Peygamberlerin Günah İşlediğini İddia Edenler ve Onlara Karşı Tenkidler 6   *

Resullerin Tebliğlerinde Şüphe Edenler ve İddialarının Tenkidi 6

Resullerin Fetva ve Fiillerinde İsmeti Kabul Etmeyenler 6

Hz.Âdem in Kıssası ile İstidlalleri 7

Hz.Âdem Kıssası İle İstidlallerine Razi'nin Cevabı 7

Hz.Adem'in Yasak Ağaca Bilerek Yaklaştığı Görüşü ve Tenkidi 9

İblis, Cennetin Dışından Nasıl Hz. Adem (a.s.)'i Kandırabildi?. 10

Hz. Âdem İle Havva'nın Cennetten Çıkarılmaları 11

Bu Ayet İnmelerini Emretmektedir, Düşmanlık Etmelerini Değil 11

Beşinci Mesele. 12

Zarfı Hakkındadır 12

Ayetten Dersler: Günahlardan Sakındırma. 12

Âdem'in Tövbeyi öğrenmesi 12

Telâkki Tabirinin Manası 12

Ayetteki   Ne Demektir?. 13

Hz. Âdem'in Öğrendiği Sözler 13

Tevbenin Hakikati Hakkında Gazzâli'nin Sözleri 14

Küçük Günah İçin Tevbe Hakkında. 15

Tevbenin Lisandaki Manası 15

Allah Teala'nın Tevvab Vasfı 15

Ayetin İhtiva Ettiği Önemli Hususlar 16

Tevbenin Sık Yapılması Hakkında Hadisler 16

Hz.Peygamberin: "Kalbim Bulutlanır, Günde Yüz Defa İstiğfar Dilerim" Hadisinin İzahı 16

Tevbenin Sık Yapılması Hakkında Büyük Zatların Sözleri 18

Ayetin İhtiva Ettiği Diğer Önemli Hususlar 19

Kadınlar, Erkeklere Ait Hitaplara Dahildirler 19

Yeryüzü Serencamı: 19

"İniniz" Emri Neden Tekrarlandı?. 19

İnilen Yerlerin Adları 20

Üçüncü Mesele. 20

Dördüncü Mesele. 20

Buyruğundan Çıkarılan Dört Kaide. 21

İnkarcılara Gelince. 21

Benî İsraîle Verilmiş Olan Nimetler-Hakkında Söz- 21

Bu Bölümün Mukaddimesi 21

İsrail Kimdir?. 22

Nimet Hakkında Açıklamalar: Nimetin Tarifi 22

Nimetin Kısımları 22

Allah'ın Nimetlerini Saymak Mümkün Değildir 23

Hayat Nimeti Başta Gelir 23

Nimet Hakkında Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile'nin Görüşü. 23

Kâfire, Din Nimeti Verilmeyip Dünya Nimeti Verildiğinin Delilleri 24

İsrailoğullarına Verilen Nimetler 26

Beni İsraile Nimetlerin Hatırlatılma Sebebi 26

Atalarına Verilen Nimetler İle Asr-ı Saadetteki Yahudilerin İlgisi 26

Allah İle Benî İsrail Arasındaki Ahid. 27

Onların Allah'a Karşı Ahidleri 27

Allah'ın Onlara Ahdi 27

Bazı Sorular 28

Mevcut Tevrat ve İncil'den Peygamberimizin Geleceğine Deliller 28

Allah Teala'nın Ahdini Yerine Getirmesi Vacib Değildir 31

Allah'dan Korkma Ne Demektir?. 31

Yahudileri Kur'an'a İnanmaya Davet 31

Kur'an'ın Tevrat ve İncil'i Tasdik Etmesi Nasıl Olur?. 32

"İlk İnkâr Edenler" Ne Demektir?. 32

ilk Kâfir Olmamaları Halinde İnkarları Caiz midir?. 33

Allah'ın Ayetlerini Az Fiatla Satmayın. 33

Rehbet İle İttika Arasındaki Fark. 33

Hakkı Gizlemeyin. 34

Bile Bile İnkâr 34

Namaz Ve Zekât 34

Mücmelin Beyanı Hitab Vaktinden Geri Kalır mı?. 34

Salat (Namaz) Ne Demektir?. 35

Zekatın Manası 35

Kâfirler Dinin Fürûu ile Mükellef Tutulabilir mi?. 35

Birr Kelimesinin İzahı 36

Birr (iyilik) HakkındaYapılan Tefsirler 36

Akıllı Davranmak Ne Demektir?. 37

Bir Günahı İşleyen Kimse Emr-i Bil Maruf  Yapabilir mi?. 37

Kulun Fiili Hakkında Mutezilenin Yanlış bir İstidlali 38

İlminden Faydalanmayan Âlim Hakkında  Hadis-i Şerifler 38

Bu Emrin Muhatabı Kimlerdir?. 38

Sabır ve Salatın Hakikatine Dair 39

daki Zamirin Mercii Hakkında İhtimaller 39

Namazda Huşu Duyma. 40

Ayette Geçen "Zan'dan Maksad. 40

"Rab ile Karşılışma"nın Manası 40

Lika Tabirinin Allah'ı Görmeye Delil Olup Olmadığı Konusunda Mutezile ile Münakaşa. 41

Allah'a Rücû Etmenin Mânası 41

Alemlere Üstün Kılmanın Manası 42

Allah, Kulun Faydasına Olan Şeyi Yaratmaya Mecbur Değildir 42

Mal Ve Mülkün, Şefaatin, Yardımlaşmanın Fayda Vermeyeceği Gün. 43

İki Suale Cevap. 43

Âyet-i Kerimedeki Bazı Lafızların Tefsiri 43

Günahı Bırakmaya Etkili Bir Teşvik. 44

Hz. Peygamberin Şefaatinin Mahfuziyeti, Bu Konuda Mu'tezile'nin Hatası 45

Büyük Günah İşleyene Şefaat Yok Diyen Mu'tezile İddiası 45

Ehl-i Sünnetin Cevabı 45

Mu'tezile'nin İleri Sürdüğü Öbür Deliller 45

Mutezilenin Hadislerden Delilleri 47

Ehl-i Sünnetin Bu Husustaki Delilleri 48

Mu'tezile'den Bir İtiraz. 49

Bu İtiraza Ehl-i Sünnetin Cevabı 49

Mu'tezile'den Bir İtiraz. 50

Ehl-i Sünnetin Cevabı 50

Büyük Günah İşleyenler İçin Şefaat Olacağına Dair Hadisler 51

Mutezilenin Bu Hadislere Cevabı 52

Ehl-i Sünnetin Buna Cevabı 53

Mufassal Cevabın Birinci Vechi 53

Cevabın İkinci Vechi 53

Cevabın Üçüncü Vechi 53

Cevabın Dördüncü Vechi 53

Cevabın Beşinci Vechi 53

Cevabın Altıncı Vechi 54

Cevabın Yedinci Vechi 54

Cevabın Sekizinci Vechi 54

Cevabın Dokuzuncu Vechi 54

Cevabın Onuncu Vechi 54

Hadîsler Hakkında İtirazlara Cevaplar 54

Şefaat Hakkında Feylesofların Görüşü. 54

Benî İsrail'e Olan Nimetlerden: Firavun'dan Kurtulma... 55

Firavun Kelimesi Hakkında. 55

Su Kelimesi Hakkında. 55

Erkek Çocukları Öldürmedeki Zararlar 56

Buyruğundaki Atıfda Bulunan Nükte. 56

Firavun Yeni Doğanları mı, Delikanlıları mı Öldürtüyordu?. 56

Oğulların Öldürülmesinin Sebebi 57

Belâ (musibet) Kelimesi Hakkında. 58

Benî İsraîlin Denizden Geçirilip Firavunun Boğulması 58

Âyet-i Kerime İle İlgili Konulardan Birinci Konu: Denizden Geçiş. 58

Dünyevi Nimetler 59

Dinî Nimetler 59

Bu Kıssadan Ümmet-i Muhammed'in Çıkaracağı Dersler 59

Âyetle İlgili Birinci Sual 60

Firavn Ordusunun, Onların "Gözleri Önünde" Boğulmasının Manası 60

Hz. Musa'ya Tûr Dağında Yapılan Vahy. 60

Kıraat Farkının Manaya Tefsiri 61

Musa Kelimesinin Manası 61

Tûr'daki Kırk Gece. 61

İsrailoğullarının Buzağıyı Tanrılaştırmaları 62

Samiri'nin Buzağı Heykeli Yapma Kıssası 62

Üçüncü Bahis: Bu Kıssadaki Bazı Faideler 62

Böyle Yapan Yahudilerin Zulmü. 63

Birinci Bahis: Zulm ne demektir?. 63

Mutezile 'nin Bir İddiası ve Reddi 63

Âyet, Allah'ın Âlemden Müstağni Olduğunu Gösterir 63

Cenab-ı Allah'ın Af Vasfı 64

Benî İsraile Tevrat Ve Furkan Verilmesi 64

Benî İsrail'in Buzağıya Tapıp Sonra Tevbe Etmeleri 65

Tevbe İle Nefsi Öldürme Arasındaki Münasebet 66

"Kendinizi Öldürünüz" Emrinin Tefsiri 66

İrtidâddan Tevbe Ettikleri Halde Niçin Öldürüldüler?. 68

Allah Teâlâ'yı Görmek İstemeleri 68

Görme Talebi Ne Zaman Ve Nasıl Oldu?. 69

Allah'ı Görmek İsteyenleri Yıldırımın Çarpması 69

Birinci Bahis: Mutezilenin Rüy'et Hakkında Yanlış Bir İstidlali 69

Razî'nin Mutezile İddiasına Cevabı 70

Rûyet İsteğinin Reddolunmasının Sebepleri 70

İkinci Bahis: Saika Ne Demektir?. 71

Öldükten Sonra DiriltiImeleri: 71

Onlara Gölgeleyen Bulut, Kudret Helvası, Bıldırcın Verilmesi 72

Onlara Şehre Girme Emrinin Verilmesi 72

Âyetteki "Girin" Emrinin Çeşidi 72

Bu Kasabanın Adı Nedir?. 72

"Kapıdan Secde Ederek Girin" Demenin Manası 73

"Hıtta"nın Manası 73

İstenen Hıtta Lafzı mı, Yoksa Manası mıdır?. 74

Muhsin Kelimesinin Manası ve Muhsinlerin Mükâfaatı 74

Zalimlerin Verilen Emri Değiştirmeleri 75

Zalimler ve Onlara Gönderilen Azab. 75

Fısk ve Zulüm Hakkında. 75

Şeriatta Bildirilen Zikirler Tevkîfî midir?. 76

Âyette İlgili Sualler 76

Hz. Musa'nın Kayadan On İki Pınar Fışkırtması 77

Su Nerede Verildi?. 77

Hz Musa'nm Asası 78

Pınar Fışkıran Taş Hakkında. 78

Dördüncü Mesele. 78

Ayeti-Kerime İle İlgili Birkaç Sual 78

Buna Üç Şekilde Cevap Verilir: 79

Allah'ın Rızkından Yeyip İçiniz. 80

Yeryüzünde Fesat Çıkarmayın. 80

İsrailoğulları Haddi Aşıp Şehre Gitmek İstiyorlar 80

Birinci Mesele. 80

İkinci Mesele. 81

Üçüncü Mesele. 81

Dördüncü Mesele. 82

Beşinci Mesele. 82

Onlara Zillet Ve Meskenet Damgasının Vurulması 84

Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîlerin Uhrevî Akıbetleri 85

Yahudi Ne Demektir?. 86

Nasara Kelimesinin Mânası 86

Sâbiin Kimlere Deriz?. 86

Mühim Bir Nokta: Allah'a İmânın Şümulü. 86

İmân Edenlerin Korku ve Hüzünden Uzak Olmaları 87

Sâbiûn Kelimesinin Kur'an'm Üç Yerinde Gösterdiği Farklılık. 87

Benî İsrail'den Ahid Alıp Dağı Üzerlerine Kaldırma Hadisesi 87

Misak (Ahid) İte İlgili İki Konu. 87

Tûr (Dağın)'un Üzerlerine Kaldırılması 88

Cumartesi Yasağına Uymayıp Maymuna Çevrilen Yahudiler 89

Cumartesı Kıssası 89

Bu Kıssadan Maksad. 90

Üçüncü Mesele. 90

Onları Balıklarla İmtihan Etmenin Hikmeti 90

Maymun Suretine Çevrilmeleri 90

Birinci Mesele. 90

Onlara; "Maymun Olun!" Emrinin Makul İzahı 91

Maymuna Çevrilmenin Mecazi Olduğunu Söyleyen Mücahid’in Görüşü. 91

Mücahidin Görüşünün Tenkidi 91

Dördüncü Mesele. 92

Buyruğundaki Zamirinin Muhtemel Mercileri 92

Nekâl Kelimesinin Mânası 92

Bu Garip Hadisenin Herkes İçin Bir İbret, Muttakiler İçin Mev'iza Olması 93

Benî İsrail'in İnek Boğazlama Hadisesi 93

Burada Bildirilen Kati Hadisesi 93

Husün-Kubüh Meselesi 94

Muhayyer Vacib. 94

Buradaki (Bir İnek) Umumi Bir lifiz Mıdır?. 94

Lâfzın Umumî İfade Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri 94

Hz. Musa'yı Alay Etmekle İttiham Etmeleri 96

Bazı Farklı Kıraatler 96

Kelimesindeki İhtimaller 96

Hâdise İle Emir Arasındaki İlişkiyi Anlamamaları 96

Hz Musa'yı Alayla İttihamları Sebebiyte Kâfir Oldular Mı?. 96

Yahudilerin, İnekle İlgili Üç Suali 97

İşleri ilahi Meşîete Ismarlamanın Lüzumu. 98

Eşyanın Takdir-i İlâhi İle Vücuda Gelmesi 98

Mu’tezile’nin Meşiet Hakkında Yanlış Bir Görüşü. 98

“Müselemetün” Ne Demektir?. 99

Fiili Hakkında İzah. 99

Maktulü Kimin Öldürdüğü Hakkında Şüpheye Düşmeleri 101

Birinci Mesele. 101

İkinci Mesele. 101

Üçüncü Mesele. 101

Dördüncü Mesele. 102

Kesilen İneğin Bir Parçasıyla Maktule Vurulması 102

İneği Ne Kadar Zaman Zarfında Buldular?. 102

İkinci Mesele. 102

Üçüncü Mesele. 102

Vurulan Parçanın Hangi Uzvu Olduğu. 103

 


Peygamberlerin Günah İşlediğini İddia Edenler ve Onlara Karşı Tenkidler            Başa Dön

 

Bunun aksini savunanlara gelince, onlar zikrettiğimiz şu dört hususun herbiri hakkında ayetleri delil getirmişlerdir. Biz, onların getirdiği ayetlerin, delaleti en kuvvetli olan noktalarına işaret edip, onların geniş izahını inşallah bu tefsirde gelecek yerlere havale edeceğiz. İtikad hususunda delil getirdikleri ayetler üçtür:

1) Onlar Hz.Adem (a.s.)'in itikadını tenkid etmek için, Allah'ın: "O (Allah), sizi bir candan yaratan, bunun da (gönlü) kendine (yatıp) ısınsın diye, eşini yapandır. Ne zamanki o, eşini örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi (hamile oldu) da (bir müddet) bununla gidip geldi. Nihayet (gebeliği) ağırlaşınca ikisi de Rablerine şöyle dua ettiler: "Eğer bize (hilkati) tam bir çocuk verirsen, yemin olsun ki şükredenlerden olacağız"(Araf, 189) ayetine tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir; "Buradaki tek bir candan murad, Hz.Adem; ondan yaratılmış olan ise eşi Hz.Havva'dır. Bu kinayeler tamamıyla ikisine aittir. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın:

"O ikisi, Allah'ın kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na eşler tutmaya başladılar. Allah onların eş tuttukları şeylerden münezzehtir" {Araf 190) ayeti, onların şirke düşmüş olduklarını gösterir."

Buna cevabımız şudur: Ayetteki "tek bir can"ın Hz.Adem olduğunu kabul etmiyoruz. Ayette bunu gösteren herhangi birşey yoktur. Biz deriz ki: Burada hitab Kureyş müşriklerinedir. Kureyş kabilesi ise Kusayy'ın sc/udur. Buna göre ayet, "Allah sizi Kusayy'ın kendisinden yaratıp, onun cinsinden, kendisine ısınsın diye, Arap olan bir eş yapmıştır. Cenab-ı Hak, o ikisine arzuladıkları tam hilkatli bir çocuk verince onlar, bu dört çocuğu Abd-u Menaf, Abdu'l-uzza, Abdu'd-dar ve Abd-u Kusayy diye isimlendirmişlerdi, deki cemi zamiri bu ikisine ve onlardan sonra gelenlere aittir. İşte bu sağlam bir cevabtır.

2) "Hz.İbrahim (a.s.) başlangıçta ne Allah'ı, ne de ahiret gününü tanımıyordu" dediler. Birincisine gelince, o, yıldızlar hakkında "Bu benim Rabbimdir" (Enam, 76) dedi. İkincisi hususunda da O, "Ya Rabbim ölüleri nasıl dirilteceksin, bana gösterir misin?" dedi. (Allah: Buna) inanmadın mı yoksa?" dedi. O da inandım, fakat kalbimin iyice mutmain olması için

(istiyorum) dedi" (Bakara, 260).

Bunun cevabı şöyledir ifadesi "Rabbim bu (olacakmış ha!)" manasına, inkâr sadedinde söylenmiş bir sorudur. ifadesinden murad ise "haber, gözle görme gibi değildir" manasıdır.

3) Bunlar Allah'ın: "Eğer senfsana indirdiğimizden şüphe İçindeysen, senden önce Kitabı okuyanlara sor! Andolsun ki sana, Rabbinden Hak gelmiştir; binaenaleyh, şüpheye düşenlerden olma"(Yunus, 94) ayetini delil getirmişlerdir. Buna göre ayet, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in, kendisine vahyedilenler hakkında bir şüphe içinde bulunduğuna delalet etmektedir. Buna cevabımız şudur: Dünyada kalb, şüphe peşinde olan birtakım düşüncelerden halî olmaz. Ne var ki Hz.Peygamber (s.a.s), bu şüpheleri delillerle izale ediyordu. [1]

 

Resullerin Tebliğlerinde Şüphe Edenler ve İddialarının Tenkidi

 

Peygamberleri tebliğ konusundaki ismetleri hakkında tutundukları ayetlere gelince, bunlar da üç tanedir;

a- Hak Teala'nın

"Biz sana okuyacağız, sen de unutmayacaksın. Allah'ın dilediği müstesna"(A'la, 6-7) ayeti. Buna göre bu istisna, vahiyde unutmanın bulunduğuna delalet eder. Buna cevabımız şudur: Nehy, hatırlamanın zıddı olan unutmaya dair değildir. Çünkü bu kişinin kudretine dahil değildir. Tam aksine nehy, terketme manasına gelen unutma hakkındadır. Bu sebeple biz buradaki nisyanı, evla olanı terke hamlediyoruz.

b- Cenab-ı Hakkım:

"Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiş olalım ki, o bir şey temenni ettiğinde, şeytan onun dileği hakkında bir fitne atmamış olsun"{Hac. 52) ayetidir. Buna dair. Hac suresinin tefsirinde, derinlemesine izah gelecektir.

c- Cenab-ı Hakk'ın:

"Caybi bilen O'dur. O, gaybma kimseyi muttali kılmaz. Seçip aldığı bir Peygamber müstesna... Çünkü Allah, o bunun önünden ve ardından gözetleyiciler dizer. Ta ki, o peygamberlerin Rablerinin risalelerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin diye. (Cin 26-28) ayetidir. Muhalifler sözlerine şöyle devam ettiler. Vahyin tebliğinde, peygamberler tarafından bir karıştırmanın olabileceğine dair korkuları olmasaydı, kendileriyle beraber gönderilen bir gözcüden yardım taleb etmelerinin bir manası olmazdı. Buna cevabımız şudur: Faydanın, bu gözcünün şeytanları vesvese vermekten men etmesi şeklinde olması niçin caiz olmasın? [2]

 

Resullerin Fetva ve Fiillerinde İsmeti Kabul Etmeyenler          Başa Dön

 

Peygamberlerin fetvalanndaki ismetleri hususunda, muhaliflerin tutundukları ayetlere gelince, bunlar da üç tanedir;

a- "Davud'u ve Süleyman'ıda hatırla...Hani onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı"{Enbiya. 78) ayetidir. Biz bu hususu Enbiya suresinde etraflıca anlattık.

b- Cenab-ı Hakk'ın, Hz.Peygamber fidye karşılığı onları bıraktığı zaman, Bedir esirleri hakkındaki ayetidir;

"Hiç bir peygamber, yeryüzünde ağır basıp zaferler kazanmadıkça, esir alması vaki olmamıştır"(Enm, 67).Hz.Peygamber, hükmünde hata etmemiş olsaydı kesinlikle azarlanmazdı.

c- Cenab-ı Hakk'ın:

"Allah iyiliğini versin, niçin onlara izin verdin? "(Tevbe, 43) ayetidir. Bütün bu hususlara cevabımız şudur:

Biz bunu, terk-i evla (evlayı terketme) anlamına hamlediyoruz.

Peygamberlerin fiillerindeki ismetleri hususunda, muhaliflerin tutundukları delillere gelince, bunlar pekçoktur: [3]

 

Hz.Âdem in Kıssası ile İstidlalleri

 

a- Hz.Adem'in kıssasıdtr. Bu hususla ilgili olarak onlar yedi delil getirdiler.

1) Hz.Adem asi oldu. Asi olanın da mutlaka büyük günah işlemiş olması gerekir. Biz onun asi olduğunu söyledik, çünkü Cenab-ı Hak:

"Adem Rabbine asi oldu ve azdı"(Taha. 121) buyurmuştur. Biz asinin, iki sebepten dolayı büyük günah sahibi olduğunu söyledik. Birincisi: Nas, asi olanın cezalandırılmasını gerektirir. Çünkü Cenab-ı Hak, "Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, muhakkak ki onun için cehennem ateşi vardır"(Cuma, 23) buyurmuştur. Büyük günah sahibinin anlamı ancak budur. İkincisi: Asi lafzı, bir kınama ismidir. Bu sebeple ancak büyük günah sahiplerini içine alması gerekir.

2) Hz.Âdem kıssasına sarılarak, O'nun azmış olduğunu söylemeleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "...azdı" (Taha, 121) buyurmuştur. Azmak (gayy) ise, doğruyu bulmanın (rüşd) zıddıdır. Çünkü Cenab-ı Hak;

"Doğruluk azgınlıktan ayrılıp seçilmiştir"(Bakara, 256) buyurmuş, böylece "gayy" lafzını "rüşd"ün zıddı yapmıştır.

3) Hz.Âdem tevbe etmiştir. Tevbe edense, günahkâr olduğu için tevbe etmiştir. Biz Hz.Adem'in tevbe ettiğini söyledik, çünkü Cenab-ı Hak "Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler öğrendi de bunlarla Allah'a tevbe ettf "(Bakara, 37) ve;

"Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti"(Taha, 122) buyurmuştur. Tevbe eden günahkârdır dedik. Çünkü, tevbe eden, "işlediği günaha pişman olan" demektir. İşlediği günaha pişman olan,kendisinin o günahı işlemiş olduğunu haber veriyor demektir. Eğer o, bu haber vermesinde yalancı ise, o bu esnada yalan söylediği için günah işlemiştir. Eğer doğru söylüyor ise, zaten matlub da (istenen de) budur.

4)  Hz.Âdem, Cenab-ı Hakk'ın;

"Ben sizleri şu ağaçtan men etmedim mi?"(A'raf, 22) ve "Ve, bu ağaca yaklaşmayın"(Bakara, 35) ayetlerinde belirttiği gibi, kendisine yasaklanılmış olan şeyi işlemiştir. Yasak olan şeyi irtikab etmekse, günahın bizzat kendisidir.

5)  Cenab-ı Hak, Hz.Adem'i; "Sonra zalimlerden olursunuz"Çakara. 35) ifadesinde; Hz.Âdem de kendi

kendini ; "Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik"(Araf, 23) ayetinde zalim olarak adlandırmıştır. Zalime ise lanet edilmiştir; çünkü Cenab-ı Hak, "İyi bilin kt, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir"(Hut, 18) buyurmuştur. Lanete müstehak olan ise büyük günah sahibi olandır.

6) Hz.Adem (a.s.), Allah'ın kendisini bağışlaması olmasaydı hüsrana uğrayanlardan olacağını şu ayette itiraf etmiştir:

"Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen her halde hüsrana uğrayanlardan oluruz"(A'raf, 23). Bu ise onun büyük günah işlemiş, olduğunu gösterir.

7) Şeytana uymasına karşılık bir ceza olarak şeytanın vesvesesi ve ayağını kaydırması sebebi ile Adem'in cennetten çıkarılmasıdır. 8u ise, Hz,Adem'in büyük günah sahibi olduğunu gösterir.

Sonra onlar sözlerine devam ederek şöyle demişlerdir: Bu sayılan vecih ve izahlardan herbirinin ayrı ayrı onun büyük günah işlediğine delalet etmediğini farzet. Ancak bunların hepsinin birden onun büyük günah işlediğine, kati bir şekilde delalet ettiğinde şüphe yoktur. Yine bu izahlardan herbirinin herhangi bir şeye delalet etmese bile,toplamlarının bir şeye delalet etmesi mümkündür. [4]

 

Hz.Âdem Kıssası İle İstidlallerine Razi'nin Cevabı

 

Bize göre bu yedi hususa verilecek en güçlü cevabımız şöyle dememizdir: Sizin sözleriniz ancak, büyük günah işleme halinin peygamberlik zamanında olduğunu gösteren deliller getirmenizle tamam olur. Bu ise imkansızdır. O halde, "Hz.Adem (a.s.)'den zelle {küçük günah) sadır olduğunda, o peygamber değildi, daha sona peygamber olmuştur" denilmesi niçin mümkün olmasın? Biz bu hususta herhangi bir delilin bulunmadığını açıklamıştık. Bunların herbirine, açık bir şekilde cevab verme inşallah bu ayetlerin tefsirinde gelecektir.

Biz burada, Allah Teâlanın "Şeytan onların ayağını kaydırdı" ayetinden, muradının ne olduğunu ortaya koymak için bu zellenin (günahın) keyfiyetinden bahsederek şöyle diyoruz:

Farzedelim ki bu fiil, Hz.Adem (a.s.)'den, o peygamber olduktan sonra sadır olmuştur. Buna göre, Hz.Adem'in o fiili yapması ya unuttuğu bir sırada veya farkında olduğu bir sırada olmuştur. İlki yani o günahı, unutarak işlemesi görüşü kelamcıların bir kısmının görüşüdür. Onlar bu hususa, Hak Teala'nın "Biz onda bir azim bulamadık" (Taha, 115) ayetini delil olarak getirmişler ve Hz.Adem'in durumunu, bir işe iyice dalıp da o iş kendisini iyice sardığı için orucunu unutan ve bilerek değil de unutarak bir şeyler yiyen bir oruçlu insanın haline benzetmişlerdir. Bu görüşün şu iki bakımdan batıl olduğu söylenmesin.                                                            *

a- Cenab-ı Hakk'ın: "Rabbinlz sizi bu ağaçtan, ancak iki melek olursunuz diye nehyetmiştir"(Araf, 20) ve:

"(Şeytan) onlara, "Muhakkak ki Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim" diye yemin ettf'(Araf, 21) ayetleri, Hz.Adem (a.s.)'in bu fiili işlerken, yasağı unutmuş olmadığını gösterir.

İbn Abbas (r.a.)'dan, Hz.Adem (a.s.)'in bu fiili kasten yaptığını gösteren rivayet gelmiştir. Çünkü İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir. Onlar o ağaçtan yiyip, edep yerleri açılınca, Hz.Adem cennetten çıkmak istedi de onu cennet ağaçlarından bir ağaç tuttu ve bırakmadı. Cenab-ı Allah ona, "Benden mi kaçıyorsun?'" diye nida etti. Bunun üzerine Hz.Adem (a.s.) "Hayır ya Rabbi, senden utanıyorum" dedi. Cenab-ı Hak da "Cennetten sana verdiklerim arasında, haram kıldıklarımdan daha fazlası yok muydu?" buyurunca,O: "Evet ya Rabbi! Fakat, ben senin izzetine yemin ederim ki sana yalan yere yemin eden hiç kimse görmemiştim." (Onun için şeytanın yeminine kandım) dedi. Cenab-ı Allah da: "İzzetime yemin ederim ki seni o cennetten indireceğim, sonra sen ancak sıkıntı ile yaşayacaksın" dedi.

b- Hz.Adem (a.s.) bunu unutarak yapmış olsaydı, bundan dolayı O azarlanmazdı. Aklî bakımdan da, unutan kimse, bir fiili işlemeye mukdetir sayılmaz. Dolayısıyla da onunla mükellef tutulamaz. Çünkü Cenab-ı Hak:

"Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden

başkasını yüklemez "(Bakara. 286) buyurmuştur. Bu naklî bakımdan da böyledir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur.- "Üç kişiden kalem çaldırılmıştır {yani onların amelleri yazılmaz)." Hz.Adem (a.s.) bu fiilinden dolayı kınandığına göre, onun bunu unutarak yapmadığı anlaşılır."

Çünkü biz diyoruz ki: Bizim birinci şıkka cevabımız şudur: Biz, Hz.Adem ile Havva'nın iblisin bu sözüne inanıp onu tasdik etmiş olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü onlar, İblisi tasdik etmiş olsalardı, onların bu husustaki günahları, o ağaçtan yemeleri günahından daha büyük olurdu. Zira şeytan, onlara "Rabbiniz sizi ağaçtan ancak iki melek olursunuz veya ebedi kimselerden olursunuz diye nehyetmtştir"{Araf, 20) diyerek, onlara Allah hakkında sû-i zannı telkin etti ve onları emr-i ilahiye uymamaya, hükmüne razı olmamaya, kendisinin o hususta onların iyiliğini istediğine inanmalarına ve Allah Teala'nın ise onları -haşa- aldattığına inanmaya teşvik etti. Şüphe yok ki bütün bunlar, ağaçtan yemeden daha büyük günahlardır. Bu sebeble, bu husustaki kınamanın daha şiddetli olması gerekir.

Keza Hz.Adem (a.s.), iblisin secde etme hususunda isyanını, kendisine buğzunu, Allah'ın verdiği nimetlerden dolayı kendisine haset ettiğini biliyordu. Akıllı olan kimse için, bütün bu karinelere rağmen, düşmanının sözünü kabul etmesi nasıl düşünülebilir? Ayette, Hz.Adem ile Havva'nın, şeytanın sözü esnasında veya daha sonra o fitli yaptıklarına dair bir şey yer almamıştır. Yine Hz.Adem'in, iblisin kendisine düşman olduğunu bildiğini şu ayet de gösterir: "Hiç şüphesiz ki bu (İblis) senin de,eşinin de düşmanıdır. Binaenaleyh sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra zahmete düşersİniz"(Taha, 117).

İbn Abbas'tan rivayet edilen habere gelince bu, ahad olarak rivayet edilmiş bir haberdir. O halde o, Kur'an'a nasıl muaraza edebilir?

İkinci şıkka cevabımız ise şöyledir: Hz.Adem (a.s.)'in azarlanması ancak, unutma sebeblerinden korunmadığından dolayı olmuştur. Unutmanın bu çeşidinin mesuliyeti, bütün müslümanlardan kaldırılmıştır. Ancak bununla onların mesul tutulmaları da mümkündü. Fakat şereflerinin yüceliğinden dolayı bu mesuliyet peygamberlerden kaldırılmamıştır. Alimler, buna misal olarak şu ayetleri zikretmişlerdir:

"Ey Peygamberin hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi birisi gibi değilsiniz" (Ahzab, 32): "Sizden kim apaçık bir terbiyesizlik yaparsa, ona iki kat azab verilir"(Ahzab, 30)

Hz.Peygamber (s.a.s.)de: "İnsanların en şiddetli imtihan edilenleri Peygamberlerdir. Daha sonra veliler, sonra da sırasıyla onlara daha yakın olanların imtihanları gelir.[5] "Ben, sizden İki kişinin çektiği ızdırabm toplamı kadar ızdırap (elem) çekiyorum."[6] buyurmuştur. Eğer, "Peygamberlerin hallerinin yüceliği ve mertebelerinin yüksekliğinin başkalarının mükellef tutulmadıkları şeylerle mükellef tutulmaları için yeterli sebep sayılabilir mi?" denilirse, deriz ki: Sen iyilerin hasenatının mukarreb (Allah'a çok yakın) kullarının seyyiatı sayıldığını duymadın mı? Yemin olsun ki Hz.Peygamber (s.a.s.)'in sırtında, başkalarında bulunmayan çok zor mükellefiyetler vardı. Hz.Adem (a.s.)'den günahın sehven sadır olmuş oldu­ğunun izahı hakkında söylenecek şeyler bundan ibarettir.

Bazı tefsir kitablarında şunu gördüm: Hz.Havva, Hz.Adem'e içki sundu. Hz. Adem (a.s.) bunu içip sarhoş olunca, bu işi yaptı. Alimler bunun uzak bir ihtimal olmadığını, çünkü Hz.Adem'in, o ağaç dışında herşeyden yemeye izinli olduğunu; biz ağacı "buğday" manasına hamlettiğimiz takdirde, içki içmeye de izinli olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse, Cenab-ı Hakk'ın, cennet

içkilerinin niteliği hakkında söylediği: ''Onlarda sarhoşluk (verme özelliği) yoktur"{Sattat, 47} ayetinden dolayı, cennet içkilerinin sarhoş etmediğini söyleyebilir. [7]

 

Hz.Adem'in Yasak Ağaca Bilerek Yaklaştığı Görüşü ve Tenkidi          Başa Dön

 

Hz. Adem (a.s)'ın yasak ağaçtan yeme günahını bilerek işlediğini söyleyen görüşe gelince, burada dört çeşit görüş vardır:

1) Bu nehy, haramlık ifade eden değil,tenzihi (tenzihen mekruhtuk) ifade eden bir nehiydir. Bu görüşle ilgili açıklamalar daha Önce geçmişti.

2) Bu fiil, Hz. Adem (a.s.)'den kasıtlı olarak sadır olmuştur. Hz. Adem, o esnada peygamber olduğu için, bunu yapması büyük günah olmuştur. Sen bu görüşün yanlış olduğunu daha önce kavramıştın.

3)  Hz. Adem (a.s.), bunu kasıtlı olarak, bilerek yaptı ama, o esnada o fiili küçük günah mertebesine indirecek bir korku ve ürperti içinde idi. Bu görüş de daha önce zikrettiğimiz deliller sebebiyle batıldır.Çünkü vacibi terke yönelen, veyahut da, nehyedilmiş bir fiili kasıtlı olarak yapan kimse, onu korkarak işlemiş bile olsa, bu fiili ile o, laneti;kınanmayı ve ateşte ebedi kalışı haketmiş olan bir asi olur. Peygamberleri ise, bununla nitelemek doğru olmaz.

Bir de Cenab-ı Hak, onu  "Unuttu da, biz onda bir azim bulamadık" (Taha, 115) ayetinde unutmakla nitelemiştir. Bu da kastiliğe ters düşer.

4) Bu Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bu görüşe göre Hz. Adem (a.s.) yanlış bir içtihad sebebiyle yemeye yönelmiştir. Bu ise, günahın büyük günah olmasını gerektirmez. Yanlış içtihadın izahı şudur: Hz.Adem'e "Fakat, bu ağaca yaklaşmayınız" denilince, ayette geçen bu laf­zıyla bazan şahsa, bazan da nev'e işaret edilir.

Rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber, eline bir ipek ve bir altın alarak,

"Bunlar, ümmetimin kadınlarına Helal, erkeklerineyse haramdır,"[8] buyurur, bununla da iki şeyin nev'ini murad eder. Yine rivayet edildiğine göre

Hz.Peygamber (s.a.s.) birçok kere abdest alarak "İşte Allah'ın namazı kabul için şart koştuğu abdest budur" buyurur; Hz.Peygamber burada abdestin nevini murad etmiştir.

Âdem (a.s) Cenâb-ı Hakk'ın "Buağaca yaklaşmayınız" sözünü işitince, bu nehyin muayyen bir ağacıiçine aldığını zannederek, o ağaçtan yemedi, ama ayni türden bir başka ağaçtan yedi; ancak ne var ki o, bu içtihadında hata etti. Çünkü Allah-u Teala'nın lafzıyla kastettiği, belli bir ağaç olmayıp, nevi idi. Fürûdaki içtihad hatalı olursa, şeriatımıza göre bağışlanmış küçük günah olması ihtimalinden dolayı; ceza ve lanete müstehak olmayı gerektirmez.

Eğer, denilirse ki: "Bu görüşe dair söz bir kaç vecih itibariyledir;

a) kelimesi, dilin aslında, hazır olan şeye işaret içindir. Hazır olan şeyse, ancak muayyen bir şey olabilir. Öyleyse, kelimesi aslında muayyen bir şeye işaret içindir. Buna göre, ile nev'e işaretin kastedilmesine gelince, bu aslolanın hilafınadır. Yine, Cenab-ı Hakk'a, işarette bulunmak caiz olmaz. Bundan ötürü Cenab-ı Hakk'ın bazı meleklerine, bu muayyen ağaca işarette bulunmalarını emretmiş olması gerekir. Bu takdirde onun dışındakiler muhakkak olarak, nehiy dışı katmış olurlar. İşte bu sabit olunca, deriz ki; "müçtehid lafzı hakikatine hamletmekte mükelleftir; Hz.Adem lafzını muayyen bir şeye hamledince, yapılması gerekeni yapmış oldu. Binaenaleyh lafzı nev'e hamletmesi caiz olmazdı. Bil ki bu söz, şu iki durumla da kuvvetlenmektedir;

Birincisi: Cenab-ı Hakk'ın: "O cennetin dilediğiniz yerinden bolca yeyiniz"(Bakara, 35) ayeti, delilin tahsis ettiği hariç, cennette bulunan şeylerden istifadeye mezun olduğuna delalet eder.

İkincisi: Akıl, delilin tahsis ettiği şey hariç, bütün faydalı şeylerden istifade etmenin helal olmasını gerektirir. Tahsis edici delil, ancak bu muayyen kısma delalet eder. Böylece Adem (a.s.)'in cennetin diğer ağaçlarından faydalanmaya mezun olduğu sabit olur. Bu sabit olunca, bu sebepten dolayı Adem (a.s.)'in kınanmayı hak etmesi ve hatalı olduğuna hükmedilmesi imkansız olur. Böylece, kıssayı bu manaya hamletmenin, Hz. Adem'in hatalı değil de isabet etmiş olmasına hükmetmeyi gerektirmiş olduğu sabit olur. Bu böyle olunca da öteki tarz tevilin yanlışlığı ortaya çıkmış ulur.

b- Bu tevile itiraz hususundadır. Farzet ki lafzı, hem şahsa hem de nev'e işaret içindir. Fakat, Cenab-ı Allah bu lafza, bundan muradının şahıs değil de tür olduğuna delalet edecek veya bunun yerini tutacak herhangi bir şey birleştirmiş midir? Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, ya Adem (a.s.)'ın bu açıklamayı anlamadan kusurlu olduğunu söylemek gerekir (ki bu takdirde de günah işlemiş sayılır) veya, onu anlamada kusurlu olmayıp onu iyice anladıysa o zaman da bundan maksadın "nev'i" olduğunu anlamıştır. O zaman da, onun bu türden olan herhangi bir ağaçtan yemeğe yönelmesi, bilerek günaha yönelmek olur.

c- Peygamberlerin içtihad yapmaları caiz değildir; çünkü içtihad zan üzere bir işe yönelmektir. Bu ise, ancak ilim elde etme imkanına sahip olmayan kimse için caizdir. Halbuki peygamberler, yakînî ilim elde etmeye kadirdirler. Binaenaleyh, onların içtihatta bulunmaları caiz değildir, çünkü yakînî ilim elde etme gücü olduğu halde zan ile yetinmek, aklen de dinen de caiz değildir. Bu sabit olunca içtihada yeltenmenin günah olduğu da sabit olmuş olur.

d- Bu mesele ya katî ya da zanni meselelerdendir. Eğer kati meselelerden ise, bunda hata etmek büyük bir hata sayılır, o zaman da problem geri döner. Eğer bu zanni meselelrden ise, ve biz de: "Her müctehid isabet eder" dersek, o zaman içtihadı meselelerden1 hiçbir zaman yanılma bulunmaz. Yok eğer, "Bu meselede bir kişi isabet eder, yanılansa ittifakla mazurdur" dersek, o zaman bu kadarcık hata Adem (a.s.)'in elbisesinin soyulmasına, cennetten çıkarılmasına ve yeryüzüne indirilmesine nasıl sebep olur?

Birincinin cevabı şöyledir: lafzı, aslında her ne kadar muayyen bir şahsa işaret etmek için ise de, bazan izahı yukarda geçtiği gibi, nev'e işaret etmek için de kullanılır. Cenab-ı Allah, ondan muradın tür olduğuna delalet edecek şeyi ona bitiştirmiştir.

İkinciye şöyle cevap verilir: Adem (a.s), belki bu delili anlamada hata etmiştir. Çünkü O, bunun Ona, o anda gerekmediğini zannetti. Veya, şöyle denilir: O, Cenab-ı Allah'ın kendisini, bizzat o ağaçtan nehyettiği zaman, bu delili anlamıştı. Aradan uzun müddet geçince, bunu unuttu. Zira haberde, Adem (a.s.)'ın cennette uzun bir müddet kaldığı ve sonra cennetten çıkarıldığı tzikretilmiştir.

Üçüncüye şöyle cevap verilir: Burada, peygamberlerin içtihada tutunmuş olduklarını isbata gerek yoktur. Çünkü biz, Hz. Adem'in bu delili anlamak konusunda hata ettiğini veya bu delili anladığını, fakat sonradan

unuttuğunu açıklamıştık. Allah'u Teala'nın:

"Derken anuttu da, biz onda bir azim bulamadık "(Taha, 115) ayetinden muradı da budur.

Dördüncünün Cevabı Şöyledir:

Bu nehyin delaleti kati idi, fakat Adem (a.s.) onu unutunca, bu unutma, günahın büyük sayılmaması hususunda bir özür oldu" demek veya "Bu delalet zanni idi; fakat ne varki buna, diğer müçtehidterin hatalarına terettüp etmeyen şiddetli cezalar tereddüp ediyordu. Çünkü o müçtehidlerin ictihadlarının, şahısların değişmesine göre değişmesi caizdir. Nitekim şiddetli cezalar ve cezaların hafifletilmesi hususlarında, ümmeti hakkında mevzubahis olmayan birçok şey Hz. Peygambere has olmuştur. Burada da böyledir"dentlebilir.Bil ki mesele hakkında başka bir izah tarzının olduğunu söylemek de mümkündür. O da şudur: Cenab-ı Hak "Siz İkiniz şu ağaca yaklaşmayın" buyurup, ikisine birden yasak koyunca, Hz. Adem (a.s.), herbirinin tek tek ağaca yaklaşıp ondan yemesinin caiz olduğunu sanmıştır. Çünkü Allah'ın Siz ikiniz şu ağaca yaklaşmayın" ifadesi ikisine birden nehiydir. Bundan, tek başlarına oldukları zaman da nehyedilmiş oldukları anlaşılmaz. Belki de bu içtihadı hata ancak bu yönden meydana gelmiştir. Bu konuda söyleneceklerin tamamı işte budur. Allah en iyi bilendir. [9]

 

İblis, Cennetin Dışından Nasıl Hz. Adem (a.s.)'i Kandırabildi?

 

Alimler, Hz.Adem cennette, iblis ise, Cennetin dışında olduğu için iblisir, Hz. Adem'e nasıl vesvese verdiği hususunda ihtilaf ederek, bu hususa dair bir çok izahlar yapmışlardır:

1) Bu, kıssacılaran görüşüdür. Bu da Vehb b. Münebbih el-Yemani ve Süddi'den, onlarında İbn

Abbas (r.a.) ve onun dışında başkalarından kıssacıların rivayet ettiği şu haberdir. İblis cennete girmek istediği zaman cennetin bekçileri ona mani oldular. Derken yılana geldi. O, dört ayağı olan bir hayvan idi, bir Horasan devesine benzerdi. O adeta hayvanların en güzeli idi. Şeytan bütün diğer hayvanlara başvurdu, fakat kimse onu kabul etmedi, ama yılan onu kabul etti ve yuttu. Cennet bekçilerine göstermeden onu cennete soktu. Yılan cennete girince, iblis onun ağzından çıkıp vesveseye başladı. İşte böylece yılan lanetlendi, ayakları yok oldu ve karnının üstünde sürünmeye başladı. Onun rızkı toprakta kılındı ve bundan dolayı da insanoğluna düşman oldu. Bil ki bu ve benzeri hikayeler, değer verilmemesi gereken şeylerdendir. Çünkü iblis, eğer yılanın ağzına girmeye kadir olduysa, niçin kendisini yılan şekline koyup da cennete giremedi. Bir de, yılana bu oyunu oynayan iblis

olduğu ve yılan akıllı ve mükellef olmadığı halde, yılan cezalandırılmıştır.

2) İblis, hayvan şekline girerek cennete girmiştir.   Bu söz birincisinden daha az bozuktur.

3) Usulcü alimlerin bazısı şöyle demişlerdir: Hz. Adem ve Havva belki de cennetin kapısına kadar gelmişler, iblis de kapıya dıştan yaklaşmış ve onlara vesvesesini vermiştir.

4) Bu görüş Hasan Basri'nin görüşüdür. Buna göre, iblis yeryüzünde olduğu halde, vesvesesini cennetteki Hz. Adem ile Havva'ya ulaştırmıştır. Bazı alimler ise bunun uzak bir ihtimal olduğunu, çünkü vesvese gizli söylenen bir söz olduğu için bunun yerden semaya ulaştırılmasının mümkün olmadığını söylemişlerdir.

Alimler bir başka bakımdan da ihtilaf etmişlerdir ki o da şudur: "İblis ya bizzat Hz. Adem ile Havva'ya hitab edebilmiştir; veya" O vesvesesini, kendisine uyan bazılarının ağzı ile onlara ulaştırmıştır. Birinci görüşün delili

Cenab-ı Hakk'ın : "İblis onlara, ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim " diye yemin etmişti" (A'raf, 21) ayetidir. Bu ayet, karşılıklı konuşmuş olmayı ifade eder. Şu ayet de böyledir: "Şeytan onların ikisini de aldatarak derecelerini düşürdü "(Araf, 22).

İkinci görüşün delili şudur: Hz.Adem ile Havva annemiz iblisi, iblisin hased ve düşmanlığını biliyorlardı. Bundan dolayı örfen onun sözünü kabul etmeleri ve ona iltifat etmeleri imkansızdır. Bu sebeble, iblisin bu vesvesesini onlara ulaştıracak, iblise tâbi birisinin bulunması gerekir. Burada geriye iki soru kalır.

Birincisi: Cenab-ı Hak, bu ayak kaydırmayı iblise nisbet etmiştir. O halde, niçin bu fiilden ötürü Hz. Adem ile Havva'yı kınamıştır.?

Biz deriz ki, Cenab-ı Hakk'ın Uijli "Derken onların ayağını kaydırdı" (Bakara, 36) ayetinin manası, şeytan onlara vesvese verirken bu fiili işlediler de,  böylece bu fiil iblise nisbet edilmiş oldu, şeklindedir. Nitekim bu, Cenab-ı

Hakkın   "Benim onları hakka çağırmam onların ancak nefretini arttırdı "(Nuh, 6) ayetinde de böyledir, buna göre Cenab-ı Hak iblisten naklederek;

"Benim sizler üzerinde hiçbir gücüm yoktu; ancak ben sizleri çağırdım, sizler de bana uydunuz "(ibrahim, 22) buyurmuştur.Mü'tezile'nin söylediği bundan ibarettir. Bu nisbet hususundaki sözün gerçeği, bizim defaatle açıkladığımız şeydir. Bu da şudur: İnsan, hem yapmaya hem de yapmamaya muktedir bir varlıktır. Yapmanın ve yapmamanın eşit olması durumunda, insanın bu iki şeyden birinin kaynağı olması, ona götüren bir sebep olmaksızın, imkansız olur. Ona götüren sebep ise, kulun hakkında, onun fiilinin bir maslahatı kapsamasını bilmesi veya sanması yahutta öyle inanmasından ibarettir. Bu ilim veya zan, uyarıcı bir sebeple meydana geldiğinde, bu fiil ona izafe ve nisbet edilmiş olur. Çünkü ondan ötürü, bilkuvve fail olan bilfiil fail olma durumuna geçmiş olur. İşte bu manadan ötürü, bu fiil burada vesveseye nisbet edilmiştir. Bazı arifler ne güzel söylemiştir. "Farzet ki Adem (a.s)'ın zellesi, iblisin vesvesese sebebiyle meydana gelmiştir. Peki, iblisin isyanı, kimin vesvesesi ile meydana gelmiştir?" Bu, sana sebep olmadığı müddetçe fiilin meydana gelmiyeceği sebepler zinciri birbirine dayansa bile, onların, başlangıçta onları, yaratana mutlaka varıp dayanacağı hususunda tenbihatta bulunur. İşte bu husus Hz. Musa'nın;

"Bu ancak senin imtihanındır; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirirsin" (Araf, 155) ayetinde açıklamış olduğu husustur.

İkincisi: Bu vesvese nasıl olmuştur? Buna cevabımız şudur; Bu Cenab-ı Hakk'ın, şu ayette bahsettiği durumdur:

"Rabbiniz bu ağaçtan sizi ancak iki melek olacağınız için veya iki ebedi kimse olacağınız için nehyetmiştir"(Araf. 20) Onlarsa bunu kabul etmemişlerdir. Şeytan bundan ümidini kesince, Hak Teala'nın:

"Onlara yeminle, "Muhakkak ki ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim" ded/"(A'raf, 21) buyurduğuna göre, yemin etmeye yöneldi. Ama onlar iblisi yine tasdik etmediler. Ortaya çıkan durum şudur: İblis bundan sonra diğer bir şeye başvurmuştur, ki bu da onun onları, mubah olan leziz şeylerden istifade etmekle oyalamasıdtr. Öyleki onlar bu şeylere iyice dalmışlar ve bu dalışları sebebiyle nehyi unutmuşlar, o zaman da olan olmuş... İşlerin gerçekte nasıl olduğunu en iyi Allah bilir. [10]

 

Hz. Âdem İle Havva'nın Cennetten Çıkarılmaları          Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın "Biz de onlara "ininiz" dedik." ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır: [11]

 

:: Sayfa  416-417 EKSİK ::

 

çok çetin meşakkatler vardır. Zira, Hz. Adem ile Havva'nın cennetteki durumlarından ayrılarak, ancak zorluk ve sıkıntılarla geçim vasıtalarının elde edildiği bir yere, dünyaya geçmeleri tekliflerin en meşakkatlilerindendir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, onların cennetten çıkarılmalarının bir ceza olduğu zannı, batıl olmuş olur. Çünkü teklifi zorlaştırmak, o nisbette sevabın artmasına sebeptir.Kendisinde böylesine büyük bir fayda olduğu halde, bu nasıl bir azab olabilir? Şayet: "Hadlerin ve keffaretlerin birçoğunda, teMif babından bile olsalar, cezanın bulunduğunu söyleyen siz değil misiniz?" denilirse deriz ki: "Hadler (cezalar) ceza görene (mahdud)a başkasının fiilinden dolayı tatbik edilir; buna göre, eğer adam o suçta İsrarlı biri ise, bunun bir ikab olması caizdir. Keffaretlere gelince, bunların bir kısmında hadlerin ukubatlar yerine geçeceği, çünkü ukubatların ancak günah ile sabit olacağı söylenebilir. Büyük bir sevaba nail etmeleriyle beraber, keffaretlerin ukubet olmalarına gelince, hayır... Bu olmaz. [12]

 

Bu Ayet İnmelerini Emretmektedir, Düşmanlık Etmelerini Değil

 

Cenab-ı Hakk'ın  (Bakara, 36) ayeti, inmeyi emretmektedir. Düşmanlıkla ilgili bir emir değildir, çünkü iblisin Hz. Adem ve Havva'ya düşmanlığı, onlara haset edip, Hz. Adem'e secde etmemesi, Hz.Adem ile Havva'yı cennetten çıkarmak için hile yapması; zürriyetle-

rine düşmanlığı ise, onlara vesvese vererek, onları küfre ve günaha davet etmesi sebebiyledir. Bunlardan herhangi birinin emredilmiş olması caiz değildir.

Hz. Adem'in iblise  düşmanlığı ise, emredilmiş bir husustur. Çünkü

Cenab-ı Hak, "Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır; binaenaleyh siz de onu düşman edininiz' '(Fatır, 6) ve: "Ey Adem oğullan, ebeveyninizi cennetten çıkarmış olduğu gibi, şeytan sizi de fitneye düşürmesin (Araf, 27) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ayetten kastedilen mana, "bazınız bazınıza düşman olarak gökten ininiz.!" olur. [13]

 

Beşinci Mesele

 

Ayette geçen  lafzı bazan istikrar manasına gelir. Nitekim Cenab-ı Hak; "O zaman, Kabbinedir varış ve istikrar"{Kıyame, 12) buyurmuştur. Bazan da,  "içinde karar kılınan  mekan" manasını ifade eder. Nitekim Allah'u Teala;

"Cennet ehli o zaman, en hayırlı bir yerdedirler"(Furkan, 24) ve: "Sonra da bir karar kılma ve emanet yeri.."'(En’am, 98) buyurmaktadır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, ekseri alimler:

"Sİzin için yeryüzünün narar titunaccm oır yer vardır "(Bakara. 36) âyetindeki lafzını yer ve mekan anlamına hamletmişlerdir. Buna göre âyetin manası "o yer, hem hayatınızda hem de öldüğünüzde içinde olacağınız, karar kılacağınız yerdir" olur.

Sûddi'nin Abdullah İbn Abbas (r.a)'den rivayet ettiğine göre İbn Abbas, Müstakarr kabirdir" demiştir; yani, içinde bulunacağınız kabirleriniz... Birincisi daha evladır, çünkü Cenâb-t Hak, âyette metaı takdir ve zamanla takyit etmiştir; bu ise ancak, kişinin yaşamasıyla uygunluk arzeder. Diğer oır hususda Cenâb-ı Hakk onlara, onlar cennetten inerken bu şekilde hitap etmiştir ki, bu da yaşama halini gerektirir (ölümden sonrayı değil).

Bil ki Cenab-ı Hak bu kıssa hakkında A'raf sûresinde;

"Dedi ki: "Birbirinize düşman olarak ininiz! Sizin için orada karar Sınacak bir yer ve belli bir zamana kadar bir geçimlik vardır. Sizler orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız" (Araf, 24-25) buyurmuştur. Buna göre: Cenâb-ı Hakk'ın sözünün,yine onun sözü için bir beyan olması caizdir. Yine kısmının birinci kısma bir ilave olması da caizdir. [14]

 

Zarfı Hakkındadır

 

Alimler, bir zaman ismi olduğunda ittifak ettikleri halde kelimesinin bundaki anlamı üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Evla olanın, bununla:"Devam edip, giden" bir zamanın kastedilmiş olmasıdır. Çünkü birisi arkadaşına, onu uzun zaman görmeyince, "Seni çoktandır görmedim" der. Ama bu söz pek yakında görülmüş olan bir kimseye söylenilmez. Buna göre insanların ömürleri uzun, ecelleri de meydana gelişlerinden çok sonra ve uzak olunca, Cenab-ı Hakk'ın buyurmuş olması caiz olmuştur. [15]

 

Ayetten Dersler: Günahlardan Sakındırma

 

Bil ki bu ayette, birçok bakımdan,  her türlü günahtan büyük bir sakındırma vardır,

a- Hz.Adem'in bu küçük zelleyi işlemesinden ötürü başına   gelenleri   düşünen   kimse,   günah işlemekten son derece korkar. Şair de şöyle demiştir:

"Ey uyuyan kimsenin gözüyle bakan; hakkıyla müşahede etmeksizin işi müşahede eden kimse! Günahlara günahlar katıyorsun; buna rağmen cennete ulaşmayı ve ibadet edenin mükafaatına, nail olmayı umuyorsun! Allah'ın bir tek günah sebebiyle Adem'i cennetten çıkardığını unuttun mu?"

Feth El-Mevsilî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz insanlar cennet ahalisi idik. Ama iblis bizi dünyaya sürükledi. Çıkarıldığımız o yurda dönmedikçe bizim için gam, keder ve sıkıntıdan başka birşey yoktur.

b- Bu, büyüklenmek, hased etmek ve hırstan sakındırmaktır. Cenab-ı Allah'ın "İblis diretti ve kibirlendi " ayeti hakkında Katade'den şu izah nakledilmiştir; "Allah'ın düşmanı iblis, O'nun Hz. Adem'e O'nun verdiği lutuflara hased edip, "Ben ateştenim, o ise çamurdandır!" dedi. 'Sonra Ademoğlunun kalbine, yasaklanan şeyi yaptırıncaya kadar hırs verdi. Sonra da Kabil'in kalbine hased verdi de Kabil Habil'i öldürdü."

c- Cenab-ı Hak, Hz. Adem ile iblis arasında çok güçlü bir düşmanlık olduğunu bildirdi. Bu da, şeytandan kaçınmanın şart olduğuna büyük bir tenbihdir. [16]

 

Âdem'in Tövbeyi öğrenmesi          Başa Dön

 

"Derken Adem Rabbinden (birtakım) kelimeler öğrenip aldı ve (O'na yalvardı) O da tevbesint kabul etti. Çünkü tevbeyi çok kabul eden ve keremi bol olan O'dur. "(Bakara, 37).

Bu ayette birçok mesele vardır: [17]

 

Telâkki Tabirinin Manası

 

Kaffal şöyle demiştir. kelimesinin aslı, "birisi ile karşılaşmaya yönelmek" demektir. Sonra bu

kelime, "gelecek olan şeyi karşılama" manasında kullanılmıştır. Sonra da "kabul etme, alma" manasında kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sana, Hakim ve Alîm olan (Allah) nezdinden Kuran veriliyor "(Nemi, 6) yani "osana telkin ediliyor" buyurmuştur. Yine "Biz hacıları karşıladık" ve Bu sözü falancadan aldım, öğrendim." denilir. Kelimenin aslı bu olunca ve dediğimizden her iki adamın diğeri ile karşılaştığı anlaşılıp, karşılaşma da her ikisine birden nisbet edilince, onların "karşılaşma" masdarı İle vasfed il meleri yerinde olmuştur. Bundan ötürü "Karşılaştığın herkes de seninle karşılaşmış olur" denilebilir. Bu sebeble de ibaresinin, "Adem o kelimeleri aldı, belledi ve onları kabul etti" manasına alınması caiz olduğu gibi, "Allah'dan bazı kelimeler geldi " manasında olmak üzere, iuir merfu olarak okumak da caizdir.

Bunun bir benzeri de Allah'ın: "Ahdim zalimlere ulaşmaz "(Bakara. 124) ayetidir. İbn Mes'ud (r.a.)'un kıraatinde kelimesi şeklinde okunmuştur. (Yani "zalimler ahdime ulaşamaz " manasında.) [18]

 

Ayetteki   Ne Demektir?

 

Bilki âyette geçen 'den muradın, "Allah'ın Adem (a.s.)'e tevbenin hakikatini öğretmesi" olması caiz değildir. Çünkü mükellefin, tevbenin mahiyetini bilmesi, tevbe ederek günahlarından kurtulabilmesi ve tevbeyi başka

şeylerden ayırdedebilmesi gerekir. Peygamberler ise bunu haydi haydi bilir.

Daha doğrusu ayetten muradı, şu şeylerden birisine hamletmek gerekir;

1) Bu, günah işlediği esnada tevbe edenlerden ve Allah'a dönenlerden olacak bir biçimde Hz. Âdem'den sadır olan günaha dikkat çekmedir.

2) Allah Teala tevbenin gerektiğine ve mutlaka kabul edileceğine dikkat çekmektedir.Şu manada ki; "Bir kimse küçük veya büyük günah işler, sonra da yaptığına pişman olarak bir daha günah işlememeye azmederse, muhakkak ki ben onun-tevbesini kabul ederim." Allah Teala, <o y ç$ ^Jiâ ûUT demiş, yani "O kelimeleri aldı, kabul etti ve onları kullandı."

3) Hak Teala, Hz. Âdem'e verdiği büyük nimetlerini hatırlatmıştır. Bu da tevbeye götüren etkili sebeblerden olmuştur. [19]

 

Hz. Âdem'in Öğrendiği Sözler

 

Alimler "kelimelerin" ne olduğu hususunda ihtilaf ettiler.

1) Sa'id b.Cübeyr'in İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Hz.Adem (a.s.) şöyle demiştir: "Ya

Rabbi, bir vasıta olmadan beni kendi ellerinle yaratmadın mı?" Cenab-ı Allah "Evef'diye cevab vermiş. Hz. Âdem, "Ya Rabbi bana ruhundan üflemedin mi?" dedi. Allah Teala, "Evet" diye cevab verdi. Hz. Adem, "Beni cennetinde yerleştirmedin mi?" dedi. Hak Teala "Evet, iskan ettim " dedi. Hz. Adem, "Ya Rabbi, rahmetin gazabını geçmiş değilmi idi?" dedi. Allah Teala, "Evet, geçti " dedi. Hz. Adem" Ya Rabbi, eğer ben tevbe eder ve halimi düzeltirsem beni cennete geri döndürür müsün?" dedi. Cenab-ı Allah da "Evet döndürürüm" cevabını verdi, işte Cenab-ı Hakk'ın ayetinin manası budur. Süddi bu rivayette şunu ilave etmiştir: O, "Ya Rabbi, bana bir günah takdir etmiş mi idin?" dedi, Allah Teala "Evet " buyurdu.

2) Nehai şöyle demiştir: İbn Abbas'a geldim ve ona "Adem'in Rabbinden aldığı kelimeler ne idi?" diye sordum. O da bana şu cevabı verdi. Allah Teala, Hz. Adem ve Havva'ya hacc ibadetini Öğretti, onlar da haccettiler. İşte bu kelimeler,   hac  esnasında  söylenen   dua  ve  zikirlerdir.   Onlar   Haccı tamamlayınca, AHajı onlara "Ben sizin tevbenizi kabul ettim " diye vahyetti.

3) Mücahid ve Katade, iki rivayetlerinden birine göre şöyle demişlerdir: Bu "kelimeler", Cenab-ı Hakk'ın;

"EyRabb'imiz,biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki hüsrana uğramış kimselerden oluruz "(A'raf, 23) ayetidir.

4) Sa'id b.Cübeyr'in İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre bu kelimeler, Hz.Adem (a.s.)'in şu sözleridir:

"(Ey Allah'ım!) Senden başka ilah yoktur, seni teşbih ederim ve sana hamdederim. Ben kötülük işledim ve kendime zulmettim^ Beni bağışla. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısm. Senden başka Hah yoktur, seni teşbih ederim ve sana hamdederim. Ben bir kötülük işledim ve kendime zulmettim, bana rahmet et. Çünkü sen, rahmet edenlerin en hayırlısısm. Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih ederim ve sana hamdederim. Ben kötülük (günah) işledim ve kendime zulmettim. Tövbemi kabul et. Çünkü sen tevbeleri çok kabul eden ve rahmeti çok olansın."

5) Hz. Aişe şöyle demiştir: Cenab-ı Hak, Adem'in tevbesini kabul etmeği dilediği zaman, Hz. Adem, yedi defa Kâ'be'yi tavaf etti. Kabe o zaman kırmızı bir tepecik idi. İki rekat namaz kıldığında Kabe'ye yöneldi ve şöyle dedi: "Allah'ım! Sen benim sırrımı da biliyorsun, gizli olan şeylerimi de... Benim özrümü kabul eyle! Sen benim ihtiyacımı da biliyorsun, bana istediğimi ver! Sen benim içimde olanı biliyorsun, onun için günahlarımı bağışla! Allah'ım, senden kalbimi dolduran bir iman ve doğru bir yakîn istiyorum. Ki böylece bana, ancak senin yazdıklarının isabet edeceğini bileyim ve bana ayırdığın nasibe razı olayım." Cenab-ı Allah da, Adem (a.s.)'e bunun üzerine şöyle vahyetti. Ey Adem, günahını bağışladım, senin soyundan kim senin bana yaptığın bu duayı yaparsa, onun günahını da mutlaka bağışlarım; gam ve kederini gideririm, fakirliği gözünün önünden söker alırım ve o istemese bile, dünya ona akıp gelir. [20]

 

Tevbenin Hakikati Hakkında Gazzâli'nin Sözleri         Başa Dön

 

Gazzali (r.h.) şöyle demiştir. Tevbe, şu üç şeyin  sırayla meydana gelmesiyle tahakkuk eder: İlim, hal ve amel.. İlim, ilk sıradadır, hal ikinci, amelse üçüncü sıradadır. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Allah'ın adeti mülk ve melekût aleminde bunu icab ettirir.

İlme gelince, ilim günahta bulunan zararı ve günahın kul ite Allah'ın rahmeti arasında perde olduğunu bilmektir. Bu husus gerçek anlamda bilinince, bu bilgiden, arzu edilen şeyin elden kaçması sebebiyle, kalbte bir üzüntü meydana gelir. Çünkü kalb, ne zaman sevdiği bir şeyi elden kaçırdığını hissederse elem duyar. Eğer o şeyin elden kaçması, kendisi tarafından o yapılan bir fiil sebebiyle olursa, bu arzu ettiği şeyin elden kaçması sebebiyle, o şeyin elden kaçmasına sebep olan şeye üzülür; işte bu tür üzüntüye pişmanlık denilir. Sonra bu üzüntü kuvvetlenince, bundan kararlı bir irade meydana gelir. 8u irade hem geçmişe, hem hale hem geleceğe taalluk eder. Onun şimdiki zamana taalluku, içine girdiği günahı terketmek ile olur. Gelecekle olan alakası arzu ettiği şeyi elden kaçırmasına sebep olan bu fiili, ömrünün sonuna kadar yapmamaya azmetmesidir. İradenin mazi ile olan alakası ise, elden kaçırdığı şeyleri, şayet tamiri mümkün ise, bu yolla ve onararak onları telafi etmesiyledir. Bundan dolayı ilim ilk önce gefir ve o bu hayırların kaynağıdır. Ben ilim ile, yakfnî olan eksiksiz ilmi kastediyorum. Çünkü günahlar, zehirli ve helak edicidirler. Bu yakfnî ilim ise, bir nurdur. Bu nur, pişmanlık ateşini doğurur. Bununla kalb, tıpkı üzerine, daha önce karanlık içinde iken üzerine güneş doğan, bulutların çekilip gitmesiyle üzerine ışıklar doğarak sevdiği şeyin nerdeyse helak olmak üzere olduğunu görüp de, kalbinde aşk ateşi tutuşarak bu ataşlerden onu kurtarmak için ileri atılma iradesi doğan kimse gibi, iman nurunun onu aydınlatmasıyla sevdiği kendisi arasında bir perdenin bulunduğunu görerek üzülür. İlim, pişmanlık ve halde olsun istikbalde olsun günah fiilini terketmekle alakalı azim; mazide elden kaçanları telafi tevbenin meydana gelmesinde birbirini izleyen üç safhadır. Tevbe ismi, bunların hepsine birden ıtlak edilirse de, daha çok, tek başına pişmanlık anlamında kullanılır ve o zaman .ondan önceki ilim bir mukaddime; o fiili terk tevbenin bir meyvesi ve onun peşi sıra gelen bir netice olarak kabul edilir. Bundan dolayı Hz. Peygamber: "Pişmanlık tevbedir"[21] buyurmuştur. Çünkü pişmanlık, bu pişmanlığı gerektiren ilimden ve onun peşi sıra gelen azimden ayrı düşünülemez. Bundan dolayı da pişmanlık, iki ucundan, yani onu meydana getirenle (müsmir), ondan meydana gelen (semere) ilekorunmuştur.İşte, tevbenin hakikati konusunda.Şeyh Gazzali'nin özetleyerek söyledikleri bunlardır. Bu güzel bir sözdür.

Kaffal şöyle demiştir: Tevbede. günahı terketmek, daha önce yapılanlara pişman olmak, onun bir benzerini bir daha yapmamaya azmetmek ve bütün bunlar hususunda korkmak gerekir. Günahı terketmenin gerekliliğine gelince, bu şundan dolayıdır; Eğer insan günahı terketmezse. onu yapmaya devam eder, böylece de tevbe etmiş olmaz. Pişmanlığın gerekliliğine gelince, bu şundan dolayıdır: Eğer insan pişman olmazsa, o günahın faili olmaya razı olur. Bîr şeyden razı olan da, onu yapmaya devam eder. Bir şeyi yapan da, ondan tevbe etmiş olmaz. O günahı tekrar işlememeye azmetmeye gelince, bu şundandır: Çünkü onun fiili günahtır; günaha azmetmek de günahtır. Korkuya gelince, bu şundan dolayıdır. İnsan, tevbe ile emredilmiştir; gerektiği gibi tevbe etmiş olduğunu da kesin olarak söyleyemez, böylece de korkuya

düşer. Bu sebepten Cenab-ı Allah: "Ahiretten korkuyor ve Rabbinfn rahmetini umuyor "(Zümer, 9) Peygamberimizde "Eğer mü'mtnin korkusuyla ümidi tartılsaydı, ikisi de denk gelirdi "[22] buyurmuşlardır.

Bil ki Gazzali (r.a.)'nin sözü daha açık ve daha derinlemesinedir. Ancak, şu kadar varki onda bir müşkil sözkonusu olabilir. O da şudur: Falanca fiilin kendisinden sudur ettiğini bilerek onun zararlı olduğunun farkında olmak, kalbe bir üzüntü verir. Bu üzüntü, o fiili şimdi ve daha sonra terketme iradesi ve mazideki şeyleri de telafi etme iradesi kazandırır. Bütün bu şeyler zaruri olarak, sırayla birbirine bağlı olursa, bununla emrolunmak imkansız olacağı için, bu kulun kudreti dahilinde olmamış olur.

Netice olarak, kulun gücü dahilinde olan şey, ancak ilmi elde etmektir; onun dışındakileri ise, seçmeye bir imkan yoktur. Fakat birisi şöyle diyebilir: İlmi elde etmek de kulun gücü dahilinde değildir. Çünkü bazı meçhullerin bilgisine ulaşmak, ancak bu meçhullerden önce bilinen-şeyler vasıtasıyla mümkündür. Bu meçhulü öğrenmeye vesile olan mevcut ilimler, ya bu meçhulü bilmeyi gerektirir veya gerektirmez. Eğer birinci ihtimali göz önüne alırsak, kendisine ulaşılanın (gayenin) kendisiyle ulaşılana (vasıtaya) terettüb etmesi zaruri olur, o zaman da bu ilim, kulun kudret ve ihtiyarı dahilinde olmaz.

Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bilmeyi arzuladığımız bu meçhulü bu mevcut bilgiler vasıtasiyla elde etmemiz mümkün olmaz. Çünkü yakın mukaddimelerin, zihinde kabul edilmesi halinde, istenilen neticenin de kabulü gerekecek olan bir halde bulunmaları gerekir. Böyle olmadıkları için, bu mukaddimeler istenilen neticeyi vermez. Eğer, "Bu mukaddimeler, her ne kadar zihinde mevcut iseler de, bunlar ile o neticeye ulaşmanın keyfiyyeti, henüz zihinde mevcut değildir. Bundan dolayı bu mukaddimeleri bilmek, kesinlikle o neticeyi bilmeyi gerektirmez "denilmesi niçin caiz olmasın? denilirse, biz de deriz ki:

Bu mukaddimelerle o neticeye nasıf ulaşılacağını bilmek, ya bedihi, apaçık hususlardan veyahutta kesbi, kazanılan bilgilerdendir. Eğer bedihi şeylerden ise, o zaman kulun gücü dahilinde değildir. Eğer sonradan efde edilen şeylerden ise, bunun elde edilmesinin keyfiyyeti hakkından söylenecek söz, önceki hakkında söylenen söz gibidir. Yahutta, bu bizi teselsüle götürür, teselsülse imkansızdır; ya da onun ayrılmaz niteliklerinden olmaya götürür ki, o zaman yukarda zikredilen mahzur tekrar ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. [23]

 

Küçük Günah İçin Tevbe Hakkında         Başa Dön

 

Kadı Abdulcebbar kendi kendisine şunu sordu: Bu günah, küçük günah ise, ona nasıl tevbe gerekir? Buna da, Ebu Ali'nin şöyle dediğini söyleyerek cevap verdi: Ona tevbe gerekir, çünkü mükellef, ne zaman, günah işlediğini, daha sonra günahtan dönmediğini, irade ve ihtiyar sahibi olduğunu, pişman olması ya da ısrar etmesi için bir manianın bulunmadığını, ama ısrar etmenin çirkin olduğunu bilirse, onun bu çirkin fiili terketmesi ancak tevbe ile tamamlanır. İşte o zaman günah ister büyük ister küçük, isterse kendisinden tevbe ettiğini ya da etmediğini hatırladığı bir günah olsun, kula tevbe etmesi şarttır.

Ebu Haşim ise, asi olanın israr etmemekle beraber tevbe etmemesinin caiz olacağını ileri sürerek şöyle der: Bu bakımdan peygamberlere tevbe etmenin vacib olduğunu söylemek doğru değildir. Bilakis, iki sebepten dolayı tevbe vacib olur. Ya, küçük günah ile(peygamberlerin sevabları azaldığı, bu eksiklik de tevbe ile tamamlandığı için, tevbe etmeleri gerekir veyahutta tevbe, o işi hiç yapmamak (terk) manasına olduğu için vacib olur. Bir işi yapmanın mümkün olduğu sırada, onu terketmek vacib olunca, imkan olmadığı zaman da tevbenin vacib olması gerekir. O bazan, "onlara sem'i olarak (yani aklen değil de naklen) tevbe etmek vacibtir " demiştir. Bu, onun görüşüne göre daha doğrudur; çünkü ona göre tevbenin, sırf menfaatlerden ibaret olan sevabın yeniden elde edilmesi için vacib olması caiz değildir; zira fiilin, bir fayda temini için vacib sayılması caiz değildir; aynı şekilde nafileler de vacib değildir. Daha doğrusu, peygamberleri Cenab-ı Hak muhafaza ettiği için, her ne kadar kusurları küçük olsa da, peşpeşe ve çok tevbe etmelerinin istenmesi, onların ismet özelliklerinin gereği olmuştur. [24]

 

Tevbenin Lisandaki Manası

 

Kaffal  şöyle   demiştir:   Tevbenin   asıl   manası kelimesinde olduğu gibi,  "dönmek"  dir. diye kullanıldığı gibi diye de kullanılır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O, tevbeyi kabul edendir."( Gafir, 3) Arapların: demeleri

demeleri gibidir. Buna göre "tevbe" lafzı, hem Rab hem kul için kullanılan bir lafızdır. Kul, tevbe ile vasfedildiğinde bunun manası: "Rabbine döndü." şeklinde anlaşılır. Çünkü günah işleyen her ferd, Rabbinden kaçan kimse durumundadır. Tevbe ettiğinde ise, bu kaçışından Rahbisine dönmüş olur da onun için "Rabbisine tevbe etti, döndü denilir.

Bu durumda Allah ise, kulundan yüz çevirmiş gibidir. Allah "tevbe" ile vasfedildiğinde ise, bunun manası, "onun, kuluna rahmeti ve lutfu ile dönmesi " olur. Bu sebeble, "tevbe" fiili ile kullanılan harficerde bir farklılık olmuş, kul için kullanıldığında "Rabbine tevbe etti, döndü," Allah için kullanıldığında da "Allah kulunun tevbesini kabul etti." denilir. Bu şuna benzer: Bir adam, başkanının hizmetinden ayrılır, başkanı da ona yaptığı ihsanlara son verir. Sonra o adam, başkanının hizmetine tekrar döndüğü zaman "Falanca reisinin hizmetine tekrar döndü, reisi de ona tekrar ihsan ve lutufta bulundu " denilir.

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Tevbenin kabul edilmesi iki şekilde olur;

Birincisi: Taatın kabulünden anlaşıldığı manada, tevbeleri kabul eden Yüce Allah'ın tevbelere karşılık sevab vermesi.

İkincisi: Cenab-ı Hakk'ın tevbe sebebiyle kulun günahlarını bağışlamasıdır.[25]

 

Allah Teala'nın Tevvab Vasfı

 

Hak Teala'nın'Tevvab" ismi ile vasıflanmasından rnurad, O'nun tevbeleri çokça kabul edici olmasıdır Bu, iki bakımdan böyledir:

1) Bir hükümdara karşı bir insan suç işlese, sonra da ondan özür dilese,  hükümdar onun özür dilemesini kabul edebilir. Daha sonra o adam tekrar suç işleyip yeniden özür dilese, hükümdar onun özrünü kabul etmez. Çünkü hükümdarın tabiatı, onu bu özrü kabul etmekten alıkor. Cenab-ı Hakk'a gelince, O böyle değildir. Çünkü Allah tevbeyi ne rikkatten (yufka yüreklilikten), ne fayda te'mini veya zarar savma gibi bir saikten dolayı kabul etmez. Bilakis O, sırf ihsan ve lütfundan dolayı tevbeleri kabul eder. Eğer mükellef olan kul, her an günah işlese, sonra da tevbe edip Ömrü boyunca bu hali üzere kalsa, Cenab-ı Allah onun önceki günahlarını bağışlayıp, tevbesini kabul edebilir. Böylece Cenab-ı Hak, tevbeleri çok kabul etme vasfına müstehak olarak "Tevvab" diye isimlendirilmiştir.

2) Allah'a tevbe edenlerin sayısı çoktur. Allah Teala, bunların hepsinin tevbesini kabul ettiği için, tevbeleri kabulde mübalağa ile nitelenmeye müstehak olmuştur. İşte ikabı kaldırarak, tevbeyi kabul etmesi sevabı gerektirdiği için ve sevab da Allah'ın bir nimeti ve rahmeti olduğu için, Hak Teala kendisini, "Tevvab" vasfının yanında "Rahim" olarak vasfetmiştir. [26]

 

Ayetin İhtiva Ettiği Önemli Hususlar         Başa Dön

 

Bu ayette birçok faydalar vardır;

1) Kulun, her an ve her dakika tevbe ile meşgul olması gerekir. Çünkü bu hususta birçok hadis ve haber varid olmuştur. [27]

 

Tevbenin Sık Yapılması Hakkında Hadisler

 

Hadislere gelince:

a- Rivayet edildiğine göre bir adam, mü'minierin başkanı Hz. Ali'ye, günah işleyip sonra istiğfar eden, daha sonra yine günah işleyip peşinden istiğfar eden, sonra tekrar günah işleyip istiğfar eden bir adamın durumunu sorunca, Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Şeytan kaybedinceye ve "artık ona gücüm yetmiyor " deyinceye kadar o kişi istiğfara devam etsin. Hz. Ali bir de şöyle demiştir: "Bir tehlike anında o şeytanı kovmaya ve tehlikeden kurtulmaya ne zaman gücün yeterse bunu yap (onu defet).

b- Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hergün yetmiş kere istiğfarından dönmüş olsa bile, istiğfar eden, günahında ısrar etmiş sayılmaz."

c- İbn Ömer, Hz.Peygamber (s.a..s.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Rabbinize tevbe ediniz. Çünkü ben (bile) hergün yüz defa Allah'a tevbe ediyorum."[28]

d- Ebu Hureyre (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)' ın “yakın akrabalarını Inzar et'.” (Şuarâ, 214) ayeti nazil olduğu zaman, şöyle dediğini söyledi:

"Ey Kureyş topluluğu, Allah'dan nefislerinizi satın alınız. Allah'dan gelecek cezaya karşılık size hiç bir faydam olmaz. Ey Abbas İbn Abdulmuttatİb, Allah'dan gelecek cezaya karşılık sana hiç bir faydam dokunmaz. Ey Allah Resulünün halası Safiyye, Allah'dan gelecek cezaya karşılık sana hiç bir faydam dokunmaz. Ey Muhammed'in kızı Fatıma, benden ne istersen iste, ama sana Allah 'dan gelecek cezaya karşılık hiç bir faydam olmaz." Bu hadisi Müslim ile Buhari,Sahihlerinde tahriç etmişlerdir. [29]

 

Hz.Peygamberin: "Kalbim Bulutlanır, Günde Yüz Defa İstiğfar Dilerim" Hadisinin İzahı

 

e- Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki benim kalbim de dumanlanır. Bundan dolayı günde yüz defa Allah'a istiğfar ederim.[30] Bil ki "Gayn" kalbi bürüyerek, onu kısmen Örten birşeydir. O tıpkı, havada belirip de güneşi tamamen örtmeyen fakat, ışığının tam olarak gelmesine mani olan ince bir bulut gibidir.

İmdi alimler bu hadisi çeşitli şekillerde tevil ettiler:

1) Allah u Teala peygamberini kendisinden sonra ümmeti içinde ortaya çıkacak ihtilaf ve belalara muttali kılmış.o da bunu hatırladığı zaman kalbinde ince bir hüzün tabakası bularak ümmeti için istiğfar etmiştir.

2) Hz.Peygamber (s.a.s.) daima bir halden, daha üstün olan başka bir hale geçiyordu. İstiğfar edişi de bundan ötürü idi.

3) Gayn:   Muhabbet   merhalelerinde   ilerlerken   Hz.Resulullah'ın kendinden geçecek derecede muhabbet şarabından mest olması halidir. Efendimiz yakaza (uyanıklık, sahv) alemine geldiğinde, bu sahvdan ötürü "istiğfar ederdi. Bu,.hakikat erbabının (tasavvuf ehlinin) izahıdır.

4) Bu, zahir alimlerinin te'vilidir ki buna göre kalb, düşünceye ve akla gelen vesveselerden, şehevi arzulardan, çeşitli temayüllerden ve isteklerden hali olamaz. Bundan dolayı, bu şeyleri savuşturmak için Rabbinden yardım ister.

f- Ebu Hureyre (r.a.), Hz.Ömer (r.a.)'ın:

"Allah'a nasuh bir tevbe ile tevbe ediniz" ayeti hakkında şöyle dediğini söylemiştir: Böyle tevbe yapan kimse, günah işleyip tevbe eden ve ne o günahı işlemeyi ne de ona geri dönmeyi istemeyen kimsedir. İbn Mes'ud (r.a.) ise bu kimsenin, günahı terkedip de asla ona dönmemeye azmeden kimse olduğunu söylemiştir.

g- Hz.Peygamber (s.a.s.), Allah Teala'nın meleklerine şöyle dediğini nakletmiştir:

"Kulum bir iyilik yapmaya niyet ederse, ona bir iyilik yazın. Eğer niyet ettiği o işi yapar ise ona on misli sevab yazın. Eğer bir kötülüğe niyet eder ve o kötülüğü yaparsa onu bir kötülük olarak yazın. Eğer onu yapmaz ise, o kuluma bu terkine karşılık bir iyilik yazın'1 Bu hadisi Müslim Sahihinde rivayet etmiştir.

h- Rivayet edildiğine göre, Cebrail (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)'în "Ey affı kerîm ve çok olan'biye dua ettiğini duyar ve ona "Affın kerîm ve çok olması" ne demektir, biliyor musun?" diye sorar. Bunun üzerine, İbrahim (a.s.): "Hayır Ey Cibril" deyince, Cebrail, "Bu, kötülüğü affedip, onun yerine bir hasene (iyiliği) yazmaktır " der.

ı- Ebu Hureyre (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)'den şu hadisi nakletmiştir:

'Her kim gününü hayır ile açar ve hayır ile tamamlarsa, Allah Teala meleklerine şöyle der: "Şu hayırlarının arasında işlediği günahları kuluma yazmayınız."

k- Ebu Said el-Hudri, Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Sizden öncekiler içinde doksandokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bu adam yeryüzündeki en akûh insanın kim olduğunu sorunca, onu bir rahibe yolladılar. Hemen rahibin yanma giden bu adam onar doksandokuz kişi öldürdüğünü, katil bir kimsenin tevbesinin olup olmadığım sordu. Rahib "Hayır" deyince onu da öldürüp sayıyı yüze tamamladı.

Sonra yine yeryüzünün en bilgilisinin kim olduğunu sorunca, onu âlim bir zata yolladılar. Alim zata gelince, yüz kişi öldürdüğünüzü durumda tevbe edip edemiyeceğini sordu. O da "Evet senin ile tevben arasına kim girebilir? Falanca yere git, orada Allah'a ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla beraber Allah'a ibadet et ve sakın kendi yurduna dönme, çünkü senin memleketin kötülükler yurdudur " dedi.

Adam bu söz üzerine oraya doğru yola çıktı. Yolu yarıladığında kendisine ölüm erişti.

Rahmet melekleri ile azab melekleri onun hakkında çekişerek, rahmet melekleri "O tevbe etmiş ve kalbiyle Allah a yönelmiş olarak geldi "; azab melekleri de "o, henüz hiçbir hayır işlemedi " dediler.

Derken onların yanına, insan şekline girmiş bir melek gelerek, aralarına katıldı ve onlara,' '(Geldiği ve gittiği) iki yer arasındaki uzaklığı ölçün. Adam hangi yere daha yakın ise oraya aittir " dedi. Bunun üzerine melekler mesafeleri ölçtüklerinde, adamı arzu ettiği beldeye bir karış daha yakın buldular ve onun ruhunu Rahmet melekleri aldı. "Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

I) Sabit el-Benani şöyle demiştir: Bize ulaştığına göre iblis, Ya Rabbi, sen Âdem'i yarattın, benimle onun arasına bir düşmanlık koydun. Öyleyse beni ona ve soyuna musallat et (onlara karşı bana imkan ver).Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Onların sinelerini senin meskenin yaptım " deyince, iblis: "Rabbim bunu arttır " demiştir. Cenab-ı Hak da: "Doğan her insana karşılık senin on çocuğun doğacak " buyurur, iblis: "Daha da arttr ey Rabbim " deyince, Cenab-ı Hak, "Sen, onun (insanoğlunun) damarlarında, kanının dolaştığı gibi dolaşabileceksin" der. Bunun üzerine iblis: "Rabbim daha da artır " deyince, Cenab-ı Hak:

"Onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar, mallarına ve evladlanna ortak ol "(isra, 64) buyurur.

Sabit el-Benani sözüne devamla şöyle der: "O zaman Adem (a.s.) İblisi Rabbine şikayet ederek, "Ey Rabbim, İblisi yaratıp benimle onun arasına bir düşmanlık ve kin soktun, onu bana ve soyuma musallat ettin; senin yardımın olmadan ben onunla başedemem " dedi. Cenab-ı Hak'da şöyle buyurdu: "Senin, doğan her çocuğuna, onu kötü arkadaşlarından (şeytanlardan) koruyacak iki melek görevlendirdim " dedi. Adem (a.s.), "Rabbim bunu arttır " deyince, Cenab-ı Hak, "Bir iyiliğe on iyilik (sevab) ile karşılık verilecek," buyurdu. Hz.Adem (a.s.) "Daha da artır Ya Rabbi:" deyince Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Canları çıkmadıkça, senin soyunun tevbesini kabul edeceğim."

m- Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.) Hz.Peygamber (s.a.s.)'în şöyle buyurduğunu

söylemiştir: "Allah-u Teala, gündüz günah işleyen tevbe etsin diye geceleyin, gece günah işleyen tevbe etsin diye gündüzün (rahmet) elini uzatır. Bu, güneş batıdan doğana (kıyamete) kadar böyle sürecektir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

n- Ali b.Ebi Talib (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben, Resulullah (s.a.s.)'dan bir söz duyduğum zaman, Allah beni ondan dilediği kadar faydalandırdı. Ashabdan birisi bana bir hadis rivayet ettiğinde, ondan yemin etmesini ister, yemin edince söylediği hadisi doğru kabul ederim. Hz.Ebu Bekir bana bir hadis rivayet etti, doğru da söyledi. Buna göre o, "Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini duydum demiştir:

"Herhangi günah işleyen bir kul, güzelce abdest alıp sonra kalkarak iki rekat namaz kilse ve Allah Teala 'ya istiğfar etse, mutlaka günahı bağışlanır. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.s.);

"Bir çirkin günah işledikleri veya kendilerine zulmettikleri zaman onlar, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler (istiğfar eder/er)"(ah imran. 135) ayetini okudu.

o- Ebu Ümame şöyle dedi: Bir gün Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanında oturuyordum, bir adam çıkgeldi ve "Ey Allah'ın resulü ben, cezayı gerektiren bir suç işledim, o cezayı (haddi) bana uygula" dedi. Ebu Umame (r.a.) sözüne şöyle devam etti. Hz.Peygamber (s.a.s.) buna aldırmadı. Adam sonra döndü yine aynı şeyi söyledi. Namaz kılındı, Hz.Peygamber (s.a.s.) içeri gitti, namaz kıldı ve sonra tekrar cemaatın yanına çıktı. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in yanında yürüyordum, adam da peşinden geliyordu ve "Ya Resulullah, ben haddi  (cezayı) gerektiren bir suç işledim, o haddi bana uygula" diyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Sen evinden çıkarken abdest ahp, onu güzelce almadın mı?" deyince, adam: "Evet, Ya Resulullah" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s): "Sen bizim ile birlikte şu namazda bulunmadın mı?" diye sordu. 0, "Evet, Ya Resulullah" dedi. Hz. Peygamber bunun üzerine: "Şüphesiz Allah senin cezanı (günahını) atfetmiştir" buyurdu. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

ö) Abdullah İbn Mesûd şöyle dedi: Bir adam, Hz. Peygambere gelerek şöyle dedi, Ya Resulullah, ben şehrin çok uzak yerinden olan bir kadınla birlikte oldum, ona dokunmaksızın benden bir su geldi. İşte ben geldim, hakkımda dilediğini yap! Bunun üzerine Hz. Ömer ona şayet sen bunu açığa vurmasaydın, andolsun ki, Allah da senin bu kusurunu saklardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, herhangi bir şey söylemedi. Böylece adam, kalkıp gitti. Bunu müteakiben Hz. peygamber adamı çağırarak ona:

"Gündüzün iki ucunda ve geceye yakın birvakitte namaz kıl! Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri götürür" (Hud, 114) âyetini okudu. Bunun üzerine, orada bulunanlardan birisi kalkarak: Ya Resulullah, bu âyet sadece ona mı mahsus? deyince, Hz. Peygamber; "Hayır, bilakis herkes İçindir" buyurdular. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

p) Ebu Hüreyre'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Bir kul günah işledi de, bunun üzerine "Ya Rabbll ben bir günah işledim, beni bağışla" dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah: "Kulum, kendisini bağışlayan ve onu sorumlu tutan bir Rabbinin olduğunu ikrar etti" dedi ve onu bağışladı. Sonra, Allah'ın dilediği bir süre geçtikten sonra, tekrar bir günah işledi. Bunun üzerine, "Ey Rabbim, ben başka bir günah işledim, beni bağışla!" dedi Allah da, "Kulum, kendisini bağışlayan ve onu sorumlu tutan  Rabbinin olduğunu ikrar etti" dedi ve onu bağışladı. Yine, Allah'ın dilediği :adar bir zaman geçtikten sonra, tekrar bir günah işledi. Bunun üzerine, "Ya labbi, ben yine başka bir günah işledim" deyince Rabbİ "Kulum, günahlarını bağışlayan ve onu sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu ikrar etti" dedi. onra da, Rabbi ona, "Kulumu bağışladım, dilediğini yapsın!" dedi. Bu hadisi tuhari ve Müslim, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir.

r- Hz.Ebu Bekr, Hz.Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

f- "Günde yetmiş defa bile tekrar günah işlese, istiğfar eden kimse, günahta ısrar etmiş olmaz"

s- Ebu Eyyüb, "Allah'ın Resulünden duyduğum bir şeyi sizden saklamıştım. O, şöyle buyurmuştu: "Eğer siz günah işleyip de Allah'dan mağfiret taleb etmemiş olsaydınız, Allahu Teala, günah isleyip de kendisinden mağfiret isteyen, Allah'ın da hemen kendilerini bağışlayacağı varlıklar yaratırdı.[31]

t- Abdullah b.Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: "Biz bir ara Resulullah'ın yanında idik. Tam o sırada, üzerinde bir elbise ve elinde üzerine yumulduğu bir şey bulunan bir adam geldi ve "Ya Resulallah.oen bir koruluğa uğradım. Orada kuş yavrusu sesleri duydum ve onları yakalayıp elbisemin,içine koydum. Tam bu sırada onların anneleri gelip, başımın üstünde dönmeye başladı. Bu sırada ben onları annelerine gösterdim. Derken anneleri gelip o'nlahn üstüne kondu. Ben de onu da yakalayıp hepsini elbisemin içine koydum. İşte onlar" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s.) de: 'Bırak onları" dedi. Adam da bıraktı ama anneleri onlardan ayrılmadı. Hz.Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine "Kuş yavrularının annelerinin, yavrularına olan şefkatine şaşıyor musunuz.?" dedi, sahabe de "Evet" diye cevab verdiler. Hz.Peygamber (s.a.s.) de: "Muhammed'in camkudretelinde olan Allah'a yemin ederim ki (veya şöyle dedi: Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki) Cenab-ı Hak kesinlikte, bu yavruların anasının yavrularına şefkatinden, kullarına daha merhametlidir. Onları götür, anneleri ile birlikte aldığın yere götür" dedi. Böylece adam da onları götürdü."

u- Ebu Müslim el-Havlani Ebu Zer (r.a.)'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'den O'nun da Cebrail (a.s.) vasıtası ile Cenab-ı Allah'dan şu hadisi kutsiyi naklettiğini söylemiştir:

"Ey kullarım, ben zulmü kendime haram kıldım, onu aranızda da haram kıldım. Binaenaleyh birbirinize zulmetmeyiniz.

Ey kullarım siz gece gündüz hata İşliyorsunuz. Ben ise sizi bağışlıyorum. Buna aldırmıyorum, önemi yok.

Ey kullarım, benim doyurduklarım dışında hepiniz açsınız. Binaenaleyh benden sizi doyurmamı isteyin ki sizi doyurayım.

Ey kullarım benim giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaksınız. Binaenaleyh benden sizi giydirmemi isteyin ki sizi giydireyim.

Ey kullarım Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz, en müttakinizin kalbi üzere bulunsanız, bu hâl benim mülküme hiçbirşey katmaz.

Ey kullarım, öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz, en günahkârınızın kalbi üzere bulunsanız, bu hâl benim mülkümden herhangi bir şey eksiltmez.

Ey kullarım Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz hepiniz yüksek bir yerde toplansa ve benden dilekte bulunsalar, ben de herbirinize istediğini versem, bu benim mülkümden ancak, bir denize, bir defa daldırılan iğnenin denizden eksilteceği su kadar bir şey eksiltir.

Ey kullarım bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları sizin için muhafaza ediyorum. Kime bir hayır ulaşırsa Allah'a hamdetsin. Kim de bir şerre uğrarsa, o kendinden başka kimseyi kınamasın.[32]  Ebu İdris bu hadisi rivayet ettiği zaman buna saygısından dolayı diz çöktü. [33]

 

Tevbenin Sık Yapılması Hakkında Büyük Zatların Sözleri         Başa Dön

 

Bu husustaki, büyüklerin sözlerine gelince;

Zü'n-Nun'a tevbenin manası sorulunca şöyle dedi: Tevbe altı şeyi ihtiva eder.

a- Geçmişte yaptığına pişmanlık duymak.

b- Gelecekte günah yapmamaya kesinkes azmetmek.

c- Allah ile kendi arasında olan yapmadığı farzları eda etmek.

d- İnsanların mallan ve ırzları ile ilgili olarak yaptığı haksızlıklar sahiblerine telafi etmek,

e- Haram yiyerek elde ettiği her damla kanı ve eti eritmek.

f- Bedene, günahların tatlılığını tattığı gibi, itaatlerin acısını da tattırmak.

Ahmed b.Haris şöyle demiştir:

"Ey günahkâr tevbe etme zamanın gelmedi mi? Ey günahkâr, şüphesiz ki günahlar amel defterlerine yazılmıştır. Ey günahkâr, sen günahların yüzünden kabirde sıkıntı çekeceksin ve yarın günahlarından dolayı hesaba çekileceksin." [34]

 

Ayetin İhtiva Ettiği Diğer Önemli Hususlar

 

2) Ayetin faydalarından birisi de şudur: Adem (a.s.), şanı yüce olduğu halde tevbe etmekten kendisini müstağni saymayınca, içimizden birinin bunu yapması haydi haydi gereklidir.

3) Zellesinden dolayı Hz.Adem'den zuhur eden göz yaşları, bizim için de bir uyarıdır. Çünkü biz, ağlamaya Hz.Adem'den daha çok muhtacız. Hz.Peygamber'den rivayet olunduğuna göre o, şöyle buyurmuştur:

"Eğer, bütün dünya insanlarının ağlamastyia Davud (a.s.)'un ağlaması yanyana getirilseydi Davud (a.s.) un ağlaması daha çok olurdu. Eğer, bütün dünya insanlarının ağlaması ve Davud (a.s.)'un ağlaması, Nûh (a.s.)'un ağlamasryla yanyana getirilseydi, Nûh (a.s.)'un ağlaması daha çok olurdu. Şayet bütün dünya insanlarının, Davud (a.s.)'un ve Nûh (a.s.)'un ağlamaları, günahından dolayı Hz.Adem'in ağlamasıyla yan yana getirilseydi, Hz.Adem'tn ağlaması daha fazla olurdu." [35]

 

Kadınlar, Erkeklere Ait Hitaplara Dahildirler

 

Cenab-ı Hak, sadece, Havva'nın tevbesiyle değil de, Adem (a.s.)'ın tevbesini zikretmekle yetindi.

Çünkü Havva, Hz.Adem'e tabi idi. Bu sebeple, Kur'an-ı Kerim'de ve sünnette, kadınlar zikredilmeksizin, erkeklerin zik-riyle yetinilmiştir. Cenab-ı Hak, bu meyanda olmak üzere:  “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik” (Araf, 23) ayetinde zikretmiştir.[36]

 

Yeryüzü Serencamı:

 

"Cennetten hepiniz ininr dedik. Eğer size benden bir hidâyet geldiği zaman, İşte benim hidayetime kim tabi olursa, onlara hiçbir korku yoktur; onlar hüzünlenmiyecekler de "(Bakara, 38)

Bu ayette birçok mesele bulunmaktadır:[37]

 

"İniniz" Emri Neden Tekrarlandı?         Başa Dön

 

Âlimler, inmeyle ilgili emrin tekrar edilmesinin faydası hususunda iki şey zikretmişlerdir.

a) Cübbaî, birinci inişin, ikinci inişin aynısı olmadığını söylemiştir. Buna göre ilk iniş, cennetten dünya semasına;   ikinci   iniş de dünya  semasından yeryüzüne inişttir. Bu görüş iki bakımdan zayıftır.

1) Cenab-ı Hak birinci iniş hakkında:

"Sizin için yeıyüzünde karar kılacaksınız bir yer vardır." (Bakara, 36) buyurmuştur. Etajer, yeryüzündeki istikrar ikinci iniş ile meydana gelmiş

olsaydı, Cenab-ı Hakk'ın: ayetinin ikinci inişin peşinden zikredilmesi daha evla olurdu.

2) Cenâb-ı Hak, ikinci iniş hakkında buyurmuştur. daki zamir, cennete aıittir. Bu da, ikinci inişin cennetten olduğunu gösterir.

b- Bu tekrar, tekid için yapılmıştır. Bana göre bu hususta, bu iki izahtan daha kuvvetli olan bir üçüncü izah tarzı vardır ki, o da şudur: Hz.Adem ve Havva, zelleyi işleyince inme emri verildi. Onlar da inme emrinden sonra tevbe ettiler ve kîilblerine, inişlerinin sebebinin zelle olduğu; tevbe ettikten sonra bu emrin hükmünün kalkacağı gibi düşünceler geldi. Böylece Cenab-ı Hak, onların cennetten inmeleriyle alakalı emrin yaptıkları zelleye mukabil bir eza olmadığı için zellenin yok olmasıyla emrin de yok olmayacağını, daha doğrusu inmeyle ilgili emrin tevbeden sonra da devam edeceğini bilsinler diye, bu inmeyle ilgili emri tekrar etmiştir. Çünkü inmeyi emir, Cenab-ı Hakk'ın

"Muhakkak ki ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım "(Bakara. 30) ayetinde geçen va'di gerçekleştirmek için vuku bulmuştur.Buna göre şayet,"Birinci şartın cevabı nedir?"denilirse deriz ki, ikinci şart cümlesi cevabıyla birlikte birinci şartın cevabıdır. Tıpkı senin Eğer bana gelirsen, ve gücüm de yeterse, sana ihsanda bulunurum" demen gibi. [38]

 

İnilen Yerlerin Adları

 

Haberlerde rivayet olunduğuna göre Hz.Adem Hindistan'a, Havva Cidde'ye, iblis Basra'ya birkaç İnilen Yerlerin Adları    mil uzak olan bir yere ve yılan da İsfehan'a İndiril­mişlerdir. [39]

 

Üçüncü Mesele

 

kelimesi hakkında birkaç vecih bulunmaktadır.

1) Bundan maksat, her türlü delalet ve beyandır. Buna göre lafzının şümulüne hem akli deliller, hem de Hz. Peygambere indirilen her türlü söz dahildir. Hidayet lafzının zikredilmiş olmasında, Allah'ın Hz.Adem'le Havva'ya çok büyük nimetler vermiş olduğuna bir tenbih bulunmaktadır. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur. "Şayet sizi cennetten yeryüzüne indirdiysem, devamlı olacak bir şekilde sizi tekrar cennete ileteceğimden ötürü, size in'amda bulundum."

Hasan el-Basri şöyle demiştir. Hz.Âdem (a.s.) yeryüzüne indirilince, Cenab-ı Hak kendisine vahyederek, "Ey Adem, dört haslet vardır ki, senin ve zürriyetinle ilgili bütün hususlar bunlarda mevcuttur:

a- Benimle ilgili olan,

b- Seninle ilgili olan,

c- Benimle senin aramızda olan ve,

d- Seninle insanlar arasında olan hususlar. Benim için olana gelince, bu senin bana ibadet edip, hiçbir şeyi bana ortak koşmamandır. Senin için olana gelince bu, çatıştığında ücretine nail olmandır. Benimle senin aramızda olana gelince, bu, senin dua, benim de duayı kabul etmemdir. Seninle insanlar arasında olana gelince, onların sana nasıl dost olmalarını istiyorsan, senin de onlara o şekilde dost olmandır.

2) Ebu Aliye'den rivayet olunduğuna göre, ayette geçen joAi lafzından maksat, Peygamberlerdir. Bu mana ancak, Cenâb-ı Hakk'ın

âyetiyle hitab edilenler, Hz.Adem'den başkaları olursa, tamam olur. Hz.Adem'den başkası ise, O'nun zürriyetidir. Netice olarak diyebiliriz ki, böyle bir açıklama, delil olmaksızın ayete muhatab olanların, Adem'in zürriyeti, Huda kelimesinin de muayyen bir nevi yani peygamberler olarak tahsis edilmesini gerektirir. [40]

 

Dördüncü Mesele         Başa Dön

 

Cenab-ı Hak, emredilene yönelmek, haram kılınandan da kaçınmakla amel edip, bilerek ve tam hakkım vererek hidayetine tabi olan herkesin, herhangi bir korku ve keder bulunmayan bir hale intikal edeceğini beyan Duyurmuştur. Bu cümle kısa olmasına rağmen, birçok manayı içine almaktadır. Bütün akli ve şer'i deliller, keza ilave açıklamalarla olan nimetler ve keza bu nimetleri nimet yapan akıl ve nimetlerden istifade imkanları (temekkün) gibi bütün hususlar buyruğundaki "hidayet" mefhumuna dahildir. Cenab-ı Hakk'ın "Herkim hidâyetime tâbi r*ursa" ayeti, delilleri bî hakkın düşünmeye, onları tefekkür etmeye, onlardan bigiler istihraç etmeye ve onlarla amel etmeye şamildir. Yine bu, bütün terüifleri İhtiva eder. Keza Cenab-ı Hakk'ın "Onlara ne

Tir korku vardır, ne de onlar mahzun olacaklardır" buyruğu, Allah'ın kullarına hazırlamış olduğu şeylerin tamamını içine alır. Çünkü korkunun kalkması afetlerin tamamından emin olmayı içerir. Hüznün kalkması ise, oûtün lezzetlere ve maksatlara ulaşmayı gerektirir. Allah, korkunun üulunmamasını, hüznün bulunmamasından önce söyledi. Çünkü olmaması tereken şeyin bulunmaması ve gitmesi, olması gereken şeyi istemekden gelir. Bu da, Allah'a itaat eden mükellefe kabirde, yeniden diriliş anında, mahşer yerinde duruşta, sahifeler (amel defterleri) uçuştuğunda, teraziler konulduğunda, Sırat köprüsünde hiçbir korkunun olmayacağını gösterir. Çünkü Hak Teala, "Onlan  en  büyük  korku   hüzünlendtrmez.   Ve  onları   melekler karşılayarak,  işte va'dolunduğunuz gün budur,(derler)''(Enbiya, 103) buyurmuştur.

Kelamcılardan bir kısmı "kıyametin dehşetinin kâfir ve fasıklara yetiştiği gibi, müminlere de erişeceğini söylemişlerdirrçünkü Cenab-ı Hak; "O günde, çocuğunu emziren her kadının, emzirdiği çocuğunu unuttuğunu görürsün "(Hac. 2) buyurmuştur. Yine bu haller ortadan kalkıp, müminler cennete ve Alah'ın rızasına nail olunca, daha önce geçmiş olanlar sanki olmamış gibi olur. Belki de çoğu kez, nimetlerden taddığı lezzete bir ilave olur.   Bu görüş zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın âyeti ayetinden daha hususidir. Hususi olan ise, umumi olandan önce gelir.

İbn Zeyd ise şöyle demiştir: "Onlar için, önlerinde herhangi bir korku yoktur. İnsana ölürken en büyük gelen korku ölümden sonrasıdır. Allah işte böylece onları bu korkudan emin kıldı ve sonra dünyadan dolayı onları teselli etti de, ölüp dünyadan ayrıldıktan sonra geride bıraktıkları hakkında "Onlar hüzünlenmeyeceklerdtr de"(Bakara, 38) buyurmuştur. Eğer, denilirse ki: "Allah Teala'nın "Kîm benim hidayetime tabi olursa, işte onlara ne bir korku vardır, ne de hüzünleneceklerdir" ayeti, hem dünyada hem de ahirette onlar için hiç bir korkunun olmamasını gerektirir. Oysaki durum böyle değildir. Çünkü hem korku, hem de hüzün dünyada mü'minler için, kâfirlere nazaran daha çok bulunmaktadır. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur. "Belalar peygamberlere, sonra velilere, sonra da derece itibarı ile onlara yakın olanlara has kılınmıştır." Yine mü'min, ibadetlerini hakkıyla yaptığına dair kesin hükmedemez. Binaenaleyh her halükârda kusurlu olma korkusu vardır. Yine aynı şekilde kötü akıbet (imansız ölme) korkusu da söz konusudur. Cevaben deriz ki:

"Sözün karineleri, korku ve hüznün olmayışından maksadın, bunların dünyada değil ahirette olmayacağı manası olduğunu gösterir" İşte bu sebebten ötürü, cennetliklerin, cennete girerken şöyle diyeceklerini Cenab-ı Allah nakletmiştir:

"Bizden hüznümüzü gideren Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz Rabbfmfz çok bağışlayıcı ve çok nimet vericidir"(Fatır, 34). Yani,  Allah,  bizden,  içine düştüğümüz korkuyu ve dünyada iken, şu anda elde ettiğimiz ikramını elde edemeyeceğimize dair korkumuzu bizden kaldırdı. [41]

 

Buyruğundan Çıkarılan Dört Kaide         Başa Dön

 

Kadı  şu birçok şeye delil olduğunu söylemiştir:

a-" Hidayete erme olmadığı halde hidayet mevcut olabilir. İşte bu sebeble Cenab-ı Hak "Kim benim hidayetime uyarsa..." buyurmuştur,

b- Bu ayet, bilgilerin zaruri olduğunu söyleyen görüşün yanlışlığına delildir.

c- Hidayete tabi olmak, cennete hak kazandırır.

d- Taklid, geçersizdir. Çünkü mukallid, hidayete tabi olmuş olmaz. [42]

 

İnkarcılara Gelince

 

"İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar (yok mu,) işte onlar cehennemin yaranı (arkadaşları) dırlar. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır" (Bakara, 39).

Allahu Teâlâ, hidâyete uyanlara azapdan ve kederden "emin olma" va'dinde bulununca, peşisıra ebedî azabı hazırladığı kimselerden bahsederek, "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar" ister insanlardan ister cinlerden olsunlar, ebedi cehennem yâryânı olacaklardır" buyurmuştur.

Azab vermenin (aklen) uygun olup olmadığına, Keza makul olması halinde devamlı olmasının münasip olup olmadığı konusu: Cenab-ı Hakk: "Onların gözünde bir perde bulunmaktadır; onlar için büyük bir azâb vardır" (Bakara. 7) ayetinin tefsirinde geçmişti. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın insanoğullarıntn tamamına in'am ettiği nimetlerine delâlet eden ayetlerin sonuncusudur. Bunlar, bütün nimetlerin sonradan meydana gelmesi, dolayısıyla onları meydana getiren bir yaratıcının mutlaka bulunması bakımından Tevhide; Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, her hangi bir öğrenimde bulunmaksızın herhangi bir kimsenin de talebesi olmaksızın, Tevrat ve İncil'de bulunanlara uygun olarak nübüvvetten haber vermiş olması bakımından nübüvvete; ilk olarak bu varlıkları yaratmaya kadir Allah'ın, onları yeniden yaratmaya muktedir olması bakımından da ahiret âlemine delâlet etmektedir. Muvaffakiyet Allah'tandır.

Ey israîloğullan, sizlere in'âm etmiş olduğum nimetleri hatırlayınız. Benim ahdime vefa gösterin, ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve yalnız benden korkun" (Bakara, 40). [43]

 

Benî İsraîle Verilmiş Olan Nimetler-Hakkında Söz-

 

Bu Bölümün Mukaddimesi

 

Bil ki, Hak Teâla önce tevhide, nübüvvete ve âhirete dair delilleri serdedip peşinden bütün insanlara şamil olan nimetleri zikredince, bunu müteakiben, önceki nimetleri hatırlatmak suretiyle inadlarınt ve direnmelerini kırmak, bunlar vasıtasıyla onların kalbini Hakk'a meylettirmek ve gaybden haber vermiş olmaları cihetiyle, Hz.Muhammet (s.a.s.)'in nübüvvetine dalalet eden hususlara tenbihatta bulunmak amacıyla yahudilerin atalarına verilmiş olan nimetleri zikretmiştir.

Cenab-ı  Hak bu nimetleri önce toplu olarak hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur:

"Ey İsratioğüllan, size in'am ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim"(Bakara, 40). Hz.Muhammed (s.a.s.)'e iman etmeye dair emri de, bu nimetleri hatırlatmaya dayandırarak şöyle buyurmuştur:

"Ve, yanınızda olanı doğrulayıcı olmak üzere indirmiş olduğum Kur'an'a da iman ed/n"(Bakara, 41). Sonraysa, onları Kur'an'a iman etmekten alıkoyan şeyleri zikretmiştir. Daha sonra bu nimetleri ikinci kez toptu olarak hatırlatmış ve şöyle demiştir:

"Ey İsratioğulları, size in'am ettiğim nimetleri hatırlayın "(Bakara, 47). Ki bu, onların ne kadar fazla gafil olduklarına dikkat çekmek içindir.

Cenab-ı Hak bu hatırlatmanın peşinden:

"Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse başkası için bir şey Ödeyemez. O nefisten, bir şefaat kabul edilmez. Onlardan bir fidye de alınmaz. Yardım edilmez onlara "(Bakara, 48) ayetindeki müessir korkutmaya bitişik olarak gelmiş olan, şu etkili teşviki ve tergîbi getirmiştir:

"Ve benim sizi, bütün alemlere üstün

klldlğimi...' '(Bakara. 47).

Cenab-ı Hak, bundan sonra tafsilatlı olarak nimetleri saymaya başlar. Her kim teemmül eder ve insaflı olursa, davet etmek isteyen ve dinleyenin kalbinde bir inanç meydana getirmek isteyen kimse için, bu tertibin son derece güzel olduğunu anlar. Madem ki bu mukaddimeyi bitirdik, artık Allah'ın yardımıyla, ayetin tefsiri hakkında konuşabiliriz.

"Ey İsrailoğulları, size olan nimetlerimi hatırlayın. Benim ahdime vefa gösterin ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve ancak benden korkun "(Bakara, 40). Bil ki bu ayette birçok mesele vardır; [44]

 

İsrail Kimdir?

 

Müfessirler, "İsrail"in, Yakub b.İshak b.İbrahim olduğunda ittifak ettiler. Onlar şöyle derler: İsrail'in manası Abdullah (Allah'ın kulu) dır. Çünkü "İsra" İbranicede "Kul" manasında, "îl" de Allah manasındadır. "Cibril" ve "Mikail" de aynı şekilde Allah'ın kulu manasına gelmektedir. Kaffal da

şöyle demiştir: "İsra" kelimesinin İbranice'de insan manasına geldiği söylenmiştir. Sanki buna göre, "İsrail" kelimesi ile "Allah'ın adamı" denilmektedir. Cenâb-ı Allah'ın (Ey İsrâiloğulları!) hitabı Hz. Muhammed (s.a.s.)'in günlerinde Medine'de bulunan Ya'kub (a.s.)'un soyundan gelmiş olan yahudi topluluğunadır. [45]

 

Nimet Hakkında Açıklamalar: Nimetin Tarifi         Başa Dön

 

"Nimet" şöyle tarif edilir: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan faydadır." Bazıları: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan, verilen güzel menfaat ve faydadır " demişlerdir. Bu tarifi yapanlar şöyle demişlerdir'.'Biz bu tarifte "güzel" kelimesini ilave ettik. Çünkü nimet ile, nimeti veren şükre müstehak olur. Eğer o kötü bir şey olursa, zaman şükre müstehak olunmaz." Doğrusu tarife böyle bir kayıd (ilave) gerekmez. Çünkü, yapılması mahzurlu bile olsa, ihsan yapma ile şükre müstehak olunması caizdir. Çünkü şükre müstehak olma yönü, kınamaya ve cezaya müstehak olma yönünden başkadır. Binaenaleyh bunların birarada bulunmalarında ne imkansızlık vardır? Baksana, fasık iyilik yapması ile şükre (teşekküre), günahı ile de zemme (kınamaya) müstehak olmaktadır. Öyle ise burada da durumun aynı olması niçin caiz olmasın?

Biz yine "nimef'in tarifini izaha dönelim. Biz diyoruz ki: Bizim "menfaat, fayda"sözümüze gelince, bu böyledir. Çünkü sırf zarar olan bir şeyin nimet olması caiz değildir. Yine bizim "İhsan etme yolu ile" sözümüze gelince, bu da böyledir. Çünkü şayet o bir menfaat olsa ve onu yapan da, mesela cariyesine kâr getirmesi için ihsanda bulunan kimse gibi, iyilik yaptığı kimsenin değil de kendisinin faydasını kasdetmiş olsa veya iyilik yaptığı kimseyi öldürmek için ona zehirli hurma tatlısı yediren kimse gibi, iyilik yaptığı kimsenin bir zarara girmesini ve bir tuzağa düşmesini kastetmiş olsa, bu yaptığı nimet olmaz. Ama menfaat başkasına iyilik yapma kastı ile yapılmış olursa, o zaman bu nimet olur. Nimetin tarifini iyi kavradığına göre, bununla ilgili ikinci derece meselelere geçebiliriz. [46]

 

Nimetin Kısımları

 

1) Bil ki, gece gündüz, dünyada ahirette bize ulaşan her türlü menfaati verme ve zararı giderme, Cenab-ı Allah:

"Size olan her nimet Allah'tandır"(Nahl, 53) buyurduğu gibi Hak Teala'dandır. Sonra nimet üç kısımdır:

a- Sadece Allah'ın verdiği nimet; mesela yaratma ve rızık verme gibi.

b- Allah'ın o nimeti, nimet vereni yaratması, o nimeti verene nimet verme imkanı nasib etmesi, nimet verende nimet verme gücünü ve sebebini yaratması, onu buna muvaffak kılması ve iletmesi sebebi ile, Allah'tan başka biri vesilesi ile bize ulaşan nimet. Bu nimet de aslında Cenab-ı Allah'tandır. Ne var ki Allah Teala, onu bir kulu vasıtası ile verdiği için, bu kula teşekkür edilir. Ancak hakikatte teşekkür edilen yine Hak Teala'dır. İşte bu sebeble

Cenab-ı Allah : "Bana ve ana-babana şükret "(dedik)'"(Lokman, 14) buyurmuş, önce kendisini zikretmiştir. Hz. Peygamber  "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmemiş olur"[47] buyurmuştur.

c- İbadetlerimiz sebebi ile Allah'dan bize ulaşan nimetler. Bunlar da Allah Teala'dandır. Çünkü Cenab-ı Hak, bizi ibadetlere muvaffak kılmasaydı, bize ibadetleri yapmada yardım etmeseydi, bizi onlara iletmeseydi ve engelleri kaldırmasaydı, biz bu nimetlerin hiçbirine ulaşamazdık. Buna göre, bütün nimetlerin, Allah'ın da (Nahl, 53) buyurduğu gibi, Allah'dan olduğu ortaya çıkmıştır. [48]

 

Allah'ın Nimetlerini Saymak Mümkün Değildir

 

2) Allah'ın kullarına olan nimetlerini, yine O'nun da: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız"{Hm, 18) buyurduğu gibi, saymak ve sınırlamak mümkün değildir. Bu mümkün olmaz. Çünkü, Hak Teala'nın bize verdiği, istifade ettiğimiz nimet ve lezzetler, menfaatleri celbetme ve zararları savuşturmada kullandığımız aza ve organlarımız, Allah'ın bu alemde yarattığı şeylerden lezzet aldığımız ve Allah'ın varlığına delil getirdiğimiz ve bu alemde gördüğümüz için günahlardan kaçınmamıza sebeb olan bütün şeyler sayısızdır. Bütün bunlar birer menfaattir. Çünkü menfaat (fayda) ya lezzettir veya lezzete vesile olan şeydir. Allah'ın yarattığı herşey de böyledir. Zira kendisinden tad alınan herşey nimettir. Kendisinden lezzet (tad) duyulan ve zararı gidermeye vesile olan şeyler de böyledir. Mevcut bir faydayı celbetmeyen ve mevcut bir zararı gltieremeyen şeyler ise hakîm olan bir Yaratıcının varlığına delil getirlmeye elverişlidir. Bu gibi şeyler, Cenab-ı Hakk'ı tanımaya ve O'na itaat etmeye vesile olarak bulunmuş olur. Bunlar ise ebedi lezzetlerin vesilesidirier. Böylece Allah'ın bütün mahlukatının kullarına birer nimet olduğu ortaya çıkmış olur. Akıllar, eşyanın en küçüğündeki fayda ve hikmetleri saymaktan aciz olunca, bütün alemdeki fayda ve hikmetleri sayıp (ihata etmesi) nasıl mümkün

olur? Bu izah ile, Allah'ın:  âyetinin manası dosdoğru anlaşılmış olur. Eğer, "Nimetler sonsuzdur, sınırsızdır. Sınırsız olan şeyi ise kulun bilmesi imkansızdır. Daha nasıl Cenab-ı Allah: "Size in'am ettiğim nimetimi hatırlayınız''(Bakara. 40) ayetinde, nimetlerini hatırlamayı emretmiştir" denilirse, buna şöyle cevab veririz: Nimetler çeşit ve sayısı itibarı ile sınırsızdır. Ancak cinsleri itibarı ile sınırlıdırlar. İşte onların cinsleri itibarı ile sınırlı oluşları, hakîm bir Yaratıcının varlığını bulma manasındaki hatırlama (tefekkür) için yeterlidir.

Bil ki hamde, övgüye ve itaata müstehak olmak ancak nimetin verilmesi ile olduğu için, Cenab-ı Hakk'ın bütün hamdedenlerin hamdine müstehak olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeble, HakTeala, putları yerme hususunda

"O putlar sizi çağırdığınız (dua ettiğiniz) vakit duyuyorlar mı? Yahud size bir fayda ve zarar veriyorlar mı?"(Şuâra. 72-73);

"O (müşrikler), Allah'ı bırakıp, kendilerine ne fayda ne de zarar veren (putlara) ibadet ediyorlar"(Furkan. 55) ve:

"O halde hakka hidayet edecek (Allah) mı kendisine uyulmaya daha layıktır, yoksa yol gösterilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (o sahte tanrılar) mı?"(Yunus, 35) buyurmuştur. [49]

 

Hayat Nimeti Başta Gelir

 

3) Allahu Teala'nın kullarına ilk nimeti, onlara can vermesidir. Bunun delili: ' 'Allah nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sîzi O diriltecek ve nihayet yine Ona döndürüleceksiniz. Yerde ne varsa hepsini sizin yararınıza yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur ve O herşeyl hakkıyla bilendir"(Bakara. 28-29) ayetidir. Bu ayet, nimetlerin asıl olanının hayat nimeti olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, nimetlerin ilki olarak ancak hayat nimetini zikretmiş, peşinden de diğer nimetlerden bahsetmiştir. Hak Teala mü'minlere dünya hayatının gayesinin, ahiret hayatı ve uhrevi mükafaatlar olduğunu beyan etmek için hatırlatmada bulunmuştur. Yine O (c.c), yarattığı şeylerin faydalanan ve faydalanılan diye iki kısma ayrıldığını beyan buyurmuştur. Bu Mu'tezile'nin görüşüdür.

Ehl-i Sünnet ise şöyle demiştir: Hak Teala faydalı şeyleri yarattığı gibi, zararlı şeyleri de yaratmıştır. Allah'a itiraz etme hakkt yoktur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak kendisini hem "Nafi" (fayda veren) hem de "Dârr" (zarar veren) diye isimlendirmiştir. Sonra Cenab-ı Hakk'a "yaptıklarından sorulmaz." [50]

 

Nimet Hakkında Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile'nin Görüşü         Başa Dön

 

4) Mu'tezile şöyle demiştir: Muhakkak ki Cenab-ı Hak, bütün mükelleflere hem dünyevi hem dini nimetler vermiş ve hepsini dini ve dünyevi nimetleri hususunda eşit kılmıştır. Dini nimetlerde bunun oluşu şundan dolayıdır. Kulun gücü yeten her lütfü, muhakkak ki Allah onlara vermiş demektir. Cenab-ı Hakk'ın vermediği lutuflar ise kulun kudreti dahilinde değildir. Çünkü Allah'ın kula vermediği bir şeye, kul kadir olsaydı, o zaman mükellef (kul) bundan mes'ul olurdu. Dünyevi nimetlere gelince bu, özellikle Bağdadlı kelamcıların görüşüne göre böyledir. Çünkü onlara göre dünyevi hususta "Aslaha  riayet etmek" (kulun menfaatine olan şeyi yaratması) Allah'a vacibtir. Basralı kelamcılara göre ise bu, Allah'a vacib değildir.

Ehl-i Sünnet ise "Cenab-ı Allah kâfirleri cehennem ve ahirette azab etmek için yaratmıştır" demişler ve, "Allah'ın dünyada kâfire nimeti var mtdır?" meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Bazılan "Dünyadaki bu azıcık nimetler ahirette devamlı zarara sebeb olduğu için, dünyada kâfire bir nimet olmuş olmaz." Çünkü helvaya zehir katan kimsenin, bu işi büyük bir zarara yol açacağı için, helvayı yemeden meydana gelecek fayda nimet sayılmaz. İşte bu sebebten ötürü Allah Teala:

"O kâfirler kendilerine mühlet verişimizi kendileri için sakın hayırlı sanmasınlar. Biz onlara ancak günahlarını artırmaları için mühlet vermişizdir"(Ali imran, 178) buyurmuştur" demişlerdir.

Bazı alimler de: "Hak Teala, her ne kadar kâfire din nimeti vermemiş ise de, dünyevi nimetler vermiştir." Bu Kadı Ebu Bekr el-Bakıllânî'nin görüşüdür. Bu, en doğru görüştür. Bunun en doğru oluşuna birçok şey delalet eder. [51]

 

Kâfire, Din Nimeti Verilmeyip Dünya Nimeti Verildiğinin Delilleri

 

a- Cenab-ı Allah:

"Ey insanlar, sizi ve sizden Öncekileri yaratan Rabbintze ibadet edin ki takva sahibi olasınız. O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı "(Bakara. 21-22) buyurmuş ve bu nimetlerden, yani yaratma ve rızık verme nimetlerinden dolayı herkese Allah'a itaat etmesinin vacib olduğuna dair tenbihde bulunmuştur.

b- Cenab-ı Hak;

"Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yine O'na döndürüleceksiniz "(Bakara, 28) buyurmuştur. Cenab-ı Hak bu sözü, nimetlerini sayma ve ihsanını hatırlatma sadedinde söylemiştir. Eğer Allah'ın nimetlerinden herhangi birşey kâfirlere ufaşmamış olsaydı, bu söz doğru olmazdı.

c- O:

' 'Ey Israİloğulian size in 'am ettiğim nimetimi ve sizi bütün insanlara üstün kılışımı hatırlayın "(Bakara, 47} buyurmuştur. Bu ayet, Allah'ın kâfirlere nimet verdiğini açıkça göstermektedir. Çünkü bu ayetle hitab edilenler ehl-i kitabtır ve bunlar kâfirlerdendir. Yine Allah'ın:

"Yine hatırlayın o zamanı ki (yeni doğan) oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmak suretiyle size işkencenin en kötüsünü yüklemekte devam eden Fir'avn hanedanından sizi kurtarmıştık. Bunda sizin için Rabbinden büyük bir imtihan vardı "(Bakara, 49) ayeti ve: "Hani Musa'ya, hidayete eresiniz diye kitabi ve furkam vermiştik"{Bakara, 53) ayeti de böyledir. Bütün bunlar Allah'ın kullarına olan nimetlerini saymaktadır.

d- Cenab-ı Allah:

"Onlar görmediler mi ki biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlara, kendilerine vermediğimiz imkanları yeryüzünde vermiş ve gökten üstlerine bol bol (yağmur) göndermiştik(En’am, 6) buyurmuştur.

e- Allah Teala:

"De ki: Karanın ve denizin karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor? O'na gizli olarak tazarru edip dua edersiniz: "Eğer bizi bundan selamete erdirirsen yemin olsun ki şükredenlerden olacağız' '(dersiniz). De ki: Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır da sonra siz yine şirk koşarsınız"(En’am, 63-64) buyurmuştur.

f- Cenab-ı Allah:

"Andolsun sizi yeryüzünde yerleştirmiş, sizin için orada bir çok geçim vasıtaları yaratmışızdır. Ne az şükredersiniz!" (Araf, 10) ve İblis'in kıssasını anlatırken (Ey Allah'ım) sen onların

çoğunu şükredici bulamıyacaksm" {Arât, 17) buyurmuştur. Eğer Allah'ın kâfirlere bir nimeti olmasa idi bu sözün bir manası olmazdı. -

 g-Allah Teâla:"Düşünün ki Allah sizi Ad kavminden sonra hükümdarlar yaptı, yeryüzünde sizi yerleştirdi. O yerin ovalarında köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz) Allah'ın lütuflannı anm, yeryüzünde fesadcılar olup taşkınlık yapmayın," (A'râf, 74) buyurmuş ve Şu'ayb (a.s.)' den naklederek,

"Hani hatırlayın, siz az idiniz de Allah sizi çoğaltmıştı'(Araf,86) Musa (a.s.)'dan naklederek de:

"O (Musa,) şöyle dedi: "Sizi alemlere üstün kılan O (Allah) olduğu halde, ben kalkıp size başka bir ilah mı arayacağım! "(Araf,140)buyurmuştur,

h- Allah Teala:

"Bunun sebebi şudur: Bir kavim kendilerindeki (iyi hali) değiştirmedikçe, Cenab-ı Allah onlara verdiği nimeti değiştirici değildir''(Entai. 53) buyurmuştur. Ayetin manası aşikârdır.

i- Allah Teala:

"O (Allah), güneşi ziyaîı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için (aya) menziller tayin edendir. Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır"<yunua, 5) buyurmuştur.

j- Allah Teafa:

"İnsanlara,, kendilerine dokunan sıkıntılardan sonra bir rahmet tatdırdığımız zaman.."(Yunus, 21) buyurmuştur.

k- O şöyle buyurmuştur:

"O, sizi karada ve denizde gezdirendir. hatta sizi, gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunlan güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir ûrtına gelip çatar. (Denizin) her yanından kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepçevre kuşatılmışlardır. (İşte o zaman) onlar Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak Allah'a dua ederler. "Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz, şüphesiz şükredenlerden olacağız" (derler.) Fakat (Allah) onları selamete erdirince bakarsın ki yeryüzünde yine haksız yere taşkınlıkta bulunuyorlar "(Yunus 22-23)

I- Yine O,

"O (Allah), geceyi sizin için bir örtü kılandır"'(Furkan. 47) ve ''O geceyi, içinde sükûn ve İstirahat etmeniz içintgündüzü de apaydınlık yarafand/r"(Yunus, 67) buyurmuştur,

m- Allah Teala:

' 'Allah 'm nimetini kütür (inkar) ile değiştiren ve kavmlerine helak yurda (cehenneme) götürüp konduranlara baksana! Onlar cehenneme yaşlanacaklardır. O ne kötü bir karar yeridir "(ibrahim. 28-29) buyurmuştur.

n- Hak Teala:

"Allah, gökleri ve yeri yaratan, gökten yağmur indirip, onunla sizin için rızık olarak meyveler çıkaran, size, Allah 'm izni ile denizde akıp gitsin diye gemileri musahhar kılandır "(ibrahim, 32) buyurmuştur.

o- Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Hakikaten insan çok zulümkâr ve çok nankördür"'(ibrahim. 34). Bu ayet, kâfirlere de Allah'ın nimetinin olduğunu açıkça göstermektedir.

Bil ki bu meseledeki ihtilaf, lafza dairdir. Bu böyledir. Çünkü, bu tür

şeylerde, yani hayat, akıl, işitmek, görmek, çeşitli rızıkların Allah'tan olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, bu tür faydaların peşinden ebedi zararlar geldiği zaman, örfe göre, bu zararlara nimet isminin verilip verilemiyeceği hususundadır. Bunun sırf lafza dair bir münakaşa olduğu bilinen bir husustur.

Mükellefin (yani kulun) lezzet almadığı şeylerin, Yaratıcının varlığı, lütfü ve ihsanı hakkında istidlalde bulunmak için yaratıldığına dair çeşitti deliller olup şunlardır:

1) "Allah kendi emrinden olmak üzere, kullarından dilediğine ruhu indirir"(Nahl,2) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bir de kendisinin birliğine çağırmak ve O'nun tevhidini ve adlini tasdik için yollamıştır. Sonra Cenab-ı Allah:

"Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı; o, şirk koştukları şeyden yüce ve münezzehtir, insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o> apaçık bir hasım oluvermiş"(Nahl, 3-4) buyurmuş, böylece, kulun içine düştüğü küfrüne rağmen onun sonradan yaratılmış olmasının Yaratıcının varlığına delalet eden en büyük delillerden olduğunu açıklamıştır. Bu delil ise, kulun bir halden başka bir hale geçişidir. Mesela onun nutfe olması, sonra tutunmuş damarlı bir parça (alaka) olması, sonra da et parçası olması, yani onun nutfe hali olan en değersiz durumundan apaçık bir hasım olma durumu olan en şerefli hale utaşması...

Sonra Cenab-ı Hak, ona olan muhtelif nimetlerini zikrederek şöyle buyurur:

"Davarları da sizin için yaratmıştır; onlarda ısıtan şeylerle, birçok faydalar bulunur.. Onlardan yersiniz de;akşamleyin getirirken, sabahleyin de salıverirken, sizin için onlarda bir güzellik bulunur. Yüklerinizi yüklenir, yan canınız tükenmeden varamıyacağınız bir memlekete götürürler. Muhakkak ki Rabbiniz, çok şefkatli çok merhametlidir. Hem onlara binmeniz için, hem de zinet için atları, katırları, merkebteri yarattı... Bilmediğiniz daha neler yaratıyor! Doğru yolu bildirmek Allah a aittir. Kimi yol ise eğridir. Allah dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirirdi. O, sizin için gökten su indirendir. İçecekler bundan, yaymakda olduğunuz ot da bundandır"(Nahl,5-10) Bununla Allah Teala Dehriyyeye,ve tabiatçılara reddiyede bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü Hak Teala, suyun ve toprağın tek olduğunu beyan etmiş, buna rağmen renkler, tadlar ve kokular farklı olmuştur. Sonra Allah;

"Geceyi ve gündüzü emrinize verdi"(Nahl,12) buyurmuş, bununla de müneccimlere (astrologlara) reddiyede bulunduğunu beyan etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, gece ve gündüzün hareketinin ve aynı düzen üzerinde olmasın bunların sonradan olduklarına delil olarak zikretmiş, böylece de O, bu ayetlerle alemde var olan herşeyin mükellef (yani başta insan olarak kulluk i yükümlü) varlıklar için olduğunu bildirmiştir. Çünkü alemde bulunan ve mükellefin zatından başka olan her şeyden mükellef bir lezzet alıp, onun rahatlayıp huzur bulur. Böylece de, mükellef için bundan sevinçler meydan  gelmiş olur. Veya mükellef, ondan dolayı bir külfeti yüklenmiş olur, veyahu da mükellef ondan ibret alır. Mesela eziyet veren yılan ve akreb cinsinder mahlukat gibi. Buna göre mükellef onlara bakarak, ahiretteki, çeşitli azablar hatırlar ve böylece o azaba düşmekten sakınır ve yine bunun vasıtası ile nimet veren yüce Allah'ın varlığına istidlal etmiş olur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ır mahlûkatından hiçbiri bu faydaların dışında kalmaz. Sonra Hak Teala, nimet verişinin büyüklüğüne ayetlerin sonunda, şöyle buyurarak dikkat çeker:

"Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız"(Nahl,18).

2)  Cenab-ı Allah:

"Allah o memleketi (size) bir ibret örneği olarak irad etti ki: O belde (daha önce) korkudan emin ve sakin idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de..."(Nahl, 112 buyurmuş ve bununla onlara ulaşan nimeti inkâr etmenin, nimetin gen alınmasına sebeb olduğuna dikkat çekmiştir.

3)  Cenab-ı Allah "Karun Kıssası"nda:

"Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun"(Kasas,77); "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah'ın size müsahhar kıldığını açık ve gizli bir çok nimetlerini size bol bol verdiğini görmedinizmi?"(Lokman, 20).

"O attığınız meniye baksanıza! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?"(Vakı’a,58-59) ve tekrar tekrar geçen:

"Öyle ise Babbinlzin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz! (Rahman süresindeki ayetlerde geçen) bütün şeyler Allah'ın birer nimetidir. Bazısı dini bazısı dünyevi nimetlerdir. İşte bu ayetler, bu konu ile ilgili olanlardır. [52]

 

İsrailoğullarına Verilen Nimetler         Başa Dön

 

İsrail oğullarına   has   kılınmış   olan    nimetler hakkındadır. Ariflerden biri şöyle demiştir:“Nimet­lerin kulu çoktur ama, nimet verenin kulu azdır.”

İşte bundan dolayı Allah Teala İsrailoğullarına verdiği nimetleri hatırlat. niştir. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmeti ile ilgili olunca, ümmet-i Muhammed'e inam edeni (yani Yüce Zatını) hatırlatarak:”Beni anın ki, ben de sizi anayım "(Bakara,152) buyurmuştur. Bu da, ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden üstün olduğunu gösterir. Bil ki Allah'ın İsrailoğullarına olan nimetleri pek çoktur:

1) Onları, içine düştükleri belalardan, Fir'avn ve kavminden kurtarmış, buna karşılık bir de onları yeryüzüne yerleştirmiş ve onları kölelikten kurtarmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:

"Biz ise diliyorduk ki o yerde za'fa uğratılanlara lütfedelim, onları (hayırda) uyulan kimseler yapalım, onları (mülkün) varisleri kılalım. Onlara orada kudret verelim, Firavn'a, Hamân'a ve bunlann ordularına da sakınmakta oldukları şeyi onlara gösterelim"(Kasas, 5-C).

2) Cenab-ı  Hak, onları,  Kıptilerin  köleleri  iken,  peygamberler ve hükümdarlar haline getirmiş ve böylece onların düşmanlarını helak etmiş, Israiloğullarını onların yerlerine, yurtlarına ve mallarına varis kılmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:  "İşte bu şekilde,   biz,    İsrailoğullarını onlara varis

kildik "(Şuara, 59).

3) Cenab-ı Hak, onlara, onların dışında hiçbir ümmete indirmediği büyük • tablar indirmiştir. Nitekim O,

"Hani, Musa kavmine şöyle demişti: Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın! Hani sizin aranızdan peygamberler yollamış, sizi hükümdarlar yaparak, başka hiçbir kimseye vermediği şeyi sizlere vermiştf"(Maide,20) buyurmuştur.

4) Hişam,   İbn  Abbas'ın  şöyle  dediğini   rivayet  etmiştir.  Allah'ın İsrailoğullarını Firavun'un soyundan kurtarması, onlara çölde bulutu gölge tapması, yine çölde onlara kudret helvası ve bıldırcın indirmesi, onlara insan 3aşı gibi olan, su istedikleri zaman onlara su veren, suya ihtiyaçları olmadığı zaman, yukarı kaldırıldığında suyun kesilmesiyle, geceleyin aydınlatmak için, r^lara demet halinde bir ışık saçan taşı vermesi ve onların saçlarının dağılmaması   ve   elbiselerinin   eskimemesi   gibi   hususlar   Allah'ın İsrailoğullarına vermiş olduğu nimetlerdendir. [53]

 

Beni İsraile Nimetlerin Hatırlatılma Sebebi

 

Bil ki Cenab-ı Hak Subhanehû, onlara bu nimetleri şu sebeblerden ötürü hatırlatmıştır.

a- Bu nimetler içinde, Hz.Muhammed'in sıdkına şehadet eden şeylerin bulunması;bunlar Tevrat, İncil ve Zebur'dur.

b- Nimetin çokluğu ma'siyet halinde sorumluluğun da büyük olmasını iktiza eder. Böylece Cenab-ı Hak, Hz.Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmeye dair davet olundukları şeye muhalefet etmekten sakınmaları için onlara bu nimetleri hatırlatmıştır.

c- Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, ona muhalefet izhar etmekten haya duymayı gerektirir.

d- Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, nimet verenin insanlar arasından onları o nimete tahsis ettiğini gösterir. Bir kimseye çok nimet tahsis edilmişse, bunun zahiri o nimeti onlardan gidermeyeceğini gösterir. Çünkü şöyle denmiştir: İyiliği tamamlamak, onu başlatmaktan daha hayırlıdır. Buna göre geçmiş nimetleri hatırlatmak, sanki gelecek nimetler konusunda arzu uyandırmak gibidir. Bu heveslendirme, nimet verene karşı muhalefet göstermek ve düşmanlık yapmaya manidir. [54]

 

Atalarına Verilen Nimetler İle Asr-ı Saadetteki Yahudilerin İlgisi

 

Şayet, bu nimetler, muhatap olanlara değil, tam aksine onların babalarınadır; buna göre bu nimetler nasıl onlara nimet olmuş olur ve onların günahlarının büyüklüğüne yol açmış olur? denilirse, buna birkaç bakımdan cevap veririz:

1)  Şayet babalarına verilen bu nimetler olmasaydı, onlar mevcut olmazlardı. Bu nesil mevcut olduğuna göre, babalarına olan nimetler, sanki oğullarına verilmiş gibi olur.

2)  Allah'ın kendilerine dini ve dünyevi nimetleri tahsis etmiş olduğu babalara mensubiyyet oğullar hakkında da büyük bir nimettir.

3) Çocuklar, itaat ettikleri, küfürden ve inattan yüz çevirdikleri için, Allahu Teala'nın babalarına olan bu nimetleri vermiş olduğunu duyunca, onlar da bu yola rağbet ederler; çünkü çocuk hayır işleri işleme hususunda babasını taklit etme duygusu üzerine yaratılmıştır. Bu sebeple de nimetleri hatırlatma, hayırlarla meşgul olup, kötülüklerden yüz çevirmeye bir sebep ve davetci gibi olmuştur. [55]

 

Allah İle Benî İsrail Arasındaki Ahid

 

Cenab-ı Hakk'ın "Ve, siz benim ahdime vefa gösterin ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim" buyruğuna gelince, bilki "ahd" kelimesi hem ahdi yapana, hem de kendisiyle ahid yapılana nisbet edilir. Buradaki "ahd" hakkında alimler iki görüş zikretmişlerdir: [56]

 

Onların Allah'a Karşı Ahidleri         Başa Dön

 

a- Buradaki "ahid" den murad, mükellefiyetlerde bir tahsis cihetine gidilmeksizin, Allah'ın emrettiği bütün şeylerdir. Bu görüşe dair birçok rivayet vardır.

1) Cenab-ı Hak, verilen ahde ve anda vefakâr olmaları gerektiği gibi, şükrünü ifa etmeleri de gerekeceğinden; nimetlerini onlara bildirmiş olmayı, kendisinin onlara olan bir ahdi ve misakı yapmıştır. Cenab-ı Hak, "Ben de ahdinize vefa göstereyim " buyruğu ile sevabı ve bağışlamayı murad etmiştir. Böylece, ikisinin de ihlali caiz olmadığı cihetle, sevab va'dini ahde benzetmiştir.

2)  Hasan el-Basrî'nin söylediğine göre, buradaki "ahd"den murad, Allah'u Teala'nın "Ve onlardan, oniki nakib yolladık. Allah şöyle dedi: Ben, sizlnleyim: Eğer namazı kılar, zekatı verir, resullerime İman eder, onlara yardıma olur ve Allah'a güzel bir borç verirseniz muhakkak ki ben, sizin günahlarınızı Örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım"(maide,12) ayetinde Beni İsrail'den almış olduğu ahiddir. Buna göre, her kim Allah'ın ahdine vefa gösterirse, Allah da onun ahdine vefakâr olur.

3)  Müfessirlerden cumhurun görüşüdür ki buna göre, buradaki murad şudur: Benim size emretmiş olduğum taatlarla, sizi nehyettiğim masiyetlere riayet ediniz ki, ben de sizin ahdinize riayet edeyim, yani sizden razı olayım, sizi cennete girdireyim... Bu, Dahhâk'ın İbn Abbas'tan naklettiği görüş olup, tamamının tahkiki Cenab-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Cenab-ı Hak, Allah yolunda öldüren ve öldürülen kullarının canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet mukabilinde satın almıştır. Bu, Tevrat'da, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir va'ddir. Allah'dan daha fazla ahdine vefalı olan bulunabilir mi! O halde, yapmış, olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin"(Tevbe, 111).

b- Ayette geçen "ahid"den murad, daha önceki kitablarda Hz.Muhammed'in vasfına vb: "Allah, andolsun ki, İsrailoğullanndan misak almıştı. Ve biz onlardan, oniki nakib yolladık. Allah onlara dedi ki, muhakkak ki ben sizinleyim.Eğer namazı kılar,zekatı verir, peygamberlerime iman eder,onları destekler ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, muhakkak ki günahlarınızı örter ve sizi, altlarından ırmaklar ak,an cennetlere sokarım"(Maide, 12); ve A'raf süresindeki "Benim rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır. O rahmetimi, ittika edenlere, zekatı verenlere ve ayetlerime iman edenlere yazacağım. Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî nebi olan bir peygambere tabi olurlar"(Araf, 156-157) ayetlerinde beyan edildiği gibi, onu peygamber olarak yollayacağına dair bildirdiği hususlardır. [57]

 

Allah'ın Onlara Ahdi

 

Allah'ın İsrailoğullarına olan ahdine gelince bu, Allah'ın onlara ağır yüklerini bağışlama ve boyunlarındaki zincirleri kaldırmaya dair olan va'dini yerine getirmesidir. Allah Teala:

"Allah önceki peygamberlerden, andolsun ki size Kitab ve hikmet verdim. Sonra size, doğruyu söyleyen bir peygamber gelmiştir. O'na muhakkak ki iman edecek ve onu destekleyeceksiniz, diye bir misak aldığı zaman dedi ki: İkrar ettiniz ve bu ağır yükümü uhdenize alıp kabul ettiniz mi? Onlar da "ikrar ettik!" dediler. Bunun üzerine Allah, şahit olun, ben de sizinle beraber şahidim dedi"(Al-i İmran, 81).

Keza: Hani Meryem oğlu İsâ şöyle demişti: Ey İsrailoğullan, ben Allah 'm size gönderilmiş bir peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ta olanı tasdik edici ve adı Ahmed olan, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyiciyim"(Saf, 6) buyurmuştur.

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:"Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarına, İsmail oğullarından ümmi bir peygamber göndereceğim; kim ona tabi olur ve onun getirdiği nuru, yani Kur'an'ı tasdik ederse, onun günahlarını bağışlar, cennete koyar ve onun için, biri Hz.Musa ve diğer peygamberlerin getirdiğine tabi olmak; diğeri ise İsmailoğullarından ümmi bir peygamber olan Hz.Muhammed'in getirdiğine tabi olmak ücreti olmak üzere iki ücret veririm " diye söz vermiştir.

Bunun delili ise, Cenab-ı Hakk'ın: 'Vaha önce kendilerine kitap vermiş olduklarımız, buna iman ediyorlar. Onlara (Kur'an) okunduğu zaman; "O'na inandık. Muhakkak ki o, Rabblmiz katından gelen bir haktır. Biz bundan önce de müslüman idik" dediler. İşte bunlara sabretmelerine mukabil, iki defa mükafaat verilecektir"(Kasas, 52-54) âyetlerindedir.

Ali İbn İsa ise bunun delilinin, Allahu Teala'nın: "Ey iman edenler, Allah'dan ittika edin ve O'nun Peygamberine de

inanın ki, Ailah size rahmetinden iki kat nasib versin "(Hadid, 28) âyetinde olduğunu söylemiştir.

Yine bunun delili, Ebû Musa el-Eş'ârî'nin Hz.Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir:

"Üç kişi vardır ki, onlara iki kat sevab verilir: Ehl-i kitabtan olup da Hz.İsa'yı tasdik eden, sonra da Hz.Muhammed'e inanan kişiye iki ecir vardır; yine cariyesini terbiye edip, terbiyesini de güzel yapan ve onu Öğretip, tâlimini de güzel yapan, sonra onu azad edip onunla evlenen kimseye de iki ecir vardır; yine Allah'a ve efendisine itaat eden kişiye de iki ecir verilir[58] Ebu Davud, edeb, 11(4/255)..' Burada geriye iki soru kaldı. [59]

 

Bazı Sorular

 

Birinci Soru: Şayet durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, buna göre nasıl yahudi cemaatinin onu inkar etmesi caiz olurdu? Buna iki şekilde cevap veririz:

a- Bu ilim, yahudilerin kitaplarını bilen ulema tarafından biliniyordu. Ancak ulemanın sayısı fazla değildi. Dolayısıyla onların, bu ilmi saklaması caiz olabilmiştir.

b- Bu nas, açık değil kapalıydı. Dolayısıyla o nassa, şek ve şüphenin arız olması mümkün olmuştu.

İkinci Soru: Bu kitablarda müjdelenen şahsın ya, o kitablarda, geleceği zaman, ineceği mekan ve bununla ilgili diğer tafsilatlar anlatılmış yahut da bunlardan hiçbir şey zikredilmemiştir. Bu durumda eğer nas, açık bir nas olur, kitablarda gelmiş olur ve tevatür yoluyla da ilim ehline intikal etmiş olursa, bu durumda yahudilerin bunu gizlemeleri imkansız olur ve bunun geçmiş peygamberlerin dininden olmak üzere zaruri olarak bilinmiş olması gerekir.

Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu nas Hz.Muhammed'in peygamberliğine delalet etmez. Çünkü onların yahudi çoğunluğunun görüşü olmak üzere, "8u müjdelenen şahıs, bundan sonra gelecektir" demeleri muhtemeldir. Buna cevabımız şudur: Hak Teala'nın: "Ve benim ahdime vefa

 52) Buhârî, ilim, 31 (Benzer hadis): Müslim, iman, 241 (1/135)

gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim "(Bakara, 40) ayetini, birinci görüşte de izah ettiğimiz şekilde tevhide ve nübüvvete delalet eden deliller hususunda tefekkürle ilgili emre hamledenler, bu hamletmeyi bu sualin güçlülüğünden ötürü tercih etmişlerdir. Ama ikinci görüşe destek sağlamayı isteyenlere gelince, buna şu şekilde cevap verilir: Zaman ve mekanı tayin etmek, herkesin bilebileceği bir şekilde, açık bir nas olarak bildirilmemiştir. Tam aksine bu, gizli bir nas olarak bindirilmiştir. Bu sebeple şüphesiz bunun geçmiş peygamberlerin dininden, zaruri olarak bilinmiş olması gerekmez. [60]

 

Mevcut Tevrat ve İncil'den Peygamberimizin Geleceğine Deliller         Başa Dön

 

Biz şu anda geçmiş peygamberlerin kitablarında, Hz.Muhammed'in geleceğine dair müjdelerden bir kısmını zikredelim.

1) Tevrat'ın ilk bölümünün 9.faslında şu hususlar yer almaktadır: Hacer'e Sare kızınca, Hacer'e Allah tarafından bir melek göründü ve ona şöyle dedi: Ey Hacer, nereye gidiyorsun ve nereden geldin? Hacer, hanımefendim Sâre'den kaçıyorum deyince, melek ona, hanımefendine dön ve ona itaat et; onunla iyi geçin, çünkü Allah senin ziraatini ve zürriyetini çoğaltacak ve sen hamile kalacak, bir oğlan çocuğu doğuracaksın. Allah senin kendisine yönelmeni ve huşu etmeni duyduğu için, O'na İsmail adını vereceksin. O, insanların göz bebeği olacak ve O'nun eli herkesin üzerinde, herkesin eli ise, itaat ederek O'na doğru açık olacaktır. O ise, bütün kardeşlerinin boyun eğnesine mukabil, teşekkür edecektir.

Bil ki bu sözle istidlalde bulunmak, bu sözün müjde yerinde varid olmasından ötürüdür. Çünkü Allah tarafından yollanan meleğin zulmü, haksızlığı ve ancak Allah'a iftira ile tamamlanacak bir şeyi müjdelemesi caiz değildir. Yine İsmail ve onun şu çocuklarının, dünyanın ve ümmetlerin büyük bir kısmında, ancak İslâm ile tasarruf sahibi olacakları ve yine ancak İslam ile onlara hükümran olabilecekleri malumdur. Çünkü onlar İslam'dan önce çöllerde mahsur idiler. Irak ve Şam topraklarının sınırlarına ancak korkuyla yöneliyor ve korkuyla oralara girebiliyorlardı. İslam gelince, onlar Doğuya ve Batıya İslam ile hükümran oldular; ümmetlere karıştılar, toplumların yurtlarına girdiler ve ümmetler onlarla karışarak, onların "Ev"lerini ziyaret ettiler ve, Kâ'be'ye komşu "olmak için onların çöllerine girdiler. Şayet Hz.Peygamber (s.a.s.) sadık olmasaydı, onların ümmetlere, ümmetlerin de onlara karışması, Allah'a isyan olup, O'na itaattan çıkarak şeytanın itaatine girmek olurdu. Halbuki Allah, böyle birşeyi müjdelemekten çok yücedir.

2)  Tevrat'ın beşinci bölümünün 11. faslında şu husus yer almıştır:

"Şüphesiz İlahınız Rabb, sizin ve kardeşlerinizin arasından olmak üzere, benim gibi bir nebiyi size getirecek.." Bu fasılda Rabb Teala, Hz.Musa'ya şöyle demiştir: " Ben,onlara kardeşleri arasından, senin gibi bir nebi getireceğim; benim adıma tebliğ edeceği sözlerimi kim dinlemezse, ben ondan intikam alırım." Bu söz, Allahu Teala'nın getireceği peygamberin, İsrail oğullarından olmayacağına delalet eder. Nitekim birisi Haşimoğullarına, "Kardeşlerinizden bir önder olacak derse, o, bu önderin Haşimoğullarından olmayacağını kastetmiş olur. Sonra Yakub (a.s.), İsrail'dir; O'nun 'iys ten başka kardeşi yoktur. İys'in, Eyyüb (a.s.)'den başka, peygamber olan çocuğu yoktur. Ve o, Hz.Musa'dan öncedir. Dolayısıyla Hz.Musa'nın onu müjdelemesi caiz değildir. Ama İsmail (a.s.)'e gelince, bu Yakûb (a.s.)'un babası olan İshak'ın kardeşi idi. Sonra Hz.Musa'dan sonra gönderilen her peygamber İsrailoğullarındandır. Bu sebebledir ki Hz.Peygamber {s.a.s.), İsrailoğullarından değildir. Ancak onların kardeşlerindendir. Çünkü Hz.Peygamber İshak (a.s.)'in kardeşi olan İsmail (a.s.)'ın zürriyetindendir.

Şayet, "sizin aranızdan" sözü, burda kastedilenin Hz.Muhammed olmasına manidir; çünkü Hz.Muhammed onların arasından gelmemiştir denilirse biz deriz ki, Hz.Muhammed onların arasından çıkıp gelmiştir. Çünkü Hz.Peygamber Hicaz bölgesinde ortaya çıkmış, Mekke'de peygamber olmuş ve Medine'ye hicret etmiştir,ve burada, peygamberliği tamamlanmış, kemale ermiştir. Halbuki, Medine'nin etrafında Hayber, Benu Kaynuka, Nadir ve emsali yahudi şehirleri bulunmaktaydı. Yine Hicaz, Şam'a yakındır; yahudilerin çoğu Şam'da idiler. Hz.Muhammed Hicaz'da zuhur edince, bu demektir ki O, onların arasından çıkıp gelmiştir. Yine O. onların kardeşlerindendir. Bu demektir ki, O onların arasından çıkıp gelmiştir. Bu sebeple peygamber, onlardan pek uzak sayılmaz.

3) Tevrat'ın bölümlerinden 20. fasılda şu bulunmaktadır: Rabb Teala, Turu Sînâ'ya geldi, Sâîr'den bize göründü, Fârân dağlarında zuhur etti. Sağından temiz olan müminlerin niteliklerini bildirdi; onlara şeref ve izzet bağışladı; onları halklara sevdirdi ve hepsini bereketle mümin halis kullarına davet etti. Bununla şu şekilde istidlal edilir: Fârân dağları, Hicaz'dadır. Çünkü Tevrat'ta İsmail(a.s.)'in,Faran topraklarında atıcılığı öğrendiği yer almıştır. İsmail (a.s.)'in Mekke'de ikamet ettiği de malumdur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, O'nun "onlara izzet verdi." sözünden maksat, İsmail (a.s.)'in olması caiz değildir. Çünkü İsmail (a.s.)'in Mekke'de ikametini müteakib izzet meydana gelmemiş ve orada da müminler henüz teşekkül etmemişti. Bu sebeple onu Hz.Muhammed'e hamletmek vacib olmuştur.

Yahudi şöyle der: Maksat şudur: Turu Sina'dan bir ateş zuhur edince, Sâîr'den ve Fârân dağlarından da ateşler zuhur ederek, o bölgelere yayıldı... Biz deriz ki bu doğru değildir. Çünkü "Allah bir yerde, şayet ateşi yaratmış olsaydı, bu olaya tabi olan bir vahiy veya bir ceza vb. şeyler bulunmuş olsaydı, o zaman Allah oradan geldi denilmezdi. Halbuki size göre, ateşin peşinden ancak Turu Sina'da bir vahiy ve söz meydana gelmiştir. O halde Rabb ancak Sâîr'den ve Fârân dağlarından zuhur etti, denilmesi caiz olur. Halbuki, İlkbahar günlerinde meydana geldiği gibi bulutta bir ışık ve ateş meydana geldiğinde, "Allah buluttan geldi" denilemiyeceği gibi, Rabbın vürudu da caiz değildir.

Keza, Habakkûk kitabında bu anlattığımız şeyler izah edilmektedir: "Allah Turu Sina'dan, Kuddûs de Fârân'dan geldi. Hz.Muhammed'in güzelliğiyle gökler açıldı, yer onun hamdiyle doldu. Onun görünüşünün ışıkları, nur gibiydi; beldesini izzetiyle koruyor, felaketler onun önünde yürüyor, yırtıcı kuşlar onun ordularına arkadaşlık ediyordu. Kalktı ve yeryüzünü dolaştı; ümmetleri düşündü, onlardan bahsetti, eski dağlar parçalandılar, ebedi tepeler baş eğdiler... Midyan beldesinin halkının etekleri titredi, atlara bindin, yardım ve inkiyâd bineklerine yükseldin, yapını büsbütün sıyırdın, ey Muhammed, senin emrinle sadaklar iyice doldu, yeryüzünü ırmaklarla yardın, dağlar seni görüp sancıyla kıvrandılar, senin sebebinle seller uğultuyla akıp geçti, develer korku ve dehşetle kaçıştılar; korku ve ürperişle ellerini kaldırdılar. Güneş ve ay yörüngelerinde durdu; askerler, senin oklarının parıltısında ve beyanının ışığında hareket ettiler, yeryüzünü gazabla dolaştın, milletleri öfkeyle kırıp geçirdin, kendi ümmetini kurtarmak ve ecdadının topraklarını geri almak için ortaya çıktın." İbn Rezin et-Taberi'den bu şekilde rivayet edilmiştir.

Hristiyanlara gelince, Ebu'l-Huseyn (r.a.) "Gurer" adlı kitabında şöyle demiştir: Ben onların anlattıklarında şunu gördüm: Rabb Fârân'dan zuhur etti, sema Mahmûd olan Muhammed'in güzelliğinden paramparça oldu. Mahmud olan ey Muhammed, oklar sadaklarına doldu; çünkü sen ümmetini ve Mesihinİ kurtarmak için ortaya çıktın." Bizim anlattıklarımızla, Hak Teala'nın Tevrat'ta "Rabb, Fârân dağlarından zuhur etti" sözünün manasının "Oradan ateş zuhur etti" olmayıp tam aksine bu sıfatlarla nitelenmiş bir şahıs zuhur etti" demek olduğu meydana çıkmıştır. Bu da ancak bizim Resulümüz Muhammed (s.a.s.)' dir. Eğer onlar; "Bundan maksat Allah'ın gelmesidir, işte bundan ötürü de, sözün sonunda "Mesihini kurtamak için demiştir" derlerse, biz deriz ki: Allah'ı atlara binmeyle, görünüşünün güzelliğinin nur gibi olmasıyla ve eski Kurallarla kaideleri çiğnemiş olmakla nitelenmesi caiz olmaz. Ama onun, "Mesihini kurtarmak için" sözüne gelince, bu böyledir; çünkü Hz.Muhammed, Meşini yahudi ve hristiyanların yalanından kurtarmıştır.

4) Tevrat'ın İsa'ya kitabının 22. faslında şu bulunmaktadır: Mekke'yi murad ederek, "Kalk, lamban ışıklarla dolsun! senin zamanın yaklaştı, Allah'ın ikramı ve izzeti sana doğmaktadır. Yeryüzünü karanlıklar bürüdü, o ümmetleri keler istila etti; bir nur gibi Rabb sana doğuyor ve sana keramet ve şerefini izhar ediyor. Ümmetler senin nuruna yürüyor, krallar senin doğuşunun ışığına yöneliyor, gözünü döndererek etrafındakilere uzat ve düşün: Onlar senin yanında biraraya geliyor. Onlar seni ziyaret ediyor ve uzak beldelerden çocukların sana geliyor!  Çünkü sen,  Ümmül-Kura (Başşehir)sın; diğer beldelerin çocukları, sanki Mekke'nin çocuklarıdır. Senin örtülerin, koltukların ve divanların üzerinde süsleniyor, sen bunu gördüğün zaman   mesrur  oluyor,   denizlerin   harp   malzemeleri   sana  yöneldiği, ümmetlerin askerleri sana haccettiği, Medyen koçları sana gönderildiği Sebe halkı sana geldiği ve Allah'ın nimetlerinden bahsedip, Allah'ı yücelttikleri ve Fârân koyunları sana sürüldüğü, beni hoşnut edecek kurbanlar sana sunulduğu ve evime de övgüler söylendiği için, sen sevin!..." Bundan şu şekilde istidlal edilir: Bütün bu sıfatlar Mekke için mevcuttur. Çünkü bütün milletlerin orduları ve denizdeki gemiler oraya yönelmiştir. Onun "Evime de övgüler söylendiği için" sözünün manası; Araplar İslam'dan önce telbiye ederek: "Emrine amadeyiz. Senin şerikin yoktur. Ancak şdrik koşulan, hiç bir şeye sahib olmayan ve senin mülkün olan bu şerîkin vardır" derlerdi.Sonra bu telbiye islamiyette şu şekli almıştır: "Allah 'ım, emrine amadeyim, senin bir ortağın yoktur, emrine amadeyim.'' İşte bu Allah'ın övülmüş evi Kâ'be için, yenilediği hamd şeklidir. Şayet "Bu evden maksad, Beytu'l-Makdis'dir ve daha sonra o , böyle olacaktır" denilirse, biz deriz ki: Hakîm olan Allah'ın yaklaşmadığı halde, "Senin vaktin yaklaştı" demesi caiz olmaz. Aksine yaklaşan şey Allah'ın rızasına uygun olmayan fakat kendisinden de sakınılmayan bir iştir. Yine İsaya kitabı çöl tasviri ve sıfatları ile doludur. Bu da onların görüşlerini ibtal eder.

5) Semman, Tevrat'ın birinci bölümünün tefsirinde şunu rivayet etmiştir: Cenab-ı Allah, İbrahim (a.s.)'e vahyederek şöyle buyurdu: "İsmail (a.s.) ile ilgili duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, onu nesil be nesil ululadrm ve yücelttim. O'ndan oniki büyük soy çıkacaktır ve O'nu büyük bir ümmet için yarattım." Bununla şöyle istidlal edilir: İsmail (a.s.)'in çocukları (torunları)arasında, büyük bir ümmete gönderilen bir peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.)'dir. İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.)'in dualarına gelince bu, onların Kâ'be'nin inşasını bitirince, Hz.Muhammed (s.a.s.) İçin yaptıkları şu duadır:

"Ey Rabbimiz, onların içinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kur'an'ı ve hikmeti öğretecek ve onları (şirkten) temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galib ve hikmet sahibi sensin "(Bakara. 129) İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben babam İbrahim'in duası isâ'nın müjdesiyim[61]Ebu Davud, edeb, 11(4/255)." buyurmuştur. Bu müjde de Allah'ın:

"Benden sonra gelecek bir peygamberi (ki, adı Ahmed'dir) müfdeleyict olarak (geldim)(saf, 6) ayeti ile beyan ettiği husustur. Çünkü "Ahmed", 'hamd masdarından türemiştir. "Hamd" lafzından türemiş bir isim ancak bizim peygamberimiz olabilir. Çünkü Muhammed, Ahmed ve Mahmud O'nun isimlerindendir. Hz.Muhammed (s.a.s.) în Tevrat'ta yer alan sıfatının şu şekilde geldiği de zikredilmiştir: O'nun doğum yeri Mekke, kalacağı yerTaybe (Medine), mülkü Şam, ümmeti ise hammâdün (çok hamdedenler)'dür.

6) Hz.İsa (a.s.), havarilerine şöyle demiştir: "Ben gidiyorum. Size kendi kafasından konuşmayan, Hakk'ın ruhu olan Faraklit gelecektir. O, ancak kendisine söylenildiği (vahyedildiği) şekilde konuşur. Bunun delili ise, Cenab-ı

Hakk'ın: "Ben, ancak bana vahyolunana uyanm"(Ahkâf, 9) ve:

"De ki O (Kur'an 'ı) kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, ancak bana vahyolunana uyanm"(Yunus, 15) ayetleridir.

Faraklit'e gelince bunun izahı hususunda iki görüş vardır:

a- "O, şefaat eden ve şefaati makbul olan" demektir. Bu, Hz.Muhammed (s.a.s.)'in sıfatıdır.

b- Hristiyanlardan bazıları Faraklit'in, hak ile batıl arasını ayıran demek olduğunu, bu kelimenin aslının süzgece denilen "râvük" kelimesi gibi, Faruk olduğunu söylemişlerdir. "Faraklif'teki "leyt" lafzına gelince bu,işin aslını

araştırıp ortaya koyma manasındadır. Nitekim ve kelimeleri de aynı vezindedir. Bu da bizim dinimizin niteliğidir. Çünkü bizim dinimiz hak ile batılın arasını ayırır.

7- Buhtunnasır, Danyal (a.s.)'a, gördüğü rüyayı anlatmadan, ne gördüğünü sorunca o şöyle dedi: "Ey hükümdar, sen rüyanda korkunç bir put gördün. Onun başı halis altından, kolları gümüşten, karnı ve uylukları bakırdan, bacakları demirden, ayağının biri demirden, biri de tuğladan idi. Bir de bir keseni olmadan kendisi kesilen bir taş gördün. Bir adam o taşı puta vurdu ve putu iyice parçaladı. Put darmadağınık oldu, demiri, bakırı, gümüşü ve altını iyice dağıldı ve çerçöp oldu. Rüzgarlar onun parçalarını göğe savurdu. Ortada hiçbir izi kalmadı. Adamın yere çaldığı putun taşları adeta bir dağ gibi yığıldı ve yeryüzü onunla doldu. Hükümdar! Senin rüyan işte budur. Bunun tabirine gelince bu, şöyledir: Altın olarak gördüğün baş sensin. Senin devrinden sonra, senin olmadığın bir krallık meydana gelecek. Bakıra benzeyen üçüncü memleket ise yeryüzünün tamamına yayılacak. Dördüncü memleketin kuvveti demir gibi olur. Putun tuğladan olan ayağına gelince bu, bazı memleketlerin üstün, bazı memleketlerin de zelil, padişahın sözünün darmadağınık olması ve o günlerde göklerin ilahının yok olmayan ve değişmeyen, aksine bütün memleketleri yok eden, gücü bütün saltanatları yıkan ebedi olarak kalacak olan bir ülke kurmasıdır. İşte bu, keseni olmadan, dağdan kesilen ve demiri bakırı ve tuğlaları un ufak eden taşın izahı budur." Allah ahir zamanda olacak şeyleri en iyi bilendir. İşte Peygamberimiz (s.a.s.)'in, peygamber olarak gönderileceğine dair önceki kitaplarda yer alan müjdeler bunlardır. [62]

 

Allah Teala'nın Ahdini Yerine Getirmesi Vacib Değildir         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Ben de size olan ahdimi yerine getireyim" âyetine gelince, Mu 'tezile bununla ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ahd, aklın, Allah'a, kendisine itaat edenlere sevab vermesinin vacib olduğuna delalet etmesidir. Bu vacib oluşu "ahd" diye nitelemek yerinde olur. Çünkü, "ahde vefa" vacib olduğu için bu, yemin ve nezir ile ifası zaruri hale getirilen ahidden daha kuvvetlidir. Bizim alimlerimiz, kula karşı Allah'a hiçbir şeyin vacib olmadığını söylemişlerdir. Bu ayette de buna delalet eden hususlar vardır. Çünkü Allahu Teala, önce nimetlerini zikredip sonra da ahde vefayı buna bağlayınca bu, geçmiş nimetlerin kulluk ahdine vefayı gerektirdiğine delalet eder. Hal böyle olunca, ibadetleri ifa etmek, geçmiş nimetler sebebi ile vacib olan şeyi yerine getirmek olmuştur. Vacibi yerine getirmek ise, bir başka vücuba sebeb olamaz. Böylece mükellefiyetleri yerine getirmenin, Allah'ın mükafaat (sevab) vermesini icab ettirmediği ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin görüşü de batıl olur. Doğrusu ayetin gerçek tefsiri iki yönden yapılabilir:

1) Hak Teala sevabı ve va'dettiği şeyleri va'dedince, onları meydana getirmemesi imkansız hale gelmiştir. Şayet Allah onları vermeyecek olsaydı, doğru haberi yalana dönüşmüş olurdu. Allah hakkında yalan ise muhaldir. Muhal olan şeye götüren şeyler de muhaldir. Böylece bunun mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu ise, yemin ve adak ile pekiştirilenden daha kuvvetli bir ahiddir.

2) Ahdin, emir; kulun da onunla memur (emredilmiş) olduğunu söylemek caizdir. Ancak Allah'ın me'mur olması caiz değildir. Fakat Hak Teala, bu ayette, lafza uygun gelsin diye (muvafaka) böyle buyurmuştur. Tıpkı: "Onlar Allah'a hile yaparlar, Allah da onlara hile yapar"(Nisa. 142) ve "Onlar Allah'a hile ederler, Allah da onlara hile eder." (Yani hilelerinin cezasını verfr)"{Ali imran. 54) âyetlerinde olduğu gibi. [63]

 

Allah'dan Korkma Ne Demektir?

 

Allah Teala'nın "Ancak benden korkunuz "(Bakara, 40) sözüne gelince, bil ki "Rehbet" korkmaktır. Kelamcılar, Allah Teala'dan korkmanın, O'nun cefasından korkma manasına olduğunu söylemişlerdir. Bazan mükellef hakkında, iki manada korktuğu söylenir:

Birincisi: ilim ile (bilerek) korkmak, diğeri ise zann ile korkmak. İlim ile olan korkmaya gelince bu, insanın kendisine emredilen herşeyi yaptığına, yasaklanan bütün şeylerden de kaçındığına kesin inanırsa, onun korkusu ancak gelecekle ilgilidir. İşte melekleri ve peygamberleri bu korku çeşidi ile niteliyoruz. Cenab-ı Allah, melekler hakkında: "Kendilerine hükümran olan Rablerinden korkarlar"(Nahl, 50) buyurmuştur.

Zann ile olan korkuya gelince bu, kul emredilen şeyleri yapmış olduğunu, nehyedilenlerden de sakınmış olduğunu kesin olarak söyleyemediği zaman, onun sevab ehlinden olamamaktan korkmasıdır. Bil ki dünyada korkusu çok olan kimse kıyamet gününde emin olur ve dünyada emin olan,kıyamet günü korkar. Rivayet edildiğine göre bir münadi, kıyamet günü şöyle seslenir: "İzzetime ve celalime yemin ederim ki kulumda iki korkuyu (dünya ve ahiret) ve iki emniyet halini bir arada bulundurmam. Dünyada kim benden emin olursa, kıyamet günü onu korkuturum. Kim de dünyada iken benden korkmuş ise, kıyamet günü onu emin kılarım."

Arifler şöyle demişlerdir: "Korku iki çeşittir, cezadan korkmak, celal-i ilahiden korkmak. Birincisi zahir ehlinin nasibidir, ikincisi ise gönül ehlinin nasibidir. Birincisi yok olabilir ama ikincisi yok olmaz. İyi bil ki, ayet-i kerimede şu hususlara delalet vardır: Nimetlerin çok olması, yapılan günahın büyüklüğünü de o nisbette artırır; ahdin önceden bildirilmesi, ona muhalefetin günahını büyütür; Hz.Peygamber (s.as) Araplara gönderildiği gibi, İsrail-oğullarının da peygamberidir."

"Ancak benden korkunuz" {Bakara, 40) âyeti insana, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini gösterir. Bu, korku hususunda sözkonusu olduğu gibi, ümid ve arzu hususunda da aynıdır. Bu ayet ayrıca, herşeyin Allah Teala'nın kaza ve kaderi ile olduğuna delalet eder. Çünkü kul, eğer kendi fiili nususunda tamamen hür olsaydı, Allah'dan korktuğu gibi kendisinden de korkması gerekirdi. Çünkü o zaman "Ancak benden korkunuz " âyetinin ifade ettiği hasr manası (ancak benden manası) batıl olurdu. Hatta o zaman sadece kendisinden korkması gerekirdi. Çünkü bu durumda sevab ve ikabının anahtarları Allah'ın elinde değil kendi elinde olmuş olurdu ve böylece de Allah'dan hiç korkmaması gerekirdi. Bu ayette mükellefe, ibadetlerini korku ve ümid sebebi ile yapması gerektiğine ve ibadetlerin sıhhati için bunun lüzumlu olduğuna delalet vardır. Allah en iyi bilendir. [64]

 

Yahudileri Kur'an'a İnanmaya Davet

 

"Yanınızdaki (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur'an)'a iman edin, O'nu ilk inkâr edenler sizler olmayın. Âyetlerimi az bir fiyata satmayın. Ancak benden ittika edin (sakının) "(Bakara, 41),

Bil ki Hak Teâla'nın "imân ediniz" lafzı ile kendilerine hitab edilenler İsrailoğullarıdır. Bunu iki şey gösterir.

a- Bu ayet, Allah Teala'nın âyetine atfedi İm iştir. Sanki bununla şöyle denilmektedir: "Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz ahdi (sözü) yerine getirin de indirdiğim (Kur'an'ı) tasdik edin."

b- Allah'ın, "Yanınızdaki (Tevrat'ı) tasdik edici olarak " ifa­desi de bunu gösterir. âyetine gelince bununla ilgili olarak iki görüş vardır. En kuvvetli olan görüş, bununla kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğudur. Bununla, Kur'an'ın kastedildiğine iki delil vardır.

a- Cenab-ı Hak onu "indirilmiş" olarak nitelemiştir ki bu Kur'an'ın vasfıdır. Çünkü Hak Teala;

"(Allah) sana Kiracı naK ite ve Kenaismaen evveımert tasam eatct olarak indirdi. Tevrat'ı ve incil'i de indirmişti "(Al-i imran, 3) buyurmuştur.

b- Allah'u Teala, onu, o insanların yanında olan kitabı tasdik edici olarak nitelemiştir ki bu Kur'an'dır. Katade de, ifadesinden maksadın, "SizlerinTevrat ve İncil'de haber verilen kitab ve Resul," manasına olduğunu söylemiştir. [65]

 

Kur'an'ın Tevrat ve İncil'i Tasdik Etmesi Nasıl Olur?

 

âyetine gelince, bunun iki tefsiri vardır:

1)Kur'an'daHz. Musa(a.s.) ve Hz. İsa(a.s.)'nın hak peygamber oldukları; Tevrat ve İncil'in hak semavi kitap oldukları;Tevrat'ın Hz.Musa (a.s)'ya İncil'in ise Hz.İsa (a.s.)'ya indirilmiş olduğu bildirilmiştir. Buna göre Kur'an'a iman, Tevrat ve İncil'e imanı kuvvetlendirmiş oldu. Bu sebeble İsrailoğullarına, eğer siz Tevrat ve İncil'e iman etme hususunda en ileri dereceye varmak istiyorsanız, bu durumda Kur'an'a iman ediniz. Çünkü Kur'an'a iman etmek, Tevrat ve İncil'e imanı kuvvetlendirir.

2) Tevrat ve İncil'de, Hz. Muhammel {s.a.s) ve Kur'an müjdelendiği için, sanki Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur'an'a iman etmek, Tevrat ve İncil'i bir tasdik; Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur'an'ı tekzib etmek, Tevrat ve İncil'i tekzib etmek gibi olmuştur. Bu tefsir daha evladır, çünkü birinci tefsire göre, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmek gerekmez; çünkü Hz. Muhammed(s.a.s) sırf Tevrat'ın ve İncil'in hak olduğunu haber vermiş olması sebebiyle, onun nübüvvetine iman etmek gerekmez. İkinci tefsire göre, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman etmek gerekir. Çünkü Tevrat ve İncil Hz. Muhammfcd (s.a.s.)'in sıdkını ihtiva edince, Tevrat ve İncil'e iman etmek şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sadık olmasını gerektirir. Allahu Teala bu kelamı, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman etmenin vacib olduğu hususunda onların aleyhine bir delil: sun diye zikretmiştir. Bu sebeple, bu tefsirin daha evla olduğu ortaya çıkmıştır.

Bil ki, bu ikinci tefsir iki bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s)'ın nübüvvetine delalet ader.

a) Peygamberlerin kitablarının şehadeti, Hz. Peygamber (s.a.s)'în ancak hak olduğunu gösterir.

b) Hz. Peygamber (s.a.s) onların kitablarından bahsetmiştir. O'nun bunu Dilmesi ancak vahiy yoluyla olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, O'nu ilk inkâr edenler olmayın " âyetine gelince, bunun anlamt, "onu inkâr edenlerin ilki, veya onu inkâr eden ilk topluluk, ilk gurup olmayınız " dır. Veyahut da, "Sizlerden hiçbir kimse, onu İlk inkâr eden olmasın!... [66]

 

"İlk İnkâr Edenler" Ne Demektir?         Başa Dön

 

Burada iki sual bulunmaktadır:

a) Onlardan önce müşrik Arablar inkâr etmiş olduğu halde, onlar nasıl onu ilk inkâr edenler olarak gösterildiler? Buna birçok yönden cevap verilebilir:

1) Bu, o Hz. Muhammed (s.a.s)'i veO'nunsıfatlarını bildikleri için, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'e ilk inanan kimseler olması gerektiği şeklinde bir ta'rizdir. Bir de onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'in geliş zamanını müjdeliyorlar ve O'nun sayesinde kâfirlere üstün geleceklerini söylüyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, onlar bunun aksini yaptılar. Nitekim Cenab-ı Hak da:

Onlara; tanıdıkları şey gelince, onu inkâr ettiler "(Bakara, 89) buyurmuştur.

2) Bu âyetten murad "onu ilk inkâr eden kimse gibi Mekke'lilerden şirke düşenler gibi olmayın!" demek olmasıdır. Yani bu şu demektir: Siz O'nun Tevrat'ta ve İncil'de zikredilmiş olduğunu bildiğiniz halde, O'nu tanımayan ve kendilerinin bir kitabı da bulunmayan müşrikler gibi olmayın.

3) Ehl-i kitabtan O'nu ilk inkar edenler olmayın! Çünkü bunlar, Beni İsrail'in Kur'an'ı ilk inkâr edenleri idi. Her ne kadar, bunlardan önce Kureyşliler inkar etmişlerse de...

4) O'nu ilk inkâr eden olmayın, yani kitabınızı ilk inkâr edenler olmayın. Bunu Cenab-ı Hak, onların alimlerine söylüyor. Bu şu demektir: "Siz, sizin ümmetiniz  içinde  kitabınızı  ilk  inkâr edenler olmayın!...  Çünkü  Hz. Muhammed (s.a.sji yalanlamanız, kendi kitabınızı da yalanlamış olmayı icab ettirir."

5) Âyetten murad, onların küfürlerindeki sertliklerini ifade etmektir. Bu böyledir, çünkü onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna delalet eden mucizeleri müşahade edince O'nun geleceğine dair Tevrat ve İncil'de mevcut bilgileri hatırladılar. Bundan dolayı, onların inkârları sadece bir tek delil bilen kimsenin küfründen daha şiddetlidir. Çünkü, önce küfre girenin günahı, sonra girenden daha büyük olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim kötü bir adet (çığır) ihdas ederse, kendi günahıyla beraber daha sonra onunla amel edeceklerin günahı(nm bir misli de) o kimsenin üzerinedir.[67] "Onların küfrü büyük ve, küfürde önce olanın küfrü de büyük olunca, bu bakımdan ikisi de müşterek olmuş olurlar. Bundan dolayı, istiare yoluyla birisinin ismini diğerine vermek doğru olmuştur.

6) Ayetin manası şöyledir: Bile bile inkâr eden ilk kimseler olmayın!. Çünkü Kureyş'in inkârı bilgi ile değil, cehalet sebebiyledir.

7)  O'nu ilk inkâr edenler, yahudilerdir; çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldiğinde, orada yahudi olan Kurayza ve Nadir kabileleri bulunmaktaydı. Onlar Hz. Peygamberi inkâr edince', diğer yahudileı de onlara tabi oldular. Buna göre ayette sanki, "Ehl-i kitabtan O'nu ilk inkâr edenler olmayın!" denilmiştir. Bu şu ayette buyurulduğu gibidir:

Ve benim sizi, alemlere üstün kıldığımı.."(Bakara, 47) yani kendi çağlarındaki âlemlere...

8) O'nun zikrini duyduğunuzda, O'nu ilk inkâr edenler oımayın; aksine o hususta araştırın ve akıllarınıza danışın.

9) Âyette geçen lafzı, zaid (sıla)dır. Yani, O'nu inkâr edenler olmayın, demektir. Bu görüş, zayıftır. [68]

 

ilk Kâfir Olmamaları Halinde İnkarları Caiz midir?

 

b) ikinci Sual: "İlk kâfir olanlar olmadıkları takdirde buna göre onların küfre girmeleri caiz olur mu?" Buna birçok yönden cevap verilir:

1) Bir şeyin zikredilmesinde, bunun dışındakilerin onun hilafına olduğuna bir delalette bulunmaz.

"Ve yanmizda olaı doğrulamak üzere indirdiğime iman edin " âyeti, onların inkârlarının önce de sonra da yasaklanmış olduğunu göstermektedir.

3) Cenab-ı Hakk'ın "Gördüğünüz direkler olmaksızın gökieri yükseltti. "(Ra'd, 2) âyeti, onların görmediği direklerin varlığına, peygamberleri öldürmelerini..."(Nisa, 155) âyeti, peygamberlerin haklı yere öldürülebileceklerine delalet etmez. Daha sonra gelen:

"Ve benim ayetierim az bir değer karşılığında satmayınız "(Maide, 44) âyeti de, onu çok bir değer karşılığında satmanın mubah olduğuna delalet etmez. Burda da böyledir. Daha doğrusu bu siyaktaki maksat, önceki kitablarda Hz. Peygamber (s.a.s)'in vasıf ve niteliklerini okuyan kimsenin küfre ve inkâra sapmasının ne kadar büyük bir cürüm olduğunu göstermektir.

4) Müberred şöyle demiştir: Bu söz, o yahudilerden daha önce kendilerine hitab edilmiş olan bir kavme yönelik sözdür. Bununla onlara şöyle denilmiştir: "Siz Hz. Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmeyin. Çünkü sizden sonra O'nu inkâr edenler olacak. Bu sebeple siz, onu ilk inkâr edenler olmayın, çünkü inkârdaki bu öncelik, daha fazla günahkâr olmayı gerektirir." Bu böyledir, zira küfre önce girenler, ya başkaları da tabi olur veya tabi olmaz; eğer başkaları da bu küfürde onlara tabi olursa, kendi küfürlerinin günahıyla beraber, kıyamet gününe kadar inkâr eden herkesin inkârının günahı da onlara olur. Eğer başkaları onlara bu küfürde uymazla: sa, onlarda iki durum birlik bulunur: Küfüre en önce girmek ve küfürde yalnız başına olmak. Bunun büyük bir kusur olduğunda şüphe yoktur. Cenat-ı Hakk'ın âyeti, işte buna işaret etmektedir. [69]

 

Allah'ın Ayetlerini Az Fiatla Satmayın         Başa Dön

 

Cenab-ı Hakk'ın, "Ve benim âyetlerimi az bir değer karşılığında satmayın '"âyetine gelince,  (Bakara, 16) âyetinin tefsirinde, "iştira" (satınalmak, satmak) kelimesinin bir şeyi değişme anlamında kullanıldığını açıklamıştık. kelimesi de aynı şekilde, bir şeyin bedeli ve karşılığı anlamında kullanılır. Eğer, Cenab-ı Hakk'ın sevabına karşılık dünyadan bir şey tercih edilirse, bunu yapan nazarında bu şey adeta bir bedel, karşılık (semen) kılınmış olur.

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Yahudilerin Ka'b İbn Eşref ve Huyey Ibn Ahtab ve benzeri liderleri fakir yahudilerden hediyeler alıyorlardı. Onlar, eğer yahudilerlHz. Muhammed (s.a.s)'e tabi olurlarsa, bu o hediyelerin arkasının kesileceğini biliyorlardı. Bundan dolayı, bu değersiz hediyelerin kesilmemesi için, küfürde ısrar ettiler." Bu böyledir çünkü, dünyanın tamamı ahirete nisbetle gerçekten pek azdır. Zira, ahiretin dünyaya olan nisbeti. sonsuzun sonluya olan nisbeti gibidir. Sonra bu hediyeler, dünyanın tamamına nisbeten de çok azdır. Gerçekten az olan (dünyanın) az kısmının (hediyenin) sonsuz derecede çok olana nisbeti ne ifade eder ki? Bil ki bu nehiy, bu fiil onlarda bulunsun bulunmasın, geçerlidir. Hatta. onların alimlerinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'imizin durumunu gizlemek ve Tevrat'ta buna delalet eden şeyleri tahrif etmek için rüşvet aldıkları sabit olsaydı, ifadenin delaleti daha kat'ı olurdu. [70]

 

Rehbet İle İttika Arasındaki Fark

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Ve ancak benden korkunuz." âyetine gelin­ce bunun manası, yukarıda geçen âyetinin manasına yakındır. Yalnız aralarında şu fark vardır; "Rehbet" korkudan ibarettir; ama "ittika"ya gelince, ona, kendisinden sakınılacak şeyin meydana gelmesi kati olduğunda ihtiyaç duyulur. Sanki Cenab-ı Allah onlara, cezanın muhtemelen meydana gelebileceğinden dolayı "rehbet"i emretmiş, sonra da takvayı emretmiştir, çünkü cezanın belirlenmiş olması meydana gelmiştir. [71]

 

Hakkı Gizlemeyin

 

"Bile bile, hakkı batıla karıştırıp, hakkı gizlemeyiniz, "(Bakara, 42) Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın âyeti, küfrü ve dalaleti, âyeti de iğva etmeyi ve saptırmayı terk hususunda bir emirdir.

Bil ki, başkasını saptırmak ancak iki şekilde olur. Bu böyledir. Çünkü söz konusu olan başkası eğer hakkın delillerini işitmişse, onu saptırmak ancak ondaki bu delilleri karıştırıp bulandırmak ile mümkündür. Eğer o delilleri işitmemiş ise, o kişiyi saptırmak ancak, bu delilleri ondan gizlemek ve onlara ulaşmasına mani olmakla mümkün olur.

Allah u Teâlâ'nın âyeti, birinci kısma yani delilleri o kimsenin zihninde'bulandırmaya buyruğu da ikinci kısma, yani o adamın delillere ulaşmasına engel olmaya işaret etmektedir.

Bil ki, "batıl ile, batıla" ifadesindeki bâ harfi hakkındaki en açık görüş: O'nun, "Kalem ile yazdım" sözünde olduğu gibi, "istiane" (yardım istemek.yardımı ve vasıtasıyla yapmak) ifade eden ba harfi olduğudur. Buna göre ayetin manası şöyledir: "Dinleyicilere yönelttiğiniz şüpheler ile, onlar vasıtasıyla hakkı bürümeyin, gizlemeyin." Bu böyledir, çünkü Tevrat ve İncil'de geçen Hz. Muhammed (s.a.s) ile ilgili âyetler, anlaşılması için istidlale ihtiyaç duyan kapalı metinler idi. Sonra ehl-i kitabın bu alimleri, şüpheler atmak suretiyle, bu nastarın delalet yönlerini bulandırıyorlar ve onlar hususunda mücadeleye girişiyorlardı. İşte âyetinden maksat budur. Bu, Cenabı Hakk'in: "Hakkı yenebilmeleri için, batıla tutunarak mücadele edip durdular "(Mümin, 5) âyetinde zikredilen husustur. [72]

 

Bile Bile İnkâr         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Bile bile, bildiğiniz halde. sözüne gelince, bunun manası şudur: "Yani siz, insanları saptırmanızdan dolayı, kıyamet günü size dönecek olan büyük zararı biliyorsunuz; bunu bile bile yapmaya!.

Bu böyledir, çünkü hakkı batıl ile karıştırmak kıyamet gününe kadar onları haktan men etmeye ve kıyamete kadar batıl üzerinde bulunmaya sebep olmaktadır. Onun yerinin büyük olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hitab, her ne kadar yahudiler hakkında varid olmuşsa da, diğer bütün insanlar için de bir uyarı ve onları böyle bir şeyden sakındırmadır. Bu sebeple, hitab her ne kadar şeklen hususi ise de, mana cihetinden umumidir. Sonra burada iki konu bahis mevzudur.

Birinci bahis: Cenâb-t Hakk'ın Ve hakkı gizlemeyin" âyetindeki "gizlemeyin" manasında, nehyin hükmüne dahildir ve meczûmdur. Veya gizli bir harfi ile mansubtur.

İkinci bahis: Hakk'ı (gerçeği) örtme ve gizlemeden nehyedilişin "bite bile" ile kayıdlı olması, bunları bilmeden yapmanın caiz olduğuna delalet etmez. Bu böyledir, çünkü insan birşeyin halini bilmez ise, bu örtme ve gizlemenin hak mı bâtıl mı olduğunu da bilmez. Hak mı batıl mı olduğu bilinmeyen şeyin ise ne nefyedilmesi ne de isbat edilmesi (var sayılması) caiz olmayıp, doğrusu o hususta tevakkuf etmek gerekir. Böyle bir kayıtlamada bulunmanın sebebi ise şudur: Zararlı olduğunu bile bile zararlı birşeyi yapmak, zararlı olduğunu bilmeden yapmaktan daha kötüdür. O yahudi alimler, bu hakkı batıl ile karıştırmadaki zararları bildikleri için, bunu yapmaları daha çirkin olmuştur. Buna göre ayet, Hakk'ı bilen kimsenin onu ortaya koymasının vacib, gizlemesinin ise haram olduğunu gösterir. Allah en iyi bilendir. [73]

 

Namaz Ve Zekât

 

Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz ve rükû edenlerle beraber rükû ediniz "(Bakara, 43). Bil ki Cenab-ıHak onlara, önce imanı emredip, sonra da hakkı batıl ile örtüp, nübüvvetin delillerini saklamaktan nehyedince, onlara gereken dini emirleri beyan etmiş ve bu meyande en başta gelen ve asıl olan ibadetleri yani bedenî ibadetlerin en büyüğü olan namaz ile mali ibadetlerin en büyüğü olan zekatı zikretmiştir.

Bu ayette birkaç mesele vardır: [74]

 

Mücmelin Beyanı Hitab Vaktinden Geri Kalır mı?

 

Mücmel bir âyetin, açıklanmasının hitab vaktinden sonra gelmesini caiz görmeyenler, "Namazı kılınız" âyetindeki hitabın, ancak Hz.

Peygamber (s.a.s) namazın rükün ve şartlarını beyan ettikten sonra geldiğini söylemişlerdir.

Sanki  Cenab-ı Allah   " Şu iyice  bildiğiniz  namazı  dosdoğru  kılınız" buyurmuştur. Mücmel ayetin izahının daha sonra gelebileceğini söyleyenler ise şöyle demişlerdir: Onlar, namazın ne olduğunu o anda bilmiyor iseler de namaz ile emredilmiş olmalarının kastedilmesi caizdir. Böyle bir emirden maksad ise, dinleyen kimsenin, her nekadar kendisme emredilen şeyin ne olduğunu bilmese de, kendisini o emre uymaya hazırlamasıdır. Nitekim efendinin kölesine, "Yarın sana birşey emredeceğim. Onu mutlaka yapmalısın" diyerek, bundan maksadının, kölenin o anda, ertesi gün yapacağı şeye azmetmesini sağlamak olmasının yerinde bir şey olduğunda ihtilaf yoktur. [75]

 

Salat (Namaz) Ne Demektir?

 

Mu'tezile,  "salat (namaz) şer'i isimlerdendir. Çünkü o, dinde sonradan meydana gelmiş bir iştir. Bundan dolayı, sonradan verilmiş bir ismin dinden önce bulunması imkansızdır " demiştir. Sonra  onlar  vech-i   şebeh   (benzetme   yönü) hususunda ihtilaf ederek bir kısmı, bu kelimenin aslının Arapça'da dua manasına geldiğini söylemiştir. Bu manada olmak üzere A'şâ şöyle demiştir.

"Daha önce yaptığın duayı tekrar yap ve bir şahsa sığın. Çünkü kişinin yanında yatılıp (saklanılacak) bir yer vardır." Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Rüzgar sevgilinin küpünü devirmek istedi de, adam da onun küpü için dua etti ve tekbir getirdi."

Mu'tezile'den bazıları "Salat kelimesinin asıl manası lüzum (gerekli olmak, ayrılmamak, sımsıkı tutmaktır" demişlerdir. Şair de bu manada şöyle demiştir:

"Allah bilir ki ben ona kötülük edenlerden değilim. Muhakkak ki ben bu gün, onun ateşiyle yanıyorum,' yani devamlı olarak onunlayım.

Diğerleri ise, bu "salat" kelimesinin, birinci koşan atın hemen peşinden gelen at manasmdaki "musalli" kelimesinden alınmış olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşlerden er doğru görülen, bu lafzın dua manasına olduğudur. Çünkü bütün namazlarda dua veya duanın yerini tutan bir şey vardır. Ayrıca kılınırken başkasına tabi olunmadan kılınan namazlar vardır. "Veche-i şebeh'de bütün ihtimalleri içine alacak bir durumun olması, vech-i şebehin bazı ihtimalleri içine alacak bir şekilde olmasından daha evla olur. Âlimlerimiz, Arapça'da, parçanın (cüz'ün) isminin bütüne (külle) verilmesinin meşhur bir mecaz şekli olduğunu söylemişlerdir. Namazlar dua ihtiva ettiği için, şüphesiz ki "dua", mecazi olarak namaza isim olmuştur. Eğer Mu'teztle'nin "Salat" (namaz) kelimesinin şer'î bir isim olmasından maksadı bu ise, bu söz doğrudur. Yok eğer onların bundan kastı, "şeri'at bu lafzı ilk olarak bu müsemmaya (namaza) isim olarak vermiş" şeklinde ise bu batıldır. Aksi halde, bu lafız Arapça olmazdı. Bu ise Cenab-ı Hakk'ın:  Biz onu irapça bir Kur'an olarak indirdik. [76]

 

Zekatın Manası

 

(Yusuf, 2) âyetine ters düşer. "Zekat" a gelince, bu Arapça'da, "büyümek" manasından ibarettir. Mesela, ekin büyümek" manasında ibarettir. Mesela, ekin büyüdüğü zaman denir. Yine bu kelime Arapça'da "temizlemek" ve "temizlenmek" manasına gelir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sen temiz (suçsuz) bir şahsı mı öldürdün?"(Kehf, 74);

"Temizlenen kurtulaşa erdi. "{A'ta, 14); yani "kendini temizleyen";

"Eğer Allah'ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiriniz ebediyyen temizlenemezdi"(Nur, 21) ve

"Temizlenen, kendi menfaatine temizlenmiş olur. "(Fatır, 18) yani "Allah'a itaat etmek suretiyle temizlenir" buyurmuştur. Belki de yirmi dinardan birinin yarısını (yani kırkta birini)çıkarıp vermek, bu iki manaya benzediği için "zekat" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu kadarını vermede, geride kalan dinarları bereket bakımından artırma vardır. Zira Hak Teala o mal ve paradan, bu verişin o malı temizlemesi sebebi ile belaları kaldırır. Böylece o veriş zahiren bir eksiliş olsa bile, manen bir artıştır. Bundan dolayı H2.Peygamber (s.a.s):

"Zekatınızı veriniz. Çünkü onun, üçü dünyada üçü de ahirette olmak üzere altı meziyyeti vardır. Dünyadaki özelliklerine gelince bu, zekatın rızkı artırması, malı çoğaltması ve memleketleri mamur etmesidir. Ahirette meziyyetleri iser zekatın ayıplan örtmesi insanın başının üstünde bir gölge olması ve cehennem ateşine karşı bir engel olmasıdır".

Zekatın, ikinci manada, yani onun, zekat vereni bütün günahlardan temizleyici olması, manasına anlaşılması caizdir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, peygamberine: "Onların mallarından, onları (günahlardan) temizleyeceğin ve mallarını bereketlendireceğin bir sadaka (zekat) al"(Tevbe, 103) diye emretmiştir. [77]

 

Kâfirler Dinin Fürûu ile Mükellef Tutulabilir mi?         Başa Dön

 

Cenâb-ı  Hakk'ın "Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin " sözü, yahudilere hitaptır. Bu da, kâfirlerin dinin fürûu ile muhatap  olduklarına  delalet   eder.

Allah'ın "Rükû edenlerle beraber rükû edin" sözüne gelince, bunda birçok husus vardır;

a) Yahudiler namazlarında rükûya varmıyorlardı, bu nedenle Cenab-ı Hak, onları müslnmanların namazını kılmaya teşvik için, özellikle rükû kelimesini zikretti.

b) Bundan murad, "namaz kılanlarla namaz kılın!"dır; buna, tekrar olma ihtimali de ortadan kalkmaktadır. Çünkü, birincide Cenab-ı Hak namazın dosdoğru kılınmasını emretmekte, ikincide ise, namazın cemaatle kılınması buyurulmaktadır.

c) Rükû ile emredilmekten muradın, "huzû ve itaat ile emredilmek olmasıdır.." Çünkü dilde rükû ve huzû aynı manadadır. Dolayısıyla âyetteki emir kınanmış olan büyüklenme ve kibirden kişiyi yasaklamak ve ona mütevazı olmayı emretmek olur.

Nitekim Cenâb-ı Hak, müminlere:

"Allah, kendilerini sevdiği, onların da O'nu; müminlere mütevazi, kâfirlere karşı ise onurlu ve aziz olan bir kavim getirecektir."(Maide, 54) buyurmuştur. Ve yine O'nun, Resulü Hz. Muhammed (s.a.s)'i terbiye için

"Sana uyan müminlere kol kanat ger"(Suara, 213) buyurması ve vine Hz. Peygamberi: "Allah'tan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandm. Şayet sen sert ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz onlar senin etrafından dağılırlardı" (A.imran, 159) sözüyle methetmesi gibi... Durum Allah'ın:

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Resulü ve iman edip namazı kılan, zekatı yeren ve rukûya varan mümin kullardır"{Maide, 55) âyetinde de aynıdır. Buna göre sanki Cenâb-t Hak onlara namaz kılıp zekat vermelerini emredince, bundan sonra onlara Allah'ın emrine uymayı huzû ve huşu içinde olmayı, günahı terketmeyi emretmiştir. el-Asamm, ulemanın bazısından, Allah'ın İsrailoğullarına da zekatı emrettiğini nakletmiştir; çünkü İsrailoğulları zekat vermiyorlardı.. Allah'ın   Terüvef yemeleri.. "(Maide, 62)

"Faiz almaktan yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl (haksız yollar) ile yemeleri gibi.. "(Nisa, 191) âyetlerinden kastedilen de budur. Böylece Cenab-ı Hak, diğer sırları ve günahları hususunda onları rezil etmesinden sakınsınlar diye, bu ayette onların sırlarından birini ortaya çıkarmıştır. Böylece bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin delillerinden biri olan, gaibten haber verme kabilinden olmuştur.

"Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz ? Halbuki siz kitabı (Tevrat'ı) okuyorsunuz.Hala aklınızı başınıza almayacak misiniz?"{Bakara, 44). [78]

 

Birr Kelimesinin İzahı

 

Bil ki, nin başındaki hemze, takrîr, takrî ve taaccüb için olup yah'udi âlimlerinin durumlarını, başlarına kakmayı ve buna hayreti ifade etmel 't beraber, anlatmak gayesine matufdur. "Birr", bütün hayırlı, iyi işlere şamil olan bir isimdir. Ana-babaya itaat manasına olan "birr'ul-valideyn" tabiri ile, Allah'ın razı olduğu amel manasına olan "amel-i mebrur" tabiri bu köktendir. Bu kelime bazan "sıdk" (doğruluk) manasına gelir. Nitekim yani"yemini bozmadı, yemininde doğru oldu " denilir. Yine Doğru söyledin" manasına denilir. Cenâb-ı Allah da: "Fakat birr, ittika edenin (birridir) (Sakara, 189) buyurmuş, birrin takvaya ulaştırdığını haber vermiştir. Bil ki Cenab-ı Hak, onları has olarak verdiği nimetlerden dolayı onlara iman ve şeriata uymayı emredip bir başka yerde hesaba çekileceğine binaen onları bunlara teşvik etmiştir. O husus da şudur: Halkı iyi işlere teşvik ettiği halde, insanın o iyi işlerden gafil olması, bu güzel şeyleri ihmal etmesi aklen çirkin görülmüştür. Çünkü insanlara iyi işleri emretmek, ya nasihat (hayırhahlık) veya onlara şefkatten dolayıdır. Halbuki, insanın başkasına acıması, kendisini ihmal edip başkasına nasihat etmesi akla yakışan bir iş değildir. Durum böyle olunca Cenâb-ı Allah, başlarına kakarak onları bundan sakındırmak istemiştir. [79]

 

Birr (iyilik) HakkındaYapılan Tefsirler

 

Âlimler ayetteki "birr" (iyilik) lafzı ile ne murad edildiği hususunda bazı değişik görüşler belirterek ihtilaf etmişlerdir:

a) Süddi'ye göre, onlar, insanlara Allah'a itaati emrediyor, Allah'a isyan etmemelerini söylüyorlardı. Kendileri ise Allah'a itaati bırakıyor günahlar işliyorlardı.

b) İbn Cüreyc'e göre, o yahudi alimler kendileri namaz kılmadıkları ve zekat vermedikleri halde kavimlerine namazı ve zekatı emrediyorlardı.

c) Onlara, Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumunu öğrenmek için birisi gizlice  gelse,  ona,   "O söylediklerinde  sadık,   peygamberliği   haktır. Binaenaleyh  O(s.a.s)'na uyunuz"  derlerdi.  Halbuki  kendileri,  yahudi kavimlerinden kendilerine gelen hediye ve atiyyelere olan arzularından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tabi olmuyorlardı.

d) Hz. Peygamber (s.a.s) henüz peygamber olmadan önce, bir yahudi gurubu, müşrik Araplara "Sizden bir peygamber çıkacak ve Hakk'a davet edecek" diye haber verip o müşrikleri O'na uymaya teşvik ediyorlardı. Cenâb-ı Allah Hz. Peygamber (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince, onlar hased edip O'nun peygamberliğini inkâr ettiler. İşte bunun üzerine, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'in zuhurundan önce O'na uymayı emretmeleri; o peygamber olunca O'nu bırakıp O'nun dininden yüz çevirmeleri sebebi ile Cenab-ı Allah bu ayetle onları susturdu. Bu Ebu Müslim'in de tercih ettiği görüştür.

e) Zeccac'a göre, onlar, herkese çokça sadaka vermelerini emrediyor, kendileri ise bu hususta son derece cimri davranıyorlardı. Çünkü Cenâb-ı Allah, onları katı kalblilik, faiz ve rüşvet yeme ile tavsif etmiştir.

f) Belki de yahudilerden münafık olanlar zahiren Hz. Muhammed (s.a.s)'e uymayı emrediyor, sonra da kendileri kalben O'nu inkâr ediyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları kınamış ve azarlamıştır.

g) Yahudiler, başkalarına Tevrat'a uymayı emrediyor, sonra kendileri Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna delalet eden şeyleri görünce; bu emre muhalefet ediyor ve O'nun peygamberliğine iman etmiyorlardı.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Kendinizi unutuyor(musunuz?)" ifade­sine gelince buradaki "nisyan" (unutma), ilim meydana geldikten sonra peydah olan yanılmadan İbarettir. Unutan, mükellef olmaz. Mükellef olmayan kimseyi, yaptığı fiillerden dolayı Cenâb-ı Allah'ın kınaması caiz olmaz. Buna göre, âyetinden maksad, "Siz bir hakk karşısında kendinizi unutuyor ve onda sizin için olan faydalardan vazgeçiyorsunuz " demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Kitabı (Tevrat'ı) okuduğunuz halde" ifa­desine gelince bunun manası "Siz Tevrat'ı okuyor, onu öğreniyor ve onda iyi fiile teşvikî ve günahlardan yüz çevirmeyi ifade eden hükümleri biliyorsunuz." [80]

 

Akıllı Davranmak Ne Demektir?

 

Allahu Teala'nın "Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?" ifadesi ise, o yahudi âlimlerinin yaptıklarına insanları hayret etmeye bir

davettir. Bunun bir benzeri  size   ve Allah'ı   bırakıp   taptıklarınıza! Akıllanmıyacak  mısınız "(Enbiya, 67) âyetidir. Âyetteki taaccübün sebebi çok yönlüdür:

1) İyiliği   emredip   kötülükten   sakındırmaktan   maksad,   başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya   bir   irşaddır.   İnsanın   kendisine   iyiliği,   başkasına   iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile malumdur. Başkasına va'zedip, kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.

2) İnsanlara va'z-u nasihat edip, ilmini gösteren sonra da kendisi nasihat almayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebeb olur. Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu korkutmaların bir aslı esası olmadığını anlamış oimasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi böylece insanları dini konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. Vâ'zın maksadı, günahtan menetmek olup, kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur. Ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İşte bu sebebten ötürü Hak Teâlâ, "Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?" buyurmuştur.

3) Va'z eden kimsenin, va'zının- kalblere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalbleri, günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Buna göre kim va'z ederse, onun maksadı va'zının kalbiere tesir etmesidir. Kim de günah işlerse, sanki onun da maksadı va'zının kalblere tesir etmemesidir.  İşte bu sebeble  her  ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir.   Bundan dolayı Hz. Ali (k.v): "Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine   aldırmayan âlim   ve zâhid olan câhil.." Bu  âyet hakkında birkaç mesele daha vardır: [81]

 

Bir Günahı İşleyen Kimse Emr-i Bil Maruf  Yapabilir mi?

 

Bazı    âlimler,    "günahkar emr-i    bil    maruf neny-' ani'l-münker (iyt şeyleri emredip,  kötü şeyleri yasaklama) yapamaz" elemişler ve bu görüşlerine aklî, naklî deliller getirmişlerdir: Onların delilleri,"Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz" (Bakara, 44) âyetidir. Şüphesiz Allah Teâla bu ayeti onları zemmetme makamında zikretmiştir. Yine O :

"Niçin kendiniz yapmadığınız şeyleri (başkalarına) söylüyor (tavsiye ediyor) sunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah nezdinde çok büyük birgazab (vezilesi) oldu" (Saff, 2-3) buyurmuştur.

Aklî bakımdan delilleri ise şöyledir: "Şayet günahkârın iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi doğru olsaydı, zina eden bir erkeğin, zina esnasında kadının yüzünü açmasını günah görüp "bu yasaktır" demesi caiz olurdu. Halbuki böyle bir şeyin kabul edilemeyeceği açıktır." Buna cevabımız şudur: Mükellef olan iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki mükellefiyetten birini yapmamak, diğerin: de yapmamayı icâb ettirmez. Allah Tealânın:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" ifadesine gelince bu, her ikisini aynı anda yapmayı yasaklamaktadır. İki şeyi beraber olarak yapmaktan nehyin, iki şekilde anlaşılması doğru olur:

1) Bundan maksad, insanın nefsini (kendisini) unutup ihmal etmesinin mutlak olarak yasaklanmasıdır.

2) Bundan maksad, insanın kendisini unuttuğu halde diğer insanları iyiliğe teşvik etmekten nehiydir. Bize göre ayetten murad, ikinci değil birinci şekildir. Bu açıklamaya göre hasmın görüşü düşer. Onların ileri sürdükleri aklî detil ise, kendilerinin aleyhine dönen bir delildir. [82]

 

Kulun Fiili Hakkında Mutezilenin Yanlış bir İstidlali         Başa Dön

 

Mu'tezile bu âyeti, kulun fiillerinin Allah'ın mahluku olmadığına  delil   getirerek,   şöyle  demişlerdir:

"Allah Teâla'nın  bu fiilin ancak insan tarafından yaratılmış olması halinde doğru ve yerinde olur. Ama insanlar için bu fiil mecburi olarak (cebren) yaratılmış olursa bu söz yerinde olmaz. Çünkü siyah olana, siyah olarak yaratıldığı için, "Niçin beyaz değilsin?" demek caiz değildir."

Buna cevabımız şudur: Kulun kudreti iki zıt şeyi yapmaya elverişli olduğu zaman, şayet bu iki zıttan diğeri değil de beriki bir müreccih olmadan meydana gelirse bu, sırf tesadüf olur. Tesadüfi olan işleri kınamak ise mümkün değildir. Eğer bu, bir müreccih sebebiyle olur ve bu da kul olur ise, aynı mesele geri gelir. Eğer bu müreccih Allah ise, bu fiilin meydana gelmesi hususunda bu taraf racih (üstün gelen taraf), diğer taraf ise mercuh (üstün gelinen taraf) olmuş olur. Mercûh tarafın meydana gelmesi zaten imkansızdır. Çünkü, iki tarafın eşit olma durumunda bir tarafın meydana gelmesi imkansız olacağı için, mercûh tarafın meydana gelmemesi daha evlâdır. İki zıddan biri imkansız olunca, diğerinin meydana gelmesi vacib olur. İşte bu durumda sizin bize karşı delil getirdiğiniz herşey aleyhinize döner. Bütün bunlara gerçek manada verilecek cevab şudur: Hak Teala, yaptığı işlerden sorulamaz. [83]

 

İlminden Faydalanmayan Âlim Hakkında  Hadis-i Şerifler

 

a) Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Miraç gecesi dudaktan ateşten makaslarla kesilen bir gunıb insana -astladım. Bunun üzerine "Ey kardeşim. Ey Cibril bunlar kimler?" dedim. O da: "Bunlar, dünya ahâlisinden hatib olan kimselerdir. Onlar insanlara iyiliği emrediyorlardı, fakat kendilerini unutuyorlardı."i55)

b) Hz. Muhammet (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Cehennemde, cehennem ehlinin,kokusundan bîzar oldukları bir adam vardır.' Denildi ki "O kimdir Ey Allah'ın Resulü?" Hz. Peygamber (s.a.s) da "timinden kendisi istifade etmeyen âlimdir" buyurdu. c) Yine O (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir."

d) Şa'bi'den rivayet edildiğine göre, cennetliklerden bir gurub, cehennemliklerden bir gurubun haline muttali olur ve onlara "Niçin cehenneme girdiniz? Halbuki biz sizin öğretmeniz sayesinde cennete girdik" derler. Onlar da: "Biz, iyiliği emrediyorduk ama onu kendimiz yapmıyorduk" dediler. "Nitekim "Kim sadece dili ile vaz'u nasihat ederse, sözü boşa gitmiştir. Kim de hal ve hareketi ile vaz'u nasihat ederse onun (söz) okları hedefini bulmuş ölür " denilmiştir. Şair de şöyle demiştir:

"Ey başkasına öğreten adam. Keşke bu ta kendine olsa, kendin hasta olduğun halde, iyileşmeleri için, hasta ve yatalaklara Haçlar tavsiye ediyorsun. İlkönce kendinden başla ve nefsini zulmetmekten yasakla. Nefsin ondan vazgeçerse, sen hakfmsin.. Bu durumda va'z edersen, va'zm makbul olur, senin görüşüne uyulur ve bu öğretme işi fayda sağlar. "

"Bin adam içindeki bir adamın işi, bin adamın bininin de sözünden daha tesirlidir" denilmiştir. Ama va'z edip, kendisi de nasihatına uyan kimsenin değeri Allah katında büyüktür.

Rivayet edildiğine göre Yezid İbn Harun ölür. Kendisi vaiz ve zahîd bir kimse idi. Rüyada görüldü de, kendisine, "Allah sana nasıl muamele etti?" diye sorulduğunda, o "Allah beni affetti; Münker ve Nekir'in bana ilk sualleri, Rabbin kimdir? oldu da, ben de bunun üzerine, şu kadar yıldır insanları Allah'a davet eden şeyhten utanmaz ve ona Rabbin kimdir mi, dersiniz? dedim" Can çekişirken Şiblî'ye, denildiğinde, o bunun üzerine şu beyti söyledi:                                    

"Senin oturmuş olduğun ev kandillere muhtaç değildir."

"Sabır ve namaz ile yardım isteyin. Bu, muhakkak ki, huşu içinde olanlar hariç, çetin birşeydtr. Bunlarsa, Bablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini "(Bakara, 45-46). Bu âyette birkaç mesele vardır: [84]

 

Bu Emrin Muhatabı Kimlerdir?

 

Âlimler,  Cenâb-ı  Hakk'ın ifadesiyle kimlere hitap edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerden bir gurup, bunların Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmiş olanlar olduğunu söylemiştir. Çünkü namazı asla kabul etmeyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dininde sabrı inkâr eden kimselere hemen hemen namazla .e sabırla yardım isteyiniz!" denilmiş. Bu sebeple bu hitabı, Hz. Muhammed ıs.a.s)'i kesinlikle tasdik eden kimselere yöneltmek gerekir. Hitabın önce İsrailoğullan hakkında olması, bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'i tasdik eden kimselere yönelmiş olması da imkansız değildir. Doğruya en yakın olan görüş, bu ayetle kendilerine hitap edilenlerin, Benîisrail olmasıdır. Çünkü hitabı onlardan başkasına tevcih etmek, ilahi nazmın ifade düzenini bozar. Şayet, "Onlar namazı ve sabrı tasdik etmedikleri halde, onlara namaz ve sabır nasıl emredilir?" denilirse, deriz ki, biz onların namazı ve sabrı inkâr ettiklerini kabul etmiyoruz. Çünkü, herkes, sabredilmesi gereken şeylere karşı sabretmenin güzel olduğunu; yaratanına karşı bir tevazu ve Allah'ın zikriyle meşguliyyet olan namazın da, dünya çile ve afetlerine karşı kendisine teselli verdiğini bilir. İhtilaf ancak keyfiyettedir. Çünkü yahudilerin namazı, bir şekilde; müslümanların namazı ise, başka bir şekildedir. Emrin taalluk ettiği husus müşterek nokta olan mahiyet olunca, zikredilen müşkil kendiliğinden kalkmış olur. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki, Cenab-ı Hak onların iman etmelerini, idlali terketmelerini ve namaz ile zekat gibi dini uygulamalara sarılmalarını emredip; bu da, riyaseti terketmek ve mal ile makamdan yüz çevirmek gibi şeyleri ihtiva etmesi sebebiyle onlara güç gelince, şüphesiz Allah bu hastalığa müdahele ederek "Sabtrve namazla yardım isteyiniz" buyurmuştur. [85]

 

Sabır ve Salatın Hakikatine Dair         Başa Dön

 

Alimler.sabır ve namaz hakkında birtakım görüşler belirtmişlerdir.

a) Ayette sanki şöyle denilmiştir: "Dünyaya dair sevdiklerinizi bırakmaya ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dinini kabul etmeden dolayı kendisine

dahil olmayı tabiatınızın zor ve güç göreceği şeylere mukabil sabır ile, ya­ni nefsi lezzetlerden alıkoyma İle yardım isteyiniz. Çünkü nefislerinize bu­nu yüklediğinizde, nefisleriniz buna alışır ve bu onlara hafif gelir. Sonra siz buna namazı da ilave ettiğinizde, iş tamam olur. Çünkü namazla meşgul olanın Allah'ın celal ve kahrı, rahmet ve fadlı ile meşgul olması gerekir. Buna göre kişi Allah'ın rahmetini hatırladığı zaman O'na itaate yönelir; O'nun ikabını hatırladığı zaman da, O'na isyanı terkeder.

b) Burada sabırdan murad, oruçtur. Çünkü oruçlu olan kimse, yemeye ve içmeye karşı sabırlıdır. Nefsini, midesinin ve avret mahallerinin şehvetinden koruyan kimseden, dünya sevgisinin bulanıklıkları gider. Buna bir de namaz eklenince, kalb Allah'ı bilme nûrlarıyla aydın'anır. Allah orucu namazdan önce zikretmiştir. Çünkü orucun tesiri, uygun olmayan şeyleri giderme; namazın tesiri ise, uygun olan şeylerin meydana gelmesi hususundadır. Çünkü kaide olarak: nefy isbattan önce gelir. Yani menfi ve olumsuz olanların meydana gelmemesini sağlamak, olumlu olanların meydana gelmesinden öncedir.

Bir de Hz. Peygamber (s.a.s) "Oruç ateşten koruyan bir ka/kandır"[86] buyurmuştur. Yine Allah'u Teala;

"Muhakkak ki namaz, hayasızlıklardan ve çirkin şeylerden insanı neftyeder"(Ankebût, 45) buyurmuştur. Çünkü namaz, dünya ile iştigale mani olur, kalbe huşu verir ve namaz sebebiyle Kur'an'ı okumak, ondaki va'd ve vaide, va'z u nasihatlere, güzel terbiyelere; âhirete isteklendirme ve dünyadan rağbeti kesmek için, mahlukatın kimilerinin cennete, kimilerinin de cehenneme gittiklerine dair, vukuf hasıl olur. Böylece insana, bu durumda riyaset işini bırakması ve yaratıklardan ilgisini keserek, Yaratanın hizmetinin kıblesine dönmesi kolay olur. Bu ayetin bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın:

"Ey iman edenler, sabır ve namaz ile yardım isteyiniz; muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir" (Bakara, 153) âyetidir. [87]

 

daki Zamirin Mercii Hakkında İhtimaller

 

Hak Teâlâ'nın âyetteki, ifâdesine gelince, bu zamirin mercii husu­sunda bazı görüşler ileri sürülmüştür:

1) Zamir, namaz (salât) lafzına râcidir. Buna göre mana, "namaz, huşu edenlerin dışındakilere ağırdır", olur.

2) Zamir, Hak Teâlâ'nın emrinin delâlet ettiği "istiane" (yardım taleb etme) lafzına racidir.

3) Bu, İsraıloğullarının, "Size vermiş olduğum nimetlerimi hatırlayın" (Bakara, 140) âyetinden başlayıp, yine Cenâb-ı Hakk'ın "yardım taleb ediniz" âyetine kadar ki kısım da, emredilen ve yasaklanan şeylerin tamamına racidir. Araplar, kısaltmak için bazı şeyleri gizlerler veya muhatabın ilmine güvenildiği için, o sözde sadece ima ile yetinir. Buna göre mesela birisi, (O'nun üzerinde, falancadan daha faziletli birisi yoktur) der, bununla da 'yeryüzünü' kasteder. Yine Araplar, Medine'yi kastederek, "Medine'nin iki tepesi arasında falancadan daha şerefli bir kimse yoktur "

derler. Yine Cenâb-ı Hak: "Eğer Allah, zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydu onun üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nahl, 61) buyurmuş, fakat yeryüzünü zikretmemiştir. Hak Teâlâ'nın âyetine gelince, yani, tunlara bu çok ağır ve güç gelir. Bu senin, "Bu iş bana zor geldi" sözünden iştikak etmiştir.

Yine Allah'u Teala:

"Senin onları davet ettiğin şey, müşriklere zor ve ağır geldi" (Şura, 13) buyurmuştur. Şayet: "Namaz bunlara ağır, huşu duyanlara ise kolay olunca, bu durumda onların sevablarının daha çok, huşu duyanların sevablarrnın ise daha az olması gerekir; bu ise kabul edilemiyecek bir hükümdür" denilirse, deriz ki: Burada "Onlara gelen yorgunluk, huşu içindeki kimseye gelen yorgunluktan daha fazladır" denilmek istenmemiştir. Bu nasıl olabilir ki huşu sden kimse, namaz kılarken uzuvlarını, kalbini, kulağını, gözünü kullanır; kendisine ulaşan zikri, lezzeti ve huşuya tefekkürden gafil olmaz. Vaîdi hatırladığında, herhangi bir hasret ve kederden hali olamaz; va'di latırladığında da aynısı olur. Huşu duyan kimsenin fiili böyle olunca, namaz dolayısıyla ona gelen ağırlık daha fazla olur. [88]

 

Namazda Huşu Duyma         Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın âyetinden rhurad-ı ilahi şudur: O namaz huşu etmeyen kimselere çok ağır gelir; çünkü bu kimse namazı, kıldığında herhangi bir sevaba; onu terkettiğinde de herhangi bir cezaya inanmadığı için, bu durumda namaz kılmak ona çok güç gelir. Netice olarak diyebiliriz ki, mülhid namaz kılmada herhangi bir faydanın bulunduğuna inanmadığından namaz kılmak ona ağır gelir. Çünkü fayda bulunmayan herhgangi bir şeyle iştigal etmek, kişinin tabiatına zor gelir. Ama muvahhid'e gelince, namaz kılmada çok büyük faydaların bulunduğuna; onu kılmamada sn büyük zararların bulunduğuna inandığı için namaz ona güç gelmez. Zira namaz kılmada sevabın, ebedi, kalıcı nimetleri elde etmenin ve elim azabtan

kurtulmanın bulunduğuna inanır. Allah'ın:

"Kî onlar, Rablerine kavuşacaklarını bilirler" âyetine bakmaz mısın? Yani onlar, Allah'ın sevabını elde eder ve cezasından halas olurlar. Bunun misali, hasta olan kimseye, şu acı şeyi ye! denildiğinde, o, onda kendisi için şifa bulunduğuna inanırsa, bu ona çok kolay olur. Eğer buna inanmazsa, bu ilacı almak ona çok zor gelir.

Hz. Peygamberin sözü de işte buna hamledilir. "Çözümün aydınlığı ve sûrûru da namazda bulunmaktadır.[89] Namazı bu şekilde nitelendirmesi, zikretmiş olduğumuz görüşler sebebiyledir, yoksa o namazın ona ağır gelmerrfesi sebebiyle değil. Namaz, ona nasıl ağır gelmez ki! Hz. Peygamber (s.a.s), ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Huşu demek tezellül ve çok mütevazi olma (huzû1) demektir. [90]

 

Ayette Geçen "Zan'dan Maksad

 

Allah'ın "Ki onlar, Babletine kavuşacaklarını bilirler" âyetine gelince, müfessirlerin bu ayet hakkında iki görüşleri bulunmakadır. a) "Zan" ilim manasınadır. Onlar sözlerine devamla şöyle dediler: Zan, şeyin zıddını da mümkün gören düşüncedir. Bu ise, sahibinin, kıyamet ında kesin inancının bulunmamasını gerektirir. Bu da küfürdür. Halbuki u Teâlâ bu zannı methetmiştir. Küfrü medhetmekse caiz değildir. Bu ible, ayetteki zandan muradın ilim olması gerekir. Bu mecazın sebebi, zannın her birinin racih (üstün gelen, ağır basan) bir itikadda müşterek larıdır. Ne var ki, ilim, zıddına mani olan bir racihtir. Zan ise, zıddına ıi olmayan bir racihtir. Zan ile ilim bu bakımdan birbirlerine benzeyince, ırdan birinin ismini diğerine vermek uygun olmuştur. Evs İbn Hacer şöyle demiştir:

"Onu, kaburga kemikleri arasında bulunan (kalbi) karmakarışık ve korku olduğunu zann-ı galible bildiğim halde salıverdim."

"Sahiden onlar diriltileceklerini bilmiyorlar mı? (Tatfif,4) Yine Cenâb-ı Hak: hesabımla karşılaşacağımı biliyordum" {Hakka, 20) ve" (Tatfif, 4) buyurmuş; Allah, bunu onlara yadırgayarak, "ra-na sevk ve teşvik etmek için zikretmiştir. Allah'ın onları, zıddınt mümkün gören bir inanca sevketmesi caiz değildir, bu sebeple burada sr can maksadın ilim olduğu ortaya çıkmıştır. [91]

 

"Rab ile Karşılışma"nın Manası

 

b) Lâfzı zahirine hamletmektir ki, bu hakiki anlamda zandır.

Sonra burada birkaç vecih bulunmaktadır;

1) Rabb ile karşılaşmanın ölümden mecaz kılınması.. Bu böyledir, çünkü ile karşılaşmak, ölümün neticesidir. Böylece müsebbeb (netice) zikredilmiş, ama sebep murad edilmiştir. Bu meşhur olan bir mecaz şeklidir; çünkü ölen kimseye, "o Rabbine kavuştu" denilir. Bunun böyle olduğu sabit biz deriz ki, o namaz her an ölümü göz önünde bulunduran huşu ahiplerine zor ve ağır gelmez. Bu böyledir; çünkü her an ölümü gözleyen

herkesin kalbi daima huşu içindedir, onlar her halükârda tevbeye koşarlar. Çünkü ölüm korkusu, tevbe etme sebeplerini güçlendiren hususlardandır. Bir de kişi huşuyla, birlikte kendisinden çıkabilecek bir kusurdan her durumda emin olamaz... Dolayısıyla, onun bunu telafi etmesi gerekir. Kişinin durumu zikrettiğinmiz şeyler olunca, bu onu hemen tevbe etmeye yöneltir...

2) Rabb ile karşılaşmanın, Rabb'in sevabı ile karşılaşma şeklinde tefsir olunmasıdır. Bu ise, kesin olarak bilinmeyip, zannî bir husustur, çünkü abid olan bir zahit, kendisinin Allah'ın sevabıyla karşılaşacağına kesinkes hükmedemez, tam aksine o, zanneder... Ancak bu zan onu, daha mükemmel bir huşuya sevkeder.

3) Mana şudur: Onlar, günahlanyla beraber Rablerine kavuşacaklarını sanırlar... Çünkü huşu eden insan, kendisi ve amelleri hakkında sû-i zanda bulunur, böylece onun zannına, Allah'a günahlarıyla birlikte kavuşacağı düşüncesi galib gelir ve bunda da hemen tevbeye yönelir. Ki bu, övgüye şayan bir husustur.

Burada geriye iki mesele kalmıştır: [92]

 

Lika Tabirinin Allah'ı Görmeye Delil Olup Olmadığı Konusunda Mutezile ile Münakaşa         Başa Dön

 

(Bizim Ehlı Sünnet) mezhebinde olanlardan bazıları Allahu Teala'nın buyruğunun Allah'ın görülebileceğine delil olduğunu söylemişlerdir.

Mutezile  ise  "lika"   lafzı  rü'yeti   ifade  etmez demiştir. Bunun delili ise. âyet, haber ve örftür. Âyetten  delile  gelince,   bu  Allah'u  Teala'nın:

"Allah da, bunu kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) kavlidir. Halbuki, münafık Rabb'ini göremez. Yine Cenâb-ı Hak:

"Bunu her kim yaparsa, bir ceza ile

karşılaşır" (Furkan, 68) buyurmuştur. Yine tehdit makamında olmak üzere:

"Allah'dan korkunuz ve biliniz ki siz Ona mülaki olacaksınız" (Bakara, 223) buyurmuştur. İşte bu, hem kâfire hem de mümine şâmildir. Rü'yet kâfir için söz konusu olmaz. Böylece biz "lika"nın rü'yetten ibaret olmadığını anlamış olduk. Haberden delile gelince, bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in:

"Her kim, müslüman bir kimsenin malını alarak kendisine mal etmek için yemin ederse. O, Allah'la, Allah ona kızgın olduğu halde karşılaşır" şeklindeki hadisidir. Hadiste geçen "lika" dan maksat Allah'ı görmek değildir. Çünkü bu hal cehennemliklerin niteliğidir. Örften delillere gelince bu, müslümanların ölen kimse hakkında, "O Rabbine kavuştu" deyip, bununla onun, Allah'ı görmüş olduğunu kastetmem eleridir. Yine "lika" ile kastedilen, aradaki engeli kaldıracak bir biçimde, kendisiyle karşılaşmış olduğu kimseye yaklaşmaktır. İşte bundan dolayı, hükümdarın huzuruna çıkarılmayan adam, onu görse bile, "Onunla henüz karşılaşmadım" der. Ama ona, emirin huzuruna girmeye izin verildiğinde, o kimse kör bile olsa, onunla karşılaştım der. Yine, "falanca çok ^etin güçlüklerle karşılaştı"; "falancadan büyük hile ile yüzyüze geldim"; "falanca ölümüyle karşılaştı" denilir. Bütün bunlar "lika"nın görmekten ibaret olmadığına delalet eder. Yine buna Allah'u Teâla'nın: "Allah'ın takdir ettiği bir vakte kadar sular birleşti" (Kamer, 12) âyeti delalet eder. Bu ancak cisimler hakkında doğru olur da, Allah hakkında doğru olmaz.

(Sünni) âlimlerimiz ise, "lika" Arabça'da iki cisimden birinin, diğerinin yüzeyine temas edecek biçimde ona ulaşmasından ibarettir, demişlerdir. Birisi, bir başkasına dokunup ona bitiştiğinde 2Mi ıjl» jaî "Bu ona mülâki oldu" denilir. Mülakat, idrak edilen iki cinsin arasında idrakin meydana gelmesine sebep olunca, bu durumda lafzı da dokunmaya hamletmek imkansız olursa, o lafzı idrake hamletmek gerekir. Çünkü sebebin lafzını, müsebbebe vermek mecaz şekillerinin en kuvvetlilerindendir. Bu sebeple kişinin "lika" lafzını idrake hamletmesinin vacib olduğu ortaya çıkar.

Bu konuda söylenenlerin ekserisi şudur: Bu mana, bazı durumlarda kendisini tahsis eden bir delilden dolayı bırakılır. Bu sebeple diğerlerinde "lika" kelimesinin idrak manasına verilmesi vacib olur. İşte bu izaha göre, bütün sualler kendiliğinden ortadan kalkar. Allah u Tealâ'mn: "Allah da, bunu, kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) âyetine ve münafığın Rabbini göremiyeceği hususuna gelince, biz deriz ki işte bu zaruretten ötürü, buradaki maksat, "Onlar Allah'ın hesabı ve hükmüyle karşılaşacakları güne kadar." şeklindedir. Ancak böyle bir takdir, delilin hilafına, aksine olan bir görüştür.

Buna ancak, zaruret esnasında başvurulur. İşte burada, kendisine müracaata muhtaç olduğumuz için, ona başvurduk. Halbuki, Allahu Teala'nın ifadesinde lafzı zahirinden çevirip, böyle bir ziyade takdir etmede bir zaruret yoktur. İşte böylece, "lika"nın Allah'ın hükmüne değil de, O'nun kendisine talik edilmesi, şüphesiz gerekmiştir. Onlar, Allah'ın görülmesine mani olacak akli delilleri zikretmekle meşgul oldularsa da, biz o delillerin zayıf olduğunu açıkladık. İşte bu durumda, bu yönden zahire sımsıkı tutunmak doğru ve isabetli olmuştur. [93]

 

Allah'a Rücû Etmenin Mânası

 

Allah'a rücû etmekten maksat, insanların Allah'tan başka bir sahibi olmadığı, O'ndan başka hiç kimsenin onlara herhangi bir fayda ve zarar veremediği bir yere rucu etmektir. Nitekim onlar, ilk yaratılışlarında da böyleydiler. Böylece onların ilk önce oldukları hale döndürülüşleri, Allah'a rücu kabul edilmiştir. Çünkü onlar, hayattayken, her ne kadar Allah bütün hallerde onların sahibleri idiyse de, O'ndan başka varlıklar hükmediyor ve onlara (zahiren) zarar ve fayda verebiliyordu.

Bu âyetle, batıl fırkalardan olan iki gurup ihticâc etmiştir.

1) Mücessime şöyle demiştir: Cisim olmayana rücû etmek muhaldir. Allah'a rücû edileceği sabit olunca, Allah'ın cisim olması gerekir.

2) "Tenasüh"e inananlar da şöyle demişlerdir; Bir şeye rücû, daha önce o şeyin yanında bulunmuş olmayı gerektirir. Bu sebeple bu âyet, ruhların kadîm olmasına ve onların ruhlar aleminde bulunduğuna delalet eder. Buna cevabımız, daha önce anlatılmış olan şeylere göre verilmiş demektir.

"Ey îsralloğullan, size inam ettiğim nimetlerimi ve sizi bütün alemlere üstün tuttuğumu hatırlayınız "(Bakara, 47). Bil ki Cenâb-ı Hak, onların aleyhindeki delili pekiştirmek ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e tabi olmamadan sakındırmak için, burada bu sözü ikinci defa tekrar etmiş, sonra: "Birgünden sakının ki..." (Bakara, 48) sözüyle de tehdidini o söze bitiştirmiştir. Sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Size olan geçmiş nimetlerimden ötürü bana itaat etmediyseniz, bari gelecekteki azabımın korkusundan ötürü bana itaat edin! [94]

 

Alemlere Üstün Kılmanın Manası         Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: âyetine gelince, bunda bir sual vardır. Bu soru şudur: Bu ayet, onların Hz. Muhammed'den üstün olmalarını gerektirir. Bu ise, ittifakla yanlıştır. Buna birkaç bakımdan cevap veririz:

a) Bazı âlimler, âlem çok kalabalık insan topluluğundan ibarettir. Mesela,  "Bir yığın insan gördüm" demen gibi... Bundan maksat, insanların tamamı değil, çoğudur, demişlerdir. Bu görüş zayıftır; çünkü âlem lafzı delil anlamına gelen âlemden müştaktır. Buna göre, Allah'a delil olan her şey âlem olmuş olur ve böylece de âlemden olur.  Kelamcıların görüşlerinin tahkiki ise şöyledir. Âlem, Allah'ın dışında var olan her şeydir. Buna göre âlem lafzını, sonradan olanların bir kısmına tahsis etmek caiz olmaz.

b) Bundan maksat, "Sizin zamanınızın âlemlerine üstün tuttum" demek olur. Bu böyledir, çünkü bundan sonra meydana gelecek olanlar şu anda mevcut değildir. O halde, o şahıs mevcut değilken, âlemler cümlesine dahil olmaz, çünkü âlemden olmanın şartı, mevcut olmaktır, yokken bir şey mevcut olamaz, o halde yok olan bir şey âlemden olmaz. Bir de Hz. Muhammed (s.a.s), o vakit mevcut değildi, o vakit âlemlerden de değildi. Binaenaleyh, o vakitte İsrailoğullarının âlemlerin en üstünü olmasından, onların o vakitte Hz. Muhammed (s.a.s)'den üstün olmaları gerekmez. Hak Teala:

"Hani Allah sizin içinizden peygamberler gönderdi sizleri hükümdarlar yaptı, size kainatta hiç kimseye vermediği şeyi verdi" (Maide, 20) ve: "Andolsun ki biz onları, bilerek,

bütün âlemlere üstün tuttuk" (Duhan. 32) buyurmuş, bununla o zamanın âlemlerini kastetmiştir. Onlar, kendilerine verilen hükümdarlık, peygamberlik ve ilahi kitaplar gibi hususlarla başkalarından daha üstün olmuşlardır.

c) Allah'ın: hitabl âlemler hakkında umumidir. Fakat, fazileti ifade etme bakımından mutlaktır. Mutlakın doğru olmasında tek bir suret kafidir; buna göre ayet, Israiloğullarının âlemlere herhangi bir hususta üstün kılınmış olduklarına delalet eder ki, bu onların her şeyde âlemlerin hepsinden üstün olmasını gerektirmez. Aksine onlar, bir hususta başkalarından daha üstün oldularsa da, başkaları bu şeyin dışında onlardan daha üstün olmuş olurlar. Bu durumda, Allah'ın:

"Muhakkak kt Allah Adem 't,Nuh U İbrahim 'in ailesini İmrân m ailesini bütün âlemlere seçmiş, üstün kılmıştır" (A.imran, 33) âyetiyle peygamberlerin meleklerden daha üstün olduğuna istidlal etmenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Burada, geriye birkaç bahis kaldı.

1) İbn Zeyd, Allah bununla, onlardan mümin olanları kastetmiştir. Çünkü, onların asileri, Allah u Teâlâ'nın: "Ve onları maymunlar ve domuzlar haline getirdi" (Marde, 60) âyeti ile: "Beni İsrail'in kâfir olanları lanetlenmiştir" (Maide, 78) âyetinde buyurduğu gibi, maymunlara ve domuzlara çevrilmiştir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın İsrailoğullarına olan bütün hitapları, Arapların dikkatini çekmek içindir. Çünkü onlara üstünlükleri nebileri sayesinde olmuştur. Peygamberlerin kıssalarının tamamı da bir irşad ve uyarma gayesine

yöneliktir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Onlar, sözü dinlerler, ve hemen onun en güzeline tabi olurlar"{Zümer, 18); "Slze tıbbinizden indirilenin en güzeline uyunuz "(Zümer, 55) ve: "Muhakkak ki onların kıssasında, akil sahipleri İçin alınacak ibretler vardır" (Yusuf, 111) buyurmuştur. İşte bundan ötürü Katâde rivayette bulunara, şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Hz. Ömer söyle demiştir: "Allah'a yemin olsun ki, İsrailoğulları çekip gitmiştir. Sizin başkalarından dinlediğiniz şey bir fayda vermez "

3) Kaffal, nün harfinin kesresiyle olan" Nimet: Minnet ve adamın arkadaşına ikram ettiği şey" manasına gelir. Nitekim Hak Teâlâ: Bu, bana lütfettiğin bir nimettir" (Şuara, 22)

buyurmuştur. Ama nûn harfinin fethasıyla olan üüî kelimesine gelince, bu hayatta kendisiyle nimetlenilen şeydir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

 "İçinde büyük bir zevkle yaşadıkları nimetler..." (Duhan, 27) buyurmuştur. [95]

 

Allah, Kulun Faydasına Olan Şeyi Yaratmaya Mecbur Değildir

 

4) Allah'ın hitabı kulların faydasına olan şeyi gözetmesinin Allah'a ne dünyevi ne de dini bakımdan vacib olmadığına delalet eder. Çünkü O'nun buyruğu, dini ve dünyevi nimetlerin tamamını içine alır. Buna göre bu üstünlük, ya vacib olur veya olmaz; eğer vacib olursa, bunu onlara bir lütuf addetmek caiz olmaz. Çünkü görevini ifa eden kimsenin, hiç kimseye bir lütfü söz konusu değildir. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın, bunu ötekilere değil de berikilere tahsis etmiş olmasıyla birlikte vacib olmazsa, bu kulların faydasına olanı gözetmenin ne dünyevi ne de dini bakımdan vacib olmadığını gösterir. Buna göre, şayet Allah onlara bu dünyada büyük nimetler tahsis edince, onlara ahirette de büyük nimetler tahsis etmesi uygun olur. Nitekim, iyiliği tamamlamak, başlatmaktan öahe hayırlıdır, denilmiştir. O halde daha niçin onun peşinden âyetindeki şiddetli korkuyu getirmiştir? denilirse, cevab olarak deriz ki, nimetin büyüklüğüne rağmen isyan etmek, en çirkin ve en kötü bir kusur olu;. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak onları günah işlemekten sakındırmıştır.

5) Bu bahis, âlemdeki gurupların hangisinin daha efdal, yani hayır özelliklerini daha çok haiz olduğunu beyan hususundadır. Bil ki, her yerdeki sakinler arasında bu hususta çok çetin tartışmalar meydana gelmiştir. Buna göre her gurup kendisinin daha üstün ve kemal sıfatlarına da daha çok sahip bulunduğunu iddia etmiştir. Biz Allah'ın tevfik ve yardımıyla, meselenin çözümü güç yönlerine işaret edeceğiz.[96]

 

Mal Ve Mülkün, Şefaatin, Yardımlaşmanın Fayda Vermeyeceği Gün

 

"Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse diğer kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaat kabul edilir, ne de bir üdye alınır. Onlara yardım da edilmez "(Bakara, 48).

Bil ki bu günde korkmak, o günde meydana gelecek olan Allah'ın azab ve şiddetli acılarından dolayıdır. Çünkü günün kendisinden korkulmaz. O gün cennetlik ve cehennemliklerin hepsi mutlaka Allah'ın huzuruna geleceklerdir. Buna göre ayetten maksad, bizim söylediğimiz şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak ahiret gününü, insanları korkutmak için, en şiddetli ve azametli sıfatlarla nitelenmiştir. Bu böyledir. Çünkü Araplar, kendilerinden birisi hoş olmayan bir duruma düştüğünde ve hısım akrabası onu bundan kurtarmaya çalıştıkları zaman içlerinde hamiyetperverlik namına ne varsa hepsini harcar ve tıpkı bir babanın çocuğunun başına gelen kötülüğü defetmeye çalışması gibi, bu kötülüğü ondan savmaya uğraşırlar. Eğer o, engelini aşamayacağı bir kimseyi görürse,çeşitli tevazu yollarını ve şefaat çeşitlerini devreye sokarak, sertlikle yapamadığı şeyi yumuşaklıkla yapmaya çalışır. Eğer hem sertlik hem de yumuşaklık fayda vermez ise, geriye o kimseye ya mal veya başka çeşit bir şeyden fidye vermek kalır. Eğer bu üçü de ona bir fayda temin etmez ise, dostları ve kardeşlerinden umduğu yardıma yönelir. İşte böylece Cenab-ı Hak, Bu yollardan hiçbirinin ahirette günahkarlara fayda vermeyeceğini haber vermiştir, bu tertibe göre geriye iki sual kalır: [97]

 

İki Suale Cevap         Başa Dön

 

1) Allah'ın âyetinin manası, âyetinin manası gibidir. Buna göre bu tekrardan maksad nedir? Buna şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah'ın âyetinden maksadı, onun hakettiği cezayı bir başkasının çekmeyeceğini ifade etmektir. gelince, bundan maksad, o insanın bu şahsı cezalandıran (Allah'ın) hükmünden kurtarmaya çalışamayacağıdır.

2) Allah uTeâlâ, bu ayette "şefaatin kabulünü", "fidye alımı "ndan önce zikretmiş, bu âyeti bu suredeki 120. âyetten sonra tekrar getirerek orada da "fidye alma" "şefaatin kabulü"nden önce zikretmiştir. Bunun hikmeti nedir? Buna şöyle cevab verilir: Mal sevgisine olan meyli, kendisini yüceltmeye olan meylinden daha şiddetli olan kimse, şefaat edecek olanlara yapışmayı, fidye vermeye tercih eder. Aksi temayülde olan kimse ise, fidyeyi şefaatçiye tercih eder. Bundan dolayı her iki âyetteki farklı tertib, bu iki sınıf insana işaret etmek içindir.

Şimdi de âyetteki lâfızların tefsirine geçiyoruz. [98]

 

Âyet-i Kerimedeki Bazı Lafızların Tefsiri

 

Allah Teâlâ'nın "Hiç kimse diğer bir kimseye hiçbir fayda sağlayamaz" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: Lügatcileregöre fiilinin asıl mânası (hükmetti, emretti, ifâ etti, ödedi) fiilinin manasıdır. Bu manada olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s), Ebû Bürde b. Yesâr (r.a.)'a şöyle demiştir: "(Bu kurban) sana kifayet eder, fakat senden başka kimseye kifayet etmez." Arapçacılar da bunu bu şekilde, hemzesiz olarak "tâ" harfinin fethası ile şeklinde rivayet etmişlerdir. Yani "Bu, senin kurban vecibene yeter, kurban yerini tutar " demektir. Buna göre, âyetin manası "Kıyamet günü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin hiçbir bakımdan yerine geçemez ve ona isabet edecek hiçbir cezayı onun için yüklenemez. Aksine o günde kişi, kardeşinden, annesinden ve babasından bile kaçar." Yine buna göre, bu yerini tutmanın manası, "itaat edenin itaati, günahkara vacib olmuş olan (cezayı) karşılamaz, onun yerine geçmez." Bu yerini tutma ve yerine geçme dünyada bazan olabilir. Mesela bir şahıs yakınının ve dostunun borcunu öder ve böylece onun borcunu kendi yüklenir. Âhirette ise, hakların ifast ancak hasenat (sevabları) vermekle olur. Ebu Hureyre (r.a), Hz. Muhammed (s.a.s)'den şu hadisi rivayet etmiştir:

"Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan helallik isteyen kimseye Allah merhamet etsin. Çünkü âhirette ne bir dinar ne bir dirhem vardır. Eğer

o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yok ise, o zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir.[99]

Keşşaf sahibi, âyette geçen 14 lâfzının mefûlü bih olduğunu ve mefûlu mutlak olmasının da caiz olabileceğini söylemiştir. Meful-u mutlak olması halinde âyetin takdiri  (az bir cezayı) şeklinde olur. Nitekim Cenâb-i Hakk, "Az bir zulüm bile görmezler"{Meryem, 60).Âyeti şeklinde okuyan, bunu 'fayda verdi' manasına gelen fiilinden okumuştur. Buna göre lafzı, bu kıraatte ancak, "fayda vermek cinsinden herhangi bir şey" manasına gelir. Bu durumda bu cümle kelimesinin sıfatı olarak mahallen mansubtur. Eğer, "Öyle ise mevsufa ait zamir nerededir?" denir ise, deriz ki "O mahzuftur ve takdiri şöyledir: şeklindedir.

Buradaki kelimesinin nekre oluşunun hikmeti şudur: "Nefislerden hiçbir nefis, kendinden başka hiçbir nefse, hiçbir surette fayda veremez." Bu, hertürlü isteği kesen, tam bir ümitsizliğe düşürmedir.  

Allah Teâlâ'nın âyetine gelince deriz ki: "Şefaat" bir kimsenin, bir başkasından bir şey istemesi ve ondan ihtiyacını gidermesini istemesidir. Kelimenin aslı, "tek"in zıddı manasındaki "çift" demek olan iîili kelimesinden gelir. Buna göre sanki, ihtiyaç sahibi tek idi de, şefaatçi onun yanında ikinci (onun çifti) bir şahıs oldu demektir.

Bil kî, Hak Teâlâ'nm ifâdesindeki zamîri günahkâr olan ikinci "nefs"e racidir.Bu, kendisinden hiçbir fidyenin kabul edilmediği nefistir. O nefisten şefaatin kabul olunmamasının manası şudur: Eğer o, bir şefaatçinin şefaatini getirirse bu ondan kabul edilmez. Zamirin, şu manada olmak üzere birinci nefse raci olması da caizdir: Eğer o birinci nefis .ikinci nefse şefaat edecek olsa, birincinin ikincinin yerine ceza görmeyeceği gibi, şefaati de kabul olunmaz.

Allah Teâlâ âyetinin manası "Ondan fidye de kabul edilmez" demektir. Jip kelimesinin aslı bir şeyin denk olması manasına olan  dendir. Sen, "Ben onun bir benzerini görmüyorum " manasında dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Sonra inkâr edenler, (başka varlıkları) Bablerine denk tutuyorlar" (En'am.1) buyurmuştur. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edip kâfir olanlar (yok mu?)r eğer yeryüzünde bulunan her şey bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa da, onlar kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) ona fidye olarak verseler, bu Ûdye onlardan kabul olunmazdı" (Maide, 36);

"İnkâr edenler ve kafirler olarak ölenler yeryüzü dolusu altını (azablanna karşılık) fidye olarak verseler bile, bu onların hiçbirinden kabul edilmez" (Al-i Imran, 91) ve: "O (kâfir) üdye olarak ne verirse versin, bu ondan kabul edilmez "(En'am, 70) âyetleridir.

Allah Teâla'nın "Onlara yardım da olunmaz" âyetine gelince, bil ki yardımlaşma, ancak dünyada, beraber yaşama ve akraba olma vesilesi ile olur. Halbuki Hak Teâlâ, o günde ne bir dostluk, ne bir şefaat, ne de aralarında bir akrabalık bağı kalmayacağını; insanın kardeşinden, anasından, babasından ve yakınlarından kaçacağını haber vermiştir. Kaffal, "Ayetteki "nasr"dan murad, me'ünet yani yardımdır" demiştir. Bu Peygamber (s.a.s)'in "Kardeşine zalim olduğu zaman­da (zulmüne engel olarak) mazlum olduğu zamanda (ona yapılan zulme engel olarak) yardım ef"[100] hadisi de böyledir. kelimesi de aynı manadadır. Araplar yağmur almış manasına (yardım edilmiş toprak) derler. Yağmur toprakta bitki çıkardığı zaman, (Yağmur beldeye yardım ediyor) denir. Bu ifadeye göre, sanki yağmur, o belde halkına yardım etmiştir. Hak Teâla'nın;

"K/m, Allah'ın kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa... "(Hacc, 15) âyeti, "Yağmurun beldelere rızık verdiği gibi, . Allah'ın kendisini rızıklandırmayacağını (sanıyorsa)..." şeklinde tefsir edilmiştir. İntikam alma da, bir yardım ve zalime bir karşı duruş manasında "nusreFnusret" ve 'intişar" diye isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: kavmine karşı ona yardım (Enbiya, 77) buyurmuştur. Müfessirler bu âyetteki,  nın manasının "Biz onun intikamını aldık" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Bu âyet, onların, kıyamet gününde azab edildikleri zaman, Allah'tan onlar namına intikam alacak birisini bulamayacakları manasına da gelebilir. Hulasa olarak, sanki "yardım", "şiddet ve belaları savuşturma" demektir. İşte bu sebeble Hak Teala, orada azabından o kâfirleri kurtaracak birisinin bulunmadığını haber vermiştir. Âyette bunlardan sonra geriye iki mesele kalır: [101]

 

Günahı Bırakmaya Etkili Bir Teşvik

 

Âyette, günahlardan en büyük bir sakındırma ve insandan sadır olan günahları tevbe ile telafi etmesine en kuvvetli bir teşvik vardır. Çünkü insan, ölümden sonra herhangi bir tedarik şefaaf, yardım ve fidyenin olmayacağını düşündüğünde, kurtuluşunun ancak Allah'a itaatle olacağını anlar. İbâdetlerinde her an kusur yapmadan ve ömrünün uzun olacağına yakînî bir bilgisi olmadığı için tevbeye fırsat bulamamaktan emin olamayan kişi, her hâl ü kârda bir korku ve endişe içinde olur. Bu âyet, her nekadar İsrailoğullan hakkında nazil olmuş ise de, mana bakımından herkese hitabtır. Çünkü ayette bahsedilen vasıflar, Kıyamet gününün vasıflarıdır. Bu da o günde bulunacak herkese şamil olur. [102]

 

Hz. Peygamberin Şefaatinin Mahfuziyeti, Bu Konuda Mu'tezile'nin Hatası         Başa Dön

 

Ümmet-i Muhammed, âhirette Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaat etme hakkı olduğu hususunda ittifak etmiştir. Cenab-ı Allah’ın:

Rabbinin seni, bir makam, Mahmuda göndereceğini ümid et” (İsra, 79) ve  Sen de (Onun verdiğe)  (Duha, s) ayetleri şefaata hamledilmiştir. Sonra alimler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatinin kimler için olduğu mevzusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu şefaat, sevabı elde etmiş müminler için mi, yoksa azabı haketmiş büyük günah sahibi mü'minler için midir? Bu meselede Mu'tezile, şefaatin sevabı elde etmiş mü'minler için olduğunu,şefaatin tesirinin ise, mü'minlerin hakettikleri sevaba fazlalık kazandırmak olduğunu söylemişlerdir. Bizim alimlerimiz ise şefaatin tesirinin, azabı haketmiş kimselerden, azabı düşürme şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu şefaat, ya mahşer meydanında onlara yapılır da cehenneme hiç girmezler, veya onlar cehenneme girdikleri zaman onlara şefaat olunur ve böylece cehennemden çıkarılır, cennete girdirilirler. Alimler şefaatin kâfirler için sözkonusu olmadığında ittifak etmişlerdir; [103]

 

Büyük Günah İşleyene Şefaat Yok Diyen Mu'tezile İddiası

 

Mu'tezile, büyük günah sahibi kimselere şefaatin olmayacağını birkaç bakımdan istidlal etmişlerdir.

Birincisi: Delillerden biri, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayettir. Mu'tezile, bu ayetin üç bakımdan şefaatin olmadığına delil olduğunu söylemiştir:

a) Allah "Ogünde hiç kimse, hiçbir kimseye hiçbir toyda sağlayamaz" buyurmuştur. Eğer şefaat, azabı düşürme hususunda irli olsaydı, o zaman bir kimse, diğer birine bir fayda vermiş olur.

b) Allah Teâlâ "Ondan hiçbir şefaatçi de kabul edilmez" muştur. Bu ayette geçen "şefaat lafzı nefyin (olumsuz ifadenin) en gelmiş bir nekredir. Bu sebeble o, hertürlü şefaat çeşidini içine alır.

c)  Hak Teâla "Onlara yardım da edilmez" buyurmuştur. Eğer, Hz. Muhammed (s.a.s), günahkârlardan birisine şefaat edecek olsa ona, yardım edici olmuş olurdu. Bu ise âyetin aksine bir harekettir.

Âyetteki sözün şu iki yönden olduğu da söylenmesi:

1) Yahudiler, atalarının kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı, ayet ile onlar, bu iddialarından ümidsizliğe düşürülmüşlerdir. Binaenaleyh onlar hakkında nazil olmuştur.

2) Âyetin zahiri, mutlak manada şefaatin olmadığını ifade .eder. Ancak itaat ehli olanları sevaölarını artırma hususunda, ayetin tahsis edilmesine arama konusunda ittifak ettik , demişlerdir. [104]

 

Ehl-i Sünnetin Cevabı

 

Biz (ehl-i sünnet) de bu tahsisi zikredeceğimiz delillerden dolayı, büyük günah sahibi müslüman için yaparız. Çünkü biz Mu'tezile'nin birinci görüşüne şu şekilde cevap veririz: İtibar, sebebin hususi oluşuna değil, lafzın umumiliğinedir. İkinci görüşe de şöyle diyerek cevap veririz. Âyetten maksadın, sevapları artırma hususundaki şefaatin nefyi olması caiz değildir. Çünkü Hak Teâlâ, o günde hiçbir şefaatin fayda vermeyeceğini bildirerek, o günden insanları sakındırmıştır. Şefaatin olmaması, sevabın artırılması Hususuna raci olduğu zaman, sakındırma tam manası ile olmaz. Çünkü artırılmamasında herhangi bir tehlike ve zarar yoktur. Bunu şu durum açıklar: Eğer Allah Teâ!â: Sevaba hak kazananların faydalarını hiçbir kimsenin şefaati ile artırmayacağı günden (kıyamet gününden) korkun" demiş olsaydı, bununla günahlardan herhangi bir zecr (sakındırma) meydana gelmezdi. Yok, eğer "İkabı haketmiş kimselerin ikabını hiçbir şefaatçinin şefaati ile düşürmeyeceğim (kıyamet) gününden korkunuz" demiş olsa idi, bu söz günahlardan sakındıncı olurdu. Böylece ayetten kastedilenin, şefaatin tesirinin sevabı artırma hususunda değil, ikabı düşürme hususunda nefyedilmesi olduğu sabit olur. [105]

 

Mu'tezile'nin İleri Sürdüğü Öbür Deliller

 

İkincisi: Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi vardır " (Mü'min, 18) âyetidir. Zalim, zulmeden demektir. Bu kelime kâfir ve başkası hakkında kullanılır. 'Bu ayette Cenab-ı Allah, zalimlerin sözü dinlenen şefaatçisi olmadığını beyan etti, icabet edilen bir şefaatçisi olmadığını beyan etmedi" denilemez. Biz, bu ayetin ifadesinin gereği olarak, Allah'ın, iccbet edilen bir şefaatçinin varlığını da nehyetmiş olduğunu söylüyoruz. Çünkü âhirette sözü dinlenen hiçbir şefaatçi yoktur. Çünkü sözü dinlenen kimse, sözünü dinleyen (ona itaat edenden) üstündür. Allahu Teala'nın üstünde ise, Allah'ın ona itaat edeceği hiçbir kimse yoktur. Çünkü biz diyoruz ki ayeti sizin söylediğiniz manaya hamletmek iki sebebten dolayı mümkün değildir.

a) Allah Teâlâ'nın üstünde, Allah'ın itaat edeceği hiçbir varlığın olmadığını bilmek, bütün akıllıların ittifak ettikleri bir husustur. Bunu Allah'a nisbet eden kimseye gelince o, bununla Allah'ın hiç kimseye itaat etmediğini itiraf etmiş olur. Ama bunu kabul etmeyene gelince, menfi görüşte olmasına rağmen, onun, Allah hakkında, başka bir varlığa itaat ettiğine inanması imkansız olur. Bu sabit olunca, ayetin sizin dediğiniz manaya ham (edilmesi, onu lafzın ifade etmediği bir manaya hamletmek olur.

b) Allah Teâlâ, kendisine itaat olunan bir şefaatçinin olmayacağını bildirmiştir. Şefaatçi olan kimse, ancak, şefaat için kendisine başvurulandan aşağı mertebededir. Çünkü ondan üstün olan, ona emreder ve onun hakkında hükmeder. Böyle birisine ise şefaatçi denilemez. Bundan dolayı âyetteki sözü, şefaat edenin Allah'dan daha aşağı mertebede olduğunu ifade etmiş olur. Bu sebeble (sözü dinlenen, itaat edilen) sözünü, Allah'tan üstte olan kimse manasına anlamak mümkün değildir. Bunun için de âyeti, "Onlar için,icabet olunacak bir şefaatçi yoktur " anlamına da hamletmek gerekir.

Üçüncüsü: Hak Teâlâ'nın: "Kendisinde alışveriş, dostluk ve şefaat olmayan gün gelmezden önce..." (Bakara, 254) âyetidir. Bu ayetin zahiri, hiçbir şefaatin olmadığını gösterir.

Dördüncüsü: Allah Teala’nın “Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" (ali imran, 192) âyetidir. Şayet, Hz. Peygamber (s.a.s), ümmetinin fasıklanna şefaat edecek olsaydı, onlar "yardım edilmiş kimseler" diye vasfedilirlerdi. Çünkü fasık, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaati sebebiyle azabtan kurtulursa, Hz. Peygamber (s.a.s) ona nihai derece yardım etmiş olur.

Beşincisi: Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar, ancak Allah'ın rızasına ermiş olanlara şefaat eder/er" (Enbiya, 28) âyetidir. Cenab-ı Hak bu ayette meleklerinden haber vererek onların, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ettiklerini söylemiştir. Fasık ise, Allah'ın razı olduğu kimselerden değildir. Melekler, fasığa şefaat etmedikleri zaman, peygamberler de etmez. Çünkü melekler ile peygamberlerin şefaatinin farklı olduğunu söyleyen yoktur.

Altıncısı: Cenâb-ı Allah'ın:

"Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Şayet şefaat, azabın düşürülmesinde müessir olsaydı, bu şefaat onlara fayda verirdi. Oysa ki ayet bunun zıddını ifade etmektedir.

Yedincisi: Ümmet-i Islamiye, bizim, bizi, Hz. Peygamber'in şefaatine nail olanlardan ktlmasını Allah'tan istememiz gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar, bütün dualarında şöyle derler: "Allah'ım bizi O'nun (s.a.s) şefaatine nail olanlardan eyle." Şayet şefaate müstehak olan kimse, büyük günahlarda ısrarlı olduğu halde bu dünyadan göçmüş olan birisi olursa, o takdirde onlar Allah'dan büyük günah üzerinde ısrar etmiş olarak canlarını almasını istemiş olurlar. "Onlar, büyük günah işlemede ısrarlı oldukları halde dünyadan göçtükleri zaman, Allah'tan kendilerini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine nail olanlardan kılmasını isterler, yoksa büyük günah işlemede ısrarlı oldukları halde canlarını atmasını değil.

Nitekim onlar, dualarında, "Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl " diye de dua ederler. Oysaki onlar bu dua ile, günah işleyip sonra tevbe etmeyi kastetmiş değillerdir. Onların arzuladıkları, günah işledikleri zaman Allah'ın onları tevbeye muvaffak kılmasıdır. Bu iki arzu da bir şarta bağlıdır ki o da, önceden günahta ısrar halinin ve günahın bulunması şartıdır" denilmesi niçin caiz değildir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Buna iki yönden cevab verilir:

a) Biz, "Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl" duamızı bir şarta bağladığımızda;"Allah'ım bizi şefaata nail olanlardan kıl" sözümüze de bir şart ilave etmemiz gerekmez.

b) Ümmet-i Muhammed, Allah'dan bekledikleri bu iki arzusunda da, O'ndan, kendilerine arzu ettikleri şeye ulaştıracak olant yapmasını isterler. Bu sebeble onların, "Rabbimiz bizi çok tevbe edenlerden kıl " sözü ile, kendilerini günahlardan tevbe etmeye muvaffak kılmasını; "Bizi şefaate nail olanlardan kıl " sözü ile de, sayesinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine nail olabilecekleri şeyi kendilerine vermesini istemiş olurlar. Eğer, şefaate ehil olabilmek, ancak büyük günahlarda ısrarlı olunduğu halde dünyadan göçmek ile olsaydt, bu durumda şefaata nail olmayı istemek dünyadan büyük günahları işlemede ısrarlı vaziyette göçmeyi istemek olurdu ki bu, icma ile caiz değildir Bizim, "şefaate nail olmak ancak, sevaba müstehak olunarak bu dünyadan göçmek ile olur" sözümüze gelince, şefaate nail olmayı bu manada istemek çok yerinde olur. Bu ikisinin farkı ortadadır.

Sekizincisi: Allah-u Teâlâ'nın: 'Tacirler muhakkak ki cehennemdedirler. Kıyamet günü oraya girecekler. Oradan hiç ayrılamayacaklardır" (infitar, 14-16) âyetidir. Bu âyet, bütün günahkârların, cehenneme gireceğini ve oradan hiç çıkamayacaklarını gösterir. Onların cehennemden ayrılamayacakları sabit olunca, oradan hiç çıkmayacakları da sabit olmuş olur. Durum bu olunca, şefaatin ne cezanın affedilmesinde, ne de cehenneme girdikten sonra oradan çıkma hususunda bir faydası olmaz.

Dokuzuncusu: Hak Teâlâ'nın: "O (Allah) işi yönetendir. Ancak O'nun izin vermesinden sonra bir şefaatçi bulunabilir" (Yunus. 3) âyetidir. Bu ayette, Allah Teala, şefaat etmesine izin vermediği kimsenin şefaatçi olamayacağını beyan etmiştir. Allah'ın:

"Allah'ın izni olmadan O'nun yanında şefaat edecek olan kimdir?" {Bakara, 255) ve: "Onlardan ancak Rahman (Allah)'ın izin verdiği kimse konuşabilir ve doğruyu söyler "(Nebe, 38) âyetleri de aynı manadadır. Cenâb-ı Hak, büyük günah işleyenler hakkında şefaata izin vermemiştir. Çünkü böyle bir iznin olduğu şayet bilinse idi, ya akıl yolu ile ya nakil yolu İle bilinirdi. Akıl yolu ile bilinmesi meselesine gelince, bu konu aklın sahasına girmez. Nakle gelince, bu ya mütevatir ya da haber-i vahid ile bilinirdi. Ahad haberlerin bu sahada yetkisi yoktur. Zira onlar zan ifade ederler. Söz konusu mesele ise "ilim" (kesin bilme) ile ilgili bir meseledir. İlmi konularda zan ifade eden delillere tutunmak caiz değildir. Bunun mütevatir haber ile bilinmesine gelince, bu da batıldır. Çünkü, eğer bu hususta mütevatir bir haber bulunsa idi, müslümanların çoğu bunu bilirdi ve eğer müslümanlar bunu bilselerdi, bu şefaati inkâr etmezlerdi. Binaenaleyh, çoğunluk onun yokluğu hususunda ittifak ettiğine göre, böyle bir iznin verilmeyeceğini anlıyoruz.

Onuncusu: Allah Teâlâ'nın: "Arşı yüklenen ve onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler ve müminlerin bağışlanmasını (şöylece) isterler: Ey Rabbimtz, senin rahmetin ve ilmin herşeye şamildir. O halde tevbe edenleri ve senin yoluna uyanları atfet" (Mü'min, 7) âyetidir. Şayet fasıklar için şefaat söz konusu olsaydı, şefaati tevbe ve Allah yoluna tâbi olma şartlarına bağlamanın bir manası olmazdı. [106]

 

Mutezilenin Hadislerden Delilleri         Başa Dön

 

Onbirincisi: Büyük günah işleyenler hakkında şefaatin bulunmadığına delalet eden haberler dört tanedir:

a) el-Alâ İbn Abdirrahman'tn babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) bir mezarlığa girer ve şöyle der:

"Selam olsun size, ey müminler topluluğunun yurdu! Muhakkak ki biz de, insaallah sizin yanınıza geleceğiz! Kardeşlerimizi görmeyi ne kadar isterdim!" Bunun üzerine orada bulunanlar, "Ya Resulullah, biz senin kan kardeşlerin değil miyiz? deyince, Hz.Peygamber: Bilâkis sizler benim ashabımsınız; kardeşlerimizse henüz dünyaya gelmemiş olanlardır" dedi. Bunun üzerine onlar, Ya Resulallah, senden sonra ümmetinden gelecek olanları nasıl tanırsın? deyince Hz. Resul, "Söyleyin bakalım ne dersiniz, eğer bir adamın siyah at sürüsü içerisinde, alnı beyaz, ayaklan sekül biratıolsa, o adam atını tanımaz mı?" dedi. Onlar, "evet" ey Allahı'ın Resulü dediler. Hz. Peygamber de:

"Muhakkak ki onlar kıyamet gününde abdestten dolayı yüzleri akr elleri ve ayakları bembeyaz olarak gelirler. Ben ise, havzın kenarında onların önünde olurum. İyi bilin ki, yolunu şaşırmış develerin kovulması gibi bazı adamlarda benim havuzumdan mutlaka kovulurlar da, ben onlara: "Hey! buraya gelin! buraya gelin!" diye seslenirim. Bunun üzerine, "Onlar senden sonra muhakkak ki değiştiler" denilir. Ben de, bu sebeple, onlara yazıklar olsun, yazıklar olsun!" derim" buyurur.[107] 'Şefaatin olmadığına dair bu haberle şöyle istidlal yapılmıştır: Şayet Hz. Peygamber (s.a.s) onlara şefaat edici olsaydı o, "yazıklar olsun, yazıklar olsun!" demezdi. Çünkü şefaat eden kimse, bunu söylemez. Hz. Peygamber (s.a.s), onları bir yudum su içmeden bile men ederken, daimi olan azabtan kurtulmaları hususunda, onlara nasıl şefaatçi olur?

b) Abdurrahman İbn Sâbât'ın, Cabir İbn Abdullah'tan rivayet ettiği göre Hz. Peygamber (s.a.s) Ka'b İbn 'Ucre'ye:

"Ey Ka'b İbn Vere, sefihlerin yönetime geçmesinden sent Allah'a sığındırırım. Şüphesiz, birçok idareciler gelecek... Kim onların yanma girer, zulümlerinde onlara yardımcı olur ve onların yalanlarını tasdik ederse, o benden, ben de ondan değilim; ve o, benim havzıma da kesinlikle gelemeyecektir. Kim onların yanına girmez, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz ve onların yalanlarını doğrulamazsa, o benden, ben de ondan olurum ve o kimse, benim havzanın başına gelir. Ey Ka 'b İbn Vere, namaz Allah a yaklaşma verileri, oruç insanı günahlardan koruyan kalkan, sadaka ise, suyun ateşi söndürmesi gibi hataları söndürür. Ey Ka'b İbn Vere, haramdan biten (beslenen) bir et, cennete giremez" buyurdu.[108]

Bu hadiste üç bakımdan istidlal edilir:

1) O kimse   peygamberden,   peygamber  de  ondan  olmayınca, peygamber ona nasıl şefaat eder?

2) Hz. Peygamber (s.a.s)' in, "Obenim havzıma gelemiye-çektir" ifâdesi, şefaatin olmadığına delildir. Çünkü o kimse Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşmaktan men olunup Havzına gelemeyince, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in onu göreceği azabtan kurtarmaktan kaçınması daha evladır.

3) Hz. Peygamber (s.a.s)'in ifadesi büyük günah işleyenler için, şefaatin herhangi bir tesirinin bulunmadığını gösteren açık bir ifadedir.

c) Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizden hiçbirinizi, kıyamet gününde boynunda feryad eden bir koyunla bulmayayım. O: "Ya Resulullah, imdad!" dedikçe; ben: "Bugün Allah'ın hükmünden sana hiçbir fayda sağlayamam, nitekim durumu sana tebliğ etmiştim" diyeceğim.[109]bu elde etmek istediğimiz netice hakkında sarih bir ifadedir.  Çünkü Hz.Peygamber onun için Allah nezdinde bir şey yapamayınca, onun şefaatte herhangi bir nasibi olamaz.

d) Yine Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Üç kişi vardır ki ben kıyamet gününde onların hasmıyım. Kimin de hasmı olduysam, onu yenmtşimdir. Bana bir şey verip, sonra da haksızlık eden kimse; hür olan kimseyi satıp da parasını yiyen kimse ve bir ücretliyi çalıştırıp da, ondan işini tastamam yapmasını isteyen, ama ücretini tastamam ödemeyen kimse"[110] Bununla şu şekilde istidlal edilir. Hz. Peygamber {s.a.s.) onların hasmı olunca, onun onlara şefaatçi olması imkansız olur. İşte bu babda, Mûtezile'nin görüşlerinin tamamı budur. [111]

 

Ehl-i Sünnetin Bu Husustaki Delilleri

 

Bizim alimlerimize gelince, onlar bu konuda birkaç hususa dayanmışlardır:

a) Allah'ın Hz. İsa (a.s)'dan naklederek, buyurduğu şu âyettir:

"Eğer onlara azab edersen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, muhakkak ki aziz ve hakîm olan sensin" (Maide, i ıs). Bu âyetle istidlal tarzı şu şekildedir: Hz.İsa (a.s.) tarafından yapılan bu şefaatin ya kâfirler hakkında olduğu, yahut itaatkâr müslüman hakkında, veya küçük günahları bulunan müslüman hakkında ya da tevbe ettikten sonra büyük günah sahibi olan müslüman hakkında, yahutta tevbe etmeden önce ölen büyük güne! ı sahibi müslüman hakkında olduğu söylenir. Birinci kısımdakiler hakkında olması batıldır; çünkü Cenab-ı Hakk'ın, ifâdesi kâfirler hakkında uygun değildir. İkinci, üçüncü ve dördüncü kısımdakiler hakkında olması da yanlıştır; çünkü itaatkâr müslümana küçük günah sahibi müslümana ve büyük günah sahibi müslümana, tevbe etmelerinden sonra, hasımlarımızca da, azab etmek aklen caiz değildir. Bu böyle olunca Hak Teâlâ'nın buyruğu, onlar hakkında uygun olmaz. Bu batıl olunca geriye, ancak, bu şefaatin tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi müslüman hakkında olduğunu söylemek kalır. Bu şefaatin Hz. İsa (a.s) hakkında olduğunu söylemek doğru olunca, onun, zaruri olarak, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında da olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü arada bir fark olduğunu söyleyen hiçkimse bulunmamaktadır.

b) Allah u Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s)'den naklederek buyurduğu şu âyettir:

"Kim bana tabi olursa, o bendendir; her kim de bana asi olursa, muhakkak ki senr çok bağışlayan ve çok merhamet edensin" (ibrahim, 36). Buna göre, Cenâb-t Hakk'ın sözünün kâfir hakkında olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü kâfir, ittifakla, mağfirete ehil değildir. Bu ifadenin, küçük günah sahibi ve tevbe ettikten sonra büyük günah sahibi kimse hakkında olduğunu söylemek de caiz değildir, çünkü Allah'ın onları bağışlaması, hasmımızca, aklen vacibtir. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara şefaat etmesine hacet yoktur. Geriye ayetin, tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi hakkında olduğunu söylemek kalır.

Beyhakî'nin "Şuâbu'l-îman" adlı kitabında rivayet ettiği hadis, bu iki ayetin delaletinin bizim dediğimiz şekilde olduğunu güçlendiren bir husustur. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s), Hz.İbrahim (a.s.) hakkındaki Allah'ın) (ibrahim, 36) âyeti ile Hz. İsa (a.s)'nın sözü olarak hikâye edilen (Maide, ne) âyetini okudu; sonra ellerini kaldırarak, "Allah'ım, benim ümmetim, benim ümmetim!" dedi ve ağladı. Bunun üzerine, Allahu Teâla, "Ey Cebrail Muhammed'egit. -Senin Babbin en iyi bilendir-, ama sen O'na, kendisini neyin ağlattığını sor!" Bunun üzerine Hz. Cebrail Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelerek O'na, sordu; bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), söylediklerini Cebrail'e haber verdi. Bunun üzerine Hak Teâlâ, "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve O'na: "Biz ümmetin hususunda serti hoşnut edecek ve seni üzmeyeceğiz" de!" buyurdu. Bu haberi Müslim de, Sahih'inde rivayet etmiştir.

c) Hak Teâlâ'nın Meryem sûre'sindeki âyetleridir:

"Müttakileri, o Rahman (çok merhametli) olan Allah m huzuruna kafirler alinde toplayıp, günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, tehman olan Allah katında bir ahdi olan hariç, onlar şefaat hakkına sahip olamıyacaklardır" (Meryem, 85-07). Biz deriz ki ayetin zahirinde, âyetten maksadın mücrimlerin başkalarına şefaatçi olamayacakları veya başkalarının onlara şefaatçi olamayacakları hususu olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur. Çünkü masdann failine muzaf olması caiz ve yerinde olduğu gibi, mefûlüne-muzaf olması da caiz ve yerindedir. Ancak biz ayetin ikinci ihtimale hamledilmesinin daha evla olacağını söylüyoruz. Çünkü âyetin birinci ihtimale hamledilmesi, zaten açık olan şeyin açıklanması kabilinden olur. Çünkü herkes mücrimlerin cehenneme susuz olarak sevkedilecekterini ve başkalarına şefaat edemeyeceklerini bilir.

Buna göre ayeti ikinci ihtimale hamletmek gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyet büyük günah sahihleri için şefaatin söz konusu olduğuna delalet

eder. Çünkü Hz. Allah bunun peşinden:

"Ancak Allah'dan bir ahd (söz) almış olan müstesna..." (Meryem, 87) buyurmuştur. Buna göre ayetin takdiri şöyledir: "Günahkârlar, kendilerine başkalarının şefaat etmesine müstehak olamazlar. Ancak onlar Allah'dan bir ahd (söz) almış olurlar ise bu müstesna.." Buna göre de, Allah'dan bir söz almış olan herkesin bu müstesnaya dahil olması gerekir. Büyük günah sahibi de Allah'dan bir ahid almıştır ki bu da tevhid ve İslâm'dır. Bu sebeble büyük günah sahibinin de buna dahil olması gerekir.

Bu konuda söylenecek en son söz, şöyle denilmesidir: "Yahudiler, Allah'dan bir söz (ahd) aldılar. Bu söz de, onların Allah'a iman etmiş olmalarıdır. Bu sebeble, yahudilerin de bu ahdin şümulüne girmesi gerekir." Ancak biz deriz ki, bu âyeti yahudiler hakkında kullanmamak, icmanın zaruretinden dolayıdır. Binaenaleyh, ayetin yahudiler dışında kullanılması gerekir.

d) Hak Teâlâ, meleklerin hususiyetleri hakkında: "Onlar, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere

şefaat ederler" (Enbiya, 28) buyurur. Bu âyetle istidlal etme şekli şöyledir: Büyük günah sahibi de Allah'ın razı olduklarındandır ve Allah'ın razı olduğu herkesin, şefaat edilmeye ehil olması gerekir. Biz, büyük günah sahibinin de Allah katında razı olunanlardan olduğunu söyledik, çünkü o, imanı ve tevhidi sebebi ile Allah katında razı olunanlardandır. Kendisine, "Bu vasıflar sebebi ile o Allah katında razı olunanlardandır" denilmesi yerinde olan herkese, "O, Allah'ın razı olduklarındandır" denilmesi de doğru olur. Çünkü, "Allah'ın razı olduğu (Allah katında razı olunmuş)" sözü, bizim "İmanı sebebiyle Allah katında razı olunmuş" sözümüzün bir parçasıdır. Mürekkeb (ifadenin bütünü) doğru olunca, müfred (ifadenin parçası) da doğru olur. Böylece sabit olur ki, büyük günah sahibi Allah'ın razı olduklarındandır. Bu sabit olunca, onun da "Onlarancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ederler" âyetinden dolayı, şefaat edilmeye ehil olması gerekir. Şefaat kendisinden razı olunan kimselerin haricindekiler için nefyolunmuştur. Menfi bir ifadeden yapılan istisna, müsbeti ifade etmek olur. Bu sebeble, kendisinden razı olunan kimselerin meleklerin şefaatına müstehak olmaları gerekir. Büyük günah sahibinin, meleklerin şefaatine dahil olduğu sabit olunca, zaruri olarak peygamberlerin ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatine de dahil olmaları gerekir. Çünkü peygamberlerle meleklerin şefaati arasında herhangi bir farkın olduğunu söyleyen olmamıştır. [112]

 

Mu'tezile'den Bir İtiraz

 

Buna göre, eğer: "Bu şekilde istidlal etmenin aleyhine iki bakımdan söz söylenebilir:

a) Fasık, razı olunmuş bir kimse değildir. Bu sebeble onun meleklerin şefaatine ehil sayılmaması gerekir. O, meleklerin şefaatine müstehak olamayınca, Hz. Peygamberin şefaatine de müstehak olamaz. Biz, münafığın razı olunan bir şahıs olmadığını söyledik, çünkü o fışkı ve fücuru sebebiyle, razı olunan birisi değildir. Fışkı sebebiyle razı olunmadığı söylenen kimsenin, sizin zikretmiş olduğunuz delilin aynısıyla razı olunmuş olmadığını da söylemek doğru olur. Fasığın, razı olunan birisi olmadığı sabit olunca, onun meleklerin şefaatine müstehak olmaması gerekir. Çünkü Allah'ın:

'jn kendisinden hoşnut olduğu kimse hariç,

şefaat etmezler" (Enbiya, 28) âyeti, kendisinden razı olunan müstesna, herkesten şefaatin nefyine delalet eder. Büyük günah sahibi kimse kendisinden razı olunmuş birisi olmadığına göre, onun nefyin hükmüne dahil olması gerekir.

b) Âyetle istidlal ancak, Hak Teâlâ'nın "(Allah'ın) hoşnut olduğu hariç, şefaat etmezler" sözü; bundan muradın "Onlar, Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimse hariç şefaat etmezler" şeklinde olduğuna hamledilirse, tamam olur. Ama, bu ifadeyi, bundan muradın, "Onlar ancak, Atlah'ın şefaatine razı olduğu kimseler şefaatte bulunurlar" şeklinde olmasına hamledersek, bu durumda ayet, ancak Allah'ın, büyük günah sahibinin şefaatine razı olduğu sabit olursa, delalet eder ki bu da meselenin başıdır" denilirse, birinciye cevabımız şudur: [113]

 

Bu İtiraza Ehl-i Sünnetin Cevabı         Başa Dön

 

Mantıkî ilimlerde, "mühmeller birbirleriyle çelişmezler; buna göre "Zeyd âlimdir" sözümüzle "Zeyd bir âlim değildir" sözümüz çelişmezler. Çünkü, bundan muradın, "Zeyd fıkıh alimidir, fakat kelam alimi değildir" olması muhtemeldir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bizim büyük günah işleyen razı olunmuştur, sözümüzle, büyük günah işleyen razı olunmamıştır sözümüz de böylece çelişmezler; çünkü büyük günah sahibinin dini  bakımından,   razı  olunmuş  olduğunun,   fışkı  bakımından  da  razı olunmamış olduğunun söylenmesi muhtemeldir. Ve yine, onun müslüman olması bakımından razı olunmuş olduğu her ne zaman sabit olursa, onun kendisinden raz: olunmuş olarak isimlendirilmesi de sabit olmuş olur. İstisna editen sırf onun razı olunmuş olması ve onun sırf razı olunmuş olması da, imanı bakımından kendisinden razı olunmuş olması da mevcut olunca, onun müstesnanın zımnına girmesi, "müstesna minha" dan çıkması vacib olur. Her ne zaman bu böyle olursa, onun şefaate müstehak olduğu sabit olur. İkinci suale gelince, bunun cevabı da şudur: Âyetin manasını, "Melekler ancak Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler" şeklinde hamletmek, "Melekler ancak, Allah'ın şefaatinden razı olduğu kimselere şefaat ederler" anlamına hamletmekten daha evladır. Çünkü birinci takdire göre ayet, Allah u Teâlâ'nın hoşnutluğunu elde edip, günahlarından da kaçınmaya bir teşvik ve tahrik ihtiva etmektedir. İkine; takdire göre ayet bunu ifâde etmemektedir. Şüphesiz Allah'ın kelamını, şümulünde daha çok fayda olan mana ile tefsir etmek evladır.

e)  Cenâb-ı Hakk'ın: "Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Cenâb-ı Allah bunu sadece kafirler için söylemiştir. Dolayısıyla, hitabın delil olması meselesinden dolayı burada kâfirlersözkonusu olup,müslümanın durumunun bunun aksine olması gerekir.

f)  Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e söylediği:

"Kendi günahına ve mü'minlerle mü'minelerin günahına istiğfar et"  (Muhammed, 19) âyeti, Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bütün mümin erkekler ve kadınlar için istiğfar etmesini emrettiğine delalet eder. Biz: (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde, büyük günah işleyen kimsenin de mü'min kaldığını açıklamıştık. Durum böyle olunca, Hz. Muhammed (s.a,s)'in onlar için de istiğfar etmiş olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, Hak Teâlâ'nın onları bağışlayacağı sabit olur. Aksi halde Hak Teâlâ, duasını reddedeceği halde, ona dua etmesini emretmiş olurdu ki bu da sırf tahkir ve eziyet verme olurdu. Böyle bir şey ise ne Cenâb-ı Allah'a yakışır, ne de Peygamberimiz (s.a.s)'e, lâyık olur. Bu da Allah ü Teâlâ; Hz. Peygamber (s.a.s)'e bütün günahkarlar için istiğfarda bulunmasını emrettiğinde, O'nun duasına icabet ettiğine delalet eder. Bu ise ancak büyük günah sahihlerini bağışladığında tamam olur. Şefaatin de manası işte budur,

g) Hak Teâlâ'nın: "Bir selamla selamlandıgınız zaman, siz ondan daha güze! (bir selam) ile veya aynısı ile karşılık verin" (Nisa, 86) âyeti. Bu ayette Cenab-ı Hak, herkese, kendilerine bir kimse bir selam verdiği zaman buna daha güzel bir selam ile karşılık vermelerini veya o selamı aynı ile mukabele etmelerini emretmiştir. Daha sonra biz müslümanlara:

"Ey iman edenler, O (Nebiyyi Ekrem 'e) siz de salat edin, tam bir teslimiyetle de selam verin" (Ahzab, 56) âyeti ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'e salat ü selâmda bulunmamızı emretmiştir. "Salat" Allah'dan olur ise rahmet manasınadır. Şüphe yok ki bu da bir tür selamdır. Biz Hak Teâlâ'dan, Hz. Peygamber (s.a.s) için rahmet taleb ettiğimizde, "Siz o (selamdan) daha güzeli ile veya aynısı ile karşılık verin" âyetinin gereğince, Hz. Muhammed (s.a.s)'in da aynısı ile mukabele etmesi gerekir. Bu da, O'nun bütün müslümanlar için Allah'dan rahmet taleb etmesidir. Şefaatin manası da işte budur. Hem sonra biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in duasının reddolunmadığında ittifak ettik. Bu sebeble, Hak Teâlâ'nın, O'nun herkes hakkındaki şefaatini kabul etmesi gerekir ki, zaten istenen de budur,

h) Allah Teâlâ'nın:

' 'Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah 'dan mağfiret dileselerdi, onlara (sen) Peygamber de mağfiret dilemiş olsaydı elbette Allah 'ı tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli bulacaklardı" (Nisa, 64) âyetidir. Bu ayette, "tevbe" ismi geçmemektedir. Ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ne zaman günahkar ve kendi nefislerine zulmedenler için istiğfarda bulunsa, Allah'ın onları muhakkak bağışlayacağını göstermektedir. Bu da, Hz. Peygamber {s.a.s)'in büyük günah işleyenler hakkındaki şefaatinin bu dünyada kabul edildiğine delalet eder. Binaenaleyh onlarla ilgili şefaatinin ahirette de kabul edilmesi gerekir. Çünkü bu iki şefaatin birbirinden farklı olduğunu söyleyen yoktur.

i) Biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatinin mutlaka kabul edileceği hususunda icma ettik. Öyle ise O'nun şefaatinin tesiri, ya sevabı artırmak şeklinde olur ya da günahı düşürmek şeklinde olur. Birincisi olamaz. Aksi halde biz, diyerek, Allah'dan, Peygamberin fazlını artırmasını taleb ettiğimizde, Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir nevi şefaatçi olmuş olurduk. Birinci kısım batıl olunca, ikinci kısım ortaya çıkar ki istenen de budur. [114]

 

Mu'tezile'den Bir İtiraz

 

Eğer denilirse ki: "Bizim Hz. Muhammed (s.a.s.)'e şefaatçi olduğumuz şu İki sebebten dolayı söylenemez:

1) Şefaat edenin, kendisine şefaat edilenden daha yüksek mertebede olması gerekir. Biz ise, mertebe yönünden Hz. Peygamber (s.a.s)'den daha aşağıda olduğumuz için, O'na hayır duada bulunduğumuzda, ona şefaat etmiş kimseler vasfını almayız.

2) Ebu'l-Huseyn şöyle demiştir: "Başkası için hayır istemek, ancak onun arzusundan ötürü olduğu zaman "şefaat" olur. Şayet onun bu arzusu olmasaydı, bu hayırla tahakkuk etmeyecekti. Yahut da onun bu arzu ve isteğinin, o hayırların yapılmasında bir tesiri olacaktır. Ama ister arzu etsin, ister arzu etmesin, bunlar tahakkuk ettiği, isteyenin maksadının istediğine ulaşmasında ve bu istek ile kendisinden istekte bulunan şahıs da fazladan bir fayda temin etmediği zaman bu o şahıs için bir şefaat olmaz. Görmez misin, bir hükümdar oğluna saltanatı vermek istediğinde, bir dostu onu buna teşvik etse, o buna teşvik etse de etmese de, hükümdar istediği şeyi yapar. Bu dostun bu teşvikten maksadı ise, onun katında bir mertebe elde edip sultana yakınlık kazanmaktır. Bu sebeble, onun hükümdarın oğlu için şefaatte bulunduğu söylenemez. İşte kendisi için Allah'dan istediğimiz rahmet hususunda, Peygamber (s.a.s'.)'e karşı durumumuz budur. Bu sebeble biz, bu salat ile Peygamber'e şefaatçi olmuş olmayız." [115]

 

Ehl-i Sünnetin Cevabı

 

Birinci hususa şöyle cevab veririz: Biz, şefaatte rütbenin geçerli olduğunu kabul etmiyoruz. Buna delilimiz ise şudur; (şefaat eden) kelimesi (çift) kelimesinden alınmış olarak böyle isim olmuştur. Bu manada ise rütbe geçerli değildir. Bu sebeble onların iddiaları düşer. Bu izah İle ikinci sual de düşer. Ama biz yine, ona da şöyle cevap veririz: Biz, her nekadar Allah'u Teala'nın, ümmet bunu istesin istemesin Resulüne ikramda bulunduğunu söylüyorsak da, şayet ümmetinin istemesi olmasa idi bu fazilet meydana gelmeyecek bir şekilde ümmetinin istemesinden ötürü Allah'ın Peygambere daha fazla ikramda bulunmuş olmasının caiz olamayacağını da kesin olarak söyleyemiyoruz. Bu ihtimal caiz olduğuna göre, bizim de Hz. Peygamber (s.a.s) için şefaatçiler olmamız ihtimali söz konusu olur. Bu ümmetin ittifakı ile batıl olunca, onların görüşleri de geçersiz olur.

j) Cenâb-ı Allah'ın meleklerin özelliğinden bahseden şu âyeti:

"Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan (melekler) Hablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler ve mü'minlerin affedilmesini isterler" (Mü'min, 7), Büyük günah işleyen kimse mü'minler cümlesindendir. Bu sebeble, meleklerin kendileri için istiğfarda bulunduğu kimseler zümresine onun da dahil olması gerekir. Bu hususda söylenecek en son söz ise,  ayetin sonunda Hak Teâlâ'nın:

"O halde tevbe edenleri ve senin yoluna uyanları bağışla" (Mü'min, 7) Duyurmasıdır. Ancak ne var ki bu ikinci kısım, umumi olan birinci kısmın tahsisini gerektirmez. Çünkü Usul-ü Fıkıh'da şöyle bir kaide vardır: "Umumi bir lafızdan sonra, o umumi lafzın cüzlerinden biri zikredilir ise, bu, o umumi lafzın bu hususi lafız ile tahsisini gerektirmez." [116]

 

Büyük Günah İşleyenler İçin Şefaat Olacağına Dair Hadisler                 Başa Dön

 

k) Büyük günah işleyenler için şefaatin bulunduğunu gösteren haberlere gelince, biz bunlardan üçünü zikredeceğiz:

1) Hz.Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisi: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. "[117] Mu'tezile şöyle demiştir: Bu hadise üç yönden itiraz edilir:

a) Bu, Kur'an'ın aksine gelen bir haber-i vahiddir. Çünkü biz, birçok ayetin bu şefaatin olmayacağını gösterdiğini açıklamıştık. Haber-i vahid Kur'an'ın hilafına olunca, onu kabul etmemek (sahih saymamak) gerekir.

b) Bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatinin ancak büyük günah işleyenler için olduğuna delalet eder. Bu ise caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in şefaatine nail olmak büyük bir makamdır. Binaenaleyh şefaati, sadece büyük günah işleyenlere tahsis etmek, sevab ehli olan diğer kimseleri bundan mahrum etmek olur. Bu ise caiz değildir. Çünkü en azından eşit olmaları gerekirdi.

c) Bu mesele, amelî meselelerden değildir. Bu sebeble bu konuda zan ile yetinmek caiz değildir. Haber-i Vâhid ise ancak zan ifade eder. Bundan dolayı, bu konuda bu hadîse yapışmak caiz değildir. Sonra biz, bu hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile, onda üç ihtimal söz konusudur:

a) Hadisten murad, inkâr etme manasında istifham (soru) dur. Yani "Şefaatim ümmetimin büyük günah işleyenleri için midir?" demektir. Nitekim, Allah'u Teala'nın: Bu Rabb'im' (En'am, 77) âyeti de, "Bu mu benim Rabb'im?" anlamındadır.

b) lâfzı, ne dilin aslında, ne de örfde günah olarak tahsis edilme­miştir. Aksine, bu kelime günphı içine aldığı gibi, taati de içine almaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, namazı vasfederken:

"Huşu duyanlar hariç, o ağır ve meşakkatlidir" (Bakara, 45) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber {s.a.s)'in sözünden muradın, "büyük günah işleyenler" olması gerekmez; aksine belki de murad, "büyük taatler işleyenler içindir" şeklindedir. Eğer, "Farzedelim ki, lafzı hem günahları hem de taatleri içine alıyor. Fakat, sözü ise, eliflâma bitişik olarak gelmiştir ve umum ifade eder. Bu durumda da, haber ister büyük taatler işleyenler,isterse büyük günahlar işleyenler olsun, kebair ehlinden olan herkes için şefaatin bulunduğuna delalet eder" denilirse, deriz ki: lâfzı her ne kadar umum ifâde ediyorsa da, muzaf olan kelimesi müfred (tekil)dir; bu sebeple de umum ifâde etmez. Bunun için, haberin doğruluğu hususunda, kebair ehlinden olan tek bir şahts yeterlidir. Biz de bu tek şahsı, bütün taatleri işleyen kimseye hamlediyoruz. Çünkü, hadisin muktezasıyla amel etmek hususunda, onu buna hamletmek kafidir.

c) Farzedelim ki, "kebair ehli" ifâdesini büyük günah işleyenlere hamletmek vaciptir. Fakat "büyük günah işleyenler" ifadesi, "tevbeden sonra veya tevbeden önce büyük günah işleyenler" ifadesinden daha umumidir. Bu sebeple biz haberi, "tevbeden sonra büyük günah işleyenler" manasına hamlettik... Haberin sizin görüşünüze delâlet ettiğini kabul edelim, ama bu yine Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet olunan, "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için mi?" haberiyle çelişmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu, inkâr tarikiyle olmak üzere, istifham hemzesiyle beraber zikretmiştir.

Keza Hasan el-Basri Hz. Peygamber (s.a.s)'den.onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben şefaatimi ancak, ümmetimden büyük günah sahiplerine ayırdım, sakladım'.' Bil ki, insaflı olmak, böyle bir meselede, sadece bu habere tutunmayı değil, ama şefaat konusunda varid olmuş olan haberlerin tamamına tutunmayı mümkün kılar. Bunun dışındaki diğer haberlerse, bu nevi tevillerin tamamını düşürür, geçersiz kılar.

b) Ebû Hureyre Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Her peygamberin icabet olunan bir duası vardır. Bütün peygamberler, bu dünyada isteyeceklerini istediler. Ama ben, ümmetime şefaat olmak üzere, isteğimi kıyamet gününe sakladım. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ümmetimden ölen herkes, insaallah benim şefaatime nail olacaktır." Bu hadisi, Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir. Bu hadisle şöyle istidlal edilir: Hadis, ümmetinden, Allah'a şirk koşmadan ölen herkesin Hz. Peygamber I s.a.s)'in şefaatine nail olacağı hususunda, gayet sarih ve nettir. Büyük günah işleyen kimse de böyle olduğu için, onun da bu şefaate nail olması gerekir.

c) Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün elinde bir et parçası olduğu halde geldi; onu kendisine doğru bir dirsek boyu yükseltti. Et onun hayranlığını celbediyordu; derken ondan bir çiğnem ısırdı ve sonra şöyle dedi:

"Ben kıyamet gününde, insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz?" Orada bulunanlar, "Hayır ya Resulallah" deyince, O şöyle buyurdu:

"Cenâb-ı Allah, Önceki ve sonraki bütün insanları (ahiretgünü) dümdüz bir yerde toplar. Bir münadi, sesini herkese duyurur ve bir göz onların hepsini bir bakışta görür. Bir de güneş yaklaşır, artık insanların gamı ve meşakkati, dayanamayacaklar} ve tahammül edemiyecekleri bir dereceye varır.

Bu sırada insanlar birbirlerine: "İçinde bulunduğumuz şu faciayı görmüyor musunuz? Size erişen bu faciayı görmüyor musunuz? Size Rabb'iniz yanında şefaat edecek bir şefaatçiye niçin gitmiyorsunuz?" derler. Diğerleri, "Babanız 1 Âdem (a.s) var" derler. Bunun üzerine Hz. Âdem 'e gelirler ve ona "Ey Âdem, (a.s) sen insanların babasısm. Cenâb-ı Hak seni eliyle yarattı ve sana ruhundan üfledi. Meleklere de emretti onlar sana secde ettiler. Cenâb-ı Hakk yanında bize şefaatçi ol. İçine düştüğümüz hali, başımıza geleni görmüyor musun?" dediler. Hz. Âdem (a.s) onlara "Hiç şüphesiz Rabb 'im bugün, daha önce gazablanmadığı, bundan sonra da hiç gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. O, beni bir ağaçtan (yemekten) menetmişti, ama ben Ona asi olmuş (günah işlemiştim). Vay nefsim, vay nefsim! Siz, benden başkasına gidin. Nuh'a gidin" dedi.

Bunun üzerine insanlar Nuh (a.s)'a gelirler ve ona "Ey Nuh (a.s), sen yeryüzündekilere gönderilmiş peygamberlerin ilkisin. Allah seni şükreden bir kul olarak da İsimlendirdi, sen bize Allah katında şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine Nuh (a.s.) onlara: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. Benim, bir isteğim vardı; onu da kavmim için kullandım. Siz başkasına gidin, siz İbrahim (a.s)'in yanma gidin" der.

Onlar da Hz. İbrahim (a.s)'in yanına gelirler ve ona, "Sen İbrahim (a.s)'sfn, Allah'ın nebisi ve yeryüzü halkından seçtiği dostu... Bize Rabbin yanında şefaatçi ol içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine İbrahim (a.s) onlara: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hic böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmtştır ve yalanlarını zikrederek, "Vay nefsi, vay nefsi; siz I benden başkasına gidin, siz Musa (a.s)'ya gidin" der.

Bunun üzerine onlar, Musa (a.s)'nın yanına gelirler ve ona şöyle derler: ' Ey Musa (a.s) sen Allah 'm Resulüsün, Allah seni, risaleti ve kelamıyla diğer insanlara üstün kıldı. Rabbin yanında bize şefaatçi ol! İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" Musa (a.s) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı   bir  şekilde gazablanmtştır.   Ben   öldürmekle emrolunmadığ}m   bir kişiyi öldürdüm. Vay nefsi vay nefsi!. Siz benden başkasına gidin, siz Meryem oğlu İsa (a.s)'ya gidiniz..."

Bunun üzerine onlar İsa (a.s)'nm yanma gelirler. Ve ona, "Sen Allan'ın Resulü, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve O 'ndan bir ruhsun. Sen beşikte iken insanlarla konuşmuştun, Rabbin yanında bize şefaatçi oh içinde bulunduğumuz bu durumu görmüyor musun?'' derler. İsa (a.s) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir şekildegazablanmıştır." Kendisi için bir günah zikretmeksizin, "Vay nefsim, vay nefsim; siz benden başkasına gidin, siz Muhammed (s.a.s)'e gidin."

Bunun üzerine onlar dar bana gelir ve şöyle derler: "Ey Muhammed (s.a.s). Sen Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncususun. Cenâb-ı Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarım atfetmiştir. Bize Rabbin yanında şefaatçi ol İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" Bunun üzerine ben de gider, Rabbimin huzuruna girmek için izin isterim. Bana izin verilir,vanp Rabbimİ görünce secdeye kapanırım. Cenab-ı Allah, dilediği müddet beni o halde bırakır ve sonra şöyle der:' 'Ey Muhammed başını kaldır! SöyleAcabet olunasınAste sana verilsin;şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun!" Ben de Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım.

Sonra tekrar döner, Rabb Teâlâ'yı görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni, dilediği müddet o hâlimde bırakır. Sonra, "Başını kaldır, söyle, icabet olunsun, İste sana verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun" der. Ben de Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım. Sonra tekrar döner, Rabbimi görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni, dilediği müddet o hâlimde bırakır. Son. a şöyle der: "Ey Muhammed, başını kaldır! Söyle, icabet olunsun; iste, verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun." Ben de, Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken bana bir sınır çizilir, ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım. Sonra da döner ve şöyle derim: Ya Rabbl, cehennemde sade Kur'ân 'm hapsettikleri, yani ebedî olarak cehennemde kalmaları gerekenler kaldı" derim". Bu hadisin çoğu bu lafzıyla, Sahîhayn'da bulunmaktadır. [118]

 

Mutezilenin Bu Hadislere Cevabı               Başa Dön

 

Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ve benzeri hadisler hakkında söylenecek söz, birkaç yöndendir:

a) Bu haberler, uzun haberlerdir; bu bakımdan, Hz. Peygamber'in lafzıyla, söylediği biçimde zabtedilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh, hadisi rivayet eden onu kendi sözleriyle rivayet etmiştir. Bu takdire göre de, hadîsin hiçbir tarafı hüccet olmaz.

b) Bunlar  bir tek  vakayla  ilgili   haberlerdir,  fakat eksiklikleri  ve fazlalıklarıyla beraber, çeşitli şekillerde rivayet edilmişlerdir. Bu da yine töhmete yol açar.

c) Hadîs, "teşbihler" ihtiva etmektedir. Bu da batıldır, çünkü bu da töhmete yol açar.

d) Hadîs, Kur'ân'ın zahirinin hilâfına olmak üzere varid olmuştur. Bu da töhmete yol açar.

e) Bu, rivayet edilmesinde birçok sebepler bulunan, büyük bir olaydan haber vermektedir; eğer bu haber sahih olsaydı, hadîsin tevatür derecesine ulaşması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, bu hadis töhmet altında kalmıştır.

f) Kati meselelerde, zandan başka birşey ifâde etmeyen haber-i vahide itibâr etmek caiz değildir. [119]

 

Ehl-i Sünnetin Buna Cevabı

 

Bizim âlimlerimiz bu ta'n noktalarına, şöyle cevap vermişlerdin Bu haberlerden her biri, her ne kadar haber-i vahid olarak rivayet edilmişlerse de, pek çok sayıdadır ve aralarında hepsinde ortak olan bir nokta vardır ki, o da şefaat sebebiyle cehennemden, cezayı hak etmiş olan insanların çıkacağıdır. Buna göre bu husus tevatür yoluyla rivayet edilmiş olur. Binâenaleyh,hüccet sayılır. Allah en iyi bilendir. Mu'tezile'nin bütün delillerine bir tek sözle cevap verilir. O da şudur: Onların şefaati reddetme hususundaki delilleri, bütün şefaat çeşitlerinin yokluğunu ifâde eder. Bizim şefaatin varlığı hususundaki delillerimiz ise, hususî olarak şefaatin varlığını ifâde eder. Umum ile husus ifâdeler birbirleriyle çeliştikleri zaman, hâs olan ifâde umumî olana takdim edilir. Buna göre, bizim delillerimiz onlarınkine göre öncelik kazanır. Sonra biz, onların zikrettikleri hususların herbirine tek tek şöyle cevap vereceğiz: [120]

 

Mufassal Cevabın Birinci Vechi

 

Bu, onların Cenâb-ı Hakk'ın: "Ondan bir şefaat de kabul edilmez" (Bakara, 48) âyetine tutunmalarıdır. Farzedelim ki, itibâr, sebebin husûsî oluşuna değil, lâfzın umumiliğinedir... Ancak, şu kadar var ki, böyle umumî bir lâfzın, bu şekilde hususi bir sebeple tahsis edilmesi, bu hususta en küçük bir delil olarak yeter. Şefaatin varlığna delâlet eden deliller mevcut olunca, bu âyeti tahsis etmek vâcib olur. [121]

 

Cevabın İkinci Vechi

 

İkinci vecih ki o, Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilecek bir şefeâtçisi yoktur" (Mümin, 18) âyetine tutunmalarıdır. Buna şöyle cevap verilir: âyeti, bizim/'zalimlerin bir dostu ve şefaatçisi vardır" sözümüzün zıddrdır. Fakat, zalimlerin şefaatçisi ve dostu vardır sözümüz, "mûcibe-i külliye"dir. Bunun zıddı ise, "sâlibe-i cüz'iyye" dir. "Salibe'nin doğruluğu hususunda, bu olumsuzluğun bir tek şekilde bile bulunması kâfidir. Onun doğruluğu hususunda, bunun bütün şekillerde bulunmasına ihtiyaç yoktur. Buna göre biz, bunun gereği olan şeyi söylüyoruz; çünkü bize göre, bazt zâlimlerin dostu ve kendisine icabet edilen bir şefaatçisi bulunmamaktadır, bu zâlimler de kâfirlerdir. Ama, zalimlerden hiçbirinin dostu ve şefaatçisi olmadığına hükmetmeye gelince, bunu kabul etmiyoruz. [122]

 

Cevabın Üçüncü Vechi

 

Üçüncü vecih'e gelince, bu Mu'tezile'nin, Allahu Teâla'nın:

Hiçbir alışverişin, dostluğun ve şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce" (Bakara, 254) âyetine tutunmalarıdır ki, buna, birinci vecihte verilen cevâbın aynısiyle cevap verilir. [123]

 

Cevabın Dördüncü Vechi

 

Dördüncü vecihe gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Zâltmertn hiçbir yardımcısı yoktur" (A. imrân, 192) âyetine tutunmaktır, buna şöyle cevap veririz: Bu söz, bizim "Zâlimlerin yardımcıları vardır" sözümüzün zıddıdır. Bu, mûcibe-i külliyye" dtr. Cenâb-ı Hakk'ın,  "Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" âyeti ise, sâlibe-i cüz'iyye"dir. Bu sebeple onun delâleti, umûmun selbidir. Umûmun selbi ise, selbin umumîliğini ifâde etmez. [124]

 

Cevabın Beşinci Vechi

 

Beşinci vecihe gelince, ki bu; "Onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetine tutunmaktır, bu âyet kâfirler hakkında varid olmuştur. Bu sebeble, tahsisten dolayı, müminler hakkında bu hükmün aksinin söz konusu olduğuna delalet eder. [125]

 

Cevabın Altıncı Vechi

 

Altıncı vecihe gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "O melekler ancak, Allah 'm hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler" (Enbiya, 28) âyetidir. Bu husustan daha önce söz edilmişti. [126]

 

Cevabın Yedinci Vechi               Başa Dön

 

Yedinci vecihe gelince, ki bu müslümanların, "Allah'ım, bizi Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatine nail olanlardan eyle!" şeklindeki dualarıydı, buna şöyte cevap veririz: Bize göre, şefaatin tesiri, arzu edilen bir şeyi celb etme hususundadır. Bununla, hak edilmiş miktara ziyade olan faydaların celbedilmesiyle, günahlardan dolayı müstehak olunan zararları savuşturma arasında müşterek otan miktarı kastediyorum. Bu ortak husus ise, kulun günahkâr olmasına bağlı değildir. Bu sebeple de, sual ortadan kalkar. [127]

 

Cevabın Sekizinci Vechi

 

Sekizinci vecihe gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar, alevli bir ateştedirler" (Infitar, 14) âyetine tutunmaktır, bununla ilgili söz inşaallah "vaid" meselesini anlatırken gelecektir. [128]

 

Cevabın Dokuzuncu Vechi

 

Dokuzuncu vecihe gelince, ki bu Mu'tezile'nin, "Cenâb-ı Allah'ın büyük günah sahiplerine şefaat edilmesine izin verdiğine delalet eden bir şey yoktur" demesidir.bunun cevabı şöyledir: Bu görüş kabul edilmez. Bunun delili, bu şefaatin bulunduğuna delalet eden, daha önce sunduğumuz delillerdir. [129]

 

Cevabın Onuncu Vechi

 

Onuncu vecihe gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın meleklerden naklederek, buyurmuş olduğu: "Tevbe edenleri bağışla" (Mümin,7) âyetidir, bunun cevabı şöyledir: Beyan etmiş olduğumuz gibi, bu âyetin son tarafının has olması, baş tarafının umumiliğine zarar vermez. [130]

 

Hadîsler Hakkında İtirazlara Cevaplar

 

Hadislere gelince, onlar Hz. Peygamber (s.a.s) 'in bazı insanlara ve kıyametin bazı konaklama yerlerinde şefaat etmediğine delalet eder. Fakat bu, O'nun büyük günah sahiplerinden hiç kimseye şefaat etmediğine ve kıyametin bütün konaklarında imkansız olduğuna delalet etmez. Kesin olarak söylediğimiz şudur ki, Cenâb-ı Allah, şefaat edenlerden hiçbir kimsenin, kendi izni olmaksızın, şefaatte bulunamıyacağını beyan etmiştir. Buna göre belki Hz. Peygamber (s.a.s) bazı yerlerde ve bazı zamanlarda şefaat etmeye mezun değildi; bundan dolayı da bu yer ve zamanlarda şefaat etmedi.. Daha sonra başka bir yerde ve başka bir zamanda, şefaatte bulunmaya mezun oldu ve burada da şefaat etti... Allah en iyi bilendir. [131]

 

Şefaat Hakkında Feylesofların Görüşü

 

Şefaatin izahı konusunda feylesoflar şöyle demiştir: Vacibu'l-Vûcud olan Allah'ın feyzi bereketi umumi ve cömertliği de tamdır. Bu cömertlik ve feyzin bulunmayışı, onu alacak ve kabullenecek olanın buna müsait ve hazır olmayışındandır. Yine bir şeyin Vacibu'l-Vücuddan olan feyzi, bereketi kabule müsait olması, ancak, o şeyin bu feyzi Vacibu'l-Vücuddan, kendisinden önce bulunan bir şey aracılığıyla almaya müsait olmasıyla da caiz olabilir. Bu durumda bu şey, Vacibu'l-Vücud ile o İlk şey (alıcı) arasında bir vasıta olur. Bunun duyular alemindeki misali şudur: Güneş ancak, mukabil bir alıcıya ışık saçar. Evin tavanı, güneşin karşısında olmadığı için, güneşten ışık almaya müsait değildir. Ama, berrak bir suyla dolu bir leğen konulur, onun da üzerine güneşin ışığı düşerse, bu ışık, sudan tavana yansır. Böylece de bu berrak su, ışığın güneş küresinden ışığı almaya müsait olmayan tavana geçmesi için bir vasıta olmuş olur.

Vacibu'l-Vücudun feyzinin umum insanların ruhlarına ulaşmasında, nebilerin ruhları ile Vacibu'l-Vücud ile avam ruhları arasında vasıtalar durumundadır..

Kent  prensiplerin mebni olarak, şefaat konusunda feylesofların söyledikle,; bundan ibarettir. [132]

 

Benî İsrail'e Olan Nimetlerden: Firavun'dan Kurtulma...               Başa Dön

 

"Hatırlayın o zamanı ki oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakmak suretiyle size işkencenin en kötüsünü yapmakta olan Fir'avun'dan sizi kurtarmıştık... Bunda sizin için, Rabbtnizden gelen büyük bir imtihan vardı" (Bakara, 49)

Bilk ki Cenâb-ı Hakk, Beni İsrail'e oian nimetlerini tcmalen zikrettikten sonra, öğüt vermede daha etkili ve hüccet olma konusunda da daha müessir olsun diye, bu nimetleri tafsilatlı olarak zikretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle buyurmuştur: "Nimetlerimi hatırlayın; yine hatırlayın, hani sizi kurtarmıştık; size denizi yardığımız zamanı hatırlayın... İşte bunlar, Allah'ın onlara vermiş olduğu nimetlerdir..." Bu ayette zikredilense, ilk nimet vermedir. Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, bu âyet ve "Sizi kurtarmıştım" şeklinde de okunmuştur.

Kaffâl şunu söylemiştir: "İncâ"' ve "tenciye"nin aslı, bir şeyi kurtarmak, halas etmek; birbirleriyle artık bitişmeyecek bir tarzda.bir şeyi diğer şeyden ayırmaktır. Gerek ve gerekse fiilleri dilde, ayni mânaya gelen, iki

kalıbtırlar. Manası ise, kurtardı, kendi nefsini kurtardı, demektir. Araplar, yüksek yere derler; çünkü ona iltica eden necat bulur, yani kurtulur. Bir de, yüksek yer, alçak olan yerlerden ayrılmıştır; adeta ondan kurtulmuş, halas bulmuştur.

Keşşaf sahibi ise şunu söylemektedir: kelimesinin aslı, "ehl" (aile, sülale, hanedan)dır. Bu sebepledir ki,  kelimesinin ism-i tasgiri şeklinde gelir. Ancak kelimesinin hâ harfi elife tebdîl edilmiş, olmuştur. kelimesi daha ziyâde önem ve mertebe sahibi kimseler için kullanılmakta­dır; hükümdar ve benzeri kimseler gibi. Bundan ötürü, meselâ 'Hacamatçının ve ayakkabıcının âli' denilmez. îsâ ise şöyle demiştir: kelimesi, kelimesinden daha umumidir. Meselâ, Küfe halkı, (ehli" "Belde insanları" ve "İlim ehli, ilim erbabı" denilir de, ve denilmez. Sanki İsâ şunu demiştir: Eh! insanlara gâlib gelmiş olması cihetinden, bir şeyin hususiyetidir; âl ise, yakınlık veya arkadaşlık cihetinden, insanın hususiyetidir.

Ebu Ubeyde'den hikâye edildiğine göre O, şöyle diyen fasih bir kimse duymuştur: "Mekke halkı, Allah'ın ailesi ve âlidir." [133]

 

Firavun Kelimesi Hakkında

 

Firavn kelimesine gelince, nasıl ki Kayser ve Heraklius Roma hükümdarı; Kisra, Fars hükümdarı; Tubba' Yemen meliki ve Hakan da Türk hükümdarının adı ise, bu da Amalika'dan olan Mısır hükümdarına veriJen özel bir isimdir. İki yönden Firavn isminde ihtilaf etmişlerdir.

a) Onun ismi hakkında ihtilaf etmişlerdir. İbn Cureyc'in bir topluluktan rivayet ettiğine göre, onlar"Mus'abibn Reyyân" demişlerdir. İbn İshak ise. "o Velib ibn Mus'ab'dır; çünkü ondan daha sert ve daha katı kalbli bir Firavn olmamıştır" demiştir. Vehb ibn Münebbih'in anlattığına göreyse, Tevrat ve İncil'e bağlı olanlar Firavn'ın adının Kâbus olduğunu ve Kibtî olduğunu söylemişlerdir.

b)  İbn Vehb şunu söylemiştir: Yûsuf (a.s)'unFiravn'ı, Musa (a.s)'nın Firavn'ının ta kendisidir. Bu doğru değildir, çünkü Yûsuf (a.s)'un Mısır'a girmesiyle Musa (a.s)'nın Mısır'a girmesi arasında dörtyüz yıldan daha fazla bir zaman vardır. Munammed ibn İshak ise şöyle demiştir: Musa (a.s) zamanının

fFiravn'ı Yûsuf (a.s)'un Firavn'ı değildir. Yûsuf (a.s.)'un zamanındaki Firavn'ın adı, Reyyan ibn el-Velîd idi. Firavn'ın âline gelince, şüphe yok ki bundan murad, O'nun kavminden olan ve İsrailoğullarının bekasını, Firavn ve kavmininse helakini doğuran muhtelif haller iutfetmekle onları kendilerinden Allah'ın kurtarması için. Benî İsrail'i yok etmeye azmetmiş olan kimselerdir. [134]

 

Su Kelimesi Hakkında               Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın: hitabına gelince, bu bir kimse birisine zulmü ve haksızlığı reva gördüğünde söylenilen  ifâdesinden gelmiştir, nitekim şair Amr İbn Kelsum şöyle demiştir:

"Hükümdar insanlara zulmü reva görmediğinde, biz içimize zulmü yerleştirmekten kaçınır, imtina ederiz."

Bu kelimenin aslı, insan bir malı arzu ettiğinde söylemiş olduğu, ifâdesindendir. Sanki bunun manası, "sizin için azabın en kötüsünü arzuluyor ve onun sizin başınıza gelmesini istiyor" şeklindedir. kelimesi, fiilinden masdar olup, "kötü olan" manasınadır. denilir ve bununla fiilin ve ahlakın çirkin olanları kastedilir. Azabın her türlüsü kötü olduğu halde, buna "azabın en kötüsü" denilmesinin manası, "azabın en şiddetlisi ve en zoru" demektir. Sanki azabın çirkinliği, fiiline muzâf kılınmak suretiyle artmıştır. Müfessirler, ifâdesinden neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Muhammed ibn İshak şöyle demiştir: Bu, Firavn'ın yahudileri köie ve hizmetçileri yaparak, onları kendi işinde gurup gurup çalıştırmasıdır. Buna gö.e, bir /urup yahudi inşaat yapıyor, bir gurup yahudi ekin ekiyor ve bir gurup da biçiyordu... Yahudilerin hepsi Firavn'ın işinde çalışıyorlardı; Fıravn'ın herhangi bir işinde çalışmayana bir cizye takdir edilip, onun onu ödemesi emrediliyordu.

Süddî ise şöyle demiştir: "Firavn onları, çöpçülük yapmak, çamur işlerinde çalışmak ve dağlardan kayalar kesmek gibi, pis ve zor işlerde çalıştırıyordu. Cenab-ı Allah da İsrailoğullarının Musa (a.s)a:

"Sen bize gelmeden Önce ve geldikten sonra, biz eztyyetgördük" (A'raf. 129); Musa (a.s)'nın da Firavn'a:

"Başıma kaktığın o nimet, İsrailoğuilannı kul köle yaptığın içindi"[135] (Şuârâ, 22) dediğini nakl etmiştir." kendisini dilediği şekilde kullanacak bir biçimde başkasının altında olması, bilhassa o, kendisini pis ve meşakkatli işlerde .rdığı zaman, bu o kimse için azabların en şiddetlisi olur. Hatta, bu -umdan dolayı o,  bazan ölümü bile isteyebilir.  İşte Cenab-ı Allah, yahudiJere, onları bundan kurtarmak suretiyle vermiş olduğu büyük nimetini beyan etmiş, sonra bunun peşine ondan daha büyük olan nimetini zikrederek P* 6bî iyU* "Oğullarını boğazlayarak..." buyurmuştur. Bunun manası, onlar kız çocuklarını hayatta bırakıp, erkek çocuklarını öldürüyorlardı, demektir. Burada bazı bahisler bulunmaktadır. [136]

 

Erkek Çocukları Öldürmedeki Zararlar

 

Birinci Konu: Kız   çocuklarının   değil   de,   erkek   çocuklarının boğazlanması, birçok yönden daha  zararlıdır.

a) Erkek çocuklarının boğazlanması, erkeklerin sona ermesine sebep olur.Bu ise, neslin kesilmesini doğurur;çünkü kadınların.tek başlarına da bu hususta bir tesirleri olmaz. Bu ise neticede hem kadınların hem de erkeklerin yok olmasına müncer olur.

b) Erkeklerin tükenmesi, geçim hususunda kadınların yararlarının fesada uğramasına yol açar. Çünkü kadın, erkeklerin güvencesi ve işlerini deruhte etmesi sona erince, ölümü temenni eder. Kadının başına, yalnız kalması sebebiyle geçim darlığı çullanırsa, bu büyük bir çileye sebep olur. Bundan kurtulmak da, o nisbette güç olur.

c) Uzun   bir   hamilelikten   ve   doğacak   çocuktan   faydalanılacağı hususundaki beslenilen kuvvetli bir ümit ve katlanılan çilelerden sonra, doğan çocuğu öldürmek, azabların en büyüğüdür. Böyle bir durumda onu öldürmek, uzun bir müddet ondan istifade etmeyi düşünen, onun çeşitli halleriyle sürür bulan kimseyi öldürmekten daha şiddetlidir. Cenâb-ı Allah'ın, İsrailoğullar.nı bundan kurtarma nimetinin büyüklüğü, bu imtihandaki meşakkatin şiddeti nisbetindedir.

d) Oğullar ana-babaya,  kızlardan  daha sevgilidir.   Bundan dolayı insanların çoğu, kız çocuklarını yüksünürler ve hatta oğulları çok bile olsa, onları istemezler... bundan dolayı Cenâb-ı Allah:

"Onlardan birisine kızı(mn doğduğu) müjdesi verilince, pek ötkeli olarak yüzü simsiyah kesilir.  Kendisine verilen müjdeden dolayı insanlardan gizlenir" (Nahi, 58-59) buyurmuştur ve bundan dolayı, Arapları kız çocuklarını diri diri gömmektedir.

 korkusuyla, çocuklarınızı öldürmeyiniz" (isra, 31) buyurarak, nehyetmiştir. Çünkü Araplar, erkek çocuklarını değil, kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı.

e) Erkeklerin değil de kadınların hayatta kalması, onların, düşmanlarının odalıkları olmasını gerektirir ki, bu ise zillet ve aşağılanmanın zirvesidir. [137]

 

Buyruğundaki Atıfda Bulunan Nükte               Başa Dön

 

İkinci Konu: Bu sûrede ûytJı kelimesi atıf vâvı olmadan zikredilmişken, İbrahim sûresinde ise, vâvlı (ibrahim, 6)zikredilmiştir. Bunun İzahı şöyle­dir; Eğer âyeti âyeti ile tefsir edilirse, bu takdirde atıf vâvına ihtiyaç kalmaz. Ama, (âyeti kerimesi, boğazlanmanın dışındaki, diğer meşakkatti ve zor işlerle tefsir edilir, boğazlanma da, bu kötü azabın dtşında müstakil bir şey olarak alınırsa, bu takdirde vâv harfine ihtiyaç vardır. Her iki yerde de, lafız bu iki manaya da ihtimallidir; ancak, İbrahim sûresinde atıf harfinin zikredilmesinden kastedilen mana ve faydanın şu olacağı söylenebilir: Cenâb-ı Hakk bu âyetten önce:

"Andoisun ki biz Musa yi, "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah 'm günlerini hatırlat diye mucizelerimizle göndermiştik" (ibrahim, 5) buyurmuştur. Allah'ın günlerini hatırlatmaksa, ancak Allah'ın nimetlerini saymakla olur. Bu sebeple âyetinden muradın, azabın bir türü; (İbrahim, 6) âyetinden muradında azabın bir başka türü olması gerekmiştir. Ki böylece, bunların her ikisinden kurtulmak, iki ayrı nimet olabilsin... Bu sebeple İbrahim sûresinde (Ayet, 6) atıf harfinin gelmesi gerekmiştir. Buradaki ayete gelince, bu ayette ise, ancak nimet cinsinin hatırlanmasına dair bir emir varid olmuştur: "Size olan nimetlerimi hatırlayın!.." Binaenaleyh, azabın en kötüsünden murad, ister boğazlanma olsun isterse başkası, her halükarda nimetlerin hatırlatılması meydana gelmektedir. Böylece de, iki ifade arasındaki fark anlaşılmış olur. [138]

 

Firavun Yeni Doğanları mı, Delikanlıları mı Öldürtüyordu?

 

Üçüncü Konu: Bazı âlimler şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak, sözüyle, kadınlar lâfzına mutabık olsun için, çocukları değil de, reşîd erkekleri kastetmiştir; çünkü kadınlar buluğa ermişlerdir. Bu sebeple, oğullar itfflp dan murad, erkeklerdir... Bu görüşün sahibleri devamla şunu demişlerdir: Çünkü Firavn, kendisine karşı isyan etmelerinden ve baş kaldırmalarından korkmuş olduğu adamların öldürülmesini emretmişti... Müfessirlerin çoğu ise, ayette kastedilenin, adamlar değil de bulûğa ermemiş oğlan çocukları olduğunu söylemişlerdir.

Bu görüş, birkaç bakımdan daha uygun olanıdır:

a) Lâfız zahirine hamledilir.

b) Bunca çokluklarına rağmen bütün adamların öldürülmesi imkansızdır.

c) Firavn hanedanı, zor işlerinde kullanmak üzere, onlara muhtaç idiler.

d) Şayet durum böyle olsaydı, Hz.Musa (a.s)'nın çocuk iken bir sanduka içinde suya bırakılmasının bir anlamı kalmazdı...

Lâfzı, kadınlar kelimesine mukabil olsun diye, erkek adamlar anla­mına hamletmek gerekir diyen kimsenin bu görüşüne iki şekilde cevap veririz:

a) Oğlan çocukları, küçük iken öldürüldüklerinde, büyüyüp baliğ erkek olmak İmkanı yok olur. Bu sebeple de kelimesini onlara, oğullara itlak etmek caiz değildir. Kız çocuklarına gelince, onlar öldürülmeyip kadın olma çağına ulaştıklarında onlara "kadınlar" denilmesi caiz olur.

b) Bir kısım alimler, Cenâb-ı Hakk'ın sözünden muradın "Kadınların avret mahallerini, ayıp yerlerini, hamile mi değil mi diye kontrol ediyorlardı "  şeklinde olduğunu söylemişlerdir.  Bu görüşü,  kadınların karnındaKi ceninin göze görünmeyeceği için, kontrol ile bilinememesi ve ona el ile ulaşılmasının mümkün olmaması hususları geçersiz kılar. [139]

 

Oğulların Öldürülmesinin Sebebi

 

Dördüncü Konu: Oğulların öldürülmesinin sebebi hakkında alimler birkaç görüş zikretmişlerdir:

1) İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür: Buna göre, Firavn'a ve âvânesine, Allah Teala'nın İbrahim (a.s)'e zürriyetinden j peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vaadettiği hususu ulaşınca, onlar bundan korktular ve keskin bıçaklı adamlar hazırlamaya karar verdiler. Bu adamlar, Benî İsrail'in içerisinde dolaşıyor, doğan erkek çocukları kesiyorlardı. Benî İsrail'in büyüklerinin öldüğünü, küçüklerinin de boğazlandığını görünce, onların tükenip de zor işleri yaptıracakları kimseler bulamayacaklarından korktular ve bu sebeble doğan erkek çocukları bir yıl öldürüp, bir yıl öldürmemeye başladılar.

2) Süddİ'nin    görüşüdür.    Buna    göre,    Firavn,    rüyasında Beyt'ül-Makdis'den çıkan ve Mısır'ın bütün evlerini saran, kıptîleri yakan, İsrailoğullarını ise hayatta bırakan bir ateş görür. Bunun üzerine, kâhinlerini çağırır ve bunun ne manaya geldiğini sorar. Onlar da, Beytü'l-Makdis'ten, kıptileri imha edecek bir kimse çıkacağını söylediler.

3) Müneccimler, bu durumu Firavn'a haber verirken bu doğumun olacağı seneyi de tayin ettiler. Bu sebeble, İsrailoğullarının, erkek evlatlarını bu belli senede öldürtüyordu. Doğruya en yakın olan görüş birincisidir. Çünkü, rüya tabir etme ve yıldızlara bakarak hüküm çıkarma yoluyla elde edilecek şey, tafsilatlı bir bilgi olamaz. Aksi halde bu, Kur'an'ın gaybtan haber verişinin bir mucize olması hakikatini zedeler. Daha doğrusu bu yollarla elde edilecek bilginin mücmel (kapalı) olması gerekir. Akıllı kimseye yakışan ise böyle bir bilgi sebebiyle, böylesi büyük bir işe girişmemesidir. Eğer, "Firavn, Allah'ı inkar ediyordu, binaenaleyh onun peygamberleri haydi haydi inkâr ediyordu. Durum böyle olunca, O'nun, Hz. İbrahim (a.s)'in haberi sebebi ile, (ona inanmadığı halde) böyle büyük bir işe girişmesi nasıl olur?" denilirse, deriz ki: "Belki de Firavn, Allah'ı ve peygamberlerin doğruluğunu biliyordu. Ancak küfrü inadî olmak üzere bir kâfir idi " veya şöyle denilebilir: Firavn, din hususunda şüphe ve şaşkınlık içinde idi. Hz. İbrahim (a.s)'i tasdik etmesi ve bir ihtiyat olmak üzere bu fiile teşebbüs etmesi caizdir.

Beşinci Konu: Bu nimetlerin zikredilmesinde çeşitli faydalar vardır:

a) Hükümdarlar ve zalimlerle insanları imtihan etmesi musibetlerin en şiddetlilerinden olunca onları bu çilelerden kurtarması da nimetlerin en büyüklerinden olmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar kendilerini yok etmeye çalışanların yok olduklarını gözleriyle görmüşler ve kendilerini hor-zelîl kılmada elinden geleni yapanların nasıl zillete düçâr olduklarını müşahede etmişlerdir. Bunun ise, nimetlerin en büyüklerinden olduğu hususunda şüphe yoktur. Büyük nimetlerin verilmesi, bağlılığı ve taatı gerektirmekte, inadlaşma ve muhalefetin ise son derece çirkin olmasını icab ettirmektedir. İşte bu sebebten dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, aleyhlerine olan delilleri iyice yerleştirip sağlamlaştırmak ve mazeret yollarını tıkamak için bu büyük nimetlerini onlara hatırlatmıştır.

b) Onlar, kendilerinin son derece zelil; hasımlarının ise son derece aziz, ancak kendilerinin Hak'tan yana, hasımlarının ise batıldan yana olduklarını bilince,Hak'tan yana olanların zilletlerinin; batıldan yana olanların da izzet ve şereflerinin yok olacağına inanmışlardır. Allahu Teala sanki şöyle demiştir: Ey Kureyşliler, sizler Muhammed'in şu anda fakir oluşuna ve ona yardım edenlerin azlığına aldanmayın, çünkü o, Hak'tan yanadır. Binaenaleyh izzet ve şerefin ona, zillet ve hakirliğin ise düşmanlarının başına gelmesi kaçınılmazdır.

c) Allah Teala bununla, mülk ve saltanatın yed-i kudretinde olduğuna, onu dilediğine vereceğine; insanın dünyanın izzet ve şerefine aldanmayıp, ahiretin izzet ve şerefini elde etmeye çalışması gerektiğine dikkat çekmiştir. [140]

 

Belâ (musibet) Kelimesi Hakkında

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Bunda sizin için Rabb'inizden büyük bir imtihan vardır" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: kelimesinin aslı, denemek ve imtihan etmek anlamına gelen kelimesidir. Nitekim Hak Teala:    

"Bir imtihan olmak üzere, biz sizi hayır ve serlerle sınıyoruz" (Enbiya. 35) ve: kötülüklerle imtihan ettik" (A'raf, 168) buyurmuştur. İmtihan iki türlü olur. Nimetlere de, şiddetli meşakkate de bela denir. Ancak çoğunlukla, hayır (nimet) hakkında Şişerler hakkında da denir. Bazan bu kelimeler birbirinin yerine kullanılabilir. Züheyr şöyle demiştir:

"Allah, o ikisinin size yaptıklarına ihsan ile karşılık versin. Ve onları verdiği belaların en hayırlısı ile imtihan etsin" (yani değerlerini ortaya çıkarsın).

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki bu âyetteki "bela" kelimesi, -eğer (lafzı ile, Firavn'ın yaptığına işaret ediliyor ise, -meşakkat; - yok eğer lafzı ile Allah'tn onları kurtarışına işaret ediliyor ise- nimet manasına geıir. Nimet manasında anlaşılması daha uygundur. Çünkü bu nimet, Hak Teala'dandır ve bunun yahudiler aleyhine hüccet oluşu, Allah'ın onların atalarına in'amda bulunmuş olmasıdır. [141]

 

Benî İsraîlin Denizden Geçirilip Firavunun Boğulması               Başa Dön

 

"Hem hatırlayın o zamanı ki hani sizin (geçmeniz) için denizi yarmış, böylece sizi kurtarıp, Firavn'un hanedanını, sizin gözleriniz Önünde (suda) boğmuştuk" (Bakara, 50).

Bu Cenab-ı Hakk'ın onlara ikinci nimetidir. Ayetteki "yardık" kelimesi şu manaya gelir: Biz denizi birbirinden ayırdık da deniz içinde sizin için yollar meydana geldi.Bir kıraate göre ise,bu kelime "ayırdık" manasında olmak üzere, şeklinde okunmuştur. Arapçada, iki şeyin arasını ayırdı manasında ve birçok şeyin arasını ayırdı manasında olmak üzere de denilir. Çünkü denizde açılan yolların sayısı, Benî İsrail içindeki boyların sayısınca olmak üzere, oniki tane idi. Eğer manası nedir?" dersen, deriz ki:   Bunun iki izahı vardır:

a) Benî İsrail, denize giriyor, o esnada su önlerinde yanlıyordu. Sanki Cenab-ı Hak, iki şeyin arasını aralarına soktuğu bir şey ile ayırdığı gibijsrail-oğulları ile denizi yarıyordu.

b) Yani, "sizin için, sizi kurtarmak için denizi yardık " manasıdır. Bu âyetle ilgili birkaç konu vardır. [142]

 

Âyet-i Kerime İle İlgili Konulardan Birinci Konu: Denizden Geçiş               Başa Dön

 

Rivayet olunduğuna göre, Cenâb-ı Allah, Firavn ve kiptîleri boğmak isteyip, onların durumu da, ilm-i İlahide hiçbirinin iman etmeyeceği şeklinde malum olunca, Musa (a.s), İsrailoğullarına, kıptilerden, zinet eşyaları ödünç almalarını emretti. Bu,iki sebebten dolayı idi: Birincisi, bu mallan için kiptiler peşlerine düşsünler diye. İkincisi, kıptilerin zinet eşyaları İsrailoğutlarının elinde kalsın diye.. Sonra Cebrail (a.s), akşam vakti gelerek, Hz. Musa'ya "Milletini, geceleyin yola çıkar" der. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Biz, Musa'ya, "kullarımıgece yola çıkart " diye vahyettfk" (Şuara, 52) âyeti ile anlattığıdır. İsrailoğullarının sayısı altıyüzbin idi. Çünkü oniki boy idiler ve her boy  ellibin kişiden meydana geliyordu. Musa (a.s), İsrail- oğullarını Mısır'dan çıkarınca, bu haber Firavn'a ulaştı. O, bunun üzerine "Horozlar ötmedikce onların peşine düşmeyiniz " dedi. Ravi şöyle devam etti. Allah'a yemin olsun ki o gece hiçbir horoz ötmedi.

Sabah olduğunda.Firavn bir koyun getirmelerini istedi ve getirilip kesildi. Sonra Firavn: "Yanıma aitıyüzbin kıptı toplanıncaya kadar, bu koyunun ciğerini yiyeceğim " dedi. Katade şöyle der: Firavn'un etrafında, herbiri aygır atlara binmiş birmilyon ikiyüzbin kişi toplanır ve gündüz İsrailoğullannın

.jeşine düşerler. Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve onlar, güneş doğduktan sonra, İsraÜoğullannm arkalarına düştüler (Şuara. 60) ve:

"İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa'nın ashabı, "Eyvah yakalandık" dediler" (Şuara, 61) âyetlerinde anlattığı hadise budur. Bunun

üzerine Hz. Musa (a.s) da: "Hayır, Rabbim benimledir ve beni (kurtuluşa) iletecektir" (Şuara, 62) dedi. Musa (a.sV onları yürütüp, ontor denize utada, Yûşâ' b.Nûn, Musa (a.s)'ya şöyle dedi: "Rabbin, sana nereye gitmeyi emretti?"Musa (a.s) da ona, "ön tarafını emretti " diyerek, denizi gösterdi. Yûşâ' b.Nûn, bunun üzerine atını denize sürdü, denizde su boğazına kadar çıkıncaya kadar ilerledi. Derken kendisi üzerinde olduğu halde atı yüzmeye başladı ve geri kıyıya döndü. Hz. Musa (a.s)'ya tekrar, "Ey Musa, sana Rabbin hangi tarafa gitmeyi emretti?" dedi. Musa (a.s) da: "Denizi emretti. Vallahi yalan söylemiyorum." dedi. O da bu işi üç kere yaptı, derken Cenâb-ı Hakk, Musa (a.s)'ya şunu vahyetti:

"Asanı denize vur" diye vahyettik. (Vurunca) derhal deniz yarıldı, her parçası kocaman bir dağ gibi idi" (Şuara, 63) Bunun üzerine deniz, on iki dağ şekline girdi. Herbirinde bir yol vardı. Musa (a.s.), Yûşâ'ya "Haydi gir "dedi. Fakat açılan yol çamur idi. Derken, saba rüzgarı esip denizdeki yolların çamuru kurudu. Öyleki kupkuru birer yol haline geldiler. Nitekim Cenâb-ı Hakk, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Onlara denizde kuru bir yol aç" {Taha,77).Bunun üzerine her kabile bir yol seçip içine girdiler. Daha sonra Musa (a.s)'ya "Biz, birbirimizi göremiyoruz" dediler. Hz. Musa (a.s)'da asasını yollar arasında kalan (duvar gibi olan) denize vurunca yollar arasında geçitler ve pencereler belirdi. Böylece her kabile, diğer kabileleri de gördüler.

Sonra ise peşlerine düşmüş olan Firavn deniz kıyısına varınca, İblisi orada bekler buldu. İblis, onu denize girmekten alıkoymak isteyince, o da denize girmemeye niyetlendi. Derken Cebrail (a.s), bir kısrağa binmiş olarak geldi ve erkek bir ata binmiş olan Firavn'un önüne geçti. Firavn'un atı da onun peşine takılıp denize girdi. Firavn denize girince Mikail (a.s) Firavn'un ordusundakilere "Arkadakiler, öndekilere yetişsin " diye seslendi. Hepsi denizdeki bu yollara girince, Cenâb-ı Hakk, suya emretti ve su onların üstüne

kapandı. İşte bu Allah Teala'nın; "Ve Firavn hanedanını, siz bakıp dururken (gözünüzün) önünde boğduk" âyetiyle anlattığı hadisedir. Rivayete göre o gün, aşure günü idi. Hz. Musa (a.s), Cenâb-ı Hakk'a şükretmek amacıyla, o günü oruçlu geçirmiştir.

İkinci Konu: Onları Denizden Geçirmenin İhtiva Ettiği Nimetler

Bil ki bu olay, dinî ve dünyevi birçok nimetleri ihtiva etmektedir. Musa (a.s) için olan dünyevi nimetlere gelince, bunlar birçok yöndendir: [143]

 

Dünyevi Nimetler

 

a) İsrailoğulları, arkalarında Firavn ve ordusunun, önlerinde ise denizin bulunduğu; dursalar düşmanın kendilerine yetişip, en feci şekilde kendilerini yokedeceği, ileri gitseler boğulacakları, daha büyüğü olmayan böylesi korkulu bir duruma düştükleri bu zor zamanda, Allah u Teala, denizi yararak onları kurtarmıştır. Bundan daha büyük sevinç olmaz.

b) Allah u Teala, onlara hususi olarak böylesi büyük bir nimet, parlak bir mucize vermiştir. Bu, Allah katında onların kıymetlerinin bulunuşu sebebiyledir.

c) Onlar, Hak Teala'nın, düşmanları helak ettiğini gözleriyle gördüler. Malumdur ki böyle bir beladan kurtulmak nimetlerin en büyüğüdür. Bu kurtuluşla beraber, büyük bir lütuf ve düşmanın imha edilmesi nimeti bulunursa artık sevinçlerini var sen düşün!

d) Allah, onları Firavn'un vatanına ve toprağına, onların içinde yüzdükleri nimet ve mallara varis kılmıştır.

e) Hak Teala, Firavun'u ve avanesini boğmak suretiyle, İsrail oğul lan m onlardan kurtarmış oldu. Bu büyük bir nimettir. Çünkü Musa (a.s), onlardan çekiniyordu. Eğer, Allah u Teala, Musa (a.s)'yı ve kavmini bu tehlikeden kurtarsa ve fakat, Firavn ile kavmini helak etmeseydi, tekrar biraraya gelip, Hz. Musa (a.s)'ya tuzak kurarak, ona ve kavmine eziyet verme ihtimali her zaman söz konusu olacağından, korku devam edip giderdi. Fakat Cenâb-ı Allah onları boğunca, korkuyu kökünden kesmiştir.

f) Bu boğma işi, İsrailoğullannın gözleri önünde olmuştur. Allah Teala'nın "Çözleriniz önünde" sözünden kastettiği de budur. [144]

 

Dinî Nimetler

 

Hz. Musa {a.s) için olan dinî nimetler de birçok yöndendir:

a) Hz.Musa  (a.s)'nın   kavmi   bu   parlak   mucizeyi   gördüklerinde, kalblerindeki her türlü şek ve şüphe yok olmuştur. Çünkü böyle bir mucizenin, hakim bir yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'ntn peygamberliğinin doğruluğuna delalet etmesi zaruri ilme yakın bir mertebededir. Sanki Cenâb-ı Hakk, onlardan ince düşünce ve zor istidlal meşakkatini kaldırmıştır.

b) Onlar, bu olayı gözleri ile gördüklerinde, bu onları Hz. MuSa (a.s)'yı tasdik ve O'na inkiyad hususunda sebatlı olmaya davet etmiştir. Diğer yandan ise bu, Firavn kavmini de, Hz. Musa(a.s) 'yi yalanlamayı bırakıp, Firavn'u tek­zibe yönelmeye teşvik etmiştir.

c) İsrailoğulları, bütün işlerin Cenâb-ı Allah'ın elinde olduğunu anladılar. Çünkü dünyada Firavn'un sahib olduğundan daha üstün bir izzet ve İsrailoğullannın düştükleri sıkıntıdan daha şiddetli bir sıkıntı yok idi. Sonra Allah Teala, bir anda aziz görünenleri zelil, zelil olanları aziz yaptı. Bu durum, kalbi  dünya  meşgalelerinden  çevirip,   tamamen  yaratıcının   hizmetine yönelmeyi ve bütün işlerde O'na tevekkül etmeyi gerektirir. [145]

 

Bu Kıssadan Ümmet-i Muhammed'in Çıkaracağı Dersler               Başa Dön

 

Bu kıssanın anlatılışından Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini alakadar eden nimetler de çoktur:

1) Bu olay, Ehl-i Kitab'a karşı, Hz. Peygamber (s a.s)'in bir delili gibidir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'in halinden, ümmi olduğu, okuyup yazması bulunmadığı ve Ehl-i kitapla beraber olmadığı biliniyordu. O, Ehl-i kitaba, ancak kitaplardan öğrenilecek olan, kendindeki mufassal (tafsilatlı, teferruatlı) haberleri anlatınca, onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vahiy yolu ile haber verdiğini ve doğru söylediğini anladılar. Bu durum ise, Hz. Peygamber (s.a.s) için yahudilere karşı. O'nu doğrulama hususunda da bizim için bir hüccet olmuştur.

2)  Biz onlar için cereyan eden ve başlarına gelen bu büyük olayları tasavvur ettiğimizde anlıyoruz ki Allah'a muhalefet eden hem dünyada hem de ahirette bedbaht olur. O'na itaat eden ise, dünyada da ahirette de mesud olur. Bu durum ise, bizi O'na itaate sevketmekte, günahtan sakındırmaktadır.

3) Hz. Musa (a.s)'ntn ümmeti, kendilerine bu apaçık mucizeler ve gözalıcı deliller bilhassa verilmiş olduğu halde, yine de birçok hususta, Hz. Musa

(a.s)'ya muhalefet etmişlerdir. Hatta, "Onların tanrıları olduğu gibi, bize de bir tanrı yap" (Araf, 138) demişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetine gelince, onlara verilen başlıca mucize, mucize oluşu ancak ince deliller ile bilinen Kur'an-ı Kerim olduğu halde, peygamberlerine boyun eğmişler ve O'na hiç karşı çıkmamışlardır. Bu da gösterir ki, ümmet-i Muhammed ümmet-i Musa'dan daha şereflidir. Geriye ayetle ilgili iki sual kalıyor. [146]

 

Âyetle İlgili Birinci Sual

 

Denizin yarılması, Kadir bir Yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'nın doğruluğuna delalet hususunda adeta zaruri bir ilimdir. O halde bunu, mükellefiyet verirken yapmak nasıl caiz olur? Buna şöyle cevab verilir: Bizim görüşümüze göre, meseleye bakarsak, bu iş açıktır. Mu'tezile'ye gelince, Ka'bî, mükellefler içerisinde anlayış ve akıldan uzak ahmak kimselerin bulunduğunu, İsrailoğullarının ekserisinin de böyle olup, denizin yarılması, Tur dağının başlarının üstüne yükseltilmesi ve ölülerin diriltilmesi gibi büyük mucizeleri gözleri ile görerek uyarılmaya muhtaç olduklarını söyleyerek, bu soruya toplu bir cevap vermiştir. Görmüyor musun, onlar, kendilerine gösterilen bu mucizelerden sonra bile, putlara tapan bir kavme rastladık­larında: ~s\\ lii^Q\\^'&:)j'J*^   (A'raf, 138) demişlerdir. Araplar ise böyle değildiler. Çünkü onlar, son derece akıllı idiler. Bu sebeble de, Hak Teâla, onlara ince deliller ve latif mucizeler göndermiştir.

İkinci Sual: Firavn denizin varıldığını gördüğü zaman, akıllı bir kimse olduğu için, bunun Hz. Musa (a.s)'nın yapması ile değil de, kudret sahibi, varlıklardan başka olan bir Alîm, Kadir varlık tarafından yapılmış olması gerektiğini anlamalıydı. Öyle ise o, buna rağmen nasıl küfrünü sürdürmüş olabilir? Eğer sen, "Onun, Rabb'ini bildiğini, inadından ve azgınlığından inkâr ettiğini" söylersen, ben de derim ki: O, bunu kalbi ile bildiğinde, bu anda o, yaratıcının varlığını ve Musa (a.s)'nın sıdkını bilmeye mecbur kalan bir kimse durumunda olduğu halde, kendisini bu tehlikeye atmayı ve denize girmeyi tercih etmiştir?" Bu soruya şöyle cevab verilir: Birşeye duyulan sevgi (arzu), insanı (o hususta) kör ve sağır yapar. Binaenaleyh, Firavn'ın makam sevgisi ve hakkı örtme arzusu, kendisini bu helak içine atmaya sevketmiştir. [147]

 

Firavn Ordusunun, Onların "Gözleri Önünde" Boğulmasının Manası

 

Cenâb-ı Hakk'ın "Sizin gözleriniz önünde" hitabı ile ilgili bir­kaç vecih vardır:

1) "Siz,   denizin   dalgalarının,   Firavn   ile   kavmini   yuttuğunu görüyordunuz " demektir.

2) Musa (a.s)'nın kavmi, Musa (a.s)'dan, Cenâb-ı Allah'ın kendilerine Firavn hanedanının durumunu göstermesini istediler. Musa (a.s) da Rabbine, onların halini İsrailoğullarına göstermesi için dua etti. Bunun üzerine deniz Firavn hanedanını birmilyonikiyüzbin kişi olarak, Firavn ile beraber kıyıya attı. İsrailoğulları da kıyıya vurmuş olan askerlere bakıyorlardı. Oeniz inkârlarının uğursuzluğundan dolayı onlardan hiçbirini kabul etmemişti. Bu Cenâb-ı Hakk'ın  (Yûnus, 92) âyetinde ifâde ettiği husustur. Yani "seni, insanlar görsün de onlara ibret olsun diye denizin darlıklarından, fezantn genişliğine çıkarıyoruz " demektir.

3) Bu ayetten murad, her nekadar onları gözleri ile görmüyor iseler de, onlarla aynı hizada ve aynı yönde oldukları için, "sizler onlara yakın idiniz." denilmesidir. Ferra şöyle demiştir: "Bu ifade, senin "Andolsun ki seni, dövdüm, ailen de sana bakıyor ve hiçbir yardımda bulunamıyorlardı " demen gibidir. Sen bunu,dövülen kişinin ailesi, her nekadar dövüleni görmeseler de, ona yakın bulundukları zaman söylersin. Buradaki "görme" fiili, "bilme" manasında kullanılmıştır." [148]

 

Hz. Musa'ya Tûr Dağında Yapılan Vahy

 

"Hani Musa kırk geceliğine vaidleşmiş idik. Yine siz (yahudtier) onan arkasından, zalimler olarak buzağıyı (Hah olarak) almıştınız. Daha sonra sizi, bu işinizin peşisıra atfetmiştik, ki belki şükredersiniz (diye) "(Bakara, 51-52). [149]

 

Kıraat Farkının Manaya Tefsiri               Başa Dön

 

Bil ki, işte bu üçüncü nimettir. Cenâb-ı Allah'ın üopij itj kavlini Ebû Amr ve Ya'kûb burada, A'râfta ve Tâhâ'da, elifsiz olarak, şeklinde; diğerleri de, bu üç yerde, elifle şeklinde okumuşlardır. Bunun elifsiz okunuşunun sebebi açıktır. Çünkü vaad, Allah'tandır. (vaad-leşmek) ise, mufâele vezninde olup, iki kişi arasında yapılmış olması gerekir.

Bu fiilin elifle okunmasına gelince, bunun izahı birkaç yöndendir:

a) Vaad, her ne kadar Cenâb-ı Hakk tarafından yapılmış ise de, onun kabulü Hz. Musa (a.s) tarafındandır. Vaadi kabul etmek de, yine vaade benzer. Çünkü vaadi kabul edenin,"bunu yapacağım!" demesi gerekir.

b) Kaffal şöyle demiştir: " Ademoğlunun da Allah'a vaadde bulunması uzak bir görüş değildir. O zaman bunun anlamı, "Allah'a ahitte bulunmak" olur."

c) Vaad, iki kişi arasında cereyan eden bir iştir. Bu bakımdan burada denilmesi caizdir.

d) Bu en kuvvetli görüştür. Buna göre Cenâb-ı Allah Musa (a.s)'ya vahyi vaad etti. Bu, Allah'ın belirlenmiş vakitte Tûr'a geleceğini vaad etmesidir. [150]

 

Musa Kelimesinin Manası

 

Musa kelimesine gelince, bunun izanıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır.

a) Bu kelime vezninde olup, kelimedeki mim harfi, aslî bir harftir. Kelimenin aslı, kişi böbürlenerek yürüdüğünde söylenen, fiilinden alınmadır; nitekim Hz. Musa (a.s) böyle celalli yürüyordu.

b) Bu kelime veznindedir. Kelimedeki mim harfi ziyade olup, kelimenin aslı,  üzerindeki yaprakları sıyrıldığında ağaç hakkında söylenilen ifâdesinden alınmıştır. Musa (a.s) saçı dökülmüş olduğu için, bu isimle isimlendirilmiştir.

c) Bu kelime, İbranice olan iki kelimeden meydana gelmiş birleşik bir isimdir. Su mânasına gelen y ve ağaç anlamına gelen kelimesidir. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi, O'nu Firavn'ın   öldürmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizini dalgaları Firavn'ın sarayı yanındaki ağaçların araşma sokuncaya kadar 'sürüklemişti. Firavn'ın hanımı olan Asiye'nin cariyeleri yıkanmak için dışarı

çıktıklarında, sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre

bir ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi...

Bil ki ilk iki açıklama, gerçekten yanlıştır. Birincisi yanlıştır, çünkü ne İsrailoğulları, ne de kıbtîler Arapça konuşmuyorlardı; bundan dolayı Musa ismiyle bunu kastetmiş olmaları mümkün değildir. İkincisi de yanlıştır, çünkü bu bir özel isimdir. Özel isim haddizatında bir mana taşımaz. Doğruya en yakın olansa, üçüncü görüştür. Bu görüş, insanların alışmış olduğu görüştür. Hz. Musa (a.s)'nın nesebine gelince bu şöyledir: Musa ibn İmran ibn Yasher ibn Kahes ibn Lâvi ibn Ya'kûb ibn İshak ibn İbrahim {a.s). [151]

 

Tûr'daki Kırk Gece

 

Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, bununla ilgili bazı konular vardır.

Birinci Konu: Musa (a.s), İsrail oğullarına, "eğer denizden sağ salim çıkarsak, size Allah'tan, yapmanız ve yapmamanız gereken şeyleri açıklayan bir kitap getireceğim" demişti. Musa (a.s), İsrailoğullarıyla beraber denizi geçip, Cenâb-ı Allah da Firavn'ı denizde boğunca, onlar "Ey Musa, bize vaadettiğin şu kitabı getir" dediler. Bunun üzerine Hz. Musa Rabb'ine gitti ve İsrailoğullarıyla da, kırk günlüğüne vaadde bulundu. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın: "Biz Musa ile otuz gece sözleşmiş, sonra da ona on daha ilave etmiştik. Böylece Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı" (A'raf, 142) âyetiyle anlattığı hadisedir. Musa (a.s.), kendi yerine Harun (a.s)'u onların başında bıraktı. Tür dağında kırk gece kaldı ve Cenâb-ı Allah, levhalar üzerinde O'na Tevrat'ı inzal etti. Bu levhalar yakuttan idi. Cenâb-ı Hak gizlice onu yanına yaklaştırdı ve arada bir vasıta olmaksızın, onunla konuştu. Ve Musa (a.s)'ya kader kaleminin cızırtılarını işittirdi.Ebu'l-Âliye şöyle demiştir: Öğrendiğimize göre, Musa (a.s) Tûr dağından ininceye kadar kırk gece hiçbir söz söylememiştir.

İkinci Konu: Kırk gece denildi, çünkü aylar geceden itibaren başlar.

Üçüncü Konu: Hak Teala'nın âyetinin manası "Biz Musa'ya kırk gecenin tamamlanmasını va'dettik" demektir. Bu, Arap­ların, "Bugün, falancanın çıkışının kırkıncı günü oluyor" yani tam kırkıncı günü" demektir " demeleri gibidir. Velhasıl, burada muzaf hazfedilerek, onun yerine mu ileyh konulmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın: "Beldeye sor" (Yusuf, 82) yani, "o belde halkına sor..." Aynı şekilde, kırk geceden murad, herhangi bir kırk gecenin değil, muayyen ve belirlenmiş kırk gecenin sona ermesidir. O belli kırk gece de otuzu Zilkade ayından, onu da Zilhiccenin başından olan kırk gecedir. Çünkü Musa (a.s) bundan muradın, bu muayyen kırk gece olduğunu biliyordu. Aynı şekilde Cenab-ı Allah'ın âyetinden muradın da, bu kırk gün gelmezden önce kendisine verilmiş olan ve dağda, kendisine Tevrat'ın indirileceği kırk gece kalacağına dair bir vaad olması muhtemeldir. Ve yine bundan muradın, kırk geceliğine Tûr dağına gelmekle emredilmiş olması ve bundan sonra da ona Tevrat'ı indireceğini vaadetmiş manasında olması da caizdir. Bu ikinci ihtimal, haberlerle de takviye edilmiştir.

Dördüncü Konu:(Âyetteki, ifâdesi, bu sözleşmenin başlangıçta bu şekilde olduğunu kırk gün gösteriyor. A'râf süresindeki (A'raf, 142) âyeti de yine işin başında otuz gün olduğunu gösteriyor. Bunlar nasıl bağdaşır? Hasan el-Basri buna şöyle cevap vermiştir: "Ayetten murad, Allah'ın Musa (a.s) 'ya once otuz gece vaad edip bundan sonra ona bir on gece daha vaad ettiğini anlatmak değildir. Fakat bundan murad, Allah'ın ona toplam kırk gece vaad etmiş olduğudur. Bu,

"Hac günlerinde iç, döndüğünüz vakit yedi gün (oruç tutarsınız) İşte bunlar tam on gün eder" (Bakara, 196) âyeti gibidir. [152]

 

İsrailoğullarının Buzağıyı Tanrılaştırmaları

 

Cenâb-ı Hakk'ın, ("Bundan sonra, siz buzağıyı ilah edindiniz" âyetine gelince, bunda da bazı konular vardır.

Birinci Bahis: Cenab-ı Allah bu âyette f lafzını zikretti. Çünkü O, Musa (a.s)'ya, O'na Tevrat'ı indirmek için, belirlenen vakitte Tûr'a gelmesini yetmiş kişinin yanında vaad etmişti. Böylece Cenâb-ı Allah bir yandan buna şahid olanların derecelerinin yüksekliğine dikkat çekmiş, hazır bulunmayanlara da bunu bildirme ve dini tamamlama için Hz.Musa (a.s)nın derecesini ve İsrail oğullarınınfaziletini ortaya koymuştur.Bu ise, nimetlerin en büyüklerindendir. Onlar bundan sonra, cehalet ve küfrün en çirkinlerini yapınca, bu da taaccübe sebep olmuştur. Bu, şöyle söyleyen kimsenin sözüne benzer. "Ben sana iyilik yaptım, şunu şunu yaptım.. Sonra sen ise, bana kötülük yapmak ve eziyyet etmek istiyorsun!.." [153]

 

Samiri'nin Buzağı Heykeli Yapma Kıssası               Başa Dön

 

İkinci Bahis: Siyerciler şöyle demişlerdir: Cenab-ı Allah Firavn'ı suda boğup, Musa (a.s)'ya Tevrat'ı indireceğini vaad edince, Musa (a.s) kardeşi Harun (a.s)'a;

"Kavmimin içinde benim yerime geç, ıslah et, fesadaiann yoluna tabi olma" (A'raf, 142)demiştir. Musa (a.s) Tür dağına gittiğinde, İsrailoğullarının yanında, Kıbtîlerden ödünç aldıkları elbiseler ve zinet eşyaları bulunuyordu. Harun (a.s) onlara, "bu elbise zinet eşyaları size helal değil; onun için bunları yakın!" dedi. Onlar da bir ateş yakıp, içinde bu şeyleri yaktılar. Samiri ise, Hz. Musa ile denizden geçişleri sırasında, Firavn'ın önü sıra denize girmiş olan Cebrail (a.s)'in atının bastığı yere bakmış ve bu hayvanın ayağının bastığı yerden bir avuç toprak almıştı. Sonra Samirî, yanında bulunan altın ve gümüşleri alarak, bunlardan bir buzağı heykeli yaptı. Bu bir avuç toprağı da bunun içine attı. Böylece, o heykelde, böğürmeye benzer bir ses çıktı.

Kavmine: "Bu' sizin ve ilahıdır" (Taha, 88) dedi. Bunun üzerine kavmi de, bu buzağıyı kendilerine ilâh edindiler." Rivayette gelen budur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Akıllı insanlardan   müteşekkil büyük bir topluluğun, aklın bedâhetiyle batıl olduğu bilinen bir şey üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu anlatılan şey de, birçok yönden böyledir:

a) Her akıllı kimse, aklının bedâhetiyle bilir ki, hareket etmeyen, hissetmeyen ve akletmeyen bu altından yapılmış putun göklerin ve yerin ilâhı olması imkânsızdır. Farzet ki, ondan bir böğürme sesi çıktı. Fakat bu kadarlık bir şey akıllı insanların kalbinde, onun ilâh olabileceği şüphesi için kafi değildir.

b) Bu kavim, bu hâdiseden önce yaratıcının varlığına ve Musa (a.s.)'nın nübüvvetinin doğruluğuna delâlet konusunda, zorlama derecesinde bulunan muazzam mu'cizeler müşahede etmişlerdi. Bu delillerin kuvvetine, onlar bakımından zaruret derecesine ulaşmasına rağmen, altından yapılmış bu buzağıdan bir böğürme çıkmasının, bu sesli nesnenin ilâh olabileceği şüphesini gerektirmesi imkânsızdır." Buna şöyle cevap verilebilir: Bu hâdisenin doğru kabul edilmesi, ancak bir yönden mümkündür. O da şöyle denilmesidir: Samirî, millete, Musa (a.s)'nın yaptığı şeyleri, ancak yıldızlar üzerinde müessir olan tılsımlar sayesinde yapabildiğini ve bu tılsımlar vasıtasıyla da söz konusu olan mu'cizeleri meydana getirdiği düşüncesini yayıyordu. Bu sebepten Samirî kavmine şöyle dedi: "Ben de,onun tılsımı gibi bir tılsım yapıyorum..." Ve bunu, kendisinden hayret uyandıracak bir sesin çıkacağı şekilde buzağıyı yaparak, onlara süslü gösterdi. Böylece onlarda, harikulade şeyleri yapma konusunda Hz. Musa (a.s) gibi olma arzusu uyandırdı. Veya belki bu topluluk"mücessimehulûliyye" inancına sahip idi. Bundan dolayı,Tanrının bir cisme hulul edebileceğini kabul ediyorlardı. Bu sebeple de bu şüpheye düştüler. [154]

 

Üçüncü Bahis: Bu Kıssadaki Bazı Faideler

 

Bu kıssada birçok faideler bulunmaktadır.

a) Bu kıssa, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin en hayırlı ümmet olduğuna delâlet eder. Çünkü bu yahudiler, bu kahir delilleri müşahede etmelerine rağmen, bu zayıf şüpheye aldandılar. Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti ise, Kur'an'ın mu'cize oluşunu   bilmek  ve   anlamak   için ince delillere  muhtaç  oldukları   halde,   kuvvetli  ve  büyük  şüphelere  bile aldanmadılar Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin bunlardan daha hayırlı, akılca daha mükemmel ve gönülce daha temiz olduklarını gösterir.

b) Hz. Muhammed (s.a.s), hiçbir ilim tedris etmediği hâlde, bu kıssayı anlatmıştır. Bu durum, O'nun, bunu vahiy yoluyla aldığını gösterir.

c) Bu kıssada, taklidden ve delilleri bilmemekten büyük bir sakındırma bulunmaktadır. Çünkü bu kavimler, eğer Cenâb-ı Allah'ı delille tam bir şekilde bilselerdi, Samirî'nin şüphesine düşmezlerdi.

d) Bunda, müşrik Araplarda, yahudilerden ve hristiyanlardan görmüş olduğu muhalefet hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir teselli bulunmaktadır. Sanki Cenâb-ı Allah, Musa (a.s)'nınbu kötü olaya sabredişi gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in de sabretmesini emretmişdir. Çünkü israil-oğullan.Allah onları Firavn'dan kurtardıktan ve Musa (a.s)'nın ilk çıkışından o vakte kadar harikulade mucizeler gösterdikten sonra bu zayıf şüpheye kanmışlardır. Sonra Musa (a.s) buna sabretmişti. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.s)'inbu şiddetli eziyetlere sabretmesi, daha da evlâdır.

f- Hz. Muhammed (s.a.s)'le en fazla mücadele eden ve O'na en çok düşmanlık besleyenler yahudiler idi. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: Bunlar, selefleriyle iftihar ediyorlar. Oysaki onların selefleri, ahmaklığın, cehaletin ve inadın işte bu derecesinde idiler. Ya onların halefleri nasıl olur? [155]

 

Böyle Yapan Yahudilerin Zulmü               Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın, âyetine getince, bu hususta birkaç bahis vardır: [156]

 

Birinci Bahis: Zulm ne demektir?

 

Zulmün tefsiri hususundadır. Bunda iki izah bulunmaktadır,

a) Ebû Müslim şöyle demiştir: "Zulüm kelimesinin dildeki asıl mânası "eksiltmek"dir. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:

İşte bu iki bağ, ürününü vermiş,bundan hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır" (Kehf, 33).Buna göre, O^JÛ» ^îj âyetinin mânası şöyle olur: Onlar yaratıcı, öldürücü ve diriltici olan Allah'a ibâdet etmeyi terkedip buzağıya ibâdete dalınca, din ve dünya hususunda sevâblartnı eksilten kimseler oldular.

b) Zulüm, din örfünde, katkıda bulunacak bir faydası olmayan, kendisinden daha büyük bir zararı savuşturmayan ve keza kesin bilgi ile veya zan ile başkasından alacağı bir hak olmayan bir zarardan ibarettir. Buna göre, sıfatı bu olan bir fiili yapan kimse zalim olur. Sonra insan kendisini cezaya ve cehenneme götürecek bir fiili yaptığında, her ne kadar bu yaptığı şeyin o anda bir faydası ve lezzeti var ise de, o kimse kendisine zulmetti denilir.

Nitekim Cenâb-i Allah: "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ve: "Onlardan kendisine zulmeden vardır" (Fatır, 32) buyurmuştur. Onların Allah'tan başkasına ibadet etmeleri şirk olup, şirk de cehenneme götürücü olunca, şirke "büyük zulüm" denilmiştir. [157]

 

Mutezile 'nin Bir İddiası ve Reddi

 

İkinci Bahis: Cenab-ı Hakk'ın: üjiHİ föj âyetiyle, günahların Allah'ın yaratmasıyla olmadığı hususuna, birkaç yönden istidlalde bulunmuşlardır.

a) Cenâb-ı Allah, bu günahlardan ötürü onları zemmetmiştir. Eğer bu günahlar Allah'ın yaratması olsaydı, müşrikler, şayet onu yapmamışlarsa, bundan ötürü kınanmaya müstehak olmazlardı.

b) Eğer günahlar Allah'ın iradesiyle olsaydı, bunları yapmakla o kullar, Allah'a itaat etmiş olurlardı. Çünkü taat, istenen işi yapmaktır.

c) Eğer isyan Allah'ın yaratması olsaydı, bu isyandan dolayı onları zemmetmek, bir şeyin siyah, beyaz, uzun veya kısa olmasından dolayı zemmedilmesi gibi olurdu. Mutezile'ye şöyle cevap veririz: Bu övme ve zemmetme fiiline yapışmaktır. Bu ise, "sebep" ve "ilim" meselelerine ters düşer. Bu husus birçok kereler geçmişti... [158]

 

Âyet, Allah'ın Âlemden Müstağni Olduğunu Gösterir               Başa Dön

 

Üçüncü Bahis: Âyette, küfrün zararının ancak kâfirlere döneceğine bir uyarma bulunmaktadır. Çünkü onların bundan istifadesi ancak, kendilerine zulmetmeleridir. Bu, Cenab-ı Allah'ın celalinin müttakilerin taatı ile kemal bulmaktan; günahkarların da günahıyla noksanlaşmaktan münezzeh olduğuna delalet eder. [159]

 

Cenab-ı Allah'ın Af Vasfı

 

Cenâb-ı Allah'ın: âyetine gelince, Mu'tezile bu âyetle ilgili olarak, "Bundan murad.tevbeetmeniz sebebiyle, ki bu tevbe de birbirinizi öldürmenizdir, bunu sizden bağışladık, demektir" demiştir. Bu görüş iki bakımdan zayıftır.

a) Tevbenin kabulü aklen vacibtir. Âyetten murad eğer bu olsaydı, bunun nimet verme sadedinde zikredilmesi caiz olmazdı. Çünkü vacib olan bir şeyi yapmak, inam ve nimet verme sayılmaz. Halbuki bu ayetlerin esas maksadı, yahudilere Cenâb-ı Allah'ın verdiği nimetleri tadâd etmektir.

b) "Afv" müstehak olunan cezayı düşürmenin adıdır. Düşürülmesi gereken şeyi düşürmek, afv diye isimlendirilemez. Görmez misin ki, zalimin mazluma azab etmesi caiz olmadığı için, bu azab etmeyi terkettiğinde, bu terk etme işine afv denilmez. Burada da böyledir. Bu sabit olunca, deriz ki,

Cenâb-ı Hakk'.n:

"öyleyse Rabb'inize tevbe ediniz ve tevbe etmeyenlerinizi öldürünüz" (Bakara, 54) âyetinden dolayı, tevbenin bu şekilde meydana geleceğinde şüphe yoktur. Durum böyle olunca, ayet tevbenin kabulünün aklen vacib olmadığına delalet eder. Bu sabit olunca da, Cenâb-ı Allah'ın afv ile, aklen ve şer'an ikabı caiz olan kimsenin cezasını düşürmüş olduğu sabit olur. Bu da Mutezile'nin iddiasının aksidir. Cenâb-ı Allah'ın, Musa (a.s)'nın kavminin kâfirlerini affettiği sabit olunca, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetinin günahkârlarını affetmesi daha evla olur.

Cenâb-ı Allah'ın âyetine gelince, bil ki, kelimesiyle ilgili izah (Bakara, 21) âyetinin tefsirinde geçmişti. Şükrün hakikâti ve mahiyetine dair söz ise, çok uzundur. Ve inşaallah ileride gelecektir. Mu'tezile şöyle demiştir: Hak Teâlâ, onları affettiğini ve şükretsinler diye, onları muahaze etmediğini beyan etmiştir. Bu, Cenâb-ı Allah'ın onlardan şükürden başka bir şey istemediğini gösterir. Buna şöyle cevap verilir. Eğer Cenâb-ı Allah onların şükrünü murad etmiş olsaydı, bunu, ya şükredeni şükre götürecek olan sebebin bulunması şartıyla veya bu şart olmaksızın murad ederdi. Birinci ihtimal yanlıştır, çünkü eğer Cenab-ı Allah bunu bu şart ile, murad etmiş oLaydı ve bu şart da kulda bulunsaydı, o takdirde bu şükre götüren sebeoin başka bir sebebe muhtaç olması gerekirdi; eğer bu şart, sebebi yaratması cihetiyle Allah'tan olsaydı, bu şükrün meydana gelmesi gerekirdi; Allah bu sebebi yaratmadığı zaman da, bu şükrün meydana gelmesi imkansız olurdu.Bu Mu'tezilenin görüşünün aksini ifade eder. Eğer Cenâb-ı Allah, şükre götüren bu sebepler olmaksızın, o kulunun şükretmesini murad ederse, ondan imkansız olanı istemiş olur. Çünkü sebep olmaksızın bir fiilin meydana gelmesi imkansızdır. Buna göre, yine Mu'tezile için, yine aynı güçlüğün söz konusu olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir. [160]

 

Benî İsraile Tevrat Ve Furkan Verilmesi

 

Bit ki, bu, Allah'ın onlara verdiği dördüncü nimettir. Buradaki dan Tiuradın, Tevrat, Tevrat'ın içindeki herhangi bir hüküm ve Tevrat'ın dışında nerhangi bir şey olması muhtemeldir. Bu üç ihtimalin dışında, başka bir htimal bulunmamaktadır.

Birinci ihtimalin izahı şöyledir: Tevrat'ın "münzel" (bir anda indirilen) bir "kitab" ve hak ile batılı birbirinden ayıran "Furkan" diye iki sıfatı vardır. 3u, senin cömertlik ve cesareti kendisinde toplayan bir adamı kastederek, (Bereketli yağmuru ve arslanı gördüm) demen gibidir. Bunun )ir benzeri de, Allah Teâlâ'nın:

' 'Andolsun ki biz Musa ile Hanın 'a bir ziya ve şeref olmak üzere Furkan 'verdik" (Enbiya, 48) âyetidir.

İkinci ihtimalin açıklanmasına gelince ki, buna göre Furkan'dan murad, "evrat'ta bulunan dinî açıklamalardır; çünkü Cenâb-ı Allah beyan edince, ıak batıldan ayrılarak zuhur etmiştir, buradaki Furkan'dan maksat Tevrat'taki ıazı şeylerdir. Bu şeyler de dinin usuf ve furûunun ortaya konulmasıdır.

Üçüncü ihtimalin ise, çeşitli yönleri vardır:

a) Furkan'dan maksad, Hz.Musa (a.s.)'ya verilen yed-i beyza, asâ ve iğer mu'cizelerdir. Bunlar Furkan diye adlandırılmıştır, çünkü bunlar hak e batılın arasını ayırmışlardır.

b) Furkan'dan maksad, Allah'ın İsrailoğullarına Firavun'un kavmine karşı ttiği yardım ve verdiği ferahlıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"İki  ordunun  birbiriyle  karşılaştığı  Furkan  gününde  kulumuz ]uhammed'e indirdiğimiz şeye..." (Enfai, 41) buyurmuştur. Bundan maksad, Allah'ın, Bedir günü Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptığı yardımdır. Bu böyledir, çünkü yardım ortaya çıkmadan önce taraflardan her biri kendisinin üstün geleceğini, karşı tarafın da ezileceğini bekliyordu. Yardım zuhur edince, racih mercuhtan ayrılmış, gerçek arzu yalan arzudan temeyyüz etmiştir.

c) Kutrub, "Furkan, denizin Hz. Musa (a.s) için yanlmasıdır " demiştir.

Eğer, "Bu Hak Teâlâ'nın: "Hani, sizin için denizi yarmıştık" (Bakara' 50) âyetinde zikredilmişti; ve yine bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın: "Umulur ki hidayete erersiniz" sözü ancak Kitab hakkında uygundur. Çünkü, bu ancak hidayet kaynağının (hudâ) peşinden zikredilir" denilirse, ben derim ki birinciye şöyle cevap

veririz: Allahu Teâlâ, ifâdesinde, bunun Hz. Musa (a.s)'dan ötürü olduğunu açıklamadı. Bu âyette ise tahsisi, açık bir nas ile beyan etme (tahsis) şeklinde zikretti.

İkinciye ise şöyle cevap veririz: Denizi yarmak bir mu'cizedir. Beiki de bundan maksat şudur: Biz Hz. Musa (a.s)'ya denizin yarılması mu'cizesini verince, onlar bununla yaratıcının varlığına ve Hz. Musa (a.s)'nın sadakatine istidlal etmişlerdir ki, işte hidayetten maksat budur. Buna göre hidayet ile delalet anlamı murad edildiği gibi, bazan bununla kurtuluş ve necat da murad edilebilir. Sanki Cenâb-ı Hak, onlara Kitab'ı dinî hususta bir nimet; sayesinde düşmanlarından kurtuldukları Furkân'ı da dünyevi bir nimet olarak verdiğini açıklamıştır.

Bil ki yanlışa düşüp, Furkân'ın (bu ayette) Kur'ân olduğunu ve onun Hz. Musa (a.s)'ya indirildiğini sananlar olmuştur, ki bu düşünce yanlıştır. Çünkü Furkân, hak ile batılın arasını ayırandır. Böyle olan her delilin, "Kur'an" olarak tahsis edilmesinin anlamı yoktur. Bazıları ise, âyetinin manası şu demektir: "Ey ehl-i kitab, sizler,sayesinde hidayete eresiniz diye, Hz. Musa'ya Tevrat'ı, Hz. Muhammed'e ise Furkan'ı verdik" demişlerdir. Bu görüşe, nahiv alimlerinden Ferra, Sa'leb ve Kutrub meyletmişlerdir, ki bu kesinlikle ihtiyaç duyulmayan bir zorlamadır.

Hak Teâlâ'nın, ifâdesine gelince, ile "ihtidâ"nın açıkla­ması daha önce geçmişti. Mu'tezile; Hak Teâlâ'nın ifadesi ile, O'nun herkesin ihtidasını istediğine dair istidlalde bulunmuştur ki, bu, "Allah kâfirlerin küfrünü murad etmiştir" diyenlerin görüşünü iptal eder. Keza Mu'tezile der ki: Madem ki size göre hidayete eren kimsede ihtidayı; sapan kimsede de sapıklığı yaratan Allah'dır. Öyleyse, Allah'ın Kitab'ı ve Furkân'ı indirerek demesindeki fayda nedir? Malûmdur ki, Allah hidayete ermeyi yarattığı zaman, kitabların indirilmesinin bunda bir tesiri yoktur. Buna göre, eğer Allah kitab olmaksızın ihtidayı yaratmış olsaydı, hidayete ermek (ihtida) meydana gelirdi. Allah onlarda hidayete ermeyi yaratmadığı halde, bir kitabın yerine bin kitab dahundirmiş olsa, yine de onlarda hidayete ermek gerçekleşmezdi. Buna göre, hidayete eresiniz diye kitabı indirdim demesi nasıl caiz olur? Bil ki bu söz cevabıyla beraber defalarca geçmiştir. Allah en iyi bilendir. [161]

 

Benî İsrail'in Buzağıya Tapıp Sonra Tevbe Etmeleri               Başa Dön

 

"Hani Musa kavmine,

"ey kavmim, buzağıyı (ilah) edinmekle, kendinize' zulmettiniz. Öyleyse yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün; bilin ki bu, yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır" demişti de, Allah da sizlerin tevbesini kabul etmişti... Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (Bakara, 54).

Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın onlara verdiği beşinci nimettir. Müfessirlerden bazıları, "Bu ve bundan sonra gefen ayetler, nimetleri hatırlatmaya dair ayetlerden ayrılmıştır, çünkü bu âyet öldürmeyi emreder; öldürme ise nimet olmaz" demişlerdir. Ki bu görüş birkaç bakımdan zayıftır.

a) Şüphesiz Cenâb-ı Hakk onlartn günahlarının büyük olduğuna dikkati çekmiş, sonra onlara bu büyük günahtan, sayesinde kurtulacakları şeye dikkati çekmiştir. Bu da dinî bakımdan, nimetlerin en büyüklerindendir. Allahu Teâla İsrailoğullarına olan dünyevi nimetten tadâd edince, onlara nimetleri sayıp dökmesi daha evla olur. Sonra tevbenin keyfiyyetini ortaya koyan bu nimeti vasfetmek ancak, ma'siyeti dile getiren bir mukaddime ile olunca, onun zikri de nimetin tamamlayıcısı mahiyetinde olur. İşte bu sebeple, bu âyetin ihtiva ettiği her şey Allah'ın onlara olan nimetleri olarak sayılmıştır. Bundan ötürü, bunları hatırlatmak caizdir,

b) Allahu Teâlâ onlara katli emredince, o emri onlardan, onların hepsi yok olmadan önce, kaldırmıştır. Bu sebeple bu, geriye kalanlar ve Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulunanlar hakkında bir nimet olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu öldürmeyi onların ecdadından kaldırmamış olmasaydı, o oğullar mevcut olmazlardı. Bu sebeple, bunun, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında mevcut olanlara minnet etme sadedinde getirilmiş olması güzel olmuştur.

c) Hz. Muhammed (s.a.s) onlara, şu andatevbenizin kabul edilmesi için birbirinizi öldürmeye ihtiyaç yoktur;  küfrünüzden döner, Allah'a iman ederseniz, Allah imanınızı kabul eder, dediği halde;Allahu Teâlâ onların tevbelerinin  ancak kati ile tamamlanabileceğini açıklayınca,  o tevbe konusundaki bu şiddetli açıklama, onların dikkatini böylesi bir kolay tevbenin kabulüyle hasıl olan o büyük nimete çekmek olmuştur.

d) Bunda Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini, tevbeye çok teşvik bulunmaktadır. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın ümmeti, kendilerine çok zor gelmesine rağmen, tevbeye isteklendirilince, bizden birimizin, sırf pişmanlık demek olan tevbe hususunda teşviki daha evla olur. İnsanın önemli bir faydası hususunda isteklendirilmiş olmasının, nimetlerin büyüklerinden olduğu malumdur.

Hak Teâlânın âyetine gelince, bu, Hz. Musa , buzağıyı ilâh edinmiş olarak gördüğü zaman, sözleşme yerinden döndükten sonra, onlara Ey kavmim, "Siz gerçekten kendinize zulmettiniz" (Bakara, 54) dediği vakti hatırlayınız " demektir.

"Zulüm" hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:

a)  Hz.  Musa (a.s)'ya verdiğiniz sözde durmak sureti ile mutlaka hakedeceğiniz sevabı, kendt uoksanlaştırdınız.

b) Zulüm, yerinde olmayan, kendisinde ne ilmen ne de tıbben herhangi bir fayda bulunmayan, hiçbir zararı defetmeye vesile olmayan ısrar demektir. Buna göre onlar buzağıya tapmak suretiyle kendi nefislerine zarar vermiş oldular. Çünkü ebedi zarara götüren şey, en büyük bir zulümdür. İşte bu sebebten ötürü Hak Teâlâ:

"Hiç şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Ancak bu zulmün, mutlak manada bir zulüm olduğu sanılmaması için, kayıdlanması gerekir. Zira zulümde asıl olan, başkasına yapılandır. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, "Siz, kendinize zulmettiniz" buyurmuştur.

Allah Teâlâ'nın, "Buzağıyı ittihaz ettiğiniz için " âyetinde bir hazif vardır. Çünkü onlar, bu kadarcık bir işle nefislerine zulmetmiş olmazlar. Zira onlar o buzağıyı edinip de onu ilah saymasaydıiar, bu işleri zulüm olmazdı. Buna göre ayetten maksad,siz buzağıyı ilah ittihaz ettiğiniz için..." demek olur. Ancak ayetin başı, bu hazfedilene delalet ettiği için,burada "ilah" kelimesini hazfetmek yerinde olmuştur.

Hak Teâlâ'nin, "Öyle ise Yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi (kendinizi) öldürün" ayetine gelince, bununla İlgili birkaç sual vardır:  [162]

 

Tevbe İle Nefsi Öldürme Arasındaki Münasebet               Başa Dön

 

Birinci Sual: Allah Teala'nın âyeti, tevbenin "nefsi öldürmek" şeklinde tefsir edilmiş olmasını gerektirir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ' 'Allah, temiz suyu yerli yerine koyarak yüzünü ve ellerini yıkamadıkca hiçbirinizin namazını kabul etmez" hadisinde, temiz suyu yerli yerine koyma, ifadesi, "yüzü ve elleri yıkama"yı (yani kısmının daha önceki kısmı tefsir etmesini) gerektirir. Ancak tevbenin böyle anlaşılması batıldır. Çünkü tevbe, geçen çirkin fiilden dolayı pişmanlık duyup, bundan sonra onu tekrar yapmamaya azmetmekten ibarettir. Bu ise, nefsi öldürmeden farklı ve nefsi öldürmeyi gerektirmeyen bir şeydir. O halde, tevbenin nefsi öldürmek şeklinde tefsir edilmesi nasıl caiz olur? Buna şöyle cevab verilir:

Maksad, tevbenin "nefsi öldürmek" şeklinde açıklanması olmayıp, aksine, "onların tevbelerinin ancak nefsi öldürmekle olacağını ve tamamlanacağını" izah etmektir. Bu tevbe ancak böyle olmuştur. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya, kasten adam öldüren kimsenin tevbesinin ancak, kendisini teslim etmesi ile tamamlandığı, böylece de öldürülenin yakın akrabaları ya onun kısasından vazgeçtikleri veya onu öldürdükleri gibi, Benî İsrail'in tevbesinin kabul edilmesinin şartının da kendilerini öldürmek olduğunu vahyetmiştir. Bu sebeble, mürtedin tevbesinin ancak öldürülmesi ile tamamlanmasının, Hz. Musa (a.s)'nın şeriatinden olması imkansız değildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Birşeyin şartına, mecazen, bazen o şeyin ismi verilebilir. Nitekim tevbeye niyetlenen gâsıb (bir mal gasbetmiş) kimseye "Senin tevben, gasbettiğin şeyi geri vermendir'1 denilir. Yani "senin tevben ancak bununla tamamlanır" demektir. Burada da böyledir.

İkinci Sual: Tevbe ancak Hak Teala için yapıldığı halde "Yaratıcınıza tevbe edin" demenin ne anlamı vardır? Buna şu şekilde cevab verilir: Bundan maksad, tevbe ederken riyakârlık yapmaktan insanları nehyetmektir. Sanki Cenab-ı Allah onlara şöyle demektedir; "Kalbinizden değil de lisanen tevbe ediyor görünürseniz, bu durumda kalblerinize muttali olan Allah'a karşı değil, insanlara karşı tevbe etmiş olursunuz." Bu ise faydasız şeylerdendir. O halde siz günah işlediğinizde, Allah'a tevbe etmelisiniz.

Üçüncü Sual: Bu âyette niçin bilhassa (yaratıcı) ismi zikredilmiştir. Buna şöyle csvab veririz: "Barî", Allah Teala'nın da: Rahmanın yarattıklarında bir kusur göremezsin" (Mülk, 3) buyurduğu gibi, mahlukatı düzensizlikten uzak olarak yaratan ve onları birbirinden muhtelif şekiller, farklı suretlerle yaratarak ayıran zattır. Böylece bu ifade, böyle olan zatın, ahmaklıkta darb-ı mesel olan öküzden (buzağıdan) ibadete daha layık olduğuna bir dikkat çekmedir.

Dördüncü Sual: Allah'u Teâlâ'nın, "Öyle ise tevbe ediniz " ifâdesindeki ile, "ve öldürünüz " ifâdesindeki arasındaki fark nedir? Buna cevabımız şudur: Birincisi fa-i sebebiyyedir. Çünkü bu ayette zulüm, tevbe etmenin sebebidir. İkincisi ise fa-i takibiyyedir. Çünkü öldürmek burada, tevberin tamamlayıcısıdır. Buna göre ifâdesinin manası "Tevbenizi tamamlamak için tevbeye öldürme işini ekleyiniz " şeklindedir. [163]

 

"Kendinizi Öldürünüz" Emrinin Tefsiri               Başa Dön

 

Beşinci Sual: "Kendimzİ-nefîslertnizUÖldürünüz"âyeti ile kastedilen nedir? O, âyetin zahirinin gerektirdiği, "Herbiriniz nefsini öldürsün" manası mıdır, yoksa başka birşey midir? Buna cevabımız şudur: Âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bundan muradın, "tevbe edenlerin herbirinin kendisini öldürmesini emir" olması caiz değildir. Bu, Kadı Abdulcebbar'ın da tercih ettiği görüştür: Bu müfessirler, görüşlerine iki yönden delil getirmişlerdir:

a) Ehl-i tefsir şuna dayanmışlardır: Bütün müfessirler, Benî İsrail'in kendilerini elleri ile öldürmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer onlar, böyle yapmakla emrolunmuş olsalardı, bunu yapmadıkları için günahkâr olmuş olurlardı.

b) Ki bu Kadı Abdulcebbar'ın dayandığı delildir: Öldürme, canlı olan bünyeyi canlı olmaktan çıkaran ve onu bozan şeydir. Bunun haricindeki şeyler ise, yakın veya uzak olarak onu ölüme götüren şeylerdir. Bu gibi şeylere mecazen öldürme denir. Öldürmenin hakikatini iyice kavradığın zaman biz deriz ki Allah'ın bunu emretmiş olması caiz değildir. Çünkü şer'î ibadetler o mükellefe fayda verdiği için güzel(ve yerinde)olmuşlardır. İbadetler ancak, istikbaldeki işler hakkında birer maslahat (fayda) olurlar. Halbuki ölümden sonra mükellefiyet söz konusu değildir ki, insanın kendisini öldürmesinden bir maslahatı olsun. Bu ise Allah'ın öldürmesinin aksinedir. Çünkü Allah'ın öldürmesi, ilahî fiillerdendir. Böylece, başka bir mükellef için bir salah (maslahat, fayda) olduğu zaman Allah'ın öldürmesi güzel olur ve Allah öldürdüğü mükellefe de buna karşılık büyük bir sevab verir. Bu, Allah'ın, öldürmeyecek şekilde bir yaralamayı veya bir uzvun kesilmesini emretmesinden de farklıdır. Çünkü bunlar yapıldıktan sonra geride hayat kalır ise, bu fiillerin ilerideki fiiller için bir salah (kurtuluş) vesilesi olması imkansız değildir.

Birisi şöyle diyebilir: Katlin, o anda ruhu bedenden ayıran bir fiilin ismi olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine o, ya o andan veya daha sonra ruhun bedenden ayrılmasına sebeb olan bir fiilden ibarettir. Bunun delili ise şudur: Birisi, herhangi bir insanı öldürmemeye yemin etse de, sonra birisini ağır bir şekilde yaralasa. O da bu ağır yaralanmadan sonra çok kısa bir müddet yaşayıp ölse. Bu yaralayan yeminini bozmuş olur ve onu Arapça'yı bilen herkes "katil" diye adlandırır. Halbuki kelimelerin kullanılışında esas olan, hakiki mana ile kullanmaktır. Bu sebeble bu "kati" isminin, ister o anda öldürsün, isterse ondan sonra ölümüne sebeb olsun, ruhun bedenden ayrılmasına yolaçan fiilin ismi olduğunu gösterir. Halbuki sen, ayetteki "öldürünüz" emrinin, ruhun derhal bedenden çıkmasını gerektirmeyen bir yaralamakla ilgili olmasının caiz olacağını kabul ettin. Durum böyle olunca, emrin, insanın kendisini öldürme manasında olmasının da caiz olabileceği sabit olur. Katlin, o anda ruhu çıkaran fiilin ismi olduğunu kabul ettik. Buna göre, ayetteki emrin bu manada olması niçin caiz olmasın? Onun "Emirlerin (ibadetlerin) farzolmasında, istikbale ait maslahatların bulunması gerekir" sözüne gelince, biz deriz ki: Herşeyden önce ibadetlerde (emirlerde) mutlaka bir faydanın olması gerektiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili şudur: Hak Teâlâ, inkâr edeceği kimselere de iman etmelerini emretmiştir. Halbuki bu emirde herhangi bir fayda yoktur. Çünkü böyle bir teklifin faydası, sadece azabın meydana gelişidir. Biz, mutlaka bir faydanın olması gerektiğini kabul etsek bile, sen

niçin "o faydanın bizzat o kimseye ait olması gerekir" diyorsun ve niçin "o adamın kendisini öldürmesinin başkasının faydasınaolması caiz olmasın ve bundan dolayı, başkası istifade etsin diye Allah'ın ona kendisini öldürmesini emretmesi ve sonra da Allah'ın kendini öldürene buna karşı büyük bir sevab vermiş olması niçin caiz olmasın? Faydanın mutlaka o fiili yapana dönmesi gerektiğini kabul ettik. Fakat, o insanın bu fiil ile emredildiğini bilmesinin de onun için bir maslahat (fayda) olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Mesela, O, yarın kendisini öldürmekle emredilmiş olsa, onun bu emri bilmesi, şu andan itibaren, ertesi günün gelmesinden önce, o adamın kötülükleri terketmesine sebeb olur. Bütün bu ihtimaller söz konusu olunca Kadı Abdulcebbar'ın iddiaları da düşer.

Müfessirlerin dayanmış olduğu izah tarzı, daha güçlüdür. Buna göre ayeti, zahirî manasından çevirmek gerekir. Sonra bunda iki görüş vardır:

a) Tevbe edenlerden her birinin, birbirlerini öldürmeleri emrolunmuştur, denilebilir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin mânası "bir kısmınız diğer kısmınızı öldürsün" demektir. Bu, Hak Teâlâ'nın bir başka yerdeki: "Birbirinizi öldürmeyin" (Nisa, 29) âyeti gibidir. Bunun manası da, "Bir kısmınız bir kısmını öldürmesin" dir. Bunun hakikati, müminlerin tek bir nefis gibi olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kendinizi ayıplamayın" (Hucurât, 11) âyetlerinde, tefsirin yani mümin kardeşlerinizi:

"Onu işittiğinizde, erkek müminlerle kadın müminler, kendi nefis/erine dair iyi bir zanda bulunmaları gerekmez miydi?.." (Nûr, 12), yani "kendileri gibi müslümanlar hakkında" şeklinde olduğu söylenmiştir. Ve yine bu Hak

Teâlâ'nın: ''Binaenaleyh, kendi nefislerinize selam veriniz" (Nûr, 12) âyeti gibidir. Yani, birbirinize selam verin!.... Sonra müfessirler bu tevbe edenlerin iki saf halinde ortaya çıktıklarını,bazısının bazısına, geceye kadar vurduğunu söylemişlerdir.

b) Allahu Teâlâ, tevbe etmeyenlere (suçsuzlara) tevbe edenleri öldürmelerini emretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden maksat, ölümü ve öldürülmeyi kabul ediniz demek olur. Bu ikinci izah tarzı, doğru olmaya daha yakındır. Çünkü birinci izahta meşakkatin artması söz konusudur; zira topluluk günahta müşterek oldukları zaman onların bir kısmı diğer bir kısmına, başkalarının onlara şefkatinden daha fazla bir şekilde şefkatli olurlar. Onlar, birbirlerini öldürmekle mükellef tutulduklarında, bu husustaki meşakkat büyür. Sonra rivayetler değişik olmuştur.

1) Allahu Teâlâ, buzağıya ibadet etmeyen mikatta bulunmak için seçilmiş yetmiş  kişiye,  onlardan  buzağıya  tapanları  öldürmelerini  emretmiştir. Öldürülenlerin sayısı, yetmişbin kişidir.   Öldürülünceye kadar üç gün hiç kımıldamamışlardır. Bu görüşü Muhammed İbn İshak zikretmiştir.

2) Hz. Musa (a.s) onlara birbirlerini öldürmelerini emredince, onlar buna icabet ettiler. Böylece Hz. Musa (a.s) katle sabretmeleri için onlardan bir söz aldı. Bunun üzerine her kabile, tek başına topluca sabahladı. Hz.Harun Kesinlikle buzağıya tapmayan ve ellerinde kılıçlar olan onikibin kişi getirdi. Bunun üzerine tevbe edenler, "Bunlar sizin kardeşlerin izdir. Kılıçlarını çekmiş olarak size gelmişlerdir; o halde Allah'tan korkun ve sabredin. Yerinden kalkana, onlara yan gözle bakana veya elleriyle ve ayaklarıya onlardan korunmaya çalışana Allah lanet etsin" dediler; onlar da "amin!" dediler. Böylece akşama kadar onları öldürmeye koyuldular. Hz. Musa ve Harun (a.s) Allah'a dua etmeye başlayarak, "Ey Rabb'imiz, geri kalanını, geriye kalanını koru!" dediler. Bunun üzerine Allah onlara, "Öldürülenleri bağışladım, kalanların da tevbesini kabul ettim" diye vahyetti. Ravi, öldürülenlerin yetmişbin olduğunu söylemiştir. Bu Kelbî'nin rivayetidir.

3) İsrailoğulları iki kısım idi. Onlardan bir kısmı buzağıya tapmış, bir kısmı ise   tapmamıştı.   Ne   varki   bu   tapmayanlar,   tapanların   bu   işini reddetmemişlerdi.    Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, buzağıya tapmamakla birlikte reddetmeyen I e re buzağıya ibadetle meşgul olanları öldürmelerini emretti. Sonra müfessirler sözlerine şöyle devam ettiler-. Adam babasını, çocuğunu, komşusunu görüyor ve Allah'ın emrinden cayması da mümkün olmuyordu. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, simsiyah bir bulut gönderdi, sonra öldürülmelerini emretti; böylece, akşama kadar Öldürüldüler... Hz.Musa ve Harun (a.s) dua ederek: "Ey Rabbim, İsrailoğulları yok oldu, geri kalanı, geri kalanı bari olsun koru!" dediler de, bunun üzerine bulut açıldı, Tevrat iniverdi ve mızrakları ellerinden düşüverdi. [164]

 

İrtidâddan Tevbe Ettikleri Halde Niçin Öldürüldüler?               Başa Dön

 

Altıncı Sual: "Onlar irtidâddan tevbe etmiş oldukları halde, nasıl öldürülmeye müstehak olmuşlardır? Halbuki irtidâddan tevbe eden kimse öldürülmez?" Cevap: Bu, dinin değişen hususlarındandır; belki de Hz.Musa (a.s)'nın şeriatı ya hepsi hakkında umumi veya bu kavme mahsus olarak irtidâddan tevbe eden kimsenin katlini gerektirmişti.

Yedinci Sual: Onlardan, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimselerden bazılarının Öldürülmediği rivayeti doğru mudur? Cevap: Bu imkansız değildir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, ifâdesi, ağızdan yöneltilmiş bir hitaptır. Belki de bu hitap, onlardan bir kısmına olmuştur. Veya bu hitap umumîdir; buna göre umumi olana bazan tahsis edilebilir.

Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine gelince, bunda bu güç­lüğe katlanma sebebine işaret ve uyarma bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü onların durumları dünyevî zararla uhrevi zarar arasında, ikisinden birine razı olmayı gerektiriyordu. Böyle olunca dünya zararına katlanmak münasib olur, çünkü dünya fanidir, sonludur. Ahiretin zararları ise sonsuzdur. Bir de ölüm mutlaka olacaktır; bu nedenle öldürülmeye katlanmada, takdim ve tehirden başka bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın cezasından kurtulup sevabını elde etmeye gelince, işte bu en büyük gayedir.

Cenâb-ı Hakk'ın: ifadesine gelince, bunda hazfedilmiş bir mahzuf bulunmaktadır. Sonra bu hazfedilen şey hakkında iki izah bulunmaktadır.

a) Takdîr edilen şeyin, Hz. Musa'nın sözünden olması. Buna göre sanki Hz. Musa, "Şayet bunu yaparsanız, muhakkak ki Allah sizin tevbenizi kabul eder" demiştir.

b) Bu takdir edilen şeyin, iltifat yoluyla onlara Allah tarafından bir hitap olmuş olmasıdır. Buna göre takdir,  "siz de Hz.Musanın size emrettiği işi yapınca Rabb'iniz de sizin tevbelerinizi kabul etti" şeklinde olur.

Cenâb-ı Hakk'ın: âyetinin manası, yine O'nun (Bakara, 37) âyetinin izahında geçmişti. [165]

 

Allah Teâlâ'yı Görmek İstemeleri

 

"Hani siz, Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz. Bunun Üzerine, bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi, şükredesiniz diye, ölümünüzden sonra diriltmiştik" (Bakara, 55-56).

Bil ki bu, Allah'ın onlara olan altıncı in'âmıdır. Bu birkaç bakımdan izah edilir:

a) Cenâb-ı Hak, sanki şöyle buyurmuştur: Musa'ya, "Allah'ı açtkca görmedikçe, sana iman etmiyeceğiz " dediniz de, böylece sizi yıldırım çarpmıştı... İşte o zamandaki nimetimi hatırlayınz. Sonra zulmünüzden tevbe edesiniz, azabımdan  kurtulasınız,  mükafâatımı elde edesiniz diye sizi dirilttim".

b) Bunda, kendisi sebebiyle onlara yapılan şeyin yapılmasına müstehak olunan fiilden, Peygamberimiz zamanında bulunanları bir sakındırma vardır.

c) Onları, Hz. Peygamberin mucizelerini inkar etme hususunda, açık olan zahir   mucizelerin   büyüklüğünü   görmelerine   rağmen   Hz.   Musa'nın nübüvvetini inkâr eden seleflerine benzetmek gayesi güdülmüştür.

Bir de, burada Cenâb-ı Allah, böyle bir mu'cizeyi Hz. Muhammed (s.a.s)'den izhar etmediğinin sebebine dikkat çekmektedir. O da şudur: Allah, mucizeye rağmen inkara devam edeceklerini bilmektedir. Şayet onlar bu mucizeleri inkâr etselerdi, seleflerinin müstehak olduğu cezanın aynısı olan bir cezayı hak etmiş olurlardı.

d) Bunda, Ulü'l-azm peygamberlerin sabrettiği gibi, Hz.Peygamberi de müşriklerden gördüğü eziyetlere karşı bir teselli ve O'nun kalbini sabır hususunda pekiştirme ve sebat ettirme vardır.

e) Bunda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti şayet doğru olsaydı, O'nun nübüvvetini bildikleri için Ehl-i Kitab'ın O'na iman etmesi, diğer insanlardan daha evla olurdu diyen kimselerin şüphesini izale vardır. Bu böyledir; çünkü Hak Teâlâ, onların seleflerinin Hz. Musa (a.s)'nın nübüvvetine dair apaçık ve göz alıcı mucizeleri görmelerine rağmen her vakit mürted olduklarını;   Hz.   Musa (a.s)'ya  da  baskı yapıp   ve O'na  muhalefette bulunduklarını   açıklamıştır.   Bu   nedenle,   her   ne   kadar  onlar   kendi kitaplarından Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine dair olan haberleri görseler  de  onların   Hz.   Muhammed  (s.a.s)'e  muhalefet  etmelerine şaşılmamatıdır.

f)  Hz. Muhammed (s.a.s), ümmî olmasına ve kesinlikle bir teallüm ile meşgul bulunmamış olmasına rağmen bu kıssalardan haber verince, bunun bir vahiy ile olmuş olması gerekir. [166]

 

Görme Talebi Ne Zaman Ve Nasıl Oldu?

 

Bu vakıa hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:

1) Bu vakıa, Allah'ın buzağıya ibadet edenleri kendilerini öldürmekle mükellef kılmasından sonra olmuştur. Muhammed ibn İshak şöyle der: Hz. Musa (a.s) Tûr (dağın)dan kavminin yanına dönünce, onları buzağıya tapıyor vaziyette gördü, kardeşi Harun (a.s) ile Samiri'ye diyeceğini dedi ve buzağıyı yakarak, onu denize attı. Kavminin seçkinlerinden yetmiş kişi seçti; onlar Tûr'a çıkınca Hz. Musa (a.s)'ya. "Rabbinden, kelamını bize duyurmasını iste" dediler. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s) bunu isteyince, Allah da ona icabet etti. Hz. Musa (a.s) Tûr dağına yaklaşınca, O'nun üzerine buluttan bir sütun düşerek bütün dağı kapladı.. Bu bulut, Hz. Musa (a.s) onun içerisine girinceye kadar yaklaştı. Tam o sırada Hz. Musa (a.s) kavmine, "Girin ve söylenenleri belleyin!" dedi. Rabbi Hz. Musa (a.s) ile konuştuğu zaman, O'nun alnına.hiç kimsenin bakmaya güç yeti rem iveceği parlak bir ışık düştü. Kavmi Musa (a.s) ile beraberce, Allah'ın kelamını dinlediler. Allah Hz.Musa (a.s)'ya. "yap. yapma" şeklinde konuşuyordu. Söz|tamamlanıncaj, Hz. Musa'nın içinde bulunduğu bulut, ondan sıyrılıp gitti. Bunun üzerine kavmi, "Allah'ı açıkça görmedikçe, sana iman etmiyeceğiz" dediler de, böylece onları yıldırım çarptı, hepsi oluverdi...

Hz. Musa (a.s) iki elini, dua ederek, gökyüzüne kaldırarak şöyle dedi: "Ya Rabbî, tövbelerinin kabul olunduğuna dair şahidlerim olsunlar diye, İsrailoğullarından yetmiş kişi seçtim. Şimdi ise kavmimin yanına dönüyorum, yanımda ise onlardan hiç kimse yok; hakkımda ne derler!" Hz. Musa (a.s), Allah ölenlere ruhlarını iade edinceye kadar, dua ile meşgul oldu; İsrailoğullarının buzağıya ibadetten ötürü yaptıkları tevbenin kabulünü istedi, ancak Cenâb-ı Allah, "Nefislerini öldürmedikçe hayır, kabul etmem" dedi...

2) Bu vakıa kati olayından sonradır. Süddî şöyle demiştir: Benî İsrail, kendilerini öldürmek suretiyle buzağıya tapmaktan tevbe edince, Allahu Teâlâ Musa (a.s)'nın İsrailoğullarından bir grup insan ile beraber, buzağıya tapmalarından ötürü Allah'tan af dilemek için gelmelerini emretti. Bunun üzerine Hz.Musa, kavminden yetmiş kişi seçti... Onlar Tûr'a geldikleri zaman, "Allah'ı açıkça görmedikçe, sana iman etmeyeceğiz" dediler de, bunun üzerine onları bir "saika" yakalayıverdi de, öldüler. Hz.Musa ağlayarak ayağa kalktı ve şöyle dedi:1" Ya Rabbîjsrailoğullarına ne diyeyim?Çünküben onlara kendilerini öldürmelerini emrettim; sonra geriye kalanlardan bunları seçtim... şimdiyse, yanımda onlardan hiç kimse olmaksızın onların yanına döndüğümde, ben onlara ne diyeyim?" Bunun üzerine Allah, Hz. Musa'ya bu yetmiş kişinin buzağıyı ilah edinenlerden olduğunu vahyetti de, Hz. Musa:

"Bu, ancak senin bir imtihanındır.Sen onunla dilediğinisaptınrrdüediğini de hidayete İletirsin. Sen bizim velimizsin. Onun için bizi bağışla ve bize merhamet et Senr bağışlayanların en hayırtısısm. Bu dünyada da^ahirette de bize iyilik yaz. Muhakkak kî biz, sana döndük" (Araf, 155-156) dedi. Sonra Alahu Teâlâ onları diriltti, bunu müteakiben onlar da ayağa kalktılar ve herbiri diğerine bakarak, Allah'ın onu nasıl dirilttiğini gördüler. Böylece onlar, "Ey Musa, sen Allah'tan ne istedinse onu sana verdi. Bu sebeple, bari O'na dua et de bizi peygamber yapsın" dediler. Bunun üzerine Hz. Musa, bu hususta Allah'a dua etti, Allah da Onun duasını kabul buyurdu.

Bil ki âyette, bu iki görüşten birisini diğerine tercih etmeye delalet edecek herhangi bir husus yoktur. Yine ayette, Allah'ı görmeyi isteyenlerin buzağıya tapanlar veya başkaları olduğuna dair de bir delalet yoktur.

Cenâb-ı Hakk'ın: ifâdesine gelince, bunun manası, "Allah'ı ayan beyan görtnedikçe seni tasdik ve nübüvvetini itiraf etmeyiz" demektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Âyette geçen, sözü, senin "Kıraati ve duayı aşikâr okudum" sözünden olmak üzere, bir masdardır. Sanki gözüyle gören kimse, görmesini açıklayan; kalbiyle gören kimse ise, rû'yeti gizleyen gibidir... kelimesinin mansub olması, mefûl-i mutlak olmasından dolayıdır. Çünkü o görmenin bir nevini bildirir. Bu sebeple, kelimesinin (oturmak) fiifi ile mansûb olması gibi, kelimesi de fiiliyle mansub kılınmıştır. Veya, açıkça görenler manasına olmak üzere hal olarak mansub kılınmıştır. Hâ harfinin fethasıyta olmak üzere şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu kelime, ya "galebe" kalıbında bir masdardır veya kelimesinin çoğuludur. Kaffâl, "cehreten" kelimesinin aslınıazuhûr (görünmek, belirmek) dan olduğunu söylemiştir. Bir şeyi açtığın zaman denilir. Suyu çamurla örtülmüş olan kuyuyu, suyu ortaya çıkıncaya kadar temizlediğinde, denilir. Yine, ses yüksek perdeden olduğu zaman denilir. Ve yine, yüzünün parlaklığı açık olduğu zaman denilir. Onlar, vehmeden bir kimsenin ru'yetten maksadın, bilmek (ilm) veya uyuyan birisinin kastedilmesi durumunda, tahayyül olduğunu vehmetmemesini te'kid etmek için dediler. [167]

 

Allah'ı Görmek İsteyenleri Yıldırımın Çarpması               Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: sözüne gelince bunda birkaç bahis bulunmaktadır: [168]

 

Birinci Bahis: Mutezilenin Rüy'et Hakkında Yanlış Bir İstidlali

 

Mu'tezile bu ifâde ile, Allah'ın görülmesinin imkânsızlığına istidlalde bulunmuştur. Kâdi Abdu'l-Cebbâr şöyle demiştir: Şayet Allah'ı görmek caiz olsaydı, yıldırımın çarptığı kimseler caiz görülen bir işi istemiş olurlardı. Bu sebeble de onlara, herhangi bir ceza inmemesi gerekirdi.. Nitekim onlar, Allahu Teâlâ'nın:

"Biz bir çeşit yemeğe katlanamayız; bunun için sen Rabbine dua et de, bize yeryüzünün bitirmiş olduğu nimetler çıkarsın " Bakara, 6i) âyetinde de belirttiği gibi, bir yiyecekten başka bir yiyeceğe ve bir azıktan başka bir azığa geçmeyi istediklerinde, onlara herhangi bir ceza inmemiştir.

Ebu'l-Hüseyn, "Kitabu't-Tesaffuh"unda şöyle demiştir: Allahu Teâlâ, görme isteğini, sırf onu reddettiği için zikretmiştir. Bu birkaç âyette böyledir.

1) Mevzubahis olan âyettir. Çünkü, şayet görmek caiz olsaydı, onların ifâdeleri, yadırganmama ve onları bir saikanın yakalamaması   hususunda,  diğer  ümmetlerin   peygamberlerine,   "Biz, herhangi bir ölüyü diriltmedikce, iman etmeyeceğiz" demeleri !gibi olurdu.

2) Allah'u Teala'nın: "Ehli Kitab senden, kendilerine gökten bir kitab indirmeni ister. Gerçekten oniar, Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, "Allah'ı bize apaçık göster" demişlerdi. Bu zulümleri yüzünden de onları bir saika yakalamıştı" (Nisa, 153) âyetidir. Allah bu isteği zulüm diye adlandırmış ve onları anında cezalandırmıştır. Şayet Allah'ı görmek caiz olsaydı, onların Allah'ı görme hususundaki istekleri fazladan bir mucize isteyen kimsenin bunu istemesi gibi olurdu. Buna göre eğer sen, "Allah Teâla, bunların herbirinin haddi aşma olması hususunda gökten kitab indirmeyi "görme" yerinde zikretmedi mi? Kitab indirme haddi zatında imkansız olmadığı gibi, Allah'ı görmeyi isteme de aynıdır" dersen, ben de derim ki: Ayetin zahiri bu iki şeyden herbirinin imkansızlığını gösterir. "Kitab indirme" konusunda, ayetin zahirine itibar edilmemiş, "Allah'ı görme" konusunda ise âyetin zahirine itibar edilmiştir.

3) Hak Teâlâ:

'Bize kavuşmayı ümid etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi, yahud Rabbimizi görmeli değil miydik?" Andolsun ki onlar kendi kendilerine kibirlendiler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar'' (Furkan. 21) buyurmuştur. Buna göre, eğer Allah'ı görmek caiz olsaydı -ki bunu mümkün görenlerce bu en büyük nimetlerdendir- onu istemek haddi aşmak olmazdı. Çünkü Allah'dan, dinî veya dünyevî bir nimet isteyen kimse haddi aşmış olmaz.Ve bu, "Senin duanla Allah şu ölüyü diriltmediği müddetçe sana iman etmeyiz" denilmesi gibi olurdu. [169]

 

Razî'nin Mutezile İddiasına Cevabı

 

Bil ki bu vecihler bir konuda müşterektirler, o da şudur: Şayet rü'yet (Allah'ı görme) caiz olsaydı, onu taleb etmek haddi aşmak ve reddedilecek bir fiil sayılmazdı. Haddi aşmak ve yadırganacak bir fiili yapmak ise yasaktır. Onun, "Bir yemekten diğer bir yemeğe (yiyeceğe) geçme gibi diğer menfaatleri istemek imkan dahilinde olunca, rü'yeti isteyen de asi olmaz. Diğer mû'cizeleri isteme hususunda da söz aynıdır" sözüne gelince buna karşılık biz deriz ki: Niçin "Mümkün olan şeyi o istediği zaman, haddi aşmış olmaz. Dolayısıyla her olabilecek şeyi isteyen kimsenin de haddi aşmış sayılmaması gerekir" dedin? Bu gibi yerlerde, çeşitli misallere dayanmak ehl-i ilme yakışmaz. Nasıl yakışsın ki. Halbuki Hak Teâlâ, rü'yet ile beraber, ancak mümkün olduğuna ittifakla hükmettiğimiz bir şey zikretmiştir. Bu şey ya gökten bir kitabın inmesi, veya meleklerin inmesi gibi bir şeydir.Böylece her iki işin toplamına haddi aşma sıfatını vermiştir. Bu ise, haddi aşma sıfatının, istenen şeyin mümkün olmamasından ötürü verilemeyeceği hususunda kat'ilik ifade eden bir delil gibidir.

Ebu'l-Huseyn'in, "Ayetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu gerektirir. Ancak ayetin zahirinin bir kısmı ile amel edilmiş, bir kısmı ile ise amel edilmemiştir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Sen, yadırgamanın, ancak istenen şeyin imkansız olması halinde olacağına dair herhangi bir delil getirmedin. Bu hususta sadece çeşitli misallere dayandın. Misal ise bu konuda bir mana ifade etmez? Bu sebeble senin 'Âyetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu gerektirir" sözün geçersiz olur. Böylece bizim dediğimiz şeyler sebebi ile, Mu'tezile'nin görüşünün değersizliği ortaya çıkmış olur. [170]

 

Rûyet İsteğinin Reddolunmasının Sebepleri

 

Şayet birisi derse ki: "Allah'ı görme isteğinin reddolunmasının sebebi nedir?" Bu konudaki cevab bazı açıklamalar ihtiva eder:

a) Allah'ı görmek ancak âhirette olur. Binaenaleyh, burada reddolunan dünyada istenmiş olmasıdır.

b) Allah'ın hükmü, Allah görüldüğü zaman mükellefiyetin İnsandan kalkmasını gerektirir.  Bu sebeple O'nu görmeyi taleb, mükellefiyetin kalkmasını istemektir. Bu, Mu'tezile'nin görüşüne göre daha uygundur. Çünkü rü'yet zaruri ilmi ihtiva eder. Zaruri ilim ise, mükellefiyete terstir.

c) İddianın doğruluğuna dair deliller tamam olunca, ayrıca delil istemek, işi yokuşa sürmek olur. İşi yokuşa sürme (inada) ise, şiddetli celandırmayı gerektirir.

d)  Allahu Teala'nın insanları dünyada iken,  kendisini görmekten menetmesinde önemli bir maslahatın olduğunu bilmesi imkânsız değildir. İşte bu sebebten ötürü, gökten kitablar ve melekler indirmesinde büyük bir mefsedetin (zararın) olduğunu bildiği ve binaenaleyh böyle bir isteği reddetmiş olduğu gibi, dünyada iken kendisinin görülme isteğini de böylece yadırgamış oldu. [171]

 

İkinci Bahis: Saika Ne Demektir?

 

"Saika" hususunda müfessirlerin iki görüşü vardır:

a) O, ölüm manasınadır. Bu Hasan Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Onlar bu görüşlerine penâb-ı Hakk'ın:

"Allah'ın diledikleri dışında, göklerde kim var, yerde kim varsa ölür' (Zümer, 68) âyetini delil getirmişlerdir. Bu birkaç bakımdan zayıftır:

1) Allah'ın: "Gözünüz bakıp dururken o saika (yıldırım) sizi çarpmıştı" (Bakara, 55) âyetidir. Şayet "saika" ölüm olsaydı, onların ona bakmış (görmüş) olmaları imkansız olurdu.

2) Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s) hakkında:

"Musa baygın yere düştü" (A'raf, 143) buyurmuş, Hz. Musa {a.s) ölmediği halde, onun için "saika"yı kullanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ müteakiben

"Ayıldığı zaman" (Aynı âyet) buyurmuştur. İfakat (ayılma), ölümden değil bayılmadan olur.

3) "Saika", çarpan (vuran) şeydir. Bu ise (ölüme değil) ölüme sebeb olan şeye işarettir.

4) Onlar müşahede ettikleri halde saika'nın meydana gelmesi, azab olarak, habersiz olarak ansızın onlara gelmesinden daha büyüktür. İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak, ilahî cezanın büyüklüğüne dikkat çekmek için, "Gözünüz bakıp dururken" buyurmuştur.

b) Bu muhakkik âlimlerin görüşüdür. Buna göre, "Saika" ölüme sebeb olan şeydir. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-Allah, A'raf sûresinde: "Onları müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman.." (A'raf, 155)

buyurmuştur. Alimler bu ölüm sebebi olan saikanın ne olduğu hususunda ihtilâf etmiş,üç görüş belirtmişlerdir.

1) O, gökten düşüp onları yakan bir ateştir.

2) Gökten gelen bir sayhadır.

3) Allah Teala, onların üzerine sesini işittikleri bir ordu gönderdi de onlar bir gün ve gecede baygın ve ölü olarak yerlere serildiler. [172]

 

Öldükten Sonra DiriltiImeleri:               Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Ölümünüzden sonra sizidfriltmiştik" âyetine gelince, Allah böyle buyurmuştur, çünkü ba's (diriltme), ancak ölümden sonra olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın:

"Bunun üzerine, mağarada onların külahlarına perdeler vurduk. Sonra onları, onlardan hangisinin ne kadar kalmış olduklarını daha iyi hesap edici olduğunu bilmek için uyandırdık" (Kehf, 11-12) buyurduğu gibi...

Eğer, Hz. Musa (a.s) bu sözün İçerisine dahil midir? denilirse, iki bakımdan, "hayır" derim.

a) Bu, hitab-ı müşafehe (ağızdan yapılan bir azarlama) dır; dolayısıyla Hz.Musa(a.s)'yı içine alması gerekmez.

b) Şayet bu hitap Hz.Musa (a.s)'ya da şâmil olsaydı,onun hakkındaki (ayılınca)sÖzü ile tahsis edilmesi gerekirdi. Kaldı ki tabiri ölümle ilgili olmak (yani dirilmek manasına) kullanılmaz. İbn Kuteybe, Hz. Musa (a.s)'nın öldüğünü söylemiştir ki, bu izahımızdan dolayı, yanlıştır.

Allahu Teâlâ'nın: ifâdesine gelince, bundan maksat şudur: Altahu Teâlâ, onları mükellef kılsın, imân etmelerine imkan bulsunlar, kendilerinden südûreden günahları da telafi etsinler diye dünyada onları ölmelerinden sonra tekrar diriltmiştir. Hak Teâlâ'nın onları mükellef tutmasına gelince bu, O'nun, buyurmuş olmasından Ötürüdür. lâfzı, taâtların hepsini içine alır; zira Cenâb-ı Hak:

"Ey Davud hanedanı siz şükr için çalışın" (Sebe, 13) buyurmuştur.

Şayet: "Allah onları öldürmüşken, tekrar onları mükellef tutması nasıl caiz olur; eğer bu caiz olursa, öldükten sonra ahiret ehlini dirilttiği zaman onları da mükellef tutması niçin caiz olmasın?" denilirse deriz ki; "Ahirettekilerin ahirette mükellef tutulmalarına mani olan şey, onları önce öldürüp, sonra diriltmek değildir; aksine buna mani olan şey, kıyamet gününde Allah'ı, cennetteki lezzetleri ve cehennemdeki elemleri zaruri olarak tanımış ve görmüş olmalarıdır. Zaruri bir ilim meydana geldikten sonra, herhangi bir teklif söz konusu olamaz. Teklife mani olan şey bu olunca, Allah'ın kendilerini saika ile öldürdüğü kimselerde bu öldürmenin onlara zaruri bir bilgi kazandırmadığı söylenebilir, bu imkansız değildir. Durum böyle olunca, onların bu hadiseden sonra mükellef tutulmaları ve onların öldürülüp tekrar diriltilmelerinin bir uyku veya baygınlık kabilinden olması doğru olur. Hasan el-Basri'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahu Teâlâ'nın bu öldürmeyle onların ömürlerini sona erdirdi, sonra altı üstüne getirilmiş bir köye uğradığında öldürdüğü kimseyi (Üzeyr a.s.) ve binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla memleketlerinden çıktıktan sonra kendilerini öldürmüş olduğu kimseleri dirilttiği gibi, onları da işte yeniden diriltti'! Çünkü Allah Teâlâ, onlar hakkında bu tarz ölümü takdir edip bunu bildirdikten sonradır ki onları yıldırımla öldürmüştür. Böylece bu vakit onların ilk ölümleri için bir ecel; diğer vakit de yaşamaları için belirlenmiş bir vakit olmuş oldu.

Mu'tezile'nin Allah'ın âyetiyle, O'nun herkesten iman etmesini istediğine dair istidlallerine gelince, buna dair cevabımız defaatle geçmiştir. Binaenaleyh, tekrar etmeye gerek yoktur. [173]

 

Onlara Gölgeleyen Bulut, Kudret Helvası, Bıldırcın Verilmesi

 

"Ve (Tih'te) üstünüze bulut ile gölge yapmış, size (orada ) kudret btivasıyla, bıldırcın eti indirmiş ve "Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin fyinfnden (temiz ve helâl olanlarından) yeyin" (demiştik). Onlar (O aankörlükleriyle) bize zulmetmemişler, fakat kendilerine zulmetmişlerdir" (Bakara, 57).

Bil ki bu, Allah'ın zikrettiği yedinci nimettir. Cenâb-ı Hak, bu âyeti aynı tafızlarla A'raf sûresinde de zikretmiştir. Âyetin zahirî, bu gölgelendirmenin, Allah'ın onları diriltmesinden sonra olduğunu gösterir. Çünkü Hak Teâlâ, aksi de imkansız olmamakla beraber birbiri üzerine atfedilmiş olarak, "Şükredesİnlz diye sizi ölümünüzden sonra dirilttik ve üstünüze bulut ile gölge yaptık" (Bakara, 56-57) buyurmuştur. Zira maksad, Allah'ın onlara has olarak verdiği nimetlerini tanıtmaktır.

Müfessirler, lafzının manasının "bulutun size gölge yapmasını sağ­ladık" demek olduğunu söylemişlerdir. Bu, çölde bulundukları esnada olmuştur. Allahu Teâlâ, onların yürümesi ile yürüyecek ve onları güneşten koruyacak bir şekilde bulutu onlara âmâde kılmış; onların üzerine, herbir insana bir ölçek olmak üzere, güneşin doğuşundan batışına kadar kudret helvası yağdırmış ve bıldırcın yollamıştır. Öyleki her insan, o bıldırcınlardan istediği kadar kesip yemiştir. Ayetteki lafzına gelince, buna başında mahzuf (görülmeyen) bir "Biz dedik ki" lafzı varmış gibi mana verilir. lafzının manası ise, "Bu nimetleri inkâr etmek suretiyle veya almaları gereken miktardan fazlasını alarak veyahut da bu çeşit yiyeceklerden başkasını isteyerek zulmettiler" demektir. lafzı bu manaların hepsine delâlet ettiği için, bunlar hazfedilerek sadece denmekle yetinilmiştir. [174]

 

Onlara Şehre Girme Emrinin Verilmesi

 

"Hani, "şu kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde ederek girin ve "hıtta" deyin ki kusurlarınızı örtelim, iyilik edenleri(n ecrini) daha da artıracağız" demiştik. Zulmedenler ise sözü kendilerine söylenen (şekilden başka bir) şekle çevirmişlerdi. Biz de o zalimlerin üstüne, yaptıkları fasıkîığın cezası olarak, gökten murdar bir azab indirmiştik" (Bakara, 58-59).

Bil ki bu Allah'ın onlara verdiği sekizinci nimetidir. Bu ayet daha önce geçen nimetlere atfedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara bulutla gölgelendirme nimetini ve dünyevî nimetlerden olan bıldırcın ve kudret helvasını indirme nimetini verdiğini beyan ettiği gibi, buna, onlara verdiği dinî nimetleri ekledi. Zira Allah onlara günahlarını silecek şeyleri emretmiş ve onlara hakettikleri cezadan kurtulmalarının yolunu beyan etmiştir. Bil ki bu âyet hakkında iki türlü izah yapılmıştır: [175]

 

Âyetteki "Girin" Emrinin Çeşidi               Başa Dön

 

Birinci İzah; âyetin tefsiri hususunda söylen en terdir. Biz deriz ki:Allah' in âyetine gelince, bil ki bu, teklifi bir emirdir. Bunun teklifi (mükellefiyet getiren) bir emir olduğuna iki husus delalet eder:

a) Allah Teâlâ, "secde ederek kapıdan girme"yi emretmiştir. Bu ise güç bir iştir. Bu sebeble bunu emretmek, bir teklif olmuş oldu. Kapıdan secde ederek girmeleri ise kasabaya girmelerine bağlanmıştır. Vacib olan bir işin, ancak kendisi ile tamamlandığı şey de vacibtir. Bu nedenle, kasabaya girme emrinin de mübahlık ifade eden bir emir değil,teklifi (yapılması vacib) bir emir olduğu ortaya çıkmış oldu.

b) Allahu Teâlâ'nın:

"Allah'ın size takdir ettiği mukaddes beldeye gtrfn, gerisin geriye dönmeyin" (Maide, 21) âyeti, buna delildir. [176]

 

Bu Kasabanın Adı Nedir?

 

Kur'ân'ın zahiri bu kasabadan maksadın, hangi kasaba olduğunu göstermez. Bu hususta ancak haberlere müracaat edilebilir. Bu "kasaba"nın resi olduğu hususunda birçok görüş vardır:

a) Katâde, er-Rebi ve Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercihidir ki, bu yeden maksat Beyt-i Makdis'tir. Onlar, buna Allah'ın Maide süresindeki, 21) âyetini delil getirmiş-

erir.Bu ikiıâyette geçen karyeden muradın aynı olduğunda şüphe yoktur.

b) Bunun Mısır'ın bizzat kendisi olduğudur.

c) Ki bu görüş İbn Abbas ve Ebu Zeyd'in görüşüdür, o Beyt-i Makdis'in ar köyü olan Eriha'dır. Bu görüşte olanlar, bu karyenin Beyt-i Makdis nasının mümkün olmayacağına şöyle delil getirmişlerdir: Çünkü, demişler Cenâb-t Hakk'ın: ifâdesindeki fâ harfi, takibi iktiza eder. Bu Mbeple bu değiştirmenin, Hz. Musa (a.s)'nın hayatında, bu emrin peşinden tordan meydana gelmiş olması gerekir. Ne var ki, Hz. Musa, Beyt-i Ntafcdis'e girmemiş, Tih topraklarında ölmüştür. Bu sebeple bu karyeden sadın, Beyt-i Makdis olmadığı sabit olmuş olur. Evvelkiler şöyle cevap vermişlerdir:

Âyette, bu emrin Hz.Musa vasıtasıyla mı ,'Hz.Yuşâ vasıtasıyla mı olduğu açıklanmamıştır. Hz. Yuşâ'nın lisanıyla bildirildiğini kabul edersek, problem zaten ortadan kalkar.

Allah'ın ifadesine gelince, bunun açıklaması Hz. Âdem kıssasında geçti. Bu.ibahe ifade eden bir emirdir. [177]

 

"Kapıdan Secde Ederek Girin" Demenin Manası

 

Onun, sözüne gelince, bunda iki bahis bulunmaktadır:

1) Âyetteki "kapı" konusunda, âlimler iki görüş belirtmek üzere ihtilaf etmişlerdir.

a) Bu İbn Abbas, Dahhâk, Mücahid ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bu kapı, Beyt-i Makdis'de "Hıtta kapısı" diye anılan bir kapıdır.

b) Asâmm, âlimlerden bazılarından, bu kapı ile şehrin cihetlerinden bir cihet ile oraya varan bir giriş yerinin kastedildiğini nakletmiştir.

2) Alimler secde ile neyin murad edildiğinde ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Hasan el-Basri, bununla bizzat yüzün yere konulduğu secdeyi kastetmiştir" demiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin zahiri, secde etmeleri durumunda karyeye girmelerinin vücubunu iktiza eder. Bu sebeple secdeyi biz zahirine hamledersek, bu imkansız olur.

Âlimlerden, bu lafzı secdeden başka bir şeye hamledenler de vardır. Bunlar da iki görüş zikretmişlerdin

a)  Said ibn Cübeyr'in İbn Abbas'tan yaptığı rivayettir. Buna göre secdeden maksat rükûdur. Çünkü kapı dar ve küçük idi. Oraya giren kimsenin başını eğmesi gerekir. Bu da, uzak bir ihtimaldir; çünkü, şayet kapı dar olsaydı, onlar oraya rükû ederek girme mecburiyetinde kalırlar ve oraya girmek için bu emre muhtaç olunmazdı.

b) Allah bununla hudû ve huşu etmelerini, göstermelerini kastetmiştir. Bu doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü bu lafzı secdenin hakikatine hamletmek uygun olmayınca, onu tevazuya hamletmek gerekir. Çünkü onlar tevbe etmeye başladıklarında, günahlarından tevbe eden kimsenin mutlaka huşu ve hudû içinde olması gerekir. [178]

 

"Hıtta"nın Manası               Başa Dön

 

Allah'ın, ifâdesine gelince, bunda birkaç görüş vardır:

a) Bu Kâdi.'nin görüşüdür. Buna göre mana şudur: Allahu Teâlâ, onlara hudû ederek kapıdan girmelerini emrettikten sonra, onlara tevbeye delalet edecek olan şeyi söylemelerini de emretmiştir. Bu böyledir, çünkü tevbe kalbe ait işlerdendir. Bu sebeple başkası ona muttali olamaz. Buna göre, birisi günah İşlemekle meşgul olup da, bundan sonra tevbe ettiğinde ona, günahını müşahede eden kimselere, tevbe ettiğini aktarması gerekir. Çünkü tevbe, ancak bununla tamamlanır. Zira dilsiz olan kimsenin tevbesi, ondan her ne kadar konuşmak sâdır olamasa da, başkasına günahından tevbe yoluna döndüğünü bildirmesi ve nefsinden töhmeti gidermesi ile anlaşılıp tamamlanır. Yine, hata olan bir mezhebe tâbi olan, sonra da ona hak zuhur eden kimseye "bâtıl üzere devam ediyor" töhmetini silmek ve düşman oluştan sonra yeniden ona dost olmaları için, kendisinin hatasını bilen kardeşlerine, o hatadan döndüğünü bildirmesi gerekir.

İşte bu sebebten ötürü, Allah Teala kalbin sıfatı olan hudu' (huşu)lan ile birlikte tevbe ettiklerini gösteren lafzı söylemelerini İsrailoğullarına mecbur etti. Tevbelerini gösteren lafız da, Allah'ın   "Hıtta deyiniz" âyetindeki "hıtta" kelimesidir. Buna göre netice olarak diyebiliriz ki Hak Teâlâ, İsrailoğulJarına hudû ve huşu içinde o kapıdan girmelerini, kalbin pişmanlığı ile azaların hudu ve huşuunu ve dilin istiğfarını biraraya getirmeleri için, lisanları ile günahlarının bağışlanmasını istemelerini emretmiştir. Bu, en güzel ve gerçeğe en yakın olan izahtır.

b) Bu ef-Esâm'ın   görüşüdür.   Ona  göre   bu   lafız  ehl-i   Kitab'ın lafızlarındandır, yani Arapça'da onun manası yoktur (bilinmez).

c) Keşşaf sahibi, lafzının kökünden olmak üzere, ve kelimeleri gibi veya üü vezninde olduğunu söylemiştir. Bu kelime âyette, mahzuf bir mübtedânın haberidir, "Bizim isteğimiz bağış-lamandır" veya "senin işin bizi bağışlamaktır" manasındadır. Buna göre kelimenin aslı, "Bizim günahlarımızı tamamen bağışla" manasında olmak üzere (mefûl-u mutlak olarak) mansubtur. Bu tıpkı şairin "Güzel bir şekilde sabret. Çünkü ikimiz de dertliyiz " beyti gibi, "devamlılık" manasının verilmesi için ilw kelimesi merfu olarak getiril­miştir. (Çünü mübteda haber cümlesi devamlılık ifade ettiği için bu kelime de mahzuf mübtedânın haberi kılınmıştır.) Şairin beytinde geçen kelimesinin aslı, takdirinde olduğu için, dür. İbn Ebî Able kelimesini mansub okumuştur.

d) Bu, Ebu Müslim el-lsfahani'nin görüşüdür. Buna göre "hıtta"nın yani, "işimiz şu kasabaya inip, orada yerleşmemizdir" demektir. Kâdî şöyle diyerek bu görüşün zayıflığını ifade etmiştin "Eğer ondan maksad bu olsaydı, onların hatalarının bağışlanması bununla ilgili olmazdı. Ancak Hak Teâlâ'nın "Hıtta deyiniz ki günahlarınızı bağışlaya­lım" âyeti, onların   "hıtta"   dedikleri için hatalarının bağışlandığını göstenr." Kâdî'nin bu görüşüne şöyle cevab verilebilir: Onlar o kasabaya inip, tevazu içerisinde secde ederek girdikleri zaman, Allah'ın rahmeti bu durumdan dolayı tahakkuk etmiş olabilir.

e) Kaffâ ın görüşüdür, Ona göre bu lafzın manası "Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla. Çünkü biz senin rızanı sana karşı tezellülü murad ederek o kasabaya indik. O halde bizim günahlarımızı bağışla" demektir. [179]

 

İstenen Hıtta Lafzı mı, Yoksa Manası mıdır?

 

Eğer birisi "Mükellefiyet bizzat bu lafzın zikredilmesi midir yoksa böyle değil midir?" derse, deriz ki: İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre onlar bizzat bu lafzı söylemekle emrolunmuşlardır. Bu da ihtimal dahilindedir. Ancak doğruya daha yakın olan şu iki sebebten ötürü bunun aksinin olmasıdır:

1) Bu Arapça bir lafızdır. Halbuki Benî İsrail Arapça konuşmazlardı.

2) Doğruya daha yaKın olan, onların tevbe ettiklerine, pişman olduklarına, hudû ve huşûlanna delâlet edecek bir sözü söylemelerinin emredilmesidir. Hatta onlar "hıtta" yerine "Ya Rab! Senden mağfiret istiyoruz ve sana yöneliyoruz" demiş olsalardı da yine maksad hâsıl olurdu. Çünki tevbeden maksad, ya kalben yapılandır veya lisanen. Kalben yapılan tevbenin alâmeti pişmanlık duymaktır. Lisanen yapılan tevbenin alâmeti ise, kalbte pişmanlığın meydana geldiğini gösterecek bir lâfzı söylemektir. Bu ise, bizzat "hitta" lâfzını söylemeyi gerektirmez.

Cenâb-ı Hakk'ın "Sizi bağışlayalım " sözüne gelince, burada geçen mağfiret (bağışlama) hususunda daha önce söz söyledik, Sonra burada iki bahis vardır:

Birincisi: Allah Teâla sözünü, burada minnet etme sadedinde söylemiştir. Şayet, Mu'tezile'nin dediği gibi, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi aklen O'na vacib olsaydı, durum böyle olmazdı. O zaman o, aksine bir vacibi eda olmuş olurdu. Vacibi (yani yapılması gerekli olan şeyi) eda etmenin ise, imtinan sadedinde söylenmesi caiz olmaz.

İkincisi: Burada değişik birkaç okunuş (kıraat) vardır:

a)  Ebu Amr ve İbnu'! Münadi, şeklinde okumuşlardır.

b)  Nâfî bu kelimeyi şeklinde okumuştur.

c)  Medine kurralarından diğerleri ile Mufaddal'dan gelen bir kol yiü şeklinde okumuşlardır.

d) Hasan el-Basri, Katade, Ebu Hayve ve el-Cuhderi diye okumuş­lardır. Kaffal şöyle demiştir: Bu kıraatlann hepsinde de mana aynıdır. Çünkü Allah  hataları  bağışladığı zaman,  onlar da  bağışlanmış olur.   Hatalar bağışlandığı zaman, onları Allah bağışlar. Fiil müennes isimden önce gelir ve fiil ile faili arasına başka bir kelime girer ise, fiilin müzekker olması da, müennes olması da caiz olur. Mesela Allah'ın;

"Zalimleri bir sayha yakalar''(Hûd, 67) âyetinde olduğu gibi. Ayette geçen "hatie"(hata, günah)den murad, onun bütün hataları ifade eden cins ismi olmasıdır, yoksa tek bir hata manasına değildir. Allah'ın  (hatalarınızı) lafzına gelince, bu lafzın da birkaç türlü okunuşu vardır:

a) Cuhderî kelimeyi şeklinde okumuştur.

b) A'meş

c)  Hasan ej-Basri

d)  Kısâî,

e)  İbn Kesir

f) Yine Kisâî

g) Geri kalanlar ise, ye harfini imale ile okumuşlardır. [180]

 

Muhsin Kelimesinin Manası ve Muhsinlerin Mükâfaatı               Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın "Biz muhsinlere (iyi amel edenlere), mükâfaatı artıracağız"âyetine gelince.bu âyetteki"muhsin" den murad, ya bu mükellefiyet hususunda Allah'a itaat ederek iyi davranmış olan kimse, yahut da diğer mükellefiyetlerde başka taatler yaparak iyi davranmış olan kimse kastedilmiştir Birinci takdire göre vaadolunan bu mükafaat fazlalığının dünyevi ve dinî menfaatlerden olması mümkündür. Dünyevi menfaatlerden olması ihtimaline gelince bu, şu demektir: Kim, bu taati yaparak ihsanda bulunursa, biz ona dünyevî genişliği ve zenginliği veririz ve ona bu kasabadan başka kasabaların kapısını da açarız.

İkinci ihtimale, yani bunun uhrevî menfaatlerden olması ihtimaline gelince, bunun manası da şudur: Kim Allah'a itaat ederek ve tevbede bulunarak ihsanda bulunur (iyi davranır) ise, biz onun hatalarını bağışlar ve bunun yanında ona çok sevab veririz." Nitekim Hak Teâlâ:

"İyi (güzel) amel yapanlara daha güzel iyilik ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 26) buyurmuştur. Yani, "Biz, onlara iyilik verdikçe verir, bir de daha fazlasını vererek onları mükâfaatlandırırız". Nitekim tek bir iyiliğe on ve hatta daha fazla sevab verilir. Ama âyette geçen "muhsinler"den murad, "bu tevbeden sonra, başka taatlar da yaparak kim iyi davranışta bulunursa..." şeklinde olursa, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Biz sizin o kasabanın kapısından secde ederek girmenizi ve "hıtta" demenizi, günahlarınızın bağışlanmasına sebeb kılarız. Sonra siz diğer taatleri yaparsanız, biz de bu taatlarınıza karşılık size sevab veririz."

Âyetin bir başka tefsiri daha vardır. O da şudur: Kim günah işlemiş ise, bu fiili sebebiyle o günahını bağışlarız. Kim de günah işlememiş ve ihsanda bulunmuş (itaat etmiş) olur ise, biz onun ihsanını artırırız, yani o taatini onun hasenatına yazdığımız gibi fazlasını da veririz. Buna göre bağışlama mümin olanlar için, mükafaat fazlalığı da ehl-i itaat için olmuş olur. [181]

 

Zalimlerin Verilen Emri Değiştirmeleri

 

Allah Teâla'nın "Zulmedenler ise (onu) değiştirdiler" âyetine gelince, bununla ilgili olarak iki görüş vardır:

a) Ebu Müslim, ifadesi onların, emroluncluklan şeyi yap m adı ki arma delâlet eder, yoksa emrolundukları şeyin yerine başka birşey yaptıklarını göstermez. Bunun delili, tebdil (sözü değiştirmek) ifadesinin bazan muhalefet etmek anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ da:

"Siz ganimetleri almaya yöneldiğiniz zaman, savaştan geri kalanlar, Allah'ın kelamını değiştirmeyi murad ederek derler ki: "Bırakın bizi sizin peşinize gelelim" (Fetih, 15) buyurmuştur. Bunların "değiştirmeleri" sözde değil ancak fiildeki muhalefetleridir. Burada da böyledir. Buna göre mana şöyledir: "Onlara mütevazi olmaları ve ilahi mağfireti istemeleri emredildiği zaman, onlar bu emri tutmamış ve buna iltifat etmemişlerdir" demiştir.

b) Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu görüşe göre "tebdil" den maksad, İsrailoğullarının yapmakla emrolundukları şeyin yerine bir başka şeyi yapmalarıdır. Çünkü tebdil, "bedel" kelimesinden müştaktır. Bu nedenle ortada mutlaka "bedel" olan birşeyin bulunması gerekir. Bu tıpkı, "Falan, dinini değiştirdi " demek gibidir. Bu, o kimsenin bir dinden başka bir dine geçtiğini gösterir. Bu manayı, Hak Teâlâ'nın "Kendilerine söylenen sözden başka bir söze (değiştirdiler) âyeti de te'kid eder. Sonra müfessirler, bu değiştirilen söz ve fiilin ne olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre,-onlar, secde ederek girmeleri emredilen kapıdan oturmuş vaziyette geri geri sürünerek ve yerine (Bir tane arpa) diyerek girdiler. Mücahid'den gelen rivayete göre, onlar geri geri oraya girdiler ve istihza ile (buğday) dediler. İbn Zeyd de şöyle demiştir:"Onlar, Musa (a.s) ile alay ederek, "Musa bizimle hitta httta diyerek sadece oynamak istiyor, yani değersiz bir şey ile oynamak istiyor." [182]

 

Zalimler ve Onlara Gönderilen Azab

 

Allahu Teâlâ'nın (zulmedenler) ifadesine gelince, burada Allah onları "zalim" diye nitelendirmiştir. Onlar ya dinî ve dünyevî hususlardaki hayırların eksilmesine gayret ettikleri için veyahutta kendilerine haksızlık ettikleri için zalim olmuşlardır. Yukarıda geçtiği gibi, insanın kendisine haksızlık etmesi de zulümdür.

Cenâb-ı Allah'ın "Biz de zulmedenlere, gökten murdar bir azab indirdik " ayetine gelince, bu ayetle ilgili iki konu vardır:

Birincisi: Bu âyette "zulmedenler" (Bakara, 59) ifâdesinin iki kere geçmesi, İsrailoğullarının durumlarının son derece çirkin olduğunu göstermek ve onlara azab indirilmesinin zulümleri sebebi ile olduğunu anlatmak içindir.

İkincisi: Ayetteki "Ricz", azab demektir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın: "Onların başına ricz, yani azab gelince...geldi " (Araf, 134) âyeti ile, "Eğer, bizden azabı giderirsen..." (A'raf,i34) âyetidir. Zeccâc, ve kelimeleri ikisinin manası da birdir ve "azab" demektir" demiştir. Allah Teâlâ'nın:

"Allah sizden şeytanın riczini gidersin..." (Enfal, 11) âyetine gelince bunun manası,"Allah o şeytanın pisliğini ve sizi davet ettiği inkârı sizden gidersin" demektir. Sonra bu azabın ne olduğu konusunda da ayette bir işaret yoktur. İbn Abbas (r.a.) onlardan yirmidörtbin kişinin bir saat içinde ansızın öldüğünü söylemiştir. İbn Zeyd ise şöyle demiştir: Allah onlara veba hastalığı verdi de bir kuşluk vaktinden yatsıya kadar yiımibeşbin kişi öldü, geriye kimse olmadı. [183]

 

Fısk ve Zulüm Hakkında               Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın "Yaptıkları fasıklığın cezası olarak..." ifadesine gelince, "fısk", zararlı olan bir çıkıştır. Yaş hurma kabuğundan çıktığı zaman denilir. Şeriat dilinde "Fısk, Allah'a itaat etmekten çıkıp, Allah'a karşı isyan etme haline girmekten ibarettir." Ebu Müslim âyetteki fışkın, Allah'ın âyetindeki "zulüm" olduğunu, bu tekrar edilişin faydasının ise manayt te'kid olduğunu söylemiştir. Halbuki gerçekte burada şu iki sebebten ötürü tekrar yoktur:

a) Zulüm bazan küçük günahları, bazan büyük günahları işlemekten dolayı olur. İşte bu sebebten ötürü, Allah Teâlâ, peygamberlerini:

"Ey Rabbimiz, Biz kendimize zulmettik" (A'raf, 23) âyetinde, zulüm etme vasfı ile nitelemiştir. Bir de yine Allah Teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Şayet zulüm sadece, büyük günah işlemek olsaydı, bu durumda âyette (büyük) lafzının geçmesi gereksiz bir tekrar olurdu. Halbuki "fısk"ın da büyük günahlardan olması gerekir. Buna göre Allahu Teâlâ, onları ilk önce "zulüm" ile tavsif edince, bu zulümlerinin küçük günahlardan dolayı değil de büyük günahlardan dolayı olduğu bilinsin diye ikinci olarak "fâsık" diye vasıflandırmıştır.

b) Onların bu tebdil (sözü değiştirme) sebebi ile "zalim" ismine müstehak olmaları ihtimali de vardır. İşte bu tebdil sebebi ile, onlara gökten murdar bir azab inivermiştir. Dahası, bu tebdilden önce işlemiş oldukları fâsıklıktan dolayı da bu azab onlara inmiştir. Bu izah şekline göre, tekerrür durumu zail olur.

İkinci İzah: Bil ki Allah Teala bu ayeti A'raf suresinde de şu şekilde zikretmiştir:

"O zaman onlara, "Şu kasabada yerleşin. Onun istediğiniz yerinden yeyin. Kapısından hepiniz secde ederek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. Muhsin olanlara daha fazlasını da vereceğiz" denilmişti. Fakat İçlerindeki o zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirdiler. Biz de üzerlerine, zulmettikleri için gökten murdar bir azab indirdik" (A'raf, 161-162). [184]

 

Şeriatta Bildirilen Zikirler Tevkîfî midir?

 

Bil ki bazı âlimler, Allah'ın "zulmedenler., değiştirdiler" ifadesinin, zikir olarak rivayet edilen şeylerin tevkîfî olduğuna, onları değiştirmenin caiz olmadığına, o zikirlerin yerine başka birşey söylenemeyeceğine delil olduğunu söylemişlerdir. Şafii alimleri, iftitah tekbirinin yerine ta'zim ve teşbih ifade eden lafızlarının kullanılmasının, kezs Kur'an'ın Farsça okunmasının caiz olamayacağına delil getirmişlerdir.

Ebu Bekir er-Razî, bu görüşe şöyle cevab vermiştir: "İsrailoğullart, kendilerine söylenen sözü, zıddı olan başka bir söz ile değiştirdikleri için zemme müstehak olmuşlar ve bu yüzden zemmedilmeleri gerekmiştir. Ama aynı manada olmak üzere değişik lafız kullananlar zemme müstehak olmaz." Ebu Bekir er-Razi'nin bu sözüne şu şekilde cevab verebiliriz: Allah'ın "Zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirdiler" âyetinin zahiri, ister aynı manada olsun ister ayrı manada olsun, sözün yerine başka bir söz kullanan herkesi içine alır. Bu âyetle ilgili birçok soru vardır: [185]

 

Âyette İlgili Sualler

 

Birinci Soru: Allah Teala niçin, Bakara suresinde (Hani.. demiştik) ve A'raf sûresinde de (Hani onlara denilmişti ki...) buyurmuştur? Cevab: Allah Teala manada kapalılığı gidermek için, Kur'an'ın evvelinde, bu sözü söyleyenin kendisi olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bir de Allah Teâla söze "Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın" diyerek başlamış, sonra nimetlerini teker teker saymıştır. Binâenaleyh bu yere uygun olan, denilmesidir. A'raf süresindeki âyette ise, Bakara süresindeki bu açıkça ifadeden sonra, ifadesinde herhangi bir kapalılık kalmamıştır.

İkinci Soru: Allah Teâlâ niçin. Bakara sûresinde "Hani biz giriniz... demiştik." A'raf suresinde ise "yerleşiniz" demiştir? Cevab: Girmek, yerleşmeden daha öncedir. Dolayısı ile her ikisinin de meydana gelmesi gerekir. Bu sebeble, önce geçen surede "girme", sonra gelen surede ise "yerleşme" zikredilmiştir.

Üçüncü Soru: Niçin Allah Teala, Bakara'da ile öyle ise yeyiniz", A'raf'da ise ile "ve yeyiniz" buyurmuştur? Bunun ıcevabı, Bakara sûresinde. A'raf sûresinde ise buyruklarının tefsirinde bildirilen hususlardır.

Dördüncü Soru: Allah, niçin Bakara suresinde "Sizin günahlarınızı (hatalarınızı) bağışlayalım A'raf suresinde ise buyurmuştur. Cevab: cem-i kesret (çokluk ifade eden cemî) olüa^ ise cem-i müennes salimdir. Bu, az sayı ihtiva eden cemiler için kullanılır. Bakara suresinde, Cenab-ı Allah sözü kendisine nisbet ederek, buyurunca, bu sözüne, cömertliğine ve keremine yakışan bir hususu eklemiştir. Bu da O'nun, çok olan günahları bağışlamasıdır. Böylece çokluğu ifade eden bir cemi lafzı kullanmıştır. A'raf sûresinde ise, sözü kendisine nisbet etmeyip "Onlara... denildi " buyurunca, bu lafzı azlık ifade eden bir cami olarak getirmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki Allah faili zikredince, o,failin keremine yakışan "çok günahları affetme" vasfını da zikretmiştir. A'raf suresinde faili (yani kendisini) zikretmeyince çokluğu ifade eden lafzı da zikretmemiştir.

Beşinci Soru: Cenab-ı Hak, niçin Bakara sûresinde "bol bol (yeyin)" buyurdu da, A'raf da bunu hazfetti. Bu sorunun cevabı, dördüncü sorunun cevabı gibidir. Çünkü Allah bir fiili kendisine nisbet ettiği zaman, onunla beraber şüphesiz en büyük nimetini, bol bol yemeleri nimetini zikretmiştir. A'raf suresinde fiili zatına nisbet etmediği için, burada en büyük nimeti zikretmemiştir.

Altıncı Soru: Allah'u Teala, niçin Bakara suresinde buyurmuş, A'raf'da sonra gelen cümlesini öne almıştır. Cevab: harfi, mutlak manada beraberliği (cem'i) ifade eder. Yine  âyetinin muhatablarının bazılarının günahkâr diğer bazılarının ise günahsız olduklarını, günahkâr olanların günahlarının affolunması İçin uğraşmalarının ibadetle,meşgul olmalarından önce geldiğini, şüphesiz onların mükellefiyetinin önce demeleri, sonra da secde ederek kapıdan girmeleri olduğunu; günahsız olanlarının ise öncelikle ibadetle, ikinci derecede de nefsin kibrini kırmak ve ibadetten dolayı düşeceği ucbünü gidermek için tevbe ile meşgul olmaları gerektiğini söylemek mümkündür. Bundan dolayı günahsız olanların secde ederek kapıdan girmeleri, daha sonra da "bizi bağışla" demeleri gerekir. Ayetin muhatablarının böyle iki ktsma ayrılmaları İhtimal dahilinde olunca, Cenab-ı Allah da bu iki kısımdan her birine ait hykmü ayrı surelerde zikretmiştir.

Yedinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin Bakara sûresinde harfi ile A'raf'daise harfi olmaksızın buyurmuştur? Cevab: Allah Teala, A'raf sûresinde iki husus zikretmiştir: Tevbe etmeyi gösteren "hıtta" sözü, ve ibadet etmenin bir tezahürü olan secde ederek kapıdan girme işi... Bunların peşisıra da iki mükafaattan bahsetmiştir. "Hıtta" sözüne karşılık söylenen Güna anrazı bagayata" ederek kapıdan girmenin karşılığı olan "Muhsinlere (sevabı) artıracağız"vaad-i ilahisi... Bu nedenle iki şarttan her birine, bu iki cezadan birinin verildiğini göstersin diye, Allah harfini getirmemiştir. Ama Bakara sûresinde, mağfiret velziyadenin mecmuunun,girme ve hıtta deme fiillerinin mecmuunun karşılığı olduğunu ifade eder.

Sekizinci Soru: Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde A'raf sûresinde ise buyurmuştur. A'raf süresindeki âyette fazladan bir lafzının söylenmesindeki mana nedir? Cevab; A'raf'da bu lafzın ilave edilmesinin sebebi şudur: Burada kıssanın baş tarafı, S lafzı ile tahsis edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak:

"Musa'nın kavminden, hakka irşad eden ve onunla adalet yapan bir roplüluk vardı" (A'raf, 159) buyurmuş, onlardan böyle olanların varlığını C'ldirmiş, sonra da onlara verdiği çeşitli nimetler ile onlara yönelik ilahi emirlerini saymıştır. Kıssa sona erince de "Onlardan zâlim olanlar ise (sözü) değiştirdiler" buyurarak, sözün sonu başına uygun olsun diye, kıssanın başında lafzını zikrettiği gibi, sonunda da zikretmiştir. Böylece Musa'nın kavminden "zalim olanlar", yine onun kavminden hidayete ermiş olanlara" mukabil olmuş olur. Orada adil bir topluluktan öahsetmiş, bu kısımda ise zalim bir topluluktan bahsetmiştir. Her iki topluluk da Hz. Musa (a.s)"hın kavmindendir. A'raf sûresinde fazladan lafzının zikredilmesinin sebebi işte budur. Bakara süresindeki âyete gelince, Allah Teâlâ: âyetinden önce olan âyetlerde bir ismyiz ve tahsis zikretmemiştir ki kıssanın sonunda da böyle bir tahsis yapmak gereksin. Böylece bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış oldu.

Dokuzuncu Soru: Hak Teâlâ, niçin Bakara'da; A'raf'da ise buyurmuştur? Cevab: İnzal (indirme), azabın işin taa başında olduğunu, İrsal (gönderme) ise azabın onlara tasallutunu ve onların tamamı ile kökünü kazıdığını ifade eder. Bu ise (yani irsal) ancak ahirette olur.

Onuncu Soru: Niçin Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde "Fâsıklıklarından dolayı...";A'raf sûresinde ise "Zulmetme­lerinden dolayı..." buyurmuştur? Cevab: Allahu Teâlâ Bakara sûresinde zulmün, fasıklık olduğunu açıklayınca, Bakara sûresinde böyle bir açıklama geçtiği için, A'raf sûresinde sadece zulüm lafzı ile yetinmiştir. [186]

 

Hz. Musa'nın Kayadan On İki Pınar Fışkırtması               Başa Dön

 

"Hani bir de, Musa kavmi için (çölde) su aradığı zaman ona: "Asam taşa vur" demiştik de, (o asasını taşa vurunca) taştan oniki pınar ftşkırmış ve her kabile su İçeceği pınarı öğrenmişti. (Onlara dedik ki:) 'Allah'ın verdiği rızıktan yeyln, için (fakat) yeryüzünde fesadcı olarak taşkınlık yapmayın"

(Bakara, 60).

Ekseri kâriler, ibaresini, hafiflik (kolaylık) olsun diye şın harfi­nin sükunu ile şeklinde; Ebu Ca'fer ise şeklinde okumuş­tur. Bazı kıraat imamlarından ise, sının fethasıyla \ju- şeklinde okumuş oldukları rivayet edilmiştir. Uygun olan birincisidir, çünkü bu daha hafiftir ve Kur'ân'ın çoğu da bu şekilde okunmuştur.

Bil Ki bu, Allah'ın İsraîloğullarına verdiği nimetlerden dokuzuncu nimettir. Dünyevi hususta nimet olmasına gelince bu, şunun içindir: Allahu Teâlâ, on­ların suya olan şiddetli ihtiyaçlarını gidermiştir. Onlara kudret helvasını indir-meşe ve bıldırcın göndermeseydi, onlar nasıl helak olurlardı ise, eğer onlara su vermeseydi aynı şekilde onlar Tin çölünde helak olurlardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk:

"Biz onları yemek yemez cesedler olarak yaratmadık" (Enbiya. 8); ve:

"Canlı olan her şeyi, biz sudan yaraftık"(Enbiya,30) buyurmuştur. Hatta, Tih çölünde su ile imânda bulunmak, alışılagelen su nimetini vermekten daha bü­yüktür. Çünkü çölde insanın suya olan İhtiyacı fazlalaşıp, su ve herhangi bir bitkinin olmadığı bir yerde bulunduğu için bütün ümit kapıları kendisine ka­pandığı, bunu müteakip Allah âsâ ile vurulan, su fışkıran ve kendisinden içi­len bir taştan o İnsanı rızı ki andırdığı zaman, o, bu nimete, herhangi bir nimetin hemen hemen denk olamayacağını anlamış olur. Onun dinî nimet oluşuna gence, bu Yaratıcının varlığına, kudret ve ilmine delâlet eden delillerin en açığı ve Hz.Musa'nın sıdkını gösteren delillerin en doğrularından ve kuvvetlilerin-dendir. Burada birkaç mesele vardır: [187]

 

Su Nerede Verildi?

 

Müfessirlerin çoğu, bu su istemenin Tih çölünde olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Allahu Teâla onların üzerine bulutu gölgeleyip, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirip, elbiselerini eskimez ve kirlenmez

Unca, susuzluktan korktular. Böylece Allah onlara o taştan su verdi. Ebu Müslim, bu mucizenin, onların Tih çölüne gittiği günlerde verilmiş olmasına hamleditmesini yadırgayarak şöyle demiştir: "Tam aksine bu müs­takil bir sözdür. "İstiskâ'nın mânası, insanlar kıtlığa duçar oldukları zaman, onların örfüne göre, yağmurdan ıslanmayı talebetmektir. Böylece Allah'ın taş­tan su fışkırtma işi, sulamayı kabul etmenin ve yağmur indirmenin üstünde olmuş olur."

Her ne kadar doğruya yakın olan, bunun Tih çölünde olmuş olması ise de, gerçek olan ayette bunun veya şunun hak olduğuna delâlet edecek her­hangi bir şey yoktur. Buna iki husus delâlet eder:

a) Nadir durumlar hariç, şehirlerde mû'tâd olan şey suya ihtiyaç duyma­maktır

b) Taş buna müsait olduğu için, onların, taşı beraberlerinde taşıdıklarının .âyet edilmesidir. Her sabah onlara bıldırcın ve kudret helvası indiği gibi, her akit bu taştan onlara su fışkırıyordu. Bu ise, ancak, onların Tih'te bulunduğu günlere daha uygun düşer. [188]

 

Hz Musa'nm Asası               Başa Dön

 

Müfessirler "âsâ" hakkında ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basrî, bu âsâ'nın bir ağaçtan alınmış bir dal olduğunu söylemiştir.

Onun cennet ağaçlarından olduğu, uzunluğunun Hz. Musa (a.s)'nın bo­yuna göre on zira olduğu ve karanlıkta yanan iki ucu bulunduğu da söylenmiştir.

Kur'ân'ın delâlet ettiği, onun boyunun üzerine yaslanmaya müsait oldu­ğu, büyük bir yılana dönüşebilir olduğudur. Bu ancak, bu kadar uzunluk ve bu kadar kalınlık olduğunda mümkün olabilir; bundan fazlasına gelince, Ku-rân'da buna delâlet yoktur.

Bil ki bu gibi konularda susmak gerekir. Çünkü bunlar hakkında kesin, mütevâtir bir nas yoktur, üzerine de bir amel taalluk etmez. Bu hususta âhad haberlerden elde edilen zan ile yetinilebilir. Evlâ olan ise, bu konulara değin­memektir. [189]

 

Pınar Fışkıran Taş Hakkında

 

"lafzındaki eliflâm, ya, bilinen bir taşa işaret etmek ve and içindir. Bunun, Hz. Musa (a.s)'nın yanında getirdiği; herbiri bir kabile için olmak üze­re, her bir yüzünden üçer tane göze fışkıran ve dörd yüzü olan küb şeklinde bir taş olduğu rivayet edilmiştir. Onlar altıyüzbin kişi idiler. Ordunun kapladığı alan ise onikibin millik bir arazi idi. Taşın, Hz. Adem (a.s) ile birlikte cennetten indirildiği, Şuayib (a.s)'in zamanına kadar İsrailo-ğullannın bu taşın varisi oldukları, Şuayib (a.s)'in âsâ ile birlikte o taşı Hz. Mu­sa'ya verdiği söylenmiştir. Yine, bunun Hz. Musa(a.s)'da fttık rahatsızlığı olduğunu iftira ettikleri zaman, Hz. Musa (a.s)'mn yıkanırken üzerine elbisele­rini koyduğu ve Hz. Musa'nın elbiselerini (yuvarlanarak) kaçıran taş olduğu, bunun üzerine Hz. Musa (a.s)'ya Cebrail (a.s), "Allah ona: "Bu taşı kaldır. Çün­kü onda benim bir kudretim, senin bir mucizen vardır" dediğini haber verdiği­ni, bunun üzerine Hz. Musa'nın onu heybesinde taşıdığı da söylenmiştir. Ve bu eliflâm cins içindir, yani kendisine taş denilebilecek şeye vur, demektir. Hasan el-Basri'den, Allah'ın onlara muayyen bir taşa vurmayı emretmediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri sözüne devamla, bu hüccet itibariyle daha açık, kudret itibariyle daha kesindir. Onların şöyle dedikleri de rivayet edilmiştir: Şayet taş bulunmayan bir toprağa konaklarsak, halimiz ne olur? Bunun üzeri­ne Hz. Musa taşı heybesinde taşıdı. Konakladıkları yerde Hz. Musa o taşı ye­re attı. Hz. Musa'nın âsâsıyla ona vurduğu, böylece ondan su fışkırdığı ve yine âsâsıyla ena vurarak, suyun kesildiği de söylenmiştir. Bunun üzerine, onlar "şayet Musa asasını yitirirse biz susuzluktan ölürüz" dediler de, böylece Al­lah Hz. Musa'ya: "Taşa vurma; ona söyle, o sana su verir" diye vahyetti.

Müfessirter.taşın niteliği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İşte bu sebeple onun, her kenarı birer zirâ'dan kübik bir biçimde ve yumuşak taş olduğu söylenmiş­tir. İnsan başı şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bizce tercihe şayan olan, bu­nun ilmini Allah'a havale etmektir. [190]

 

Dördüncü Mesele

 

lâfzının başındaki fâ, mahzûf olan bir fü|e mütealliktir. Yani, "Bunun üze­rine ona vurdu da, su fışkırdı" veya "Eğer sen taşa vurursan, o taştan sular fışkırır" demektir. [191]

 

Ayeti-Kerime İle İlgili Birkaç Sual

 

(Bu ayetle ilgili olarak, geriye birkaç sual kalmaktadır:)

Birinci Sual: Ayetteki Hakkında: Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Musa (a.s)'ya âsâsı ile taşa vurmasını emrettiği hal­de, taştan vurma olmadan su fışkırmış olduğunu caiz saymak ve böylece de mahzûf bir fiil takdir etmekten kurtulmak mümkün değil midir?

Cevap: Cenâb-ı Allah'ın kudretinde, Hz. Musa'ya âsâsı ile taşa vurması­nı emredip, o taşa vurmadan taştan ihtiyaç miktarı su fışkırması imkânsız de­ğildir. Çünkü bu, eğer o i'câz hususunda daha beliğdir denilirse, doğruya daha yakındır. Fakat doğru olan şudur: Hz. Musa taşa vurdu, taştan da su fışkırdı. Çünkü Cenâb-ı Allah Peygamberine bir şey emretse, peygamberi de o şeyi yapmamış olsa, peygamber âsî olmuş olur. Ve yine, taştan varmaksızın su fışkıracak olsaydı, âsâ ile o taşa vurmayı emretmek abes ve anlamsız olurdu. Öte yandan, haberlerde rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Allah'ın; "ve taş yarıldı"(şuarâ, 63)ayetindeki muradın olması gibi, bu­rada da ayetin takdiri dir.

İkinci Sual: İnficar ile İnbicas Arasındaki Fark:

Cenâb-ı Hak bu ayette Araf suresinde ise {Araf, 160) buyurmuştur. Bu iki ifâde arasında bir tenakuz bulunmaktadır; çünkü "inficâr". suyun bol olarak çıkmasıdır, "inbicâs" ise, suyun az çıkmasıdır. [192]

 

Buna Üç Şekilde Cevap Verilir:

 

a-) aslında, yarılmak manasındadır. inşikâk ve yarıl­mak anlamındadır. Fâcir kelimesi de bu kökten iştikak etmiştir, çünkü fıska sapmak suretiyle müslümanlara muhalefet etmiştir; ise. sınırlı ve az olan bir yarılma ve parçalanmanın adıdır. Binae­naleyh onlar âm ve hâs yönünden farklı ve muhtelif olsalar da, birbirleriyle çelişmezler.

b-) Belki de su, önce az aktı, sonra da şarıl şarıl.fışkırdı.. Pınarlardan su önce az akar, sonraysa devamlı aktığı için, suyu çoğalır.

c-) Suya olan ihtiyaçlarının çok olması sebebiyle, su başlangıçta inficâr etmiş olabilir.. Yani su bol akıyorken, sonra azalmış, böylece de inbicâs etmiş yani azar azar çıkmış olabilir.

Üçüncü Sual: Bu Mucizenin Aklî1 İzahı:

Küçük bir taştan bol bol su çıkmasını akıl nasıl kabul edebilir?

Cevap: Bu suali soran kimse, ya Fâit-i Muhtar bir varlığı kabul ediyor ve­ya O'nu inkâr ediyordur. Eğer fâil-i muhtar bir varlığı kabul ediyorsa, bu sual düşer. Çünkü O, denizleri ve diğerlerini yarattığı gibi, bu cismi de dilediği gibi yaratmaya kadirdir. Eğer niza ederse, onun Kur'an'ın mânâlarını araştırma­sında ve onun tefsîrine bakmasında bir fayda yoktur. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın ölüleri diriltmek, kör ve alaca hastalığına tutulmuş olanları iyi etmek gibi, Kur'an-ı Kerim'de anlattığı mucizeleri uzak görüp yadırgayan herkese verilecek ce­vaptır.

Felsefeciler de, bunun yanlış olduğunu kesin olarak söyleyemiyorlar. Çün­kü enâsır-ı erbaa'nın onlara göre, müşterek bir maddesi vardır. Felsefeciler şöyle derler: Oluş ve fesada uğrama, müşterek madde ile olur. Yine bununla, hava suya, su havaya dönüşebilir. Aynı şekilde şöyle demişlerdir: Hava, gü­müş bir kürenin içerisine doldurulduğu zaman katılaşır. Çünkü o, kürenin çe­perlerinde su damlaları şeklinde toplanır. Bu damlalar meydana gelir, çünkü hava suya dönüşmektedir. Böylece sabit olur ki, bu dönüşme, semavî ilişkile­re boyun eğmiş olan yerdeki eşya ve hadiselerde meydana gelebilir. Bundan dolayı, bu ilginç-işin bu dünyada meydana gelmesini gerektiren semavî bir ilişkinin meydana gelmesi uzak bir ihtimal değildir.

Mu'tezile'ye gelince, onlar kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna inan­dıkları için, onlara şöyle deriz: Kulun bu cismi (bu taşı) yaratması niçin caiz olmasın? Onlar buna karşı, gerçekten zayıf olan iki cevap zikretmişlerdir. On­ların bu cevaplarını, bu cevaplarının zayıflığını ve geçersizliğini, sihir ayetinin tefsirinde zikredeceğiz. Durum böyle olunca, onların bu fiilin Allah'tan oldu­ğunu kesin olarak söylemeleri mümkün olmaz. Böylece de onlara, mu'cize ve nübüvvet kapıları kapanır. Bizim âlimlerimiz ise, Allah'tan başka yaratıcı olmadığına inandıkları için, bu harikulade fiilileri meydana getirenin, Aliah'u Teâlâ olduğunu kesinlikle belirttiler. Bunun için de, bu mucizelerin nübüvvet İddia eden kimsenin elinde zuhur etmesiyle, onun sıdkına istidlalde bulunma­ları mümkün olmuştur.

Dördüncü Sual: Bu Suların Taşta Olup Olmadığı:

Siz, bu suyun taşın içinde bulunduğunu, sonra ortaya çıktığını mı; veya Allah'ın havayı suya çevirdiğini mi veyahut da vasıtasız olarak su yarattığını

mı söylüyorsunuz?

Cevap: Birinci ihtimal yanlıştır. Çünkü küçük bir kab büyük bir cismi, an­cak birbirine karışmasıyla ihtiva edebilir ki, bu da imkânsızdır. Son iki ihtimal­den herbirinin olması mümkündür. Bunlardan birincisi olursa, o zaman Cenâb-ı Allah hava parçacıklarında kuruluğu izâle ederek, onlarda yaşlığı yaratmış olur. Eğer ikincisi olursa, Cenâb-ı Allah bu parçaları yaratmış ve bunlarda da yaşlığı meydana getirmiş olur. Bil ki, bu husustaki söz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir gazvesinde, ordu su darlığı çektiği sırada, Hz. Peygamber (s.a.s)'in elini su kabının içine koyup da, askerlere yetecek kadar parmaklarının arasından su fışkırdığına dair hâdise hakkında söylenecek söz gibidir.

Beşinci Sual: Kayadan Su Fışkırtma mı, Parmaktan Fışkırtmak mı Önemli?

Hz. Musa (a.s)'nın bu manadaki mucizesi mi, yoksa Hz. Peygamber (s.a.s)'in mucizesi mi daha büyüktür?

Cevap: Bunlardan her biri göz alıcı ve muazzam mucizelerdir. Fakat Hz. Muhammed (s.a.s)'in mucizesi daha kuvvetlidir. Çünkü taştan suyun fışkır­ması, herkesçe bilinen bir olaydır. Ama parmaklar arasından suyun fışkırma­sı, kesinlikle alışılmış bir şey değildir. Bundan dolayı bu mucize daha güçlüdür.

Altıncı Sual: Oniki Pınar Olmasının Sebebi;

Suyun oniki göze şeklinde kılınmasındaki hikmet nedir?

Cevap: Hz. Musa'nın kavmi kalabalık idi. Kalabalık sayıdaki insanın su­ya olan ihtiyacı artıp da, onlar suya kavuşunca, aralarında çekişme ve tartış­ma meydana gelir; çoğu zaman da bu, büyük bir fitneye sebep olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah bu nimeti, onların her bir kabilesine, koluna başkasıyla karışmayan muayyen bir su tayin ederek, kemâle erdirmiştir. Tek bir topluluk­ta ise, muhtelif topluluklar arasında meydana gelebilecek böyle bir anlaşmaz­lık onlar arasında meydana gelmez.

Yedinci Sual: Taştan Su Fışkırmasının Delâletleri:

Bu taşın yarılıp ondan su fışkırması, kaç yönden mucize oluşa delâlet eder? Buna birkaç yönden cevab verilir: a-a) Suyun bizzat çıkması bir mucizedir.

b-) Küçük bir taştan büyük bir suyun çıkması,

c-) Suyun onların ihtiyaçları kadar çıkması,

d-) Suyun âsâ ile taşa vurulduğu zaman çıkma

e-) Kendisine ihtiyaç olmadığı zamanlarda kesilmesi birer mucizedir. Bü­tün bu şeyin meydana gelmesi, ancak bütün mümkinâta nüfuz eden tam bir kudret, bütün malûmata nüfuz eden bir ilim ve zamanı aşan bir hikmet ile müm­kün olur. Bu ise ancak Hak Sübhanehu Allah'a yaraşır.

Cenab-ı Hakk'ın: "Her kabile, su içeceği pı­narlarım öğrendi" ayetine gelince, deriz ki onlar bunu bildiler, çünkü onlar­dan herbirine, suya ihtiyaç olduğu zaman anlaşmazlığa düşülmesin diye an­cak belli bir su kanalından içmeleri emredildi. Ama su kanalları âyette İsrailoğullarına nisbet edilmiştir, çünkü Cenâb-ı Hak herbir kabileye, bu su fış­kırtmasını müteakiben ortaya çıkan suyu helâl kılınca, bu su onların mülkü gi­bi olmuş, bu sebeple de onlara nisbet edilmesi caiz olmuştur. [193]

 

Allah'ın Rızkından Yeyip İçiniz               Başa Dön

 

Cenab-ı Hakk'ın: "Allah'ın verdiği nziktanye-yin ve için" ayetine gelince, bu ayette bir hazif vardır. Mana 'Ve onlara dedik ki..' veya, " Hz, Musa onlara dedi ki yeyiniz içiniz " şeklindedir. Cenab-ı Hak iki sebebten ötürü "yeyiniz" demiştir:

a-) Daha önceden kudret helvası ve bıldırcın geçmiş olduğu için, Cenab-ı Hak sanki şöyle söylemiştir: Allah'ın size rızık olarak verdiği kudret helvası ve bıldırcından yeyin, bu sudan için.

b-) Gıdalar, ancak su ile olur. Cenâb-ı Hak onlara su verince, sanki onla­ra yiyecek ve içecek şeyi birlikte vermiş gibi olmuştur. Mû'tezile bu ayetle, bu rızkın helâl old.uğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü Hak Teâlâ-nın hitabının en az derecesi, mubah olmaktır. Bu ise, rızkın mubah olmasını gerektirir. Şayet haram bir rızk olsaydı, o rızkın aynı anda hem helâl hem de helâl olmaması gerekirdi. Bu ise caiz değildir. [194]

 

Yeryüzünde Fesat Çıkarmayın

 

Allahu Teâlâ'nın: "Yeryüzünde fesâdçtlar o-larak azgınlık yapmayın" ayetine gelince, ifadesinden anlaşılan fesadın en şiddetlisîdir. İşte bu sebepten ötürü onlara, "çıkarmış ol­duğunuz fesadınızda, bu fesadı sürdürmeyin" denilmiştir. Çünkü onlar, Öteden beri bu fesadı sürdürmekte idiler. Bu ifâdeden maksat, çok fazla ihtiyaç hissedildiği durumlarda, su mevzuunda insanlar arasında devam edegelen, anlaşmazlık ve çekişmelerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuş­tur: Eğer o su sebebiyle aranızda bir anlaşmazlık meydana gelirse, anlaşmaz­lıkta haddi aşmayınız! Allan en iyi bilendir. [195]

 

İsrailoğulları Haddi Aşıp Şehre Gitmek İstiyorlar

 

"Hani siz, "Biz bir çeşit yemeğe dayanamayız; Rabbine dua et de, yerin bitirdiği şeylerden sebze, salatalık, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın" demiştiniz. Musa da, "Hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Şehre inin, çünkü orada sizin istediğiniz şey var" dedi Onların üzerine fakirlik ve yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'ın bir gazabına uğradılar. Bu, onların, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi" (Bakara, 61). [196]

 

Birinci Mesele

 

Bil ki mâruf olan kıraat, yâ harfinin zammesi,rânın kesresi ile yâ harfinin zammesi, bâ'nın da kesresi ile şeklindedir. Zeyd ibn Ali ise, yâ'nın fethası, râ'nın zammesi ile tâ'nın.fethası, bâ'nın zammesi ile şeklinde okumuştur. Sonra bil ki müfessirlerden zahirî olanların ekserisi, böyle bir isteğin isyan olduğunu iddia etmişlerdir. Bize göreyse du­rum böyle değildir. Bunun delili, bu âyetten önce Cenâb-ı Hakk'ın bıldırcın eti ve kudret helvası indirirken ifâde buyurduğu; "yeyiniz ve içiniz" şeklindeki emirlerinin vücûb değil, ibâhe ifade etmiş olmalarıdır. Bu böyle olunca, onların;

l) demeleri günah olmaz. Çünkü kendisi için yiyeceklerin bir çeşidi mubah olan kimsenin, ya kendi kendine veyahut da peygamberinin lisanıyla, bu yiyecekten başka yiyecek istemesi uygun olur. Onlara göre, İsraîloğultarı Hz. Musa (a.s)'dan, Rabbinden istekte bulunması­nı istedikleri zaman, duâ icabete daha yakın olduğundan onlar için bu istek caiz otur ve bu da bir günah sayılmaz.

Bil ki başka çeşit bir yiyecek isteğinde bulunmanın bırta^m matö&taa binaen, olmuş olması muhtemeldir.

a-) Onlar kırk sene tek bir çeşit yiyecek aldıkları için ondan usanarak, başka yiyecek arzu ettfter.

b-) Belki de, yaratılışları icabı bu yiyeceğe alışamamışlar, ancak diğer çe­şitlere alışmışlardır. Çünkü insanın, her ne kadar değersiz bile olsa, büyüme­si sırasında alışmış olduğu şeylere olan rağbeti, her ne kadar kıymetli de olsa alışmamış olduğu şeylerin üstündedir.

c-) Belki de onlar Tih çölünde kalmaktan usanmışlar, böylece ancak şe­hirlerde bulunan yiyecekleri istemişlerdir. Halbuki onların bu yiyecekleri iste­melerinden maksatları, o yiyeceklerin bizzat kendileri değil, şehirlere ulaşmalarıdır.

d-) Devamlı aynı yiyeceği yemek, iştahın noksanlığına, hazmın zayıflama­sına ve arzunun azalmasına sebeptir. Halbuki yiyeceklerin çeşidini çoğaltmak, iştahın artmasına ve lezzetin artmasına yardımcı olur. Bu sebeple, bir çeşidi diğer bir çeşitle değiştirmenin, insanların amacı olmaya uygun olduğu ortaya çıkmış olur. Kur'an'da onların bundan men edildiklerine dair herhangi bir ka­yıt yoktur. Bu nedenle, bu kadar şeyin günah olmasının caiz olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu hususu Cenâb-ı Hakk'ın: ifâdesi de te'yid eder. Bu onların istediklerini kabul etmiş olmak gibi bir şey-, dir. Eğer onlar bu istekleri sebebiyle günahkâr olmuş olsalardı, onların bu is­teklerine icabet etmek günah olurdu. Bu ise, peygamberler için caiz değildir. Şöyle denilmesin: Onlar, Allah'ın kendileri için tercih edip seçtiği bir şeyden imtina edince, Hak Teâlâ'nın: "Kim de, dünyanın ekinini isterse, ona da bundan veririz "(şûrâ. 20) buyur­duğu gibi, onların istedikleri şeyi peşinen dünyada vermiştir. Çünkü biz bu­nun ayetin zahirinin hilâfına olduğunu iddia ediyoruz.

Onlar böyle bir isteğin günah olduğuna, birkaç hususu delil getirmişlerdir:

a-) Onların demeleri, onların Allah'ın bıldırcın ve kudret helvasını indirmesini kerih gördüklerine delâlet eder. Bu kerahet ise, bir günahtır.

b-) Hz. Musa (a.s)'nın demesi, istifham-ı inkârîdir. Bu da, böyle bir isteğin günah olduğunu gösterir.

c-) Hz. Musa (a.s), onların istedikleri şeyi "en düşük, en değersiz" , için­de bulundukları nimeti ise, "en hayırlı" olarak nitelemiştir. Bu da, bizim söy­lediğimizi ifâde eder.

Bunların delillerinden birincisine şu şekilde cevap veririz: Onların demelerinin altında, onların sadece buna razı ol­mayıp, aksine başka bir şeyi arzuladıklarına bir delâlet yoktur. Bir de, onların demeleri, geleceğe yönelik bir ifâdedir. Çünkü kelimesi ge­lecekte olan nefy için kullanılır. Bu onların, o anda gazablandıklarına delâlet etmez.

İkincisine şöyle cevap veririz: İstifhamın inkâr yoluyla getirilmiş olması, bazen dünyevî hususta en faydalı olanı elden çıkarmak için, bazen de ahiret konusunda en faydalı olanı elden çıkarmak için kullanılır.

Üçüncü dellilerine de buna yakın bir şeyle cevap veririz. Çünkü bir şey bazan, kendisinden istifâde el'an hazır ve kesin olduğundan ve, hâzır olan şey hakkında denileceği gibi, meşakkatsiz ve kendiliğinden meydana gelme­si bakımından en hayırlı olarak; bazan da, mevcut olmayan ve kendisinden şüpheye düşülmüş olan şeyler hakkında söylenileceği gibi, istifâde edilmesi kesin olmadığı ve ancak güçlükle kendisine ulaşıldığı için de en değersiz ola­rak nitelendirilir. Bu nedenle, hitabı ile, Hz. Musa'nın maksadının bu mânâ veya onun bir kısmı olması imkânsız değildir. Böylece bizim zikrettiklerimizle, bu isteğin bir günah olmadığı, tam aksine mubah olan bir istek olduğu ortaya çıkmış olur. Durum böyle olunca, Hak Teâlâ'nın; buyruğunun, yukarıda zikredilenlerden ötürü olması caiz değildir.

Tam aksine, bundan sonra zikredilen ayetten ötürüdür. O ayet şudur:

"bu, onların Allah 'm ayetlerini İnkâr etmeleri ve nahak yere peygamber­leri öldürmeleri sebebiyledir" (Bakara,61). Böylece Cenâb-t Hak, onlara zillet ve meskenet (damgası) vurduğunu, böyle bir istekte bulunmalarından ötürü de­ğil de, küfre girmiş olmaları bakımından onları gazabın ve cezanın mahalli kıl­mıştır... [197]

 

İkinci Mesele               Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: sözüdür. Bundan maksat, onun tek çeşit oluşu değil, devamlı aynı çeşitler oluşudur. Keza insanın sofrasında bu-

lunan yiyecek çeşitleri değişmez ise onun hakkında: "Sofrasında hep aynı çeşit yemekler olur" denilir. [198]

 

Üçüncü Mesele

 

lâfzının bilinen okunuş şekli, kâf harfinin kesresi ile olandır. A'meş ve Talha ise kâf harfinin zammesi ile bunu      ujyâ     şeklinde okumuştur.

U»y lâfzının bilinen okunuşu ise, okunuşudur. Alkame ve İbn Me-s'ud (r.a)'dan ise, bunu şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. İbn Abbas (r.a)'ın kıraati da bu şekildedir. Âlimler, âyette Lu lâfzı zikredildiği için, bu kıraatin daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Alimler iy lâfzının manası hususunda da ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a)'dan, onun 'buğday' manasına olduğu, yine ondan bu kelimenin 'ekmek' manasına olduğu riva­yetleri vardır. 8u ikinci mana aynı zamanda Mucahid, Atâ ve İbn Zeyd'den de rivayet edilmiştir.Bazı Araplardan,"Bize ekmek pişir" manasına, dedikleri rivayet edilmiştir, .i kelimesinin "sarımsak" manasına olduğu da söylenmiştir. Bu, İbni Abbas ve Mücâhid'den de rivayet edilmiştir. Kisâi de bu manayı tercih etmiştir. Bunlar, bu kelimenin sarımsak manasına oldu­ğuna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir.

a-) Bu kelime Abdullah b. Mes'ud (r.a)'un kıraatinde şeklinde­dir.

b-) Eğer bundan kasıt buğday olsaydı,

"Daha hayırlı olan şeyi, daha düşük olan şey ile değiştirmeyi mi istiyorsunuz?" (Bakara. 61) denilmesi mümkün olmazdı. Çünkü buğday en şerefli yi­yecektir.

c-) Sarımsak, mercimek ve soğana buğdaydan daha uygundur. [199]

 

Dördüncü Mesele

 

Bilinen kıraat, kelimeyi şeklinde okumaktır. Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın kıraatında ise bu ke­lime, bâ harfini sakin kılarak şeklinde okunmuştur. kelimesinin, (alçaklık, adilik) masdarından olmak üzere, hemze ile şeklinde okunduğu Züheyr el-Ferkabî 'den rivayet edilmiştir.

Âlimler, "daha düşük olan şey" ile neyin murad edildiği hususunda ihti­lâf etmişlerdir. Bu husustaki sözün özü şudur: Bundan murad ya onun dinî menfaatler bakımından en düşük şey olmasıdır, veya dünyevî menfaatler ba­kımından en düşük şey olmasıdır. Birincisi kastedilmemiştir. Çünkü içinde ol­dukları durum, şayet dinî bakımdan istedikleri şeyden daha faydalı olsaydı, onların bu isteklerini yerine getirmek caiz olmazdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, on-iarın bu isteklerini, "Şehre inin, çünkü ora­da sizin İstediğiniz şey var" diyerek yerine getirmiştir.

Geriye, bundan maksadın, dünyevi husustaki menfaatlerle ilgili şeyler ol­ması ihtimali kalır. Sonra bundan maksadın, yedikleri bu çeşidin, istediklerin­den daha üstün olması da caiz değildir. Çünkü biz, bir millete göre en leziz sayılan bir yiyeceğin, başka bir millete göre en değersiz sayılan bir yiyecek olabileceğini açıklamıştık. Aksine maksad, izah ettiğimiz şu şeydir: Bıldırcın ve kudret helvası ellerinizde olan şeylerdir. Onların istedikleri şeyler ise, elde etmeleri şüpheli ofan şeylerdir. Elde bulunan ise, elde edilmesi şüpheli olan­dan daha hayırlıdır. Veya bu bıldırcın ve kudret helvası, herhangi bir zorluk ve emek olmadan elde edilmektedir. İstedikleri şeyler ise emek ve külfet neti­cesi ancak elde edilir. Bu sebeple birincisi daha hayırlıdır. Şayet onların, "ta­biatımız gereği hoşlanmadığımız için, külfetsiz elde edilen bu yiyecekleri yememiz, güçlükle elde edeceğimiz yiyecekleri yememizden, tabiatımız on­lardan hoşlandığı için, daha zordur" denilirse, deriz ki: Farzet ki bu yönden bir çelişki meydana gelmektedir. Ancak, hazır ve elde mevcud olanın, elde olmayan ve elde edilmesi şüpheli olana üstün olması sebebiyle bir tercih mey­dana gelmiş olur. [200]

 

Beşinci Mesele

 

kelimesinin bilinen kıraati, bâ harfinin kesresi lie okunuşudur. Bu kelime, bâ harfinin zam-ÂyettekiMtsrdan Maksad? mesi ile de okunmuştur. kelimesinin meş­hur kıraati, tenvinli okunuşudur. A'cemî (Arapça ol­mayan) ve marife oldukları halde, Allah'ın: (Enam,84)âyetindeki Nûh ve Lût kelimelerinde de olduğu gibi, gayr-ı munsarıf oluşun sebeblerinden olan marife ve müennesliğin kendisinde bulunmasına rağmen, orta harfi sakin olduğu için bu jAa   kelimesi munsarıf kılınmıştır. Eğer bununla belde manası kastedilirse, o zaman gayr-ı munsarıf olmanın tek sebebi kalmış olur. Abdulllah b. Mes'ud (r.a)'un mushafında ve A'meş'in kı­raatinde bu kelime tenvinsiz olarak şeklinde yer almıştır. (Yusuf, 99) âyet-i kerimesindeki gibi...

Müfessirler, Allah'ın âyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir; İbn Mesud ve Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın bu kelimeyi tenvinsiz okudukları rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri, kelimesinin sonuna elif yazılmasının, kâ-tib tarafından yapılan bir ziyade olduğunu söylemiştir. Buna göre bu kelime marife olur. Dolayısıyla da bu isimle anılan bir yere hamledilmesi gerekir. Bu yer de, Firavun'un bulunduğu şehirdir. Bu görüş Ebu'l-Âliye ve Rebî'den ri­vayet edilmiştir. Kelimeyi tenvinli okuyanlara gelince -ki bu meşhur kıraattir-onlar da bu kelimenin tefsirinde ihtilâf etmişler, bazıları bundan maksadın Fi­ravun'un şehri olduğunu, bunun tenvinli oluşunun "Nuh" ve "Lût" kelime­lerinin tenvin alışı gibi olduğunu; diğerleri ise bundan muradın herhangi bir beldeye girmek olduğunu, onlara sanki "Hangi beldeye girerseniz giriniz, orada bu şeyleri bulursunuz" denilmiş olduğunu söylemişlerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki müfessirler, Allah'ın zikrettiği "mısr" kelime­sinden murad edilenin, İsrâlloğullarının daha önce bulundukları belde midir, yoksa değil midir veyahut daha başka bir belde midir diye ihtilâf etmişlerdir. Buna göre çoğu müfessir bunun onların, Firavun ile beraber bulundukları bel­de olamayacağını söylemişler, ve buna Cenab-ı Hak'ın:

"Allah 'in size yazdığı mukaddes arza (beldeye) girin ve gerisin geri dönmeyiniz"(Mâide, 21) âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyetle üç bakımdan istidlal edilir:

1-) Âyetteki "Mukaddes arza (beldeye) girin" ifâdesi, bu yere girilmesini icab ettirmektedir. Bu da bir başka yere girmenin yasak oluşunu gösterir.

2-) Âyetteki "Allah'ın size yazdığı" ifadesi, onların devamlı orada bulun­maları gerektiğini gösterir.

3-) Âyetteki "gerisin geri dönmeyiniz" ifadesi, Beytü'l-Makdis'ten dön­menin yasak olduğu hususunda sarih bir hükümdür.

4-) Dördüncü olarak da, Cenab-ı Hak, Mukaddes Betde'ye girmeyi em­rettikten sonra:

"Muhakkak ki orası onlara kırk sene haram kılınmıştır. Onlar o yerde ser­sem sersem dolaşacaklardır"(Maide, 26) buyurmuştur. Bu emir önce zikredilip, sonra onların bu müddet içerisinde oraya girmelerinin yasak olduğunu açıkla­yınca, bu durumda özür ortadan kalktığında onların oraya girmeleri vacib olur. Durum böyle olduğu zaman ise, dan muradın bundan başka olma­sı caiz olmaz.

Eğer denilirse ki: "Bu vecihler zayıftır." Birinci vechin zayıflığına gelince, bu şunun içindir: Hak Teâlâ'nın: ifâdesi emirdir. Emir burada, mendûbluk ifâde eder. Belki de onlar Mısr'a girmekten men olun­madıkları halde, onların mukaddes beldeye girmeleri mendûb kılınmıştır. İkin­ci görüşün zayıflığına gelince, ki bu Allah'ın: ayetidir, bu da bu mendubluğun devamını gösterir. Üçüncü delillerinin zayıflığına gelince, ki bu Allah'ın: Tam aksine bunda, başka iki izah tarzı daha vardır.

a) Bundan maksat, emrolunduğunuz şey hususunda isyan etmeyin, de­mektir. Çünkü Araplar, emrolunan şey hususunda isyan eden kimseye, "Ökçesinin üzerine geri döndü" derler. Halbuki bu isyandan murad, mukaddes toprağa girmenin daha evlâ olduğunun inkâr edilmesidir.

b) Bu nehyin sadece muayyen bir zamanla tahsis edilmiş olmasıdır.

Cevaben deriz ki: Usûl-i fıkıhta, emrin zahirinin vücûb ifâde ettiği sabit olmuştur. Bu sebeple, işte bu kaideye binaen delilimiz tam olmuş olur. Ve yi­ne farzedelim ki emir nedb ifâde etsin... ancak emri terketme hususundaki müsaade, mendûbu terk etmeye izin olmuş olur. Bu ise peygamberlere ya­kışmaz. Onun, Allah'ın hitabından maksadın, olduğu şeklindeki sözünü kabul etmiyoruz. Biz deriz ki, bunun delili şudur: Allah'u Teâlâ mukaddes beldeye girmeyi emredip, daha sonra da, bunun peşine buyurunca, aklımıza bu nehyin, emrin taalluk ettiği şeye râci olacağı gelir. Onun, bu nehiy muayyen bir zamana tahsis edilmiştir, sözüne karşılık biz deriz ki, tahsis etmek zahirin hilâfınadır.

Ebu Müsttmel İstehanye gelince, O, bundan maksadın Firavun'un Mısr'ı olmasını caiz görerek, buna iki şey delil getirmiştir:

a) Şayet biz  şeklinde tenvinsiz olarak okursak, bu şüphe­siz, muayyen bir beldenin alemi olur. Halbuki dünyada, bu muayyen beldenin dışında bu isimle anılan başka bir belde yoktur. Bu sebeple lâfzı ona hamlet­mek gerekir. Bir de lâfız, alem olmakla sıfat olma arasında dönüp dolaştığın­da o lâfzı aleme hamletmek sıfata hamletmekten daha evlâdır. Meselâ "zalim" ve "hadis" lafızları gibi.. Çünkü bunlar alem olarak kullanıldıklarında, onları özel isim almamız daha uygun olur. Ama, şayet onu tenvinle okursak

bu durumda tenvinle birlikte ya onu alem isim kabul eder, Nûh ve Lût kelimelerinde olduğu gibi, ortası sakin olduğu için buna tenvin gelmiştir deriz; bu durumda da izah, daha önce geçen izahın aynısı olur. Ama onu cins isim kabul edersek,bu durumda Hak Teâlâ'nın: hitabı.muhayyer gerektirir. Nitekim adam, "Köle azad et!"dediğinde, bu ifâde dünyadaki kölelerden herhangi birisinin seçilebileceğini gösterir.

b) Allahu Teâlâ Israiloğullarını Mısr toprağına varis kılmıştır. Bu yer onla­ra miras olunca, oraya girmelerinin haram kılınmış olması imkânsız olur. Bu yerin onların mirası olduğunun delili ise, Allah'ın :

"Biz onları bahçelerden, akan sulardan, hazinelerden ve şerefli makam­dan çtkardtk. İşte böyle çıkardık biz onları. Ve onlara, Israiloğullarını mirasçı kıldık" (Şuârâ, 57—59) âyetleridir. Bu yerin onların mirası ve mülkü olduğu ortaya çıkınca, onların oraya girmekten men edilmemeleri gerekir. Çünkü bir şeye varis olmak, o şeye mâlik olmayı ifâde eder. Mülkteki tasarruf ise mut­laktır, istenildiği biçimde olur. Buna göre şayet, başka bir sebepten ötürü ora­ya girmekten men edilmiş olsa da, insan bazan bir evin mâliki olabilir. Meselâ kendisine, mescidde günlerce itikâf etmeyi vâcib kılan kimsenin durumu gi­bi,..Çünkü, bu durumda onun evi her ne kadar onun mülkü olsa dahi, onun oraya girmesi haramdır. Buna göre: "Allah, velayet ve onda tasarruf etmek mânasında olmak üzere, onları Mısr'a mâlik kılmış; daha sonra da; ifadesiyle o mukaddes toprakta sakin olmalarını ken­dilerine vâcib kılmış olması bakımından niçin onlara Mısr'a girmeyi haram kılmıştır, denilmesi niçin caiz olmaz?" denilirse, biz deriz ki aslolan mülkün ta­sarruf hususunda mutlak olduğudur. Binaenaleyh tasarruftan men etmek, delilin aksinedir.

Ebu Müslim'in zikrettiği bu iki delile karşılık olarak birinci grup şöyle ce-.ap vermiştir: Onun birinci izahına gelince, ona şu şekilde cevap veririz: Biz, meşhur olan kıraate sarıldık, ki bu ktraat kelimesinin tenvinli okunma­zdır. Ebu Müslim'in, "Bu kıraat, muhayyerliği gerektirir" sözüne  karşılık biz şöyle deriz: Evet; fakat biz zikrettiğimiz deliller ile umumi olan ifâ-

bu belli olan beldeye tahsis ediyoruz. İkinci izahına gelince, buna şöyle ip veririz: Biz, mülkün tasarruf için  mutlak olduğu hususunda münakaşa etmiyoruz. Fakat bu kaide, bu asıl rehine bırakılmış veya kiraya verilmiş olak gibi, geçici bir sebepten dolayı terkedilir. Biz de bu aslı, sunmuş olduğu­muz delilden dolayı terkettik. [201]

 

Onlara Zillet Ve Meskenet Damgasının Vurulması

 

Cenâb-ı Hakk'ın, âyetine gelince, bunun -anası şudur: Zillet, onları kuşatacak şekilde ve onlar da onun içinde, kub-oeye hapsedilmiş kimse gibi olacakları bir vaziyette, onları kuşatacak bir du-Tjma getirilmiştir. Veya, onlara zillet, duvarın üzerine yapıştırılıp ondan ayrılmayan çamur gibi, onlardan silinemeyecek bir damga gibi onlara yapışıştır. Zillet hususunda akla en yakın görüş, ondan muradın, Cenâb-ı Allah'ın -arb edip bozgunculuk yapan kimse hakkında söylemiş olduğu:

"Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdir'(Maide, 33) âyelindeki gibi, müstehak olmak sadedinde kullanılmış olmasıdır. Bundan muradın, bilhassa Allah'ın:

"Zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar..." (Tevbe, 29) âyetinden dolayı, cizye olduğunu söyleyen kimsenin bu görüşü uzaktır. Çün­kü onlar ta baştan beri cizye vermeye mecbur bırakılmamışlardı.

Allah'ın, sözünden murad, fakirlik ihtiyaç hali ve şiddetli bir sıkıntıdır. Bu cins şeylerin, ceza olması caizdir. Bazı alimler bunları mu'cize-ierden saymışlardır, Çünkü Hz.Musâ (a.s), onlara zillet ve meskenet vurula­cağını haber vermiş ve haber verdiği gibi de çıkmıştır. Bu, gaybtan haber verme olduğu için bir mucize olmuştur.

Hak Teâl'nın (Gazaba) uğradılar" ifadesine gelince, bunda bir­kaç vecih vardır:

1) dönmek manasınadır. Allah'ın sözü "dönerler ve yöne­lirler" demektir, fiili sadece kötü söylere dönmek ve yönelmek için kullanılır.

2) kaplamak manasınadır. Buna göre   fa    sözünün manası, "Allah'ın gazabı onların üstünü kapladı" demek olur. Bu görüşü Zeccâc söy­lemiştir.

3) hakettiler manasınadır. Allahu Teâlâ'nın:

Ben, benim günahımı ve senin günahını yüklenmeni İstiyorum'' (Mawe, 29), yani "her iki günaha da müstehak olmanı istiyorum" ayeti bu manadadır. Al­lah'ın gazabına gelince bu, intikam murad etmesi demektir.

Cenâb-ı Hakkın: oniann Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri sebebiyle olmuştur" âyeti, önce zikredilmiş olan, onlara zillet ile meskenet vurulması ve gazab-ı İlâhi'nin onları bulması cezasının illetini göstermektedir.

Mu'tezile, "Zillet ve meskenetin Allah'ın yaratması ile onlarda olması gi­bi küfür de Allah'ın yaratması ile onlarda meydana gelmiş olsaydı, birinin di­ğerine karşılık ceza kılınması, diğerinin birinciye ceza kılınmasından daha evlâ olamazdı" demiştir. Bunun cevabı şöyledir: Bu görüş, ilim (bilme) ve sebeb (birşeyi yapmaya çağıran şey) meselesine terstir. Küfrün hakikati ile ilgili izah yukarıda geçmişti.

Allah'ın: "Peygamberleri haksız yere öldürdük­leri için" âyetine gelince, bunun manası, "onlar geçen cezaları, keza bu fiille­ri sebebiyle de haketmişlerdir" demektir. Bu âyetle ilgili bazı sorular vardır:

Birinci Sual: Âyetle İlgili Bazı Sualler:

Cenâb-ı Hakk'ın: ediyorlar" sözüne, onların peygam­berleri öldürmeleri de dahildir. O halde "Peygamberleri haksız yere öldürüyorlar" diye niçin onu tekrar etmiştir?

Cevab: Burada bahsedilen Allah'ın âyetlerini inkârdır. Bu ise, âyetleri bil­memek ve inkâr etmek demektir. Bu sebeble peygamberleri öldürmek, bu ifâ­denin şümulüne girmez.

İkinci Sual: Peygamberin Haklı Yere öldürülebileceği Söylenebilir mi?

Allah, niçin "haksız yere" buyurmuştur? Halbuki peygamber­leri öldürmek her halükârda haksız yere olur.

Buna iki şekilde cevab veririz:

a) Bâtıl bir işi yapmak bazan hak olabilir. Çünkü onu işleyen kimse, kal­bindeki bir şüpheden ötürü onu hak (doğru) zannedebilir. Bazan da onun bâ­tıl olduğunu bilerek yapar. Şüphesiz ikinci şekil daha kötüdür. Bu sebebten ötürü Hak Teâlâ'nın, ifadesinin manası şöyle demek olur: "Bu öldürme, onların inancına ve zanlanna göre de hak olmadığı halde, onlar peygamlerleri öldürmüşler. Hatta bu işin çirkinliğini biliyorlardı, bunu bi­le bile yapmışlardır."

b) Bu tekrar tıpkı, "Kim Allah ile beraber diğer bir tanrıya, buna dâir hiçbir delili olmadığı halde, taparsa..." (Mü'mmûn.n7)ayetinde olduğu gibi, te'kid içindir. Çünkü ikinci bir ilâh edinen kimsenin herhangi bir delilinin olması imkânsızdır.

Bir üçüncü cevab da şöyledir:

a) Allahu Teâlâ, şayet, sırf peygamberleri öldürdükleri için onları zemmet­miş olsaydı, o zaman onlar, "Onları gerçekte öldüren Allah değil midir?" der­erdi. Fakat Hak Teâlâ, Allah'dan sudur eden öldürmenin "hak" olan bir öldürüş, başkalarının öldürmesinin ise "bâtıl" olan (haksız) bir öldürüş oldu­ğunu beyan etmiştir.

Allahu Teâlâ'nın: "Bu, onların âsi olmaları sebebiyle­dir" ifadesine gelince bu, aynı lâfızla yapılmayan bir tekrarı te'kid içindir. Bu ifade aynen, birisinin, bir çok defa suç işlemiş olan kölesine, en sonunda ce­zalandırırken, "Bu, bana isyan ettiğin, emrimi tutmadığın için; bu bana karşı cüretkârlık gösterdiğin ve benim hilmime aklandığın için..." diyerek, ona iti­raz fırsatı vermemek için, çeşitli ifâdelerle suçlarını sayıp dökmesi gibidir.

Allahu Teâlâ'nın: "Onlar haddi aşıyorlardı" ifadesine ge­lince bundan maksad onların zulümleridir. Yani "Onlar haktan bâtıla geçtiler" demektir. Bil ki Hak Teâlâ, onlara inen cezayı zikrettiği zaman, bu cezanın sebebini açıkladı ve bunlar içinde de evvelâ Allah'a karşı yaptıktan şeyi zik­retti. Bu, onların Allah'ı ve nimetlerini inkâr etmeleridir. Sonra büyüklük bakı­mından ikinci gelen suçlarını zikretti ki bu da, peygamberleri öldürmeleridir. Üçüncü olarak, onlara has olarak sâdır olan günahlarını zikretti.

Dördüncü olarak, haddi aşmak ve zulmetmek gibi, başkalarına zarar veren günahlarını zikretmiştir. Bu son derece güzel bir tertibdir. Şayet "Hak Teâlâ, burada buyurarak, "hak" lafzını eliflamlı olarak marife, Al-i İmran suresinde:

"Allah'ın âyetlerini İnkâr edenler ve peygamberleri bir hakları olmaksı­zın öldürenler..."(Ali imran,21)buyurarak,yine Al-i İmran sûresinde: "(Onlar) peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. (Bir de) çünkü onlar isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi. Hepsi bir değildirler" (aı-i imran, 112-113) bu­yurarak nekire getirmiştir.

"Bu ikisi arasındaki fark nedir?" denilirse, cevab olarak deriz ki: Müslü-manlarca malum olan "hak", öldürmeyi gerekli kılan haktır. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s):

"Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyin birisi ile helâl olur (yani Öl-dürülebilir): İman ettikten sonra İnkâr, evlendikten sonra zina, haksız yere birisini öldürmek"[202] buyurmuştur. Buna göre harf-i tarifle gelen "hak" işte buna işaret etmek içindir. Nekre olarak gelen "hak'tan murad İse, umumun tekididir, yani burada hiç bir surette bir hak mevcut değildir, ne müslümanlar, ne de başkaları nezdindeî.

"Şüphe yok ki iman edenler, yahûdiler, hristiyanlar ve sabitlerden kim (Hz.Muhammed (s.a.s)'in şeriatına göre) Allah'a ve ahiret gününe iman edef, bununla beraber salih amelde bulunursa, elbette onların Rab'leri -katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da

olmayacaklar" (Bakara, 62).

Bil ki meşhur kıraat, dâl harfinin zammesi ile kelimeyi okumak­tır. Dahhâk ve Mücâhid'den, dâl harfinin fethast ve vâv harfinin sükûnu ile şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Şu kelimeler, hangi âyette bu­lunursa bulunsun meşhur olarak, hemzeli şekilde ve diye okunur. Nâfi, Şeybe ve Zühri'nin hemzesiz ve sakin yâ harfi ile bu keli­meyi; hemzesiz ve bâ harfinin ötüresi ile şeklinde okuduk­ları rivayet edilmiştir. el-Amrî'den, her iki şekli ile de kelimeyi hemzeli okudu­ğu; Ebu Cafer'den, her ikisinde de kelimeyi hemzeye bedel hâlis "ye" harfi ile okuduğu rivayet edilmiştir.

Bu kelimeyi hemzesiz okuma, iki ihtimalden dolayıdır:

1) Bu, bir kimse bir şeye meyledip onu sevdiği zaman, bunu ifade etmek için kullanılan   £aj tç# fiilindendir.

2) Burada hemze kalbolunmuştur. Buna göre ve deriz. Bu kelimenin tercih edilen kıraati, hemzeli okunmasıdır. Çünkü bu, ek­seri kârilerin okuyuşudur ve kelimenin tefsirine de en yakın olandır. Zira ilim ehli şöyle demişlerdir: bir dinden çıkıp diğer dine giren kimsedir."

Bil ki Allah'ın âdeti, bir vaa'd veya va'îdde bulunduğunda peşinden sö­zün tam olması için, onun aksi olan şeyi de zikretmesidir. İşte burada, Ehl-i Kitab'dan kâfir olanların hükmünü ve başlarına gelen cezaları zikredince, Al­lah, iyilikte bulunan kimseyi ihsanı ile, kötülük yapan kimseyi de kötülüğü ile cezalandırdığını göstersin diye, mü'minlere âit büyük mükâfaatı ve bol sevabı haber vermiştir. Nitekim O:

"Kötülük işleyenlere yaptıkları ile, iyilik işleyenlere daha iyisi ile karşılık versin diye..." (Necm, 31) buyurmuştur. İşte bu sebeple burada da; buyurmuştur. [203]

 

Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîlerin Uhrevî Akıbetleri               Başa Dön

 

Müfessirler, bu ayette kimlerin kasdedildiği konusunda ihtilâf etmişler-dir. Bunun sebebi, aynı âyetin sonundaki: Allah'a ve âhiret gününe iman ederse" ifadesidir. Çünkü bu: "iman edenler..." ifadesindeki imandan kastedilen şeyin, ifadesindeki imandan kastedilen şeyden başka olmasını gerektirir. Müşkil olma bakımın­dan bunun bir benzeri de:

"Ey iman edenler, iman ediniz" (Nisa, 136)ayetidir. İşte bu müşkiİlikten ötü­rü âlimler birçok görüş zikretmişlerdir:

a) İbn Abbas (r.â)'ın görüşüne göre, bundan murad, Hz.Peygamber (s.a.s) gönderilmezden önce, yahûdilik ve hristiyanlığın batıl itikadlartndan berî ola­rak Hz.İsâ (a.s)'ya inanmış olan kimselerdir. Meselâ, Kuss b. Sâide, Rahib Bahîrâ, Habibu'n-Neccâr, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel, Selman-ı Fârisi, Ebu Zerr'iJ-Gjfâri ve Necâşî'ntn heyetindeki kimseler gibi...Buna göre sanki Hak Teâlâ şöyle demektedir: "Hz.Muhammed peygamber olarak gön derilmeden önce yahûdilerin batıl dini üzere ve hristiyanların batıl dini üzere olanlardan, Hz.Muhammed, peygamber olarak gönderildikten sonra Allah'a, âhiret gününe ve Hz.Peygambere iman eden herkes için, Rab'leri katında mü-kafaat vardır."

b) Allah Teâlâ, bu sûrenin evvelinde, münafıkların yolunu, sonra da ya-hudilerin yolunu anlatmıştır. Buna göre Allah'ın bu ayetteki "iman edenler (den) ifadesirden maksad, kalbten değil de "lisânen (zahi­ren) imân etmiş" görünen kimselerdir. Bunlar da münafıklardır. Buna göre Al­lah Teâlâ, burada önce münafıkları, sonra yahûdileri sonra hristiyanları, daha sonra da sabitleri saymıştır. Bu nedenle sanki Cenab-ı Hak: "Bu batılcılardan kim hakiki olarak imân ederse, Allah katında mü'rninlerden olur" demektedir. Bu Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür.

c) Allahın ifadesinden muradı, gerçekde Hz.Muhammed (s.a.s)'e inanan kimselerdir. Bu ifâde geçmişle alâkalıdır. Daha sonra gelen:

"Kim Allah'a imân ederse" ifadesi ise gelecekle ilgilidir. Bu­na göre bunların manası, "Bundan önce imân eden, imânını sürdüren ve ge­lecekte de sürdürecek olan kimseler.,." demektir. Bu, kelamcılann görüşüdür. [204]

 

Yahudi Ne Demektir?

 

Cenâb-ı Allah'ın buyruğuna gelince, buradaki keli­mesinin iştikakı (kökü) hususunda âlimler, birkaç görüş belirterek ihtilâf etmiş­lerdir:

1) Buzağıya taptıkları için tevbe ettikleri ve:

"Ya Rabbi biz tevbe ederek sana döndük" (Araf, 156) dedikleri zaman İsrailoğulları, yahudi ismini almışlardır. Bu görüş İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edil­miştir.

2) Benî isrâil, Hz.Yakub (a.s)'un en büyük çocuğu olan Yehûza'ya nisbet edildikleri için "Yahûdî" diye isimlendirilmiştir. Araplar kelimeyi Arapça bir şekle sokmak için "dâl" harfi ile telâffuz etmişlerdir. Çünkü onlar Arapça olmayan isimleri, dillerine aktardıkları zaman bazı harflerini değiştirirler.

3) Amr b. Âlâ şöyle demiştir: Onlar Tevrat'ı okurken sallandıkları için (sal­lanma manasına gelen) bu isimle isimlendirilmişlerdir. [205]

 

Nasara Kelimesinin Mânası

 

 kelimesine gelince, bunun iştikakı hususunda da birkaç görüş vardır:

1) Hz.İsâ(a.s)'nın konakladığı kasabanın adı "Nâsıra"dır. Bundan dolayı hristiyanlar da bu kasabaya nisbet edilerek diye isimlendirilmişler­dir. Bu İbn Abbas, Katâde ve İbn Cüreyc'in görüşüdür.

2)  Birbirleriyle yardımlaştıkları için ("yardımlaşmak" manasına gelen dan dolayı) bu ismi almışlardır.

3) Hz.İsâ (a.s),  havarilerine"Allah yolunda bana yardım edecek olanlar (ensârım, dostlarım) kimlerdir?" (Sâff.14) de­diği için böyle isimlendirilmişlerdir. Keşşaf sahibi, nasârâ kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyerek şöyle der: "Arapça'da "yardım eden adam, yardım eden kadın" denilir kelimesindeki yâ harfi, kelimesindeki gibi, mübalağa ifade eder. Bunlara, Hz.İsâ (a.s)'ya yardım ettikleri için "Nasrânî" denilmiştir." [206]

 

Sâbiin Kimlere Deriz?

 

Allahu Teâlâ'nın ifadesi, bir kimse dininden çıkıp başka bir dine girdiğinde, bunu ifade etmek için söylenilen fiilindendir. Bu ma­nada Araplar da Hz.Peygamber (s.a.s)'i "Sâbiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü O, onların dininden başka bir din göstermiştir. Bu manada, yıldızlar doğacağı yerden çıktığı zaman birisini çıkardığımız zaman, denilir.

Müfessirlerin, sâbiîlerin itikadlarını açıklama hususunda çeşitli görüşleri vardır:

1) Mücahid ve Hasan Basri, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile evlenilmeyen mecûsî ve yahûdilerden olan bir taife olduğunu söy­lemişlerdir.

2) Katade, bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: Beş türlü din vardır. Dört tanesi şeytanın, bin Allah'ın dinidir. Meleklere tapan sâ­biîlerin, ateşe tapan mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytanın dinidir.

3) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, sâbiıler yıldızlara tapan bir tai­fedir. Bu sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:

a) Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Allah'dır. Ancak O, bu yıldızlara ta'zim edil­mesini ve onların ibâdet, duâ ve ta'zim için kıble kabul edilmelerini emretmiştir.

b) Allah felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şer, sıh­hat ve hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan dolayı insanların, onlara ta'zim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb, Hz.İbrahim (a.s)'in itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği, Keldanilere âit bir mezhebtir. [207]

 

Mühim Bir Nokta: Allah'a İmânın Şümulü

 

Sonra Hak Teâlâ, âyette geçen dört fırka hakkında, bütün dalâlette olan­lar dalâletlerinden vazgeçip hak dini tasdik ettikleri zaman, Allah'ın onların imanlarını ve taatlarını kabul edeceğini ve onları huzurundan kovmayacağını bilsinler diye, Allah'a imân ettikleri takdirde âhirette onlara mükâfaat verece­ğini açıklamıştır. Bil ki "Allah'a imân etme" ifadesine, Allah'ın vâcib kıldığı şeylere, yani, peygamberlerine imân; âhiret gününe imân etmek ifadesine de âhiretle ilgili bütün hükümler girer. Allah'a ve âhiret gününe imân, sevab ve ikâbı gerektirecek mükellefiyet ve âhiret halleri hakkında, dinlen ilgilendiren herşeyi kendinde toplamaktadır.

Hakk Teâlâ'nın "Rabieri yanında" ifadesine gelince, bun­dan maksad "mekan" ile ilgili bir yanında oluş değildir. Çünkü bu Allah hak­kında düşünülemez. Bu, emânetferdeki gibi koruma manasına da değildir. Ak­sine bundan maksad, onların mükâfaatlannın Rabieri katında meydana gelecek olan kesin bir ücrettir. [208]

 

İmân Edenlerin Korku ve Hüzünden Uzak Olmaları               Başa Dön

 

Allah Teâlâ'nın, "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır" âyeti hususunda şöyle denilmiştir: Allah, dünyevî meselelerde onlardan korku ve üzüntüyü kaldıracağını kasdetmiştir. Bazı âlimler ise, Allah'ın bunu, uhrevî sevab hususunda söylediğini belirtmiş­lerdir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü O'nun, ifade­si, nefy hususunda umûmî bir ifâdedir, âyeti de böyle­dir. Korku ve üzüntünün olmaması dünyada iken bilhassa mükellefler için söz konusu değildir. Çünkü onlar her vakit ya dünyevî veya uhrevî bir sebebten dolayı üzüntü ve korku içindedirler. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk sanki onlara âhirette mükâfaat vaadetmiş ve sonra bu mükâfaatın korku ve endişelerden uzak olacağını açıklamıştır. Bu da onların mükâfaatlannın ebedî olmasını ge­rektirir. Çünkü onlar o nimetin sona erebileceğini düşünselerdi, onları büyük bir üzüntü bürürdü. [209]

 

Sâbiûn Kelimesinin Kur'an'm Üç Yerinde Gösterdiği Farklılık

 

Şayet bir kimse derse ki: "Allah Teâlâ, bu âyeti Mâide sûresinde: "İmân edenlerden, yahûdüerden, sâbiîlerden ve tıristîyanlardan kimler Allah 'a ve âhfret gününe imân ederlerse, onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır" (Maide. 69) şeklinde; Hacc sûresinrlp  "Oimân edenler, yahûdüer, sabitler, hristtyanlar, mecûsiler ve müşrikler (yok mu?) Allah kıyamet günü (bütün) bunların aralarında hüküm verecektir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görendir" (Hacc, 17) şeklinde getirmiştir. Âyetlerdeki sayılan sınıfların takdim ve tehiri; Sâbiîn lafzının bir âyette merfû, başka bir yerdeyse mansûb olmasıyla meydana gelen farklılıkta, bu değişiklikleri ge­rektiren bir fayda var mıdır derse, böyle bir soruya cevaben şöyle deriz: Bu âyetleri ifâde eden Ahkemu'l-Hakimîn olan Cenâb-ı Hakk olunca, mutlaka bu değişikliklerde hikmetler ve faydalar vardır. Eğer biz bu hikmetleri idrak eder­sek, kemâle ulaşmış oluruz. Eğer idrakten âciz kalırsak, kusur Hakim olan Al­lah'ın sözü hakkında değil, bizim akıllarımız için söz konusu olur. [210]

 

Benî İsrail'den Ahid Alıp Dağı Üzerlerine Kaldırma Hadisesi

 

"Hant sizden bir mîsak almıştık, Tûr'u da üstünüze kaldırdık." Size! verdiğinizi kuvvetle tutun ve onda olanları hatırlayın. Ta ki müttaküerden olasınız. Soma, oram atfcas\wiau vtas W& çevfrcttnfz. Eğer size Allah'ın iütfü ve rahmeti olmasaydı, elbette sizler hüsrana uğrayanlardan

olurdunuz" (Bakara, 63-64).

Bil ki, işte bu, Allah'ın onlara vermiş olduğu onuncu nimettir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah onlardan, kendi menfaatleri için mîsak almıştır. Bundan dolayı bu, Allah'ın onlara bir nimeti olmuştur. [211]

 

Misak (Ahid) İte İlgili İki Konu

 

Cenâb-ı Allah'ın: âyetinde iki konu vardır.

Birinci Konu: Misak (Ahid)'Hakkında: Bil ki misâk ancak inkiyadı ve itaati gerektiren emirleri yapmakla olur. Müfessirler misâkı açıklamak için birçok şeyler söylemişlerdir:

a) Bu, Allah'ın, Yaratıcının varlığına, hikmetlerine ve peygamberlerinin doğ­ruluğuna delâlet eden delilleri akıllara yerleştirmesidir. Bu çeşit misâk, misâk-ların ve ahidlerin en kuvvetlisidir. Çünkü bu çeşit misâkta, hiçbir şekilde cayma ve değiştirme imkânı yoktur. Bu görüş, Esâm'a aittir.

b) Abdurrahman b.Zeyd b.Eslem'den rivayet edilen görüşe göre, Hz.Mu­sa (a.s), Rabbisinin huzurundan levhalarla dönünce, Benî İsrail'e, "Bunlarda Allah'ın kitabı yazılıdır." dedi. Onlar da,"Allah'ı açıkça görmedikçe, sana inanmayız" dediler. Allah, bunun üzerine,"Bu, benim kitabımdır, bunu alın" der. Bunu müteakib onları ölüm yakaladı da hepsi öldüler. Sonra Allah onları diriltti. Daha sonra onlar Hz.Musâ (a.s)'ya tekrar, "Allah'ın kitabını alın" dedi. Onlar direttiler. Allah da onların üstüne Tür dağını kaldırdı ve onlara "Kitab'ı alın, yoksa bu dağı üstünüze bırakacağız" denildi. Böylece o kitabı kabul etti­ler de, Tür üzerlerinden kaldırıldı. İşte misâk budur.

Bu böyledir çünkü, Tür dağını üzerlerine kaldırmak, aklı hayrette bırakan; yalanlayıcıları tasdike, şüphe edenleri yakîne götüren harikulade, açık bir mu­cizedir. Onlar bunu görünce ve onun Allah tarafından, Mz.Musâ (a.s)'ya diğer mucizelere ek bir mucize olarak verildiğini anlayınca, Hz.Musâ (a.s)'yı Allah'-dan getirdiği dinde tasdik ederek, açıktan tevbe ettiler ve yapmış oldukları bu­zağıya tapma kötülüğüne bir daha dönmeyeceklerine, Tevrat ile âmel edeceklerine söz verdiler ve ahidde bulundular. İşte bu, Allah için kendilerine vacib kıldıkları emin bir ahd (misâk) oldu. Bu Ebu Müslim'in tercih ettiği gö­rüştür.

c) Allah'a verilmiş iki söz (ahd, misâk) vardır:

1) Allah insanları Hz.Adern (a.s)'in sulbünden çıkarıp, kendilerini kendi üzerlerine şahid tuttuğu zamanki ahd.

2) Allah Teâlâ, insanlara peygamberlerine uymayı mecbur kılmıştır. İşte burada kastedilen, bu âhiddir. Bu İbn Abbas (r.a)'m görüşüdür, bu zayıf bir görüştür.

İkinci Konu: Misâk Kelimesinin Müfred Getirilmesinin Sebebi:

Kaffâl şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, buyurmuş, dememiştir. Bunun iki sebebi vardır:

a)  Allah, bununla: "Yani sizden herbirinizi çocuk olarak çıkarır" (Hacc. 5) âyetinde de olduğu gibi,, insanların herbirinden tek tek bu misâkı aldığını ifâde etmek istemiştir.

b) Onların her birinden alınan misâk, aynı misâkdır. Böylece o, tek bir mi-sâk olmuş olur. Şayet Allah buyursaydı, o zaman onlardan tek bir misâk alındığı değil, onlardan birçok misâklar alınmış olduğu zannediiirdi. Al­lah en iyi bilendir. [212]

 

Tûr (Dağın)'un Üzerlerine Kaldırılması               Başa Dön

 

Allah Teâlâ'nın, "ve Tûr'u üzerlerine kaldırdık" ifa­desinin bir benzeri de:

"Biz bir zaman, dağı, sanki bir gölgelik gibi çekib onların üstüne kaldırmıştık" (A'râf, 171) ayetidir. Bu hususta birkaç bahis vardır;

Birinci Bahis: Allah Teâlâ'nın, ifadesindeki î harfi, İbn Abbas (r.a)'ın tefsirine göre, atıf vâvıdır. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Mi­sâk daha önce alınmış idi. Ne zaman ki onlar Kitab'ı kabul etmekten imtina ederek ahdi bozdular, üzerlerine Tûr kaldırıldı. Ebu Müslim'in tefsirine göre ise bu atıf vâvı değil, vâv-ı haliyyedir. Nitekim "Ben bu işi yaptım, halbuki za­man o zamandı!" denilir. Buna göre Hakk Teâlâ sanki söyle demektedir: "Tûr'u üzerinize kaldırdığımız esnada hani sizden misâk (söz) almıştık..."

İkinci Bahis: Tûr Cins İsmi Midir Özel İsim Midir?

Her dağa "Tûr" denildiği de söylenmiştir. Nitekim el-Accâc şöyle demiş­tir: üsr "(Kartal), kanatla­rını dağa yaklaştırdı; hemen, şahini yakalamak için, savuştu. Bir de ne göre­lim, şahin kanatlarını yummuş, yere konmuş..." Halil ise, kitabında muayyen bir dağın ismi olduğunu söylemiştir. Bu doğruya daha yakındır. Çünkü keli­menin lam-ı ta'rifi, bunun bu isimle adlandırıldığt bilinen belli bir dağ olarak anlaşılmasını gerektirir. Bilinen dağ ise, üzerinde bu münacaatın yapıldığı dağ­dır. Allah'ın, onu Benî İsrail'in bulundukları yere çok uzak bir yerde bulunsa da, nakletmesi ve onların üzerine kaldırması mümkündür. Çünkü dağı hava­da tutmaya kadir olan Allah, onu yerinden söküp uzak bir yerden onların üze­rine getirmeye de kadirdir.

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ, Filistin dağlarından birine emir vermiş ve böylece o dağ yerinden sökülerek, bir gölge gibi onların üstüne gel­di. Onların tuttuğu alan, kenarı bir fersah olan kare şeklinde bir yer idi. Bu halde iken, Allah Teâlâ onlara, Tevrat'ı kabul etmelerini, aksi halde dağı üzer­lerine bırakacağını vahyetti. Bunun üzerine onlar kaçacak bir yer bulamayın­ca Tevrat'ı, ihtiva ettiği hükümlerle kabul ederek, dağın üzerlerine düşeceğini düşünerek korkuyla secdeye kapandılar. Bir yandan dağa baktıklarından ya-hûdiler bir yanakları üzerine secde etmişlerdi.

Üçüncü Bahis: Dağın Havada Durmasının İzahı:

Bazı mülhidler (inkarcılar), ağır bir şeyin direksiz olarak havada durması­nın mümkün olduğunu kabul etmediler, yeryüzü için de şöyle dediler: "O, ta­biatı gereği merkezde durmak ister. Bu sebeble de merkezde durmuştur." Bunların görüşlerinin fâsid olduğuna dâir delilimiz şudur: Şüphesiz Allah Te­âlâ hertürlü mümkinata kadirdir. Ağır bir cismin havada durması da mümki-nattandır. Bu sebeble Allah'ın buna da kadir olması gerekir. Bu iki mukaddimenin tam izahı, akâid kitaplarında yapılmıştır.

Dördüncü Bahis: Bazı mülhidler (inkarcı sapıklar), "Dağın onlar üzerine bir gölgelik gibi olması mümkün değildir. Çünkü bu olmuş olsaydı, bu insanla­rı imana mecbur kılan bir hal olurdu. Böyle bir mecbur kılış ise, teklifin ruhuna terstir" dediler. Kâdi buna şöyle cevab verdi: "Bu, insanları imâna mecbur kılmaz. Çünkü bundaki en büyük korkuları, onun üzerlerine düşeceği korku­sudur. Buna göre, onlar göklerin direksiz olarak üzerlerinde durduğunu gör­dükleri için, o dağ bir zaman üzerlerinde durduğunda bu husustaki korkularının zail olması muhtemeldir. Böylece de imâna mecbur ktlma hali ortadan kalkar, mükellefiyet kalır."

Cenâb-ı Allah'ın: ifadesinin manası, "Size verdiği­miz şeyleri ciddiyet, tam bir kararlılık ile ve gaflet ile tembellikten vazgeçerek tutunuz" demektir, Cübbâi, "Bu ifade, bir fiili yapmazdan önce onu yapacak kudretin (istita'a kable'f-fii'l) bulunduğunu gösterir. Çünkü kalem olmaksızın, "Kalem ile yaz" denilemiyeceği için, bir kuvvet bulunmadan, "şunu kuvvetle tut" demek de caiz değildir" demiştir. Âlimlerimiz Cübbâi'ye, "Bu ifadeden Hakk Teâlâ'nın maksadı, "Size verdiğimiz şeyleri ciddiyet ve tam bir kararlı­lıkla tutunuz" demektir. Bize göre, azimet (kararlılık) bazen fiili yapmadan ön­ce mevcud olabilir" diyerek cevab vermişlerdir.

Allah Teâlâ'nın: ifadesi, "Kitab'da olan şeyleri ezberle­yin, onları öğrenin, unutmayın ve onu ihmal etmeyin" manasınadır. Buna göre, şayet âyette geçen zikr sözünü, aslî manasına hamletmeli değil miydiniz?" denilirse, biz deriz ki: Nisyan (unutma)'ın zıddı olan zikr (hatırlama), Allah'ın fiillerindendir. Binaenaleyh bu zikri emretmek nasıl caiz olur? Amma biz bu kelimeye öğrenme manası verdiğimizde, ortada bir problem kal­maz.

Allah-u Teâlâ'n; ifadesine gelince, bu "ittikâ etmeniz i-çin" demektir. Cübbâi, bu âyetle, Hakk Teâlâ'nın herkesin taatını murad etti­ğine delil getirmiştir. Bunun cevabı daha önce geçmişti.

Bil ki Allah Teâlânın: "Hani Biz Turu üzerinize kaldırdığımız halde sizin mfsakınızı almıştık ve "size verdiğimiz şeyleri kuvvetle tutunuz" (demiştik)" âyetinden onların bu emri tutmuş oldukları anlaşılıyor. Aksi halde bu, bir mi-sâk alma olmaz ve bunun peşisıra Allah'ın: "Sonra yüz çevirdi­niz" demesi doğru olmazdı. Binaenaleyh bu, onların kitabı kabul edip ona sa­rıldıklarını gösterir.

Cenâb-ı Hakk'ın: ifadesi, "Daha sonra misâktan ve onun gereğini yapmaktan yüz çevirdiniz" demektir.

Katfâl -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir: Herkes tarafından bilinir ki Benî İsrail, Tevrat'ı kabul edip, Tûr dağı üzerlerine kaldırıldıktan bir müddet sonra, birçok hususta Tevrat'tan yüz çevirip, meselâ onu tahrif etmişler, onunla âmel etmeyi bırakıp, peygamberleri öldürmüş, onları inkâr edip emirlerine karşı çıkmışlardır. Belki de o Tevrat'ta sadece bazılarına âit olan hükümler vardır. Bunlardan, önce gelenlerin yaptıkları, sonra gelenlerin yaptıkları hükümler var­dı. Gece gündüz harikulade haller müşahede ettikleri halde Tîh çölünde de­vamlı Hz.Musâ (a.s)'ya karşı çıkan ve ona hertürlü eziyeti reva gören, konakladıkları yerde açıktan günah işleyen, hatta bir kısmı yere batırılmış, bir kısmı ateşte yakılmış ve veba hastalığı ile azab olunmuş kimseler vardı. Bü­tün bunlar onların okudukları Tevrat tefsirlerinde vardı. Onlardan daha sonra gelen nesiller, saklanamayacak işler yapmışlardır. Bundan dolayı (düşmanla­rı tarafından) Beytu'l Makdis'in harab edilmesi suretiyle cezalandırıldılar. Da­ha sonra Hz.İsâ (a.s)'yı da inkâr ettiler ve onu öldürmek istediler. Kur'an'da her nekadar onların yüz çevirdikleri Tevrat hükümlerinin neolduğu beyan edil­memiş ise de bunlar malûm şeylerdir. Bu, Allah Teâlâ tarafından onların ata­larının inadcılıklarını haber vermektir. Bu sebeble onların, kendi kitabları ve peygamberlerine karşı tavırları bu anlatılan tavır olunca, Hz.Muhammed (s.a.s)'in getirdiği kitabı inkâr edip, onun hak peygamber olduğunu kabul et­memeleri şaşılacak birşey değildir. Allah en iyisini bilir.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Eğer Allah'ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizler hüsrana uğrayanlardan olurdunuz" âyeti ile ilgili iki konu vardır:

Birinci Konu: Buradaki Fadl (Lütuf) dan Maksad: Kaffâl, bu âyetin tefsiri hususunda iki görüş söylemiştir:

a) Allah'ın size mühlet vermesi ve hakettiğiniz azabı tehir etmesi gibi, lû-tufları olmasaydı, sizler canlarını cehennem ateşine karşılık satan, hüsrana uğramış, yani mahvolmuş kimseler zümresinden olurdunuz. Allah'ın bu buy­ruğu, onların bu gibi bir hüsrandan kurtulduklarını gösterir. Çünkü Alfah Teâlâ, onlar tevbe edinceye kadar mühlet tanımak suretiyle, onlara lütufta bulunmuştur.

b)  Onlarla ilgili bu haber, ifâdesi ile son bulmuş­tur. Bunun peşinden  buyurulmasının, sözü ev­veline döndürmek olduğu söylenmiştir. Yani "Üzerinize dağı kaldırmak sure­tiyle Allah size lütfetmiş olmasaydı, Tevrat'ı inkâr etmeye devam ederdiniz. Fakat Allah size ikramda bulundu, size rahmet etti ve bunları size lütfetti de böylece siz tevbe ettiniz" demektir.

İkinci Konu: İlahî Lütuf Hakkında Mu'tezile'nin Bocalaması:

Birisi şöyle diyebilir: (Eğer.....olmasaydı) kelimesi, başka bir şey olduğu zaman diğer oirşeyin olamayacağını ifade eder. Bu nedenle kelime, "hüsrân"ın olmamasının, fazl-ı ilâhînin bulunmasının ayrılmaz bir hali olması­nı gerektirir. Bu sebeble, hüsranın bulunduğu yerde Allah'ın lûtfunun bulun­maması gerekir. Bu ise Allahu Teâlâ'nın, dînî lûtuflardan kâfirlere hiçbirşey vermediğini gösterir. Ki bu Mu'tezile'nin görüşüne terstir." Ka'bi bu soruyu şöyle cevaplamıştır: Allah Teâlâ, fazl-ı İlâhi hususunda herkese eşit davran­mıştır. Fakat insanların bazıları bundan istifâde etmiştir. Bu sebeble böyle de­nilebilir. Nitekim çocuklarına hediye vermede eşit davranan, ama ancak bazı çocukları bundan istifâde edebilen bir kimseye, "Şayet baban sana lütuf kâr davranmasaydı, sen fakir olurdun" denilmesi gibi...Bu, zayıf bir cevabtır. Çünkü dilciler ^ jj lâfzının, başka birşey olduğu zaman diğer birşeyin olamaya­cağını ifâde ettiğini açıkça belirtmişlerdir. Bu kaide sabit olunca, Kâ'bi'nin sö­zü gerçekten düşer. [213]

 

Cumartesi Yasağına Uymayıp Maymuna Çevrilen Yahudiler

 

Andolsun, içinizden cumartesi günü hakkında haddi aşanları bildiniz. İşte biz onlara "Hor ve zelil maymunlar olun" dedik ve bu (cezayı) hem o zamanki insanlara hem de daha sonra gelecek insanlara ibret verici bir

ceza ve miittakiler için bir Öğüd vesilesi kıldık" (Bakara, 65-66)

Bil ki Allah Teâtâ, ilk önce İsrail oğullarına olan çeşitli nimetlerini sayınca, bunu onlara yönelttiği şiddetli belâların bazılarını anlatarak tamamladı. İşte bu âyetteki husus, şiddetli belâların ilk çeşididir. Bu hususta birkaç mesele vardır: [214]

 

Cumartesı Kıssası               Başa Dön

 

İbn Abbas (r.a)'dan, bunların Davud (a.s) zamanın kedine  arasında ve deniz kenarında yer almış olan Eyle kasabasında oldukları, bu kasabanın senenin bir ayında, dünyanın her tarafından çok çok balıkların gelmesinden dolayı, deniz yüzünün âdeta görünmez bir şekil aldığı, bu ayın dışında da bilhassa her cumartesi günü durum aynı olan bir yer olduğu; bunun ise, Cenâb-ı Allah'ın:

Onlara, deniz kenarında ki o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gununun (hürmetini ihlâl ederek) haddi aşıyorlardı" (A'râf, 163) âyetinde söz konusu edi­len kasaba olduğu; onların deniz kıyısında havuzlar kazıp, bunlara denizden arklar, kanallar açtıkları; bu kanallar yoluyla balıkların havuzlara geldiği ve İs-raüoğullannın pazar günü onları avladıkları; bu şekilde balıkları havuzlarda tut­malarının onlann haddi aşmaları olduğu; sonra onların, Allah'ın azabından korktukları için, sadece havuzlardaki balıkları tutmakla yetindikleri; aradan uzun zaman geçince çocuklarının da onların yolunu tuttuğu, mal-mülk sahibi olduk­ları; cumartesi gününde avlanmayı hoş karşılamayan Medine ahalisinden ba­zı kervanların oraya gelip onları bundan nehyettikleri; fakat onların bu tür avcılıktan vazgeçmeyerek: "Biz şunca zamandır bu işe devam ediyoruz. Allah, malımızı artırmaktan başka birşey yapmadı" dedikleri; buna karşılık onla­ra: "Siz bu duruma aldanmayınız. Çünkü Allah'ın azabı ve helâkî er geç size gelecektir" denildiği; bundan sonra onların zelil maymunlar haline geldikleri, üç gün bu şekilde yaşadıktan sonra öldükleri rivayet edilmiştir. [215]

 

Bu Kıssadan Maksad

 

Âyette bu kıssadan bahsedilişinin iki maksadı vardır:

a) Hz.Muhammed (s.a.s)'in bir mucizesini ortaya koymaktır. Çünkü Allah'ın: "Andolsun ki....bildiniz" ifadesi, sanki Hz.Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahûdilere bir hitab gibidir. Hiçbirşey okumamış, yazmamış ve herhangi başka bir milletle beraber bulunmamış bir ümmî olduğu halde Hz.Muhmmed (s.a.s), bu olayı onlara haber verince, bu O'nun bunu ancak vahiy yoluyla öğrendiğini gösterir.

b) Allah Teâlâ, Ashab-ı Sebt'e (cumartesi gününün hürmetine saygısızlık gösteren yahûdilere) nasıl muamele ettiğini haber verince, sanki Medine yahûdilerine de şöyle demiş oldu: "Onların başına gelen azabın, inâd ile isyanı­nız sebebiyle size de gelmesinden korkmuyor musunuz? Binaenaleyh size mühlet vermemize aldanmayınız." Bunun bir benzeri de :

"Ey kendilerine kitab verilenler, yanınızdaki kitab'ı tasdik edici olarak in­dirdiğimiz (Kuruna), biz bazı yüzleri silip, belirsiz ederek enselerine çevir­meden önce imân ediniz..." (Nisa, 47) âyetidir. [216]

 

Üçüncü Mesele

 

Bu âyette hazif vardır. Sanki Hakk Teâlâ, "Bu tür cezanın, o suçun cezası olması için, cumartesi gü­nü haddi aşanlarınızın haddi aşmalarını bildiniz" buyurmuştur. lâfzı, onların cumartesi günü işledikleri fiilin, onlar için haram kılınmış olduöuna delâlet eder. Bunun qeniş izahı bu âyette geç­memiş, (Arâf, 163) âyetinde geçmiştir. Şöyle de denilebilir: Onlar sadece bu avlanma işi ile had­di aşmışlardır. Şu da söylenebilir; Onlar bu avlanmayı helâl görüp, işledikleri için haddi aşmış sayılmışlardır. [217]

 

Onları Balıklarla İmtihan Etmenin Hikmeti

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Sebt"cumartesi gününe saygı duyduğunu ifade etmek üzere söylenen ifadesinden masdararr. Buna göre Allah Teâlâ onları cumartesi günü avlanmaktan nehyedince:

' 'Cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın meydana çıkarak onla­rın yakınma geliyordu. Cumartesi tatili dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. İşte bu şekilde onları imtihan ettik" (Araf, 163)âyetinde beyan ettiği gibi, diğer günlerde değil de cumartesi gününde balıkların akın akın gelmesinin hikmeti nedir, bu fitneyi deşmekten, sapıtmalarını murad etmekten başka bir şey de­ğil midir? denilirse biz deriz ki: Ehl-i Sünnet'e göre, bir kulun sapıtmasını irâ­de etmesi Allah için caizdir. Ama Mu'tezile'ye göre, mükellefiyetteki ağırlık, sevabı artırmaya vesile olacağı için güzeldir. [218]

 

Maymun Suretine Çevrilmeleri

 

Allah Teâlâ'nın: "Onlara hor ve zelil may­munlar olun dedik" ifadesi ile ilgili birkaç mes'ele vardır: [219]

 

Birinci Mesele

 

Keşşaf sahibi, İfadesinin, nin haberi olduğunu söylemiştir. Yâni "Hem may­mun, hem de zelil ve koğulmuş varlıklar olunuz" demektir. [220]

 

Onlara; "Maymun Olun!" Emrinin Makul İzahı               Başa Dön

 

Allah Teâlâ'nın: sözü, emir değildir. Çünkü onlar kendilerini maymun şekline sokmaya kadir değillerdi. Bu sözden maksad, maymuna dönüşmenin süratli oluşudur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın: "Biz birşeyin olmasını istediğimiz zaman, o husustaki sözümüz sadece (ol) dememizdir. O zaman o şey hemen oluverir" (Nahl, 40). Ve "İtaat edenler olarak geldik dediler" (Fuasiliet, 11) âyetlerinde olduğu gibi. Buna göre mana, Allah Teâlâ'yı. onlara hakettikleri cezayı indirmeyi murâd ettiği zaman hiçbirşey acze düşüremez. Aksine Al­lah, onlara, dediği anda, onlar maymun şekline dönüşür­ler. Yani onlar hakkında Allah bunu murâd edince, onlar Allah'ın istediği gibi oluverdiler. Bu tıpkı, "Cumartesi ashabına lanet ettiğimiz gibi...Allah'm emri behemehal yeri­ne gelir" (Nisa. 47) âyetinde beyan edildiği gibidir.

Ve keza bu dönüşme esnasında, Allah'ın bu sözü söylemiş olması da im­kansız değildir. Ancak bu dönüşmede esas tesirli olan Allah'ın kudret ve ira­desidir. Buna göre, eğer, "Bu sözün dönüşmede bir tesiri olmadığına göre, söylenmesinin ne yararı vardır?" denilirse deriz ki, bize göre Allah'ın hüküm ve fiilleri hususunda, kesinlikle aslaha riayet etmesi vacib değildir. Ama Mu'-tezile'ye göre "Belki de bu söz meleklerden bazılarına veya başka varlıklara aittir." [221]

 

Maymuna Çevrilmenin Mecazi Olduğunu Söyleyen Mücahid’in Görüşü

 

Mücahid'den rivayet edilmiştir ki Hakk Teâlâ, damgalamak ve mühürlemek manasında onların kalblerini   döndürmüştü     yoksa  onların   şekillerini maymun şekline çevırmemişti. Bu tıpkı;

"Ağır kitaplar taşıyan eşşekler gibi..." (Cuma, 5) âyetindeki mâna.gibidir. Bunun bir benzen de hoca­nın, öğrenmede başarılı olmayan kalın kafalı öğrencisine, "Eşşek ol" demesidir. Mücahid, onların şekillerinin çevrilmesinin imkansız olduğuna iki delil getirmiştir:

a) İnsan, görülen şu şekil ve hissedilen şu bünyeden ibarettir. Allah onla­rı bozup, onların cisimlerinde maymunların terkib ve şeklini yaratınca, bu, in­sanı yok etmek ve maymun yaratmak olur. Bundan dolayı, bu görüşe göre "döndürme" Allah'ın, insan cismini teşkil eden arazları yok edip, maymun cis­mini oluşturan arazları yaratması manasına gelir. Bu sebeble bu, bir döndür­me (mesh) değil, bir yok etme ve yeniden yaratma olur.

b) Eğer biz bunu mümkün görürsek, her gördüğümüz maymun ve köpe­ğin aslında akıllı insanlar olduğuna inanmamız gerekir. Bu ise görünen şeyler hususunda insanı şüpheye düşürür. [222]

 

Mücahidin Görüşünün Tenkidi

 

Mücahid'in birinci görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: İnsan, bu hey­kelden (şekilden) ibaret değildir. Bu böyledir, çünkü bu İnsan bazan zayıf iken, bazan şişman olur. Bunun aksi de olabilir. Buna göre insanın cüzleri değişi­yor demektir. Belli bir insan, o anda mevcut olan zat demektir. Duran (mev­cut) olan insan ise zail olmayandır. Buna göre insan, bu görünen heykelin (şeklin) ötesinde bir şeydir. Bu şey, ya bedene sirayet etmiş olan bir cisimdir, veyahut da kalb ve beyin gibi, bedenin bazı yerlerinde bir parçadır, veyahut da felsefecilerin dediği gibi, cisim değil, mücerret bir varlıktır. Bütün bu ihti­maller de, bu insan şekline bazı değişikliklerin ânz olmast halinde de, o şeyin devam etmesi imkansız değildir. İşte bu.döndürme (mesh) dir. Bu izaha göre, cüssesi çok büyük olan meleğin, Hz.Peygamber (s.a.s)'in odasına girebilme­si mümkün olmuştur.

Mücahid'in ikinci görüşüne de şu şekilde cevab verilir: Bir meselede emin olmak, ancak ümmetin o hususta icmaı ile olabilir Söylediğimiz izahlarla mes-hin (çevirmenin) olabileceği sabit olunca, âyeti zahirî manasına almak müm­kün olur ve Mücahid'in bahsettiği te'vile ihtiyacımız kalmaz. Bununla beraber Mücahid'in zikrettiği husus da gerçekten pek uzak olan bir ihtimal değildir. Çünkü insan, mucizelerin ve delillerin ortaya çıkmasından sonra da cahilliğinde devam ederse, örfte böyle olana bazan, "O eşektir, maymundur" denilir. Bu mecaz, zahir ve meşhur mecazlardan olunca, bu manaya varmak kesinlikle mahzurlu değildir. Bu meselede geriye iki sual kalır:

Birinci Sual: Maymun olduktan sonra, insanın hiçbir anlayışı, aklı ve bil­gisi kalmaz. Bundan dolayı da başına gelen azabın ne olduğunu bilemez. May­munlar, sıhhatli olduğu zaman elem duymadıkları için, sırf maymun oluş, elem veren bir durum değildir. Öyle ise artık hangi sebebten, maymun olmadan do­layı bir azab meydana gelecek? Buna şöyle cevab veririz:

"İnsanı; düşünen, anlayan bir insan kılan özellik bakidir. Şu kadar var ki hilkat ve suret değişince, şüphe yok ki, o konuşmaya ve insana ait işleri yap­maya güç yetiremez. Fakat o, uğursuz isyanı sebebiyle hilkatinin değiştiğini anlar ve son derece korku ile pişmanlık içine düşer. Çoğu zaman da bu aza­larının değişmesinden elem duymuş olur ve yaratılıştan maymun olan hayvan­ların şekillerinden Ötürü elem duymamaları, sonradan bu kendine uymayan şekle girmekten dolayı insanın elem duymamasını gerektirmez" denilmesi ni­çin caiz olmasın?

İkinci Sual: O Maymunların Nesli Devam Ediyor Mu?

Bu maymunlar hâlâ mevcud mu, yoksa Allah onları tamamen yok mu et­miştir? Eğer "Onlar hâlâ mevcuttur" dersek, bu durumda zamanı m ızdaki may­munların, onların neslinden olduklarını veya olmadıklarını söylemek caiz midir?

Cevab: Bütün bu ihtimaller aklen mümkündür. Ancak İbn Abbas (r.a)'dan gelen rivayete göre onlar, dünyada üç gün yaşamışlar, sonra yok olmuşlardır. [223]

 

Dördüncü Mesele               Başa Dön

 

Dilciler, zelil, uzaklaştırılmış ve koğulmuş şey manasınadır" demişler. Mesela bir köpek insa­na yaklaştığında ona, "Uzaklaş ve uzağa git, bura­sı senin yerin değildir" manasında,   denilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: "O göz, yorulmuş olduğa halde, hor ve hakir sana dönecektir" (Mülk, 4) buyurmuştur. Âyetteki kelimesinin, "Tekrar bakmaktan menedilmiş, zelil ve küçük düşmüş olarak..." manasına olması muhtemeldir. Çünkü Hakk Teâlâ:

"İşte gözünü (bir defa daha göğe) çevir, (Bak orada) hiçbir çatlak görebi­lecek misin? Sonra gözünü iki kere daha çevir, (Nihayet) o göz yoruimuş ola­rak, hor ve hakir yine sana dönecektir" (Mülk, 3—4) buyurmuş ve bununla sanki şunu demek istemiştir: "Gözünü bir çatlak arayan kimsenin çevirip bakması gibi, göğe çevir. Çünkü sen, göğe ne kadar çok baksan da, gözün sana, gün­lerce birşeyi aramaya gayret edip, onu bulamayan kimsenin pişman olarak dönüşü gibi, zelil olarak dönecektir. Çünkü göz aradığı şeyi bulamadığı için, pişman, hor ve hakir olarak döner. [224]

 

Buyruğundaki Zamirinin Muhtemel Mercileri

 

Hakk Teâlâ'nın: "Onu.....kıldık" ifadesine gelince, müfessirler bu "o" zamirinin neyi ifade ettiği hususunda birkaç görüş belirterek ihtilâf etmişlerdir:

a) Ferra, bu zamirin "Onların başına geten meshe (döndürülüşe) râcî ol­duğunu söylemiştir.

b) Ahfeş, zamirin merciinin (maymunlar) olduğunu söylemiştir.

c) Bu, "Cumartesi yasağına uymayanların kasabasını ibret verici bir ce­za kıldık" manasınadır.

d) Böyle yapan milleti, ibret verici bir ceza kıldık, çünkü Hakk Teâlâ'nm: "Cumartesi hususunda hadâi aşanlarınızı andolsun ki bildiniz" (Bakara, 65) âyeti, bir millete, topluluğa ve benzeri bir gru­ba delâlet eder. Doğruya en yakın olan ilk iki görüştür. Çünkü kinayeleri, da­ha önce geçen bir şeye göndermek mümkün iken, geçmemiş bir şeye göndermenin izahı yoktur. Halbuki önceki âyette sadece Ashab-ı Sebt ve on­lara verilen cezadan bahsedilmektedir. [225]

 

Nekâl Kelimesinin Mânası

 

kelimesi hakkında Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "O, insanları benze­rî bir günahı yapmaktan meneden ağır bir cezadır. Bu kelimenin kökü menet­mek, ve alıkoymak manasınadır. Yeminden kaçınmak manasına olan, ifadesi; kelepçeye ve geme, denilmesi bu kökten­dir. Çünkü bu ikisinde menetmek ve alıkoymak manası vardır. Bunun bir ben­zeri de Allah Teâlâ'nm:

"Bizim yanımızda (ağır) bukağılar ve yakıcı bir ateş vardır" (Müzzemmil, 12) ve :

"Allah satvetce çok çetindir, cezalandırması da çok şiddetlidir" (Nisa. 84) âyetleridir.

Buna göre âyetin manası şöyledir: "Biz bu kavmin başına gelenleri, baş­kalarını aynı günaha düşmekten alıkoyacak bir ceza kıldık. Yani biz bununla, insanların kastettiği düşmanını yenmek ve ondan intikam almak manasını kas­tetmiyoruz. Çünkü bu, günahlar kendisine zarar veren, mülkünü noksanlaştı-ran ve kendisine tesir eden kimselerin yapacağı iştir. Ama biz, kulların yararına olarak ceza veririz. Bu sebeble bizim cezalandırmamız, bir günahtan alıkoy­ma ve va'z-û nasihattir."

Kâdî şöyle demiştir: Az bir zem, "nekâl" (ibret olan ceza) diye nitelendi­rilemez. Ne zaman zem büyük, çok ve meşhur olursa, o zaman bu vasfı alır. İşte bu izaha göre, Hakk Teâlâ, ısrarla hırsızlık yapan kimse hakkında, bir ce­za ve nekâi olmak üzere elinin kesilmesini vâcib kılmış ve bu cezanın, o kimseyi hor ve hakir kılacak şekilde tatbik edilmesini İstemiştir. Buna göre bu, hemen hemen sadece büyük zemmlerde kullanılan "hızy" (horluk ve hakir-lik) durumundadır.

Binâenaleyh, Allah Teâla sanki, cumartesi günü hususunda haddi aşan ve dünya sevgilerinden dolayı bu günde balık avlamayı ve Allah'ın haram kıl­dığı diğer şeyleri helal gören ve ahidlerini bozan bu kavmin başına indirdiği belayı beyan edince, bunun peşisıra bu cezayı, maslahatlarına olmamak üze­re, üzerlerine indirdiğini beyan etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın onların may­mun şekline çevrilen yerlerinin miktarını azaltması ve onların şekillerini, mükelleflerin başına gelen ve mükelleflerin (insanların) şeklini bozarak onla­ra, bir ceza değil bir imtihan vesilesi olan hastalıklar gibi bir şey olması imkansız değildir. Böylece Cenab-ı Hak, "Biz onu bir nekâl kıldık" ifadesi ile, bu cezayı onların işledikleri günaha karşılık verdiğini açıklamıştır. [226]

 

Bu Garip Hadisenin Herkes İçin Bir İbret, Muttakiler İçin Mev'iza Olması

 

Cenab-ı Allah'ın: ''Hem o zamanki insanlara hem de daha sonra gelecek insanlara ..." buyruğuna gelince, bununla ilgili olarak birkaç görüş vardır:

a) nın manası, ondan önce ve o esnada olan, nın manası ise, "Ondan sonra gelecek olan milletler ve ümmetler için.." de­mektir. Çünkü onların maymuna çevrilecekleri, daha önceki ümmetlerin kitap­larında da zikredilmiş, bundan dolayı hem onlar, hem de bu olay kendilerine ulaşan sonraki kimseler bundan gerekli dersi almışlardır. ile, bu olayı müşahede etmiş olan milletler ve ümmet­ler kastedilmiştir.

c-) Bundan maksad şudur: Allah Telâla bunu, bu günahı ve başkalarını bu fiillerine ve bundan başka istedikleri diğer günahlarının hepsine bir ceza olarak vermiştir.

Cenab-ı Hakk'ın: Muttakiler için bir va'z-u nasihat vesi­lesi (küdık)sözü hususunda da iki görüş vardır.

a-) Onların başına gelen bu cezayı bilen herkes, bundan gerekli dersi alır ve onlar gibi yaptıklarında aynı cezanın kendi başlarına da geleceğinden kor­kar. Bu, her nekadar dünyada gelmese bile, insanın, bundan daha büyük ve devamlı olan âhiret cezasından korkması gerekir. Burada bilhassa müttakile-rin zikredilmesi, tıpkı bu surenin başındaki, ayeti hakkında söy­lediğimiz sebeplerden dolayıdır. Çünkü sadece bunlar, vaz-u nasihat aldıkla­rı, yasaklardan kaçındıkları ve hidayetten faydalandıkları için, bu hidayetin on­lara has kılınması yerinde olmuştur. Zira hidayette, onlardan başkasının istifadesi yoktur.

b-) Allahu Tealâ'nın: ifadesinin manası muttakîlerin bir­birlerine bunu va'z-u nasihat olarak söylemeleridir. Yani "Ona, ibret verici bir ceza olarak ve muttakiler bununla birbirlerine nasihat etsin diye indirdik" de­mektir. Böylece "Onunla sadece onlar ibret alıyorlar" manasında, mev'iza, muttakilere izafe edilmiştir. Bu, sadece muttakilere hastır, başkalarına değil, Allah en iyi bilendir. [227]

 

Benî İsrail'in İnek Boğazlama Hadisesi

 

"Bir zaman da Musa kavmine, "Allah size mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" demişti. Onlar: "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. Musa da: "Ben câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti. (Yine) demişlerdi ki:' Bizim için Rabbine duâ et de, o ineğin ne olduğunu (yaşını) bize iyice açık­lasın." (Musa da): "Allah diyor ki: "Oneçokyaşh, ne de pek genç değil ikisi ortası bir dinç inektir. Artık emroiunduğunuz şeyi yapın" demişti.

(Tekrar) şöyle söylemişlerdi: "Bizim için Rabbine dua et de onun rengi ne olacak bize açıklasın." O da (Rabbim) diyor ki: "O seyredenlere ferahlık ve­recek san renkte bir inektir" demişti.

(Yine) demişlerdi ki: "Bizim için Rabbine duâ et de o nasıl (bir inek)tir, bize apaçık anlatsın. Çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor. Allah di­lerse (inşaallah) muvaffak olacağız." (Musa şöyle) dedi: "Rabbim buyuruyor ki: O, ne çitte koşulup tarla sürecek, ne de ekin sulayacak bir inek değildir. Salıverilmiş bir inektir. Hiçbir alacası yoktur." Onlar, "İşte şimdi hakikati getirdin" dediler ve o ineği (bulup) boğazladılar. Az kalsın bunu yapamaya­caklardı.

Hani siz (Ey yahudiler) bir şahsı öldürmüştünüz de, onu (öldürme işini) birbirinizin üzerine ahnışhnız. Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracak­tı. Onun için biz: "O (ölünün cesedine, ineğin) bir parçası ile vurun" demiştik (ve bu suretle o dirflmişti). İşte Allah böylece ölüleri diriltir. Aklınızı başınıza alırsınız diye böylece size ayetlerini gösterir" (Bakara. 67-73). [228]

 

Burada Bildirilen Kati Hadisesi               Başa Dön

 

Bil ki bu ayetlerde anlatılanlar, İsrâiloğullarının başına gelen şiddetli ce­zaların ikincisidir. İbn Abbas'dan ve diğer müfessirlerden rivayet edildiğine göre, İsrailoğullarından bir adam varis olmak için bir akrabasını öldürdü ve cesedini bir yol kavşağına attı. Sonra bunu Musa (a.s)'ya şikayet etti de, Mu­sa (a.s) katili bulmak için çalıştı. Katili ortaya çtkaramayınca onlar ona: "Bi­zim için bunu Rabbinden iste de katilin kim olduğunu bize açıklasın" dediler. Hz. Musa (a.s) Cenab-ı Allah'dan bunu sordu. Hak Teâla ona; Allah size mutlaka bir inek kesmenizi emre­diyor.." diye variyetti. İsrailoğullan buna hayret ettiler, her halden sonra so­rular sorarak kendilerine zorluk çıkarttılar ve ineğin sıfatlarını iyice öğrenmek istediler. Bütün sıfatları belli olunca da bu özellikleri taşıyan ineği ancak belli bir şahsın yanında bulabildiler.

Adam ineğini ancak fiyatının kat kat üstünde bir fiyatla satıyordu. Onlar onu böylece satın aldılar ve kestiler. Musa (a.s) onlara, kesilen hayvanın bir uzvunu (parçasını) alıp, onunla öldürülmüş olan adama vurmalarını emretti. Onlar da bunu yapınca ölü diriliverdi ve kendisini öldürenin ismini onlara söy­ledi. Meğerse, katil, ilk defa şikayette bulunan kimse imiş. Onu kısas olarak öldürdüler. Sonra bu ayetlerle ilgili birtakım meseleler vardır: [229]

 

Husün-Kubüh Meselesi

 

Acı vermek ve kesmek, ancak Allah emrettiği zaman mâkul ve güzel olur. Sonra bize göre bunun güzel oluşunun izahı şudur: Cenab-ı Allah mülkün sahibi­dir. Hiç kimsenin O'na itiraz etme hakkı yoktur. Mutezileye göre, bu (gibi) şeyler ivaz (karşılık olma) durumunda güzel olur. [230]

 

Muhayyer Vacib

 

Hak Teâla, onlara dünyadaki inekferden herhangi birini kesmelerini emretmişti. Bu insanın muhayyer

bırakıldığı bir vâcibdir. Bu da bizim "muhayyer vâcib" hususundaki görüşümüzün doğruluğuna

delâlet etmektedir. [231]

 

Buradaki (Bir İnek) Umumi Bir lifiz Mıdır?

 

Âyetteki (bir inek) lâfzının umumi bir lâfız olduğunu kabul edenler, Allah'ın; ol ayetinin manasının, "Allah size herhangi bir ineği kesmenizi emrediyor" şeklinde olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu sîga, bu umumi manayı ifade eder. Lâfzın umûmî oluşunu kabul etmeyenler ise, "Bu lâfız umûma delâlet etmez" demişler ve bu görüşlerine birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

1) (Bir inek kes) diyen kimsenin bu sözünden anlaşılan ma­nayı iki kısma ayırmak mümkündür. Bu sözün, hem "şu şu vasıflarda belli bir inek kes" manasına, hem de "dilediğin, herhangi bir inek kes" manasına an­laşılması doğru olur. O zaman senin y ü (kes) sözünden anlaşılan, bu iki şeklin müşterek olduğu bir manadır. İki şey arasında müşterek olan şey, bunlardan birine tahsis edilemez. Buna göre "bir inek kesi­niz" sözünün manası, sadece, "dilediğiniz herhangi bir inek kesiniz" şeklin­de değildir. Böylece bu lâfzın umum ifade etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü eğer o umûm ifade etmiş olsaydı sözündeki (hangisini dilerseniz) sözü tekrar; (Belli bir ineği kesiniz) sözü de, müştereklik ihtimalini iptal etmek olurdu. Böyle ol­madığı için, bu lâfzın umumî oluşu görüşünün yanlışlığını anlamış oluruz.

2) Allah'ın, "Bir inek kesiniz" emri, bizim "Bir inek kesme­yiniz" sözümüzün zıddı gibidir. Bizim "Herhangi bir inek kesmeyiniz" sözü­müz umûmî nefyi ifade eder. Bundan dolayı, "Bir inek kesiniz" sözümüz net-yin umumîliğini kaldırır ve tek bir bakımdan hususiliğin bulunması, nefyin umumiliğinin kalkması için yeterlidir. Bu durumda, ifadesi, tek bir.iheği kesmeyi ifade eder. Diledikleri herhangi bir ineğin kesilmesi husu­sunda ifadenin mutlak oluşuna gelince, bu nefyin kalkması hususunda buna ihtiyaç yoktur. Bu sebeple, bu mananın lâfızdan çıkarılmış olmaması gerekir.

3) Allah'ın: sözü nekire ve müfred bir lâfızdır. Müfred nekire lâ­fızlar ise, kendisine delâlet eden söze göre muayyen olmadığı halde, kendi içinde muayyen bir ferdi ifade eder. Dolayısı ile, bir insanın: "(Bir adam gördüm) sözünün ancak bizim dediğimiz şeyi ifade etmesinin de delâ­let ettiği gibi, bu lâfzın ineklerden herhangi birini ifade etmesi caiz olmaz. Ha­ber cümlelerinde durumun böyle olduğu sabit olunca, emir cümlelerinde de aynı olması gerekir. [232]

 

Lâfzın Umumî İfade Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri

 

Bu lâfzın umûm ifada ettiğini söyleyenler de şu şekilde delil getirmişler­dir: Eğer onlar herhangi bir inek kesmiş olsalardı, emri yerine getirmiş olurlar­dı. Bu sebeple bu lâfzın umûm ifade etmiş olması gerekir. Buna cevab: Bu, birinci neticeye göre bir müsadere ale'l-matlub (neticeyi kıyasın bir parçası yapmak) dır. Çünkü bu onun iyu_ ifadesinin manası "Herhangibir ine­ği kes" şeklinde olduğu zaman ancak olur. Bu ise, münakaşa mevzuu olan, meselenin kendisidir. Bunu göre, burada-söylenecek söz de aynıdır. Buna iyi­ce anladığında biz deriz ki: Alimler, Allah'ın; "Bir fnek kest-n/z"emri hususunda, bunun belli, belirtilmiş bir ineği kesmeyi ifade eden bir söz mü, veya herhangi bir ineği kesmeyi ifade eden bir söz mü? diye ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, açıklamanın, (beyânın) hitab vaktinden sonra yapıla­bileceğini söyleyen âlimler, hernekadar bu inek belirtilmese bile, bu emrin belli bir ineği kesmeyi ifade eden bir emir olduğunu söylemişlerdir.

Açıklamanın hitab vaktinden sonra olamayacağını söyleyen alimler ise şöy­le demişlerdir: Emir, hernekadar herhangibir ineği kesmeyi ifade ediyor idiy­se de İsrâitoğullan bu mükellefiyetin değişmesini isteyince, bu anda teklif (hüküm) de değişti. Bu, şundan ileri gelmiştir: Çünkü evvelki mükellefiyet, eğer tutsalardı kifayet edecekti ve ineğin cinsi hususundaki seçme serbestlikleri, o durumda onlar için bir iyilik (maslahat) idi. Onlar karşı çıkıp, emri tutmayın­ca ve isteklerini sürdürünce, menfaatlerine olan hususun değişmesi imkânsız olmaz. Bu, görünen dünyada da böyledir. Çünkü çocuğunu terbiye eden, ba­zen isteyerek ona kolaylığı emreder. Ama çocuk bundan kaçınınca terbiye eden baba, ona zor olanı emretmeyi daha faydalı bulur. Burada da durum aynıdır.

Birinci görüş sahipleri, birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

1) Allah'ın:  "Bizim için Habbino duâ et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın/' rengini açıklasın, ve; "Allah diyor ki: O yaşlı olmayan bir inektir," "O san renkli bir inektir", O, çitte koşulup tarla sürecek bir inek değildir" sözleri, daha önce kesmeleri em­redilen şey ile ilgilidir. Bu kinayeler (zamirler) kesilmesi emredilenin, herhan­gi bir inek değil, aksine belli bir inek olduğuna delalet eder.

2) Onların ikinci sorularına cevab olarak, Allah'ın zikrettiği sıfatlar, ya ta başta kesmeleri emredilen ineğin sıfatlandır, veyahut da bu sorudan dolayı kendilerine kesmeleri vâcib olmuş ineğin sıfatlandır, ki bu durumda önceki emir neshedilmiştir. Birincisi, bizim ulaşmak istediğimiz neticedir. İkincisi, sonra­dan zikredilen sıfatlarla yetinmeyi, daha önce zikredilmiş olan sıfatların olma­masını gerektirir. Müslümanlar, bütün bu sıfatların muteber olduğunda icmâ edince, biz bu kısmın yanlışlığını anlamış olduk.

Buna göre, şayet; "Kinayelerin (zamirlerin) o inek ile ilgili olduğunu ka­bul etmiyoruz. O halde niçin bu zamirlerin zamir-i şân ve zamir-i kıssa olması caiz olmasın? Halbuki bu Araplarca bilinen bir usuldür" denilirse, biz deriz ki bu birkaç bakımdan bâtıldır:

a) Bu zamirler, şayet zamir-i şân veya kıssa olsalardı, kendilerinden son­ra gelen cümleler herhangi birşey ifade etmezdi. Çünkü O'nun; "sarı bir inek" sözünün bir manası olmazdı. O halde, başka birşeyin takdir edilmesi gerekirdi. Bu da aslın hilâfınadır. Ama biz bu zamirle­ri, daha önce geçmiş, kesilmesi emredilen ineğe râcı kıldığımızda, bu mahzur ortadan kalkar.

b) Zamirlerin, zamir-i kıssa veya şân olduklarını söylemek, aslolan şeyin aksinedir. Çünkü zamirlerin, daha önce geçen bir şeye râcî olmaları gerekir. Halbuki kıssa ve şân zamirleri böyle değildir. Bu sebeple, bu zamirlerin, kıssa ve şân zamiri kabul edilmeleri caiz olmaz. Ancak bazı yerlerde, zaruretten do­layı asıl olan bu kaideye muhalefet ederiz. Bundan başka yerler, yine asla göredir.

c) Allah'ın: sözlerindeki zamirler kesilmesi emre­dilen ineğe râcîdirler şüphesiz ki.. Bu sebeple: "O, san bir inektir" ayetindeki zamirin de o ineğe râcî olması gerekir. Aksi halde, cevab suale uygun olmamış olurdu.

3) Şayet onlar ısrarla isteyenler olsalardı, Hz. Musa (a.s)'nın kendilerine emrettiği şeyin ölçüsünde, ihtimali bertaraf eden bir şey bulunmazdı. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın söylediği ölçü, onun sarı, orta yaşit ve tam kuvvetli bir inek olmasıdır. Bu ölçü, birçok ihtimallere rnahaldir. İsrailoğullan bunlara karşı su­sup, bunlarla yetindikleri için, onların inadcı olmadıklarını anlamış olduk.

İkinci görüşe sahib olanlar da birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

1) "Cenab-ı Allah'ın: ayetinin manası, "Al-lahsize, herhangibir ineği kesmenizi emrediyor" şeklindedir. Bu ise, umûm ifade eder. Bu durum da, bundan sonra sıfata itibar etmenin yeni bir teklif ol­masını gerektirir.

2) Eğer Allah'ın muradı, belli bir ineği kesmeleri olsaydı, onlar daha fazla açıklama istemelerinden dolayı azarlanmaya değil, medhe müstehak olurlar­dı. Allah Teala onları: "Emroiunduğunuzu artık yapın" ve: "Onu kestiler, ama neredeyse bunu yapmayacak­lardı" diye azarladığı için, daha önce yapmaları emredilen işte kusur etmiş olduklarını anladık. Bu ise ancak ilk önce emredilenin onların belli bir ineği kesmeleri olması halinde olur.

3) İbn Abbas (r.a)'dan şu rivayet edilmiştir: "Eğer onlar, diledikleri bir ineği kesselerdi, bu onlara yetecekti. Ancak onlar, kendileri aleyhine işi zorlaştırın-ca, Allah da onların mükellefiyetini şiddetlendirdi."

4) İneği kesmeleri emredildiğinde onlar onu kesmeliydiler. Buna göre, Al­lah Teala açıklamamasına rağmen, emredilen şey belli bir ineği kesme olsay­dı, bu açıklamayı, (beyanı) ihtiyaç duyulan vakitten sonraya bırakma olurdu ki bu caiz değildir. Birinci delile cevabımız, bu meselenin başında söylediği­miz şeylerdir. Buna göre, Allah Teala'nın: ayeti, emredilen şeyin herhangi bir ineği kesme olduğunu göstermez.

İkinci delile cevabımız şöyledir: Hak Teala'nın: "Nere­de ise onu yerine getirmiyeceklerdi" ifadesinde, onların hadisenin başında gev­şek davrandıklarında, iyice açıklandıktan sonra da nerede ise bu hususta haddi aştıklarına herhangi bir delil yoktur. Aksine bu ifadenin her ikisine ihtimali vardır. Ama biz onu haddi aşma manasına hamlediyoruz ki bu, onların meseleyi iyice izah edilmesine bağladıkları için, izah tamamlanınca durmaları, nerede ise bu emri yerine getirmemeleridir.

Üçüncü delile şöyle cevab veririz: İbn Abbas (r.a)'dan gelen bu hadis, haber-i vahidlerdendir. Sahih olduğunu kabul etsek bile, haber-i vahid, Kur'-an'a ters düşemez.

Onların dördüncü delillerine şöyle cevab veririz: Açıklamanın, ihtiyaç du­yulan zamandan daha sonra getirilmesi, ancak emrin fevrîliğe (hemen yapıl­ması gerektiği) delâlet etmesi durumunda gerekir. Bu ise bizce caiz olmaz.

Bilki, emredilenin herhangi bir ineği kesmeleri olduğu görüşüne göre me­seleleri dallandırdığımızda, mutlaka mükellefiyetlerin başka başka olduğunu söylememiz gerekir. Buna göre onlar, ilk defa herhangi bir ineği kesmek ile emrolunmuşlar, ikinci defa ise, yaşlı olmayan, küçük olmayan, orta yaşlı bir sığır kesmeleri emredilmiştir. Onlar bunu da yapmayınca, sarı bir İnek kes­meleri emredildi. Onlar bunu da yapmayınca, bunlarla birlikte ayrıca onun çif­te koşulup yeri sürmemiş, tarla sulamamış bir sığır olması emredilmiştir. Sonra bu görüşe sahib olanlar da ihtilâf etmişler, bazıları en son gelen teklifin, daha önce geçen sıfatları da bulundurmasının gerekli olduğunu, binaenaleyh ine­ğin son sıfatla birlikte ne yaşlı, ne küçük olması ve sapsarı olması gerektiğini; bazıları da o sığırın sadece son sıfata sahib bir sığır olması gerektiğini söyle­mişlerdir. Hernekadar birincisi, rivayetlere ve emri yerine getirmede kararsız­lık göstermelerine karşılık onlara şiddet göstermeye daha uygun ise de; ikinci görüş, bu bir mükellefiyetten sonra ikinci bir mükellefiyet olduğu için, sözün zahirine daha uygundur.

Açıklamanın ihtiyaç duyulan zamandan sonra gelmesinin doğru olmadı­ğı sabit olunca, bunun mutlaka bir mükellefiyetten sonra, diğer başka bir mü­kellefiyet olması gerekir. Bu da, daha kolay olanın daha zor bir hüküm ile bazan neshedilebileceğine ve amelden (birşeyi yapmadan) önce neshin olabileceği­ne delalet eder. Ancak neshin, fiilin vaktinden önce olabileceğine delalet et­mez. Ve yine bu, Hz. Musa (a.s)'nın şeriatında da neshin olduğunu gösterir. "Neshe ilave nesih midir, değil midir?" meselesi de bu meseleyle alâkalıdır. Yine, bu önceki mükellefiyeti yerine getirmeyen ve karşı çıkan kimsenin ikinci defa mükellef tutulmasının yerinde olduğunu da gösterir. [233]

 

Hz. Musa'yı Alay Etmekle İttiham Etmeleri

 

Allah'u Teala'nın: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: [234]

 

Bazı Farklı Kıraatler

 

Ayetteki 'lafzı, zâ harfinin zammesi ile ve sü­kûnu ile, ve kelimeleri gibi okunmuş­tur. Hafs, ilk iki harfi zammeli olarak ve vav harfi ile şeklinde okumuştur, kelimesi de böyledir. [235]

 

Kelimesindeki İhtimaller               Başa Dön

 

Kaffâl şöyle demiştir: Allah'u Teala'nın; "Sen bizimle alay mı edİyorsun? dediler" ayeti, inkâr manasında istifhamdır. Bu­rada, kelimesinin, kendisi ile istihza edilen manasına olması caizdir. Nitekim "Bu Allah'ın ilmin­de  yani   malûmatında  böyledir.   Allah   bizim   umudumuzdur,   yani umduğumuzdur" denilir. Bunun bir benzeri de Hak Teala'nın: "Onları eğlence edindiniz" (Mümimun. 110) ayetidir. Keşşaf sahibi, ayetinin manası "Sen bizi eğlence yerine mi koyuyorsun, eğlen­en kimseler yerine mi veya eğlenilen kimseler yerine mi koyuyorsun?" demek­tir. kelimesi bizzat, ileri derecede istihza etmek manasınadır" demiş­tir. [236]

 

Hâdise İle Emir Arasındaki İlişkiyi Anlamamaları

 

İsrâiloğulları işte böyle söylemişlerdir. Çünük onlar, Hz. Musa (a.s)'dan katilin kim olduğunu ortaya çı­karmasını istediklerinde, O: "Bir inek kesiniz" de­yince, onlar bu cevabla soru arasında bir alaka görememişler. Bundan dolayı onun kendisiyle alay ettiğini sanmışlardır. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın onlara ineği kesmelerini em­retmesi esnasında, o kesecekleri ineğin bir parçası ile ölünün cesedine vur­duklarında onun dirileceğini bildirmemiş olması muhtemeldir. İşte bu yüzden, onun sözü, İsrâiloğulları tarafından alay yerinde anlaşılmıştır. Yine Hz. Musa (a.s) hernekadar durumu açıklamış olsa bile, onların, ölüye, kesilen ineğin bir parçasıyla vurdukları zaman onun nasıl dirileceğine şaşıp da, bu emri, istihza yerine geçen bir ifade sanmaları da muhtemeldir. [237]

 

Hz Musa'yı Alayla İttihamları Sebebiyte Kâfir Oldular Mı?

 

Bazıları, bu kavmin, Hz. Musa (a.s)'ya; "Bizimle alay mı ediyorsun?" dedikleri için kâfir olduklarını söylemişlerdir. Çünkü on- lar, eğer bunu söylemiş ve Allah'ın ölüleri diriltme­ye kudreti olduğunda şüphe etmişler ise, bu inkârdır. Ve eğer onlar, Hz. Musa (a.s)'nın kendilerine emrettiği şeyin, Allah'ın emri ile olduğunda şüphe etmişler ise, Hz. Musa (a.s)'nın kendisine vahyedilene hı­yanet ettiğini kabul etmiş olurlar Ki bu da inkârdır.

Bazı alimler bu sözün küfrü (inkârı) icâb etmediğini söylemişlerdir. Bu­nun iki bakımdan izahı vardır:

a) Peygamberlerin şaka yapmaları caizdir. Belki de onlar, Hz. Musa (a.s)'nın gerçekten şaka yaptığını sanmışlardır. Bu inkârı gerektirmez.

b) ayetinin manast, "Bu ne acaib cevabtır! Sanki sen bi­zimle alay ediyorsun" demektir. Yoksa onlar, Hz. Musa (a.s)'nın gerçekten alay ettiğini zannetmemişlerdir.

Hz. Musa'nın Onlara Mukabelesi

Allah Tealâ'nın "O, cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım dedi" ayeti ile ilgili "birkaç husus vardır:

a) Alay etmekle meşgul olmak, ancak cahillikten dolayı olur. Peygamber­lik makamı İse alaya (istihza yapmaya) müsait değildir. İşte bu nedenle, Hz. Musa (as) kendisine nisbet edilen şeyden değil, onun sebebi olan şeyden Al­lah'a sığınmıştır. Nitekim bazan, insan bu gibi yerlerde, "Aklın olmamasından, heva-ü hevesin aklıma galib gelmesinden Allah'a sığınırım" der. Netice ola­rak, sebebin isminin mecazî olarak müsebbebe (neticeye) verildiğini söyleye­biliriz. Bu, en kuvvetli izahtır.

b)"Dinî meselelerle istihza etmede şiddetli ceza ve büyük ilâhî tehdidler olduğu için, câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü ben bu durumu bil­diğim halde, istihza etmem imkansızdır."

c) Birisi şöyle demiştir: "Alayın bizzat kendisi, bazan cahillik diye adlan­dırılmıştır." Bazı dilcilerden, cahilliğin, hilmin (ağırbaşlılığın) zıddı olduğu riva­yet edilmiştir. Bazıları da, cahilliğin ilmin zıddı olduğunu söylemişlerdir.

Bil ki Hz. Musa (a.s)'nın bu sözü, alay etmenin büyük günahlardan oldu­ğunu gösterir. Bu husustaki geniş izah;

(Bakara, 14-15) ayetlerinin tefsirinde geçmişti. [238]

 

Yahudilerin, İnekle İlgili Üç Suali

 

Bil ki İsrailoğulları Hz. Musa (a.s)'ya bu inekle ilgili olarak üç şey sor­muşlardı:

Birinci Soru: İneğin Mahiyetini Sormaları: Allah'ın onlardan naklettiği, Buna karşılık, Hz. Musa (a.s),

diye onlara cevab vermiştir. Bil ki bu ayette bir kaç bahis vardır:

1) Biz, "Allah'ın: "Allah sizin bir inek kes­menizi emrediyor" hitabı, belli bir inek olduğu açıklanmaksızın, aslında belli olan bir ineği kesmelerini emrettiğini gösterir", dediğimiz zaman onların, bu soruları yerinde olur. Çünkü emredilen şey, mücmel (anlaşılması çok zor ola­cak kadar veciz) olduğu zaman, onun izahını ve açıklamasını istemek yerinde olur. Ama bu, lâfzının Arapça'da umûm ifade ettiğini söyleyenlerin, on­ları soru sormaya sevkeden şeyin ne olduğunu izah etmeleri gerekir. Bu hu­susta da birkaç izah vardır:

a) Hz. Musa (a.s) onlara, ineği kesip bir parçası ile ölüye vurdukları za­man onun dirileceğini haber verdiğinde, onlar bu ineğin haline şaştılar ve böyle bir ineğin ancak belli bir inek olabileceğini sandılar da onun özelliklerini öğ­renmek için iyice soruşturdular. Tıpkı özellikleri ile başka asalardan farklı olan, Hz. Musa (a.s)'nın âsâsı gibi... Ne var ki İsrailoğulları bu hususta hatalıdırlar. Çünkü bu hayret verici mucize, ineğin özelliğinden kaynaklanan bir mucize olmayıp, Allah'ın Hz. Musa (a.s)'nın elinde yarattığı bir mucizedir.

b) Belki de onlar, herhangi bir ineği kastetmişler. Ne var ki kâtif olan şa­hıs, rüsvay olacağından korkarak, açıklamalara karşı şüpheler ortaya atmış ve kesilmesi emredilenin herhangibir inek değil, belli bir inek olduğunu söyle­miştir. Bu hususta münakaşa çıkınca, Hz. Musa (a.s)'ya başvurmuşlardır.

c) İlk hitab her ne kadar umumî bir mana ifade etse de, Benî İsrail, daha ihtiyatlı olanı murad ederek, daha fazla açıklanması ve böylece diğer ihtimal­lerin ortadan kalkması için soru sormuşlardır. Ne var ki maslahat değişmiş, belli bir ineğin kesilmesini gerektirmiştir.

2) "O nedir, nasıldır?" sorusu, onun mahiyetinin ve hakikatinin açıklanmasını istemektir. Çünkü, sorudur, ise hakikate işarettir.

Bu nedenle bu ifade, mutlaka hakikatin ve mahiyetin ortaya konulmasını iste­mek için kullanılır. Hakikat ise, ancak parçaların ve mukaddimelerinin (Öncül­lerinin) söylenmesi ile ortaya konur, yoksa mahiyetin dışında kalan sıfatlarının sayıimasıyla değil... "Yaşlı" sıfatının mahiyetin dışında kalan şeylerden oldu­ğu malûmdur. Bu sebeple, bununla ilgili cevabın bu soruya uygun sayılma­ması gerekir. Buna şu şekilde cevab veririz: Durum her ne kadar sizin bahsettiğiniz şekilde İse de, buradaki durum, onların; ijâjf "İnek ne­dir?" sözlerinden maksadlarının onun mahiyetini öğrenmek ve hakikatinin açık­lanmasını istemek olmadığına delâlet eder. Aksine onların maksadları, ineğin, başkalarından farklı olduğu Özellikleri öğrenmek istemeleridir. İşte bu sebeb-ten ötürü, bu sorularına cevab olarak mahiyetin dışında kalan sıfatların sayıl­ması yerinde olmuştur.

3) Keşşaf sahibi: "Yaşlı" demektir. Yaşlı olana, jefi de­nilir, çünkü o yaşını bitirip son sınırına varmıştır. (Yaşını... farz kılmıştır.) genç; ise orta (yaşlı) manasınadır" demiştir. kelimesinin küçük, doğurmamış hayvan veya tek bir kere doğurmuş hayvan manalarına geldiğinin söylendiğini ifade etmiştir. el-Mufaddal b. Seleme ed-Dâbbî şöyle demiştir: jefi kelimesi yaşlı, kelimesi genç ve cinsi münasebette bulunulmamış kadın, keza bir kere doğurmuş deve olduğu söylenmiştir. Kaf-ffll; kelimesinin "önce olmak" manasına geldiğini söylemiştir. İlk çı­kan meyvelere, gündüzün ilk zamanlara, denilmesi de bu manadandır. Birisi gecenin başında geldiğinde; "Dün gece onların üstüne erkenden geldim" der. Sanki açık olan, o ineğin hiç do­ğurmamış bir inek olmasıdır. Çünkü insanlar arasında, dişilerden bakire ismi ile mâruf olan, kendisine erkek hayvanın atlamadığı dişi hayvandır. Bazıları, jiy. kelimesinin, ikinci kez doğuran hayvan manasına olduğunu söylemiş­lerdir. Kendisinde tekrar tekrar çarpışılan bir harbe tekrar tek­rar yerine getirilen bir ihtiyaca denilir.

4) Âlimler, Allah'ın: "Bu ikisi arası orta (yaşlı) bir hay­van" ifadesini, içtihadın caiz olduğuna, ve ahkam-ı şer'iyyede zann-ı gâlib'in kullanılabileceğine delil getirmişlerdir. Çünkü o ineğin, yaşlılık ile gençlik ara­sında oluşu ancak ictihad yolu ile bilinir. Bu husuta iki soru vardır:

a) (arasında) lâfzı, ortada iki veya daha çok şeyin bulunmasını gerektirir. Öyle ise bu kelime, niçin, (o,bu) kelimesinin başına gelmiş­tir? Cevab: Çünkü, yaşlı ile gencin her ikisine işaret etmesi bakımın­dan, iki şey manasındadır.

b) lâfzı ile müfred müzekkere (tek erkeğe) işaret edildiği halde, burada iki müennese (dişiye) onunla işaret edilmesi nasıl caiz olmuştur? Cevab: Söz kısa olsun diye, daha önce geçen veya "daha önce zikredilmiş olan" manasında, bu kelimenin kullanılması caizdir.

Cenab-ı Allah'ın: "Hadi emrolunduğunuz şeyi yapınız" ifadesinin iki tevili vardır:

a) Kendisi ile "Emrolunduğunuz şeyi yapınız". Bu, senin; "Sana iyiliği emrediyorum" ifadenden alınmıştır.

b) Bu aynen, "Emîrin dövdüğü" ifadesinde olduğu gibi, mefûlü masdar ile göstererek, "Size emrolunmuş olan" (me'mûr) manasında "Emrinizi yerine getiriniz" demektir.

Bil ki bu cevabtan asıl maksad, ineğin en iyi bir durumda olduğunu gös­termektir. Bu böyledir. Çünkü küçük olan, noksan olur. Zira o henüz olgun hale gelmemiştir. Yaşlı da bir bakıma noksandır. O da kemâl sınırını geçmiş­tir. Orta olana gelince o, tam kemâl derecesindedir.

İkinci Soruları: İneğin Rengini Sormaları:

Sonra Cenab-ı Allah onların ikinci sorularını nakletmiştir ki bu O'nun; "Onlar, (Hz.Musâ'ya): "Bizim için Rabbine dua et de onun rengini bize bildirsin" dediler" ayetidir. Bil ki onlar, hayvanın yaş durumunu öğrenince, renginin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. İşte bundan dolayı Allah onlara, "O, rengi sapsarı olan bir inektir" diye cevab ver­miştir. kelimesi, sarının en koyusu ve berrak olanı manasınadır. Te'kid için sapsarı manasına, simsiyah manasına, bembeyaz manasına, kıpkırmızı manasına, ve yemyeşil manasına, denilir. Bu ayetle ilgili iki sual vardır:

1) kelimesi burada kelimesinin haberi olarak gelmiştir. Öy­le ise nastl (sarı) kelimesini te'kid edebilmektedir? Cevab: Bu kelime kelimesinin haberi olarak değil, kelimesinin te'kîdi olarak gelmiştir. Ancak kelimesi, onun sebebi ve o vasıfla vasıflanmış oldu­ğu için, onun faili gibi, merfû kılınmıştır. sözü ile, sözü arasında bir fark yoktur.

2) Sadece, (sapsarı) denilmeli değil miydi; burada ayrıca (rengi) kelimesinin söylenmesinin ne faydası var? Cevab: Bunun faydası manayı te'kid etmesi (güçlendirmesidir). Çünkü (renk) o sıfatın smidir. O sıfat da "san" lık sıfatıdır. Sanki bu ifade ile, "sarılığı son derece ileri bir sarı renktir" deniliyor. Bu senin (ciddiyeti ciddi oldu) ve, "deli, bir delilik" sözlerin gibidir. Vehb'den: "O ineğe baktığın zaman, sanki güneşin ışıklarının onun derisinden çıktığını zannederdin" diye rivayet edilmiştir.

Allah Teala'nın: "Seyreden/ere ferahlık verir" sözü, "Bu inek, renginin güzelliğinden dolayı kendisine bakan kimseye sürür verir" ma­nasınadır. Hasan el-Basri şöyle demiştir: (Sarı) kelimesi burada, si­yah manasınadır. Çünkü Araplar siyaha "sarı" derler. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Allah'ın kıyamet dumanı hakkında söylediği:

"Herbir kıvılcım, sanki birer san devedir" (Mürselat, 33) ayeti olup yani "si­yah develer gibidir" demektir. Âlimler, (sarı) kelimesinden "siyah" manası kesinlikle anlaşılmaz. Dolayısı ile o, siyah manasında hakiki mana ifa­de etmez" diyerek bu izaha itiraz etmişlerdir. Keza siyahlık; ile vasıflanamaz, ancak denilebilir. En iyisini Allah bilir.

"Sürûr"a gelince bu, leziz veya faydalı bir şeyin meydana geldiğine dair bir inanç veya bir bilgi, veyahut da bir zan hasıl olduğunda ortaya çıkan ruhî bir durumdur.

Üçüncü Soruları: "İnşaaltah Buluruz" Diye Yine Mahiyetini Sormaları: Sonra Cenab-ı Allah onların üçüncü sorularını nakletmiştir. Bu;

"Yine onlar, "Bizim için Rabbine dua et de, o nasıl bir (İnek) tir, bize apaçık anlatsın. Çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse (insaallah) muvaffak olacağız" dediler" ayetidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: [239]

 

İşleri ilahi Meşîete Ismarlamanın Lüzumu

 

Hasan el-Basrî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle bu- Yorduğunu rivayet etmiştir: "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer onlar, "inşaallah" demeselerdi, onlar île o iş arası ebediyyen engellenirdi." Bil ki bu, elde edilmesi istenen herşeyde "inşaallah" demenin mendub oldu­ğuna delâlet eder. İşte bu sebepten dolayı, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e:

' 'Hiçbirsey hususunda, inşaatlah demedikçe sakm ' 'Yarın onu yapacağım deme" (Kehf. 23-24)buyurmuştur. Bu âyette, Allah'a sığınma işi O'na havale et­me, O'nun kudretini itiraf etme ve meşîetinin herşeye nüfuzu vardır. [240]

                                   

Eşyanın Takdir-i İlâhi İle Vücuda Gelmesi

 

Alimlerimiz bu ayeti, sonradan olan bütün şeyleri Allah’ın murad etmjş olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü mutezileye göre Allah Teala, İsrailoğullarına bunu emredince, onların hidayetini, doğruyu bulmalarını murad etmiş, istemiştir. Bu durumda onların, "inşaallah" deme­lerinin herhangibir manası yoktur. Ama bizim alimlerimizin görüşüne göre, Cenab-t Hak bazen, irade etmediği, istemediği şeyi de emreder. Buna göre, böyle bir durumda inşaallah dememizin bir faydası vardır. [241]

 

Mu’tezile’nin Meşiet Hakkında Yanlış Bir Görüşü

 

Mu'tezile, ayetteki, ifadesi ile, Allah'ın meşîetjnin (dilemesinin) sonradan olduğuna iki bakımdan istidlâl etmiştir.

a) kelimesinin fiilinin başına gelmesi, meşîetin sonradan olduğunu gösterir.

b) Allah Teala, hidayete ermelerini, Allah'ın hidayeti dilemesine bağlamış­tır. Buna göre, hidayetin meydana gelmesi ezeli olmadığı için, hidayeti Allah'-tn dilemesi de ezeli değildir. Şimdi ayetin tefsirine geri dönelim:

Hak Tealâ'nın: "O nedir, bize açıklasın," ifadesinde de yukardaki gibi bir soru vardır. O da, bizim, "O nedir?" sözümüzdür. Bu, hakikatin açıklanmasını isteyen bir sorudur. Halbuki burada cevab olarak söylenen şeyler, zattan (varlığın kendisinden) ayrı arızî sıfatlardır. O halde bu cevab, o soruya nasıl uygun olur? Buna daha önce cevab vermiştik.

Cenab-ı Allah'ın ifadesi, "Orta yaşlı ve sapsarı bir­çok inek vardır. Bu sebeple, bunlardan hangisini keseceğimizi karıştırdık" ma­nasınadır. kelimesi, aslı olmak üzere, ilk tâ harfi atılarak, ikinci­si de şin harfine idgâm edilerek şeklinde de okunmuştur. Yine bu ke­time, ve şekillerinde de okunmuştur.

Cenab-ı Hakk'ın , ifadesine gelince bununla il-z lı olarak Kaffâl birçok vecihler zikretmiştir:

a) Bunun manası: "Biz, Allah'ın dilemesi ile, onun başkalarından farklı

b)" Eğer Allah onu bize iyice tarif etmeyi dilerse, biz onu bulabileceğiz."

c) Eğer Allah, bu ineğin vasıflarını iyice sormamızda inşaallah doğru olan bir tutum içinde oluruz. Yani,"Bu hususta yaptığımız araştırmada herhangi bir sapıklık üzere olmadığımızı umarız" demektir.

d) Bu ineğin başkalarından farklı olan vasıflan bize iyice açıklandığı za­man, Allah dilerse katili bulabileceğiz. Sonra Hak Teala, onların bu sorularını, "O çifte koşulup toprağı sürmemiş bir İnektir" diye cevaplandırmıştır. Allah'ın, "Çifte koşulmuş olmayan inek" ma­nasında ineğin sıfatıdır. Yani o toprağı sürmek için zelûl kılınmamıştır, (boyun­duruğa) koşulmamıştır. Yine o, sırtında su taşınan ve ekinleri sulamak için kul­lanılan ineklerden de değildir. Bu ayetteki İlk   nefy içindir, ikincisi ise birinciyi te'kid içindir. Çünkü ayetin manası, .her iki fiil de, kelimesi-nin sıfatı olmak üzere, "Tarla sürecek ve ekin sulayacak zelûl değil" dernek­tir. Bu sanki, "Tarla süren ve ekin sulayan bir zelül değildir" manasınadır.

Sözün özü, iş işlemekle zelûl olan mutlaka noksan olur. Bundan dolayı, Hak Teâlâ, o ineğin toprağı sürmemiş, ekin sulamamış bir sığır olduğunu be­yan etmiştir. Çünkü bu iki iş, noksanlık meydana getirir. [242]

 

“Müselemetün” Ne Demektir?               Başa Dön

 

Cenab-ı Allah'ın, ifadesi ile ilgili çeşitli görüşler vardır:

a) Mutlak olarak ayıplardan, kusurlardan uzak, demektir.

b) Bahsedilen işlerin izlerinden berî demektir.

c) Bu vahşidir, içerde tutulmamış, salıverilmiştir.

d) Esas renginden başka renklerden beridir Yani onun sarılığı, başka renk­lerin karışmasından uzaktır. Bu dördüncü görüş zayıftır. Aksi halde Cenab-ı Allah'ın, "Onun alacası yoktur" ifadesi, faydasız bir tekrar olur­du. Aksine evlâ olan bu lâfzını, kusurlardan uzak olan manasına hamletmektir. Lafzın kendisi de bunu gerektirir. Çünkü bu kelime hastalıklar­dan ve kusurlardan tamamen salim olmayı ifade eder. Alimler bu ifadeyi bâtın aksine olsa bile zahire göre amel etmenin caiz olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü, lâfzını, "kusurlardan uzak" diye açıkladığımızda, biz bunu tam olarak bilmeyiz, ancak zahirine, dış görünüşüne bakarak bunu söyleriz.

Hak Teala'nın, ifadesinden murad, bu ineğin katıksız san ol­duğu, başka hiç bir rengin onda bulumadığını ifade etmektir. Çünkü bir ine­ğe, vücudunun çoğu yeri san olduğu zaman "sarı inek" denir. Böylece Cenab-ı Hak bu ifade ile, bu sarılığın o ineğin bütün vücudunu kapladığını beyan et­miştir. Rivayet edildiğine göre, o ineğin tırnakları ve boynuzları da sapsarı idi. kelimesinin masdarı olan, bir rengin bir başka renge karışması­dır Daha sonra Cenab-ı Allah, onların bu açıklama yapılırken beklediklerini, bununla yetindiklerini ve, "İşte şimdi doğrusunu getir­din", yani "Şu anda bu inek artık başkaları ile karışmıyor. Çünkü bu orta yaş­lı, sapsarı, işlere koşulmamış bir inektir dediklerini haber vermiştir.

Kâdî şöyle dedi: ifadesi, şüphesiz onlar tarafından bir inkârdır. Zira bu, onların daha Önce geçen emirlerin hak (doğru) olmadığına inandıklarını gösterir." Bu görüş zayıftır. Çünkü bundan maksadın, "Şu anda emrolunduğumuz şeyin hakikati ortaya çıktı da böylece o inek, başkalarından ayrıldı" manası olması muhtemeldir. Bu sebepten ötürü bu küfür olmaz. [243]

 

Fiili Hakkında İzah

 

Cenab-ı Allah'ın: "Ve onu kestiler, ama nere­de ise bu işi yapmayacaklardı" ayeti, "O ineği kestiler, ama nerede ise onu kesmeyeceklerdi" manasınadır. Burada bir mesele vardır. O da şudur: Nahivciler, tâ fiili için iki açıklama yapmışlardır:

a) Bu fiilin menfisi müsbet, müsbeti menfi manaya gelir. Buna göre bizim sözümüzün manası "Yapmaya yaklaştı ama onu yapmadı,

nerdeyse yapacaktı" demektir; sözümüzün manası da: "Yapmaya yaklaşmadı ama onu yaptı, neredeyse yapmayacaktı" demektir.

b) Nahlvci alim Abdulkâhir el-Cürcânİ'nin tercih ettiği görüşe göre; tâ  fiili yakın oldu, yaklaştı manasınadır. Buna göre bizim, sözümüzün manası, "Yapmaya yaklaştı"; sözümüzün manası ise, "Yapmaya yaklaşmadı" demektir. Birinci görüş sahipleri, ikinci görüşün yan­lışlığına bu ayeti delil getirebilirler. Çünkü, ayetinin mana­sı, "Onlar o işi yapmaya yaklaşmadılar" demektir. Halbuki bir işe yapmaya yaklaşmayı nefyetmek, o işin meydana geldiğini söylemeye terstir. Eğer tâ yaklaşma manasına olsaydı, bu ayette bir tenakuzun olması gerekirdi. Bu ayetle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu Evsaftaki İneği Sadece Bir Yetim Çocukta Bulmaları:

Rivayet edildiğine göre, Benî İsrail'in içinde salih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı vardı. O buzağısını ormana götürdü ve "Allah'ım, oğlum büyü­yüp ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet ediyorum" dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi oldu. Onu o yetim çocuk ite anası pazara sürdüler. O pazarda o günde ineklerin biri üç dinar eder iken, Benî İsrail, bu ineği, derisini doldura­cak kadar altına satın aldılar. İsrailoğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl ara­mışlardı.

İkinci Bahis: İneğin Kesilme Keyfiyeti:

Hasan el-Basri'den, ineğin nahr edilmeyeceği (develerin kesildiği şekil­de kesilmeyeceği), ancak zebhedileceği (boynunun enine kesileceği); Atâ-dan ise onun nahr edilerek kesileceği rivayet edilmiştir. Ataya bu ayet okununca zebhin ve nahrin aynı olduğunu söyledi. Katâde ve Zührî'den: "İs­tersen nahredersin, istersen zebhedersin" diye nakledilmiştir. Ayetin zahiri, İsrailoğullarının, zebh (kesme) ile emrolunduklarına ve "kesme" olan bir işi yaptıklarına delâlet eder. "Nahr," hernekadar "zebh"in yerine geçse bile, onun şekli zebhtn (kesmenin) şekline benzemez. Buna göre ayetin zahiri bi­zim söylediğimiz manayı gerektirir. Şöyle ki, "nahr"in, zebh yerine geçtiğine herhangi bir delil olmadığt halde, Benî İsrail, hayvanı nahr ile kesmiş olsalardı şüphesiz bu, kesme yerini tutmazdı.

Üçüncü Bahis: Neredeyse Kesmemelerinin Sebebi:

Alimler, İsrailoğullarının nerede ise bu ineği kesmemelerine sebeb olan şey hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimlerden, o ineğin fiyatının pahalı ol­ması sebebiyle; eğer bazı âlimlerden de onların rüsvay olmaktan ve dile düş­mekten korkmaları sebebi ile böyle olduğu rivayet edilmiştir. Her iki şekle göre de emredilen şeyi yapmaktan geri durmak caiz değildir. Birincisinin caiz ol­mamasına gelince, bu şöyledir: Onlara belli bir ineği kesmeleri emredilince1 ve bu da ancak çok fazla paraya dayanınca, onlara bu pahalı fiyatı ödemek vâcib olmuştur. Çünkü vacibin kendisi ile tamamlandığı şey de vâcibtir. An­cak, aksine bir delil olursa, o zaman müstesna.. Namaz kılacak kimseye, an­cak şer'î bakımdan pahalı olan su bulabildiğinde bile su ile abdest alması gerekmez. Eğer su böyle pahalı olmasaydı, abdest gerektiği zaman su ile ab­dest alması gerekirdi.

İkincisinin caiz olmamasına gelince ki bu, o işi yaptıkları için rezil ve rüs­vay olacakları korkusudur, bu da mükellefiyeti kaldırmaz. Çünkü bir kimseye kısas gerektiği zaman, öldürülenin akrabaları kısas taleb ettiklerinde teslim olması gerekir. Çoğu kez onun, şer ve fitneye yol açılmasın diye, kendisinin bu işi haber vermesi gerekir ve çoğu kez, cesed evlerinin yakınlarına atılmış olan kimselerden katillik töhmetinin kalkması için de katilin bunu haber ver­mesi gerekir. Çünkü onun, onları töhmet altında bırakan şeyi gidermesi gere­kir. Buna göre İsratloğullarının o ineği kesmeleri hususunda ağırdan almalarına bunu sebeb kılmak nasıl caiz olur?

Dördüncü Bahis: Emr Sigasının Vücûb İfade Ettiği:

Emrin (vücûb) farziyyet ifade ettiğini söyleyenler bu ayeti delil getirmiş­lerdir. Bu böyledir, çünkü, bu şekilde sadece emirler bulunur. Sonra Cenab-ı Hak, emrin gereğini yerine getirmede tembellik edip ağırdan alanları zemmet-miştir. Bu da emirlerin vücûb ifade ettiğini gösterir. Kâdi şöyle demiştir: "Em­redilenden maksad herhangibir şer ve fitneyi bertaraf etmek olduğu zaman, bu durum emrin vücûb (mutlaka yapılması gerektiğine) ifade ettiğine delâlet eder.

Cenab-ı Hak katil bulunsun, fitne ve korktukları şer zail olsun diye, bu ineği kesmelerini emretmiştir. Bu nevi zarardan kaçınmak ise vacibtir. Bu işi yapa­rak onu gidermek tek çare olunca, buna başvurmak vâcib olur. Ve yine Hz. Musa (a.s)'nın şeriatında, kurban keserek ibadette bulunmanın ancak vacib olma yolu ile olmuş olması da imkansız değildir. Onlar önceden bunun böyle olduğunu bildikleri için, onlara sırf emir kifayet etmiştir.

Ben derim ki bu iki meselenin neticesi tek bir şeye"varır. O da şudur: "Biz, her ne kadar emrin vücûb ifade ettiğini söylemediysek de, vücûb ifade etme­ye ters olduğunu da söylemeyiz. Belki de burada o işin vâcib olduğunu anla­mak, emrin dışında başka bir sebeple olmuştur. Emrin dışında kalan bu sebep, ya karîne-i hâliyye (durumdan çıkartılan karine) ki bu burada, zararı defetme­nin vâcib (gerekli) olduğunu bilmektir, veya karîne-i makâliyye (sözden çıkar­tılan karine) olur, ki bu da daha önce anlatılmış olan, kurbanın ancak vâcib olma yolu ile meşru olmuş olmasıdır."

Cevab: Burada sadece Cenab-ı Allah'ın: ayeti geçmiştir. Allah Teala, emredilen şeyi gerfbıraktıkları için onları zem­medip kınayınca, biz bu vacip oluşun sebebinin, sırf ilgili emrin gelmesi oldu­ğunu anladık. Çünkü usûl-ü fıkıhta yer alan kaideye göre, "Bir hükmün, bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu gösterir."

Beşinci Bahis: Emir Sigası Fevrîliğe Delâlet Eder:

Emrin fevrîliği (hemen yerine getirilmesi gerektiğini) ifâde ettiğini söyle­yenler bu ayeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Çünkü sırf emir geldiğinde, bu emir ile yapılması emredilen işi yapmama hususunda ilâhî kınama vardır. Bu da emrin, fevrîliği ifâde ettiğini gösterir. [244]

 

Maktulü Kimin Öldürdüğü Hakkında Şüpheye Düşmeleri               Başa Dön

 

Hak Tealâ'nın: "Hani siz (Ey yahudüer) bir şahsı Öldürmüştünüz de, o (öldürme işini) birbirinizin üstüne atmıştınız " aye­tine gelince, bil ki bu öldürme hadisesinin mutlaka ineği kesme emrinden ön­ce olması gerekir. Bu öldürmenin meydana geldiğini haber verme ve kesilen ineğin bir parçası ile maktule vurmak gerektiğini bildirme, ineğin kesilmesi kıs-sasından önce olması gerekmez. "Bu kıssa, tilâvette (ayetlerin sıralanışında) daha önceki (bakara) kıssasından önce olmalıdır" diyen kimsenin fikri hatalı­dır. Çünkü hadd-i zatında bu kıssa, vücuda gelişte, birinci kıssadan önce ol­ması gerektir, amma zikretmede de önce gelmesi vacib değildir. Çünkü bazan sebeb, hükümden Önce zikredilir, bazan da aksi olur. Buna göre sanki onların başına böyle bir hâdise gelince, Allah Teala onlara ineği kesmelerini emret­miştir. Onlar ineği kesince, Cenab-ı Allah: "Daha önce bir şahıs öldürmüş ve bu hususta ihtilâf etmiştiniz. Şimdi ben, o öldürülen şahsa, kesilen ineğin bir parçası ile vurulması suretiyle, sizin gizlediğiniz katili ortaya çıkaracağım" bu­yurmuştur. Böyle yapmak doğru olur.

Buna göre eğer, "Farzet ki bu söz dizisinde herhangibir bozukluk yoktur. Ancak bu sözün başka bir dizilişi daha güzel olabilir. Öyle ise bu dizilişi tercih etmenin faydası nedir? " denilirse, biz deriz ki: İneğin kesilmesinin emredildi-ği kıssa, maktul kıssasından önce zikredilmiştir. Çünkü bunun tersi yapılsa idi, o zaman hepsi tek bir kıssa olurdu. Halbuki bu tek bir kıssa olmuş olsaydı, meselenin dallı budaklı olmasında bulunan, açıklama maksadı ortadan kalkardı.

Cenab-ı Hakk'ın: "Onu birbirinizin üstüne atmıştınız" aye­ti ite ilgili olarak da birkaç husus vardır:

a) "Bu öldürülen şahıs hakkında ihtilâf ettiniz ve birbirinizle çekiştiniz." Çünkü çekişenler birbirlerine karşı savunmaya geçer ve birbirlerini sıkıştırırlar.

b) "Sizden her biri o şahsı öldürme işini kendi üzerinden atıp, başkasına izafe ediyordu" demektir.

c) Birbirinizden, temizlik ve töhmeti gideriyordunuz. Bu husustaki sözün özü şudur: Şüphesiz, bu fiilin masdan olan, kelimesi def etmek, savuştur­mak manasanadır. Buna göre hasım olanlar, birbirleriyle çekiştikleri zaman, herbiri kendisinden bu töhmeti defederken, yine herbiri karşısındakinin bu fi­ille ilgili delilini savuşturmaya (yıkmaya) çalışır. Yine onlardan herbiri bu töhmetin başkasına isnâd edilmesi için karşısındakinin getirdiği delili ve yine karşısn kinin bu töhmetten beri olduğuna dâir getirdiği delili boşa çıkarma­ya uğraşır.

Kaffâl: lâfzındaki zamirin, nefse âit olduğunu, yani bu ayetin, "Siz öldürülen nefis hakkında ihtilâf ettiniz" manasına olduğunu; ve Cenab-ı Allah'ın, ifadesi masdara delalet ettiği için, bu zamirin, (öldürme işi) masdarına râcî olmasının da muhtemel olduğunu söylemiştir.

Cenab-ı Allah'ın, "Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracaktı" ayeti, "Hiç şüphesiz, sizin öldürme işi ile ilgili olarak sakladığınız şeyleri ortaya çıkaracaktır" manasına gelir. Eğer "çıka­rıcı" kelimesi mazî manasında olduğu halde[245] nasıl amel etmiştir?" denilirse biz deriz ki: Allah Teala'nın: "İki kolunu (ön ayaklarını) uzatmış olduğu halde..." (Kehf, 18) ifadesinde şimdiki zaman hikâye edildiği gibi, suçu birbirine atma zamanında da, gele­cek zamanın hikâyesi yapılmıştır. Bu cümle, atfedilen ile, üzerine atfedilen şey arasında-ki bunlar, lâfzı ile lâfzıdır-, ara cümle (cümle-i i'tirâzi-ye)dir. Sonra burada birkaç mesele vardır: [246]

 

Birinci Mesele

 

Mutezile, Cenab-ı Allah'ın: buyruğunun Allah'ın mutlaka bunu yapacağını gös­terdiğini ve mutlaka bunu yapmaya hükmetmiş ol­duğunu söylemiştir. Çünkü öldürme hususundaki İhtilâf ve münakaşa, fitne ve fesat sebebidir. Halbuki Allah fesadı sevmez. İşte bundan dolayı, O, bu fesadı gidermek için bu gizledikleri şeyi mutlaka ortaya çıkaracağını söylemiştir. Binaenaleyh bu, Allah'ın fesadı irâde etmediğine, ona razı olmadığına ve onu yaratmadığına delildir. [247]

 

İkinci Mesele

 

Ayet, Hak Teala'ın bütün malûmatı (bilinecek şeyleri) bildiğini gösterir. Yoksa Allah, onların gizledik­leri şeyi ortaya çıkarmaya kadir olamazdı. [248]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayet, insanın iyi ve kötü olarak gizlediği ve sürdürdüğü herşeyi Allah'ın ortaya çıkaracağını gösterir: Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s);

"Bir kul yetmiş perde arkasında Allah'a itaat etmiş bile olsa, Allah bunu in­sanların dili ile ortaya çıkarır" buyurmuştur. Günahlar da böyledir. Hak Teâ-tâ'nın Hz. Musâ(a.s)'ya "İsrailoğullanna söyle, benim için yaptıkları amellerini gizli yapsınlar. Onlar için o amelleri ortaya çıkarmak (göstermek) bana aittir" diye vahyettiği rivayet olunmuştur. [249]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayet, hâs bir manayı murad etmek için, umûmî bir lâfzın gelmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Çün­kü Cenab-ı Hakk'ın: 'Gizlediğiniz şeyleri" ifâdesi, her türlü gizlenmiş şeyi içine alır. Ama Cenab-ı Allah burada,

bu hâdiseyi kastetmiştir. [250]

 

Kesilen İneğin Bir Parçasıyla Maktule Vurulması

 

Cenab-ı Allah'ın: "Ve, "Onun bir parçası ile, o Ölüye vurun, dedik" ayetinde de birkaç mesele vardır: [251]

 

İneği Ne Kadar Zaman Zarfında Buldular?               Başa Dön

 

İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, İsrailoğulları bu ineği kırk yıl aradan aradıktan sonra buldular da öyle kestiler. Ancak bu rivayet Kur'an-ın zahirinin hiâfınadır. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın ayetinin başındaki, harfi takibiyye faşıdır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın, 'Onun bir parçası ile vurun" emrinin inek kesmenizi emrediyor" emrinin hemen peşinden oldu­ğunu gösterir. [252]

 

İkinci Mesele

 

Allah'ın: ifadesinin sonundaki "Hû" bir zamirdir. Bu, ya nefs kelimesine râcîdir ki o zaman müzekker olarak gelmesi, kelimesinin, manalarında alınmasından dola­yıdır, veya "gizlediğiniz şey" ifâdesinin gösterdiği, öldü­rülen lâfzına râcîdir. [253]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenab-ı Hakk'ın ineği kesmelerini emretmesi câizdir. Çünkü onun kesilmesine, ancak onun kesilme­si ile meydana gelecek bir maslahat (menfaat) bina edilmektedir. Bu durumun, hem bu ineğin kesilmesi, hem de başka birşeyin kesilmesinde eşit şekilde söz konusu olması mümkündür. Doğruya en yakın olan birinci ihtimaldir. Çünkü başka birşey eğer o İneğin yerini tutacak olsay­dı, onun belirtilmesi vâcib olmaz, aksine onunla başkaları arasında bir mu­hayyerlik olurdu. Bu konuda iki sual vardır:

Birinci Sual: Allah, Vasıtasız Olarak piriltebileceğine Göre.Bu Neden İcab Etti?

Cenab-ı Allah vasıtasız olarak o ölüyü diriltmeye kadir olduğu halde, ölü­ye kesilen ineğin bir parçası ile vurmanın faydası nedir? Cevab: Bunun fay­dası, onun daha güçlü bir hüccet olması ve hileden de uzak olmasıdır. İnkâr eden bir kimse, Musa (a.s)'nın o ölüyü bir çeşit sihir ve hile ile dirilttiğini zan­nedebilirdi. Ama ona, kesilen ineğin bir parçası İle vurulduğu zaman dirilince, vurulan cisimden cesede geçen bir şey ile onun dirildiği şüphesi ortadan kalkar.

Fakat bizzat kendilerinin yapmış oldukları bir fiil sebebiyle ölü canlanıp dirilince bu, peygamberlerin (a.s) bildirdiklerinin kullar tarafından yapılan bir aldatmaca olmayıp Allah katından olduğuna delil olmuştur. Keza bunda, Al­lah'a yaklaşmada, kurban takdim etmenin ehemmiyetine delâlet vardır.

İkinci Sual: Neden Başka Hayvan Değil de İnek Üzerinde Israr Edildi?

İnekten başka bir hayvanın kesilmesi emredilemez miydi? Alimler buna "Eğer onlara başka birşey kesmeleri emredilseydi o husustaki söz, ineğin ke­silmesi ile ilgili söz gibi olurdu" diye cevap verip bu hususta bazı faideler zik­retmişlerdir:

a) Kurban keserek Allah'a yaklaşma {ibadet etme) âdeti yaygın idi.

b) İsrailoğullarınca bu kurban, kurbanların en büyük (mühim) lerinden idi.

c) Fiyatının çok pahalı olması sebebi ile bu ineği elde etmedeki külfeti yük­lendikleri için, bunda onlara çok sevap vardı.

d) İneğin sahibi için bu, büyük mal kazanmaya vesile olmuştur.[254]

 

Vurulan Parçanın Hangi Uzvu Olduğu               Başa Dön

 

Alimler, ölüye vurulan bu parçanın, ineğin hangi par olduğunda ihtilâf ettiler. Doğruya en yakın olan görüş şudur: İsrailoğulları, ineğin istedikleri bir par­çasını vurma hususunda muhayyer idiler. Çünkü onlara, ölünün cesedine, ineğin bir parçası ile vurmaları emredilmişti. İneğin parçalarından hangisi ile ölüye vursalar,Cenab-ı Allah'ın: 'Ona, o ineğin bir parçası ile vurunuz" emrini yerine getirmiş olacaklardı. Emredi­len şeyi yapmak, usûl-ü fıkıhta da sabit olduğu gibi, mükellefiyetten kurtulma­ya delâlet eder. Bu ise onların muhayyer olmalarını gerektirir. Alimler Ötüye vurulan parça hakkında ihtilâf ettiler. "O, ineğin dili idi' denildi; "sağ uyluğu idi" denildi; "kuyruğu idi" denildi; "kulakların kıkırdağının bitişik olduğu ke­mik idi" denildi; "iki omuzu arasındaki parça Şüphe yok Kur'an bunu beyan etmemiştir. Bineanaleyh eğer bu hususta sahih bir haber (hadis) gelmiş ise bu kabul edilir. Yoksa bu meselede bir şey söylememek gerekir. [255]

               Başa Dön

[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/403-404.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/404-405.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/405.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/405-407.

[5] İbn Mace, Filen. 23 (2/1334).

[6] Müslim, Bırr, 4,5 (4/1991).

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/407-410.

[8] ibn Mace, libas 19 (2/1189).

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/410-413.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/413-415.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/415.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/417-418.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/418.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/419.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/420.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/420-421.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/421.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/421-422.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/422.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/422-423.

[21] Ibn Mâce. Zühd, (3012/1470).

[22] Keşfü'l-Hâtâ. Beyhaki'den, 2/166.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/424-426.

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/426-427.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/427.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428.

[28] Müslim, Zikir, 42 (4/2076).

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/428-429.

[30] Müslüm, Zikir, 41 (4/2075).

[31] El-Camiu’s-Sağır, 2/132(Benzeri bir hadis).

[32] Müslim, Bİrr, 55 (4/1944-1945).

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/429-435.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/435-436.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/436.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/436-437.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/437.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/437-438.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/438.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/438-439.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/439-441.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/441.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/441-442.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/442-443.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/444.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/444-445.

[47] Ebu Davud, edeb, 11(4/255).

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/445.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/445-446.

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/447.

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/447-448.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/448-452.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/452-453.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/453-454.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/454.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/455.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/455-456.

[58] Buhari, ilim, 31 (Benzer hadis): Müslim, iman,241(1/135).

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/456-457.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/457-458.

[61] El Camiû's-Sağîr, 1/108.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/458-463.

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/463-464.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/464-465.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/465-466.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/466-467.

[67] Timizi, İlim 15 (5/43); Ibn Maca, Mukaddime 14 (74-75); Darimî, Mukaddime, 44 (1/130).

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/467-468.

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/468-469.

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/469-470.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/470.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/470-471.

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/471-472.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/472.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/472-473.

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/473-474.

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/474-475.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/475-477.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/477.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/477-478.

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/479.

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/480.

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/481.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/481-483.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/483-484.

[86] Buhari, Savm, 2; Müslim, Savm, 162-163 (2/906-807).

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/484-485.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/485-486.

[89] Nesai, Nisa, 1 (7/81).

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/486.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/487.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/487-488.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/488-490.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/490-491.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/491-493.

[96] Müfessir burada açıklama yapmadığına göre, ileride münasip yerde yapacağını vaadetmektedir. (ç.)

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/493.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/494.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/494-495.

[99] Tirmizi, Kiyame 2, (4/613).

[100] Buhari, Mezalim. 4; Tirmizi, Fiten, 68 (4/523).

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/495-498.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/498.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/498-499.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/499.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/500.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/500-503.

[107] Müslim. Taharet, 39 (1/218) .

[108] Tirmizi Cuma, 433, (2, 513).

[109] Buharı, Zekat,3.

[110] Ibnu Mâce,Rühün 4 (2/816).

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/504-506.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/506-509.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/509-510.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/510-512.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/512-513.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/513.

[117] Ebu Davud, Sünnet, 21 (2/236); Tirmizi, Kıyamet. 11 (4/625): İbn Mace. Zühd 37 (2/144).

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/514-518.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/519.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/519.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/520-521.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/521.

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522.

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/522-523.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/523-524.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/524-525.

[135] Yani, beni besleyip, büyütmen. Beni İsrail'i kökleştirip, doğacak erkek çocukları öldürmen sebebiyle hâsıl olmuştu, (ç).

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/525-526.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/526-527.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/527.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/527-528.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/528-530.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/530.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/531.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/531-533.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/533-534.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/534.

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/534-535.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/535-536.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/536.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/537-538.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/538-539.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/540.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/540-541.

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/541-542.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/542.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/542-543.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/543-544.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/545-547.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/5-7.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/7-8.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/8-11.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/11-12.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/12-13.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/13-15.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/15.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/16-17.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/17.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/18.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/18-16.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/19-20.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/21.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/22.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/22-23.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/23.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/23-24.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/24-25.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/25-27.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/27.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/27-28.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/28-29.

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/29-30.

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/30-31.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/31-33.

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/34-35.

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/35.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/35-36.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/36.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/37-40.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/40.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/40-41.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/41.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/41-44.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/44.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/44-45.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/45.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/45-49.

[202] Aynı manada bir hadts için bkz: Buhftrî, Diyât, 6; Müslim. Kasame, 25 (3/1302); Tirmizf. HudÛd, 15 (4/49).

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/49-54.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/54-55.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/55.

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/55.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/56.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/56-57.

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/57.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/57-58.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/58.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/59-60.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/60-63.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/64.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/64-65.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/65.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/65.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/66-67.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/67.

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/68-69.

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/69.

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/69-70.

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/70-71.

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/71-72.

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/72-73.

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/73-74.

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74.

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74.

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/74-75.

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/75-78.

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/78.

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/79.

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/80.

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/81-84.

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/84-85.

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/85.

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/85-86.

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/86-87.

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/87-90.

[245] Ism-i Fâil, mazi manasında olursa, açıktan mef'ul olamaz.

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/90-91.

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91.

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91.

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/91-92.

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92.

[254] İnek kurban etmenin, burada sayılanlardan daha önemli bir hikmeti vardır. Mijfersir Razî (r.h.) bu gün her­kesin bildiği hususa vâkıf olsaydı, elbette başla zikrederdi. Eski dünya tarihi o zaman az biliniyordu. İnak cinsini tannlastımak birçok yer gibi Mısır'da da yaygın idi. Yahudiler de bu inancın tesirinde idiler. Allah bu emirle ineğe tapmayı kesip almak isledi. Kur'an-ı Kerim, mucizevi olarak bunu ve bu şirkin onlardan kolay zail olmadığına, (İnkarları sebebiyle buzağı sevgisi kalblerine İyice

yerleşmişti) (Bakara, 93)-Samiri, Hz. Musa Tür'da iken buzağı heykeli yapmakla onların çoğunu kolayca kartdırabildı ise (Tâhâ, 85-98); bu, onların kalbine çizilen (yer eden) inek takdisinden ileri gelmelidir. Son asırda bulunan belgeler, yahudilenn bu şirkten kurtulmalarının 2or olduğunu göstermiştir. (Geniş bikji için bkz. S Yıldırım, Kuran'da Ulûhiyyet. ist 1987, s.} Böylece görüyoruz ki bu sûreye Bakara (inek) adı veril­mesi de pek münasip olup çok önemli bir medeniyet ve din tarihi ve tevhîd meselesine parmak basmakta­dır Yazıklar olsun, "Şarka bakmaz, garbı bilmez" mürtedlerden, Kuran'la alay etmek için bunu Heri sürenlere!.,.(ç)

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/92-93.

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94.