu husus, A'raf süresindeki şu ayetde de ayni şekilde izah olunur:

"Hant onlara şu beldede oturunuz ve onun dilediğiniz yerinden yeyiniz denilmişti "{Arat, 161).Cenab-ı Hak, burada lafzını  lafzı üzerine fâ ile değil de vâv ile atfetmiştir. Çünkü oturunuz, lafzı, "süknâ" (oturmak, meskun olmak) lafzından alınmıştır ki, sükna uzun süre İkamet etmek demektir. Yemenin varlığı süknanın varlığına bağlı değildir. Çünkü bir bahçeye giren kimse, oradan geçiyorken bile, o bahçeden meyve yiyebilir. İkincisi birincisine, cezanın şarta taalluk etmesi gibi taalluk etmediğinden fa ile değil de vav ile atfetmek vacib olmuştur.

Bu sabit olunca biz deriz ki, şüphesiz "otur" lafzı, bir yere giren kimseye söylenerek, bundan, "Girdiğin bu yerde kal ve buradan bir yere ayrılma!" manası kasdedilir. Yine, bu lafız, bir yere girmeyen kimseye de, "Buraya gir ve orada kal!" anlamında da söylenilir. Bakara süresindeki bu emir, Hz.Adem cennete girdikten sonra verilmiştir; buna göre bu emirden maksat orada kalıp, iyice yerleşmektir. Biz, yeme işinin girmek işine taalluk etmediğini açıklamıştık. Dolayısıyla, vav harfiyle atfedil mistir. A'raf suresinde ise bu emir, Hz.Adem cennete girmeden önce varid olmuştur. Dolayısıyla bundan maksat, Hz.Adem'in cennete girmesidir. Yemenin girmeye bağlı olduğunu izah etmiştik. Bu sebeple, şüphesiz fa lafzıyla gelmiştir. Allah en iyi bilendir. [195]

 

Nehylnin Hükmü

 

Cenab-ı Hakkın; "Ve bu ağaca yaklaşmayın" ayetidir. Bunun, bir nehiy olduğun­da herhangi bir şüphe yoktur. Ancak bunda iki bahis vardır.

a- Bu, tahrim ifade eden bir nehiy yoksa tenzih ifade eden bir nehiy midir? Bu hususta ihtilaf vardır. Alimlerden bir kısmı, bu sığanın tenzihi bir nehiy ifade ettiğini söylemişlerdir.

Bu böyledir, çünkü bu sîga bazan tenzih, bazan da tahrim için varid olur. Aslolan, müşterekliğin olmamasıdır. Bu sebeple lafzı bu iki kısım arasında müşterek bir mikdarda, hakiki manaya almak gerekir. Bu da ancak, fiilden men etmeye veya fiilde mutlaklığa herhangi bir delalet olmaksızın, yapılmama tarafını yapma tarafına tercih hususunda nehyi hakiki manada almakla olur. Fakat bu fiildeki mutlak oluş, aslın hükmüyle sabit olmuştur. Çünkü kendisinden faydalanılacak şeylerde aslolan, mubah olmadır. Biz, lafzın manasını bu asla eklediğimizde, ikisinin toplamı nehyin tenzih ifade ettiğinin delili olur. Bu görüşte olan alimler, bu görüşün buraya daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu takdire göre, Hz.Adem'in günahı,evla olanı terketme hususuna dayanır. Peygamberlerin ismetine götüren her yolun, kabul edilmeye daha evla olduğu herkesin malumudur. [196]

 

Nehy Tahrim İçindir Görüşü ve Tenkidi           Başa Dön

 

Diğer bazı alimler de bu nehyin tahrim'ifade eden nehyi olduğunu söyleyerek buna çeşitli deliller getirmişlerdir:

1) Cenab-ı Hakk'ın âyeti yine Allah'ın: Temizlenmedikleri müddetçe, onlara yaklaşmayın " (Bakara. 222} ve ;                                                        

"Yetimlerin malına, ancak en güzel bir biçimde yaklaşın' (isra, 34) ayetleri gibidir. Bu ikisi nasıl haramlık ifade ediyorlarsa, önceki de böyledir.

2) Cenâb-ı Hak, "Sonra, zalimlerden olursunuz" buyur­muştur ki, bunun manası "Eğer siz o ağaçtan yerseniz, siz muhakkak ki nefsinize zulmetmiş olursunuz" demektir. Onlar o ağaçtan yediklerinde "Dediler ki, Rabbtmiz, biz nefislerimize zulmettik" de­diklerini görmez misin?

3) Bu nehiy şayet tenzih ifade eden nehiy olsaydı, yaptığından dolayı Hz.Adem cennetten çıkarılmaya müstehak olmaz ve kendisine de, tevbe etmesi vacib olmazdı.

Biz şöyle diyerek, bu ikinci görüştekilerin birinci deliline cevap veririz: Nehy, aslında her ne kadar tenzih ifade etse de ayrı bir delilden ötürü bazan fahrime hamledilebilir. İkinci görüşlerine de şöyle cevap veririz: Cenab-ı Hakk'ın "Sonra zalimlerden olursunuz "ayetinin manası "terketmek evla olan bir şeyi yapmanızdan ötürü, nefsinize zulmedenlerden olursunuz" demektir. Çünkü siz, bunu yaptığınızda, susatmayacağınız, acıkmayacağınız, güneşin ısısıyla yanıp kavrulmayacağtraz ve öryar* olmayacağınız cennetten, sizin için bunların hiçbirisi bulunmayan air yare çıkarılırsınız.

Üçüncü delillerine de şöyle diyerek cevap veririz: Cennetten çıkmanın bu sebeple olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun açıklaması inşaallah gelecektir.

b- Bunlar şöyle demiştir: Cenab-ı Hakk'ın âyeti zimnî manasıyla yememeyi ifade eder. Bu görüş zayıftır. Çünkü yaklaşmadan nehyetmek, yemeden nehyi 'ide etmez. Çünkü çoğu kez, nehyedilen şeye yaklaşmamada kurtuluş vardır, adar var ki, şayet bu nehiy yaklaşmaya hamledilirse, onu yemesi ona caiz olur. Tam aksine bunun zahiri, yaklaşmaktan nehyi içine alır. Yemeden nehyetmeye gelince, bu diğer delillerle bilinir ki, o da Cenab-ı Hakk'ın bu yerin dışındaki bir başka yerde:

"Ağaçtan taddıklarmda, onların avret mahalleli göründü"(Araf, 22) buyruğudur. Bir de sözün baş tarafı^yemenin mubah olduğu hususunda' ir. Çünkü Cenab-ı Hak:

"Ve, onun dilediğiniz yerinde, bcha yeyiniz"(Bakara, 35) buyurmuştur. Böylece Cenab-ı Kakk'ın bu ifadesi, onları o ağacın meyvesinden yemeden nehy hususunda bir delalet gibi olmuştur. Ancak bu sözle yem. ien nehyetmek, hem yemeği hem de diğer faydaları içine alır. Eğer Cenab-, Hak, açıkça yemeden nehyetseydi, bu diğer faydalara şamil olan izdi. ifadesindeki fayda daha çoktur. [197]

 

Ağacın Hangi Ağaç Olduğu

 

Alimler burdaki mezkûr "ağaç"ın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre   Mücahid ve Said İbn Cübeyr, İbn Abbas{r.a)'dan, o. acın buğ­day ve başak olduğunu nakletmişlerdir. Yine Hz. Ebu Bekr'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağaç hakkında sorduğu, bunun üzerine O'nun da, bunun mübarek başak ağacı olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Yine Süddi, İbn Abbas ve İBn M .oûd'dan bu ihtiyaç yoktur. Çünkü bu sözden maksat, o ağacın bizzat kendisini tize tanıtmak değildir. Sözün maksadı ve gayesi olmayan şey, beyan etmek, Hâkîr olan Allah'a vacib olmaz. Çoğu kez, onu beyan etmekse abes olur. Çünkü bizden birisi, başkasına, geciktiği için özür beyan etmek istediğinde, edepte kusur ettikleri için kölelerimi dövmekle meşgul idim" dediğinde, bu kadarcık ifadesi onun köleleri, bizzat kendisini, isimlerini ve sıfatlarını zikretmesinin yerini tutar. Hiç kimse, burada beyan hususunda kusur edildiğini zannedemez. [198]

 

Şecere Kelimesinin Manası

 

Sonra bazı âlimler lafzındaki en yakın mana "gövdesi ve dallan olan bir bitki"ye şamil olmasıdır, demişlerdir. Buna gerek olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak:

"Onun üzerine gövdesi olmayan bir bitki bitirdik"(Saffat, 146) buyurmuştur; oysaki bu bitki, tıpkı bir ekin ve karpuz gibi olmasına rağmen, onun yeryüzüne sarılıp yayılması onu ağaçlıktan çıkarmamıştır. Müberred ise, "Arabların her dalı ve gövdesi olan şeyi, meyveleriyle kendilerini doyurduğu zaman, ağaç olarak isimlendirdiklerini sanıyorum" demiştir. ağaç lafzının aslı, sağa sola yayılan, dal budak salan her şeydir. Meselâ "Falancayı, mızraklar onu delik deşik otmuş olarak gördüm" denilir. YineCenab-ı Hak, "Aralarında dallanıp budaklanan hususlarda seni hakem tutmadıkları sürece... "(Nisa,65) buyurmuştur. Yine şöyle denilir: "İki adam falanca meselede tartıştılar, meseleyi dallandırıp budaklandırdılar." [199]

 

Zulümden Buradaki Maksat

 

Alimler,   Cenab-ı   Hakk beyanından   muradın,   " Sizler eğer   yerseniz, nefislerinize zulmetmiş olursunuz " olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ağaçtan yemek, başkasına zulmetmeyi   gerektirmez.   İnsan  bazan   kendi nefsine, bazan da başkasına zulmetmekle zalim olur. Ama nefsine zulmü, daha şümullü ve daha büyüktür. Sonra insanlar burada, üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir.

a- Hz.Adem'in büyük günah işlemiş olduğunu söyleyen Haşeviyye'nin görüşüdür. Buna göre, Hz.Adem'in bu fiili zulüm olmuş olur.

b- Hz.Adem, küçük günah işlemiştir diyen Mu'tezile'nin görüşüdür. Mu'tezile'nin de İki görüşü vardır:

1) Ebu Ali el-Cübbaî'nin görüşüdür ki, buna göre Hz.Adem, kendisine, . çok zor olan tevbe ve telafiyi gerektirdiği için nefsine zulmetmiştir.

2) Ebu Haşim'in görüşüdür ki, buna göre Hz.Adem, sevabtarının bir kısmını boşa çıkarmış, yakmış olması sebebiyle kendisine zulmetmiştir. Bu sebeple, Hz.Adem'in hak etmiş olduğu sevabda bir eksilme olur ki, bu da zulüm olur.

c- Mutlak anlamda Hz.Adem ile Havva'dan günahın sadır olmasını kabul etmeyenler ve bu zulmü yapılmaması gereken şeyi yapmış olmaya (terk-i evla) hamledenlerin görüşüdür. Bunun misali şudur: Vezirlik isteyen bir kimse, onu bırakıp da dokumacılıkla meşgul olursa, o kimseye, "Ey kendisine zulmeden kimse, niçin böyle yaptın?" denilir. Şayet "Peygamberlerin zalim olmakla veya nefislerine zulmedici olmakla nitelendirilmeleri caiz midir?" denilirse cevaben deriz ki, böyle denilmesi bir nevi zemmi vehmettirdiği için, onlara bu ismin verilmemesi daha uygundur. [200]

 

Şeytanın, Onların Ayaklarını Kaydırması           Başa Dön

 

"Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp, onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Birbirinize düşman olarak ininiz! Yeryüzünde sizin için, belli bir vakte kadar durak ve faydalanma vardır "(Bakara. 36) dedik.

Keşşaf sahibi ifadesinin hakikatinin, şeytan, onları orada hataya düşürdü" mânâsı olduğunu ve buradaki je- lafzının aynen, "Ben bunu kendiliğimden yapmadım "(Kehf, 82) ayetindeki lafzı gibi olduğunu söylemiştir. Kaffâl (r.h) ise buradaki fiilinin kökünden olduğunu, buna göre bunun insanın ayağının bir yerde olup da oradan kayması ve başka yere geçmesi manasından alınmış olduğunu söylemiştir. Kim bu âyeti şeklinde okursa, o zaman bunun manası bir yerden ayrılmak şeklinde olur. Ebu Mu'az'ın şöyle dediği nakledilmiştir: denilir, ki bu iki ifâdenin de manası bir olup, "Seniondan çevirdim" demektir. Bazı alimler de şöyle dediler: ifadesinin manası yani "Onların hata yapmasını istedi " demek olup hata eden bir kimse hakkında senin demenden alınmıştır. Nitekim bu şahsın din veya dünyası hususunda ayağının kaymasına sebebiyet veren kimsenin bu fiili de diye ifade edilir. Bil ki bu ayette bir kaç mesele vardır: [201]

 

Nebilerin İsmeti, Yani Günahsızlığı

 

Alimler, peygamberlerin ismeti (günah işlemekten masum olmaları)  hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu rnesele de söylenecek sözün özü şudur: Alim lerin bu konudaki ihtilafları dört kısma ayrılır:

a- Itikadi olanlar,

b- Tebliğ ile ilgili olanlar,

c- Ahkâm ve fetva ile ilgili olanlar,

d- Peygamberlerin fiil ve hareketleri ile ilgili hususlar.

a- Peygamberlerin, küfrü ve dalaleti gerektirecek şeylere inanmaları, ümmet-i Muhammed'in çoğuna göre caiz değildir. Haricilerden Fudayliyye gurubu "Peygamberlerden de günahlar sadır olmuştur" demiştir. Bu fırkaya göre günah işlemek küfür ve şirktir. Buna göre onlar, kesinlikle peygamberlerin küfre düştüğünü söylemişlerdir. İmamiye fırkası da peygamberlerin takiyye yaparak küfür izhar etmelerinin (yani inkâr ediyor­muş gibi görünmelerinin) caiz olacağını söylemişlerdir.

b- Tebliğ ile ilgili olan hususlara gelince, bütün müslümanlar peygamberlerin tebliğ ile ilgili hususlarda yalan söylemekten ve tahrifat yapmaktan masum olduklarında ittifak etmişlerdi. Aksi halde onların, Allah'ın tebliğini yerine getirmiş olduklarına dair güven ortadan kalkmış olur. Yine alimler, peygamberlerden, yanılarak yalan söylemenin caiz olmadığı gibi kasden yalanın caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Bazı alimler, "sakınılması mümkin değil" gerekçesi ile, onların sehven yalan söyleyebileceklerini söylemişlerdir.

c- Fetvalar ile ilgili olanlara gelince, alimler, peygamberlerin bilerek hata yapmalarının caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Bu hususlarda sehven hata etmelerini ise bir kısım alimler caiz görmüş, diğerleri mümkün görmemişlerdir.

d- Peygamberlerin fiil ve hareketleri ile ilgili ismetleri hususunda ümmet-i Muhammed beş görüş belirtmişlerdir:

1) Peygamberlere günahı kebâiri kasden işlemelerini uygun görenler. Bunlar Haşeviyye'dir.

2) Onların büyük günahı işlemelerini caiz görmeyen, fakat yalan söylemek ve tartıda hile yapmak gibi herkesin nefret ettiği şeyler dışında kasıtlı olarak küçük günah işleyebileceklerini söyleyenler. Bu Mu'tezile'nin çoğunun görüşüdür.

3) Peygamberlerin  kesinlikle kasden  ne büyük, ne küçük günah işlemelerinin   caiz   olmadığını,   ancak   içtihadları   sebebiyle   hataya düşebileceklerini söyleyenler. Bu, Cübbai'nin görüşüdür.

4) Peygamberlerden, ancak sehven ve hataen günah sadır olacağını, ne var ki bundan ümmetlerinin değil de kendilerinin sorumlu olacağını söyleyenler. Bu böyledir, çünkü peygamberlerin bilgileri daha kuvvetli, delilleri de  daha  çoktur.   Bir  de  peygamberler,   başkalarının  korunamayacağı günahlardan kendilerini koruyabilirler.

5) Peygamberlerden, ne kasden, ne sehven ve ne de ictihad ve yanılma yolu ile, ne büyük ne de küçük günahın sadır olmayacağını söyleyenler. Bu Rafızîlerin görüşüdür. [202]

 

İsmetin Vakti

 

"İsmef'in vakti konusunda da alimler üç görüşe ayrılmışlardır:

1) Peygamberlerin   doğumlarından   itibaren   masum   olduklarını söyleyenler. Bu, Rafizîlerin görüşüdür.

2) Peygamberlerin buluğa girmelerinden itibaren masum olduklarını söyleyip, onların peygamber olmadan önce ne küfrü ne de büyük günahı işlemelerini caiz görmeyenler. Bu, Mu'tezile'den pek çok kimsenin görüşüdür.

3) Bu vaktin sadece peygamberlik geldikten sonraki vakit olduğunu, peygamberlikten   önce  onlardan  günahın  çıkmasının  caiz  olduğunu söyleyenlerdir ki bu ehl-i sünnet alimlerinin ekserisi ile Mûtezile'den Ebu Huzeyl ve Ebu Ali'nin görüşüdür. [203]

 

Nübüvvetten Sonra Günah İşlemediklerinin Delilleri            Başa Dön

 

Bize göre tercih edilen görüş, peygamberlerden, peygamber olduktan sonra ne büyük, ne de küçük günahın kesinlikle sadır olmamasıdır. Bunun doğruluğuna birçok husus delalet eder:

1) Eğer onlardan günah sadır olsaydı, o zaman onlar ümmetlerin asilerinin en aşağı derecelileri olmuş olurlardı. Bu ise caiz değildir. Onların günah işlemelerinin, en aşağı asiler olmalarını gerektirmesinin izahı şudur: Peygamberler son derece yüce ve şerefli bir mertebededirler. Bu durumda otan kimseden günahın sadır olması daha çirkin bir iştir. Cenab-ı Allah'ın: "Ey Peygamberin hanımları, sizden kim apaçık bir terbiyesizlik ederse, onun cezası (azabı) iki kat artırılacaktır''(Ahzab, 30) ayetine, evli kadının zina edince recmedilmesine karşılık böyle olmayana had vurulması gerektiğine ve kölelerin cezasının hür insanların cezasının yarısı kadar oluşuna baksana. Peygamberin, ümmetinin en aşağı derecesinde olması ise icma ile caiz değildir.

2) Onların   fasık   olabileceklerinin   kabul   edilmesi   durumunda sahiciliklerinin kabul edilmemesi gerekir. Çünkü Hak Teala: "Bir fasık size bir haber getirir ise onun (aslının olup olmadığını) araştırınız"(Hucurat, 6) buyurmuştur. Ne var ki peygamberlerin şahadetleri kabul edilmiştir. Böyle olmasa idi, onlartn ümmetin adillerinden daha aşağı mertebede olmaları gerekirdi. Halbuki biz böyle birşey diyemeyiz. Yine, peygamberliğin ve nübüvvetin mana?!, peygamberin, "şu hükmü meşru kıldı" diye Allah'a şahid olmasıdır. Yine onlar, Allah'ın: "Siz insanlara. Peygamber de size şahid olsun diye..."{Bakara, 143) ayetinden ötürü, kıyamet günü bütün ümmet için şahidlik edeceklerdir.

3) Onların büyük günah işleyebilecekleri kabul edilirse; onları o günahı işlemekten menetmek ve bunun için onlara eziyet etmek haram olmaz. Ne var ki onlara eza cefa vermek, Allah'ın:

"Allah'a ve Resulüne eza edenleri Allah, dünyada da ahirette de lanetlemiş (rahmetinden koğmuştur)"{Ahzab, 57) ayetinden dolayı haram kılınmıştır.

4) Hz.Muhammed (s.a.s) eğer bir günah işleseydi, onda ona uymak bize vacib olurdu. Çünkü Allah Teala, O'nun hakkında jyûti "(De ki) bana uyun' (Ali imran, 31) buyurmuştur. Bu ise haram ile vacibi birleştirmeye götürür ki bu imkansızdır. Hz.Muhammed (s.a.s.) hakkında bu durum böyle sabit olunca,

 

Eksik 400-401.

 

13) Peygamber meleklerden daha üstündür. Bu sebeble onun günah işlememiş olması gerekir. Çünkü Hak Teala;

"Hiç şüphesiz Allah, Adem'i Nuh'u, İbrahim'in soyunu ve İmran'm ailesini bütün alemlere üstün kılmıştir"(Ali-imran, 33)  buyurmuştur. Bu ayetle istidlal şekli, meleklerin insanlardan üstün olması meselesinde geçmişti. Biz, "Haf böyle olunca, peygamberden günahın sadır olmaması gerekir" demiştik. Çünkü Allah, melekleri "günahı terkedenler" diye nitelemiş ve:

"Söz ile O (Allah'ın) önüne seçmezler "(Enbiya. 271)

"Onlar Allah'a kendilerine emrettiği şeylerde asi olmazlar emrolunduklan herşeyi yaparlar"(Tahrim, 6) buyurmuştur. Şayet peygamberlerden günah sadır olsaydı, onların meleklerden üstün olmaları imkansız olurdu. Çünkü Cenab-ı Hak:

' 'Yahut biz iman edip güzel ameller işleyen kimseleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahud muttakileri doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız"{Sad, 28) buyurmuştur.

14) Rivayet edildiğine göre Huzeyme b.Sabit (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in davetine uyarak, onun lehinde şahidlik etti. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.): "Bana niçin şehadet ettin?" deyince de, O: "Ey Mlah'ın Resulü, ben sana, yedi kat gökten inen vahiy hususunda şehadet adip  tasdik  ettim.   Bu  hususta  seni  tasdik  etmeyeyim   mi?"  dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) onun bu sözünü doğru bulup, onu "iki şahidlik sahibi" jiye isimlendirdi. Eğer peygamberler için günah caiz olsaydı, Huzeyme'nin jehadeti caiz olmazdı.

15)  Cenab-ı Hak, Hz.İbrahim (a.s.) hakkında:

"Ben, seni insanlara imam yaptım "(Bakara, 124)buyurmuştur. İmam, kendisine jyulan kimsedir. Bu ayetle Cenab-ı Hak, bütün insanlara Hz.İbrahim'e jymalarını vacib kılmıştır. Eğer, Hz.İbrahim (a.s.)'den günah sadır olmuş slsaydı, bu günahta da insanların ona uyması gerekirdi ki bu tenakuza jötürür.

16)  Allah Teala:

'Zalimler ahdime eremez "(Banara, 124) buyurmuştur. Buradaki "ahid" den nurad, ya peygamberi i k,y a imamet ahdidir. Eğer bu, peygamberlik ahdi ise ) zaman peygamberliğin zalimler için söz konusu olmaması gerekir. Eğer bu ahidden murad, imamet (önder olma) ahdi ise, imametin de zalimler için söz konusu olmaması gerekir. İmamet zalimler için olmayınca, zalimler İçin nübüvvetin de sabit olmaması gerekir. Çünkü her peygamber, mutlaka kendisine uyulan ve ihtida edilen bir imam (önder)dir. Ayet her halükârda peygamberlerin günahkâr olamayacağını gösterir. [204]           Başa Dön

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/154.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/154-162.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/163.

[4] Ebû Davul, Salât. 49 (1/154)

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/163-164.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/164.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/165.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/165-166.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/167-170.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/170-171.

[13] Bu beyti, elimizde nüshalara göre değft, daha doğru olduğunu sandığımız, "Keşşaf "ta geçen şekline göre aldık.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/171-173.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/173-174.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/174-175.

[17] Ebû Davûd, Vitr. 23 (2/78).

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/175-176.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/177-179.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/179-180.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/180.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/180.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/181.

[24] Müfessır: "Dünyanın Allah katında sivrisinek kadar değeri olsaydı, kafire ondan bir damla su bile kçirmezdi" hadi­sini kasdediyor (İbn Mace, Zühd, 3).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/181-182.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183.

[28] Burda, mu'tezimeri kasdediyor.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/183-184.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/184.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/184-185.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/185.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/185-199.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/200-205.

[35] Müslim, Fedâilü's-sahabe. 232 (4/1973).

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/205..

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/205-206.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/206-208.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/208.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/209.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/209-210.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/210-211.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/211-213.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/213-214.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/215.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/215-216.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/217.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/217-219.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/219-220

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/220-221

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/221.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/222.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/222.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/222.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/222-223.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/223.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/223-225.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/225.

[59] Müfessir, rakamların sayı değerini ebced hesabıyla onlara tekabül eden harf değerleriyle bildirmiştir. Matbu Beyrut nüshasının hamişinde bu harflerin sayıya çevrilmesinde, bizimkine göre farklılık vardır. =30 + 8 + 10 + 1 = 49 olması gerekirken (549) yazılmıştır. Dizgi hatası sözkonusu olmalı.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/225-229.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/229-230.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/230.

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/230-231.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/231.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/232-234.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/234-235.

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/235-236.

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/236-240.

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/240-242.

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/243.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/243.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/243.

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/244.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/244-245.

[75] Keştu'l-Hafâ 1/323 (Bezzâr. Taberam ve Ebu Naim'den).

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/245-248.

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/248-249.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/249-254.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/254-255.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/255-258

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/259-260.

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/260-261.

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/261-262.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/262-263.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/263.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/264.

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/264-265.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/265.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/266.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/266.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/266-267.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/267-268.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/269

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/269.269-272.

[95] Benzeri hadis, Buhârî, Fedâil-i Ashab. 9.

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/273-275.

[97] Eser Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonraki büyük zatlardan, âlimlerden zikredilen haber ve sözler.

[98] Maksat "Dini İlmi"dir.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/275-284.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/284-298.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/298-300.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/300-301.

[103] Bundan maksad Abdullah İbn Abbas (r.a)'dır. Zira İbn Abbas'ın "İnaşaallah diyerek (Allah'ın iradesine bağlanmadıkça), hiçbir şey hakkında: "Yarın şöyle yapacağım" deme. Unuttuğunda Rabbini an ve şöyle de: "Umarım ki Rabb'im beni doğruya daha yakın olana eriştirir" (Kehf 23-24) âyetinin tefsiri ile ilgili olarak, şöyle dediği nakledilir: "Inşaallah demeyi unutan kimsenin bir sene dahi geçse demesi caizdir" (Taberanî, el-Hâkim) İbn Abbas hazretlerinin bu sözü hakkında tevcihler bulunmaktadır. Fukahanın çoğuna göze fasıla girmemelidir (Mesela bk. Tefsiru'l-Kasimî).

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/301-309.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/309-313.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/313-315.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/315-319

[108] Bkz. 19 nolu açıklama .

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/319-327.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/327-328.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/328-329.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/329.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/329-330.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/330.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/330.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/331.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/331-332.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/332-334.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/334.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/334-335.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/335.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/335-336.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/336.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/337.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/337-340.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/340-342.

[127] Tirmlzi, Savm 57 {3/141).

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/342-346.

[129] Tirmizi, Zühd 21, 22 (4/565-566); Dârimî, Rikâk, 30 (2/308).

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/346-347.

[131] İbn Mace. MuKaaaıme, 14,(1/74).

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/347-348.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/348-351.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/351-354.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/354-355.

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/355-356.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/356-357.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/357-358.

[139] Benzeri hadis için bkz. Müslim, zekat, 41 (2/633); Nesat, zekat, 80 (5/70)

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/358-359.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/359.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/360.

[143] Müsned, 1/379.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/360-361.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/361-362.

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/362-363.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/363-364.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/364-365.

[149] Müslim, Zikir, 2 (4/2061).

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/365.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/365.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/366.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/366-367.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/367.

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/368.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/368.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/368-369.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/369-370.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/370.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/371.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/371-372.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/372.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/372.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/373.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/373.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/373-374.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/374-375.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/375.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/375-376.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/376-377.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/377.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/377.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/377.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/378.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/378.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/378-379.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/379.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/379.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/379-380.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/380.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/380.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/380.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/380-382.

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/386.

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/386.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/386-387.

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/387-388.

[188] Benzer bir hadîs, Müslim, Ridâ; 59 (2/1091). Bu şekli ile bulamadık

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/388.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/389.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/389-390.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/390.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/390.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/391.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/391.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/391-392.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/392-393.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/393-394.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/394.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/395.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/395-396.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/396-397.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/397-398.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/398.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/399-403.