Bunun aksini
savunanlara gelince, onlar zikrettiğimiz şu dört hususun herbiri hakkında
ayetleri delil getirmişlerdir. Biz, onların getirdiği ayetlerin, delaleti en
kuvvetli olan noktalarına işaret edip, onların geniş izahını inşallah bu
tefsirde gelecek yerlere havale edeceğiz. İtikad hususunda delil getirdikleri
ayetler üçtür:
1) Onlar
Hz.Adem (a.s.)'in itikadını tenkid etmek için, Allah'ın: "O (Allah), sizi
bir candan yaratan, bunun da (gönlü) kendine (yatıp) ısınsın diye, eşini
yapandır. Ne zamanki o, eşini örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi (hamile
oldu) da (bir müddet) bununla gidip geldi. Nihayet (gebeliği) ağırlaşınca ikisi
de Rablerine şöyle dua ettiler: "Eğer bize (hilkati) tam bir çocuk
verirsen, yemin olsun ki şükredenlerden olacağız"(Araf, 189) ayetine
tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir; "Buradaki tek bir candan murad, Hz.Adem;
ondan yaratılmış olan ise eşi Hz.Havva'dır. Bu kinayeler tamamıyla ikisine
aittir. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın:
"O ikisi,
Allah'ın kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na eşler tutmaya başladılar.
Allah onların eş tuttukları şeylerden münezzehtir" {Araf 190) ayeti,
onların şirke düşmüş olduklarını gösterir."
Buna cevabımız
şudur: Ayetteki "tek bir can"ın Hz.Adem olduğunu kabul etmiyoruz.
Ayette bunu gösteren herhangi birşey yoktur. Biz deriz ki: Burada hitab Kureyş
müşriklerinedir. Kureyş kabilesi ise Kusayy'ın sc/udur. Buna göre ayet,
"Allah sizi Kusayy'ın kendisinden yaratıp, onun cinsinden, kendisine
ısınsın diye, Arap olan bir eş yapmıştır. Cenab-ı Hak, o ikisine arzuladıkları
tam hilkatli bir çocuk verince onlar, bu dört çocuğu Abd-u Menaf, Abdu'l-uzza,
Abdu'd-dar ve Abd-u Kusayy diye isimlendirmişlerdi, deki cemi zamiri bu ikisine
ve onlardan sonra gelenlere aittir. İşte bu sağlam bir cevabtır.
2)
"Hz.İbrahim (a.s.) başlangıçta ne Allah'ı, ne de ahiret gününü
tanımıyordu" dediler. Birincisine gelince, o, yıldızlar hakkında "Bu
benim Rabbimdir" (Enam, 76) dedi. İkincisi hususunda da O, "Ya Rabbim
ölüleri nasıl dirilteceksin, bana gösterir misin?" dedi. (Allah: Buna)
inanmadın mı yoksa?" dedi. O da inandım, fakat kalbimin iyice mutmain
olması için
(istiyorum) dedi"
(Bakara, 260).
Bunun cevabı şöyledir
ifadesi "Rabbim bu (olacakmış ha!)" manasına, inkâr sadedinde
söylenmiş bir sorudur. ifadesinden murad ise "haber, gözle görme gibi
değildir" manasıdır.
3) Bunlar
Allah'ın: "Eğer senfsana indirdiğimizden şüphe İçindeysen, senden önce
Kitabı okuyanlara sor! Andolsun ki sana, Rabbinden Hak gelmiştir; binaenaleyh,
şüpheye düşenlerden olma"(Yunus, 94) ayetini delil getirmişlerdir. Buna
göre ayet, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, kendisine vahyedilenler hakkında bir şüphe
içinde bulunduğuna delalet etmektedir. Buna cevabımız şudur: Dünyada kalb,
şüphe peşinde olan birtakım düşüncelerden halî olmaz. Ne var ki Hz.Peygamber
(s.a.s), bu şüpheleri delillerle izale ediyordu.
[1]
Peygamberleri tebliğ
konusundaki ismetleri hakkında tutundukları ayetlere gelince, bunlar da üç
tanedir;
a- Hak
Teala'nın
"Biz sana
okuyacağız, sen de unutmayacaksın. Allah'ın dilediği müstesna"(A'la, 6-7)
ayeti. Buna göre bu istisna, vahiyde unutmanın bulunduğuna delalet eder. Buna
cevabımız şudur: Nehy, hatırlamanın zıddı olan unutmaya dair değildir. Çünkü bu
kişinin kudretine dahil değildir. Tam aksine nehy, terketme manasına gelen
unutma hakkındadır. Bu sebeple biz buradaki nisyanı, evla olanı terke
hamlediyoruz.
b- Cenab-ı
Hakkım:
"Senden önce
hiçbir resul ve nebi göndermemiş olalım ki, o bir şey temenni ettiğinde, şeytan
onun dileği hakkında bir fitne atmamış olsun"{Hac. 52) ayetidir. Buna
dair. Hac suresinin tefsirinde, derinlemesine izah gelecektir.
c- Cenab-ı
Hakk'ın:
"Caybi bilen
O'dur. O, gaybma kimseyi muttali kılmaz. Seçip aldığı bir Peygamber müstesna...
Çünkü Allah, o bunun önünden ve ardından gözetleyiciler dizer. Ta ki, o
peygamberlerin Rablerinin risalelerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin diye.
(Cin 26-28) ayetidir. Muhalifler sözlerine şöyle devam ettiler. Vahyin
tebliğinde, peygamberler tarafından bir karıştırmanın olabileceğine dair
korkuları olmasaydı, kendileriyle beraber gönderilen bir gözcüden yardım taleb
etmelerinin bir manası olmazdı. Buna cevabımız şudur: Faydanın, bu gözcünün
şeytanları vesvese vermekten men etmesi şeklinde olması niçin caiz olmasın?
[2]
Peygamberlerin
fetvalanndaki ismetleri hususunda, muhaliflerin tutundukları ayetlere gelince,
bunlar da üç tanedir;
a-
"Davud'u ve Süleyman'ıda hatırla...Hani onlar ekin hakkında hüküm
veriyorlardı"{Enbiya. 78) ayetidir. Biz bu hususu Enbiya suresinde
etraflıca anlattık.
b- Cenab-ı
Hakk'ın, Hz.Peygamber fidye karşılığı onları bıraktığı zaman, Bedir esirleri
hakkındaki ayetidir;
"Hiç bir
peygamber, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanmadıkça, esir alması vaki
olmamıştır"(Enm, 67).Hz.Peygamber, hükmünde hata etmemiş olsaydı
kesinlikle azarlanmazdı.
c- Cenab-ı
Hakk'ın:
"Allah iyiliğini
versin, niçin onlara izin verdin? "(Tevbe, 43) ayetidir. Bütün bu
hususlara cevabımız şudur:
Biz bunu, terk-i evla
(evlayı terketme) anlamına hamlediyoruz.
Peygamberlerin
fiillerindeki ismetleri hususunda, muhaliflerin tutundukları delillere gelince,
bunlar pekçoktur:
[3]
a-
Hz.Adem'in kıssasıdtr. Bu hususla ilgili olarak onlar yedi delil getirdiler.
1) Hz.Adem
asi oldu. Asi olanın da mutlaka büyük günah işlemiş olması gerekir. Biz onun
asi olduğunu söyledik, çünkü Cenab-ı Hak:
"Adem Rabbine asi
oldu ve azdı"(Taha. 121) buyurmuştur. Biz asinin, iki sebepten dolayı
büyük günah sahibi olduğunu söyledik. Birincisi: Nas, asi olanın
cezalandırılmasını gerektirir. Çünkü Cenab-ı Hak, "Kim Allah'a ve Resulüne
isyan ederse, muhakkak ki onun için cehennem ateşi vardır"(Cuma, 23)
buyurmuştur. Büyük günah sahibinin anlamı ancak budur. İkincisi: Asi lafzı, bir
kınama ismidir. Bu sebeple ancak büyük günah sahiplerini içine alması gerekir.
2) Hz.Âdem
kıssasına sarılarak, O'nun azmış olduğunu söylemeleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"...azdı" (Taha, 121) buyurmuştur. Azmak (gayy) ise, doğruyu bulmanın
(rüşd) zıddıdır. Çünkü Cenab-ı Hak;
"Doğruluk
azgınlıktan ayrılıp seçilmiştir"(Bakara, 256) buyurmuş, böylece
"gayy" lafzını "rüşd"ün zıddı yapmıştır.
3) Hz.Âdem
tevbe etmiştir. Tevbe edense, günahkâr olduğu için tevbe etmiştir. Biz
Hz.Adem'in tevbe ettiğini söyledik, çünkü Cenab-ı Hak "Derken Âdem,
Rabbinden bazı kelimeler öğrendi de bunlarla Allah'a tevbe ettf "(Bakara,
37) ve;
"Sonra Rabbi onu
seçti de tevbesini kabul etti"(Taha, 122) buyurmuştur. Tevbe eden
günahkârdır dedik. Çünkü, tevbe eden, "işlediği günaha pişman olan"
demektir. İşlediği günaha pişman olan,kendisinin o günahı işlemiş olduğunu
haber veriyor demektir. Eğer o, bu haber vermesinde yalancı ise, o bu esnada
yalan söylediği için günah işlemiştir. Eğer doğru söylüyor ise, zaten matlub da
(istenen de) budur.
4)
Hz.Âdem, Cenab-ı Hakk'ın;
"Ben sizleri
şu ağaçtan men etmedim mi?"(A'raf, 22) ve "Ve, bu ağaca
yaklaşmayın"(Bakara, 35) ayetlerinde belirttiği gibi, kendisine
yasaklanılmış olan şeyi işlemiştir. Yasak olan şeyi irtikab etmekse, günahın
bizzat kendisidir.
5)
Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i; "Sonra
zalimlerden olursunuz"Çakara. 35) ifadesinde; Hz.Âdem de kendi
kendini ; "Ey
Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik"(Araf, 23) ayetinde zalim olarak
adlandırmıştır. Zalime ise lanet edilmiştir; çünkü Cenab-ı Hak, "İyi bilin
kt, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir"(Hut, 18) buyurmuştur. Lanete
müstehak olan ise büyük günah sahibi olandır.
6) Hz.Adem
(a.s.), Allah'ın kendisini bağışlaması olmasaydı hüsrana uğrayanlardan
olacağını şu ayette itiraf etmiştir:
"Eğer bizi
bağışlamaz ve merhamet etmezsen her halde hüsrana uğrayanlardan
oluruz"(A'raf, 23). Bu ise onun büyük günah işlemiş, olduğunu gösterir.
7) Şeytana
uymasına karşılık bir ceza olarak şeytanın vesvesesi ve ayağını kaydırması
sebebi ile Adem'in cennetten çıkarılmasıdır. 8u ise, Hz,Adem'in büyük günah
sahibi olduğunu gösterir.
Sonra onlar sözlerine
devam ederek şöyle demişlerdir: Bu sayılan vecih ve izahlardan herbirinin ayrı
ayrı onun büyük günah işlediğine delalet etmediğini farzet. Ancak bunların
hepsinin birden onun büyük günah işlediğine, kati bir şekilde delalet ettiğinde
şüphe yoktur. Yine bu izahlardan herbirinin herhangi bir şeye delalet etmese
bile,toplamlarının bir şeye delalet etmesi mümkündür.
[4]
Bize göre bu yedi
hususa verilecek en güçlü cevabımız şöyle dememizdir: Sizin sözleriniz ancak,
büyük günah işleme halinin peygamberlik zamanında olduğunu gösteren deliller
getirmenizle tamam olur. Bu ise imkansızdır. O halde, "Hz.Adem (a.s.)'den
zelle {küçük günah) sadır olduğunda, o peygamber değildi, daha sona peygamber
olmuştur" denilmesi niçin mümkün olmasın? Biz bu hususta herhangi bir
delilin bulunmadığını açıklamıştık. Bunların herbirine, açık bir şekilde cevab
verme inşallah bu ayetlerin tefsirinde gelecektir.
Biz burada, Allah
Teâlanın "Şeytan onların ayağını kaydırdı" ayetinden, muradının ne
olduğunu ortaya koymak için bu zellenin (günahın) keyfiyetinden bahsederek
şöyle diyoruz:
Farzedelim ki bu fiil,
Hz.Adem (a.s.)'den, o peygamber olduktan sonra sadır olmuştur. Buna göre, Hz.Adem'in
o fiili yapması ya unuttuğu bir sırada veya farkında olduğu bir sırada
olmuştur. İlki yani o günahı, unutarak işlemesi görüşü kelamcıların bir
kısmının görüşüdür. Onlar bu hususa, Hak Teala'nın "Biz onda bir azim
bulamadık" (Taha, 115) ayetini delil olarak getirmişler ve Hz.Adem'in
durumunu, bir işe iyice dalıp da o iş kendisini iyice sardığı için orucunu
unutan ve bilerek değil de unutarak bir şeyler yiyen bir oruçlu insanın haline
benzetmişlerdir. Bu görüşün şu iki bakımdan batıl olduğu söylenmesin.
*
a- Cenab-ı
Hakk'ın: "Rabbinlz sizi bu ağaçtan, ancak iki melek olursunuz diye
nehyetmiştir"(Araf, 20) ve:
"(Şeytan) onlara,
"Muhakkak ki Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim" diye yemin ettf'(Araf,
21) ayetleri, Hz.Adem (a.s.)'in bu fiili işlerken, yasağı unutmuş olmadığını
gösterir.
İbn Abbas (r.a.)'dan,
Hz.Adem (a.s.)'in bu fiili kasten yaptığını gösteren rivayet gelmiştir. Çünkü
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir. Onlar o ağaçtan yiyip, edep yerleri açılınca,
Hz.Adem cennetten çıkmak istedi de onu cennet ağaçlarından bir ağaç tuttu ve
bırakmadı. Cenab-ı Allah ona, "Benden mi kaçıyorsun?'" diye nida
etti. Bunun üzerine Hz.Adem (a.s.) "Hayır ya Rabbi, senden
utanıyorum" dedi. Cenab-ı Hak da "Cennetten sana verdiklerim
arasında, haram kıldıklarımdan daha fazlası yok muydu?" buyurunca,O:
"Evet ya Rabbi! Fakat, ben senin izzetine yemin ederim ki sana yalan yere
yemin eden hiç kimse görmemiştim." (Onun için şeytanın yeminine kandım)
dedi. Cenab-ı Allah da: "İzzetime yemin ederim ki seni o cennetten
indireceğim, sonra sen ancak sıkıntı ile yaşayacaksın" dedi.
b- Hz.Adem
(a.s.) bunu unutarak yapmış olsaydı, bundan dolayı O azarlanmazdı. Aklî
bakımdan da, unutan kimse, bir fiili işlemeye mukdetir sayılmaz. Dolayısıyla da
onunla mükellef tutulamaz. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Allah hiç
kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını
yüklemez "(Bakara. 286) buyurmuştur. Bu naklî bakımdan da böyledir. Çünkü
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur.- "Üç kişiden kalem çaldırılmıştır
{yani onların amelleri yazılmaz)." Hz.Adem (a.s.) bu fiilinden dolayı
kınandığına göre, onun bunu unutarak yapmadığı anlaşılır."
Çünkü biz diyoruz ki:
Bizim birinci şıkka cevabımız şudur: Biz, Hz.Adem ile Havva'nın iblisin bu
sözüne inanıp onu tasdik etmiş olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü onlar, İblisi
tasdik etmiş olsalardı, onların bu husustaki günahları, o ağaçtan yemeleri
günahından daha büyük olurdu. Zira şeytan, onlara "Rabbiniz sizi ağaçtan
ancak iki melek olursunuz veya ebedi kimselerden olursunuz diye
nehyetmtştir"{Araf, 20) diyerek, onlara Allah hakkında sû-i zannı telkin
etti ve onları emr-i ilahiye uymamaya, hükmüne razı olmamaya, kendisinin o
hususta onların iyiliğini istediğine inanmalarına ve Allah Teala'nın ise onları
-haşa- aldattığına inanmaya teşvik etti. Şüphe yok ki bütün bunlar, ağaçtan
yemeden daha büyük günahlardır. Bu sebeble, bu husustaki kınamanın daha
şiddetli olması gerekir.
Keza Hz.Adem (a.s.),
iblisin secde etme hususunda isyanını, kendisine buğzunu, Allah'ın verdiği nimetlerden
dolayı kendisine haset ettiğini biliyordu. Akıllı olan kimse için, bütün bu
karinelere rağmen, düşmanının sözünü kabul etmesi nasıl düşünülebilir? Ayette,
Hz.Adem ile Havva'nın, şeytanın sözü esnasında veya daha sonra o fitli
yaptıklarına dair bir şey yer almamıştır. Yine Hz.Adem'in, iblisin kendisine
düşman olduğunu bildiğini şu ayet de gösterir: "Hiç şüphesiz ki bu (İblis)
senin de,eşinin de düşmanıdır. Binaenaleyh sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra zahmete düşersİniz"(Taha, 117).
İbn Abbas'tan rivayet
edilen habere gelince bu, ahad olarak rivayet edilmiş bir haberdir. O halde o,
Kur'an'a nasıl muaraza edebilir?
İkinci şıkka cevabımız
ise şöyledir: Hz.Adem (a.s.)'in azarlanması ancak, unutma sebeblerinden
korunmadığından dolayı olmuştur. Unutmanın bu çeşidinin mesuliyeti, bütün
müslümanlardan kaldırılmıştır. Ancak bununla onların mesul tutulmaları da
mümkündü. Fakat şereflerinin yüceliğinden dolayı bu mesuliyet peygamberlerden
kaldırılmamıştır. Alimler, buna misal olarak şu ayetleri zikretmişlerdir:
"Ey Peygamberin
hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi birisi gibi değilsiniz" (Ahzab,
32): "Sizden kim apaçık bir terbiyesizlik yaparsa, ona iki kat azab
verilir"(Ahzab, 30)
Hz.Peygamber
(s.a.s.)de: "İnsanların en şiddetli imtihan edilenleri Peygamberlerdir.
Daha sonra veliler, sonra da sırasıyla onlara daha yakın olanların imtihanları
gelir.[5]
"Ben, sizden İki kişinin çektiği ızdırabm toplamı kadar ızdırap (elem)
çekiyorum."[6] buyurmuştur. Eğer,
"Peygamberlerin hallerinin yüceliği ve mertebelerinin yüksekliğinin
başkalarının mükellef tutulmadıkları şeylerle mükellef tutulmaları için yeterli
sebep sayılabilir mi?" denilirse, deriz ki: Sen iyilerin hasenatının
mukarreb (Allah'a çok yakın) kullarının seyyiatı sayıldığını duymadın mı? Yemin
olsun ki Hz.Peygamber (s.a.s.)'in sırtında, başkalarında bulunmayan çok zor
mükellefiyetler vardı. Hz.Adem (a.s.)'den günahın sehven sadır olmuş olduğunun
izahı hakkında söylenecek şeyler bundan ibarettir.
Bazı tefsir
kitablarında şunu gördüm: Hz.Havva, Hz.Adem'e içki sundu. Hz. Adem (a.s.) bunu
içip sarhoş olunca, bu işi yaptı. Alimler bunun uzak bir ihtimal olmadığını,
çünkü Hz.Adem'in, o ağaç dışında herşeyden yemeye izinli olduğunu; biz ağacı
"buğday" manasına hamlettiğimiz takdirde, içki içmeye de izinli
olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse, Cenab-ı Hakk'ın, cennet
içkilerinin niteliği
hakkında söylediği: ''Onlarda sarhoşluk (verme özelliği) yoktur"{Sattat,
47} ayetinden dolayı, cennet içkilerinin sarhoş etmediğini söyleyebilir.
[7]
Hz. Adem (a.s)'ın
yasak ağaçtan yeme günahını bilerek işlediğini söyleyen görüşe gelince, burada
dört çeşit görüş vardır:
1) Bu nehy,
haramlık ifade eden değil,tenzihi (tenzihen mekruhtuk) ifade eden bir nehiydir.
Bu görüşle ilgili açıklamalar daha Önce geçmişti.
2) Bu fiil,
Hz. Adem (a.s.)'den kasıtlı olarak sadır olmuştur. Hz. Adem, o esnada peygamber
olduğu için, bunu yapması büyük günah olmuştur. Sen bu görüşün yanlış olduğunu
daha önce kavramıştın.
3)
Hz. Adem (a.s.), bunu kasıtlı olarak, bilerek
yaptı ama, o esnada o fiili küçük günah mertebesine indirecek bir korku ve
ürperti içinde idi. Bu görüş de daha önce zikrettiğimiz deliller sebebiyle
batıldır.Çünkü vacibi terke yönelen, veyahut da, nehyedilmiş bir fiili kasıtlı olarak
yapan kimse, onu korkarak işlemiş bile olsa, bu fiili ile o, laneti;kınanmayı
ve ateşte ebedi kalışı haketmiş olan bir asi olur. Peygamberleri ise, bununla
nitelemek doğru olmaz.
Bir de Cenab-ı Hak,
onu "Unuttu da, biz onda bir azim
bulamadık" (Taha, 115) ayetinde unutmakla nitelemiştir. Bu da kastiliğe
ters düşer.
4) Bu
Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bu görüşe göre Hz. Adem (a.s.) yanlış bir
içtihad sebebiyle yemeye yönelmiştir. Bu ise, günahın büyük günah olmasını
gerektirmez. Yanlış içtihadın izahı şudur: Hz.Adem'e "Fakat, bu ağaca
yaklaşmayınız" denilince, ayette geçen bu lafzıyla bazan şahsa, bazan da
nev'e işaret edilir.
Rivayet edildiğine
göre Hz.Peygamber, eline bir ipek ve bir altın alarak,
"Bunlar,
ümmetimin kadınlarına Helal, erkeklerineyse haramdır,"[8]
buyurur, bununla da iki şeyin nev'ini murad eder. Yine rivayet edildiğine göre
Hz.Peygamber (s.a.s.)
birçok kere abdest alarak "İşte Allah'ın namazı kabul için şart koştuğu
abdest budur" buyurur; Hz.Peygamber burada abdestin nevini murad etmiştir.
Âdem (a.s) Cenâb-ı
Hakk'ın "Buağaca yaklaşmayınız" sözünü işitince, bu nehyin muayyen
bir ağacıiçine aldığını zannederek, o ağaçtan yemedi, ama ayni türden bir başka
ağaçtan yedi; ancak ne var ki o, bu içtihadında hata etti. Çünkü Allah-u Teala'nın
lafzıyla kastettiği, belli bir ağaç olmayıp, nevi idi. Fürûdaki içtihad hatalı
olursa, şeriatımıza göre bağışlanmış küçük günah olması ihtimalinden dolayı;
ceza ve lanete müstehak olmayı gerektirmez.
Eğer, denilirse ki:
"Bu görüşe dair söz bir kaç vecih itibariyledir;
a) kelimesi,
dilin aslında, hazır olan şeye işaret içindir. Hazır olan şeyse, ancak muayyen
bir şey olabilir. Öyleyse, kelimesi aslında muayyen bir şeye işaret içindir.
Buna göre, ile nev'e işaretin kastedilmesine gelince, bu aslolanın hilafınadır.
Yine, Cenab-ı Hakk'a, işarette bulunmak caiz olmaz. Bundan ötürü Cenab-ı
Hakk'ın bazı meleklerine, bu muayyen ağaca işarette bulunmalarını emretmiş
olması gerekir. Bu takdirde onun dışındakiler muhakkak olarak, nehiy dışı
katmış olurlar. İşte bu sabit olunca, deriz ki; "müçtehid lafzı hakikatine
hamletmekte mükelleftir; Hz.Adem lafzını muayyen bir şeye hamledince, yapılması
gerekeni yapmış oldu. Binaenaleyh lafzı nev'e hamletmesi caiz olmazdı. Bil ki
bu söz, şu iki durumla da kuvvetlenmektedir;
Birincisi:
Cenab-ı Hakk'ın: "O cennetin dilediğiniz yerinden bolca
yeyiniz"(Bakara, 35) ayeti, delilin tahsis ettiği hariç, cennette bulunan
şeylerden istifadeye mezun olduğuna delalet eder.
İkincisi:
Akıl, delilin tahsis ettiği şey hariç, bütün faydalı şeylerden istifade etmenin
helal olmasını gerektirir. Tahsis edici delil, ancak bu muayyen kısma delalet
eder. Böylece Adem (a.s.)'in cennetin diğer ağaçlarından faydalanmaya mezun
olduğu sabit olur. Bu sabit olunca, bu sebepten dolayı Adem (a.s.)'in kınanmayı
hak etmesi ve hatalı olduğuna hükmedilmesi imkansız olur. Böylece, kıssayı bu
manaya hamletmenin, Hz. Adem'in hatalı değil de isabet etmiş olmasına
hükmetmeyi gerektirmiş olduğu sabit olur. Bu böyle olunca da öteki tarz tevilin
yanlışlığı ortaya çıkmış ulur.
b- Bu tevile
itiraz hususundadır. Farzet ki lafzı, hem şahsa hem de nev'e işaret içindir.
Fakat, Cenab-ı Allah bu lafza, bundan muradının şahıs değil de tür olduğuna
delalet edecek veya bunun yerini tutacak herhangi bir şey birleştirmiş midir?
Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, ya Adem (a.s.)'ın bu açıklamayı anlamadan
kusurlu olduğunu söylemek gerekir (ki bu takdirde de günah işlemiş sayılır)
veya, onu anlamada kusurlu olmayıp onu iyice anladıysa o zaman da bundan
maksadın "nev'i" olduğunu anlamıştır. O zaman da, onun bu türden olan
herhangi bir ağaçtan yemeğe yönelmesi, bilerek günaha yönelmek olur.
c-
Peygamberlerin içtihad yapmaları caiz değildir; çünkü içtihad zan üzere bir işe
yönelmektir. Bu ise, ancak ilim elde etme imkanına sahip olmayan kimse için
caizdir. Halbuki peygamberler, yakînî ilim elde etmeye kadirdirler.
Binaenaleyh, onların içtihatta bulunmaları caiz değildir, çünkü yakînî ilim
elde etme gücü olduğu halde zan ile yetinmek, aklen de dinen de caiz değildir.
Bu sabit olunca içtihada yeltenmenin günah olduğu da sabit olmuş olur.
d- Bu mesele
ya katî ya da zanni meselelerdendir. Eğer kati meselelerden ise, bunda hata
etmek büyük bir hata sayılır, o zaman da problem geri döner. Eğer bu zanni
meselelrden ise, ve biz de: "Her müctehid isabet eder" dersek, o
zaman içtihadı meselelerden1 hiçbir zaman yanılma bulunmaz. Yok eğer, "Bu
meselede bir kişi isabet eder, yanılansa ittifakla mazurdur" dersek, o
zaman bu kadarcık hata Adem (a.s.)'in elbisesinin soyulmasına, cennetten çıkarılmasına
ve yeryüzüne indirilmesine nasıl sebep olur?
Birincinin cevabı şöyledir: lafzı, aslında her ne kadar muayyen bir
şahsa işaret etmek için ise de, bazan izahı yukarda geçtiği gibi, nev'e işaret
etmek için de kullanılır. Cenab-ı Allah, ondan muradın tür olduğuna delalet
edecek şeyi ona bitiştirmiştir.
İkinciye şöyle cevap verilir: Adem (a.s), belki bu delili anlamada hata etmiştir.
Çünkü O, bunun Ona, o anda gerekmediğini zannetti. Veya, şöyle denilir: O,
Cenab-ı Allah'ın kendisini, bizzat o ağaçtan nehyettiği zaman, bu delili
anlamıştı. Aradan uzun müddet geçince, bunu unuttu. Zira haberde, Adem
(a.s.)'ın cennette uzun bir müddet kaldığı ve sonra cennetten çıkarıldığı
tzikretilmiştir.
Üçüncüye şöyle cevap verilir: Burada, peygamberlerin içtihada tutunmuş olduklarını isbata
gerek yoktur. Çünkü biz, Hz. Adem'in bu delili anlamak konusunda hata ettiğini
veya bu delili anladığını, fakat sonradan
unuttuğunu
açıklamıştık. Allah'u Teala'nın:
"Derken anuttu
da, biz onda bir azim bulamadık "(Taha, 115) ayetinden muradı da budur.
Dördüncünün Cevabı Şöyledir:
Bu nehyin delaleti
kati idi, fakat Adem (a.s.) onu unutunca, bu unutma, günahın büyük sayılmaması
hususunda bir özür oldu" demek veya "Bu delalet zanni idi; fakat ne
varki buna, diğer müçtehidterin hatalarına terettüp etmeyen şiddetli cezalar
tereddüp ediyordu. Çünkü o müçtehidlerin ictihadlarının, şahısların değişmesine
göre değişmesi caizdir. Nitekim şiddetli cezalar ve cezaların hafifletilmesi
hususlarında, ümmeti hakkında mevzubahis olmayan birçok şey Hz. Peygambere has
olmuştur. Burada da böyledir"dentlebilir.Bil ki mesele hakkında başka bir
izah tarzının olduğunu söylemek de mümkündür. O da şudur: Cenab-ı Hak "Siz
İkiniz şu ağaca yaklaşmayın" buyurup, ikisine birden yasak koyunca, Hz.
Adem (a.s.), herbirinin tek tek ağaca yaklaşıp ondan yemesinin caiz olduğunu
sanmıştır. Çünkü Allah'ın Siz ikiniz şu ağaca yaklaşmayın" ifadesi ikisine
birden nehiydir. Bundan, tek başlarına oldukları zaman da nehyedilmiş oldukları
anlaşılmaz. Belki de bu içtihadı hata ancak bu yönden meydana gelmiştir. Bu
konuda söyleneceklerin tamamı işte budur. Allah en iyi bilendir.
[9]
Alimler, Hz.Adem
cennette, iblis ise, Cennetin dışında olduğu için iblisir, Hz. Adem'e nasıl
vesvese verdiği hususunda ihtilaf ederek, bu hususa dair bir çok izahlar
yapmışlardır:
1) Bu,
kıssacılaran görüşüdür. Bu da Vehb b. Münebbih el-Yemani ve Süddi'den,
onlarında İbn
Abbas (r.a.) ve onun
dışında başkalarından kıssacıların rivayet ettiği şu haberdir. İblis cennete
girmek istediği zaman cennetin bekçileri ona mani oldular. Derken yılana geldi.
O, dört ayağı olan bir hayvan idi, bir Horasan devesine benzerdi. O adeta
hayvanların en güzeli idi. Şeytan bütün diğer hayvanlara başvurdu, fakat kimse
onu kabul etmedi, ama yılan onu kabul etti ve yuttu. Cennet bekçilerine
göstermeden onu cennete soktu. Yılan cennete girince, iblis onun ağzından çıkıp
vesveseye başladı. İşte böylece yılan lanetlendi, ayakları yok oldu ve karnının
üstünde sürünmeye başladı. Onun rızkı toprakta kılındı ve bundan dolayı da
insanoğluna düşman oldu. Bil ki bu ve benzeri hikayeler, değer verilmemesi
gereken şeylerdendir. Çünkü iblis, eğer yılanın ağzına girmeye kadir olduysa,
niçin kendisini yılan şekline koyup da cennete giremedi. Bir de, yılana bu
oyunu oynayan iblis
olduğu ve yılan akıllı
ve mükellef olmadığı halde, yılan cezalandırılmıştır.
2) İblis,
hayvan şekline girerek cennete girmiştir.
Bu söz birincisinden daha az bozuktur.
3) Usulcü
alimlerin bazısı şöyle demişlerdir: Hz. Adem ve Havva belki de cennetin
kapısına kadar gelmişler, iblis de kapıya dıştan yaklaşmış ve onlara
vesvesesini vermiştir.
4) Bu görüş
Hasan Basri'nin görüşüdür. Buna göre, iblis yeryüzünde olduğu halde,
vesvesesini cennetteki Hz. Adem ile Havva'ya ulaştırmıştır. Bazı alimler ise
bunun uzak bir ihtimal olduğunu, çünkü vesvese gizli söylenen bir söz olduğu
için bunun yerden semaya ulaştırılmasının mümkün olmadığını söylemişlerdir.
Alimler bir başka
bakımdan da ihtilaf etmişlerdir ki o da şudur: "İblis ya bizzat Hz. Adem
ile Havva'ya hitab edebilmiştir; veya" O vesvesesini, kendisine uyan
bazılarının ağzı ile onlara ulaştırmıştır. Birinci görüşün delili
Cenab-ı Hakk'ın :
"İblis onlara, ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim " diye yemin
etmişti" (A'raf, 21) ayetidir. Bu ayet, karşılıklı konuşmuş olmayı ifade
eder. Şu ayet de böyledir: "Şeytan onların ikisini de aldatarak
derecelerini düşürdü "(Araf, 22).
İkinci görüşün delili
şudur: Hz.Adem ile Havva annemiz iblisi, iblisin hased ve düşmanlığını
biliyorlardı. Bundan dolayı örfen onun sözünü kabul etmeleri ve ona iltifat
etmeleri imkansızdır. Bu sebeble, iblisin bu vesvesesini onlara ulaştıracak,
iblise tâbi birisinin bulunması gerekir. Burada geriye iki soru kalır.
Birincisi:
Cenab-ı Hak, bu ayak kaydırmayı iblise nisbet etmiştir. O halde, niçin bu
fiilden ötürü Hz. Adem ile Havva'yı kınamıştır.?
Biz deriz ki, Cenab-ı
Hakk'ın Uijli "Derken onların ayağını kaydırdı" (Bakara, 36) ayetinin
manası, şeytan onlara vesvese verirken bu fiili işlediler de, böylece bu fiil iblise nisbet edilmiş oldu,
şeklindedir. Nitekim bu, Cenab-ı
Hakkın "Benim onları hakka çağırmam onların
ancak nefretini arttırdı "(Nuh, 6) ayetinde de böyledir, buna göre Cenab-ı
Hak iblisten naklederek;
"Benim sizler
üzerinde hiçbir gücüm yoktu; ancak ben sizleri çağırdım, sizler de bana uydunuz
"(ibrahim, 22) buyurmuştur.Mü'tezile'nin söylediği bundan ibarettir. Bu
nisbet hususundaki sözün gerçeği, bizim defaatle açıkladığımız şeydir. Bu da
şudur: İnsan, hem yapmaya hem de yapmamaya muktedir bir varlıktır. Yapmanın ve
yapmamanın eşit olması durumunda, insanın bu iki şeyden birinin kaynağı olması,
ona götüren bir sebep olmaksızın, imkansız olur. Ona götüren sebep ise, kulun
hakkında, onun fiilinin bir maslahatı kapsamasını bilmesi veya sanması yahutta
öyle inanmasından ibarettir. Bu ilim veya zan, uyarıcı bir sebeple meydana
geldiğinde, bu fiil ona izafe ve nisbet edilmiş olur. Çünkü ondan ötürü,
bilkuvve fail olan bilfiil fail olma durumuna geçmiş olur. İşte bu manadan
ötürü, bu fiil burada vesveseye nisbet edilmiştir. Bazı arifler ne güzel
söylemiştir. "Farzet ki Adem (a.s)'ın zellesi, iblisin vesvesese sebebiyle
meydana gelmiştir. Peki, iblisin isyanı, kimin vesvesesi ile meydana
gelmiştir?" Bu, sana sebep olmadığı müddetçe fiilin meydana gelmiyeceği
sebepler zinciri birbirine dayansa bile, onların, başlangıçta onları, yaratana
mutlaka varıp dayanacağı hususunda tenbihatta bulunur. İşte bu husus Hz.
Musa'nın;
"Bu ancak senin
imtihanındır; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete
erdirirsin" (Araf, 155) ayetinde açıklamış olduğu husustur.
İkincisi: Bu
vesvese nasıl olmuştur? Buna cevabımız şudur; Bu Cenab-ı Hakk'ın, şu ayette
bahsettiği durumdur:
"Rabbiniz bu
ağaçtan sizi ancak iki melek olacağınız için veya iki ebedi kimse olacağınız
için nehyetmiştir"(Araf. 20) Onlarsa bunu kabul etmemişlerdir. Şeytan
bundan ümidini kesince, Hak Teala'nın:
"Onlara yeminle,
"Muhakkak ki ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim" ded/"(A'raf,
21) buyurduğuna göre, yemin etmeye yöneldi. Ama onlar iblisi yine tasdik
etmediler. Ortaya çıkan durum şudur: İblis bundan sonra diğer bir şeye
başvurmuştur, ki bu da onun onları, mubah olan leziz şeylerden istifade etmekle
oyalamasıdtr. Öyleki onlar bu şeylere iyice dalmışlar ve bu dalışları sebebiyle
nehyi unutmuşlar, o zaman da olan olmuş... İşlerin gerçekte nasıl olduğunu en
iyi Allah bilir.
[10]
Cenâb-ı Allah'ın
"Biz de onlara "ininiz" dedik." ayetiyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[11]
:: Sayfa
416-417 EKSİK ::
çok çetin meşakkatler
vardır. Zira, Hz. Adem ile Havva'nın cennetteki durumlarından ayrılarak, ancak
zorluk ve sıkıntılarla geçim vasıtalarının elde edildiği bir yere, dünyaya
geçmeleri tekliflerin en meşakkatlilerindendir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, onların cennetten çıkarılmalarının bir ceza olduğu zannı, batıl olmuş
olur. Çünkü teklifi zorlaştırmak, o nisbette sevabın artmasına
sebeptir.Kendisinde böylesine büyük bir fayda olduğu halde, bu nasıl bir azab
olabilir? Şayet: "Hadlerin ve keffaretlerin birçoğunda, teMif babından bile
olsalar, cezanın bulunduğunu söyleyen siz değil misiniz?" denilirse deriz
ki: "Hadler (cezalar) ceza görene (mahdud)a başkasının fiilinden dolayı
tatbik edilir; buna göre, eğer adam o suçta İsrarlı biri ise, bunun bir ikab
olması caizdir. Keffaretlere gelince, bunların bir kısmında hadlerin ukubatlar
yerine geçeceği, çünkü ukubatların ancak günah ile sabit olacağı söylenebilir.
Büyük bir sevaba nail etmeleriyle beraber, keffaretlerin ukubet olmalarına
gelince, hayır... Bu olmaz.
[12]
Cenab-ı Hakk'ın (Bakara, 36) ayeti, inmeyi emretmektedir.
Düşmanlıkla ilgili bir emir değildir, çünkü iblisin Hz. Adem ve Havva'ya
düşmanlığı, onlara haset edip, Hz. Adem'e secde etmemesi, Hz.Adem ile Havva'yı
cennetten çıkarmak için hile yapması; zürriyetle-
rine düşmanlığı ise,
onlara vesvese vererek, onları küfre ve günaha davet etmesi sebebiyledir.
Bunlardan herhangi birinin emredilmiş olması caiz değildir.
Hz. Adem'in
iblise düşmanlığı ise, emredilmiş bir
husustur. Çünkü
Cenab-ı Hak,
"Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır; binaenaleyh siz de onu
düşman edininiz' '(Fatır, 6) ve: "Ey Adem oğullan, ebeveyninizi cennetten
çıkarmış olduğu gibi, şeytan sizi de fitneye düşürmesin (Araf, 27) buyurmuştur.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, ayetten kastedilen mana, "bazınız
bazınıza düşman olarak gökten ininiz.!" olur.
[13]
Ayette geçen lafzı bazan istikrar manasına gelir. Nitekim
Cenab-ı Hak; "O zaman, Kabbinedir varış ve istikrar"{Kıyame, 12)
buyurmuştur. Bazan da, "içinde
karar kılınan mekan" manasını ifade
eder. Nitekim Allah'u Teala;
"Cennet ehli o
zaman, en hayırlı bir yerdedirler"(Furkan, 24) ve: "Sonra da bir
karar kılma ve emanet yeri.."'(En’am, 98) buyurmaktadır. Bunu iyice
kavradığın zaman biz deriz ki, ekseri alimler:
"Sİzin için
yeryüzünün narar titunaccm oır yer vardır "(Bakara. 36) âyetindeki lafzını
yer ve mekan anlamına hamletmişlerdir. Buna göre âyetin manası "o yer, hem
hayatınızda hem de öldüğünüzde içinde olacağınız, karar kılacağınız
yerdir" olur.
Sûddi'nin Abdullah İbn
Abbas (r.a)'den rivayet ettiğine göre İbn Abbas, Müstakarr kabirdir"
demiştir; yani, içinde bulunacağınız kabirleriniz... Birincisi daha evladır,
çünkü Cenâb-t Hak, âyette metaı takdir ve zamanla takyit etmiştir; bu ise
ancak, kişinin yaşamasıyla uygunluk arzeder. Diğer oır hususda Cenâb-ı Hakk
onlara, onlar cennetten inerken bu şekilde hitap etmiştir ki, bu da yaşama
halini gerektirir (ölümden sonrayı değil).
Bil ki Cenab-ı Hak bu
kıssa hakkında A'raf sûresinde;
"Dedi ki:
"Birbirinize düşman olarak ininiz! Sizin için orada karar Sınacak bir yer
ve belli bir zamana kadar bir geçimlik vardır. Sizler orada yaşar, orada ölür
ve oradan çıkarılırsınız" (Araf, 24-25) buyurmuştur. Buna göre: Cenâb-ı
Hakk'ın sözünün,yine onun sözü için bir beyan olması caizdir. Yine kısmının
birinci kısma bir ilave olması da caizdir.
[14]
Alimler, bir zaman
ismi olduğunda ittifak ettikleri halde kelimesinin bundaki anlamı üzerinde
ihtilaf etmişlerdir. Evla olanın, bununla:"Devam edip, giden" bir
zamanın kastedilmiş olmasıdır. Çünkü birisi arkadaşına, onu uzun zaman
görmeyince, "Seni çoktandır görmedim" der. Ama bu söz pek yakında
görülmüş olan bir kimseye söylenilmez. Buna göre insanların ömürleri uzun,
ecelleri de meydana gelişlerinden çok sonra ve uzak olunca, Cenab-ı Hakk'ın
buyurmuş olması caiz olmuştur.
[15]
Bil ki bu ayette,
birçok bakımdan, her türlü günahtan
büyük bir sakındırma vardır,
a- Hz.Adem'in
bu küçük zelleyi işlemesinden ötürü başına
gelenleri düşünen kimse,
günah işlemekten son derece korkar. Şair de şöyle demiştir:
"Ey uyuyan
kimsenin gözüyle bakan; hakkıyla müşahede etmeksizin işi müşahede eden kimse!
Günahlara günahlar katıyorsun; buna rağmen cennete ulaşmayı ve ibadet edenin
mükafaatına, nail olmayı umuyorsun! Allah'ın bir tek günah sebebiyle Adem'i
cennetten çıkardığını unuttun mu?"
Feth El-Mevsilî'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz insanlar cennet ahalisi idik. Ama iblis
bizi dünyaya sürükledi. Çıkarıldığımız o yurda dönmedikçe bizim için gam, keder
ve sıkıntıdan başka birşey yoktur.
b- Bu,
büyüklenmek, hased etmek ve hırstan sakındırmaktır. Cenab-ı Allah'ın
"İblis diretti ve kibirlendi " ayeti hakkında Katade'den şu izah
nakledilmiştir; "Allah'ın düşmanı iblis, O'nun Hz. Adem'e O'nun verdiği
lutuflara hased edip, "Ben ateştenim, o ise çamurdandır!" dedi.
'Sonra Ademoğlunun kalbine, yasaklanan şeyi yaptırıncaya kadar hırs verdi.
Sonra da Kabil'in kalbine hased verdi de Kabil Habil'i öldürdü."
c- Cenab-ı Hak,
Hz. Adem ile iblis arasında çok güçlü bir düşmanlık olduğunu bildirdi. Bu da,
şeytandan kaçınmanın şart olduğuna büyük bir tenbihdir.
[16]
"Derken Adem
Rabbinden (birtakım) kelimeler öğrenip aldı ve (O'na yalvardı) O da tevbesint
kabul etti. Çünkü tevbeyi çok kabul eden ve keremi bol olan O'dur.
"(Bakara, 37).
Bu ayette birçok
mesele vardır:
[17]
Kaffal şöyle demiştir.
kelimesinin aslı, "birisi ile karşılaşmaya yönelmek" demektir. Sonra
bu
kelime, "gelecek
olan şeyi karşılama" manasında kullanılmıştır. Sonra da "kabul etme,
alma" manasında kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sana, Hakim ve
Alîm olan (Allah) nezdinden Kuran veriliyor "(Nemi, 6) yani "osana
telkin ediliyor" buyurmuştur. Yine "Biz hacıları karşıladık" ve
Bu sözü falancadan aldım, öğrendim." denilir. Kelimenin aslı bu olunca ve
dediğimizden her iki adamın diğeri ile karşılaştığı anlaşılıp, karşılaşma da
her ikisine birden nisbet edilince, onların "karşılaşma" masdarı İle
vasfed il meleri yerinde olmuştur. Bundan ötürü "Karşılaştığın herkes de
seninle karşılaşmış olur" denilebilir. Bu sebeble de ibaresinin,
"Adem o kelimeleri aldı, belledi ve onları kabul etti" manasına
alınması caiz olduğu gibi, "Allah'dan bazı kelimeler geldi "
manasında olmak üzere, iuir merfu olarak okumak da caizdir.
Bunun bir benzeri de
Allah'ın: "Ahdim zalimlere ulaşmaz "(Bakara. 124) ayetidir. İbn
Mes'ud (r.a.)'un kıraatinde kelimesi şeklinde okunmuştur. (Yani "zalimler
ahdime ulaşamaz " manasında.)
[18]
Bilki âyette geçen
'den muradın, "Allah'ın Adem (a.s.)'e tevbenin hakikatini öğretmesi"
olması caiz değildir. Çünkü mükellefin, tevbenin mahiyetini bilmesi, tevbe
ederek günahlarından kurtulabilmesi ve tevbeyi başka
şeylerden
ayırdedebilmesi gerekir. Peygamberler ise bunu haydi haydi bilir.
Daha doğrusu ayetten
muradı, şu şeylerden birisine hamletmek gerekir;
1) Bu, günah
işlediği esnada tevbe edenlerden ve Allah'a dönenlerden olacak bir biçimde Hz.
Âdem'den sadır olan günaha dikkat çekmedir.
2) Allah
Teala tevbenin gerektiğine ve mutlaka kabul edileceğine dikkat çekmektedir.Şu
manada ki; "Bir kimse küçük veya büyük günah işler, sonra da yaptığına
pişman olarak bir daha günah işlememeye azmederse, muhakkak ki ben
onun-tevbesini kabul ederim." Allah Teala, <o y ç$ ^Jiâ ûUT demiş, yani
"O kelimeleri aldı, kabul etti ve onları kullandı."
3) Hak
Teala, Hz. Âdem'e verdiği büyük nimetlerini hatırlatmıştır. Bu da tevbeye
götüren etkili sebeblerden olmuştur.
[19]
Alimler
"kelimelerin" ne olduğu hususunda ihtilaf ettiler.
1) Sa'id
b.Cübeyr'in İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Hz.Adem (a.s.) şöyle
demiştir: "Ya
Rabbi, bir vasıta
olmadan beni kendi ellerinle yaratmadın mı?" Cenab-ı Allah "Evef'diye
cevab vermiş. Hz. Âdem, "Ya Rabbi bana ruhundan üflemedin mi?" dedi.
Allah Teala, "Evet" diye cevab verdi. Hz. Adem, "Beni cennetinde
yerleştirmedin mi?" dedi. Hak Teala "Evet, iskan ettim " dedi.
Hz. Adem, "Ya Rabbi, rahmetin gazabını geçmiş değilmi idi?" dedi.
Allah Teala, "Evet, geçti " dedi. Hz. Adem" Ya Rabbi, eğer ben
tevbe eder ve halimi düzeltirsem beni cennete geri döndürür müsün?" dedi.
Cenab-ı Allah da "Evet döndürürüm" cevabını verdi, işte Cenab-ı
Hakk'ın ayetinin manası budur. Süddi bu rivayette şunu ilave etmiştir: O,
"Ya Rabbi, bana bir günah takdir etmiş mi idin?" dedi, Allah Teala
"Evet " buyurdu.
2) Nehai
şöyle demiştir: İbn Abbas'a geldim ve ona "Adem'in Rabbinden aldığı
kelimeler ne idi?" diye sordum. O da bana şu cevabı verdi. Allah Teala,
Hz. Adem ve Havva'ya hacc ibadetini Öğretti, onlar da haccettiler. İşte bu
kelimeler, hac esnasında
söylenen dua ve
zikirlerdir. Onlar Haccı tamamlayınca, AHajı onlara "Ben
sizin tevbenizi kabul ettim " diye vahyetti.
3) Mücahid ve Katade,
iki rivayetlerinden birine göre şöyle demişlerdir: Bu "kelimeler",
Cenab-ı Hakk'ın;
"EyRabb'imiz,biz
kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak
ki hüsrana uğramış kimselerden oluruz "(A'raf, 23) ayetidir.
4) Sa'id
b.Cübeyr'in İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre bu kelimeler, Hz.Adem
(a.s.)'in şu sözleridir:
"(Ey Allah'ım!)
Senden başka ilah yoktur, seni teşbih ederim ve sana hamdederim. Ben kötülük
işledim ve kendime zulmettim^ Beni bağışla. Çünkü sen, bağışlayanların en
hayırlısısm. Senden başka Hah yoktur, seni teşbih ederim ve sana hamdederim.
Ben bir kötülük işledim ve kendime zulmettim, bana rahmet et. Çünkü sen, rahmet
edenlerin en hayırlısısm. Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih ederim ve sana
hamdederim. Ben kötülük (günah) işledim ve kendime zulmettim. Tövbemi kabul et.
Çünkü sen tevbeleri çok kabul eden ve rahmeti çok olansın."
5) Hz. Aişe
şöyle demiştir: Cenab-ı Hak, Adem'in tevbesini kabul etmeği dilediği zaman, Hz.
Adem, yedi defa Kâ'be'yi tavaf etti. Kabe o zaman kırmızı bir tepecik idi. İki
rekat namaz kıldığında Kabe'ye yöneldi ve şöyle dedi: "Allah'ım! Sen benim
sırrımı da biliyorsun, gizli olan şeylerimi de... Benim özrümü kabul eyle! Sen
benim ihtiyacımı da biliyorsun, bana istediğimi ver! Sen benim içimde olanı
biliyorsun, onun için günahlarımı bağışla! Allah'ım, senden kalbimi dolduran
bir iman ve doğru bir yakîn istiyorum. Ki böylece bana, ancak senin
yazdıklarının isabet edeceğini bileyim ve bana ayırdığın nasibe razı
olayım." Cenab-ı Allah da, Adem (a.s.)'e bunun üzerine şöyle vahyetti. Ey
Adem, günahını bağışladım, senin soyundan kim senin bana yaptığın bu duayı
yaparsa, onun günahını da mutlaka bağışlarım; gam ve kederini gideririm,
fakirliği gözünün önünden söker alırım ve o istemese bile, dünya ona akıp
gelir.
[20]
Gazzali (r.h.) şöyle
demiştir. Tevbe, şu üç şeyin sırayla
meydana gelmesiyle tahakkuk eder: İlim, hal ve amel.. İlim, ilk sıradadır, hal
ikinci, amelse üçüncü sıradadır. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir.
Allah'ın adeti mülk ve melekût aleminde bunu icab ettirir.
İlme gelince, ilim
günahta bulunan zararı ve günahın kul ite Allah'ın rahmeti arasında perde
olduğunu bilmektir. Bu husus gerçek anlamda bilinince, bu bilgiden, arzu edilen
şeyin elden kaçması sebebiyle, kalbte bir üzüntü meydana gelir. Çünkü kalb, ne
zaman sevdiği bir şeyi elden kaçırdığını hissederse elem duyar. Eğer o şeyin
elden kaçması, kendisi tarafından o yapılan bir fiil sebebiyle olursa, bu arzu
ettiği şeyin elden kaçması sebebiyle, o şeyin elden kaçmasına sebep olan şeye
üzülür; işte bu tür üzüntüye pişmanlık denilir. Sonra bu üzüntü kuvvetlenince,
bundan kararlı bir irade meydana gelir. 8u irade hem geçmişe, hem hale hem
geleceğe taalluk eder. Onun şimdiki zamana taalluku, içine girdiği günahı
terketmek ile olur. Gelecekle olan alakası arzu ettiği şeyi elden kaçırmasına
sebep olan bu fiili, ömrünün sonuna kadar yapmamaya azmetmesidir. İradenin mazi
ile olan alakası ise, elden kaçırdığı şeyleri, şayet tamiri mümkün ise, bu
yolla ve onararak onları telafi etmesiyledir. Bundan dolayı ilim ilk önce gefir
ve o bu hayırların kaynağıdır. Ben ilim ile, yakfnî olan eksiksiz ilmi
kastediyorum. Çünkü günahlar, zehirli ve helak edicidirler. Bu yakfnî ilim ise,
bir nurdur. Bu nur, pişmanlık ateşini doğurur. Bununla kalb, tıpkı üzerine,
daha önce karanlık içinde iken üzerine güneş doğan, bulutların çekilip
gitmesiyle üzerine ışıklar doğarak sevdiği şeyin nerdeyse helak olmak üzere
olduğunu görüp de, kalbinde aşk ateşi tutuşarak bu ataşlerden onu kurtarmak
için ileri atılma iradesi doğan kimse gibi, iman nurunun onu aydınlatmasıyla
sevdiği kendisi arasında bir perdenin bulunduğunu görerek üzülür. İlim,
pişmanlık ve halde olsun istikbalde olsun günah fiilini terketmekle alakalı
azim; mazide elden kaçanları telafi tevbenin meydana gelmesinde birbirini
izleyen üç safhadır. Tevbe ismi, bunların hepsine birden ıtlak edilirse de,
daha çok, tek başına pişmanlık anlamında kullanılır ve o zaman .ondan önceki
ilim bir mukaddime; o fiili terk tevbenin bir meyvesi ve onun peşi sıra gelen
bir netice olarak kabul edilir. Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Pişmanlık
tevbedir"[21] buyurmuştur. Çünkü
pişmanlık, bu pişmanlığı gerektiren ilimden ve onun peşi sıra gelen azimden
ayrı düşünülemez. Bundan dolayı da pişmanlık, iki ucundan, yani onu meydana
getirenle (müsmir), ondan meydana gelen (semere) ilekorunmuştur.İşte, tevbenin
hakikati konusunda.Şeyh Gazzali'nin özetleyerek söyledikleri bunlardır. Bu
güzel bir sözdür.
Kaffal şöyle demiştir:
Tevbede. günahı terketmek, daha önce yapılanlara pişman olmak, onun bir
benzerini bir daha yapmamaya azmetmek ve bütün bunlar hususunda korkmak
gerekir. Günahı terketmenin gerekliliğine gelince, bu şundan dolayıdır; Eğer
insan günahı terketmezse. onu yapmaya devam eder, böylece de tevbe etmiş olmaz.
Pişmanlığın gerekliliğine gelince, bu şundan dolayıdır: Eğer insan pişman
olmazsa, o günahın faili olmaya razı olur. Bîr şeyden razı olan da, onu yapmaya
devam eder. Bir şeyi yapan da, ondan tevbe etmiş olmaz. O günahı tekrar
işlememeye azmetmeye gelince, bu şundandır: Çünkü onun fiili günahtır; günaha
azmetmek de günahtır. Korkuya gelince, bu şundan dolayıdır. İnsan, tevbe ile
emredilmiştir; gerektiği gibi tevbe etmiş olduğunu da kesin olarak söyleyemez,
böylece de korkuya
düşer. Bu sebepten
Cenab-ı Allah: "Ahiretten korkuyor ve Rabbinfn rahmetini umuyor
"(Zümer, 9) Peygamberimizde "Eğer mü'mtnin korkusuyla ümidi
tartılsaydı, ikisi de denk gelirdi "[22]
buyurmuşlardır.
Bil ki Gazzali
(r.a.)'nin sözü daha açık ve daha derinlemesinedir. Ancak, şu kadar varki onda
bir müşkil sözkonusu olabilir. O da şudur: Falanca fiilin kendisinden sudur
ettiğini bilerek onun zararlı olduğunun farkında olmak, kalbe bir üzüntü verir.
Bu üzüntü, o fiili şimdi ve daha sonra terketme iradesi ve mazideki şeyleri de
telafi etme iradesi kazandırır. Bütün bu şeyler zaruri olarak, sırayla
birbirine bağlı olursa, bununla emrolunmak imkansız olacağı için, bu kulun
kudreti dahilinde olmamış olur.
Netice olarak, kulun
gücü dahilinde olan şey, ancak ilmi elde etmektir; onun dışındakileri ise,
seçmeye bir imkan yoktur. Fakat birisi şöyle diyebilir: İlmi elde etmek de
kulun gücü dahilinde değildir. Çünkü bazı meçhullerin bilgisine ulaşmak, ancak
bu meçhullerden önce bilinen-şeyler vasıtasıyla mümkündür. Bu meçhulü öğrenmeye
vesile olan mevcut ilimler, ya bu meçhulü bilmeyi gerektirir veya gerektirmez.
Eğer birinci ihtimali göz önüne alırsak, kendisine ulaşılanın (gayenin)
kendisiyle ulaşılana (vasıtaya) terettüb etmesi zaruri olur, o zaman da bu
ilim, kulun kudret ve ihtiyarı dahilinde olmaz.
Eğer ikinci ihtimal
söz konusu olursa, bilmeyi arzuladığımız bu meçhulü bu mevcut bilgiler
vasıtasiyla elde etmemiz mümkün olmaz. Çünkü yakın mukaddimelerin, zihinde
kabul edilmesi halinde, istenilen neticenin de kabulü gerekecek olan bir halde
bulunmaları gerekir. Böyle olmadıkları için, bu mukaddimeler istenilen neticeyi
vermez. Eğer, "Bu mukaddimeler, her ne kadar zihinde mevcut iseler de,
bunlar ile o neticeye ulaşmanın keyfiyyeti, henüz zihinde mevcut değildir.
Bundan dolayı bu mukaddimeleri bilmek, kesinlikle o neticeyi bilmeyi
gerektirmez "denilmesi niçin caiz olmasın? denilirse, biz de deriz ki:
Bu mukaddimelerle o
neticeye nasıf ulaşılacağını bilmek, ya bedihi, apaçık hususlardan veyahutta
kesbi, kazanılan bilgilerdendir. Eğer bedihi şeylerden ise, o zaman kulun gücü
dahilinde değildir. Eğer sonradan efde edilen şeylerden ise, bunun elde
edilmesinin keyfiyyeti hakkından söylenecek söz, önceki hakkında söylenen söz
gibidir. Yahutta, bu bizi teselsüle götürür, teselsülse imkansızdır; ya da onun
ayrılmaz niteliklerinden olmaya götürür ki, o zaman yukarda zikredilen mahzur
tekrar ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.
[23]
Kadı Abdulcebbar kendi
kendisine şunu sordu: Bu günah, küçük günah ise, ona nasıl tevbe gerekir? Buna
da, Ebu Ali'nin şöyle dediğini söyleyerek cevap verdi: Ona tevbe gerekir, çünkü
mükellef, ne zaman, günah işlediğini, daha sonra günahtan dönmediğini, irade ve
ihtiyar sahibi olduğunu, pişman olması ya da ısrar etmesi için bir manianın
bulunmadığını, ama ısrar etmenin çirkin olduğunu bilirse, onun bu çirkin fiili
terketmesi ancak tevbe ile tamamlanır. İşte o zaman günah ister büyük ister
küçük, isterse kendisinden tevbe ettiğini ya da etmediğini hatırladığı bir
günah olsun, kula tevbe etmesi şarttır.
Ebu Haşim ise, asi
olanın israr etmemekle beraber tevbe etmemesinin caiz olacağını ileri sürerek
şöyle der: Bu bakımdan peygamberlere tevbe etmenin vacib olduğunu söylemek
doğru değildir. Bilakis, iki sebepten dolayı tevbe vacib olur. Ya, küçük günah
ile(peygamberlerin sevabları azaldığı, bu eksiklik de tevbe ile tamamlandığı
için, tevbe etmeleri gerekir veyahutta tevbe, o işi hiç yapmamak (terk)
manasına olduğu için vacib olur. Bir işi yapmanın mümkün olduğu sırada, onu
terketmek vacib olunca, imkan olmadığı zaman da tevbenin vacib olması gerekir.
O bazan, "onlara sem'i olarak (yani aklen değil de naklen) tevbe etmek
vacibtir " demiştir. Bu, onun görüşüne göre daha doğrudur; çünkü ona göre
tevbenin, sırf menfaatlerden ibaret olan sevabın yeniden elde edilmesi için
vacib olması caiz değildir; zira fiilin, bir fayda temini için vacib sayılması
caiz değildir; aynı şekilde nafileler de vacib değildir. Daha doğrusu,
peygamberleri Cenab-ı Hak muhafaza ettiği için, her ne kadar kusurları küçük
olsa da, peşpeşe ve çok tevbe etmelerinin istenmesi, onların ismet
özelliklerinin gereği olmuştur.
[24]
Kaffal şöyle
demiştir: Tevbenin asıl
manası kelimesinde olduğu gibi,
"dönmek" dir. diye
kullanıldığı gibi diye de kullanılır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O,
tevbeyi kabul edendir."( Gafir, 3) Arapların: demeleri
demeleri gibidir. Buna
göre "tevbe" lafzı, hem Rab hem kul için kullanılan bir lafızdır.
Kul, tevbe ile vasfedildiğinde bunun manası: "Rabbine döndü."
şeklinde anlaşılır. Çünkü günah işleyen her ferd, Rabbinden kaçan kimse
durumundadır. Tevbe ettiğinde ise, bu kaçışından Rahbisine dönmüş olur da onun
için "Rabbisine tevbe etti, döndü denilir.
Bu durumda Allah ise,
kulundan yüz çevirmiş gibidir. Allah "tevbe" ile vasfedildiğinde ise,
bunun manası, "onun, kuluna rahmeti ve lutfu ile dönmesi " olur. Bu
sebeble, "tevbe" fiili ile kullanılan harficerde bir farklılık olmuş,
kul için kullanıldığında "Rabbine tevbe etti, döndü," Allah için
kullanıldığında da "Allah kulunun tevbesini kabul etti." denilir. Bu
şuna benzer: Bir adam, başkanının hizmetinden ayrılır, başkanı da ona yaptığı
ihsanlara son verir. Sonra o adam, başkanının hizmetine tekrar döndüğü zaman
"Falanca reisinin hizmetine tekrar döndü, reisi de ona tekrar ihsan ve
lutufta bulundu " denilir.
Bunu iyice anladığın
zaman deriz ki: Tevbenin kabul edilmesi iki şekilde olur;
Birincisi:
Taatın kabulünden anlaşıldığı manada, tevbeleri kabul eden Yüce Allah'ın
tevbelere karşılık sevab vermesi.
İkincisi:
Cenab-ı Hakk'ın tevbe sebebiyle kulun günahlarını bağışlamasıdır.[25]
Hak
Teala'nın'Tevvab" ismi ile vasıflanmasından rnurad, O'nun tevbeleri çokça
kabul edici olmasıdır Bu, iki bakımdan böyledir:
1) Bir
hükümdara karşı bir insan suç işlese, sonra da ondan özür dilese, hükümdar onun özür dilemesini kabul edebilir.
Daha sonra o adam tekrar suç işleyip yeniden özür dilese, hükümdar onun özrünü
kabul etmez. Çünkü hükümdarın tabiatı, onu bu özrü kabul etmekten alıkor.
Cenab-ı Hakk'a gelince, O böyle değildir. Çünkü Allah tevbeyi ne rikkatten
(yufka yüreklilikten), ne fayda te'mini veya zarar savma gibi bir saikten
dolayı kabul etmez. Bilakis O, sırf ihsan ve lütfundan dolayı tevbeleri kabul
eder. Eğer mükellef olan kul, her an günah işlese, sonra da tevbe edip Ömrü
boyunca bu hali üzere kalsa, Cenab-ı Allah onun önceki günahlarını bağışlayıp,
tevbesini kabul edebilir. Böylece Cenab-ı Hak, tevbeleri çok kabul etme vasfına
müstehak olarak "Tevvab" diye isimlendirilmiştir.
2) Allah'a
tevbe edenlerin sayısı çoktur. Allah Teala, bunların hepsinin tevbesini kabul
ettiği için, tevbeleri kabulde mübalağa ile nitelenmeye müstehak olmuştur. İşte
ikabı kaldırarak, tevbeyi kabul etmesi sevabı gerektirdiği için ve sevab da
Allah'ın bir nimeti ve rahmeti olduğu için, Hak Teala kendisini,
"Tevvab" vasfının yanında "Rahim" olarak vasfetmiştir.
[26]
Bu ayette birçok
faydalar vardır;
1) Kulun,
her an ve her dakika tevbe ile meşgul olması gerekir. Çünkü bu hususta birçok
hadis ve haber varid olmuştur.
[27]
Hadislere gelince:
a- Rivayet
edildiğine göre bir adam, mü'minierin başkanı Hz. Ali'ye, günah işleyip sonra
istiğfar eden, daha sonra yine günah işleyip peşinden istiğfar eden, sonra
tekrar günah işleyip istiğfar eden bir adamın durumunu sorunca, Hz. Ali (r.a.)
şöyle demiştir: Şeytan kaybedinceye ve "artık ona gücüm yetmiyor "
deyinceye kadar o kişi istiğfara devam etsin. Hz. Ali bir de şöyle demiştir:
"Bir tehlike anında o şeytanı kovmaya ve tehlikeden kurtulmaya ne zaman
gücün yeterse bunu yap (onu defet).
b- Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Hergün yetmiş kere istiğfarından dönmüş olsa bile, istiğfar
eden, günahında ısrar etmiş sayılmaz."
c- İbn Ömer,
Hz.Peygamber (s.a..s.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Rabbinize
tevbe ediniz. Çünkü ben (bile) hergün yüz defa Allah'a tevbe ediyorum."[28]
d- Ebu
Hureyre (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)' ın “yakın akrabalarını Inzar et'.”
(Şuarâ, 214) ayeti nazil olduğu zaman, şöyle dediğini söyledi:
"Ey Kureyş
topluluğu, Allah'dan nefislerinizi satın alınız. Allah'dan gelecek cezaya
karşılık size hiç bir faydam olmaz. Ey Abbas İbn Abdulmuttatİb, Allah'dan
gelecek cezaya karşılık sana hiç bir faydam dokunmaz. Ey Allah Resulünün halası
Safiyye, Allah'dan gelecek cezaya karşılık sana hiç bir faydam dokunmaz. Ey
Muhammed'in kızı Fatıma, benden ne istersen iste, ama sana Allah 'dan gelecek
cezaya karşılık hiç bir faydam olmaz." Bu hadisi Müslim ile
Buhari,Sahihlerinde tahriç etmişlerdir.
[29]
e-
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki benim kalbim de
dumanlanır. Bundan dolayı günde yüz defa Allah'a istiğfar ederim.[30] Bil
ki "Gayn" kalbi bürüyerek, onu kısmen Örten birşeydir. O tıpkı,
havada belirip de güneşi tamamen örtmeyen fakat, ışığının tam olarak gelmesine
mani olan ince bir bulut gibidir.
İmdi alimler bu hadisi
çeşitli şekillerde tevil ettiler:
1) Allah u
Teala peygamberini kendisinden sonra ümmeti içinde ortaya çıkacak ihtilaf ve
belalara muttali kılmış.o da bunu hatırladığı zaman kalbinde ince bir hüzün
tabakası bularak ümmeti için istiğfar etmiştir.
2) Hz.Peygamber
(s.a.s.) daima bir halden, daha üstün olan başka bir hale geçiyordu. İstiğfar
edişi de bundan ötürü idi.
3)
Gayn: Muhabbet merhalelerinde ilerlerken
Hz.Resulullah'ın kendinden geçecek derecede muhabbet şarabından mest
olması halidir. Efendimiz yakaza (uyanıklık, sahv) alemine geldiğinde, bu
sahvdan ötürü "istiğfar ederdi. Bu,.hakikat erbabının (tasavvuf ehlinin)
izahıdır.
4) Bu, zahir
alimlerinin te'vilidir ki buna göre kalb, düşünceye ve akla gelen
vesveselerden, şehevi arzulardan, çeşitli temayüllerden ve isteklerden hali
olamaz. Bundan dolayı, bu şeyleri savuşturmak için Rabbinden yardım ister.
f- Ebu
Hureyre (r.a.), Hz.Ömer (r.a.)'ın:
"Allah'a nasuh
bir tevbe ile tevbe ediniz" ayeti hakkında şöyle dediğini söylemiştir:
Böyle tevbe yapan kimse, günah işleyip tevbe eden ve ne o günahı işlemeyi ne de
ona geri dönmeyi istemeyen kimsedir. İbn Mes'ud (r.a.) ise bu kimsenin, günahı
terkedip de asla ona dönmemeye azmeden kimse olduğunu söylemiştir.
g-
Hz.Peygamber (s.a.s.), Allah Teala'nın meleklerine şöyle dediğini nakletmiştir:
"Kulum bir iyilik
yapmaya niyet ederse, ona bir iyilik yazın. Eğer niyet ettiği o işi yapar ise
ona on misli sevab yazın. Eğer bir kötülüğe niyet eder ve o kötülüğü yaparsa
onu bir kötülük olarak yazın. Eğer onu yapmaz ise, o kuluma bu terkine karşılık
bir iyilik yazın'1 Bu hadisi Müslim Sahihinde rivayet etmiştir.
h- Rivayet
edildiğine göre, Cebrail (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)'în "Ey affı kerîm ve
çok olan'biye dua ettiğini duyar ve ona "Affın kerîm ve çok olması"
ne demektir, biliyor musun?" diye sorar. Bunun üzerine, İbrahim (a.s.):
"Hayır Ey Cibril" deyince, Cebrail, "Bu, kötülüğü affedip, onun
yerine bir hasene (iyiliği) yazmaktır " der.
ı- Ebu
Hureyre (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)'den şu hadisi nakletmiştir:
'Her kim gününü hayır
ile açar ve hayır ile tamamlarsa, Allah Teala meleklerine şöyle der: "Şu
hayırlarının arasında işlediği günahları kuluma yazmayınız."
k- Ebu Said
el-Hudri, Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Sizden öncekiler
içinde doksandokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bu adam yeryüzündeki en akûh
insanın kim olduğunu sorunca, onu bir rahibe yolladılar. Hemen rahibin yanma
giden bu adam onar doksandokuz kişi öldürdüğünü, katil bir kimsenin tevbesinin
olup olmadığım sordu. Rahib "Hayır" deyince onu da öldürüp sayıyı
yüze tamamladı.
Sonra yine
yeryüzünün en bilgilisinin kim olduğunu sorunca, onu âlim bir zata yolladılar.
Alim zata gelince, yüz kişi öldürdüğünüzü durumda tevbe edip edemiyeceğini
sordu. O da "Evet senin ile tevben arasına kim girebilir? Falanca yere
git, orada Allah'a ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla beraber Allah'a
ibadet et ve sakın kendi yurduna dönme, çünkü senin memleketin kötülükler
yurdudur " dedi.
Adam bu söz üzerine
oraya doğru yola çıktı. Yolu yarıladığında kendisine ölüm erişti.
Rahmet melekleri ile
azab melekleri onun hakkında çekişerek, rahmet melekleri "O tevbe etmiş ve
kalbiyle Allah a yönelmiş olarak geldi "; azab melekleri de "o, henüz
hiçbir hayır işlemedi " dediler.
Derken onların
yanına, insan şekline girmiş bir melek gelerek, aralarına katıldı ve onlara,'
'(Geldiği ve gittiği) iki yer arasındaki uzaklığı ölçün. Adam hangi yere daha
yakın ise oraya aittir " dedi. Bunun üzerine melekler mesafeleri
ölçtüklerinde, adamı arzu ettiği beldeye bir karış daha yakın buldular ve onun
ruhunu Rahmet melekleri aldı. "Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
I) Sabit
el-Benani şöyle demiştir: Bize ulaştığına göre iblis, Ya Rabbi, sen Âdem'i
yarattın, benimle onun arasına bir düşmanlık koydun. Öyleyse beni ona ve soyuna
musallat et (onlara karşı bana imkan ver).Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Onların sinelerini senin meskenin yaptım " deyince, iblis:
"Rabbim bunu arttır " demiştir. Cenab-ı Hak da: "Doğan her
insana karşılık senin on çocuğun doğacak " buyurur, iblis: "Daha da
arttr ey Rabbim " deyince, Cenab-ı Hak, "Sen, onun (insanoğlunun)
damarlarında, kanının dolaştığı gibi dolaşabileceksin" der. Bunun üzerine
iblis: "Rabbim daha da artır " deyince, Cenab-ı Hak:
"Onlara
karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar, mallarına ve evladlanna ortak
ol "(isra, 64) buyurur.
Sabit el-Benani sözüne
devamla şöyle der: "O zaman Adem (a.s.) İblisi Rabbine şikayet ederek,
"Ey Rabbim, İblisi yaratıp benimle onun arasına bir düşmanlık ve kin
soktun, onu bana ve soyuma musallat ettin; senin yardımın olmadan ben onunla
başedemem " dedi. Cenab-ı Hak'da şöyle buyurdu: "Senin, doğan her
çocuğuna, onu kötü arkadaşlarından (şeytanlardan) koruyacak iki melek
görevlendirdim " dedi. Adem (a.s.), "Rabbim bunu arttır "
deyince, Cenab-ı Hak, "Bir iyiliğe on iyilik (sevab) ile karşılık
verilecek," buyurdu. Hz.Adem (a.s.) "Daha da artır Ya Rabbi:"
deyince Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Canları çıkmadıkça, senin soyunun
tevbesini kabul edeceğim."
m- Ebu Musa
el-Eş'ari (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)'în şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Allah-u Teala, gündüz günah işleyen tevbe etsin diye geceleyin, gece
günah işleyen tevbe etsin diye gündüzün (rahmet) elini uzatır. Bu, güneş
batıdan doğana (kıyamete) kadar böyle sürecektir." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
n- Ali b.Ebi Talib (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben,
Resulullah (s.a.s.)'dan bir söz duyduğum zaman, Allah beni ondan dilediği kadar
faydalandırdı. Ashabdan birisi bana bir hadis rivayet ettiğinde, ondan yemin
etmesini ister, yemin edince söylediği hadisi doğru kabul ederim. Hz.Ebu Bekir
bana bir hadis rivayet etti, doğru da söyledi. Buna göre o, "Hz.Peygamber
(s.a.s.)'in şöyle dediğini duydum demiştir:
"Herhangi günah
işleyen bir kul, güzelce abdest alıp sonra kalkarak iki rekat namaz kilse ve
Allah Teala 'ya istiğfar etse, mutlaka günahı bağışlanır. Bundan sonra
Peygamberimiz (s.a.s.);
"Bir çirkin günah
işledikleri veya kendilerine zulmettikleri zaman onlar, Allah'ı hatırlayarak
hemen günahlarının bağışlanmasını isterler (istiğfar eder/er)"(ah imran.
135) ayetini okudu.
o- Ebu Ümame
şöyle dedi: Bir gün Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanında oturuyordum, bir adam
çıkgeldi ve "Ey Allah'ın resulü ben, cezayı gerektiren bir suç işledim, o
cezayı (haddi) bana uygula" dedi. Ebu Umame (r.a.) sözüne şöyle devam
etti. Hz.Peygamber (s.a.s.) buna aldırmadı. Adam sonra döndü yine aynı şeyi
söyledi. Namaz kılındı, Hz.Peygamber (s.a.s.) içeri gitti, namaz kıldı ve sonra
tekrar cemaatın yanına çıktı. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanında yürüyordum, adam
da peşinden geliyordu ve "Ya Resulullah, ben haddi (cezayı) gerektiren bir suç işledim, o haddi
bana uygula" diyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Sen
evinden çıkarken abdest ahp, onu güzelce almadın mı?" deyince, adam:
"Evet, Ya Resulullah" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s): "Sen bizim
ile birlikte şu namazda bulunmadın mı?" diye sordu. 0, "Evet, Ya
Resulullah" dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine: "Şüphesiz Allah senin
cezanı (günahını) atfetmiştir" buyurdu. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
ö) Abdullah İbn Mesûd şöyle dedi: Bir adam, Hz. Peygambere gelerek şöyle
dedi, Ya Resulullah, ben şehrin çok uzak yerinden olan bir kadınla birlikte
oldum, ona dokunmaksızın benden bir su geldi. İşte ben geldim, hakkımda
dilediğini yap! Bunun üzerine Hz. Ömer ona şayet sen bunu açığa vurmasaydın,
andolsun ki, Allah da senin bu kusurunu saklardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
herhangi bir şey söylemedi. Böylece adam, kalkıp gitti. Bunu müteakiben Hz.
peygamber adamı çağırarak ona:
"Gündüzün
iki ucunda ve geceye yakın birvakitte namaz kıl! Muhakkak ki iyilikler,
kötülükleri götürür" (Hud, 114) âyetini okudu. Bunun üzerine, orada
bulunanlardan birisi kalkarak: Ya Resulullah, bu âyet sadece ona mı mahsus?
deyince, Hz. Peygamber; "Hayır, bilakis herkes İçindir" buyurdular.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
p) Ebu
Hüreyre'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Bir kul günah
işledi de, bunun üzerine "Ya Rabbll ben bir günah işledim, beni
bağışla" dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah: "Kulum, kendisini
bağışlayan ve onu sorumlu tutan bir Rabbinin olduğunu ikrar etti" dedi ve
onu bağışladı. Sonra, Allah'ın dilediği bir süre geçtikten sonra, tekrar bir
günah işledi. Bunun üzerine, "Ey Rabbim, ben başka bir günah işledim, beni
bağışla!" dedi Allah da, "Kulum, kendisini bağışlayan ve onu sorumlu
tutan Rabbinin olduğunu ikrar etti"
dedi ve onu bağışladı. Yine, Allah'ın dilediği :adar bir zaman geçtikten sonra,
tekrar bir günah işledi. Bunun üzerine, "Ya labbi, ben yine başka bir
günah işledim" deyince Rabbİ "Kulum, günahlarını bağışlayan ve onu
sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu ikrar etti" dedi. onra da, Rabbi
ona, "Kulumu bağışladım, dilediğini yapsın!" dedi. Bu hadisi tuhari
ve Müslim, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir.
r- Hz.Ebu
Bekr, Hz.Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
f-
"Günde yetmiş defa bile tekrar günah işlese, istiğfar eden kimse, günahta
ısrar etmiş olmaz"
s- Ebu
Eyyüb, "Allah'ın Resulünden duyduğum bir şeyi sizden saklamıştım. O, şöyle
buyurmuştu: "Eğer siz günah işleyip de Allah'dan mağfiret taleb etmemiş
olsaydınız, Allahu Teala, günah isleyip de kendisinden mağfiret isteyen, Allah'ın
da hemen kendilerini bağışlayacağı varlıklar yaratırdı.[31]
t- Abdullah
b.Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: "Biz bir ara Resulullah'ın yanında idik. Tam o
sırada, üzerinde bir elbise ve elinde üzerine yumulduğu bir şey bulunan bir
adam geldi ve "Ya Resulallah.oen bir koruluğa uğradım. Orada kuş yavrusu
sesleri duydum ve onları yakalayıp elbisemin,içine koydum. Tam bu sırada
onların anneleri gelip, başımın üstünde dönmeye başladı. Bu sırada ben onları
annelerine gösterdim. Derken anneleri gelip o'nlahn üstüne kondu. Ben de onu da
yakalayıp hepsini elbisemin içine koydum. İşte onlar" dedi. Hz.Peygamber
(s.a.s.) de: 'Bırak onları" dedi. Adam da bıraktı ama anneleri onlardan
ayrılmadı. Hz.Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine "Kuş yavrularının
annelerinin, yavrularına olan şefkatine şaşıyor musunuz.?" dedi, sahabe de
"Evet" diye cevab verdiler. Hz.Peygamber (s.a.s.) de:
"Muhammed'in camkudretelinde olan Allah'a yemin ederim ki (veya şöyle
dedi: Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki) Cenab-ı Hak
kesinlikte, bu yavruların anasının yavrularına şefkatinden, kullarına daha
merhametlidir. Onları götür, anneleri ile birlikte aldığın yere götür"
dedi. Böylece adam da onları götürdü."
u- Ebu
Müslim el-Havlani Ebu Zer (r.a.)'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'den O'nun da Cebrail
(a.s.) vasıtası ile Cenab-ı Allah'dan şu hadisi kutsiyi naklettiğini
söylemiştir:
"Ey kullarım, ben
zulmü kendime haram kıldım, onu aranızda da haram kıldım. Binaenaleyh
birbirinize zulmetmeyiniz.
Ey kullarım siz gece
gündüz hata İşliyorsunuz. Ben ise sizi bağışlıyorum. Buna aldırmıyorum, önemi
yok.
Ey kullarım, benim
doyurduklarım dışında hepiniz açsınız. Binaenaleyh benden sizi doyurmamı
isteyin ki sizi doyurayım.
Ey kullarım benim
giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaksınız. Binaenaleyh benden sizi giydirmemi
isteyin ki sizi giydireyim.
Ey kullarım
Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz, en
müttakinizin kalbi üzere bulunsanız, bu hâl benim mülküme hiçbirşey katmaz.
Ey kullarım,
öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz, en
günahkârınızın kalbi üzere bulunsanız, bu hâl benim mülkümden herhangi bir şey
eksiltmez.
Ey kullarım
Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz yüksek bir
yerde toplansa ve benden dilekte bulunsalar, ben de herbirinize istediğini
versem, bu benim mülkümden ancak, bir denize, bir defa daldırılan iğnenin
denizden eksilteceği su kadar bir şey eksiltir.
Ey kullarım bunlar
ancak sizin amellerinizdir. Onları sizin için muhafaza ediyorum. Kime bir hayır
ulaşırsa Allah'a hamdetsin. Kim de bir şerre uğrarsa, o kendinden başka kimseyi
kınamasın.[32] Ebu İdris bu hadisi rivayet ettiği zaman buna
saygısından dolayı diz çöktü.
[33]
Bu husustaki,
büyüklerin sözlerine gelince;
Zü'n-Nun'a tevbenin
manası sorulunca şöyle dedi: Tevbe altı şeyi ihtiva eder.
a- Geçmişte
yaptığına pişmanlık duymak.
b- Gelecekte
günah yapmamaya kesinkes azmetmek.
c- Allah ile
kendi arasında olan yapmadığı farzları eda etmek.
d- İnsanların
mallan ve ırzları ile ilgili olarak yaptığı haksızlıklar sahiblerine telafi
etmek,
e- Haram
yiyerek elde ettiği her damla kanı ve eti eritmek.
f- Bedene,
günahların tatlılığını tattığı gibi, itaatlerin acısını da tattırmak.
Ahmed b.Haris şöyle
demiştir:
"Ey günahkâr tevbe
etme zamanın gelmedi mi? Ey günahkâr, şüphesiz ki günahlar amel defterlerine
yazılmıştır. Ey günahkâr, sen günahların yüzünden kabirde sıkıntı çekeceksin ve
yarın günahlarından dolayı hesaba çekileceksin."
[34]
2) Ayetin
faydalarından birisi de şudur: Adem (a.s.), şanı yüce olduğu halde tevbe
etmekten kendisini müstağni saymayınca, içimizden birinin bunu yapması haydi
haydi gereklidir.
3)
Zellesinden dolayı Hz.Adem'den zuhur eden göz yaşları, bizim için de bir uyarıdır.
Çünkü biz, ağlamaya Hz.Adem'den daha çok muhtacız. Hz.Peygamber'den rivayet
olunduğuna göre o, şöyle buyurmuştur:
"Eğer, bütün
dünya insanlarının ağlamastyia Davud (a.s.)'un ağlaması yanyana getirilseydi
Davud (a.s.) un ağlaması daha çok olurdu. Eğer, bütün dünya insanlarının
ağlaması ve Davud (a.s.)'un ağlaması, Nûh (a.s.)'un ağlamasryla yanyana
getirilseydi, Nûh (a.s.)'un ağlaması daha çok olurdu. Şayet bütün dünya
insanlarının, Davud (a.s.)'un ve Nûh (a.s.)'un ağlamaları, günahından dolayı
Hz.Adem'in ağlamasıyla yan yana getirilseydi, Hz.Adem'tn ağlaması daha fazla
olurdu."
[35]
Cenab-ı Hak, sadece,
Havva'nın tevbesiyle değil de, Adem (a.s.)'ın tevbesini zikretmekle yetindi.
Çünkü Havva, Hz.Adem'e
tabi idi. Bu sebeple, Kur'an-ı Kerim'de ve sünnette, kadınlar zikredilmeksizin,
erkeklerin zik-riyle yetinilmiştir. Cenab-ı Hak, bu meyanda olmak üzere:
“Rabbimiz,
biz nefislerimize zulmettik” (Araf, 23) ayetinde zikretmiştir.[36]
"Cennetten
hepiniz ininr dedik. Eğer size benden bir hidâyet geldiği zaman, İşte benim
hidayetime kim tabi olursa, onlara hiçbir korku yoktur; onlar
hüzünlenmiyecekler de "(Bakara, 38)
Bu ayette birçok
mesele bulunmaktadır:[37]
Âlimler, inmeyle
ilgili emrin tekrar edilmesinin faydası hususunda iki şey zikretmişlerdir.
a) Cübbaî,
birinci inişin, ikinci inişin aynısı olmadığını söylemiştir. Buna göre ilk
iniş, cennetten dünya semasına;
ikinci iniş de dünya semasından yeryüzüne inişttir. Bu görüş iki
bakımdan zayıftır.
1) Cenab-ı
Hak birinci iniş hakkında:
"Sizin için
yeıyüzünde karar kılacaksınız bir yer vardır." (Bakara, 36) buyurmuştur.
Etajer, yeryüzündeki istikrar ikinci iniş ile meydana gelmiş
olsaydı, Cenab-ı
Hakk'ın: ayetinin ikinci inişin peşinden zikredilmesi daha evla olurdu.
2) Cenâb-ı
Hak, ikinci iniş hakkında buyurmuştur. daki zamir, cennete aıittir. Bu da,
ikinci inişin cennetten olduğunu gösterir.
b- Bu
tekrar, tekid için yapılmıştır. Bana göre bu hususta, bu iki izahtan daha
kuvvetli olan bir üçüncü izah tarzı vardır ki, o da şudur: Hz.Adem ve Havva,
zelleyi işleyince inme emri verildi. Onlar da inme emrinden sonra tevbe ettiler
ve kîilblerine, inişlerinin sebebinin zelle olduğu; tevbe ettikten sonra bu
emrin hükmünün kalkacağı gibi düşünceler geldi. Böylece Cenab-ı Hak, onların
cennetten inmeleriyle alakalı emrin yaptıkları zelleye mukabil bir eza olmadığı
için zellenin yok olmasıyla emrin de yok olmayacağını, daha doğrusu inmeyle
ilgili emrin tevbeden sonra da devam edeceğini bilsinler diye, bu inmeyle
ilgili emri tekrar etmiştir. Çünkü inmeyi emir, Cenab-ı Hakk'ın
"Muhakkak ki ben,
yeryüzünde bir halife yaratacağım "(Bakara. 30) ayetinde geçen va'di
gerçekleştirmek için vuku bulmuştur.Buna göre şayet,"Birinci şartın cevabı
nedir?"denilirse deriz ki, ikinci şart cümlesi cevabıyla birlikte birinci
şartın cevabıdır. Tıpkı senin Eğer bana gelirsen, ve gücüm de yeterse, sana
ihsanda bulunurum" demen gibi.
[38]
Haberlerde rivayet
olunduğuna göre Hz.Adem Hindistan'a, Havva Cidde'ye, iblis Basra'ya birkaç
İnilen Yerlerin Adları mil uzak olan
bir yere ve yılan da İsfehan'a İndirilmişlerdir.
[39]
kelimesi hakkında
birkaç vecih bulunmaktadır.
1) Bundan
maksat, her türlü delalet ve beyandır. Buna göre lafzının şümulüne hem akli
deliller, hem de Hz. Peygambere indirilen her türlü söz dahildir. Hidayet
lafzının zikredilmiş olmasında, Allah'ın Hz.Adem'le Havva'ya çok büyük nimetler
vermiş olduğuna bir tenbih bulunmaktadır. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur.
"Şayet sizi cennetten yeryüzüne indirdiysem, devamlı olacak bir şekilde
sizi tekrar cennete ileteceğimden ötürü, size in'amda bulundum."
Hasan el-Basri şöyle
demiştir. Hz.Âdem (a.s.) yeryüzüne indirilince, Cenab-ı Hak kendisine
vahyederek, "Ey Adem, dört haslet vardır ki, senin ve zürriyetinle ilgili
bütün hususlar bunlarda mevcuttur:
a- Benimle
ilgili olan,
b- Seninle
ilgili olan,
c- Benimle
senin aramızda olan ve,
d- Seninle
insanlar arasında olan hususlar. Benim için olana gelince, bu senin bana ibadet
edip, hiçbir şeyi bana ortak koşmamandır. Senin için olana gelince bu,
çatıştığında ücretine nail olmandır. Benimle senin aramızda olana gelince, bu,
senin dua, benim de duayı kabul etmemdir. Seninle insanlar arasında olana
gelince, onların sana nasıl dost olmalarını istiyorsan, senin de onlara o
şekilde dost olmandır.
2) Ebu
Aliye'den rivayet olunduğuna göre, ayette geçen joAi lafzından maksat,
Peygamberlerdir. Bu mana ancak, Cenâb-ı Hakk'ın
âyetiyle hitab
edilenler, Hz.Adem'den başkaları olursa, tamam olur. Hz.Adem'den başkası ise,
O'nun zürriyetidir. Netice olarak diyebiliriz ki, böyle bir açıklama, delil
olmaksızın ayete muhatab olanların, Adem'in zürriyeti, Huda kelimesinin de
muayyen bir nevi yani peygamberler olarak tahsis edilmesini gerektirir.
[40]
Cenab-ı Hak,
emredilene yönelmek, haram kılınandan da kaçınmakla amel edip, bilerek ve tam
hakkım vererek hidayetine tabi olan herkesin, herhangi bir korku ve keder
bulunmayan bir hale intikal edeceğini beyan Duyurmuştur. Bu cümle kısa olmasına
rağmen, birçok manayı içine almaktadır. Bütün akli ve şer'i deliller, keza
ilave açıklamalarla olan nimetler ve keza bu nimetleri nimet yapan akıl ve
nimetlerden istifade imkanları (temekkün) gibi bütün hususlar buyruğundaki
"hidayet" mefhumuna dahildir. Cenab-ı Hakk'ın "Herkim hidâyetime
tâbi r*ursa" ayeti, delilleri bî hakkın düşünmeye, onları tefekkür etmeye,
onlardan bigiler istihraç etmeye ve onlarla amel etmeye şamildir. Yine bu,
bütün terüifleri İhtiva eder. Keza Cenab-ı Hakk'ın "Onlara ne
Tir korku vardır, ne
de onlar mahzun olacaklardır" buyruğu, Allah'ın kullarına hazırlamış
olduğu şeylerin tamamını içine alır. Çünkü korkunun kalkması afetlerin
tamamından emin olmayı içerir. Hüznün kalkması ise, oûtün lezzetlere ve
maksatlara ulaşmayı gerektirir. Allah, korkunun üulunmamasını, hüznün
bulunmamasından önce söyledi. Çünkü olmaması tereken şeyin bulunmaması ve
gitmesi, olması gereken şeyi istemekden gelir. Bu da, Allah'a itaat eden
mükellefe kabirde, yeniden diriliş anında, mahşer yerinde duruşta, sahifeler
(amel defterleri) uçuştuğunda, teraziler konulduğunda, Sırat köprüsünde hiçbir
korkunun olmayacağını gösterir. Çünkü Hak Teala, "Onlan en
büyük korku hüzünlendtrmez. Ve
onları melekler karşılayarak, işte va'dolunduğunuz gün budur,(derler)''(Enbiya,
103) buyurmuştur.
Kelamcılardan bir
kısmı "kıyametin dehşetinin kâfir ve fasıklara yetiştiği gibi, müminlere
de erişeceğini söylemişlerdirrçünkü Cenab-ı Hak; "O günde, çocuğunu
emziren her kadının, emzirdiği çocuğunu unuttuğunu görürsün "(Hac. 2)
buyurmuştur. Yine bu haller ortadan kalkıp, müminler cennete ve Alah'ın
rızasına nail olunca, daha önce geçmiş olanlar sanki olmamış gibi olur. Belki
de çoğu kez, nimetlerden taddığı lezzete bir ilave olur. Bu görüş zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın
âyeti ayetinden daha hususidir. Hususi olan ise, umumi olandan önce gelir.
İbn Zeyd ise şöyle
demiştir: "Onlar için, önlerinde herhangi bir korku yoktur. İnsana ölürken
en büyük gelen korku ölümden sonrasıdır. Allah işte böylece onları bu korkudan
emin kıldı ve sonra dünyadan dolayı onları teselli etti de, ölüp dünyadan
ayrıldıktan sonra geride bıraktıkları hakkında "Onlar
hüzünlenmeyeceklerdtr de"(Bakara, 38) buyurmuştur. Eğer, denilirse ki:
"Allah Teala'nın "Kîm benim hidayetime tabi olursa, işte onlara ne
bir korku vardır, ne de hüzünleneceklerdir" ayeti, hem dünyada hem de
ahirette onlar için hiç bir korkunun olmamasını gerektirir. Oysaki durum böyle
değildir. Çünkü hem korku, hem de hüzün dünyada mü'minler için, kâfirlere
nazaran daha çok bulunmaktadır. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.
"Belalar peygamberlere, sonra velilere, sonra da derece itibarı ile onlara
yakın olanlara has kılınmıştır." Yine mü'min, ibadetlerini hakkıyla
yaptığına dair kesin hükmedemez. Binaenaleyh her halükârda kusurlu olma korkusu
vardır. Yine aynı şekilde kötü akıbet (imansız ölme) korkusu da söz konusudur.
Cevaben deriz ki:
"Sözün
karineleri, korku ve hüznün olmayışından maksadın, bunların dünyada değil
ahirette olmayacağı manası olduğunu gösterir" İşte bu sebebten ötürü,
cennetliklerin, cennete girerken şöyle diyeceklerini Cenab-ı Allah
nakletmiştir:
"Bizden hüznümüzü
gideren Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz Rabbfmfz çok bağışlayıcı ve çok nimet
vericidir"(Fatır, 34). Yani,
Allah, bizden, içine düştüğümüz korkuyu ve dünyada iken, şu
anda elde ettiğimiz ikramını elde edemeyeceğimize dair korkumuzu bizden
kaldırdı.
[41]
Kadı şu birçok şeye delil olduğunu söylemiştir:
a-"
Hidayete erme olmadığı halde hidayet mevcut olabilir. İşte bu sebeble Cenab-ı
Hak "Kim benim hidayetime uyarsa..." buyurmuştur,
b- Bu ayet,
bilgilerin zaruri olduğunu söyleyen görüşün yanlışlığına delildir.
c- Hidayete
tabi olmak, cennete hak kazandırır.
d- Taklid,
geçersizdir. Çünkü mukallid, hidayete tabi olmuş olmaz.
[42]
"İnkâr edenler ve
âyetlerimizi yalanlayanlar (yok mu,) işte onlar cehennemin yaranı (arkadaşları)
dırlar. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır" (Bakara, 39).
Allahu Teâlâ, hidâyete
uyanlara azapdan ve kederden "emin olma" va'dinde bulununca, peşisıra
ebedî azabı hazırladığı kimselerden bahsederek, "İnkâr edenler ve
âyetlerimizi yalanlayanlar" ister insanlardan ister cinlerden olsunlar,
ebedi cehennem yâryânı olacaklardır" buyurmuştur.
Azab vermenin (aklen)
uygun olup olmadığına, Keza makul olması halinde devamlı olmasının münasip olup
olmadığı konusu: Cenab-ı Hakk: "Onların gözünde bir perde bulunmaktadır;
onlar için büyük bir azâb vardır" (Bakara. 7) ayetinin tefsirinde
geçmişti. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın insanoğullarıntn tamamına in'am ettiği
nimetlerine delâlet eden ayetlerin sonuncusudur. Bunlar, bütün nimetlerin
sonradan meydana gelmesi, dolayısıyla onları meydana getiren bir yaratıcının
mutlaka bulunması bakımından Tevhide; Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, her hangi bir öğrenimde
bulunmaksızın herhangi bir kimsenin de talebesi olmaksızın, Tevrat ve İncil'de
bulunanlara uygun olarak nübüvvetten haber vermiş olması bakımından nübüvvete;
ilk olarak bu varlıkları yaratmaya kadir Allah'ın, onları yeniden yaratmaya
muktedir olması bakımından da ahiret âlemine delâlet etmektedir. Muvaffakiyet
Allah'tandır.
Ey israîloğullan,
sizlere in'âm etmiş olduğum nimetleri hatırlayınız. Benim ahdime vefa gösterin,
ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve yalnız benden korkun"
(Bakara, 40).
[43]
Bil ki, Hak Teâla önce
tevhide, nübüvvete ve âhirete dair delilleri serdedip peşinden bütün insanlara
şamil olan nimetleri zikredince, bunu müteakiben, önceki nimetleri hatırlatmak
suretiyle inadlarınt ve direnmelerini kırmak, bunlar vasıtasıyla onların
kalbini Hakk'a meylettirmek ve gaybden haber vermiş olmaları cihetiyle,
Hz.Muhammet (s.a.s.)'in nübüvvetine dalalet eden hususlara tenbihatta bulunmak
amacıyla yahudilerin atalarına verilmiş olan nimetleri zikretmiştir.
Cenab-ı Hak bu nimetleri önce toplu olarak
hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur:
"Ey
İsratioğüllan, size in'am ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve benim ahdime vefa
gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim"(Bakara, 40).
Hz.Muhammed (s.a.s.)'e iman etmeye dair emri de, bu nimetleri hatırlatmaya
dayandırarak şöyle buyurmuştur:
"Ve, yanınızda
olanı doğrulayıcı olmak üzere indirmiş olduğum Kur'an'a da iman
ed/n"(Bakara, 41). Sonraysa, onları Kur'an'a iman etmekten alıkoyan
şeyleri zikretmiştir. Daha sonra bu nimetleri ikinci kez toptu olarak
hatırlatmış ve şöyle demiştir:
"Ey
İsratioğulları, size in'am ettiğim nimetleri hatırlayın "(Bakara, 47). Ki
bu, onların ne kadar fazla gafil olduklarına dikkat çekmek içindir.
Cenab-ı Hak bu
hatırlatmanın peşinden:
"Öyle bir günden
korkunuz ki, o günde hiç kimse başkası için bir şey Ödeyemez. O nefisten, bir
şefaat kabul edilmez. Onlardan bir fidye de alınmaz. Yardım edilmez onlara
"(Bakara, 48) ayetindeki müessir korkutmaya bitişik olarak gelmiş olan, şu
etkili teşviki ve tergîbi getirmiştir:
"Ve benim sizi,
bütün alemlere üstün
klldlğimi...'
'(Bakara. 47).
Cenab-ı Hak, bundan
sonra tafsilatlı olarak nimetleri saymaya başlar. Her kim teemmül eder ve
insaflı olursa, davet etmek isteyen ve dinleyenin kalbinde bir inanç meydana
getirmek isteyen kimse için, bu tertibin son derece güzel olduğunu anlar. Madem
ki bu mukaddimeyi bitirdik, artık Allah'ın yardımıyla, ayetin tefsiri hakkında
konuşabiliriz.
"Ey
İsrailoğulları, size olan nimetlerimi hatırlayın. Benim ahdime vefa gösterin ki
ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve ancak benden korkun "(Bakara,
40). Bil ki bu ayette birçok mesele vardır;
[44]
Müfessirler,
"İsrail"in, Yakub b.İshak b.İbrahim olduğunda ittifak ettiler. Onlar
şöyle derler: İsrail'in manası Abdullah (Allah'ın kulu) dır. Çünkü
"İsra" İbranicede "Kul" manasında, "îl" de Allah
manasındadır. "Cibril" ve "Mikail" de aynı şekilde Allah'ın
kulu manasına gelmektedir. Kaffal da
şöyle demiştir:
"İsra" kelimesinin İbranice'de insan manasına geldiği söylenmiştir.
Sanki buna göre, "İsrail" kelimesi ile "Allah'ın adamı"
denilmektedir. Cenâb-ı Allah'ın (Ey İsrâiloğulları!) hitabı Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in günlerinde Medine'de bulunan Ya'kub (a.s.)'un soyundan gelmiş olan
yahudi topluluğunadır.
[45]
"Nimet"
şöyle tarif edilir: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan faydadır."
Bazıları: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan, verilen güzel menfaat ve
faydadır " demişlerdir. Bu tarifi yapanlar şöyle demişlerdir'.'Biz bu
tarifte "güzel" kelimesini ilave ettik. Çünkü nimet ile, nimeti veren
şükre müstehak olur. Eğer o kötü bir şey olursa, zaman şükre müstehak
olunmaz." Doğrusu tarife böyle bir kayıd (ilave) gerekmez. Çünkü,
yapılması mahzurlu bile olsa, ihsan yapma ile şükre müstehak olunması caizdir.
Çünkü şükre müstehak olma yönü, kınamaya ve cezaya müstehak olma yönünden
başkadır. Binaenaleyh bunların birarada bulunmalarında ne imkansızlık vardır?
Baksana, fasık iyilik yapması ile şükre (teşekküre), günahı ile de zemme
(kınamaya) müstehak olmaktadır. Öyle ise burada da durumun aynı olması niçin
caiz olmasın?
Biz yine
"nimef'in tarifini izaha dönelim. Biz diyoruz ki: Bizim "menfaat,
fayda"sözümüze gelince, bu böyledir. Çünkü sırf zarar olan bir şeyin nimet
olması caiz değildir. Yine bizim "İhsan etme yolu ile" sözümüze
gelince, bu da böyledir. Çünkü şayet o bir menfaat olsa ve onu yapan da, mesela
cariyesine kâr getirmesi için ihsanda bulunan kimse gibi, iyilik yaptığı kimsenin
değil de kendisinin faydasını kasdetmiş olsa veya iyilik yaptığı kimseyi
öldürmek için ona zehirli hurma tatlısı yediren kimse gibi, iyilik yaptığı
kimsenin bir zarara girmesini ve bir tuzağa düşmesini kastetmiş olsa, bu
yaptığı nimet olmaz. Ama menfaat başkasına iyilik yapma kastı ile yapılmış
olursa, o zaman bu nimet olur. Nimetin tarifini iyi kavradığına göre, bununla
ilgili ikinci derece meselelere geçebiliriz.
[46]
1) Bil ki,
gece gündüz, dünyada ahirette bize ulaşan her türlü menfaati verme ve zararı
giderme, Cenab-ı Allah:
"Size olan
her nimet Allah'tandır"(Nahl, 53) buyurduğu gibi Hak Teala'dandır. Sonra
nimet üç kısımdır:
a- Sadece
Allah'ın verdiği nimet; mesela yaratma ve rızık verme gibi.
b- Allah'ın
o nimeti, nimet vereni yaratması, o nimeti verene nimet verme imkanı nasib
etmesi, nimet verende nimet verme gücünü ve sebebini yaratması, onu buna
muvaffak kılması ve iletmesi sebebi ile, Allah'tan başka biri vesilesi ile bize
ulaşan nimet. Bu nimet de aslında Cenab-ı Allah'tandır. Ne var ki Allah Teala,
onu bir kulu vasıtası ile verdiği için, bu kula teşekkür edilir. Ancak
hakikatte teşekkür edilen yine Hak Teala'dır. İşte bu sebeble
Cenab-ı Allah :
"Bana ve ana-babana şükret "(dedik)'"(Lokman, 14) buyurmuş, önce
kendisini zikretmiştir. Hz. Peygamber
"İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmemiş olur"[47]
buyurmuştur.
c- İbadetlerimiz
sebebi ile Allah'dan bize ulaşan nimetler. Bunlar da Allah Teala'dandır. Çünkü
Cenab-ı Hak, bizi ibadetlere muvaffak kılmasaydı, bize ibadetleri yapmada yardım
etmeseydi, bizi onlara iletmeseydi ve engelleri kaldırmasaydı, biz bu
nimetlerin hiçbirine ulaşamazdık. Buna göre, bütün nimetlerin, Allah'ın da
(Nahl, 53) buyurduğu gibi, Allah'dan olduğu ortaya çıkmıştır.
[48]
2) Allah'ın
kullarına olan nimetlerini, yine O'nun da: "Eğer Allah'ın nimetlerini
saymaya kalksanız, sayamazsınız"{Hm, 18) buyurduğu gibi, saymak ve
sınırlamak mümkün değildir. Bu mümkün olmaz. Çünkü, Hak Teala'nın bize verdiği,
istifade ettiğimiz nimet ve lezzetler, menfaatleri celbetme ve zararları
savuşturmada kullandığımız aza ve organlarımız, Allah'ın bu alemde yarattığı
şeylerden lezzet aldığımız ve Allah'ın varlığına delil getirdiğimiz ve bu
alemde gördüğümüz için günahlardan kaçınmamıza sebeb olan bütün şeyler
sayısızdır. Bütün bunlar birer menfaattir. Çünkü menfaat (fayda) ya lezzettir
veya lezzete vesile olan şeydir. Allah'ın yarattığı herşey de böyledir. Zira
kendisinden tad alınan herşey nimettir. Kendisinden lezzet (tad) duyulan ve
zararı gidermeye vesile olan şeyler de böyledir. Mevcut bir faydayı celbetmeyen
ve mevcut bir zararı gltieremeyen şeyler ise hakîm olan bir Yaratıcının
varlığına delil getirlmeye elverişlidir. Bu gibi şeyler, Cenab-ı Hakk'ı
tanımaya ve O'na itaat etmeye vesile olarak bulunmuş olur. Bunlar ise ebedi
lezzetlerin vesilesidirier. Böylece Allah'ın bütün mahlukatının kullarına birer
nimet olduğu ortaya çıkmış olur. Akıllar, eşyanın en küçüğündeki fayda ve
hikmetleri saymaktan aciz olunca, bütün alemdeki fayda ve hikmetleri sayıp
(ihata etmesi) nasıl mümkün
olur? Bu izah ile,
Allah'ın: âyetinin manası dosdoğru
anlaşılmış olur. Eğer, "Nimetler sonsuzdur, sınırsızdır. Sınırsız olan
şeyi ise kulun bilmesi imkansızdır. Daha nasıl Cenab-ı Allah: "Size in'am
ettiğim nimetimi hatırlayınız''(Bakara. 40) ayetinde, nimetlerini hatırlamayı
emretmiştir" denilirse, buna şöyle cevab veririz: Nimetler çeşit ve sayısı
itibarı ile sınırsızdır. Ancak cinsleri itibarı ile sınırlıdırlar. İşte onların
cinsleri itibarı ile sınırlı oluşları, hakîm bir Yaratıcının varlığını bulma
manasındaki hatırlama (tefekkür) için yeterlidir.
Bil ki hamde, övgüye
ve itaata müstehak olmak ancak nimetin verilmesi ile olduğu için, Cenab-ı
Hakk'ın bütün hamdedenlerin hamdine müstehak olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu
sebeble, HakTeala, putları yerme hususunda
"O putlar sizi
çağırdığınız (dua ettiğiniz) vakit duyuyorlar mı? Yahud size bir fayda ve zarar
veriyorlar mı?"(Şuâra. 72-73);
"O (müşrikler),
Allah'ı bırakıp, kendilerine ne fayda ne de zarar veren (putlara) ibadet ediyorlar"(Furkan.
55) ve:
"O halde hakka
hidayet edecek (Allah) mı kendisine uyulmaya daha layıktır, yoksa yol
gösterilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (o sahte tanrılar)
mı?"(Yunus, 35) buyurmuştur.
[49]
3) Allahu
Teala'nın kullarına ilk nimeti, onlara can vermesidir. Bunun delili: ' 'Allah
nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti.
Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sîzi O diriltecek ve nihayet yine Ona
döndürüleceksiniz. Yerde ne varsa hepsini sizin yararınıza yaratan, sonra göğe
yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur ve O herşeyl hakkıyla
bilendir"(Bakara. 28-29) ayetidir. Bu ayet, nimetlerin asıl olanının hayat
nimeti olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, nimetlerin ilki
olarak ancak hayat nimetini zikretmiş, peşinden de diğer nimetlerden
bahsetmiştir. Hak Teala mü'minlere dünya hayatının gayesinin, ahiret hayatı ve
uhrevi mükafaatlar olduğunu beyan etmek için hatırlatmada bulunmuştur. Yine O
(c.c), yarattığı şeylerin faydalanan ve faydalanılan diye iki kısma ayrıldığını
beyan buyurmuştur. Bu Mu'tezile'nin görüşüdür.
Ehl-i Sünnet ise şöyle
demiştir: Hak Teala faydalı şeyleri yarattığı gibi, zararlı şeyleri de
yaratmıştır. Allah'a itiraz etme hakkt yoktur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak
kendisini hem "Nafi" (fayda veren) hem de "Dârr" (zarar
veren) diye isimlendirmiştir. Sonra Cenab-ı Hakk'a "yaptıklarından
sorulmaz."
[50]
4) Mu'tezile
şöyle demiştir: Muhakkak ki Cenab-ı Hak, bütün mükelleflere hem dünyevi hem
dini nimetler vermiş ve hepsini dini ve dünyevi nimetleri hususunda eşit
kılmıştır. Dini nimetlerde bunun oluşu şundan dolayıdır. Kulun gücü yeten her
lütfü, muhakkak ki Allah onlara vermiş demektir. Cenab-ı Hakk'ın vermediği
lutuflar ise kulun kudreti dahilinde değildir. Çünkü Allah'ın kula vermediği
bir şeye, kul kadir olsaydı, o zaman mükellef (kul) bundan mes'ul olurdu.
Dünyevi nimetlere gelince bu, özellikle Bağdadlı kelamcıların görüşüne göre
böyledir. Çünkü onlara göre dünyevi hususta "Aslaha riayet etmek" (kulun menfaatine olan
şeyi yaratması) Allah'a vacibtir. Basralı kelamcılara göre ise bu, Allah'a
vacib değildir.
Ehl-i Sünnet ise
"Cenab-ı Allah kâfirleri cehennem ve ahirette azab etmek için yaratmıştır"
demişler ve, "Allah'ın dünyada kâfire nimeti var mtdır?" meselesinde
ihtilaf etmişlerdir. Bazılan "Dünyadaki bu azıcık nimetler ahirette
devamlı zarara sebeb olduğu için, dünyada kâfire bir nimet olmuş olmaz."
Çünkü helvaya zehir katan kimsenin, bu işi büyük bir zarara yol açacağı için,
helvayı yemeden meydana gelecek fayda nimet sayılmaz. İşte bu sebebten ötürü
Allah Teala:
"O kâfirler
kendilerine mühlet verişimizi kendileri için sakın hayırlı sanmasınlar. Biz
onlara ancak günahlarını artırmaları için mühlet vermişizdir"(Ali imran,
178) buyurmuştur" demişlerdir.
Bazı alimler de:
"Hak Teala, her ne kadar kâfire din nimeti vermemiş ise de, dünyevi
nimetler vermiştir." Bu Kadı Ebu Bekr el-Bakıllânî'nin görüşüdür. Bu, en
doğru görüştür. Bunun en doğru oluşuna birçok şey delalet eder.
[51]
a- Cenab-ı
Allah:
"Ey insanlar,
sizi ve sizden Öncekileri yaratan Rabbintze ibadet edin ki takva sahibi
olasınız. O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı
"(Bakara. 21-22) buyurmuş ve bu nimetlerden, yani yaratma ve rızık verme
nimetlerinden dolayı herkese Allah'a itaat etmesinin vacib olduğuna dair
tenbihde bulunmuştur.
b- Cenab-ı
Hak;
"Allah'ı nasıl
olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti. Sonra sizi
yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yine O'na
döndürüleceksiniz "(Bakara, 28) buyurmuştur. Cenab-ı Hak bu sözü,
nimetlerini sayma ve ihsanını hatırlatma sadedinde söylemiştir. Eğer Allah'ın
nimetlerinden herhangi birşey kâfirlere ufaşmamış olsaydı, bu söz doğru
olmazdı.
c- O:
' 'Ey
Israİloğulian size in 'am ettiğim nimetimi ve sizi bütün insanlara üstün
kılışımı hatırlayın "(Bakara, 47} buyurmuştur. Bu ayet, Allah'ın kâfirlere
nimet verdiğini açıkça göstermektedir. Çünkü bu ayetle hitab edilenler ehl-i
kitabtır ve bunlar kâfirlerdendir. Yine Allah'ın:
"Yine hatırlayın
o zamanı ki (yeni doğan) oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmak
suretiyle size işkencenin en kötüsünü yüklemekte devam eden Fir'avn
hanedanından sizi kurtarmıştık. Bunda sizin için Rabbinden büyük bir imtihan
vardı "(Bakara, 49) ayeti ve: "Hani Musa'ya, hidayete eresiniz diye
kitabi ve furkam vermiştik"{Bakara, 53) ayeti de böyledir. Bütün bunlar
Allah'ın kullarına olan nimetlerini saymaktadır.
d- Cenab-ı
Allah:
"Onlar görmediler
mi ki biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlara, kendilerine
vermediğimiz imkanları yeryüzünde vermiş ve gökten üstlerine bol bol (yağmur)
göndermiştik(En’am, 6) buyurmuştur.
e- Allah Teala:
"De ki:
Karanın ve denizin karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor? O'na gizli olarak
tazarru edip dua edersiniz: "Eğer bizi bundan selamete erdirirsen yemin
olsun ki şükredenlerden olacağız' '(dersiniz). De ki: Sizi ondan ve her
sıkıntıdan Allah kurtarır da sonra siz yine şirk koşarsınız"(En’am, 63-64)
buyurmuştur.
f- Cenab-ı
Allah:
"Andolsun sizi
yeryüzünde yerleştirmiş, sizin için orada bir çok geçim vasıtaları
yaratmışızdır. Ne az şükredersiniz!" (Araf, 10) ve İblis'in kıssasını
anlatırken (Ey Allah'ım) sen onların
çoğunu şükredici
bulamıyacaksm" {Arât, 17) buyurmuştur. Eğer Allah'ın kâfirlere bir nimeti
olmasa idi bu sözün bir manası olmazdı.
-
g-Allah Teâla:"Düşünün ki Allah sizi Ad kavminden
sonra hükümdarlar yaptı, yeryüzünde sizi yerleştirdi. O yerin ovalarında
köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz) Allah'ın
lütuflannı anm, yeryüzünde fesadcılar olup taşkınlık yapmayın," (A'râf,
74) buyurmuş ve Şu'ayb (a.s.)' den naklederek,
"Hani hatırlayın,
siz az idiniz de Allah sizi çoğaltmıştı'(Araf,86) Musa (a.s.)'dan naklederek
de:
"O (Musa,) şöyle
dedi: "Sizi alemlere üstün kılan O (Allah) olduğu halde, ben kalkıp size
başka bir ilah mı arayacağım! "(Araf,140)buyurmuştur,
h- Allah
Teala:
"Bunun sebebi
şudur: Bir kavim kendilerindeki (iyi hali) değiştirmedikçe, Cenab-ı Allah
onlara verdiği nimeti değiştirici değildir''(Entai. 53) buyurmuştur. Ayetin
manası aşikârdır.
i- Allah
Teala:
"O (Allah),
güneşi ziyaîı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için (aya)
menziller tayin edendir. Allah bunları ancak hak ile
yaratmıştır"<yunua, 5) buyurmuştur.
j- Allah
Teafa:
"İnsanlara,,
kendilerine dokunan sıkıntılardan sonra bir rahmet tatdırdığımız
zaman.."(Yunus, 21) buyurmuştur.
k- O şöyle
buyurmuştur:
"O, sizi
karada ve denizde gezdirendir. hatta sizi, gemilerde bulunduğunuz, onlar,
bunlan güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla
sevindikleri zaman ona şiddetli bir ûrtına gelip çatar. (Denizin) her yanından
kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepçevre kuşatılmışlardır.
(İşte o zaman) onlar Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak Allah'a
dua ederler. "Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz, şüphesiz
şükredenlerden olacağız" (derler.) Fakat (Allah) onları selamete erdirince
bakarsın ki yeryüzünde yine haksız yere taşkınlıkta bulunuyorlar "(Yunus
22-23)
I- Yine O,
"O (Allah),
geceyi sizin için bir örtü kılandır"'(Furkan. 47) ve ''O geceyi, içinde
sükûn ve İstirahat etmeniz içintgündüzü de apaydınlık yarafand/r"(Yunus,
67) buyurmuştur,
m- Allah
Teala:
' 'Allah 'm
nimetini kütür (inkar) ile değiştiren ve kavmlerine helak yurda (cehenneme)
götürüp konduranlara baksana! Onlar cehenneme yaşlanacaklardır. O ne kötü bir
karar yeridir "(ibrahim. 28-29) buyurmuştur.
n- Hak
Teala:
"Allah,
gökleri ve yeri yaratan, gökten yağmur indirip, onunla sizin için rızık olarak
meyveler çıkaran, size, Allah 'm izni ile denizde akıp gitsin diye gemileri
musahhar kılandır "(ibrahim, 32) buyurmuştur.
o- Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"Eğer Allah'ın nimetlerini
saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Hakikaten insan çok zulümkâr ve çok
nankördür"'(ibrahim. 34). Bu ayet, kâfirlere de Allah'ın nimetinin
olduğunu açıkça göstermektedir.
Bil ki bu meseledeki
ihtilaf, lafza dairdir. Bu böyledir. Çünkü, bu tür
şeylerde, yani
hayat, akıl, işitmek, görmek, çeşitli rızıkların Allah'tan olduğunda herhangi
bir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, bu tür faydaların peşinden ebedi zararlar
geldiği zaman, örfe göre, bu zararlara nimet isminin verilip verilemiyeceği
hususundadır. Bunun sırf lafza dair bir münakaşa olduğu bilinen bir husustur.
Mükellefin (yani
kulun) lezzet almadığı şeylerin, Yaratıcının varlığı, lütfü ve ihsanı hakkında
istidlalde bulunmak için yaratıldığına dair çeşitti deliller olup şunlardır:
1)
"Allah kendi emrinden olmak üzere, kullarından dilediğine ruhu
indirir"(Nahl,2) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, peygamberleri ancak
müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bir de kendisinin birliğine çağırmak ve O'nun
tevhidini ve adlini tasdik için yollamıştır. Sonra Cenab-ı Allah:
"Allah gökleri ve
yeri hak ile yarattı; o, şirk koştukları şeyden yüce ve münezzehtir, insanı bir
nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o> apaçık bir hasım
oluvermiş"(Nahl, 3-4) buyurmuş, böylece, kulun içine düştüğü küfrüne
rağmen onun sonradan yaratılmış olmasının Yaratıcının varlığına delalet eden en
büyük delillerden olduğunu açıklamıştır. Bu delil ise, kulun bir halden başka
bir hale geçişidir. Mesela onun nutfe olması, sonra tutunmuş damarlı bir parça
(alaka) olması, sonra da et parçası olması, yani onun nutfe hali olan en
değersiz durumundan apaçık bir hasım olma durumu olan en şerefli hale
utaşması...
Sonra Cenab-ı Hak, ona
olan muhtelif nimetlerini zikrederek şöyle buyurur:
"Davarları da
sizin için yaratmıştır; onlarda ısıtan şeylerle, birçok faydalar bulunur..
Onlardan yersiniz de;akşamleyin getirirken, sabahleyin de salıverirken, sizin
için onlarda bir güzellik bulunur. Yüklerinizi yüklenir, yan canınız tükenmeden
varamıyacağınız bir memlekete götürürler. Muhakkak ki Rabbiniz, çok şefkatli çok
merhametlidir. Hem onlara binmeniz için, hem de zinet için atları, katırları,
merkebteri yarattı... Bilmediğiniz daha neler yaratıyor! Doğru yolu bildirmek
Allah a aittir. Kimi yol ise eğridir. Allah dileseydi, hepinizi birden hidayete
erdirirdi. O, sizin için gökten su indirendir. İçecekler bundan, yaymakda
olduğunuz ot da bundandır"(Nahl,5-10) Bununla Allah Teala Dehriyyeye,ve
tabiatçılara reddiyede bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü Hak Teala, suyun ve
toprağın tek olduğunu beyan etmiş, buna rağmen renkler, tadlar ve kokular
farklı olmuştur. Sonra Allah;
"Geceyi ve
gündüzü emrinize verdi"(Nahl,12) buyurmuş, bununla de müneccimlere
(astrologlara) reddiyede bulunduğunu beyan etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, gece ve
gündüzün hareketinin ve aynı düzen üzerinde olmasın bunların sonradan
olduklarına delil olarak zikretmiş, böylece de O, bu ayetlerle alemde var olan
herşeyin mükellef (yani başta insan olarak kulluk i yükümlü) varlıklar için
olduğunu bildirmiştir. Çünkü alemde bulunan ve mükellefin zatından başka olan
her şeyden mükellef bir lezzet alıp, onun rahatlayıp huzur bulur. Böylece de,
mükellef için bundan sevinçler meydan
gelmiş olur. Veya mükellef, ondan dolayı bir külfeti yüklenmiş olur,
veyahu da mükellef ondan ibret alır. Mesela eziyet veren yılan ve akreb
cinsinder mahlukat gibi. Buna göre mükellef onlara bakarak, ahiretteki, çeşitli
azablar hatırlar ve böylece o azaba düşmekten sakınır ve yine bunun vasıtası
ile nimet veren yüce Allah'ın varlığına istidlal etmiş olur. Bu sebeple Cenâb-ı
Hakk'ır mahlûkatından hiçbiri bu faydaların dışında kalmaz. Sonra Hak Teala,
nimet verişinin büyüklüğüne ayetlerin sonunda, şöyle buyurarak dikkat çeker:
"Eğer Allah'ın
nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız"(Nahl,18).
2)
Cenab-ı Allah:
"Allah o
memleketi (size) bir ibret örneği olarak irad etti ki: O belde (daha önce)
korkudan emin ve sakin idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol
geliyordu. Fakat o, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de..."(Nahl, 112
buyurmuş ve bununla onlara ulaşan nimeti inkâr etmenin, nimetin gen alınmasına
sebeb olduğuna dikkat çekmiştir.
3)
Cenab-ı Allah "Karun Kıssası"nda:
"Allah'ın sana
ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun"(Kasas,77); "Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsini Allah'ın size müsahhar kıldığını açık ve gizli bir çok nimetlerini
size bol bol verdiğini görmedinizmi?"(Lokman, 20).
"O attığınız
meniye baksanıza! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz
miyiz?"(Vakı’a,58-59) ve tekrar tekrar geçen:
"Öyle ise
Babbinlzin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz! (Rahman süresindeki ayetlerde
geçen) bütün şeyler Allah'ın birer nimetidir. Bazısı dini bazısı dünyevi
nimetlerdir. İşte bu ayetler, bu konu ile ilgili olanlardır.
[52]
İsrail oğullarına has
kılınmış olan nimetler hakkındadır. Ariflerden biri şöyle
demiştir:“Nimetlerin kulu çoktur ama, nimet verenin kulu azdır.”
İşte bundan dolayı
Allah Teala İsrailoğullarına verdiği nimetleri hatırlat. niştir. İşte Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in ümmeti ile ilgili olunca, ümmet-i Muhammed'e inam edeni
(yani Yüce Zatını) hatırlatarak:”Beni anın ki, ben de sizi anayım
"(Bakara,152) buyurmuştur. Bu da, ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden
üstün olduğunu gösterir. Bil ki Allah'ın İsrailoğullarına olan nimetleri pek
çoktur:
1) Onları, içine düştükleri belalardan, Fir'avn ve kavminden kurtarmış,
buna karşılık bir de onları yeryüzüne yerleştirmiş ve onları kölelikten
kurtarmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:
"Biz ise
diliyorduk ki o yerde za'fa uğratılanlara lütfedelim, onları (hayırda) uyulan
kimseler yapalım, onları (mülkün) varisleri kılalım. Onlara orada kudret
verelim, Firavn'a, Hamân'a ve bunlann ordularına da sakınmakta oldukları şeyi
onlara gösterelim"(Kasas, 5-C).
2)
Cenab-ı Hak, onları, Kıptilerin
köleleri iken, peygamberler ve hükümdarlar haline getirmiş
ve böylece onların düşmanlarını helak etmiş, Israiloğullarını onların
yerlerine, yurtlarına ve mallarına varis kılmıştır. Nitekim şöyle
buyurmuştur: "İşte bu şekilde, biz,
İsrailoğullarını onlara varis
kildik "(Şuara,
59).
3) Cenab-ı
Hak, onlara, onların dışında hiçbir ümmete indirmediği büyük • tablar
indirmiştir. Nitekim O,
"Hani, Musa
kavmine şöyle demişti: Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın! Hani sizin
aranızdan peygamberler yollamış, sizi hükümdarlar yaparak, başka hiçbir kimseye
vermediği şeyi sizlere vermiştf"(Maide,20) buyurmuştur.
4)
Hişam, İbn Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet
etmiştir. Allah'ın
İsrailoğullarını Firavun'un soyundan kurtarması, onlara çölde bulutu gölge
tapması, yine çölde onlara kudret helvası ve bıldırcın indirmesi, onlara insan
3aşı gibi olan, su istedikleri zaman onlara su veren, suya ihtiyaçları olmadığı
zaman, yukarı kaldırıldığında suyun kesilmesiyle, geceleyin aydınlatmak için,
r^lara demet halinde bir ışık saçan taşı vermesi ve onların saçlarının
dağılmaması ve elbiselerinin eskimemesi
gibi hususlar Allah'ın İsrailoğullarına vermiş olduğu
nimetlerdendir.
[53]
Bil ki Cenab-ı Hak
Subhanehû, onlara bu nimetleri şu sebeblerden ötürü hatırlatmıştır.
a- Bu
nimetler içinde, Hz.Muhammed'in sıdkına şehadet eden şeylerin bulunması;bunlar
Tevrat, İncil ve Zebur'dur.
b- Nimetin
çokluğu ma'siyet halinde sorumluluğun da büyük olmasını iktiza eder. Böylece
Cenab-ı Hak, Hz.Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmeye dair davet olundukları şeye
muhalefet etmekten sakınmaları için onlara bu nimetleri hatırlatmıştır.
c-
Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, ona muhalefet izhar etmekten haya duymayı
gerektirir.
d-
Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, nimet verenin insanlar arasından onları o
nimete tahsis ettiğini gösterir. Bir kimseye çok nimet tahsis edilmişse, bunun
zahiri o nimeti onlardan gidermeyeceğini gösterir. Çünkü şöyle denmiştir:
İyiliği tamamlamak, onu başlatmaktan daha hayırlıdır. Buna göre geçmiş
nimetleri hatırlatmak, sanki gelecek nimetler konusunda arzu uyandırmak
gibidir. Bu heveslendirme, nimet verene karşı muhalefet göstermek ve düşmanlık
yapmaya manidir.
[54]
Şayet, bu nimetler,
muhatap olanlara değil, tam aksine onların babalarınadır; buna göre bu nimetler
nasıl onlara nimet olmuş olur ve onların günahlarının büyüklüğüne yol açmış
olur? denilirse, buna birkaç bakımdan cevap veririz:
1)
Şayet babalarına verilen bu nimetler
olmasaydı, onlar mevcut olmazlardı. Bu nesil mevcut olduğuna göre, babalarına
olan nimetler, sanki oğullarına verilmiş gibi olur.
2)
Allah'ın kendilerine dini ve dünyevi
nimetleri tahsis etmiş olduğu babalara mensubiyyet oğullar hakkında da büyük
bir nimettir.
3) Çocuklar,
itaat ettikleri, küfürden ve inattan yüz çevirdikleri için, Allahu Teala'nın
babalarına olan bu nimetleri vermiş olduğunu duyunca, onlar da bu yola rağbet
ederler; çünkü çocuk hayır işleri işleme hususunda babasını taklit etme duygusu
üzerine yaratılmıştır. Bu sebeple de nimetleri hatırlatma, hayırlarla meşgul
olup, kötülüklerden yüz çevirmeye bir sebep ve davetci gibi olmuştur.
[55]
Cenab-ı Hakk'ın
"Ve, siz benim ahdime vefa gösterin ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim"
buyruğuna gelince, bilki "ahd" kelimesi hem ahdi yapana, hem de
kendisiyle ahid yapılana nisbet edilir. Buradaki "ahd" hakkında
alimler iki görüş zikretmişlerdir:
[56]
a- Buradaki
"ahid" den murad, mükellefiyetlerde bir tahsis cihetine
gidilmeksizin, Allah'ın emrettiği bütün şeylerdir. Bu görüşe dair birçok
rivayet vardır.
1) Cenab-ı
Hak, verilen ahde ve anda vefakâr olmaları gerektiği gibi, şükrünü ifa etmeleri
de gerekeceğinden; nimetlerini onlara bildirmiş olmayı, kendisinin onlara olan
bir ahdi ve misakı yapmıştır. Cenab-ı Hak, "Ben de ahdinize vefa
göstereyim " buyruğu ile sevabı ve bağışlamayı murad etmiştir. Böylece,
ikisinin de ihlali caiz olmadığı cihetle, sevab va'dini ahde benzetmiştir.
2)
Hasan el-Basrî'nin söylediğine göre, buradaki
"ahd"den murad, Allah'u Teala'nın "Ve onlardan, oniki nakib
yolladık. Allah şöyle dedi: Ben, sizlnleyim: Eğer namazı kılar, zekatı verir,
resullerime İman eder, onlara yardıma olur ve Allah'a güzel bir borç verirseniz
muhakkak ki ben, sizin günahlarınızı Örter, sizi altından ırmaklar akan
cennetlere sokarım"(maide,12) ayetinde Beni İsrail'den almış olduğu
ahiddir. Buna göre, her kim Allah'ın ahdine vefa gösterirse, Allah da onun
ahdine vefakâr olur.
3)
Müfessirlerden cumhurun görüşüdür ki buna
göre, buradaki murad şudur: Benim size emretmiş olduğum taatlarla, sizi
nehyettiğim masiyetlere riayet ediniz ki, ben de sizin ahdinize riayet edeyim,
yani sizden razı olayım, sizi cennete girdireyim... Bu, Dahhâk'ın İbn Abbas'tan
naklettiği görüş olup, tamamının tahkiki Cenab-ı Hakk'ın "Muhakkak ki
Cenab-ı Hak, Allah yolunda öldüren ve öldürülen kullarının canlarını ve
mallarını, kendilerine vereceği cennet mukabilinde satın almıştır. Bu,
Tevrat'da, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir va'ddir. Allah'dan daha
fazla ahdine vefalı olan bulunabilir mi! O halde, yapmış, olduğunuz bu
alışverişten dolayı sevinin"(Tevbe, 111).
b- Ayette
geçen "ahid"den murad, daha önceki kitablarda Hz.Muhammed'in vasfına
vb: "Allah, andolsun ki, İsrailoğullanndan misak almıştı. Ve biz onlardan,
oniki nakib yolladık. Allah onlara dedi ki, muhakkak ki ben sizinleyim.Eğer
namazı kılar,zekatı verir, peygamberlerime iman eder,onları destekler ve
Allah'a güzel bir borç verirseniz, muhakkak ki günahlarınızı örter ve sizi,
altlarından ırmaklar ak,an cennetlere sokarım"(Maide, 12); ve A'raf
süresindeki "Benim rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır. O rahmetimi, ittika
edenlere, zekatı verenlere ve ayetlerime iman edenlere yazacağım. Onlar,
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî nebi olan bir
peygambere tabi olurlar"(Araf, 156-157) ayetlerinde beyan edildiği gibi,
onu peygamber olarak yollayacağına dair bildirdiği hususlardır.
[57]
Allah'ın
İsrailoğullarına olan ahdine gelince bu, Allah'ın onlara ağır yüklerini
bağışlama ve boyunlarındaki zincirleri kaldırmaya dair olan va'dini yerine
getirmesidir. Allah Teala:
"Allah önceki
peygamberlerden, andolsun ki size Kitab ve hikmet verdim. Sonra size, doğruyu
söyleyen bir peygamber gelmiştir. O'na muhakkak ki iman edecek ve onu
destekleyeceksiniz, diye bir misak aldığı zaman dedi ki: İkrar ettiniz ve bu
ağır yükümü uhdenize alıp kabul ettiniz mi? Onlar da "ikrar ettik!"
dediler. Bunun üzerine Allah, şahit olun, ben de sizinle beraber şahidim
dedi"(Al-i İmran, 81).
Keza: Hani Meryem oğlu
İsâ şöyle demişti: Ey İsrailoğullan, ben Allah 'm size gönderilmiş bir
peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ta olanı tasdik edici ve adı Ahmed olan,
benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyiciyim"(Saf, 6) buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir:"Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarına, İsmail oğullarından ümmi bir
peygamber göndereceğim; kim ona tabi olur ve onun getirdiği nuru, yani Kur'an'ı
tasdik ederse, onun günahlarını bağışlar, cennete koyar ve onun için, biri Hz.Musa
ve diğer peygamberlerin getirdiğine tabi olmak; diğeri ise İsmailoğullarından
ümmi bir peygamber olan Hz.Muhammed'in getirdiğine tabi olmak ücreti olmak
üzere iki ücret veririm " diye söz vermiştir.
Bunun delili ise,
Cenab-ı Hakk'ın: 'Vaha önce kendilerine kitap vermiş olduklarımız, buna iman
ediyorlar. Onlara (Kur'an) okunduğu zaman; "O'na inandık. Muhakkak ki o,
Rabblmiz katından gelen bir haktır. Biz bundan önce de müslüman idik"
dediler. İşte bunlara sabretmelerine mukabil, iki defa mükafaat verilecektir"(Kasas,
52-54) âyetlerindedir.
Ali İbn İsa ise bunun
delilinin, Allahu Teala'nın: "Ey iman edenler, Allah'dan ittika edin ve
O'nun Peygamberine de
inanın ki, Ailah size
rahmetinden iki kat nasib versin "(Hadid, 28) âyetinde olduğunu
söylemiştir.
Yine bunun delili, Ebû
Musa el-Eş'ârî'nin Hz.Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir:
"Üç kişi vardır
ki, onlara iki kat sevab verilir: Ehl-i kitabtan olup da Hz.İsa'yı tasdik eden,
sonra da Hz.Muhammed'e inanan kişiye iki ecir vardır; yine cariyesini terbiye
edip, terbiyesini de güzel yapan ve onu Öğretip, tâlimini de güzel yapan, sonra
onu azad edip onunla evlenen kimseye de iki ecir vardır; yine Allah'a ve
efendisine itaat eden kişiye de iki ecir verilir[58] Ebu
Davud, edeb, 11(4/255)..' Burada geriye iki soru kaldı.
[59]
Birinci Soru:
Şayet durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, buna göre nasıl yahudi cemaatinin onu
inkar etmesi caiz olurdu? Buna iki şekilde cevap veririz:
a- Bu ilim,
yahudilerin kitaplarını bilen ulema tarafından biliniyordu. Ancak ulemanın
sayısı fazla değildi. Dolayısıyla onların, bu ilmi saklaması caiz olabilmiştir.
b- Bu nas,
açık değil kapalıydı. Dolayısıyla o nassa, şek ve şüphenin arız olması mümkün
olmuştu.
İkinci Soru:
Bu kitablarda müjdelenen şahsın ya, o kitablarda, geleceği zaman, ineceği mekan
ve bununla ilgili diğer tafsilatlar anlatılmış yahut da bunlardan hiçbir şey
zikredilmemiştir. Bu durumda eğer nas, açık bir nas olur, kitablarda gelmiş
olur ve tevatür yoluyla da ilim ehline intikal etmiş olursa, bu durumda yahudilerin
bunu gizlemeleri imkansız olur ve bunun geçmiş peygamberlerin dininden olmak
üzere zaruri olarak bilinmiş olması gerekir.
Eğer ikinci ihtimal
söz konusu olursa, bu nas Hz.Muhammed'in peygamberliğine delalet etmez. Çünkü
onların yahudi çoğunluğunun görüşü olmak üzere, "8u müjdelenen şahıs,
bundan sonra gelecektir" demeleri muhtemeldir. Buna cevabımız şudur: Hak
Teala'nın: "Ve benim ahdime vefa
52) Buhârî, ilim, 31 (Benzer hadis): Müslim,
iman, 241 (1/135)
gösterin ki, ben
de sizin ahdinize vefa göstereyim "(Bakara, 40) ayetini, birinci görüşte
de izah ettiğimiz şekilde tevhide ve nübüvvete delalet eden deliller hususunda
tefekkürle ilgili emre hamledenler, bu hamletmeyi bu sualin güçlülüğünden ötürü
tercih etmişlerdir. Ama ikinci görüşe destek sağlamayı isteyenlere gelince,
buna şu şekilde cevap verilir: Zaman ve mekanı tayin etmek, herkesin
bilebileceği bir şekilde, açık bir nas olarak bildirilmemiştir. Tam aksine bu,
gizli bir nas olarak bindirilmiştir. Bu sebeple şüphesiz bunun geçmiş
peygamberlerin dininden, zaruri olarak bilinmiş olması gerekmez.
[60]
Biz şu anda geçmiş
peygamberlerin kitablarında, Hz.Muhammed'in geleceğine dair müjdelerden bir
kısmını zikredelim.
1) Tevrat'ın
ilk bölümünün 9.faslında şu hususlar yer almaktadır: Hacer'e Sare kızınca,
Hacer'e Allah tarafından bir melek göründü ve ona şöyle dedi: Ey Hacer, nereye
gidiyorsun ve nereden geldin? Hacer, hanımefendim Sâre'den kaçıyorum deyince,
melek ona, hanımefendine dön ve ona itaat et; onunla iyi geçin, çünkü Allah
senin ziraatini ve zürriyetini çoğaltacak ve sen hamile kalacak, bir oğlan
çocuğu doğuracaksın. Allah senin kendisine yönelmeni ve huşu etmeni duyduğu
için, O'na İsmail adını vereceksin. O, insanların göz bebeği olacak ve O'nun
eli herkesin üzerinde, herkesin eli ise, itaat ederek O'na doğru açık
olacaktır. O ise, bütün kardeşlerinin boyun eğnesine mukabil, teşekkür
edecektir.
Bil ki bu sözle
istidlalde bulunmak, bu sözün müjde yerinde varid olmasından ötürüdür. Çünkü
Allah tarafından yollanan meleğin zulmü, haksızlığı ve ancak Allah'a iftira ile
tamamlanacak bir şeyi müjdelemesi caiz değildir. Yine İsmail ve onun şu
çocuklarının, dünyanın ve ümmetlerin büyük bir kısmında, ancak İslâm ile
tasarruf sahibi olacakları ve yine ancak İslam ile onlara hükümran
olabilecekleri malumdur. Çünkü onlar İslam'dan önce çöllerde mahsur idiler.
Irak ve Şam topraklarının sınırlarına ancak korkuyla yöneliyor ve korkuyla
oralara girebiliyorlardı. İslam gelince, onlar Doğuya ve Batıya İslam ile
hükümran oldular; ümmetlere karıştılar, toplumların yurtlarına girdiler ve
ümmetler onlarla karışarak, onların "Ev"lerini ziyaret ettiler ve,
Kâ'be'ye komşu "olmak için onların çöllerine girdiler. Şayet Hz.Peygamber
(s.a.s.) sadık olmasaydı, onların ümmetlere, ümmetlerin de onlara karışması,
Allah'a isyan olup, O'na itaattan çıkarak şeytanın itaatine girmek olurdu.
Halbuki Allah, böyle birşeyi müjdelemekten çok yücedir.
2)
Tevrat'ın beşinci bölümünün 11. faslında şu
husus yer almıştır:
"Şüphesiz İlahınız
Rabb, sizin ve kardeşlerinizin arasından olmak üzere, benim gibi bir nebiyi
size getirecek.." Bu fasılda Rabb Teala, Hz.Musa'ya şöyle demiştir: "
Ben,onlara kardeşleri arasından, senin gibi bir nebi getireceğim; benim adıma
tebliğ edeceği sözlerimi kim dinlemezse, ben ondan intikam alırım." Bu
söz, Allahu Teala'nın getireceği peygamberin, İsrail oğullarından olmayacağına
delalet eder. Nitekim birisi Haşimoğullarına, "Kardeşlerinizden bir önder
olacak derse, o, bu önderin Haşimoğullarından olmayacağını kastetmiş olur.
Sonra Yakub (a.s.), İsrail'dir; O'nun 'iys ten başka kardeşi yoktur. İys'in,
Eyyüb (a.s.)'den başka, peygamber olan çocuğu yoktur. Ve o, Hz.Musa'dan
öncedir. Dolayısıyla Hz.Musa'nın onu müjdelemesi caiz değildir. Ama İsmail
(a.s.)'e gelince, bu Yakûb (a.s.)'un babası olan İshak'ın kardeşi idi. Sonra
Hz.Musa'dan sonra gönderilen her peygamber İsrailoğullarındandır. Bu sebebledir
ki Hz.Peygamber {s.a.s.), İsrailoğullarından değildir. Ancak onların
kardeşlerindendir. Çünkü Hz.Peygamber İshak (a.s.)'in kardeşi olan İsmail
(a.s.)'ın zürriyetindendir.
Şayet, "sizin
aranızdan" sözü, burda kastedilenin Hz.Muhammed olmasına manidir; çünkü
Hz.Muhammed onların arasından gelmemiştir denilirse biz deriz ki, Hz.Muhammed
onların arasından çıkıp gelmiştir. Çünkü Hz.Peygamber Hicaz bölgesinde ortaya
çıkmış, Mekke'de peygamber olmuş ve Medine'ye hicret etmiştir,ve burada,
peygamberliği tamamlanmış, kemale ermiştir. Halbuki, Medine'nin etrafında
Hayber, Benu Kaynuka, Nadir ve emsali yahudi şehirleri bulunmaktaydı. Yine
Hicaz, Şam'a yakındır; yahudilerin çoğu Şam'da idiler. Hz.Muhammed Hicaz'da
zuhur edince, bu demektir ki O, onların arasından çıkıp gelmiştir. Yine O.
onların kardeşlerindendir. Bu demektir ki, O onların arasından çıkıp gelmiştir.
Bu sebeple peygamber, onlardan pek uzak sayılmaz.
3) Tevrat'ın
bölümlerinden 20. fasılda şu bulunmaktadır: Rabb Teala, Turu Sînâ'ya geldi,
Sâîr'den bize göründü, Fârân dağlarında zuhur etti. Sağından temiz olan
müminlerin niteliklerini bildirdi; onlara şeref ve izzet bağışladı; onları
halklara sevdirdi ve hepsini bereketle mümin halis kullarına davet etti.
Bununla şu şekilde istidlal edilir: Fârân dağları, Hicaz'dadır. Çünkü Tevrat'ta
İsmail(a.s.)'in,Faran topraklarında atıcılığı öğrendiği yer almıştır. İsmail
(a.s.)'in Mekke'de ikamet ettiği de malumdur. Bunun böyle olduğu sabit olunca
biz deriz ki, O'nun "onlara izzet verdi." sözünden maksat, İsmail
(a.s.)'in olması caiz değildir. Çünkü İsmail (a.s.)'in Mekke'de ikametini
müteakib izzet meydana gelmemiş ve orada da müminler henüz teşekkül etmemişti.
Bu sebeple onu Hz.Muhammed'e hamletmek vacib olmuştur.
Yahudi şöyle der:
Maksat şudur: Turu Sina'dan bir ateş zuhur edince, Sâîr'den ve Fârân
dağlarından da ateşler zuhur ederek, o bölgelere yayıldı... Biz deriz ki bu
doğru değildir. Çünkü "Allah bir yerde, şayet ateşi yaratmış olsaydı, bu
olaya tabi olan bir vahiy veya bir ceza vb. şeyler bulunmuş olsaydı, o zaman
Allah oradan geldi denilmezdi. Halbuki size göre, ateşin peşinden ancak Turu
Sina'da bir vahiy ve söz meydana gelmiştir. O halde Rabb ancak Sâîr'den ve
Fârân dağlarından zuhur etti, denilmesi caiz olur. Halbuki, İlkbahar günlerinde
meydana geldiği gibi bulutta bir ışık ve ateş meydana geldiğinde, "Allah
buluttan geldi" denilemiyeceği gibi, Rabbın vürudu da caiz değildir.
Keza, Habakkûk
kitabında bu anlattığımız şeyler izah edilmektedir: "Allah Turu Sina'dan,
Kuddûs de Fârân'dan geldi. Hz.Muhammed'in güzelliğiyle gökler açıldı, yer onun
hamdiyle doldu. Onun görünüşünün ışıkları, nur gibiydi; beldesini izzetiyle
koruyor, felaketler onun önünde yürüyor, yırtıcı kuşlar onun ordularına
arkadaşlık ediyordu. Kalktı ve yeryüzünü dolaştı; ümmetleri düşündü, onlardan
bahsetti, eski dağlar parçalandılar, ebedi tepeler baş eğdiler... Midyan
beldesinin halkının etekleri titredi, atlara bindin, yardım ve inkiyâd
bineklerine yükseldin, yapını büsbütün sıyırdın, ey Muhammed, senin emrinle
sadaklar iyice doldu, yeryüzünü ırmaklarla yardın, dağlar seni görüp sancıyla
kıvrandılar, senin sebebinle seller uğultuyla akıp geçti, develer korku ve
dehşetle kaçıştılar; korku ve ürperişle ellerini kaldırdılar. Güneş ve ay
yörüngelerinde durdu; askerler, senin oklarının parıltısında ve beyanının
ışığında hareket ettiler, yeryüzünü gazabla dolaştın, milletleri öfkeyle kırıp
geçirdin, kendi ümmetini kurtarmak ve ecdadının topraklarını geri almak için
ortaya çıktın." İbn Rezin et-Taberi'den bu şekilde rivayet edilmiştir.
Hristiyanlara gelince,
Ebu'l-Huseyn (r.a.) "Gurer" adlı kitabında şöyle demiştir: Ben
onların anlattıklarında şunu gördüm: Rabb Fârân'dan zuhur etti, sema Mahmûd
olan Muhammed'in güzelliğinden paramparça oldu. Mahmud olan ey Muhammed, oklar
sadaklarına doldu; çünkü sen ümmetini ve Mesihinİ kurtarmak için ortaya
çıktın." Bizim anlattıklarımızla, Hak Teala'nın Tevrat'ta "Rabb,
Fârân dağlarından zuhur etti" sözünün manasının "Oradan ateş zuhur
etti" olmayıp tam aksine bu sıfatlarla nitelenmiş bir şahıs zuhur
etti" demek olduğu meydana çıkmıştır. Bu da ancak bizim Resulümüz Muhammed
(s.a.s.)' dir. Eğer onlar; "Bundan maksat Allah'ın gelmesidir, işte bundan
ötürü de, sözün sonunda "Mesihini kurtamak için demiştir" derlerse,
biz deriz ki: Allah'ı atlara binmeyle, görünüşünün güzelliğinin nur gibi
olmasıyla ve eski Kurallarla kaideleri çiğnemiş olmakla nitelenmesi caiz olmaz.
Ama onun, "Mesihini kurtarmak için" sözüne gelince, bu böyledir;
çünkü Hz.Muhammed, Meşini yahudi ve hristiyanların yalanından kurtarmıştır.
4) Tevrat'ın
İsa'ya kitabının 22. faslında şu bulunmaktadır: Mekke'yi murad ederek,
"Kalk, lamban ışıklarla dolsun! senin zamanın yaklaştı, Allah'ın ikramı ve
izzeti sana doğmaktadır. Yeryüzünü karanlıklar bürüdü, o ümmetleri keler istila
etti; bir nur gibi Rabb sana doğuyor ve sana keramet ve şerefini izhar ediyor.
Ümmetler senin nuruna yürüyor, krallar senin doğuşunun ışığına yöneliyor,
gözünü döndererek etrafındakilere uzat ve düşün: Onlar senin yanında biraraya
geliyor. Onlar seni ziyaret ediyor ve uzak beldelerden çocukların sana
geliyor! Çünkü sen, Ümmül-Kura (Başşehir)sın; diğer beldelerin
çocukları, sanki Mekke'nin çocuklarıdır. Senin örtülerin, koltukların ve
divanların üzerinde süsleniyor, sen bunu gördüğün zaman mesrur
oluyor, denizlerin harp
malzemeleri sana yöneldiği, ümmetlerin askerleri sana
haccettiği, Medyen koçları sana gönderildiği Sebe halkı sana geldiği ve
Allah'ın nimetlerinden bahsedip, Allah'ı yücelttikleri ve Fârân koyunları sana
sürüldüğü, beni hoşnut edecek kurbanlar sana sunulduğu ve evime de övgüler
söylendiği için, sen sevin!..." Bundan şu şekilde istidlal edilir: Bütün
bu sıfatlar Mekke için mevcuttur. Çünkü bütün milletlerin orduları ve denizdeki
gemiler oraya yönelmiştir. Onun "Evime de övgüler söylendiği için"
sözünün manası; Araplar İslam'dan önce telbiye ederek: "Emrine amadeyiz.
Senin şerikin yoktur. Ancak şdrik koşulan, hiç bir şeye sahib olmayan ve senin
mülkün olan bu şerîkin vardır" derlerdi.Sonra bu telbiye islamiyette şu
şekli almıştır: "Allah 'ım, emrine amadeyim, senin bir ortağın yoktur,
emrine amadeyim.'' İşte bu Allah'ın övülmüş evi Kâ'be için, yenilediği hamd
şeklidir. Şayet "Bu evden maksad, Beytu'l-Makdis'dir ve daha sonra o ,
böyle olacaktır" denilirse, biz deriz ki: Hakîm olan Allah'ın yaklaşmadığı
halde, "Senin vaktin yaklaştı" demesi caiz olmaz. Aksine yaklaşan şey
Allah'ın rızasına uygun olmayan fakat kendisinden de sakınılmayan bir iştir.
Yine İsaya kitabı çöl tasviri ve sıfatları ile doludur. Bu da onların
görüşlerini ibtal eder.
5) Semman,
Tevrat'ın birinci bölümünün tefsirinde şunu rivayet etmiştir: Cenab-ı Allah,
İbrahim (a.s.)'e vahyederek şöyle buyurdu: "İsmail (a.s.) ile ilgili duanı
kabul ettim ve onu mübarek kıldım, onu nesil be nesil ululadrm ve yücelttim.
O'ndan oniki büyük soy çıkacaktır ve O'nu büyük bir ümmet için yarattım."
Bununla şöyle istidlal edilir: İsmail (a.s.)'in çocukları (torunları)arasında,
büyük bir ümmete gönderilen bir peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.)'dir. İbrahim
(a.s.) ve İsmail (a.s.)'in dualarına gelince bu, onların Kâ'be'nin inşasını
bitirince, Hz.Muhammed (s.a.s.) İçin yaptıkları şu duadır:
"Ey Rabbimiz,
onların içinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kur'an'ı ve hikmeti öğretecek
ve onları (şirkten) temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galib ve
hikmet sahibi sensin "(Bakara. 129) İşte bundan ötürü Hz. Peygamber
(s.a.s) "Ben babam İbrahim'in duası isâ'nın müjdesiyim[61]Ebu
Davud, edeb, 11(4/255)." buyurmuştur. Bu müjde de Allah'ın:
"Benden sonra
gelecek bir peygamberi (ki, adı Ahmed'dir) müfdeleyict olarak (geldim)(saf, 6)
ayeti ile beyan ettiği husustur. Çünkü "Ahmed", 'hamd masdarından
türemiştir. "Hamd" lafzından türemiş bir isim ancak bizim
peygamberimiz olabilir. Çünkü Muhammed, Ahmed ve Mahmud O'nun isimlerindendir.
Hz.Muhammed (s.a.s.) în Tevrat'ta yer alan sıfatının şu şekilde geldiği de
zikredilmiştir: O'nun doğum yeri Mekke, kalacağı yerTaybe (Medine), mülkü Şam,
ümmeti ise hammâdün (çok hamdedenler)'dür.
6) Hz.İsa
(a.s.), havarilerine şöyle demiştir: "Ben gidiyorum. Size kendi kafasından
konuşmayan, Hakk'ın ruhu olan Faraklit gelecektir. O, ancak kendisine
söylenildiği (vahyedildiği) şekilde konuşur. Bunun delili ise, Cenab-ı
Hakk'ın: "Ben,
ancak bana vahyolunana uyanm"(Ahkâf, 9) ve:
"De ki O
(Kur'an 'ı) kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, ancak
bana vahyolunana uyanm"(Yunus, 15) ayetleridir.
Faraklit'e gelince
bunun izahı hususunda iki görüş vardır:
a- "O,
şefaat eden ve şefaati makbul olan" demektir. Bu, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in
sıfatıdır.
b-
Hristiyanlardan bazıları Faraklit'in, hak ile batıl arasını ayıran demek
olduğunu, bu kelimenin aslının süzgece denilen "râvük" kelimesi gibi,
Faruk olduğunu söylemişlerdir. "Faraklif'teki "leyt" lafzına
gelince bu,işin aslını
araştırıp ortaya koyma
manasındadır. Nitekim ve kelimeleri de aynı vezindedir. Bu da bizim dinimizin
niteliğidir. Çünkü bizim dinimiz hak ile batılın arasını ayırır.
7-
Buhtunnasır, Danyal (a.s.)'a, gördüğü rüyayı anlatmadan, ne gördüğünü sorunca o
şöyle dedi: "Ey hükümdar, sen rüyanda korkunç bir put gördün. Onun başı
halis altından, kolları gümüşten, karnı ve uylukları bakırdan, bacakları
demirden, ayağının biri demirden, biri de tuğladan idi. Bir de bir keseni
olmadan kendisi kesilen bir taş gördün. Bir adam o taşı puta vurdu ve putu
iyice parçaladı. Put darmadağınık oldu, demiri, bakırı, gümüşü ve altını iyice
dağıldı ve çerçöp oldu. Rüzgarlar onun parçalarını göğe savurdu. Ortada hiçbir
izi kalmadı. Adamın yere çaldığı putun taşları adeta bir dağ gibi yığıldı ve
yeryüzü onunla doldu. Hükümdar! Senin rüyan işte budur. Bunun tabirine gelince
bu, şöyledir: Altın olarak gördüğün baş sensin. Senin devrinden sonra, senin
olmadığın bir krallık meydana gelecek. Bakıra benzeyen üçüncü memleket ise
yeryüzünün tamamına yayılacak. Dördüncü memleketin kuvveti demir gibi olur.
Putun tuğladan olan ayağına gelince bu, bazı memleketlerin üstün, bazı
memleketlerin de zelil, padişahın sözünün darmadağınık olması ve o günlerde
göklerin ilahının yok olmayan ve değişmeyen, aksine bütün memleketleri yok
eden, gücü bütün saltanatları yıkan ebedi olarak kalacak olan bir ülke
kurmasıdır. İşte bu, keseni olmadan, dağdan kesilen ve demiri bakırı ve
tuğlaları un ufak eden taşın izahı budur." Allah ahir zamanda olacak
şeyleri en iyi bilendir. İşte Peygamberimiz (s.a.s.)'in, peygamber olarak
gönderileceğine dair önceki kitaplarda yer alan müjdeler bunlardır.
[62]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ben de size olan ahdimi yerine getireyim" âyetine gelince, Mu
'tezile bununla ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ahd, aklın, Allah'a, kendisine
itaat edenlere sevab vermesinin vacib olduğuna delalet etmesidir. Bu vacib
oluşu "ahd" diye nitelemek yerinde olur. Çünkü, "ahde vefa"
vacib olduğu için bu, yemin ve nezir ile ifası zaruri hale getirilen ahidden
daha kuvvetlidir. Bizim alimlerimiz, kula karşı Allah'a hiçbir şeyin vacib
olmadığını söylemişlerdir. Bu ayette de buna delalet eden hususlar vardır.
Çünkü Allahu Teala, önce nimetlerini zikredip sonra da ahde vefayı buna
bağlayınca bu, geçmiş nimetlerin kulluk ahdine vefayı gerektirdiğine delalet
eder. Hal böyle olunca, ibadetleri ifa etmek, geçmiş nimetler sebebi ile vacib
olan şeyi yerine getirmek olmuştur. Vacibi yerine getirmek ise, bir başka
vücuba sebeb olamaz. Böylece mükellefiyetleri yerine getirmenin, Allah'ın
mükafaat (sevab) vermesini icab ettirmediği ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin
görüşü de batıl olur. Doğrusu ayetin gerçek tefsiri iki yönden yapılabilir:
1) Hak Teala
sevabı ve va'dettiği şeyleri va'dedince, onları meydana getirmemesi imkansız
hale gelmiştir. Şayet Allah onları vermeyecek olsaydı, doğru haberi yalana
dönüşmüş olurdu. Allah hakkında yalan ise muhaldir. Muhal olan şeye götüren
şeyler de muhaldir. Böylece bunun mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu ise,
yemin ve adak ile pekiştirilenden daha kuvvetli bir ahiddir.
2) Ahdin,
emir; kulun da onunla memur (emredilmiş) olduğunu söylemek caizdir. Ancak
Allah'ın me'mur olması caiz değildir. Fakat Hak Teala, bu ayette, lafza uygun
gelsin diye (muvafaka) böyle buyurmuştur. Tıpkı: "Onlar Allah'a hile
yaparlar, Allah da onlara hile yapar"(Nisa. 142) ve "Onlar Allah'a
hile ederler, Allah da onlara hile eder." (Yani hilelerinin cezasını
verfr)"{Ali imran. 54) âyetlerinde olduğu gibi.
[63]
Allah Teala'nın
"Ancak benden korkunuz "(Bakara, 40) sözüne gelince, bil ki
"Rehbet" korkmaktır. Kelamcılar, Allah Teala'dan korkmanın, O'nun
cefasından korkma manasına olduğunu söylemişlerdir. Bazan mükellef hakkında,
iki manada korktuğu söylenir:
Birincisi:
ilim ile (bilerek) korkmak, diğeri ise zann ile korkmak. İlim ile olan korkmaya
gelince bu, insanın kendisine emredilen herşeyi yaptığına, yasaklanan bütün
şeylerden de kaçındığına kesin inanırsa, onun korkusu ancak gelecekle
ilgilidir. İşte melekleri ve peygamberleri bu korku çeşidi ile niteliyoruz.
Cenab-ı Allah, melekler hakkında: "Kendilerine hükümran olan Rablerinden
korkarlar"(Nahl, 50) buyurmuştur.
Zann ile olan korkuya
gelince bu, kul emredilen şeyleri yapmış olduğunu, nehyedilenlerden de sakınmış
olduğunu kesin olarak söyleyemediği zaman, onun sevab ehlinden olamamaktan
korkmasıdır. Bil ki dünyada korkusu çok olan kimse kıyamet gününde emin olur ve
dünyada emin olan,kıyamet günü korkar. Rivayet edildiğine göre bir münadi,
kıyamet günü şöyle seslenir: "İzzetime ve celalime yemin ederim ki kulumda
iki korkuyu (dünya ve ahiret) ve iki emniyet halini bir arada bulundurmam.
Dünyada kim benden emin olursa, kıyamet günü onu korkuturum. Kim de dünyada
iken benden korkmuş ise, kıyamet günü onu emin kılarım."
Arifler şöyle
demişlerdir: "Korku iki çeşittir, cezadan korkmak, celal-i ilahiden
korkmak. Birincisi zahir ehlinin nasibidir, ikincisi ise gönül ehlinin
nasibidir. Birincisi yok olabilir ama ikincisi yok olmaz. İyi bil ki, ayet-i
kerimede şu hususlara delalet vardır: Nimetlerin çok olması, yapılan günahın
büyüklüğünü de o nisbette artırır; ahdin önceden bildirilmesi, ona muhalefetin
günahını büyütür; Hz.Peygamber (s.as) Araplara gönderildiği gibi,
İsrail-oğullarının da peygamberidir."
"Ancak benden
korkunuz" {Bakara, 40) âyeti insana, Allah'dan başka hiçbir şeyden
korkmaması gerektiğini gösterir. Bu, korku hususunda sözkonusu olduğu gibi,
ümid ve arzu hususunda da aynıdır. Bu ayet ayrıca, herşeyin Allah Teala'nın
kaza ve kaderi ile olduğuna delalet eder. Çünkü kul, eğer kendi fiili nususunda
tamamen hür olsaydı, Allah'dan korktuğu gibi kendisinden de korkması gerekirdi.
Çünkü o zaman "Ancak benden korkunuz " âyetinin ifade ettiği hasr
manası (ancak benden manası) batıl olurdu. Hatta o zaman sadece kendisinden
korkması gerekirdi. Çünkü bu durumda sevab ve ikabının anahtarları Allah'ın
elinde değil kendi elinde olmuş olurdu ve böylece de Allah'dan hiç korkmaması
gerekirdi. Bu ayette mükellefe, ibadetlerini korku ve ümid sebebi ile yapması
gerektiğine ve ibadetlerin sıhhati için bunun lüzumlu olduğuna delalet vardır.
Allah en iyi bilendir.
[64]
"Yanınızdaki
(Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur'an)'a iman edin, O'nu ilk
inkâr edenler sizler olmayın. Âyetlerimi az bir fiyata satmayın. Ancak benden
ittika edin (sakının) "(Bakara, 41),
Bil ki Hak Teâla'nın
"imân ediniz" lafzı ile kendilerine hitab edilenler
İsrailoğullarıdır. Bunu iki şey gösterir.
a- Bu ayet,
Allah Teala'nın âyetine atfedi İm iştir. Sanki bununla şöyle denilmektedir:
"Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz ahdi (sözü) yerine
getirin de indirdiğim (Kur'an'ı) tasdik edin."
b- Allah'ın,
"Yanınızdaki (Tevrat'ı) tasdik edici olarak " ifadesi de bunu
gösterir. âyetine gelince bununla ilgili olarak iki görüş vardır. En kuvvetli
olan görüş, bununla kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğudur. Bununla, Kur'an'ın
kastedildiğine iki delil vardır.
a- Cenab-ı
Hak onu "indirilmiş" olarak nitelemiştir ki bu Kur'an'ın vasfıdır.
Çünkü Hak Teala;
"(Allah) sana
Kiracı naK ite ve Kenaismaen evveımert tasam eatct olarak indirdi. Tevrat'ı ve
incil'i de indirmişti "(Al-i imran, 3) buyurmuştur.
b- Allah'u
Teala, onu, o insanların yanında olan kitabı tasdik edici olarak nitelemiştir
ki bu Kur'an'dır. Katade de, ifadesinden maksadın, "SizlerinTevrat ve
İncil'de haber verilen kitab ve Resul," manasına olduğunu söylemiştir.
[65]
âyetine gelince,
bunun iki tefsiri vardır:
1)Kur'an'daHz.
Musa(a.s.) ve Hz. İsa(a.s.)'nın hak peygamber oldukları; Tevrat ve İncil'in hak
semavi kitap oldukları;Tevrat'ın Hz.Musa (a.s)'ya İncil'in ise Hz.İsa (a.s.)'ya
indirilmiş olduğu bildirilmiştir. Buna göre Kur'an'a iman, Tevrat ve İncil'e
imanı kuvvetlendirmiş oldu. Bu sebeble İsrailoğullarına, eğer siz Tevrat ve
İncil'e iman etme hususunda en ileri dereceye varmak istiyorsanız, bu durumda
Kur'an'a iman ediniz. Çünkü Kur'an'a iman etmek, Tevrat ve İncil'e imanı kuvvetlendirir.
2) Tevrat ve
İncil'de, Hz. Muhammel {s.a.s) ve Kur'an müjdelendiği için, sanki Hz. Muhammed
(s.a.s.) ve Kur'an'a iman etmek, Tevrat ve İncil'i bir tasdik; Hz. Muhammed
(s.a.s.) ve Kur'an'ı tekzib etmek, Tevrat ve İncil'i tekzib etmek gibi
olmuştur. Bu tefsir daha evladır, çünkü birinci tefsire göre, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e iman etmek gerekmez; çünkü Hz. Muhammed(s.a.s) sırf Tevrat'ın ve
İncil'in hak olduğunu haber vermiş olması sebebiyle, onun nübüvvetine iman
etmek gerekmez. İkinci tefsire göre, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman etmek
gerekir. Çünkü Tevrat ve İncil Hz. Muhammfcd (s.a.s.)'in sıdkını ihtiva edince,
Tevrat ve İncil'e iman etmek şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sadık olmasını
gerektirir. Allahu Teala bu kelamı, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman etmenin vacib
olduğu hususunda onların aleyhine bir delil: sun diye zikretmiştir. Bu sebeple,
bu tefsirin daha evla olduğu ortaya çıkmıştır.
Bil ki, bu ikinci
tefsir iki bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s)'ın nübüvvetine delalet ader.
a)
Peygamberlerin kitablarının şehadeti, Hz. Peygamber (s.a.s)'în ancak hak
olduğunu gösterir.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s) onların kitablarından bahsetmiştir. O'nun bunu Dilmesi ancak
vahiy yoluyla olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, O'nu ilk inkâr edenler olmayın "
âyetine gelince, bunun anlamt, "onu inkâr edenlerin ilki, veya onu inkâr
eden ilk topluluk, ilk gurup olmayınız " dır. Veyahut da, "Sizlerden
hiçbir kimse, onu İlk inkâr eden olmasın!...
[66]
Burada iki sual
bulunmaktadır:
a) Onlardan
önce müşrik Arablar inkâr etmiş olduğu halde, onlar nasıl onu ilk inkâr edenler
olarak gösterildiler? Buna birçok yönden cevap verilebilir:
1) Bu, o Hz.
Muhammed (s.a.s)'i veO'nunsıfatlarını bildikleri için, onların Hz. Muhammed
(s.a.s)'e ilk inanan kimseler olması gerektiği şeklinde bir ta'rizdir. Bir de
onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'in geliş zamanını müjdeliyorlar ve O'nun sayesinde
kâfirlere üstün geleceklerini söylüyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber
olarak gönderilince, onlar bunun aksini yaptılar. Nitekim Cenab-ı Hak da:
Onlara;
tanıdıkları şey gelince, onu inkâr ettiler "(Bakara, 89) buyurmuştur.
2) Bu âyetten murad
"onu ilk inkâr eden kimse gibi Mekke'lilerden şirke düşenler gibi
olmayın!" demek olmasıdır. Yani bu şu demektir: Siz O'nun Tevrat'ta ve
İncil'de zikredilmiş olduğunu bildiğiniz halde, O'nu tanımayan ve kendilerinin
bir kitabı da bulunmayan müşrikler gibi olmayın.
3) Ehl-i
kitabtan O'nu ilk inkar edenler olmayın! Çünkü bunlar, Beni İsrail'in Kur'an'ı
ilk inkâr edenleri idi. Her ne kadar, bunlardan önce Kureyşliler inkar
etmişlerse de...
4) O'nu ilk
inkâr eden olmayın, yani kitabınızı ilk inkâr edenler olmayın. Bunu Cenab-ı
Hak, onların alimlerine söylüyor. Bu şu demektir: "Siz, sizin
ümmetiniz içinde kitabınızı
ilk inkâr edenler
olmayın!... Çünkü Hz. Muhammed (s.a.sji yalanlamanız, kendi
kitabınızı da yalanlamış olmayı icab ettirir."
5) Âyetten
murad, onların küfürlerindeki sertliklerini ifade etmektir. Bu böyledir, çünkü
onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna delalet eden mucizeleri müşahade
edince O'nun geleceğine dair Tevrat ve İncil'de mevcut bilgileri hatırladılar.
Bundan dolayı, onların inkârları sadece bir tek delil bilen kimsenin küfründen
daha şiddetlidir. Çünkü, önce küfre girenin günahı, sonra girenden daha büyük
olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kim kötü bir
adet (çığır) ihdas ederse, kendi günahıyla beraber daha sonra onunla amel
edeceklerin günahı(nm bir misli de) o kimsenin üzerinedir.[67]
"Onların küfrü büyük ve, küfürde önce olanın küfrü de büyük olunca, bu
bakımdan ikisi de müşterek olmuş olurlar. Bundan dolayı, istiare yoluyla
birisinin ismini diğerine vermek doğru olmuştur.
6) Ayetin
manası şöyledir: Bile bile inkâr eden ilk kimseler olmayın!. Çünkü Kureyş'in
inkârı bilgi ile değil, cehalet sebebiyledir.
7)
O'nu ilk inkâr edenler, yahudilerdir; çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldiğinde, orada yahudi olan Kurayza ve Nadir
kabileleri bulunmaktaydı. Onlar Hz. Peygamberi inkâr edince', diğer yahudileı
de onlara tabi oldular. Buna göre ayette sanki, "Ehl-i kitabtan O'nu ilk
inkâr edenler olmayın!" denilmiştir. Bu şu ayette buyurulduğu gibidir:
Ve benim sizi,
alemlere üstün kıldığımı.."(Bakara, 47) yani kendi çağlarındaki
âlemlere...
8) O'nun
zikrini duyduğunuzda, O'nu ilk inkâr edenler oımayın; aksine o hususta araştırın
ve akıllarınıza danışın.
9) Âyette
geçen lafzı, zaid (sıla)dır. Yani, O'nu inkâr edenler olmayın, demektir. Bu
görüş, zayıftır.
[68]
b) ikinci
Sual: "İlk kâfir olanlar olmadıkları takdirde buna göre onların küfre
girmeleri caiz olur mu?" Buna birçok yönden cevap verilir:
1) Bir şeyin
zikredilmesinde, bunun dışındakilerin onun hilafına olduğuna bir delalette
bulunmaz.
"Ve yanmizda olaı
doğrulamak üzere indirdiğime iman edin " âyeti, onların inkârlarının önce
de sonra da yasaklanmış olduğunu göstermektedir.
3) Cenab-ı
Hakk'ın "Gördüğünüz direkler olmaksızın gökieri yükseltti. "(Ra'd, 2)
âyeti, onların görmediği direklerin varlığına, peygamberleri
öldürmelerini..."(Nisa, 155) âyeti, peygamberlerin haklı yere
öldürülebileceklerine delalet etmez. Daha sonra gelen:
"Ve benim
ayetierim az bir değer karşılığında satmayınız "(Maide, 44) âyeti de, onu
çok bir değer karşılığında satmanın mubah olduğuna delalet etmez. Burda da
böyledir. Daha doğrusu bu siyaktaki maksat, önceki kitablarda Hz. Peygamber
(s.a.s)'in vasıf ve niteliklerini okuyan kimsenin küfre ve inkâra sapmasının ne
kadar büyük bir cürüm olduğunu göstermektir.
4) Müberred
şöyle demiştir: Bu söz, o yahudilerden daha önce kendilerine hitab edilmiş olan
bir kavme yönelik sözdür. Bununla onlara şöyle denilmiştir: "Siz Hz.
Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmeyin. Çünkü sizden sonra O'nu inkâr edenler olacak.
Bu sebeple siz, onu ilk inkâr edenler olmayın, çünkü inkârdaki bu öncelik, daha
fazla günahkâr olmayı gerektirir." Bu böyledir, zira küfre önce girenler,
ya başkaları da tabi olur veya tabi olmaz; eğer başkaları da bu küfürde onlara
tabi olursa, kendi küfürlerinin günahıyla beraber, kıyamet gününe kadar inkâr
eden herkesin inkârının günahı da onlara olur. Eğer başkaları onlara bu küfürde
uymazla: sa, onlarda iki durum birlik bulunur: Küfüre en önce girmek ve küfürde
yalnız başına olmak. Bunun büyük bir kusur olduğunda şüphe yoktur. Cenat-ı
Hakk'ın âyeti, işte buna işaret etmektedir.
[69]
Cenab-ı Hakk'ın,
"Ve benim âyetlerimi az bir değer karşılığında satmayın '"âyetine
gelince, (Bakara, 16) âyetinin
tefsirinde, "iştira" (satınalmak, satmak) kelimesinin bir şeyi
değişme anlamında kullanıldığını açıklamıştık. kelimesi de aynı şekilde, bir
şeyin bedeli ve karşılığı anlamında kullanılır. Eğer, Cenab-ı Hakk'ın sevabına
karşılık dünyadan bir şey tercih edilirse, bunu yapan nazarında bu şey adeta
bir bedel, karşılık (semen) kılınmış olur.
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Yahudilerin Ka'b İbn Eşref ve Huyey Ibn Ahtab ve benzeri
liderleri fakir yahudilerden hediyeler alıyorlardı. Onlar, eğer yahudilerlHz.
Muhammed (s.a.s)'e tabi olurlarsa, bu o hediyelerin arkasının kesileceğini
biliyorlardı. Bundan dolayı, bu değersiz hediyelerin kesilmemesi için, küfürde
ısrar ettiler." Bu böyledir çünkü, dünyanın tamamı ahirete nisbetle
gerçekten pek azdır. Zira, ahiretin dünyaya olan nisbeti. sonsuzun sonluya olan
nisbeti gibidir. Sonra bu hediyeler, dünyanın tamamına nisbeten de çok azdır. Gerçekten
az olan (dünyanın) az kısmının (hediyenin) sonsuz derecede çok olana nisbeti ne
ifade eder ki? Bil ki bu nehiy, bu fiil onlarda bulunsun bulunmasın,
geçerlidir. Hatta. onların alimlerinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'imizin durumunu
gizlemek ve Tevrat'ta buna delalet eden şeyleri tahrif etmek için rüşvet
aldıkları sabit olsaydı, ifadenin delaleti daha kat'ı olurdu.
[70]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ve ancak benden korkunuz." âyetine gelince bunun manası, yukarıda
geçen âyetinin manasına yakındır. Yalnız aralarında şu fark vardır;
"Rehbet" korkudan ibarettir; ama "ittika"ya gelince, ona,
kendisinden sakınılacak şeyin meydana gelmesi kati olduğunda ihtiyaç duyulur.
Sanki Cenab-ı Allah onlara, cezanın muhtemelen meydana gelebileceğinden dolayı
"rehbet"i emretmiş, sonra da takvayı emretmiştir, çünkü cezanın
belirlenmiş olması meydana gelmiştir.
[71]
"Bile bile, hakkı
batıla karıştırıp, hakkı gizlemeyiniz, "(Bakara, 42) Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın âyeti, küfrü ve dalaleti, âyeti de iğva etmeyi ve saptırmayı terk
hususunda bir emirdir.
Bil ki, başkasını
saptırmak ancak iki şekilde olur. Bu böyledir. Çünkü söz konusu olan başkası
eğer hakkın delillerini işitmişse, onu saptırmak ancak ondaki bu delilleri
karıştırıp bulandırmak ile mümkündür. Eğer o delilleri işitmemiş ise, o kişiyi
saptırmak ancak, bu delilleri ondan gizlemek ve onlara ulaşmasına mani olmakla
mümkün olur.
Allah u Teâlâ'nın
âyeti, birinci kısma yani delilleri o kimsenin zihninde'bulandırmaya buyruğu da
ikinci kısma, yani o adamın delillere ulaşmasına engel olmaya işaret
etmektedir.
Bil ki, "batıl
ile, batıla" ifadesindeki bâ harfi hakkındaki en açık görüş: O'nun,
"Kalem ile yazdım" sözünde olduğu gibi, "istiane" (yardım
istemek.yardımı ve vasıtasıyla yapmak) ifade eden ba harfi olduğudur. Buna göre
ayetin manası şöyledir: "Dinleyicilere yönelttiğiniz şüpheler ile, onlar
vasıtasıyla hakkı bürümeyin, gizlemeyin." Bu böyledir, çünkü Tevrat ve
İncil'de geçen Hz. Muhammed (s.a.s) ile ilgili âyetler, anlaşılması için istidlale
ihtiyaç duyan kapalı metinler idi. Sonra ehl-i kitabın bu alimleri, şüpheler
atmak suretiyle, bu nastarın delalet yönlerini bulandırıyorlar ve onlar
hususunda mücadeleye girişiyorlardı. İşte âyetinden maksat budur. Bu, Cenabı
Hakk'in: "Hakkı yenebilmeleri için, batıla tutunarak mücadele edip
durdular "(Mümin, 5) âyetinde zikredilen husustur.
[72]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bile bile, bildiğiniz halde. sözüne gelince, bunun manası şudur:
"Yani siz, insanları saptırmanızdan dolayı, kıyamet günü size dönecek olan
büyük zararı biliyorsunuz; bunu bile bile yapmaya!.
Bu böyledir, çünkü
hakkı batıl ile karıştırmak kıyamet gününe kadar onları haktan men etmeye ve
kıyamete kadar batıl üzerinde bulunmaya sebep olmaktadır. Onun yerinin büyük
olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hitab, her ne kadar yahudiler hakkında varid
olmuşsa da, diğer bütün insanlar için de bir uyarı ve onları böyle bir şeyden
sakındırmadır. Bu sebeple, hitab her ne kadar şeklen hususi ise de, mana
cihetinden umumidir. Sonra burada iki konu bahis mevzudur.
Birinci bahis:
Cenâb-t Hakk'ın Ve hakkı gizlemeyin" âyetindeki "gizlemeyin"
manasında, nehyin hükmüne dahildir ve meczûmdur. Veya gizli bir harfi ile
mansubtur.
İkinci bahis:
Hakk'ı (gerçeği) örtme ve gizlemeden nehyedilişin "bite bile" ile
kayıdlı olması, bunları bilmeden yapmanın caiz olduğuna delalet etmez. Bu
böyledir, çünkü insan birşeyin halini bilmez ise, bu örtme ve gizlemenin hak mı
bâtıl mı olduğunu da bilmez. Hak mı batıl mı olduğu bilinmeyen şeyin ise ne
nefyedilmesi ne de isbat edilmesi (var sayılması) caiz olmayıp, doğrusu o
hususta tevakkuf etmek gerekir. Böyle bir kayıtlamada bulunmanın sebebi ise
şudur: Zararlı olduğunu bile bile zararlı birşeyi yapmak, zararlı olduğunu
bilmeden yapmaktan daha kötüdür. O yahudi alimler, bu hakkı batıl ile
karıştırmadaki zararları bildikleri için, bunu yapmaları daha çirkin olmuştur.
Buna göre ayet, Hakk'ı bilen kimsenin onu ortaya koymasının vacib, gizlemesinin
ise haram olduğunu gösterir. Allah en iyi bilendir.
[73]
Namazı dosdoğru kılınız,
zekatı veriniz ve rükû edenlerle beraber rükû ediniz "(Bakara, 43). Bil ki
Cenab-ıHak onlara, önce imanı emredip, sonra da hakkı batıl ile örtüp,
nübüvvetin delillerini saklamaktan nehyedince, onlara gereken dini emirleri
beyan etmiş ve bu meyande en başta gelen ve asıl olan ibadetleri yani bedenî
ibadetlerin en büyüğü olan namaz ile mali ibadetlerin en büyüğü olan zekatı
zikretmiştir.
Bu ayette birkaç
mesele vardır:
[74]
Mücmel bir âyetin,
açıklanmasının hitab vaktinden sonra gelmesini caiz görmeyenler, "Namazı
kılınız" âyetindeki hitabın, ancak Hz.
Peygamber (s.a.s)
namazın rükün ve şartlarını beyan ettikten sonra geldiğini söylemişlerdir.
Sanki Cenab-ı Allah " Şu iyice bildiğiniz
namazı dosdoğru kılınız" buyurmuştur. Mücmel ayetin
izahının daha sonra gelebileceğini söyleyenler ise şöyle demişlerdir: Onlar,
namazın ne olduğunu o anda bilmiyor iseler de namaz ile emredilmiş olmalarının
kastedilmesi caizdir. Böyle bir emirden maksad ise, dinleyen kimsenin, her
nekadar kendisme emredilen şeyin ne olduğunu bilmese de, kendisini o emre
uymaya hazırlamasıdır. Nitekim efendinin kölesine, "Yarın sana birşey
emredeceğim. Onu mutlaka yapmalısın" diyerek, bundan maksadının, kölenin o
anda, ertesi gün yapacağı şeye azmetmesini sağlamak olmasının yerinde bir şey
olduğunda ihtilaf yoktur.
[75]
Mu'tezile, "salat (namaz) şer'i isimlerdendir.
Çünkü o, dinde sonradan meydana gelmiş bir iştir. Bundan dolayı, sonradan
verilmiş bir ismin dinden önce bulunması imkansızdır " demiştir.
Sonra onlar vech-i
şebeh (benzetme yönü) hususunda ihtilaf ederek bir kısmı, bu
kelimenin aslının Arapça'da dua manasına geldiğini söylemiştir. Bu manada olmak
üzere A'şâ şöyle demiştir.
"Daha önce
yaptığın duayı tekrar yap ve bir şahsa sığın. Çünkü kişinin yanında yatılıp
(saklanılacak) bir yer vardır." Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Rüzgar
sevgilinin küpünü devirmek istedi de, adam da onun küpü için dua etti ve tekbir
getirdi."
Mu'tezile'den bazıları
"Salat kelimesinin asıl manası lüzum (gerekli olmak, ayrılmamak, sımsıkı
tutmaktır" demişlerdir. Şair de bu manada şöyle demiştir:
"Allah bilir ki
ben ona kötülük edenlerden değilim. Muhakkak ki ben bu gün, onun ateşiyle
yanıyorum,' yani devamlı olarak onunlayım.
Diğerleri ise, bu
"salat" kelimesinin, birinci koşan atın hemen peşinden gelen at
manasmdaki "musalli" kelimesinden alınmış olduğunu söylemişlerdir. Bu
görüşlerden er doğru görülen, bu lafzın dua manasına olduğudur. Çünkü bütün
namazlarda dua veya duanın yerini tutan bir şey vardır. Ayrıca kılınırken
başkasına tabi olunmadan kılınan namazlar vardır. "Veche-i şebeh'de bütün
ihtimalleri içine alacak bir durumun olması, vech-i şebehin bazı ihtimalleri
içine alacak bir şekilde olmasından daha evla olur. Âlimlerimiz, Arapça'da,
parçanın (cüz'ün) isminin bütüne (külle) verilmesinin meşhur bir mecaz şekli
olduğunu söylemişlerdir. Namazlar dua ihtiva ettiği için, şüphesiz ki
"dua", mecazi olarak namaza isim olmuştur. Eğer Mu'teztle'nin
"Salat" (namaz) kelimesinin şer'î bir isim olmasından maksadı bu ise,
bu söz doğrudur. Yok eğer onların bundan kastı, "şeri'at bu lafzı ilk
olarak bu müsemmaya (namaza) isim olarak vermiş" şeklinde ise bu batıldır.
Aksi halde, bu lafız Arapça olmazdı. Bu ise Cenab-ı Hakk'ın: Biz onu irapça bir Kur'an olarak indirdik.
[76]
(Yusuf, 2) âyetine
ters düşer. "Zekat" a gelince, bu Arapça'da, "büyümek"
manasından ibarettir. Mesela, ekin büyümek" manasında ibarettir. Mesela,
ekin büyüdüğü zaman denir. Yine bu kelime Arapça'da "temizlemek" ve
"temizlenmek" manasına gelir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sen temiz
(suçsuz) bir şahsı mı öldürdün?"(Kehf, 74);
"Temizlenen
kurtulaşa erdi. "{A'ta, 14); yani "kendini temizleyen";
"Eğer Allah'ın
size fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiriniz ebediyyen
temizlenemezdi"(Nur, 21) ve
"Temizlenen,
kendi menfaatine temizlenmiş olur. "(Fatır, 18) yani "Allah'a itaat
etmek suretiyle temizlenir" buyurmuştur. Belki de yirmi dinardan birinin
yarısını (yani kırkta birini)çıkarıp vermek, bu iki manaya benzediği için
"zekat" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu kadarını vermede, geride
kalan dinarları bereket bakımından artırma vardır. Zira Hak Teala o mal ve
paradan, bu verişin o malı temizlemesi sebebi ile belaları kaldırır. Böylece o
veriş zahiren bir eksiliş olsa bile, manen bir artıştır. Bundan dolayı
H2.Peygamber (s.a.s):
"Zekatınızı
veriniz. Çünkü onun, üçü dünyada üçü de ahirette olmak üzere altı meziyyeti
vardır. Dünyadaki özelliklerine gelince bu, zekatın rızkı artırması, malı
çoğaltması ve memleketleri mamur etmesidir. Ahirette meziyyetleri iser zekatın
ayıplan örtmesi insanın başının üstünde bir gölge olması ve cehennem ateşine
karşı bir engel olmasıdır".
Zekatın, ikinci
manada, yani onun, zekat vereni bütün günahlardan temizleyici olması, manasına
anlaşılması caizdir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, peygamberine:
"Onların mallarından, onları (günahlardan) temizleyeceğin ve mallarını
bereketlendireceğin bir sadaka (zekat) al"(Tevbe, 103) diye emretmiştir.
[77]
Cenâb-ı Hakk'ın "Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı
verin " sözü, yahudilere hitaptır. Bu da, kâfirlerin dinin fürûu ile
muhatap olduklarına delalet
eder.
Allah'ın "Rükû
edenlerle beraber rükû edin" sözüne gelince, bunda birçok husus vardır;
a) Yahudiler
namazlarında rükûya varmıyorlardı, bu nedenle Cenab-ı Hak, onları müslnmanların
namazını kılmaya teşvik için, özellikle rükû kelimesini zikretti.
b) Bundan
murad, "namaz kılanlarla namaz kılın!"dır; buna, tekrar olma ihtimali
de ortadan kalkmaktadır. Çünkü, birincide Cenab-ı Hak namazın dosdoğru
kılınmasını emretmekte, ikincide ise, namazın cemaatle kılınması
buyurulmaktadır.
c) Rükû ile
emredilmekten muradın, "huzû ve itaat ile emredilmek olmasıdır.."
Çünkü dilde rükû ve huzû aynı manadadır. Dolayısıyla âyetteki emir kınanmış
olan büyüklenme ve kibirden kişiyi yasaklamak ve ona mütevazı olmayı emretmek
olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
müminlere:
"Allah,
kendilerini sevdiği, onların da O'nu; müminlere mütevazi, kâfirlere karşı ise
onurlu ve aziz olan bir kavim getirecektir."(Maide, 54) buyurmuştur. Ve
yine O'nun, Resulü Hz. Muhammed (s.a.s)'i terbiye için
"Sana uyan
müminlere kol kanat ger"(Suara, 213) buyurması ve vine Hz. Peygamberi:
"Allah'tan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandm. Şayet sen
sert ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz onlar senin etrafından
dağılırlardı" (A.imran, 159) sözüyle methetmesi gibi... Durum Allah'ın:
"Sizin dostunuz
ancak Allah, O'nun Resulü ve iman edip namazı kılan, zekatı yeren ve rukûya
varan mümin kullardır"{Maide, 55) âyetinde de aynıdır. Buna göre sanki
Cenâb-t Hak onlara namaz kılıp zekat vermelerini emredince, bundan sonra onlara
Allah'ın emrine uymayı huzû ve huşu içinde olmayı, günahı terketmeyi
emretmiştir. el-Asamm, ulemanın bazısından, Allah'ın İsrailoğullarına da zekatı
emrettiğini nakletmiştir; çünkü İsrailoğulları zekat vermiyorlardı..
Allah'ın Terüvef yemeleri..
"(Maide, 62)
"Faiz almaktan
yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl (haksız
yollar) ile yemeleri gibi.. "(Nisa, 191) âyetlerinden kastedilen de budur.
Böylece Cenab-ı Hak, diğer sırları ve günahları hususunda onları rezil
etmesinden sakınsınlar diye, bu ayette onların sırlarından birini ortaya
çıkarmıştır. Böylece bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin delillerinden
biri olan, gaibten haber verme kabilinden olmuştur.
"Siz, insanlara
iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz ? Halbuki siz kitabı
(Tevrat'ı) okuyorsunuz.Hala aklınızı başınıza almayacak misiniz?"{Bakara,
44).
[78]
Bil ki, nin başındaki
hemze, takrîr, takrî ve taaccüb için olup yah'udi âlimlerinin durumlarını,
başlarına kakmayı ve buna hayreti ifade etmel 't beraber, anlatmak gayesine
matufdur. "Birr", bütün hayırlı, iyi işlere şamil olan bir isimdir.
Ana-babaya itaat manasına olan "birr'ul-valideyn" tabiri ile,
Allah'ın razı olduğu amel manasına olan "amel-i mebrur" tabiri bu
köktendir. Bu kelime bazan "sıdk" (doğruluk) manasına gelir. Nitekim
yani"yemini bozmadı, yemininde doğru oldu " denilir. Yine Doğru
söyledin" manasına denilir. Cenâb-ı Allah da: "Fakat birr, ittika
edenin (birridir) (Sakara, 189) buyurmuş, birrin takvaya ulaştırdığını haber
vermiştir. Bil ki Cenab-ı Hak, onları has olarak verdiği nimetlerden dolayı
onlara iman ve şeriata uymayı emredip bir başka yerde hesaba çekileceğine
binaen onları bunlara teşvik etmiştir. O husus da şudur: Halkı iyi işlere
teşvik ettiği halde, insanın o iyi işlerden gafil olması, bu güzel şeyleri
ihmal etmesi aklen çirkin görülmüştür. Çünkü insanlara iyi işleri emretmek, ya
nasihat (hayırhahlık) veya onlara şefkatten dolayıdır. Halbuki, insanın
başkasına acıması, kendisini ihmal edip başkasına nasihat etmesi akla yakışan
bir iş değildir. Durum böyle olunca Cenâb-ı Allah, başlarına kakarak onları
bundan sakındırmak istemiştir.
[79]
Âlimler ayetteki
"birr" (iyilik) lafzı ile ne murad edildiği hususunda bazı değişik
görüşler belirterek ihtilaf etmişlerdir:
a) Süddi'ye
göre, onlar, insanlara Allah'a itaati emrediyor, Allah'a isyan etmemelerini
söylüyorlardı. Kendileri ise Allah'a itaati bırakıyor günahlar işliyorlardı.
b) İbn
Cüreyc'e göre, o yahudi alimler kendileri namaz kılmadıkları ve zekat
vermedikleri halde kavimlerine namazı ve zekatı emrediyorlardı.
c) Onlara,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumunu öğrenmek için birisi gizlice gelse,
ona, "O
söylediklerinde sadık, peygamberliği haktır. Binaenaleyh O(s.a.s)'na uyunuz" derlerdi.
Halbuki kendileri, yahudi kavimlerinden kendilerine gelen hediye
ve atiyyelere olan arzularından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tabi
olmuyorlardı.
d) Hz.
Peygamber (s.a.s) henüz peygamber olmadan önce, bir yahudi gurubu, müşrik
Araplara "Sizden bir peygamber çıkacak ve Hakk'a davet edecek" diye
haber verip o müşrikleri O'na uymaya teşvik ediyorlardı. Cenâb-ı Allah Hz.
Peygamber (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince, onlar hased edip O'nun
peygamberliğini inkâr ettiler. İşte bunun üzerine, onların Hz. Peygamber
(s.a.s)'in zuhurundan önce O'na uymayı emretmeleri; o peygamber olunca O'nu
bırakıp O'nun dininden yüz çevirmeleri sebebi ile Cenab-ı Allah bu ayetle
onları susturdu. Bu Ebu Müslim'in de tercih ettiği görüştür.
e) Zeccac'a
göre, onlar, herkese çokça sadaka vermelerini emrediyor, kendileri ise bu
hususta son derece cimri davranıyorlardı. Çünkü Cenâb-ı Allah, onları katı
kalblilik, faiz ve rüşvet yeme ile tavsif etmiştir.
f) Belki de
yahudilerden münafık olanlar zahiren Hz. Muhammed (s.a.s)'e uymayı emrediyor,
sonra da kendileri kalben O'nu inkâr ediyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak onları kınamış ve azarlamıştır.
g) Yahudiler,
başkalarına Tevrat'a uymayı emrediyor, sonra kendileri Tevrat'ta Hz. Muhammed
(s.a.s)'in doğruluğuna delalet eden şeyleri görünce; bu emre muhalefet ediyor
ve O'nun peygamberliğine iman etmiyorlardı.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Kendinizi unutuyor(musunuz?)" ifadesine gelince buradaki
"nisyan" (unutma), ilim meydana geldikten sonra peydah olan
yanılmadan İbarettir. Unutan, mükellef olmaz. Mükellef olmayan kimseyi, yaptığı
fiillerden dolayı Cenâb-ı Allah'ın kınaması caiz olmaz. Buna göre, âyetinden
maksad, "Siz bir hakk karşısında kendinizi unutuyor ve onda sizin için
olan faydalardan vazgeçiyorsunuz " demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Kitabı
(Tevrat'ı) okuduğunuz halde" ifadesine gelince bunun manası "Siz
Tevrat'ı okuyor, onu öğreniyor ve onda iyi fiile teşvikî ve günahlardan yüz
çevirmeyi ifade eden hükümleri biliyorsunuz."
[80]
Allahu Teala'nın
"Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?" ifadesi ise, o yahudi
âlimlerinin yaptıklarına insanları hayret etmeye bir
davettir. Bunun bir
benzeri size ve Allah'ı
bırakıp taptıklarınıza!
Akıllanmıyacak mısınız "(Enbiya,
67) âyetidir. Âyetteki taaccübün sebebi çok yönlüdür:
1) İyiliği emredip
kötülükten sakındırmaktan maksad,
başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye
düşmekten sakındırmaya bir irşaddır.
İnsanın kendisine iyiliği,
başkasına iyilik yapmasından
daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile malumdur. Başkasına
va'zedip, kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı
bir işte bulunmuş olur. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.
2) İnsanlara
va'z-u nasihat edip, ilmini gösteren sonra da kendisi nasihat almayan kimsenin
nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebeb olur. Çünkü insanlar o
zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu korkutmaların bir aslı esası
olmadığını anlamış oimasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı
işlemesi böylece insanları dini konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme
hususunda onlara cesaret verir. Vâ'zın maksadı, günahtan menetmek olup, kendisi
günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi
birleştirmiş olur. Ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir.
İşte bu sebebten ötürü Hak Teâlâ, "Hala aklınızı başınıza almayacak
mısınız?" buyurmuştur.
3) Va'z eden
kimsenin, va'zının- kalblere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah
işlemek ise, kalbleri, günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Buna göre
kim va'z ederse, onun maksadı va'zının kalbiere tesir etmesidir. Kim de günah
işlerse, sanki onun da maksadı va'zının kalblere tesir etmemesidir. İşte bu sebeble her
ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali (k.v): "Belimi
iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine
aldırmayan âlim ve zâhid olan
câhil.." Bu âyet hakkında birkaç
mesele daha vardır:
[81]
Bazı âlimler,
"günahkar emr-i bil maruf neny-' ani'l-münker (iyt şeyleri emredip, kötü şeyleri yasaklama) yapamaz"
elemişler ve bu görüşlerine aklî, naklî deliller getirmişlerdir: Onların
delilleri,"Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlara iyiliği emredip, kendinizi
unutuyor musunuz" (Bakara, 44) âyetidir. Şüphesiz Allah Teâla bu ayeti
onları zemmetme makamında zikretmiştir. Yine O :
"Niçin kendiniz
yapmadığınız şeyleri (başkalarına) söylüyor (tavsiye ediyor) sunuz?
Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah nezdinde çok büyük birgazab (vezilesi)
oldu" (Saff, 2-3) buyurmuştur.
Aklî bakımdan delilleri
ise şöyledir: "Şayet günahkârın iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi
doğru olsaydı, zina eden bir erkeğin, zina esnasında kadının yüzünü açmasını
günah görüp "bu yasaktır" demesi caiz olurdu. Halbuki böyle bir şeyin
kabul edilemeyeceği açıktır." Buna cevabımız şudur: Mükellef olan iki şey
ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki
mükellefiyetten birini yapmamak, diğerin: de yapmamayı icâb ettirmez. Allah
Tealânın:
"İnsanlara
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" ifadesine gelince bu, her
ikisini aynı anda yapmayı yasaklamaktadır. İki şeyi beraber olarak yapmaktan
nehyin, iki şekilde anlaşılması doğru olur:
1) Bundan
maksad, insanın nefsini (kendisini) unutup ihmal etmesinin mutlak olarak
yasaklanmasıdır.
2) Bundan
maksad, insanın kendisini unuttuğu halde diğer insanları iyiliğe teşvik
etmekten nehiydir. Bize göre ayetten murad, ikinci değil birinci şekildir. Bu
açıklamaya göre hasmın görüşü düşer. Onların ileri sürdükleri aklî detil ise,
kendilerinin aleyhine dönen bir delildir.
[82]
Mu'tezile bu âyeti,
kulun fiillerinin Allah'ın mahluku olmadığına
delil getirerek, şöyle
demişlerdir:
"Allah
Teâla'nın bu fiilin ancak insan
tarafından yaratılmış olması halinde doğru ve yerinde olur. Ama insanlar için
bu fiil mecburi olarak (cebren) yaratılmış olursa bu söz yerinde olmaz. Çünkü
siyah olana, siyah olarak yaratıldığı için, "Niçin beyaz değilsin?"
demek caiz değildir."
Buna cevabımız şudur:
Kulun kudreti iki zıt şeyi yapmaya elverişli olduğu zaman, şayet bu iki zıttan
diğeri değil de beriki bir müreccih olmadan meydana gelirse bu, sırf tesadüf
olur. Tesadüfi olan işleri kınamak ise mümkün değildir. Eğer bu, bir müreccih
sebebiyle olur ve bu da kul olur ise, aynı mesele geri gelir. Eğer bu müreccih
Allah ise, bu fiilin meydana gelmesi hususunda bu taraf racih (üstün gelen
taraf), diğer taraf ise mercuh (üstün gelinen taraf) olmuş olur. Mercûh tarafın
meydana gelmesi zaten imkansızdır. Çünkü, iki tarafın eşit olma durumunda bir
tarafın meydana gelmesi imkansız olacağı için, mercûh tarafın meydana gelmemesi
daha evlâdır. İki zıddan biri imkansız olunca, diğerinin meydana gelmesi vacib
olur. İşte bu durumda sizin bize karşı delil getirdiğiniz herşey aleyhinize
döner. Bütün bunlara gerçek manada verilecek cevab şudur: Hak Teala, yaptığı
işlerden sorulamaz.
[83]
a) Enes
(r.a)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Miraç gecesi
dudaktan ateşten makaslarla kesilen bir gunıb insana -astladım. Bunun üzerine
"Ey kardeşim. Ey Cibril bunlar kimler?" dedim. O da: "Bunlar,
dünya ahâlisinden hatib olan kimselerdir. Onlar insanlara iyiliği
emrediyorlardı, fakat kendilerini unutuyorlardı."i55)
b) Hz. Muhammet
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Cehennemde,
cehennem ehlinin,kokusundan bîzar oldukları bir adam vardır.' Denildi ki
"O kimdir Ey Allah'ın Resulü?" Hz. Peygamber (s.a.s) da
"timinden kendisi istifade etmeyen âlimdir" buyurdu. c) Yine O
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kendisi
yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları
aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir."
d) Şa'bi'den
rivayet edildiğine göre, cennetliklerden bir gurub, cehennemliklerden bir
gurubun haline muttali olur ve onlara "Niçin cehenneme girdiniz? Halbuki
biz sizin öğretmeniz sayesinde cennete girdik" derler. Onlar da:
"Biz, iyiliği emrediyorduk ama onu kendimiz yapmıyorduk" dediler.
"Nitekim "Kim sadece dili ile vaz'u nasihat ederse, sözü boşa gitmiştir.
Kim de hal ve hareketi ile vaz'u nasihat ederse onun (söz) okları hedefini
bulmuş ölür " denilmiştir. Şair de şöyle demiştir:
"Ey
başkasına öğreten adam. Keşke bu ta kendine olsa, kendin hasta olduğun halde,
iyileşmeleri için, hasta ve yatalaklara Haçlar tavsiye ediyorsun. İlkönce
kendinden başla ve nefsini zulmetmekten yasakla. Nefsin ondan vazgeçerse, sen
hakfmsin.. Bu durumda va'z edersen, va'zm makbul olur, senin görüşüne uyulur ve
bu öğretme işi fayda sağlar. "
"Bin adam
içindeki bir adamın işi, bin adamın bininin de sözünden daha tesirlidir"
denilmiştir. Ama va'z edip, kendisi de nasihatına uyan kimsenin değeri Allah
katında büyüktür.
Rivayet edildiğine
göre Yezid İbn Harun ölür. Kendisi vaiz ve zahîd bir kimse idi. Rüyada görüldü
de, kendisine, "Allah sana nasıl muamele etti?" diye sorulduğunda, o
"Allah beni affetti; Münker ve Nekir'in bana ilk sualleri, Rabbin kimdir?
oldu da, ben de bunun üzerine, şu kadar yıldır insanları Allah'a davet eden
şeyhten utanmaz ve ona Rabbin kimdir mi, dersiniz? dedim" Can çekişirken
Şiblî'ye, denildiğinde, o bunun üzerine şu beyti söyledi:
"Senin oturmuş
olduğun ev kandillere muhtaç değildir."
"Sabır ve namaz
ile yardım isteyin. Bu, muhakkak ki, huşu içinde olanlar hariç, çetin birşeydtr.
Bunlarsa, Bablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini
"(Bakara, 45-46). Bu âyette birkaç mesele vardır:
[84]
Âlimler, Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesiyle kimlere hitap edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Âlimlerden bir gurup, bunların Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmiş olanlar
olduğunu söylemiştir. Çünkü namazı asla kabul etmeyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
dininde sabrı inkâr eden kimselere hemen hemen namazla .e sabırla yardım
isteyiniz!" denilmiş. Bu sebeple bu hitabı, Hz. Muhammed ıs.a.s)'i
kesinlikle tasdik eden kimselere yöneltmek gerekir. Hitabın önce İsrailoğullan
hakkında olması, bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'i tasdik eden kimselere
yönelmiş olması da imkansız değildir. Doğruya en yakın olan görüş, bu ayetle
kendilerine hitap edilenlerin, Benîisrail olmasıdır. Çünkü hitabı onlardan
başkasına tevcih etmek, ilahi nazmın ifade düzenini bozar. Şayet, "Onlar
namazı ve sabrı tasdik etmedikleri halde, onlara namaz ve sabır nasıl
emredilir?" denilirse, deriz ki, biz onların namazı ve sabrı inkâr
ettiklerini kabul etmiyoruz. Çünkü, herkes, sabredilmesi gereken şeylere karşı
sabretmenin güzel olduğunu; yaratanına karşı bir tevazu ve Allah'ın zikriyle
meşguliyyet olan namazın da, dünya çile ve afetlerine karşı kendisine teselli
verdiğini bilir. İhtilaf ancak keyfiyettedir. Çünkü yahudilerin namazı, bir
şekilde; müslümanların namazı ise, başka bir şekildedir. Emrin taalluk ettiği
husus müşterek nokta olan mahiyet olunca, zikredilen müşkil kendiliğinden
kalkmış olur. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki, Cenab-ı Hak onların iman
etmelerini, idlali terketmelerini ve namaz ile zekat gibi dini uygulamalara
sarılmalarını emredip; bu da, riyaseti terketmek ve mal ile makamdan yüz
çevirmek gibi şeyleri ihtiva etmesi sebebiyle onlara güç gelince, şüphesiz
Allah bu hastalığa müdahele ederek "Sabtrve namazla yardım isteyiniz"
buyurmuştur.
[85]
Alimler.sabır ve namaz
hakkında birtakım görüşler belirtmişlerdir.
a) Ayette
sanki şöyle denilmiştir: "Dünyaya dair sevdiklerinizi bırakmaya ve Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in dinini kabul etmeden dolayı kendisine
dahil olmayı
tabiatınızın zor ve güç göreceği şeylere mukabil sabır ile, yani nefsi
lezzetlerden alıkoyma İle yardım isteyiniz. Çünkü nefislerinize bunu yüklediğinizde,
nefisleriniz buna alışır ve bu onlara hafif gelir. Sonra siz buna namazı da
ilave ettiğinizde, iş tamam olur. Çünkü namazla meşgul olanın Allah'ın celal ve
kahrı, rahmet ve fadlı ile meşgul olması gerekir. Buna göre kişi Allah'ın
rahmetini hatırladığı zaman O'na itaate yönelir; O'nun ikabını hatırladığı
zaman da, O'na isyanı terkeder.
b) Burada
sabırdan murad, oruçtur. Çünkü oruçlu olan kimse, yemeye ve içmeye karşı
sabırlıdır. Nefsini, midesinin ve avret mahallerinin şehvetinden koruyan kimseden,
dünya sevgisinin bulanıklıkları gider. Buna bir de namaz eklenince, kalb
Allah'ı bilme nûrlarıyla aydın'anır. Allah orucu namazdan önce zikretmiştir.
Çünkü orucun tesiri, uygun olmayan şeyleri giderme; namazın tesiri ise, uygun
olan şeylerin meydana gelmesi hususundadır. Çünkü kaide olarak: nefy isbattan
önce gelir. Yani menfi ve olumsuz olanların meydana gelmemesini sağlamak,
olumlu olanların meydana gelmesinden öncedir.
Bir de Hz. Peygamber
(s.a.s) "Oruç ateşten koruyan bir ka/kandır"[86]
buyurmuştur. Yine Allah'u Teala;
"Muhakkak ki
namaz, hayasızlıklardan ve çirkin şeylerden insanı neftyeder"(Ankebût, 45)
buyurmuştur. Çünkü namaz, dünya ile iştigale mani olur, kalbe huşu verir ve
namaz sebebiyle Kur'an'ı okumak, ondaki va'd ve vaide, va'z u nasihatlere,
güzel terbiyelere; âhirete isteklendirme ve dünyadan rağbeti kesmek için,
mahlukatın kimilerinin cennete, kimilerinin de cehenneme gittiklerine dair,
vukuf hasıl olur. Böylece insana, bu durumda riyaset işini bırakması ve
yaratıklardan ilgisini keserek, Yaratanın hizmetinin kıblesine dönmesi kolay
olur. Bu ayetin bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın:
"Ey iman edenler,
sabır ve namaz ile yardım isteyiniz; muhakkak ki Allah sabredenlerle
beraberdir" (Bakara, 153) âyetidir.
[87]
Hak Teâlâ'nın
âyetteki, ifâdesine gelince, bu zamirin mercii hususunda bazı görüşler ileri
sürülmüştür:
1) Zamir,
namaz (salât) lafzına râcidir. Buna göre mana, "namaz, huşu edenlerin
dışındakilere ağırdır", olur.
2) Zamir,
Hak Teâlâ'nın emrinin delâlet ettiği "istiane" (yardım taleb etme)
lafzına racidir.
3) Bu,
İsraıloğullarının, "Size vermiş olduğum nimetlerimi hatırlayın"
(Bakara, 140) âyetinden başlayıp, yine Cenâb-ı Hakk'ın "yardım taleb
ediniz" âyetine kadar ki kısım da, emredilen ve yasaklanan şeylerin
tamamına racidir. Araplar, kısaltmak için bazı şeyleri gizlerler veya muhatabın
ilmine güvenildiği için, o sözde sadece ima ile yetinir. Buna göre mesela
birisi, (O'nun üzerinde, falancadan daha faziletli birisi yoktur) der, bununla
da 'yeryüzünü' kasteder. Yine Araplar, Medine'yi kastederek, "Medine'nin
iki tepesi arasında falancadan daha şerefli bir kimse yoktur "
derler. Yine Cenâb-ı
Hak: "Eğer Allah, zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydu onun
üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nahl, 61) buyurmuş, fakat yeryüzünü
zikretmemiştir. Hak Teâlâ'nın âyetine gelince, yani, tunlara bu çok ağır ve güç
gelir. Bu senin, "Bu iş bana zor geldi" sözünden iştikak etmiştir.
Yine Allah'u Teala:
"Senin onları
davet ettiğin şey, müşriklere zor ve ağır geldi" (Şura, 13) buyurmuştur.
Şayet: "Namaz bunlara ağır, huşu duyanlara ise kolay olunca, bu durumda
onların sevablarının daha çok, huşu duyanların sevablarrnın ise daha az olması
gerekir; bu ise kabul edilemiyecek bir hükümdür" denilirse, deriz ki:
Burada "Onlara gelen yorgunluk, huşu içindeki kimseye gelen yorgunluktan
daha fazladır" denilmek istenmemiştir. Bu nasıl olabilir ki huşu sden
kimse, namaz kılarken uzuvlarını, kalbini, kulağını, gözünü kullanır; kendisine
ulaşan zikri, lezzeti ve huşuya tefekkürden gafil olmaz. Vaîdi hatırladığında,
herhangi bir hasret ve kederden hali olamaz; va'di latırladığında da aynısı
olur. Huşu duyan kimsenin fiili böyle olunca, namaz dolayısıyla ona gelen
ağırlık daha fazla olur.
[88]
Cenâb-ı Hakk'ın âyetinden
rhurad-ı ilahi şudur: O namaz huşu etmeyen kimselere çok ağır gelir; çünkü bu
kimse namazı, kıldığında herhangi bir sevaba; onu terkettiğinde de herhangi bir
cezaya inanmadığı için, bu durumda namaz kılmak ona çok güç gelir. Netice
olarak diyebiliriz ki, mülhid namaz kılmada herhangi bir faydanın bulunduğuna
inanmadığından namaz kılmak ona ağır gelir. Çünkü fayda bulunmayan herhgangi
bir şeyle iştigal etmek, kişinin tabiatına zor gelir. Ama muvahhid'e gelince,
namaz kılmada çok büyük faydaların bulunduğuna; onu kılmamada sn büyük
zararların bulunduğuna inandığı için namaz ona güç gelmez. Zira namaz kılmada
sevabın, ebedi, kalıcı nimetleri elde etmenin ve elim azabtan
kurtulmanın
bulunduğuna inanır. Allah'ın:
"Kî onlar,
Rablerine kavuşacaklarını bilirler" âyetine bakmaz mısın? Yani onlar,
Allah'ın sevabını elde eder ve cezasından halas olurlar. Bunun misali, hasta
olan kimseye, şu acı şeyi ye! denildiğinde, o, onda kendisi için şifa
bulunduğuna inanırsa, bu ona çok kolay olur. Eğer buna inanmazsa, bu ilacı
almak ona çok zor gelir.
Hz. Peygamberin sözü
de işte buna hamledilir. "Çözümün aydınlığı ve sûrûru da namazda
bulunmaktadır.[89] Namazı bu şekilde
nitelendirmesi, zikretmiş olduğumuz görüşler sebebiyledir, yoksa o namazın ona
ağır gelmerrfesi sebebiyle değil. Namaz, ona nasıl ağır gelmez ki! Hz.
Peygamber (s.a.s), ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Huşu demek tezellül
ve çok mütevazi olma (huzû1) demektir.
[90]
Allah'ın "Ki
onlar, Babletine kavuşacaklarını bilirler" âyetine gelince, müfessirlerin
bu ayet hakkında iki görüşleri bulunmakadır. a) "Zan" ilim
manasınadır. Onlar sözlerine devamla şöyle dediler: Zan, şeyin zıddını da
mümkün gören düşüncedir. Bu ise, sahibinin, kıyamet ında kesin inancının
bulunmamasını gerektirir. Bu da küfürdür. Halbuki u Teâlâ bu zannı
methetmiştir. Küfrü medhetmekse caiz değildir. Bu ible, ayetteki zandan muradın
ilim olması gerekir. Bu mecazın sebebi, zannın her birinin racih (üstün gelen,
ağır basan) bir itikadda müşterek larıdır. Ne var ki, ilim, zıddına mani olan
bir racihtir. Zan ise, zıddına ıi olmayan bir racihtir. Zan ile ilim bu
bakımdan birbirlerine benzeyince, ırdan birinin ismini diğerine vermek uygun
olmuştur. Evs İbn Hacer şöyle demiştir:
"Onu, kaburga
kemikleri arasında bulunan (kalbi) karmakarışık ve korku olduğunu zann-ı
galible bildiğim halde salıverdim."
"Sahiden onlar
diriltileceklerini bilmiyorlar mı? (Tatfif,4) Yine Cenâb-ı Hak: hesabımla
karşılaşacağımı biliyordum" {Hakka, 20) ve" (Tatfif, 4) buyurmuş;
Allah, bunu onlara yadırgayarak, "ra-na sevk ve teşvik etmek için
zikretmiştir. Allah'ın onları, zıddınt mümkün gören bir inanca sevketmesi caiz
değildir, bu sebeple burada sr can maksadın ilim olduğu ortaya çıkmıştır.
[91]
b) Lâfzı
zahirine hamletmektir ki, bu hakiki anlamda zandır.
Sonra burada birkaç
vecih bulunmaktadır;
1) Rabb ile
karşılaşmanın ölümden mecaz kılınması.. Bu böyledir, çünkü ile karşılaşmak,
ölümün neticesidir. Böylece müsebbeb (netice) zikredilmiş, ama sebep murad
edilmiştir. Bu meşhur olan bir mecaz şeklidir; çünkü ölen kimseye, "o
Rabbine kavuştu" denilir. Bunun böyle olduğu sabit biz deriz ki, o namaz
her an ölümü göz önünde bulunduran huşu ahiplerine zor ve ağır gelmez. Bu
böyledir; çünkü her an ölümü gözleyen
herkesin kalbi daima
huşu içindedir, onlar her halükârda tevbeye koşarlar. Çünkü ölüm korkusu, tevbe
etme sebeplerini güçlendiren hususlardandır. Bir de kişi huşuyla, birlikte
kendisinden çıkabilecek bir kusurdan her durumda emin olamaz... Dolayısıyla,
onun bunu telafi etmesi gerekir. Kişinin durumu zikrettiğinmiz şeyler olunca,
bu onu hemen tevbe etmeye yöneltir...
2) Rabb ile
karşılaşmanın, Rabb'in sevabı ile karşılaşma şeklinde tefsir olunmasıdır. Bu
ise, kesin olarak bilinmeyip, zannî bir husustur, çünkü abid olan bir zahit,
kendisinin Allah'ın sevabıyla karşılaşacağına kesinkes hükmedemez, tam aksine
o, zanneder... Ancak bu zan onu, daha mükemmel bir huşuya sevkeder.
3) Mana
şudur: Onlar, günahlanyla beraber Rablerine kavuşacaklarını sanırlar... Çünkü
huşu eden insan, kendisi ve amelleri hakkında sû-i zanda bulunur, böylece onun
zannına, Allah'a günahlarıyla birlikte kavuşacağı düşüncesi galib gelir ve
bunda da hemen tevbeye yönelir. Ki bu, övgüye şayan bir husustur.
Burada geriye iki
mesele kalmıştır:
[92]
(Bizim Ehlı Sünnet)
mezhebinde olanlardan bazıları Allahu Teala'nın buyruğunun Allah'ın
görülebileceğine delil olduğunu söylemişlerdir.
Mutezile ise
"lika" lafzı rü'yeti
ifade etmez demiştir. Bunun
delili ise. âyet, haber ve örftür. Âyetten
delile gelince, bu
Allah'u Teala'nın:
"Allah da, bunu
kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) kavlidir.
Halbuki, münafık Rabb'ini göremez. Yine Cenâb-ı Hak:
"Bunu her kim
yaparsa, bir ceza ile
karşılaşır"
(Furkan, 68) buyurmuştur. Yine tehdit makamında olmak üzere:
"Allah'dan
korkunuz ve biliniz ki siz Ona mülaki olacaksınız" (Bakara, 223)
buyurmuştur. İşte bu, hem kâfire hem de mümine şâmildir. Rü'yet kâfir için söz
konusu olmaz. Böylece biz "lika"nın rü'yetten ibaret olmadığını
anlamış olduk. Haberden delile gelince, bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in:
"Her kim,
müslüman bir kimsenin malını alarak kendisine mal etmek için yemin ederse. O,
Allah'la, Allah ona kızgın olduğu halde karşılaşır" şeklindeki hadisidir.
Hadiste geçen "lika" dan maksat Allah'ı görmek değildir. Çünkü bu hal
cehennemliklerin niteliğidir. Örften delillere gelince bu, müslümanların ölen
kimse hakkında, "O Rabbine kavuştu" deyip, bununla onun, Allah'ı
görmüş olduğunu kastetmem eleridir. Yine "lika" ile kastedilen,
aradaki engeli kaldıracak bir biçimde, kendisiyle karşılaşmış olduğu kimseye
yaklaşmaktır. İşte bundan dolayı, hükümdarın huzuruna çıkarılmayan adam, onu
görse bile, "Onunla henüz karşılaşmadım" der. Ama ona, emirin
huzuruna girmeye izin verildiğinde, o kimse kör bile olsa, onunla karşılaştım
der. Yine, "falanca çok ^etin güçlüklerle karşılaştı";
"falancadan büyük hile ile yüzyüze geldim"; "falanca ölümüyle
karşılaştı" denilir. Bütün bunlar "lika"nın görmekten ibaret
olmadığına delalet eder. Yine buna Allah'u Teâla'nın: "Allah'ın takdir
ettiği bir vakte kadar sular birleşti" (Kamer, 12) âyeti delalet eder. Bu
ancak cisimler hakkında doğru olur da, Allah hakkında doğru olmaz.
(Sünni) âlimlerimiz
ise, "lika" Arabça'da iki cisimden birinin, diğerinin yüzeyine temas
edecek biçimde ona ulaşmasından ibarettir, demişlerdir. Birisi, bir başkasına
dokunup ona bitiştiğinde 2Mi ıjl» jaî "Bu ona mülâki oldu" denilir.
Mülakat, idrak edilen iki cinsin arasında idrakin meydana gelmesine sebep
olunca, bu durumda lafzı da dokunmaya hamletmek imkansız olursa, o lafzı idrake
hamletmek gerekir. Çünkü sebebin lafzını, müsebbebe vermek mecaz şekillerinin
en kuvvetlilerindendir. Bu sebeple kişinin "lika" lafzını idrake
hamletmesinin vacib olduğu ortaya çıkar.
Bu konuda
söylenenlerin ekserisi şudur: Bu mana, bazı durumlarda kendisini tahsis eden
bir delilden dolayı bırakılır. Bu sebeple diğerlerinde "lika"
kelimesinin idrak manasına verilmesi vacib olur. İşte bu izaha göre, bütün
sualler kendiliğinden ortadan kalkar. Allah u Tealâ'mn: "Allah da, bunu,
kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) âyetine ve
münafığın Rabbini göremiyeceği hususuna gelince, biz deriz ki işte bu
zaruretten ötürü, buradaki maksat, "Onlar Allah'ın hesabı ve hükmüyle
karşılaşacakları güne kadar." şeklindedir. Ancak böyle bir takdir, delilin
hilafına, aksine olan bir görüştür.
Buna ancak, zaruret
esnasında başvurulur. İşte burada, kendisine müracaata muhtaç olduğumuz için,
ona başvurduk. Halbuki, Allahu Teala'nın ifadesinde lafzı zahirinden çevirip,
böyle bir ziyade takdir etmede bir zaruret yoktur. İşte böylece,
"lika"nın Allah'ın hükmüne değil de, O'nun kendisine talik edilmesi,
şüphesiz gerekmiştir. Onlar, Allah'ın görülmesine mani olacak akli delilleri
zikretmekle meşgul oldularsa da, biz o delillerin zayıf olduğunu açıkladık.
İşte bu durumda, bu yönden zahire sımsıkı tutunmak doğru ve isabetli olmuştur.
[93]
Allah'a rücû etmekten
maksat, insanların Allah'tan başka bir sahibi olmadığı, O'ndan başka hiç
kimsenin onlara herhangi bir fayda ve zarar veremediği bir yere rucu etmektir.
Nitekim onlar, ilk yaratılışlarında da böyleydiler. Böylece onların ilk önce
oldukları hale döndürülüşleri, Allah'a rücu kabul edilmiştir. Çünkü onlar,
hayattayken, her ne kadar Allah bütün hallerde onların sahibleri idiyse de,
O'ndan başka varlıklar hükmediyor ve onlara (zahiren) zarar ve fayda
verebiliyordu.
Bu âyetle, batıl
fırkalardan olan iki gurup ihticâc etmiştir.
1) Mücessime
şöyle demiştir: Cisim olmayana rücû etmek muhaldir. Allah'a rücû edileceği
sabit olunca, Allah'ın cisim olması gerekir.
2)
"Tenasüh"e inananlar da şöyle demişlerdir; Bir şeye rücû, daha önce o
şeyin yanında bulunmuş olmayı gerektirir. Bu sebeple bu âyet, ruhların kadîm
olmasına ve onların ruhlar aleminde bulunduğuna delalet eder. Buna cevabımız,
daha önce anlatılmış olan şeylere göre verilmiş demektir.
"Ey
îsralloğullan, size inam ettiğim nimetlerimi ve sizi bütün alemlere üstün
tuttuğumu hatırlayınız "(Bakara, 47). Bil ki Cenâb-ı Hak, onların
aleyhindeki delili pekiştirmek ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e tabi olmamadan
sakındırmak için, burada bu sözü ikinci defa tekrar etmiş, sonra:
"Birgünden sakının ki..." (Bakara, 48) sözüyle de tehdidini o söze bitiştirmiştir.
Sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Size olan geçmiş nimetlerimden ötürü bana
itaat etmediyseniz, bari gelecekteki azabımın korkusundan ötürü bana itaat
edin!
[94]
Hak Teâlâ'nın: âyetine
gelince, bunda bir sual vardır. Bu soru şudur: Bu ayet, onların Hz.
Muhammed'den üstün olmalarını gerektirir. Bu ise, ittifakla yanlıştır. Buna
birkaç bakımdan cevap veririz:
a) Bazı
âlimler, âlem çok kalabalık insan topluluğundan ibarettir. Mesela, "Bir yığın insan gördüm" demen
gibi... Bundan maksat, insanların tamamı değil, çoğudur, demişlerdir. Bu görüş
zayıftır; çünkü âlem lafzı delil anlamına gelen âlemden müştaktır. Buna göre,
Allah'a delil olan her şey âlem olmuş olur ve böylece de âlemden olur. Kelamcıların görüşlerinin tahkiki ise şöyledir.
Âlem, Allah'ın dışında var olan her şeydir. Buna göre âlem lafzını, sonradan
olanların bir kısmına tahsis etmek caiz olmaz.
b) Bundan
maksat, "Sizin zamanınızın âlemlerine üstün tuttum" demek olur. Bu
böyledir, çünkü bundan sonra meydana gelecek olanlar şu anda mevcut değildir. O
halde, o şahıs mevcut değilken, âlemler cümlesine dahil olmaz, çünkü âlemden
olmanın şartı, mevcut olmaktır, yokken bir şey mevcut olamaz, o halde yok olan
bir şey âlemden olmaz. Bir de Hz. Muhammed (s.a.s), o vakit mevcut değildi, o
vakit âlemlerden de değildi. Binaenaleyh, o vakitte İsrailoğullarının âlemlerin
en üstünü olmasından, onların o vakitte Hz. Muhammed (s.a.s)'den üstün olmaları
gerekmez. Hak Teala:
"Hani Allah sizin
içinizden peygamberler gönderdi sizleri hükümdarlar yaptı, size kainatta hiç
kimseye vermediği şeyi verdi" (Maide, 20) ve: "Andolsun ki biz
onları, bilerek,
bütün âlemlere üstün
tuttuk" (Duhan. 32) buyurmuş, bununla o zamanın âlemlerini kastetmiştir.
Onlar, kendilerine verilen hükümdarlık, peygamberlik ve ilahi kitaplar gibi
hususlarla başkalarından daha üstün olmuşlardır.
c) Allah'ın:
hitabl âlemler hakkında umumidir. Fakat, fazileti ifade etme bakımından
mutlaktır. Mutlakın doğru olmasında tek bir suret kafidir; buna göre ayet,
Israiloğullarının âlemlere herhangi bir hususta üstün kılınmış olduklarına
delalet eder ki, bu onların her şeyde âlemlerin hepsinden üstün olmasını
gerektirmez. Aksine onlar, bir hususta başkalarından daha üstün oldularsa da,
başkaları bu şeyin dışında onlardan daha üstün olmuş olurlar. Bu durumda,
Allah'ın:
"Muhakkak kt
Allah Adem 't,Nuh U İbrahim 'in ailesini İmrân m ailesini bütün âlemlere
seçmiş, üstün kılmıştır" (A.imran, 33) âyetiyle peygamberlerin meleklerden
daha üstün olduğuna istidlal etmenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Burada,
geriye birkaç bahis kaldı.
1) İbn Zeyd,
Allah bununla, onlardan mümin olanları kastetmiştir. Çünkü, onların asileri,
Allah u Teâlâ'nın: "Ve onları maymunlar ve domuzlar haline getirdi"
(Marde, 60) âyeti ile: "Beni İsrail'in kâfir olanları lanetlenmiştir"
(Maide, 78) âyetinde buyurduğu gibi, maymunlara ve domuzlara çevrilmiştir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın İsrailoğullarına olan bütün hitapları, Arapların dikkatini çekmek
içindir. Çünkü onlara üstünlükleri nebileri sayesinde olmuştur. Peygamberlerin
kıssalarının tamamı da bir irşad ve uyarma gayesine
yöneliktir. Nitekim
Cenab-ı Hak: "Onlar, sözü dinlerler, ve hemen onun en güzeline tabi
olurlar"{Zümer, 18); "Slze tıbbinizden indirilenin en güzeline uyunuz
"(Zümer, 55) ve: "Muhakkak ki onların kıssasında, akil sahipleri İçin
alınacak ibretler vardır" (Yusuf, 111) buyurmuştur. İşte bundan ötürü
Katâde rivayette bulunara, şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Hz.
Ömer söyle demiştir: "Allah'a yemin olsun ki, İsrailoğulları çekip
gitmiştir. Sizin başkalarından dinlediğiniz şey bir fayda vermez "
3) Kaffal,
nün harfinin kesresiyle olan" Nimet: Minnet ve adamın arkadaşına ikram
ettiği şey" manasına gelir. Nitekim Hak Teâlâ: Bu, bana lütfettiğin bir
nimettir" (Şuara, 22)
buyurmuştur. Ama nûn
harfinin fethasıyla olan üüî kelimesine gelince, bu hayatta kendisiyle
nimetlenilen şeydir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"İçinde büyük bir zevkle yaşadıkları
nimetler..." (Duhan, 27) buyurmuştur.
[95]
4) Allah'ın
hitabı kulların faydasına olan şeyi gözetmesinin Allah'a ne dünyevi ne de dini
bakımdan vacib olmadığına delalet eder. Çünkü O'nun buyruğu, dini ve dünyevi
nimetlerin tamamını içine alır. Buna göre bu üstünlük, ya vacib olur veya
olmaz; eğer vacib olursa, bunu onlara bir lütuf addetmek caiz olmaz. Çünkü
görevini ifa eden kimsenin, hiç kimseye bir lütfü söz konusu değildir. Eğer,
Cenâb-ı Hakk'ın, bunu ötekilere değil de berikilere tahsis etmiş olmasıyla
birlikte vacib olmazsa, bu kulların faydasına olanı gözetmenin ne dünyevi ne de
dini bakımdan vacib olmadığını gösterir. Buna göre, şayet Allah onlara bu
dünyada büyük nimetler tahsis edince, onlara ahirette de büyük nimetler tahsis
etmesi uygun olur. Nitekim, iyiliği tamamlamak, başlatmaktan öahe hayırlıdır,
denilmiştir. O halde daha niçin onun peşinden âyetindeki şiddetli korkuyu
getirmiştir? denilirse, cevab olarak deriz ki, nimetin büyüklüğüne rağmen isyan
etmek, en çirkin ve en kötü bir kusur olu;. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak
onları günah işlemekten sakındırmıştır.
5) Bu bahis,
âlemdeki gurupların hangisinin daha efdal, yani hayır özelliklerini daha çok
haiz olduğunu beyan hususundadır. Bil ki, her yerdeki sakinler arasında bu
hususta çok çetin tartışmalar meydana gelmiştir. Buna göre her gurup kendisinin
daha üstün ve kemal sıfatlarına da daha çok sahip bulunduğunu iddia etmiştir.
Biz Allah'ın tevfik ve yardımıyla, meselenin çözümü güç yönlerine işaret
edeceğiz.[96]
"Öyle bir günden
korkunuz ki, o günde hiç kimse diğer kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne
bir şefaat kabul edilir, ne de bir üdye alınır. Onlara yardım da edilmez
"(Bakara, 48).
Bil ki bu günde
korkmak, o günde meydana gelecek olan Allah'ın azab ve şiddetli acılarından
dolayıdır. Çünkü günün kendisinden korkulmaz. O gün cennetlik ve
cehennemliklerin hepsi mutlaka Allah'ın huzuruna geleceklerdir. Buna göre
ayetten maksad, bizim söylediğimiz şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak ahiret gününü,
insanları korkutmak için, en şiddetli ve azametli sıfatlarla nitelenmiştir. Bu
böyledir. Çünkü Araplar, kendilerinden birisi hoş olmayan bir duruma düştüğünde
ve hısım akrabası onu bundan kurtarmaya çalıştıkları zaman içlerinde
hamiyetperverlik namına ne varsa hepsini harcar ve tıpkı bir babanın çocuğunun başına
gelen kötülüğü defetmeye çalışması gibi, bu kötülüğü ondan savmaya uğraşırlar.
Eğer o, engelini aşamayacağı bir kimseyi görürse,çeşitli tevazu yollarını ve
şefaat çeşitlerini devreye sokarak, sertlikle yapamadığı şeyi yumuşaklıkla
yapmaya çalışır. Eğer hem sertlik hem de yumuşaklık fayda vermez ise, geriye o
kimseye ya mal veya başka çeşit bir şeyden fidye vermek kalır. Eğer bu üçü de
ona bir fayda temin etmez ise, dostları ve kardeşlerinden umduğu yardıma
yönelir. İşte böylece Cenab-ı Hak, Bu yollardan hiçbirinin ahirette
günahkarlara fayda vermeyeceğini haber vermiştir, bu tertibe göre geriye iki
sual kalır:
[97]
1) Allah'ın
âyetinin manası, âyetinin manası gibidir. Buna göre bu tekrardan maksad nedir?
Buna şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah'ın âyetinden maksadı, onun
hakettiği cezayı bir başkasının çekmeyeceğini ifade etmektir. gelince, bundan
maksad, o insanın bu şahsı cezalandıran (Allah'ın) hükmünden kurtarmaya
çalışamayacağıdır.
2) Allah
uTeâlâ, bu ayette "şefaatin kabulünü", "fidye alımı "ndan
önce zikretmiş, bu âyeti bu suredeki 120. âyetten sonra tekrar getirerek orada
da "fidye alma" "şefaatin kabulü"nden önce zikretmiştir.
Bunun hikmeti nedir? Buna şöyle cevab verilir: Mal sevgisine olan meyli, kendisini
yüceltmeye olan meylinden daha şiddetli olan kimse, şefaat edecek olanlara
yapışmayı, fidye vermeye tercih eder. Aksi temayülde olan kimse ise, fidyeyi
şefaatçiye tercih eder. Bundan dolayı her iki âyetteki farklı tertib, bu iki
sınıf insana işaret etmek içindir.
Şimdi de âyetteki
lâfızların tefsirine geçiyoruz.
[98]
Allah Teâlâ'nın
"Hiç kimse diğer bir kimseye hiçbir fayda sağlayamaz" âyetine
gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: Lügatcileregöre fiilinin asıl
mânası (hükmetti, emretti, ifâ etti, ödedi) fiilinin manasıdır. Bu manada olmak
üzere Hz. Peygamber (s.a.s), Ebû Bürde b. Yesâr (r.a.)'a şöyle demiştir:
"(Bu kurban) sana kifayet eder, fakat senden başka kimseye kifayet
etmez." Arapçacılar da bunu bu şekilde, hemzesiz olarak "tâ"
harfinin fethası ile şeklinde rivayet etmişlerdir. Yani "Bu, senin kurban
vecibene yeter, kurban yerini tutar " demektir. Buna göre, âyetin manası
"Kıyamet günü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin hiçbir bakımdan yerine geçemez
ve ona isabet edecek hiçbir cezayı onun için yüklenemez. Aksine o günde kişi,
kardeşinden, annesinden ve babasından bile kaçar." Yine buna göre, bu
yerini tutmanın manası, "itaat edenin itaati, günahkara vacib olmuş olan
(cezayı) karşılamaz, onun yerine geçmez." Bu yerini tutma ve yerine geçme
dünyada bazan olabilir. Mesela bir şahıs yakınının ve dostunun borcunu öder ve
böylece onun borcunu kendi yüklenir. Âhirette ise, hakların ifast ancak hasenat
(sevabları) vermekle olur. Ebu Hureyre (r.a), Hz. Muhammed (s.a.s)'den şu
hadisi rivayet etmiştir:
"Yanında din
kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak
kendisinden alınmadan ondan helallik isteyen kimseye Allah merhamet etsin.
Çünkü âhirette ne bir dinar ne bir dirhem vardır. Eğer
o kimsenin iyilikleri
varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yok ise, o
zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir.[99]
Keşşaf sahibi, âyette
geçen 14 lâfzının mefûlü bih olduğunu ve mefûlu mutlak olmasının da caiz
olabileceğini söylemiştir. Meful-u mutlak olması halinde âyetin takdiri (az bir cezayı) şeklinde olur. Nitekim
Cenâb-i Hakk, "Az bir zulüm bile görmezler"{Meryem, 60).Âyeti
şeklinde okuyan, bunu 'fayda verdi' manasına gelen fiilinden okumuştur. Buna
göre lafzı, bu kıraatte ancak, "fayda vermek cinsinden herhangi bir
şey" manasına gelir. Bu durumda bu cümle kelimesinin sıfatı olarak
mahallen mansubtur. Eğer, "Öyle ise mevsufa ait zamir nerededir?"
denir ise, deriz ki "O mahzuftur ve takdiri şöyledir: şeklindedir.
Buradaki kelimesinin
nekre oluşunun hikmeti şudur: "Nefislerden hiçbir nefis, kendinden başka
hiçbir nefse, hiçbir surette fayda veremez." Bu, hertürlü isteği kesen,
tam bir ümitsizliğe düşürmedir.
Allah Teâlâ'nın
âyetine gelince deriz ki: "Şefaat" bir kimsenin, bir başkasından bir
şey istemesi ve ondan ihtiyacını gidermesini istemesidir. Kelimenin aslı,
"tek"in zıddı manasındaki "çift" demek olan iîili
kelimesinden gelir. Buna göre sanki, ihtiyaç sahibi tek idi de, şefaatçi onun
yanında ikinci (onun çifti) bir şahıs oldu demektir.
Bil kî, Hak Teâlâ'nm
ifâdesindeki zamîri günahkâr olan ikinci "nefs"e racidir.Bu,
kendisinden hiçbir fidyenin kabul edilmediği nefistir. O nefisten şefaatin
kabul olunmamasının manası şudur: Eğer o, bir şefaatçinin şefaatini getirirse
bu ondan kabul edilmez. Zamirin, şu manada olmak üzere birinci nefse raci
olması da caizdir: Eğer o birinci nefis .ikinci nefse şefaat edecek olsa,
birincinin ikincinin yerine ceza görmeyeceği gibi, şefaati de kabul olunmaz.
Allah Teâlâ âyetinin
manası "Ondan fidye de kabul edilmez" demektir. Jip kelimesinin aslı
bir şeyin denk olması manasına olan
dendir. Sen, "Ben onun bir benzerini görmüyorum " manasında
dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Sonra inkâr
edenler, (başka varlıkları) Bablerine denk tutuyorlar" (En'am.1)
buyurmuştur. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edip kâfir
olanlar (yok mu?)r eğer yeryüzünde bulunan her şey bir misli ile beraber o
kâfirlerin olsa da, onlar kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) ona fidye
olarak verseler, bu Ûdye onlardan kabul olunmazdı" (Maide, 36);
"İnkâr edenler ve
kafirler olarak ölenler yeryüzü dolusu altını (azablanna karşılık) fidye olarak
verseler bile, bu onların hiçbirinden kabul edilmez" (Al-i Imran, 91) ve:
"O (kâfir) üdye olarak ne verirse versin, bu ondan kabul edilmez
"(En'am, 70) âyetleridir.
Allah Teâla'nın
"Onlara yardım da olunmaz" âyetine gelince, bil ki yardımlaşma, ancak
dünyada, beraber yaşama ve akraba olma vesilesi ile olur. Halbuki Hak Teâlâ, o
günde ne bir dostluk, ne bir şefaat, ne de aralarında bir akrabalık bağı
kalmayacağını; insanın kardeşinden, anasından, babasından ve yakınlarından
kaçacağını haber vermiştir. Kaffal, "Ayetteki "nasr"dan murad,
me'ünet yani yardımdır" demiştir. Bu Peygamber (s.a.s)'in "Kardeşine
zalim olduğu zamanda (zulmüne engel olarak) mazlum olduğu zamanda (ona yapılan
zulme engel olarak) yardım ef"[100]
hadisi de böyledir. kelimesi de aynı manadadır. Araplar yağmur almış manasına
(yardım edilmiş toprak) derler. Yağmur toprakta bitki çıkardığı zaman, (Yağmur
beldeye yardım ediyor) denir. Bu ifadeye göre, sanki yağmur, o belde halkına
yardım etmiştir. Hak Teâla'nın;
"K/m, Allah'ın
kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa... "(Hacc, 15) âyeti,
"Yağmurun beldelere rızık verdiği gibi, . Allah'ın kendisini rızıklandırmayacağını
(sanıyorsa)..." şeklinde tefsir edilmiştir. İntikam alma da, bir yardım ve
zalime bir karşı duruş manasında "nusreFnusret" ve 'intişar"
diye isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: kavmine karşı ona yardım (Enbiya,
77) buyurmuştur. Müfessirler bu âyetteki,
nın manasının "Biz onun intikamını aldık" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, bütün bu manalara
muhtemeldir. Bu âyet, onların, kıyamet gününde azab edildikleri zaman,
Allah'tan onlar namına intikam alacak birisini bulamayacakları manasına da
gelebilir. Hulasa olarak, sanki "yardım", "şiddet ve belaları
savuşturma" demektir. İşte bu sebeble Hak Teala, orada azabından o
kâfirleri kurtaracak birisinin bulunmadığını haber vermiştir. Âyette bunlardan
sonra geriye iki mesele kalır:
[101]
Âyette, günahlardan en
büyük bir sakındırma ve insandan sadır olan günahları tevbe ile telafi etmesine
en kuvvetli bir teşvik vardır. Çünkü insan, ölümden sonra herhangi bir tedarik
şefaaf, yardım ve fidyenin olmayacağını düşündüğünde, kurtuluşunun ancak
Allah'a itaatle olacağını anlar. İbâdetlerinde her an kusur yapmadan ve ömrünün
uzun olacağına yakînî bir bilgisi olmadığı için tevbeye fırsat bulamamaktan
emin olamayan kişi, her hâl ü kârda bir korku ve endişe içinde olur. Bu âyet,
her nekadar İsrailoğullan hakkında nazil olmuş ise de, mana bakımından herkese
hitabtır. Çünkü ayette bahsedilen vasıflar, Kıyamet gününün vasıflarıdır. Bu da
o günde bulunacak herkese şamil olur.
[102]
Ümmet-i Muhammed,
âhirette Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaat etme hakkı olduğu hususunda ittifak
etmiştir. Cenab-ı Allah’ın:
Rabbinin seni, bir
makam, Mahmuda göndereceğini ümid et” (İsra, 79) ve Sen de (Onun verdiğe) (Duha, s) ayetleri şefaata hamledilmiştir.
Sonra alimler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatinin kimler için olduğu mevzusunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu şefaat, sevabı elde etmiş müminler için mi, yoksa azabı
haketmiş büyük günah sahibi mü'minler için midir? Bu meselede Mu'tezile,
şefaatin sevabı elde etmiş mü'minler için olduğunu,şefaatin tesirinin ise,
mü'minlerin hakettikleri sevaba fazlalık kazandırmak olduğunu söylemişlerdir.
Bizim alimlerimiz ise şefaatin tesirinin, azabı haketmiş kimselerden, azabı
düşürme şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu şefaat, ya mahşer meydanında
onlara yapılır da cehenneme hiç girmezler, veya onlar cehenneme girdikleri
zaman onlara şefaat olunur ve böylece cehennemden çıkarılır, cennete
girdirilirler. Alimler şefaatin kâfirler için sözkonusu olmadığında ittifak
etmişlerdir;
[103]
Mu'tezile, büyük günah
sahibi kimselere şefaatin olmayacağını birkaç bakımdan istidlal etmişlerdir.
Birincisi: Delillerden
biri, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayettir. Mu'tezile, bu ayetin üç bakımdan
şefaatin olmadığına delil olduğunu söylemiştir:
a) Allah
"Ogünde hiç kimse, hiçbir kimseye hiçbir toyda sağlayamaz"
buyurmuştur. Eğer şefaat, azabı düşürme hususunda irli olsaydı, o zaman bir kimse,
diğer birine bir fayda vermiş olur.
b) Allah
Teâlâ "Ondan hiçbir şefaatçi de kabul edilmez" muştur. Bu ayette
geçen "şefaat lafzı nefyin (olumsuz ifadenin) en gelmiş bir nekredir. Bu
sebeble o, hertürlü şefaat çeşidini içine alır.
c)
Hak Teâla "Onlara yardım da
edilmez" buyurmuştur. Eğer, Hz. Muhammed (s.a.s), günahkârlardan birisine
şefaat edecek olsa ona, yardım edici olmuş olurdu. Bu ise âyetin aksine bir
harekettir.
Âyetteki sözün şu iki
yönden olduğu da söylenmesi:
1)
Yahudiler, atalarının kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı, ayet
ile onlar, bu iddialarından ümidsizliğe düşürülmüşlerdir. Binaenaleyh onlar
hakkında nazil olmuştur.
2) Âyetin
zahiri, mutlak manada şefaatin olmadığını ifade .eder. Ancak itaat ehli
olanları sevaölarını artırma hususunda, ayetin tahsis edilmesine arama
konusunda ittifak ettik , demişlerdir.
[104]
Biz (ehl-i sünnet) de
bu tahsisi zikredeceğimiz delillerden dolayı, büyük günah sahibi müslüman için
yaparız. Çünkü biz Mu'tezile'nin birinci görüşüne şu şekilde cevap veririz:
İtibar, sebebin hususi oluşuna değil, lafzın umumiliğinedir. İkinci görüşe de
şöyle diyerek cevap veririz. Âyetten maksadın, sevapları artırma hususundaki
şefaatin nefyi olması caiz değildir. Çünkü Hak Teâlâ, o günde hiçbir şefaatin
fayda vermeyeceğini bildirerek, o günden insanları sakındırmıştır. Şefaatin
olmaması, sevabın artırılması Hususuna raci olduğu zaman, sakındırma tam manası
ile olmaz. Çünkü artırılmamasında herhangi bir tehlike ve zarar yoktur. Bunu şu
durum açıklar: Eğer Allah Teâ!â: Sevaba hak kazananların faydalarını hiçbir
kimsenin şefaati ile artırmayacağı günden (kıyamet gününden) korkun" demiş
olsaydı, bununla günahlardan herhangi bir zecr (sakındırma) meydana gelmezdi.
Yok, eğer "İkabı haketmiş kimselerin ikabını hiçbir şefaatçinin şefaati
ile düşürmeyeceğim (kıyamet) gününden korkunuz" demiş olsa idi, bu söz
günahlardan sakındıncı olurdu. Böylece ayetten kastedilenin, şefaatin tesirinin
sevabı artırma hususunda değil, ikabı düşürme hususunda nefyedilmesi olduğu
sabit olur.
[105]
İkincisi:
Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de sözü dinlenecek
bir şefaatçisi vardır " (Mü'min, 18) âyetidir. Zalim, zulmeden demektir.
Bu kelime kâfir ve başkası hakkında kullanılır. 'Bu ayette Cenab-ı Allah,
zalimlerin sözü dinlenen şefaatçisi olmadığını beyan etti, icabet edilen bir
şefaatçisi olmadığını beyan etmedi" denilemez. Biz, bu ayetin ifadesinin
gereği olarak, Allah'ın, iccbet edilen bir şefaatçinin varlığını da nehyetmiş
olduğunu söylüyoruz. Çünkü âhirette sözü dinlenen hiçbir şefaatçi yoktur. Çünkü
sözü dinlenen kimse, sözünü dinleyen (ona itaat edenden) üstündür. Allahu
Teala'nın üstünde ise, Allah'ın ona itaat edeceği hiçbir kimse yoktur. Çünkü
biz diyoruz ki ayeti sizin söylediğiniz manaya hamletmek iki sebebten dolayı
mümkün değildir.
a) Allah
Teâlâ'nın üstünde, Allah'ın itaat edeceği hiçbir varlığın olmadığını bilmek,
bütün akıllıların ittifak ettikleri bir husustur. Bunu Allah'a nisbet eden
kimseye gelince o, bununla Allah'ın hiç kimseye itaat etmediğini itiraf etmiş
olur. Ama bunu kabul etmeyene gelince, menfi görüşte olmasına rağmen, onun,
Allah hakkında, başka bir varlığa itaat ettiğine inanması imkansız olur. Bu
sabit olunca, ayetin sizin dediğiniz manaya ham (edilmesi, onu lafzın ifade
etmediği bir manaya hamletmek olur.
b) Allah
Teâlâ, kendisine itaat olunan bir şefaatçinin olmayacağını bildirmiştir.
Şefaatçi olan kimse, ancak, şefaat için kendisine başvurulandan aşağı
mertebededir. Çünkü ondan üstün olan, ona emreder ve onun hakkında hükmeder.
Böyle birisine ise şefaatçi denilemez. Bundan dolayı âyetteki sözü, şefaat
edenin Allah'dan daha aşağı mertebede olduğunu ifade etmiş olur. Bu sebeble
(sözü dinlenen, itaat edilen) sözünü, Allah'tan üstte olan kimse manasına
anlamak mümkün değildir. Bunun için de âyeti, "Onlar için,icabet olunacak
bir şefaatçi yoktur " anlamına da hamletmek gerekir.
Üçüncüsü:
Hak Teâlâ'nın: "Kendisinde alışveriş, dostluk ve şefaat olmayan gün
gelmezden önce..." (Bakara, 254) âyetidir. Bu ayetin zahiri, hiçbir
şefaatin olmadığını gösterir.
Dördüncüsü: Allah
Teala’nın “Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" (ali imran, 192) âyetidir.
Şayet, Hz. Peygamber (s.a.s), ümmetinin fasıklanna şefaat edecek olsaydı, onlar
"yardım edilmiş kimseler" diye vasfedilirlerdi. Çünkü fasık, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şefaati sebebiyle azabtan kurtulursa, Hz. Peygamber
(s.a.s) ona nihai derece yardım etmiş olur.
Beşincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar, ancak Allah'ın rızasına ermiş olanlara şefaat
eder/er" (Enbiya, 28) âyetidir. Cenab-ı Hak bu ayette meleklerinden haber
vererek onların, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ettiklerini
söylemiştir. Fasık ise, Allah'ın razı olduğu kimselerden değildir. Melekler,
fasığa şefaat etmedikleri zaman, peygamberler de etmez. Çünkü melekler ile
peygamberlerin şefaatinin farklı olduğunu söyleyen yoktur.
Altıncısı:
Cenâb-ı Allah'ın:
"Onlara
şefaatçilerin şefaati fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Şayet
şefaat, azabın düşürülmesinde müessir olsaydı, bu şefaat onlara fayda verirdi.
Oysa ki ayet bunun zıddını ifade etmektedir.
Yedincisi:
Ümmet-i Islamiye, bizim, bizi, Hz. Peygamber'in şefaatine nail olanlardan
ktlmasını Allah'tan istememiz gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar,
bütün dualarında şöyle derler: "Allah'ım bizi O'nun (s.a.s) şefaatine nail
olanlardan eyle." Şayet şefaate müstehak olan kimse, büyük günahlarda
ısrarlı olduğu halde bu dünyadan göçmüş olan birisi olursa, o takdirde onlar
Allah'dan büyük günah üzerinde ısrar etmiş olarak canlarını almasını istemiş
olurlar. "Onlar, büyük günah işlemede ısrarlı oldukları halde dünyadan
göçtükleri zaman, Allah'tan kendilerini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine
nail olanlardan kılmasını isterler, yoksa büyük günah işlemede ısrarlı
oldukları halde canlarını atmasını değil.
Nitekim onlar,
dualarında, "Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl " diye de dua
ederler. Oysaki onlar bu dua ile, günah işleyip sonra tevbe etmeyi kastetmiş
değillerdir. Onların arzuladıkları, günah işledikleri zaman Allah'ın onları
tevbeye muvaffak kılmasıdır. Bu iki arzu da bir şarta bağlıdır ki o da, önceden
günahta ısrar halinin ve günahın bulunması şartıdır" denilmesi niçin caiz
değildir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Buna iki yönden cevab verilir:
a) Biz,
"Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl" duamızı bir şarta
bağladığımızda;"Allah'ım bizi şefaata nail olanlardan kıl" sözümüze
de bir şart ilave etmemiz gerekmez.
b) Ümmet-i
Muhammed, Allah'dan bekledikleri bu iki arzusunda da, O'ndan, kendilerine arzu
ettikleri şeye ulaştıracak olant yapmasını isterler. Bu sebeble onların,
"Rabbimiz bizi çok tevbe edenlerden kıl " sözü ile, kendilerini
günahlardan tevbe etmeye muvaffak kılmasını; "Bizi şefaate nail olanlardan
kıl " sözü ile de, sayesinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine nail olabilecekleri
şeyi kendilerine vermesini istemiş olurlar. Eğer, şefaate ehil olabilmek, ancak
büyük günahlarda ısrarlı olunduğu halde dünyadan göçmek ile olsaydt, bu durumda
şefaata nail olmayı istemek dünyadan büyük günahları işlemede ısrarlı vaziyette
göçmeyi istemek olurdu ki bu, icma ile caiz değildir Bizim, "şefaate nail
olmak ancak, sevaba müstehak olunarak bu dünyadan göçmek ile olur"
sözümüze gelince, şefaate nail olmayı bu manada istemek çok yerinde olur. Bu
ikisinin farkı ortadadır.
Sekizincisi:
Allah-u Teâlâ'nın: 'Tacirler muhakkak ki cehennemdedirler. Kıyamet günü oraya
girecekler. Oradan hiç ayrılamayacaklardır" (infitar, 14-16) âyetidir. Bu
âyet, bütün günahkârların, cehenneme gireceğini ve oradan hiç çıkamayacaklarını
gösterir. Onların cehennemden ayrılamayacakları sabit olunca, oradan hiç
çıkmayacakları da sabit olmuş olur. Durum bu olunca, şefaatin ne cezanın
affedilmesinde, ne de cehenneme girdikten sonra oradan çıkma hususunda bir
faydası olmaz.
Dokuzuncusu: Hak
Teâlâ'nın: "O (Allah) işi yönetendir. Ancak O'nun izin vermesinden sonra
bir şefaatçi bulunabilir" (Yunus. 3) âyetidir. Bu ayette, Allah Teala,
şefaat etmesine izin vermediği kimsenin şefaatçi olamayacağını beyan etmiştir.
Allah'ın:
"Allah'ın izni
olmadan O'nun yanında şefaat edecek olan kimdir?" {Bakara, 255) ve:
"Onlardan ancak Rahman (Allah)'ın izin verdiği kimse konuşabilir ve
doğruyu söyler "(Nebe, 38) âyetleri de aynı manadadır. Cenâb-ı Hak, büyük
günah işleyenler hakkında şefaata izin vermemiştir. Çünkü böyle bir iznin
olduğu şayet bilinse idi, ya akıl yolu ile ya nakil yolu İle bilinirdi. Akıl
yolu ile bilinmesi meselesine gelince, bu konu aklın sahasına girmez. Nakle
gelince, bu ya mütevatir ya da haber-i vahid ile bilinirdi. Ahad haberlerin bu
sahada yetkisi yoktur. Zira onlar zan ifade ederler. Söz konusu mesele ise
"ilim" (kesin bilme) ile ilgili bir meseledir. İlmi konularda zan
ifade eden delillere tutunmak caiz değildir. Bunun mütevatir haber ile
bilinmesine gelince, bu da batıldır. Çünkü, eğer bu hususta mütevatir bir haber
bulunsa idi, müslümanların çoğu bunu bilirdi ve eğer müslümanlar bunu
bilselerdi, bu şefaati inkâr etmezlerdi. Binaenaleyh, çoğunluk onun yokluğu
hususunda ittifak ettiğine göre, böyle bir iznin verilmeyeceğini anlıyoruz.
Onuncusu: Allah
Teâlâ'nın: "Arşı yüklenen ve onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini
hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler ve müminlerin bağışlanmasını
(şöylece) isterler: Ey Rabbimtz, senin rahmetin ve ilmin herşeye şamildir. O
halde tevbe edenleri ve senin yoluna uyanları atfet" (Mü'min, 7) âyetidir.
Şayet fasıklar için şefaat söz konusu olsaydı, şefaati tevbe ve Allah yoluna
tâbi olma şartlarına bağlamanın bir manası olmazdı.
[106]
Onbirincisi: Büyük
günah işleyenler hakkında şefaatin bulunmadığına delalet eden haberler dört
tanedir:
a) el-Alâ
İbn Abdirrahman'tn babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.s) bir mezarlığa girer ve şöyle der:
"Selam olsun
size, ey müminler topluluğunun yurdu! Muhakkak ki biz de, insaallah sizin
yanınıza geleceğiz! Kardeşlerimizi görmeyi ne kadar isterdim!" Bunun
üzerine orada bulunanlar, "Ya Resulullah, biz senin kan kardeşlerin değil
miyiz? deyince, Hz.Peygamber: Bilâkis sizler benim ashabımsınız;
kardeşlerimizse henüz dünyaya gelmemiş olanlardır" dedi. Bunun üzerine
onlar, Ya Resulallah, senden sonra ümmetinden gelecek olanları nasıl tanırsın?
deyince Hz. Resul, "Söyleyin bakalım ne dersiniz, eğer bir adamın siyah at
sürüsü içerisinde, alnı beyaz, ayaklan sekül biratıolsa, o adam atını tanımaz
mı?" dedi. Onlar, "evet" ey Allahı'ın Resulü dediler. Hz.
Peygamber de:
"Muhakkak ki
onlar kıyamet gününde abdestten dolayı yüzleri akr elleri ve ayakları bembeyaz
olarak gelirler. Ben ise, havzın kenarında onların önünde olurum. İyi bilin ki,
yolunu şaşırmış develerin kovulması gibi bazı adamlarda benim havuzumdan
mutlaka kovulurlar da, ben onlara: "Hey! buraya gelin! buraya gelin!"
diye seslenirim. Bunun üzerine, "Onlar senden sonra muhakkak ki
değiştiler" denilir. Ben de, bu sebeple, onlara yazıklar olsun, yazıklar
olsun!" derim" buyurur.[107]
'Şefaatin olmadığına dair bu haberle şöyle istidlal yapılmıştır: Şayet Hz.
Peygamber (s.a.s) onlara şefaat edici olsaydı o, "yazıklar olsun, yazıklar
olsun!" demezdi. Çünkü şefaat eden kimse, bunu söylemez. Hz. Peygamber
(s.a.s), onları bir yudum su içmeden bile men ederken, daimi olan azabtan
kurtulmaları hususunda, onlara nasıl şefaatçi olur?
b)
Abdurrahman İbn Sâbât'ın, Cabir İbn Abdullah'tan rivayet ettiği göre Hz.
Peygamber (s.a.s) Ka'b İbn 'Ucre'ye:
"Ey Ka'b İbn
Vere, sefihlerin yönetime geçmesinden sent Allah'a sığındırırım. Şüphesiz,
birçok idareciler gelecek... Kim onların yanma girer, zulümlerinde onlara
yardımcı olur ve onların yalanlarını tasdik ederse, o benden, ben de ondan
değilim; ve o, benim havzıma da kesinlikle gelemeyecektir. Kim onların yanına
girmez, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz ve onların yalanlarını doğrulamazsa,
o benden, ben de ondan olurum ve o kimse, benim havzanın başına gelir. Ey Ka 'b
İbn Vere, namaz Allah a yaklaşma verileri, oruç insanı günahlardan koruyan
kalkan, sadaka ise, suyun ateşi söndürmesi gibi hataları söndürür. Ey Ka'b İbn
Vere, haramdan biten (beslenen) bir et, cennete giremez" buyurdu.[108]
Bu hadiste üç bakımdan
istidlal edilir:
1) O
kimse peygamberden, peygamber
de ondan olmayınca, peygamber ona nasıl şefaat eder?
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)' in, "Obenim havzıma gelemiye-çektir" ifâdesi,
şefaatin olmadığına delildir. Çünkü o kimse Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşmaktan
men olunup Havzına gelemeyince, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in onu göreceği azabtan
kurtarmaktan kaçınması daha evladır.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ifadesi büyük günah işleyenler için, şefaatin herhangi bir
tesirinin bulunmadığını gösteren açık bir ifadedir.
c) Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden
hiçbirinizi, kıyamet gününde boynunda feryad eden bir koyunla bulmayayım. O:
"Ya Resulullah, imdad!" dedikçe; ben: "Bugün Allah'ın hükmünden
sana hiçbir fayda sağlayamam, nitekim durumu sana tebliğ etmiştim"
diyeceğim.[109]bu elde etmek istediğimiz
netice hakkında sarih bir ifadedir.
Çünkü Hz.Peygamber onun için Allah nezdinde bir şey yapamayınca, onun
şefaatte herhangi bir nasibi olamaz.
d) Yine Ebu
Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi vardır
ki ben kıyamet gününde onların hasmıyım. Kimin de hasmı olduysam, onu
yenmtşimdir. Bana bir şey verip, sonra da haksızlık eden kimse; hür olan
kimseyi satıp da parasını yiyen kimse ve bir ücretliyi çalıştırıp da, ondan
işini tastamam yapmasını isteyen, ama ücretini tastamam ödemeyen kimse"[110]
Bununla şu şekilde istidlal edilir. Hz. Peygamber {s.a.s.) onların hasmı
olunca, onun onlara şefaatçi olması imkansız olur. İşte bu babda, Mûtezile'nin
görüşlerinin tamamı budur.
[111]
Bizim alimlerimize
gelince, onlar bu konuda birkaç hususa dayanmışlardır:
a) Allah'ın
Hz. İsa (a.s)'dan naklederek, buyurduğu şu âyettir:
"Eğer onlara
azab edersen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan,
muhakkak ki aziz ve hakîm olan sensin" (Maide, i ıs). Bu âyetle istidlal
tarzı şu şekildedir: Hz.İsa (a.s.) tarafından yapılan bu şefaatin ya kâfirler
hakkında olduğu, yahut itaatkâr müslüman hakkında, veya küçük günahları bulunan
müslüman hakkında ya da tevbe ettikten sonra büyük günah sahibi olan müslüman
hakkında, yahutta tevbe etmeden önce ölen büyük güne! ı sahibi müslüman
hakkında olduğu söylenir. Birinci kısımdakiler hakkında olması batıldır; çünkü
Cenab-ı Hakk'ın, ifâdesi kâfirler hakkında uygun değildir. İkinci, üçüncü ve
dördüncü kısımdakiler hakkında olması da yanlıştır; çünkü itaatkâr müslümana
küçük günah sahibi müslümana ve büyük günah sahibi müslümana, tevbe
etmelerinden sonra, hasımlarımızca da, azab etmek aklen caiz değildir. Bu böyle
olunca Hak Teâlâ'nın buyruğu, onlar hakkında uygun olmaz. Bu batıl olunca
geriye, ancak, bu şefaatin tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi müslüman
hakkında olduğunu söylemek kalır. Bu şefaatin Hz. İsa (a.s) hakkında olduğunu
söylemek doğru olunca, onun, zaruri olarak, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında da
olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü arada bir fark olduğunu söyleyen hiçkimse
bulunmamaktadır.
b) Allah u
Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s)'den naklederek buyurduğu şu âyettir:
"Kim bana
tabi olursa, o bendendir; her kim de bana asi olursa, muhakkak ki senr çok
bağışlayan ve çok merhamet edensin" (ibrahim, 36). Buna göre, Cenâb-t
Hakk'ın sözünün kâfir hakkında olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü kâfir,
ittifakla, mağfirete ehil değildir. Bu ifadenin, küçük günah sahibi ve tevbe
ettikten sonra büyük günah sahibi kimse hakkında olduğunu söylemek de caiz
değildir, çünkü Allah'ın onları bağışlaması, hasmımızca, aklen vacibtir. Bu
sebeple, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara şefaat etmesine hacet yoktur. Geriye
ayetin, tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi hakkında olduğunu söylemek
kalır.
Beyhakî'nin
"Şuâbu'l-îman" adlı kitabında rivayet ettiği hadis, bu iki ayetin
delaletinin bizim dediğimiz şekilde olduğunu güçlendiren bir husustur. Bu
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s), Hz.İbrahim (a.s.) hakkındaki Allah'ın)
(ibrahim, 36) âyeti ile Hz. İsa (a.s)'nın sözü olarak hikâye edilen (Maide, ne)
âyetini okudu; sonra ellerini kaldırarak, "Allah'ım, benim ümmetim, benim
ümmetim!" dedi ve ağladı. Bunun üzerine, Allahu Teâla, "Ey Cebrail
Muhammed'egit. -Senin Babbin en iyi bilendir-, ama sen O'na, kendisini neyin
ağlattığını sor!" Bunun üzerine Hz. Cebrail Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelerek
O'na, sordu; bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), söylediklerini Cebrail'e
haber verdi. Bunun üzerine Hak Teâlâ, "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve O'na:
"Biz ümmetin hususunda serti hoşnut edecek ve seni üzmeyeceğiz"
de!" buyurdu. Bu haberi Müslim de, Sahih'inde rivayet etmiştir.
c) Hak
Teâlâ'nın Meryem sûre'sindeki âyetleridir:
"Müttakileri, o
Rahman (çok merhametli) olan Allah m huzuruna kafirler alinde toplayıp,
günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, tehman olan Allah
katında bir ahdi olan hariç, onlar şefaat hakkına sahip olamıyacaklardır"
(Meryem, 85-07). Biz deriz ki ayetin zahirinde, âyetten maksadın mücrimlerin
başkalarına şefaatçi olamayacakları veya başkalarının onlara şefaatçi
olamayacakları hususu olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur. Çünkü
masdann failine muzaf olması caiz ve yerinde olduğu gibi, mefûlüne-muzaf olması
da caiz ve yerindedir. Ancak biz ayetin ikinci ihtimale hamledilmesinin daha
evla olacağını söylüyoruz. Çünkü âyetin birinci ihtimale hamledilmesi, zaten
açık olan şeyin açıklanması kabilinden olur. Çünkü herkes mücrimlerin cehenneme
susuz olarak sevkedilecekterini ve başkalarına şefaat edemeyeceklerini bilir.
Buna göre ayeti ikinci
ihtimale hamletmek gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyet büyük günah
sahihleri için şefaatin söz konusu olduğuna delalet
eder. Çünkü Hz. Allah
bunun peşinden:
"Ancak Allah'dan
bir ahd (söz) almış olan müstesna..." (Meryem, 87) buyurmuştur. Buna göre
ayetin takdiri şöyledir: "Günahkârlar, kendilerine başkalarının şefaat
etmesine müstehak olamazlar. Ancak onlar Allah'dan bir ahd (söz) almış olurlar
ise bu müstesna.." Buna göre de, Allah'dan bir söz almış olan herkesin bu
müstesnaya dahil olması gerekir. Büyük günah sahibi de Allah'dan bir ahid
almıştır ki bu da tevhid ve İslâm'dır. Bu sebeble büyük günah sahibinin de buna
dahil olması gerekir.
Bu konuda söylenecek
en son söz, şöyle denilmesidir: "Yahudiler, Allah'dan bir söz (ahd)
aldılar. Bu söz de, onların Allah'a iman etmiş olmalarıdır. Bu sebeble,
yahudilerin de bu ahdin şümulüne girmesi gerekir." Ancak biz deriz ki, bu
âyeti yahudiler hakkında kullanmamak, icmanın zaruretinden dolayıdır.
Binaenaleyh, ayetin yahudiler dışında kullanılması gerekir.
d) Hak
Teâlâ, meleklerin hususiyetleri hakkında: "Onlar, ancak Allah'ın razı
olduğu kimselere
şefaat ederler"
(Enbiya, 28) buyurur. Bu âyetle istidlal etme şekli şöyledir: Büyük günah
sahibi de Allah'ın razı olduklarındandır ve Allah'ın razı olduğu herkesin,
şefaat edilmeye ehil olması gerekir. Biz, büyük günah sahibinin de Allah
katında razı olunanlardan olduğunu söyledik, çünkü o, imanı ve tevhidi sebebi
ile Allah katında razı olunanlardandır. Kendisine, "Bu vasıflar sebebi ile
o Allah katında razı olunanlardandır" denilmesi yerinde olan herkese,
"O, Allah'ın razı olduklarındandır" denilmesi de doğru olur. Çünkü,
"Allah'ın razı olduğu (Allah katında razı olunmuş)" sözü, bizim
"İmanı sebebiyle Allah katında razı olunmuş" sözümüzün bir
parçasıdır. Mürekkeb (ifadenin bütünü) doğru olunca, müfred (ifadenin parçası)
da doğru olur. Böylece sabit olur ki, büyük günah sahibi Allah'ın razı
olduklarındandır. Bu sabit olunca, onun da "Onlarancak Allah'ın razı
olduğu kimselere şefaat ederler" âyetinden dolayı, şefaat edilmeye ehil
olması gerekir. Şefaat kendisinden razı olunan kimselerin haricindekiler için
nefyolunmuştur. Menfi bir ifadeden yapılan istisna, müsbeti ifade etmek olur.
Bu sebeble, kendisinden razı olunan kimselerin meleklerin şefaatına müstehak
olmaları gerekir. Büyük günah sahibinin, meleklerin şefaatine dahil olduğu
sabit olunca, zaruri olarak peygamberlerin ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatine
de dahil olmaları gerekir. Çünkü peygamberlerle meleklerin şefaati arasında
herhangi bir farkın olduğunu söyleyen olmamıştır.
[112]
Buna göre, eğer:
"Bu şekilde istidlal etmenin aleyhine iki bakımdan söz söylenebilir:
a) Fasık,
razı olunmuş bir kimse değildir. Bu sebeble onun meleklerin şefaatine ehil
sayılmaması gerekir. O, meleklerin şefaatine müstehak olamayınca, Hz.
Peygamberin şefaatine de müstehak olamaz. Biz, münafığın razı olunan bir şahıs
olmadığını söyledik, çünkü o fışkı ve fücuru sebebiyle, razı olunan birisi
değildir. Fışkı sebebiyle razı olunmadığı söylenen kimsenin, sizin zikretmiş
olduğunuz delilin aynısıyla razı olunmuş olmadığını da söylemek doğru olur.
Fasığın, razı olunan birisi olmadığı sabit olunca, onun meleklerin şefaatine
müstehak olmaması gerekir. Çünkü Allah'ın:
'jn kendisinden hoşnut
olduğu kimse hariç,
şefaat etmezler"
(Enbiya, 28) âyeti, kendisinden razı olunan müstesna, herkesten şefaatin
nefyine delalet eder. Büyük günah sahibi kimse kendisinden razı olunmuş birisi
olmadığına göre, onun nefyin hükmüne dahil olması gerekir.
b) Âyetle
istidlal ancak, Hak Teâlâ'nın "(Allah'ın) hoşnut olduğu hariç, şefaat
etmezler" sözü; bundan muradın "Onlar, Allah'ın kendisinden hoşnut
olduğu kimse hariç şefaat etmezler" şeklinde olduğuna hamledilirse, tamam
olur. Ama, bu ifadeyi, bundan muradın, "Onlar ancak, Atlah'ın şefaatine
razı olduğu kimseler şefaatte bulunurlar" şeklinde olmasına hamledersek,
bu durumda ayet, ancak Allah'ın, büyük günah sahibinin şefaatine razı olduğu
sabit olursa, delalet eder ki bu da meselenin başıdır" denilirse,
birinciye cevabımız şudur:
[113]
Mantıkî ilimlerde,
"mühmeller birbirleriyle çelişmezler; buna göre "Zeyd âlimdir"
sözümüzle "Zeyd bir âlim değildir" sözümüz çelişmezler. Çünkü, bundan
muradın, "Zeyd fıkıh alimidir, fakat kelam alimi değildir" olması
muhtemeldir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bizim büyük günah işleyen razı
olunmuştur, sözümüzle, büyük günah işleyen razı olunmamıştır sözümüz de böylece
çelişmezler; çünkü büyük günah sahibinin dini
bakımından, razı olunmuş
olduğunun, fışkı bakımından
da razı olunmamış olduğunun
söylenmesi muhtemeldir. Ve yine, onun müslüman olması bakımından razı olunmuş
olduğu her ne zaman sabit olursa, onun kendisinden raz: olunmuş olarak
isimlendirilmesi de sabit olmuş olur. İstisna editen sırf onun razı olunmuş
olması ve onun sırf razı olunmuş olması da, imanı bakımından kendisinden razı
olunmuş olması da mevcut olunca, onun müstesnanın zımnına girmesi,
"müstesna minha" dan çıkması vacib olur. Her ne zaman bu böyle
olursa, onun şefaate müstehak olduğu sabit olur. İkinci suale gelince, bunun
cevabı da şudur: Âyetin manasını, "Melekler ancak Allah'ın kendisinden
hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler" şeklinde hamletmek, "Melekler
ancak, Allah'ın şefaatinden razı olduğu kimselere şefaat ederler" anlamına
hamletmekten daha evladır. Çünkü birinci takdire göre ayet, Allah u Teâlâ'nın
hoşnutluğunu elde edip, günahlarından da kaçınmaya bir teşvik ve tahrik ihtiva
etmektedir. İkine; takdire göre ayet bunu ifâde etmemektedir. Şüphesiz Allah'ın
kelamını, şümulünde daha çok fayda olan mana ile tefsir etmek evladır.
e)
Cenâb-ı Hakk'ın: "Şefaatçilerin şefaati
onlara fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Cenâb-ı Allah bunu sadece
kafirler için söylemiştir. Dolayısıyla, hitabın delil olması meselesinden
dolayı burada kâfirlersözkonusu olup,müslümanın durumunun bunun aksine olması
gerekir.
f)
Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
söylediği:
"Kendi günahına
ve mü'minlerle mü'minelerin günahına istiğfar et" (Muhammed, 19) âyeti, Allah'ın, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bütün mümin erkekler ve kadınlar için istiğfar etmesini emrettiğine
delalet eder. Biz: (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde, büyük günah işleyen
kimsenin de mü'min kaldığını açıklamıştık. Durum böyle olunca, Hz. Muhammed (s.a,s)'in
onlar için de istiğfar etmiş olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, Hak
Teâlâ'nın onları bağışlayacağı sabit olur. Aksi halde Hak Teâlâ, duasını
reddedeceği halde, ona dua etmesini emretmiş olurdu ki bu da sırf tahkir ve
eziyet verme olurdu. Böyle bir şey ise ne Cenâb-ı Allah'a yakışır, ne de
Peygamberimiz (s.a.s)'e, lâyık olur. Bu da Allah ü Teâlâ; Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bütün günahkarlar için istiğfarda bulunmasını emrettiğinde, O'nun
duasına icabet ettiğine delalet eder. Bu ise ancak büyük günah sahihlerini
bağışladığında tamam olur. Şefaatin de manası işte budur,
g) Hak
Teâlâ'nın: "Bir selamla selamlandıgınız zaman, siz ondan daha güze! (bir
selam) ile veya aynısı ile karşılık verin" (Nisa, 86) âyeti. Bu ayette
Cenab-ı Hak, herkese, kendilerine bir kimse bir selam verdiği zaman buna daha
güzel bir selam ile karşılık vermelerini veya o selamı aynı ile mukabele
etmelerini emretmiştir. Daha sonra biz müslümanlara:
"Ey iman edenler,
O (Nebiyyi Ekrem 'e) siz de salat edin, tam bir teslimiyetle de selam
verin" (Ahzab, 56) âyeti ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'e salat ü selâmda
bulunmamızı emretmiştir. "Salat" Allah'dan olur ise rahmet
manasınadır. Şüphe yok ki bu da bir tür selamdır. Biz Hak Teâlâ'dan, Hz.
Peygamber (s.a.s) için rahmet taleb ettiğimizde, "Siz o (selamdan) daha
güzeli ile veya aynısı ile karşılık verin" âyetinin gereğince, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in da aynısı ile mukabele etmesi gerekir. Bu da, O'nun bütün
müslümanlar için Allah'dan rahmet taleb etmesidir. Şefaatin manası da işte
budur. Hem sonra biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in duasının reddolunmadığında
ittifak ettik. Bu sebeble, Hak Teâlâ'nın, O'nun herkes hakkındaki şefaatini
kabul etmesi gerekir ki, zaten istenen de budur,
h) Allah
Teâlâ'nın:
' 'Onlar
kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah 'dan mağfiret dileselerdi,
onlara (sen) Peygamber de mağfiret dilemiş olsaydı elbette Allah 'ı tevbeleri
çok kabul eden ve çok merhametli bulacaklardı" (Nisa, 64) âyetidir. Bu
ayette, "tevbe" ismi geçmemektedir. Ayet-i kerime, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in ne zaman günahkar ve kendi nefislerine zulmedenler için istiğfarda
bulunsa, Allah'ın onları muhakkak bağışlayacağını göstermektedir. Bu da, Hz.
Peygamber {s.a.s)'in büyük günah işleyenler hakkındaki şefaatinin bu dünyada
kabul edildiğine delalet eder. Binaenaleyh onlarla ilgili şefaatinin ahirette
de kabul edilmesi gerekir. Çünkü bu iki şefaatin birbirinden farklı olduğunu
söyleyen yoktur.
i) Biz, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in şefaatinin mutlaka kabul edileceği hususunda icma ettik.
Öyle ise O'nun şefaatinin tesiri, ya sevabı artırmak şeklinde olur ya da günahı
düşürmek şeklinde olur. Birincisi olamaz. Aksi halde biz, diyerek, Allah'dan,
Peygamberin fazlını artırmasını taleb ettiğimizde, Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir
nevi şefaatçi olmuş olurduk. Birinci kısım batıl olunca, ikinci kısım ortaya
çıkar ki istenen de budur.
[114]
Eğer denilirse ki:
"Bizim Hz. Muhammed (s.a.s.)'e şefaatçi olduğumuz şu İki sebebten dolayı
söylenemez:
1) Şefaat
edenin, kendisine şefaat edilenden daha yüksek mertebede olması gerekir. Biz
ise, mertebe yönünden Hz. Peygamber (s.a.s)'den daha aşağıda olduğumuz için,
O'na hayır duada bulunduğumuzda, ona şefaat etmiş kimseler vasfını almayız.
2) Ebu'l-Huseyn
şöyle demiştir: "Başkası için hayır istemek, ancak onun arzusundan ötürü
olduğu zaman "şefaat" olur. Şayet onun bu arzusu olmasaydı, bu
hayırla tahakkuk etmeyecekti. Yahut da onun bu arzu ve isteğinin, o hayırların
yapılmasında bir tesiri olacaktır. Ama ister arzu etsin, ister arzu etmesin,
bunlar tahakkuk ettiği, isteyenin maksadının istediğine ulaşmasında ve bu istek
ile kendisinden istekte bulunan şahıs da fazladan bir fayda temin etmediği
zaman bu o şahıs için bir şefaat olmaz. Görmez misin, bir hükümdar oğluna
saltanatı vermek istediğinde, bir dostu onu buna teşvik etse, o buna teşvik
etse de etmese de, hükümdar istediği şeyi yapar. Bu dostun bu teşvikten maksadı
ise, onun katında bir mertebe elde edip sultana yakınlık kazanmaktır. Bu
sebeble, onun hükümdarın oğlu için şefaatte bulunduğu söylenemez. İşte kendisi
için Allah'dan istediğimiz rahmet hususunda, Peygamber (s.a.s'.)'e karşı
durumumuz budur. Bu sebeble biz, bu salat ile Peygamber'e şefaatçi olmuş
olmayız."
[115]
Birinci hususa şöyle
cevab veririz: Biz, şefaatte rütbenin geçerli olduğunu kabul etmiyoruz. Buna
delilimiz ise şudur; (şefaat eden) kelimesi (çift) kelimesinden alınmış olarak
böyle isim olmuştur. Bu manada ise rütbe geçerli değildir. Bu sebeble onların
iddiaları düşer. Bu izah İle ikinci sual de düşer. Ama biz yine, ona da şöyle cevap
veririz: Biz, her nekadar Allah'u Teala'nın, ümmet bunu istesin istemesin
Resulüne ikramda bulunduğunu söylüyorsak da, şayet ümmetinin istemesi olmasa
idi bu fazilet meydana gelmeyecek bir şekilde ümmetinin istemesinden ötürü
Allah'ın Peygambere daha fazla ikramda bulunmuş olmasının caiz olamayacağını da
kesin olarak söyleyemiyoruz. Bu ihtimal caiz olduğuna göre, bizim de Hz.
Peygamber (s.a.s) için şefaatçiler olmamız ihtimali söz konusu olur. Bu ümmetin
ittifakı ile batıl olunca, onların görüşleri de geçersiz olur.
j) Cenâb-ı
Allah'ın meleklerin özelliğinden bahseden şu âyeti:
"Arşı
taşıyan ve onun etrafında bulunan (melekler) Hablerini hamd ile teşbih ederler,
O'na iman ederler ve mü'minlerin affedilmesini isterler" (Mü'min, 7),
Büyük günah işleyen kimse mü'minler cümlesindendir. Bu sebeble, meleklerin
kendileri için istiğfarda bulunduğu kimseler zümresine onun da dahil olması
gerekir. Bu hususda söylenecek en son söz ise,
ayetin sonunda Hak Teâlâ'nın:
"O halde tevbe
edenleri ve senin yoluna uyanları bağışla" (Mü'min, 7) Duyurmasıdır. Ancak
ne var ki bu ikinci kısım, umumi olan birinci kısmın tahsisini gerektirmez.
Çünkü Usul-ü Fıkıh'da şöyle bir kaide vardır: "Umumi bir lafızdan sonra, o
umumi lafzın cüzlerinden biri zikredilir ise, bu, o umumi lafzın bu hususi
lafız ile tahsisini gerektirmez."
[116]
k) Büyük
günah işleyenler için şefaatin bulunduğunu gösteren haberlere gelince, biz
bunlardan üçünü zikredeceğiz:
1)
Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisi: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah
işleyenler içindir. "[117]
Mu'tezile şöyle demiştir: Bu hadise üç yönden itiraz edilir:
a) Bu,
Kur'an'ın aksine gelen bir haber-i vahiddir. Çünkü biz, birçok ayetin bu
şefaatin olmayacağını gösterdiğini açıklamıştık. Haber-i vahid Kur'an'ın
hilafına olunca, onu kabul etmemek (sahih saymamak) gerekir.
b) Bu hadis,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatinin ancak büyük günah işleyenler için olduğuna
delalet eder. Bu ise caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine
nail olmak büyük bir makamdır. Binaenaleyh şefaati, sadece büyük günah
işleyenlere tahsis etmek, sevab ehli olan diğer kimseleri bundan mahrum etmek
olur. Bu ise caiz değildir. Çünkü en azından eşit olmaları gerekirdi.
c) Bu
mesele, amelî meselelerden değildir. Bu sebeble bu konuda zan ile yetinmek caiz
değildir. Haber-i Vâhid ise ancak zan ifade eder. Bundan dolayı, bu konuda bu
hadîse yapışmak caiz değildir. Sonra biz, bu hadisin sahih olduğunu kabul etsek
bile, onda üç ihtimal söz konusudur:
a) Hadisten
murad, inkâr etme manasında istifham (soru) dur. Yani "Şefaatim ümmetimin
büyük günah işleyenleri için midir?" demektir. Nitekim, Allah'u Teala'nın:
Bu Rabb'im' (En'am, 77) âyeti de, "Bu mu benim Rabb'im?"
anlamındadır.
b) lâfzı, ne dilin aslında, ne de örfde günah olarak tahsis edilmemiştir.
Aksine, bu kelime günphı içine aldığı gibi, taati de içine almaktadır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, namazı vasfederken:
"Huşu
duyanlar hariç, o ağır ve meşakkatlidir" (Bakara, 45) buyurmuştur. Durum
böyle olunca, Hz. Peygamber {s.a.s)'in sözünden muradın, "büyük günah
işleyenler" olması gerekmez; aksine belki de murad, "büyük taatler
işleyenler içindir" şeklindedir. Eğer, "Farzedelim ki, lafzı hem
günahları hem de taatleri içine alıyor. Fakat, sözü ise, eliflâma bitişik
olarak gelmiştir ve umum ifade eder. Bu durumda da, haber ister büyük taatler
işleyenler,isterse büyük günahlar işleyenler olsun, kebair ehlinden olan herkes
için şefaatin bulunduğuna delalet eder" denilirse, deriz ki: lâfzı her ne
kadar umum ifâde ediyorsa da, muzaf olan kelimesi müfred (tekil)dir; bu sebeple
de umum ifâde etmez. Bunun için, haberin doğruluğu hususunda, kebair ehlinden
olan tek bir şahts yeterlidir. Biz de bu tek şahsı, bütün taatleri işleyen
kimseye hamlediyoruz. Çünkü, hadisin muktezasıyla amel etmek hususunda, onu
buna hamletmek kafidir.
c)
Farzedelim ki, "kebair ehli" ifâdesini büyük günah işleyenlere
hamletmek vaciptir. Fakat "büyük günah işleyenler" ifadesi,
"tevbeden sonra veya tevbeden önce büyük günah işleyenler"
ifadesinden daha umumidir. Bu sebeple biz haberi, "tevbeden sonra büyük
günah işleyenler" manasına hamlettik... Haberin sizin görüşünüze delâlet
ettiğini kabul edelim, ama bu yine Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet olunan,
"Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için mi?" haberiyle
çelişmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu, inkâr tarikiyle olmak üzere,
istifham hemzesiyle beraber zikretmiştir.
Keza Hasan el-Basri
Hz. Peygamber (s.a.s)'den.onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben
şefaatimi ancak, ümmetimden büyük günah sahiplerine ayırdım, sakladım'.' Bil
ki, insaflı olmak, böyle bir meselede, sadece bu habere tutunmayı değil, ama
şefaat konusunda varid olmuş olan haberlerin tamamına tutunmayı mümkün kılar.
Bunun dışındaki diğer haberlerse, bu nevi tevillerin tamamını düşürür, geçersiz
kılar.
b) Ebû
Hureyre Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Her peygamberin
icabet olunan bir duası vardır. Bütün peygamberler, bu dünyada isteyeceklerini
istediler. Ama ben, ümmetime şefaat olmak üzere, isteğimi kıyamet gününe sakladım.
Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ümmetimden ölen herkes, insaallah benim
şefaatime nail olacaktır." Bu hadisi, Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir.
Bu hadisle şöyle istidlal edilir: Hadis, ümmetinden, Allah'a şirk koşmadan ölen
herkesin Hz. Peygamber I s.a.s)'in şefaatine nail olacağı hususunda, gayet
sarih ve nettir. Büyük günah işleyen kimse de böyle olduğu için, onun da bu
şefaate nail olması gerekir.
c) Ebu
Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.s) bir gün elinde bir et parçası olduğu halde geldi; onu kendisine doğru
bir dirsek boyu yükseltti. Et onun hayranlığını celbediyordu; derken ondan bir
çiğnem ısırdı ve sonra şöyle dedi:
"Ben kıyamet
gününde, insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz?"
Orada bulunanlar, "Hayır ya Resulallah" deyince, O şöyle buyurdu:
"Cenâb-ı Allah,
Önceki ve sonraki bütün insanları (ahiretgünü) dümdüz bir yerde toplar. Bir
münadi, sesini herkese duyurur ve bir göz onların hepsini bir bakışta görür.
Bir de güneş yaklaşır, artık insanların gamı ve meşakkati, dayanamayacaklar} ve
tahammül edemiyecekleri bir dereceye varır.
Bu sırada insanlar
birbirlerine: "İçinde bulunduğumuz şu faciayı görmüyor musunuz? Size
erişen bu faciayı görmüyor musunuz? Size Rabb'iniz yanında şefaat edecek bir
şefaatçiye niçin gitmiyorsunuz?" derler. Diğerleri, "Babanız 1 Âdem
(a.s) var" derler. Bunun üzerine Hz. Âdem 'e gelirler ve ona "Ey
Âdem, (a.s) sen insanların babasısm. Cenâb-ı Hak seni eliyle yarattı ve sana
ruhundan üfledi. Meleklere de emretti onlar sana secde ettiler. Cenâb-ı Hakk
yanında bize şefaatçi ol. İçine düştüğümüz hali, başımıza geleni görmüyor
musun?" dediler. Hz. Âdem (a.s) onlara "Hiç şüphesiz Rabb 'im bugün,
daha önce gazablanmadığı, bundan sonra da hiç gazablanmayacağı bir şekilde
gazablanmıştır. O, beni bir ağaçtan (yemekten) menetmişti, ama ben Ona asi
olmuş (günah işlemiştim). Vay nefsim, vay nefsim! Siz, benden başkasına gidin.
Nuh'a gidin" dedi.
Bunun üzerine insanlar
Nuh (a.s)'a gelirler ve ona "Ey Nuh (a.s), sen yeryüzündekilere
gönderilmiş peygamberlerin ilkisin. Allah seni şükreden bir kul olarak da
İsimlendirdi, sen bize Allah katında şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz durumu
görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine Nuh (a.s.) onlara: "Bugün
Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine
gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. Benim, bir isteğim vardı; onu da
kavmim için kullandım. Siz başkasına gidin, siz İbrahim (a.s)'in yanma
gidin" der.
Onlar da Hz. İbrahim
(a.s)'in yanına gelirler ve ona, "Sen İbrahim (a.s)'sfn, Allah'ın nebisi
ve yeryüzü halkından seçtiği dostu... Bize Rabbin yanında şefaatçi ol içinde
bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine İbrahim (a.s)
onlara: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hic
böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmtştır ve yalanlarını
zikrederek, "Vay nefsi, vay nefsi; siz I benden başkasına gidin, siz Musa
(a.s)'ya gidin" der.
Bunun üzerine onlar,
Musa (a.s)'nın yanına gelirler ve ona şöyle derler: ' Ey Musa (a.s) sen Allah
'm Resulüsün, Allah seni, risaleti ve kelamıyla diğer insanlara üstün kıldı.
Rabbin yanında bize şefaatçi ol! İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor
musun?" Musa (a.s) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce
hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir
şekilde gazablanmtştır. Ben öldürmekle emrolunmadığ}m bir kişiyi öldürdüm. Vay nefsi vay nefsi!.
Siz benden başkasına gidin, siz Meryem oğlu İsa (a.s)'ya gidiniz..."
Bunun üzerine onlar
İsa (a.s)'nm yanma gelirler. Ve ona, "Sen Allan'ın Resulü, Meryem'e ilka
ettiği kelimesi ve O 'ndan bir ruhsun. Sen beşikte iken insanlarla konuşmuştun,
Rabbin yanında bize şefaatçi oh içinde bulunduğumuz bu durumu görmüyor musun?''
derler. İsa (a.s) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce hiç
gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir
şekildegazablanmıştır." Kendisi için bir günah zikretmeksizin, "Vay
nefsim, vay nefsim; siz benden başkasına gidin, siz Muhammed (s.a.s)'e gidin."
Bunun üzerine onlar
dar bana gelir ve şöyle derler: "Ey Muhammed (s.a.s). Sen Allah'ın Resulü
ve peygamberlerin sonuncususun. Cenâb-ı Allah senin geçmiş ve gelecek bütün
günahlarım atfetmiştir. Bize Rabbin yanında şefaatçi ol İçinde bulunduğumuz durumu
görmüyor musun?" Bunun üzerine ben de gider, Rabbimin huzuruna girmek için
izin isterim. Bana izin verilir,vanp Rabbimİ görünce secdeye kapanırım. Cenab-ı
Allah, dilediği müddet beni o halde bırakır ve sonra şöyle der:' 'Ey Muhammed
başını kaldır! SöyleAcabet olunasınAste sana verilsin;şefaat eyle, şefaatin
kabul olunsun!" Ben de Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim.
Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır
içinde) bulunanları cennete sokarım.
Sonra tekrar döner,
Rabb Teâlâ'yı görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni, dilediği müddet o
hâlimde bırakır. Sonra, "Başını kaldır, söyle, icabet olunsun, İste sana
verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun" der. Ben de Rabbime, bana
öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk
bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım.
Sonra tekrar döner, Rabbimi görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni,
dilediği müddet o hâlimde bırakır. Son. a şöyle der: "Ey Muhammed, başını
kaldır! Söyle, icabet olunsun; iste, verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul
olunsun." Ben de, Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim.
Sonra şefaat ederim. Derken bana bir sınır çizilir, ben de (o sınır içinde) bulunanları
cennete sokarım. Sonra da döner ve şöyle derim: Ya Rabbl, cehennemde sade
Kur'ân 'm hapsettikleri, yani ebedî olarak cehennemde kalmaları gerekenler
kaldı" derim". Bu hadisin çoğu bu lafzıyla, Sahîhayn'da
bulunmaktadır.
[118]
Mu'tezile şöyle
demiştir: Bu ve benzeri hadisler hakkında söylenecek söz, birkaç yöndendir:
a) Bu
haberler, uzun haberlerdir; bu bakımdan, Hz. Peygamber'in lafzıyla, söylediği
biçimde zabtedilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh, hadisi rivayet eden onu
kendi sözleriyle rivayet etmiştir. Bu takdire göre de, hadîsin hiçbir tarafı
hüccet olmaz.
b) Bunlar bir tek
vakayla ilgili haberlerdir,
fakat eksiklikleri ve
fazlalıklarıyla beraber, çeşitli şekillerde rivayet edilmişlerdir. Bu da yine
töhmete yol açar.
c) Hadîs,
"teşbihler" ihtiva etmektedir. Bu da batıldır, çünkü bu da töhmete
yol açar.
d) Hadîs,
Kur'ân'ın zahirinin hilâfına olmak üzere varid olmuştur. Bu da töhmete yol
açar.
e) Bu,
rivayet edilmesinde birçok sebepler bulunan, büyük bir olaydan haber vermektedir;
eğer bu haber sahih olsaydı, hadîsin tevatür derecesine ulaşması gerekirdi.
Böyle olmadığına göre, bu hadis töhmet altında kalmıştır.
f) Kati
meselelerde, zandan başka birşey ifâde etmeyen haber-i vahide itibâr etmek caiz
değildir.
[119]
Bizim âlimlerimiz bu
ta'n noktalarına, şöyle cevap vermişlerdin Bu haberlerden her biri, her ne
kadar haber-i vahid olarak rivayet edilmişlerse de, pek çok sayıdadır ve
aralarında hepsinde ortak olan bir nokta vardır ki, o da şefaat sebebiyle
cehennemden, cezayı hak etmiş olan insanların çıkacağıdır. Buna göre bu husus
tevatür yoluyla rivayet edilmiş olur. Binâenaleyh,hüccet sayılır. Allah en iyi
bilendir. Mu'tezile'nin bütün delillerine bir tek sözle cevap verilir. O da
şudur: Onların şefaati reddetme hususundaki delilleri, bütün şefaat
çeşitlerinin yokluğunu ifâde eder. Bizim şefaatin varlığı hususundaki
delillerimiz ise, hususî olarak şefaatin varlığını ifâde eder. Umum ile husus
ifâdeler birbirleriyle çeliştikleri zaman, hâs olan ifâde umumî olana takdim
edilir. Buna göre, bizim delillerimiz onlarınkine göre öncelik kazanır. Sonra
biz, onların zikrettikleri hususların herbirine tek tek şöyle cevap vereceğiz:
[120]
Bu, onların Cenâb-ı
Hakk'ın: "Ondan bir şefaat de kabul edilmez" (Bakara, 48) âyetine
tutunmalarıdır. Farzedelim ki, itibâr, sebebin husûsî oluşuna değil, lâfzın
umumiliğinedir... Ancak, şu kadar var ki, böyle umumî bir lâfzın, bu şekilde
hususi bir sebeple tahsis edilmesi, bu hususta en küçük bir delil olarak yeter.
Şefaatin varlığna delâlet eden deliller mevcut olunca, bu âyeti tahsis etmek
vâcib olur.
[121]
İkinci vecih ki o,
Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilecek bir
şefeâtçisi yoktur" (Mümin, 18) âyetine tutunmalarıdır. Buna şöyle cevap
verilir: âyeti, bizim/'zalimlerin bir dostu ve şefaatçisi vardır"
sözümüzün zıddrdır. Fakat, zalimlerin şefaatçisi ve dostu vardır sözümüz,
"mûcibe-i külliye"dir. Bunun zıddı ise, "sâlibe-i cüz'iyye"
dir. "Salibe'nin doğruluğu hususunda, bu olumsuzluğun bir tek şekilde bile
bulunması kâfidir. Onun doğruluğu hususunda, bunun bütün şekillerde bulunmasına
ihtiyaç yoktur. Buna göre biz, bunun gereği olan şeyi söylüyoruz; çünkü bize
göre, bazt zâlimlerin dostu ve kendisine icabet edilen bir şefaatçisi
bulunmamaktadır, bu zâlimler de kâfirlerdir. Ama, zalimlerden hiçbirinin dostu
ve şefaatçisi olmadığına hükmetmeye gelince, bunu kabul etmiyoruz.
[122]
Üçüncü vecih'e
gelince, bu Mu'tezile'nin, Allahu Teâla'nın:
Hiçbir alışverişin,
dostluğun ve şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce" (Bakara, 254)
âyetine tutunmalarıdır ki, buna, birinci vecihte verilen cevâbın aynısiyle
cevap verilir.
[123]
Dördüncü vecihe
gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Zâltmertn hiçbir yardımcısı yoktur"
(A. imrân, 192) âyetine tutunmaktır, buna şöyle cevap veririz: Bu söz, bizim
"Zâlimlerin yardımcıları vardır" sözümüzün zıddıdır. Bu, mûcibe-i
külliyye" dtr. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" âyeti ise, sâlibe-i
cüz'iyye"dir. Bu sebeple onun delâleti, umûmun selbidir. Umûmun selbi ise,
selbin umumîliğini ifâde etmez.
[124]
Beşinci vecihe
gelince, ki bu; "Onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez"
(Müddessir, 48) âyetine tutunmaktır, bu âyet kâfirler hakkında varid olmuştur.
Bu sebeble, tahsisten dolayı, müminler hakkında bu hükmün aksinin söz konusu
olduğuna delalet eder.
[125]
Altıncı vecihe
gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "O melekler ancak, Allah 'm hoşnut olduğu
kimselere şefaat ederler" (Enbiya, 28) âyetidir. Bu husustan daha önce söz
edilmişti.
[126]
Yedinci vecihe
gelince, ki bu müslümanların, "Allah'ım, bizi Hz. Muhammed (s.a.s)'in
şefaatine nail olanlardan eyle!" şeklindeki dualarıydı, buna şöyte cevap
veririz: Bize göre, şefaatin tesiri, arzu edilen bir şeyi celb etme
hususundadır. Bununla, hak edilmiş miktara ziyade olan faydaların
celbedilmesiyle, günahlardan dolayı müstehak olunan zararları savuşturma
arasında müşterek otan miktarı kastediyorum. Bu ortak husus ise, kulun günahkâr
olmasına bağlı değildir. Bu sebeple de, sual ortadan kalkar.
[127]
Sekizinci vecihe
gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar, alevli bir
ateştedirler" (Infitar, 14) âyetine tutunmaktır, bununla ilgili söz
inşaallah "vaid" meselesini anlatırken gelecektir.
[128]
Dokuzuncu vecihe
gelince, ki bu Mu'tezile'nin, "Cenâb-ı Allah'ın büyük günah sahiplerine
şefaat edilmesine izin verdiğine delalet eden bir şey yoktur"
demesidir.bunun cevabı şöyledir: Bu görüş kabul edilmez. Bunun delili, bu
şefaatin bulunduğuna delalet eden, daha önce sunduğumuz delillerdir.
[129]
Onuncu vecihe gelince,
bu Cenâb-ı Allah'ın meleklerden naklederek, buyurmuş olduğu: "Tevbe
edenleri bağışla" (Mümin,7) âyetidir, bunun cevabı şöyledir: Beyan etmiş
olduğumuz gibi, bu âyetin son tarafının has olması, baş tarafının umumiliğine
zarar vermez.
[130]
Hadislere gelince,
onlar Hz. Peygamber (s.a.s) 'in bazı insanlara ve kıyametin bazı konaklama
yerlerinde şefaat etmediğine delalet eder. Fakat bu, O'nun büyük günah
sahiplerinden hiç kimseye şefaat etmediğine ve kıyametin bütün konaklarında
imkansız olduğuna delalet etmez. Kesin olarak söylediğimiz şudur ki, Cenâb-ı
Allah, şefaat edenlerden hiçbir kimsenin, kendi izni olmaksızın, şefaatte
bulunamıyacağını beyan etmiştir. Buna göre belki Hz. Peygamber (s.a.s) bazı
yerlerde ve bazı zamanlarda şefaat etmeye mezun değildi; bundan dolayı da bu
yer ve zamanlarda şefaat etmedi.. Daha sonra başka bir yerde ve başka bir
zamanda, şefaatte bulunmaya mezun oldu ve burada da şefaat etti... Allah en iyi
bilendir.
[131]
Şefaatin izahı
konusunda feylesoflar şöyle demiştir: Vacibu'l-Vûcud olan Allah'ın feyzi
bereketi umumi ve cömertliği de tamdır. Bu cömertlik ve feyzin bulunmayışı, onu
alacak ve kabullenecek olanın buna müsait ve hazır olmayışındandır. Yine bir
şeyin Vacibu'l-Vücuddan olan feyzi, bereketi kabule müsait olması, ancak, o
şeyin bu feyzi Vacibu'l-Vücuddan, kendisinden önce bulunan bir şey aracılığıyla
almaya müsait olmasıyla da caiz olabilir. Bu durumda bu şey, Vacibu'l-Vücud ile
o İlk şey (alıcı) arasında bir vasıta olur. Bunun duyular alemindeki misali
şudur: Güneş ancak, mukabil bir alıcıya ışık saçar. Evin tavanı, güneşin
karşısında olmadığı için, güneşten ışık almaya müsait değildir. Ama, berrak bir
suyla dolu bir leğen konulur, onun da üzerine güneşin ışığı düşerse, bu ışık,
sudan tavana yansır. Böylece de bu berrak su, ışığın güneş küresinden ışığı
almaya müsait olmayan tavana geçmesi için bir vasıta olmuş olur.
Vacibu'l-Vücudun
feyzinin umum insanların ruhlarına ulaşmasında, nebilerin ruhları ile
Vacibu'l-Vücud ile avam ruhları arasında vasıtalar durumundadır..
Kent prensiplerin mebni olarak, şefaat konusunda
feylesofların söyledikle,; bundan ibarettir.
[132]
"Hatırlayın o
zamanı ki oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakmak suretiyle size
işkencenin en kötüsünü yapmakta olan Fir'avun'dan sizi kurtarmıştık... Bunda
sizin için, Rabbtnizden gelen büyük bir imtihan vardı" (Bakara, 49)
Bilk ki Cenâb-ı Hakk,
Beni İsrail'e oian nimetlerini tcmalen zikrettikten sonra, öğüt vermede daha
etkili ve hüccet olma konusunda da daha müessir olsun diye, bu nimetleri
tafsilatlı olarak zikretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle
buyurmuştur: "Nimetlerimi hatırlayın; yine hatırlayın, hani sizi
kurtarmıştık; size denizi yardığımız zamanı hatırlayın... İşte bunlar, Allah'ın
onlara vermiş olduğu nimetlerdir..." Bu ayette zikredilense, ilk nimet
vermedir. Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, bu âyet ve "Sizi
kurtarmıştım" şeklinde de okunmuştur.
Kaffâl şunu
söylemiştir: "İncâ"' ve "tenciye"nin aslı, bir şeyi
kurtarmak, halas etmek; birbirleriyle artık bitişmeyecek bir tarzda.bir şeyi
diğer şeyden ayırmaktır. Gerek ve gerekse fiilleri dilde, ayni mânaya gelen,
iki
kalıbtırlar. Manası
ise, kurtardı, kendi nefsini kurtardı, demektir. Araplar, yüksek yere derler;
çünkü ona iltica eden necat bulur, yani kurtulur. Bir de, yüksek yer, alçak
olan yerlerden ayrılmıştır; adeta ondan kurtulmuş, halas bulmuştur.
Keşşaf sahibi ise şunu
söylemektedir: kelimesinin aslı, "ehl" (aile, sülale, hanedan)dır. Bu
sebepledir ki, kelimesinin ism-i tasgiri
şeklinde gelir. Ancak kelimesinin hâ harfi elife tebdîl edilmiş, olmuştur.
kelimesi daha ziyâde önem ve mertebe sahibi kimseler için kullanılmaktadır;
hükümdar ve benzeri kimseler gibi. Bundan ötürü, meselâ 'Hacamatçının ve
ayakkabıcının âli' denilmez. îsâ ise şöyle demiştir: kelimesi, kelimesinden
daha umumidir. Meselâ, Küfe halkı, (ehli" "Belde insanları" ve
"İlim ehli, ilim erbabı" denilir de, ve denilmez. Sanki İsâ şunu
demiştir: Eh! insanlara gâlib gelmiş olması cihetinden, bir şeyin
hususiyetidir; âl ise, yakınlık veya arkadaşlık cihetinden, insanın
hususiyetidir.
Ebu Ubeyde'den hikâye
edildiğine göre O, şöyle diyen fasih bir kimse duymuştur: "Mekke halkı,
Allah'ın ailesi ve âlidir."
[133]
Firavn kelimesine
gelince, nasıl ki Kayser ve Heraklius Roma hükümdarı; Kisra, Fars hükümdarı;
Tubba' Yemen meliki ve Hakan da Türk hükümdarının adı ise, bu da Amalika'dan
olan Mısır hükümdarına veriJen özel bir isimdir. İki yönden Firavn isminde
ihtilaf etmişlerdir.
a) Onun ismi
hakkında ihtilaf etmişlerdir. İbn Cureyc'in bir topluluktan rivayet ettiğine
göre, onlar"Mus'abibn Reyyân" demişlerdir. İbn İshak ise. "o
Velib ibn Mus'ab'dır; çünkü ondan daha sert ve daha katı kalbli bir Firavn
olmamıştır" demiştir. Vehb ibn Münebbih'in anlattığına göreyse, Tevrat ve
İncil'e bağlı olanlar Firavn'ın adının Kâbus olduğunu ve Kibtî olduğunu söylemişlerdir.
b)
İbn Vehb şunu söylemiştir: Yûsuf
(a.s)'unFiravn'ı, Musa (a.s)'nın Firavn'ının ta kendisidir. Bu doğru değildir,
çünkü Yûsuf (a.s)'un Mısır'a girmesiyle Musa (a.s)'nın Mısır'a girmesi arasında
dörtyüz yıldan daha fazla bir zaman vardır. Munammed ibn İshak ise şöyle
demiştir: Musa (a.s) zamanının
fFiravn'ı Yûsuf
(a.s)'un Firavn'ı değildir. Yûsuf (a.s.)'un zamanındaki Firavn'ın adı, Reyyan
ibn el-Velîd idi. Firavn'ın âline gelince, şüphe yok ki bundan murad, O'nun
kavminden olan ve İsrailoğullarının bekasını, Firavn ve kavmininse helakini
doğuran muhtelif haller iutfetmekle onları kendilerinden Allah'ın kurtarması
için. Benî İsrail'i yok etmeye azmetmiş olan kimselerdir.
[134]
Cenâb-ı Hakk'ın:
hitabına gelince, bu bir kimse birisine zulmü ve haksızlığı reva gördüğünde
söylenilen ifâdesinden gelmiştir,
nitekim şair Amr İbn Kelsum şöyle demiştir:
"Hükümdar
insanlara zulmü reva görmediğinde, biz içimize zulmü yerleştirmekten kaçınır,
imtina ederiz."
Bu kelimenin aslı,
insan bir malı arzu ettiğinde söylemiş olduğu, ifâdesindendir. Sanki bunun
manası, "sizin için azabın en kötüsünü arzuluyor ve onun sizin başınıza
gelmesini istiyor" şeklindedir. kelimesi, fiilinden masdar olup,
"kötü olan" manasınadır. denilir ve bununla fiilin ve ahlakın çirkin
olanları kastedilir. Azabın her türlüsü kötü olduğu halde, buna "azabın en
kötüsü" denilmesinin manası, "azabın en şiddetlisi ve en zoru"
demektir. Sanki azabın çirkinliği, fiiline muzâf kılınmak suretiyle artmıştır.
Müfessirler, ifâdesinden neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Muhammed ibn İshak şöyle demiştir: Bu, Firavn'ın yahudileri köie ve
hizmetçileri yaparak, onları kendi işinde gurup gurup çalıştırmasıdır. Buna
gö.e, bir /urup yahudi inşaat yapıyor, bir gurup yahudi ekin ekiyor ve bir
gurup da biçiyordu... Yahudilerin hepsi Firavn'ın işinde çalışıyorlardı;
Fıravn'ın herhangi bir işinde çalışmayana bir cizye takdir edilip, onun onu
ödemesi emrediliyordu.
Süddî ise şöyle
demiştir: "Firavn onları, çöpçülük yapmak, çamur işlerinde çalışmak ve
dağlardan kayalar kesmek gibi, pis ve zor işlerde çalıştırıyordu. Cenab-ı Allah
da İsrailoğullarının Musa (a.s)a:
"Sen bize
gelmeden Önce ve geldikten sonra, biz eztyyetgördük" (A'raf. 129); Musa
(a.s)'nın da Firavn'a:
"Başıma kaktığın
o nimet, İsrailoğuilannı kul köle yaptığın içindi"[135]
(Şuârâ, 22) dediğini nakl etmiştir." kendisini dilediği şekilde kullanacak
bir biçimde başkasının altında olması, bilhassa o, kendisini pis ve meşakkatli
işlerde .rdığı zaman, bu o kimse için azabların en şiddetlisi olur. Hatta, bu
-umdan dolayı o, bazan ölümü bile
isteyebilir. İşte Cenab-ı Allah,
yahudiJere, onları bundan kurtarmak suretiyle vermiş olduğu büyük nimetini
beyan etmiş, sonra bunun peşine ondan daha büyük olan nimetini zikrederek P*
6bî iyU* "Oğullarını boğazlayarak..." buyurmuştur. Bunun manası,
onlar kız çocuklarını hayatta bırakıp, erkek çocuklarını öldürüyorlardı,
demektir. Burada bazı bahisler bulunmaktadır.
[136]
Birinci Konu:
Kız çocuklarının değil
de, erkek çocuklarının boğazlanması, birçok yönden
daha zararlıdır.
a) Erkek
çocuklarının boğazlanması, erkeklerin sona ermesine sebep olur.Bu ise, neslin
kesilmesini doğurur;çünkü kadınların.tek başlarına da bu hususta bir tesirleri
olmaz. Bu ise neticede hem kadınların hem de erkeklerin yok olmasına müncer
olur.
b) Erkeklerin
tükenmesi, geçim hususunda kadınların yararlarının fesada uğramasına yol açar.
Çünkü kadın, erkeklerin güvencesi ve işlerini deruhte etmesi sona erince, ölümü
temenni eder. Kadının başına, yalnız kalması sebebiyle geçim darlığı
çullanırsa, bu büyük bir çileye sebep olur. Bundan kurtulmak da, o nisbette güç
olur.
c) Uzun bir
hamilelikten ve doğacak
çocuktan faydalanılacağı
hususundaki beslenilen kuvvetli bir ümit ve katlanılan çilelerden sonra, doğan
çocuğu öldürmek, azabların en büyüğüdür. Böyle bir durumda onu öldürmek, uzun
bir müddet ondan istifade etmeyi düşünen, onun çeşitli halleriyle sürür bulan
kimseyi öldürmekten daha şiddetlidir. Cenâb-ı Allah'ın, İsrailoğullar.nı bundan
kurtarma nimetinin büyüklüğü, bu imtihandaki meşakkatin şiddeti nisbetindedir.
d) Oğullar
ana-babaya, kızlardan daha sevgilidir. Bundan dolayı insanların çoğu, kız
çocuklarını yüksünürler ve hatta oğulları çok bile olsa, onları istemezler...
bundan dolayı Cenâb-ı Allah:
"Onlardan
birisine kızı(mn doğduğu) müjdesi verilince, pek ötkeli olarak yüzü simsiyah
kesilir. Kendisine verilen müjdeden
dolayı insanlardan gizlenir" (Nahi, 58-59) buyurmuştur ve bundan dolayı,
Arapları kız çocuklarını diri diri gömmektedir.
korkusuyla, çocuklarınızı öldürmeyiniz"
(isra, 31) buyurarak, nehyetmiştir. Çünkü Araplar, erkek çocuklarını değil, kız
çocuklarını diri diri gömüyorlardı.
e)
Erkeklerin değil de kadınların hayatta kalması, onların, düşmanlarının
odalıkları olmasını gerektirir ki, bu ise zillet ve aşağılanmanın zirvesidir.
[137]
İkinci Konu: Bu sûrede ûytJı kelimesi atıf vâvı olmadan
zikredilmişken, İbrahim sûresinde ise, vâvlı (ibrahim, 6)zikredilmiştir. Bunun
İzahı şöyledir; Eğer âyeti âyeti ile tefsir edilirse, bu takdirde atıf vâvına
ihtiyaç kalmaz. Ama, (âyeti kerimesi, boğazlanmanın dışındaki, diğer meşakkatti
ve zor işlerle tefsir edilir, boğazlanma da, bu kötü azabın dtşında müstakil
bir şey olarak alınırsa, bu takdirde vâv harfine ihtiyaç vardır. Her iki yerde
de, lafız bu iki manaya da ihtimallidir; ancak, İbrahim sûresinde atıf harfinin
zikredilmesinden kastedilen mana ve faydanın şu olacağı söylenebilir: Cenâb-ı
Hakk bu âyetten önce:
"Andoisun ki biz
Musa yi, "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah 'm
günlerini hatırlat diye mucizelerimizle göndermiştik" (ibrahim, 5)
buyurmuştur. Allah'ın günlerini hatırlatmaksa, ancak Allah'ın nimetlerini
saymakla olur. Bu sebeple âyetinden muradın, azabın bir türü; (İbrahim, 6)
âyetinden muradında azabın bir başka türü olması gerekmiştir. Ki böylece,
bunların her ikisinden kurtulmak, iki ayrı nimet olabilsin... Bu sebeple
İbrahim sûresinde (Ayet, 6) atıf harfinin gelmesi gerekmiştir. Buradaki ayete
gelince, bu ayette ise, ancak nimet cinsinin hatırlanmasına dair bir emir varid
olmuştur: "Size olan nimetlerimi hatırlayın!.." Binaenaleyh, azabın
en kötüsünden murad, ister boğazlanma olsun isterse başkası, her halükarda
nimetlerin hatırlatılması meydana gelmektedir. Böylece de, iki ifade arasındaki
fark anlaşılmış olur.
[138]
Üçüncü Konu:
Bazı âlimler şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak, sözüyle, kadınlar lâfzına mutabık
olsun için, çocukları değil de, reşîd erkekleri kastetmiştir; çünkü kadınlar
buluğa ermişlerdir. Bu sebeple, oğullar itfflp dan murad, erkeklerdir... Bu
görüşün sahibleri devamla şunu demişlerdir: Çünkü Firavn, kendisine karşı isyan
etmelerinden ve baş kaldırmalarından korkmuş olduğu adamların öldürülmesini emretmişti...
Müfessirlerin çoğu ise, ayette kastedilenin, adamlar değil de bulûğa ermemiş
oğlan çocukları olduğunu söylemişlerdir.
Bu görüş, birkaç
bakımdan daha uygun olanıdır:
a) Lâfız
zahirine hamledilir.
b) Bunca
çokluklarına rağmen bütün adamların öldürülmesi imkansızdır.
c) Firavn
hanedanı, zor işlerinde kullanmak üzere, onlara muhtaç idiler.
d) Şayet
durum böyle olsaydı, Hz.Musa (a.s)'nın çocuk iken bir sanduka içinde suya
bırakılmasının bir anlamı kalmazdı...
Lâfzı, kadınlar
kelimesine mukabil olsun diye, erkek adamlar anlamına hamletmek gerekir diyen
kimsenin bu görüşüne iki şekilde cevap veririz:
a) Oğlan
çocukları, küçük iken öldürüldüklerinde, büyüyüp baliğ erkek olmak İmkanı yok
olur. Bu sebeple de kelimesini onlara, oğullara itlak etmek caiz değildir. Kız
çocuklarına gelince, onlar öldürülmeyip kadın olma çağına ulaştıklarında onlara
"kadınlar" denilmesi caiz olur.
b) Bir kısım
alimler, Cenâb-ı Hakk'ın sözünden muradın "Kadınların avret mahallerini,
ayıp yerlerini, hamile mi değil mi diye kontrol ediyorlardı " şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşü,
kadınların karnındaKi ceninin göze görünmeyeceği için, kontrol ile bilinememesi
ve ona el ile ulaşılmasının mümkün olmaması hususları geçersiz kılar.
[139]
Dördüncü Konu:
Oğulların öldürülmesinin sebebi hakkında alimler birkaç görüş zikretmişlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a)'ın görüşüdür: Buna göre, Firavn'a ve âvânesine, Allah Teala'nın İbrahim
(a.s)'e zürriyetinden j peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vaadettiği hususu
ulaşınca, onlar bundan korktular ve keskin bıçaklı adamlar hazırlamaya karar
verdiler. Bu adamlar, Benî İsrail'in içerisinde dolaşıyor, doğan erkek
çocukları kesiyorlardı. Benî İsrail'in büyüklerinin öldüğünü, küçüklerinin de
boğazlandığını görünce, onların tükenip de zor işleri yaptıracakları kimseler
bulamayacaklarından korktular ve bu sebeble doğan erkek çocukları bir yıl
öldürüp, bir yıl öldürmemeye başladılar.
2) Süddİ'nin görüşüdür. Buna
göre, Firavn, rüyasında Beyt'ül-Makdis'den çıkan ve
Mısır'ın bütün evlerini saran, kıptîleri yakan, İsrailoğullarını ise hayatta
bırakan bir ateş görür. Bunun üzerine, kâhinlerini çağırır ve bunun ne manaya
geldiğini sorar. Onlar da, Beytü'l-Makdis'ten, kıptileri imha edecek bir kimse
çıkacağını söylediler.
3) Müneccimler, bu durumu Firavn'a haber verirken bu doğumun olacağı
seneyi de tayin ettiler. Bu sebeble, İsrailoğullarının, erkek evlatlarını bu
belli senede öldürtüyordu. Doğruya en yakın olan görüş birincisidir. Çünkü,
rüya tabir etme ve yıldızlara bakarak hüküm çıkarma yoluyla elde edilecek şey,
tafsilatlı bir bilgi olamaz. Aksi halde bu, Kur'an'ın gaybtan haber verişinin
bir mucize olması hakikatini zedeler. Daha doğrusu bu yollarla elde edilecek
bilginin mücmel (kapalı) olması gerekir. Akıllı kimseye yakışan ise böyle bir
bilgi sebebiyle, böylesi büyük bir işe girişmemesidir. Eğer, "Firavn,
Allah'ı inkar ediyordu, binaenaleyh onun peygamberleri haydi haydi inkâr
ediyordu. Durum böyle olunca, O'nun, Hz. İbrahim (a.s)'in haberi sebebi ile,
(ona inanmadığı halde) böyle büyük bir işe girişmesi nasıl olur?"
denilirse, deriz ki: "Belki de Firavn, Allah'ı ve peygamberlerin
doğruluğunu biliyordu. Ancak küfrü inadî olmak üzere bir kâfir idi " veya
şöyle denilebilir: Firavn, din hususunda şüphe ve şaşkınlık içinde idi. Hz.
İbrahim (a.s)'i tasdik etmesi ve bir ihtiyat olmak üzere bu fiile teşebbüs
etmesi caizdir.
Beşinci Konu:
Bu nimetlerin zikredilmesinde çeşitli faydalar vardır:
a)
Hükümdarlar ve zalimlerle insanları imtihan etmesi musibetlerin en şiddetlilerinden
olunca onları bu çilelerden kurtarması da nimetlerin en büyüklerinden olmuştur.
Bu böyledir, çünkü onlar kendilerini yok etmeye çalışanların yok olduklarını
gözleriyle görmüşler ve kendilerini hor-zelîl kılmada elinden geleni yapanların
nasıl zillete düçâr olduklarını müşahede etmişlerdir. Bunun ise, nimetlerin en
büyüklerinden olduğu hususunda şüphe yoktur. Büyük nimetlerin verilmesi,
bağlılığı ve taatı gerektirmekte, inadlaşma ve muhalefetin ise son derece
çirkin olmasını icab ettirmektedir. İşte bu sebebten dolayıdır ki Cenâb-ı
Allah, aleyhlerine olan delilleri iyice yerleştirip sağlamlaştırmak ve mazeret
yollarını tıkamak için bu büyük nimetlerini onlara hatırlatmıştır.
b) Onlar,
kendilerinin son derece zelil; hasımlarının ise son derece aziz, ancak
kendilerinin Hak'tan yana, hasımlarının ise batıldan yana olduklarını
bilince,Hak'tan yana olanların zilletlerinin; batıldan yana olanların da izzet
ve şereflerinin yok olacağına inanmışlardır. Allahu Teala sanki şöyle demiştir:
Ey Kureyşliler, sizler Muhammed'in şu anda fakir oluşuna ve ona yardım
edenlerin azlığına aldanmayın, çünkü o, Hak'tan yanadır. Binaenaleyh izzet ve
şerefin ona, zillet ve hakirliğin ise düşmanlarının başına gelmesi
kaçınılmazdır.
c) Allah
Teala bununla, mülk ve saltanatın yed-i kudretinde olduğuna, onu dilediğine
vereceğine; insanın dünyanın izzet ve şerefine aldanmayıp, ahiretin izzet ve
şerefini elde etmeye çalışması gerektiğine dikkat çekmiştir.
[140]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Bunda sizin için Rabb'inizden büyük bir imtihan vardır" âyetine
gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: kelimesinin aslı, denemek ve
imtihan etmek anlamına gelen kelimesidir. Nitekim Hak Teala:
"Bir imtihan
olmak üzere, biz sizi hayır ve serlerle sınıyoruz" (Enbiya. 35) ve:
kötülüklerle imtihan ettik" (A'raf, 168) buyurmuştur. İmtihan iki türlü
olur. Nimetlere de, şiddetli meşakkate de bela denir. Ancak çoğunlukla, hayır
(nimet) hakkında Şişerler hakkında da denir. Bazan bu kelimeler birbirinin
yerine kullanılabilir. Züheyr şöyle demiştir:
"Allah, o
ikisinin size yaptıklarına ihsan ile karşılık versin. Ve onları verdiği
belaların en hayırlısı ile imtihan etsin" (yani değerlerini ortaya
çıkarsın).
Bunu iyice anladığın
zaman deriz ki bu âyetteki "bela" kelimesi, -eğer (lafzı ile,
Firavn'ın yaptığına işaret ediliyor ise, -meşakkat; - yok eğer lafzı ile
Allah'tn onları kurtarışına işaret ediliyor ise- nimet manasına geıir. Nimet
manasında anlaşılması daha uygundur. Çünkü bu nimet, Hak Teala'dandır ve bunun
yahudiler aleyhine hüccet oluşu, Allah'ın onların atalarına in'amda bulunmuş
olmasıdır.
[141]
"Hem hatırlayın o
zamanı ki hani sizin (geçmeniz) için denizi yarmış, böylece sizi kurtarıp,
Firavn'un hanedanını, sizin gözleriniz Önünde (suda) boğmuştuk" (Bakara,
50).
Bu Cenab-ı
Hakk'ın onlara ikinci nimetidir. Ayetteki "yardık" kelimesi şu manaya
gelir: Biz denizi birbirinden ayırdık da deniz içinde sizin için yollar meydana
geldi.Bir kıraate göre ise,bu kelime "ayırdık" manasında olmak üzere,
şeklinde okunmuştur. Arapçada, iki şeyin arasını ayırdı manasında ve birçok
şeyin arasını ayırdı manasında olmak üzere de denilir. Çünkü denizde açılan
yolların sayısı, Benî İsrail içindeki boyların sayısınca olmak üzere, oniki
tane idi. Eğer manası nedir?" dersen, deriz ki: Bunun iki izahı vardır:
a) Benî
İsrail, denize giriyor, o esnada su önlerinde yanlıyordu. Sanki Cenab-ı Hak,
iki şeyin arasını aralarına soktuğu bir şey ile ayırdığı gibijsrail-oğulları
ile denizi yarıyordu.
b) Yani, "sizin
için, sizi kurtarmak için denizi yardık " manasıdır. Bu âyetle ilgili
birkaç konu vardır.
[142]
Rivayet olunduğuna
göre, Cenâb-ı Allah, Firavn ve kiptîleri boğmak isteyip, onların durumu da,
ilm-i İlahide hiçbirinin iman etmeyeceği şeklinde malum olunca, Musa (a.s),
İsrailoğullarına, kıptilerden, zinet eşyaları ödünç almalarını emretti. Bu,iki
sebebten dolayı idi: Birincisi, bu mallan için kiptiler peşlerine düşsünler
diye. İkincisi, kıptilerin zinet eşyaları İsrailoğutlarının elinde kalsın
diye.. Sonra Cebrail (a.s), akşam vakti gelerek, Hz. Musa'ya "Milletini,
geceleyin yola çıkar" der. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Biz, Musa'ya,
"kullarımıgece yola çıkart " diye vahyettfk" (Şuara, 52) âyeti
ile anlattığıdır. İsrailoğullarının sayısı altıyüzbin idi. Çünkü oniki boy
idiler ve her boy ellibin kişiden
meydana geliyordu. Musa (a.s), İsrail- oğullarını Mısır'dan çıkarınca, bu haber
Firavn'a ulaştı. O, bunun üzerine "Horozlar ötmedikce onların peşine düşmeyiniz
" dedi. Ravi şöyle devam etti. Allah'a yemin olsun ki o gece hiçbir horoz
ötmedi.
Sabah olduğunda.Firavn
bir koyun getirmelerini istedi ve getirilip kesildi. Sonra Firavn: "Yanıma
aitıyüzbin kıptı toplanıncaya kadar, bu koyunun ciğerini yiyeceğim " dedi.
Katade şöyle der: Firavn'un etrafında, herbiri aygır atlara binmiş birmilyon
ikiyüzbin kişi toplanır ve gündüz İsrailoğullannın
.jeşine düşerler.
Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve onlar, güneş doğduktan sonra, İsraÜoğullannm
arkalarına düştüler (Şuara. 60) ve:
"İki topluluk
birbirini gördükleri zaman, Musa'nın ashabı, "Eyvah yakalandık"
dediler" (Şuara, 61) âyetlerinde anlattığı hadise budur. Bunun
üzerine Hz. Musa (a.s)
da: "Hayır, Rabbim benimledir ve beni (kurtuluşa) iletecektir"
(Şuara, 62) dedi. Musa (a.sV onları yürütüp, ontor denize utada, Yûşâ' b.Nûn,
Musa (a.s)'ya şöyle dedi: "Rabbin, sana nereye gitmeyi emretti?"Musa
(a.s) da ona, "ön tarafını emretti " diyerek, denizi gösterdi. Yûşâ'
b.Nûn, bunun üzerine atını denize sürdü, denizde su boğazına kadar çıkıncaya
kadar ilerledi. Derken kendisi üzerinde olduğu halde atı yüzmeye başladı ve
geri kıyıya döndü. Hz. Musa (a.s)'ya tekrar, "Ey Musa, sana Rabbin hangi
tarafa gitmeyi emretti?" dedi. Musa (a.s) da: "Denizi emretti.
Vallahi yalan söylemiyorum." dedi. O da bu işi üç kere yaptı, derken
Cenâb-ı Hakk, Musa (a.s)'ya şunu vahyetti:
"Asanı denize
vur" diye vahyettik. (Vurunca) derhal deniz yarıldı, her parçası kocaman
bir dağ gibi idi" (Şuara, 63) Bunun üzerine deniz, on iki dağ şekline
girdi. Herbirinde bir yol vardı. Musa (a.s.), Yûşâ'ya "Haydi gir
"dedi. Fakat açılan yol çamur idi. Derken, saba rüzgarı esip denizdeki
yolların çamuru kurudu. Öyleki kupkuru birer yol haline geldiler. Nitekim
Cenâb-ı Hakk, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Onlara denizde kuru bir yol
aç" {Taha,77).Bunun üzerine her kabile bir yol seçip içine girdiler. Daha
sonra Musa (a.s)'ya "Biz, birbirimizi göremiyoruz" dediler. Hz. Musa
(a.s)'da asasını yollar arasında kalan (duvar gibi olan) denize vurunca yollar
arasında geçitler ve pencereler belirdi. Böylece her kabile, diğer kabileleri
de gördüler.
Sonra ise peşlerine
düşmüş olan Firavn deniz kıyısına varınca, İblisi orada bekler buldu. İblis,
onu denize girmekten alıkoymak isteyince, o da denize girmemeye niyetlendi.
Derken Cebrail (a.s), bir kısrağa binmiş olarak geldi ve erkek bir ata binmiş
olan Firavn'un önüne geçti. Firavn'un atı da onun peşine takılıp denize girdi.
Firavn denize girince Mikail (a.s) Firavn'un ordusundakilere "Arkadakiler,
öndekilere yetişsin " diye seslendi. Hepsi denizdeki bu yollara girince,
Cenâb-ı Hakk, suya emretti ve su onların üstüne
kapandı. İşte bu Allah
Teala'nın; "Ve Firavn hanedanını, siz bakıp dururken (gözünüzün) önünde
boğduk" âyetiyle anlattığı hadisedir. Rivayete göre o gün, aşure günü idi.
Hz. Musa (a.s), Cenâb-ı Hakk'a şükretmek amacıyla, o günü oruçlu geçirmiştir.
İkinci Konu:
Onları Denizden Geçirmenin İhtiva Ettiği Nimetler
Bil ki bu olay, dinî
ve dünyevi birçok nimetleri ihtiva etmektedir. Musa (a.s) için olan dünyevi
nimetlere gelince, bunlar birçok yöndendir:
[143]
a)
İsrailoğulları, arkalarında Firavn ve ordusunun, önlerinde ise denizin
bulunduğu; dursalar düşmanın kendilerine yetişip, en feci şekilde kendilerini
yokedeceği, ileri gitseler boğulacakları, daha büyüğü olmayan böylesi korkulu
bir duruma düştükleri bu zor zamanda, Allah u Teala, denizi yararak onları
kurtarmıştır. Bundan daha büyük sevinç olmaz.
b) Allah u
Teala, onlara hususi olarak böylesi büyük bir nimet, parlak bir mucize
vermiştir. Bu, Allah katında onların kıymetlerinin bulunuşu sebebiyledir.
c) Onlar,
Hak Teala'nın, düşmanları helak ettiğini gözleriyle gördüler. Malumdur ki böyle
bir beladan kurtulmak nimetlerin en büyüğüdür. Bu kurtuluşla beraber, büyük bir
lütuf ve düşmanın imha edilmesi nimeti bulunursa artık sevinçlerini var sen
düşün!
d) Allah,
onları Firavn'un vatanına ve toprağına, onların içinde yüzdükleri nimet ve
mallara varis kılmıştır.
e) Hak
Teala, Firavun'u ve avanesini boğmak suretiyle, İsrail oğul lan m onlardan
kurtarmış oldu. Bu büyük bir nimettir. Çünkü Musa (a.s), onlardan çekiniyordu.
Eğer, Allah u Teala, Musa (a.s)'yı ve kavmini bu tehlikeden kurtarsa ve fakat,
Firavn ile kavmini helak etmeseydi, tekrar biraraya gelip, Hz. Musa (a.s)'ya
tuzak kurarak, ona ve kavmine eziyet verme ihtimali her zaman söz konusu
olacağından, korku devam edip giderdi. Fakat Cenâb-ı Allah onları boğunca,
korkuyu kökünden kesmiştir.
f) Bu boğma
işi, İsrailoğullannın gözleri önünde olmuştur. Allah Teala'nın "Çözleriniz
önünde" sözünden kastettiği de budur.
[144]
Hz. Musa {a.s) için
olan dinî nimetler de birçok yöndendir:
a) Hz.Musa (a.s)'nın
kavmi bu parlak
mucizeyi gördüklerinde,
kalblerindeki her türlü şek ve şüphe yok olmuştur. Çünkü böyle bir mucizenin,
hakim bir yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'ntn peygamberliğinin
doğruluğuna delalet etmesi zaruri ilme yakın bir mertebededir. Sanki Cenâb-ı
Hakk, onlardan ince düşünce ve zor istidlal meşakkatini kaldırmıştır.
b) Onlar, bu
olayı gözleri ile gördüklerinde, bu onları Hz. MuSa (a.s)'yı tasdik ve O'na
inkiyad hususunda sebatlı olmaya davet etmiştir. Diğer yandan ise bu, Firavn
kavmini de, Hz. Musa(a.s) 'yi yalanlamayı bırakıp, Firavn'u tekzibe yönelmeye
teşvik etmiştir.
c) İsrailoğulları,
bütün işlerin Cenâb-ı Allah'ın elinde olduğunu anladılar. Çünkü dünyada
Firavn'un sahib olduğundan daha üstün bir izzet ve İsrailoğullannın düştükleri
sıkıntıdan daha şiddetli bir sıkıntı yok idi. Sonra Allah Teala, bir anda aziz
görünenleri zelil, zelil olanları aziz yaptı. Bu durum, kalbi dünya
meşgalelerinden çevirip, tamamen
yaratıcının hizmetine yönelmeyi
ve bütün işlerde O'na tevekkül etmeyi gerektirir.
[145]
Bu kıssanın
anlatılışından Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini alakadar eden nimetler de çoktur:
1) Bu olay,
Ehl-i Kitab'a karşı, Hz. Peygamber (s a.s)'in bir delili gibidir. Çünkü Hz.
Muhammed (s.a.s)'in halinden, ümmi olduğu, okuyup yazması bulunmadığı ve Ehl-i
kitapla beraber olmadığı biliniyordu. O, Ehl-i kitaba, ancak kitaplardan
öğrenilecek olan, kendindeki mufassal (tafsilatlı, teferruatlı) haberleri
anlatınca, onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vahiy yolu ile haber verdiğini ve
doğru söylediğini anladılar. Bu durum ise, Hz. Peygamber (s.a.s) için
yahudilere karşı. O'nu doğrulama hususunda da bizim için bir hüccet olmuştur.
2)
Biz onlar için cereyan eden ve başlarına gelen
bu büyük olayları tasavvur ettiğimizde anlıyoruz ki Allah'a muhalefet eden hem
dünyada hem de ahirette bedbaht olur. O'na itaat eden ise, dünyada da ahirette
de mesud olur. Bu durum ise, bizi O'na itaate sevketmekte, günahtan
sakındırmaktadır.
3) Hz. Musa
(a.s)'ntn ümmeti, kendilerine bu apaçık mucizeler ve gözalıcı deliller bilhassa
verilmiş olduğu halde, yine de birçok hususta, Hz. Musa
(a.s)'ya muhalefet
etmişlerdir. Hatta, "Onların tanrıları olduğu gibi, bize de bir tanrı
yap" (Araf, 138) demişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetine gelince,
onlara verilen başlıca mucize, mucize oluşu ancak ince deliller ile bilinen
Kur'an-ı Kerim olduğu halde, peygamberlerine boyun eğmişler ve O'na hiç karşı
çıkmamışlardır. Bu da gösterir ki, ümmet-i Muhammed ümmet-i Musa'dan daha
şereflidir. Geriye ayetle ilgili iki sual kalıyor.
[146]
Denizin yarılması,
Kadir bir Yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'nın doğruluğuna delalet
hususunda adeta zaruri bir ilimdir. O halde bunu, mükellefiyet verirken yapmak
nasıl caiz olur? Buna şöyle cevab verilir: Bizim görüşümüze göre, meseleye
bakarsak, bu iş açıktır. Mu'tezile'ye gelince, Ka'bî, mükellefler içerisinde
anlayış ve akıldan uzak ahmak kimselerin bulunduğunu, İsrailoğullarının
ekserisinin de böyle olup, denizin yarılması, Tur dağının başlarının üstüne
yükseltilmesi ve ölülerin diriltilmesi gibi büyük mucizeleri gözleri ile
görerek uyarılmaya muhtaç olduklarını söyleyerek, bu soruya toplu bir cevap
vermiştir. Görmüyor musun, onlar, kendilerine gösterilen bu mucizelerden sonra
bile, putlara tapan bir kavme rastladıklarında: ~s\\
lii^Q\\^'&:)j'J*^ (A'raf, 138)
demişlerdir. Araplar ise böyle değildiler. Çünkü onlar, son derece akıllı
idiler. Bu sebeble de, Hak Teâla, onlara ince deliller ve latif mucizeler
göndermiştir.
İkinci Sual:
Firavn denizin varıldığını gördüğü zaman, akıllı bir kimse olduğu için, bunun
Hz. Musa (a.s)'nın yapması ile değil de, kudret sahibi, varlıklardan başka olan
bir Alîm, Kadir varlık tarafından yapılmış olması gerektiğini anlamalıydı. Öyle
ise o, buna rağmen nasıl küfrünü sürdürmüş olabilir? Eğer sen, "Onun,
Rabb'ini bildiğini, inadından ve azgınlığından inkâr ettiğini" söylersen, ben
de derim ki: O, bunu kalbi ile bildiğinde, bu anda o, yaratıcının varlığını ve
Musa (a.s)'nın sıdkını bilmeye mecbur kalan bir kimse durumunda olduğu halde,
kendisini bu tehlikeye atmayı ve denize girmeyi tercih etmiştir?" Bu
soruya şöyle cevab verilir: Birşeye duyulan sevgi (arzu), insanı (o hususta)
kör ve sağır yapar. Binaenaleyh, Firavn'ın makam sevgisi ve hakkı örtme arzusu,
kendisini bu helak içine atmaya sevketmiştir.
[147]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sizin gözleriniz önünde" hitabı ile ilgili birkaç vecih vardır:
1) "Siz, denizin
dalgalarının, Firavn ile
kavmini yuttuğunu görüyordunuz
" demektir.
2) Musa
(a.s)'nın kavmi, Musa (a.s)'dan, Cenâb-ı Allah'ın kendilerine Firavn
hanedanının durumunu göstermesini istediler. Musa (a.s) da Rabbine, onların
halini İsrailoğullarına göstermesi için dua etti. Bunun üzerine deniz Firavn
hanedanını birmilyonikiyüzbin kişi olarak, Firavn ile beraber kıyıya attı.
İsrailoğulları da kıyıya vurmuş olan askerlere bakıyorlardı. Oeniz inkârlarının
uğursuzluğundan dolayı onlardan hiçbirini kabul etmemişti. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın (Yûnus, 92) âyetinde ifâde
ettiği husustur. Yani "seni, insanlar görsün de onlara ibret olsun diye
denizin darlıklarından, fezantn genişliğine çıkarıyoruz " demektir.
3) Bu
ayetten murad, her nekadar onları gözleri ile görmüyor iseler de, onlarla aynı
hizada ve aynı yönde oldukları için, "sizler onlara yakın idiniz."
denilmesidir. Ferra şöyle demiştir: "Bu ifade, senin "Andolsun ki
seni, dövdüm, ailen de sana bakıyor ve hiçbir yardımda bulunamıyorlardı "
demen gibidir. Sen bunu,dövülen kişinin ailesi, her nekadar dövüleni görmeseler
de, ona yakın bulundukları zaman söylersin. Buradaki "görme" fiili,
"bilme" manasında kullanılmıştır."
[148]
"Hani Musa kırk
geceliğine vaidleşmiş idik. Yine siz (yahudtier) onan arkasından, zalimler
olarak buzağıyı (Hah olarak) almıştınız. Daha sonra sizi, bu işinizin peşisıra
atfetmiştik, ki belki şükredersiniz (diye) "(Bakara, 51-52).
[149]
Bil ki, işte bu üçüncü
nimettir. Cenâb-ı Allah'ın üopij itj kavlini Ebû Amr ve Ya'kûb burada, A'râfta
ve Tâhâ'da, elifsiz olarak, şeklinde; diğerleri de, bu üç yerde, elifle
şeklinde okumuşlardır. Bunun elifsiz okunuşunun sebebi açıktır. Çünkü vaad,
Allah'tandır. (vaad-leşmek) ise, mufâele vezninde olup, iki kişi arasında
yapılmış olması gerekir.
Bu fiilin elifle
okunmasına gelince, bunun izahı birkaç yöndendir:
a) Vaad, her
ne kadar Cenâb-ı Hakk tarafından yapılmış ise de, onun kabulü Hz. Musa (a.s)
tarafındandır. Vaadi kabul etmek de, yine vaade benzer. Çünkü vaadi kabul
edenin,"bunu yapacağım!" demesi gerekir.
b) Kaffal
şöyle demiştir: " Ademoğlunun da Allah'a vaadde bulunması uzak bir görüş
değildir. O zaman bunun anlamı, "Allah'a ahitte bulunmak" olur."
c) Vaad, iki
kişi arasında cereyan eden bir iştir. Bu bakımdan burada denilmesi caizdir.
d) Bu en
kuvvetli görüştür. Buna göre Cenâb-ı Allah Musa (a.s)'ya vahyi vaad etti. Bu,
Allah'ın belirlenmiş vakitte Tûr'a geleceğini vaad etmesidir.
[150]
Musa kelimesine
gelince, bunun izanıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır.
a) Bu kelime
vezninde olup, kelimedeki mim harfi, aslî bir harftir. Kelimenin aslı, kişi
böbürlenerek yürüdüğünde söylenen, fiilinden alınmadır; nitekim Hz. Musa (a.s)
böyle celalli yürüyordu.
b) Bu kelime
veznindedir. Kelimedeki mim harfi ziyade olup, kelimenin aslı, üzerindeki yaprakları sıyrıldığında ağaç
hakkında söylenilen ifâdesinden alınmıştır. Musa (a.s) saçı dökülmüş olduğu için,
bu isimle isimlendirilmiştir.
c) Bu
kelime, İbranice olan iki kelimeden meydana gelmiş birleşik bir isimdir. Su
mânasına gelen y ve ağaç anlamına gelen kelimesidir. O, bu isimle
isimlendirilmiştir. Çünkü annesi, O'nu Firavn'ın öldürmesinden korktuğu zaman bir sandukaya
koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizini dalgaları Firavn'ın sarayı yanındaki
ağaçların araşma sokuncaya kadar 'sürüklemişti. Firavn'ın hanımı olan Asiye'nin
cariyeleri yıkanmak için dışarı
çıktıklarında,
sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre
bir ad vermişlerdi.
Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi...
Bil ki ilk iki
açıklama, gerçekten yanlıştır. Birincisi yanlıştır, çünkü ne İsrailoğulları, ne
de kıbtîler Arapça konuşmuyorlardı; bundan dolayı Musa ismiyle bunu kastetmiş
olmaları mümkün değildir. İkincisi de yanlıştır, çünkü bu bir özel isimdir.
Özel isim haddizatında bir mana taşımaz. Doğruya en yakın olansa, üçüncü
görüştür. Bu görüş, insanların alışmış olduğu görüştür. Hz. Musa (a.s)'nın
nesebine gelince bu şöyledir: Musa ibn İmran ibn Yasher ibn Kahes ibn Lâvi ibn
Ya'kûb ibn İshak ibn İbrahim {a.s).
[151]
Cenâb-ı Hakk'ın:
âyetine gelince, bununla ilgili bazı konular vardır.
Birinci Konu:
Musa (a.s), İsrail oğullarına, "eğer denizden sağ salim çıkarsak, size
Allah'tan, yapmanız ve yapmamanız gereken şeyleri açıklayan bir kitap
getireceğim" demişti. Musa (a.s), İsrailoğullarıyla beraber denizi geçip,
Cenâb-ı Allah da Firavn'ı denizde boğunca, onlar "Ey Musa, bize
vaadettiğin şu kitabı getir" dediler. Bunun üzerine Hz. Musa Rabb'ine
gitti ve İsrailoğullarıyla da, kırk günlüğüne vaadde bulundu. İşte bu, Cenâb-ı
Allah'ın: "Biz Musa ile otuz gece sözleşmiş, sonra da ona on daha ilave
etmiştik. Böylece Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı"
(A'raf, 142) âyetiyle anlattığı hadisedir. Musa (a.s.), kendi yerine Harun
(a.s)'u onların başında bıraktı. Tür dağında kırk gece kaldı ve Cenâb-ı Allah,
levhalar üzerinde O'na Tevrat'ı inzal etti. Bu levhalar yakuttan idi. Cenâb-ı
Hak gizlice onu yanına yaklaştırdı ve arada bir vasıta olmaksızın, onunla
konuştu. Ve Musa (a.s)'ya kader kaleminin cızırtılarını işittirdi.Ebu'l-Âliye
şöyle demiştir: Öğrendiğimize göre, Musa (a.s) Tûr dağından ininceye kadar kırk
gece hiçbir söz söylememiştir.
İkinci Konu:
Kırk gece denildi, çünkü aylar geceden itibaren başlar.
Üçüncü Konu:
Hak Teala'nın âyetinin manası "Biz Musa'ya kırk gecenin tamamlanmasını
va'dettik" demektir. Bu, Arapların, "Bugün, falancanın çıkışının
kırkıncı günü oluyor" yani tam kırkıncı günü" demektir "
demeleri gibidir. Velhasıl, burada muzaf hazfedilerek, onun yerine mu ileyh
konulmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın: "Beldeye sor" (Yusuf, 82) yani,
"o belde halkına sor..." Aynı şekilde, kırk geceden murad, herhangi
bir kırk gecenin değil, muayyen ve belirlenmiş kırk gecenin sona ermesidir. O
belli kırk gece de otuzu Zilkade ayından, onu da Zilhiccenin başından olan kırk
gecedir. Çünkü Musa (a.s) bundan muradın, bu muayyen kırk gece olduğunu
biliyordu. Aynı şekilde Cenab-ı Allah'ın âyetinden muradın da, bu kırk gün
gelmezden önce kendisine verilmiş olan ve dağda, kendisine Tevrat'ın
indirileceği kırk gece kalacağına dair bir vaad olması muhtemeldir. Ve yine
bundan muradın, kırk geceliğine Tûr dağına gelmekle emredilmiş olması ve bundan
sonra da ona Tevrat'ı indireceğini vaadetmiş manasında olması da caizdir. Bu
ikinci ihtimal, haberlerle de takviye edilmiştir.
Dördüncü
Konu:(Âyetteki, ifâdesi, bu sözleşmenin başlangıçta bu şekilde olduğunu kırk
gün gösteriyor. A'râf süresindeki (A'raf, 142) âyeti de yine işin başında otuz
gün olduğunu gösteriyor. Bunlar nasıl bağdaşır? Hasan el-Basri buna şöyle cevap
vermiştir: "Ayetten murad, Allah'ın Musa (a.s) 'ya once otuz gece vaad
edip bundan sonra ona bir on gece daha vaad ettiğini anlatmak değildir. Fakat
bundan murad, Allah'ın ona toplam kırk gece vaad etmiş olduğudur. Bu,
"Hac günlerinde
iç, döndüğünüz vakit yedi gün (oruç tutarsınız) İşte bunlar tam on gün
eder" (Bakara, 196) âyeti gibidir.
[152]
Cenâb-ı Hakk'ın,
("Bundan sonra, siz buzağıyı ilah edindiniz" âyetine gelince, bunda
da bazı konular vardır.
Birinci Bahis:
Cenab-ı Allah bu âyette f lafzını zikretti. Çünkü O, Musa (a.s)'ya, O'na
Tevrat'ı indirmek için, belirlenen vakitte Tûr'a gelmesini yetmiş kişinin
yanında vaad etmişti. Böylece Cenâb-ı Allah bir yandan buna şahid olanların
derecelerinin yüksekliğine dikkat çekmiş, hazır bulunmayanlara da bunu bildirme
ve dini tamamlama için Hz.Musa (a.s)nın derecesini ve İsrail
oğullarınınfaziletini ortaya koymuştur.Bu ise, nimetlerin en büyüklerindendir.
Onlar bundan sonra, cehalet ve küfrün en çirkinlerini yapınca, bu da taaccübe
sebep olmuştur. Bu, şöyle söyleyen kimsenin sözüne benzer. "Ben sana
iyilik yaptım, şunu şunu yaptım.. Sonra sen ise, bana kötülük yapmak ve eziyyet
etmek istiyorsun!.."
[153]
İkinci Bahis:
Siyerciler şöyle demişlerdir: Cenab-ı Allah Firavn'ı suda boğup, Musa (a.s)'ya
Tevrat'ı indireceğini vaad edince, Musa (a.s) kardeşi Harun (a.s)'a;
"Kavmimin
içinde benim yerime geç, ıslah et, fesadaiann yoluna tabi olma" (A'raf,
142)demiştir. Musa (a.s) Tür dağına gittiğinde, İsrailoğullarının yanında,
Kıbtîlerden ödünç aldıkları elbiseler ve zinet eşyaları bulunuyordu. Harun
(a.s) onlara, "bu elbise zinet eşyaları size helal değil; onun için
bunları yakın!" dedi. Onlar da bir ateş yakıp, içinde bu şeyleri yaktılar.
Samiri ise, Hz. Musa ile denizden geçişleri sırasında, Firavn'ın önü sıra
denize girmiş olan Cebrail (a.s)'in atının bastığı yere bakmış ve bu hayvanın
ayağının bastığı yerden bir avuç toprak almıştı. Sonra Samirî, yanında bulunan
altın ve gümüşleri alarak, bunlardan bir buzağı heykeli yaptı. Bu bir avuç
toprağı da bunun içine attı. Böylece, o heykelde, böğürmeye benzer bir ses
çıktı.
Kavmine: "Bu'
sizin ve ilahıdır" (Taha, 88) dedi. Bunun üzerine kavmi de, bu buzağıyı
kendilerine ilâh edindiler." Rivayette gelen budur. Bir kimse şöyle
diyebilir: "Akıllı insanlardan
müteşekkil büyük bir topluluğun, aklın bedâhetiyle batıl olduğu bilinen
bir şey üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu anlatılan şey de, birçok
yönden böyledir:
a) Her
akıllı kimse, aklının bedâhetiyle bilir ki, hareket etmeyen, hissetmeyen ve
akletmeyen bu altından yapılmış putun göklerin ve yerin ilâhı olması
imkânsızdır. Farzet ki, ondan bir böğürme sesi çıktı. Fakat bu kadarlık bir şey
akıllı insanların kalbinde, onun ilâh olabileceği şüphesi için kafi değildir.
b) Bu kavim,
bu hâdiseden önce yaratıcının varlığına ve Musa (a.s.)'nın nübüvvetinin
doğruluğuna delâlet konusunda, zorlama derecesinde bulunan muazzam mu'cizeler
müşahede etmişlerdi. Bu delillerin kuvvetine, onlar bakımından zaruret
derecesine ulaşmasına rağmen, altından yapılmış bu buzağıdan bir böğürme
çıkmasının, bu sesli nesnenin ilâh olabileceği şüphesini gerektirmesi
imkânsızdır." Buna şöyle cevap verilebilir: Bu hâdisenin doğru kabul
edilmesi, ancak bir yönden mümkündür. O da şöyle denilmesidir: Samirî, millete,
Musa (a.s)'nın yaptığı şeyleri, ancak yıldızlar üzerinde müessir olan tılsımlar
sayesinde yapabildiğini ve bu tılsımlar vasıtasıyla da söz konusu olan
mu'cizeleri meydana getirdiği düşüncesini yayıyordu. Bu sebepten Samirî kavmine
şöyle dedi: "Ben de,onun tılsımı gibi bir tılsım yapıyorum..." Ve
bunu, kendisinden hayret uyandıracak bir sesin çıkacağı şekilde buzağıyı
yaparak, onlara süslü gösterdi. Böylece onlarda, harikulade şeyleri yapma
konusunda Hz. Musa (a.s) gibi olma arzusu uyandırdı. Veya belki bu
topluluk"mücessimehulûliyye" inancına sahip idi. Bundan
dolayı,Tanrının bir cisme hulul edebileceğini kabul ediyorlardı. Bu sebeple de
bu şüpheye düştüler.
[154]
Bu kıssada birçok
faideler bulunmaktadır.
a) Bu kıssa,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin en hayırlı ümmet olduğuna delâlet eder. Çünkü
bu yahudiler, bu kahir delilleri müşahede etmelerine rağmen, bu zayıf şüpheye
aldandılar. Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti ise, Kur'an'ın mu'cize oluşunu bilmek
ve anlamak için ince delillere muhtaç
oldukları halde, kuvvetli
ve büyük şüphelere
bile aldanmadılar Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin bunlardan daha
hayırlı, akılca daha mükemmel ve gönülce daha temiz olduklarını gösterir.
b) Hz.
Muhammed (s.a.s), hiçbir ilim tedris etmediği hâlde, bu kıssayı anlatmıştır. Bu
durum, O'nun, bunu vahiy yoluyla aldığını gösterir.
c) Bu
kıssada, taklidden ve delilleri bilmemekten büyük bir sakındırma bulunmaktadır.
Çünkü bu kavimler, eğer Cenâb-ı Allah'ı delille tam bir şekilde bilselerdi,
Samirî'nin şüphesine düşmezlerdi.
d) Bunda, müşrik Araplarda, yahudilerden ve hristiyanlardan görmüş olduğu
muhalefet hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir teselli bulunmaktadır. Sanki
Cenâb-ı Allah, Musa (a.s)'nınbu kötü olaya sabredişi gibi, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in de sabretmesini emretmişdir. Çünkü israil-oğullan.Allah onları
Firavn'dan kurtardıktan ve Musa (a.s)'nın ilk çıkışından o vakte kadar
harikulade mucizeler gösterdikten sonra bu zayıf şüpheye kanmışlardır. Sonra
Musa (a.s) buna sabretmişti. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.s)'inbu şiddetli
eziyetlere sabretmesi, daha da evlâdır.
f- Hz.
Muhammed (s.a.s)'le en fazla mücadele eden ve O'na en çok düşmanlık besleyenler
yahudiler idi. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: Bunlar,
selefleriyle iftihar ediyorlar. Oysaki onların selefleri, ahmaklığın, cehaletin
ve inadın işte bu derecesinde idiler. Ya onların halefleri nasıl olur?
[155]
Cenâb-ı Allah'ın,
âyetine getince, bu hususta birkaç bahis vardır:
[156]
Zulmün tefsiri
hususundadır. Bunda iki izah bulunmaktadır,
a) Ebû
Müslim şöyle demiştir: "Zulüm kelimesinin dildeki asıl mânası
"eksiltmek"dir. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:
İşte bu iki bağ,
ürününü vermiş,bundan hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır" (Kehf, 33).Buna
göre, O^JÛ» ^îj âyetinin mânası şöyle olur: Onlar yaratıcı, öldürücü ve
diriltici olan Allah'a ibâdet etmeyi terkedip buzağıya ibâdete dalınca, din ve
dünya hususunda sevâblartnı eksilten kimseler oldular.
b) Zulüm,
din örfünde, katkıda bulunacak bir faydası olmayan, kendisinden daha büyük bir
zararı savuşturmayan ve keza kesin bilgi ile veya zan ile başkasından alacağı
bir hak olmayan bir zarardan ibarettir. Buna göre, sıfatı bu olan bir fiili
yapan kimse zalim olur. Sonra insan kendisini cezaya ve cehenneme götürecek bir
fiili yaptığında, her ne kadar bu yaptığı şeyin o anda bir faydası ve lezzeti
var ise de, o kimse kendisine zulmetti denilir.
Nitekim Cenâb-i Allah:
"Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ve:
"Onlardan kendisine zulmeden vardır" (Fatır, 32) buyurmuştur. Onların
Allah'tan başkasına ibadet etmeleri şirk olup, şirk de cehenneme götürücü
olunca, şirke "büyük zulüm" denilmiştir.
[157]
İkinci Bahis:
Cenab-ı Hakk'ın: üjiHİ föj âyetiyle, günahların Allah'ın yaratmasıyla olmadığı
hususuna, birkaç yönden istidlalde bulunmuşlardır.
a) Cenâb-ı
Allah, bu günahlardan ötürü onları zemmetmiştir. Eğer bu günahlar Allah'ın
yaratması olsaydı, müşrikler, şayet onu yapmamışlarsa, bundan ötürü kınanmaya
müstehak olmazlardı.
b) Eğer
günahlar Allah'ın iradesiyle olsaydı, bunları yapmakla o kullar, Allah'a itaat
etmiş olurlardı. Çünkü taat, istenen işi yapmaktır.
c) Eğer
isyan Allah'ın yaratması olsaydı, bu isyandan dolayı onları zemmetmek, bir
şeyin siyah, beyaz, uzun veya kısa olmasından dolayı zemmedilmesi gibi olurdu.
Mutezile'ye şöyle cevap veririz: Bu övme ve zemmetme fiiline yapışmaktır. Bu
ise, "sebep" ve "ilim" meselelerine ters düşer. Bu husus
birçok kereler geçmişti...
[158]
Üçüncü Bahis:
Âyette, küfrün zararının ancak kâfirlere döneceğine bir uyarma bulunmaktadır.
Çünkü onların bundan istifadesi ancak, kendilerine zulmetmeleridir. Bu, Cenab-ı
Allah'ın celalinin müttakilerin taatı ile kemal bulmaktan; günahkarların da
günahıyla noksanlaşmaktan münezzeh olduğuna delalet eder.
[159]
Cenâb-ı Allah'ın:
âyetine gelince, Mu'tezile bu âyetle ilgili olarak, "Bundan
murad.tevbeetmeniz sebebiyle, ki bu tevbe de birbirinizi öldürmenizdir, bunu
sizden bağışladık, demektir" demiştir. Bu görüş iki bakımdan zayıftır.
a) Tevbenin
kabulü aklen vacibtir. Âyetten murad eğer bu olsaydı, bunun nimet verme
sadedinde zikredilmesi caiz olmazdı. Çünkü vacib olan bir şeyi yapmak, inam ve
nimet verme sayılmaz. Halbuki bu ayetlerin esas maksadı, yahudilere Cenâb-ı
Allah'ın verdiği nimetleri tadâd etmektir.
b)
"Afv" müstehak olunan cezayı düşürmenin adıdır. Düşürülmesi gereken
şeyi düşürmek, afv diye isimlendirilemez. Görmez misin ki, zalimin mazluma azab
etmesi caiz olmadığı için, bu azab etmeyi terkettiğinde, bu terk etme işine afv
denilmez. Burada da böyledir. Bu sabit olunca, deriz ki,
Cenâb-ı Hakk'.n:
"öyleyse
Rabb'inize tevbe ediniz ve tevbe etmeyenlerinizi öldürünüz" (Bakara, 54)
âyetinden dolayı, tevbenin bu şekilde meydana geleceğinde şüphe yoktur. Durum
böyle olunca, ayet tevbenin kabulünün aklen vacib olmadığına delalet eder. Bu
sabit olunca da, Cenâb-ı Allah'ın afv ile, aklen ve şer'an ikabı caiz olan
kimsenin cezasını düşürmüş olduğu sabit olur. Bu da Mutezile'nin iddiasının
aksidir. Cenâb-ı Allah'ın, Musa (a.s)'nın kavminin kâfirlerini affettiği sabit
olunca, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in
ümmetinin günahkârlarını affetmesi daha evla olur.
Cenâb-ı Allah'ın
âyetine gelince, bil ki, kelimesiyle ilgili izah (Bakara, 21) âyetinin
tefsirinde geçmişti. Şükrün hakikâti ve mahiyetine dair söz ise, çok uzundur.
Ve inşaallah ileride gelecektir. Mu'tezile şöyle demiştir: Hak Teâlâ, onları
affettiğini ve şükretsinler diye, onları muahaze etmediğini beyan etmiştir. Bu,
Cenâb-ı Allah'ın onlardan şükürden başka bir şey istemediğini gösterir. Buna
şöyle cevap verilir. Eğer Cenâb-ı Allah onların şükrünü murad etmiş olsaydı,
bunu, ya şükredeni şükre götürecek olan sebebin bulunması şartıyla veya bu şart
olmaksızın murad ederdi. Birinci ihtimal yanlıştır, çünkü eğer Cenab-ı Allah
bunu bu şart ile, murad etmiş oLaydı ve bu şart da kulda bulunsaydı, o takdirde
bu şükre götüren sebeoin başka bir sebebe muhtaç olması gerekirdi; eğer bu
şart, sebebi yaratması cihetiyle Allah'tan olsaydı, bu şükrün meydana gelmesi
gerekirdi; Allah bu sebebi yaratmadığı zaman da, bu şükrün meydana gelmesi
imkansız olurdu.Bu Mu'tezilenin görüşünün aksini ifade eder. Eğer Cenâb-ı
Allah, şükre götüren bu sebepler olmaksızın, o kulunun şükretmesini murad
ederse, ondan imkansız olanı istemiş olur. Çünkü sebep olmaksızın bir fiilin
meydana gelmesi imkansızdır. Buna göre, yine Mu'tezile için, yine aynı güçlüğün
söz konusu olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.
[160]
Bit ki, bu, Allah'ın
onlara verdiği dördüncü nimettir. Buradaki dan Tiuradın, Tevrat, Tevrat'ın
içindeki herhangi bir hüküm ve Tevrat'ın dışında nerhangi bir şey olması
muhtemeldir. Bu üç ihtimalin dışında, başka bir htimal bulunmamaktadır.
Birinci ihtimalin
izahı şöyledir: Tevrat'ın "münzel" (bir anda indirilen) bir
"kitab" ve hak ile batılı birbirinden ayıran "Furkan" diye
iki sıfatı vardır. 3u, senin cömertlik ve cesareti kendisinde toplayan bir
adamı kastederek, (Bereketli yağmuru ve arslanı gördüm) demen gibidir. Bunun
)ir benzeri de, Allah Teâlâ'nın:
' 'Andolsun ki biz
Musa ile Hanın 'a bir ziya ve şeref olmak üzere Furkan 'verdik" (Enbiya,
48) âyetidir.
İkinci ihtimalin
açıklanmasına gelince ki, buna göre Furkan'dan murad, "evrat'ta bulunan
dinî açıklamalardır; çünkü Cenâb-ı Allah beyan edince, ıak batıldan ayrılarak
zuhur etmiştir, buradaki Furkan'dan maksat Tevrat'taki ıazı şeylerdir. Bu
şeyler de dinin usuf ve furûunun ortaya konulmasıdır.
Üçüncü ihtimalin ise,
çeşitli yönleri vardır:
a) Furkan'dan
maksad, Hz.Musa (a.s.)'ya verilen yed-i beyza, asâ ve iğer mu'cizelerdir.
Bunlar Furkan diye adlandırılmıştır, çünkü bunlar hak e batılın arasını
ayırmışlardır.
b) Furkan'dan
maksad, Allah'ın İsrailoğullarına Firavun'un kavmine karşı ttiği yardım ve
verdiği ferahlıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"İki ordunun
birbiriyle karşılaştığı Furkan
gününde kulumuz ]uhammed'e
indirdiğimiz şeye..." (Enfai, 41) buyurmuştur. Bundan maksad, Allah'ın,
Bedir günü Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptığı yardımdır. Bu böyledir, çünkü yardım
ortaya çıkmadan önce taraflardan her biri kendisinin üstün geleceğini, karşı
tarafın da ezileceğini bekliyordu. Yardım zuhur edince, racih mercuhtan
ayrılmış, gerçek arzu yalan arzudan temeyyüz etmiştir.
c) Kutrub,
"Furkan, denizin Hz. Musa (a.s) için yanlmasıdır " demiştir.
Eğer, "Bu
Hak Teâlâ'nın: "Hani, sizin için denizi yarmıştık" (Bakara' 50)
âyetinde zikredilmişti; ve yine bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın: "Umulur ki
hidayete erersiniz" sözü ancak Kitab hakkında uygundur. Çünkü, bu ancak
hidayet kaynağının (hudâ) peşinden zikredilir" denilirse, ben derim ki
birinciye şöyle cevap
veririz: Allahu Teâlâ,
ifâdesinde, bunun Hz. Musa (a.s)'dan ötürü olduğunu açıklamadı. Bu âyette ise
tahsisi, açık bir nas ile beyan etme (tahsis) şeklinde zikretti.
İkinciye ise şöyle
cevap veririz: Denizi yarmak bir mu'cizedir. Beiki de bundan maksat şudur: Biz
Hz. Musa (a.s)'ya denizin yarılması mu'cizesini verince, onlar bununla
yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'nın sadakatine istidlal etmişlerdir ki,
işte hidayetten maksat budur. Buna göre hidayet ile delalet anlamı murad
edildiği gibi, bazan bununla kurtuluş ve necat da murad edilebilir. Sanki
Cenâb-ı Hak, onlara Kitab'ı dinî hususta bir nimet; sayesinde düşmanlarından
kurtuldukları Furkân'ı da dünyevi bir nimet olarak verdiğini açıklamıştır.
Bil ki yanlışa düşüp,
Furkân'ın (bu ayette) Kur'ân olduğunu ve onun Hz. Musa (a.s)'ya indirildiğini
sananlar olmuştur, ki bu düşünce yanlıştır. Çünkü Furkân, hak ile batılın
arasını ayırandır. Böyle olan her delilin, "Kur'an" olarak tahsis
edilmesinin anlamı yoktur. Bazıları ise, âyetinin manası şu demektir: "Ey
ehl-i kitab, sizler,sayesinde hidayete eresiniz diye, Hz. Musa'ya Tevrat'ı, Hz.
Muhammed'e ise Furkan'ı verdik" demişlerdir. Bu görüşe, nahiv alimlerinden
Ferra, Sa'leb ve Kutrub meyletmişlerdir, ki bu kesinlikle ihtiyaç duyulmayan
bir zorlamadır.
Hak Teâlâ'nın,
ifâdesine gelince, ile "ihtidâ"nın açıklaması daha önce geçmişti.
Mu'tezile; Hak Teâlâ'nın ifadesi ile, O'nun herkesin ihtidasını istediğine dair
istidlalde bulunmuştur ki, bu, "Allah kâfirlerin küfrünü murad
etmiştir" diyenlerin görüşünü iptal eder. Keza Mu'tezile der ki: Madem ki
size göre hidayete eren kimsede ihtidayı; sapan kimsede de sapıklığı yaratan
Allah'dır. Öyleyse, Allah'ın Kitab'ı ve Furkân'ı indirerek demesindeki fayda
nedir? Malûmdur ki, Allah hidayete ermeyi yarattığı zaman, kitabların
indirilmesinin bunda bir tesiri yoktur. Buna göre, eğer Allah kitab olmaksızın
ihtidayı yaratmış olsaydı, hidayete ermek (ihtida) meydana gelirdi. Allah
onlarda hidayete ermeyi yaratmadığı halde, bir kitabın yerine bin kitab
dahundirmiş olsa, yine de onlarda hidayete ermek gerçekleşmezdi. Buna göre,
hidayete eresiniz diye kitabı indirdim demesi nasıl caiz olur? Bil ki bu söz
cevabıyla beraber defalarca geçmiştir. Allah en iyi bilendir.
[161]
"Hani Musa
kavmine,
"ey kavmim,
buzağıyı (ilah) edinmekle, kendinize' zulmettiniz. Öyleyse yaratanınıza tevbe
edin ve nefislerinizi öldürün; bilin ki bu, yaratanınız yanında sizin için daha
hayırlıdır" demişti de, Allah da sizlerin tevbesini kabul etmişti... Çünkü
O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (Bakara, 54).
Bil ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın onlara verdiği beşinci nimettir. Müfessirlerden bazıları, "Bu ve
bundan sonra gefen ayetler, nimetleri hatırlatmaya dair ayetlerden ayrılmıştır,
çünkü bu âyet öldürmeyi emreder; öldürme ise nimet olmaz" demişlerdir. Ki
bu görüş birkaç bakımdan zayıftır.
a) Şüphesiz
Cenâb-ı Hakk onlartn günahlarının büyük olduğuna dikkati çekmiş, sonra onlara
bu büyük günahtan, sayesinde kurtulacakları şeye dikkati çekmiştir. Bu da dinî
bakımdan, nimetlerin en büyüklerindendir. Allahu Teâla İsrailoğullarına olan
dünyevi nimetten tadâd edince, onlara nimetleri sayıp dökmesi daha evla olur.
Sonra tevbenin keyfiyyetini ortaya koyan bu nimeti vasfetmek ancak, ma'siyeti
dile getiren bir mukaddime ile olunca, onun zikri de nimetin tamamlayıcısı
mahiyetinde olur. İşte bu sebeple, bu âyetin ihtiva ettiği her şey Allah'ın
onlara olan nimetleri olarak sayılmıştır. Bundan ötürü, bunları hatırlatmak
caizdir,
b) Allahu
Teâlâ onlara katli emredince, o emri onlardan, onların hepsi yok olmadan önce,
kaldırmıştır. Bu sebeple bu, geriye kalanlar ve Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında
bulunanlar hakkında bir nimet olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu öldürmeyi onların
ecdadından kaldırmamış olmasaydı, o oğullar mevcut olmazlardı. Bu sebeple,
bunun, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında mevcut olanlara minnet etme sadedinde
getirilmiş olması güzel olmuştur.
c) Hz.
Muhammed (s.a.s) onlara, şu andatevbenizin kabul edilmesi için birbirinizi
öldürmeye ihtiyaç yoktur; küfrünüzden
döner, Allah'a iman ederseniz, Allah imanınızı kabul eder, dediği halde;Allahu
Teâlâ onların tevbelerinin ancak kati
ile tamamlanabileceğini açıklayınca, o
tevbe konusundaki bu şiddetli açıklama, onların dikkatini böylesi bir kolay
tevbenin kabulüyle hasıl olan o büyük nimete çekmek olmuştur.
d) Bunda Hz.
Muhammed (s.a.s)'in ümmetini, tevbeye çok teşvik bulunmaktadır. Çünkü Hz. Musa
(a.s)'nın ümmeti, kendilerine çok zor gelmesine rağmen, tevbeye isteklendirilince,
bizden birimizin, sırf pişmanlık demek olan tevbe hususunda teşviki daha evla
olur. İnsanın önemli bir faydası hususunda isteklendirilmiş olmasının,
nimetlerin büyüklerinden olduğu malumdur.
Hak Teâlânın âyetine gelince, bu, Hz. Musa , buzağıyı ilâh edinmiş
olarak gördüğü zaman, sözleşme yerinden döndükten sonra, onlara Ey kavmim,
"Siz gerçekten kendinize zulmettiniz" (Bakara, 54) dediği vakti
hatırlayınız " demektir.
"Zulüm"
hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:
a)
Hz.
Musa (a.s)'ya verdiğiniz sözde durmak sureti ile mutlaka hakedeceğiniz
sevabı, kendt uoksanlaştırdınız.
b) Zulüm,
yerinde olmayan, kendisinde ne ilmen ne de tıbben herhangi bir fayda
bulunmayan, hiçbir zararı defetmeye vesile olmayan ısrar demektir. Buna göre
onlar buzağıya tapmak suretiyle kendi nefislerine zarar vermiş oldular. Çünkü
ebedi zarara götüren şey, en büyük bir zulümdür. İşte bu sebebten ötürü Hak
Teâlâ:
"Hiç şüphesiz
şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Ancak bu zulmün,
mutlak manada bir zulüm olduğu sanılmaması için, kayıdlanması gerekir. Zira
zulümde asıl olan, başkasına yapılandır. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak,
"Siz, kendinize zulmettiniz" buyurmuştur.
Allah Teâlâ'nın, "Buzağıyı ittihaz ettiğiniz için " âyetinde
bir hazif vardır. Çünkü onlar, bu kadarcık bir işle nefislerine zulmetmiş
olmazlar. Zira onlar o buzağıyı edinip de onu ilah saymasaydıiar, bu işleri
zulüm olmazdı. Buna göre ayetten maksad,siz buzağıyı ilah ittihaz ettiğiniz
için..." demek olur. Ancak ayetin başı, bu hazfedilene delalet ettiği
için,burada "ilah" kelimesini hazfetmek yerinde olmuştur.
Hak Teâlâ'nin,
"Öyle ise Yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi (kendinizi)
öldürün" ayetine gelince, bununla İlgili birkaç sual vardır:
[162]
Birinci Sual:
Allah Teala'nın âyeti, tevbenin "nefsi öldürmek" şeklinde tefsir
edilmiş olmasını gerektirir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ' 'Allah, temiz
suyu yerli yerine koyarak yüzünü ve ellerini yıkamadıkca hiçbirinizin namazını
kabul etmez" hadisinde, temiz suyu yerli yerine koyma, ifadesi, "yüzü
ve elleri yıkama"yı (yani kısmının daha önceki kısmı tefsir etmesini)
gerektirir. Ancak tevbenin böyle anlaşılması batıldır. Çünkü tevbe, geçen
çirkin fiilden dolayı pişmanlık duyup, bundan sonra onu tekrar yapmamaya
azmetmekten ibarettir. Bu ise, nefsi öldürmeden farklı ve nefsi öldürmeyi
gerektirmeyen bir şeydir. O halde, tevbenin nefsi öldürmek şeklinde tefsir
edilmesi nasıl caiz olur? Buna şöyle cevab verilir:
Maksad, tevbenin
"nefsi öldürmek" şeklinde açıklanması olmayıp, aksine, "onların
tevbelerinin ancak nefsi öldürmekle olacağını ve tamamlanacağını" izah
etmektir. Bu tevbe ancak böyle olmuştur. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya,
kasten adam öldüren kimsenin tevbesinin ancak, kendisini teslim etmesi ile
tamamlandığı, böylece de öldürülenin yakın akrabaları ya onun kısasından
vazgeçtikleri veya onu öldürdükleri gibi, Benî İsrail'in tevbesinin kabul
edilmesinin şartının da kendilerini öldürmek olduğunu vahyetmiştir. Bu sebeble,
mürtedin tevbesinin ancak öldürülmesi ile tamamlanmasının, Hz. Musa (a.s)'nın
şeriatinden olması imkansız değildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz
ki: Birşeyin şartına, mecazen, bazen o şeyin ismi verilebilir. Nitekim tevbeye
niyetlenen gâsıb (bir mal gasbetmiş) kimseye "Senin tevben, gasbettiğin
şeyi geri vermendir'1 denilir. Yani "senin tevben ancak bununla
tamamlanır" demektir. Burada da böyledir.
İkinci Sual:
Tevbe ancak Hak Teala için yapıldığı halde "Yaratıcınıza tevbe edin"
demenin ne anlamı vardır? Buna şu şekilde cevab verilir: Bundan maksad, tevbe
ederken riyakârlık yapmaktan insanları nehyetmektir. Sanki Cenab-ı Allah onlara
şöyle demektedir; "Kalbinizden değil de lisanen tevbe ediyor görünürseniz,
bu durumda kalblerinize muttali olan Allah'a karşı değil, insanlara karşı tevbe
etmiş olursunuz." Bu ise faydasız şeylerdendir. O halde siz günah
işlediğinizde, Allah'a tevbe etmelisiniz.
Üçüncü Sual:
Bu âyette niçin bilhassa (yaratıcı) ismi zikredilmiştir. Buna şöyle csvab
veririz: "Barî", Allah Teala'nın da: Rahmanın yarattıklarında bir
kusur göremezsin" (Mülk, 3) buyurduğu gibi, mahlukatı düzensizlikten uzak
olarak yaratan ve onları birbirinden muhtelif şekiller, farklı suretlerle
yaratarak ayıran zattır. Böylece bu ifade, böyle olan zatın, ahmaklıkta darb-ı
mesel olan öküzden (buzağıdan) ibadete daha layık olduğuna bir dikkat çekmedir.
Dördüncü Sual:
Allah'u Teâlâ'nın, "Öyle ise tevbe ediniz " ifâdesindeki ile,
"ve öldürünüz " ifâdesindeki arasındaki fark nedir? Buna cevabımız
şudur: Birincisi fa-i sebebiyyedir. Çünkü bu ayette zulüm, tevbe etmenin
sebebidir. İkincisi ise fa-i takibiyyedir. Çünkü öldürmek burada, tevberin
tamamlayıcısıdır. Buna göre ifâdesinin manası "Tevbenizi tamamlamak için
tevbeye öldürme işini ekleyiniz " şeklindedir.
[163]
Beşinci Sual:
"Kendimzİ-nefîslertnizUÖldürünüz"âyeti ile kastedilen nedir? O,
âyetin zahirinin gerektirdiği, "Herbiriniz nefsini öldürsün" manası
mıdır, yoksa başka birşey midir? Buna cevabımız şudur: Âlimler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bundan muradın,
"tevbe edenlerin herbirinin kendisini öldürmesini emir" olması caiz
değildir. Bu, Kadı Abdulcebbar'ın da tercih ettiği görüştür: Bu müfessirler,
görüşlerine iki yönden delil getirmişlerdir:
a) Ehl-i
tefsir şuna dayanmışlardır: Bütün müfessirler, Benî İsrail'in kendilerini
elleri ile öldürmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer onlar, böyle
yapmakla emrolunmuş olsalardı, bunu yapmadıkları için günahkâr olmuş olurlardı.
b) Ki bu
Kadı Abdulcebbar'ın dayandığı delildir: Öldürme, canlı olan bünyeyi canlı
olmaktan çıkaran ve onu bozan şeydir. Bunun haricindeki şeyler ise, yakın veya
uzak olarak onu ölüme götüren şeylerdir. Bu gibi şeylere mecazen öldürme denir.
Öldürmenin hakikatini iyice kavradığın zaman biz deriz ki Allah'ın bunu
emretmiş olması caiz değildir. Çünkü şer'î ibadetler o mükellefe fayda verdiği
için güzel(ve yerinde)olmuşlardır. İbadetler ancak, istikbaldeki işler hakkında
birer maslahat (fayda) olurlar. Halbuki ölümden sonra mükellefiyet söz konusu
değildir ki, insanın kendisini öldürmesinden bir maslahatı olsun. Bu ise
Allah'ın öldürmesinin aksinedir. Çünkü Allah'ın öldürmesi, ilahî fiillerdendir.
Böylece, başka bir mükellef için bir salah (maslahat, fayda) olduğu zaman
Allah'ın öldürmesi güzel olur ve Allah öldürdüğü mükellefe de buna karşılık
büyük bir sevab verir. Bu, Allah'ın, öldürmeyecek şekilde bir yaralamayı veya
bir uzvun kesilmesini emretmesinden de farklıdır. Çünkü bunlar yapıldıktan
sonra geride hayat kalır ise, bu fiillerin ilerideki fiiller için bir salah
(kurtuluş) vesilesi olması imkansız değildir.
Birisi şöyle
diyebilir: Katlin, o anda ruhu bedenden ayıran bir fiilin ismi olduğunu kabul
etmiyoruz. Aksine o, ya o andan veya daha sonra ruhun bedenden ayrılmasına
sebeb olan bir fiilden ibarettir. Bunun delili ise şudur: Birisi, herhangi bir
insanı öldürmemeye yemin etse de, sonra birisini ağır bir şekilde yaralasa. O
da bu ağır yaralanmadan sonra çok kısa bir müddet yaşayıp ölse. Bu yaralayan
yeminini bozmuş olur ve onu Arapça'yı bilen herkes "katil" diye
adlandırır. Halbuki kelimelerin kullanılışında esas olan, hakiki mana ile
kullanmaktır. Bu sebeble bu "kati" isminin, ister o anda öldürsün,
isterse ondan sonra ölümüne sebeb olsun, ruhun bedenden ayrılmasına yolaçan
fiilin ismi olduğunu gösterir. Halbuki sen, ayetteki "öldürünüz"
emrinin, ruhun derhal bedenden çıkmasını gerektirmeyen bir yaralamakla ilgili
olmasının caiz olacağını kabul ettin. Durum böyle olunca, emrin, insanın
kendisini öldürme manasında olmasının da caiz olabileceği sabit olur. Katlin, o
anda ruhu çıkaran fiilin ismi olduğunu kabul ettik. Buna göre, ayetteki emrin
bu manada olması niçin caiz olmasın? Onun "Emirlerin (ibadetlerin)
farzolmasında, istikbale ait maslahatların bulunması gerekir" sözüne
gelince, biz deriz ki: Herşeyden önce ibadetlerde (emirlerde) mutlaka bir
faydanın olması gerektiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili şudur: Hak Teâlâ,
inkâr edeceği kimselere de iman etmelerini emretmiştir. Halbuki bu emirde
herhangi bir fayda yoktur. Çünkü böyle bir teklifin faydası, sadece azabın
meydana gelişidir. Biz, mutlaka bir faydanın olması gerektiğini kabul etsek
bile, sen
niçin "o faydanın
bizzat o kimseye ait olması gerekir" diyorsun ve niçin "o adamın
kendisini öldürmesinin başkasının faydasınaolması caiz olmasın ve bundan
dolayı, başkası istifade etsin diye Allah'ın ona kendisini öldürmesini
emretmesi ve sonra da Allah'ın kendini öldürene buna karşı büyük bir sevab
vermiş olması niçin caiz olmasın? Faydanın mutlaka o fiili yapana dönmesi
gerektiğini kabul ettik. Fakat, o insanın bu fiil ile emredildiğini bilmesinin
de onun için bir maslahat (fayda) olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Mesela,
O, yarın kendisini öldürmekle emredilmiş olsa, onun bu emri bilmesi, şu andan
itibaren, ertesi günün gelmesinden önce, o adamın kötülükleri terketmesine
sebeb olur. Bütün bu ihtimaller söz konusu olunca Kadı Abdulcebbar'ın iddiaları
da düşer.
Müfessirlerin dayanmış
olduğu izah tarzı, daha güçlüdür. Buna göre ayeti, zahirî manasından çevirmek
gerekir. Sonra bunda iki görüş vardır:
a) Tevbe
edenlerden her birinin, birbirlerini öldürmeleri emrolunmuştur, denilebilir.
Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin mânası "bir kısmınız diğer kısmınızı
öldürsün" demektir. Bu, Hak Teâlâ'nın bir başka yerdeki: "Birbirinizi
öldürmeyin" (Nisa, 29) âyeti gibidir. Bunun manası da, "Bir kısmınız
bir kısmını öldürmesin" dir. Bunun hakikati, müminlerin tek bir nefis gibi
olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kendinizi ayıplamayın" (Hucurât, 11)
âyetlerinde, tefsirin yani mümin kardeşlerinizi:
"Onu işittiğinizde,
erkek müminlerle kadın müminler, kendi nefis/erine dair iyi bir zanda
bulunmaları gerekmez miydi?.." (Nûr, 12), yani "kendileri gibi
müslümanlar hakkında" şeklinde olduğu söylenmiştir. Ve yine bu Hak
Teâlâ'nın:
''Binaenaleyh, kendi nefislerinize selam veriniz" (Nûr, 12) âyeti gibidir.
Yani, birbirinize selam verin!.... Sonra müfessirler bu tevbe edenlerin iki saf
halinde ortaya çıktıklarını,bazısının bazısına, geceye kadar vurduğunu
söylemişlerdir.
b) Allahu
Teâlâ, tevbe etmeyenlere (suçsuzlara) tevbe edenleri öldürmelerini emretmiştir.
Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden maksat, ölümü ve öldürülmeyi kabul ediniz
demek olur. Bu ikinci izah tarzı, doğru olmaya daha yakındır. Çünkü birinci
izahta meşakkatin artması söz konusudur; zira topluluk günahta müşterek
oldukları zaman onların bir kısmı diğer bir kısmına, başkalarının onlara
şefkatinden daha fazla bir şekilde şefkatli olurlar. Onlar, birbirlerini
öldürmekle mükellef tutulduklarında, bu husustaki meşakkat büyür. Sonra
rivayetler değişik olmuştur.
1) Allahu
Teâlâ, buzağıya ibadet etmeyen mikatta bulunmak için seçilmiş yetmiş kişiye,
onlardan buzağıya tapanları
öldürmelerini emretmiştir.
Öldürülenlerin sayısı, yetmişbin kişidir.
Öldürülünceye kadar üç gün hiç kımıldamamışlardır. Bu görüşü Muhammed
İbn İshak zikretmiştir.
2) Hz. Musa
(a.s) onlara birbirlerini öldürmelerini emredince, onlar buna icabet ettiler.
Böylece Hz. Musa (a.s) katle sabretmeleri için onlardan bir söz aldı. Bunun
üzerine her kabile, tek başına topluca sabahladı. Hz.Harun Kesinlikle buzağıya
tapmayan ve ellerinde kılıçlar olan onikibin kişi getirdi. Bunun üzerine tevbe
edenler, "Bunlar sizin kardeşlerin izdir. Kılıçlarını çekmiş olarak size
gelmişlerdir; o halde Allah'tan korkun ve sabredin. Yerinden kalkana, onlara yan
gözle bakana veya elleriyle ve ayaklarıya onlardan korunmaya çalışana Allah
lanet etsin" dediler; onlar da "amin!" dediler. Böylece akşama
kadar onları öldürmeye koyuldular. Hz. Musa ve Harun (a.s) Allah'a dua etmeye
başlayarak, "Ey Rabb'imiz, geri kalanını, geriye kalanını koru!"
dediler. Bunun üzerine Allah onlara, "Öldürülenleri bağışladım, kalanların
da tevbesini kabul ettim" diye vahyetti. Ravi, öldürülenlerin yetmişbin
olduğunu söylemiştir. Bu Kelbî'nin rivayetidir.
3)
İsrailoğulları iki kısım idi. Onlardan bir kısmı buzağıya tapmış, bir kısmı
ise tapmamıştı. Ne
varki bu tapmayanlar, tapanların
bu işini reddetmemişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, buzağıya
tapmamakla birlikte reddetmeyen I e re buzağıya ibadetle meşgul olanları öldürmelerini
emretti. Sonra müfessirler sözlerine şöyle devam ettiler-. Adam babasını,
çocuğunu, komşusunu görüyor ve Allah'ın emrinden cayması da mümkün olmuyordu.
İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, simsiyah bir bulut gönderdi, sonra
öldürülmelerini emretti; böylece, akşama kadar Öldürüldüler... Hz.Musa ve Harun
(a.s) dua ederek: "Ey Rabbim, İsrailoğulları yok oldu, geri kalanı, geri
kalanı bari olsun koru!" dediler de, bunun üzerine bulut açıldı, Tevrat
iniverdi ve mızrakları ellerinden düşüverdi.
[164]
Altıncı Sual: "Onlar
irtidâddan tevbe etmiş oldukları halde, nasıl öldürülmeye müstehak olmuşlardır?
Halbuki irtidâddan tevbe eden kimse öldürülmez?" Cevap: Bu, dinin değişen
hususlarındandır; belki de Hz.Musa (a.s)'nın şeriatı ya hepsi hakkında umumi
veya bu kavme mahsus olarak irtidâddan tevbe eden kimsenin katlini
gerektirmişti.
Yedinci Sual: Onlardan,
Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimselerden bazılarının Öldürülmediği
rivayeti doğru mudur? Cevap: Bu imkansız değildir. Çünkü Hak Teâlâ'nın,
ifâdesi, ağızdan yöneltilmiş bir hitaptır. Belki de bu hitap, onlardan bir
kısmına olmuştur. Veya bu hitap umumîdir; buna göre umumi olana bazan tahsis
edilebilir.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesine gelince, bunda bu güçlüğe katlanma sebebine işaret ve uyarma
bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü onların durumları dünyevî zararla uhrevi
zarar arasında, ikisinden birine razı olmayı gerektiriyordu. Böyle olunca dünya
zararına katlanmak münasib olur, çünkü dünya fanidir, sonludur. Ahiretin
zararları ise sonsuzdur. Bir de ölüm mutlaka olacaktır; bu nedenle öldürülmeye
katlanmada, takdim ve tehirden başka bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın cezasından
kurtulup sevabını elde etmeye gelince, işte bu en büyük gayedir.
Cenâb-ı Hakk'ın:
ifadesine gelince, bunda hazfedilmiş bir mahzuf bulunmaktadır. Sonra bu
hazfedilen şey hakkında iki izah bulunmaktadır.
a) Takdîr
edilen şeyin, Hz. Musa'nın sözünden olması. Buna göre sanki Hz. Musa,
"Şayet bunu yaparsanız, muhakkak ki Allah sizin tevbenizi kabul eder"
demiştir.
b) Bu takdir
edilen şeyin, iltifat yoluyla onlara Allah tarafından bir hitap olmuş
olmasıdır. Buna göre takdir, "siz
de Hz.Musanın size emrettiği işi yapınca Rabb'iniz de sizin tevbelerinizi kabul
etti" şeklinde olur.
Cenâb-ı Hakk'ın:
âyetinin manası, yine O'nun (Bakara, 37) âyetinin izahında geçmişti.
[165]
"Hani siz, Ey
Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz. Bunun
Üzerine, bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi, şükredesiniz
diye, ölümünüzden sonra diriltmiştik" (Bakara, 55-56).
Bil ki bu, Allah'ın
onlara olan altıncı in'âmıdır. Bu birkaç bakımdan izah edilir:
a) Cenâb-ı
Hak, sanki şöyle buyurmuştur: Musa'ya, "Allah'ı açtkca görmedikçe, sana
iman etmiyeceğiz " dediniz de, böylece sizi yıldırım çarpmıştı... İşte o
zamandaki nimetimi hatırlayınz. Sonra zulmünüzden tevbe edesiniz,
azabımdan kurtulasınız, mükafâatımı elde edesiniz diye sizi dirilttim".
b) Bunda,
kendisi sebebiyle onlara yapılan şeyin yapılmasına müstehak olunan fiilden,
Peygamberimiz zamanında bulunanları bir sakındırma vardır.
c) Onları,
Hz. Peygamberin mucizelerini inkar etme hususunda, açık olan zahir mucizelerin
büyüklüğünü görmelerine rağmen
Hz. Musa'nın nübüvvetini inkâr
eden seleflerine benzetmek gayesi güdülmüştür.
Bir de, burada Cenâb-ı
Allah, böyle bir mu'cizeyi Hz. Muhammed (s.a.s)'den izhar etmediğinin sebebine
dikkat çekmektedir. O da şudur: Allah, mucizeye rağmen inkara devam
edeceklerini bilmektedir. Şayet onlar bu mucizeleri inkâr etselerdi,
seleflerinin müstehak olduğu cezanın aynısı olan bir cezayı hak etmiş
olurlardı.
d) Bunda,
Ulü'l-azm peygamberlerin sabrettiği gibi, Hz.Peygamberi de müşriklerden gördüğü
eziyetlere karşı bir teselli ve O'nun kalbini sabır hususunda pekiştirme ve
sebat ettirme vardır.
e) Bunda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti şayet doğru olsaydı, O'nun
nübüvvetini bildikleri için Ehl-i Kitab'ın O'na iman etmesi, diğer insanlardan
daha evla olurdu diyen kimselerin şüphesini izale vardır. Bu böyledir; çünkü
Hak Teâlâ, onların seleflerinin Hz. Musa (a.s)'nın nübüvvetine dair apaçık ve
göz alıcı mucizeleri görmelerine rağmen her vakit mürted olduklarını; Hz.
Musa (a.s)'ya da baskı yapıp
ve O'na muhalefette
bulunduklarını açıklamıştır. Bu
nedenle, her ne
kadar onlar kendi kitaplarından Hz. Muhammed (s.a.s)'in
nübüvvetine dair olan haberleri görseler
de onların Hz.
Muhammed (s.a.s)'e muhalefet
etmelerine şaşılmamatıdır.
f)
Hz. Muhammed (s.a.s), ümmî olmasına ve
kesinlikle bir teallüm ile meşgul bulunmamış olmasına rağmen bu kıssalardan
haber verince, bunun bir vahiy ile olmuş olması gerekir.
[166]
Bu vakıa hakkında
müfessirlerin iki görüşü vardır:
1) Bu vakıa,
Allah'ın buzağıya ibadet edenleri kendilerini öldürmekle mükellef kılmasından
sonra olmuştur. Muhammed ibn İshak şöyle der: Hz. Musa (a.s) Tûr (dağın)dan
kavminin yanına dönünce, onları buzağıya tapıyor vaziyette gördü, kardeşi Harun
(a.s) ile Samiri'ye diyeceğini dedi ve buzağıyı yakarak, onu denize attı.
Kavminin seçkinlerinden yetmiş kişi seçti; onlar Tûr'a çıkınca Hz. Musa
(a.s)'ya. "Rabbinden, kelamını bize duyurmasını iste" dediler. Bunun
üzerine Hz. Musa (a.s) bunu isteyince, Allah da ona icabet etti. Hz. Musa (a.s)
Tûr dağına yaklaşınca, O'nun üzerine buluttan bir sütun düşerek bütün dağı
kapladı.. Bu bulut, Hz. Musa (a.s) onun içerisine girinceye kadar yaklaştı. Tam
o sırada Hz. Musa (a.s) kavmine, "Girin ve söylenenleri belleyin!"
dedi. Rabbi Hz. Musa (a.s) ile konuştuğu zaman, O'nun alnına.hiç kimsenin
bakmaya güç yeti rem iveceği parlak bir ışık düştü. Kavmi Musa (a.s) ile
beraberce, Allah'ın kelamını dinlediler. Allah Hz.Musa (a.s)'ya. "yap.
yapma" şeklinde konuşuyordu. Söz|tamamlanıncaj, Hz. Musa'nın içinde
bulunduğu bulut, ondan sıyrılıp gitti. Bunun üzerine kavmi, "Allah'ı
açıkça görmedikçe, sana iman etmiyeceğiz" dediler de, böylece onları
yıldırım çarptı, hepsi oluverdi...
Hz. Musa (a.s) iki
elini, dua ederek, gökyüzüne kaldırarak şöyle dedi: "Ya Rabbî,
tövbelerinin kabul olunduğuna dair şahidlerim olsunlar diye, İsrailoğullarından
yetmiş kişi seçtim. Şimdi ise kavmimin yanına dönüyorum, yanımda ise onlardan
hiç kimse yok; hakkımda ne derler!" Hz. Musa (a.s), Allah ölenlere
ruhlarını iade edinceye kadar, dua ile meşgul oldu; İsrailoğullarının buzağıya
ibadetten ötürü yaptıkları tevbenin kabulünü istedi, ancak Cenâb-ı Allah,
"Nefislerini öldürmedikçe hayır, kabul etmem" dedi...
2) Bu vakıa
kati olayından sonradır. Süddî şöyle demiştir: Benî İsrail, kendilerini
öldürmek suretiyle buzağıya tapmaktan tevbe edince, Allahu Teâlâ Musa (a.s)'nın
İsrailoğullarından bir grup insan ile beraber, buzağıya tapmalarından ötürü
Allah'tan af dilemek için gelmelerini emretti. Bunun üzerine Hz.Musa, kavminden
yetmiş kişi seçti... Onlar Tûr'a geldikleri zaman, "Allah'ı açıkça
görmedikçe, sana iman etmeyeceğiz" dediler de, bunun üzerine onları bir
"saika" yakalayıverdi de, öldüler. Hz.Musa ağlayarak ayağa kalktı ve
şöyle dedi:1" Ya Rabbîjsrailoğullarına ne diyeyim?Çünküben onlara kendilerini
öldürmelerini emrettim; sonra geriye kalanlardan bunları seçtim... şimdiyse,
yanımda onlardan hiç kimse olmaksızın onların yanına döndüğümde, ben onlara ne
diyeyim?" Bunun üzerine Allah, Hz. Musa'ya bu yetmiş kişinin buzağıyı ilah
edinenlerden olduğunu vahyetti de, Hz. Musa:
"Bu, ancak senin
bir imtihanındır.Sen onunla dilediğinisaptınrrdüediğini de hidayete İletirsin.
Sen bizim velimizsin. Onun için bizi bağışla ve bize merhamet et Senr
bağışlayanların en hayırtısısm. Bu dünyada da^ahirette de bize iyilik yaz.
Muhakkak kî biz, sana döndük" (Araf, 155-156) dedi. Sonra Alahu Teâlâ
onları diriltti, bunu müteakiben onlar da ayağa kalktılar ve herbiri diğerine
bakarak, Allah'ın onu nasıl dirilttiğini gördüler. Böylece onlar, "Ey
Musa, sen Allah'tan ne istedinse onu sana verdi. Bu sebeple, bari O'na dua et
de bizi peygamber yapsın" dediler. Bunun üzerine Hz. Musa, bu hususta
Allah'a dua etti, Allah da Onun duasını kabul buyurdu.
Bil ki âyette, bu iki
görüşten birisini diğerine tercih etmeye delalet edecek herhangi bir husus
yoktur. Yine ayette, Allah'ı görmeyi isteyenlerin buzağıya tapanlar veya
başkaları olduğuna dair de bir delalet yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın:
ifâdesine gelince, bunun manası, "Allah'ı ayan beyan görtnedikçe seni
tasdik ve nübüvvetini itiraf etmeyiz" demektir. Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Âyette geçen, sözü, senin "Kıraati ve duayı aşikâr okudum"
sözünden olmak üzere, bir masdardır. Sanki gözüyle gören kimse, görmesini
açıklayan; kalbiyle gören kimse ise, rû'yeti gizleyen gibidir... kelimesinin
mansub olması, mefûl-i mutlak olmasından dolayıdır. Çünkü o görmenin bir nevini
bildirir. Bu sebeple, kelimesinin (oturmak) fiifi ile mansûb olması gibi,
kelimesi de fiiliyle mansub kılınmıştır. Veya, açıkça görenler manasına olmak
üzere hal olarak mansub kılınmıştır. Hâ harfinin fethasıyta olmak üzere
şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu kelime, ya "galebe" kalıbında
bir masdardır veya kelimesinin çoğuludur. Kaffâl, "cehreten"
kelimesinin aslınıazuhûr (görünmek, belirmek) dan olduğunu söylemiştir. Bir şeyi
açtığın zaman denilir. Suyu çamurla örtülmüş olan kuyuyu, suyu ortaya çıkıncaya
kadar temizlediğinde, denilir. Yine, ses yüksek perdeden olduğu zaman denilir.
Ve yine, yüzünün parlaklığı açık olduğu zaman denilir. Onlar, vehmeden bir
kimsenin ru'yetten maksadın, bilmek (ilm) veya uyuyan birisinin kastedilmesi
durumunda, tahayyül olduğunu vehmetmemesini te'kid etmek için dediler.
[167]
Hak Teâlâ'nın: sözüne
gelince bunda birkaç bahis bulunmaktadır:
[168]
Mu'tezile bu ifâde
ile, Allah'ın görülmesinin imkânsızlığına istidlalde bulunmuştur. Kâdi
Abdu'l-Cebbâr şöyle demiştir: Şayet Allah'ı görmek caiz olsaydı, yıldırımın
çarptığı kimseler caiz görülen bir işi istemiş olurlardı. Bu sebeble de onlara,
herhangi bir ceza inmemesi gerekirdi.. Nitekim onlar, Allahu Teâlâ'nın:
"Biz bir çeşit
yemeğe katlanamayız; bunun için sen Rabbine dua et de, bize yeryüzünün bitirmiş
olduğu nimetler çıkarsın " Bakara, 6i) âyetinde de belirttiği gibi, bir
yiyecekten başka bir yiyeceğe ve bir azıktan başka bir azığa geçmeyi
istediklerinde, onlara herhangi bir ceza inmemiştir.
Ebu'l-Hüseyn,
"Kitabu't-Tesaffuh"unda şöyle demiştir: Allahu Teâlâ, görme isteğini,
sırf onu reddettiği için zikretmiştir. Bu birkaç âyette böyledir.
1) Mevzubahis
olan âyettir. Çünkü, şayet görmek caiz olsaydı, onların ifâdeleri, yadırganmama
ve onları bir saikanın yakalamaması
hususunda, diğer ümmetlerin
peygamberlerine, "Biz,
herhangi bir ölüyü diriltmedikce, iman etmeyeceğiz" demeleri !gibi olurdu.
2) Allah'u
Teala'nın: "Ehli Kitab senden, kendilerine gökten bir kitab indirmeni
ister. Gerçekten oniar, Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de,
"Allah'ı bize apaçık göster" demişlerdi. Bu zulümleri yüzünden de
onları bir saika yakalamıştı" (Nisa, 153) âyetidir. Allah bu isteği zulüm
diye adlandırmış ve onları anında cezalandırmıştır. Şayet Allah'ı görmek caiz
olsaydı, onların Allah'ı görme hususundaki istekleri fazladan bir mucize
isteyen kimsenin bunu istemesi gibi olurdu. Buna göre eğer sen, "Allah
Teâla, bunların herbirinin haddi aşma olması hususunda gökten kitab indirmeyi
"görme" yerinde zikretmedi mi? Kitab indirme haddi zatında imkansız
olmadığı gibi, Allah'ı görmeyi isteme de aynıdır" dersen, ben de derim ki:
Ayetin zahiri bu iki şeyden herbirinin imkansızlığını gösterir. "Kitab
indirme" konusunda, ayetin zahirine itibar edilmemiş, "Allah'ı
görme" konusunda ise âyetin zahirine itibar edilmiştir.
3) Hak
Teâlâ:
'Bize kavuşmayı
ümid etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil
miydi, yahud Rabbimizi görmeli değil miydik?" Andolsun ki onlar kendi
kendilerine kibirlendiler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar'' (Furkan. 21)
buyurmuştur. Buna göre, eğer Allah'ı görmek caiz olsaydı -ki bunu mümkün görenlerce
bu en büyük nimetlerdendir- onu istemek haddi aşmak olmazdı. Çünkü Allah'dan,
dinî veya dünyevî bir nimet isteyen kimse haddi aşmış olmaz.Ve bu, "Senin
duanla Allah şu ölüyü diriltmediği müddetçe sana iman etmeyiz" denilmesi
gibi olurdu.
[169]
Bil ki bu vecihler bir
konuda müşterektirler, o da şudur: Şayet rü'yet (Allah'ı görme) caiz olsaydı,
onu taleb etmek haddi aşmak ve reddedilecek bir fiil sayılmazdı. Haddi aşmak ve
yadırganacak bir fiili yapmak ise yasaktır. Onun, "Bir yemekten diğer bir
yemeğe (yiyeceğe) geçme gibi diğer menfaatleri istemek imkan dahilinde olunca,
rü'yeti isteyen de asi olmaz. Diğer mû'cizeleri isteme hususunda da söz
aynıdır" sözüne gelince buna karşılık biz deriz ki: Niçin "Mümkün
olan şeyi o istediği zaman, haddi aşmış olmaz. Dolayısıyla her olabilecek şeyi
isteyen kimsenin de haddi aşmış sayılmaması gerekir" dedin? Bu gibi
yerlerde, çeşitli misallere dayanmak ehl-i ilme yakışmaz. Nasıl yakışsın ki.
Halbuki Hak Teâlâ, rü'yet ile beraber, ancak mümkün olduğuna ittifakla
hükmettiğimiz bir şey zikretmiştir. Bu şey ya gökten bir kitabın inmesi, veya
meleklerin inmesi gibi bir şeydir.Böylece her iki işin toplamına haddi aşma
sıfatını vermiştir. Bu ise, haddi aşma sıfatının, istenen şeyin mümkün olmamasından
ötürü verilemeyeceği hususunda kat'ilik ifade eden bir delil gibidir.
Ebu'l-Huseyn'in,
"Ayetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu gerektirir. Ancak ayetin
zahirinin bir kısmı ile amel edilmiş, bir kısmı ile ise amel edilmemiştir"
sözüne gelince, biz deriz ki: "Sen, yadırgamanın, ancak istenen şeyin
imkansız olması halinde olacağına dair herhangi bir delil getirmedin. Bu
hususta sadece çeşitli misallere dayandın. Misal ise bu konuda bir mana ifade
etmez? Bu sebeble senin 'Âyetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu
gerektirir" sözün geçersiz olur. Böylece bizim dediğimiz şeyler sebebi
ile, Mu'tezile'nin görüşünün değersizliği ortaya çıkmış olur.
[170]
Şayet birisi derse ki:
"Allah'ı görme isteğinin reddolunmasının sebebi nedir?" Bu konudaki
cevab bazı açıklamalar ihtiva eder:
a) Allah'ı
görmek ancak âhirette olur. Binaenaleyh, burada reddolunan dünyada istenmiş
olmasıdır.
b) Allah'ın
hükmü, Allah görüldüğü zaman mükellefiyetin İnsandan kalkmasını gerektirir. Bu sebeple O'nu görmeyi taleb, mükellefiyetin
kalkmasını istemektir. Bu, Mu'tezile'nin görüşüne göre daha uygundur. Çünkü
rü'yet zaruri ilmi ihtiva eder. Zaruri ilim ise, mükellefiyete terstir.
c) İddianın
doğruluğuna dair deliller tamam olunca, ayrıca delil istemek, işi yokuşa sürmek
olur. İşi yokuşa sürme (inada) ise, şiddetli celandırmayı gerektirir.
d)
Allahu Teala'nın insanları dünyada iken, kendisini görmekten menetmesinde önemli bir
maslahatın olduğunu bilmesi imkânsız değildir. İşte bu sebebten ötürü, gökten
kitablar ve melekler indirmesinde büyük bir mefsedetin (zararın) olduğunu
bildiği ve binaenaleyh böyle bir isteği reddetmiş olduğu gibi, dünyada iken
kendisinin görülme isteğini de böylece yadırgamış oldu.
[171]
"Saika"
hususunda müfessirlerin iki görüşü vardır:
a) O, ölüm
manasınadır. Bu Hasan Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Onlar bu görüşlerine
penâb-ı Hakk'ın:
"Allah'ın
diledikleri dışında, göklerde kim var, yerde kim varsa ölür' (Zümer, 68)
âyetini delil getirmişlerdir. Bu birkaç bakımdan zayıftır:
1) Allah'ın:
"Gözünüz bakıp dururken o saika (yıldırım) sizi çarpmıştı" (Bakara,
55) âyetidir. Şayet "saika" ölüm olsaydı, onların ona bakmış (görmüş)
olmaları imkansız olurdu.
2) Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s) hakkında:
"Musa baygın yere
düştü" (A'raf, 143) buyurmuş, Hz. Musa {a.s) ölmediği halde, onun için
"saika"yı kullanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ müteakiben
"Ayıldığı
zaman" (Aynı âyet) buyurmuştur. İfakat (ayılma), ölümden değil bayılmadan
olur.
3) "Saika",
çarpan (vuran) şeydir. Bu ise (ölüme değil) ölüme sebeb olan şeye işarettir.
4) Onlar
müşahede ettikleri halde saika'nın meydana gelmesi, azab olarak, habersiz
olarak ansızın onlara gelmesinden daha büyüktür. İşte bu sebebten ötürü,
Cenâb-ı Hak, ilahî cezanın büyüklüğüne dikkat çekmek için, "Gözünüz bakıp
dururken" buyurmuştur.
b) Bu
muhakkik âlimlerin görüşüdür. Buna göre, "Saika" ölüme sebeb olan
şeydir. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-Allah, A'raf sûresinde: "Onları
müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman.." (A'raf, 155)
buyurmuştur. Alimler
bu ölüm sebebi olan saikanın ne olduğu hususunda ihtilâf etmiş,üç görüş
belirtmişlerdir.
1) O, gökten
düşüp onları yakan bir ateştir.
2) Gökten gelen bir sayhadır.
3) Allah
Teala, onların üzerine sesini işittikleri bir ordu gönderdi de onlar bir gün ve
gecede baygın ve ölü olarak yerlere serildiler.
[172]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Ölümünüzden sonra sizidfriltmiştik" âyetine gelince, Allah böyle
buyurmuştur, çünkü ba's (diriltme), ancak ölümden sonra olur. Nitekim Cenâb-ı
Hakk'ın:
"Bunun üzerine,
mağarada onların külahlarına perdeler vurduk. Sonra onları, onlardan hangisinin
ne kadar kalmış olduklarını daha iyi hesap edici olduğunu bilmek için
uyandırdık" (Kehf, 11-12) buyurduğu gibi...
Eğer, Hz. Musa
(a.s) bu sözün İçerisine dahil midir? denilirse, iki bakımdan,
"hayır" derim.
a) Bu,
hitab-ı müşafehe (ağızdan yapılan bir azarlama) dır; dolayısıyla
Hz.Musa(a.s)'yı içine alması gerekmez.
b) Şayet bu
hitap Hz.Musa (a.s)'ya da şâmil olsaydı,onun hakkındaki (ayılınca)sÖzü ile
tahsis edilmesi gerekirdi. Kaldı ki tabiri ölümle ilgili olmak (yani dirilmek
manasına) kullanılmaz. İbn Kuteybe, Hz. Musa (a.s)'nın öldüğünü söylemiştir ki,
bu izahımızdan dolayı, yanlıştır.
Allahu Teâlâ'nın:
ifâdesine gelince, bundan maksat şudur: Altahu Teâlâ, onları mükellef kılsın,
imân etmelerine imkan bulsunlar, kendilerinden südûreden günahları da telafi
etsinler diye dünyada onları ölmelerinden sonra tekrar diriltmiştir. Hak
Teâlâ'nın onları mükellef tutmasına gelince bu, O'nun, buyurmuş olmasından
Ötürüdür. lâfzı, taâtların hepsini içine alır; zira Cenâb-ı Hak:
"Ey Davud
hanedanı siz şükr için çalışın" (Sebe, 13) buyurmuştur.
Şayet: "Allah
onları öldürmüşken, tekrar onları mükellef tutması nasıl caiz olur; eğer bu
caiz olursa, öldükten sonra ahiret ehlini dirilttiği zaman onları da mükellef
tutması niçin caiz olmasın?" denilirse deriz ki; "Ahirettekilerin
ahirette mükellef tutulmalarına mani olan şey, onları önce öldürüp, sonra
diriltmek değildir; aksine buna mani olan şey, kıyamet gününde Allah'ı,
cennetteki lezzetleri ve cehennemdeki elemleri zaruri olarak tanımış ve görmüş
olmalarıdır. Zaruri bir ilim meydana geldikten sonra, herhangi bir teklif söz
konusu olamaz. Teklife mani olan şey bu olunca, Allah'ın kendilerini saika ile
öldürdüğü kimselerde bu öldürmenin onlara zaruri bir bilgi kazandırmadığı
söylenebilir, bu imkansız değildir. Durum böyle olunca, onların bu hadiseden
sonra mükellef tutulmaları ve onların öldürülüp tekrar diriltilmelerinin bir
uyku veya baygınlık kabilinden olması doğru olur. Hasan el-Basri'den şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Allahu Teâlâ'nın bu öldürmeyle onların
ömürlerini sona erdirdi, sonra altı üstüne getirilmiş bir köye uğradığında
öldürdüğü kimseyi (Üzeyr a.s.) ve binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla
memleketlerinden çıktıktan sonra kendilerini öldürmüş olduğu kimseleri
dirilttiği gibi, onları da işte yeniden diriltti'! Çünkü Allah Teâlâ, onlar
hakkında bu tarz ölümü takdir edip bunu bildirdikten sonradır ki onları
yıldırımla öldürmüştür. Böylece bu vakit onların ilk ölümleri için bir ecel;
diğer vakit de yaşamaları için belirlenmiş bir vakit olmuş oldu.
Mu'tezile'nin Allah'ın
âyetiyle, O'nun herkesten iman etmesini istediğine dair istidlallerine gelince,
buna dair cevabımız defaatle geçmiştir. Binaenaleyh, tekrar etmeye gerek
yoktur.
[173]
"Ve (Tih'te)
üstünüze bulut ile gölge yapmış, size (orada ) kudret btivasıyla, bıldırcın eti
indirmiş ve "Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin fyinfnden (temiz ve
helâl olanlarından) yeyin" (demiştik). Onlar (O aankörlükleriyle) bize
zulmetmemişler, fakat kendilerine zulmetmişlerdir" (Bakara, 57).
Bil ki bu, Allah'ın
zikrettiği yedinci nimettir. Cenâb-ı Hak, bu âyeti aynı tafızlarla A'raf
sûresinde de zikretmiştir. Âyetin zahirî, bu gölgelendirmenin, Allah'ın onları
diriltmesinden sonra olduğunu gösterir. Çünkü Hak Teâlâ, aksi de imkansız
olmamakla beraber birbiri üzerine atfedilmiş olarak, "Şükredesİnlz diye
sizi ölümünüzden sonra dirilttik ve üstünüze bulut ile gölge yaptık"
(Bakara, 56-57) buyurmuştur. Zira maksad, Allah'ın onlara has olarak verdiği
nimetlerini tanıtmaktır.
Müfessirler, lafzının
manasının "bulutun size gölge yapmasını sağladık" demek olduğunu
söylemişlerdir. Bu, çölde bulundukları esnada olmuştur. Allahu Teâlâ, onların
yürümesi ile yürüyecek ve onları güneşten koruyacak bir şekilde bulutu onlara
âmâde kılmış; onların üzerine, herbir insana bir ölçek olmak üzere, güneşin
doğuşundan batışına kadar kudret helvası yağdırmış ve bıldırcın yollamıştır.
Öyleki her insan, o bıldırcınlardan istediği kadar kesip yemiştir. Ayetteki
lafzına gelince, buna başında mahzuf (görülmeyen) bir "Biz dedik ki"
lafzı varmış gibi mana verilir. lafzının manası ise, "Bu nimetleri inkâr
etmek suretiyle veya almaları gereken miktardan fazlasını alarak veyahut da bu
çeşit yiyeceklerden başkasını isteyerek zulmettiler" demektir. lafzı bu
manaların hepsine delâlet ettiği için, bunlar hazfedilerek sadece denmekle
yetinilmiştir.
[174]
"Hani, "şu
kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde
ederek girin ve "hıtta" deyin ki kusurlarınızı örtelim, iyilik
edenleri(n ecrini) daha da artıracağız" demiştik. Zulmedenler ise sözü
kendilerine söylenen (şekilden başka bir) şekle çevirmişlerdi. Biz de o
zalimlerin üstüne, yaptıkları fasıkîığın cezası olarak, gökten murdar bir azab
indirmiştik" (Bakara, 58-59).
Bil ki bu Allah'ın
onlara verdiği sekizinci nimetidir. Bu ayet daha önce geçen nimetlere
atfedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara bulutla gölgelendirme nimetini ve
dünyevî nimetlerden olan bıldırcın ve kudret helvasını indirme nimetini
verdiğini beyan ettiği gibi, buna, onlara verdiği dinî nimetleri ekledi. Zira
Allah onlara günahlarını silecek şeyleri emretmiş ve onlara hakettikleri
cezadan kurtulmalarının yolunu beyan etmiştir. Bil ki bu âyet hakkında iki
türlü izah yapılmıştır:
[175]
Birinci İzah;
âyetin tefsiri hususunda söylen en terdir. Biz deriz ki:Allah' in âyetine
gelince, bil ki bu, teklifi bir emirdir. Bunun teklifi (mükellefiyet getiren)
bir emir olduğuna iki husus delalet eder:
a) Allah
Teâlâ, "secde ederek kapıdan girme"yi emretmiştir. Bu ise güç bir
iştir. Bu sebeble bunu emretmek, bir teklif olmuş oldu. Kapıdan secde ederek
girmeleri ise kasabaya girmelerine bağlanmıştır. Vacib olan bir işin, ancak
kendisi ile tamamlandığı şey de vacibtir. Bu nedenle, kasabaya girme emrinin de
mübahlık ifade eden bir emir değil,teklifi (yapılması vacib) bir emir olduğu
ortaya çıkmış oldu.
b) Allahu
Teâlâ'nın:
"Allah'ın size
takdir ettiği mukaddes beldeye gtrfn, gerisin geriye dönmeyin" (Maide, 21)
âyeti, buna delildir.
[176]
Kur'ân'ın zahiri bu
kasabadan maksadın, hangi kasaba olduğunu göstermez. Bu hususta ancak haberlere
müracaat edilebilir. Bu "kasaba"nın resi olduğu hususunda birçok
görüş vardır:
a) Katâde,
er-Rebi ve Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercihidir ki, bu yeden maksat Beyt-i
Makdis'tir. Onlar, buna Allah'ın Maide süresindeki, 21) âyetini delil getirmiş-
erir.Bu ikiıâyette
geçen karyeden muradın aynı olduğunda şüphe yoktur.
b) Bunun
Mısır'ın bizzat kendisi olduğudur.
c) Ki bu
görüş İbn Abbas ve Ebu Zeyd'in görüşüdür, o Beyt-i Makdis'in ar köyü olan
Eriha'dır. Bu görüşte olanlar, bu karyenin Beyt-i Makdis nasının mümkün
olmayacağına şöyle delil getirmişlerdir: Çünkü, demişler Cenâb-t Hakk'ın:
ifâdesindeki fâ harfi, takibi iktiza eder. Bu Mbeple bu değiştirmenin, Hz. Musa
(a.s)'nın hayatında, bu emrin peşinden tordan meydana gelmiş olması gerekir. Ne
var ki, Hz. Musa, Beyt-i Ntafcdis'e girmemiş, Tih topraklarında ölmüştür. Bu
sebeple bu karyeden sadın, Beyt-i Makdis olmadığı sabit olmuş olur. Evvelkiler
şöyle cevap vermişlerdir:
Âyette, bu emrin
Hz.Musa vasıtasıyla mı ,'Hz.Yuşâ vasıtasıyla mı olduğu açıklanmamıştır. Hz.
Yuşâ'nın lisanıyla bildirildiğini kabul edersek, problem zaten ortadan kalkar.
Allah'ın ifadesine
gelince, bunun açıklaması Hz. Âdem kıssasında geçti. Bu.ibahe ifade eden bir
emirdir.
[177]
Onun, sözüne gelince,
bunda iki bahis bulunmaktadır:
1) Âyetteki
"kapı" konusunda, âlimler iki görüş belirtmek üzere ihtilaf
etmişlerdir.
a) Bu İbn
Abbas, Dahhâk, Mücahid ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bu kapı, Beyt-i
Makdis'de "Hıtta kapısı" diye anılan bir kapıdır.
b) Asâmm,
âlimlerden bazılarından, bu kapı ile şehrin cihetlerinden bir cihet ile oraya
varan bir giriş yerinin kastedildiğini nakletmiştir.
2) Alimler
secde ile neyin murad edildiğinde ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Hasan
el-Basri, bununla bizzat yüzün yere konulduğu secdeyi kastetmiştir"
demiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin zahiri, secde etmeleri durumunda
karyeye girmelerinin vücubunu iktiza eder. Bu sebeple secdeyi biz zahirine
hamledersek, bu imkansız olur.
Âlimlerden, bu lafzı
secdeden başka bir şeye hamledenler de vardır. Bunlar da iki görüş
zikretmişlerdin
a)
Said ibn Cübeyr'in İbn Abbas'tan yaptığı
rivayettir. Buna göre secdeden maksat rükûdur. Çünkü kapı dar ve küçük idi.
Oraya giren kimsenin başını eğmesi gerekir. Bu da, uzak bir ihtimaldir; çünkü,
şayet kapı dar olsaydı, onlar oraya rükû ederek girme mecburiyetinde kalırlar
ve oraya girmek için bu emre muhtaç olunmazdı.
b) Allah
bununla hudû ve huşu etmelerini, göstermelerini kastetmiştir. Bu doğruya en
yakın olan görüştür. Çünkü bu lafzı secdenin hakikatine hamletmek uygun
olmayınca, onu tevazuya hamletmek gerekir. Çünkü onlar tevbe etmeye
başladıklarında, günahlarından tevbe eden kimsenin mutlaka huşu ve hudû içinde
olması gerekir.
[178]
Allah'ın, ifâdesine
gelince, bunda birkaç görüş vardır:
a) Bu
Kâdi.'nin görüşüdür. Buna göre mana şudur: Allahu Teâlâ, onlara hudû ederek
kapıdan girmelerini emrettikten sonra, onlara tevbeye delalet edecek olan şeyi
söylemelerini de emretmiştir. Bu böyledir, çünkü tevbe kalbe ait işlerdendir.
Bu sebeple başkası ona muttali olamaz. Buna göre, birisi günah İşlemekle meşgul
olup da, bundan sonra tevbe ettiğinde ona, günahını müşahede eden kimselere,
tevbe ettiğini aktarması gerekir. Çünkü tevbe, ancak bununla tamamlanır. Zira
dilsiz olan kimsenin tevbesi, ondan her ne kadar konuşmak sâdır olamasa da,
başkasına günahından tevbe yoluna döndüğünü bildirmesi ve nefsinden töhmeti
gidermesi ile anlaşılıp tamamlanır. Yine, hata olan bir mezhebe tâbi olan,
sonra da ona hak zuhur eden kimseye "bâtıl üzere devam ediyor"
töhmetini silmek ve düşman oluştan sonra yeniden ona dost olmaları için,
kendisinin hatasını bilen kardeşlerine, o hatadan döndüğünü bildirmesi gerekir.
İşte bu sebebten
ötürü, Allah Teala kalbin sıfatı olan hudu' (huşu)lan ile birlikte tevbe
ettiklerini gösteren lafzı söylemelerini İsrailoğullarına mecbur etti.
Tevbelerini gösteren lafız da, Allah'ın
"Hıtta deyiniz" âyetindeki "hıtta" kelimesidir. Buna
göre netice olarak diyebiliriz ki Hak Teâlâ, İsrailoğulJarına hudû ve huşu içinde
o kapıdan girmelerini, kalbin pişmanlığı ile azaların hudu ve huşuunu ve dilin
istiğfarını biraraya getirmeleri için, lisanları ile günahlarının
bağışlanmasını istemelerini emretmiştir. Bu, en güzel ve gerçeğe en yakın olan
izahtır.
b) Bu
ef-Esâm'ın görüşüdür. Ona
göre bu lafız
ehl-i Kitab'ın lafızlarındandır,
yani Arapça'da onun manası yoktur (bilinmez).
c) Keşşaf
sahibi, lafzının kökünden olmak üzere, ve kelimeleri gibi veya üü vezninde
olduğunu söylemiştir. Bu kelime âyette, mahzuf bir mübtedânın haberidir,
"Bizim isteğimiz bağış-lamandır" veya "senin işin bizi
bağışlamaktır" manasındadır. Buna göre kelimenin aslı, "Bizim
günahlarımızı tamamen bağışla" manasında olmak üzere (mefûl-u mutlak
olarak) mansubtur. Bu tıpkı şairin "Güzel bir şekilde sabret. Çünkü ikimiz
de dertliyiz " beyti gibi, "devamlılık" manasının verilmesi için
ilw kelimesi merfu olarak getirilmiştir. (Çünü mübteda haber cümlesi
devamlılık ifade ettiği için bu kelime de mahzuf mübtedânın haberi
kılınmıştır.) Şairin beytinde geçen kelimesinin aslı, takdirinde olduğu için,
dür. İbn Ebî Able kelimesini mansub okumuştur.
d) Bu, Ebu
Müslim el-lsfahani'nin görüşüdür. Buna göre "hıtta"nın yani,
"işimiz şu kasabaya inip, orada yerleşmemizdir" demektir. Kâdî şöyle
diyerek bu görüşün zayıflığını ifade etmiştin "Eğer ondan maksad bu
olsaydı, onların hatalarının bağışlanması bununla ilgili olmazdı. Ancak Hak
Teâlâ'nın "Hıtta deyiniz ki günahlarınızı bağışlayalım" âyeti,
onların "hıtta" dedikleri için hatalarının bağışlandığını göstenr."
Kâdî'nin bu görüşüne şöyle cevab verilebilir: Onlar o kasabaya inip, tevazu
içerisinde secde ederek girdikleri zaman, Allah'ın rahmeti bu durumdan dolayı
tahakkuk etmiş olabilir.
e) Kaffâ ın
görüşüdür, Ona göre bu lafzın manası "Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla.
Çünkü biz senin rızanı sana karşı tezellülü murad ederek o kasabaya indik. O
halde bizim günahlarımızı bağışla" demektir.
[179]
Eğer birisi
"Mükellefiyet bizzat bu lafzın zikredilmesi midir yoksa böyle değil
midir?" derse, deriz ki: İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre
onlar bizzat bu lafzı söylemekle emrolunmuşlardır. Bu da ihtimal dahilindedir.
Ancak doğruya daha yakın olan şu iki sebebten ötürü bunun aksinin olmasıdır:
1) Bu Arapça
bir lafızdır. Halbuki Benî İsrail Arapça konuşmazlardı.
2) Doğruya
daha yaKın olan, onların tevbe ettiklerine, pişman olduklarına, hudû ve
huşûlanna delâlet edecek bir sözü söylemelerinin emredilmesidir. Hatta onlar
"hıtta" yerine "Ya Rab! Senden mağfiret istiyoruz ve sana
yöneliyoruz" demiş olsalardı da yine maksad hâsıl olurdu. Çünki tevbeden
maksad, ya kalben yapılandır veya lisanen. Kalben yapılan tevbenin alâmeti
pişmanlık duymaktır. Lisanen yapılan tevbenin alâmeti ise, kalbte pişmanlığın
meydana geldiğini gösterecek bir lâfzı söylemektir. Bu ise, bizzat
"hitta" lâfzını söylemeyi gerektirmez.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sizi bağışlayalım " sözüne gelince, burada geçen mağfiret
(bağışlama) hususunda daha önce söz söyledik, Sonra burada iki bahis vardır:
Birincisi:
Allah Teâla sözünü, burada minnet etme sadedinde söylemiştir. Şayet,
Mu'tezile'nin dediği gibi, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi aklen O'na vacib
olsaydı, durum böyle olmazdı. O zaman o, aksine bir vacibi eda olmuş olurdu.
Vacibi (yani yapılması gerekli olan şeyi) eda etmenin ise, imtinan sadedinde
söylenmesi caiz olmaz.
İkincisi:
Burada değişik birkaç okunuş (kıraat) vardır:
a)
Ebu Amr ve İbnu'! Münadi, şeklinde
okumuşlardır.
b)
Nâfî bu kelimeyi şeklinde okumuştur.
c)
Medine kurralarından diğerleri ile Mufaddal'dan
gelen bir kol yiü şeklinde okumuşlardır.
d) Hasan
el-Basri, Katade, Ebu Hayve ve el-Cuhderi diye okumuşlardır. Kaffal şöyle
demiştir: Bu kıraatlann hepsinde de mana aynıdır. Çünkü Allah hataları
bağışladığı zaman, onlar da bağışlanmış olur. Hatalar bağışlandığı zaman, onları Allah
bağışlar. Fiil müennes isimden önce gelir ve fiil ile faili arasına başka bir
kelime girer ise, fiilin müzekker olması da, müennes olması da caiz olur.
Mesela Allah'ın;
"Zalimleri bir
sayha yakalar''(Hûd, 67) âyetinde olduğu gibi. Ayette geçen
"hatie"(hata, günah)den murad, onun bütün hataları ifade eden cins
ismi olmasıdır, yoksa tek bir hata manasına değildir. Allah'ın (hatalarınızı) lafzına gelince, bu lafzın da
birkaç türlü okunuşu vardır:
a) Cuhderî
kelimeyi şeklinde okumuştur.
b) A'meş
c)
Hasan ej-Basri
d)
Kısâî,
e)
İbn Kesir
f) Yine
Kisâî
g) Geri
kalanlar ise, ye harfini imale ile okumuşlardır.
[180]
Hak Teâlâ'nın
"Biz muhsinlere (iyi amel edenlere), mükâfaatı artıracağız"âyetine
gelince.bu âyetteki"muhsin" den murad, ya bu mükellefiyet hususunda
Allah'a itaat ederek iyi davranmış olan kimse, yahut da diğer mükellefiyetlerde
başka taatler yaparak iyi davranmış olan kimse kastedilmiştir Birinci takdire
göre vaadolunan bu mükafaat fazlalığının dünyevi ve dinî menfaatlerden olması
mümkündür. Dünyevi menfaatlerden olması ihtimaline gelince bu, şu demektir:
Kim, bu taati yaparak ihsanda bulunursa, biz ona dünyevî genişliği ve
zenginliği veririz ve ona bu kasabadan başka kasabaların kapısını da açarız.
İkinci ihtimale, yani
bunun uhrevî menfaatlerden olması ihtimaline gelince, bunun manası da şudur:
Kim Allah'a itaat ederek ve tevbede bulunarak ihsanda bulunur (iyi davranır)
ise, biz onun hatalarını bağışlar ve bunun yanında ona çok sevab veririz."
Nitekim Hak Teâlâ:
"İyi (güzel) amel
yapanlara daha güzel iyilik ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 26)
buyurmuştur. Yani, "Biz, onlara iyilik verdikçe verir, bir de daha
fazlasını vererek onları mükâfaatlandırırız". Nitekim tek bir iyiliğe on
ve hatta daha fazla sevab verilir. Ama âyette geçen "muhsinler"den
murad, "bu tevbeden sonra, başka taatlar da yaparak kim iyi davranışta
bulunursa..." şeklinde olursa, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Biz
sizin o kasabanın kapısından secde ederek girmenizi ve "hıtta"
demenizi, günahlarınızın bağışlanmasına sebeb kılarız. Sonra siz diğer taatleri
yaparsanız, biz de bu taatlarınıza karşılık size sevab veririz."
Âyetin bir başka
tefsiri daha vardır. O da şudur: Kim günah işlemiş ise, bu fiili sebebiyle o
günahını bağışlarız. Kim de günah işlememiş ve ihsanda bulunmuş (itaat etmiş)
olur ise, biz onun ihsanını artırırız, yani o taatini onun hasenatına
yazdığımız gibi fazlasını da veririz. Buna göre bağışlama mümin olanlar için,
mükafaat fazlalığı da ehl-i itaat için olmuş olur.
[181]
Allah Teâla'nın
"Zulmedenler ise (onu) değiştirdiler" âyetine gelince, bununla ilgili
olarak iki görüş vardır:
a) Ebu
Müslim, ifadesi onların, emroluncluklan şeyi yap m adı ki arma delâlet eder,
yoksa emrolundukları şeyin yerine başka birşey yaptıklarını göstermez. Bunun
delili, tebdil (sözü değiştirmek) ifadesinin bazan muhalefet etmek anlamında
kullanılmasıdır. Allah Teâlâ da:
"Siz ganimetleri
almaya yöneldiğiniz zaman, savaştan geri kalanlar, Allah'ın kelamını
değiştirmeyi murad ederek derler ki: "Bırakın bizi sizin peşinize
gelelim" (Fetih, 15) buyurmuştur. Bunların "değiştirmeleri"
sözde değil ancak fiildeki muhalefetleridir. Burada da böyledir. Buna göre mana
şöyledir: "Onlara mütevazi olmaları ve ilahi mağfireti istemeleri
emredildiği zaman, onlar bu emri tutmamış ve buna iltifat etmemişlerdir"
demiştir.
b) Müfessirlerin
çoğunluğunun görüşüdür. Bu görüşe göre "tebdil" den maksad,
İsrailoğullarının yapmakla emrolundukları şeyin yerine bir başka şeyi
yapmalarıdır. Çünkü tebdil, "bedel" kelimesinden müştaktır. Bu
nedenle ortada mutlaka "bedel" olan birşeyin bulunması gerekir. Bu
tıpkı, "Falan, dinini değiştirdi " demek gibidir. Bu, o kimsenin bir
dinden başka bir dine geçtiğini gösterir. Bu manayı, Hak Teâlâ'nın
"Kendilerine söylenen sözden başka bir söze (değiştirdiler) âyeti de
te'kid eder. Sonra müfessirler, bu değiştirilen söz ve fiilin ne olduğu
konusunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre,-onlar,
secde ederek girmeleri emredilen kapıdan oturmuş vaziyette geri geri sürünerek
ve yerine (Bir tane arpa) diyerek girdiler. Mücahid'den gelen rivayete göre,
onlar geri geri oraya girdiler ve istihza ile (buğday) dediler. İbn Zeyd de
şöyle demiştir:"Onlar, Musa (a.s) ile alay ederek, "Musa bizimle
hitta httta diyerek sadece oynamak istiyor, yani değersiz bir şey ile oynamak
istiyor."
[182]
Allahu Teâlâ'nın
(zulmedenler) ifadesine gelince, burada Allah onları "zalim" diye
nitelendirmiştir. Onlar ya dinî ve dünyevî hususlardaki hayırların eksilmesine
gayret ettikleri için veyahutta kendilerine haksızlık ettikleri için zalim
olmuşlardır. Yukarıda geçtiği gibi, insanın kendisine haksızlık etmesi de
zulümdür.
Cenâb-ı Allah'ın
"Biz de zulmedenlere, gökten murdar bir azab indirdik " ayetine
gelince, bu ayetle ilgili iki konu vardır:
Birincisi:
Bu âyette "zulmedenler" (Bakara, 59) ifâdesinin iki kere geçmesi,
İsrailoğullarının durumlarının son derece çirkin olduğunu göstermek ve onlara
azab indirilmesinin zulümleri sebebi ile olduğunu anlatmak içindir.
İkincisi:
Ayetteki "Ricz", azab demektir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın:
"Onların başına ricz, yani azab gelince...geldi " (Araf, 134) âyeti
ile, "Eğer, bizden azabı giderirsen..." (A'raf,i34) âyetidir. Zeccâc,
ve kelimeleri ikisinin manası da birdir ve "azab" demektir"
demiştir. Allah Teâlâ'nın:
"Allah sizden
şeytanın riczini gidersin..." (Enfal, 11) âyetine gelince bunun
manası,"Allah o şeytanın pisliğini ve sizi davet ettiği inkârı sizden
gidersin" demektir. Sonra bu azabın ne olduğu konusunda da ayette bir
işaret yoktur. İbn Abbas (r.a.) onlardan yirmidörtbin kişinin bir saat içinde
ansızın öldüğünü söylemiştir. İbn Zeyd ise şöyle demiştir: Allah onlara veba
hastalığı verdi de bir kuşluk vaktinden yatsıya kadar yiımibeşbin kişi öldü,
geriye kimse olmadı.
[183]
Hak Teâlâ'nın
"Yaptıkları fasıklığın cezası olarak..." ifadesine gelince,
"fısk", zararlı olan bir çıkıştır. Yaş hurma kabuğundan çıktığı zaman
denilir. Şeriat dilinde "Fısk, Allah'a itaat etmekten çıkıp, Allah'a karşı
isyan etme haline girmekten ibarettir." Ebu Müslim âyetteki fışkın,
Allah'ın âyetindeki "zulüm" olduğunu, bu tekrar edilişin faydasının
ise manayt te'kid olduğunu söylemiştir. Halbuki gerçekte burada şu iki sebebten
ötürü tekrar yoktur:
a) Zulüm
bazan küçük günahları, bazan büyük günahları işlemekten dolayı olur. İşte bu
sebebten ötürü, Allah Teâlâ, peygamberlerini:
"Ey Rabbimiz, Biz
kendimize zulmettik" (A'raf, 23) âyetinde, zulüm etme vasfı ile
nitelemiştir. Bir de yine Allah Teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk büyük bir
zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Şayet zulüm sadece, büyük günah
işlemek olsaydı, bu durumda âyette (büyük) lafzının geçmesi gereksiz bir tekrar
olurdu. Halbuki "fısk"ın da büyük günahlardan olması gerekir. Buna
göre Allahu Teâlâ, onları ilk önce "zulüm" ile tavsif edince, bu
zulümlerinin küçük günahlardan dolayı değil de büyük günahlardan dolayı olduğu
bilinsin diye ikinci olarak "fâsık" diye vasıflandırmıştır.
b) Onların
bu tebdil (sözü değiştirme) sebebi ile "zalim" ismine müstehak
olmaları ihtimali de vardır. İşte bu tebdil sebebi ile, onlara gökten murdar
bir azab inivermiştir. Dahası, bu tebdilden önce işlemiş oldukları fâsıklıktan
dolayı da bu azab onlara inmiştir. Bu izah şekline göre, tekerrür durumu zail
olur.
İkinci İzah:
Bil ki Allah Teala bu ayeti A'raf suresinde de şu şekilde zikretmiştir:
"O zaman onlara,
"Şu kasabada yerleşin. Onun istediğiniz yerinden yeyin. Kapısından hepiniz
secde ederek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. Muhsin olanlara daha fazlasını
da vereceğiz" denilmişti. Fakat İçlerindeki o zulmedenler, kendilerine
söylenen sözü değiştirdiler. Biz de üzerlerine, zulmettikleri için gökten
murdar bir azab indirdik" (A'raf, 161-162).
[184]
Bil ki bazı âlimler,
Allah'ın "zulmedenler., değiştirdiler" ifadesinin, zikir olarak
rivayet edilen şeylerin tevkîfî olduğuna, onları değiştirmenin caiz olmadığına,
o zikirlerin yerine başka birşey söylenemeyeceğine delil olduğunu söylemişlerdir.
Şafii alimleri, iftitah tekbirinin yerine ta'zim ve teşbih ifade eden
lafızlarının kullanılmasının, kezs Kur'an'ın Farsça okunmasının caiz
olamayacağına delil getirmişlerdir.
Ebu Bekir er-Razî, bu
görüşe şöyle cevab vermiştir: "İsrailoğullart, kendilerine söylenen sözü,
zıddı olan başka bir söz ile değiştirdikleri için zemme müstehak olmuşlar ve bu
yüzden zemmedilmeleri gerekmiştir. Ama aynı manada olmak üzere değişik lafız
kullananlar zemme müstehak olmaz." Ebu Bekir er-Razi'nin bu sözüne şu şekilde
cevab verebiliriz: Allah'ın "Zulmedenler, kendilerine söylenen sözü
değiştirdiler" âyetinin zahiri, ister aynı manada olsun ister ayrı manada
olsun, sözün yerine başka bir söz kullanan herkesi içine alır. Bu âyetle ilgili
birçok soru vardır:
[185]
Birinci Soru:
Allah Teala niçin, Bakara suresinde (Hani.. demiştik) ve A'raf sûresinde de
(Hani onlara denilmişti ki...) buyurmuştur? Cevab: Allah Teala manada
kapalılığı gidermek için, Kur'an'ın evvelinde, bu sözü söyleyenin kendisi olduğunu
açıkça ifade etmiştir. Bir de Allah Teâla söze "Size verdiğim nimetlerimi
hatırlayın" diyerek başlamış, sonra nimetlerini teker teker saymıştır.
Binâenaleyh bu yere uygun olan, denilmesidir. A'raf süresindeki âyette ise,
Bakara süresindeki bu açıkça ifadeden sonra, ifadesinde herhangi bir kapalılık
kalmamıştır.
İkinci Soru:
Allah Teâlâ niçin. Bakara sûresinde "Hani biz giriniz... demiştik."
A'raf suresinde ise "yerleşiniz" demiştir? Cevab: Girmek, yerleşmeden
daha öncedir. Dolayısı ile her ikisinin de meydana gelmesi gerekir. Bu sebeble,
önce geçen surede "girme", sonra gelen surede ise
"yerleşme" zikredilmiştir.
Üçüncü Soru:
Niçin Allah Teala, Bakara'da ile öyle ise yeyiniz", A'raf'da ise ile
"ve yeyiniz" buyurmuştur? Bunun ıcevabı, Bakara sûresinde. A'raf
sûresinde ise buyruklarının tefsirinde bildirilen hususlardır.
Dördüncü Soru:
Allah, niçin Bakara suresinde "Sizin günahlarınızı (hatalarınızı)
bağışlayalım A'raf suresinde ise buyurmuştur. Cevab: cem-i kesret (çokluk ifade
eden cemî) olüa^ ise cem-i müennes salimdir. Bu, az sayı ihtiva eden cemiler
için kullanılır. Bakara suresinde, Cenab-ı Allah sözü kendisine nisbet ederek,
buyurunca, bu sözüne, cömertliğine ve keremine yakışan bir hususu eklemiştir.
Bu da O'nun, çok olan günahları bağışlamasıdır. Böylece çokluğu ifade eden bir
cemi lafzı kullanmıştır. A'raf sûresinde ise, sözü kendisine nisbet etmeyip
"Onlara... denildi " buyurunca, bu lafzı azlık ifade eden bir cami
olarak getirmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki Allah faili zikredince,
o,failin keremine yakışan "çok günahları affetme" vasfını da
zikretmiştir. A'raf suresinde faili (yani kendisini) zikretmeyince çokluğu
ifade eden lafzı da zikretmemiştir.
Beşinci Soru:
Cenab-ı Hak, niçin Bakara sûresinde "bol bol (yeyin)" buyurdu da,
A'raf da bunu hazfetti. Bu sorunun cevabı, dördüncü sorunun cevabı gibidir.
Çünkü Allah bir fiili kendisine nisbet ettiği zaman, onunla beraber şüphesiz en
büyük nimetini, bol bol yemeleri nimetini zikretmiştir. A'raf suresinde fiili
zatına nisbet etmediği için, burada en büyük nimeti zikretmemiştir.
Altıncı Soru: Allah'u Teala, niçin Bakara suresinde
buyurmuş, A'raf'da sonra gelen cümlesini öne almıştır. Cevab: harfi, mutlak manada beraberliği (cem'i) ifade eder.
Yine âyetinin muhatablarının bazılarının
günahkâr diğer bazılarının ise günahsız olduklarını, günahkâr olanların
günahlarının affolunması İçin uğraşmalarının ibadetle,meşgul olmalarından önce
geldiğini, şüphesiz onların mükellefiyetinin önce demeleri, sonra da secde
ederek kapıdan girmeleri olduğunu; günahsız olanlarının ise öncelikle ibadetle,
ikinci derecede de nefsin kibrini kırmak ve ibadetten dolayı düşeceği ucbünü
gidermek için tevbe ile meşgul olmaları gerektiğini söylemek mümkündür. Bundan
dolayı günahsız olanların secde ederek kapıdan girmeleri, daha sonra da
"bizi bağışla" demeleri gerekir. Ayetin muhatablarının böyle iki
ktsma ayrılmaları İhtimal dahilinde olunca, Cenab-ı Allah da bu iki kısımdan
her birine ait hykmü ayrı surelerde zikretmiştir.
Yedinci Soru:
Cenâb-ı Hak, niçin Bakara sûresinde harfi ile A'raf'daise harfi olmaksızın
buyurmuştur? Cevab: Allah Teala, A'raf sûresinde iki husus zikretmiştir: Tevbe
etmeyi gösteren "hıtta" sözü, ve ibadet etmenin bir tezahürü olan
secde ederek kapıdan girme işi... Bunların peşisıra da iki mükafaattan
bahsetmiştir. "Hıtta" sözüne karşılık söylenen Güna anrazı
bagayata" ederek kapıdan girmenin karşılığı olan "Muhsinlere (sevabı)
artıracağız"vaad-i ilahisi... Bu nedenle iki şarttan her birine, bu iki
cezadan birinin verildiğini göstersin diye, Allah harfini getirmemiştir. Ama
Bakara sûresinde, mağfiret velziyadenin mecmuunun,girme ve hıtta deme
fiillerinin mecmuunun karşılığı olduğunu ifade eder.
Sekizinci Soru:
Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde A'raf sûresinde ise buyurmuştur. A'raf
süresindeki âyette fazladan bir lafzının söylenmesindeki mana nedir? Cevab;
A'raf'da bu lafzın ilave edilmesinin sebebi şudur: Burada kıssanın baş tarafı,
S lafzı ile tahsis edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak:
"Musa'nın
kavminden, hakka irşad eden ve onunla adalet yapan bir roplüluk vardı"
(A'raf, 159) buyurmuş, onlardan böyle olanların varlığını C'ldirmiş, sonra da
onlara verdiği çeşitli nimetler ile onlara yönelik ilahi emirlerini saymıştır.
Kıssa sona erince de "Onlardan zâlim olanlar ise (sözü)
değiştirdiler" buyurarak, sözün sonu başına uygun olsun diye, kıssanın
başında lafzını zikrettiği gibi, sonunda da zikretmiştir. Böylece Musa'nın
kavminden "zalim olanlar", yine onun kavminden hidayete ermiş
olanlara" mukabil olmuş olur. Orada adil bir topluluktan öahsetmiş, bu
kısımda ise zalim bir topluluktan bahsetmiştir. Her iki topluluk da Hz. Musa
(a.s)"hın kavmindendir. A'raf sûresinde fazladan lafzının zikredilmesinin
sebebi işte budur. Bakara süresindeki âyete gelince, Allah Teâlâ: âyetinden
önce olan âyetlerde bir ismyiz ve tahsis zikretmemiştir ki kıssanın sonunda da
böyle bir tahsis yapmak gereksin. Böylece bu ikisi arasındaki fark ortaya
çıkmış oldu.
Dokuzuncu Soru:
Hak Teâlâ, niçin Bakara'da; A'raf'da ise buyurmuştur? Cevab: İnzal (indirme),
azabın işin taa başında olduğunu, İrsal (gönderme) ise azabın onlara
tasallutunu ve onların tamamı ile kökünü kazıdığını ifade eder. Bu ise (yani
irsal) ancak ahirette olur.
Onuncu Soru:
Niçin Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde "Fâsıklıklarından
dolayı...";A'raf sûresinde ise "Zulmetmelerinden dolayı..." buyurmuştur?
Cevab: Allahu Teâlâ Bakara sûresinde zulmün, fasıklık olduğunu açıklayınca,
Bakara sûresinde böyle bir açıklama geçtiği için, A'raf sûresinde sadece zulüm
lafzı ile yetinmiştir.
[186]
"Hani bir de,
Musa kavmi için (çölde) su aradığı zaman ona: "Asam taşa vur"
demiştik de, (o asasını taşa vurunca) taştan oniki pınar ftşkırmış ve her
kabile su İçeceği pınarı öğrenmişti. (Onlara dedik ki:) 'Allah'ın verdiği
rızıktan yeyln, için (fakat) yeryüzünde fesadcı olarak taşkınlık yapmayın"
(Bakara, 60).
Ekseri kâriler,
ibaresini, hafiflik (kolaylık) olsun diye şın harfinin sükunu ile şeklinde;
Ebu Ca'fer ise şeklinde okumuştur. Bazı kıraat imamlarından ise, sının
fethasıyla \ju- şeklinde okumuş oldukları rivayet edilmiştir. Uygun olan
birincisidir, çünkü bu daha hafiftir ve Kur'ân'ın çoğu da bu şekilde
okunmuştur.
Bil Ki bu, Allah'ın
İsraîloğullarına verdiği nimetlerden dokuzuncu nimettir. Dünyevi hususta nimet
olmasına gelince bu, şunun içindir: Allahu Teâlâ, onların suya olan şiddetli
ihtiyaçlarını gidermiştir. Onlara kudret helvasını indir-meşe ve bıldırcın
göndermeseydi, onlar nasıl helak olurlardı ise, eğer onlara su vermeseydi aynı
şekilde onlar Tin çölünde helak olurlardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk:
"Biz onları yemek
yemez cesedler olarak yaratmadık" (Enbiya. 8); ve:
"Canlı olan her
şeyi, biz sudan yaraftık"(Enbiya,30) buyurmuştur. Hatta, Tih çölünde su
ile imânda bulunmak, alışılagelen su nimetini vermekten daha büyüktür. Çünkü
çölde insanın suya olan İhtiyacı fazlalaşıp, su ve herhangi bir bitkinin
olmadığı bir yerde bulunduğu için bütün ümit kapıları kendisine kapandığı,
bunu müteakip Allah âsâ ile vurulan, su fışkıran ve kendisinden içilen bir
taştan o İnsanı rızı ki andırdığı zaman, o, bu nimete, herhangi bir nimetin
hemen hemen denk olamayacağını anlamış olur. Onun dinî nimet oluşuna gence, bu
Yaratıcının varlığına, kudret ve ilmine delâlet eden delillerin en açığı ve
Hz.Musa'nın sıdkını gösteren delillerin en doğrularından ve
kuvvetlilerin-dendir. Burada birkaç mesele vardır:
[187]
Müfessirlerin çoğu, bu
su istemenin Tih çölünde olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Allahu Teâla
onların üzerine bulutu gölgeleyip, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirip,
elbiselerini eskimez ve kirlenmez
Unca, susuzluktan
korktular. Böylece Allah onlara o taştan su verdi. Ebu Müslim, bu mucizenin,
onların Tih çölüne gittiği günlerde verilmiş olmasına hamleditmesini
yadırgayarak şöyle demiştir: "Tam aksine bu müstakil bir sözdür.
"İstiskâ'nın mânası, insanlar kıtlığa duçar oldukları zaman, onların
örfüne göre, yağmurdan ıslanmayı talebetmektir. Böylece Allah'ın taştan su
fışkırtma işi, sulamayı kabul etmenin ve yağmur indirmenin üstünde olmuş
olur."
Her ne kadar doğruya
yakın olan, bunun Tih çölünde olmuş olması ise de, gerçek olan ayette bunun
veya şunun hak olduğuna delâlet edecek herhangi bir şey yoktur. Buna iki husus
delâlet eder:
a) Nadir
durumlar hariç, şehirlerde mû'tâd olan şey suya ihtiyaç duymamaktır
b) Taş buna
müsait olduğu için, onların, taşı beraberlerinde taşıdıklarının .âyet
edilmesidir. Her sabah onlara bıldırcın ve kudret helvası indiği gibi, her akit
bu taştan onlara su fışkırıyordu. Bu ise, ancak, onların Tih'te bulunduğu
günlere daha uygun düşer.
[188]
Müfessirler
"âsâ" hakkında ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basrî, bu âsâ'nın bir
ağaçtan alınmış bir dal olduğunu söylemiştir.
Onun cennet
ağaçlarından olduğu, uzunluğunun Hz. Musa (a.s)'nın boyuna göre on zira olduğu
ve karanlıkta yanan iki ucu bulunduğu da söylenmiştir.
Kur'ân'ın delâlet
ettiği, onun boyunun üzerine yaslanmaya müsait olduğu, büyük bir yılana
dönüşebilir olduğudur. Bu ancak, bu kadar uzunluk ve bu kadar kalınlık
olduğunda mümkün olabilir; bundan fazlasına gelince, Ku-rân'da buna delâlet
yoktur.
Bil ki bu gibi konularda
susmak gerekir. Çünkü bunlar hakkında kesin, mütevâtir bir nas yoktur, üzerine
de bir amel taalluk etmez. Bu hususta âhad haberlerden elde edilen zan ile
yetinilebilir. Evlâ olan ise, bu konulara değinmemektir.
[189]
"lafzındaki
eliflâm, ya, bilinen bir taşa işaret etmek ve and içindir. Bunun, Hz. Musa
(a.s)'nın yanında getirdiği; herbiri bir kabile için olmak üzere, her bir
yüzünden üçer tane göze fışkıran ve dörd yüzü olan küb şeklinde bir taş olduğu
rivayet edilmiştir. Onlar altıyüzbin kişi idiler. Ordunun kapladığı alan ise
onikibin millik bir arazi idi. Taşın, Hz. Adem (a.s) ile birlikte cennetten
indirildiği, Şuayib (a.s)'in zamanına kadar İsrailo-ğullannın bu taşın varisi
oldukları, Şuayib (a.s)'in âsâ ile birlikte o taşı Hz. Musa'ya verdiği
söylenmiştir. Yine, bunun Hz. Musa(a.s)'da fttık rahatsızlığı olduğunu iftira
ettikleri zaman, Hz. Musa (a.s)'mn yıkanırken üzerine elbiselerini koyduğu ve
Hz. Musa'nın elbiselerini (yuvarlanarak) kaçıran taş olduğu, bunun üzerine Hz.
Musa (a.s)'ya Cebrail (a.s), "Allah ona: "Bu taşı kaldır. Çünkü onda
benim bir kudretim, senin bir mucizen vardır" dediğini haber verdiğini,
bunun üzerine Hz. Musa'nın onu heybesinde taşıdığı da söylenmiştir. Ve bu
eliflâm cins içindir, yani kendisine taş denilebilecek şeye vur, demektir.
Hasan el-Basri'den, Allah'ın onlara muayyen bir taşa vurmayı emretmediği
rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri sözüne devamla, bu hüccet itibariyle daha
açık, kudret itibariyle daha kesindir. Onların şöyle dedikleri de rivayet
edilmiştir: Şayet taş bulunmayan bir toprağa konaklarsak, halimiz ne olur?
Bunun üzerine Hz. Musa taşı heybesinde taşıdı. Konakladıkları yerde Hz. Musa o
taşı yere attı. Hz. Musa'nın âsâsıyla ona vurduğu, böylece ondan su fışkırdığı
ve yine âsâsıyla ena vurarak, suyun kesildiği de söylenmiştir. Bunun üzerine,
onlar "şayet Musa asasını yitirirse biz susuzluktan ölürüz" dediler
de, böylece Allah Hz. Musa'ya: "Taşa vurma; ona söyle, o sana su
verir" diye vahyetti.
Müfessirter.taşın
niteliği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İşte bu sebeple onun, her kenarı birer
zirâ'dan kübik bir biçimde ve yumuşak taş olduğu söylenmiştir. İnsan başı
şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bizce tercihe şayan olan, bunun ilmini
Allah'a havale etmektir.
[190]
lâfzının başındaki fâ,
mahzûf olan bir fü|e mütealliktir. Yani, "Bunun üzerine ona vurdu da, su
fışkırdı" veya "Eğer sen taşa vurursan, o taştan sular fışkırır"
demektir.
[191]
(Bu ayetle ilgili
olarak, geriye birkaç sual kalmaktadır:)
Birinci Sual:
Ayetteki Hakkında: Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Musa (a.s)'ya âsâsı ile taşa vurmasını
emrettiği halde, taştan vurma olmadan su fışkırmış olduğunu caiz saymak ve
böylece de mahzûf bir fiil takdir etmekten kurtulmak mümkün değil midir?
Cevap:
Cenâb-ı Allah'ın kudretinde, Hz. Musa'ya âsâsı ile taşa vurmasını emredip, o
taşa vurmadan taştan ihtiyaç miktarı su fışkırması imkânsız değildir. Çünkü
bu, eğer o i'câz hususunda daha beliğdir denilirse, doğruya daha yakındır.
Fakat doğru olan şudur: Hz. Musa taşa vurdu, taştan da su fışkırdı. Çünkü
Cenâb-ı Allah Peygamberine bir şey emretse, peygamberi de o şeyi yapmamış olsa,
peygamber âsî olmuş olur. Ve yine, taştan varmaksızın su fışkıracak olsaydı,
âsâ ile o taşa vurmayı emretmek abes ve anlamsız olurdu. Öte yandan, haberlerde
rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Allah'ın; "ve taş yarıldı"(şuarâ,
63)ayetindeki muradın olması gibi, burada da ayetin takdiri dir.
İkinci Sual:
İnficar ile İnbicas Arasındaki Fark:
Cenâb-ı Hak bu ayette
Araf suresinde ise {Araf, 160) buyurmuştur. Bu iki ifâde arasında bir tenakuz
bulunmaktadır; çünkü "inficâr". suyun bol olarak çıkmasıdır,
"inbicâs" ise, suyun az çıkmasıdır.
[192]
a-) aslında,
yarılmak manasındadır. inşikâk ve yarılmak anlamındadır. Fâcir kelimesi de bu
kökten iştikak etmiştir, çünkü fıska sapmak suretiyle müslümanlara muhalefet
etmiştir; ise. sınırlı ve az olan bir yarılma ve parçalanmanın adıdır. Binaenaleyh
onlar âm ve hâs yönünden farklı ve muhtelif olsalar da, birbirleriyle
çelişmezler.
b-) Belki de
su, önce az aktı, sonra da şarıl şarıl.fışkırdı.. Pınarlardan su önce az akar,
sonraysa devamlı aktığı için, suyu çoğalır.
c-) Suya
olan ihtiyaçlarının çok olması sebebiyle, su başlangıçta inficâr etmiş
olabilir.. Yani su bol akıyorken, sonra azalmış, böylece de inbicâs etmiş yani
azar azar çıkmış olabilir.
Üçüncü Sual:
Bu Mucizenin Aklî1 İzahı:
Küçük bir taştan
bol bol su çıkmasını akıl nasıl kabul edebilir?
Cevap: Bu
suali soran kimse, ya Fâit-i Muhtar bir varlığı kabul ediyor veya O'nu inkâr
ediyordur. Eğer fâil-i muhtar bir varlığı kabul ediyorsa, bu sual düşer. Çünkü
O, denizleri ve diğerlerini yarattığı gibi, bu cismi de dilediği gibi yaratmaya
kadirdir. Eğer niza ederse, onun Kur'an'ın mânâlarını araştırmasında ve onun
tefsîrine bakmasında bir fayda yoktur. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın ölüleri
diriltmek, kör ve alaca hastalığına tutulmuş olanları iyi etmek gibi, Kur'an-ı
Kerim'de anlattığı mucizeleri uzak görüp yadırgayan herkese verilecek cevaptır.
Felsefeciler de, bunun
yanlış olduğunu kesin olarak söyleyemiyorlar. Çünkü enâsır-ı erbaa'nın onlara
göre, müşterek bir maddesi vardır. Felsefeciler şöyle derler: Oluş ve fesada
uğrama, müşterek madde ile olur. Yine bununla, hava suya, su havaya
dönüşebilir. Aynı şekilde şöyle demişlerdir: Hava, gümüş bir kürenin içerisine
doldurulduğu zaman katılaşır. Çünkü o, kürenin çeperlerinde su damlaları
şeklinde toplanır. Bu damlalar meydana gelir, çünkü hava suya dönüşmektedir.
Böylece sabit olur ki, bu dönüşme, semavî ilişkilere boyun eğmiş olan yerdeki
eşya ve hadiselerde meydana gelebilir. Bundan dolayı, bu ilginç-işin bu dünyada
meydana gelmesini gerektiren semavî bir ilişkinin meydana gelmesi uzak bir
ihtimal değildir.
Mu'tezile'ye gelince,
onlar kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna inandıkları için, onlara
şöyle deriz: Kulun bu cismi (bu taşı) yaratması niçin caiz olmasın? Onlar buna
karşı, gerçekten zayıf olan iki cevap zikretmişlerdir. Onların bu cevaplarını,
bu cevaplarının zayıflığını ve geçersizliğini, sihir ayetinin tefsirinde
zikredeceğiz. Durum böyle olunca, onların bu fiilin Allah'tan olduğunu kesin
olarak söylemeleri mümkün olmaz. Böylece de onlara, mu'cize ve nübüvvet
kapıları kapanır. Bizim âlimlerimiz ise, Allah'tan başka yaratıcı olmadığına
inandıkları için, bu harikulade fiilileri meydana getirenin, Aliah'u Teâlâ
olduğunu kesinlikle belirttiler. Bunun için de, bu mucizelerin nübüvvet İddia
eden kimsenin elinde zuhur etmesiyle, onun sıdkına istidlalde bulunmaları
mümkün olmuştur.
Dördüncü Sual:
Bu Suların Taşta Olup Olmadığı:
Siz, bu suyun taşın
içinde bulunduğunu, sonra ortaya çıktığını mı; veya Allah'ın havayı suya
çevirdiğini mi veyahut da vasıtasız olarak su yarattığını
mı söylüyorsunuz?
Cevap:
Birinci ihtimal yanlıştır. Çünkü küçük bir kab büyük bir cismi, ancak
birbirine karışmasıyla ihtiva edebilir ki, bu da imkânsızdır. Son iki ihtimalden
herbirinin olması mümkündür. Bunlardan birincisi olursa, o zaman Cenâb-ı Allah
hava parçacıklarında kuruluğu izâle ederek, onlarda yaşlığı yaratmış olur. Eğer
ikincisi olursa, Cenâb-ı Allah bu parçaları yaratmış ve bunlarda da yaşlığı
meydana getirmiş olur. Bil ki, bu husustaki söz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir
gazvesinde, ordu su darlığı çektiği sırada, Hz. Peygamber (s.a.s)'in elini su
kabının içine koyup da, askerlere yetecek kadar parmaklarının arasından su
fışkırdığına dair hâdise hakkında söylenecek söz gibidir.
Beşinci Sual: Kayadan
Su Fışkırtma mı, Parmaktan Fışkırtmak mı Önemli?
Hz. Musa (a.s)'nın bu
manadaki mucizesi mi, yoksa Hz. Peygamber (s.a.s)'in mucizesi mi daha büyüktür?
Cevap:
Bunlardan her biri göz alıcı ve muazzam mucizelerdir. Fakat Hz. Muhammed
(s.a.s)'in mucizesi daha kuvvetlidir. Çünkü taştan suyun fışkırması, herkesçe
bilinen bir olaydır. Ama parmaklar arasından suyun fışkırması, kesinlikle
alışılmış bir şey değildir. Bundan dolayı bu mucize daha güçlüdür.
Altıncı Sual:
Oniki Pınar Olmasının Sebebi;
Suyun oniki göze
şeklinde kılınmasındaki hikmet nedir?
Cevap: Hz.
Musa'nın kavmi kalabalık idi. Kalabalık sayıdaki insanın suya olan ihtiyacı
artıp da, onlar suya kavuşunca, aralarında çekişme ve tartışma meydana gelir;
çoğu zaman da bu, büyük bir fitneye sebep olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah bu
nimeti, onların her bir kabilesine, koluna başkasıyla karışmayan muayyen bir su
tayin ederek, kemâle erdirmiştir. Tek bir toplulukta ise, muhtelif topluluklar
arasında meydana gelebilecek böyle bir anlaşmazlık onlar arasında meydana
gelmez.
Yedinci Sual:
Taştan Su Fışkırmasının Delâletleri:
Bu taşın yarılıp ondan
su fışkırması, kaç yönden mucize oluşa delâlet eder? Buna birkaç yönden cevab
verilir: a-a) Suyun bizzat çıkması
bir mucizedir.
b-) Küçük
bir taştan büyük bir suyun çıkması,
c-) Suyun
onların ihtiyaçları kadar çıkması,
d-) Suyun
âsâ ile taşa vurulduğu zaman çıkma
e-)
Kendisine ihtiyaç olmadığı zamanlarda kesilmesi birer mucizedir. Bütün bu
şeyin meydana gelmesi, ancak bütün mümkinâta nüfuz eden tam bir kudret, bütün
malûmata nüfuz eden bir ilim ve zamanı aşan bir hikmet ile mümkün olur. Bu ise
ancak Hak Sübhanehu Allah'a yaraşır.
Cenab-ı Hakk'ın:
"Her kabile, su içeceği pınarlarım öğrendi" ayetine gelince, deriz
ki onlar bunu bildiler, çünkü onlardan herbirine, suya ihtiyaç olduğu zaman
anlaşmazlığa düşülmesin diye ancak belli bir su kanalından içmeleri emredildi.
Ama su kanalları âyette İsrailoğullarına nisbet edilmiştir, çünkü Cenâb-ı Hak
herbir kabileye, bu su fışkırtmasını müteakiben ortaya çıkan suyu helâl
kılınca, bu su onların mülkü gibi olmuş, bu sebeple de onlara nisbet edilmesi
caiz olmuştur.
[193]
Cenab-ı Hakk'ın:
"Allah'ın verdiği nziktanye-yin ve için" ayetine gelince, bu ayette
bir hazif vardır. Mana 'Ve onlara dedik ki..' veya, " Hz, Musa onlara dedi
ki yeyiniz içiniz " şeklindedir. Cenab-ı Hak iki sebebten ötürü "yeyiniz"
demiştir:
a-) Daha
önceden kudret helvası ve bıldırcın geçmiş olduğu için, Cenab-ı Hak sanki şöyle
söylemiştir: Allah'ın size rızık olarak verdiği kudret helvası ve bıldırcından
yeyin, bu sudan için.
b-) Gıdalar,
ancak su ile olur. Cenâb-ı Hak onlara su verince, sanki onlara yiyecek ve
içecek şeyi birlikte vermiş gibi olmuştur. Mû'tezile bu ayetle, bu rızkın helâl
old.uğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü Hak Teâlâ-nın hitabının en
az derecesi, mubah olmaktır. Bu ise, rızkın mubah olmasını gerektirir. Şayet
haram bir rızk olsaydı, o rızkın aynı anda hem helâl hem de helâl olmaması
gerekirdi. Bu ise caiz değildir.
[194]
Allahu Teâlâ'nın:
"Yeryüzünde fesâdçtlar o-larak azgınlık yapmayın" ayetine gelince,
ifadesinden anlaşılan fesadın en şiddetlisîdir. İşte bu sebepten ötürü onlara,
"çıkarmış olduğunuz fesadınızda, bu fesadı sürdürmeyin" denilmiştir.
Çünkü onlar, Öteden beri bu fesadı sürdürmekte idiler. Bu ifâdeden maksat, çok
fazla ihtiyaç hissedildiği durumlarda, su mevzuunda insanlar arasında devam
edegelen, anlaşmazlık ve çekişmelerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle
buyurmuştur: Eğer o su sebebiyle aranızda bir anlaşmazlık meydana gelirse,
anlaşmazlıkta haddi aşmayınız! Allan en iyi bilendir.
[195]
"Hani siz,
"Biz bir çeşit yemeğe dayanamayız; Rabbine dua et de, yerin bitirdiği
şeylerden sebze, salatalık, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın"
demiştiniz. Musa da, "Hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi
istiyorsunuz? Şehre inin, çünkü orada sizin istediğiniz şey var" dedi
Onların üzerine fakirlik ve yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'ın bir gazabına
uğradılar. Bu, onların, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerindendi. Bu isyan ettiklerinden ve aşırı
gittiklerindendi" (Bakara, 61).
[196]
Bil ki mâruf olan
kıraat, yâ harfinin zammesi,rânın kesresi ile yâ harfinin zammesi, bâ'nın da
kesresi ile şeklindedir. Zeyd ibn Ali ise, yâ'nın fethası, râ'nın zammesi ile
tâ'nın.fethası, bâ'nın zammesi ile şeklinde okumuştur. Sonra bil ki
müfessirlerden zahirî olanların ekserisi, böyle bir isteğin isyan olduğunu
iddia etmişlerdir. Bize göreyse durum böyle değildir. Bunun delili, bu âyetten
önce Cenâb-ı Hakk'ın bıldırcın eti ve kudret helvası indirirken ifâde
buyurduğu; "yeyiniz ve içiniz" şeklindeki emirlerinin vücûb değil,
ibâhe ifade etmiş olmalarıdır. Bu böyle olunca, onların;
l) demeleri
günah olmaz. Çünkü kendisi için yiyeceklerin bir çeşidi mubah olan kimsenin, ya
kendi kendine veyahut da peygamberinin lisanıyla, bu yiyecekten başka yiyecek
istemesi uygun olur. Onlara göre, İsraîloğultarı Hz. Musa (a.s)'dan, Rabbinden
istekte bulunmasını istedikleri zaman, duâ icabete daha yakın olduğundan onlar
için bu istek caiz otur ve bu da bir günah sayılmaz.
Bil ki başka çeşit bir
yiyecek isteğinde bulunmanın bırta^m matö&taa binaen, olmuş olması
muhtemeldir.
a-) Onlar
kırk sene tek bir çeşit yiyecek aldıkları için ondan usanarak, başka yiyecek
arzu ettfter.
b-) Belki
de, yaratılışları icabı bu yiyeceğe alışamamışlar, ancak diğer çeşitlere
alışmışlardır. Çünkü insanın, her ne kadar değersiz bile olsa, büyümesi
sırasında alışmış olduğu şeylere olan rağbeti, her ne kadar kıymetli de olsa
alışmamış olduğu şeylerin üstündedir.
c-) Belki de
onlar Tih çölünde kalmaktan usanmışlar, böylece ancak şehirlerde bulunan
yiyecekleri istemişlerdir. Halbuki onların bu yiyecekleri istemelerinden
maksatları, o yiyeceklerin bizzat kendileri değil, şehirlere ulaşmalarıdır.
d-) Devamlı
aynı yiyeceği yemek, iştahın noksanlığına, hazmın zayıflamasına ve arzunun
azalmasına sebeptir. Halbuki yiyeceklerin çeşidini çoğaltmak, iştahın artmasına
ve lezzetin artmasına yardımcı olur. Bu sebeple, bir çeşidi diğer bir çeşitle
değiştirmenin, insanların amacı olmaya uygun olduğu ortaya çıkmış olur.
Kur'an'da onların bundan men edildiklerine dair herhangi bir kayıt yoktur. Bu
nedenle, bu kadar şeyin günah olmasının caiz olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu
hususu Cenâb-ı Hakk'ın: ifâdesi de te'yid eder. Bu onların istediklerini kabul
etmiş olmak gibi bir şey-, dir. Eğer onlar bu istekleri sebebiyle günahkâr
olmuş olsalardı, onların bu isteklerine icabet etmek günah olurdu. Bu ise,
peygamberler için caiz değildir. Şöyle denilmesin: Onlar, Allah'ın kendileri
için tercih edip seçtiği bir şeyden imtina edince, Hak Teâlâ'nın: "Kim de,
dünyanın ekinini isterse, ona da bundan veririz "(şûrâ. 20) buyurduğu
gibi, onların istedikleri şeyi peşinen dünyada vermiştir. Çünkü biz bunun
ayetin zahirinin hilâfına olduğunu iddia ediyoruz.
Onlar böyle bir
isteğin günah olduğuna, birkaç hususu delil getirmişlerdir:
a-) Onların
demeleri, onların Allah'ın bıldırcın ve kudret helvasını indirmesini kerih
gördüklerine delâlet eder. Bu kerahet ise, bir günahtır.
b-) Hz. Musa
(a.s)'nın demesi, istifham-ı inkârîdir. Bu da, böyle bir isteğin günah olduğunu
gösterir.
c-) Hz. Musa
(a.s), onların istedikleri şeyi "en düşük, en değersiz" , içinde
bulundukları nimeti ise, "en hayırlı" olarak nitelemiştir. Bu da,
bizim söylediğimizi ifâde eder.
Bunların
delillerinden birincisine şu şekilde cevap veririz: Onların demelerinin
altında, onların sadece buna razı olmayıp, aksine başka bir şeyi
arzuladıklarına bir delâlet yoktur. Bir de, onların demeleri, geleceğe yönelik
bir ifâdedir. Çünkü kelimesi gelecekte olan nefy için kullanılır. Bu onların,
o anda gazablandıklarına delâlet etmez.
İkincisine şöyle cevap
veririz: İstifhamın inkâr yoluyla getirilmiş olması, bazen dünyevî hususta en
faydalı olanı elden çıkarmak için, bazen de ahiret konusunda en faydalı olanı
elden çıkarmak için kullanılır.
Üçüncü dellilerine de
buna yakın bir şeyle cevap veririz. Çünkü bir şey bazan, kendisinden istifâde
el'an hazır ve kesin olduğundan ve, hâzır olan şey hakkında denileceği gibi,
meşakkatsiz ve kendiliğinden meydana gelmesi bakımından en hayırlı olarak;
bazan da, mevcut olmayan ve kendisinden şüpheye düşülmüş olan şeyler hakkında
söylenileceği gibi, istifâde edilmesi kesin olmadığı ve ancak güçlükle
kendisine ulaşıldığı için de en değersiz olarak nitelendirilir. Bu nedenle,
hitabı ile, Hz. Musa'nın maksadının bu mânâ veya onun bir kısmı olması imkânsız
değildir. Böylece bizim zikrettiklerimizle, bu isteğin bir günah olmadığı, tam
aksine mubah olan bir istek olduğu ortaya çıkmış olur. Durum böyle olunca, Hak
Teâlâ'nın; buyruğunun, yukarıda zikredilenlerden ötürü olması caiz değildir.
Tam aksine, bundan
sonra zikredilen ayetten ötürüdür. O ayet şudur:
"bu, onların
Allah 'm ayetlerini İnkâr etmeleri ve nahak yere peygamberleri öldürmeleri
sebebiyledir" (Bakara,61). Böylece Cenâb-t Hak, onlara zillet ve meskenet
(damgası) vurduğunu, böyle bir istekte bulunmalarından ötürü değil de, küfre
girmiş olmaları bakımından onları gazabın ve cezanın mahalli kılmıştır...
[197]
Hak Teâlâ'nın:
sözüdür. Bundan maksat, onun tek çeşit oluşu değil, devamlı aynı çeşitler
oluşudur. Keza insanın sofrasında bu-
lunan yiyecek
çeşitleri değişmez ise onun hakkında: "Sofrasında hep aynı çeşit yemekler
olur" denilir.
[198]
lâfzının bilinen
okunuş şekli, kâf harfinin kesresi ile olandır. A'meş ve Talha ise kâf harfinin
zammesi ile bunu ujyâ şeklinde okumuştur.
U»y lâfzının bilinen
okunuşu ise, okunuşudur. Alkame ve İbn Me-s'ud (r.a)'dan ise, bunu şeklinde
okudukları rivayet edilmiştir. İbn Abbas (r.a)'ın kıraati da bu şekildedir.
Âlimler, âyette Lu lâfzı zikredildiği için, bu kıraatin daha uygun olduğunu
söylemişlerdir. Alimler iy lâfzının manası hususunda da ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas (r.a)'dan, onun 'buğday' manasına olduğu, yine ondan bu kelimenin
'ekmek' manasına olduğu rivayetleri vardır. 8u ikinci mana aynı zamanda
Mucahid, Atâ ve İbn Zeyd'den de rivayet edilmiştir.Bazı Araplardan,"Bize
ekmek pişir" manasına, dedikleri rivayet edilmiştir, .i kelimesinin
"sarımsak" manasına olduğu da söylenmiştir. Bu, İbni Abbas ve
Mücâhid'den de rivayet edilmiştir. Kisâi de bu manayı tercih etmiştir. Bunlar,
bu kelimenin sarımsak manasına olduğuna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir.
a-) Bu
kelime Abdullah b. Mes'ud (r.a)'un kıraatinde şeklindedir.
b-) Eğer
bundan kasıt buğday olsaydı,
"Daha hayırlı
olan şeyi, daha düşük olan şey ile değiştirmeyi mi istiyorsunuz?" (Bakara.
61) denilmesi mümkün olmazdı. Çünkü buğday en şerefli yiyecektir.
c-) Sarımsak,
mercimek ve soğana buğdaydan daha uygundur.
[199]
Bilinen kıraat,
kelimeyi şeklinde okumaktır. Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın kıraatında ise bu kelime,
bâ harfini sakin kılarak şeklinde okunmuştur. kelimesinin, (alçaklık, adilik)
masdarından olmak üzere, hemze ile şeklinde okunduğu Züheyr el-Ferkabî 'den
rivayet edilmiştir.
Âlimler, "daha düşük
olan şey" ile neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
husustaki sözün özü şudur: Bundan murad ya onun dinî menfaatler bakımından en
düşük şey olmasıdır, veya dünyevî menfaatler bakımından en düşük şey
olmasıdır. Birincisi kastedilmemiştir. Çünkü içinde oldukları durum, şayet
dinî bakımdan istedikleri şeyden daha faydalı olsaydı, onların bu isteklerini
yerine getirmek caiz olmazdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, on-iarın bu isteklerini,
"Şehre inin, çünkü orada sizin İstediğiniz şey var" diyerek yerine
getirmiştir.
Geriye, bundan
maksadın, dünyevi husustaki menfaatlerle ilgili şeyler olması ihtimali kalır.
Sonra bundan maksadın, yedikleri bu çeşidin, istediklerinden daha üstün olması
da caiz değildir. Çünkü biz, bir millete göre en leziz sayılan bir yiyeceğin,
başka bir millete göre en değersiz sayılan bir yiyecek olabileceğini
açıklamıştık. Aksine maksad, izah ettiğimiz şu şeydir: Bıldırcın ve kudret
helvası ellerinizde olan şeylerdir. Onların istedikleri şeyler ise, elde
etmeleri şüpheli ofan şeylerdir. Elde bulunan ise, elde edilmesi şüpheli olandan
daha hayırlıdır. Veya bu bıldırcın ve kudret helvası, herhangi bir zorluk ve
emek olmadan elde edilmektedir. İstedikleri şeyler ise emek ve külfet neticesi
ancak elde edilir. Bu sebeple birincisi daha hayırlıdır. Şayet onların,
"tabiatımız gereği hoşlanmadığımız için, külfetsiz elde edilen bu
yiyecekleri yememiz, güçlükle elde edeceğimiz yiyecekleri yememizden,
tabiatımız onlardan hoşlandığı için, daha zordur" denilirse, deriz ki:
Farzet ki bu yönden bir çelişki meydana gelmektedir. Ancak, hazır ve elde
mevcud olanın, elde olmayan ve elde edilmesi şüpheli olana üstün olması
sebebiyle bir tercih meydana gelmiş olur.
[200]
kelimesinin bilinen
kıraati, bâ harfinin kesresi lie okunuşudur. Bu kelime, bâ harfinin
zam-ÂyettekiMtsrdan Maksad? mesi ile de okunmuştur. kelimesinin meşhur
kıraati, tenvinli okunuşudur. A'cemî (Arapça olmayan) ve marife oldukları
halde, Allah'ın: (Enam,84)âyetindeki Nûh ve Lût kelimelerinde de olduğu gibi,
gayr-ı munsarıf oluşun sebeblerinden olan marife ve müennesliğin kendisinde
bulunmasına rağmen, orta harfi sakin olduğu için bu jAa kelimesi munsarıf kılınmıştır. Eğer bununla
belde manası kastedilirse, o zaman gayr-ı munsarıf olmanın tek sebebi kalmış
olur. Abdulllah b. Mes'ud (r.a)'un mushafında ve A'meş'in kıraatinde bu kelime
tenvinsiz olarak şeklinde yer almıştır. (Yusuf, 99) âyet-i kerimesindeki
gibi...
Müfessirler, Allah'ın
âyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir; İbn Mesud ve Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın bu kelimeyi
tenvinsiz okudukları rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri, kelimesinin sonuna
elif yazılmasının, kâ-tib tarafından yapılan bir ziyade olduğunu söylemiştir.
Buna göre bu kelime marife olur. Dolayısıyla da bu isimle anılan bir yere
hamledilmesi gerekir. Bu yer de, Firavun'un bulunduğu şehirdir. Bu görüş
Ebu'l-Âliye ve Rebî'den rivayet edilmiştir. Kelimeyi tenvinli okuyanlara
gelince -ki bu meşhur kıraattir-onlar da bu kelimenin tefsirinde ihtilâf
etmişler, bazıları bundan maksadın Firavun'un şehri olduğunu, bunun tenvinli
oluşunun "Nuh" ve "Lût" kelimelerinin tenvin alışı gibi
olduğunu; diğerleri ise bundan muradın herhangi bir beldeye girmek olduğunu,
onlara sanki "Hangi beldeye girerseniz giriniz, orada bu şeyleri
bulursunuz" denilmiş olduğunu söylemişlerdir.
Netice olarak
diyebiliriz ki müfessirler, Allah'ın zikrettiği "mısr" kelimesinden
murad edilenin, İsrâlloğullarının daha önce bulundukları belde midir, yoksa
değil midir veyahut daha başka bir belde midir diye ihtilâf etmişlerdir. Buna
göre çoğu müfessir bunun onların, Firavun ile beraber bulundukları belde
olamayacağını söylemişler, ve buna Cenab-ı Hak'ın:
"Allah 'in
size yazdığı mukaddes arza (beldeye) girin ve gerisin geri
dönmeyiniz"(Mâide, 21) âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyetle üç bakımdan
istidlal edilir:
1-) Âyetteki
"Mukaddes arza (beldeye) girin" ifâdesi, bu yere girilmesini icab
ettirmektedir. Bu da bir başka yere girmenin yasak oluşunu gösterir.
2-) Âyetteki
"Allah'ın size yazdığı" ifadesi, onların devamlı orada bulunmaları
gerektiğini gösterir.
3-) Âyetteki
"gerisin geri dönmeyiniz" ifadesi, Beytü'l-Makdis'ten dönmenin yasak
olduğu hususunda sarih bir hükümdür.
4-) Dördüncü
olarak da, Cenab-ı Hak, Mukaddes Betde'ye girmeyi emrettikten sonra:
"Muhakkak ki
orası onlara kırk sene haram kılınmıştır. Onlar o yerde sersem sersem
dolaşacaklardır"(Maide, 26) buyurmuştur. Bu emir önce zikredilip, sonra
onların bu müddet içerisinde oraya girmelerinin yasak olduğunu açıklayınca, bu
durumda özür ortadan kalktığında onların oraya girmeleri vacib olur. Durum
böyle olduğu zaman ise, dan muradın bundan başka olması caiz olmaz.
Eğer denilirse ki:
"Bu vecihler zayıftır." Birinci vechin zayıflığına gelince, bu şunun
içindir: Hak Teâlâ'nın: ifâdesi emirdir. Emir burada, mendûbluk ifâde eder.
Belki de onlar Mısr'a girmekten men olunmadıkları halde, onların mukaddes
beldeye girmeleri mendûb kılınmıştır. İkinci görüşün zayıflığına gelince, ki
bu Allah'ın: ayetidir, bu da bu mendubluğun devamını gösterir. Üçüncü
delillerinin zayıflığına gelince, ki bu Allah'ın: Tam aksine bunda, başka iki
izah tarzı daha vardır.
a) Bundan
maksat, emrolunduğunuz şey hususunda isyan etmeyin, demektir. Çünkü Araplar,
emrolunan şey hususunda isyan eden kimseye, "Ökçesinin üzerine geri
döndü" derler. Halbuki bu isyandan murad, mukaddes toprağa girmenin daha
evlâ olduğunun inkâr edilmesidir.
b) Bu nehyin
sadece muayyen bir zamanla tahsis edilmiş olmasıdır.
Cevaben deriz ki:
Usûl-i fıkıhta, emrin zahirinin vücûb ifâde ettiği sabit olmuştur. Bu sebeple,
işte bu kaideye binaen delilimiz tam olmuş olur. Ve yine farzedelim ki emir
nedb ifâde etsin... ancak emri terketme hususundaki müsaade, mendûbu terk
etmeye izin olmuş olur. Bu ise peygamberlere yakışmaz. Onun, Allah'ın
hitabından maksadın, olduğu şeklindeki sözünü kabul etmiyoruz. Biz deriz ki,
bunun delili şudur: Allah'u Teâlâ mukaddes beldeye girmeyi emredip, daha sonra
da, bunun peşine buyurunca, aklımıza bu nehyin, emrin taalluk ettiği şeye râci
olacağı gelir. Onun, bu nehiy muayyen bir zamana tahsis edilmiştir, sözüne karşılık
biz deriz ki, tahsis etmek zahirin hilâfınadır.
Ebu Müsttmel İstehanye
gelince, O, bundan maksadın Firavun'un Mısr'ı olmasını caiz görerek, buna iki
şey delil getirmiştir:
a) Şayet
biz şeklinde tenvinsiz olarak okursak,
bu şüphesiz, muayyen bir beldenin alemi olur. Halbuki dünyada, bu muayyen
beldenin dışında bu isimle anılan başka bir belde yoktur. Bu sebeple lâfzı ona
hamletmek gerekir. Bir de lâfız, alem olmakla sıfat olma arasında dönüp
dolaştığında o lâfzı aleme hamletmek sıfata hamletmekten daha evlâdır. Meselâ
"zalim" ve "hadis" lafızları gibi.. Çünkü bunlar alem
olarak kullanıldıklarında, onları özel isim almamız daha uygun olur. Ama, şayet
onu tenvinle okursak
bu durumda tenvinle
birlikte ya onu alem isim kabul eder, Nûh ve Lût kelimelerinde olduğu gibi,
ortası sakin olduğu için buna tenvin gelmiştir deriz; bu durumda da izah, daha
önce geçen izahın aynısı olur. Ama onu cins isim kabul edersek,bu durumda Hak
Teâlâ'nın: hitabı.muhayyer gerektirir. Nitekim adam, "Köle azad
et!"dediğinde, bu ifâde dünyadaki kölelerden herhangi birisinin
seçilebileceğini gösterir.
b) Allahu
Teâlâ Israiloğullarını Mısr toprağına varis kılmıştır. Bu yer onlara miras
olunca, oraya girmelerinin haram kılınmış olması imkânsız olur. Bu yerin
onların mirası olduğunun delili ise, Allah'ın :
"Biz onları
bahçelerden, akan sulardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çtkardtk. İşte
böyle çıkardık biz onları. Ve onlara, Israiloğullarını mirasçı kıldık"
(Şuârâ, 57—59) âyetleridir. Bu yerin onların mirası ve mülkü olduğu ortaya
çıkınca, onların oraya girmekten men edilmemeleri gerekir. Çünkü bir şeye varis
olmak, o şeye mâlik olmayı ifâde eder. Mülkteki tasarruf ise mutlaktır,
istenildiği biçimde olur. Buna göre şayet, başka bir sebepten ötürü oraya
girmekten men edilmiş olsa da, insan bazan bir evin mâliki olabilir. Meselâ
kendisine, mescidde günlerce itikâf etmeyi vâcib kılan kimsenin durumu gibi,..Çünkü,
bu durumda onun evi her ne kadar onun mülkü olsa dahi, onun oraya girmesi
haramdır. Buna göre: "Allah, velayet ve onda tasarruf etmek mânasında
olmak üzere, onları Mısr'a mâlik kılmış; daha sonra da; ifadesiyle o mukaddes
toprakta sakin olmalarını kendilerine vâcib kılmış olması bakımından niçin
onlara Mısr'a girmeyi haram kılmıştır, denilmesi niçin caiz olmaz?"
denilirse, biz deriz ki aslolan mülkün tasarruf hususunda mutlak olduğudur.
Binaenaleyh tasarruftan men etmek, delilin aksinedir.
Ebu Müslim'in
zikrettiği bu iki delile karşılık olarak birinci grup şöyle ce-.ap vermiştir:
Onun birinci izahına gelince, ona şu şekilde cevap veririz: Biz, meşhur olan
kıraate sarıldık, ki bu ktraat kelimesinin tenvinli okunmazdır. Ebu Müslim'in,
"Bu kıraat, muhayyerliği gerektirir" sözüne karşılık biz şöyle deriz: Evet; fakat biz
zikrettiğimiz deliller ile umumi olan ifâ-
bu belli olan beldeye
tahsis ediyoruz. İkinci izahına gelince, buna şöyle ip veririz: Biz, mülkün
tasarruf için mutlak olduğu hususunda
münakaşa etmiyoruz. Fakat bu kaide, bu asıl rehine bırakılmış veya kiraya
verilmiş olak gibi, geçici bir sebepten dolayı terkedilir. Biz de bu aslı,
sunmuş olduğumuz delilden dolayı terkettik.
[201]
Cenâb-ı Hakk'ın,
âyetine gelince, bunun -anası şudur: Zillet, onları kuşatacak şekilde ve onlar
da onun içinde, kub-oeye hapsedilmiş kimse gibi olacakları bir vaziyette,
onları kuşatacak bir du-Tjma getirilmiştir. Veya, onlara zillet, duvarın
üzerine yapıştırılıp ondan ayrılmayan çamur gibi, onlardan silinemeyecek bir
damga gibi onlara yapışıştır. Zillet hususunda akla en yakın görüş, ondan muradın,
Cenâb-ı Allah'ın -arb edip bozgunculuk yapan kimse hakkında söylemiş olduğu:
"Bu, onların
dünyadaki rüsvaylığıdir'(Maide, 33) âyelindeki gibi, müstehak olmak sadedinde
kullanılmış olmasıdır. Bundan muradın, bilhassa Allah'ın:
"Zelil ve hakir
olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar..." (Tevbe, 29) âyetinden
dolayı, cizye olduğunu söyleyen kimsenin bu görüşü uzaktır. Çünkü onlar ta
baştan beri cizye vermeye mecbur bırakılmamışlardı.
Allah'ın, sözünden
murad, fakirlik ihtiyaç hali ve şiddetli bir sıkıntıdır. Bu cins şeylerin, ceza
olması caizdir. Bazı alimler bunları mu'cize-ierden saymışlardır, Çünkü Hz.Musâ
(a.s), onlara zillet ve meskenet vurulacağını haber vermiş ve haber verdiği
gibi de çıkmıştır. Bu, gaybtan haber verme olduğu için bir mucize olmuştur.
Hak Teâl'nın (Gazaba)
uğradılar" ifadesine gelince, bunda birkaç vecih vardır:
1) dönmek
manasınadır. Allah'ın sözü "dönerler ve yönelirler" demektir, fiili
sadece kötü söylere dönmek ve yönelmek için kullanılır.
2) kaplamak
manasınadır. Buna göre fa sözünün manası, "Allah'ın gazabı
onların üstünü kapladı" demek olur. Bu görüşü Zeccâc söylemiştir.
3)
hakettiler manasınadır. Allahu Teâlâ'nın:
Ben, benim günahımı ve
senin günahını yüklenmeni İstiyorum'' (Mawe, 29), yani "her iki günaha da
müstehak olmanı istiyorum" ayeti bu manadadır. Allah'ın gazabına gelince
bu, intikam murad etmesi demektir.
Cenâb-ı Hakkın: oniann
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri sebebiyle olmuştur" âyeti, önce
zikredilmiş olan, onlara zillet ile meskenet vurulması ve gazab-ı İlâhi'nin
onları bulması cezasının illetini göstermektedir.
Mu'tezile,
"Zillet ve meskenetin Allah'ın yaratması ile onlarda olması gibi küfür de
Allah'ın yaratması ile onlarda meydana gelmiş olsaydı, birinin diğerine
karşılık ceza kılınması, diğerinin birinciye ceza kılınmasından daha evlâ
olamazdı" demiştir. Bunun cevabı şöyledir: Bu görüş, ilim (bilme) ve sebeb
(birşeyi yapmaya çağıran şey) meselesine terstir. Küfrün hakikati ile ilgili
izah yukarıda geçmişti.
Allah'ın:
"Peygamberleri haksız yere öldürdükleri için" âyetine gelince, bunun
manası, "onlar geçen cezaları, keza bu fiilleri sebebiyle de
haketmişlerdir" demektir. Bu âyetle ilgili bazı sorular vardır:
Birinci Sual:
Âyetle İlgili Bazı Sualler:
Cenâb-ı Hakk'ın:
ediyorlar" sözüne, onların peygamberleri öldürmeleri de dahildir. O halde
"Peygamberleri haksız yere öldürüyorlar" diye niçin onu tekrar
etmiştir?
Cevab: Burada
bahsedilen Allah'ın âyetlerini inkârdır. Bu ise, âyetleri bilmemek ve inkâr
etmek demektir. Bu sebeble peygamberleri öldürmek, bu ifâdenin şümulüne
girmez.
İkinci Sual:
Peygamberin Haklı Yere öldürülebileceği Söylenebilir mi?
Allah, niçin
"haksız yere" buyurmuştur? Halbuki peygamberleri öldürmek her
halükârda haksız yere olur.
Buna iki şekilde cevab
veririz:
a) Bâtıl bir
işi yapmak bazan hak olabilir. Çünkü onu işleyen kimse, kalbindeki bir
şüpheden ötürü onu hak (doğru) zannedebilir. Bazan da onun bâtıl olduğunu
bilerek yapar. Şüphesiz ikinci şekil daha kötüdür. Bu sebebten ötürü Hak
Teâlâ'nın, ifadesinin manası şöyle demek olur: "Bu öldürme, onların
inancına ve zanlanna göre de hak olmadığı halde, onlar peygamlerleri
öldürmüşler. Hatta bu işin çirkinliğini biliyorlardı, bunu bile bile
yapmışlardır."
b) Bu tekrar
tıpkı, "Kim Allah ile beraber diğer bir tanrıya, buna dâir hiçbir delili
olmadığı halde, taparsa..." (Mü'mmûn.n7)ayetinde olduğu gibi, te'kid
içindir. Çünkü ikinci bir ilâh edinen kimsenin herhangi bir delilinin olması
imkânsızdır.
Bir üçüncü cevab da
şöyledir:
a) Allahu
Teâlâ, şayet, sırf peygamberleri öldürdükleri için onları zemmetmiş olsaydı, o
zaman onlar, "Onları gerçekte öldüren Allah değil midir?" dererdi.
Fakat Hak Teâlâ, Allah'dan sudur eden öldürmenin "hak" olan bir
öldürüş, başkalarının öldürmesinin ise "bâtıl" olan (haksız) bir
öldürüş olduğunu beyan etmiştir.
Allahu Teâlâ'nın:
"Bu, onların âsi olmaları sebebiyledir" ifadesine gelince bu, aynı
lâfızla yapılmayan bir tekrarı te'kid içindir. Bu ifade aynen, birisinin, bir
çok defa suç işlemiş olan kölesine, en sonunda cezalandırırken, "Bu, bana
isyan ettiğin, emrimi tutmadığın için; bu bana karşı cüretkârlık gösterdiğin ve
benim hilmime aklandığın için..." diyerek, ona itiraz fırsatı vermemek
için, çeşitli ifâdelerle suçlarını sayıp dökmesi gibidir.
Allahu Teâlâ'nın:
"Onlar haddi aşıyorlardı" ifadesine gelince bundan maksad onların
zulümleridir. Yani "Onlar haktan bâtıla geçtiler" demektir. Bil ki
Hak Teâlâ, onlara inen cezayı zikrettiği zaman, bu cezanın sebebini açıkladı ve
bunlar içinde de evvelâ Allah'a karşı yaptıktan şeyi zikretti. Bu, onların
Allah'ı ve nimetlerini inkâr etmeleridir. Sonra büyüklük bakımından ikinci
gelen suçlarını zikretti ki bu da, peygamberleri öldürmeleridir. Üçüncü olarak,
onlara has olarak sâdır olan günahlarını zikretti.
Dördüncü olarak, haddi
aşmak ve zulmetmek gibi, başkalarına zarar veren günahlarını zikretmiştir. Bu
son derece güzel bir tertibdir. Şayet "Hak Teâlâ, burada buyurarak,
"hak" lafzını eliflamlı olarak marife, Al-i İmran suresinde:
"Allah'ın
âyetlerini İnkâr edenler ve peygamberleri bir hakları olmaksızın
öldürenler..."(Ali imran,21)buyurarak,yine Al-i İmran sûresinde:
"(Onlar) peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. (Bir de) çünkü onlar
isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi. Hepsi bir değildirler" (aı-i imran,
112-113) buyurarak nekire getirmiştir.
"Bu ikisi
arasındaki fark nedir?" denilirse, cevab olarak deriz ki: Müslü-manlarca
malum olan "hak", öldürmeyi gerekli kılan haktır. Nitekim
Hz.Peygamber (s.a.s):
"Müslüman bir
kimsenin kanı ancak şu üç şeyin birisi ile helâl olur (yani Öl-dürülebilir):
İman ettikten sonra İnkâr, evlendikten sonra zina, haksız yere birisini
öldürmek"[202]
buyurmuştur. Buna göre harf-i tarifle gelen "hak" işte buna işaret
etmek içindir. Nekre olarak gelen "hak'tan murad İse, umumun tekididir,
yani burada hiç bir surette bir hak mevcut değildir, ne müslümanlar, ne de
başkaları nezdindeî.
"Şüphe yok ki
iman edenler, yahûdiler, hristiyanlar ve sabitlerden kim (Hz.Muhammed
(s.a.s)'in şeriatına göre) Allah'a ve ahiret gününe iman edef, bununla beraber
salih amelde bulunursa, elbette onların Rab'leri -katında ecirleri vardır. Hem
onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklar"
(Bakara, 62).
Bil ki meşhur
kıraat, dâl harfinin zammesi ile kelimeyi okumaktır. Dahhâk ve Mücâhid'den,
dâl harfinin fethast ve vâv harfinin sükûnu ile şeklinde okudukları rivayet
edilmiştir. Şu kelimeler, hangi âyette bulunursa bulunsun meşhur olarak,
hemzeli şekilde ve diye okunur. Nâfi, Şeybe ve Zühri'nin hemzesiz ve sakin yâ
harfi ile bu kelimeyi; hemzesiz ve bâ harfinin ötüresi ile şeklinde okudukları
rivayet edilmiştir. el-Amrî'den, her iki şekli ile de kelimeyi hemzeli okuduğu;
Ebu Cafer'den, her ikisinde de kelimeyi hemzeye bedel hâlis "ye"
harfi ile okuduğu rivayet edilmiştir.
Bu kelimeyi hemzesiz
okuma, iki ihtimalden dolayıdır:
1) Bu, bir
kimse bir şeye meyledip onu sevdiği zaman, bunu ifade etmek için
kullanılan £aj tç# fiilindendir.
2) Burada
hemze kalbolunmuştur. Buna göre ve deriz. Bu kelimenin tercih edilen kıraati,
hemzeli okunmasıdır. Çünkü bu, ekseri kârilerin okuyuşudur ve kelimenin
tefsirine de en yakın olandır. Zira ilim ehli şöyle demişlerdir: bir dinden
çıkıp diğer dine giren kimsedir."
Bil ki Allah'ın âdeti,
bir vaa'd veya va'îdde bulunduğunda peşinden sözün tam olması için, onun aksi
olan şeyi de zikretmesidir. İşte burada, Ehl-i Kitab'dan kâfir olanların
hükmünü ve başlarına gelen cezaları zikredince, Allah, iyilikte bulunan
kimseyi ihsanı ile, kötülük yapan kimseyi de kötülüğü ile cezalandırdığını
göstersin diye, mü'minlere âit büyük mükâfaatı ve bol sevabı haber vermiştir.
Nitekim O:
"Kötülük
işleyenlere yaptıkları ile, iyilik işleyenlere daha iyisi ile karşılık versin
diye..." (Necm, 31) buyurmuştur. İşte bu sebeple burada da; buyurmuştur.
[203]
Müfessirler, bu ayette
kimlerin kasdedildiği konusunda ihtilâf etmişler-dir. Bunun sebebi, aynı âyetin
sonundaki: Allah'a ve âhiret gününe iman ederse" ifadesidir. Çünkü bu:
"iman edenler..." ifadesindeki imandan kastedilen şeyin, ifadesindeki
imandan kastedilen şeyden başka olmasını gerektirir. Müşkil olma bakımından
bunun bir benzeri de:
"Ey iman edenler,
iman ediniz" (Nisa, 136)ayetidir. İşte bu müşkiİlikten ötürü âlimler
birçok görüş zikretmişlerdir:
a) İbn Abbas
(r.â)'ın görüşüne göre, bundan murad, Hz.Peygamber (s.a.s) gönderilmezden önce,
yahûdilik ve hristiyanlığın batıl itikadlartndan berî olarak Hz.İsâ (a.s)'ya
inanmış olan kimselerdir. Meselâ, Kuss b. Sâide, Rahib Bahîrâ, Habibu'n-Neccâr,
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel, Selman-ı Fârisi, Ebu Zerr'iJ-Gjfâri ve
Necâşî'ntn heyetindeki kimseler gibi...Buna göre sanki Hak Teâlâ şöyle
demektedir: "Hz.Muhammed peygamber olarak gön derilmeden önce yahûdilerin
batıl dini üzere ve hristiyanların batıl dini üzere olanlardan, Hz.Muhammed,
peygamber olarak gönderildikten sonra Allah'a, âhiret gününe ve Hz.Peygambere
iman eden herkes için, Rab'leri katında mü-kafaat vardır."
b) Allah
Teâlâ, bu sûrenin evvelinde, münafıkların yolunu, sonra da ya-hudilerin yolunu
anlatmıştır. Buna göre Allah'ın bu ayetteki "iman edenler (den) ifadesirden
maksad, kalbten değil de "lisânen (zahiren) imân etmiş" görünen
kimselerdir. Bunlar da münafıklardır. Buna göre Allah Teâlâ, burada önce
münafıkları, sonra yahûdileri sonra hristiyanları, daha sonra da sabitleri
saymıştır. Bu nedenle sanki Cenab-ı Hak: "Bu batılcılardan kim hakiki
olarak imân ederse, Allah katında mü'rninlerden olur" demektedir. Bu
Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür.
c) Allahın
ifadesinden muradı, gerçekde Hz.Muhammed (s.a.s)'e inanan kimselerdir. Bu ifâde
geçmişle alâkalıdır. Daha sonra gelen:
"Kim Allah'a imân
ederse" ifadesi ise gelecekle ilgilidir. Buna göre bunların manası,
"Bundan önce imân eden, imânını sürdüren ve gelecekte de sürdürecek olan
kimseler.,." demektir. Bu, kelamcılann görüşüdür.
[204]
Cenâb-ı Allah'ın
buyruğuna gelince, buradaki kelimesinin iştikakı (kökü) hususunda âlimler,
birkaç görüş belirterek ihtilâf etmişlerdir:
1) Buzağıya
taptıkları için tevbe ettikleri ve:
"Ya Rabbi
biz tevbe ederek sana döndük" (Araf, 156) dedikleri zaman İsrailoğulları,
yahudi ismini almışlardır. Bu görüş İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
2) Benî
isrâil, Hz.Yakub (a.s)'un en büyük çocuğu olan Yehûza'ya nisbet edildikleri
için "Yahûdî" diye isimlendirilmiştir. Araplar kelimeyi Arapça bir
şekle sokmak için "dâl" harfi ile telâffuz etmişlerdir. Çünkü onlar
Arapça olmayan isimleri, dillerine aktardıkları zaman bazı harflerini
değiştirirler.
3) Amr b. Âlâ şöyle demiştir: Onlar Tevrat'ı okurken sallandıkları için
(sallanma manasına gelen) bu isimle isimlendirilmişlerdir.
[205]
kelimesine gelince, bunun iştikakı hususunda
da birkaç görüş vardır:
1)
Hz.İsâ(a.s)'nın konakladığı kasabanın adı "Nâsıra"dır. Bundan dolayı
hristiyanlar da bu kasabaya nisbet edilerek diye isimlendirilmişlerdir. Bu İbn
Abbas, Katâde ve İbn Cüreyc'in görüşüdür.
2)
Birbirleriyle yardımlaştıkları için
("yardımlaşmak" manasına gelen dan dolayı) bu ismi almışlardır.
3) Hz.İsâ
(a.s), havarilerine"Allah yolunda
bana yardım edecek olanlar (ensârım, dostlarım) kimlerdir?" (Sâff.14) dediği
için böyle isimlendirilmişlerdir. Keşşaf sahibi, nasârâ kelimesinin,
kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyerek şöyle der: "Arapça'da "yardım
eden adam, yardım eden kadın" denilir kelimesindeki yâ harfi,
kelimesindeki gibi, mübalağa ifade eder. Bunlara, Hz.İsâ (a.s)'ya yardım
ettikleri için "Nasrânî" denilmiştir."
[206]
Allahu Teâlâ'nın
ifadesi, bir kimse dininden çıkıp başka bir dine girdiğinde, bunu ifade etmek
için söylenilen fiilindendir. Bu manada Araplar da Hz.Peygamber (s.a.s)'i
"Sâbiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü O, onların dininden başka bir din
göstermiştir. Bu manada, yıldızlar doğacağı yerden çıktığı zaman birisini
çıkardığımız zaman, denilir.
Müfessirlerin,
sâbiîlerin itikadlarını açıklama hususunda çeşitli görüşleri vardır:
1) Mücahid
ve Hasan Basri, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile
evlenilmeyen mecûsî ve yahûdilerden olan bir taife olduğunu söylemişlerdir.
2) Katade,
bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler
olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: Beş türlü din vardır. Dört
tanesi şeytanın, bin Allah'ın dinidir. Meleklere tapan sâbiîlerin, ateşe tapan
mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytanın dinidir.
3) Doğruya en
yakın olan bu görüşe göre, sâbiıler yıldızlara tapan bir taifedir. Bu
sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:
a) Kâinatın
yaratıcısı Cenâb-ı Allah'dır. Ancak O, bu yıldızlara ta'zim edilmesini ve
onların ibâdet, duâ ve ta'zim için kıble kabul edilmelerini emretmiştir.
b) Allah
felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şer, sıhhat ve
hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan
dolayı insanların, onlara ta'zim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden
ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb,
Hz.İbrahim (a.s)'in itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği,
Keldanilere âit bir mezhebtir.
[207]
Sonra Hak Teâlâ,
âyette geçen dört fırka hakkında, bütün dalâlette olanlar dalâletlerinden
vazgeçip hak dini tasdik ettikleri zaman, Allah'ın onların imanlarını ve
taatlarını kabul edeceğini ve onları huzurundan kovmayacağını bilsinler diye,
Allah'a imân ettikleri takdirde âhirette onlara mükâfaat vereceğini
açıklamıştır. Bil ki "Allah'a imân etme" ifadesine, Allah'ın vâcib
kıldığı şeylere, yani, peygamberlerine imân; âhiret gününe imân etmek ifadesine
de âhiretle ilgili bütün hükümler girer. Allah'a ve âhiret gününe imân, sevab
ve ikâbı gerektirecek mükellefiyet ve âhiret halleri hakkında, dinlen
ilgilendiren herşeyi kendinde toplamaktadır.
Hakk Teâlâ'nın
"Rabieri yanında" ifadesine gelince, bundan maksad "mekan"
ile ilgili bir yanında oluş değildir. Çünkü bu Allah hakkında düşünülemez. Bu,
emânetferdeki gibi koruma manasına da değildir. Aksine bundan maksad, onların
mükâfaatlannın Rabieri katında meydana gelecek olan kesin bir ücrettir.
[208]
Allah Teâlâ'nın,
"Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır" âyeti
hususunda şöyle denilmiştir: Allah, dünyevî meselelerde onlardan korku ve
üzüntüyü kaldıracağını kasdetmiştir. Bazı âlimler ise, Allah'ın bunu, uhrevî
sevab hususunda söylediğini belirtmişlerdir. Bu ikinci görüş daha doğrudur.
Çünkü O'nun, ifadesi, nefy hususunda umûmî bir ifâdedir, âyeti de böyledir.
Korku ve üzüntünün olmaması dünyada iken bilhassa mükellefler için söz konusu
değildir. Çünkü onlar her vakit ya dünyevî veya uhrevî bir sebebten dolayı
üzüntü ve korku içindedirler. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk sanki onlara âhirette
mükâfaat vaadetmiş ve sonra bu mükâfaatın korku ve endişelerden uzak olacağını
açıklamıştır. Bu da onların mükâfaatlannın ebedî olmasını gerektirir. Çünkü
onlar o nimetin sona erebileceğini düşünselerdi, onları büyük bir üzüntü
bürürdü.
[209]
Şayet bir kimse derse
ki: "Allah Teâlâ, bu âyeti Mâide sûresinde: "İmân edenlerden,
yahûdüerden, sâbiîlerden ve tıristîyanlardan kimler Allah 'a ve âhfret gününe
imân ederlerse, onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır"
(Maide. 69) şeklinde; Hacc sûresinrlp
"Oimân edenler, yahûdüer, sabitler, hristtyanlar, mecûsiler ve
müşrikler (yok mu?) Allah kıyamet günü (bütün) bunların aralarında hüküm
verecektir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görendir" (Hacc, 17) şeklinde
getirmiştir. Âyetlerdeki sayılan sınıfların takdim ve tehiri; Sâbiîn lafzının
bir âyette merfû, başka bir yerdeyse mansûb olmasıyla meydana gelen
farklılıkta, bu değişiklikleri gerektiren bir fayda var mıdır derse, böyle bir
soruya cevaben şöyle deriz: Bu âyetleri ifâde eden Ahkemu'l-Hakimîn olan
Cenâb-ı Hakk olunca, mutlaka bu değişikliklerde hikmetler ve faydalar vardır.
Eğer biz bu hikmetleri idrak edersek, kemâle ulaşmış oluruz. Eğer idrakten
âciz kalırsak, kusur Hakim olan Allah'ın sözü hakkında değil, bizim
akıllarımız için söz konusu olur.
[210]
"Hant sizden bir
mîsak almıştık, Tûr'u da üstünüze kaldırdık." Size! verdiğinizi kuvvetle
tutun ve onda olanları hatırlayın. Ta ki müttaküerden olasınız. Soma, oram
atfcas\wiau vtas W& çevfrcttnfz. Eğer size Allah'ın iütfü ve rahmeti
olmasaydı, elbette sizler hüsrana uğrayanlardan
olurdunuz"
(Bakara, 63-64).
Bil ki, işte bu,
Allah'ın onlara vermiş olduğu onuncu nimettir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah
onlardan, kendi menfaatleri için mîsak almıştır. Bundan dolayı bu, Allah'ın
onlara bir nimeti olmuştur.
[211]
Cenâb-ı Allah'ın:
âyetinde iki konu vardır.
Birinci Konu: Misak
(Ahid)'Hakkında: Bil ki misâk ancak inkiyadı ve itaati gerektiren emirleri
yapmakla olur. Müfessirler misâkı açıklamak için birçok şeyler söylemişlerdir:
a) Bu,
Allah'ın, Yaratıcının varlığına, hikmetlerine ve peygamberlerinin doğruluğuna
delâlet eden delilleri akıllara yerleştirmesidir. Bu çeşit misâk, misâk-ların
ve ahidlerin en kuvvetlisidir. Çünkü bu çeşit misâkta, hiçbir şekilde cayma ve
değiştirme imkânı yoktur. Bu görüş, Esâm'a aittir.
b)
Abdurrahman b.Zeyd b.Eslem'den rivayet edilen görüşe göre, Hz.Musa (a.s),
Rabbisinin huzurundan levhalarla dönünce, Benî İsrail'e, "Bunlarda
Allah'ın kitabı yazılıdır." dedi. Onlar da,"Allah'ı açıkça
görmedikçe, sana inanmayız" dediler. Allah, bunun üzerine,"Bu, benim
kitabımdır, bunu alın" der. Bunu müteakib onları ölüm yakaladı da hepsi
öldüler. Sonra Allah onları diriltti. Daha sonra onlar Hz.Musâ (a.s)'ya tekrar,
"Allah'ın kitabını alın" dedi. Onlar direttiler. Allah da onların
üstüne Tür dağını kaldırdı ve onlara "Kitab'ı alın, yoksa bu dağı üstünüze
bırakacağız" denildi. Böylece o kitabı kabul ettiler de, Tür üzerlerinden
kaldırıldı. İşte misâk budur.
Bu böyledir çünkü, Tür
dağını üzerlerine kaldırmak, aklı hayrette bırakan; yalanlayıcıları tasdike,
şüphe edenleri yakîne götüren harikulade, açık bir mucizedir. Onlar bunu
görünce ve onun Allah tarafından, Mz.Musâ (a.s)'ya diğer mucizelere ek bir
mucize olarak verildiğini anlayınca, Hz.Musâ (a.s)'yı Allah'-dan getirdiği
dinde tasdik ederek, açıktan tevbe ettiler ve yapmış oldukları buzağıya tapma
kötülüğüne bir daha dönmeyeceklerine, Tevrat ile âmel edeceklerine söz verdiler
ve ahidde bulundular. İşte bu, Allah için kendilerine vacib kıldıkları emin bir
ahd (misâk) oldu. Bu Ebu Müslim'in tercih ettiği görüştür.
c) Allah'a
verilmiş iki söz (ahd, misâk) vardır:
1) Allah insanları Hz.Adern (a.s)'in sulbünden çıkarıp, kendilerini kendi
üzerlerine şahid tuttuğu zamanki ahd.
2) Allah
Teâlâ, insanlara peygamberlerine uymayı mecbur kılmıştır. İşte burada
kastedilen, bu âhiddir. Bu İbn Abbas (r.a)'m görüşüdür, bu zayıf bir görüştür.
İkinci Konu:
Misâk Kelimesinin Müfred Getirilmesinin Sebebi:
Kaffâl şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ, buyurmuş, dememiştir. Bunun iki sebebi vardır:
a)
Allah, bununla: "Yani sizden herbirinizi
çocuk olarak çıkarır" (Hacc. 5) âyetinde de olduğu gibi,, insanların
herbirinden tek tek bu misâkı aldığını ifâde etmek istemiştir.
b) Onların
her birinden alınan misâk, aynı misâkdır. Böylece o, tek bir mi-sâk olmuş olur.
Şayet Allah buyursaydı, o zaman onlardan tek bir misâk alındığı değil, onlardan
birçok misâklar alınmış olduğu zannediiirdi. Allah en iyi bilendir.
[212]
Allah Teâlâ'nın,
"ve Tûr'u üzerlerine kaldırdık" ifadesinin bir benzeri de:
"Biz bir zaman,
dağı, sanki bir gölgelik gibi çekib onların üstüne kaldırmıştık" (A'râf,
171) ayetidir. Bu hususta birkaç bahis vardır;
Birinci Bahis:
Allah Teâlâ'nın, ifadesindeki î harfi, İbn Abbas (r.a)'ın tefsirine göre, atıf
vâvıdır. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Misâk daha önce alınmış
idi. Ne zaman ki onlar Kitab'ı kabul etmekten imtina ederek ahdi bozdular,
üzerlerine Tûr kaldırıldı. Ebu Müslim'in tefsirine göre ise bu atıf vâvı değil,
vâv-ı haliyyedir. Nitekim "Ben bu işi yaptım, halbuki zaman o
zamandı!" denilir. Buna göre Hakk Teâlâ sanki söyle demektedir:
"Tûr'u üzerinize kaldırdığımız esnada hani sizden misâk (söz)
almıştık..."
İkinci Bahis:
Tûr Cins İsmi Midir Özel İsim Midir?
Her dağa
"Tûr" denildiği de söylenmiştir. Nitekim el-Accâc şöyle demiştir:
üsr "(Kartal), kanatlarını dağa yaklaştırdı; hemen, şahini yakalamak
için, savuştu. Bir de ne görelim, şahin kanatlarını yummuş, yere
konmuş..." Halil ise, kitabında muayyen bir dağın ismi olduğunu
söylemiştir. Bu doğruya daha yakındır. Çünkü kelimenin lam-ı ta'rifi, bunun bu
isimle adlandırıldığt bilinen belli bir dağ olarak anlaşılmasını gerektirir.
Bilinen dağ ise, üzerinde bu münacaatın yapıldığı dağdır. Allah'ın, onu Benî
İsrail'in bulundukları yere çok uzak bir yerde bulunsa da, nakletmesi ve
onların üzerine kaldırması mümkündür. Çünkü dağı havada tutmaya kadir olan
Allah, onu yerinden söküp uzak bir yerden onların üzerine getirmeye de
kadirdir.
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: Allah Teâlâ, Filistin dağlarından birine emir vermiş ve böylece o dağ
yerinden sökülerek, bir gölge gibi onların üstüne geldi. Onların tuttuğu alan,
kenarı bir fersah olan kare şeklinde bir yer idi. Bu halde iken, Allah Teâlâ
onlara, Tevrat'ı kabul etmelerini, aksi halde dağı üzerlerine bırakacağını
vahyetti. Bunun üzerine onlar kaçacak bir yer bulamayınca Tevrat'ı, ihtiva
ettiği hükümlerle kabul ederek, dağın üzerlerine düşeceğini düşünerek korkuyla
secdeye kapandılar. Bir yandan dağa baktıklarından ya-hûdiler bir yanakları
üzerine secde etmişlerdi.
Üçüncü Bahis:
Dağın Havada Durmasının İzahı:
Bazı mülhidler
(inkarcılar), ağır bir şeyin direksiz olarak havada durmasının mümkün olduğunu
kabul etmediler, yeryüzü için de şöyle dediler: "O, tabiatı gereği
merkezde durmak ister. Bu sebeble de merkezde durmuştur." Bunların
görüşlerinin fâsid olduğuna dâir delilimiz şudur: Şüphesiz Allah Teâlâ
hertürlü mümkinata kadirdir. Ağır bir cismin havada durması da mümki-nattandır.
Bu sebeble Allah'ın buna da kadir olması gerekir. Bu iki mukaddimenin tam
izahı, akâid kitaplarında yapılmıştır.
Dördüncü Bahis:
Bazı mülhidler (inkarcı sapıklar), "Dağın onlar üzerine bir gölgelik gibi
olması mümkün değildir. Çünkü bu olmuş olsaydı, bu insanları imana mecbur
kılan bir hal olurdu. Böyle bir mecbur kılış ise, teklifin ruhuna terstir"
dediler. Kâdi buna şöyle cevab verdi: "Bu, insanları imâna mecbur kılmaz.
Çünkü bundaki en büyük korkuları, onun üzerlerine düşeceği korkusudur. Buna
göre, onlar göklerin direksiz olarak üzerlerinde durduğunu gördükleri için, o
dağ bir zaman üzerlerinde durduğunda bu husustaki korkularının zail olması
muhtemeldir. Böylece de imâna mecbur ktlma hali ortadan kalkar, mükellefiyet
kalır."
Cenâb-ı Allah'ın:
ifadesinin manası, "Size verdiğimiz şeyleri ciddiyet, tam bir kararlılık
ile ve gaflet ile tembellikten vazgeçerek tutunuz" demektir, Cübbâi,
"Bu ifade, bir fiili yapmazdan önce onu yapacak kudretin (istita'a
kable'f-fii'l) bulunduğunu gösterir. Çünkü kalem olmaksızın, "Kalem ile
yaz" denilemiyeceği için, bir kuvvet bulunmadan, "şunu kuvvetle
tut" demek de caiz değildir" demiştir. Âlimlerimiz Cübbâi'ye,
"Bu ifadeden Hakk Teâlâ'nın maksadı, "Size verdiğimiz şeyleri
ciddiyet ve tam bir kararlılıkla tutunuz" demektir. Bize göre, azimet
(kararlılık) bazen fiili yapmadan önce mevcud olabilir" diyerek cevab
vermişlerdir.
Allah Teâlâ'nın: ifadesi,
"Kitab'da olan şeyleri ezberleyin, onları öğrenin, unutmayın ve onu ihmal
etmeyin" manasınadır. Buna göre, şayet âyette geçen zikr sözünü, aslî
manasına hamletmeli değil miydiniz?" denilirse, biz deriz ki: Nisyan
(unutma)'ın zıddı olan zikr (hatırlama), Allah'ın fiillerindendir. Binaenaleyh
bu zikri emretmek nasıl caiz olur? Amma biz bu kelimeye öğrenme manası
verdiğimizde, ortada bir problem kalmaz.
Allah-u Teâlâ'n;
ifadesine gelince, bu "ittikâ etmeniz i-çin" demektir. Cübbâi, bu
âyetle, Hakk Teâlâ'nın herkesin taatını murad ettiğine delil getirmiştir.
Bunun cevabı daha önce geçmişti.
Bil ki Allah Teâlânın:
"Hani Biz Turu üzerinize kaldırdığımız halde sizin mfsakınızı almıştık ve
"size verdiğimiz şeyleri kuvvetle tutunuz" (demiştik)" âyetinden
onların bu emri tutmuş oldukları anlaşılıyor. Aksi halde bu, bir mi-sâk alma
olmaz ve bunun peşisıra Allah'ın: "Sonra yüz çevirdiniz" demesi
doğru olmazdı. Binaenaleyh bu, onların kitabı kabul edip ona sarıldıklarını
gösterir.
Cenâb-ı Hakk'ın:
ifadesi, "Daha sonra misâktan ve onun gereğini yapmaktan yüz
çevirdiniz" demektir.
Katfâl -Allah ona
rahmet etsin- şöyle demiştir: Herkes tarafından bilinir ki Benî İsrail,
Tevrat'ı kabul edip, Tûr dağı üzerlerine kaldırıldıktan bir müddet sonra,
birçok hususta Tevrat'tan yüz çevirip, meselâ onu tahrif etmişler, onunla âmel
etmeyi bırakıp, peygamberleri öldürmüş, onları inkâr edip emirlerine karşı
çıkmışlardır. Belki de o Tevrat'ta sadece bazılarına âit olan hükümler vardır.
Bunlardan, önce gelenlerin yaptıkları, sonra gelenlerin yaptıkları hükümler vardı.
Gece gündüz harikulade haller müşahede ettikleri halde Tîh çölünde devamlı
Hz.Musâ (a.s)'ya karşı çıkan ve ona hertürlü eziyeti reva gören, konakladıkları
yerde açıktan günah işleyen, hatta bir kısmı yere batırılmış, bir kısmı ateşte
yakılmış ve veba hastalığı ile azab olunmuş kimseler vardı. Bütün bunlar
onların okudukları Tevrat tefsirlerinde vardı. Onlardan daha sonra gelen
nesiller, saklanamayacak işler yapmışlardır. Bundan dolayı (düşmanları
tarafından) Beytu'l Makdis'in harab edilmesi suretiyle cezalandırıldılar. Daha
sonra Hz.İsâ (a.s)'yı da inkâr ettiler ve onu öldürmek istediler. Kur'an'da her
nekadar onların yüz çevirdikleri Tevrat hükümlerinin neolduğu beyan edilmemiş
ise de bunlar malûm şeylerdir. Bu, Allah Teâlâ tarafından onların atalarının
inadcılıklarını haber vermektir. Bu sebeble onların, kendi kitabları ve
peygamberlerine karşı tavırları bu anlatılan tavır olunca, Hz.Muhammed
(s.a.s)'in getirdiği kitabı inkâr edip, onun hak peygamber olduğunu kabul etmemeleri
şaşılacak birşey değildir. Allah en iyisini bilir.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Eğer Allah'ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizler hüsrana
uğrayanlardan olurdunuz" âyeti ile ilgili iki konu vardır:
Birinci Konu:
Buradaki Fadl (Lütuf) dan Maksad: Kaffâl, bu âyetin tefsiri hususunda iki görüş
söylemiştir:
a) Allah'ın
size mühlet vermesi ve hakettiğiniz azabı tehir etmesi gibi, lû-tufları
olmasaydı, sizler canlarını cehennem ateşine karşılık satan, hüsrana uğramış,
yani mahvolmuş kimseler zümresinden olurdunuz. Allah'ın bu buyruğu, onların bu
gibi bir hüsrandan kurtulduklarını gösterir. Çünkü Alfah Teâlâ, onlar tevbe
edinceye kadar mühlet tanımak suretiyle, onlara lütufta bulunmuştur.
b)
Onlarla ilgili bu haber, ifâdesi ile son
bulmuştur. Bunun peşinden
buyurulmasının, sözü evveline döndürmek olduğu söylenmiştir. Yani
"Üzerinize dağı kaldırmak suretiyle Allah size lütfetmiş olmasaydı,
Tevrat'ı inkâr etmeye devam ederdiniz. Fakat Allah size ikramda bulundu, size
rahmet etti ve bunları size lütfetti de böylece siz tevbe ettiniz"
demektir.
İkinci Konu:
İlahî Lütuf Hakkında Mu'tezile'nin Bocalaması:
Birisi şöyle
diyebilir: (Eğer.....olmasaydı) kelimesi, başka bir şey olduğu zaman diğer
oirşeyin olamayacağını ifade eder. Bu nedenle kelime, "hüsrân"ın
olmamasının, fazl-ı ilâhînin bulunmasının ayrılmaz bir hali olmasını
gerektirir. Bu sebeble, hüsranın bulunduğu yerde Allah'ın lûtfunun bulunmaması
gerekir. Bu ise Allahu Teâlâ'nın, dînî lûtuflardan kâfirlere hiçbirşey
vermediğini gösterir. Ki bu Mu'tezile'nin görüşüne terstir." Ka'bi bu
soruyu şöyle cevaplamıştır: Allah Teâlâ, fazl-ı İlâhi hususunda herkese eşit
davranmıştır. Fakat insanların bazıları bundan istifâde etmiştir. Bu sebeble
böyle denilebilir. Nitekim çocuklarına hediye vermede eşit davranan, ama ancak
bazı çocukları bundan istifâde edebilen bir kimseye, "Şayet baban sana
lütuf kâr davranmasaydı, sen fakir olurdun" denilmesi gibi...Bu, zayıf bir
cevabtır. Çünkü dilciler ^ jj lâfzının, başka birşey olduğu zaman diğer
birşeyin olamayacağını ifâde ettiğini açıkça belirtmişlerdir. Bu kaide sabit
olunca, Kâ'bi'nin sözü gerçekten düşer.
[213]
Andolsun, içinizden
cumartesi günü hakkında haddi aşanları bildiniz. İşte biz onlara "Hor ve
zelil maymunlar olun" dedik ve bu (cezayı) hem o zamanki insanlara hem de
daha sonra gelecek insanlara ibret verici bir
ceza ve miittakiler
için bir Öğüd vesilesi kıldık" (Bakara, 65-66)
Bil ki Allah Teâtâ,
ilk önce İsrail oğullarına olan çeşitli nimetlerini sayınca, bunu onlara
yönelttiği şiddetli belâların bazılarını anlatarak tamamladı. İşte bu âyetteki
husus, şiddetli belâların ilk çeşididir. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[214]
İbn Abbas (r.a)'dan,
bunların Davud (a.s) zamanın kedine
arasında ve deniz kenarında yer almış olan Eyle kasabasında oldukları,
bu kasabanın senenin bir ayında, dünyanın her tarafından çok çok balıkların
gelmesinden dolayı, deniz yüzünün âdeta görünmez bir şekil aldığı, bu ayın
dışında da bilhassa her cumartesi günü durum aynı olan bir yer olduğu; bunun
ise, Cenâb-ı Allah'ın:
Onlara, deniz
kenarında ki o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gununun (hürmetini ihlâl
ederek) haddi aşıyorlardı" (A'râf, 163) âyetinde söz konusu edilen kasaba
olduğu; onların deniz kıyısında havuzlar kazıp, bunlara denizden arklar,
kanallar açtıkları; bu kanallar yoluyla balıkların havuzlara geldiği ve
İs-raüoğullannın pazar günü onları avladıkları; bu şekilde balıkları havuzlarda
tutmalarının onlann haddi aşmaları olduğu; sonra onların, Allah'ın azabından
korktukları için, sadece havuzlardaki balıkları tutmakla yetindikleri; aradan
uzun zaman geçince çocuklarının da onların yolunu tuttuğu, mal-mülk sahibi
oldukları; cumartesi gününde avlanmayı hoş karşılamayan Medine ahalisinden bazı
kervanların oraya gelip onları bundan nehyettikleri; fakat onların bu tür
avcılıktan vazgeçmeyerek: "Biz şunca zamandır bu işe devam ediyoruz.
Allah, malımızı artırmaktan başka birşey yapmadı" dedikleri; buna karşılık
onlara: "Siz bu duruma aldanmayınız. Çünkü Allah'ın azabı ve helâkî er
geç size gelecektir" denildiği; bundan sonra onların zelil maymunlar
haline geldikleri, üç gün bu şekilde yaşadıktan sonra öldükleri rivayet
edilmiştir.
[215]
Âyette bu kıssadan
bahsedilişinin iki maksadı vardır:
a) Hz.Muhammed
(s.a.s)'in bir mucizesini ortaya koymaktır. Çünkü Allah'ın: "Andolsun
ki....bildiniz" ifadesi, sanki Hz.Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahûdilere
bir hitab gibidir. Hiçbirşey okumamış, yazmamış ve herhangi başka bir milletle
beraber bulunmamış bir ümmî olduğu halde Hz.Muhmmed (s.a.s), bu olayı onlara
haber verince, bu O'nun bunu ancak vahiy yoluyla öğrendiğini gösterir.
b) Allah
Teâlâ, Ashab-ı Sebt'e (cumartesi gününün hürmetine saygısızlık gösteren
yahûdilere) nasıl muamele ettiğini haber verince, sanki Medine yahûdilerine de
şöyle demiş oldu: "Onların başına gelen azabın, inâd ile isyanınız
sebebiyle size de gelmesinden korkmuyor musunuz? Binaenaleyh size mühlet
vermemize aldanmayınız." Bunun bir benzeri de :
"Ey kendilerine
kitab verilenler, yanınızdaki kitab'ı tasdik edici olarak indirdiğimiz
(Kuruna), biz bazı yüzleri silip, belirsiz ederek enselerine çevirmeden önce
imân ediniz..." (Nisa, 47) âyetidir.
[216]
Bu âyette hazif
vardır. Sanki Hakk Teâlâ, "Bu tür cezanın, o suçun cezası olması için,
cumartesi günü haddi aşanlarınızın haddi aşmalarını bildiniz"
buyurmuştur. lâfzı, onların cumartesi günü işledikleri fiilin, onlar için haram
kılınmış olduöuna delâlet eder. Bunun qeniş izahı bu âyette geçmemiş, (Arâf,
163) âyetinde geçmiştir. Şöyle de denilebilir: Onlar sadece bu avlanma işi ile
haddi aşmışlardır. Şu da söylenebilir; Onlar bu avlanmayı helâl görüp,
işledikleri için haddi aşmış sayılmışlardır.
[217]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Sebt"cumartesi gününe saygı duyduğunu ifade etmek üzere
söylenen ifadesinden masdararr. Buna göre Allah Teâlâ onları cumartesi günü
avlanmaktan nehyedince:
' 'Cumartesi tatili
yaptıkları gün balıklar akın akın meydana çıkarak onların yakınma geliyordu.
Cumartesi tatili dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. İşte bu şekilde onları
imtihan ettik" (Araf, 163)âyetinde beyan ettiği gibi, diğer günlerde değil
de cumartesi gününde balıkların akın akın gelmesinin hikmeti nedir, bu fitneyi
deşmekten, sapıtmalarını murad etmekten başka bir şey değil midir? denilirse
biz deriz ki: Ehl-i Sünnet'e göre, bir kulun sapıtmasını irâde etmesi Allah
için caizdir. Ama Mu'tezile'ye göre, mükellefiyetteki ağırlık, sevabı artırmaya
vesile olacağı için güzeldir.
[218]
Allah Teâlâ'nın:
"Onlara hor ve zelil maymunlar olun dedik" ifadesi ile ilgili birkaç
mes'ele vardır:
[219]
Keşşaf sahibi,
İfadesinin, nin haberi olduğunu söylemiştir. Yâni "Hem maymun, hem de
zelil ve koğulmuş varlıklar olunuz" demektir.
[220]
Allah Teâlâ'nın: sözü,
emir değildir. Çünkü onlar kendilerini maymun şekline sokmaya kadir değillerdi.
Bu sözden maksad, maymuna dönüşmenin süratli oluşudur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın:
"Biz birşeyin olmasını istediğimiz zaman, o husustaki sözümüz sadece (ol)
dememizdir. O zaman o şey hemen oluverir" (Nahl, 40). Ve "İtaat
edenler olarak geldik dediler" (Fuasiliet, 11) âyetlerinde olduğu gibi.
Buna göre mana, Allah Teâlâ'yı. onlara hakettikleri cezayı indirmeyi murâd
ettiği zaman hiçbirşey acze düşüremez. Aksine Allah, onlara, dediği anda,
onlar maymun şekline dönüşürler. Yani onlar hakkında Allah bunu murâd edince,
onlar Allah'ın istediği gibi oluverdiler. Bu tıpkı, "Cumartesi ashabına
lanet ettiğimiz gibi...Allah'm emri behemehal yerine gelir" (Nisa. 47)
âyetinde beyan edildiği gibidir.
Ve keza bu dönüşme
esnasında, Allah'ın bu sözü söylemiş olması da imkansız değildir. Ancak bu
dönüşmede esas tesirli olan Allah'ın kudret ve iradesidir. Buna göre, eğer,
"Bu sözün dönüşmede bir tesiri olmadığına göre, söylenmesinin ne yararı
vardır?" denilirse deriz ki, bize göre Allah'ın hüküm ve fiilleri
hususunda, kesinlikle aslaha riayet etmesi vacib değildir. Ama Mu'-tezile'ye
göre "Belki de bu söz meleklerden bazılarına veya başka varlıklara
aittir."
[221]
Mücahid'den rivayet
edilmiştir ki Hakk Teâlâ, damgalamak ve mühürlemek manasında onların
kalblerini döndürmüştü yoksa
onların şekillerini maymun
şekline çevırmemişti. Bu tıpkı;
"Ağır kitaplar
taşıyan eşşekler gibi..." (Cuma, 5) âyetindeki mâna.gibidir. Bunun bir
benzen de hocanın, öğrenmede başarılı olmayan kalın kafalı öğrencisine,
"Eşşek ol" demesidir. Mücahid, onların şekillerinin çevrilmesinin
imkansız olduğuna iki delil getirmiştir:
a) İnsan,
görülen şu şekil ve hissedilen şu bünyeden ibarettir. Allah onları bozup,
onların cisimlerinde maymunların terkib ve şeklini yaratınca, bu, insanı yok
etmek ve maymun yaratmak olur. Bundan dolayı, bu görüşe göre
"döndürme" Allah'ın, insan cismini teşkil eden arazları yok edip,
maymun cismini oluşturan arazları yaratması manasına gelir. Bu sebeble bu, bir
döndürme (mesh) değil, bir yok etme ve yeniden yaratma olur.
b) Eğer biz
bunu mümkün görürsek, her gördüğümüz maymun ve köpeğin aslında akıllı insanlar
olduğuna inanmamız gerekir. Bu ise görünen şeyler hususunda insanı şüpheye
düşürür.
[222]
Mücahid'in birinci
görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: İnsan, bu heykelden (şekilden) ibaret
değildir. Bu böyledir, çünkü bu İnsan bazan zayıf iken, bazan şişman olur.
Bunun aksi de olabilir. Buna göre insanın cüzleri değişiyor demektir. Belli
bir insan, o anda mevcut olan zat demektir. Duran (mevcut) olan insan ise zail
olmayandır. Buna göre insan, bu görünen heykelin (şeklin) ötesinde bir şeydir.
Bu şey, ya bedene sirayet etmiş olan bir cisimdir, veyahut da kalb ve beyin
gibi, bedenin bazı yerlerinde bir parçadır, veyahut da felsefecilerin dediği
gibi, cisim değil, mücerret bir varlıktır. Bütün bu ihtimaller de, bu insan
şekline bazı değişikliklerin ânz olmast halinde de, o şeyin devam etmesi
imkansız değildir. İşte bu.döndürme (mesh) dir. Bu izaha göre, cüssesi çok
büyük olan meleğin, Hz.Peygamber (s.a.s)'in odasına girebilmesi mümkün
olmuştur.
Mücahid'in ikinci
görüşüne de şu şekilde cevab verilir: Bir meselede emin olmak, ancak ümmetin o
hususta icmaı ile olabilir Söylediğimiz izahlarla mes-hin (çevirmenin)
olabileceği sabit olunca, âyeti zahirî manasına almak mümkün olur ve Mücahid'in
bahsettiği te'vile ihtiyacımız kalmaz. Bununla beraber Mücahid'in zikrettiği
husus da gerçekten pek uzak olan bir ihtimal değildir. Çünkü insan, mucizelerin
ve delillerin ortaya çıkmasından sonra da cahilliğinde devam ederse, örfte
böyle olana bazan, "O eşektir, maymundur" denilir. Bu mecaz, zahir ve
meşhur mecazlardan olunca, bu manaya varmak kesinlikle mahzurlu değildir. Bu
meselede geriye iki sual kalır:
Birinci Sual:
Maymun olduktan sonra, insanın hiçbir anlayışı, aklı ve bilgisi kalmaz. Bundan
dolayı da başına gelen azabın ne olduğunu bilemez. Maymunlar, sıhhatli olduğu
zaman elem duymadıkları için, sırf maymun oluş, elem veren bir durum değildir.
Öyle ise artık hangi sebebten, maymun olmadan dolayı bir azab meydana gelecek?
Buna şöyle cevab veririz:
"İnsanı; düşünen,
anlayan bir insan kılan özellik bakidir. Şu kadar var ki hilkat ve suret
değişince, şüphe yok ki, o konuşmaya ve insana ait işleri yapmaya güç
yetiremez. Fakat o, uğursuz isyanı sebebiyle hilkatinin değiştiğini anlar ve
son derece korku ile pişmanlık içine düşer. Çoğu zaman da bu azalarının
değişmesinden elem duymuş olur ve yaratılıştan maymun olan hayvanların
şekillerinden Ötürü elem duymamaları, sonradan bu kendine uymayan şekle
girmekten dolayı insanın elem duymamasını gerektirmez" denilmesi niçin
caiz olmasın?
İkinci Sual:
O Maymunların Nesli Devam Ediyor Mu?
Bu maymunlar hâlâ
mevcud mu, yoksa Allah onları tamamen yok mu etmiştir? Eğer "Onlar hâlâ
mevcuttur" dersek, bu durumda zamanı m ızdaki maymunların, onların neslinden
olduklarını veya olmadıklarını söylemek caiz midir?
Cevab: Bütün bu ihtimaller aklen mümkündür. Ancak İbn Abbas (r.a)'dan gelen
rivayete göre onlar, dünyada üç gün yaşamışlar, sonra yok olmuşlardır.
[223]
Dilciler, zelil,
uzaklaştırılmış ve koğulmuş şey manasınadır" demişler. Mesela bir köpek
insana yaklaştığında ona, "Uzaklaş ve uzağa git, burası senin yerin
değildir" manasında, denilir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk: "O göz, yorulmuş olduğa halde, hor ve hakir sana
dönecektir" (Mülk, 4) buyurmuştur. Âyetteki kelimesinin, "Tekrar
bakmaktan menedilmiş, zelil ve küçük düşmüş olarak..." manasına olması
muhtemeldir. Çünkü Hakk Teâlâ:
"İşte gözünü (bir
defa daha göğe) çevir, (Bak orada) hiçbir çatlak görebilecek misin? Sonra
gözünü iki kere daha çevir, (Nihayet) o göz yoruimuş olarak, hor ve hakir yine
sana dönecektir" (Mülk, 3—4) buyurmuş ve bununla sanki şunu demek
istemiştir: "Gözünü bir çatlak arayan kimsenin çevirip bakması gibi, göğe
çevir. Çünkü sen, göğe ne kadar çok baksan da, gözün sana, günlerce birşeyi
aramaya gayret edip, onu bulamayan kimsenin pişman olarak dönüşü gibi, zelil
olarak dönecektir. Çünkü göz aradığı şeyi bulamadığı için, pişman, hor ve hakir
olarak döner.
[224]
Hakk Teâlâ'nın:
"Onu.....kıldık" ifadesine gelince, müfessirler bu "o"
zamirinin neyi ifade ettiği hususunda birkaç görüş belirterek ihtilâf
etmişlerdir:
a) Ferra, bu
zamirin "Onların başına geten meshe (döndürülüşe) râcî olduğunu
söylemiştir.
b) Ahfeş,
zamirin merciinin (maymunlar) olduğunu söylemiştir.
c) Bu,
"Cumartesi yasağına uymayanların kasabasını ibret verici bir ceza
kıldık" manasınadır.
d) Böyle
yapan milleti, ibret verici bir ceza kıldık, çünkü Hakk Teâlâ'nm:
"Cumartesi hususunda hadâi aşanlarınızı andolsun ki bildiniz"
(Bakara, 65) âyeti, bir millete, topluluğa ve benzeri bir gruba delâlet eder.
Doğruya en yakın olan ilk iki görüştür. Çünkü kinayeleri, daha önce geçen bir
şeye göndermek mümkün iken, geçmemiş bir şeye göndermenin izahı yoktur. Halbuki
önceki âyette sadece Ashab-ı Sebt ve onlara verilen cezadan bahsedilmektedir.
[225]
kelimesi hakkında
Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "O, insanları benzerî bir günahı yapmaktan
meneden ağır bir cezadır. Bu kelimenin kökü menetmek, ve alıkoymak manasınadır.
Yeminden kaçınmak manasına olan, ifadesi; kelepçeye ve geme, denilmesi bu
köktendir. Çünkü bu ikisinde menetmek ve alıkoymak manası vardır. Bunun bir
benzeri de Allah Teâlâ'nm:
"Bizim yanımızda
(ağır) bukağılar ve yakıcı bir ateş vardır" (Müzzemmil, 12) ve :
"Allah satvetce
çok çetindir, cezalandırması da çok şiddetlidir" (Nisa. 84) âyetleridir.
Buna göre âyetin
manası şöyledir: "Biz bu kavmin başına gelenleri, başkalarını aynı günaha
düşmekten alıkoyacak bir ceza kıldık. Yani biz bununla, insanların kastettiği
düşmanını yenmek ve ondan intikam almak manasını kastetmiyoruz. Çünkü bu,
günahlar kendisine zarar veren, mülkünü noksanlaştı-ran ve kendisine tesir eden
kimselerin yapacağı iştir. Ama biz, kulların yararına olarak ceza veririz. Bu
sebeble bizim cezalandırmamız, bir günahtan alıkoyma ve va'z-û
nasihattir."
Kâdî şöyle demiştir:
Az bir zem, "nekâl" (ibret olan ceza) diye nitelendirilemez. Ne
zaman zem büyük, çok ve meşhur olursa, o zaman bu vasfı alır. İşte bu izaha
göre, Hakk Teâlâ, ısrarla hırsızlık yapan kimse hakkında, bir ceza ve nekâi
olmak üzere elinin kesilmesini vâcib kılmış ve bu cezanın, o kimseyi hor ve
hakir kılacak şekilde tatbik edilmesini İstemiştir. Buna göre bu, hemen hemen
sadece büyük zemmlerde kullanılan "hızy" (horluk ve hakir-lik)
durumundadır.
Binâenaleyh, Allah
Teâla sanki, cumartesi günü hususunda haddi aşan ve dünya sevgilerinden dolayı
bu günde balık avlamayı ve Allah'ın haram kıldığı diğer şeyleri helal gören ve
ahidlerini bozan bu kavmin başına indirdiği belayı beyan edince, bunun peşisıra
bu cezayı, maslahatlarına olmamak üzere, üzerlerine indirdiğini beyan
etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın onların maymun şekline çevrilen yerlerinin
miktarını azaltması ve onların şekillerini, mükelleflerin başına gelen ve mükelleflerin
(insanların) şeklini bozarak onlara, bir ceza değil bir imtihan vesilesi olan
hastalıklar gibi bir şey olması imkansız değildir. Böylece Cenab-ı Hak,
"Biz onu bir nekâl kıldık" ifadesi ile, bu cezayı onların işledikleri
günaha karşılık verdiğini açıklamıştır.
[226]
Cenab-ı Allah'ın:
''Hem o zamanki insanlara hem de daha sonra gelecek insanlara ..."
buyruğuna gelince, bununla ilgili olarak birkaç görüş vardır:
a) nın
manası, ondan önce ve o esnada olan, nın manası ise, "Ondan sonra gelecek
olan milletler ve ümmetler için.." demektir. Çünkü onların maymuna
çevrilecekleri, daha önceki ümmetlerin kitaplarında da zikredilmiş, bundan
dolayı hem onlar, hem de bu olay kendilerine ulaşan sonraki kimseler bundan
gerekli dersi almışlardır. ile, bu olayı müşahede etmiş olan milletler ve ümmetler
kastedilmiştir.
c-) Bundan
maksad şudur: Allah Telâla bunu, bu günahı ve başkalarını bu fiillerine ve
bundan başka istedikleri diğer günahlarının hepsine bir ceza olarak vermiştir.
Cenab-ı Hakk'ın:
Muttakiler için bir va'z-u nasihat vesilesi (küdık)sözü hususunda da iki görüş
vardır.
a-) Onların
başına gelen bu cezayı bilen herkes, bundan gerekli dersi alır ve onlar gibi
yaptıklarında aynı cezanın kendi başlarına da geleceğinden korkar. Bu, her
nekadar dünyada gelmese bile, insanın, bundan daha büyük ve devamlı olan âhiret
cezasından korkması gerekir. Burada bilhassa müttakile-rin zikredilmesi, tıpkı
bu surenin başındaki, ayeti hakkında söylediğimiz sebeplerden dolayıdır. Çünkü
sadece bunlar, vaz-u nasihat aldıkları, yasaklardan kaçındıkları ve hidayetten
faydalandıkları için, bu hidayetin onlara has kılınması yerinde olmuştur. Zira
hidayette, onlardan başkasının istifadesi yoktur.
b-) Allahu
Tealâ'nın: ifadesinin manası muttakîlerin birbirlerine bunu va'z-u nasihat
olarak söylemeleridir. Yani "Ona, ibret verici bir ceza olarak ve
muttakiler bununla birbirlerine nasihat etsin diye indirdik" demektir.
Böylece "Onunla sadece onlar ibret alıyorlar" manasında, mev'iza,
muttakilere izafe edilmiştir. Bu, sadece muttakilere hastır, başkalarına değil,
Allah en iyi bilendir.
[227]
"Bir zaman da
Musa kavmine, "Allah size mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" demişti.
Onlar: "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. Musa da: "Ben
câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti. (Yine) demişlerdi ki:'
Bizim için Rabbine duâ et de, o ineğin ne olduğunu (yaşını) bize iyice açıklasın."
(Musa da): "Allah diyor ki: "Oneçokyaşh, ne de pek genç değil ikisi
ortası bir dinç inektir. Artık emroiunduğunuz şeyi yapın" demişti.
(Tekrar) şöyle
söylemişlerdi: "Bizim için Rabbine dua et de onun rengi ne olacak bize
açıklasın." O da (Rabbim) diyor ki: "O seyredenlere ferahlık verecek
san renkte bir inektir" demişti.
(Yine) demişlerdi ki:
"Bizim için Rabbine duâ et de o nasıl (bir inek)tir, bize apaçık anlatsın.
Çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse (inşaallah)
muvaffak olacağız." (Musa şöyle) dedi: "Rabbim buyuruyor ki: O, ne
çitte koşulup tarla sürecek, ne de ekin sulayacak bir inek değildir.
Salıverilmiş bir inektir. Hiçbir alacası yoktur." Onlar, "İşte şimdi
hakikati getirdin" dediler ve o ineği (bulup) boğazladılar. Az kalsın bunu
yapamayacaklardı.
Hani siz (Ey
yahudiler) bir şahsı öldürmüştünüz de, onu (öldürme işini) birbirinizin üzerine
ahnışhnız. Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracaktı. Onun için biz:
"O (ölünün cesedine, ineğin) bir parçası ile vurun" demiştik (ve bu
suretle o dirflmişti). İşte Allah böylece ölüleri diriltir. Aklınızı başınıza
alırsınız diye böylece size ayetlerini gösterir" (Bakara. 67-73).
[228]
Bil ki bu ayetlerde
anlatılanlar, İsrâiloğullarının başına gelen şiddetli cezaların ikincisidir.
İbn Abbas'dan ve diğer müfessirlerden rivayet edildiğine göre,
İsrailoğullarından bir adam varis olmak için bir akrabasını öldürdü ve cesedini
bir yol kavşağına attı. Sonra bunu Musa (a.s)'ya şikayet etti de, Musa (a.s)
katili bulmak için çalıştı. Katili ortaya çtkaramayınca onlar ona: "Bizim
için bunu Rabbinden iste de katilin kim olduğunu bize açıklasın" dediler.
Hz. Musa (a.s) Cenab-ı Allah'dan bunu sordu. Hak Teâla ona; Allah size mutlaka
bir inek kesmenizi emrediyor.." diye variyetti. İsrailoğullan buna hayret
ettiler, her halden sonra sorular sorarak kendilerine zorluk çıkarttılar ve
ineğin sıfatlarını iyice öğrenmek istediler. Bütün sıfatları belli olunca da bu
özellikleri taşıyan ineği ancak belli bir şahsın yanında bulabildiler.
Adam ineğini ancak fiyatının
kat kat üstünde bir fiyatla satıyordu. Onlar onu böylece satın aldılar ve
kestiler. Musa (a.s) onlara, kesilen hayvanın bir uzvunu (parçasını) alıp,
onunla öldürülmüş olan adama vurmalarını emretti. Onlar da bunu yapınca ölü
diriliverdi ve kendisini öldürenin ismini onlara söyledi. Meğerse, katil, ilk
defa şikayette bulunan kimse imiş. Onu kısas olarak öldürdüler. Sonra bu
ayetlerle ilgili birtakım meseleler vardır:
[229]
Acı vermek ve kesmek,
ancak Allah emrettiği zaman mâkul ve güzel olur. Sonra bize göre bunun güzel
oluşunun izahı şudur: Cenab-ı Allah mülkün sahibidir. Hiç kimsenin O'na itiraz
etme hakkı yoktur. Mutezileye göre, bu (gibi) şeyler ivaz (karşılık olma)
durumunda güzel olur.
[230]
Hak Teâla, onlara dünyadaki
inekferden herhangi birini kesmelerini emretmişti. Bu insanın muhayyer
bırakıldığı bir
vâcibdir. Bu da bizim "muhayyer vâcib" hususundaki görüşümüzün
doğruluğuna
delâlet etmektedir.
[231]
Âyetteki (bir inek)
lâfzının umumi bir lâfız olduğunu kabul edenler, Allah'ın; ol ayetinin
manasının, "Allah size herhangi bir ineği kesmenizi emrediyor"
şeklinde olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu sîga, bu umumi manayı ifade eder.
Lâfzın umûmî oluşunu kabul etmeyenler ise, "Bu lâfız umûma delâlet
etmez" demişler ve bu görüşlerine birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:
1) (Bir inek
kes) diyen kimsenin bu sözünden anlaşılan manayı iki kısma ayırmak mümkündür.
Bu sözün, hem "şu şu vasıflarda belli bir inek kes" manasına, hem de
"dilediğin, herhangi bir inek kes" manasına anlaşılması doğru olur.
O zaman senin y ü (kes) sözünden anlaşılan, bu iki şeklin müşterek olduğu bir
manadır. İki şey arasında müşterek olan şey, bunlardan birine tahsis edilemez.
Buna göre "bir inek kesiniz" sözünün manası, sadece,
"dilediğiniz herhangi bir inek kesiniz" şeklinde değildir. Böylece
bu lâfzın umum ifade etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü eğer o umûm ifade etmiş
olsaydı sözündeki (hangisini dilerseniz) sözü tekrar; (Belli bir ineği kesiniz)
sözü de, müştereklik ihtimalini iptal etmek olurdu. Böyle olmadığı için, bu
lâfzın umumî oluşu görüşünün yanlışlığını anlamış oluruz.
2) Allah'ın,
"Bir inek kesiniz" emri, bizim "Bir inek kesmeyiniz"
sözümüzün zıddı gibidir. Bizim "Herhangi bir inek kesmeyiniz" sözümüz
umûmî nefyi ifade eder. Bundan dolayı, "Bir inek kesiniz" sözümüz
net-yin umumîliğini kaldırır ve tek bir bakımdan hususiliğin bulunması, nefyin
umumiliğinin kalkması için yeterlidir. Bu durumda, ifadesi, tek bir.iheği
kesmeyi ifade eder. Diledikleri herhangi bir ineğin kesilmesi hususunda
ifadenin mutlak oluşuna gelince, bu nefyin kalkması hususunda buna ihtiyaç
yoktur. Bu sebeple, bu mananın lâfızdan çıkarılmış olmaması gerekir.
3) Allah'ın:
sözü nekire ve müfred bir lâfızdır. Müfred nekire lâfızlar ise, kendisine
delâlet eden söze göre muayyen olmadığı halde, kendi içinde muayyen bir ferdi
ifade eder. Dolayısı ile, bir insanın: "(Bir adam gördüm) sözünün ancak
bizim dediğimiz şeyi ifade etmesinin de delâlet ettiği gibi, bu lâfzın
ineklerden herhangi birini ifade etmesi caiz olmaz. Haber cümlelerinde durumun
böyle olduğu sabit olunca, emir cümlelerinde de aynı olması gerekir.
[232]
Bu lâfzın umûm ifada
ettiğini söyleyenler de şu şekilde delil getirmişlerdir: Eğer onlar herhangi
bir inek kesmiş olsalardı, emri yerine getirmiş olurlardı. Bu sebeple bu
lâfzın umûm ifade etmiş olması gerekir. Buna cevab: Bu, birinci neticeye göre
bir müsadere ale'l-matlub (neticeyi kıyasın bir parçası yapmak) dır. Çünkü bu
onun iyu_ ifadesinin manası "Herhangibir ineği kes" şeklinde olduğu
zaman ancak olur. Bu ise, münakaşa mevzuu olan, meselenin kendisidir. Bunu
göre, burada-söylenecek söz de aynıdır. Buna iyice anladığında biz deriz ki:
Alimler, Allah'ın; "Bir fnek kest-n/z"emri hususunda, bunun belli,
belirtilmiş bir ineği kesmeyi ifade eden bir söz mü, veya herhangi bir ineği
kesmeyi ifade eden bir söz mü? diye ihtilâf etmişlerdir. Buna göre,
açıklamanın, (beyânın) hitab vaktinden sonra yapılabileceğini söyleyen
âlimler, hernekadar bu inek belirtilmese bile, bu emrin belli bir ineği kesmeyi
ifade eden bir emir olduğunu söylemişlerdir.
Açıklamanın hitab
vaktinden sonra olamayacağını söyleyen alimler ise şöyle demişlerdir: Emir,
hernekadar herhangibir ineği kesmeyi ifade ediyor idiyse de İsrâitoğullan bu
mükellefiyetin değişmesini isteyince, bu anda teklif (hüküm) de değişti. Bu,
şundan ileri gelmiştir: Çünkü evvelki mükellefiyet, eğer tutsalardı kifayet
edecekti ve ineğin cinsi hususundaki seçme serbestlikleri, o durumda onlar için
bir iyilik (maslahat) idi. Onlar karşı çıkıp, emri tutmayınca ve isteklerini
sürdürünce, menfaatlerine olan hususun değişmesi imkânsız olmaz. Bu, görünen
dünyada da böyledir. Çünkü çocuğunu terbiye eden, bazen isteyerek ona kolaylığı
emreder. Ama çocuk bundan kaçınınca terbiye eden baba, ona zor olanı emretmeyi
daha faydalı bulur. Burada da durum aynıdır.
Birinci görüş
sahipleri, birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:
1)
Allah'ın: "Bizim için Habbino duâ
et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın/' rengini açıklasın, ve;
"Allah diyor ki: O yaşlı olmayan bir inektir," "O san renkli bir
inektir", O, çitte koşulup tarla sürecek bir inek değildir" sözleri,
daha önce kesmeleri emredilen şey ile ilgilidir. Bu kinayeler (zamirler)
kesilmesi emredilenin, herhangi bir inek değil, aksine belli bir inek olduğuna
delalet eder.
2) Onların
ikinci sorularına cevab olarak, Allah'ın zikrettiği sıfatlar, ya ta başta
kesmeleri emredilen ineğin sıfatlandır, veyahut da bu sorudan dolayı kendilerine
kesmeleri vâcib olmuş ineğin sıfatlandır, ki bu durumda önceki emir
neshedilmiştir. Birincisi, bizim ulaşmak istediğimiz neticedir. İkincisi, sonradan
zikredilen sıfatlarla yetinmeyi, daha önce zikredilmiş olan sıfatların olmamasını
gerektirir. Müslümanlar, bütün bu sıfatların muteber olduğunda icmâ edince, biz
bu kısmın yanlışlığını anlamış olduk.
Buna göre, şayet;
"Kinayelerin (zamirlerin) o inek ile ilgili olduğunu kabul etmiyoruz. O
halde niçin bu zamirlerin zamir-i şân ve zamir-i kıssa olması caiz olmasın?
Halbuki bu Araplarca bilinen bir usuldür" denilirse, biz deriz ki bu
birkaç bakımdan bâtıldır:
a) Bu
zamirler, şayet zamir-i şân veya kıssa olsalardı, kendilerinden sonra gelen
cümleler herhangi birşey ifade etmezdi. Çünkü O'nun; "sarı bir inek"
sözünün bir manası olmazdı. O halde, başka birşeyin takdir edilmesi gerekirdi.
Bu da aslın hilâfınadır. Ama biz bu zamirleri, daha önce geçmiş, kesilmesi
emredilen ineğe râcı kıldığımızda, bu mahzur ortadan kalkar.
b)
Zamirlerin, zamir-i kıssa veya şân olduklarını söylemek, aslolan şeyin
aksinedir. Çünkü zamirlerin, daha önce geçen bir şeye râcî olmaları gerekir.
Halbuki kıssa ve şân zamirleri böyle değildir. Bu sebeple, bu zamirlerin, kıssa
ve şân zamiri kabul edilmeleri caiz olmaz. Ancak bazı yerlerde, zaruretten dolayı
asıl olan bu kaideye muhalefet ederiz. Bundan başka yerler, yine asla göredir.
c) Allah'ın:
sözlerindeki zamirler kesilmesi emredilen ineğe râcîdirler şüphesiz ki.. Bu
sebeple: "O, san bir inektir" ayetindeki zamirin de o ineğe râcî
olması gerekir. Aksi halde, cevab suale uygun olmamış olurdu.
3) Şayet
onlar ısrarla isteyenler olsalardı, Hz. Musa (a.s)'nın kendilerine emrettiği
şeyin ölçüsünde, ihtimali bertaraf eden bir şey bulunmazdı. Çünkü Hz. Musa
(a.s)'nın söylediği ölçü, onun sarı, orta yaşit ve tam kuvvetli bir inek
olmasıdır. Bu ölçü, birçok ihtimallere rnahaldir. İsrailoğullan bunlara karşı
susup, bunlarla yetindikleri için, onların inadcı olmadıklarını anlamış olduk.
İkinci görüşe sahib
olanlar da birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:
1) "Cenab-ı
Allah'ın: ayetinin manası, "Al-lahsize, herhangibir ineği kesmenizi
emrediyor" şeklindedir. Bu ise, umûm ifade eder. Bu durum da, bundan sonra
sıfata itibar etmenin yeni bir teklif olmasını gerektirir.
2) Eğer
Allah'ın muradı, belli bir ineği kesmeleri olsaydı, onlar daha fazla açıklama
istemelerinden dolayı azarlanmaya değil, medhe müstehak olurlardı. Allah Teala
onları: "Emroiunduğunuzu artık yapın" ve: "Onu kestiler, ama
neredeyse bunu yapmayacaklardı" diye azarladığı için, daha önce yapmaları
emredilen işte kusur etmiş olduklarını anladık. Bu ise ancak ilk önce
emredilenin onların belli bir ineği kesmeleri olması halinde olur.
3) İbn Abbas (r.a)'dan şu rivayet edilmiştir: "Eğer onlar,
diledikleri bir ineği kesselerdi, bu onlara yetecekti. Ancak onlar, kendileri
aleyhine işi zorlaştırın-ca, Allah da onların mükellefiyetini
şiddetlendirdi."
4) İneği
kesmeleri emredildiğinde onlar onu kesmeliydiler. Buna göre, Allah Teala
açıklamamasına rağmen, emredilen şey belli bir ineği kesme olsaydı, bu
açıklamayı, (beyanı) ihtiyaç duyulan vakitten sonraya bırakma olurdu ki bu caiz
değildir. Birinci delile cevabımız, bu meselenin başında söylediğimiz
şeylerdir. Buna göre, Allah Teala'nın: ayeti, emredilen şeyin herhangi bir
ineği kesme olduğunu göstermez.
İkinci delile
cevabımız şöyledir: Hak Teala'nın: "Nerede ise onu yerine
getirmiyeceklerdi" ifadesinde, onların hadisenin başında gevşek
davrandıklarında, iyice açıklandıktan sonra da nerede ise bu hususta haddi
aştıklarına herhangi bir delil yoktur. Aksine bu ifadenin her ikisine ihtimali
vardır. Ama biz onu haddi aşma manasına hamlediyoruz ki bu, onların meseleyi
iyice izah edilmesine bağladıkları için, izah tamamlanınca durmaları, nerede
ise bu emri yerine getirmemeleridir.
Üçüncü delile şöyle
cevab veririz: İbn Abbas (r.a)'dan gelen bu hadis, haber-i vahidlerdendir.
Sahih olduğunu kabul etsek bile, haber-i vahid, Kur'-an'a ters düşemez.
Onların dördüncü
delillerine şöyle cevab veririz: Açıklamanın, ihtiyaç duyulan zamandan daha
sonra getirilmesi, ancak emrin fevrîliğe (hemen yapılması gerektiği) delâlet
etmesi durumunda gerekir. Bu ise bizce caiz olmaz.
Bilki, emredilenin
herhangi bir ineği kesmeleri olduğu görüşüne göre meseleleri
dallandırdığımızda, mutlaka mükellefiyetlerin başka başka olduğunu söylememiz
gerekir. Buna göre onlar, ilk defa herhangi bir ineği kesmek ile emrolunmuşlar,
ikinci defa ise, yaşlı olmayan, küçük olmayan, orta yaşlı bir sığır kesmeleri
emredilmiştir. Onlar bunu da yapmayınca, sarı bir İnek kesmeleri emredildi.
Onlar bunu da yapmayınca, bunlarla birlikte ayrıca onun çifte koşulup yeri
sürmemiş, tarla sulamamış bir sığır olması emredilmiştir. Sonra bu görüşe sahib
olanlar da ihtilâf etmişler, bazıları en son gelen teklifin, daha önce geçen
sıfatları da bulundurmasının gerekli olduğunu, binaenaleyh ineğin son sıfatla
birlikte ne yaşlı, ne küçük olması ve sapsarı olması gerektiğini; bazıları da o
sığırın sadece son sıfata sahib bir sığır olması gerektiğini söylemişlerdir.
Hernekadar birincisi, rivayetlere ve emri yerine getirmede kararsızlık
göstermelerine karşılık onlara şiddet göstermeye daha uygun ise de; ikinci
görüş, bu bir mükellefiyetten sonra ikinci bir mükellefiyet olduğu için, sözün
zahirine daha uygundur.
Açıklamanın ihtiyaç
duyulan zamandan sonra gelmesinin doğru olmadığı sabit olunca, bunun mutlaka
bir mükellefiyetten sonra, diğer başka bir mükellefiyet olması gerekir. Bu da,
daha kolay olanın daha zor bir hüküm ile bazan neshedilebileceğine ve amelden
(birşeyi yapmadan) önce neshin olabileceğine delalet eder. Ancak neshin,
fiilin vaktinden önce olabileceğine delalet etmez. Ve yine bu, Hz. Musa
(a.s)'nın şeriatında da neshin olduğunu gösterir. "Neshe ilave nesih
midir, değil midir?" meselesi de bu meseleyle alâkalıdır. Yine, bu önceki
mükellefiyeti yerine getirmeyen ve karşı çıkan kimsenin ikinci defa mükellef
tutulmasının yerinde olduğunu da gösterir.
[233]
Allah'u Teala'nın:
"Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler ayeti ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[234]
Ayetteki 'lafzı, zâ
harfinin zammesi ile ve sükûnu ile, ve kelimeleri gibi okunmuştur. Hafs, ilk
iki harfi zammeli olarak ve vav harfi ile şeklinde okumuştur, kelimesi de
böyledir.
[235]
Kaffâl şöyle demiştir:
Allah'u Teala'nın; "Sen bizimle alay mı edİyorsun? dediler" ayeti,
inkâr manasında istifhamdır. Burada, kelimesinin, kendisi ile istihza edilen
manasına olması caizdir. Nitekim "Bu Allah'ın ilminde yani
malûmatında böyledir. Allah
bizim umudumuzdur, yani umduğumuzdur" denilir. Bunun bir
benzeri de Hak Teala'nın: "Onları eğlence edindiniz" (Mümimun. 110)
ayetidir. Keşşaf sahibi, ayetinin manası "Sen bizi eğlence yerine mi
koyuyorsun, eğlenen kimseler yerine mi veya eğlenilen kimseler yerine mi
koyuyorsun?" demektir. kelimesi bizzat, ileri derecede istihza etmek
manasınadır" demiştir.
[236]
İsrâiloğulları işte
böyle söylemişlerdir. Çünük onlar, Hz. Musa (a.s)'dan katilin kim olduğunu
ortaya çıkarmasını istediklerinde, O: "Bir inek kesiniz" deyince,
onlar bu cevabla soru arasında bir alaka görememişler. Bundan dolayı onun
kendisiyle alay ettiğini sanmışlardır. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın onlara ineği
kesmelerini emretmesi esnasında, o kesecekleri ineğin bir parçası ile ölünün
cesedine vurduklarında onun dirileceğini bildirmemiş olması muhtemeldir. İşte
bu yüzden, onun sözü, İsrâiloğulları tarafından alay yerinde anlaşılmıştır.
Yine Hz. Musa (a.s) hernekadar durumu açıklamış olsa bile, onların, ölüye,
kesilen ineğin bir parçasıyla vurdukları zaman onun nasıl dirileceğine şaşıp
da, bu emri, istihza yerine geçen bir ifade sanmaları da muhtemeldir.
[237]
Bazıları, bu kavmin,
Hz. Musa (a.s)'ya; "Bizimle alay mı ediyorsun?" dedikleri için kâfir
olduklarını söylemişlerdir. Çünkü on- lar, eğer bunu söylemiş ve Allah'ın
ölüleri diriltmeye kudreti olduğunda şüphe etmişler ise, bu inkârdır. Ve eğer
onlar, Hz. Musa (a.s)'nın kendilerine emrettiği şeyin, Allah'ın emri ile
olduğunda şüphe etmişler ise, Hz. Musa (a.s)'nın kendisine vahyedilene hıyanet
ettiğini kabul etmiş olurlar Ki bu da inkârdır.
Bazı alimler bu sözün
küfrü (inkârı) icâb etmediğini söylemişlerdir. Bunun iki bakımdan izahı
vardır:
a) Peygamberlerin
şaka yapmaları caizdir. Belki de onlar, Hz. Musa (a.s)'nın gerçekten şaka
yaptığını sanmışlardır. Bu inkârı gerektirmez.
b) ayetinin
manast, "Bu ne acaib cevabtır! Sanki sen bizimle alay ediyorsun"
demektir. Yoksa onlar, Hz. Musa (a.s)'nın gerçekten alay ettiğini
zannetmemişlerdir.
Hz. Musa'nın Onlara
Mukabelesi
Allah Tealâ'nın
"O, cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım dedi" ayeti ile ilgili
"birkaç husus vardır:
a) Alay
etmekle meşgul olmak, ancak cahillikten dolayı olur. Peygamberlik makamı İse
alaya (istihza yapmaya) müsait değildir. İşte bu nedenle, Hz. Musa (as)
kendisine nisbet edilen şeyden değil, onun sebebi olan şeyden Allah'a
sığınmıştır. Nitekim bazan, insan bu gibi yerlerde, "Aklın olmamasından,
heva-ü hevesin aklıma galib gelmesinden Allah'a sığınırım" der. Netice olarak,
sebebin isminin mecazî olarak müsebbebe (neticeye) verildiğini söyleyebiliriz.
Bu, en kuvvetli izahtır.
b)"Dinî
meselelerle istihza etmede şiddetli ceza ve büyük ilâhî tehdidler olduğu için,
câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü ben bu durumu bildiğim halde,
istihza etmem imkansızdır."
c) Birisi
şöyle demiştir: "Alayın bizzat kendisi, bazan cahillik diye adlandırılmıştır."
Bazı dilcilerden, cahilliğin, hilmin (ağırbaşlılığın) zıddı olduğu rivayet
edilmiştir. Bazıları da, cahilliğin ilmin zıddı olduğunu söylemişlerdir.
Bil ki Hz. Musa
(a.s)'nın bu sözü, alay etmenin büyük günahlardan olduğunu gösterir. Bu
husustaki geniş izah;
(Bakara, 14-15)
ayetlerinin tefsirinde geçmişti.
[238]
Bil ki İsrailoğulları
Hz. Musa (a.s)'ya bu inekle ilgili olarak üç şey sormuşlardı:
Birinci Soru:
İneğin Mahiyetini Sormaları: Allah'ın onlardan naklettiği, Buna karşılık, Hz.
Musa (a.s),
diye onlara cevab
vermiştir. Bil ki bu ayette bir kaç bahis vardır:
1) Biz,
"Allah'ın: "Allah sizin bir inek kesmenizi emrediyor" hitabı,
belli bir inek olduğu açıklanmaksızın, aslında belli olan bir ineği kesmelerini
emrettiğini gösterir", dediğimiz zaman onların, bu soruları yerinde olur.
Çünkü emredilen şey, mücmel (anlaşılması çok zor olacak kadar veciz) olduğu
zaman, onun izahını ve açıklamasını istemek yerinde olur. Ama bu, lâfzının
Arapça'da umûm ifade ettiğini söyleyenlerin, onları soru sormaya sevkeden
şeyin ne olduğunu izah etmeleri gerekir. Bu hususta da birkaç izah vardır:
a) Hz. Musa
(a.s) onlara, ineği kesip bir parçası ile ölüye vurdukları zaman onun
dirileceğini haber verdiğinde, onlar bu ineğin haline şaştılar ve böyle bir
ineğin ancak belli bir inek olabileceğini sandılar da onun özelliklerini öğrenmek
için iyice soruşturdular. Tıpkı özellikleri ile başka asalardan farklı olan,
Hz. Musa (a.s)'nın âsâsı gibi... Ne var ki İsrailoğulları bu hususta
hatalıdırlar. Çünkü bu hayret verici mucize, ineğin özelliğinden kaynaklanan
bir mucize olmayıp, Allah'ın Hz. Musa (a.s)'nın elinde yarattığı bir mucizedir.
b) Belki de
onlar, herhangi bir ineği kastetmişler. Ne var ki kâtif olan şahıs, rüsvay
olacağından korkarak, açıklamalara karşı şüpheler ortaya atmış ve kesilmesi
emredilenin herhangibir inek değil, belli bir inek olduğunu söylemiştir. Bu
hususta münakaşa çıkınca, Hz. Musa (a.s)'ya başvurmuşlardır.
c) İlk hitab
her ne kadar umumî bir mana ifade etse de, Benî İsrail, daha ihtiyatlı olanı
murad ederek, daha fazla açıklanması ve böylece diğer ihtimallerin ortadan
kalkması için soru sormuşlardır. Ne var ki maslahat değişmiş, belli bir ineğin
kesilmesini gerektirmiştir.
2) "O
nedir, nasıldır?" sorusu, onun mahiyetinin ve hakikatinin açıklanmasını
istemektir. Çünkü, sorudur, ise hakikate işarettir.
Bu nedenle bu ifade,
mutlaka hakikatin ve mahiyetin ortaya konulmasını istemek için kullanılır.
Hakikat ise, ancak parçaların ve mukaddimelerinin (Öncüllerinin) söylenmesi
ile ortaya konur, yoksa mahiyetin dışında kalan sıfatlarının sayıimasıyla
değil... "Yaşlı" sıfatının mahiyetin dışında kalan şeylerden olduğu
malûmdur. Bu sebeple, bununla ilgili cevabın bu soruya uygun sayılmaması
gerekir. Buna şu şekilde cevab veririz: Durum her ne kadar sizin bahsettiğiniz
şekilde İse de, buradaki durum, onların; ijâjf "İnek nedir?"
sözlerinden maksadlarının onun mahiyetini öğrenmek ve hakikatinin açıklanmasını
istemek olmadığına delâlet eder. Aksine onların maksadları, ineğin,
başkalarından farklı olduğu Özellikleri öğrenmek istemeleridir. İşte bu
sebeb-ten ötürü, bu sorularına cevab olarak mahiyetin dışında kalan sıfatların
sayılması yerinde olmuştur.
3) Keşşaf
sahibi: "Yaşlı" demektir. Yaşlı olana, jefi denilir, çünkü o yaşını
bitirip son sınırına varmıştır. (Yaşını... farz kılmıştır.) genç; ise orta
(yaşlı) manasınadır" demiştir. kelimesinin küçük, doğurmamış hayvan veya
tek bir kere doğurmuş hayvan manalarına geldiğinin söylendiğini ifade etmiştir.
el-Mufaddal b. Seleme ed-Dâbbî şöyle demiştir: jefi kelimesi yaşlı, kelimesi
genç ve cinsi münasebette bulunulmamış kadın, keza bir kere doğurmuş deve
olduğu söylenmiştir. Kaf-ffll; kelimesinin "önce olmak" manasına
geldiğini söylemiştir. İlk çıkan meyvelere, gündüzün ilk zamanlara, denilmesi
de bu manadandır. Birisi gecenin başında geldiğinde; "Dün gece onların üstüne
erkenden geldim" der. Sanki açık olan, o ineğin hiç doğurmamış bir inek
olmasıdır. Çünkü insanlar arasında, dişilerden bakire ismi ile mâruf olan,
kendisine erkek hayvanın atlamadığı dişi hayvandır. Bazıları, jiy. kelimesinin,
ikinci kez doğuran hayvan manasına olduğunu söylemişlerdir. Kendisinde tekrar
tekrar çarpışılan bir harbe tekrar tekrar yerine getirilen bir ihtiyaca
denilir.
4) Âlimler,
Allah'ın: "Bu ikisi arası orta (yaşlı) bir hayvan" ifadesini,
içtihadın caiz olduğuna, ve ahkam-ı şer'iyyede zann-ı gâlib'in
kullanılabileceğine delil getirmişlerdir. Çünkü o ineğin, yaşlılık ile gençlik
arasında oluşu ancak ictihad yolu ile bilinir. Bu husuta iki soru vardır:
a)
(arasında) lâfzı, ortada iki veya daha çok şeyin bulunmasını gerektirir. Öyle ise
bu kelime, niçin, (o,bu) kelimesinin başına gelmiştir? Cevab: Çünkü, yaşlı ile gencin her ikisine işaret etmesi bakımından,
iki şey manasındadır.
b) lâfzı ile
müfred müzekkere (tek erkeğe) işaret edildiği halde, burada iki müennese
(dişiye) onunla işaret edilmesi nasıl caiz olmuştur? Cevab: Söz kısa olsun diye, daha önce geçen veya "daha önce
zikredilmiş olan" manasında, bu kelimenin kullanılması caizdir.
Cenab-ı Allah'ın:
"Hadi emrolunduğunuz şeyi yapınız" ifadesinin iki tevili vardır:
a) Kendisi
ile "Emrolunduğunuz şeyi yapınız". Bu, senin; "Sana iyiliği
emrediyorum" ifadenden alınmıştır.
b) Bu aynen,
"Emîrin dövdüğü" ifadesinde olduğu gibi, mefûlü masdar ile
göstererek, "Size emrolunmuş olan" (me'mûr) manasında "Emrinizi
yerine getiriniz" demektir.
Bil ki bu cevabtan
asıl maksad, ineğin en iyi bir durumda olduğunu göstermektir. Bu böyledir.
Çünkü küçük olan, noksan olur. Zira o henüz olgun hale gelmemiştir. Yaşlı da
bir bakıma noksandır. O da kemâl sınırını geçmiştir. Orta olana gelince o, tam
kemâl derecesindedir.
İkinci Soruları: İneğin Rengini Sormaları:
Sonra Cenab-ı
Allah onların ikinci sorularını nakletmiştir ki bu O'nun; "Onlar,
(Hz.Musâ'ya): "Bizim için Rabbine dua et de onun rengini bize
bildirsin" dediler" ayetidir. Bil ki onlar, hayvanın yaş durumunu
öğrenince, renginin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. İşte bundan dolayı
Allah onlara, "O, rengi sapsarı olan bir inektir" diye cevab vermiştir.
kelimesi, sarının en koyusu ve berrak olanı manasınadır. Te'kid için sapsarı
manasına, simsiyah manasına, bembeyaz manasına, kıpkırmızı manasına, ve
yemyeşil manasına, denilir. Bu ayetle ilgili iki sual vardır:
1) kelimesi
burada kelimesinin haberi olarak gelmiştir. Öyle ise nastl (sarı) kelimesini
te'kid edebilmektedir? Cevab: Bu kelime kelimesinin haberi olarak değil,
kelimesinin te'kîdi olarak gelmiştir. Ancak kelimesi, onun sebebi ve o vasıfla
vasıflanmış olduğu için, onun faili gibi, merfû kılınmıştır. sözü ile, sözü
arasında bir fark yoktur.
2) Sadece,
(sapsarı) denilmeli değil miydi; burada ayrıca (rengi) kelimesinin
söylenmesinin ne faydası var? Cevab:
Bunun faydası manayı te'kid etmesi (güçlendirmesidir). Çünkü (renk) o sıfatın
smidir. O sıfat da "san" lık sıfatıdır. Sanki bu ifade ile,
"sarılığı son derece ileri bir sarı renktir" deniliyor. Bu senin
(ciddiyeti ciddi oldu) ve, "deli, bir delilik" sözlerin gibidir.
Vehb'den: "O ineğe baktığın zaman, sanki güneşin ışıklarının onun
derisinden çıktığını zannederdin" diye rivayet edilmiştir.
Allah Teala'nın:
"Seyreden/ere ferahlık verir" sözü, "Bu inek, renginin
güzelliğinden dolayı kendisine bakan kimseye sürür verir" manasınadır.
Hasan el-Basri şöyle demiştir: (Sarı) kelimesi burada, siyah manasınadır.
Çünkü Araplar siyaha "sarı" derler. Bunun bir benzeri de Cenab-ı
Allah'ın kıyamet dumanı hakkında söylediği:
"Herbir
kıvılcım, sanki birer san devedir" (Mürselat, 33) ayeti olup yani "siyah
develer gibidir" demektir. Âlimler, (sarı) kelimesinden "siyah"
manası kesinlikle anlaşılmaz. Dolayısı ile o, siyah manasında hakiki mana ifade
etmez" diyerek bu izaha itiraz etmişlerdir. Keza siyahlık; ile
vasıflanamaz, ancak denilebilir. En iyisini Allah bilir.
"Sürûr"a
gelince bu, leziz veya faydalı bir şeyin meydana geldiğine dair bir inanç veya
bir bilgi, veyahut da bir zan hasıl olduğunda ortaya çıkan ruhî bir durumdur.
Üçüncü Soruları: "İnşaaltah Buluruz" Diye Yine Mahiyetini Sormaları: Sonra
Cenab-ı Allah onların üçüncü sorularını nakletmiştir. Bu;
"Yine onlar,
"Bizim için Rabbine dua et de, o nasıl bir (İnek) tir, bize apaçık
anlatsın. Çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse
(insaallah) muvaffak olacağız" dediler" ayetidir. Bununla ilgili
birkaç mesele vardır:
[239]
Hasan el-Basrî, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle bu- Yorduğunu rivayet etmiştir: "Canım kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer onlar, "inşaallah"
demeselerdi, onlar île o iş arası ebediyyen engellenirdi." Bil ki bu, elde
edilmesi istenen herşeyde "inşaallah" demenin mendub olduğuna
delâlet eder. İşte bu sebepten dolayı, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e:
' 'Hiçbirsey
hususunda, inşaatlah demedikçe sakm ' 'Yarın onu yapacağım deme" (Kehf.
23-24)buyurmuştur. Bu âyette, Allah'a sığınma işi O'na havale etme, O'nun
kudretini itiraf etme ve meşîetinin herşeye nüfuzu vardır.
[240]
Alimlerimiz bu ayeti,
sonradan olan bütün şeyleri Allah’ın murad etmjş olduğuna delil getirmişlerdir.
Çünkü mutezileye göre Allah Teala, İsrailoğullarına bunu emredince, onların hidayetini,
doğruyu bulmalarını murad etmiş, istemiştir. Bu durumda onların,
"inşaallah" demelerinin herhangibir manası yoktur. Ama bizim
alimlerimizin görüşüne göre, Cenab-t Hak bazen, irade etmediği, istemediği şeyi
de emreder. Buna göre, böyle bir durumda inşaallah dememizin bir faydası
vardır.
[241]
Mu'tezile, ayetteki,
ifadesi ile, Allah'ın meşîetjnin (dilemesinin) sonradan olduğuna iki bakımdan
istidlâl etmiştir.
a)
kelimesinin fiilinin başına gelmesi, meşîetin sonradan olduğunu gösterir.
b) Allah
Teala, hidayete ermelerini, Allah'ın hidayeti dilemesine bağlamıştır. Buna
göre, hidayetin meydana gelmesi ezeli olmadığı için, hidayeti Allah'-tn
dilemesi de ezeli değildir. Şimdi ayetin tefsirine geri dönelim:
Hak Tealâ'nın:
"O nedir, bize açıklasın," ifadesinde de yukardaki gibi bir soru
vardır. O da, bizim, "O nedir?" sözümüzdür. Bu, hakikatin
açıklanmasını isteyen bir sorudur. Halbuki burada cevab olarak söylenen şeyler,
zattan (varlığın kendisinden) ayrı arızî sıfatlardır. O halde bu cevab, o
soruya nasıl uygun olur? Buna daha önce cevab vermiştik.
Cenab-ı Allah'ın
ifadesi, "Orta yaşlı ve sapsarı birçok inek vardır. Bu sebeple, bunlardan
hangisini keseceğimizi karıştırdık" manasınadır. kelimesi, aslı olmak üzere,
ilk tâ harfi atılarak, ikincisi de şin harfine idgâm edilerek şeklinde de
okunmuştur. Yine bu ketime, ve şekillerinde de okunmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın ,
ifadesine gelince bununla il-z lı olarak Kaffâl birçok vecihler zikretmiştir:
a) Bunun
manası: "Biz, Allah'ın dilemesi ile, onun başkalarından farklı
b)"
Eğer Allah onu bize iyice tarif etmeyi dilerse, biz onu bulabileceğiz."
c) Eğer
Allah, bu ineğin vasıflarını iyice sormamızda inşaallah doğru olan bir tutum
içinde oluruz. Yani,"Bu hususta yaptığımız araştırmada herhangi bir
sapıklık üzere olmadığımızı umarız" demektir.
d) Bu ineğin
başkalarından farklı olan vasıflan bize iyice açıklandığı zaman, Allah dilerse
katili bulabileceğiz. Sonra Hak Teala, onların bu sorularını, "O çifte
koşulup toprağı sürmemiş bir İnektir" diye cevaplandırmıştır. Allah'ın,
"Çifte koşulmuş olmayan inek" manasında ineğin sıfatıdır. Yani o
toprağı sürmek için zelûl kılınmamıştır, (boyunduruğa) koşulmamıştır. Yine o,
sırtında su taşınan ve ekinleri sulamak için kullanılan ineklerden de
değildir. Bu ayetteki İlk nefy içindir,
ikincisi ise birinciyi te'kid içindir. Çünkü ayetin manası, .her iki fiil de,
kelimesi-nin sıfatı olmak üzere, "Tarla sürecek ve ekin sulayacak zelûl
değil" dernektir. Bu sanki, "Tarla süren ve ekin sulayan bir zelül
değildir" manasınadır.
Sözün özü, iş
işlemekle zelûl olan mutlaka noksan olur. Bundan dolayı, Hak Teâlâ, o ineğin
toprağı sürmemiş, ekin sulamamış bir sığır olduğunu beyan etmiştir. Çünkü bu
iki iş, noksanlık meydana getirir.
[242]
Cenab-ı Allah'ın,
ifadesi ile ilgili çeşitli görüşler vardır:
a) Mutlak
olarak ayıplardan, kusurlardan uzak, demektir.
b) Bahsedilen
işlerin izlerinden berî demektir.
c) Bu
vahşidir, içerde tutulmamış, salıverilmiştir.
d) Esas
renginden başka renklerden beridir Yani onun sarılığı, başka renklerin
karışmasından uzaktır. Bu dördüncü görüş zayıftır. Aksi halde Cenab-ı Allah'ın,
"Onun alacası yoktur" ifadesi, faydasız bir tekrar olurdu. Aksine
evlâ olan bu lâfzını, kusurlardan uzak olan manasına hamletmektir. Lafzın
kendisi de bunu gerektirir. Çünkü bu kelime hastalıklardan ve kusurlardan
tamamen salim olmayı ifade eder. Alimler bu ifadeyi bâtın aksine olsa bile
zahire göre amel etmenin caiz olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü, lâfzını,
"kusurlardan uzak" diye açıkladığımızda, biz bunu tam olarak
bilmeyiz, ancak zahirine, dış görünüşüne bakarak bunu söyleriz.
Hak Teala'nın,
ifadesinden murad, bu ineğin katıksız san olduğu, başka hiç bir rengin onda
bulumadığını ifade etmektir. Çünkü bir ineğe, vücudunun çoğu yeri san olduğu
zaman "sarı inek" denir. Böylece Cenab-ı Hak bu ifade ile, bu
sarılığın o ineğin bütün vücudunu kapladığını beyan etmiştir. Rivayet
edildiğine göre, o ineğin tırnakları ve boynuzları da sapsarı idi. kelimesinin
masdarı olan, bir rengin bir başka renge karışmasıdır Daha sonra Cenab-ı
Allah, onların bu açıklama yapılırken beklediklerini, bununla yetindiklerini
ve, "İşte şimdi doğrusunu getirdin", yani "Şu anda bu inek
artık başkaları ile karışmıyor. Çünkü bu orta yaşlı, sapsarı, işlere
koşulmamış bir inektir dediklerini haber vermiştir.
Kâdî şöyle dedi:
ifadesi, şüphesiz onlar tarafından bir inkârdır. Zira bu, onların daha Önce
geçen emirlerin hak (doğru) olmadığına inandıklarını gösterir." Bu görüş
zayıftır. Çünkü bundan maksadın, "Şu anda emrolunduğumuz şeyin hakikati
ortaya çıktı da böylece o inek, başkalarından ayrıldı" manası olması
muhtemeldir. Bu sebepten ötürü bu küfür olmaz.
[243]
Cenab-ı Allah'ın:
"Ve onu kestiler, ama nerede ise bu işi yapmayacaklardı" ayeti,
"O ineği kestiler, ama nerede ise onu kesmeyeceklerdi" manasınadır.
Burada bir mesele vardır. O da şudur: Nahivciler, tâ fiili için iki açıklama
yapmışlardır:
a) Bu fiilin
menfisi müsbet, müsbeti menfi manaya gelir. Buna göre bizim sözümüzün manası
"Yapmaya yaklaştı ama onu yapmadı,
nerdeyse
yapacaktı" demektir; sözümüzün manası da: "Yapmaya yaklaşmadı ama onu
yaptı, neredeyse yapmayacaktı" demektir.
b) Nahlvci
alim Abdulkâhir el-Cürcânİ'nin tercih ettiği görüşe göre; tâ fiili yakın oldu, yaklaştı manasınadır. Buna
göre bizim, sözümüzün manası, "Yapmaya yaklaştı"; sözümüzün manası
ise, "Yapmaya yaklaşmadı" demektir. Birinci görüş sahipleri, ikinci
görüşün yanlışlığına bu ayeti delil getirebilirler. Çünkü, ayetinin manası,
"Onlar o işi yapmaya yaklaşmadılar" demektir. Halbuki bir işe yapmaya
yaklaşmayı nefyetmek, o işin meydana geldiğini söylemeye terstir. Eğer tâ
yaklaşma manasına olsaydı, bu ayette bir tenakuzun olması gerekirdi. Bu ayetle
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Bu Evsaftaki İneği Sadece Bir Yetim Çocukta Bulmaları:
Rivayet edildiğine
göre, Benî İsrail'in içinde salih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı
vardı. O buzağısını ormana götürdü ve "Allah'ım, oğlum büyüyüp
ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet
ediyorum" dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi
oldu. Onu o yetim çocuk ite anası pazara sürdüler. O pazarda o günde ineklerin
biri üç dinar eder iken, Benî İsrail, bu ineği, derisini dolduracak kadar altına
satın aldılar. İsrailoğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl aramışlardı.
İkinci Bahis:
İneğin Kesilme Keyfiyeti:
Hasan
el-Basri'den, ineğin nahr edilmeyeceği (develerin kesildiği şekilde
kesilmeyeceği), ancak zebhedileceği (boynunun enine kesileceği); Atâ-dan ise
onun nahr edilerek kesileceği rivayet edilmiştir. Ataya bu ayet okununca zebhin
ve nahrin aynı olduğunu söyledi. Katâde ve Zührî'den: "İstersen
nahredersin, istersen zebhedersin" diye nakledilmiştir. Ayetin zahiri,
İsrailoğullarının, zebh (kesme) ile emrolunduklarına ve "kesme" olan
bir işi yaptıklarına delâlet eder. "Nahr," hernekadar
"zebh"in yerine geçse bile, onun şekli zebhtn (kesmenin) şekline
benzemez. Buna göre ayetin zahiri bizim söylediğimiz manayı gerektirir. Şöyle
ki, "nahr"in, zebh yerine geçtiğine herhangi bir delil olmadığt
halde, Benî İsrail, hayvanı nahr ile kesmiş olsalardı şüphesiz bu, kesme yerini
tutmazdı.
Üçüncü Bahis:
Neredeyse Kesmemelerinin Sebebi:
Alimler,
İsrailoğullarının nerede ise bu ineği kesmemelerine sebeb olan şey hakkında
ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimlerden, o ineğin fiyatının pahalı olması
sebebiyle; eğer bazı âlimlerden de onların rüsvay olmaktan ve dile düşmekten
korkmaları sebebi ile böyle olduğu rivayet edilmiştir. Her iki şekle göre de
emredilen şeyi yapmaktan geri durmak caiz değildir. Birincisinin caiz olmamasına
gelince, bu şöyledir: Onlara belli bir ineği kesmeleri emredilince1 ve bu da
ancak çok fazla paraya dayanınca, onlara bu pahalı fiyatı ödemek vâcib
olmuştur. Çünkü vacibin kendisi ile tamamlandığı şey de vâcibtir. Ancak,
aksine bir delil olursa, o zaman müstesna.. Namaz kılacak kimseye, ancak şer'î
bakımdan pahalı olan su bulabildiğinde bile su ile abdest alması gerekmez. Eğer
su böyle pahalı olmasaydı, abdest gerektiği zaman su ile abdest alması
gerekirdi.
İkincisinin caiz
olmamasına gelince ki bu, o işi yaptıkları için rezil ve rüsvay olacakları
korkusudur, bu da mükellefiyeti kaldırmaz. Çünkü bir kimseye kısas gerektiği
zaman, öldürülenin akrabaları kısas taleb ettiklerinde teslim olması gerekir.
Çoğu kez onun, şer ve fitneye yol açılmasın diye, kendisinin bu işi haber
vermesi gerekir ve çoğu kez, cesed evlerinin yakınlarına atılmış olan
kimselerden katillik töhmetinin kalkması için de katilin bunu haber vermesi
gerekir. Çünkü onun, onları töhmet altında bırakan şeyi gidermesi gerekir.
Buna göre İsratloğullarının o ineği kesmeleri hususunda ağırdan almalarına bunu
sebeb kılmak nasıl caiz olur?
Dördüncü Bahis:
Emr Sigasının Vücûb İfade Ettiği:
Emrin (vücûb)
farziyyet ifade ettiğini söyleyenler bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu
böyledir, çünkü, bu şekilde sadece emirler bulunur. Sonra Cenab-ı Hak, emrin
gereğini yerine getirmede tembellik edip ağırdan alanları zemmet-miştir. Bu da
emirlerin vücûb ifade ettiğini gösterir. Kâdi şöyle demiştir: "Emredilenden
maksad herhangibir şer ve fitneyi bertaraf etmek olduğu zaman, bu durum emrin
vücûb (mutlaka yapılması gerektiğine) ifade ettiğine delâlet eder.
Cenab-ı Hak katil
bulunsun, fitne ve korktukları şer zail olsun diye, bu ineği kesmelerini
emretmiştir. Bu nevi zarardan kaçınmak ise vacibtir. Bu işi yaparak onu
gidermek tek çare olunca, buna başvurmak vâcib olur. Ve yine Hz. Musa (a.s)'nın
şeriatında, kurban keserek ibadette bulunmanın ancak vacib olma yolu ile olmuş
olması da imkansız değildir. Onlar önceden bunun böyle olduğunu bildikleri
için, onlara sırf emir kifayet etmiştir.
Ben derim ki bu
iki meselenin neticesi tek bir şeye"varır. O da şudur: "Biz, her ne
kadar emrin vücûb ifade ettiğini söylemediysek de, vücûb ifade etmeye ters
olduğunu da söylemeyiz. Belki de burada o işin vâcib olduğunu anlamak, emrin
dışında başka bir sebeple olmuştur. Emrin dışında kalan bu sebep, ya karîne-i
hâliyye (durumdan çıkartılan karine) ki bu burada, zararı defetmenin vâcib
(gerekli) olduğunu bilmektir, veya karîne-i makâliyye (sözden çıkartılan
karine) olur, ki bu da daha önce anlatılmış olan, kurbanın ancak vâcib olma
yolu ile meşru olmuş olmasıdır."
Cevab:
Burada sadece Cenab-ı Allah'ın: ayeti geçmiştir. Allah Teala, emredilen şeyi
gerfbıraktıkları için onları zemmedip kınayınca, biz bu vacip oluşun
sebebinin, sırf ilgili emrin gelmesi olduğunu anladık. Çünkü usûl-ü fıkıhta
yer alan kaideye göre, "Bir hükmün, bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün
illeti olduğunu gösterir."
Beşinci Bahis:
Emir Sigası Fevrîliğe Delâlet Eder:
Emrin fevrîliği
(hemen yerine getirilmesi gerektiğini) ifâde ettiğini söyleyenler bu ayeti
delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Çünkü sırf emir geldiğinde, bu emir
ile yapılması emredilen işi yapmama hususunda ilâhî kınama vardır. Bu da emrin,
fevrîliği ifâde ettiğini gösterir.
[244]
Hak Tealâ'nın:
"Hani siz (Ey yahudüer) bir şahsı Öldürmüştünüz de, o (öldürme işini)
birbirinizin üstüne atmıştınız " ayetine gelince, bil ki bu öldürme
hadisesinin mutlaka ineği kesme emrinden önce olması gerekir. Bu öldürmenin
meydana geldiğini haber verme ve kesilen ineğin bir parçası ile maktule vurmak
gerektiğini bildirme, ineğin kesilmesi kıs-sasından önce olması gerekmez.
"Bu kıssa, tilâvette (ayetlerin sıralanışında) daha önceki (bakara)
kıssasından önce olmalıdır" diyen kimsenin fikri hatalıdır. Çünkü hadd-i
zatında bu kıssa, vücuda gelişte, birinci kıssadan önce olması gerektir, amma
zikretmede de önce gelmesi vacib değildir. Çünkü bazan sebeb, hükümden Önce
zikredilir, bazan da aksi olur. Buna göre sanki onların başına böyle bir hâdise
gelince, Allah Teala onlara ineği kesmelerini emretmiştir. Onlar ineği
kesince, Cenab-ı Allah: "Daha önce bir şahıs öldürmüş ve bu hususta ihtilâf
etmiştiniz. Şimdi ben, o öldürülen şahsa, kesilen ineğin bir parçası ile
vurulması suretiyle, sizin gizlediğiniz katili ortaya çıkaracağım" buyurmuştur.
Böyle yapmak doğru olur.
Buna göre eğer,
"Farzet ki bu söz dizisinde herhangibir bozukluk yoktur. Ancak bu sözün
başka bir dizilişi daha güzel olabilir. Öyle ise bu dizilişi tercih etmenin
faydası nedir? " denilirse, biz deriz ki: İneğin kesilmesinin emredildi-ği
kıssa, maktul kıssasından önce zikredilmiştir. Çünkü bunun tersi yapılsa idi, o
zaman hepsi tek bir kıssa olurdu. Halbuki bu tek bir kıssa olmuş olsaydı,
meselenin dallı budaklı olmasında bulunan, açıklama maksadı ortadan kalkardı.
Cenab-ı Hakk'ın:
"Onu birbirinizin üstüne atmıştınız" ayeti ite ilgili olarak da
birkaç husus vardır:
a) "Bu
öldürülen şahıs hakkında ihtilâf ettiniz ve birbirinizle çekiştiniz."
Çünkü çekişenler birbirlerine karşı savunmaya geçer ve birbirlerini
sıkıştırırlar.
b) "Sizden
her biri o şahsı öldürme işini kendi üzerinden atıp, başkasına izafe
ediyordu" demektir.
c) Birbirinizden,
temizlik ve töhmeti gideriyordunuz. Bu husustaki sözün özü şudur: Şüphesiz, bu
fiilin masdan olan, kelimesi def etmek, savuşturmak manasanadır. Buna göre
hasım olanlar, birbirleriyle çekiştikleri zaman, herbiri kendisinden bu töhmeti
defederken, yine herbiri karşısındakinin bu fiille ilgili delilini
savuşturmaya (yıkmaya) çalışır. Yine onlardan herbiri bu töhmetin başkasına
isnâd edilmesi için karşısındakinin getirdiği delili ve yine karşısn kinin bu
töhmetten beri olduğuna dâir getirdiği delili boşa çıkarmaya uğraşır.
Kaffâl:
lâfzındaki zamirin, nefse âit olduğunu, yani bu ayetin, "Siz öldürülen
nefis hakkında ihtilâf ettiniz" manasına olduğunu; ve Cenab-ı Allah'ın,
ifadesi masdara delalet ettiği için, bu zamirin, (öldürme işi) masdarına râcî
olmasının da muhtemel olduğunu söylemiştir.
Cenab-ı Allah'ın,
"Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracaktı" ayeti, "Hiç
şüphesiz, sizin öldürme işi ile ilgili olarak sakladığınız şeyleri ortaya
çıkaracaktır" manasına gelir. Eğer "çıkarıcı" kelimesi mazî
manasında olduğu halde[245]
nasıl amel etmiştir?" denilirse biz deriz ki: Allah Teala'nın: "İki
kolunu (ön ayaklarını) uzatmış olduğu halde..." (Kehf, 18) ifadesinde
şimdiki zaman hikâye edildiği gibi, suçu birbirine atma zamanında da, gelecek
zamanın hikâyesi yapılmıştır. Bu cümle, atfedilen ile, üzerine atfedilen şey
arasında-ki bunlar, lâfzı ile lâfzıdır-, ara cümle (cümle-i i'tirâzi-ye)dir.
Sonra burada birkaç mesele vardır:
[246]
Mutezile, Cenab-ı
Allah'ın: buyruğunun Allah'ın mutlaka bunu yapacağını gösterdiğini ve mutlaka
bunu yapmaya hükmetmiş olduğunu söylemiştir. Çünkü öldürme hususundaki İhtilâf
ve münakaşa, fitne ve fesat sebebidir. Halbuki Allah fesadı sevmez. İşte bundan
dolayı, O, bu fesadı gidermek için bu gizledikleri şeyi mutlaka ortaya
çıkaracağını söylemiştir. Binaenaleyh bu, Allah'ın fesadı irâde etmediğine, ona
razı olmadığına ve onu yaratmadığına delildir.
[247]
Ayet, Hak Teala'ın
bütün malûmatı (bilinecek şeyleri) bildiğini gösterir. Yoksa Allah, onların
gizledikleri şeyi ortaya çıkarmaya kadir olamazdı.
[248]
Ayet, insanın iyi ve
kötü olarak gizlediği ve sürdürdüğü herşeyi Allah'ın ortaya çıkaracağını
gösterir: Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s);
"Bir kul yetmiş
perde arkasında Allah'a itaat etmiş bile olsa, Allah bunu insanların dili ile
ortaya çıkarır" buyurmuştur. Günahlar da böyledir. Hak Teâ-tâ'nın Hz.
Musâ(a.s)'ya "İsrailoğullanna söyle, benim için yaptıkları amellerini
gizli yapsınlar. Onlar için o amelleri ortaya çıkarmak (göstermek) bana aittir"
diye vahyettiği rivayet olunmuştur.
[249]
Ayet, hâs bir manayı
murad etmek için, umûmî bir lâfzın gelmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü
Cenab-ı Hakk'ın: 'Gizlediğiniz şeyleri" ifâdesi, her türlü gizlenmiş şeyi
içine alır. Ama Cenab-ı Allah burada,
bu hâdiseyi
kastetmiştir.
[250]
Cenab-ı Allah'ın:
"Ve, "Onun bir parçası ile, o Ölüye vurun, dedik" ayetinde de
birkaç mesele vardır:
[251]
İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet edildiğine göre, İsrailoğulları bu ineği kırk yıl aradan aradıktan
sonra buldular da öyle kestiler. Ancak bu rivayet Kur'an-ın zahirinin
hiâfınadır. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın ayetinin başındaki, harfi takibiyye faşıdır.
Bu, Cenab-ı Hakk'ın, 'Onun bir parçası ile vurun" emrinin inek kesmenizi
emrediyor" emrinin hemen peşinden olduğunu gösterir.
[252]
Allah'ın: ifadesinin
sonundaki "Hû" bir zamirdir. Bu, ya nefs kelimesine râcîdir ki o
zaman müzekker olarak gelmesi, kelimesinin, manalarında alınmasından dolayıdır,
veya "gizlediğiniz şey" ifâdesinin gösterdiği, öldürülen lâfzına
râcîdir.
[253]
Cenab-ı Hakk'ın ineği
kesmelerini emretmesi câizdir. Çünkü onun kesilmesine, ancak onun kesilmesi
ile meydana gelecek bir maslahat (menfaat) bina edilmektedir. Bu durumun, hem
bu ineğin kesilmesi, hem de başka birşeyin kesilmesinde eşit şekilde söz konusu
olması mümkündür. Doğruya en yakın olan birinci ihtimaldir. Çünkü başka birşey
eğer o İneğin yerini tutacak olsaydı, onun belirtilmesi vâcib olmaz, aksine
onunla başkaları arasında bir muhayyerlik olurdu. Bu konuda iki sual vardır:
Birinci Sual:
Allah, Vasıtasız Olarak piriltebileceğine Göre.Bu Neden İcab Etti?
Cenab-ı Allah
vasıtasız olarak o ölüyü diriltmeye kadir olduğu halde, ölüye kesilen ineğin
bir parçası ile vurmanın faydası nedir? Cevab: Bunun faydası, onun daha güçlü
bir hüccet olması ve hileden de uzak olmasıdır. İnkâr eden bir kimse, Musa
(a.s)'nın o ölüyü bir çeşit sihir ve hile ile dirilttiğini zannedebilirdi. Ama
ona, kesilen ineğin bir parçası İle vurulduğu zaman dirilince, vurulan cisimden
cesede geçen bir şey ile onun dirildiği şüphesi ortadan kalkar.
Fakat bizzat
kendilerinin yapmış oldukları bir fiil sebebiyle ölü canlanıp dirilince bu,
peygamberlerin (a.s) bildirdiklerinin kullar tarafından yapılan bir aldatmaca
olmayıp Allah katından olduğuna delil olmuştur. Keza bunda, Allah'a
yaklaşmada, kurban takdim etmenin ehemmiyetine delâlet vardır.
İkinci Sual:
Neden Başka Hayvan Değil de İnek Üzerinde Israr Edildi?
İnekten başka bir
hayvanın kesilmesi emredilemez miydi? Alimler buna "Eğer onlara başka
birşey kesmeleri emredilseydi o husustaki söz, ineğin kesilmesi ile ilgili söz
gibi olurdu" diye cevap verip bu hususta bazı faideler zikretmişlerdir:
a) Kurban
keserek Allah'a yaklaşma {ibadet etme) âdeti yaygın idi.
b) İsrailoğullarınca
bu kurban, kurbanların en büyük (mühim) lerinden idi.
c) Fiyatının
çok pahalı olması sebebi ile bu ineği elde etmedeki külfeti yüklendikleri
için, bunda onlara çok sevap vardı.
d) İneğin
sahibi için bu, büyük mal kazanmaya vesile olmuştur.[254]
Alimler,
ölüye vurulan bu parçanın, ineğin hangi par olduğunda ihtilâf ettiler. Doğruya
en yakın olan görüş şudur: İsrailoğulları, ineğin istedikleri bir parçasını
vurma hususunda muhayyer idiler. Çünkü onlara, ölünün cesedine, ineğin bir
parçası ile vurmaları emredilmişti. İneğin parçalarından hangisi ile ölüye
vursalar,Cenab-ı Allah'ın: 'Ona, o ineğin bir parçası ile vurunuz" emrini
yerine getirmiş olacaklardı. Emredilen şeyi yapmak, usûl-ü fıkıhta da sabit
olduğu gibi, mükellefiyetten kurtulmaya delâlet eder. Bu ise onların muhayyer
olmalarını gerektirir. Alimler Ötüye vurulan parça hakkında ihtilâf ettiler.
"O, ineğin dili idi' denildi; "sağ uyluğu idi" denildi;
"kuyruğu idi" denildi; "kulakların kıkırdağının bitişik olduğu
kemik idi" denildi; "iki omuzu arasındaki parça Şüphe yok Kur'an
bunu beyan etmemiştir. Bineanaleyh eğer bu hususta sahih bir haber (hadis)
gelmiş ise bu kabul edilir. Yoksa bu meselede bir şey söylememek gerekir.
[255]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/403-404.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/404-405.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/405.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/405-407.
[5] İbn Mace, Filen. 23
(2/1334).
[6] Müslim, Bırr, 4,5 (4/1991).
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/407-410.
[8] ibn Mace, libas 19 (2/1189).
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/410-413.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/413-415.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/415.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/417-418.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/418.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/419.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/420.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/420-421.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/421.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/421-422.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/422.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/422-423.
[21] Ibn Mâce. Zühd, (3012/1470).
[22] Keşfü'l-Hâtâ. Beyhaki'den,
2/166.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/424-426.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/426-427.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/427.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428.
[28] Müslim, Zikir, 42 (4/2076).
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428-429.
[30] Müslüm, Zikir, 41 (4/2075).
[31] El-Camiu’s-Sağır,
2/132(Benzeri bir hadis).
[32] Müslim, Bİrr, 55
(4/1944-1945).
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/429-435.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/435-436.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/436.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/436-437.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/437.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/437-438.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/438.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/438-439.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/439-441.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/441.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/441-442.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/442-443.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/444.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/444-445.
[47] Ebu Davud, edeb, 11(4/255).
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/445.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/445-446.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/447.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/447-448.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/448-452.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/452-453.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/453-454.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/454.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/455.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/455-456.
[58] Buhari, ilim, 31 (Benzer
hadis): Müslim, iman,241(1/135).
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/456-457.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/457-458.
[61] El Camiû's-Sağîr, 1/108.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/458-463.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/463-464.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/464-465.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/465-466.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/466-467.
[67] Timizi, İlim 15 (5/43); Ibn
Maca, Mukaddime 14 (74-75); Darimî, Mukaddime, 44 (1/130).
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/467-468.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/468-469.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/469-470.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/470.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/470-471.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/471-472.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/472.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/472-473.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/473-474.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/474-475.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/475-477.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/477.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/477-478.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/479.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/480.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/481.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/481-483.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/483-484.
[86] Buhari, Savm, 2; Müslim,
Savm, 162-163 (2/906-807).
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/484-485.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/485-486.
[89] Nesai, Nisa, 1 (7/81).
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/486.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/487.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/487-488.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/488-490.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/490-491.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/491-493.
[96] Müfessir burada açıklama
yapmadığına göre, ileride münasip yerde yapacağını vaadetmektedir. (ç.)
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/493.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/494.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/494-495.
[99] Tirmizi, Kiyame 2, (4/613).
[100] Buhari, Mezalim. 4; Tirmizi,
Fiten, 68 (4/523).
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/495-498.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/498.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/498-499.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/499.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/500.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/500-503.
[107] Müslim. Taharet, 39 (1/218)
.
[108] Tirmizi Cuma, 433, (2, 513).
[109] Buharı, Zekat,3.
[110] Ibnu Mâce,Rühün 4 (2/816).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/504-506.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/506-509.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/509-510.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/510-512.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/512-513.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/513.
[117] Ebu Davud, Sünnet, 21
(2/236); Tirmizi, Kıyamet. 11 (4/625): İbn Mace. Zühd 37 (2/144).
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/514-518.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/519.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/519.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520-521.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522-523.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/523-524.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/524-525.
[135] Yani, beni besleyip,
büyütmen. Beni İsrail'i kökleştirip, doğacak erkek çocukları öldürmen sebebiyle
hâsıl olmuştu, (ç).
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/525-526.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/526-527.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/527.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/527-528.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/528-530.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/530.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/531.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/531-533.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/533-534.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/534.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/534-535.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/535-536.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/536.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537-538.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/538-539.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/540.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/540-541.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/541-542.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/542.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/542-543.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543-544.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/545-547.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/5-7.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/7-8.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/8-11.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/11-12.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/12-13.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/13-15.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/15.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/16-17.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/17.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/18.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/18-16.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/19-20.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/21.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/22.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/22-23.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/23.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/23-24.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/24-25.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/25-27.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/27.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/27-28.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/28-29.
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/29-30.
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/30-31.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/31-33.
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/34-35.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/35.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/35-36.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/36.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37-40.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/40.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/40-41.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/41.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/41-44.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/44.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/44-45.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/45.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/45-49.
[202] Aynı manada bir hadts için
bkz: Buhftrî, Diyât, 6; Müslim. Kasame, 25 (3/1302); Tirmizf. HudÛd, 15 (4/49).
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/49-54.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/54-55.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/55.
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/55.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/56.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/56-57.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/57.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/57-58.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/58.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/59-60.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/60-63.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/64.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/64-65.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/65.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/65.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66-67.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/67.
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/68-69.
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/69.
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/69-70.
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/70-71.
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/71-72.
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/72-73.
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/73-74.
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74.
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74.
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74-75.
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/75-78.
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/78.
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/80.
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/81-84.
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/84-85.
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/85.
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/85-86.
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/86-87.
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/87-90.
[245] Ism-i Fâil, mazi manasında
olursa, açıktan mef'ul olamaz.
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/90-91.
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91.
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91.
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91-92.
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.
[254] İnek kurban etmenin, burada
sayılanlardan daha önemli bir hikmeti vardır. Mijfersir Razî (r.h.) bu gün herkesin
bildiği hususa vâkıf olsaydı, elbette başla zikrederdi. Eski dünya tarihi o
zaman az biliniyordu. İnak cinsini tannlastımak birçok yer gibi Mısır'da da
yaygın idi. Yahudiler de bu inancın tesirinde idiler. Allah bu emirle ineğe
tapmayı kesip almak isledi. Kur'an-ı Kerim, mucizevi olarak bunu ve bu şirkin
onlardan kolay zail olmadığına, (İnkarları sebebiyle buzağı sevgisi kalblerine
İyice
yerleşmişti) (Bakara, 93)-Samiri, Hz. Musa
Tür'da iken buzağı heykeli yapmakla onların çoğunu kolayca kartdırabildı ise
(Tâhâ, 85-98); bu, onların kalbine çizilen (yer eden) inek takdisinden ileri
gelmelidir. Son asırda bulunan belgeler, yahudilenn bu şirkten kurtulmalarının
2or olduğunu göstermiştir. (Geniş bikji için bkz. S Yıldırım, Kuran'da
Ulûhiyyet. ist 1987, s.} Böylece görüyoruz ki bu sûreye Bakara (inek) adı verilmesi
de pek münasip olup çok önemli bir medeniyet ve din tarihi ve tevhîd meselesine
parmak basmaktadır Yazıklar olsun, "Şarka bakmaz, garbı bilmez"
mürtedlerden, Kuran'la alay etmek için bunu Heri sürenlere!.,.(ç)
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92-93.
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94.