Ayette bir hazif vardır. Bu hazif şöyle takdir edilir: " Biz, ( o
ölüye , ineğin) bir parçasıyla vurun" dedik, onlar da ona, onun pir
parçası ile vurdular, böylece ölü dirildi." Burada, ifâdesi. 'İşte Allah
ölüleri böyle dirilttr'ayeiı bu manaya delâlet ettiği
için,hazfedilmiştir.Bu,Hak Tealâ'nın ân ile taşa vur (dedik), taştan (su)
kaynadı" (Bakara. 60) ayeti gibidir, yani 'O asasını vurdu da taştan (su)
kaynadı" demektir. Rivayet edildiğine göre, İsrailoğulları ineğin parçası
İle o ölüye vurduklarında, ölü Allah'ın izni ile, damarlarından kan sızdığı
halde kalktı, iki amcaoğlunu göstererek, 'Beni falan ve falan
öldürdü"dedi ve düşüp öldü. O iki kişi de öldürüldü.
Cenab-ı Allah'ın: "işte Allah ölüleri böyle diriltir" ayeti
ile ilgili iki mesele vardır:
[1]
Bu ayette iki vecih vardır:
a)
İşte böyle ifadesindeki
işaret, bu ölünün netsine işarettir.
b) Bu ayet, öldükten sonra
dirilmenin doğruluğuna delil getirmedir. Bu delil getirme müşrikler için midir,
yoksa başkaları için midir?
Bu hususta da iki vecih vardır:
1) Esâm; "Bu, müşrikler içindir.
Çünkü bu diriltme hâdisesinin bu şekilde olduğu haberi tevatür yolu ile onlara
gelirse, öldükten sonra dirilmenin doğruluğunu anlarlar. Bu, tevatür yolu ile
zahir olmasa, onları düşünmeye sevkeden birşey olur" demiştir.
Kâdî: "Bu görüş doğruya daha yakın. Çünkü Cenab-ı Allah önce, onun
parçası ile ölüye vurmaları emrini ve bunun o ölünün dirilmesine sebeb olacağını
zikretti, sonra da "İşte Allahı
ölüleri böyle diriltir" buyurdu. Ayette, "ölüleri" kelimesi,
cemî olarak geçmiştir. Eğer burada murâd sâdece, bu öldürülmüş olan şahıs olsa
idi, sözde bu lâfız cemî olmazdı" demiştir ve bununla sanki şunu demek
istemiştir: Allah bunu, Allah'ın kudretine göre ölüleri diriltmek, onları ilk
defa yaratmak gibi olduğuna delil getirmiştir.
2) Kaffâl şöyle demiştir: Sözün zahiri, Allahu Teâlâ'nın jsrailoğullarına, "Allah'ın diğer ölüleri diriltmesi, gördüğünüz şu ölüyü diriltmesi gibi olacaktır" dediğini gösterir. Çünkü onlar, her ne kadar buna inanıyorlar ise de, buna onlar ancak istidlal yoluyla inanmış idiler. Bu hususta herhangi bir müşahedeleri yoktu. Bu hâdiseyi müşahede ettikleri zaman, kalbleh mutmain oldu ve istidlalde bulunan kimseden uzaklaşmayan şüphe onlardan zail oldu, Nitekim İbrahim (a.s):
"Babbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster." Allah, "Yoksa
inanmadın mı?" dedi. O, "İnandım, fakat kalbim mutmain olsun
diye" dedi" (Bakara, 260) demişti.
İşte böylece Cenab-ı Hak, İsrailoğulları için öldürülen şahsı, gözle görülecek bir biçimde diriltmiş, sonra onlara: "İşte böylece Allah ölüleri diriltir" demiştir. Yani, Allah onu dünyada dirilttiği gibi, bu diriltme hususunda herhangi bir maddeye, zamana misâle ve bir alete ihtiyaç duymaksızın, ahirette de diriltir, demektir. [2]
Alimlerden, ayetiyle, maktulün meyyit (ölü) olduğuna istidlal edenler
vardır ki, bu zayıf bir görüştür. Zira Allahu Teâlâ, bu maktulün diriltilmesine
ölüleri diriltmeyi kıyas etmiştir. Bundan, maktulün meyyit olması gerekmez.
Allahu Teâlâ'nın, hitabına gelince, bu hususta birisi şöyle diyebilir:
Bu tek bir ayettir, (mucizedir). Buna göre niçin, diye adlandırılmıştır?
Cevab: Bu, her türlü makdûrata kadir olan, her türlü malûmatı bilen, yaratmada
ve yoktan var etmede (îcad ve ibda) intiyar sahibi olan bir Yaratıcının
varlığına, Hz. Musa (a.s)'nın doğruluğuna, katil olmayanların berâatine ve bu
öldürme işini yapmış olanlar hakkında bu töhmetin tahakkuk etmiş olduğuna
delâlet eder. Buna göre bu her nekadar tek bir mucize ise de, bu birçok hususa
delâlet etmesi itibariyle, şüphesiz birçok ayet yerine geçmiştir.
Cenab-ı Hakk'ın, hitabına gelince, bunda iki konu vardır:
a)
kelimesinin tefsin, Cenab-ı
Hakk'ın, (Bakara, 21) ayetinin tefsirinde geçmişti.
b) Bu ayetler kendilerine
gösterilmeden önce de İsrailoğulları akıllı idiler. Akıl mevcut olduğuna göre,
"Akıllı olasın diye, sana falanca ayeti gösterdim" demek imkansız
olur. Bu durumda da ayeti zahirine hamletmek mümkün olmaz. Aksine, mutlaka
te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de, maksadın şöyle olmasıdır:
"Akıllarınızın hükümlerine göre amel edesiniz ve düşünesiniz ki, tek bir
nefsi diriltmeye kadir olan, -yaratmanın bir tek nefse tahsisi söz konusu olmadığı
için- - bütün nefisleri yaratmaya da kadirdir" olmasıdır. Böylece onlar,
öldükten sonra dirilmeyi inkâr edemezler. İşte ayetin tefsirinde söylenecek son
sözümüz budur.
[3]
Bil ki, öncekilerden birçoğu bu ayetin hükümleri cümlesinden olmak üzere
katilin vâris ol up-o lam ayacağı hususunu zikrederek, "hayır"
demişlerdir. Çünkü Ubeyde es-Selmanî 'den, bu hâdisede katil olan adamın, katil
olduğu için, mirastan mahrum edildiği rivayet edilmiştir. Kâdî, "Bu
meseleyi, bu ayetin hükümlerinden saymak caiz değildir; çünkü ayetin
zahirinde, katilin maktulün varisi olup olmadığı hususu yoktur. Onun
varislerden olması durumunda da, mirastan mahrum edildi mi edilmedi mi
hususunda da bilgi yoktur. Katilin, öldürmüş olduğu için mirastan mahrum
bırakılmış olduğuna dair Ebu Ubeyde (r.a)'den yapılan rivayete dayanarak, bu
Kur'an hükümlerinden sayılamaz. Zira Kur'an ne mücmel ne de mufassal olarak
buna delâlet etmez. Onların şeriatlarının bizim şeriatımız gibi olduğu sabit
olmayınca ve onlara uymak da gerekmeyince, bu sözü Kur'an'ın hükümleri arasına
sokmak bir zorlanmadır.
Bil ki, Kâdî'nin söylemiş olduğu bu söz, doğrudur. Bununla beraber, biz
bu meseleyi zikrederek şöyle deriz: Müctehid imamlar, katilin varis olup olamayacağı
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (r.a)' ye göre, öldürme işi ister haksız,
kasden veya hataen olsun, veya âdil olan mütecavizi öldürsün, bütün bu durumlarda
katil varis olamaz. Ebu Hanîfe(r.a)'ye göreyse kasten veya hatâen öldürdüğü
zaman varis olamaz. Ancak âdil olan mütecavizi öldürdüğü zaman, o varis
olabilir. Yine katil, çocuk veya mecnun (deli) olduğu zaman, ona varis olur
ama, ne diyetine ne de diğer mallarına varis olamaz. Bu, Hz. Ali, Ömer İbn
Abbas ve Said İbn el-Müseyyeb (r.a)'in görüşüdür. Osman el-Bettî, hataen
öldürenin varis olacağını, kasten öldüreninse varis olamıya-cağını söylemiştir.
İmâm Malik de, katil maktule diyetinde varis olamaz, ama diğer mallarında varis
olur demiştir. Bu Hasan-ı Basri, Mücahid, Zührî ve Ev-zaî'nın de görüşüdür.
Şafiî (r.a), meşhur ve yaygın hadisin umumiliğini detil getirerek, yani Hz.
Peygamber (s.a.s)'in: "Katilin mirastan hiçbir hakkı yoktur[4]
hadisine dayanarak böyle ictihad etmiştir. Ancak bu haberle istidlal etmek,
Kur'an-ı Kerim'in umûmî olan hükümlerini âhad haberlerle tahsis etmeyi uygun
bulmamız halinde muteber olur. Bu husustaki mufassal söz usûlü fıkıhta
zikredilmektedir.
Sonra burada bir incelik de vardır ki, o da şudur: Umûmî olan bir hükme
tahsisin arız olması bir tür zayıflık ifade eder. Buna göre, şayet biz bu
haberi bazı şekillerde tahsis edersek, bu durumda bu habere ard arda zayıflık
se-Depleri gelmiş olur. Çünkü onun haber-i vahid olması, zayıflığı gerektirir;
yine onun Kitap'la çelişik olması, başka zayıflık ve onun tahsis edilmiş
olması da diğer bir zayıflık sebebidir. Buna göre şayet biz, Kur'an'ın umumî
olan hükmünü bu haber-i vâhidle tahsis edersek, kesinlikle gerçekten zayıf
olanı, gerçekten kuvvetli olana tercih etmiş oluruz. Ama bu haber tahsis
etmezse zayıflık sebepleri ondan kısmen gitmiş olur. Bu durumda da, Kur'ân'ın
umumî olan hükmünü haber-i vâhidle tahsis etmek uzak görülmez.
Ebu Bekr er-Razî, âdil olanın mütecavizi öldürmesi halinde mirastan mahrum
olmayacağı hususuna şu şekilde delil getirmiştir: Birinin kısasen öldürülmesini
talep hakkını haiz olan kimse onu öldürmesi halinde, mirastan mahrum edilmez
(Zira O, ölümü şer'an haketmiştir). Bu hususta da fakîhler arasında tfıtilâf yoktur.
Bil ki Şafiîler bunu kabul etmemektedirler. Allah en iyisini bilir.
[5]
"Sonra, bunun peşinden kalbleriniz yine katılaştı. Şimdi o taş
gibi, hatta daha da katı. Çünkü öylesi taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar.
Ve yine öylesi vardır ki, yarılıp ondan sular çıkar. Öylesi de vardır ki, Allah
korkusuyla aşağıya düşer. Allah sizin yaptıklarınızdan habersiz
değildir'" (Bakara, 74).
Bil ki Allahu Teâlâ'nın: hitabında birkaç mesele vardır:
[6]
Haddizatında ve aslında, diğer bir şeyden etkilenmeyi kabul eden bir
şeye, kendisinden ötürü etkilenmeyecek bir şey arız olduğunda, bu durumda o
daha önce etkilenen şey için çok sert, katı ve galiz oldu denilir. Buna göre,
cisim, cisim olması itibariyle başkasından etkilenmeyi kabul eder. Ancak taş
olma vasfı, cisme arız olduğu zaman, taş cismi, hiçbir etkiyi kabul etmez hale
gelir. Kalp de böyledir; delilleri, ayetleri ve ibret verici şeyleri mütalâa
etmesinden ötürü, etkilenir. Kalbin etkilendiğini göstermesi ise, inadı,
isyanı, kibirlenmeyi bıraktp Allah'a taâtı, huzû ve huşûyu izhar etmesinden
ibarettir. Onu bu niteliklerden uzaklaştıran bir şey kalbe arız olduğu zaman,
etkilenmeme hususunda o, taşa benzemiş olur. İşte bu sebepten dolayı, denilir.
Yine bu sebepten ötürü Allahu Teâlâ müminleri kalb inceliğiyle vasfederek:
"Ahenkli ve yer yer tekrarianan bir kitap olmak üzere.,. Rablerine
derin saygı gösterenlerin ondan dertleri ürperir..." (zümer, 23)
buyurmuştur.
[7]
Kâffal, "Hak Teâlâ'nın, ifâdesine muhatap olanların, Hz. Muhammed
(s.a.s) zamanında bulunan ehl-i kitab olması mümkündür. Yani,
kendilerinden öncekilere gelen
mucizelerden, onların başına
gelen işlerden, onlardan isyana devam eden kimselere inen cezadan, onlara,
peygamberinin getirdiği ayetlerden ve kendileri ve kendilerinin dışında
Tevrat'la amel eden kimselerden alınan ahidler-den sonra sizin kalbleriniz çok
şedîd olup, katılaşarak, adeta taş kesildi, demektir. Böylece Allah, bununla,
onların kalblerinin yumuşayacağı ayetlere dair bilgilerinin olmasına rağmen,
onların isyan etmelerini ve katılıklarını haber vermiştir" demiştir. Bu
görüş daha evlâdır çünkü Cenâb-ı Hakk'ın; buyruğu, hitab-ı müşafehe, sözlü bir
hitaptır. Bu sebeple onu, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında olanlara hamletmek
daha evlâdır. Yine bundan maksadın, hususiyle Hz. Musa (a.s) zamanında bulunan
yahudîler olması da muhtemeldir. Allah'ın Asr-ı Saadet'teki yahûdîlerden önce
geçmiş olan seleflerini kasdetmesi de caizdir.[8]
Allahu Teâlâ'nın, buyruğundan katili tesbit etmesi için kesilen ineğin
uzuvlarından birisiyle vurulduğu zaman, maktulün diri İti I meşin i ortaya
koyduktan sonra manasının kasdedilmesi muhtemeldir. Çünkü rivayet edildiğine
göre bu maktul, katili gösterince katil maktulün yalan söylediğini söylemek,
bunu inkâr etmeyi sürdürmüş, fitne çıkarmayı arzulamış, hatta ona bir topluluk
da yardımcı olmuştur. İşte bu durumda Cenab-ı Hak onları, bu gibi ayetler
kendilerine zuhur ettikten sonra, buyurarak onların kalplerinin böylesi
mucizelerin zuhurundan sonra bile, katılık hususunda taş gibi oımakla
vasfetmiştir.
Keza Allahu Teâlâ'nın, ifadesinin, O'nun Hz. Musa (a.s)' ın elinde
ortaya koyduğu apaçık delilleri ve büyük nimetlerin tamamına işaret olması da
muhtemeldir. Çünkü o yahudiler, bu ayetleri çok çok müşahede etmelerinden sonra
bile, Hz. Musa'ya itiraz etmeyi ve inatlaşmayı terketmedi-tor. Bu onların Tih
çölündeki kıssalarını bilen kimse için açık bir keyfiyettir.
[9]
Hak Teâlâ'nın, ayetine gelince, bunda birkaç mesele vardır:
[10]
kelimesi tekrarlamak, dolaştırmak (terdid) ifâde eder. Bu ise, gaybleri
hakkıyla bilen Allah'a ya kısmaz. Bu sebeple te'vil etmek, yani uygun mânâ
vermek gerekir. Bu te'vil birçok yöndendir:
a) Tıpkı Cenab-ı
Hakk'ın:"Yüzbin ve daha fazla kimselere"(Saffât, 147);
"Ziynetlerini göstermeslnler; kocaları ve babalan
hariç..."(Nur, 31);ve:
"Kendi evinizden ve babalarınızın evinden yemenizde... "(Nur,
61) âyetlerindeki lafızları nasıl. mânasında ise, burada manasmdadır Bunun bir
benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:
"Umulur ki öğüt alır ve korkar"(Taha. 44) ve: "Kötülüğü
yok etmek ve korkutmak üzere, zikri getiren meleklere (andolsun)"
(Mûreeiat, 5-6) âyetleridir,
b) Allahu Teâlâ, onu kullarına
mübhem bırakmayı istemiş ve böyle buyurmuştur. Tıpkı, onu arkadaşına
açıklamamayı istediği zaman, ikisinden birini1 yediğinde şüphe etmediği halde,
bir kimsenin başkasına, "Ekmek veya hurma yedim" demesi gibi...
c) Maksat onun taş gibi
olmasıdır. "Kalblerden, taştan daha fazla sert ve katı olanlar
vardır" demektir.
d) İnsanlar, onların
kalblerinin durumlarına muttali oldukları zaman, "Kalb-ter taş gibidir
veya taştan daha katıdır" derler. Bu Allah'ın:
"Aralarındaki mesafe İki yay mesafesi ya da daha az
İdi"<Necm, 9) âyetinde de murad edilmiştir. Yani "size ve sizin
düşüncenize göre" demektir.
e)
kelimesi, (daha doğrusu) mânasındadır. Nitekim Araplar
şöyle söylemişlerdir:
"Allah'a yemin ederim ki, sevgili için Selmâ mı, yoksa kavim mi,
daha doğrusu herkes mi süslendi püslendi, bilemiyorum." Şair burada ile
(yani: Daha doğrusu) kelimesini murad etmiştir.
f) tıpkı senin, "Ben
ancak tatlı veya ekşi yerim", yani
"Benim yiyeceğim şey, bu iki şeyin dışına çıkmayıp, bu ikisi arasında
dolaşır" demen gibidir.
Özet olarak, maksat, bu ikisi arasında bir tereddüt meydana getirmek değildir.
Tam aksine ikisinin dışında olan şeyleri nefyetmektir.
g) ibaha ifâde eden bir
harftir. Sanki "Eğer onların kalbleri bu ikisinden hangisine benzetilirse,
doğrudur, yerindedir" denilmiştir. Tıpkı senin, "Hangisiyle
oturursan isabet edersin; ikisiyle beraber oturduğunda da isabet etmiş
olursun" manasında olmak üzere, (İster Hasan, ister İbn Sîrîn'in meclisine
git,) demen gibi...
[11]
Keşşaf sahibi şöyle demiştir manasında olmak üzere kâf harfine
atfedilmiştir; bu takdire göre de muzâf hazfedilerek, muzâfun ileyh onun yerine
getirilmiştir veya, "Veya kalblerin bizzat kendisi, daha fazla
katıdırlar" manasında olmak üzere kâf harfine atfedilmiştir.
[12]
Allah kalbleri, birkaç sebepten dolayı daha katı olarak nitelendirmiştir.
a) Şayet taş akıllı olsaydı ve
onun karşısına bu mucize çıkmış olsaydı, şüphesiz o bu mucizeyi kabul ederdi.
Nitekim Cenâb-ı Hak:
''Şayet biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı huşu
içerisinde ve Allah korkusundan parçalanmış görürdün" (Haşr, 21)
buyurmuştur.
b) Taşta, her ne kadar katı
olsa dahi, Allah'ın emriyle kendisinde meydana gelen şeyi kabul etmeme diye
bir husus bulunmamaktadır. Tam aksine o, Allah'ın irâdesine göre hareket eder,
O'nun çalıştırmasına, musahhar kılmasına karşı koymaz. Halbuki bunlar,
kendilerine birbiri ardınca gelen mucizeler ve Allah tarafından peşpeşe verilen
nimetlere rağmen, Allah'a itaat etmekten imtina ediyor ve kalbleri hakkı bilmek
hususunda bir türlü yumuşamıyor. Bu tıpkı Cenâtn Hakk'ın :
'Terde bulunan bütün canlılar ve İki kanadıyla uçan bütün kuşlar, sizin
gibi birer ümmettir. Biz bu Kitab'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar Rablerine
toplanıp getirilirler. Âyetlerimizi yalanlayanlar ise, karanlıklar içerisinde
kalmış sağır ve dilsizler (gibi) d/rier"(En’am,38-39) buyurduğu gibidir.
Sanki mana, "İnsanoğlunun dışındaki canlıların her biri bir şeyin emrine
verilmiş ve kendisinden istenilen şeye inkıyad etmiş birer ümmettir. Halbuki
kâfirler, Allah'ın kendilerinden istediği şeyden imtina ediyorlar"
demektir.
c) Veyahut da onların kalbi, taştan daha serttir. Çünkü taşlardan, bazı yönlerden istifâde edilir. Meselâ bazı hallerde onlardan su çıkar. Ama bunların kalblerine gelince, bu kalblerde kesinlikle hiçbir fayda yoktur ve onlar hiçbir şekilde, Allah'a itaat hususunda yumuşamazlar.[13]
Kadi şöyle demiştir. Onlarda,içine düştükleri küfre devamı yaratan zât
Allah ise, daha nasıl onları bu
şekilde kınaması uygun olur? Şayet Hz.Musa (a.s) onlara hitap etmiş
olsaydı, onlar da O'na: "Taşlarda sertliği yaratan zât, bizim
kalblerimizde katılığı yaratan zâtın aynısıdır. Taşlarda nehirlerin
fışkırmasını yaratan, bizde imanı yaratmak suretiyle, içine düştüğümüz
durumdan bizi kurtarmaya da kadirdir. Allah bunu yapmadığına göre, bizim
mazeretli olduğumuz ortadadır" deselerdi, şüphesiz onların Hz.Musa
(a.s)'ya karşı getirmiş oldukları delilleri, Hz.Musa (a.s)'nın onlara getirmiş
olduğu delilden daha kuvvetli olurdu. Bu tarz sözler, defalarca, çeşitli zamanlarda,
gerek takrir ve gerekse tefrî (meseleyi detaylı inceleme) bakımından geçmiştir.
[14]
Allahu Teâlâ, buyurmuş, buyurmamiştir. Çünkü bu, katılığın çok ileri
derecede oldu- nu gösterir. Bir başkası da bunu: Allah, derecede olduğu mânasını kastetmemiş; ancak katılığı şiddetle
vas-
fetmeyi kastetmiştir. Sanki şöyle denmiştir: Taşın katılığı
şiddetlidir. Ancak onların kalpleri daha katıdır" diye izah etmiştir. âjUİ
şeklinde de okunmuştur. Bir karışıklık söz konusu olmadığı için mufaddalûn
aleyhin zamiri terkedilmiştir. Tıpkı senin, Zeyd kerimdir, Amr ise daha
kerimdir" demen gibi... Sonra Hak Teâlâ bu taşlardan bazan üç türlü
faydanın meydana geldiğini, onların kalbinde ise hiçbir faydanın olmadığını
beyan etmek sureti ile, bu taşları onların kalbinden üstün kılmıştır.
Bu öç faydanın ilki Cenâb-ı Hakk'ın ''Öyle taşlar vardır ki içinden
ırmaklar fışkırır" (Bakara, 74) âyeti ile bildirdiği şeydir. Bununla
ilgili olarak birçok mesele vardır:
[15]
Bu âyetteki, lafzı şeklinde okunmuştur.Bu kendisine lam-ı farika lâzım
gelen ve lâfzının hafifletilmiş şekli olan
dir. AllahuTeâlâ'nın:
"Onların hepsi de, muhakkak kt ihzaren huzurumuza
getirilmişlerdir" (Yasin, 32) âyeti de böyledir.
[16]
Geniş ve çokça açılmak demektir.denilir, yani çıban uzunlamasına
yarıldı... kelimesi de bu köktendir. Mâlik İbn Dînar, şeklinde okumuştur.Buna
göre mâna, "Öyle taşlar vardır ki, yarılır da ondan nehirler olacak biçimde
akan sular çıkar" şeklindedir. Feylesoflar, nehirlerin yerin içinde
biriken buharlardan meydana geldiğini; eğer yer kabuğu yumuşak olursa bu buharların
yerin kabuğunu yardığını ve ayrıldığını; eğer yer kabuğu sert ve taşlı olursa,
bu buharların birleştiğini, sonrakilerin öncekilerle bir araya gelerek büyük
bir yekûn teşkil ettiklerini, bu durumda onların fazlalaşmasından ve
genişlemelerinden yer yarılarak, bu suların vadiler ve nehirler halinde
aktığını söylemişlerdir.
Faydaların ikincisi, Allahu Teâlâ'nın, Öyle taşlar da vardır ki, onlar
yarılıp, içinden su çıkar"âyetidir. Yani, taşardan yarılan, kendisinden
su çıkan, böylece de akan bir nehir değil, kaynak olanlar vardır. Yani, taş
bazan az, bazan da çok suyla nemlenir. Bunda, taşlarda rutubetin kaybolduğuna
ve o rutubetin bazı durumlarda kendisinden su çıkacak ve nehirler halinde
akacak kadar çok olduğuna, bazan da azaldığına bir delil vardır. Halbuki
bunların kalbleri, son derece katıdır. Öğütlerden herhangi bir hususu kabul
etmek suretiyle yumuşamaz, bu öğütleri kabul etmez ve hidâyeti kabul etmeye
yönetmez.
Allahu Teâlâ'nın (yarılır, parçalanır) buyruğuna gelince, bu aemektir.
Tâ harfi sına idğâm edilmiştir. Tıpkı O'nun
yani (Müddessir 1); (Müzzemmil 1) âyetlerinde olduğu gibi.Üçüncü fayda,
O'nun "Öyle taşlar da vardır ki Allah korkusundan yere yuvarlanırlar"
âyetidir.
[17]
Bit ki burada bir müşkilât vardır. O da şudur: Allah korkusundan dolay
yere düşmek, akıllıların ve canlıların vasfıdır. Halbuki taş, cansızdır. Dolayısıyla
Allah korkusundan dolayı bu yere düşme mânası, taşta tahakkuk etmez. İşte bu
müşkilâttan dolayı bu ayet hakkında birçok görüş zikredilmiştir:
a) Özellikle Ebü Müslim'in
görüşüdür. Buna göre Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki zamir, kalblere racidir. Çünkü
kalblerin haşyet içinde olması uygun olur. Taşlar hakkında haşyet caiz olmaz.
Taşlar zikredildiği gibi, kalbler de daha önceden zikredilmiştir. Bu konuda
söylenen en son söz, taşların zikredilenlerin en yakın olmasıdır. Ne var ki bu
haşyet vasfı, taşlara değil de kalblere yakışınca, zamiri taşlara değil de
kalblere râci kılmak gerekmiştir.
Alimler, Ebû Müslim'e iki bakımdan itiraz etmişlerdir:
1) Allahu Teâlâ'nın,
"Onlar taş gibidirler veya daha katı" ifâdesi tam bir cümledir. Daha
sonra Cenâb-ı Hak söze tekrar başlayarak taşın durumunu "Öyle taşlar
vardır ki, onlardan nehirler fışkırır" diyerek, anlatmıştır. Bu sebeple,
O'nun: "Öyle taşlar da vardır ki Allah korkusundan düşerler"
âyetindeki zamirin de, ona, taşa raci olması gerekir.
2)Yuvarlanmak, kalblere değil,
taşa yakışır. Bu sebeple, hubûtu (yuvarlanıp düşme) tevil etmek, haşyeti
te'vilden daha evlâ değildir.
b) Müfessirlerden bir topluluğun görüşüdür. Buna göre deki zamir, taşa racidir. Ancak biz taşın diri ve akıllı olmadığını kabul etmiyoruz. Bunun izahı şöyledir. Bundan maksat, Rabbi kendisine tecelli ettiğinde parçalanan Hz.Musa (a.s)'nın dağıdır. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak onda hayatı, aklı ve idraki yaratmıştır. Bu Allah'ın kudretine nazaran, imkânsız görülmez.
Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:
"Derilerine, niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız? dediler.
Onlar da, bizi, dediler, her şeyi söyleten Allah söyletti"(Fussılet, 21)
âyetidir. Allah deriyi konuşturduğu, ona işitme va akletme kaabiliyeti verdiği
gibi, dağa da korku kabiliyeti verebilir. Ve yine Cenâb-ı Hak:
"Şayet biz bu Kur'an-ı bir dağa tndirseydtk, sen onu huşu içinde
ve Allah korkusundan parçalanmış olarak görürdün"(Haşr,21) buyurmuştur.
Âyetin takdiri şöyledir: "Allahu Teâlâ şayet o dağda akıl ve anlayış
yaratmış olsaydı, işte bu şekilde olurdu."
Hz.Peygamber (s.a.s) minbere çıkarken, minber olarak üzerine çıktığı kütüğün
inlediği rivayet edilmiştir. Yine Hz.Peygamber (s.a.s)'den, peygamberliğinin
ilk devrelerinde vahyi müteakip evine dönerken taşların ve ağaçların kendisine
selâm verdiği, bunların hepsinin, "Ya Resûlallah, sana selâm olsun"
dedikleri rivayet edilmiştir. Âlimler, bazı taşlarda Cenâb-ı Hakk'ın akıl ve
anlayış yaratması ve böylece onda bir haşyetin meydana gelmesinin imkânsız olmadığını
söylemişlerdir.
MÛ'tezile, bu te'vili kabul etmemiştir. Çünkü onlara göre, bünye ve yaratılışın mutedil ve dengeli olması, hayatı ve aklı kabul edebilmenin şartıdır. Bünyeyi şart koşmalarının tek sebebi, bunu imkânsız sanmalarıdır, yoksa hiç bir delilleri yoktur. Bu sebeple onlara iltifat edilmemesi gerekir.
c) Müfessirlerden ekseriyetin
görüşü olup buna göre, daki zamir, her ne kadar taş akledemeyip anlayamazsa
bile, taşa aittir. Onlar bu görüşlerine dair çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
1) Taşlardan, bulundukları
yüksek yerlerden yuvarlanıp da, aşağılara inenler vardır. Ama bu kâfirler
inadlarında ve kibirlerinde devam etmektedirler. Buna göre, sanki yüksekten
inmek, bir inkiyâd misâli olarak verilmiştir. Allah'ın: desi "şu manaya
gelir. Şayet bu iniş ihtiyarî olan ve akıllı kimse tarafından yapılmış olsaydı,
bu Allah'tan olan haşyetten ötürü olmuş olurdu. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakkın:
"Derken oradan yıkılmak isteyen bir duvar buldular da, Hızır onu
doğrulttu"(Kehf, 77) âyeti gibidir. Yani, kendisinde eğilme bulunan duvar,
demektir. Yere düşmenin yakın olması ise, şayet böyle bir şey canlı ve irade
sahibi birinden zuhur etmiş olsaydı, bu şey yıkılmayı istemiş olurdu. Araplardan
birisinin şu sözü de böyledir: "Alacalı (siyahlı beyazlı) atların
ağıllarından uzaklaştığını ve tepelerin o atların tırnakları altında secdeye
kapandığını görürsün." Cerîr'in şu şiiri de böyledir:
"Zübeyr'in haberi geldiği zaman, şehrin surları ve huşu içindeki
dağlar eriyip inceldiler."
Birinci şair, tepelerin atlara karşı koyamayıp üzerlerine onların
izlerinin çıkmasını, tepelerin at tırnaklarına secde etmesi şeklinde
göstermiştir. İkinci şâir de şehir halkının feryadını huşu gibi saymıştır. İşte
mütefekkirler Allah Teâlâ'nın: "Yedi gök ile yer ve hurdamı içinde bulunan
varlıklar Onu teşbih ederler. Htçblrsey hariç olmaksızın hepsi O'nu hamd ile
teşbih eder'(İsra,44). Göklerde ve yerde olan her varlık Allah’a secde
eder...(Nahl, 49)
"Gövdesi olmayan bitkiler de, ağaçlar da Allah'a secde ederler
"(Rahman, 6) âyetlerini bu izah tarzına göre te'vil etmişlerdir.
2) Cenâb-ı Hakk'ın,buyruğu,
"Allah Teâla kullarının kendisini sayması, korkarak dua ve niyaz ile,
tevbe ile kendisine sığınmaları ihtiyacını uyandırmak için zelzeleler meydana
getirir. Bu depremlerde yuvarlanan, yanlan, birbirinden ayrılıp giden taşlar
bulunur" demektir. Bunun hakikati şudur: Şiddetli zelzelelerde taşların
yuvarlanmasından asıl maksad, kulların kalbinde Allah korkusunun meydana gelmesi
olduğu için, bu korku o yuvarlanmanın bir illeti, sebebi gibi olmuş olur. Buna
göre bu âyetteki, edatı "ibtidâ-i gaye" için olur. Bu sebeple
Allah'ın, buyruğunun manası, "Kalblerde Allah korkusunun meydana gelmesi
için..." şeklinde olur.
3) Bu, Cübbâi'nin söylediği
görüştür: O, âyette geçen taşı, "Allah tarafından kulları korkutmak ve
vasıtası ile kulları kötülüklerden menetmek için bulutlardan inen dolu"
diye tefsir ederek: âyeti, "Allah korkusu ile, yani kulları korkutmak için
veya Allah'tan korkmaya sebeb olacak bir şey için iner" manasınadır"
demiştir. Nitekim "Kur'an inerek şunu haram kıldı, şunu da helâl
kıldı" denilir. Bu "haramı ve helâli insanlara gerekli kılmak için
inmiştir" manasına gelir" demiştir. Kâdî (Abdulcebbar): "Bu
te'vil, bir zaruret olmadığı halde zahirî manayı terketmektir. Çünkü doluya taş
denmez. Zira her nekadar o şiddetli olarak ve büyük büyük yağsa da, aslında
sudur. Ona "taş" demek yersizdir.
Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz (gâfil)
değildir" âyetinin manası'Allah Teâlâ, şu kalpleri katılaşan kimseleri
gözetliyor, yaptıklarını tesbit edip muhafaza ediyor. Bu amellerine hem dünyada
hem de âhirette karşılık verecektir" demektir. Bu aynen:"Senin Rabbin
unutmaz "(Meryem, 64) âyeti gibidir. Bu âyette, günahlardan sakınıp
Allah'a itaat etsinler diye İsrâiloğutlarına ilâhî bir tehdid ve büyük bir korkutma
vardır.
İmdi şayet: "Allah'ın, "gafil değildir" diye
nitelendirilmesi doğru olur mu?" denilirse, deriz ki: Kâdî bunun doğru
olamayacağını, zira bunun, Allah hakkında gafletin olabileceği vehmini
uyandıracağını söylemiştir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü bir
varlıkta bir sıfatın olmadığını söylemek:
"O Allah'ı ne bir uyuklama ne de bir uyku alır"(Bakara,
255)ve: "O doyurur, fakat doyurulmaz"(En'am,14) âyetlerinin de
göstereceği gibi, o sıfatın o varlık hakkında düşünülmesinin doğru olabileceği
manasına gelmez.
[18]
"Onların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir
zümre vardır ki, Allah'ın kelâmını dinlerler, onu anladıktan sonra, bunu hile
bile,tahrif ederlerdi"(Bakara, 75).
Bil ki Cenâb-ı Hak, buraya kadar yahudilerin atalarının kötü fiillerini
zikredince, buradan itibaren de Hz.Muhammed (s.a.s) zamanında bulunan yahudilerin
kötü fiillerini açıklamıştır.Kaffâl (r.a) demiştir ki: Allah'ın bu sûrede
İsrailoğullarının kıssalarını zikretmesinde birkaç maksat vardır:
a) Bununla Hz.Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğine delil getirmek istemiştir. Çünkü Hz.Peygamber
(s.a.s) herhangi bir öğrenimde bulunmadan, bunları haber vermiştir. Bu ise,
ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Bu delilden faydalanma hususunda Ehl-i Kitap
ve Arablar müşterektirler. Ehl-i Kitab'ın müşterekliğine gelince, bu, onların
daha önce bu kıssaları bilmeleri; arada herhangi bir farklılık bulunmaksızın,
o kıssaları Hz.Muhammed (s.a.s)'den
işittiklerinde, şüphesiz Hz.Muhammed (s.a.s)'in bu kıssaları ancak vahiy yoluyla
almış olduğunu anlamalarıdır. Arablara gelince, onların, bu haberler hususunda
Ehl-i Kitab'ın Hz.Muhammed (s.a.s)'i tasdik ettiklerini müşahede etmiş
olmalarıdır.
b) İsrailoğullarına verilen
nimetleri ve horlanmış, köle edilmiş olmalarından sonra Allah'ın onları
Firavun'un âlinden kurtarması, Allah tarafından onlara yardım edilmesi,
onların hükümdarlar ve peygamberler yapılması, onlara yeryüzünde yerleşip
hükmetme imkânının verilmesi, onlar için denizin yarılması, düşmanlarının yok
edilmesi, Tevrat'ı indirmek suretiyle onlara nûr'un ve beyânın gönderilmesi;
buzağıya tapmaları, ahidlerini bozmaları, Allah'ı açıkça görme istekleri gibi
irtikâb etmiş oldukları günahlardan affedilmeleri, sonra onlara Tih çölünde
taştan, tatlı suyun çıkarılması, onlara bıldırcın ve kudret helvasının
indirilmesi ve bulutla gölgelendirilmek suretiyle güneşin hararetinden
korunmaları gibi, onların seleflerine vermiş olduğu çeşitli ikram ve nimetleri
sayıp dökmektir. Böylece Allah, eski ve yeni nimetlerini onlara
hatırlatmıştır..
c) Hz.Peygamber (s.a.s) İsrailoğuHarının daha önce kâfir olduklarını, peygamberlerine karşı çıktıklarını, onlarla ihtilâfa düştüklerini, onlara karşı inâd-laştıklannı, onlara karşı direttiklerini ve bu hususta önceki ümmetlerden hiçbirinin yapmadığı kadar ileri gittiklerini haber vermesidir. Bu böyledir, çünkü İsrâiloğulları apaçık delilleri gördükten kısa bir müddet sonra, Hz.Musâ (a.s) yanlarından ayrılır ayrılmaz, buzağıya tapınışlardır. Bu onların ahmak olduklarını gösterir. Sonra onlar o şehrin kapısından secde ederek girmekle ve, demekle emrolundukları, günahlarının bağışlanacağı, iyi olanlarına daha çok sevab verileceği vaadedildiği zaman onlar sözü değiştirmiş ve fâsık-lardan olmuşlardır. Daha sonra kudret helvası ve bıldırcın etinin yerine buğday ve soğan istemişler, Hz.Musâ (a.s)'ya iman ettikten ve kendisine inanacakları ve getirdiği şeylere uyacaklarına dâir verdikleri sözleri tutacaklarına teminat verdikten sonra Tevrat'ı kabui etmekten imtina etmiş de böylece tepelerine Tur dağı kaldırılmıştı.
Cumartesi gününde avlanmayı helâl sayarak haddi aşmışlardı. Sonra bir
inek kesmeleri emredildiğinde, "Bizimle alay mı ediyorsun?" diyerek
Hz.Musâ (a.s)'ya sözle karşı çıkmışlardı.Sonra Allah'ın o ölüyü dirilttiğini
gördükleri zaman kalpleri iyice katılaşmıştı. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmuştur: Aralarındaki işleri, Allah'ın sayelerinde onları aziz kıldığı ve
kölelikten, her türlü âfetten kurtardığı peygamberlerine karşı muameleleri de
bu olunca, onların soyundan gelenlerin Hz.Peygamber (s.a.s)'e yaptıkları şeyler
normal sayılabilir. Binaenaleyh Hz.Peygamber ve ey mü'minler, onlardan gördüğünüz
inâd ve haktan yüz çeviriş zorunuza gitmesin.
d) Sıralanan hadiselerde
yahûdilerin atalarının başına gelenlerin, Hz.Peygamber (s.a.s) zamanında
mevcud olan Ehl-i Kitab'ın da başına gelebileceği hususunda onları ikâz
etmektir.
e) Bu, yahûdilerin başına
geldiği gibi, müşrik Arapların da başına bu gibi şeylerin geleceği hususunda
onları ikâzdır.
f) Bu, Allah'ın kendilerini
hiç yoktan yaratmasına inandıkları halde, yeniden diriltmesini kabul etmeyen
müşrik Araplara bir delil getirmiştir. Cenâb-ı Allah'ın:"İşte Allah
ölüleri böyle diriltir" âyetinden muradı da budur.Bunları iyice
anladığında biz deriz ki: Hz.Peygamber (s.a.s), onları hakka davet etmeyi ve
onların imanı kabul etmelerini çok istiyordu. Onların inâd ve isyanları sebebi
ile de Hz.Peygamber (s.a.s)'in kalbi çok mahzun oluyordu. Böylece Allah,
Hz.Peygamber {s.a.s) zamanındaki Ehl-i Kitab'ın çok azının Hz.Peygamber
(s.a.s)'in tebliğini kabul etmesi ve uyması sebebiyle Hz.Peygamber (s.a.s)'i
teselli etmek için, apaçık delilleri müşahede etmelerine rağmen son derece
inâd gösteren İsrâiloğullarının durumlarını Peygamber (s.a.s) anlatmış ve şöyle
buyurmuştur:"Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ayette
birkaç mesele vardır:
[19]
Cenab-ı Allah'ın: ayetinde iki vecih vardır:
1) Ibn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: Bu hitap, sadece Hz.Peygamber
(s.a.s) edır. Çunku dine davet
eden, esasında odur. Kabul edilecek ve uyulacak kimseden maksad da
odur.Her nekadar ayetin lafzı umûmi ise de biz bu karineden dolayı onu, bu
husûsi manaya hamlettik." Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye girip,
yahudileri Allah'ın kitabına inanmaya davet ettiği ve onların da onu
yalanladığı zaman Cenab-ı Allah'ın bu ayeti indirdiği rivayet edilmiştir.
2) Bu Hasan el-Basri'nin
görüşüdür. Buna göre, ayetin muhatabları hem Hz. Peygamber (s.a.s), hem de
mü'minlerdir. Kadî, bu görüşün ayetin zahirine daha uygun olduğunu
söylemiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) her nekadar dine davet etmede, asıl
ise de, sahabe içinde onları îmana davet edip delilleri açıklayan ve onların
dikkatlerini o delillere çeken kimseler de bulunmaktaydı. Bu sebeple hem
Resûlullah (s.a.s)'ı hem de sahabeden böyle kimseleri kastederek, demiş olması
doğru olur. Bu doğruolunca ayetin zahirini terketmenin izahı yoktur.[20]
"Size inanmaları"
ayetinde kastedilen kimseler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zamanında yahudilerdir.
Çünkü imanın umulması ve umulmaması
onlar hakkında muteber olur, zira tama (ümid) şimdiki durum için olmayıp
gelecek için doğru olur.
Maksad, mü'minlerin davet ettikleri dinin esaslarını itiraf ve kabul
etmeleridir. Şayet imandan maksad Allah'a iman olsaydı ayetinde olduğu gibi Hz.
Lût. Hz. İbrahim'in nübüvvetini ve onu tasdikini itiraf etmemiş olurdu. Bundan
maksad, "Sizden ötürü, sizin söyleyip tasdik etmenizle sizin onları dine
davetteki şiddetiniz sebebiyle inanacaklarını mı umuyorsunuz?" demektir.
İzafet bunu ifade edebilir.
[21]
Onların imanlarını uzak bir ihtimal görmenin sebebi olarak alimler
birçok husus zikretmişlerdir:
İnanmalarının Az Muhtemel
1) Onlar Hz. Musa (a.s) ya
bile inanmadıkları hal-Oimasmın Sebepleri de, size iman edeceklerini mı
umuyorsunuz? Halbuki Hz. Musa (a.s) Allah'ın onları zilletten kurtarıp, bütün
dünyaya üstün kılmasına, peşpeşe mucizelerin ortaya çıkmasına ve düşmanlarının
başına çeşitli belaların gelmesine sebep olmuştu.
2) Siz onların iman edip
açıkça tasdik etmelerini mi umuyorsunuz? Halbuki onlar içinde hakkı bilenler
bile, hakkı itiraf etmeyip, aksine onu değiştirip bozmuşlardır.
3)
Bunların tefekkür ve
istidlal yolu ile sizlere inanmasını mı umuyorsunuz? Bu nasıl olur? Çünkü
onların atalarından bir kısım, Allah'ın sözlerini dinliyorlar, onların hak
olduğunu biliyorlar, sonra da inad edip inanmıyorlardı.
[22]
Bir kimse şöyle diyebilir: "Onlar, Allah'a iman etmekle
mükelleftirler. O halde: "Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? ayetinin
(yani size iman etmelerinin) manası nedir? Buna şöyle cevab verilir:
[23]
Allah Teâlâ'nın: Oysaki onlardan birgrub..." ayetin-deki bu grub
hakkında alimler ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bir kısmı, "Bunlardan
murad, Musa (a.s) zamanında bulunanlardır. Çünkü Hak Teâla bunların Allah'ın
kelamını dinlediğini söylemiştir. Allah'ın kelâmını dinleyenler ise mîkât ehli
(Hz. Musa ile Tür dağına giden seçme grub)dir" demişlerdir. Bazı alimler
de ayetteki ferik (cemaat)'ten muradın, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında bulunan
bir grubtur. Bu görüş doğruya daha yakındır. Çünkü; ayetindeki, zamiri
kendinden önce zikredilmiş olan insanlara râcidir. Bu, ayeti ile kastedilen
kimselerdir. Biz, imân etmeleri için arzu duyulan kimselerin, Hz. Peygamber
(s.a.s) zamanındaki yahudiler olduğunu açıklamıştık. Buna göre, eğer
"Allah'ın kelamını dinleyenler sadece mîkât ehlidir" denilirse, deriz
ki, "Bunu kabul etmiyoruz. Aksine Tevrat'ı dinleyen kimseler hakkında da,
"Onlar Allah'ın kelâmını dinlediler" denebilmektedir. Nitekim bizden
birine Kur'an okunduğu zaman, "O Allah'ın kelâmını dinledi" denilir.
[24]
Hak Tealâ'nın."Sonra onu tahrif ederler "ifâdesi ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[25]
Kaffâl şöyle demiştir: Tahrif, bozmak ve değiştirmek manasınadır. Bunun
aslı, birşeyden dönmek ve meyletmek manasıdır. Nitekim Cenab-ı Allah:
"Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilenin, yahud diğer bir
fırkaya katılıp yer tutanın hali müstesna..." (Enfal,16) buyurmuştur.
Tahrif, bir şeyi hakkından saptırmaktır. Bu manada, kalemin ucu hiç doğru
olmayıp eğri olduğu zaman, denilir.
[26]
Kâdî şöyle demiştir: "Tahrif, ya lâfızda ya, manada olur Tahrifi,
lâfzı değiştirme manasına hamletmek, manayt değiştirme manasına hamletmekten
evlâdır.
Çünkü Allah'ın kelâmı, olduğu gibi kaldığı halde, onlar onun manasını
değiştirdikleri zaman, kelâmın bizzat kendisini değil, manasını tahrif etmiş
olurlar. İbn Abbas (r.a)'dan yahudilerin dinledikleri ilahî kelâma ilâveler ve
çıkarmalar yaptıkları rivayet edilmiştir. Binâenaleyh tahrifi bu manaya
hamletmek mümkün olur ise, bu görüş daha evlâdır. Eğer bu mümkün olmazsa,
tahrifi, indirilmiş olan ilâhî kitab olduğu gibi kalmış olsa da, onun manasını
değiştirmeye hamletmek gerekir. Allah'ın kelâmı, Kur'an'ın zuhuru gibi,
mütevâtir bir şekilde ortaya çıktığında onun lâfızlarını değiştirmek imkansız
olur. Ama böyle olmadan önce, bizzat ilâhi kelamın lâfızlarını değiştirmek
imkansız değildir. Ancak bu hususta teenni ile hareket edilerek, meselenin
gözden geçirilmesi lazım. Eğer onların kelâm-ı İlâhi'yi değiştirmeleri, onun
hüccet olması yönüne tesir ediyor ise, Cenab-ı Hak mutlaka buna müdahale eder.
Eğer, bu hususta müessir değil ise, böyle bir değişiklik yapılmış olabilir.
Buna göre ilâhî kelâm hususunda tahrif denince anlaşılması gereken, bizim söylediğimiz
şekildeki taksimdir. Manadaki tahrife gelince bu bazan, kendisinden peygamberin
maksadının ne olduğu bilinemeyecek şekilde olan sözlerinde olabilen bir
değiştirmedir. Çünkü bir sözde peygamberin maksadı bilindiği zaman, bunları
bildikleri için insanların bu sözlerin manas\nv tahcrt etmeleri imkansız olur.
Nitekim bir kimsenin te'vîl ederek, domuz ile meyte (ölü hayvan) etinin ve
kanın haramlığını, başka bir manâya hamletmesi imkansızdır.
[27]
Bil ki biz, eğer, "Bu tahrifcilerin, Hz. Musa (a.s) zamanındaki
kimseler olduğunu söyler isek, gerçeğe en Yakın olan, onların Hz. Peygamber
(s.a.s) ile ilgili olmayan ayetleri değiştirmiş olmalarıdır. Rivayete
göre, yahûdiler içinden seçilen yetmiş kişi (ehl-i mîkât), Tür dağında
Hz. Musa (a.s) ile konuştuğu zaman Allah'ın sözünü, emirlerini ve yasaklarını
duydular. Sonra: "Allah'ın sözünün sonunda, "Eğer bu işleri
yapabilirseniz yapınız. Ama yapamazsanız bunda bir beis yoktur" dediğini
duyduk" dediler. Ama eğer bu tahrifcilerin, Hz. Muhammed (s.a.s)
zamanındaki yahûdiler olduklarını söyler isek, bundan maksadın onların Hz.
Peygamber'le ilgili ayetleri tahrif ettiklerini söylemek akla daha yakındır.
Bu ya onların Hz. Peygamberin vasıfları ile ilgili yerleri Tevrat'ta tahrif
ettikleri, yahut da recm ayetini tahrif ederken yaptıkları gibi seri hükümleri
tahrif ettikleri için söylenmiştir. Kur'an'ın zahiri onların neyi tahrif
ettiklerini göstermez.
[28]
Bir kimse şöyle diyebilir: "Bazılarının tahrife yeltenmeleri
yüzünden, geriye kalanların imânından na- sil ümîd kesmek gerekir? Çünkü bir
kısmının inâd etmesi, diğerlerinin imânına engel olamaz?" Kaf-fâl bu
soruya şöyle diyerek cevab vermiştir: Mananın şöyle olması muhtemeldir: Bunlar
nasıl imân etsin ki. Dinlerini sırf inâd olsun diye tahrif eden bir topluluktan
atıyor ve onlardan öğreniyorlar. Buna göre işte onlar, onlara ancak tahrif
ettiklerini ve yerinden değiştirdikleri şeyi öğretiyorlar. Taklitçiler, ancak
bunu kabul eder, Hakk'tn sözüne iltifat etmezler. Bu, tıpkı senin birisine
Yani "Senden aldıklarını ondan almaya devam edip, başkasından bîr şey
almazsan, nasıl iflah olursun?" demen gibidir.
[29]
Alimler, Hak Teâlâ'nın: hitabı hususunda ihtilâf ederek, bir kısmı
şöyle demiştir. Allah, bu fırkanın iman edeceğine dair onların ümidini sona
erdirmiştir. Bunlar belirli bir cemaattir. Diğerleriyse şöyle demiştir: Allah o
mü'minleri onların iman etmelerinden me'yûs kılmamış, ancak onların içine düştükleri
tahrif, tebdîl ve inâd etme gibi hallerden dolayı, onların iman etmelerini uzak
ihtimal görmek cihetinden, mü'minleri me'yûs düşürmüştür. Alimler şöyle
demiştir: Bu, kölelerimizin ve hizmetçilerimizin, beldelerimize mâlik olmayacaklarını
beklemiyor ve ummuyoruz. Sonra, onların beldelerimize o mâlik olamayacaklarına
dair kesin bir hüküm vermiyor, ancak bunu uzak görüyoruz.. Birisi şöyle
diyebilir; Allahu Teâlâ'nın, sözü, inkâr yoluyla zikredilmiş bir istifhamdır.
Bu ise, onların kesinlikle iman etmiyecekleri hususunda bir kat'tlik ifâde
eder. Buna göre, Allah'ın, iman etmi-yeceğini haber verdiği kimsenin iman
etmesi imkânsızdır. Bu durumda, haberle kjili olarak söylenen sözler, aynıstyla
geri döner.
Cenab-ı Hakk'ın, ifadesine gelince, bundan maksat onarın o sözün
doğruluğunu ve onların uydurdukları şeyin bozukluğunu bildikleri halde, bu
hususa, inâd ederek, kasıtlı olarak yönelmeleridir. İşte bu se-oepten ötürü
sözün onlardan âlim olanlara hamledilmesi gerekir. Onlar bunu
Allah'ın daha sonra: Ve onu az bir değer mukabilinde sattılar" (a.
imran, 187) ve: Onu, atalarını tanıdıktan gibi tanırlar" (Bakara, 146)
ayetlerinde de izah ettiği gibi, bir tür çıkar için yapmışlardır. Onların
sayılarının az olması da gerekir.
Çünkü kalabalık bir topluluğun inanmış olduğu şeyleri gizlemesi mümkün
değildir. Çünkü biz bunu mümkün gördüğümüzde, her nekadar sayı çoğalsa da,
Hakk'a bağlı olan, bâtılı kabul edenden ayrılamaz.
[30]
Cenab-ı Hakk'ın sözüne gelince, birisi şöyle diyebilir: "Cenab-ı Hakk'ın, "herhangi bir faydası olmayan bir tekrardır..." Kaffal, bunu iki şekilde cevaplamıştır:
a)
Onlar Allah'ın neyi murad
ettiğini iyice anladıktan sonra, onu, Allah'ın muradının o olmadığını bildikleri,
bozuk bir şekilde te'vil ettiler.
b)
Onlar, Allah'ın muradını
anlamışlar ve bozuk te'vilin, kendilerine Allah tarafından bir ceza ve günah
kazandıracağını bilmişlerdir. Günah olduğunu bildikleri şeyi kasıtlı olarak
değiştirdikleri zaman, onların kalblerinin katılığı daha fazla ve cüretleri de
daha büyük olur. Bundan maksat, Hz. Peygamberi onların inadlartna karşı
teselli etmek ve O'na sabır vermek ve onların inadları da daha büyük olunca, bu
teselli konusunda son derece müessir olmuş oldu.. Ayette iki mesele vardır:
[31]
Kadı, Allahu Teâlâ'nın: Bize iman etmelerini mi umuyorsunuz?"ifadesinin, yukarıda tefsiri geçtiği şekilde, onların imanının kendi taraflarından yapıldığını gösterir. Çünkü, eğer iman, Allah'ın onlarda yaratmasıyla olsaydı, daha Önce zikredilen grubun sıfatından dolayı, onların imanlarını ummak durumu değişmez ve bunun, Hz. Peygamber (s.a.s) ve mü'minler için bir teselli olması doğru olmazdı. Çünkü bu görüşe göre, onların iman etmek hususundaki durumları, Allahu Teâlâ'nın bunu yaratmasına bağlıdır. İmanın zail olması ise, Allah'ın onlarda o imanı yaratmamasına bağlıdır.
Bir başka yönden de şöyle diyebiliriz: Bu, onların tahrif ettikleri
şeyin doğru olduğunu bile bile, tahrîf konusundaki davranışlarından ötürü,
haketmiş oldukları günahı Allah'ın büyük göstermesidir. Eğer bu, Allah'ın
yaratmasıyta olsaydı, onların bilerek veya bilmeyerek olmasıyla netice
değişmezdi. Allahu Teâlâ1-nın zemmederek, tahrif işini onlara nisbet etmesi
bunu gösterir. Bil ki bu husustaki söz (yani Kâdî'ye verilecek cevap)
defalarca ve çeşitli tarzlarda geçmiştir; bunu burada tekrarın faydası yoktur..
[32]
Ebû Bekr er-Razî şöyle der: Ayet, inatçı âlimin cahile göre istikameti
bulmaktan daha uzak bir durumda olduğunu ve ondan ümid kesilmesinin daha makul
olduğunu gösterir. Zira ayet, hakkı bilerek inatçılık etmeleri sebebiyle,
onların yola gelmeleri ümidini izale etmektedir.
[33]
"Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık"
derler. Birbirleriyle başboşa kaldıklanndaysa, "Allah'ın size açmış olduğu
şeyi, Rabbimiz katında kendisiyle size karşı delil getirsinler diye mi onlara
söylüyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mü?" derler. Bilmezler mi ki Allah
onların sakladıklarını da, açığa vurduklarını da bilir" (Bakara, 76-77).
Bil ki, bu ayette bahsedilen husus, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki
.ahudilerin çirkin fiillerinin ikinci çeşididir.
İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Ehl-i Kitab'ın münafıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabıyla karşılaştıklarında onlara, "Sizin iman ettiğiniz şeye, biz de iman ettik ve arkadaşınız Muhammed'in doğru olduğuna, sözünün gerçek olduğuna biz de şehâdet ediyoruz. Kendi kitabımızda O'nun sıfat ve niteliklerini bulmaktayız" derlerdi. Sonra birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, elebaşları onlara: "Allah'ın kitabında Muhammed'in sıfatlarıyla ilgili olarak size açmış olduğu sırrı, size karşı delil getirsinler diye mi müslümanlara söylüyorsunuz?" derlerdi. Çünkü muhalif olan Tevrat'ın doğruluğunu ve Tevratın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine şehâdet ettiğini itiraf ettiğinde, bundan daha kuvvetli bir delil olmaz. Şüphesiz onlar birbirlerini, bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının yanında itiraf etmekten menediyorlardı.
Kaffâl şöyle demiştir. Allah'ın, İfa hitabı, Arapların, yani, "Bu
ilim ona rızık olarak verildi ve bu ilmi öğrenmek o şahsa kolaylaştırıldı"
ifâdesinden alınmıştır.
Cenab-ı Hakk'ın "Rabbiniz katında" ifâdesine gelince, bunda
birçok vecih bulunmaktadır.
a)
Ehl-i kitab, kendi
kitablannda bildirilen bir bilgiyi müslümanların öne sürüp, "Bu, sizin
kitabınızda da böyledir" demesini, Allah katında yapılan bir hüccetleşme
ve delil getirmek olarak görmüşlerdir. Sen bazen, "Bu, Allah'ın kitabında
böyledir" veya: "Bu, Allah katında böyledir" dersin ki, bunlar
aynı manaya gelirler.
b)
Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Yani, Rabbiniz hakkında sizinle hüc-cetleşsinler diye..."
mânasına gelir. Çünkü, Allah'ın gerekli kılmış olduğu, Peygamberlere tâbi olma
hususunda hüccet ve delil getirmenin, Allah hakkında bir delil getirmek ve
hüccetleşmek olarak vasfedilmesi uygundur. Çünkü bu hüccetleşme, Allah'ın dini
hususundadır.
c) Asamm şöyle söylemiştir.
Maksad şudur: "Kıyamet gününde ve sorgulama sırasında sizin aleyhinize
hüccet getirsinler diye mi?.. O zaman bu, o mahşer yerinde, bütün insanların
gözü önünde sizin daha çok kınanmanıza ve ayıplanmanıza yol açar.." Çünkü
bu durumda o kimse, önce Hakk'ı itiraf edip, sonra da inkârda diretmiş olan
kimse gibi, onu gizlemiş olmuyor. Bu sebepten ötürü yahudî topluluğu, bu
hususun ortaya çıkmasının, ahiret gününde onların rezil ve rüsvaylıklarını
arttıracağına inanıyorlardı.
d) Kadî Ebû Bekr şöyle
söylemiştir: Bir şeyi hüccet olarak öne süren kimse, bazan hüccetleşir ve bu
hüccetten maksadı da, hasmını yenmek suretiyle bir sürür ve neşe elde etmek
olur. Bazan da bu hüccetten amacı, hasmının özrünü geçersiz kılıp, ona Allah'ın
delilini anlatmak maksadıyla, te'dîb ve nasihattir.
İşte bunun gibi, yahudiler başbaşa kaldıklarında şöyle demişlerdir: "Muhakkak ki siz onlara, Allah'ın size Tevrat'ta açmış olduğu hüccetlerini söylediniz.. Böylece de onlar, bununla, tân ve nasîhatta bulunmak şeklinde ihticâc etme, hüccetleşme İmkânını elde ettiler.." Çünkü hücceti ve delili bu şekilde zikreden kimse, bazan arkadaşına şöyle der: Gerçekten ben, Allah katında, sana yapılması gereken görevimi yaptım ve benimle Rabbim arasındaki hücceti sana gösterdim. Eğer kabul edersen, kendine iyilik yapmış olursun; ama inkâr edersen, kaybeden ve hüsrana uğrayan ancak sen olursun..
e) Katfâl şöyle söylemiştir:
denildiği zaman, bundan maksat, "o, benim inancıma ve hükmüne göre
âlimdir" olur. Yine, "Bu, İmâm Şafiî katında helâldir;"
"Ebu Hanîfe yanında, katında haramdır" denildiğinde, bundan
kastedilen, "onların hükmüne göre" dir. Buna göre ayetinin mânası,
"Allah'ın hükmüne göre bu delillerle aleyhinize hüccet getirilsin diye
mi?" şeklinde olur. Bazı alimler ise, Cenab-ı Hakk'ın:
"Eğer onlar, şahidlert getiremezlerse... İşte o zaman onlar Allah
katında ya-lancılann ta kendileridir" (Nur. 13) ayetini, "Allah'ın
hükmüne ve yargısına göre" şeklinde te'vil etmişlerdir. Çünkü, zina
isnadında bulunan kimse şahidleri getiremediği zaman, doğru söylüyor bile
olsa, ona yalancıya uygulanan hüküm tatbik edilir.
[34]
Cenab-ı Hakk'ın, "Bunu anlamıyor musunuz?" ayetine gelince,
bunda birkaç vecih bulunmaktadır:
a)
Bu hitâb mü'minlere râcidir.
Cenab-ı Hak, sanki söyle demiştir. "Onların iman etmelerini ummanızı
gerektirecek bir durum olmadığına dair, onların vasıfları hakkında zikretmiş
olduğum şeyleri anlamıyor musunuz?" Bu Hasan el-Basrî 'nin görüşüdür.
b) Bu.yahudilere râcidir. Buna
göre sanki onlar birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, şöyle demişlerdir:
"Siz müslümanlara, vebali ve sorumluluğu size ait olacak şeyleri söylüyor
ve böylece söylediklerinizle aleyhinize hüccet getirmiş oluyorsunuz? Bunun, şu
anda içinde bulunduğunuz duruma uymadığını anlamıyor musunuz?" Bu izah
şekli daha açıktır; çünkü bu açıklama onlar hakkındaki sözün bir devamı
mahiyetindedir; binaenaleyh, sözü yahu-dilerden başkasına hamletmenin gereği
yoktur...
Cenab-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın sakladıkları şeyleri de, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?" ayetine gelince, bunda iki görüş vardır:
1)
Bu, çoğunluğun görüşüdür ki;
buna göre yahudiier Allah'ı tanıyorlar, O'nun gizliyi de aşikâr olanı da
bildiğine inanıyorlardı. İşte bundan c Cenâb-ı Hak onları bununla korkutmuştur.
2) Yahudiler bunu
bilmiyorlardı; bu sebeple de Cenab-ı Hak onları bu sözte tefekkür etmeye;
kendilerinin, gizliyi de aşikâr olanı da bilen bir Rableri olduğunu anlamaya
ve nifaklarından dolayı başlarına gelebilecek bir azabtan emin olamıyacaklarını
düşünmeye sevk ve teşvik etmiştir. Her iki görüşe göre de. bu söz onları
ikiyüzlülükten ve birbirlerine, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine dair
delilleri saklamayı tavsiye etmekten men ve nehiydir. Doğruya en yakın olansa,
bu hitaba muhatap olan yahudilerin, bunu bilmekte olduklarıdır. Çünkü, bir şeyi
bilmedikçe, bir kimse için "O, şunu şunu bilmiyor mu?" demenin, men
edici ve yasaklayıcı bir tarafı yoktur. Ancak onu bildiği zaman, o şey o
kimseyi bu fiili işlemekten men eder.
Âlimlerden bazıları ise, şunu söylemiştir: Allah'ı tanımayan, O'nun
gizliyi ve aşikâr olanı bildiğine inanmayan münafıklar gibi olmadıkları halde,
bu yahudiier Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine dair delilleri
açıklamamalarını gizlice dindaşlarına söylemeyi nasıl oluyor da makul
buluyorlar, (Allah'dan saklayacaklarını nasıl zannedebilirler?) Onların bu
halleri, doğrusu pek hayret vericidir.
Kâdî şöyle demiştir: Ayet birkaç hususa delâlet etmektedir;
a) Eğer kulların fiillerinin
yaratıcısı Allah ise, onları bu fiil ve sözlerden men etmesi nasıl doğru
olabilir?
b) Ayet delil getirme ve
incelemenin sağlıklı bir yol olduğuna ve, sahabe ve müminlerinin yolunun da bu
olduğuna; bunun yahudilerce de bilindiği için, birbirlerine bu sözü
söylediklerine delâlet etmektedir.
c)
Ayet, hüccetin bazan ilzamî
(kabule zorlayıcı) olduğuna delâlet etmektedir; çünkü, onlar Tevrat'ın
doğruluğunu ve, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden delilleri
ihtiva ettiğini itiraf edince, onlara Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini
tasdik etmek gerekir. Ama şayet bu iki mukaddimeyi kabul etmemiş olsalardı,
delil ve ihticâc tam olamayacaktı.
d) Âyet keza bir günahı, günah olduğunu bile bile işleyen kimsenin
Allah katında çok büyük bir günahkâr ve suçlu olduğuna delâlet etmektedir.
Allah en iyi bilendir.
"Onların içinde, Kİtâb'ı bilmeyen ürnmtler vardır. Bildikleri
sadece bir sürü asılsız şeylerdir ve ancak zanda bulunurlar. Onu az bir değer
karşılığında satmak için elleriyle kitabı yazıp sonra da: "Bu Allah
katındandır" diyenlere yazıklar olsun! Vay ellerinin yazdıklarından ötürü
başlarına geleceklere! Vay kazanmakta oldukları şeyden dolayı onlara!"
(Bakara. 78-79).
Bil ki, Cenab-ı Hakk'ın: "Onlardan ümmîler vardır" sözüyle murad edilenler yahudilerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak onları inadla niteleyip, onların inanmalarını ummayı ve beklemeyi izâle edince, artık onların fırka ve gruplarını açıklamıştır.
Buna göre:
Birinci fırka, sapmış ve başkalarını da
sapıtmakta olan fırkadır ki bunlar, Kitabın kelimelerini yerinden değiştirmekte
ve oynatmaktadırlar.
İkinci fırka, münafıklardır.
Üçüncü fırka, münafıklarla mücadele
edenlerdir.
Dördüncü fırka, bu ayette zikredilenlerdir
ki, bunlar okuması ve yazması olmayan, taklide tâbi olan ve kendilerine
söyfenenleri kabul eden ümmî taba-Kasıdtr.. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak,
imanı kabul etmekten kaçınanların bu imtinâlarının sebebinin tek olmadığını,
aksine onlardan her tabakanın bir red ve imtina sebebi olduğunu açıklamıştır.
İmdi her kim, Allahu Teâlâ'nın yahudilerin fırkalarına dair zikretmiş
olduğu açıklamaları düşünür ve tezekkür ederse, bu hususun, ayniyle bu ümmet
.cinde de bulunduğunu görecektir. Çünkü onlar içinde Hakk'a karşı inâdla-şan,
başkalarını saptırmaya gayret eden kimseler olduğu gibi, aynı şekilde orta
yolu takib eden, yine taklide tâbi olan sırf ümmî kimseler de bulunmaktadır. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[35]
Alimler "ümmî" kelimesinin manasında ihtilâf ettiler-
Bazıları 'O, ne bir kitabı ne de bir peygamberi ikrâr etmemiş kimse
manasınadır" derken, diğerleri "Okur-yazar olmayan kimse
manasınadır" demişlerdir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayet
yahudiler hakkındadır. Yahudiler ise Tevrat'ı ve peygamberlerini ikrâr ediyor,
kabul ettiklerini söylüyorlardı. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s):, Biz ümmi bir
ümmetiz, yazı yazmayı ve tiesab yapmayı bilmeyiz[36]
buyurmuştur. Bu hadis.de ikinci görüşün doğruluğuna delâlet eder. Ayrıca Hak
Teâlâ'-nın: "Kitabı bilmezler
buyruğu da ancak bu görüşe uygun düşmektedir.
[37]
kelimesi, kelimesinin cem'idir. Bu kelimenin, temelde aynı olan
birbirine yakın birçok ma- naları vardır:
1) Bu, insanın tahayyül
ettiği, aklında meydana gelebileceğine karar verdiği ve olacağından bahsettiği
şey, yani "kuruntu" dur. Arapların, "Falan zat, falan zata
vaaâde bulunuyor ve ona boş ümid veriyor" sözü ve Allah Teâlâ'nın:
"(Şeytan) onlara vaa'd eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Halbuki
şeytan onlara, aldatmadan, başka birşey vaa'd etmez" (Nisa, 120)
ayetindeki ,kelimesi bu manayadır. Biz (kelimesini bu mânâda tefsir edersek),
ayeti, "Onlar ancak, hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini muaheze
etmeyeceğini, peygamber atalarının kendilerine şefaatçi olacağını zannederler,
din adamları da, "Cehennem azabının ancak sayılı birkaç gün onlara
dokunacağı" kuruntusunu verir" manasına getir.
2) "Ancak alimlerinden
duyup onları taklid ederek kabul ettikleri uydurma yalanlar" manasınadır.
Bir bedevî İbn De'be'ye söylediği bir şey hakkında şöyle demiştir: Bu rivayet
ettiğin bir şey mi, temmenni ettiğin birşey mi, yoksa uydurduğun bir şey midir?
3) "Ancak okudukları
şeyleri..." manasınadır. Bu mana da, Arapların: "Allah'ın kitabını
ilk gecede okudu" ifâdesinden alınmıştır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir:
"Kelime, "Takdir etti, düşündü" manasına gelen ^* fiilinden
türemiştir. Çünkü temennide bulunan bir kimse, kendi kendine bir takdir ve
tahminde bulunup, olmasını arzu ettiği şeyin olabileceğini düşünür.
"Uyduran ve okuyan kimse de, şu kelimeden sonra şu kelimenin gelmesini
takdir eder, düşünür".
Ebu Müslim şöyle demiştir: Bu lâfzı, kalbin temennisi manasında anlamak,
Allah'ın:
"On/ar, "Cennete ancak yahüdi veya hıristiyan olanlar
gireceklerdir" dediler. Bu onların temennileridir" (Bakara, mj
ayetinin delâletine göre, daha evlâdır. Cenab-ı Allah:
"(İş) ne sizin temennilerinizle, ne de Ehl-i kitab'm kuruntulanyla
(olup bitmiş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür"
(Nisa, 123);
"Bunlar onların tenennileridir. Onlara: "Haydi delillerinizi
getirin" de" [Bakara, 111); Ve:
"Onlar, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka birşey
değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi zamandan başka birşey helak etmiyor"
dediler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar sadece zanları
üzere konuşuyorlar'' (Casiye, 24) buyurmuştur. Bütün bu ayetlerdeki ümniye ve
zan kelimeleri, "Düşünüp tahmin ediyorlar" manasınadır.
Ekseri âlimler şöyle demiştir: Bu kelimeyi "okumak, okudukları
şey" manasına hamletmek daha evlâdır. Nitekim:
O birşey okuduğu zaman, şeytan onun okumasına birşey atmıştır'' (Hacc,
52) Duyurulmuştur. Ve, zira bu kelimeyi "okuma" manasına almak,
ayetteki is-:snaya da daha uygundur. Çünkü biz kelimeyi bu manaya hamlettiğimiz
kelimenin istisna ile bir alakası olmuş olur. Buna göre de sanki Cenab-ı -ak bu
ayette: " Onlar kitabtan ancak kendilerine okunup da dinledikleri miktarı,
kendilerine anlatılıp da kubul ettikleri miktarı bilirler. Sonra onlar bunlar
özerinde tefekkür etmeye muktedir olamazlar" buyurmaktadır. Eğer kelime,
uydurma sözler, yalanlar, zan, insanın düşünüp karar verdiği şeyler manasına
hamledilir ise, bunda istisna yapmak çok nâdir birşey olur.
[38]
Cenab-ı Hakk'ın: "Lâkin
birtakım ümniyeler bilirler" ifâdesi "istisnâ-i munkatı"dır.
Şâir Nâbiğa şöyle demiştir:
"Güçlü olmayan bir yemin ettim. Çünkü gâlbteki bir kimse hakkında
bilgimiz yok, İâkin hüsnü zannım vardır." Ayetteki, kelimesi, şeddesiz
olarak, şeklinde de okunmuştur.
Cenab-ı Allah'ın: "Onlar ancak tanda bulunuyorlar" ifadesi,
bizim söylediğimizin sanki gerçek olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer, kelimesi
ile, "aslı olmayan işleri var diye düşünüp takdir etmek" manası murad
edilir ise, ki bu "zan" demektir, o zaman burada bir tekrar olmuş
olur. Birisi: "Zan başkadır, gönülden, akıldan geçen düşünce başkadır.
Binaenaleyh bu ayette bir tekrarın olması gerekmez" diyebilir. Biz
kelimeyi "okunan şey, okumak" manasında alır isek ayetin manası daha
güzel olur. Buna göre Cenab-ı Allah sanki, "Onlardan, kitabı ancak
kendilerine okunması ve onu dinlemeleri yolu ile, ancak kitabın te'vili
istendiği gibi kendilerine söylenmesi ve onu doğru zannetmeleri yolu ile
bilenler vardır" buyurmakta ve bu yolun insanı hakikate ulaştırmadığını
beyân etmektedir.
[39]
Bu ayette bazı meseleler vardır:
1) Marifetler (bilgiler),
sonradan kazanılır, zarurî değildir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, bilmeyen ve
zanna göre hareket eden kimseleri zemmetmiştir.
2)
Taklid, kesinlikle
temelsizdir. Bu müşkildir. Çünkü ferî (ikinci derece meselelerde, fıkhî
hükümlerde) taklit bize göre caizdir.
3) Başkalarını saptıran kimse
zemmedildiği gibi, onun saptırmasına aldanarak sapan kimse de zemmedilir,
kınanır. Çünkü Cenab-ı Hak, bu durumda oldukları halde, onları kınamıştır.
4) Dinin temel meselelerinde
(yani itikadı meselelerde), zan ile yetinmek caiz değildir. En iyi Allah
bilir.
Hak Teâlâ'nın: "Yazıklar olsun..." ifâdesi hususunda alimler
şöyle demişlerdir: her üzüntülü, zorda kalmış insanın söylediği bir
kelimedir." İbn Abbas (r.a), "Elem veren azabdır" demiş.
Süfyan-ı Sevri'den, onun cehennemdekilerin bederilerinden akan irin manasına
olduğu rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir.
"O (Veyl), cehennemdeki bir vadidir. Kâfir, o vadinin dibine
ulaşıncaya kadar kırk sene aşağı doğru düşer".[40]
Kâdî de şöyle demiştir: "Veyl, son derece va'-îd ve ilâhî tehdidi
ifâde etmektedir." Veyl ister cehennemdeki bir vadinin adı olsun ister
büyük azab mânâsına olsun, Kâdî'nin söylediği manada şüphe yoktur.
Allahu Teâlâ'nın: "Elleriyle kitabı yazıyorlar" ifadesinde
iki vecih vardır:
1)
Bir adama yazması
emredildiği zaman, (yazdım) der. Buna göre "elleriyle" ifâdesinin
manası, "Onlardan bu yazma işi ancak bu şekilde vâki oldu" şeklinde
olur.
2) Bu ifâde te'kid içindir.
Burası te'kid yapılması güzel olan bir yerdir. Nitekim sen, yazdığı şeyi
bildiğini inkâr eden kimseve: "Ey falan, bunu sen elinle yazmıştın"
dersin.
Cenab-ı Allah'ın: "Sonra da bu Allah indin-dendir, diyorlar" ayetinden murad, bu yazma işini yapan ve bu fiili işleyen kimselerin son derece aşağılık kimseler olduğunu anlatmaktır. Çünkü onlar dinden saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlar, ahiret saadetlerine karşılık dünyayı satın almışlardır. Bundan dolayı onların günahı başkaların in kinden daha büyüktür. Çünkü malumdur ki başkalarına zarar verecek bir yalanın günahı daha büyüktür. Allah'a karşı yalan söyleyen, bu yalanına saptırma işini ilâve eden, bu ikisine dünya sevgisini ekleyip onu elde etmek için hileler kuran, bunlara ilaveten ömür boyu devamlı olarak insanları sapıtacakları bir yola sevke-den bir kimsenin günahı artık nasıl olur İyi düşünülsün? İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah onların yaptıkları bu işin büyük (bir günah) olduğunu bildirmiştir. Eğer "Hak Teâlâ onların İki durumunu hikâye etmiştir: Birisi kitab yazmaları, diğeri de o yazdıklarını yalan söyleyerek Allah'a isnâd etmeleri.. Ayetteki bu tehdid ya onların kitab yazmalarından, veya yazılan şeyi Allah'a isnâd etmelerinden, veyahut da her ikisinden dolayıdır" denilir ise deriz ki: Başkalarını saptırmak için bâtıl, asılsız şeyler yazmak kötü fiillerdendir. Allah Teâlâ hakkında yalan söylemek de böyledir. Ama bu ikisini birden yapmak gerçekten çok büyük bir günahtır. [41]
Cenab-ı Hakk'ın: "Onu az bir pahaya (fiyata) satmak için"
ifâdesi iki şeye işaret etmektedir:
1)
Bu, onların son derece
bahtsız (şâkî) olduklarına işarettir. Çünkü akıllı olanın, dünyevî çok bir ecir
karşılığında âhirette az bir vebale bile razı olmaması gerekir. Öyle ise onun,
dünyevî değersiz bir menfaat yüzünden âhirette büyük bir azaba düşmeyi göze
alması nasıl makul olabilir?
2)
Bu ifâde, onların bu
tahrifi, dînî bir iş olarak değil, mal ve makam elde etmek için yaptıklarını
gösteriyor. Bu, karşılıklı rıza olsa bile bâtıl bir şeye karşılık mal almanın
haram olduğuna delâlet eder. Çünkü onlara verilen mallar severek ve rızâ ile
veriliyor idi. Bununla beraber Cenab-ı Allah, bunun haram olduğuna dikkat
çekmiştir.
Cenab-ı Allah'ın: "Elleri ile yazdıkları şeylerden dolayı onlara yazıklar olsun" buyruğundan murad şudur: Onların sırf yazmaları dahi tek başına büyük bir günahtır. Keza bunlara karşılık mal ve para almaları da ayrıca büyük bir günahtır. Bundan dolayı, "veyl" sözü yaptıkları iş için tekrar edildi. Eğer tekrar edilmemiş olsaydı, "Bu iki işi (yani kitab yazıp onu Allah'a isnâd etme işi) birlikte büyük va'îdi gerektirmiştir, yoksa tek tek değil" denebilirdi. Ama Cenab-ı Allah bu şüpheyi böylece gidermiştir.
Müfessirler ayetteki, "Ve kazandıklarından dolayı.." ifâdesi
hususunda, bundan murad "Sadece bu yazma ve tahrif için kazandıklarından
dolayı" manası mıdır; yoksa "diğer günahlarından dolayı" manası
mıdır? diye alimler ihtilâf etmişlerdir. Söz dizisine en uygun olan bu ayette
kastedilenin, onların bu yolla aldıkları anlatılan mallar olmasıdır. Fakat
umûmî olması itibarı ile, bu ifâdenin herşeye şâmil olması da doğru olur. Fakat
onların kazançları bu kayıd ile kayıtlanmadığı zaman, kazançtan dolayı va'îd
ve tehdid yerinde olmayacağı için önceki görüş tercih edilmiştir. Çünkü kazanca
helâl olanı da girebilir. Bundan dolayı onların va'îde müstehak olan
kazançlarının takyîd edilmesi, yani hangi kazançlarının böyle olduğunun
belirtilmesi gerekir. Burada takyîd için en uygun olan da daha önce zikredilmiş
olan şeydir.
Kâdî şöyle demiştir: Bu ayet, onların bu yazma fiillerinin Allah'ın
yarattığı şeyler olmadığını gösterir. Çünkü onların yazmalarını Allah yaratmış
olsaydı, yahudilerin, "Bunlar Allah indindendir" diye bunları Allah'a
izafe etmeleri gerçeğin ifâdesi olurdu. Zira Hak Teâlâ bunları onlarda
yarattığı zaman, farzet ki kul onu kesbetmiştir, ama fiilin yaratanına nisbet
edilmesi, onu kesbedene nisbet edilmesinden daha kuvvetlidir. Bu sebeple o
yazma işinin Allah'a isnâd edilmesi, kula isnâd edilmesinden daha evlâ olurdu.
Bu sebeple onların bu husustaki sözleri ile övülmeye hak kazanmaları gerekirdi.
Çünkü buna göre onların yazdıkları Allah katından olmuş otur. Böyle olmadığı
için, biz bu yazma işinin Allah'ın yarattığı bir iş olmadığını anlamış
olduk." Buna şu şekilde cevap verilir: Bahsedilen delillere göre bu yazma
işine sevkeden sebep Allah'ın yarattığı şeylerdendir. Bu sebeple yazma işi de
Allah'ın yarattığı şeylerdendir. Allah en iyi bilendir.
[42]
"Onlar "Cehennem bize ancak sayılı günler dokunacaktır"
dediler. (Onlara) de ki: Allah'dan bir ahid mi aldınız? Öyle ise Allah ahdinden
asla caymaz. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?"
(Bakara, 80).
Bil ki bu söz onların çirkin söz ve fiillerinin ücüncüsüdür. Bu da
onların, Allah'ın kendilerine birkaç gün dışında azab etmeyeceğini kesinkes
söylemeleridir. Bu kesin hükme, akıl ile varılması imkânsızdır. Ama bizim,
"Şüphesiz Allah ne isterse ona hükmeder" sözümüze göre, Allah'ın
fiillerine hiç kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bu sebeple böyle bir şeyi ancak
naklî delil ile bilmek mümkündür. Mu'tezile'ye göre akıl, günahları sebebi ile
devamlı bir ilâhî cezaya müstahak olunduğunu gösterir. Akıl buna delâlet
edince, ceza için bir müddet takdir edildiği ve sonra da bu cezanın biteceği
hususunda, bunu açıklayan naklî bir delile muhtaç olunur. Bu sebeple her iki
mezhebe göre de nak-delil olmadan bunu bilmeye imkan yoktur. Nakli delil olan
bir meselede, aklen vermek caiz değildir.
Burada iki mesele vardır:
[43]
Alimler "sayılı günler" hususunda iki görüş belirtmislerdir:
a) (gün|er) |âfzı ancak on ve
daha aşağı sayıda günü gösterir. On günden fazlası için kullanılmaz. Buna göre
(beş gün), (on gün) denilir (onbir gün) denmez. Ne varki bu kaide, Cenab-ı
Hakk'ın, "Sizden Öncekilere farz kılındığı gibi size de muttaktierden
olasınız diye sayılı günlerde oruç tutmak farz kılındı" (Bakara,
183-184)ayeti ile bir müşkillik arzeder. Bu ayetteki sayılı günler bir ayın
bütün günleridir. Bir ayın günleri ise ongünden daha fazladır.
Bir de Kâdî şöyle demiştir: lâfzının on veya daha aşağı bir sayıya
hamleditdiği sabit olunca, en uygun olan, bu kelimenin en azını veya en çoğunu
ifâde ettiğini söylemektir. Çünkü bunun üç gün olduğunu söyleyen, "Bunu
en azına hamlediyorum" diyebilir. Bu, izahı mümkün bir sözdür. Yine o
lâfzın on günü ifâde ettiğini söyleyen de, "Onu en çoğuna
hamlediyorum" diyebilir. Bu sözün de izahı mümkündür. Ama o lâfzın
"on"dan az, üçten çok bir sayıya hamlediimesinin izahı mümkün
değildir. Çünkü ikisi arasındaki sayıların herhangi birinin diğerlerine bir
üstünlüğü yoktur. Meğer ki bunu belirleyen sahih bir rivayet varid olsun. İşte
o zaman o rivayete göre hüküm verilir.
Müfessirlerden bir grub, lâfzını, yedi gün diye tefsir etmişlerdir. Bu
hususta Mücâhid şöyle der: Yahudiler dünyanın ömrünün yedibin sene olduğunu
söylüyorlar. Buna göre Cenab-ı Hak, her bin yıla karşılık onlara bir gün azab
edecek demektir. Bu sebeble onlar, "Allah bize yedi gün azab edecektir''
demişlerdir. Esâm bazı yahûdilerden, buzağıya sadece yedi gün tapmış
olduklarını, bundan dolayı "Allah bize yedi gün azab edecek ' dediklerini
nakletmiştir. Her iki görüş de zayıftır. İlkinin zayıf olmasına gelince, dünyanın
Ömrünün yedibin sene oluşu ile, onların azabının yedi gün olması arasında
kesinlikle birbirini gerektirecek bir alâka yoktur. İkinci görüşe gelince,
yedi gün isyan etmiş olmalarından dolayı azablarının da yedi gün olması
gerekmez.
Biz ise şöyle diyoruz: Herşeyin mâliki ve sahibi Allah olduğu için,
O'nun yaptığı her şey güzeldir. Mutezileye göre, günahkâr tevbe etmediği veya
affolunmadığı müddetçe, isyanından Ötürü ebedî cezaya hak kazanır. Buna göre
şayet: "Cenab-ı Allah bir günaha karşılık daha fazla ceza vermeyi
menederek: "Kötülüğün cezası, mlslt ile kötülüktür" (şûra,40)
buyurmuştur. Bu sebeple cezanın suçtan fazla olmaması gerekir" denilir
ise biz deriz ki: Günahın cezası, nimete göre artar. Allah'ın kullarına olan
nimeti sayısız ve sınırsız olunca, onların günahları da son derece büyük olur.
b)
İbn Abbas (r.a)'ın; lâfzını,
yahudilerin buzağıya taptıkları günlerin sayısı olan "kırk gün" ile
tefsir ettiği rivayet edilmiştir. "Yedi gün" tefsiri için söylenenler
bu hususta da söylenir.
Bir üçüncü görüş de şudur: Ayetteki "sayılı" lâfzının tıpkı, "O (Yûsuf u) az bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar" {Yûsuf, 20) ayetinde de olduğu gibi, "az" manasına geldiği söylenmiştir. [44]
Hanefiler, hayızın en az müddetinin üç, en çoğunun ise on gün olduğuna
zâhib olmuşlar ve buna Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Hayızlı olduğun günlerde
namazı bırak"[45]
hadisini delil getirmişlerdir. Buna göre hayzın müddeti, lâfzı ile ifâde edilen
günler sayısıncadır. lâfzı ile ifâde edilen günlerin en azı üç, en çoğu ondur.
Bu sebeple hayız müddetinin en azının üç, en çoğunun ise on gün olması gerekir.
Bu husustaki müşkitlik yukarıda geçmişti.
[46]
Hak Teâlâ bu ayette: "Onlar
cehennem bize ancak
sayılı günler dokunacaktır" dediler."; Al-i İmran
sûresinde ise: "Ancak sayılı günler" (Ali imran, 24) buyurmuştur.
Birisi şöyle diyebilir: Her iki ayette de mevsûf aynı (günler) lâfzı otduğu
halde, niçin bu kelimenin sıfatı birinci ayette ikincisinde ise, şeklinde
gelmiştir? Cevab: İsim eğer müzekker
olur ise, onun cem'inin sıfatı sonunda "ta" harfi bulunan müennes bir
kelime olur. Meselâ: ve, Eğer isim müennes olur ise, onun cem'inin sıfatı cem'i
müennes salim olur. Mesela: testi (kırık testiler); (kırba), (kırık su
kırbaları) denilir. Ne var ki bazan nâdir olarak isim müzekker olduğu halde,
cem'i ve sıfatı,cem'i müennesi salim olarak gelir. Mesela, (güvercin),
(güvercinler); ve ot (gerilmiş develer) denilir. İşte: (al-i imran, 24} ve o
"Belirli günlerde" (Hacc. 28) ayetlerinde de aynı şey vardır. Buna
göre Cenab-ı Allah, Bakara suresinde asıl şekli ile-ki bu şeklidir.-Al-i İmran sûre sinde ise ikinci
şekli ile getirmiştir.
[47]
Cenab-ı Allah'ın: "(Onlara) de ki: AUah'dan bir ahld mi aldınız.
Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz" ayeti hususunda birçok mesele vardır:
[48]
Buradaki ahd, Allah'ın vaadi ve haberi manasınadır. Allah, bu ayette
"haber vermesini" "ahd" diye adlandırmıştır. Çünkü Allah'ın
haberi, bizim yemin ve adaklarımızla kuvvetlendirdiğimiz sözlerimizden daha
kuvvetlidir. Buna göre, "Allah'ın ahdi ancak bu şekilde ofur" demektir.
[49]
Keşşaf sahibi, Cenab-ı Hakk'ın: "Allah ahdînden caymaz"
ifâdesinin, mahzuf bir şeye bağlı olduğunun, o mahzufun takdirinin ise:
"Eğer Allah'dan bir ahid almış iseniz,biliniz ki Allah ahdinden asla
caymaz" şeklinde olduğunu söylemiştiı[50]
Allah'ın: ifâdesi, bir soru değil, aksine bir inkârı ifâdedir. (Yani
"ahid aldınız mı?" değil, "ahid almışsınız ha!"
manasınadır.) Çünkü yahudilerin zanlarını iptal etmek için Hz. Peygamber
(s.a.s)'in delilini onlardan sorması caiz değildir. Allah, bunu emretmekten
münezzehtir. Aksine bu onların istidlal ediş şekillerine dikkat çekmedir. Bu
ise, o şeyi bilmeye nakilden başka bir yotun olmadığını anlatmaktır. Bu
hususta naklî bir delil olmayınca da, bu görüşün kesin olarak ifâde edilememesi
gerekir.
[51]
Allah Teâlâ'nın: "Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz"
ifâdesi, O'nun va'ad ve va'îdi hususunda yalan söylemekten münezzeh olduğuna
delâlet eder. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Çünkü yalan, noksanlık
ifâde eden bir sıfattır. Noksanlık ise Allah için imkansızdır."
[52]
Mu'tezile de şöyle demiştir: Çünkü Cenab-ı Hak, çirkinin çirkinliğini,
kendisinin çirkinlikten (kötülükten) müstağnî olduğunu bilir. Yalan söylemek
çirkin bir iştir. Çünkü o yalandır. Çirkinin (kabinin) çirkinliğini ve ona
ihtiyacı olmadığını bilen kimsenin, yatan söylemesi imkansız olur. Binaenaleyh
bu, Al-lah'dan yalanın sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösterir. İşte bu
sebeple Cenab-ı Hak: "Allah asla ahdinden caymaz" demiştir. Buna göre
eğer, "And, va'ad manasınadır; birşeyin hasseten zikredilmesi, onun
dışındaki şeylerin nefyi mânasına gelir. Bu sebeple, Allah va'adinden
dönmeyeceğini hasseten ifâde edince biz, Allah'ın vaidinden caymasının caiz
olduğunu anlarız. Sonra akıl da buna uygundur. Çünkü va'adden dönmek kötü,
va'îdden (tehdid ve korkutmadan) dönmek ise lütuftur" denilir ise deriz
ki: Zikredilen deliller her türlü yalan için geçerlidir.
[53] .
Cübbâi şöyle demiştir: Bu ayet Allah'ın, Hz. Musa (a.s)'ya ve ondan
sonra gelen diğer peygamberle- re, günahkârları ve büyük günah sahiplerini,
azab ettikten sonra cehennemden çıkaracağına söz vermediğini gösterir. Çünkü
Allah'u Teâlâ, eğer onlara bu sözü vermiş olsaydı, yahudilerin bu sözünü
yadırgaması doğru olmazdı. Hak Teâlâ'nın onlara böyle bir söz vermediği, ve
onlara günahkarlara olan va'îdinden bahsettiği sabit olunca, ve bundan
bahsetmek sureti ile günaha düşmekten onları menedince, Va'idiyye
(Mû'tezile)'nin görüşüne göre, onların ahiretteki azabının ebedî olması
gerekir. Bu durum başka ümmetler hakkında sabit olunca, bu ümmet hakkında da
söz konusu olmast gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın va'ad ve va'îdleri ile ilgili
hükümlerinin ümmetlere göre değişmesi caiz olmaz. Çünkü bunların hepsinden
sudur eden günahın derecesi aynıdır.
[54]
Bil ki bu izah tarzı son derece zorlama ile yapılmıştır. Biz deriz ki:
"Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ya büyük günah sahiblerini cehennemden
daha sonra çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözünü kabul etmiyoruz.
"Eğer onlara bu va'adde bulunmuş olsa idi, yahudilerin o sözlerini
reddetmezdi" sözüne gelince, buna karşt biz deriz ki: "Sen niçin
"Eğer Allah onlara bunu vaa'detmiş olsa İdi, yahudilerin bu sözünü
reddetmezdi" dedin? Bunların birbirini gerektirmesi hususundaki delilin
nedir?" Sonra biz, şer'an bunların birbirini gerektirmeyeceğini birkaç
yönden açıklayabiliriz:
a)
Belki de Cenab-ı Hak, sırf
onlar azab edilecekleri günleri az sandıkları için, bu sözü yadırgamıştır.
Bunun onların: "Bize ateş ancak birkaç sayılı gün dokunacak"
ifâdeleri gerçekten az sayıda günü gösterir. Bu sebeb ile, Allah Teâlâ, onların
bu kadar az bir müddeti kesin bir ifâde ile söylemelerini yadırgamıştır. Yoksa
azabın sona ereceğini reddetmemiştir.
b) Mürcie, genel olarak ilâh?
affın olacağını kesin olarak söylerler. Ama onlarca, muayyen bir şahıs hakkında
İse bu şekilde kesin hükmedilemez. Buna göre, yahûdiler, kendileri hakkında
azabın hafifletileceğine kesin olarak hükmedince, Allah Teâlâ işte bunu
reddetmiştir.
c) Bu sözü söyleyen yahûdiler
kâfirdirler. Bize göre kâfirin azabı ise ebedidir, sona ermez. Biz, Hak
Teâlâ'nın büyük günah sahihlerini cehennemden çıkaracağına dâir, Hz. Musa
(a.s.)'ya söz vermediğini kabul etsek bile sen neye dayanarak "Allah,
onları cehennemden çıkarmayacak" diyorsun? Bunun izahı şudur: Hak Teâlâ
Hz. Musa (a.s)'ya onları cehennemden çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözü
ile; "Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya onları cehennemden çıkarmayacağını
haber vermiştir" sözü arasında mana farkı vardır. Birinci sözde bir zarar
söz konusu değildir. Çünkü Allahu Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya bunu söylemediği
haide, kıyamet günü yapabilir. Fakat Allah, yahudilerin böyle söylemelerini,
onların bir delilleri olmadığı halde kesin konuşmalarından dolayı
reddetmiştir. Dolayısı ile onların bu hususta konuşmamaları, ne menfi, ne
müsbet kesin hükümde bulunmamaları gerekir. Biz, Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa
(a.s)'mn kavminin günahkârlarını cehennemden çıkarmayacağını kabul etsek bile,
sen neye dayanarak Alllah'ın bu ümmetin günahkârlarını da cehennemden
çıkarmayacağına hükmediyorsun?
Cübbâi'nin: "Çünkü Allah Teâlâ'nın va'ad ve va'idleri ile ilgili
hükümlerinin ümmetlere göre değişmesi caiz değildir" sözüne gelince, bu
sırf delilsiz bir hüküm vermedir. Çünkü cezalandırmak Allah'ın hakkıdır. Bu
sebeple, o cezayı kaldırmak sureti ile bazı insanlara lütfetmesi, diğerlerine
lütfetmemesi de, O'nun hakkıdır. Binaenaleyh bu istidlalin zayıf olduğu ortaya
çıkmış olur."
Cenab-ı Allah'ın: 'Toksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi
söylüyorsunuz?" hitabına gelince bu, zikredilen delili tamamlamak için
yapılan bir izahtır. Çünkü yukarıda bahsi geçen hüküm ancak nakil ile
verilebilince ve böyle bir naklin de olmadığı sabit olunca o hükmü bu şekilde
kesin bir ifâde ile söylemek hiç şüphe yok ki bilinmeyen bir hususta Allah'a
iftira etmek olur. Bu ayet birçok faydalı hususu ihtiva eder.
[55]
a) Hak Teâlâ, onların bir
delile dayanmadan söyledikleri sözü kınayınca, delilsiz bir hüküm vermenin de
bâtıl olduğunu anlamış olduk.
b) Varlığı veya yokluğu aklen
mümkün olan herşeyi, varlığını veya yok olduğunu isbat, ancak nakli delil ile
mümkündür.
c) Kıyası ve Haber-i Vahid ile
amel etmeyi inkâr edenler bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Çünkü
kıyas ve haber-i vâhid kesin ilim ifâde etmez. Bu sebeble, Allah Teâlâ,
"Yoksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
ayetini, inkâr etme sadedinde zikrettiği için haber-i vâhid ve kıyasa tutunmak
caiz değildir." Buna şöyle cevab veririz: Kıyasa ve haber-i vahide dayanan
zannî bir bilgi meydana geldiğinde, onunla amel etmek gerektiğini gösteren
deliller bulununca, onunla amel etmenin vacib olduğu anlaşılır. Bu sebeple,
kıyas ve haber-i vahid ile hükmetmek, bilinmeyen bir şeye değil, bilinen
birşeye hükmetmek olur.
[56]
"Hayır (iş öyle değil). Kim bir kötülük (günah) kazanır da günahı
kendisini iyice sararsa, onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî
kalacaklar" (Bakara. 81).
Keşşaf sahibi, harfinin, nefy harfinden sonra geldiği için müsbet mâna
ifâde ettiğini, bu harf-i nefyin de 'Bize asla ateş dokunmayacak"
ayetindeki olduğunu; Cenab-ı Hakk'ın ayetinin de gösterdiği gibi, "Evet,
size ebedî olarak ateş dokunacaktır" mânasına geldiğini söylemiştir.
kelimesine gelince, bu bütün günahları içine almaktardır. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Kötülüğün cezası, misliyle bir kötülük ve cezadır" (Şûra, 40 )ve:
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, ızs)
buyurmuştur. İster büyük ister küçük günah olsun, onu yapan kimsenin ebedî
olarak cehennemde kalacağının zannolunması mümkün olduğundan, şüphesiz Allah.
Teâlâ, ebedî olarak cezaya hak kazanmış olan kimsenin günahının, kendisin
çepeçevre kuşatmış olacağını beyan etmiştir. "İhata" lâfzının, bir
cismin diğer bir cismi; mesalâ, kale surlarının bir beldeyi; testinin suyu
kuşatması gib kuşattığı hususunda hakiki bir mâna ifâde ettiği malumdur.
Buradaysa, kelimeyi hakiki manada almak imkânsızdır. Bu sebeple biz onu iki
bakımdan günahın büyük olmasına hamlederiz:
a) Kuşatan, kuşatılanı örter.
Büyük günah da, taatların sevaplarını kuşatmış olduğu için, sanki o, taatları
kuşatmış gibi olmuştur. Bu sebeple, bu cihetten bir benzerlik meydana gelmiş
olur.
b) Kebîre, taatlerin sevabını
geçersiz kıldığı için (ihbat), sanki o kebîre o taatleri istilâ etmiş tıpkı
düşman askerinin, insanların hiçbir yönden kurtulamayacağı bir biçimde insanı
kuşattığı gibi, onu kuşatmıştır.
Buna göre Cenab-ı Hak sanki şöyle demiştir: Evet, kim bir kebîre
irtikâb eder ve o büyük günahı onun taatlarını çepeçevre kuşatırsa, işte onlar
cehennem yaranıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır. Buna göre şayet bu
ayet, yahudiler hakkında vârid olmuştur denilirse, deriz ki ibret lâfzın umumî
olması itibariyledir, sebebin hususî olması itibariyle değil... İşte bu,
Mûtezile'nin büyük günah sahipleri hakkında ilahî bir vaîdin bulunduğuna
kendisiyle istidlal ettiği bir izah tarzıdır.
[57]
Bil ki bu mesele, meselelerin en önemlilerindendir. Biz bu meseleyi anlatmak
üzere şöyle diyeceğiz: Ehl-i kıble, büyük günah sahiplerinin vaîdi, cezası
hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bu va'îdin olduğunu,.katî olarak
söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar iki grubdur: Bunlardan bir kısmı, vaîdin
ebedî olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Mü'tezile ve Havaric'in çoğunun görüşüdür.
Bunlardan bazıları da, vaîdin sona ereceğini söylemiştir. Bu görüş, Bişr
et-Merîsî ve el Halidî'nin görüşüdür. Bazı insanlar, büyük günah işleyen için
büyük günah olmadığını kesin bir ifâdeyle söylemiştir. Bu, müfessir Mukatil İbn
Süleyman'a nlsbet edilen tek kalmış bir görüştür.
Üçüncü bir görüş ise şöyledir: "Biz Cenab-ı Allah'ın bazı günahkârları
ve bazı günahları affettiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Fakat belli bir kimse
hakkında Allah'ın onu affedip affetm iveceğin i kesin olarak söylemeyip,
tavakkuf ederiz. Yine Cenab-ı Allah'ın büyük günah sahiplerinden belli bir
süre azap ettikten sonra, ona ebedî olarak azab etmeyip azâbınt sona
erdireceğine kesin olarak inanmaktayız. Bu sahabenin, tâbiûnun, Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaatin ve İmâ-, miyye mezhebine uyanların çoğunun görüşüdür.
Buna göre bu konu, iki mesele ihtiva etmektedir. Birincisi, bu vaîd hakkında
katî hüküm vermek, ikincisi de, eğer vaîdin olduğu kabul edilirse, bunun
devamlı olup olmaması meselesidir.
[58]
Biz, önce Mutezilenin delillerini, sonra "halis Mürcie'nin
delillerini, daha sonra da, kendi âlimlerimiz'n (rahimehumullah) delillerini
zikredeceğiz.
[59]
Mû'tezile'ye gelince, onlar bu konudaki umumi olan hükümlere dayanmışlardır.
Bu umumî hükümler iki şekildedir: Bazısı şart yerinde sîga-sıyla gelmiştir.
Bazıları da cemî (çoğul) sîgasıyla gelmiştir. Birinci kısımdakilere gelince,
bununla ilgili birçok ayet vardır:
1)
Cenab-ı Allah, miraslarla
ilgili ayette:
İşte bunlar Allah 'm sınırlandır. Her kim Allah a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar; onlar orada ebedî kalırlar. . Bu en büyük bir kurtuluştur. Kim de Allah a ve Resulüne İsyan eder, O’nun sınırlarını tecavüz ederse, Allah onu, içinde ebedî kalacağı bir ateşe sokar" (Nisa, 13-14) buyurmaktadır. Biliyoruz ki, namazı, zekâtı, orucu, haccı ve cihâdı terkeden; içki içen, zina eden ve öldürülmesi haram olan bir cana kıyan kimse Allah'ın sınırlarını aşmıştır. Bundan dolayı onun cezalandırılması gerekir. Bu böyledir, çünkü ji kelimesi şart makamında, fıkıh usûlünde de sabit olduğu gibi, umûm ifade eder. Hasmımız bu ayeti, mü'minleri bırakıp da sadece kâfirlere hamlederse bu, delilin aksine bir iş olmuş olur. Sonra onun sözünü iki husus iptal eder:
a) Cenab-ı Allah bu ayette
miras paylarını açıklamış, sonra bu hisseler hususunda kendisine itaat eden
kimseye va'adde; asî olan kimseye de vaîd-de bulunmuştur. İmana ve Cenab-ı
Allah'ı tasdike sarılmış olan kimse, bu hususlarda Allah'a itaat etmeye,
Allah'ın rubûbiyetini inkâr eden, peygamberlerini ve şeriatlarını yalanlayan
kimseden daha yakındır. Bundan dolayı, bu hususlarda kâfiri itaate teşvik
etmek, bu hususlarda taate daha yakın olanı, mü'mi-ni teşvik etmekten daha
hususi bir durumdur. Ayetin başıyla mü'min kastedildiğine göre, sonuyla da
mü'min kastedilmektedir.
b) Cenab-ı Allah"Bunlar,
Allah'ın sınırlandır" buyurmuştur. Bundan kastının, zikredilen miras
payları olduğunda şüphe yoktur. Sonra bu hususta itaat edene va'ad, karşı
çıkana da vaîdde bulunmuştur. Bundan dolayı ayetin gelişi, vaîd'in, bu
sınırları çiğneyen kimselere ait olduğunu; bunlara, başka sınırları çiğnemenin
ilâve edilmeyeceğini gerektirmektedir. İşte bu sebepten dolayı mü'min sadece bu
hususları, hudûdları çiğnemekten mene-dilmiştir. Bu vaîdle mümin kastedilmiş
olmazsa, o bu vaîdle menedilmiş olmaz. Bu vaîdle mü'minin de kâfir gibi murad
edilmiş olduğu sabit olunca, bu ayetin sadece kâfirlerle ilgili olduğunu
söyleyenin sözü bâtıl olur. Buna göre eğer, "Cenab-ı Allah'ın: "Ve
onun hudûdlannı aşarsa.." ifâdesi, muzâf olan bir cem'îdir. Size göre
muzaf olan cemi ise, umum ifâde eder. Nitekim, "Kölelerimi doğdum"
denildiğinde bu, o kimsenin bütün kölelerini içine alır.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayet Allah'ın bütün hükümlerini çiğneyen
kimselere has olmuş olur. Onlar da şüphesiz mü'minler değil, kâfirlerdir"
denilirse, biz deriz ki, durum, lâfza nazaran senin söylediğin gibiyse de, ancak
bu ayetle burada muradın, Allah'ın bütün hükümlerini çiğnemek olmadığına
delâlet eden karineler vardır:
Birincisi: Altah'u Teâlâ, ifâdesinden
önce, buyruğunu getirmiştir. sebeple O'nun, ifâdesi, önce geçmiş olan had ve
sınırlara hamledilmiş olur.
İkincisi: Ümmet-i Muhammed, mü'min
kimselerin bu ayetle günahlardan men olundukları hususunda ittifak etmişlerdir.
Eğer sizin söylediğiniz husus doğru olsaydı, mü'minin bu ayetle men olunmaması
gerekirdi.
Üçüncüsü: Şayet ayeti, Allah'ın bütün
hudûdlannı ve kanunlarını çiğnemeye hamledersek, bu ayetle onun vaîdde
bulunmasının herhangi bir faydası olmaz. Çünkü mükelleflerden hiç kimse,
Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyemez. Çünkü Allah'ın kanunları arasında
farklılıklar bulunduğu için, onları aynı anda ihlâl etmek mümkün değildir.
Çünkü, aynı anda bir kimsenin hem senevi (Me-cusî) hem de hristiyan inancında
olması mümkün değildir. Ayrıca mükellefler arasında günahların hepsini
İşleyerek Allah'a isyan eden kimse bulunmaz.
Dördüncüsü: Kasten mü'mini öldüren
kimse hakkında Cenab-ı Hakk'ın,
"Her kim kasıtlı olarak bir mü'mini öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir" (Nisa, 93) ayetidir. Bu ayet, bunun onun cezası olduğunu gösterir. Bu sebeple, ona bu cezanın verilmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, 123) buyurmuştur.
Beşincisi: Cenab-ı Hakk'ın: "Ey
iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönmeyin.
Tekrar savaşmak için bir kenara çekilen veya başka bir birliğe katılıp mevki
tutan müstesna, kim o zaman onlara arkasını dönerse, muhakkak ki Allah'ın
gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir"
(Enam, 15-16) ayetidir.
Altıncısı:
"Her kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür; her kim
de zerre ağırlığınca kötülük yaparsa, onu görür" (zilzal, 7-8) ayetidir.
Yedincisi:
"Ey iman edenler, birbirinizin malım, aranızda haram yollarla yemeyin. Ancak, karşılıktı rızaya dayanan bir ticaret olursa, müstesna.. Kendinizi de öldürmeyin. Muhakkak ki Allah, size çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu bir ateşe sokarız'' (Nisa, 29-30) ayetidir.
Sekizincisi:
' 'Kim Rabbine bir günahkâr olarak gelirse, onan için, içinde ne
Ölebileceği ne yaşayabileceği cehennem vardır. Ama kim de O'na salih ameller
işlemiş bir mü'min olarak gelirse, İşte en yüce dereceler bunlar içindir"
(Taha, 74-75) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, mü'minin sevâb ehlinden olması
gibi, kâfir ve fâsı-kın da devamlı ceza görenlerden olduğunu açıklamıştır.
Dokuzuncusu:
"Bir zulüm yüklenmiş
olan kimse, muhakkak kt kaybetmiştir" (Taha, 111) ayetidir. Bu, namaz
kılanlardan olan zalimin, bu vaîdin şümulüne girmesini gerektirir.
Onuncusu: Allah'ın günah otan şeyleri
saymasından sonra buyurmuş olduğu şu ayettir:
"Kim bunu yaparsa, cezaya çarpılır; kıyamet gününde azabı kat kat
olur ve hor hakir olarak onun içinde ebedî kalır" (Furkan, 68-69). Allah,
fasıklardan tevbe edenler, kâfirlerden de iman edenler hariç olmak üzere,
cehennemde ebedî kalma hususunda fâsıkın kâfir gibi olduğunu beyan etmiştir.
Onbirincisi:
"Kim bir iyilik getirirse, ona, ondan daha hayırlısı vardır.
Onİarogün, korkudan emindirler. Kim de bir fenalık getirirse, onların yüzleri
ateşe sürtülür. Siz, yaptıklarınızdan başka bir şey ile mi
cezalandırılacaksınız?" (Neml, 89-90) ayetidir. Bu taatların hepsine bir
mükâfat va'adedildiği gibi, bütün günahlara da bir ilahî tehdidin bulunduğunu
gösterir.
Onikincisi:
"Her kim azar da, dünya hayatını tercih ederse, muhakkak ki
cehennemdir onun varacağı yer" (Naztat, 37-39) ayetleridir.
Onüçüncüsü: Cenab-ı Hakk'ın: "Kim
Allah'a ve Resulüne isyan ederse, onlar için, içinde ebedi olarak kalacakları
cehennem ateşi vardır" (Cin, 23) ayetidir. Allah, kâfirle fâsıkın arasını
ayır-mamıştır.
Ondördüncüsü:
"Hayır (böyle değil!) Kim bir kötülük işler de, bu günahı onu
çepeçevre kuşatırsa, işte böyleleri ateş yaranıdırlar; onlar orada ebedî
kalacaklardır" (Bakara, 81) ayetidir. Buna göre Allah ayetin başında
yahûdilerden Mûrci'e gibi inananların görüşünü anlatarak: Dediler ki sayılı birkaç günün dışında, bize
ateş değmeyecektir" (Bakara, 80). Sonra Allah, o yahûdileri bu konuda
yalanlayarak, şöyle buyurmuştur: (Bakara, 81). İşte bütün bu ayetler, şart
makamında getirilen edatını ihtiva ettiği için, Mu'tezile'nin bu mesele
hakkında tutundukları ayetlerdir.
[60]
Onlar lâfzının umûm ifâde ettiğine birkaç bakımdan delil
getirmişlerdir:
a) Şayet bu lâfzı umûm için
va'z edilmemiş olsaydı, bu ya hususî bir mâna için vaz edilmiş olacaktı, yahut
da bu ikisi arasında müşterek olacaktı.. Her iki faraziye de bâtıldır. Bu
sebeple, lâfzının, umûma vaz edilmiş olması gerekir. Onun hususî bir mana için
vaz edilmiş olmasının caiz olmamasına gelince, bu şundan dolayıdır: Eğer o
böyle olsaydı, konuşan tarafından, şartı yerine getiren herkese ceza vermesi
yerinde olmazdı. Çünkü bu takdire göre bu ceza, bu şarta terettüb etmezdi.
Ancak âlimler, birisi; "Kim evime girerse, ona ikram edeceğim"
dediğinde, onun, evine giren herkese ikram etmesinin güzel olacağında ittifak
etmişlerdir. Böylece biz bu 'in hususi bir mana için olmadığını anlamış oluruz.
Ama bu jâ lâfzının, umûm ile hususî arasında müşterek olmasının caiz olmamasına gelince, bunun birinci sebebi şudur: Müşterek olmak, asıl değildir. İkincisi, şayet durum böyle olsaydı, cezanın şarta nasıl tereddüp ettiği hususu, ancak mümkün olan bütün kısımlardan sorulduktan sonra bilinebilirdi. Meselâ, birisi, dediğinde, ona, "Kadınları mı kastettin yoksa erkekleri mi?" denilir. O, "erkekleri kastettim" dediğinde, ona, "Arabları mı, Arab olmayanları mı, kastettin?" denilir. Eğer adam, "Ben Arab-ları kastettim" derse, ona, "Rebia kabilesini mi, Muzdar kabilesini mi kastettin?" denilebilir. Sen bunu, dallandırabileceğin kadar dallandır... Zaruri olarak, dilcilerin bunu çirkin görmüş olduklarını bildiğimizde, lâfzının umûmî ve husûsî manada müşterek olduğu görüşünün bâtıl olduğunu anlarız.
b) Birisi, "Kim evime
gelirse, ona ikram ederim" dediğinde, akıllılardan herbirinin bundan
istisna kılınması uygun olur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil
olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır; çünkü cinsten müstesna tutulan şeyin,
müstesna minh'in (kendisinden müstesna tutulanın) hükmüne dahil olabilecek
şekilde olması gerektiği hususunda bir ihtilâf yoktur; müstesnanın müstesna
minh'in hükmüne dahil olması ise, ya bu uygunlukla beraber gerekliliğin de göz
Önünde bulundurulmamasıyla veya bulundurulmasıyla olur.
Birincisi yanlıştır; bunun birinci sebebine gelince, bu şundandır:
Çünkü, senin, "Bana, Zeyd hariç bazı fakihler geldi" sözünde olduğu
gibi nekre, belirsiz olan cemiden yapılan istisna ile; "Fakîhler, Zeyd
hariç, bana geldiler" sözünde olduğu gibi mahfe olan cemiden yapılan
istisna arasında, her iki söze de Zeyd kelimeşinin girmesi uygun olduğu için,
bir farkın bulunmaması gerekir. Fakat, bunların arasında, bir farkın
bulunduğu, zorunlu olarak bilinir.
İkinci sebebine gelince, şöyledir: Çünkü aded, sayıdan yapılan istisna,
bu istisna olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır. Bundan
dolayı, bütün yerlerdeki istisnanın anlamının bu olması gerekir; çünkü,
dilcilerden hiçbiri sayılara dahil olan ile sayılardan başka lâfızlara dahil
olan istisnayı birbirinden ayırmam ıslardır. Böylece, bizim söylediğimiz
hususlarla, istisnanın, şayed istisna olmasaydı hükmüne dahil olacak olan şeyi
sözün hükmünden dışarda bıraktığı sabit olmuştur. Bu da, şart yerinde gelen
lâfzının umûm ifâde ettiğini gösterir.
c)
Cenab-ı Alllah;
"Siz ve, Allah'tan başka taptığınız şeyler, cehennem
odunusunuz" (Enbiya. 98) ayetini indirdiği zaman, İbnu'z
Zeba'rİ,"Andolsun ki, Muhammed'le davala-şacağım!" demiş, sonra da
gelerek: "Ey Muhammed, meleklere ibadet edilmedi mi, İsa İbn Meryem'e
tapılmadı mı?" dedi ve böylece, lâfzın umûmî mânasına tutundu. Hz.
Peygamber (s.a.s) onun bu sözünü nakletmedi. Bu da, bu siganın umum ifâde
ettiğini gösterir.
[61]
Mû'tezile'nin delillerinden ikinci çeşidi, onların elif-lam ile marife
olan ce-mîlerle yapılmış va'îdlere tutunmalarıdır. Bu birçok ayette vardır.
Bunların birincisi: "Hiç şüphesiz günahkârlar cehennemde olacaklar '
(inotar. 14) ayetidir. Bil ki Kâ-dl, Cübbâî ve Ebu'l-Hasan bu siganın (yani
elif-lamlı cemî sığasının) umûm ifâde ettiğini söylerlerken, Ebu Hâşim onun
umûm ifâde etmediğini söylemiştir. Biz de diyoruz ki: Bu siganın umûm ifâde
ettiğine delâlet eden birçok şey vardır:
1) Ensâr liderlik (devlet
başkanlığının) kendilerinden olmasını istedikleri zaman Hz. Ebu Bekir (r.a)
onlara karşı Hz. Peygamber (s.a.s)'in; ^jS j» iiîty "İmamlar (halifeler)
Kureyş kabilesinden (olur)"[62]
sözünü delil getirmiş, Ensâr (r.ah) da bunu kabul etmişti. Eğer cins lâm-ı
tarifi ile marife kılınmış olan cemî, istiğraka (umûma) delâlet etmemiş
olsaydı, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bu şekilde delil getirmesi doğru olmazdı. Çünkü
bizim "Bazı imamlar Kureyş'tendir" sözümüz, başka kavimlerden de bir
imamın (liderin) olmasına ters değildir. Ama bütün imamların Kureyş'ten
olmasının, bazılarının Kureyş'in dışındaki kabilelerden olmasına aykırı oluşuna
gelince, rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebu Bekir (r.a) zekat
vermeyenlerle savaşmaya karar verdiği zaman ona şöyle demiştir: Hz. Peygamber
(s.a.s);La ilahe İllallah deyinceye kadar, ben insanlarla savaşmakla
emrolundum"[63]
demedi mi?." Böylece Hz. Ömer (r.a), lafzın ifade ettiği umûmî mana ile,
Hz. Ebu Bekir (r.a)'e delil getirdi, sonra ne Hz. Ebu Bekir (r.a) ne de
sahabeden herhangibir kimse lâfzın umûm ifâde etmediğini söylemedi. Fakat Hz.
Ebu Bekir (r.a) hadiste bulunan istisnayı yani, istisnasını öne sürmüştür.
Bunun manası: "Ancak bu kelimenin hakkını yerine getirmek
mahfuzdur." Zekat da onun haklarındandır.
2) Bu cemî, istiğraka uygun
olacak bir şekilde te'kid edilmiştir. Bundan dolayı da istiğrakı ifâde etmesi
vacib olmuştur. Onun te'kid edilmesi konusuna gelince, Cenâb-ı Allah'ın şu
ayetinde olduğu gibidir:
"Bunun üzerine, meleklerin hepsi topluca secde etti"
(Hicr,30). Cins için olan lamın, te'kidden sonra "istiğrak" ifâde
etmesine gelince, bu da icmâ iledir. Ne zaman böyle olursa, te'kid edilenin
aslında istiğrak için olması gerekir; çünkü bu lâfızlar, te'kid olarak
adlandırılırlar. Te'kid, aslında var olan bir hükmü takviye etmektir. Buna
göre, şayet istiğrak aslında mevcut olmayıp da, ilk önce bu lâfızlarla meydana
gelmiş olsaydı, bu lâfızların hükmü takviye etme hususunda herhangi bir tesiri
olmaz; tam aksine yeni bir hüküm vermede tesir icra ederek, te'kid edici değil
de, mücmeli beyân eden lâfızlar olmuş olurlardı. Alimler, bu lâfızların,
te'kid edici lâfızlar olduğunda ittifak ettikleri için, istiğrakı gerektiren
şeyin esasen var olduğunu anlamış olur.
3) Eliflâm, ismin başına
gelince o isim mahfe (belirli) olur. Bunun böyle olduğu, dilcilerden de
nakledilmiştir. Bu sebeple "eliflâm'"ı, kendisiyle marifeliğin
meydana gelmiş olduğu şey anlamına hamletmek gerekir. Marife-lik, ancak o
eliflâmı, mânânın tamamına vermekle tam olur. Çünkü, muhatap-larca bilinen, bu
külli mânadır. Onu, küllî mananın dışında bir manaya hamletmeye gelin.,«, bu
marifeliği ifâde etmez. Çünkü, küllî manaya dahil olanların bir kısmı,
diğerlerinden daha evlâ değildir. Bu sebeple, eliflâmın bulunmuş olduğu o
kelime, meçhul olarak kalmış olur.
İmdi şayet sen: "Eliflâmlı kelime, o cinsten hususî bir topluluğu
ifâde ettiği zaman, o cinsin tamamının marifeliğini ifâde etmiş olur"
dersen, ben de derim ki,bu fayda eliflâm olmadan da vardır.Çünkü birisi,
adam-largördüm" derse, bu, cinsin marifeüğini ve başkasından temyizini,
ayrıldığını ifâde eder. Bu sebeple bu, elifiâmın fazladan bir mâna ifâde
ettiğini gösterir ki, bu da ancak onun "istiğrak" ifâde ettiğidir.
4) Ondan olan herhangi birini
istisna etmek doğru olur ki, bu da o lâfzın umûmî mana ifâde ettiğini gösterir.
5) Çokluğu gerektirmek
hususunda marife olan cemîler, nekire olan cemilerin üstündedir. Çünkü
nekireyi mahfe olan lâfızdan çıkarmak doğru otur. Ama bunun aksi caiz değildir.
Çünkü: denilebildiği halde,denılmesi caiz değildir.Toplamın çıkandan daha çok
olması, bedihî olarak bilinmektedir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, marife olan cemilerden anlaşılan
ya küllî veya onun aşağısında olan bir manadır. İkincisi geçersizdir, çünkü
küllün aşağısında olan hiçbir sayı yoktur ki, o sayıyı o marife olan o cemîden
çıkarmak doğru olmasın... Sen toplamın daha çok olduğunu biliyorsun; bu sebeple,
marife olan cemilerin külli manaları ifâde etmiş olmaları gerekir. Allah en
iyisini bilendir.
Ebu Hişam'ın gürüşüne gelince, ki bu marife cemîlerin umumî mana ifâde
etmedikleridir, bu hususta diğer iki yönden âyete temessük etmek mümkündür:
a) Bir hükmün, herhangi bir
vasfa dayanması, o vasfın o hükmün sebebi olduğunu gösterir. Buna göre, Cenâb-ı
Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar cehennemde olacaklardır'''(infitar, 14)
buyruğu, "fü-cûr"un cehenneme girişin sebebi olduğunu gösterir. Bunun
böyle olduğu olunca, sebebinin umûmî olmasından ötürü hükmün umûmî olması
gerekir ki, elde etmek istediğimiz de budur. Bu konuda, nahiv âlimlerininıdile
getirdiği üçüncü bir yol da bulunmaktadır ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın: ifâdesindeki
eliflâmin, marifelik ifâde eden eliflâm olmadığı, tam aksine; mânasına
olduğudur. Buna, iki şey delâlet etmektedir:
1) Çünkü, Cenâb-, Allah'ın:
Salan erkek ve kadınların ellerini kesin"(Maide, 36) ayetinde, ve senin;
"Beni karşılayana bir dirhem var" sözünde olduğu gibi, bu manadaki
eliflâmlı kelimenin cevabının başına lâ harfi getirilir.
2)
Başına bu lamın gelmiş
olduğu isme, fiilin atfedilmesi kim Cenâb-ı Hak: "Muhakkak ki tasaddukta
bulunan erkeklerle tasaddukta bulunan kadınlar ve Allah'a güzel bir
borçverenter..."(Hac, 18) buyurmuştur. Eğer bu âyetteki ifâdesi,,
manasında olmasaydı, fiil cümlesinin ona
atfedilmesi uygun olmazdı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın
âyetinin manası, şeklindedir. Ki bu da, umumi bir mana ifâde eder. Bu konuda
ikinci âyet, Cenâb-ı Hakk'ın:
"O muttakilert. Rahman olan Allah'ın huzuruna heyetler halinde
toplayıp, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün..,
"(Meryem.85-86) âyetidir. Âyetteki lâfzı, eliflâm ile marife kılınmış
cemî sîgasıdır.
Bu konudaki üçüncü âyet: "Ve zalimleri, diz üstü oldukları halde
bırakırız "(Meryem, 72). Bu konudaki dördüncü âyet:
"Şayet Allah, zutumtennaen aotayı insanları yanatayıp
cezatanaırsaym, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı; fakat O, onları erteler...
(Fatır, 45). Allahu Teâlâ, onların cezasını en son güne bıraktığını beyan
etmiştir. Bu ancak, onların cezasının o günde verilmesi halinde doğru olur.
[64]
Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden lâfızların üçüncü harfiyte birlikte gelen cemî kalıplarıdır.
a) Hak Teâla'nm: "Tartıyı
eksiltenlere yazıklar olsun ki onlar, insanlardan ölçerek aldıkları zaman
haklarım tastamam fsferier"{Mutafifin, 1-2) âyetidir.
b)"Haksız yere yetimlerin
mallarım yiyenler yok mu, onlar ancak karınlarında bir ateş
yemektedirler"{Nisa, 10) âyeti.
c)
Cenab-. Allah'ın:
"Öz nefislerinin zalimleri olarak meleklerin canlarını alacağı
kimselere..."{Nisa, 97)âyetidir. Cenâb-ı Allah bu âyette, Allah'a ve
Peygambere inansa bile bir insanın hicreti ve yardımı bıraktığı için hak ettiği
cezayı açıklamıştır.
d) Cenâb-ı Hak:
"Kötülükler kazanmış olanlara gelince, (onların) kötülüğünün
karşılığı bir misli itedir. Onları bir zillet kaplayacak..." (Yûnus. 27)
buyurarak kâfir ile kâfir olmayanın tehdidini ayırmamıştır.
e) Cenâb-, Hak: "Altın ve
gümüş yığıp, onları Allah yolunda intak etmeyenler..." (Tevbe. 34) buyurmuştur.
f)
Hak Teâlâ:
"Kötülük yapanlara...tevbe yoktur"(Nisa, 18)buyurmuştur. Şayet fâsık va'îd ve azaba müstehak olanlardan olmasaydı, bu sözün bir manası olmaz, bundan da öteye tevbe etmeye bir hacet kalmazdı.
a) Cenâb-ı Allah'ın:
"Allah'a ve Resulüne harb açanların ve yeryüzünde fesâd çıkarmak
için çabalayanların cezası ancak Öldürülmeleri veya asılmalarıdır"
(Maide, 33) âyeti. Bu âyette, Cenâb-ı Hak, dünya ve âhirette fasıklara verilen
cezayı açıklamıştır.
h) Hak Teâlâ'ntn:
"Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (var ya)
işte ahtrette bir nasibleri yoktur" (ali imran, 77) âyetidir.
Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın:
''Onların cimrilik ettikleri şeyler (yani mallan) kıyamet günü
boyunlanna dolanacaktır" (ali imran, 180) âyetidir, Allah bu âyette, zekât
vermeyenlere va'-Ode bulunmuştur.
[65]
Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin beşincisi, (hepsi, tamâmı)
lâfzıdır. Meselâ: "Eğer yeryüzünde olan bütün şeyler zalim olan herbir
kimsenin olsaydı onu...fidye verirdi" (Yûnus, 54) buyurmuş ve zâlimin
zulmünden dolayı hakettiği şeyi beyân etmiştir.
Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin altıncı çeşidi, Cenâb-ı
Allah'ın insanlara karşı yaptığı va'îdlerini mutlaka yerine getireceğini
gösteren şu gibi âyetlerdir:
"(Allah şöyle) dedi: Benim huzurumda çekişmeyin. Ben size önceden tehdid (va'îd) göndermiştim. Benim katımda söz değiştirilmez. Ben kullara zulümkâr da değilim"(Kâf, 28-29). Cenâb-ı Allah bu âyette va'îd hususundaki sözünün değişmeyeceğini beyân etmiştir. Bu âyetle iki bakımdan istidlal edilir.
a)
Allahu Teâlâ, özrü izâle
sebebi olarak önceden va'îdde bulunmasını göstermiştir. Yani önceden va'îdde
bulunduktan sonra, hiçbir kimse için herhangi bir sebeb ve O'nun azabından
kurtulma çaresi kalmaz.
b) Allah Teâlâ'nın:"Benim
katımda söz değiştirilmez" ifâdesi, sözünün ifâde ettiği şeyi mutlaka
yapacağını gösteren açık bir sözdür. İşte bütün bunlar Mû'tezile'nin Kur'an'ın
umûmi lâfızları konusunda, delil getirdikleri şeylerin tamamıdır.
[66]
Haberlerdeki umûmi ifâdelere ve lâfızlara gelince, bunun misalleri
çoktur: Birinci çeşit; kalıbı ile
gelenler.
1)
Vakkas b. Rebt'a'nın
el-Müsevvir b. Şeddâd'dan rivayetine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: "Kim kardeşinin etini yerse (gıybetini yaparsa) Allah o
kimseye cehennem ateşinden yedirir. Kim kardeşine bir elbise giydirirse
(iftira ederse), Allah ona cehennem ateşini giydirir. Kim gösteriş ve şöhret
makamında bulunursa, Allah da onu, kıyamet günü riya ve şöhret makamına
oturtur"[67] Bu
hadis, fâsı-ka yapılan va'id hakkında bir nastır. Hadiste geçen (oturtur)
lâfzının manası "Allah onu bu riya ve şöhret arzusundan dolayı
cezalandırır" demektir.
2) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur:
"Kim Ski dilli ve iki yüzlü olur ise, cehennemde de iki dilli ve
iki yüzlü olur"[68].
Bu konuda, münaftk olan ile olmayanı ayirmarmştır.
3) Sa'id b. Zeyd (r.a)'den
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Kim bir karış toprağı haksız yere altr İse, Allah kıyamet günü
onun boynuna yedi yeryüzünü dolar"[69]
4) Enes (r.a)'den Hz.Peygamber
(s.a.s)'in: "Mü'min, insanların kendisinden emin olduğu kimse; müsluman,
dilinden ve elinden miislümanlarm salim olduğu kimse; muhacir, kötülükten
hicret eden kimsedir. Nefsim kudret elinde olan Allah 'a yemin ederim ki
kötülük yapmasından komşusu emin,olmayan kimse cennete giremez" buyurduğu
rivayet edilmiştir. Bu hadis zalim olan fâsık'ın hakkındaki va'îdi ve
Mû'tezile'nin dedi gibi, böyle olan kimsenin ne müsluman, ne mü'min olmayıp iki
menzile arasında bir yerde olduğunu gösterir.
5) Sevbân (r.a)'dan,
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
ı kıyamet günü şu üç şeyden uzak olarak gelir ise cennnete girer:
Kibir, ryânef ve borç[70].
Bu hadis de kendisinde bu Üç kusur bulunan kimsenin nmete girmeyeceğini
gösterir. Yoksa bunun bir manası olmaz. Hadiste geen borçtan murad,' 'Kim âsi,
engelleyici, tevbeyi arzu etmeden ve günahına vbe etmeden Ölürse..."
demektir.
6)
Ebu Hureyre (r.a),
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim ilim öğrenmek için bir yol tutarsa, Allah onun için cennet yollarından bir yolu Kolaylaştırır. Kimi de işleri geride bırakırsa nesebi onu ilerletmez "[71].Bu, mükâfaatın ancak taat ile, cehennemden kurtulmanın ise ancak salih amel ile olabileceği hususunda bir nastır.
7) İbn Ömer (r.a)'den
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayeti gelmiştir:
i "Her sarhoşluk veren şey
İçkidir ve her içki de haramdır. Kim dünyada içki içer de bundan tevbe etmez
fee, ahirette (cennet) içkilerinden
îçemez"[72]
Bu, fasık'a va'îd ve onun cehennemde ebedî kalacağı hususunda açık bir
ifâdedir. Çünkü o cennet içkisini içmediğine göre, cennete giremeyecek
demektir. Çünkü cennetlerde, nefislerin arzuladığı ve gözlerin zevk aldığı
şeyler vardır.
8) Ümmü Seleme (r.a),
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ben de sizin gibi bir insanım. Siz belki bana hasım olarak gelirsiniz ve belki biriniz delilini diğerinden daha güzel İfâde eder. Böyle bir durumda ben kimin lehine kardeşinin hakkı olan şeyi hükmeder isem, bilsin ki ona cehennem ateşinden bir parça vermiş olurum"[73]
9) Sabit b. ed-Dahhâk
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Kim, kasten ve yalan yere, (eğer yalan söylüyorsam) İslâm'dan başka bir dinden olayım diye yemin eder ise, o kimse dediği gibi (o dindendir). Ve kim bir şeyden dolayı kendisini öldürür (İntihar) eder ise, o bu yüzden cehennem ateşinde azab olunur.[74]
10) Abdullah b. Ömer (r.a)
Peygamberimiz (s.a.s)'in namaz hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim bu namazlara devam eder, namazı onun için kıyamet gününde bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş vesilesi oiur. Kim de devam etmez ise, namaz ona bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş ve sevab vesilesi olmaz. O, kıyamet günü Karun iler Hamin ile Firavun İle ve Übeyy b. Halef ile beraber
olacaktır."[75].
Bu hadis, namazı kılmamanın diğer amellerin boşa gitmesine sebeb olduğuna ve
ebedî va'îdi (tehdidi) gerektirdiğine delâlet ediyor.
11)
İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre
Hz.Peygamber (s.a.s): Tüm devamlı içki içerken Allah 'a kavuşur (ölür) ise,
sanki bir putperest ola-mk Allah'a varmış olur"[76].
İçki içen kimsenin kâfir olmadığı sabit olduğuna göre, bu hadisten muradın,
onun amellerinin boşa gittiğini anlatmak olduğunu anlıyoruz.
12) Ebu Hureyre (r.a)'den
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir demir parçası ile canına kıyarsa, o demir parçası elinde olduğu aide, onunla karnını delik deşik eder; elinde ebedi kalıcı, ebedi bırakılmış larak cehenneme yuvarlanır. Kim kasten kendini dağdan aşağı atarak ken-stnî öldürür İse, ebedi ve müebbed olarak cehenneme düşer"'[77]
13)
Ebu Zer (r.a)'den rivayet
edilmiştir. Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Üç kısım kimse vardır ki Allah onlarla kıyamet gününde konuşmaz.
lara hiç bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için elim bir azab varttr.
"Ya Resulallah! Kim, o zarar edip pişman olacaklar?" dedim. O
da:"Etekleri yerleri süpüren kibirli kimse; yaptığı iyiliği başa kakan
kimse ve yalan yenvr ederek malını süslü gösteren kimse[78]
buyurdu. Malumdur ki Allah'ın konumadiği, merhamet etmediği ve kendileri için
elem verici bir azab bulunan kimseler cehennem ehli olanlardır. Bu hadisin
fâsıklar (günahkarlar) hakkında söylenmiş olması, bu konuda bir delildir.
14) Ebu Hureyre (r.a)
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim, kendisi ile Allah'ın rızası elde edilebilecek bir ilmi ancak dünyevi bir menfaat elde etmek için Öğrenir ise, kıyamet günü cennetin kokusunu duyamaz"[79]. Cennetin İyiliklerine eremeyen kimsenin cehennemde olacağında şüphe yoktur. Çünkü mükellef ya cennette ya cehennemde olacaktır.
15)
Ebu Hureyre (r.a)'den,
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Kim bir ilmi saklar ise, kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem
vurulur.[80]
16) İbn Mes'ud (r.a)'dan,
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kİm din kardeşinin malını malına katmak için yalan yere yemin
eder ise, (kıyamette) kendisine gazablı olduğu halde Allah İle karşılaşır"[81].
Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak: "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az
bir fiyata satanlar (yok mu) işte onlar için ahirette hiçbir nasib yoktur.
Allah kıyamet günü onlar ile konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz.
Onlar için pek acıklı bir azab vardır" {al-i imran, 77) buyurmuştur. Bu,
va'îd hakkında ve âyetin kâfirler gibi fâsıklar hakkında olduğu hususlarında
bir nastır.
17) Ebu Ümâme (r.a)'den,
Hz.Reygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim hakkı olmadığı halde, bir müslümanın malını almak için yalan yere yemin eder ise Allah ona cenneti haram, cehennemi vâcib kılar." Denildi ki: " Ya Rasûlallah,o mal azıcık birşey olsa da mı? "Hz.Peygamber (s.a.s): "Misvak ağacının bir dalı bile olsa..[82] buyurdu.
18)
Sa'id b. Cübeyr'den rivayet
edildiğine göre o şöyle dedi: "İbn Ab-bas'ın yanında idim, bir adam çıkageldi
ve "Ben geçimimi şu resimlerden kazanan bir adamım" dedi. İbn Abbas
(r.a) Resûlullah (s.a.s)'ın şöyle dediğini işittim dedi:
"Kim bir suret (heykel) yaparsa, rûh üfürmeye muktedir olmadığı halde, ona ruh üfürünceye kadar Allah ona azab eder. Kim, bir kavmin duyulmasını istemediği bir sözünü dinlemeye çalışırsa, onun iki kulağına kurşun dökü-Jr. Kim de, rüyasında görmediği şeyi, görmüşcestne anlatırsa, o iki arpayı Mrine bağlamak (gibi zor bir şeyle) mükellef tutulur'[83]
19) Ma'kll ibn Yesâr'dan
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Allah 'in kendisinden ratyyesini korumasını istemiş olduğu bir
kul, öldüğü gün kendi raiyyesini, halkını aldatmış olarak ölürse Allah ona
cennetini haram kılar.[84]
20) İbn Ömer (r.a)'den,
Hz.Osman (r.a) O'nu kaza ve hüküm verme (kadılık) mevkiine getirmek
istediğinde, O bu hususta Hz.Osman (r.a) ile yapmış olduğu münazarada şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s)'in dediğini duydum:
"Kim cehaletle hükmeden bir kadı olursa, o cehennemliklerdendir.
Yfat kim, zulümle hükmeden bir kadı olursa, o da cehennemliklerden olur.[85].
21)
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur:
"Kim İslâmiyet ( döneminde, onun babası olmadığını bildiği halde, birisinin kendi babası olduğunu iddia ederse, cennet ona haramdır."
22) Hasan el-Basri'nin Ebu
Bekre'den rivayet ettiği hadise göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
" Kim bir muahidi (yani İslâm devleti ile ahid yapmış gayri müslim bir devlet mensubunu) Öldürürse, o kimse cennetin kokusunu duyamaz"[86]
Kafir kimseleri öldürmek hususunda durum böyle olunca, Hz.Peygamberin
çocuklarını öldürme hususundaki kanaatin ne olur?
23)
Ebû Saîd el-Hudrî'den,
Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Kim dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette onu giyemez"[87].
Ahirette onu giyemediğine göre, o kimsenin cennetliklerden olmaması gerekir;
zira Cenâb-ı Hak: "Orada, nefislerin arzuladığı her şey vardır"
(Zuhruf, 71) buyurmaktadır.
[88]
İkinci çeşit:
sigasıyla gelmemiş olan
haberlerdeki umumî ifadeler, gerçekten fazladır.
1) Hz.Peygamber (s.a.s)'in
kölesi Nâfi'den rivayet edilen bir hadiste, Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: Kibirli olan fakir, zina eden yaşlı ve yaptığı ibâdetleri Allah a
minnet eden kimse cennete giremez." Cennete giremeyen mükellefin,
cehennemlik olduğunda icmâ vardır.
2)
Ebu Hureyre (r.a)'den
rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Üç kimse cennete girer: Şehîd, efendisi hakkında hayırhah olan ve Rab-binin ibâdetini güzel biçimde yerine getiren kul ve, son derece iffetli olan dürüst bir kul.. Üç kimse de cehenneme girer: Zalim hükümdar, Allah 'm zekâtını ödemediği bir maldan servet sahibi olan kimse, bir de kibirli fakir.”[89]
3) Ebû Hureyre'den Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah, sıla-t rahmi yarattı. Onun yaratılmasını bitirince, sıla-i
rahim ayağa kalkarak, (lisân-ı hal ile)şöyle dedi: "Bu, sıla-i rahmi
kesenden sığınma makamıdır, değil mi? "Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, evet
seni yerine getirene benim de rahmetimi ulaştırmama; senden ilgisini kesen
kimseden de rahmetimi kesmeme razı olmaz mısın? dedi. Sıla-i rahim, bunun
üzerine, evet razı olurum, deyince, Cenâb-ı Hak, sana diyorum, bu, şu
âyetierimdir:(Bünun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s) isterseniz şu âyetleri okuyun,
buyurdu)". "Demek, idareyi ele alırsanız yeryüzünde fesat çıkaracak
ve akrabalık münasebetlerini param parça edeceksiniz, öyle mi? İşte böyleleri,
Allah 'm kendilerine lanet etmiş . duğu, kulaklarını sağır, gözlerini de kör
etmiş olduğu kimselerdir" (Muhammed, 22-23)"[90]
Bu sıla-ı rahmi kesen kimsenin tehdit edilmesi va'îdi ile, âyeteri lefsiri
hususunda zikredilmiş olan açık bir nastır.
Abdurrahman İbn Avf'dan rivayet edilen hadiste ise, Hz.Peygamber
(s.a.s. şöyle buyurmuştur: "Allah şöyle buyurmuştur:"
"Ben, Rahman olan Allah, sıla-i rahmi yarattım ve ona ismimden
alınmış bir isim verdim. İmdi, kim sıla-i rahmi yerine getirirse, ben de ona
rahmetimi ulaştırırım. Kim de sıla-i rahmi keserse, ben de ondan rahmetimi
keserim"[91]
Ebû Bekre (r.a)'nin hadisindeyse Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Cezasını ahirete ertelemiş olduğuyla beraber, Allah'ın bu dünyada
cezasını hemen vermeye zulüm ve sıla-t rahmi kesmeden daha layık olan başka
hiçbir günah yoktur"[92]
Muaz ibn Cebel'den, Hz.Peygamber (s.a.s)'in orada bulunanlara şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
"Allah'ın, kullan üzerindeki hakkı nedir?" Orada bulunanlar,
"Altah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber
(s.a.s):
"Allah'a ibâdet etmeleri ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamalandır"
(dedi.) Yine Hz.Peygamber (s.a.s) sözüne devamla, "Onlar bunu
yaptıklarında, onların Allah üzerindeki haklan ne olur?"diye sorunca,
onlar, Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurdu:
"Allah'ın onlan bağışlaması ve onlara azâb etmemesidir"[93]
Şarta bağlanmış bir şeyin, şart bulunmadığı zaman, tahakkuk etmeyeceği
malûmdur. Bu sebeple, onlar Allah'a ibâdet etmediklerinde, Allah'ın onları
bağışlamaması gerekir.
5)
Ebû Bekre, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini nakletmiştir:
"İki müslüman, kılıçlarıyla dövüşüp de biri diğerini öldürdüğü
zaman, öldüren de öldürülen dejcehennemdedir. 'Bunun üzerine Ebû Bekre,
"Şu katildir (onun cehenneme girmesini anladık), ama öldürülenin günahı
nedir?" deyince de, Hz. Peygamber (s.a.s), "O da arkadaşını öldürmeye
arzuluydu buyurdu." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
6)
Ünımü Seleme'den rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Altın ve gümüş kaptan su içen kimsenin karnında, ancak cehennem ateşi ses çıkarır"[94]
7) Ebû Saîd el-Hudrî'den Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyie buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Ehl-i Beyte buğze-den kimseyi, Allah ancak cehenneme sokar." Onlar, onlara buğzettikleri için cehenneme girmeyi hak ettiklerinde, onları öldürmeleri halinde cehennemi hak etmiş olmaları daha evlâ olur.
8) Ebû Hureyre'nin rivayet
etmiş olduğu hadisde şu hususlar yer almaktadır: Biz Hz. Peygamber (s.a.s)'le
beraber Hayber senesinde, sefere çıkmıştık.. Derken Vâdî'l-Kura'ya geldik...
Adamın birisinin Hz. Peygamberi koruduğu bir sırada, ansızın kâfirlerden biri
vurarak, onu öldürdü... Bunun üzerine orada bulunanlar, "cennet ona helâl
olsun!" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle Duyurdu:
' 'Hayır, nefsi kudret elinde olan Allah 'a yemin ederim ki, Huneyn 'de, taksim edenin isabet etmediği, bu sebeple de onun ganimetlerden almış olduğu o ince kadife, onun üzerinde bir ateş olarak tutuşacaktır." Orada bulunanlar bunu duyunca, onlardan birisi, bir veya iki ayakkabı bağını Hz. Peygamber s.a.s)'e getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s); "(O bu adam) ateşten bir veyahut da iki bağ
getirdi)" buyurdu.[95]
9)
Ebû Bürde'nin Ebû Musa
el-Eş'arîden rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
" cennete giremez. Devamlı içki içen, stîa-i rahmi kesen ve sihir yapmayı onaylayan kimse..."
10) Ebû Hureyre'den Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
'Malının zekâtını vermeyen hiçbir kul yoktur ki, Allah onun üzerine, Allah 'm müddeti sizin hesapladığınız yıllarla ellibin yıl olan bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar, kendisiyle alnının ve sırtının dağlanacağı cehennem ateşinden tabakalar yığar"[96] İşte, Kur'ân'ın ve haberlerin umumî bir mâna ifâde ettiğine dair, Mû'tezile'nin zikretmiş olduğu delillerin tamamı budur. [97]
Bizim alimlerimiz bunlara birçok yönden cevab vermişlerdir:
1) Biz şart
makamında gelen (kim) lâfzının
umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Ve
yine lam-ı tarifli (yani marife) olan cemi kelimelerin de umûm ifâde ettiğini
kabul etmiyoruz. Buna birçok şey delâlet eder:
a)
Şu iki lâfızdan herbirine
(her..), ve; (bazısı... lâfızlarını eklemek doğru olur ve şöyle denebilir: "Evime
giren herkese ikramda bulunurum", ve "Evime giren bir (veya
bazı) kimseye ikramda bulunurum." Yine; "İnsanların hepsi böyle"
veva: "Bazı insanlar böyledir" denilir. Eğer şart için olan lâfzı
istiğrak (umûm) ifâde etse idi, kelimesini onun önüne getirmek, bir tekrar; lâfzını
onun önüne getirmek, (onun umûmi oluşunu) bozan bir şey olur. Durum marife olan
cemîlerde de aynıdır. Bu sebeple bu sığaların, umûm ifâde etmedikleri ortaya
çıkar.
b)
Bu kalıplar ( ve marife
cemîler) Allah'ın kitabında yer almıştır. Fakat bunlardan bazan umûmi mana,
bazan da kısmîtik murad edilmiştir. Çünkü Kur'an'ın umûmi ifâdelerinin çoğu
tahsis edilmiştir. Kelimeyi mecazi bir manaya veya müşterek bir manaya
hamletmek asıl olanın aksinedir. Bu sebeple onu, umûmî mana ile husûsî mana
arasında ortak bir noktada hakiki manasına hamletmek gerekir. Bu da o
kelimenin istiğrak (umûm) ifâde edip etmediğini açıklamaksızın, ekseriyeti
ifade ettiği bir manaya hamledilmesidir.
c)
Bu kalıplar şayet kesin
olarak umûm ifâde etmiş olsalardı, te'kîd lâfızlarını bunların başına getirmek
imkansız olurdu. Çünkü zaten tahsil-i hâsıl (elde olan şeyi yeniden elde
etmeye kalkmak) imkânsızdır. Bu lâfızları o kalıbların başına getirmenin
yerinde olduğu cümlelerde, bu kelimelerin umûm ifâde etmediklerini kesin
olarak anlarız. Biz bu kalıbların umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu
kalıp bu umûmu kafi olarak mı, zannî olarak mı ifade eder? Kat'î olarak ifâde
etmesi, açıkça geçersiz ve bâtıldır. Çünkü insanların, mübalağa yolu ile, çoğu
kez ( ve (hepsi,..) lâfızlarıyla
ekseriyeti ifâde ettikleri zarurî olarak bilinmektedir. Mesela Cenab-ı
Hakk'ın: "O kadına, Belkıs'a,
herşey verilmiş" (Neml, 23) ,yani "çoğu şeyler.." buyurduğu
gibi... Bu lâfızlar umûmi manayı zannî olarak ifâde ettiklerine ve bu mesele de
zannî meselelerden olmadığına göre, bu hususta bu şekitde umûmi manaya
tutunmak caiz olmaz.
Biz bu lâfızların umûmi manayı kati olarak ifâde ettiklerini kabul
etsek bile, onları tahsis edecek birşeyin mutlaka bulunması şartı gerekir.
Çünkü umûmi olan lafızların tahsis edilebileceğinde herhangi bir münakaşa
yoktur. O halde daha niçin, "Onu tahsis edecek birşey bulunmaz"
diyorsunuz?
Bu konuda söylenebilecek en ileri sözleri şudur: "Biz araştırdık,
ancak onu "tahsis" eden herhangi birşey bulamadık." Fakat sen
biliyorsun ki birşe-yi bulamamak, var olan şeyin yokluğunu göstermez. Bu
lâfızların istiğrak (umûm) manasını ifâde etmeleri, onları tahsis edecek bir
şeyin olmamasına dayandığına göre ve böyle bir şartın olduğu da bilinen
şeylerden olmadığına göre, bu delâlet malum olmayan bir şarta dayanmaktadır.
İşte bundan ötürü, onların umûmi mana ifâde etmemeleri gerekir.
Hak Teâlâ'nın:
"Kâfirleri inzâr etsen de etmesen de eşittir. Çünkü onlar iman
etmeyecekler" (Bakara, 6) ayeti de bu görüşü te'kid eder. Allah, kâfir
olan herkesin iman etmeyeceğine hükmetmiştir. Sonra biz, onlardan iman etmiş
bir topluluğun olduğunu görürüz. Buna göre, şu iki şeyden birinin mutlaka söz
konusu olduğunu anlamış oluruz: Ya bu sığalar umûmu ifâde etmek için konulmamıştır,
veyahut da bu kalıplar umûm ifâde etmek için konulmuşlarsa bile, Hz. Peygamber
(s.a.s) zamanında, onların kendisi sebebiyle Allah'ın o umûmi lâfızdan
muradının bu husûsi mana olduğunu anladıkları bir karine vardı. O karinenin
aynısının buraaa da söz konusu olması niçin caiz olmasın? Biz her nekadar bunu
bir tahsis edicinin beyan etmesi gerektiğini kabul etsek bile, af ayetleri bu
karfneyi tahsis eder. Bu durumda da tercih bizden yanadır. Çünkü va'îd
ayetlerine nisbetle af ifâde eden ayetler, umûmi olan ifâdelere nisbetle daha
husûsidirler. Husûsî ifâdeler ise, umûmî ifadelere takdim edilir.(Daha önce
nazar-ı itibara alınır.)
Biz umûmu tahsis eden bir muhassisin bulunmadığını kabul etsek bile,
vaîde dâir umûmi ifadeler, va'ade dâir olan umûmi İfâdelerle tezad teşkil eder.
Bu durumda mutlaka bir tercihde bulunmak gerekir. Tercih, birkaç bakımdan
bizden yanadır:
Birincisi: Va'adi tutmak, va'îdi
yerine getirmekten daha ikramlı bir davranıştır.
İkincisi: Hadislerde, Allah'ın
rahmetinin gazabını geçip gâlib geldiği hususu çokça yer almıştır. Bu sebeble
va'ade dâir umûmi hükümleri tercih etmek daha uygundur.
Üçüncüsü: Va'îd Allah'ın hakkıdır.
Va'ad ise kulun hakkıdır. Kulun hakkını gerçekleştirmek, Allah'ın hakkını
gerçekleştirmekten evlâdır. Biz, vaîd ifâde eden umûmların, va'adin umûmları
ile tezâd teşkil etmediğini kubul etsek bile, bu umûmi hükümler kâfirler
hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple onlar, umûmu ifâde eı.nede katiyyet ifâde
etmezler.
İmdi eğer "Sebebin husûsi oluşuna değil, lâfzın umûmi manasına
bakılır" denilir ise, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Ancak biz,
birçok umûm lâfzın, hususi sebeplerden dolayı vârid olduğunu, bu sebeplerden de
maksadın sadece hususilik olduğunu görünce, bu umûmi lâfızların, umûmi manayı
ifâde etmelerinin kuvvetli olmadığını anlamış olduk. Allah en iyisini bilir.
[98]
Büyük günah işleyen kimselere Allah'ın azab etmeyeceğini kesin olarak
söyleyenlere gelince, onlar bu görüşlerine birçok bakımdan deliller
getirmişler:
a) "Cenab-ı Allah,
"Bugün rezillik ve azab kâfirlerin üstünedir" (Nahl, 27) ve: şüphesiz
bize, azabın yalanlayan ve yüz çeviren kimseler üzerine olduğu
vahyedllmiştfr" (Tâ-hâ, 49) buyurmuştur. Bu ayetler, rüsvaylık ve azabın
kâfirlere has olduğunu gösterir. Bu sebeple bu şeylerden herhangi birinin, kâfirlerin
dışında herhangi bir kimse için söz konusu olmaması gerekir.
b)
Cenab-ı Hak: "De ki: Ey
nefislerine haksızlık eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.
Çünkü Allah bütün günahları bağışlar" (zümer, 53) buyurmuştur. O, tevbe ve
benzeri şeyleri nazar-ı itibara almaksızın bütün günahları
affedeceğini bildirmiştir ki
bu, O'nun bütün
günahları bağışlayacağını kesin olarak ifâde eder.
c) Allah Teâlâ: "Hiç şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı, onların zulümlerine rağmen mâğdretlidir" (Ra'd, 6) buyurmuştur. Ayette geçen İp lâfzı durumu ifâde eder. Tıpkı senin sözün gibi, bu, "O yemekle meşgul iken, ben padişahı gördüm" manasındadır. İşte bu ayete göre de Allah'ın onları, onlar zulüm ile meşgul oldukları halde affetmesi gerekir. İnsanların zulümle meşgul oldukları sırada, tevbe etmeleri imkânsızdır. Bu sebeple tevbesiz de bağışlamanın olabileceğini anlıyoruz. Bu ayet kâfirlerin de bağışlanmasını gerektirir. Çünkü Hak Teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Fakat bu hususta bu ayette amel etmek bırakılmış, başka hususlarda bu ayetle amel edilmiştir. Aradaki fark ise, küfrün durumunun günahtan daha büyük olmasıdır.
d)
Allah Teâlâ:' 'İşte ben sizi
alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkumyo-rum. O ateşe, Hakk'ı yalanlamış ve
(imandan) yüz çevirmiş en bedbaht kimselerden başkası girmez" (Leyl,
14-16) buyurmuştur.. Şüphesiz her ateş alevlendikçe alevlenir. Buna göre Allah
Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ateşe ancak yalanlayan ve imandan yüz çeviren
şakiler girer."
e) Allah Teâlâ: "O
cehenneme ne zaman birgrub insan atılsa, cehennem bekçileri onlara: "Size
bir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar, "Evet,
bize bir uyarıcı (peygamber) geldi. Ama biz (onları) yalanladık'' ve, Allah
hiçbirşey inzal etmedi. Siz çok büyük bir sapıklık içindesiniz dedik"
dediler. (Muik.e-9) buyurmuştur. Bu ayet, bütün cehennem ehlinin yalancı olduğunu
gösterir. Ayetin kâfirlere has olduğu söylenmesin. Allah Teâlâ'nın bu ayetten
önce: ' 'Rablerini inkâr edenlere cehennem azabı vardır. O ne kötü bir varış
yeridir. Onlar oraya atıldıkları zaman, onun kaynadığı haldeki bed sestnt işitirler.
O nerede ise, öfkesinden çatlayacak gibi olur" [um. e-e) buyurduğunu
görmüyor musun? Bu o ayetin "Evet, bize bir uyana (peygamber) geldi. Ama
biz (onları) yalanladık" ve, "Allah htçbirşey inzal etmedi..."
diyen bazı kâfirlere has olduğunu gösterir. Bu söz bütün kafirlerin söylediği
bir söz değildir. Çünkü biz, bu ayetten önceki kısmın kâfirlerle ilgili
olmasının, daha sonra gelen ayetin umûmi olmasına manı olamayacağını
söylüyoruz.
Ama hasmımızın "Bu bütün kâfirlerin söylediği bir söz
değildir" İddiasına gelince, biz deriz kî: Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü
yahûdi ve hıristiyanlar da Allah 'm Hz. Muhammed (s.a.s) e hiçbirşey
indirmediğini söylüyorlardı. Durum böyle olunca yahudi ve hristiyanlann da,
Allah'ın hiçbirşey indirmediğini söyleyen kimselerden olması doğru olur.
e)
Allah Teâlâ
"Biz kâfirlerden başkasını cezalandırmayız" (Sebe, 17) buyurmuştur. Ayetteki kelimesi mübalağa ifâde eden bir kalıptır. Bu sebeple tam kâfire has olması gerekir.
g)
Cenab-ı Allah, insanların,
yüzleri beyaz ve siyah olan iki sınıf olacaklarını haber verdikten sonra:
"Yüzleri siyah olanlara gelince, (onlara şöyle denir:) İman
ettikten sonra demek inkâr ettiniz haa! Öyle ise tadınız azabı.." (am
İmran. 106) buyurmuş ve böyle olanların kâfirler olduğunu ifâde etmiştir.
i)
Allah'u Teâlâ insanları,
"yarışı önde bitirenler" ("amel defteri sağından
verilenler", "uğursuzluk ehli" olarak üç kısma ayırıp,
"yarışı Önde bitirenler" ve "amel defteri sağından
verilenler" in cennette; "uğursuzluk ashabı" nın cehennemde
olduğunu beyan etmiş; sonra da, bu "uğursuzluk ashabı"nın kâfirler
olduğunu:
"Onlar şöyle diyorlardı: "Biz ölüp, toprak ve çürümüş kemikler
haline geldiğimizde, (evet), hakikaten biz diriltilecek miyiz" (Bakara,
47) ayetiyle açıklanmıştır.
j) Büyük günah sahibi rüsvay
olmaz; halbuki cehenneme giren herkes, hakîrliğe duçar olur. Buna göre büyük
günah sahibi cehenneme girmez. Biz, büyük günah sahibinin rezil ve rüsvay
olmayacağını söyledik, çünkü büyük günah sahibi mü'mindir; mü'min ise rezil ve
rüsvay edilmez. Biz büyük günah sahibinin,Allah'ın: (Bakara.aı ayetinin
tefsirinde mü'min
olduğunu açıkladığımız için, onun mü'min olduğunu söyledik. Biz,
mü'minin rezil ve rüsvay edilmeyeceğini, birkaç yönden söylemekteyiz:
1) Allah'u Teâlâ'nın:
"Allah Peygamberi ve onun yanındaki iman etmiş olan kimseleri, o gün
rüsvay etmez" (Tanrım. 8) ayetidir.
2)Yine Allah'ın:
"Muhakkak ki, o gün rüsvayhk ve kötülük, kâfirleredir" (Nahi, 27)
ayetidir.
"Ki onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzre Allah'ı anarlar.
Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek, "Rabbimİz, sen bunları boşa
yaratmadın, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Rabbimtz bizi ateşin
azabından koru.. Rabbimİz, sen kimi cehenneme sokarsan, muhakkak ki onu rezil
ve rüsvay etmişstndir. Zalimler için hiçbir yardıma yoktur. Ey Rabbimİz, biz,
Rabbinize İman edin diye çağıran bir davetçi duyduk da, hemen iman ettik!
Rabbimİz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi, iyi
kullarınla beraber öldür! Rabbi-miz bize, peygamberlerine va 'adetmiş olduğun
şeyi ve, kıyamet gününde bizi rezil ve rüsvay etme" derler (A. imran.
191-194) ayetleridir. Daha sonra Cenab-ı Hak:
"Bunun üzerine Rableri onlara icabet etti" (a. imran, 195)
buyurmuştur. Allah'ı ayakta, oturarak ve yan üzre yatarak zikredenlerle,
Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasını düşünenlerin içerisine, isyankârlar, zina
edenler ve içki içenler de dahildir. AHalu Teâlâ, onların, "Bizi kıyamet
gününde rezil ve rüsvay etme" dediklerini nakledip, sonra da kendisinin,
onlara bu hususta icabet ettiğini açıklayınca, Allahu Teâlâ'nın onları rezil
ve rüsvay etmeyeceği sabit olmuş olur. İşte böylece de, bizim
anlattıklarımızla, AHahu Teâlâ'nın, ehl-i kıbleden olan günahkârları rezil ve
rüsvay etmiyeceği ortaya çıkmış olur. Biz cehenneme giren herkesin rezil ve
rüsvay olacağını söyledik, çünkü Cenab-ı Hak: "Rabbimiz, sen kimi ateşe
sokarsan, muhakkak ki onu rüsvay etmişsinöir" buyurmuştur. Böylece, bu iki
mukaddimenin her ikisiyle de, büyük günah sahibinin cehenneme girmeyeceği
kesinleşmiş olur.
k) Va'ad hakkında gelmiş ve
hayli fazla olan umumî ifadelerdir. Meselâ, Allahu Teâlâ:
"Ve onlar, sana indirilenle, senden önce indirilenlere iman
ederler. Ahi-rete de kesin olarak İnanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir
hidâyet üzeredirler. Ve onlar, kurtuluşa ermiş olanların ta kendileridir"
{Bakara, 4-5) buyurmuş ve iman eden herkesin kurtulacağına hükmetmiştir.
Ve yine Cenab-ı Hak:
"İman edenlerden, yahudllerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden kim Allah'a ve ahîret gününe iman eder ve salih atnei işİer iser işte böyle olanların, Rabieri yanında mükâfaatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" (Bakara, 62) buyurmuştur. Buna göre Allah'ın: ve salih amel işlerler" ifadesindeki lafzı müsbet ve nekire bir kelimedir. Dolayıst ile tek bir salih amel yeterlidir. Ve yine Hak Teâlâ:
"Kadınlardan ve erkeklerden kim mümin olarak salih amel işler ise,
işte böyle olan kimseler cennete girerler" (Nisa, 124) buyurmuştur.
Bu gibi ayetler gerçekten çoktur ve bizim bu hususta müstakil bir
kitapçığımız vardır. Bu ayetleri görmek isteyen, o kitapçığımızı gözden
geçirsin. Bütün bu hususlara, "Bu izahlar va'îd ile ilgili umûmî mana
ifâde eden ayetlerle tezad teşkil eder" diye cevap veririz. Bu ayetlerin
herbirinin tefsiri inşaallah yeri gelince görülecektir.
[99]
Bazı kimselerin affedileceğini kesin olarak söyleyen ve bazı kimselerin
affedilip edilmemesi konusunda tevakkuf eden (susan) alimlerimize gelince,
onlar Kur'an'dan birçok ayeti delil getirmişlerdir:
Birinci Delilleri: Birinci delilleri, Allah
Teâlâ'nın çok affedici ve bağışlayıcı olduğunu gösteren ayetlerdir.
Meselâ:
"O (Allah), kullarının tevbesSni kabul eden, kötülükleri atfeden
ve sizin ne yaptığınızı bilendir" (şûra, 25);
"Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey
yüzündendir. Allah birçoğunu da bağışlıyor" (Şûra, 30) ve: "Denizde
dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse
rüzgarı durdurur (o zaman yelkenli gemiler) denizin yüzünde kalı-verirler.
Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayetler yardır.
Yahud (Allah o gemileri), (insanların) kazandığı (günahlar) yüzünden heiâk
eder. Bir çoğunu da bağışlar" (sora, 32-34) ayetleri gibi.
Keza ümmet-i Muhammed, Allah'ın, kullarını affedeceğine ve O'nun isimleri
arasında "el-Afüvv" (affedici) isminin de olduğuna ittifak
etmişlerdir. Buna göre biz deriz ki "afv", ya ikâb edilmesi güzel
olan veya ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret olur.
Bu ikinci şekil bâtıldır. Çünkü ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseyi
cezalandırmak kabin (çirkin) dir. Böyle bir işi yapmayan kimse için, "O,
onu affetti" denilemez. Baksana, insan birisine zulmetmediği zaman,
"O, onu affetti" denilemez. Ancak azac etme hakkı olan bir kimseye
azab etmeyi (cezalandırmayı) bırakır ise, o zaman "O, onu affetti"
denilir. İşte bu sebepten ötürü Cenab-ı Hak:
" Affetmeniz takvaya daim uyguuuur (Bakara, 237) buyurmuştur ve yine Allah:
(Şûra. 25) buyurmuştur. Eğer af, tevbe edenin cezasını düşürmekten
ibaret olsa idi, bu faydasız bir tekrar olurdu. Böylece biz, affın ikâb
edilmesi (cezalandırılması) yerinde olan bir kimsenin cezasını kaldırmaktan
ibaret olduğunu anladık. İşte bu bizim gö rüşümüzdür.
İkinci Delil: İkinci delilleri, Allah'ın
gâfir, gafur ve gaffar olduğunu gösteren ayetlerdir. Nitekim Allah:
"(O), günahı bağışlar, tevbeyi kabul eder" (Mümin. 3); "Senin Habbin gafur ve rahmet sahibidir " (Kehf, 58); "Şüphesiz ben (Allah), tevbe edene mağfiret ederim" (Tahâ, 82) ve "Ey Rabbimiz bizi bağışla, varış ancak Sanadır" (Bakara, 285) buyurmuştur. Mağfiret cezalandırılması yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret değildir. Bu sebeple onun cezalandırılması yerinde olan kimsenin cezasını düşürmekten ibaret olması gerekir. Biz, buradaki ilk şeklin bâtıl olduğunu söyledik, çünkü Cenab-ı Allah mağfiret sıfatını, kullarına lütfü sadedinde zikretmiştir. Eğer biz mağfireti birinci manaya hamtedersek, geriye lütuf manası kalmaz. Çünkü çirkin olan bir işi yapmamak, kula bir lütuf olmaz. Belki bu bir bakıma kendi nefsine iyilik olmuş olur. Çünkü eğer Allah böyle yapmış olsaydı, zemme ve kınamaya müstehak olmuş olur, ulûhiyet çizgisinden çıkmış olur, çirkin şeyleri bırakması sebebiyle de kullan tarafından övülmeye müstehak olmazdı. Bunun böyle olması bâtıl olunca, mağfireti ikinci şekilde manalandırmak ortaya çıkar. Ki bu varmak istediğimiz neticedir.
İmdi denilirse ki: Niçin af ve mağfireti, dünyada gereken cezayı
ahirete tehir etmek manasına hamletmek caiz olmasın? Nitekim affın dünyadaki
azabı tehir etme anlamında kullanıldığına, Allah Teâlâ'nın yahudilerin
kıssasındaki:
"Sonra, bunun peşisıra sizi affettik" (Bakara, 52) ayeti de
delâlet etmektedir. Bu ayetten maksad, ikâbı düşürmek değil, onu ahirete
bırakmaktır. Allah'ın: ' Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey
yüzündendir. Allah birçoğunu da bağışlıyor" (Şûra. 30) ayeti de böyledir.
Yani Hak Teâlâ, ya bir imtihan olarak veya acele bir ceza olarak, sizin
günahlarınız sebebi ile cezasının musibetlerini vermede acele etmez; birçok
günaha karşılık mihnet ve cezayı da acele vermez. Yine Allah'ın: "Denizde
dağiar gibi akıp giden gemiler de Onun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse rüzgarı
durdurur da (o zaman yelkenli gemiler denizin yüzünde kalıverhler). Şüphesiz ki
bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayetler vardır. Yahud (Allah
o gemileri), (insanların) kazandığı (günahlar) yüzünden helak eder. Bir çok
(günahı da) bağışlar" (Şûra, 32-34), yani eğer Allah onları helak etmeyi
isteseydi onları helak ederdi. Halbuki birçok günahlarına rağmen helak
etmemiştir.
Evet böyle denilirse cevabımız şöyle olur:
"Afv" kelimesinin asıl mânası "giderdi" manasına
olan, (Onun izini giderdi) ifâdestndendir. Durum böyle olunca "af"
denen şeyin izâle" (gidermek) manasına olması gerekir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ:
"Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (velisi)
tarafından cüz'i birşey affolunursa... (Bakara, 178) buyurmuştur. Halbuki bu
aftan maksad cezayı tehir etmek değil, aksine izale etmek, kaldırmaktır.
Allah'ın: "Affetmeniz takvaya daha uygundur" (Bakara. 237) ayeti de
böyledir. Buradaki aftan rnak-sad, onu belirli bir zamana ertelemek değildir,
aksine onu tamamen saldırmaktır. Yine affın te'hir manasına gelmediğine şu da
delâlet eder: Alacaklı kimse, alacağını istemeyi tehir ettiğinde, "O, onu
affetti" denilmez. Eğer, : alacağından tamamen vazgeçerse, o zaman
"O, onu affetti" denilir. Boylere afftn tehir manası ile tefsir
edilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Delil: Üçüncü delil, Allah'ın
rahman ve rahim olduğunu göster ayetlerdir. Bu nevi ayetlerle şu şekilde
istidlal edilir: Allah'ın rahmeti ya levaba hak kazanmış muti kimseler için,
veyahut da cezaya müstehak olmuş" kimseler için olur. Birincisi bâtıldır.
Çünkü onlar hakkında Allah'ın rahmeti, Allah onlara hakettikleri sevabı vermiş
olduğu için meydana gelir veya haklerinden fazlasını onlara vermesi sureti ile
lütfetmiş olur. Birincisi bâtıldır, çünkü vacibi (görevi) yerine getirmek,
rahmet diye adlandırılamaz. Baksana, birisinden yüz dinar alacağı olan kimse,
onu zorla ve mecbur tutarak aldığında, bu parayı veren kimse için, "O, bu
miktar parayı alan kimseye rahmet o*-sun diye verdi" denilmez. İkincisi de
yanlıştır; çünkü mükellef hakkı olan mükafaâtı almış olması sebebiyle, bu
fazlalıktan adeta müstağni gibidir; bu sebeple, bu fazlalık nimet vermede
ziyâdelik diye adlandırılıp, kesinlikle rahmet diye adlandırılmaz. Görmüyor
musun, en büyük hükümdarın hizmetinde büyük servet ve mükemmel bir mülk sahibi
olan emir ve yöneticiler bulunsun: sonra bu hükümdar onun malına kendi
mülkünden başka mülkler kattığında bu durumda hükümdar "ona merhamet
etti" denilmez, tam aksine, o ona nimetler vermede çok cömert davrandı
denilir. Burada da böyledir.
İkinci kısma gelince ki bu, Allah'ın rahmetinin ikâbı (cezalandırmayı)
ha-ketmiş olan kimse için olmasıdır, bu tür rahmet ya Allah'ın hakedilen azaba
daha fazla azab katmaması şeklinde olur. Bu batıldır. Çünkü zaten bu fazla
azabı vermemek vacibtir. Vacib olan ise rahmet diye adlandırılmaz. Bir de her
kâfirin ve zalimin, bize zulmetmedikleri için, bize karşı "rahîm"
(merhametli) sayılması gerekir. Buna göre, geriye sadece, Allah'ın müstehak
olunan azabı bıraktığı için "rahim" olması gerekir. Bu da, tevbe
etmelerinden sonra, ne küçük günah ne de büyük günah sahibleri hakkında söz
konusu olur. Çünkü zaten onlara azab etmemek vacibtir. Bu sebeple, bu Allah'ın
rahmetinin ancak büyük günah sahibine tevbe etmediği halde azab etmeyi
terkettiği için meydana geldiğini gösterir.
Şayet,"herbiri lütuf olan Allah'ın yaratması.mükellef tutmuş
olması ve rı-zık vermiş olmasından dolayı, bir de büyük günah sahibinin azabını
hafifletmiş olmasından dolayı O'nun rahmetinin olması niçin caiz
olmasın?" denilirse biz deriz ki: Birincisine gelince bu, Allah'ın dünyada
rahim olduğunu ifade eder. Ümmet Allah'ın ahiretteki rahmetinin, dünyadaki
rahmetinden daha büyük olduğunda ittifak ettiğine göre bu durumda Allah'ın
ahiretteki rahmeti nerede kalacak? İkincisine gelince, bu hususta size göre
Allah'ın azabını hafifletmesi caiz değildir. Va'tdiyye olan Mu'tezile'nin
görüşü de böyledir. Ayetin mukte-zasına göre hafifletme meydana geleceği için,
affetmesinin caiz olduğu da sabit olmuş olur. Çünkü bu ikisinden birisini kabul
eden.diğerini de kabul etmektedir.
Dördüncü Delil: Allah'ın: "Allah
kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler
İçin affeder" (Nisa, 48) ayetidir. Buna göre biz deriz ki, Allah'ın,
"dilediği kimseler için.." ifadesinin, tevbe eden büyük günah ve
küçük günah sahiplerini içine alması caiz olmaz. Bu sebeple, bu ifâdeden
kastedilenin tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Biz,
"Bunun tevbe etmiş büyük günah ve küçük günah sahiplerini içine alması
caiz değildir" dedik, bunun birçok sebebi vardır:
a)
"Allah kendisine şirk
koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri atfeder..." ayetinin manası,
"Bunu bir lütuf olarak bağışlamaz, hakedilmiş bir bağışlama olarak da
bağışlamaz" demektir. Akıl ve nakil bunun böyle olduğunu gösterir. Bu
böyle olunca, Allah'ın: "Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler için
affeder" sözünün manası, şirkin dışındaki günahları bağışlamakla
"lütufta bulunmuş"demektir.Böylece nefy ve isbât aynı şeye âit olmuş
olur. Görmez misin falanca şayet, "O yüz dinar lütfetmez. Hakeden kimseye
bundan daha aşağısını verir" dediği zaman bu derli toplu bir söz olmaz.
Tevbe etmiş olan büyük ve küçük günah sahibini bağışlamak, hakedilmiş bir bağışlama
olunca, ayetten onların kastedilmiş olması imkansız olur.
b)
Şayet, "Allah (şirk)
dışındaki şeyleri dilediği kimseler için atfeder" ayeti, "Tevbe
edenler ve küçük günah sahipleri gibi affedilmeye hak kazanmış kimseleri
bağışlar" manasında olsaydı, geriye şirki, şirk olmayan günahlardan ayırmanın
bir manası kalmazdı. Çünkü Cenab-ı Hak, hakedildiği zaman şirkin dışındaki
günahları bağışladığı gibi, hakedilmediği zaman onları bağışlamaz. Aynen bunun
gibi bağışlanma hakedildiğinde şirki de bağışlar, hakedilmediği zaman
bağışlamaz. Böylece de geriye şirk ile diğerlerini ayrı mütalâa etmenin bir
manası olmaz.
c) Tevbe edenlerle küçük günah
sahiplerini bağışlamak vâcibtir. Vâcib olan bir şey ise, Allah'ın meşietine
(dilemesine) bağlanamaz. Çünkü meşiete bağlanan şeyi, "faili isterse
yapar, isterse yapmaz" demektir. Buna göre vâcib olan, istensin
istenmesin mutlaka yapılması gereken şey demektir. Ayette geçen bağışlama,
meşiete bağlanmış olan mağfirettir. Bu sebeple, onun tev-oe edenler ile küçük
günah sahiplerinin bağışlanması olması caiz değildir.
Bil ki bütün bu izahların tamamı, "Tevbe etmiş olan büyük ve küçük
günah sahihlerinin bağışlanması vâcibtir" diyen Mu'tezile'nin görüşüne
dayanır. Bize gelince, biz bu görüşte değiliz.
d)
Hak Teâlâ'nın: "Bunun
(şirkin) dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" ifâdesi, şirkin
dışında kalan her günahı affedeceğini kâfi olarak gösterir. Bu ifâdenin içine,
tevbe eden ve etmeyen büyük ve küçük günah sahipleri de girer. Ancak bu üç
kısmın bağışlanmasının iki ana kısma ayrılması -uhtemeldir. Çünkü bütün
günahların herkes için veya bazı kimseler için affedilmesi muhtemeldir. Buna
göre Allah'ın: "Bunun dışındakiler! affeder sözü, bu üç kısmın hepsini
affedebileceğini gösterir. Sonra O'nun, "dilediji kimseler için"
ifâdesi de bütün günahları herkesten değil de, bazı kimselerden affedeceğine
delâlet eder. İşte bu, Ehİ-i Sünnet'in prensiplerine uygun olan izah tarzıdır.
Bu sebeple şayet, "Biz, mağfiretin, Allah'ın ahirette günahkârlara azab
etmeyeceğini gösterdiğini kabul etmiyoruz. Bunu şöyle izah edebiliriz:
Mağfiret, ikâbı kaldırmaktır. İkâbı (cezayı) kaldırmak ise, devamlı olarak veya
geçici olarak kaldırmayı içine alır. İki şey arasındaki müşterek bir miktan
belirtmek üzere konulan bir lafız, bu iki şeyden ikisini de işar etmez. Buna
göre "mağfiret" kelimesinde, azabı devamlı olarak (ebedi olarak)
kaldırmaya delâlet eden herhangi birşey yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca
biz deriz ki,"Niçin bu ayetten maksadın, "Allah şirkin cezasını dünyadan
ahirete bırakmaz, ama şirkin dışındaki günahların cezasını ise, dilediği
kimseler için ahirete tehir eder" şeklinde olması caiz olmasın?"
Şöyle denilmesin: "Bu nasıl doğru olur. Halbuki biz dünyevî bakımından,
mü'minlerden daha çok, kâfirlere ceza verileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü
ayetin takdirinin, "Allah dilediği kimseler için dünyada şirkin cezasını
tehir etmez, yine dilediği kimseler için şirkin dışındaki günahların cezasını
tehir eder" şeklinde olduğunu söylüyoruz." Böylece, bununla, her nekadar
bu onlardan çoğuna yapılmasa bile, her-birinin cezasını peşin vermek mümkün
olduğu için, kâfir ve fâsıklann cezasının peşin verilebileceği sebebi ile her
iki grub insanın da korkutulması meydana gelir. Biz bağışlamanın (mağfiretin),
devamlı olarak cezayı kaldırmak manasından ibaret olduğunu kabul ediyoruz.
Buna göre niçin, "Bu kelimeyi, tevbe edenler ile küçük günah sahibinin
bağışlanmasına hamletmek mümkün değildir" dediniz?
İlk üç izah tarzı, onların söylemediği prensipler üzerine bina
edilmiştir. Bunlar, büyük ve küçük günah sahiblerinin tevbelerinden sonra
bağışlanmalarının vacib olmasıdır.
Dördüncü bir izah tarzına gelince, biz, Allah'ın, "Bunun (şirkin)
dışındaki şeyleri.." ifâdesinin umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz.
Bunun delili, bedel olmak üzere, kendisine ve lafızlarının getirilmesi ve
meselâ: "Bunun dışındaki herşeyi bağışlar;"
"Bunun dışındaki bazı şeyleri affeder"
denilmesinin doğru oluşudur. Şayet Allah'ın "Bunun dışında.."
sözü umûm ifâde etseydi, işte bu doğru olmazdı. Biz bu sözün umûm ifâde
ettiğini kabul etsek bile, tevbe eden büyük ve küçük günah sahipleri ile tahsis
etmiş oluruz. Bu böyledir, çünkü va'îd hakkında gelen ayetlerden herbiri,
meselâ adam öldürme ve zina etme gibi bir büyük günah çeşidi ile tahsis
edilmiştir. Bu ayet ise, bütün günahları, içine almaktadır. Halbuki hass lâfız
âmm olan lâfza takdim edilir. Bu sebeple va'îd ayetlerinin, bu ayetten önce
nazar-ı itibara alınması gerekir.
Birinciye şöyle cevab verilir: Biz mağfireti, azabı tehir etme manasına
aldığımızda, ayetin hükmüne göre, dünyada müşriklerin cezasının mü'minlerin
cezasından daha çok olması gerekir. Aksi halde böyle bir ayırımda herhangi bir
fayda olmazdı. Halbuki böyle olmadığı, "Eğer insanlar (kâfirlerin
nzıklannın bol verildiği fikrine kapılarak tek bir ümmet haline gelmeyecek
olsaydı. Rahman (Allah'ı) inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları
merdiveni gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) ayetinin delaletiyle malûmdur.
Onun, "Niçin Allah'ın "Bunun dışındakiler..." sözü umûm ifâde eder dediniz? sözüne gelince biz deriz ki, Allah'ın u lafzı, şirkin dışında kalmakla nitelenen şeylere işaret eder. Bu şeylerin mahiyeti birdir. Böylece Allah kesin olarak onları bağışlayacağına hükmetmiştir. Buna göre bu mahiyet kendisinde bulunan her şey için, bağışlamanın söz konusu olması gerekir. Böylece bu sözün umûm ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Bir de hangi günah olursa otsun bundan İstisna edilebilir. Va'îdiyye (Mu'tezile'nin bir kısmı)'ye göre, birşeyden istisnanın yapılabilmesi onun umûm ifâde ettiğini gösterir. Onun, "Va'îd ayetleri bu ayetten daha hususidir" sözüne gelince, biz deriz ki: ayet va'îd ayetlerinden daha husûsîdir. Çünkü bu ayet bazı günahların affedileceğini ifâde eder. Halbuki sizin söylediğiniz va'îd ayetleri, her günah için va'îdi ifâde eder. Bir de Kur'an ve hadislerde affa teşvik babında gelen şeylerin çok olmasından dolayı, af ayetlerini tercih etmek daha evlâdır.
Beşinci Delil: Beşinci delil, bizim va'ad
ayetlerinin umûmî oluşuna sarıl-mamızdır. Bunlar Kur'an'da pekçokturlar. Sonra
biz deriz ki: Bir tearuz var gibi göründüğünde bir tercih yapmamız veya o iki
şeyin arasını bulmamız gerekir. Tercihin yapılmasının sebepleri pek çoktur:
a) Va'ad ayetlerinin umûmî
oluşları daha çoktur. Delillerin çok oluşu sebebi ile tercihte bulunmak
dinimizde muteber bir iştir. Biz usulü fıkıh kitabımızda bunun doğruluğuna
deliller getirmiştik.
b)
Allah Teâlâ'nın:
"Hiç şüphesiz iyiliker, kötülükleri giderir" (Hûd, 114) ayeti, usul-ü fıkıhta da sabit olduğu gibi, hasene (iyilik) olduğu için hasenatın kötülükleri giderdiğini gösterir. Bu sebeple, işte bu işaretin hükmüne göre, her hasenenin (iyiliğin), kâfirden çıkan iyiliklere nazaran yapılmamış olan her kötülüğü gidermesi gerekir. Çünkü bu iyilikler kâfirlerin kötülüklerini gidermez. Dolayısı ile geriye ayetle, kâfirlerin dışındakiler hakkında (yani mü'minler hakkında) amel edilmesi kalır.
c) Hak Teâlâ:
"Kim bir iyilik yaparsa, ona o iyiliğinin on misli (sevab) vardır. Kim de kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü kadar cezalandırılır"(En’am 160) buyurmuş ve sonra bu on misli sevaba ilavede bulunarak:
"Her, başağında yüz danesi bulunan yedi başak bitiren bir tohum
misa." (Bakara. 161) buyurmuştur. Daha sonra, bunda da ilâvede bulunarak
"Allah dilediğine kat kat artırır" (Bakara, 261) buyurmuştur. Günahlar hususunda ise, Allah: "Kim de bir kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü kadar cezalandırılır" (Enam, ıeo) uyurmuştur. Bu, Allah katında, iyilik tarafının kötülük tarafına ne kadar üstün tutulduğu hususunda son derece açık bir delildir.
d) Ailah Teâlâ, Nisa
süresindeki bir va'ad ayetinde sövle buyurmuştur:
"İman edip salih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan
cennetlere, ebedi kalıcılar olarak sokacağız. Allah va 'adini hak olarak
yaptı. Sözü Al-lah'dan daha doğru kim var" (nisö, 122). Allah, "Allah
va'adini hak olarak yaptı" sözünü ancak te'kid için söylemiş ve hiçbir
yerde, "Allah va'îdini hak olarak yaptı" şeklinde birşey
söylememiştir.
Cenab-ı Allah'ın:
"Bizim katımızda söz değiştirilmez. Bert kullanma zulümkâr değilim"
<Kâf, 29) buyruğu hem va'ad hem de va'îd hususundadır.
e) Allah Teâlâ:
"Kim bir günah işler veya kendine zulmeder de sonra Aiiah'dan
bağışlanmayı isterse, Allah'ı gafur ve rahîm bulur. Kim bir günah işlerse, onu
kendi aleyhine yapmış olur. Allah alîm ve hakîmdir" (nisa, 110-111)
buyurmuştur. İstiğfar, mağfiret taleb etmektir ki tevbeden farklıdır. Burada,
ister tevbe etsin isterse tevbe etmesin, bir kul Aiiah'dan mağfiret taleb
ettiği zaman, Allah onu bağışlayacağını açıkça ifâde etmiş, ama "kim bir
günah işlerse Allah'ı azab edici ve ceza verici olarak bulur" dememiş,
aksine "Onu kendi aleyhine yapmış olur" buyurmuştur. Bu durum,
iyilik tarafının üstünlüğünü gösterir. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın:
"Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için iyilik yapmış olursunuz. Kötülük yaparsanız da kendi aleyhinize yapmış olursunuz" (Isra,7) ayetidir. Bu ayette, Cenab-ı Allah, "Kötülük yaparsanız da kendiniz için kötülük yapmış olursunuz" buyurmuştur. Buna göre sanki O, kulun iyiliğini iki kere tekrar etmek suretiyle ifâde etmiş, kötülüğünü ise tek bir defa zikrederek adetâ örtmüştür. Bütün bunlar iyilik tarafının üstün olduğunu gösterir.
f)
Biz, Allah Teâlâ'nın:
"Bunun dışındaki şeyleri (günahları) dilediği kimseler için affeder"
(Nisa,48) sözünün, ancak büyük günah sahibini affetmeyi ihtiva ettiğine delil
getirmiştik. İmdi Allahu Teâlâ bu ayeti, tek surede iki defa getirmiştir.
Tekrar ediş, ancak te'kid için olursa güzel olur. Buna karşılık, Allah va'îd
ayetlerinden hiçbirini aynı lâfız ile ne tek surede ne de başka başka surelerde
tekrar etmemiştir. Böylece bu da Hak Teâlâ'nın hasenat ve affa dair va'ad
tarafına, günahtan daha fazla önem verdiğine deiâlet eder.
g) Va'ad ve va'îdin umûmi
ifâdeleri birbirleriyle tezat teşkil ediyor gibi görününce, bu durumda iki
taraftan birine doğru te'vile gitmek gerekir. Te'vîli va'îd tarafında yapmak,
va'ad tarafında yapmaktan daha güzeldir. Çünkü örfte va'îdden vazgeçmek güzel,
va'adi yerine getirmemek ise, çirkin sayılmıştır. Bu sebeple te'vili va'îde
yöneltmek, va'ade yöneltmekten daha evlâ olur.
h)
Kur'an, Allahu Teâlâ'nın
gâfir, gafur, gaffar olduğunu; gufran ve mağfiretinin bulunduğunu; rahîm ve
kerîm olduğunu; affının, ihsanının, fazlının ve lûtfunun bulunduğunu gösteren
ayetlerle doludur. Bu hususlara delâlet eden hadisler de tevatür derecesine
varmışlardır. Bütün bunlar va'ad tarafını takviye eden şeylerdir. Kur'an'da
Allah'ın rahmet, kerem ve aftan uzak olduğunu gösteren hiçbir ayet yoktur.
Dolayısıyla bütün bunlar va'ad tarafının va'îd tarafına üstün olmasını
gerektirir.
i) Büyük günah sahibi
insan,hayırların en üstünü olan iman etmiş, kötülüklerin en büyüğü olan küfre
düşmemiş, fakat kötülüklerden olup da zirvede olmayan bir şerri (günahı)
işlemiştir. Kölesi bulunan bir efendi düşünün. Onun kölesi taatların en
büyüğünü yaptığı halde, orta derecede bir kusur işlemiştir. Bu durumda şayet
efendi bu orta derece kusuru büyük taate tercih eder (ondan daha önemli
sayarsa), kınanır ve eziyet veren birisi sayılır. Burada da böyledir: Allah'ın
böyle yapması caiz olmayınca, va'ad tarafının üstün olduğu ortaya çıkmış olur.
j) Yahya b. Mu'az er-Râzî
şöyle demiştir: "Allah'ım! Bir saatlik tevhid, elli senelik küfrü yerle
bir edince, elli senelik tevhid bir saatlik günahı nasıl yerle bir edemez?
Allahım! Küfürle beraber hiçbir taatin faydası olmayınca, senin adaletinin
gereği, imânın yanında hiçbir günahın da zarar vermemesi beklenir. Aksi halde
küfür imandan daha büyük olmuş olur. Eğer böyle olursa affını ummaktan daha az
başka birşey olmaz." Bu güzel bir sözdür.
k)
Biz Allah'ın: "Bunun
dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" sözünü, tevbe etmiş
küçük ve büyük günah sahibine hamletmenin mümkün olmadığını delile dayanarak
izah etmiştik. Buna göre şayet sen, bu ifâdeyi tevbe etmemiş büyük günah sahiplerine
hamletmez isen, ayetin âtıl sayılması gerekir. Ama biz va'îd ayetlerinin umûmî
ifâdelerini, o günahları helâl gören kimseler manasında tahsis ettiğimizde, bu
sırf umûmî bir ifâdeyi tahsis olur. Tahsis etmenin ta'tîl (atıl bırakmak,
onunla amel etmemek) den daha ehven olduğu herkesçe malûmdur.
Mû'tezile birçok bakımdan va'îd tarafının tercih edilmesinin daha evlâ
olduğunu söylemiştir:
1) Ümmet-i Muhammed, fâsık
kimsenin lanetleneceği, ibret ve azab olmak üzere cezalandırılacağı ve onun
rezil ve rüsvay edileceği hususunda ittifak etmiştir. Bu, fâsıkın ilâhî cezaya
müstehak olduğunu gösterir. Fâsık cezayı haketmiş olunca onun bu halde sevabı
da haketmesi imkânsız olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca va'îd tarafının
va'ad tarafından üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Fasıkın lanetlenmiş
olmasının izahını Kur'an ve icmâ gösterir.
Kur'an'ın bu husustaki deliline gelince, Allah'ın mü'mini öldüren kimse
hakkındaki:
"Allah ona gazab etmiş ve onu lanetlemtşttr" (Nisa. 93) ayeti
ile:
"Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimleredir" (Hüd, ıs)
ayetidir. Bu husustaki icma aşikârdır. O günahkârın ibret olarak
cezalandırılmasına gelince, bu Allah Teâlâ'nın:
"Hırsız erkek ile hırsız kadının yaptıkları günahtan dolayı,
Allah'dan ibret verici bir ceza olarak ellerini kesiniz" (Mâide, 38)
ayeti ile beyan ettiğidir. Onun azab olarak cezalandırılması, Allah'ın zina
edenler hakkındaki:
"Onların azabına (cezalandmhşlanna) mü'minlerden bir cemaat şâhid olsun (görsün)"(nur, gayetinde beyân edildiği gibidir. Onların rezil ve rüsvay olanlardan olmalarına gelince bu, Allah Teâlâ'nın yol kesenler hakkındaki:
"Allah'a ve Resulüne harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek
suretiyle) fesada koşanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya
da (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, yahut da sürgüne
gönderilmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylıklanfır. Ahirette ise onlara
pek büyük bir azab vardır" (MâWe. 33) ayeti ile beyân ettiği husustur.
Fâsığın (günahkâr mü'minin) bu sıfatlara sahip olduğu sabit olunca, azab-ı
İlahi'ye ve zemmedil-meye müstehak oldukları da sabit olur. Bunlara devamlı
müstehak olanların bunlara müstehak oluşları devamlı olduğu zaman, sevaba
müstehak olmaları imkansız olur. Çünkü sevab ve ikâb (ceza) birbirinin
zıddıdır. Bu ikisine aynı anda müstehak olmak imkansızdır. Fâsığın sevaba
müstehak olamayacağı sabit olduğuna göre, va'îd tarafının va'ad tarafından
daha üstün olduğu sabit olur.
2) Va'ad ayetleri umûmî mana
ifâde ederler, va'îd ayetleri ise, hasstırlar. Hassolan ifâdeler, âm ifâdelerden
daha önce nazar-ı itibara alınır.
3) İnsanlar fesad ve zulme mütemayildirler. Bundan dotayı arşı zecretmeye (engel olmaya) ihtiyaç daha şiddetlidir. Binâenaleyh vald daha üstündür. [100]
Mû'tezHe'nin birinci iddiasına birkaç bakımdan cevap veririz:
a) Fâsıkların günahları
sebebiyle dünyada azab ve lanet olunacaklar»» delâlet eden ayetler bulunduğu
gibi, imanları sebebiyle dünyada iken ikrama uğrayacaklarına ve saygı
duyulacaklarına delâlet eden ayetler de bulunmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman (onlara söylet de: Selam üzerinize olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendisine farz kıldı am. 54) buyurmuştur. Bu sebeple fasıklann dünyada azab olunduklarına ve kn nandıklarına delâlet eden ayetler sebebiyle ahiret hayatıyla ilgili va'ad ayetlerin . onların iman ettikleri için dünyada saygı gördüklerine delâlet eden ayetler sebebiyle, ahiret hayatıyla ilgili va'îd ayetlerine tercih etmek daha evlâ değildir.
b) Ahiretle ilgili va'ad
ayetleri, yine ahiretle ilgili va'îd ayetlerine muarız (tezad teşkil eder)
göründüğü gibi, dünyada ibret verici cezaları ilade eden va'îd âyetleri ile de
muarız (tezad teşkil eder) görünür. Bu sebeple niçin dünyevi va'îd ayetlerini,
uhrevi va'îd ayetlerine tercih etmek, aksini tercih etmekten daha evlâ olsun?
c) Biz, tevbe etse bile
hırsızlık yapan kimsenin elinin, -ibret verici bir ceza olarak değil de- bir imtihan olmak üzere kesileceğinde icmâ
ettik. Bu sebeple Cenab-ı Hakk'ın: 'yaptıkları günahtan dolayı Allah'tan ibret
verici bir ceza olarak" ifâdesinin, onların tevbe etmemeleri haline bağlı
olduğu ortaya çıkmıştır. Binâenaleyh niçin onun affedilmeme şartı ile de
kayıtlı olması caiz olmasın?
d) Ceza, yeten ve kâfi olan
şey demektir. Dünyadaki ceza yeterli olunca, ahirette ceza vermenin caiz
olmaması gerekir. Aksi halde bu, o dünyevî cezanın kâfi ve yeterli oluşunu
zedeler. Bu sebeple dünyevî cezanın uhrevî cezayı kaldırdığı sabit olmuş olur.
Mu'tezile'nin va'îd tarafını tercih etme görüşlerinin bozuk olduğu sabit olunca biz deriz ki, meselâ va'ad ve va'îde delâlet eden iki ayet var. Bunları tevfik edip bağdaştırmak gerekir. Buna göre, "Kula sevab ulaşır, sonra da cezâ evine nakledilir" denilmesi ümmetin icmâı ile batıl olan bir sözdür. Veyahut da, "Kula ceza verilir, sonra da mükâfaat (sevap) yurduna nakledilir ve orada devamlı kalır" denilebilir ki matlub da bunu ortaya koymaktır
İkinci tercihe gelince, bu görüş zayıftır. Çünkü Allah'ın, "Bunun
dışındaki şeyleri affeder" sözü küfre şamil değildir ama, "Kim Allah
ve Resulüne fs-yan ederse..."(Nisa, 14)sözü hepsine şamildir. Bu sebeple
bizim sözümüz daha hususîdir. Allah en iyisini bilendir.
Altıncı Delil: Biz Hz. Muhammed (s.a.s)'ın
şefaatinin azabı kaldırma hususunda tesiri olduğuna delil getirmiştik. Bu,
bizim bu meseledeki görüşümüze delâlet eder.
Yedinci Delil: Hak Teâlâ'nın: "Hiç
şüphesiz Allah bütün günahları atfeder" (Zümer, 53)" buyruğu bu
meselede bir nastır. Buna göre, eğer, "Bu ayet ancak her günahkârın
mağfiret olunacağına katî olarak delâlet eder. Halbuki siz böyle demiyorsunuz.
Öyle ise, ayetin delâlet edip de sizin söylemediğiniz, sizin söyleyip de ayetin
delâlet etmediği şey nedir? Biz bunu kabul etsek bile, bu ayetten Cenab-ı
Allah'ın muradı, bütün günahları tevbeden sonra bağışlamasıdır. Ayeti bu
manada anlamak iki sebepten dolayı daha evladır:
a) Biz ayeti bu manada
aldığımızda, tahsis etmeksizin bütün günahlara hamledebiliriz.
b)
Allah Teâlâ, bu ayetin
peşisıra:
"Azab size gelmeden önce, Rabbinize dönün ve O'na teslim olun"
(zûmer, 54) buyurmuştur. İnâbe (dönmek), tevbe etmek manasınadır. Bu sebeple bu
ayet, günahların affedilmesi için tevbenin şart olduğunu gösterir" denilirce,
şöyle cevap veririz: Allah'ın: "Hiç şüphesiz Allah bütün günahları
affeder" zümer, 53) ayeti, Allah tarafından, gelecekte günahları
düşüreceği (affedeceği) hususunda bir va'addir. Biz Allah'ın gelecekte bu
va'dini yerine getireceğine kesin inanıyoruz. Çünkü biz, hiç şüphesiz Allah'ın
mü'minleri cehennemden çıkaracağına inanıyoruz. Bu sebeple bu ayet, Allah'ın
bağışlaması hususunda da kesin bir hüküm olur. Böylece ayeti zahirî manasında
almak için, tevbe şartını getirmeye ihtiyaç olmadığı ortaya çıkar. İşte bu
meseledeki sözün tabamı budur. Muvaffakıyyet Allah'dandır. Artık ayetin
tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz:
[101]
Mû'tezile, günahın günahkârı kuşatmasını, onu işleyenin sevabını boşa
çıkaran büyük bir günah olması şeklinde tefsir eder. Buna birkaç yönden itiraz
edilir:
a) Günahın insanı kuşatmasının
şartı, büyük günah o/ması olduğu gibi; bu kuşatmanın şartı da o günahın
affedilmesidir. Çünkü affolunursa, günahın insanı kuşatması tahakkuk etmez. Bu
durumda da günah, ancak affedilmediği zaman insanı kuşatır. Bu, meselenin
başıdır. Bu ayetle istidlal matlûbun sübutuna bağlıdır ki o da batıldır.
b) Biz günahın büyük ofması
sebebi inşam kuşattığını söylemiyoruz, aksine insanın içinin ve dışının günah
ile nitelendirilmiş olması ile tefsir ediyoruz. Bu da ancak kalbi, dili ve
bütün azaları ile günah işlemiş olan kâfir hakkında gerçekleşmiş olur. Kalbi
ve dili ile Allah'a itaat eden ve bazı azaları ile Allah'a karşı günah işleyen
müslümanın durumuna gelince, bu halde günahın kulu kuşatması keyfiyeti
gerçekleşmez. Şüphesiz günahın kuşatmasını bizim söylediğimiz şekilde tefsir
etmek daha evlâdır. Çünkü bir cisim bir başka cismin bir kısmına dokunduğu
zaman, "O, onu kuşattı" denilmez. Böytece, günahın kulu kuşatmasının
ancak kul kâfir olduğu zaman tahakkuk ettiği ortaya çıkar. Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki; böyle olanfar cehennemliktir" ayeti,
cehennemliklerin, sadece böyle olan kimseler olduğunu ifâde eder. Bu da büyük
günah sahibinin cehennem yârânı olmaması gerektirir.
c)
Cenab-ı Allah'ın: "İşte
böyle olanlar cehennemliktir" buyruğu, onların bu anda cehennemde
olmalarını gerektirir ki bu yanlıştır. Bu sebeple bu ayeti, onlar
"Cehenneme müstehak olar kimselerdir" manasında anlamak gerekir. Biz
bunun böyle anlaşılması gerektiğini söylüyoruz. Ancak Allah Teâlâ'nın bu
hakkından vazgeçmesinin de muhtemel olduğunda bir münakaşa yoktur. Bu da
meselenin başıdır.
Biz bu ayetle ilgili sözlerimizi ftkhî bir kaide ile sona erdirelim:
Burada iki şart vardır
1)
Günah işlemiş olmak,
2) O günahın kulu iyice
kuşatması iki şarta bağlanmış olan ceza, o iki şarttan sadece birinin
bulunmasıyla gerçekleşmez. Bu da boşanma ve köle azâd etme hususunda yeminini
iki şarta bağlayan kimsenin, o iki şarttan birisinin bulunmasından dolayı
yeminin bozulmayacağını gösterir. Allah en iyisini bilir.
[102]
"imân edip salih ameller işleyenler (yok mu?) işte onlar
cennetliktir ve onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar"
(Bakara, 82) .
[103]
Bil ki Cenab-ı Allah Kur'an'da ne zaman bir va'îd ayeti zikretse, onun ya-nısıra mutlaka bir va'ad ayetini de zikreder. Bunun birçok faydaları var:
1)
Allah bununla adaletini
ortaya koyar. Çünkü küfürde ısrar edenler hakkında devamlı azaba hükmedince,
iman etmeye devam edenlere de, devamlı olan nimetlerle hükmetmesi gerekir.
2) Mü'minin, Hz. Peygamber
(s.â.s)'in: "Müminin korkusu ve ümidi tartılsa denk gelirdi.[104]
buyurduğu gibi korku ve ümidinin terazili olması gerekir. Bu denk oluş ise
ancak bu yol ile olur.
3) Allah Teâlâ va 'adi ile
rahmetinin temliğim, va İdi ile de hikmetinin tamlıgım, göstermiştir. Böylece
bu, insanı irfana götürür. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[105]
Amel-i salih, imân'dan başka bir şeydir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette, "imân edenler ve salih ameldi imandan lerişleyenler.." buyurmuştur. Şayet iman, amel-i sa-liha delalet etseydi, imandan sonra amel-i şalinin
zikredilmesi bir tekrar olurdu. Kadî, buna şu şekilde cevap vermiştir:
İmana, her ne kadar bütün salih ameller dahil olsa bile, ancak O'nun, sözü,
arcak onun iman fiillerinden birini yapmış olduğunu ifâde eder. Bu sebeple,
demesi yerinde olmuş olur. Buna cevabımız şudur: "Mazî fiil, o
fiilin geçmiş zamanda meydana geldiğini gösterir. "İman" bir
masdardır. Buna göre şayet bu masdar, bütün salih amellere delâlet etseydi,
kişinin, sözü, o kimseden bütün amellerin sudur ettiğine delil olurdu. Allah en
iyisini bilendir.
[106]
Bu ayet, büyük günah işleyenlerin cennete girebileceğini gösterir.
Çünkü biz iman edip salih amel işleyen, sonra da büyük günah işleyen ve ondan
Amel dolayı tevbe etmeyen kimseden bahsediyoruz. Büyük günah işlemeden önceki
durumda o şahsın iman edip salih amel işlediğini söylemek doğru olur. Kendisi
hakkında böyle denilmesi doğru olan kimsenin iman edip salih amel işlediğini
söylemek de doğru olur. O kimse hakkında böyle demek doğru olunca, onun,
Allah'ın: "Onlar, cennet ehlidirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar"
ayetinin şümulüne girmesi de vacib olur.
Eğer: "Allah'ın ".. ve salih amel işleyenler" sözü, o
kimse hakkında ancak, bütün o salih amelleri işlediği zaman doğru olur; tevbe
de bu salih ameller cümlesindendir, buna göre o insan tevbe etmediği zaman
salih amelleri İşlemiş olmaz ve böylece de ayetin ifâde etmiş olduğu kimseler
arasına girmez" denilirse cevaben deriz ki; biz onun hakkında büyük günah
işlemeden önce, "O iman etti ve salih ameller işledi" demenin bu
vakitte doğru olacağını; bu onun hakkında doğru olunca da, onun, iman etmiş ve
salih ameller işlemiş olmasının doğru olacağını da beyan etmiştik. Çünkü , bir
cümle doğru olduğu zaman, onun cüz'ünün de doğru o\ması geretar. Hatta, o şatus
bir günah işlediği zaman, onun bütün zamanlarda iman edip salih amel
eşlediğini söylemek doğru olmaz. Fakat bizim, "O iman edip salih ameller
işledi" sözümüz, "o, bütün zamanlarda veya bazı zamanlarda
böyleydi" sözümüzden daha umumî bir ifâdedir. Ayette nazar-ı itibara
alınması gereken, her iki durumda müşterek olan husustur. Böylece, o kulun bu
va'ad hükmünün şümulüne girdiği sabit olur. Bundan sonra geriye onların şu sözü
kalır: "Günahkârın günahının cezası, taatinin sevabını düşürmüştür. Bundan
dolayı, va'îd tarafının üstün sayılması gerekir. Bununla ilgili sözümüz,
yukarda geçmişti.
[107]
Cübbaî, bu ayeti, cennete giren kimsenin bir lütuf olarak cennete
girmediğine delil getirir. Çünkü Cenab-ı (İşte onlar cennetliktir) ayeti, hasr
ifâde eder. Böylece bu, cennetliklerin ancak iman edip salih amel işleyenler
olduğunu gösterir. Biz deriz ki: "Niçin bundan makstt, cennete girmeyi
hak etmiş olanlar olması mümkün olmasın? Böyle olunca cennetin bir lütuf olarak
verilmiş olduğu kimse, bu hükmün şümulüne dahil olmaz." Allah en iyisini
bilendir.
[108]
"Hani biz İsrailoğullanndan, "Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara
güzel söyleyin; namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin" diye bir ahid
almıştık. Sonra da, İçinizden az bir kısmı hariç, yüz çevirdiniz ve hâlâ da yüz
çeyirmektesiniz" (Bakara, 83).
Bil ki bu, Allah'ın İsrailoğullarına has kılmış olduğu nimetlerin
sonuncusudur. Bu böyledir, çünkü bu şeylerle mükellef tutmak, nimetlerin en
büyüğü an cennete ulaştırır. Nimete ulaştıran şey de nimettir. Bundan dolayı,
hiç şühhesiz bu teklif de nimetlerdendir. Bundan sonra Cenab-ı Allah burada,
onları bazı şeylerle mükellef tutmuş olduğunu beyân etmiştir. Birinci
mükellefiyet, Allah'ın: "Ancak Allah'a ibadet edeceksiniz" sözüdür.
Bu ilgili bazı meseleler vardır:
[109]
İbn Kesir, Hamza ve Kisaî, kelimeyi yâ harfiyle; şeklinde, geriye
kalanlar da tâ harfiyle olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Kelime nin şeklinde
okunmasının sebebi, onlar gâib olup, onlardan haber verildiği içindir.
okunmasının sebebi, onlar muhatap oldukları içindir. Tercihe şayan olan
"tâ" harfiyle okunmasıdır. Ebû Amr şöyle demiştir: "Görmüyor
musun, Cenab-ı Allah bu sözün devamında, "ve insanlara güzel söz
söyleyin" buyurmuştur. Bu da, kelimenin, onların muhatap sayılmak üzere,
"tâ" harfi ite okunması gerektiğini gösterir.
[110]
Nahiv âlimleri kelimesinin î'rabdaki yeri hususunda, beş değişik
görüşte olmak üzere, ihtilâf etmişlerdir.
a)
Kisaî, kelimenin, şeklinde
olmak üzere merfû olduğunu söylemiştir. Buna göre sanki ayetin manası şöyledir:
"Biz onlardan, Allah'tan başkasına tapmamaları hususunda bir ahid
almıştık..." Ancak ne var ki, buradaki düşürüldüğü için, fiil merfû
olmuştur. Nitekim, Tarafe şöyle demiştir:
"Harblerde bulundum ve güzel şeyleri müşahede ettim diye ey beni
kınayan şu kimse, sen beni ebedi kılıcı mısın?" Şâir, demeyi kastetmiş ve
bundan dolayı da ifâdesi ona atfedilmiştir. Bunu Ahfeş, Ferra, Zeccâc, Kutrub,
Ali b. İsâ ve Ebu Müslim caiz görmüşlerdir.
b)
Ayetteki fiilinin nahiv
bakımından yeri, kasemin cevabı otarak ref'tir. Sanki şöyle denilmiştir:
"Hani biz onlar hakkında, ancak Allah'a ibâdet etmeyeceklerine dair yemin
almıştık." Bu şekil, Müberred, Kisâi, Ferrâ ve Zeccâc caiz görmüşlerdir.
Bu aynı zamanda Ahfeş'in iki görüşünden bindir.
c)
Kutrub'un görüşüdür. Buna göre fiil' hal
makamın-dadır ve mahallen mansubtur. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur:
"Biz, siz Allah'dan başkasına ibâdet etmediğiniz halde, sizden misâk
aldık."
d) Ferra'nın görüşüdür ki buna
göre bu kelime mahallen bir nehiy ifâde eder, ancak Allah'ın: "Anne Çocuğu
yüzünden zarara sokulmasın" (Bakara. 233)[111]
ayetinde olduğu gibi, bir haber kipi şeklinde merfu olarak gelmiştir. Fakat
mânası bir nehiy ifâde etmektedir. Bunun bir nehiy olduğunu te'kid eden birçok
husus vardır: Birincisi: "(Namaz) kılınız" emridir. İkincisi; bu
görüşü Abdullah b. Mesud ile Ubeyy b. Ka'b (r.a)'in (ibadet etmeyiniz...)
şeklindeki kıraatleri de kuvvetlendirmektedir. Üçüncüsü; emir ve nehiy
manasında olmak üzere gelen haber cümleleri, apaçık emir ve nehiy cümlelerinden
daha etkili ve müessirdir.
Çünkü, bu durumda emre hemen uyulmuş ve yasaklanan şeyden kaçınılmış da
sanki ondan haber veriliyor, hissi uyandırılır.
e)
Kelimenin takdiri,
"(Allah'dan başkasına) ibadet etmeyiniz diye..." şeklindedir. Buna
göre harfi fiil ile birlikte kelimesinden bedel omuş olur. Sanki şöyle
denilmektedir: "Biz İsrailoğullanndan, Allah'ı birleyecekleri hususunda
misâk (ahid) aldık."
[112]
Bu misâk (and), dinî bakımdan gereken herşeyi içine alır. Çünkü Cenab-ı
Allah, Allah'a ibâdeti emre-
dip başka şeylere ibadeti nehyettiği zaman, hiç şüphesiz Allah'ın
zatını bilmek, O'nun hakkında va-
cib, caiz ve imkansız olan herşeyi bilmek, O'nun
vahdâniyyetini, zıddı ve ortağı olmaktan beri olduğunu, eşi ve çocuğu
olmaktan münezzeh olduğunu bilmek, O'na ibâdetle emredilmeden ve başkasına
ibâdetten nehyedilmeden daha önce gelir. Yine ancak vahiy ve peygamberlik
yoluyla bilinebilecek olan ibâdetin keyfiyetini bilmek de bu emirden öncedir.
Buna göre Ce/ıab-ı Hakk'ın: 'Ancak Allah'a ibadet edersiniz" sözü,
kelam, ve ahkâm İlminin ihtiva ettiği
herşeyi içine almış olur. Çünkü ibadet ancak bunlarla tam yerine
getirilebilir.
İkince Farz: Ana Ve Babaya İyi Davranma:
İkinci mükellefiyet, Cenab-ı Hakk'ın: "Ve ana-babaya iyilik yapın.." emridir. Burada birkaç mesele vardır: [113]
"Allah'ın: sözünün başındaki harf-i çeri neye taalluk eder,veül
kelimesi de niçin mansubtur?" denilebilir. Deriz ki bu hususta üç görüş
vardır:
a) Zeccâc, "Ana-babaya
kusursuz bir şekilde iyilik ediniz, iyi davranınız" takdiri ile, mansub
olduğunu söylemiştir.
b)
"Biz onlara,
ebeveynlerine iyi davranmalan- enir ve
tavsiye etkik" takdiri üzere, kelimesi mansub olmuştur". Çünkü bâ
harfinin bu şekilde mukadder bir fiiline taalluk etme-güzeldir. Şayet'birinci
şekle göre takdir edilir ise, o zaman, anlamına gelir.Sanki"Anne babaya
iyilik ediniz"denmiştir.
c) Daha doğrusu bu cümle daha
önce geçen manaya atfedilen bir haber gelmiştir, yani "ibâdet edesiniz ve iyi
davranasınız diye..." manasındadır.
[114]
Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri
getirilmiştir. Bunun birçok sebebi vardır:
1) Kulun üzerinde en çok
nimeti olan, şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı
yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden önce
gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar
iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür. Bunun sebebi şudur: Çünkü anne
ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı
şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin
dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'-âm
(iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları
(in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyiliklerinin,
Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyüğü
olduğu ortaya çıkar.
2)
Allah Teâlâ, insanın meydana
gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun
meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince,
peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.
3) Alluhu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı,sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da çocuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemezler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimetler vermesine çok benzemektedir.
4)
Allahu Teâlâ kuluna nimet
vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan
nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirgemez. Anne baba da böyledir; onlar da
çocuklarına in'âmda bulunmaktan usanmaz ve her ne kadar çocuk anne babasına
asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.
5) Şefkatli bir babanın ,
çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu
noksanlaşmadan ve kalitesinin düşmesinden korumak için tasarrufta bulunması
gibi, Hak Teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur.
Sonra Allah'u Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden
bir şey yapar, fanî mallarını bakî hale getirir. Nitekim Hak Teâlâ,
'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bulunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.
6) Allah'ın nimeti, her ne kadar
anne babanın nimetinden daha büyük olsa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile;
ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki,
Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimetleri azdır. Bu sebeple, bu yönden
her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstünlük ve rüçhaniyyet, Allah'ın
nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine
nisbetle ikinci derecede kata I ettik..
[115]
Alimlerin ekseriyeti, -kâfir bile olsa- anne-babaya saygı
göstermenirtvacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna birçok husus
delâlet etmektedir.
1) Cenab-ı Hakk'ın: sözü,
onların mü'min olup olmamalarıyla kayıtlanmamıştır. Ve yine, fıkıh usûlünde
sabit olduğu üzere, vasfa terettüb eden hüküm, vasfın illet olduğunu bildirir.
Bu sebeple bu ayet, anne babaya saygı göstermekle ilgili emrin onlar sırf anne
baba oldukları içirt olduğuna delâlet etmektedir. Ki bu da, umûmî bir mânayı
iktiza eder. Cenâb-ı Hakk'ın:
"Ve Rabbin, ancak kendisine ibâdet etmenizi anne babaya da iyi davranmanızı
hükmetmiştir" (isra. 23) ayetiyle istidlal etmek de böyledir.
2) Allahu Teâlâ'nın: "Ve sakın onlara "üf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle!" (isra. 23) ayetidir. Bu anne babaya sıkıntı ve eziyet vermekten men hususunda, son derece anlamlı bir ayettir. Sonra Cenâb-ı Hak diğer bir ayette:
"Ve de ki: Rabbim, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse, sen de onlara merhamet et!" (isra, 24) buyurmuş, anne babaya saygı duymanın vâ-cib oluşunun sebebini açıkça izah etmiştir.
3)
Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim
(s.a.s)'den, o babasını küfürden imana davet ederken ona nasıl nazik
davrandığını bize şu ayetinde nakletmiştir:
"Babacığım! duymayan, görmeyen Ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere
niçin tapıyorsun?" (Meryem,42). Sonra onun babası Hz. İbrahim (a.s)'e eziyet
ederek, ağır cevaplar veriyor, ama Hz. İbrahim (a.s) bunlara katlanıyor. Hz.
İbrahim (a.s) hakkında bu geçerli olunca, bu ümmet için de aynısı geçerli
olur. Çünkü Cenâb-ı Hak:
"Sonra da sana, hanîfolan İbrahim'in dinine tabi olmanı
vahyettik" (Nahl, 123) buyurmuştur.
[116]
Bil ki anne babaya iyilikte bulunmak, kesinlikle onlara bir sıkıntı
vermemek ve ihtiyaç duydukları faydalı şeyleri onlara ulaştırmak demektir. Bu
ihsan lâfzının içerisine, eğer anne baba kâfir iseler onları imana davet etmek;
eğer günahkâr iseler yumuşak bir yolla onlara marufu emretme hususları da
girer..
Üçüncü Farz: Anababaya (Yakınlara)
İyilik Vecîbesi;
Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve yakınlara" ifadesidir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır.[117]
İmam Şafiî (r.a) şöyle buyurmuştur: Birisi Zeyd'in yakınlarına
vasiyette bulunsa, bu mefhûmun içerisine mirastan mahrum olan ve olmayanlar
dahil olurda, onun babası ile oğulları girmez. Çünkü bunlar hakkında yakınlar,
akrabalar tabiri kullanılmaz. Ve yine bu sözün içerisine, torunlar ve dedeler
de dahil olur. Bu mefhûmun muhtevasına "usûl ve fürûnun" girmeyeceği
de söylenmiştir. Ayrıca, herkesin bu hükme dahil olduğu da söylenmiştir.
Burada bir incelik vardır. O da şudur: Araplar geçmiş atalarını (şecere
halinde) ezberleyerek muhafaza ederler, böylece onların nesli genişltr ve
böylece hepsi akraba olurlar. Biz geçmiş atalarımıza doğru hareket edip ve
onların çocuklarını da hesapladığımızda, yakınlar çoğalır. İşte bu sebepten
dolayı İmam Şafiî (r.a), "Kâfir bile olsa, kendisine nisbet olunan ve
kendisiyle tanınılan en yakın dedeye kadar çıkabilir, varılabilir." demiş
ve örnek olarak da, kendi yakınlarını zikrederek şöyle demiştir: Birisi, Şafiî'nin
yakınlarına vasiyette bulunsa, biz bu vasiyyeti, akraba dahi olsalar, Muttalib
ve Abd-i Menâfoğuflanna değil de, Şâfiloğu Harına hamlederiz. Çünkü Şafiî
meşhur görüşe göre, Abd-i Menâf'a değil de Şâfî'ye nisbet edilir. Allâme
Gazzâlî "Bu Şafiî'nin zamanında böyleydi, ama bizim devrimizde bu söz
ancak Şafiî (r.a)'nin çocuklarına hamledilir. Ama, bu Şâfiîoğullarına kadar
çıkmaz. Çünkü bu çocuklar zamanımızda İmâm Şafiî'nin kendileri vasıtası ile
tanındığı en yakın kimseleridir. Ana tarafından yakın olmaya gelince, bu
yakınlık Acemlerin vasiyetlerinde söz konusu olur ise de, en kuvvetli görüşe
göre, Arapların vasiyetinde söz konusu olmaz. Çünkü Araplar, ana tarafından
olan yakınlığı akrabalık saymazlar. Ama insan "falancanın
"erhamı" (akrabaları) için vasiyette bulunuyorum" dese de, bu
söze hem baba, hem ana tarafından olan akrabalar girerdi.
[118]
Bil ki akrabaların hakkı, ana-baba hakkının bir uzantısı gibidir. Çünkü
insan ana-babası ile olan bağlan vasıtası ile akrabalarına bağlanır. Ana-baba
ile olan bağ, akraba bağlarından önce gelir. İşte bu sebepten ötürü Allah,
akrabayı ana-babadan sonra zikretmiştir. Ebu Hureyre (r.a)'der Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sila-i rahm, Bahman kelimesinden türemiştir. Ama kıyamet günü
olduğunda şöyle der: Ey Rabbim bana zulmedildi bana kötülük yapıldı yakınlarım
benimle alakayı kestiler." Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle devam etti:
"Rabbİ ona su şekilde cevap verirSenİnle alakayı kesenle benim de alakamı
kesmeme ve seni gözetene benim rahmetimi ulaştırmama razı olmaz mısın?"
Hz. Peygamber (s.a.s) sonra şu ayeti okudu: Vemek idareyi ve hâkimiyeti ele
alırsanız, yeryüzünde fesat çıkaracak, süa-ı rahmi (akrabalık bağlarını)
keseceksiniz öyle mi?" (Muhammed,22)[119].
Bu hakka riayet etmenin tekid ile bildirilmesinin aklî sebebi şudur: Akrabalık
birlik, sevgi, gözetme ve yardım mahallidir. Eğer bu sayılan şeylerden biri
meydana gelmez ise bu kalbe güç gelir, onu son derece incitir ve kalbi
yalnızlık, vahşet ve sıkıntıya düşürür. Bu sayılan şeyler ne ka-oar güçlü olur
ise, kalbin bu güçlüklerini o nisbette giderir. İşte bu sebepten ötürü akraba
haklarına riayet etmek vacib olmuştur.
Dördüncü Farz: Yetimlere İyi Davranma;
Dördüncü mükellefiyet, Allah'ın "Ve yetimlere (iyilik yapın" emridir. Bununla ilgili iki mesele vardır: [120]
"Yetim", bulûğ çağına gelmeden önce babası ölmuş kimseye
denir. Bunun cem'i "nedim" kelime- sinin cem'inin olması gibi, veya;
şeklinde gelir. Annesi ölmüş kimseye "yetim" denmez. Zeccâc, bunun
insan hakkında böyle olduğunu, insan dışındaki canlılarda yetimliğin, annenin
olmaması manasında olacağını söylemiştir.
[121]
"Yetim", akraba haklarını gözetmenin bir uzantısı gibidir. Bu
böyledir, çünkü yetim küçük olduğu için ondan istifâde edilemez. O yetim olduğu
için ve ihtiyaçlarını görecek bir kimsesi olmadığı için, ona faydalı olacak
birisine muhtaçtır. İnsan, böylesi yetimlerle arkadaş olmaya pek az arzu duyar.
Bu mükellefiyet, insanların nefislerine ağır geldiği için, şüphesiz ki
derecesi dinî bakımdan çok büyüktür.
Beşinci Farz: Fakirlere İyi Davranma:
Beşinci mükellefiyet Allah'ın: "ve miskinlere (iyilikte bulununuz)" emridir. Bununla ilgili olarak söylenmesi gereken bazı meseleler vardır: [122]
lâfzının müfredi, "sükûn" kelimesinden alınmış olan lâfzıdır. Sanki fakirlik onda konaklamıştır. Bu kelime, ekseri dil alimlerine göre fakirden daha muhtaç olan kimseyi ifâde eder ki bu, Ebu Hanife'nin (radıyallahu anh) görüşüdür. Hanefiler, Allah'ın: "Veya topraklara beîenmiş bir yoksula..." (Beled. 16) ayetini bu görüşlerine delil getirmişlerdir. İmam Şafiî (radıyallahu anh)ye göre ise, daha kötü durumda olana "fakir" denir. Çünkü "fakir" kelimesi, "Sırtın omurga kemiği" tabirinden alınmıştır. Sanki onun omurgası, ihtiyacının fazlalığından dolayı kırılmış gibidir. Bu, İbnü'l-Enbârî'nin de görüşüdür. Safîler bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ını "Gemiye gelince, o denizde iş yapan fakirlere ait idi" (Kehf, 79)ayetini delil getirdiler. Çünkü Allah o kimseleri, gemi onlara âit olduğu halde, onlara "miskinler" (fakirler) demiştir. [123]
Miskinlerin (fakirlerin) derecesi, yetimlerden sonra gelmiştir, çünkü
bazan miskinlerden hizmet etmeleri suretiyle istifade olunur. Bu sebeple
onlarla ilişki içinde olma temayülü, yetimlerle ilişkili olma temayülünden daha
fazladır Bir de miskîn, kendi işi ve maişeti (geçimi) ile meşgul olması
mümkündür. Yetim ise böyle değildir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, miskinden
önce yetimi saymıştır.
[124]
Akraba ve yetimlere yapılan iyiliklerin mutlaka zekattan başka şeyler
olması gerekir. Çünkü atıf mu-gâyereti (ayrı ayrı şeyler olmayt) gerektirir.
Altıncı Farz: İnsanların Güzel Söz
Söyleme Vecibeleri:
Altıncı mükellefiyet, Allah'ın: "Ve insanlara güzel (iyi) söz söyleyiniz" emridir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [125]
Hamza ve Kisâî, mahzuf olan kelimesinin sıfatı olarak bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Buna göre Allah sanki,
"İnsanlara güzel söz söyleyiniz"demiştir. Diğer kıraat imamları ise
bu kelimeyi şeklinde okumuş ve bu okuyuşlarına şu ayetleri şahid
getirmişlerdir: (Ankebût, ve: (Neml, 11).
Bu kelimenin manası ile ilgili bazı vecihler vardır:
a)
Ahfeş, bunun manasının
"Güzellik sahibi bir söz" demek olduğunu söylemiştir.
b)
lafzının, yerinde
kullanılması caizdir. Nitekim, sen (âdil adam) dersin.
c)
ayetinin manası
"sözünüz güzel olsun" demektir. Buna göre, kelimesi, birinci sözün
(yani iyilik ediniz sözünün) kendisine delâlet ettiği fiilin mef'ûlu muttaki
olarak mansub kılınmıştır.
d) son derece güzel olduğu
için "haddizatında güzel olan söz" manasınadır.
[126]
"Haber cümlelerinden sonra niçin yahudilere, "söyleyiniz.'.'
kelimesi ile, muhatab sigası ile konuşulmuştur?" denilebilir. Buna üç
yönden cevat verilir:
1)
Tıpkı Allah Teâlâ'nın:
"Tâ ki siz gemide olduğunuzda ve gemiler onları (yani sizi)
taşıdığında..." (Yûnus, 22) ayetindeki gibi iltifat üslûbundan[127]
dolayıdır.
Bu ayette bir hazif vardır. Yani "Biz onlara "....deyiniz"
dedik" demektir.
3)
Kesin söz almak (and, misak
almak) ancak bir kelâm (söz) şeklinde olur. Sanki şöyle denilmektedir: Ben,
"Allah'dan başkasına ibâdet etmeyiniz" dedim, siz de
"....deyiniz."
[128]
Alimler, Allah'ın: "İnsanlara güzel (söz) söyleyiniz" emrinin
muhatablarımn kimler
olduklarında ihtilaf etmişlerdir .Buna göre, 'Allah yahûdilerden,
Allah'dan başkasına ibâdet etmemeleri ve insanlara güzel söz söylemeleri
hususunda söz almıştır" denilebilir. Veya, "Allah yahûdilerden, Allah'tan
başkasına ibadet etmemelerine dair söz almış, sonra da Hz. Musa ile ümmetine
"İnsanlara güzel söz söyleyiniz" demiş olması muhtemeldir. Her
bakımdan güzel ahlak ve iyi âdetleri ihtiva eden tek bir kıssa teşkil etsin
diye birinci görüş her nekadar doğruya daha yakın ise de, lâfız bakımından her
iki görüş de düşünülebilir.[129]
Bazı alimler şöyle demişlerdir: Mü'minlere karşı güzel söz söylemek
gerekir, kâfirlere ve fâsıklara kar-
şı değil. Buna iki şey delâlet etmektedir:
1)
Onlara lanet etmek ve onlara
karşı savaşmak gerekir. Böyle olunca onlara güzel söz söylemek nasıl mümkün
olur?
2)
Hak Teâlâ'nın:
"Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar
başka" (Nisa, 146) âyetidir. Allah, zulmedil enlere, incitici sözü açıkça
söylemelerini mubah kılmıştır. Sonra bu görüşte olanlardan bazıları, bu emrin,
("ve insanlara güzel söyleyiniz") emrinin kıtal âyetiyle
nesholunduğunu iddia etmişlerdir. Yine onlardan, bu emrin tahsis edildiğini
iddia edenler de vardır.
Bu açıklamaya göre burada iki ihtimal bulunmaktadır:
a) Muhataplara göre tahsisin
vuku bulmuş olması. Bu da, âyetten muradın, "mü'minlere güzel söz
söyleyin" şeklinde olmasıdır.
b) Hitâb etme cihetinden tahsisin meydana gelmesidir. Bu da, bundan maksadın'insanlara, Allah'a davet ve Emr-i bi'l-Marûf hususunda güzel söz söyleyin" şeklinde olmasıdır. Birinci izaha göre tahsis hitaba değil muhataba; ikinci izaha göre ise, tahsis muhataba değil hitâb tarzına gelir.
Ebu Ca'fer Muhammed İbn el-Bakır, bu âyetin umûmluğunun, zahirine göre
devam ettiğini ve tahsise ihtiyacın olmadığını iddia etmiştir ki, bu en kuvvetli
görüştür. Buna delil ise, Hz.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'un, makamlarının yüceliğine
rağmen, Firavun'a yumuşaklık ve rıfk ile muamele etmekle emro-lunmuş
olmalandır. Yine Hz.Muhammed (s.a.s), yumuşak davranıp ve sert davranmamakla
emrolunmuştur. Allah'ın:
"Rabbinin yoluna hikmetlere güzel öğütle çağır" (Nahl, 125)
âyeti de böyledir. Yine Cenâb-ı Hak:
"Allah'tan başkasına ibâdet edenlere sövmeyin, sonra onlar da,
bilmeden, haddi aşarak Allah'a söverler" (Enam, 108) buyurmuştur.
' Boş bir sözle karşılaştıkları zaman, şerefli İnsanlar olarak geçip
giderler" (Furkan, 72): "Ve, cahillerden yüz çevir" (Araf,
199)âyetleri de aynı mânadadır.
[130]
Âyette ilk önce istidlal edip de, onlara lanet etmenin vacib olduğunu,
onlara güzel söz söylemenin mümkün olmadığın) söyleyenlere gelince, biz deriz
ki, her şeyden önce onlara lanet etmek ve sövmenin vacib olduğunu kabul
etmiyoruz. Bunun delili ise Hak Teâlâ'nın: "Allah'tan başkasına ibâdet
edenlere sövmeyin" (En'am, 108) âyetidir. Biz onlara lanet etmenin
gerektiğini kabul etsek bile, biz lanetin, güzel söz söylememek olduğunu kabul
etmiyoruz. Bunun izahı şudur:
Güzel söz, onların hoşuna giden ve onların sevebileceği sözlerden
ibaret değildir. Tam aksine güzel söz, kendisiyle faydalanacakları sözdür. Biz,
onlar kötü fiillerinden vazgeçsinler diye onları kınayıp lanetlediğimiz zaman,
bu söz onlar için faydalı olur. Böylece bu lanet, güzel ve faydalı bir söz
olmuş olur. Nitekim bir babanın, sözünde sertlik yanlısı olması,bu sebeple kötü
bir fiilden vazgeçileceği için, bazan güzel ve faydalı olur. Biz onlara lanet
etmenin, güzel söz olmadığını kabul ediyoruz, tamam, fakat biz lanet etme
gereğinin güzel söz söyleme vazifesine aykırı olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun
izahı şudur:
Bir kimsenin, bize lütufta bulunmuş olması sebebiyle saygıya hak kazanmış
olması ile, küfründen ötürü hakarete müstahak olması arasında bir aykırılık
yoktur. Durum böyle olunca, onlara güzel söz söylemenin gerekliliği niçin caiz
olmasın?
Onların ikinci olarak getirdikleri delile gelince, ki bu Cenâb-ı
Hakk'ın: "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar
başka" (Nisa, 148) âyetidir, buna şu şekilde cevap veririz: Bundan
maksadın, insanlar kendisinden kaçınsınlar diye zalimin durumunu ortaya koymak,
şeklinde olması niçin caiz olmasın? İşte bu mâna Hz.Peygamber (s.a.s)'in;
"insanlar ondan kaçınsınlar diye fâsıkı kendisindeki kötü
vasıflarla anmız"[131]
sözüyle de kastedilmektedir.
[132]
Tahkik ehli, "İnsanların insanlara söylemiş oldukları sözlerin, ya
dinî ya da dünyevî hususlarda olduğunu; buna göre eğer bu sözler dini
hususlarda olursa, bu söz kâfirlere karşı söylenirse, onları imâna davet
etmek; fâsıklara karşı söylenirse onları tta-ata davet etmek için olur. İmâna
davet etmeye gelince, bunun mutlaka güzel sözle olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı
Hak Hz.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'a "Ona, yumuşak bir söz söyleyin. Umulur
ki nasihat alır ya da korkar" , 44) buyurmuştur. Allah, Hz.Musa (a.s) ve
Harun (a.s)'un mertebelerinin çok yüce olmasına rağmen, onlara, Allah'a karşı
son derece inkarcı, isyankâr ve serkeş olmasına rağmen, Ftravn'a yumuşaklıkla
davranmalarını emretmiştir. Yine Hz.Muhammed (s.a.s)'e:
'Eğer sen sert ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından
dağılırlardı. Sen onları affet, bağışlanmalarım iste ve "emir"
hususunda onlarla müşavere ei! Azmettiğin zaman, Allah'a tevekkül et, çünkü
Allah tevekkül edenleri sever" (a-li imran, 159) buyurmuştur.
Fâsık olanları Allah'a itaate davet etmeye gelince, bu hususta güzel
söz söylemek muteberdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbİnin yoluna hikmetle
vegü-zel öğütle davet et" (Nahl, 125) buyurmuş ve:
"(Sen kötülüğü) en güzel olanla savuştur. O zaman bîr de bakarsın
ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse, yakın bir dost olmuştur"
(Fusiliet. 34) demiştir.
Dünyevî işlere gelince, güzel sözle maksada ulaşmak mümkün olduğu
zaman, bunun dışında herhangi bir şeyin güzel olmayacağı zaruri olarak bilinen
bir şeydir demiştir. Böylece dinî ve dünyevi âdabların tamamının Hak
Te-âlâ'nın, "Ve insanlara güzel söz söyleyin" ifâdesinin içine dahil
oluduğu sabit olmuş olur.
[133]
Âyetin zahiri, yahudilerin dinine göre akrabaya, yetimlere ve
yoksullara ihsanda bulunmanın vacib olduğuna delâlet eder. İnsanlara güzel söz
söylemek de onlara vacibtir. Çünkü mîsak almak, vâcib olmayı gösterir. Bu
böyledir, çünkü emrin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Bir de Allahu Teâlâ
onları, bu emirden yüz çevirdikleri için kımştır; bu da onun farz olduğunu
gösterir.
Bizim dinimizde de, bazı bakımlardan emir vücûb ifâde eder. İbn Abbas'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Zekât (maldaki diğer) bütün hakları
nes-hetmiştir." Bu görüş zayıftır, çünkü kendisini ihtiyacın kıskıvrak
yakaladığı, bizim de durumunun böyle olduğunu müşahade ettiğimiz kimseye, zekât
vermek bize vâcib olmasa bile, tasaddukta bulunmamız gerekir. Öyle ki, onun
ihtiyacı zekât ile giderilmezse, ona tasaddukta bulunmak bize vacib olur. Kendisiyle
zarara uğrayacakları bir tarzda insanlarla konuşmanın vacib olduğunda şüphe
yoktur.
[134]
Yedinci ve sekizinci mükellefiyet, Cenâb-ı Hakkın; âyetidir ki,
bunların tefsiri yukarda geçmişti. Bil ki Allahu Teâla, şu sekiz mükellefiyet
hususunda onlardan kesin söz aldığım açıkladıktan sonra, her şey hususunda
onlardan bir ahid almış olması sebebiyle, kabul edip de böylece Rableri katında
büyük bir makam elde etsinler diye onlara nasıl in'amda bulunduğunu beyan
edince, onlar yüz çevirip, kendi kendilerine kötülük yaparak, delillerin ve
alınan ahidlerin çok kuvvetli olmasına rağmen Rablerinin nimetini güzelce kabul
(telakkî bilkabûl) etmediler. Bu da, onların yüz çevirmeleri ve arka dönmeleri
hususundaki kötü davranışlarını artırmaktadır. Çünkü son derece müessir
açıklamalardan ve kendilerinden kesin söz alınmasından sonra Allah'a muhalefet
etmeye cür'et etmeleri, cehaletten ötürü karşı gelmekten daha ağır bir suç
olur. Alimler, Hak Teâlâ'nın: "Sonra yüz çevirdiniz" hitabıyla kimlerin
murad edildiği hususunda, üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
a) İsrailoğullarinin ilk
nesilleri.
b) Hz.Peygamber (s.a.s)
zamanında bulunan yahudiler. Buna göre mana, "Sizin atalarınızın yüz
çevirmesi gibi, mucizelerin zuhurundan sonra yüz çevirdiniz..." şeklinde
olur.
c) Cenâb-ı Hakk'ın:
"Sonra siz yüz çevirdiniz" ifadesiyle 'Ve siz yüz
çeviriyorsunuz" sözüyle de sonrakiler murad edilmiştir.
Birinci görüşün-izahı şöyledir: Birinci söz, onlardan önce geçenler hakkında
olunca, hitabının zahirinin, sözün sonunun da, -bu zahiri manadan sözü
çevirecek herhangi bir delilin bulunması durumu müstesna- onlar hakkında olmasını
gerektirir. Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın birinci sözü, onlara deliller getirmek
suretiyle nimetini izhâr etmek sadedinde zikretmiş olması; sonra da, onlardan
pek azının müstesna, onların yüz çevirmiş olduklarını ve içinde bulundukları
davranışta devam ettiklerini beyan etmiş olması açıklar.
İkinci sözün izahı şöyledir: Hak Teâlâ'nın: buyruğu hitab-ı müşafehedir ki bu, o anda mevcut olanlara daha çok uygundur. Bundan önce geçen söz ise, hikâye yoluyla gelmiş bir sözdür ki bu , onların gâib olan, el'an mevcut olmayan seleflerine daha uygun düşer. Buna göre Allahu Teâlâ sanki: "Bu ahid ve misaklara sarılmaları onlara lâzım olduğu gibi, Tevrat da Hz.Muhammed (s.a.s)'in durumunu ve peygamberliğinin doğruluğunu bilmiş olmanızdan ötürü, size de bu mîsak ve ahidlere sarılmak vâcibtir" demiştir. Böylece onları bağlayan delil, sizi de bağlamaktadır. Halbuki buna rağmen siz, pek azınız müstesna, bu hüccetten yüz çevirerek, ona arka döndünüz. Bu, sayısı az olan kimseler de iman edip müslüman olan kimselerdir. İşte böyle bir açıklama yapılabilir. Üçüncü görüşün izahı şudur: Allahu Teâlâ onlara o nimetleri in'âm ettiğini, sonra onların bu nimetlerden yüz çevirdiklerini beyan edince, bu onların davranışlarının ne derece kötü olduğuna delâlet etmiştir. Allahu Teâ'lâ'nın, hitabı Hz.Peygamber (s.a.s) zamanındakilere hastır. Yani sizler, kendilerinden söz alınmasından sonra yüz çevirmiş olan, önceki selefleriniz gibisiniz. Çünkü sizler de Hz.Muhammed (s.a.s)'in sıdkına delâlet eden delillere muttali olmanızdan sonra, ondan yüz çevirip onu inkâr ettiniz. Buna göre siz, bu yüz çevirmenizle (i'râd) yüz çevirmiş olan öncekiler gibi oldunuz. Allah en iyi bilendir. [135]
"Hani sizden, kanlarınızı akıtmayacaksınız ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye kesin bir söz almıştık...Sonra siz de bunu İkrar etmiştiniz ve şimdi de buna şehâdet ediyorsunuz" (Bakara. 84).
Bil ki bu âyet, Allah'ın onlara olan nimetlerinden başka bir çeşide
delâlet etmektedir. Bu da, Allahu Telâlâ'nın onları bu teklifle mükellef
kılması, onların da bu teklifin doğruluğunu kabul edip, sonra bu husustaki
ahidlerine muhalefet etmeleridir.
[136]
Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, bunda birkaç husus vardır.
a)
Hz.Peygamber (s.a.s)
zamanında bulunan yahudî âlimlerine bir hitaptır.
b) Yahudilerin seleflerine
olan bir hitaptır. Buna göre cümlenin takdiri şöyle olur: "Hani biz,
atalarınızdan bir söz almıştık...".
c) Selefe hitap, fakat halefi
de bir kınamadır..Buna göre; ifâdesinin anlamı şu olur: Biz size emrettik, emri
de iyice te'kid ettik...Sonra siz de onun lüzumunu ve vücûbiyetini kabul ederek
ikrar ettiniz.
[137]
Cenâb-ı Hakk in, hitabına gelince, bunda bir müşkil vardır. Bu da
şudur: İnsan, kendisini zaten öldürmemek zorundadır. Durum böyle olunca,
bundan nehyolunmada hiçbir fayda yoktur. Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bu zorunluluk bazan
değişebilir. Nitekim Hindliler, kişinin kendisini öldürmesiyle bu bozukluk
âleminden kurtulup, nûr ve kurtuluş (salâh) âlemine ulaşılacağına inanıyorlardı..Veya,
zamanın kendisine güç geldiği ve bazı işler altında ezilip de intihar eden,
kendisini öldüren birçok kimse vardır. İnsanın kendisini öldürmemeye mecbur
olduğu söylenemeyeceğine göre, onun böyle bir mükellefiyete tâbi tutulması
uygun olur.
b) Bundan maksat,
"birbirinizi öldürmeyin" demektir, Kişinin dışındaki kimse, neseb ve
din bakımından ona yakın olduğunda, kişinin kendi zatı gibi kabul edilmiştir.
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı: "Birbirinizi Öldürünüz" (Bakara, 54) âyeti
gibidir.
c)
Kişi başkasını öldürdüğü
zaman, kendisine kısas uygulanacağından, sanki kendisini öldürmüş gibidir.
d) Sizi öldürmeye çalışan
kimseyi, siz de öldürmeye çalışmayınız. Aksi halde sizler kendinizi öldürmüş
olursunuz...
e) Siz, dünyada kendileri
sayesinde ayakta durduğunuz kimselerin kanını akıtmayın; yoksa, kendi
kendinizi helak etmiş olursunuz...
Cenâb-ı Hakk'tn, sözüne gelince, bunda da iki İzah şekli vardır:
a)
Memleketinizden çıkarılmaya
müstehak olmanıza sebebiyet verecek şeyi yapmayınız.
b)
Bundan maksad onların
birbirini yurtlarından çıkarmalarından nehiy-dir. Çünkü bunda nerede ise
öldürmeye yakın bir sıkıntı ve şiddet vardır.
Cenâb-ı Allah'ın: "Sonra siz de göre göre bunu ikrar
etmiştiniz" hitabında birkaç vecih vardır:
a) Bu en kuvvetli olan
görüştür. Buna göre mânâ şöyle olur: Siz misakını-zı ikrar edip, ona uymanın
gerekli olduğunu itiraf ettiniz. Şu anda da kendi aleyhinize şahidlik
yapıyorsunuz. Bu senin şu sözüne benzer: "Falanca, kendi aleyhine şunu
ikrar etmiştir." Yani, "O, kendi aleyhine şâhiddir" demektir.
b)
Siz onun kabul edilmesini
itiraf ettiniz ve birbirinize bu hususta şahidlik ettiniz. Çünkü o misak
aranızda yaygın ve meşhur idi.
c)
Ey yahûdi topluluğu, bugün
siz bu misakı atalarınızın ikrar ettiğine şahidlik ediyorsunuz.
d) İkrar, emre razı olup,
gereğini yapma hususunda sabretmek demektir. Aynen, "Falanca zulmü tasrib
etmez" (yani ona sabretmez) sözü gibi. Buna göre âyetin manası şöyle
olurr"Allah bunu size emretti, siz de razı olup devam ettiniz ve onun
yerine getirilmesinin gerekli ve doğru olduğuna şahadet eBiniz." Bu
durumda şayet, "Mana aynı olduğu halde niçin Cenâb-ı Hak: "Sonra siz
de bunu ikrar etmiştiniz ve şimdi de buna şehâdet ediyorsunuz" buyurmuştur?"
denilirse, biz deriz ki: Bu hususta üç görüş vardır:
a) "İkrar
etmiştiniz" ifadesinin manası "Atalarınız ikrar etti " şeklinde;
Şimdi de buna şehâdot ediyorsunuz" ifâdesinin manası, "onların ikrar
etmiş olduklarına şahidlik ediyorsunuz" şeklinde olur.
b) Geçmiş olan mîsâk esnasında
ikrar etmiştiniz ve bundan sonra şehâdet ediyorsunuz.
c) ibaresi te'kid için
gelmiştir.
[138]
"Sonra sizler yine o kimselersiniz ki kendilerinizi Öldürüyor,
içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlık hususunda
birleşip yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar esir olarak size gelirlerse onlarla
yeleşiyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı. Yoksa siz
Kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde
içinizden böyle yapanların cezası dünyada bir rüsvaylıktan başka birşey
değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine uğratılacaklardır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara. 85).
Hak Teâlâ'nın: "Sonra sizler o kimselersiniz ki..."
ifâdesinde bir müşkil-lik vardır. Çünkü (sizler) ifâdesi muhatablar için,
"O kimseler..." ifâdesi ise gâibler (orada olmayan) için kullanılır.
Buna göre hazır olan bir zat aynı zamanda nasıl gâib olur? Buna birkaç yönden
cevab verilir:
a) Bu ifâdenin takdiri,
"Sonra siz ey şöyle olanlar.."şeklindedir.
b) Bu ifâdenin takdiri, "Sonra sizler, ben şu hazır olanları kastediyorum" şeklindedir.
c)
lâfzının, manasına olması;
sılasının ise, lâfzının olmasıdır. Haber olarak alındığı zaman, merfudur. Sıla
olduğu zaman ise, irâbda mahalli yoktur. Zeccâc, sıla olmasında bu ifâdenin
bir. benzeri de, Hak Teâlâ'nın: 'Sağ elindeki nedir, ey Musa" (Taha, 17)
âyetidir. Yani, demektir.
d) lafzı, lafzını te'kîddir.
Haber ise, cümlesidir.
Allah'ın: "nefislerinizi öldürüyorsunuz" ifâdesine gelince,
biz bu hususu yukarda açıklamıştık. Bu vecihlerin en doğrusu bu tür ifâdelerden
maksadın, "bazınız bazınızı ödürüyor" şeklinde olmasıdır. Bazısının
bazısını öldürmesi halinde, bütün insanlar tek bir vücût gibi olduklarından
"O, nefsini öldürdü" denilir. Biz, "memleketlerinden
çıkarma"dan neyin kastedildiğini açıklamıştık. Allah'ın, âyetine gelince,
bunda birkaç
mesele vardır.
[139]
Astm, Hamza ve Klsaî, kelimeyi şeklinete şeddesiz okumuşlardır. Diğerleri ise; şeklinde şeddeli okumuşlardır. Şeddesiz okumak, tâ harfinin birisini hazfetmekten dolayıdır. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın; (Mâide, 2) âyetidir. Şeddeli okumak ise, tâ harfini harfine idğam etmekten dolayıdır. Bu Hak Teâtâ'nın tıpkı, (Tevbe. 38) âyetidir. Hazfetmek hafiflik ifâde edip, idğam ise kelimenin aslını gösterir. [140]
Bil ki "tezakür" karşılıklı yardımlaşma demektir.
Memleketlerinden onları çıkarmak ve birbirlerini öldürmeleri, fitneyi büyüten
ve yapılabilmesi için güç ve kudrete muhtaç olunan bir husus olduğu için,
Allahu Teâlâ, onların bunu zulümde ve düşmanlıkta yardımlaşan kimselerden
yardım talep edercesine /aptıklannı açıklamıştır.
[141]
Âyet, zulmetmenin haram oluşu gibi, zalimin zulmüne yardım etmenin de
haram olduğunu gösterir. Buna göre şayet, "Allahu Teâlâ, zalimi zulüm
etmeye muktedir kılıp, engelleri ve maniaları ortadan kaldıarak, zalimi zulme
götüren istek ve arzuları verince, ona zulmünde yardım etmiş olmaz mı? Buna
göre şayet, zalime zulmünde yardım etmek çirkin olsaydı, böyle bir şeyin
Allah'tan meydana gelmemesi gerekirdi" denilirse, cevaben deriz ki;
Allahu Teâlâ her ne kadar zalime zulmünü yapması hususunda imkân, güç ve kudret
vermişse de, şüphesiz onu, tehdit ve engelleme ile zu- lüm etmekten
alıkoymuştur. Ama, zalime zulmünde yardımcı olan böyle değildir. Çünkü o,
zalimi zulme teşvik ediyor, o zulmü onun gözünde güzel gösteriyor ve onu
zulmetmeye davet ediyor. Böylece, aradaki fark anlaşılmış olur.
[142]
Bu âyet, zulme yardımcı olanın günahının miktarının, bizzat zulüm yapan
kimsenin günahının mikdan kadar olduğuna delâlet etmez. Tam aksine delil, zuh
me yardımcı olan kimsenin günahının, bizzat günahı işleyen
kimsenin günahından daha aşağı
olduğunu gösterir. Çünkü bizzat zulmü yapmaksızın yardım yapılmış olsaydı, bu
yardımın zulmün meydana gelmesinde bir tesiri olmazdı. Ama, yardım olmaksızın
zulüm fiili yapılmış olsa, şüphesiz zarar ve zulüm meydana gelir. Böylece,
bizzat zulmü yapmanın, ona yardımcı olmaktan daha fazla günahı gerektirdiğini
anlamış olduk.
[143]
Hak Teâlâ'nın: âyetine gelince, bunda da birkaç mesele vardır.
[144]
Nâfi, Asım ve Klsaî, her iki kelimeyi de elifle; ve şeklinde; yalnız
Hamza her iki kelimeyi de elifsiz olarak; şeklinde; diğer kıraat imamları ise,
elif ile elifsiz şeklinde okumuşlardır. kelimesi, tıpkı, ve gibi, kelimesinin
çoğuludur. şekline gelince, bu hususta iki görüş vardır;
a)
Bu kelimenin, tıpkı kelimeleri
gibi, kelimesinin cem'i olmasıdır.
b) kelimesinin cem'i
olmasıdır. Ebû Amr, ile arasında fark bulunduğunu ileri sürerek, nın elleri
kelepçelenmiş kimseler; nın ise elle tutulan esirler olduğunu söylemiştir. Ebû
Amr, sanki daha fazla mâna ihtiva ettiği görüşüne varmıştır. Sa'leb bu
a-çıklamayı kabul etmemiştir. Ali ibn İsa ise, "tercihe şayan olan elifle
olan şeklidir. Çünkü imamların çoğu bu şekilde okuduğu gibi topluluk anlamına
da daha çok delâlet etmektedir. Çünkü bu kelime çokluk için kullanılır; bunun,
(inleyen, act duyan) kelimesi gibi, o tek kimse hakkında kullanıldığı
nadirdir. Tercih sebeplerinden biri de Hicazlıtarın lügati olmasıdır.
[145]
lijâiî telâffuzu, masdarından
türemiştir ki, bir şeyi korumak amacıyla, o şeye karşılık verilen bedeldir. Bu
ifâde; "Ona karşılık bir fidye verdi" şeklinde kullanılır. ifâdesi,
mastarındandır.
[146]
Müfessirlerin çoğu Cenâb-ı Hakk'ın, (fid- yeleşirsiniz) ifâdesinden
maksadı, İsrailoğullarına ta- at olan bir vasfı vermektir ki bu da esir
dindaşları küfürlerine tekrar dönsünler diye mal ve benzeri şeyleri bolca
vererek onları esaretten kurtarmalarıdır.
Ebu Müslim, âyetten maksadın bu söylenenin zıddı olduğunu, esas muradın
şu mâna olduğunu söylemiştir: Birbirinizle savaşmış olmanıza ve birbirinizi
memleketinizden çıkarmış olmanıza rağmen, onlar sizin elinize esir olarak
düştüklerinde, onlardan fidye almanız haram kılındığı halde, ancak bir mal ve
bedel alarak onları serbest bırakıyorsunuz. Ebu Müslim bir de şöyle demiştir:
'Müfessirfer yukarıdaki açıklamayı, Hak Teâlâ'nın; "Yoksa siz Kitab'm bir
kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?." ifâdesine
dayanarak yapmalardır ki bu zayıftır. Çünkü bu ifâde daha önce geçen peygamber
ve onlara indirilmiş olan kitab (Tevrat) ile ilgilidir. Buna göre maksad şöyle
olur: Nezdinizdeki Kitab'ta (Tevrat'ta), Hz.Muhammed (s.a.s) ile ilgili
haberler bu-jnduğu halde siz onları inkâr edince, Tevrat'ın bir kısmına imân
etmiş bir kısmını inkâr etmiş oluyorsunuz."
Her iki görüş de "fidyeleşme" sözüne uygun düşer. Çünkü
esirlerden fidye veren için, denilebilir. Esirleri bırakmak için fidye alan
için fiili kullanılabilir. Ne var ki müfessirlerin ittifak ettikleri görüş daha
doğrudur. Çünkü Allah'ın: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da
kısmını inkâr mı ediyorsunuz?." hitabının, aynı âyette bahsedilen konu ile
i akalı olması, birkaç âyet önce bahsedilmiş olan birşey ile alakalı olmasından
daha uygundur.
[147]
Bazı alimler şöyle demişlerdir; Yurtlarından çikarılan yahûdiler ile,
fidye verilip kurtarılan yahûdiler aynı
grubtur. Bu böyledir.
Çünkü Kurayza ve Nadiroğulları, Evs ve Hazreç kabileleri
gibi iki kardeş (ırkdaş) kabile idiler. Ama araları açıldı. Böylece
Nadiroğulları Hazreç kabilesi ile, Kureyzâoğulları ise Evs kabilesi ile
ittifak ederek, her grub savaşlarda müttefikinin yanında yer aldı. İki
taraftan biri galib geldiğinde, ftbür tarafın yurtlarını harab ediyor, oradan
sürüyorlardı. Her iki grubtan birisi esir düştüğünde ise, onun için iki yahûdi
kabilesi rte birleşiyor, esir olanlar için fidye verip onları kurtarıyorlardı.
Araplar da onların bu halini ayıplayıp, "Niçin önce onlarla savaşıp, sonra
da onları esaretten kurtarmak için fidye veriyorsunuz? dediler. Bunun üzerine
yahûdiler, "Biz onlar için fidye vermekle emrolunduk. Onlarla savaşmamız
bize haramdır. Fakat biz müttefikimiz olanların yenilmesinden de ar
duyuyoruz." dediler. Bir kısım başka alimler ise, o yahûdileri yurtlarından
çıkaranların fidye veren yahûdilerden başka yahûdiler olduğunu, bu yüzden
onları Allah'ın kınadığını söylediler.
[148]
Allah'ın "Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı "
buyruğuna gelince, buradaki sözü hakkında iki görüş vardır:
a)
Bu zamir, zamir-i kıssa ve
zamir-i şan'dır. Sanki buna göre şöyle denilmektedir: "Hadise şudur:
Onları yurtlarından çıkarmak size haramdır."
b) Bu zamir,
"çıkarmaktan" kinayedir, te'kid için zikredilmiştir. Çünkü bu zamir
ile "çıkarma" masdannın arası, bir söz ile ayrılmıştır. Buna göre
zamirinin mahalli refdir. Sanki 'denilmektedir.
Sonra, birinciyi (zamiri) açıklamak için tekrar edilmiştir.
[149]
Cenâb-ı Allah'ın: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da
bir kısmını İnkâr mı ediyorsunuz?" âyeti hususunda âlimler iki bakımdan
ihtilaf etmiştir:
a) Onların birbirlerini
yurtlarından çıkarmaları küfür, birbirlerini kurtarmak için fidye vermeleri ise
imândır. Bu İbn Abbas. Katâde ve İbnCüreyc'in görüşüdür. Allah onları fidye
vermelerinden dolayı zemmetmemiş, tenakuza düşmelerinden dolayı
zemmetmiştir.Çünkü onlar, vacib olan mükellefiyetlerin bir kısmını yerine
getirmiş, bir kısmını terketmişlerdir. Tenakuza düşmek ba::an daha fazla
kınanmayı gerektirir. Şöyle bir görüş ortaya atılamaz: "Farzet ki onların
birbirlerini yurtlarından çıkarmaları günahtır. Öyle ise niçin, isyankârın
(günahkârın) kâfir sayılmayacağı sabit iken, Allah bu günahı küfür olarak
tavsif etmiştir?" Çünkü biz diyoruz ki: "Belki de onlar bu çıkarmanın
vacip olmadığını tasrih etmişlerdir. Bununla beraber Tevrat'ın sarih hükmü,
vücûbuna delâlet etmektedir.
b) Bu âyetten murad,
İsrailoğullannın, Hz.Musâ (a.s) ve Hz.Muhammed (s.a.s)'inpeygamberliklerine
dâir delillerin aynı olmasına rağmen, Hz.Muhammed (s.a.s)'i yalanlayıp Hz.Musa
(a.s)'yı tasdik ettiklerine dikkat çekmektir. Verdikleri söz (misak)'de hepsi
aynı durumda iken, bu, onların kitabın bir kısmına imân edip, bir kısmını
inkâr eden atalarının yolunda olduklarını gösterir.
[150]
Allah'ın: "Dünyada bir rüsvaylıktan başka birşey değildir"
buyruğuna gelince, buradaki kelimesinin asıl mânası zillet ve gazabdır. Allah
Teâlâ birisine gazablanıp rahmetinden uzaklaştırdığı zaman, denilir. Bu kelimenin
aslının "utanmak" manasına olduğu da söylenilir. Çünkü denildiğinde
sanki "Allah onu utanacağı bir hale soktu " manası kastedilmiştir.
Genel olarak bu kelimeden maksad büyük bir kınamadır. Âlimler bu rüsvay oluş
hususunda birkaç görüş belirtmişlerdir:
1) Hasan el-Basri, bundan
muradın cizye ve aşağılanmak olduğunu söylemiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü,
cizyenin onların şeriatlarında bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Daha
doğrusu, biz bunu Hz.Muhammed zamanında bulunanlara hamledersek, bu takdirde bu
izah şekli doğru olur. Çünkü zımmî-lerin başına gelen rüsvaylık cümlesinden
birisi de, onlardan cizye alınmasıdır.
2) Benu'n-Nadtr'in
yurtlarından çıkarılması, Benû Kurayza'nın Öldürülüp, çoluk çocuklarının esir
alınması. Bu da ancak, eğer biz âyeti Hz.Muhammed (s.a.s) zamanında
bulunanlara hamledersek doğru olur.
3)
Bu, en uygun olanıdır. Çünkü
bundan murad, her hangi bir şekilde, şuna değil de ötekine tahsis etmeksizin,
son derece fazla ve şiddetli bir kınamadır. kelimesindeki belirsizlik,
zemmetme ve kınamanın son derece büyük bir şekilde vaki olduğuna delâlet eder.
[151]
Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, buna bir sual bulunmaktadır. Bu da
şudur: Yaratıcıyı inkâr eden Dehriyyenin azasının yahûdilerin azabından daha
şiddetli olması gerekir. Öyleyse, Cenâb-ı Allah niçin yahûdiler hakkında:
"Onlar azabın en şiddetlisine götürülürler" buyurmuştur? Cevap:
Bundan maksat, o azabın dü--yada meydana gelmiş rüsvaylıktan daha şiddetli
olduğudur. Buna göre fa lafzı, her ne kadar mutlak ise de, bu bakımdan
"daha şiddetli' manasınadır. Cenâb-ı Allah'ın: "Allah, sizin
yaptıklarınızdan habersiz değildir" âyetiyle ilgili olarak iki mesele
vardır:
[152]
Ibn Kesir, Nâfi ve Asım, tâ harf ile şeknde, muhatab sîgasıyla; diğer
kıraat imamları da yâ harfiyle, şeklinde, gâib sîgasıyla okumuşlardır. Birinci
okunuş tarzı, bu sözün başlangıçındaki, hitabından dolayıdır. İkinci okunuş
şekli, bu cümlenin, sözün sonu olmasından dolayıdır. Kıraat imamlarının çoğunun
rivayeti, keza mânaya daha fazla delaleti cihetiyle hitab sığasının tağlib yolu
ile gaybet sığasına hâkim kılınması sebebiyle, hitab kıraati birinci planda
zikredilmiştir.
[153]
Cenâb-ı Allah'ın: "Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz
değildir" ifâdesi, şiddetli bir tehdit, günaha karşı büyük bir engelleme
ve taattan dolayı da büyük bir müjdedir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın kadir
olanların en muktediri olmasının yamsıra, gaflet de O'nun hakkında imkânsız
olunca, bu muhakkak ki hakların onları hak edenlere ulaşacağını gösterir.
[154]
"İşte bunlar, ahtret hayatına mukabil dünya hayatını satın
alanlardır. Bu sebeple, onların azabı hafifletilmez ve onlara yardım da
olunmaz" (Bakara, 86).
Bil ki, dünya lezzetleriyle ahiret lezzetlerini beraberce elde etmek,
imkânsızs olup, mümkün değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, mükellefe, bunlardan
dilediği ve istediği herhangi birini elde edebilme imkânı vermiştir. Buna göre
mükellef, bu ikisinden birisini elde etmekte meşgul olduğu zaman, öte yandan
diğerini elden kaçırmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak, yahuditerin kitablarında
mevcut olana iman etmekten yüz çevirdiklerinden içinde bulundukları küfür ile
elde ettikleri dünyevî lezzetleri bir alışveriş olarak kabul etmiştir. Bu,
Allah tarafından onlartn şiddetli bir biçimde zemmedilmeleridir. Çünkü,
dünyadaki alışverişinde aldanmış olan kimse, kınanır. Hatta bu kimse, aklından
zoru olmakla nitelenir. Durum böyleyken, ahireti vererek dünya metaını satın
alan kimse, kınanmaya ve zemmedümeye daha lâyıktır.
[155]
Cenâb-ı Hakk'ın:
buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır.
[156]
O'nun, ifâdesine fâ
harfinin dahil olması hususunda iki görüş vardır:
a) Bu
ifâdeyi, ifâdesine atfetmek için getirilmiş fâ harfidir.
b) Emrin
cevâbı manasına olduğu için, fâ harfi getirilmiştir. Bu senin, tıpkı
"uyanık ol, şu sapıklar var ya onlarda hayır yoktur demen gibidir. Birinci izah, daha makbuldür,
çünkü bu izahta herhangi bir takdire izah duyulmamıştır.
[157]
Bazı alimler,
hafifletmeyi azabın kesintiye uğramamasına, tam aksine devam edip gitmesine
hamletmişlerdir. Çünkü, azâb kesilecek olsa, mutlaka Uğrama Meselesi hafiflemiş otur. Bazı âlimler ise bu ifâdeyi,
onun de-
vamına değil
şiddetine hamletmişlerdir. Evlâ olanı,şöyle denilmesidir: Azab, her vakit ya da
bazı vakitlerde, bazan kesintiye uğramak, bazan da azaltılmak suretiyle
hafifletilebilir. Cenâb-ı Hak, onların azabını hafifletilmemekle vasfedince,
bu bizim söylediğimiz şeylerin hiçbirinin olmamasını gerektirir..
Allah'ın buyruğuna
gelince, bu hususta iki görüş vardır. Ekseri âlimler bu ifadeyi ahiret
hususundaki yardımın yokluğuna hamletmişlerdir. Yani, "Hiç kimse bu azabı
onlardan gideremez ve onlar Allah'ın azab etmeyi dilediği kimselere yardımda
bulunamazlar" demektir. Bazılanysa bunu, dünyevî husustaki yardımın
yokluğuna hamletmişlerdir ki, birincisi evladır. Çünkü Allahu Teâlâ, bunu
onların yaptıklarına bir ceza olarak vermiştir.• İşte bu sebepten dolayı
Cenab-ı Hak, "Bu sebeple onlardan azâb hafifletilmez buyurmuştur. Bu
nitelik, ancak âhirete uygun düşer, çünkü dünyevî ceza meydana gelirse, bu
günah işleyene tatbik edilen hadler, cezalar gibi olur. Bir de. bazan kâfirler,
mü'minlere üstün gelebilirler.
[158]
"Celâlim hakkı
İçin Musa'ya Kitâb'ı verdik, ondan sonra da peşpeşe pegamberter gönderlik.
Meryem oğlu İsa'ya da apaçık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kuds tîe
destekledik. Demek, ne zaman bir peygamber size gönüllerinizin hoşlanmadığı bir
şeyi göterirse, kibirlenmek İsteyeceksiniz de bir kısmınız yalanlayacak, bir
kısmınız da öldüreceksiniz, Öyle mi?"(Bakara, 87).
Bil ki bu, Allah
Teâlâ'nın onlara feyazân ettirmiş olduğu nimetlerin bir başka çeşididir. Bir
de onlar kalkıp bu nimete,küfür ve kötü fiillerle mukabelede bulunmuşlardır. Bu
böyledir, çünkü Hak Teâlâ daha önce yahudileri, birbirlerini öldürmek ve
birbirlerini yurtlarından çıkarmak suretiyle, Allah'ın emrine muhalefet etmekle
niteleyip, daha sonra da bu çirkin fiilleriyle ahireti verip dünyayı satın
aldıklarını açıklayınca, bu ayette zikrettikleriyle de onları iyice
sus-turmuştur. Ayette geçen:"Kitâb'a gelince, bu Allah'ın onlara bir
defada toptan göndermiş olduğu Tevrat'tır. İbn Abbas'tan, Tevrat nazil olunca,
Allahu Teâlâ'nın Hz. Musa'ya Tevrat'ı taşımasını emrettiği, fakat O'nun buna
gücü yetmediği, bunun üzerine Allah'ın Tevrat'ın her harfi için bir melek
gönderdiği; onların da Tevrat'ı taşıyamadıkları, böylece de Allah'ın Tevrat'ı
Hz. Musa'ya hafiflettiğini ve bundan sonra onu taşıyabildiği rivayet
edilmiştir.
[159]
Allah'u Teâlâ'nm,
ayetine gelince, bunda da iki mesele vardır:
[160]
Kelimesi, (peşinden getirdik) mânasınadır. Bu,
bir şeyin peşinden başka bir şeyin gelmesi anlamından nakledilmiştir.
"Hemen onun peşinden gelmek..." anlamı gibi.. Bunun bir benzeri de,
Cenâb-ı Hakk'ın: "Sonra peygamberlerimizi peşpeşe yolladık" (Müminûn,
44) ayetidir.
[161]
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Musa'dan sonra, Hz. İsa'nın bi'setine kadar, şeriat aynı olduğu halde,
ardarda peygamberler gelmiş, birbirlerinin peşlerinden zuhur etmişlerdir. Çünkü
Hz. İsa (a.s), veni bir şeriat getirmiştir. Bunun doğruluğuna Cenâb-ı Hakk'ın,
ayetiyle istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü bu ayet, aynı şeriat içinde
birbirlerini izleyerek onların aynı çizgi, tevhid çizgisi üzerinde olmalarını
gerektirmektedir. Kadî şöyle demiştir: "Hz. Musa'dan sonra ikinci olarak
gelen peygamberin, o şeriatı aynen, yani ne eksik ne de fazla olarak edâ
etmediği sürece, birinci peygamberin şeriatı üzre olması mümkün değildir. Aynı
zamanda bu ikinci şeriat, birincisinin aynısı olduğu tevatür yoluyla
bilinebilecek bir şekilde de, muhafaza edilir. Çünkü peygamberin durumu böyle
olunca, onun ancak daha önce bilinmiş olan bir şeyi veya daha önce bilinmesi
mümkün olan bir şeyi bilmesi mümkün olabilir. Allah'ın beraberinde bir şeriatı
olmayan bir peygamer göndermesi caiz olmadığı gibi, ki aklîyatçılar bu sebebi
böyle açıklamaktadırlar, şu andaki konumuz hakkındaki söz de böyledir. Böylece
Hz. Musa'dan sonra gelen peygamberlerin içinde, her ne kadar birincisi aynen
muhafaza edilmiş olsa da, yeni bir şeriat veya birinci şeriatın silinmiş bazı
yönlerini ihya edecek ve yeniden ortaya koyacak bir şeriat getirmiş olanların
mutlaka bulunmuş olmaları gerekir."Buna şu şekilde cevap
veririz:Bupeygamberleringönderilmesinden maksadın, ümmete geçmiş şeriatları
hakim kılmaları veya ancak Allah'ın bilebileceği başka neviden lütufları
yerine getirmiş olmaları, niçin caiz olmasın? Velhasıl Kâdî (Abdülcabbar) delil
getirmeyip, mevcut iddiasını tekrar etmekten öte bir iş yapmamıştır. O,
"Peygamberlerin ya yeni bir şeriat, ya da ortadan kalkmış bir şeriatı ihya
vazifesi ile gönderilmeleri gerekir" hükmünü neye dayanarak vermiştir?
Oysa, ihtilaf sadece buradadır.
Bu peygamberler
şunlardır:
[162]
Yûşa, İsmail, Sem un,
Davud, Süleyman, Işaya, Ermiya, Uzeyr, Hezekyal, llyas, Elyesea, Yunus,
Ze-keriyya, Yahya (a.s) ve diğerleridir..
[163]
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır:
[164]
Allahu Teâlâ
peygamberleri önce mücmel zikredip, sonra Hz. İsa (a.s)'yı genişçe
zikretmiştir. Bundaki sebep nedir? Çünkü önceki peygamberler Hz.Musa'nın
şeriatını getirmişlerdir. Böylece onlar, Hz. Musa'ya tâbi olmuşlardır. Halbuki
Hz. İsa böyle değildir. Zira O'nun şeriatı, Hz. Musa'nın şeriatıni kısmen
neshetmiştir.
[165]
Süryancada İsa, Eyşû;
Meryem ise hizmet eden anlamınadır. Şöyle de denilmiştir: İbrancada Meryem,
erkeklerle oturup kalkmaya düşkün olan kadın" manasınadır. Ru'be'nin sözü
de böyle tefsir edilmiştir:"Kadınlara çok düşkün olan o adama erkeklere
düşkün olan o kadının, niçin onu ziyaret ettiğini, sordum."
[166]
Ayetteki kelimesi hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:
a) Ölüleri
diriltmek, vs gibi, mucizeler anlamına gelir. Bu mâna İbn Abbas'dan rivayet
edilmiştir.
b) İncîl
anlamına gelir.
c) Bu en
kuvvetli olan görüş olup, bütün yukarıda zikredilenler, kelimesinin muhtevasına
girer. Çünkü mu'cize gösteren peygamber, kendi nübüvvetinin doğruluğunu ortaya
koymaktadır.Nitekim İncil de, o peygambere
şeriatinin keyfiyetini
gösterir. Bu sebeple, tahsiste bulunmanın bir manası olmaz.
[167]
Allah'u Teâlâ'nın
ayetine gelince bu hususta birkaç mesele vardır:
[168]
Ayetteki lâfzı, bu şekilde okunmuştur. İbn Kesir tahfifle,
şeklinde, diğerleri ise, harekeli olarak
şeklinde okumuşlardır. Bu her iki okuyuş, kelimeleri gibi, fasîh olan
iki okuyuştur.
[169]
Alimler, ayetteki
"rûh" kelimesi üzerinde, bazı görüşler belirterek, ihtilâf
etmişlerdir.
a) Bu Cebrai|
(a,s)dir. Cebrail (a.s) birkaç yönden böyle isimlendirilmiştir:
1)
Rûhu'l-Kudüs'ten maksat, er-Rûhu'l Mukaddese demektir. Nitekim, denilir.
Böylece Cenâb-ı Hak.Cebraîl'i, "kendi katında mertebesinin yüce olduğunu
açıklamak ve onu şereflendirmek için bu şekilde nitelemiştir.
2) Cebrail
(a.s)'e bu ad verilmiştir, çünkü beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebraîl
(a.s) ile hayat bulmaktadır. Çünkü Cebrail (a.s), peygamberlere vahiy getirmeyi
üstlenmiştir. Bu hususta mükellef olanlar ise,
onungetirdikleriyle
dinlerini ihya etmiş olurlar.
3) Cebrail
(a.s)'in gâlib vasfı, O'nun ruhanî bir varlık oluşudur. Diğer melekler de
böyledir. Ne var ki, O'nun ruhanî bir varlık oluşu daha tam ve daha
mükemmeldir.
4) Cebrail
(a.s) rûh diye adlandırılmıştır. Çünkü ne erkeklerin sulbü, ne de kadınların
rahimi ont banndırmamıştır.
b)
Ruhu'l-Kudüs'ten maksat, İncil'dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'an'da: emrimizden
bir rûh... (Zuhruf, 52) buyurmuştur. İncil böyle adlandırılmıştır. Çünkü din
İncil ile hayat bulur,dünyevi işler de O'nun vesilesiyle bir intizama girer..
c) Bu, Hz.
İsa'nın, kendisi sebebiyle ölüleri diriltmiş olduğu ismidir. Bu görüş, İbn
Abbas ve Saîd İbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir.
d) Bu, Hz.
İsa'ya üflenen ruhtur. Kudüs ise, bizzat Allah'tır. Böylece, Hz. İsa'yı bir
yüceltme ve teşrif olsun diye, O'nun ruhu Cenâb-ı Hakk'a muzâf kılınmış,
nisbet edilmiştir. Nitekim, ifâdesi de böyledir. Bu görüş Rebî'den rivayet
edilmiştir. Buna göre, ayetteki ruhtan murad, insanın sayesinde hayata
kavuştuğu ruhtur.Bil ki, rûh isminin Cebrail'e İncire ve İsm-i A'zam'a ad
olarak itlâk edilmesi, mecazdır. Çünkü rûh, insanların hayat mıntıkalarında,
damarlarında ve menfezlerinde dönüp dolaşan hava demektir. Malûmdur ki,
yukarıda zikredilen Cebrail, İncil ve İsm-i A'zam böyle değildirler. Ancak bu
üçünden herbirine teşbih üslubuyla, rûh adı verilmiştir. Çünkü rûh, nasıl ki
insanın canlılığının sebebi ise, Cebrail (a.s) de, ilimleri vasıtasıyla
kalblerin hayat bulmasına sebeptir. İncil de, şeriatların meydana çıkması ve
yaşamasının sebebidir. İsm-i A'zam da, maksatlara ulaşma vesilesidir. Ancak rûh
ismiyle Cebrail arasındaki benzerlik, birkaç yönden daha uygun görülmektedir.
a) Çünkü
Cebrail, tâtîf ve nûranî bir havadan yaratılmıştır. Bu sebeple, bu ikisi
arasındaki benzerlik daha mükemmeldir. Binaenaleyh, "rûh" ismini
Cebrail'e vermek daha evlâdır.
b) Bu ismi
Cebrail'e vermek, diğerlerine vermekten daha belirgindir.
c) Hak
Teâlâ'nın, "Ve biz onu Ruhü'l-Kudüs ile takviye ettik" buyruğunun
mânası, "biz onu takviye ettik" demektir. Bu takviyeden maksat ise,
ona yardım etmektir. Yardımı Cebrail'e isnâd etmek hakiki İncil ve İsm-i
A'zam'a isnâd etmekse mecazdır. Bu sebeple, rûh ismini Cebrail'e vermek daha
evlâ olur.
d) Hz.
İsa'nın Cebrail (a.s) ile bir arada bulunması, bir benzeri başka hiçbir
peygambere nasib olmayacak bir şekilde tahsis olunca, biçimlerinin en
kuv-vetlilerindendir. Çünkü Cebrail (a.s) Meryem'e, bir çocuk doğuracağını
müjdeleyeceğini müjdelemiştir. Hz. İsa (a.s) Cebrail (a.s)'in üflemesinden meydana
gelmiştir. Bütün durumlarda Hz. İsa'yı terbiye edip eğiten Cebrail'dir. Onunla
beraber onun gittiği yere giderdi. O, göğe çıktığında da onunla beraberdi.
e) Cenâb-ı
Hakk'ın,ayetine gelince, bu onları son derece zemmetmektir. Çünkü
îsrailoğullarının yahudîleri, peygamber onlara hoşlarına gitmeyen bir şeyi
getirdiğinde, o peygamberi yalanlarlar, eğer o peygamberi öldürme fırsatı
ellerine geçerse öldürürlerdi. Onlar, dünyada yükselmeyi istediklerinden,
dünyanın lezzetlerini arayıp, halka Önder o!-mak istediklerinden ve haksız yere
onların mallarını almak gayesiyle hareket ettiklerinden ötürü, böyle
olmuşlardır. Peygamberler ise, onların bu davranışlarına fırsat vermek
istemiyorlardı. Bu sebeple onlar da peygamberleri yalanlıyor, cahil olan
insanlara, peygamberlerin yalancı oldukları duygusunu aşılıyorlar ve bu hususta
tahrif ve yanlış yorumlarla iddialasıyorlardt. Onların içinde, tıpkı iblisin
Hz. Adem'e karşı sergilemiş olduğu tavrı, peygamberlere gösteren kimseler
bulunmaktaydı.Allahu Teâlâ'nın: ifâdesine gelince, birisi, şeklinde denilmeli
değil miydi?diyebilir. Buna iki şekilde cevapverimiz:
a) Bununla,
mazinin hikâyesi murad edilir. Çünkü, söz konusu iş, son derece korkunçtur.
Böylece bu işin hatıralarda canlandırılması ve kalblerde tahayyül edilmesi
murad edilmiştir.
b) "Henüz
kendilerini öldüreceğiniz bir grub.." manası murad edilmiştir. "Çünkü
Hz. Muhammed (s.a.s)'i öldürmek için çok çaba sarfettiniz ve bunun için ona
büyü yapıp yiyeceği koyunu zehirlediniz ama ben onu size karşı korudum."
Hz. Peygamber (s.a.s) de ölürken;"Hayberde yediğim (zehirli) lokmanın
acısı benden ayrılmadı. İşte bu can damarımın kesilmek üzere olduğu
andır"[170] buyurmuştur. En iyisini
Allah bilir.
[171]
"(Yahudiler):
Kalblertmtz perdelidir" dediler. Hayır öyle değil. Allah onları inkârları
sebebi ile rahmetinden kovmuştur. Onun için artık az inanırlar''(Bakara, 88).
kelimesi ile ilgili üç görüş vardır:
a) Bu
kelimesinin çoğuludur.İse bir kılıf içinde olan şey demektir. Buna göre,
"Bizim kalelerimiz, senin davetinin tesirinin ulaşmasına mâni olacak
örtülerle sarılıdır" demektir.
b) Esâm bazı
yahûdilerin, "Kalblerinin ilimle örtülü, hikmetle dolu olduğunu, bundan dolayı Hz.
Muhammed (s.a.s)'in şeriatına ihtiyaçlarının olmadığını" söylediklerini
rivayet etmiştir.
c) Gulf, içinde senin dediğin şeylerin doğruluğuna delalet edecek
herhangi birşey bulunmayan boş kılıf gibidir. Mû'tezfle birinci görüşü tercih
etmişler ve sonra bu ayetin kâfirlerin kalblerinde, imana mani olacak herhangi
birşeyin. ne gılâfın, ne örtünün, ne de, Mücebbirenin dediği gibi, bir engelin
bulunmadığına delâlet ettiğini söylemişlerdir. Çünkü eğer böyle olsaydı
yahudilerin bu sözleri doğru olurdu, Cenâb-ı Allah da: "Hayır öyle değil.
Allah onları inkârları sebebiyle rahmetinden kovmuştur" ayeti ile onları
yalanlamazdt. Zira Hak Teâlâ, ancak bâtıla sarılan ve yalan söyleyen kimseleri
zemmeder, doğru söyleyen ve mazeretli kimseleri zemmetmez.
Mutezile sözüne
devamlı şöyle demiştir: "Bu ayet, Allah'ın: "Biz onların kaiblerinin
üstüne o (Kur'an'ı) iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir
ağırlık koyduk " (Kehf. 57),
"Biz onların
boyunlarına bukağılar koyduk" (Yâsin, 8) ve:
"Aralarına bir
engel koyduk" (Yasin, 9)ayetlerinin manası o kâfirlerin imândan men
olunmayıp aksine lutf-i ilâhî'den men olundukları veya inkârdaki ısradarından
ötürü inkâra mecbur edilmiş kimselere benzetildikleridir. "Yine
Mû'tezile," Hak Teâlâ'mn bu sözlerinden ötürü yahudileri zemmedişinin bir
benzeri de yine aynı sözü söylemelerinden ötürü şu ayette kâfirleri
zemmetmesidir:
"Onlar bizi davet
edegeldiğiniz şeye karşı kalblerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir
ağırlık, senin ile aramızda da bir perde vardır" (Fussilet, 5)
demişlerdir. Eğer durum Mücebbirenin dediği gibi olsaydı, bu kimseler doğru
söylemiş olurlardı. Doğru söylemiş olsalardı, Atlah onları zemmetmez, aksine
iman etmeme hususunda mazeretlerini ortaya koymak ve kınamayı onlardan düşürmek
için bu sözlerini nakletmiş olurdu" demişlerdir.
Bil ki biz kelimesinin
tefsiri hususunda üç görüşü bildirdik. Binâenaleyh bir delil olmadan bunlardan
birini kesin olarak seçmek doğru oimaz. Biz bu ayetten maksadın, bu açıklama
olduğunu kabul etsek bile, ey Mû'tezile, niçin "Bu ayet, bu sözün
kınanmış bir söz olduğunu gösterir" diyorsunuz?
Allah Teâlâ'mn:
"Allah onları inkârlarından dohyı rahmetinden koğmuştur (lanetlemiş)"
ayeti hususunda Mû'tezile'ye birkaç cevab verilmiştir:
a) Bu ifâde,
Hak Teâlâ'nın, küfürleri sebebiyle onlara lanet ettiğine delâlet eder. Öyle
ise siz niçin, "Allah, onlara bu sözlerinden dolayı lanet etmiştir"
diyorsunuz? Belki de Allah, onların bir sözünü nakletmiş, sonra da inkârları
sebebi ile mel'un olduklarını beyan etmiştir.
b) Allah
Teâlâ'ntn: "Bizim kalblerimiz perdelidir" dediler" ayetinden
mak-sad, onların bunu istifham-ı inkârî tarzında zikrettiklerini anlatmaktır.
Yani, "Bizim kalblerimiz her hangibir perde veya örtü içinde değil,
aksine son derece güçlü; zihinlerimiz de son derece berraktır. Sonra biz bu
zekâ ve anlayışımızla, Ey Muhammed (s.a.s) senin delillerin üzerinde düşündük
de içlerinde kuvvetli bir şey bulamadık" demek istemişlerdir. Onlar bu
verimsiz yalan sözü söyleyince, şüphesiz Allah bundan dolayı meydana gelen
inkârları sebebiyle onları lanetlemiştir.
c) Belki de
onların kalbleri herhangibir örtü içinde değil aksine, Cenâb-ı Hakk'ın da:
"O (Muhammed'i), oğullarını bildikleri gibi bilir (tanırlar)"
(Bakara, 146) buyurduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinin doğru
olduğunu biliyorlardı. Fakat onlar bildiklerini inkâr ederek, kalblerinin örtülü
olup böyle bir bilgiye sahip olmadıklarını iddia etmişlerdir. Bu sebeple
onların inkârları küfr-ü inâdî olmuş oldu, İşte Allah onlara şüphesiz bu
küfürleri sebebiyle lanet etmiştir.
[172]
Hak Teâlâ'nın:
"Onun için artık çok az inanırlar" ayeti ite ilgili iki mesele
vardır:
[173]
Bu ifâdenin tefsirinde
üç görüş vardır:
a) iman
edenlerin sıfatıdır. Yani "onlardan pek imân etmiştir" manasınadır.
Bu görüş Katede Esâm ve Ebu Müslim'den rivayet edilmiştir.
b) kelimesi,
imanın sıfatıdır. Yani "Onlar, imân etmeleri gereken şeylerden pek azına
inanırlar. Çünkü onlar Allah'a imân ediyor, ama peygamberleri inkâr
ediyorlardı."
c) Bunun
manası "Onlar asla imân etmezler" demektir. Nitekim; denilir. Bu
cümlenin manası, "O, kesinlikle hiçbirşey yapma-lemektir. Kisâi ise şöyle
demiştir: Arablar, hiçbir bitki çıkarmayan bir toprağı kastederek (Çorak bir araziye uğradık) der. ilk izah
daha evlâdır. Çünkü o, aynen Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayır Allah onların
kalblertni küfürleri yüzünden mühürlemişttr. Artık onlar, pek azı hariç imân
etmezler" (Nisa, 155) ayetinin bir benzeri ifâdedir. Bir de birinci
cümlede kavim açıkça zlkreditdiği için, istisnanın bu kavimden bir kısmını
içine alması gerekir.
[174]
lafzının mansub oluşu
ile ilgili bazı izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
"Onlar az bir iman ile iman ederler" manasınadır. Ayetteki u.
zaidedir. Bu az imanları da, Tevrat'ın bir kısmına iman etmeleridir.
b) Harf-i
cer hazfedildiği için, lafzı mansub kılınmıştır, bu, "Onlar azını tasdik
ederler" demektir.
c) Bunun
takdiri, "Onlar az inanır oldular" şeklindedir.
[175]
"O yahûdüere
Allah katında, yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik edici bir kitab gelince -ki
daha evvel inkâr edenlere karşı (Allah 'dan) böyle bir feth (zafer) istiyorlardı-
işte tanıdıkları o şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebeple
Allah'ın laneti kâfirlerin üstünedir" (Bakara, 89) .
Bil ki bu yahudilerin
kötülüklerinden birisidir. Allah'u Teâlâ'nn,
lafzına gelince, alimler bu kitabın Kur'an olduğunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı bu kitabın onların yanında obandan
başkası olduğuna delâlet eder. Bu ise, ancak Kur'an'dır.
[176]
Allahu Teâlâ'ntn,
İfâdesine gelince, bunda iki mesele vardır;
[177]
Nübüvvetine dair Hz.
Muhammed'İ tasdikle mükellef tutuldukları konusunda, Kur'an'ın, onların yanında
bulunan Tevrat'ı doğrulamakta olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hususa yakışan,
Kur'an'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet hususunda, yanlarında
bulunan Tevrat'a muvafık olmasıdır. Çünkü onlar Kur'an'ın diğer şer'î
meselelerde, yanlarında olan Tevrat'a muvafık olmadığını biliyorlardı. Biz de
Kur'an'ın, Kur'an'ın delilleri konusunda Tevrat'a muvafakati kasdetmediğini
bilmekteyiz. Çünkü Allah'ın bütün kitapları böyledir. Hepsi geçersiz olunca,
bundan maksadın, Kur'an'ın nübüvvete has olan ve nübüvveti gösteren alâmetler,
sıfatlar ve özellikler hususunda onların kitaplarına muvafakat etmiş olduğu
sabit olmuş olur.
[178]
Kelime, hal olmak
üzere şeklinde okunmuştur. Buna göre, şayet nasıl nekire bir kelimeye hal olmak
üzere, mansûb olmuştur? denilirse, deriz ki nekire (belirsiz) kelimeler sıfat
aldıkları zaman, hususîleşirler. Bu sebeple hal kelimesinin, hususî olan
nekirelerden dolayı mansûb olmast uygun olur. Çünkü Allah'ın, sözü, yine O'nun
sözüyle vasıflandırılmıştır.
[179]
nın cevabı hususunda
üç görüş bulunmaktadır
a) Cevap,
mahzûftur. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı:
'Eğer, birKur'an
kionunia dağlar yürütülseydi..." (Raaad, 31) ayeti gibidir. Çünkü bunun
cevâbı mahzûf olup, bu da, "Bu ancak, bu Kur'an, olurdu" cümlesidir.
Bu görüş Ahfeş ve Zeccac'dan rivayet edilmiştir.
b) Bu hazif, tekrar ettiği ve söz uzadığı içindir. Buna göre cevâp,
ifadesidir. Hak Teâlâ'nın tıpkı, Öldüğünüzde, toprak ve kemik olduğunuzda,
sizin mutlaka çıkarılacağımızı mı size va'adediyor o?" (Mü’minun, 35)
ayeti gibidir. Bu görüş, Müberrid'den rivayet edilmiştir.
c) Ayette
geçen, kelimesindeki fâ harfinin birinci, nın cevâbı; istifâdesinin ise,
ikinci 'nın cevabı olmasıdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:
"Eğer size benden
bir hidayet gelir ve kim de ona tâbi olursa, muhakkak ki onlara bir korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir del" (Bakara, 38) ayeti gibi-dir.Bu
görüş Ferrâ'dan nakledilmiştir.
[180]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayetine gelince, bunun sebeb-i nüzulü hakkında bazı görüşler vardır:
a)
Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden ve kendisine
Kur'an nazil olmadan önce, Allah'tan fetih ve muzafferiyeti isteyerek, şöyle
diyorlardı: "Ey Rabbimiz, bize fetih nasîb et, ve bize ümmî olan
peygamberin yüzü suyu hürmetine yardım et!"
b) Savaşırken
düşmanlarına şöyle diyorlardı: "Zamanı yaklaşan şu peygamber bize, size
karşı yardım edecek.." Bu görüş İbn Abbas'dan nakledilmiştir.
c) Onlar,
Arablardan, onun doğumunu soruyor ve onu, "sıfatları şöyle şöyledir.."
diye vasfediyor ve açıkça kâfirlere, yani müşrik Arablara ondan söz
ediyorlardı.. Bu görüş de, Ebu Müslim'den rivayet edilmiştir.
d) Peygamber
olarak gönderilmeden önce, Allah'ın elçisiyle Evs ve Hazrec'e karşı
muzafferiyet isteyen Kurayza ve Nadîroğulları hakkında nazil olmuştur. Bu
görüş İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den nakledilmiştir.
e) Bu ayet,
yahudilerin âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Tevrat'ı okuyup, onda Hz.
Muhammed'in isminin geçtiğini görüp, O'nun peygamber olacağını ve Araplar
içinden çıkacağını anlayınca, müşrik olan Araplardan, durumu peygamber olarak
gönderilecek olan kişinin durumuna uygun olan bir şahsın doğup doğmadığını
öğrenmek için, bu sıfatları sorup soruşturuyorlardı.
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır;
[181]
Ayet onların, Hz.
Peygamberin nübüvvetini bildiklerine delâlet eder. Bu hususta bir soru vardır.
Bu soru şudur: Tevrat, mütevâtir bir nakille naklolun- muştur. Tevrat'ta Hz.
Muhammed'in vasfının tafsilâtlı olarak
bulunmasına, yani şekli
şöyle, davranışları da şöyle şöyle olacak olan falanca şahsın, falanca
beldede ortaya çıkacağının açıklanmış olduğunun, söylenmesi veya bu sıfatların
bu şekilde bulunmaması ihtimallerine gelince; eğer birinci durum söz konusu
ise, yahudi kavmi, Tevrat'ın Hz. Peygamberin doğruluğuna şehâdette bulunduğunu
zorunlu olarak biliyorlardı demektir. O halde, tevatür ehlinin yalan üzere
ittifakları nasıl caiz olabilir? Şayet, peygamberin sıfatları bu şekilde değil
İdiyse, Tevrat'ta zikredilen sıfatlardan Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğu
neticesi zorunlu olarak elde edilemez; o halde Cenâb-ı Hak niçin; buyurmuştur?
Buna şöyle cevap
verilir: Tevrat'ta geçen sıfat, icmalî, genel bir sıfat idi. Sonra, Hz.
Muhammed'in nübüvvetini de strf bu sıfatlar yoluyla tanımamışlar, aksine
mû'cizelerin de zuhur etmesiyle bu sıfatlar adeta te'kîd edilmişti. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, onların inkârını kınamıştır.
[182]
Onların, birkaç
sebepten ötürü O'nu inkâr etmiş olduklarını söylemek mümkündür:
a) Yahudiler,
israiloğullarından pekçok peygamber gelmiş olduğu için, gönderilecek bu son
peygamberin de İsrailoğullarından çıkacağını sanıyorlardı. Bu sebeple,
insanları bu peygamberin dinine teşvik ve ona davet ediyorlardı. Ama, Cenâb-ı
Hak, Araplardan, İsmail (a.s)'in neslinden Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber
olarak yollayınca, bu onların çok zoruna gitti. Bu sebeple onu yalanladılar ve
ilk davranışlarına muhalefet ettiler.
b) Onların,
Hz. Muhammed'in nübüvvetini itiraf etmiş olmaları, başkan-lıklarıyla mülk ve
servetlerinin elden gitmesi demekti. Bunun için, tasdikten kaçındılar ve
inkârda ısrar ettiler.
c) Belki de
ontar, gönderilen peygamberin sadece Araplara gönderilmiş olduğunu sandılar, bu
sebeple de, onu inkâr etmiş oldular.
[183]
Cenâb-ı Hak, onların
Hz. Muhammed'in peygamberligini bilmekte olduklarını açıkladıktan sonra,
yahudileri kâfir olmakla vasfetmiştir. Bu, küfrün sırf Allah'ı bilmemek
olmadığına delâlet eder.
[184]
Cenâb-ı Hakken, Allah'ın
laneti kâfirlerin üzerinedir" sözüne gelince, bu buyruğundan maksat,
onları ahiretin hayırlarından uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyanın hayırlarından
uzaklaştırılan kimse, "mel'ûn" olmaz. Eğer, "Cenâb-ı Hak, daha
önce geçmiş olan ayetlerde, "Ve insanlara güzel söz söyleyin"
(Bakara, 83); ve, "Allah'tan başkasına ibâdet edenlere sövmeyin; sonra
bilmeden, taşkınlık yaparak onlar da Allah'a söverler" (En’âm, 1O7-108)
buyurmamış mıdır? denilirse, deriz ki: Daha önce açıklamış olduğumuz gibi,
laneti hak etmiş olan kimseye lanet etmek de güzet söz cümlesinden olduğundan,
âmm olan bir ifâdeye bazan tahsis gelebilmektedir. Allah en iyi bilendir.
[185]
"Onlar, Allah'ın,
kullarından dilediği kimseye fazlından indirmesini hased ettikleri için,
Allah'ın (bu kere) indirdiği (Kur'an'ı) da inkâr etmek suretiyle kendilerini ne
kötü şeye sattılar! Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar (hakettiler). O
kâfirler için (kendilerini) hor ve hakir edecek bir azab vardır" (Bakara,
90).
Bil ki ayetin
başındaki kelimesinin hakikatından bahsetmek ancak birçok meseleyi ele almakla
mümkün olur:
[186]
kelimelerinin aslı
sözümüz gjbi ve dir Fakat ikinciharfi hurûf-u'l Halk*45' (Boğaz harflerinden)
olup kesreli olan fiili dört türlü okumak caizdir:
a) Aslı
üzere yani ilk harfi fethalı,ikinci harfi kesreli olarak okumak. (45) Bunlar
boğazdan çıkan şu altı harf (ses) tir:
b) İlk harfi
ikinci harf gibi okumak. Bu da lafzında nûn ve ayn harflerini kesreli olarak,
şeklinde okumaktır. kelimesi de bu tarzda okunur. Araplar aynı kelimede iki
kesreyi peşpeşe getirmekten kaçınırlar. Fakat burada boğaz harflerinden
birinin, yanındaki harfi kendisine tâbi kılma Özelliğinden ötürü bunu caiz
görmüşlerdir.
Meksûr (kesreli) olan
boğaz harfini sakin kılıp ondan önceki harfi olduğu gibi bırakmak suretiyle,
gibi, ve şeklinde okumak.
d) Boğaz
harfini sakin kılıp, onun kesresini bir önceki harfe naklederek şeklinde okumak, fiili de aynı şekilde diye
okunur.
Bil ki bu son
değişiklik, bu iki kelime hakkında, işin aslında sadece "caiz"
durumunda olmakla beraber, Araplar "zarurî" saymışlardır. Çünkü mazi
fiil, masdann (fiilin aslının) mazi zaman diliminde meydana geldiğini bildirir.
Halbuki bu iki kelime bu sınırın dışına taşıp medih ve zem'de (övme ve
yermede) ileri dereceyi ifâde eden camid (kalıplaşmış) iki kelime haline
gelmişlerdir. Böylece lafızdaki bu zarurî değişiklik asılda (yani mânada)
değişikliği belirtmiş ve mesela, Zeyd'in pek iyi bir insan olduğunu ifâde için
demişler ve artık şiir zarureti dışında asıl şeklini kullanmaz olmuşlardır.
Nitekim Müberred şu
şiiri okumuştur:
"İnsanlara isabet
eden kötülük ve sıkıntılara karşı fidye vermek, Kaysoğullarına düşer Ayaklarım
ona karşı gelemiyor. Çünkü on/ar, iyi İşlerde çalışan ne güzel
kimselerdir!"
[187]
ve kelimeleri, aslında
fiilleridir. Müenneslik alâmeti olan o harfinin bunların sonuna gelip ve
denilebilmesi buna delâlet eder. Ferrâ bu iki kelimeyi isim gibi kabul etmiş ve
bu görüşüne Hassan b. Sabit (r.a)'in şu şiirini delil getirmiştir:
Biz evinin kapısını
zengin olsun, fakir olsun her insana açan ne iyi komşu almadık mı? Ferra ayrıca
şunu da buna delil getirmiştir: Bir bedevî Araba bir kız çocuğu doğduğu müjdesi
verildi ve kızın ne güzel bir çocuk! denildi. Bunun üzerine Allah'a yemin ederim ki bu, güzel bir çocuk
değil" demiş, Basralı nahivctier. Ferra'nın bu deliline "Bu söz
hikâye nakli kabilindendir" diyerek cevac vermişlerdir.
[188]
Bil ki ve kelimeleri salâh (iyilik) ve bozukluk
(kötülük) ifâde etme hususunda iki asıldırlar. Bunların failleri cinsi
istiğrakı ifâde eden açık veya gizli bir isim olur. Açık olması iki türlüdür:
1) Sen (Zeyd
ne iyi bir adam) dediğinde, belli bir "adam"ı değil, mutlak olarak
"bir adam" (oluşu) kastedersin.
2) Sen
"Zeyd adamın ne güzel bir kölesidir!"öerr sin. Ama şairin şu
kullanışı nâdirdir:
''Silahsız sahib
(arkadaş) ne iyi arkadaştır! Kervan sahibi olarak da Hz. Osman b. Attan ne iyi
bir sahiptir!" Denildi ki bu ifâdesi maksuda delâlet ettiği için böyle
olmuştur. Çünkü kastedilen bir tek kişidir. " kelimesini efif tamlı
getirince sanki şâir kelimesinin başına da elif-lam getirmiş gibi oldu. Gizli
olarak gelen isme gelince bu senin,
"Zeyd'e adam
olarak ne güzeldir" sözünde olduğu gibidir. Bu cümlenin aslı şeklindedir.
Buradan ilk kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü nekire ve mansub olan ikinci
kelimesi ona delâlet etmektedir. Bu Şarj kelimesi temyiz olduğu için mansubtur
Bunun bir benzeri (Yirmi adam) sözündür.
Temyiz edilen kelime ancak nekire olur. Görmüyor musun, hiç kimse demez. Şayet
Araplar temyiz edilen kelimenin başına elif lam getirip de nasb ederek demiş
olsalardı bu maksada aykırı olurdu. Çünkü onlar temyizi eliflami olarak
getirmeyi isteselerdi mutlaka onu ref ederek derlerdi; ve temyizi gizlemeye
muhtaç olmazlardı. Onlar sözü kısaltmak için faili gizlemişlerdir. Çünkü,
"Adam olarak o ne iyidir!" ifâdesi bir ferdi üstün kılınan bir cinse
delâlet eder.
[189]
Sen, dediğin zaman
bunun îrâbt iki şekilde olur.
a) Sanki bu
cümle, aslı imiş gibi kelimesinin
muahhar möbtedâ olması.
İlk sözde kelimesi her
nekadar sonra gelmiş olsa da, önce olduğuna niyet edilmiştir. Nitekim,
"Miskine uğradım" manasında, cümlesini murad ederek, demen gibi.
Mübtedaya râci olacak zamire gelince, kelimesi kendisinde "adam"
cinsinin bulunduğu bir umûmi kelime olunca "Zeyd" de o cinsin içine
girer de böylece bu durum, Zeyd'e râci olacak zamirin yerine geçmiş olur.
b) Senin
ifâdende kelimesi mahzuf müb-tedânın haberidir. Sanki "Ne güzel adam"
denince,"Övdüğün adam kimdir?" denilmiş de, "O Zeyd" manasında,
cevabı verilmiştir.
[190]
Medhe ve zemme tahsis
edilmiş (mahsûs) şeye gelinçe, o ancak
ve kelimelerinden sonra zikredilen şeyin cinsinden olur. Meselâ
"Adamlardan
Zeyd..." demek gibi. Durum böyle olunca Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim
ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali ne kötüdür!" (Araf, 177) ayetinde,
kelimesine muzâf olan şeyin hazfedilmiş olması, takdirinin ise, şeklinde
olması gerekir. Bu meseleyi özetlediğimize göre artık tefsire dönelim.
[191]
Cenâb-ı Allah'ın:
"Onlar inkâr etmek suretiyle kendilerini ne kötü şeye sattılar!"
ifâdesi hususunda iki mesele vardır:
[192]
daki lâfzı
"Kendisi mukabilinde nefislerini sattıkları o şey, ne kötü bir şey!"
manasında olmak üzere, mansub bir
nekire olup nin
failini açıklamaktadır. Zemme tahsis edilmiş olan (mahsus) ise bu ayette,
"inkar ermeleri" ifadesidir.
[193]
Ayetteki kelimesi ile
ilgili iki görüş vardır:
a) Bu,
satmak manasınadır. Bunun izahı şoyledir: Cenâb-ı Allah, mükellefe cennete
ulaştıran iman ile cehenneme götüren inkâr imkânını verince, onun bu ikisinden
birini tercih edişi, bir şeyi almayı diğer şeyi almaya tercih etme gibi oldu.
Buna göre o kul, kendisinde kurtuluşu ve necatı bulunan imânı tercih ettiği
zaman,
"Ne güzel şey
safın aldı!" denilir. Bey' ve şirâ .alışverişten) maksad, sahib olunan
bir şeyi başka bir mal ile değiştirmek olunca satan ve alandan herbiri, bu aynı
mananın her ikisinde de meydana gelmesi sebebiyle, satan veya alan diye
nitelendirilebilirler. Bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk'ın: ayetinin şöyle tefsir
edilmesi yerinde olu Onlar, inkârlarını almak için nefislerini (kendilerini)
sattılar. Çünkü onların kendileri aleyhine elde ettikleri şey küfür olduğu
için, onlar bu küfür mukabilinde nefislerini satmış gibi oldular.
b) Bana göre
daha doğru olan izah ise şudur: Mükellef (kul), kendisi için Allah'ın
cezasından korktuğu zaman, Allah'ın cezasından kurtulmasına vesile olacağını
sandığı amelleri yapar ve böylece nefsini o ameller karşılığında satın alıp
(kurtarmış) olur. Yahudiler de yaptıkları şeyin, kendilerini Allah'ın azabından
kurtaracağına ve sevaba ulaştıracağına inandıkları için, bunların karşılığında
nefislerini satın aldıklarını (kurtardıklarını) sandılar da Allah Teâlâ onları
zemmederek: "Kendilerini sattıkları şey ne kofu birşeydir!" buyurdu.
Bu izah, hem mana, hem lafız bakımından, birinci izaha göre daha doğrudur.
Sonra Cenâb-ı Allah,
onların karşılığında nefislerini satın aldıkları şeyin tefsirini,
"Allah'ın indirdiği şeyi inkâr etmeleri. ifâdesi ile yapmıştır. Bu
ifâdeden maksadın, o yahûdilerin Kur'an'ı inkâr etmeleri olduğunda şüphe
yoktur. Çünkü hitâb yahûdiler hakkındadır. Onlar ise Kur'an'dan başkasını
tasdik ediyorlardı. Daha sonra Allah Teâlâ, indirdiği şeyi, inkâr etmeyi
tercih edişlerine sebeb olan şeyi Um diyerek açıkladı ve bununla onların
inkârlarından maksadlarının ne olduğuna işaret etti. Nitekim maksadın ne
olduğuna dikkat çekmek için, "Falan, falana hasedinden dolayı(hased
maksadıyla) düşmanlık ediyor" denilir. Eğer ayette, Um (hased ederek)
sözü olmasaydı onların, hasedleri sebebi ile değil de cehaletle inkâr
ettiklerini de düşünebilirdik.
Bil ki bu ayet hasedin
haram olduğuna delâlet eder. Hased pek çok sebepten olabileceğinden dolayı Hak
Teâlâ, onların bu hasedlerinin sebebinin ne olduğunu, "Allah'ın kullarından
dilediği kimseye fazlından indirmesine.." buyurarak açıklamıştır. Hâdise
ancak bizim anlatacağımız şu şeye uygundur: Onlar beklemekte oldukları bu
büyük nübüvvet lûtfunun kendi kavimleri içinden birisine verileceğini sanmışlardı.
Amma beklenen nübüvveti Araplarda görünce, bu durum onları kıskançlığa ve
hasede sevketmiştir.
[194]
Cenâb-ı Allah'ın:
"Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar" ayeti ile ilgili birkaç
mesele vardır.
[195]
Bu iki gazabı açıklama
hususunda bazı görüşler vardır:
a) İki gazab
için mutlaka iki sebebin olduğunu isbat etmek gerekir: Birincisinin sebebi,
daha önce bahsedilmiş olan şeydir. O da yahuditerin Hz. İsa (a.s)'yı ve ona
indirilmiş olan İncil'i yalanlamalarıdır. İkincisinin sebebi, onların Hz.
Muhammed (s.a.s)'i ve ona indirilen Kur'an'ı yalanlamalarıdır. Böylece bu
onların bir sebepten sonra diğer bir sebebe girmelerinden ötürü, Allah
tarafından bir gazabtan sonra başka bir gazaba düşme olarak kabul edilmiştir.
Bu Hasan Basrî, Şa'bî, İkrime Ebu'l Âliye ve Katâde'nin görüşüdür.
b) Maksad
sadece iki gazabın varlığını bildirmek değildir, aksine murad, yahudilerden
sâdır olmuş olan birbirine benzer şeylerden dolayı birbirine yakın çok çeşitli
gazablara müstehak olduklarını bildirmektir. Onlardan sâdır olan bu şeyler
onların şu sözleri söylemeleridir: "Uzeytr Allah'ın Oğludur ' (Tevbe,
30); "Allah'ın eli bağlldir"
(Maide, 64); Allah fakirdir bizler ise zenginiz" (Al-i İmran, 181) ve benzeri
küfür sözleri... Bu Atâ ve Ubeyd b. Umeyr'in görüşüdür.
c) Bundan
murad, her nekadar tek ise de, onların küfürlerinin büyük olması sebebi ile
ona karşı olan ilâhî gazabın çok ve kuvvetli olduğunu göstermektir. Bu, Ebu
Müslim'in görüşüdür.
d) Onlara
olan gazabın birincisi, buzağıya tapmaları sebebiyle, ikincisi de Hz. Muhammed
(s.a.s)'in Tevrat'ta olan sıfatlarını gizlemeleri ve onun peygamberliğini
inkâr etmeleri sebebiyledir. Bu görüş Süddi'den rivayet edilmiştir.
[196]
Gazab, istemediği
birşey gördüğü zaman insanın kalbinin kanı kabardığında, mizaçta meydana gelen
bir değişiklikten ibarettir. Bu, Allah Teâlâ hakkında imkansız olduğu için,
kendisine isyan edenlere lanet etmek ve laneti emretmek gibi zararları
dilemesine hamledilir.
[197]
Cenâb-ı Allah'ın gazab
ile vasıflanması Uygur'dur. O'nun gazabı artar ve çoğalır. Bu, Allah hakkında,
azab etmesinin uygun
oluşu gibi, uygundur. Binaenaleyh, O'nun bir tek sebebten dolayı kâfire gazab
etmesi, bir çok sebepten dolayı gazab etmesi gibi değildir.
[198]
Allah Teâlâ'nın:
"Kâfirlere hor ve hakir edici azab vardır" ayeti ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[199]
Cenâb-ı Hakk'ın bu
sözü, O'nun: "Onlara hor ve hakir edici bir azab vardır" (al-i İmran,
178) sözünden daha fazla mana ifâde etmektedir
Çünkü ilk sözün
manasına bu kâfir yahudilerle birlikte başka kâfirler de dahildir. İkinci
ifâdenin manasına ise sadece onlar dahildirler.
[200]
Azab, gerçekte hor ve
hakir kılıcı olmaz. Çünkü bunun manası, "O dışındakileri hor ve hakir
kıldı" demektir ki bu sıfat ancak akıllı bir varlık için uygur
olur. Öyle ise çok
azaba uğrayan kimseleri hor ve hakir kılan Cenâb-ı Allah'ın kendisidir. Ancak
bu hor, hakir kılış azab ile meydana geldiği için, "hor ve hakir
kılan" ı azabın sıfatı yapmak yerinde olmuştur. Eğer, "Azab, ancak
hor-hakir kılmakla birlikte var olur. O halde azabı ayrıca böyle nitelemenin
faydası nedir?" denirse, deriz ki: Azabın "hor ve hakir kılıcı"
vasfıyla birlikte zikredilmesinde mutlaka Allah'tan olduğunda bir delil
vardır, Bu sebeble Allah azabın kendisi tarafından verildiğine delil olsun
diye, "muhîn" (hor ve hakir kılan) kelimesini zikretmiştir.
[201]
Bir kısım insanlar
şöyle demiştir: Allah'ın, sözü, azabın ancak kâ- tirler için olduğuna delâlet
eder. Bu mukaddimeyi sunduktan sonra iki ayrı fırka bu ayeti delil olarak
kullanmışlardır:
a) Hariciler,
"Diğer ayetlerle fâsığın (günahkârın) azab göreceği sabit olmuştur. Bu
ayet ile de ancak kâfirin azab göreceğr sabit olmuştur. Öyle ise günahkârın
kâfir olduğunu söylemek gerekir" demişlerdir.
b) Mürcie,
"Bu ayet ile ancak kâfirlerin azab göreceği; fâsığın da kâfir olmadığı
sabit olmuştur. Bundan ötürü, günahkârın azab görmeyeceğini kesin olarak
söylemek gerekir" demişlerdir. Her iki görüşün de yanlış olduğu aşikârdır.
[202]
"Bir de onlara,
"Allah'ın indirdiğine imân ediniz" denildiği zaman, "Biz bize
indirilen (Tevrat'a) inanırız" derler ve ondan başkasını inkâr ederler.
Halbuki o (Kuran) yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik edici bir gerçektir. De
ki: Öyle ise daha önce, eğer iman edenler idiyseniz, niçin Allah'ın
peygamberlerini öldürdünüz?" (Bakara, 91).
Bil ki ayette
bahsedilen davranış, yahudilerin çirkin fiillerinden biridir. "Onlara...
denildiği zaman" sözü ile Cenâb-ı Hak yahudileri kasdetmektedir. "Allah'ın
indirdiğine imân ediniz" ifâdesinden murad, "Allah'ın indirdiği bütün
kitaplara imân ediniz" demektir. Bütün kitaplara imân etmenin gerekli
olduğu görüşünde olanlar, bu ayeti delil getirerek, ayetteki harfinin umûm
ifâde eden manasında olduğunu söylemişler ve şöyle devam etmişlerdir: Çünkü
Hak Teâlâ onlara Allah'ın indirdiği şeylere iman etmelerini emretmiştir. Onlar
indirilenin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edince de ontarı bu sebepten
kınamıştır. Eğer lâfzı umûm ifâde etmemiş olsaydı, bu kınama uygun olmazdı.
Sonra Cenâb-ı Hak onlardan kendilerine bunu emrettiği zaman, "Biz, bize
indirilene inanırız." Yani sadece, "Tevrat'a ve Hz. Musa'nın şeriatını
devam ettirmek için gelmiş olan diğer peygamberlerin kitabına inanıyoruz"
dediklerini nakletmiş; yine onların, Tevrat'ın dışındaki kitabları yani İncil
ve Kur'an'ı inkâr ettiklerini haber vermiştir. Bu hadiseyi, onları kmamaK
maksadıyla zikretmiştir. Çünkü, indirilmiş olan kitabın Allah katından olduğunu
bilme imkânları olmadığı halde, onlara, "Allah'ın indirdiği şeye iman
ediniz" denilmesi caiz değildir.. Aksi halde böyle birşey teklif-i mâla
yutak (güç yetiri-iemeyecek şeyi teklif etmek) olurdu. Deliller o kitabın Allah
katından olduğunu gösterince ona iman etmek vâcib olmuş, böylece de Allah'ın
indirdiği kitapların bir kısmına iman edip, bir kısmına inanmamanın bir tenakuz
olduğu sabit olmuştur.
Hak Teâlâ'nın:
"O, yanlarında bulunanı tasdik edici bir gerçektir" ayeti, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e imân etmelerinin vacib okluğunu gösteren bir delile işaret
gibidir: Bunun izahı iki yöndendir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın: "O, bir gerçektir" sözü şu hususa delâlet etmektedir: Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği, elinden çıkan mucizelerle kesinlik
kazanınca, o, bu Kur'an'ın Allah katından indirildiğini haber vermiş, mükelleflere,
ona imanı emretmiş ve böylece Kur'an'a iman etmek kesin olarak vacib olmuştur.
O zaman peygamberlerden bir kısmını ve bir kısım kitapları inkâr ederken bir
kısım peygamberlere ve kitaplara imân etmenin imkansız olduğu ortaya çıkar.
b) "Allah'ın:
"Yanlarında bulunanı tasdik edici olarak" sözünün delâlet ettiği
husus olup, bu da şu iki şekilde açıklanır:
1) Hz.
Muhammed (s.a.s) başkasından bir ilim öğrenmemiş, bir hocadan istifâde
etmemiştir. O, hiçbir fark olmaksızın Tevrat'takilere uygun olarak bazı ktssa
ve hâdiseler nakledince anlıyoruz ki bunları vahiy ve Allah'ın indirdiği bilgi
vasıtasıyla elde etmiştir.
2) Kur'an-ı
Kerim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet etmektedir. Allah
Teâlâ, Kur'an'ın "Tevrat'ı tasdik edici" olduğunu haber verince,
Tevrat'ın da Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini haber vermesi gerekir.
Aksi halde Kur'an Tevrat'ı tasdik edici olmayıp, yalanlayıcı olmuş olur.
Tevrat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberlik haberini ihtiva edip, yahûdi-ler
de Tevrat'a vâcib olduğunu söyleyince, bu yönden onların Kur'an'a ve Hz.
Muhammed {s.a.sj'in nübüvvetine iman etmelerinin vacib olması gerekmiştir.
[203]
Allah'u Teâlâ'nın:
"Öyle ise daha önce, eğer imân edenler idiyseniz, niçin Allah'ın
peygamberlerini Öldürdünüz?" ayetine gelince, bununla ilgili birkaç
mesele vardır:
[204]
Cenâb-ı Allah, bir
diğer yönden, onların Tevrat'a imân ettiklerini iddia etmelerinin birçok
bakımdan tenakuz olduğunu açıklamıştır: Bu böyledir, çünkü
Tevrat, doğruluğa
delâlet ettiğini ve peygamberlik iddiasında doğru olan kimseyi öldürmenin
küfür olduğunu göstermiştir. Durum böyle olunca Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya ve
Hz. Isa (a.s)'yı öldürmeye çalışmak küfürdür. O halde siz ey yahudiler, eğer
Tevrat'a imân ettiğiniz iddiasında doğru söylüyor iseniz niçin onları öldürmeye
çalışıyordunuz?
[205]
Bu ayet-i kerime din
hususunda mücâdele etmenin, peygamberlerin sanatı olduğuna,[206] ve
hasma karşı nakzedici deliller getirmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
[207]
Allah'tn,"niçin
öldürdünüz?" sözü her nekadar şifahî bir hitab ise de, bundan murad
yahudilerin da-
ha önceki atalarıdır.
Buna birkaç husus delâlet
etmektedir:
a) Bu hitab
yapıldığında artık o peygamberler yoktu.
b) Peygamber
(s.a.s) zamanındaki yahudiler böyle birşeye teşebbüs etmemişlerdir.
c) (Daha
önce) ifâdesi de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki yahudiler için uygun
gelmez. Muzârî fiil ile mazideki bir fiilin kastedilmesi aşikârdır. Çünkü
karine buna delâlet etmektedir. Eğer: İmân ediniz" sözü Hz. Peygamber zamanındakilere hitab,
"Niçin öldürdünüz?" sözü de onların atalarının yaptıklarından bir
hikayedir. O halde bu iki ifâdenin arası nasıl cem'edilir?" denilir ise,
deriz ki, bunun manası şudur: Siz Hz. Muhammed'i böyle yalanlamanızla Tevrat'a
imân etmekten de ayrılmış oldunuz. Nitekim sizin atalarınız da bir kısım
peygamberleri öldürmek suretiyle diğerlerine iman sınırının dışına
çıkmışlardı.
[208]
"Arapların,
"Ben seni dün dövüyorum" demesi caiz olmadığı halde, Allah'ın:
"Daha önce niçin öldürüyorsunuz" demesi nasıl caiz olmuştur?"
denilebilir. Buna şöyle cevap verilir: Bu hususta iki görüş vardır:
a) Bu,
ayrılmaz bir sıfat durumunda olan şeyler hakkında caizdir. Nitekim sen daha
Önee yaptığı kötülükleri ile tanıdığın kimseye, "Yazıklar olsun sana niçin
yalan söylüyorsun'' dersin. Sanki bununla sen şöyle demek istiyorsun:
"Senin durumun bu olmamalıydı." Allah Teâlâ da:
"Onlar,
şeytanların okudukları şeye tâbi oldular" (Bakara, 102) buyurmuş, mazi
sigasıyla dememiştir. Çünkü O, şey tanların her zamanki hallerinin, sihir
kitapları okumak olduğunu ifâde etmeyi murad etmiştir.
b)
Cenâb-t
Hak sanki şöyle demektedir: Eğer siz Tevrat'a imân etmişse-niz, daha önce
peygamberlerin öldürülmüş olmasına niçin razı oluyorsunuz, hak veriyorsunuz?
Allah en iyisini bilir.
[209]
"Andolsun ki
Musa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilân
edindiniz. Siz zalimlersiniz" (Bakara, 92)
Bu ayetin tekrar
edilmiş olması, tekrar tefsirini yapmaktan bizi alıkoymaktadır. Bu ayetin
tekrar edilmesinin sebebi şudur: Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.s)
zamanındaki yahudilerin tutumlarını nakledip onları inatçı olmak ve yalanlamak
sıfatlan ile vasfederek peygamberleri yalanlamaya uygun olan, hatta daha da
ilerisini ifâde eden peygamberleri öldürme işinde onları atalarına benzetince,
Musa (a.s)'yı ve onun gösterdiği mucizeleri tekrar zikrederek, hakikatin bu
derece aşikâr olmasına rağmen, onların kalkıp buzağıyı ilâh edinmeyi mubah
gördüklerini, bununla beraber Hz. Musa'nın sabırlı ve Rabbine itaatte dinine ve
şeriatına sarılmada sebatlı olduğunu ve kavmine şöyle dediğini bildirdi:
"Siz yalanlama ve inkârda ne kadar aşırı giderseniz gidin benim sizinle
olduğum sürece söyleyeceğim söz budur."
[210]
"Hani "Size
verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" diye sizden bir kesin söz almış ve
Tûr dağını üzerinize kaldırmıştık. Onlar da: "Duyduk ve isyan ettik"
demişlerdi. Küfürleri yüzünden kalblerine buzağı (sevgisi) içiriîmişti. De ki:
"Eğer mü'min iseniz, inananız size ne kötü şeyi (yapmanızı)
emrediyor?" (Bakara. 93).
Bu âyetin tekrar
edifmesi hususunda bazı açıklamalar yapılmıştır:
a) Bu ve
benzeri yerlerde tekrar, te'kid ifâde eder.
O zamanda, Arapların
örfüne göre hasmın delil getirmesini icab ettirir.
b) Bu,
yahudilerin: "Duyduk ve isyan ettik" sözlerinin ilâvesiyle
zikredilmiştir, ki bu da onların son derece inatçı olduklarını gösterir.
[211]
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Duyduk ve isyan ettik dediler' ifâdesine gelince, bunda birkaç mesele
vardır.
[212]
Dağı üzerlerine
kaldırmak, muhakkak ki en büyük korkutuculardandır. Bununla beraber onlar
küfürlerinde ısrar etmiş ve açıkça "duyduk ve isyan ettik"
demişlerdir. Bu da, korkutmak ne kadar şiddetli olsa bile, ınkiyâd etmeyi icab
ettirmediğine delâlet eder.
[213]
Müfessirlerin çoğu,
yahudilerin bu sözü söylemiş olduklarını kabul ederler. Ebu Müslim ise, mânanın
şöyle olabileceğini söylemiştir: Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size verdiğimiz şeye
sımsıkı sarılın" ifâdesini dinlediler ama ona karşılık isyanla mukabele
ettiler. Bu tavırları ise, söylemiş olmasalar bile, "dediler" sözüyle
ifâde edildi. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın:
"O şeye ol
demesidir, o da olur" (Yasin, 82) demesi gibidir, (yani, Cenâb-ı Hak bir
şeyin olmasını murad ettiği anda o şey
hemen olur, ona ot demesi gerekmez. ama bu şekilde ifâde edilmiştir). Ve:
"Yer ile gök dediler ki itaat ederek geldik" (Fussilet, 1) ayeti,
gibi. Birinci görüş daha uygundur; çünkü delil olmadan sözü zahirinden
çevirmek caiz değildir.
[214]
Cenâb-ı Hakkın:
"Buzağının sevgisi kalb-lerine içirtlmişti" ayetine gelince bunda da
birkaç mesele vardır:
[215]
Buzağının sevgisi
onların kalblerine içirilmiştir. Bu istiarenin vech-i sebebi hususunda iki izah
tarzı vardır:
a) Bunun
manası, boyanın elbiseye nüfuz etmesi gibi, (buzağının sevgisi ve ona tapma,
aynı şekilde onların kalblerine nüfuz etmiş, girmiş demektir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kalblerinde..." ifâdesi,
O'nun tıpkı: Onlar karınlarına ancak bir ateş yiyorlar (Nisa, 10)
ayetinde olduğu gibi buzağı sevgisinin içirilmiş olduğu yeri" açıklamadır.
b) Nasıl ki
su, yerin nebatının hayat kaynağıdır, aynen bunun gibi bu sevgi de onlardan
çıkan fiillerin tamamının hayat kaynağı olmuştur.
[216]
Cenâb-ı Hakk'ın,
beyanı onların dışında bir failin, bu işi onlara yaptığına delâlet eder. Allah'tan
başka hiçkimsenin buna gücünün yetmeyeceği malûmdur.
Mutezile buna iki
bakımdan cevap vermiştir:
a) Allahu
Teâlâ, başkalarının on\ara bunu Ancak, onların aşırı düşkünlükleri ve buzağıya
İbâdete alışmış olmalarından ötürü, buzağının sevgisi onların kalbine
içirilmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu sîgayı meçhul kalıbında
getirmiştir. Nitekim "Falanca, kendini beğenir" denilir.
b) den
murad, "Samirî, iblis, insan ve cinlerin şeytanları gibi varlıklar,
buzağının sevgisini onlara süslemiş ve onları bu sevgiye davet etmiştir"
demektir.
Âlimlerimiz bu iki
görüşe de şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu iki izah tarzı da, lafzı zahirinden
çevirmedir. Buna ise, ancak ayrı bir delil sebebiyle müracaat edilebilir.Biz
bütün eşyanın muhdestnin Allah olduğuna dair aklî deliller getirdiğimiz için,
ayetin zahirini terketme ihtiyacını duymuyoruz.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"küfürleri sebebiyle" ifâdesine gelince, bundan murat onların Allah
hakkında bir "teşbih"e inanmaları ve onların Allah'tan başkasına da ibâdet
etmeyi caiz görmeleridir.
[217]
Hak Teâlâ'nın:
İmanınızın size emrettiği şey, ne kötüdür" ifâdesine gelince, bu hususta
birkaç mesele vardır:
[218]
Ayetten maksat,
"Sizin Tevrat'a inanmanızın size
emrettiği şey ve kötü bir şey" demektir. Çünkü Tevrat'ta buzağıya tapmak
diye bir şey yoktur. Emretme işinin onların imanlarına nisbet edilmesi ise,
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı Şuayb (a.s)'ın kıssasında: Namazın mı bunu sana
emrediyor?" (Hud, 87) buyurduğu gibi, bir tehekküm ve alaydır... İmanın
onlara nisbet edilmesi de böyledir,
[219]
İman, arazdır. Ondan
emrin ya da nehyin sâdır olması doğru olmaz. Ancak, bir iş yapmaya götüren
sebep, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:
Muhakkak ki namaz
fuhuştan ve çirkin şeylerden nehyeder" (Ankebût, 45) ayetinde olduğu gibi,
bir âmire benzetilir.
Allahu Teâlâ'mn,
ifâdesine gelince, bundan maksat. rnların inançları hususunda bir şüphe meydana
getirmek ve onların iddialarının doğruluğu konusunda ta'nda bulunmaktır.
[220]
" De ki: Allah
katında ahiret yurdu, başkalarının değil de, yalnız sizin ise, eğer doğrulardan
iseniz, haydin ölümü isteyin.. Ama onlar, ellerinin yapmış oldukları şeyler
sebebiyle. Ölümü asla işleyemeyecekler.. Allah zalimleri, hakkıyla
bilicidir" (Bakara, 94-95).
Bil ki bu,
İsrailoğullannın yapmış oldukları kötülüklerin bir başkasıdır. Bu da onların,
ahiretin başkalarına değil de, ancak kendilerine ait olduğunu iddi?
etmeleridir. Nitekim birçok husus buna delâlet etmektedir. Şöyle ki:
a) İstidlal
yoluyla hasma (muhalife) ikincisi sebebiyle onu ilzam edebilmek için,
birincisi onun görüşü olmadıkça, "Eğer şöyle şöyle ise o halde şunu da
yap!" demek caiz olmaz.(Yani üzerine hüküm bina edeceğimiz ilk fikrin
mutlaka muhalifin benimsediği bir fikir olması gerekir.)
b) Allahu
Teâlâ'nın: "Dediler ki: Cennete ancak, yahudi veya hıristiyan olanlar
girecektir" (Bakara, 111); "Biz Allah’ın oğulları ve
dostlarıyız" (Mâide, 18) "Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında
bize ateş dokunmayacaktır" (Bakara,gayetlerinde onlardan nakletmiş olduğu
sözleridir.
c) Onların
kendileri hakkında, hakkı elde etmiş olduklarına; diğer fırkaların ise, bunu
elde edememiş olduklarına inanmalarıdır. Çünkü onların şeriatına göre nesh
caiz değildir.
d) Onların,
peygamberleri Yakûb, İshak ve İbrahim (a.s) gibi büyüklerine intisab
etmelerinin, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağına ve O'nun mükakafatına
ulaştıracağına inanmalarıdır. Sonra onlar bu tür şeylerden ötürü kendilerini
büyük görüyor Araplara karşt övünüyor, birçok durumda da bunu, Tevrat'ta
müjdelenen nebinin, Araplardan değil de, kendilerinden çıkacağı hususunda bir
hüccet olarak kabul ediyor ve şüpheleri sebebiyle insanları Hz. Muhammed
(s.a.s)'e tâbi olmaktan alıkoyuyorlardı.
[221]
Sonra Allahu Teâlâ,
onların bu görüşlerinin bozukluğuna, buyurmak suretiyle delil getirmiştir. Bu
mülâzemeti, (yani birbirini gerektirmeyi) şu şekilde izah edebiliriz: Dünya
nimetleri ahiret nimetlerine kıyasla az ve önemsizdir-Sonra.dünya nimetleri az
olması yanında.Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gelmesi ve onlarla
savaşarak ve mücadele ederek onlarla muârazaya girmiş olması sebebiyle, onlara
devamlı üzüntü kaynağı olmaktadır. Üzüntü kaynağı ve az otan nimetler içinde
bulunan kimse, öldükten sonra mutlaka büyük nimetler elde edeceğine kesin
olarak inanırsa, onun ölmek hususunda istekli ve arzulu olması gerekir. Çünkü
bu büyük nimetler, elde edilmek istenen şeylerdir. Bunun yoluysa ancak ölümden
geçer. Matlûbun, neticenin kendisine dayandığı şeyin matlûb olması gerekir. Bu
sebeple, insanın ölüme razı olması ve onu temenni etmesi gerekir. Bu sebeple
ahiret yu eğer onlara tahsis edilmiş ise, onların ölümü temenni etmelerinin
Ekeceği ortaya çıkmış olur. Sonra Allah'u Teâlâ, onların ölümü temenni
etmediklerini; hatta ömür boyu temenni etmeyeceklerini haber vermiştir. Bu
durumda onların, ahiretin, diğer insanlara değil de, sadece kendilerine mahsus
olduğunu söylemeleri hususundaki iddialarının, kat'iyyen bâtıl olduğunu
göstermektedir.
[222]
Birinci Sual:
Buna karşı: "Şayet ahiret onlara tahsis edilmiş olsaydı, onarın ölümü
temenni etmeleri gerekirdi" hükmünü kabul etmiyoruz. Çünkü ahi-e:
nimetleri matlûb olup bu da ancak ölüm ile elde edilir, neticenin üzerine s-
nâd etmiş olduğu şeyin de matlûb olması gerekir" denilirse biz deriz ki
mat-lo bir şeye götürmesi itibariyle bazan vesileler matlûb olabilirse de,
zatları -nariyle o şeyler mekruh (istenmeyen) şeyler olabilir. Nitekim ölüm
ancak büyük acılarla meydana gelen bir şeydir. Onlar buna takat getiremeyince,
Şüphesiz ölümü temenni etmemişlerdir.
İkinci Sual: Onların
bu soruyu Hz. Muhammed'e yöneltmeleri ve demiş olmaları mümkündür: Sen, ahiret
yurdunun, nübüvvetin hususunda seninle mücadele edenlere değil de ancak sana
ve ümmetine mahsus olduğunu iddia ediyorsun. Eğer durum böyleyse, bizim seni
ve ümmet öldüreceğimizi farzet. Bu durumda biz, bjzimle mücadele edip
savaştığınız için. senin ve ümmetinin çok çetin bir zarara mâruz ve büyük bir
belâya mübteiâ olmuş görüyoruz. Ölümünüzden sonra sizler, cennet nimetlerine
kavuşaca* siniz; bu sebeple öldürülmenize razı olmanız gerekir..
Üçüncü Sual:
Belki de onlar, ahiret yurdunun, büyük günahtan kaçınmak şartıyla, kendi
dininde olanların has olduğunu söylemişlerdir. Büyük günah sahibine gelince, o
cehennemde ebedî olarak katır. Çünkü, yahudiler "Va'idiyye" görüşüne
mensûb idiler, yahut da onlar, büyük günah sahiplerinin azaba duçar
olacaklarını caiz görmüşlerdir. İşte bu sebepten ötürü de, ölümü
arzulamamışlardır. Hiç kimse, bu soruyu, "Onların mezheplerine göre
cehennem ateşi onları belirli günlerde yakar" diyerek savuşturamaz. Çünkü
kıyamet günlerinden her gün, dünya günlerinden bin sene gibidir. Bu sebeple bu
günler sayı olarak az olsa da, süre olarak uzundurlar. Bundan ötürü bu korkudan
dolayı onlar, ölümü temenni etmemişlerdir.
Dördüncü Sual:
Hz. Peygamber (s.a.s) ölümü temenni etmeyi nehyede-rek şöyle buyurmuştur:
"Basma gelen
bir zarardan dolayı sizden birisi ölümü temenni etmesin. Fakat o kimse şöyle
desin; Allahım, eğer yaşamam benim için daha hayırlı ise, beni yaşat! Eğer
ölmem benim için daha hayırlı ise beni öldür"[223] ve
yine Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de:
''Buna
inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar iser ondan korku
içindedirler" (Şûra, 18) buyurmuştur. Peki nasıl olur da Allah Teâlâ, bir
yandan ölümü çarçabuk istemeyi menederken, öbür yandan yahudilere "haydi
bakalım ölmeyi isteyin" diye meydan okur?
Beşinci Sual: Temennî
lafzı müşterek bir kelimedir. Hem insanın kalbinden geçirdiği istek hakkında
hem de kalbinden geçirdiği mânanın sözle ifâdesi, (birinin "keşke
ölseydim!" demesi gibi) hakkında kullanılır. Bu durumda yahûdiler şöyle
diyebilirler: Sen bizden temenni talebettin, oysa temenni müşterek lâfız
olduğundan, sadece tek mânaya gelmez. Buna göre, biz o temenniyi lisânımızla
ifâde edersek, onun (yani peygamberin): "Ben bu lâfzı değil, bununla
kalbdeki manayı murad ettim" demek hakkı doğar.. Eğer, kalb ile kâim olan
mânayı icra edersek, O,(yani peygamber): "Yalan söylüyorsunuz çünkü kalbiniz
böyle söylemiyor" diyebilir. İşte yahûdiler, onun itiraz edilmesi mümkün
olmayan müşterek bir lâfzı kullanmış olduğunu bildikleri içindir ki ona iltifat
etmediler.
Altıncı Sual:
Farzet ki âhiret yurdu şayet onlara tahsis edilmiş olsaydı, onların ölümü
temenni etmeleri gerekirdi. Peki neye dayanarak ölümü istemediklerini
söyleyebiliyorsunuz? Cenâb-ı Hakk'ın: "Onu ebedî olarak temenni
etmiyecekler" ayetiyle istidlal etmek zayıftır. Çünkü bu ayetle istidlal
etmek, ancak Kur'an'ın hak olduğu sabit olunca doğru olur ki, zaten münakaşa da
ancak bu husustadır.
Cevaplar:
Bunlara şöyle
cevap verilir:
Hasmın ilk olarak,
"ölüm elemler ihtiva eder, bu da onu temenni etmeye mân) olur" sözüne
gelince, biz deriz ki, kan aldırma esnasında duyulan acı, kan aldırmak
sebebiyle elde edilecek olan faydanın büyüklüğü bilindiği için, nsanı kan
aldırmaktan men etmediği gibi, durumun burada da aynı olması gerekir.
İkinci olarak onun,
"şayet onlar sözü çevirip, Hz. Muhammed'e söyleseler, O'nun ölüme razı
olmast gerekirdi" sözüne gelince biz deriz ki, Hz. Muhammed ile onlar
arasındaki fark şudur: Şüphesiz Hz. Muhammed, "Ben -evâtûr ehline (tevatür
derecesine ulaşmış bir kalabalığa) din? emirleri ulaştırak için, peygamber
olarak gönderildim; bu maksadım ise, henüz gerçekleşedi. Bu sebepten dolayı
ölmeye razı olmam der. Halbuki sizler, böyle filsiniz. Böylece aradaki fark
ortaya çıkmış olur.
Üçüncü olarak, onun,
"Onlar büyük günah sahiplerinin azab edilmeleden korkuyorlardı"
ifâdesine gelince, biz deriz ki yahûdiler, ahiret saadettin yalnız kendilerine
ait olduğunu iddia etmişlerdir. Bu da, bu mutluluğa azabın sınayacağına dair
bir garanti sayılır.
Dördüncü olarak, onun,
"Hz. Peygamber, ölümü temenni etmekten yetmiştir" sözüne gelince biz
deriz ki, "Bu yasak dinin hükümlerinderdir, için zamanın değişmesine göre
durumun değişmesi caizdir," Rivayet olduğuna göre Hz. Ali (r.a), iç
çamaşırı ile, iki saf arasında dolaşıyordu. Bunun üzerine oğlu Hasan (r.a)
şöyle dedi: "Savaşçıların kıyafeti bu değildir!" Bunun üzerine Hz.
Ali (r.afEvladım! senin baban.o mu ölümün üzerine düşecek, yoksa ölüm mü onun
üzerine düşecek, aldırmıyor" dedi.. Ammâr (r.a) da Sıffîn'de şöyle
demiştir:
"Şu anda ben,
dostlarımla; Hz.Muhammed (s.a.s)'e ve onun taraftarlarına kavuşuyorum.."
Pekçok zaman peygamberlerin ölümü temenni ettikleri görülmüştür. Bu da nehyin
hususi bir sebebe tahsis edilmiş olduğunu gösterir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s)
sıkıntılar esnasında insanın ölümü temenni etmesini haram kılmıştır. Çünkü bu,
bir feryâdu figan ve Allah'ın taksim ettiğine razı olmama demektir. Bu nerede,
peygamberliğin sıdkına delâlet eden temenni nerede!.
Beşinci olarak,
onun, "O yahûdiler, bundan maksadın lisân ile mi, kalb ile mi olduğunu
bilememişlerdir" sözüne gelince biz deriz ki Arapcada temenni, ancak izhar
eden bir sözün delaletiyle bilinir. Nitekim haber de, ancak söz ile ifâde
edildiği zaman anlaşılır. Bu hususa dair kalbte bulunan şeye gelince, ona
temennî adı verilmez. Binaenaleyh, Hz.Peygamber (s.a.s)'in onlara, vâkıf
olunması mümkün olmayan bir şeyi kastederek, "ölümü temenni ediniz"
demesi imkânsızdır.
Altıncı olarak, onun,
"Temenninin meydana gelmediğine dair delilin nedir?" sözüne gelince,
biz bu hususta birçok yönden söz söyleyebiliriz:
a) Şayet bu
olmuş olsaydı, mütevatir olarak nakledilmiş olurdu. Çünkü bu önemli bir iştir.
Onun meydana gelmediğini farzettiğimizde, Hz.Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğinin sıhhatine dair hüküm sabit olur; bu temenninin yapıldığını
farzettiğimizde ise, Hz.Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine dair hüküm bâtıl olur.
Böyle olan bir şeyin ise, önemli bir hâdise olduğu için mütevatir olarak
nakledilmesi gerekir. Böyle bir şey nakiedilmediğine göre, onların bu temennide
bulunamadıklarını anlamış oluruz.
b) Hz.Peygamber
(s.a.s)'in ileri görüşlü, tedbirli, kesin kararlı olması, işin neticesini iyi
kestirmesi, dünyevî ve dini hususlarda ulaşılacak makama ulaşması ve kendisine
muhalif olanların zorla, taraftan olanların ise isteyerek uyacakları büyük bir
riyaset derecesine ulaşmış olması yanında, Rabbinden kendisine indirilen vahye
dayanmaksızın netice alamayacağı ve hasmını deliller ve hüccetlerle
ezeceğinden emin olmadığı bir hususta onlara meydan okuması caiz olmaz. Çünkü
işleri tecrübe etmeyen bir kimse bile neredeyse buna razı olmaz. O halde
akıllıların en akıllısı Hz.Peygamber (s.a.s) hakkında bu nasıl düşünülür?
Böylece Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu delilleri ortaya koymasının ancak Allah'ın
ona, onların bu temennide bulunamayacaklarını vah-yetmesi ile olduğu ortaya
çıkmış olmaktadır.
c) Hz.Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Eğer yahûdiler
ölümü temenni etselerdi, ölürler ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi ve eğer
lanetleşenler lanetleşmek için çıksalardı, döndüklerinde ne ailelerini, ne de
mallarını yerinde bulurlardı ".[224] Ubn
Abbas (r.a) da şöyle demiştir: Eğer onlar ölümü temenni etselerdi, derhal
ölürlerdi. Velhasıl yahûdilerin ölümü temenni etmediklerini bildiren haberler
tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu istidlalin izahı hususunda söylenecek son söz
budur. Biz yine âyetin tefsirine dönelim.
Cenâb-ı Allah'ın:
"De ki: Eğer âhiret yurdu sadece sizin ise..." ifâdesindeki
"Ahiret Yurdu"ndan maksad cehennem değil cennettir. Çünkü ahiret
hayatından elde edilmek istenen cennettir. Zira onlar cennetin sadece
kendilerinin olduğunu iddia ediyorlardı.
Hak Teâlâ'nın:
"Allah yanında" ifâdesinden maksad mekân itibarı ile yanında oluş
değil, aksine maksad manevî bir derecedir. Bu ifâdeyi mekan manasına hamletmek
de uzak bir ihtimal değildir. Belki yahûdiler Müşebbihe itikadına sahib idiler
de bu yüzden mekan itibarı ile Allah'ın yanında olacaklarına inanıyorlardı.
Binâenaleyh Cenâb-ı Allah zikrettiği delil ile bütün bunları iptal etmiştir.
Allah Teâlâ'nın:
"Yalnız, sadece" ifâdesi, ifâdesinden hal olarak mansubtur. Bunun
manası "Ahirette sizin dışınızda hiçbir kimse için bir hak olmaksızın,
sadece sizin için..." demektir. Yani "eğersizin "Cennete ancak
yahûdiler veya hristiyanlargirer" sözünüz doğru ise.." Âyetteki
kelimesi cins ifâde eder. Bunun lâm-ı tarifinin ahd için (belli insanları
ifâde etmek için) olduğu da söylenmiştir. O zaman bununla kastedilenler
müslümanlardır. Fakat, "Ancak yahûdi veya hristiyan olanlar müstesna...
"{Bakara, 111) ifadesi ve burada belli bir grubun bulunmaması sebebiyle,
bu lâm-ı tarifin cins için olması daha evladır.
Allah'ın: "Başka
İnsanların değil de.." ifâdesinde yer alan kelimesinden maksad mekân
manası değil "başka" manasıdır. Nitekim birine bir mülk bağışlayan
bir kimsenin,bu insana, "Bu Başka insanların değil, senindir" demesi
gibi..
[225]
Hak Teâlâ'nın:
"Eğer doğru kimselerden iseniz haydi ölümü isteyin (temenni edin)"
âyetiyle ilgili iki mesele vardır:
[226]
Bu, olmayan bir şarta
bağlanmış bir emirdir. O şart da onların "doğru kimselerden
olmaları..."dır. Bu sebeble bu emrin olmaması, gerekir. Bundan maksad
meydan okuyup onların iddialarında yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır.
[227]
Bu temenni hususunda
iki görüş vardır:
a) Bu, Abbas
(r.a)'ın görüşüdür: Buna göre onlara, hem yahûdilerin hem de hristiyanların,
"Hangi taraf daha yalancı ise o taraf ölsün" diye dua etmeleri
teklif edilerek meydan okundu.
b) Onların,
"Keşke biz ölseydik " demeleri teklif edilmiştir. Bu ikincisi daha
uygundur. Çünkü bu izah, temenni lâfzına daha uygun düşmektedir.
Allahu Teâlâ'nın:
"Onlar ölümü asla istemeyecekler" buyruğu, bu ölüm temennisinin
gelecekte de yapılmayacağına dâir kesin bir haberdir. Bu, gâibten haber
vermedir. Çünkü Hz.Muhammed (s.a.s)'i yalanlamaya sevkeden sebeplerin çok
olmasına ve bu temennide bulunmanın kolaylığına rağmen Hak Teâlâ onların bunu
hiç yapmayacaklarını haber vermiştir ki bu, aksine birçok deliller ve emareler
bulunan bir iş hususunda kesin bir naberdir. Bu sebeble bu haberi elde etmek
ancak vahiy yolu ile mümkündür.
Yine Hak Teâlâ'nın:
"Ebediyyenr hiç" kaydı da bir başka gaybı haber vermedir. Çünkü
Cenâb-ı Hak bunun hem hitap zamanında, hem de istikbalde asla olmayacağını
haber vermiştir. Bütün vakitlere nisbet ederek bir şeyin olmayacağını haber
vermek, şüphesiz gaybî haberler cümlesindendir.
Allah Teâlâ'nın:
"Elleriyle yaptıkları şeyler (günahları) sebebiyle..." ifâdesine
gelince, bunların ölümü niçin temenni edemediklerinin sebebini izah
etmektedir. Çünkü onlar gittikleri yolun kötülüğünü ve günahlarının çok
olduğunu bildikleri için, bu durum onları ölümü temenni etmemeye götürmüştür.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Allah zalimleri hakkıyla bilendir" ifâdesi bir zecr ve tehdid
gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak gizli konuşmaları ve sırları bilip, kendisinden
hiçbirşeyi saklamak mümkün olmadığı için, mükellefin bunu hesaba katması,
günaha düşmekten onu alıkoyan sebeblerin en büyüklerinden olur. Allah burada,
"Zalimleri.." demiştir, çünkü her kâfir zâlimdir, fakat her zâlim
kâfir değildir. Bu "zalimleri" ifâdesi daha kapsamlı olunca onu
zikretmek daha uygun olmuştur.
Şayet, "Hak Teâlâ
burada, Cum'a suresinde ise: (Cum'a, 7) buyurmuş, niçin birinde diğerinde
kelimelerini kullanmıştır?" denilirse deriz ki: Bu surede yahûdiler âhiret
yurdu cennetin, insanlar içinde sadece kendilerine tahsis edildiğini, Cum'a
suresinde ise insanlar içinde sadece kendilerinin Allah'ın velileri (dostları)
olduklarını iddia etmişlerdir. Buna karşılık Allah da bu iki hususu, "Eğer
durum onların dediği gibi olsaydı, ölümü temenni etmeleri gerekirdi"
diyerek iptal etmiştir. Birinci iddiaları ikincisinden daha büyüktür. Çünkü en
büyük saadet cennette bulunmaktır. Velayet mertebesinde olma iddiasına gelince,
her nekadar şerefli de olsa bu mertebe cennete ulaşmaya vesile olacağı için
istenir. Birinci iddia daha büyük olduğundan Cenâb-ı Allah onların bu
görüşlerinin yanlışlığını, jJ lâfzı ile beyan buyurmuştur. Çünkü bu lâfız,
nefiy için kullanılan en kuvvetli lâfızdır. İkinci iddia pek büyük olmadığı
için, Cenâb-ı Hak onu ibtâl hususunda, lafzıyla yetinmiştir. Çünkü bu lâfız
nefiy manasını ifâde etmede çok kuvvetli değildir. Cenâb-ı Allah en iyisini
bilir.
[228]
'Celâlim hakkı için
sen onları diğer insanlardan ve müşrikierden hayata daha fazla düşkün
bulacaksın. Onlardan herbiri arzu eder ki bin yıl yaşasın. Halbuki onun çok
yaşatılması kendisini azabtan uzaklaştırıcı
değildir. Allah, onlar
ne yaparlarsa görür" (Bakara, 96).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
önceki âyette, onların ölümü temenni etmeyeceklorini haber verince, bu âyette
de onların dünya hayatına son derece düşkün olduklarını bildirmiştir. Çünkü bu
hususta, üçüncü bir kısım daha bulunmaktadır. O da, insanın ne ölümü, ne de
hayatı temenni etmemesidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak: "Andolsun ki sen
onların, insanların hayata en düşkün olanları Qldugımu görürsün"
buyurmuştur.
Allahu Teâlâ'nın,
ifâdesine gelince, bu kişinin, "Zeyd'in müdavim olduğunu gördüm (anladım)
" sözünde olduğu gibi, (bildi) manasına olan fiilinden alınmıştır. Bu
fiilin iki mefûlünden birisi li ,diğeri ise dır. Cenâb-ı Hak nekire olarak,
buyurmuştur. Çünkü bu hususi bir hayat demek olup bu da halen sürüp giden
hayat demektir. Bu sebepten dolayı nekire olarak, şeklinde okumak, Ubeyy'in ip
şeklinde okumasından daha yerinde olur.
[229]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesindeki vâv harfine gelince, bu hususta üç görüş vardır:
a) Bu vâv,
atıf vâvıdır. Buna göre mana, "yahûdiler, hayata İnsanların ve müşriklerin
en düşkünüdürler"demek olur.Tıpkı senin, "O, insanlardan ve
Hâtemu"t-Tai'den daha cömerttir" demen gibidir. Bu, Ferrâ ve Asamm'ın
görüşüdür. Buna göre şayet, insanlar sözünün kapsamına müşrikler girmemiş
midir? denilirse, biz deriz ki, evet girmişlerdir, ne var ki ontar hususi
olarak zikredilmişlerdir; çünkü onların hırsları daha kuvvetlidir ve böyle bir
ifâdede de büyük bir kınama vardır. Çünkü, müşrik olanlar ahirete inanmazlar.
Onlar dünya hayatından başka bir hayat tanımazlar. Bu sebeple onların dünyâ
hayatına düşkün olmaları pek yadırganmaz. Çünkü dünya onların cennetidir
Kendileri için kitap verilen ve ceza gününü ikrar eden kimseler, müşriklerden
daha fazla dünya hayatına düşkün oldukları zaman bu durum en büyük kınanmayı
gerektirir. Buna göre şayet, "Niçin onların hırslan müşriklerden daha
fazla olmuştur?" denilirse, biz deriz ki, çünkü onlar öldüklerinde
kesinkes cehenneme gideceklerini bilirler. Müşrikler ise, bunu bilmezler.
b) Bu vâv
harfi vâv-ı isti'nâfiyyedir. Söz Allah'ın, ifâdesinde tamam olmuştur. Buna
göre âyetin takdiri, tıpkı: "Bizden kimse müstesna olmamak üzere her biri
için ma'lum birer makam vardır" (Satfat, 164) âyetinde olduğu gibi, hazfedilmiş
mevsufu göstererek, Şeklinde yapılır.
c) Bu âyette
takdim {öne alma) ve tehir (geriye bırakma) vardır. Buna göre âyetin takdiri
"Sen yahudileri ve müşriklerden bir grubu, yaşamaya insanların en düşkünü
olarak bulursun" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Allah onların bu düşkünlüğünü
ve sevgisini; "Onlardan herbirt bin yıl yaşamayı arzu eder" buyruğu
ile açıklamıştır. Bu Ebu Müslim'in görüşüdür.
Birinci görüş daha
evlâdır. Çünkü hâdise bilhassa yahûdilerle ilgilidir. Bu sebeble âyetin
zahirine en uygun olan, bundan muradın şöyle olmasıdır: Sen yahudileri diğer
insanlardan, hatta müşriklerden yaşamaya daha düşkün bulursun. Bu izah onların
iddialarını iptal etmede ve, "Ahiret başkalarına değil sadece bize
aittir" sözlerindeki yalanlarını ortaya koymada daha beliğdir. Allah en
iyi bilendir.
[230]
Âlimler, Allah'ın:
"Ve şirk koşanlardan" buyruğundan ne murad edildiği hususunda üç
görüş belirtmişlerdir: Bu müşriklerin mecûsiler olduğu söylenmiştir. Çünkü
onlar krallarına "Bin nevruz, bin mihricân yaşa" diyorlardı. İbn
Abbas (r.a)'dan, bunun İranlıların "Bin yıl yaşa" manasında
söyledikleri rivayet edilmiştir. Bu müşriklerden muradın Arap müşrikleri olduğu
ve yine âhirete inanmayan her müşrik olduğu da söylenmiştir. Çünkü biz bunların
dünyaya düşkünlüklerinin çok olması gerektiğini açıklamıştık. Yoksa âyette bin
senenin zikredilmesinden murad İranlıların "Bin yıl yaşa" sözü
değildir, aksine bu ifâdenin maksadı çokluğu ifâde etmektir. Bu uslûb da
Arap-cada yaygındır.
Hak Teâlâ'nın:
"Onlardan herbiri bin yıl yaşamayı arzular" İfâdesinden maksad, Allah
Teâlâ'nın onların dünyada devamlı kalmayı arzuladıkları ve buna aşırı düşkün
oldukları için onların ölümü temenni etmekten pek uzak olduklarını beyân
etmesidir. Durumu böyle olan kimsenin ölümü temenni etmesi nasıl umulur?
[231]
Âyeti Hak Teâlâ'nın: Halbuki onun çok
yaşatılması onu azabtan uzaklaştırıcı değildir" âyeti ile ilgili iki
mesele vardır:
[232]
Âyetteki zamirinin
neyi gösterdiği konusurv dadır. Bu hususta üç görüş vardır:
a) Bunun
yukarda bahsedilmiş olan, (Onlardan herbiri) kelimesini göstermesidir. Yani,
"Onlardan hiçbirini,blnyil yaşaması cehennemden uzaklaştirmaz"
demektir.
b) Bu zamir
kelimesinin delâlet ettiği (yaşatılmak) masdarına râcîdır, ifâdesi ondan
bedeldir.
c)
Bu zamir, mübhem (kapalı) bir zamirdir,
ifâdesi onu açıklamaktadır.
[233]
uzaklaştırmak ve bir kenara çekilmek mana-
sınadır. Kâdî şöyle demiştir: Bundan murad. uzun yaşamanın azabı gidermede en
ufak bir tesirinin olmamasıdır. Şayet Cenâb-ı Hak: "O, uzaklaştırıcı ve
kurtarıcı olmadı" demiş olsaydı, bu ifâde, âyetteki ifâdenin delâlet
ettiği derecede tesirin azlığını gösteremezdi.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Allah onların, yaptıklarım görür" ifâdesine gelince, bil ki
"görme" ile bazan ilim (bilme) manası kastedilir. Mesela:
"Falancanın bu işle ilgili bir görüşü, yani bilgisi vardır "denilir.
Bazen de bu kelimeyle, onunfgörülecek şeyler olsaydı şüphesiz o onları görürdü
" manasında bir sıfat sahibi olduğu murad edilir. Cenâb-ı Hak için bu iki
mâna da doğrudur. Ancak bazıları şöyle demişlerdir: "İşlerde, basar
(görme) fiilini bilme manasında anlamanın doğru olmayacağı hususlar da
vardır." Allah en iyisini bilir.
[234]
"De ki: Kim
Cebrail'e düşman olursa (kahrından geberstn). Çünkü kendinden evvelki
(kitapları) tasdik edici ve mü'mtnler için hidayet vesilesi ve müjde olan
(Kur'an)'ı Allah'ın izni ile senin kalbine o indirmiştir. Kim Allah'a,
meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, ve Mikâil' e düşman olursa şüphesiz
Allah da o kâfirlerin düşmanıdır" (Bakara. 98-99).
Bu âyette anlatılan
şeyler de, yahûdilerin çirkin ve nahoş fiil ve sözlerinden biridir. Bununla
ilgili birkaç mesele vardır:
[235]
Cenâb-ı Hakk'tn:
"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..." ifâdesinin, mutlaka
yahûdüerden sâdır
olan bir sebebinin
bulunması gerekir ki Allah, resulüne böyle hitab etmesini emretmiştir. Çünkü
bu bir hüccet getirme gibidir. Yahudiler tarafından bu hususta herhangi bir şey
bulunmasaydı, Hak Teâlâ'-nın peygamberine böyle söylemeyi emretmesi caiz
olmazdı. Müfessirler âyetin sebeb-i nüzulü olarak bazı rivayetler
zikretmişlerdir:
a)
Hz.Peygamber (s.a.s) Medine'ye hicret edince kendisine Abdullah b. Suriyâ
(isimli yahûdi âlimi) gelip şöyle demiştir: "Ey Muhammed, uykun nasıldır?
Çünkü bize âhirzaman peygamberinin uyukusunun nasıl olacağı haber
verilmişîir." Bunun üzerine Hz.Peygamber {s.a.s): "Benim gözlerim
uyur ama uyumaz" buyurmuştur. Abdullah: "Ey Muhammed, doğrusun. O
halde bana çocuğun durumundan haber ver, o erkekten mi, kadından mı olur?"
diye sordu. Hz.Peygamber (s.a.s): "Kemikler sinirler ve damarlar erkekten;
et, kan, tırnak ve saçlar kadındandır" cevâbını verdi. Bunun üzerine
yshû-Dgrusun. Öyle ise söyle bakayım, neden erkek çocuk dayılarına deği' de.
veya amcalarına değil de dayılarına benzer?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s):
"Ana babadan hangisinin menisi diğerine gâlib gelirse benzerlik o tarafa
olur " cevabını verdi. Yahudi: "Doğrusun" dedi ve devamla:
"Bana söyle, İsrail (Yakub) (a.s) hangi yiyeceği kendisine haram kılmıştı?
Tevrat'ta ümm peygamberin bunu haber verebileceği belirtilmiştir" diye
sordu. Bunun üzevme Hz.Peygamber (s.a.s.)-. "Musa'ya Tevrat' indiren allah
adına söylerim, bilir misiniz, İsrail şiddetli bir hastalığa tutulmuş ve bu
hastalığı uzun sürmüştü. O zaman, eğer Allah kendisini bu hastalıktan
kurtarırsa, en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendisine haram sayacağını Allah'a
nezretti. En sevdiği yiyecek de deve eti ve sütü idi" cevabını verdi. Oradaki
yahûdiler bunun üzerine: "Evet" dediler. Abdullah b. Suriyâ:
"Geriye tek şey kaldı, onu da söylersen sana imân ettim gitti. Hangi
melek sana Allah'dan vahiy getiriyor?" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s):
"Cebrail" deyince, o "Bu melek bizim düşmanımtzdır. Çünkü o
savaş ve şiddet ile ilgili şeyler indirir. Bize elçi olan melek Mîkâil ise
müjde, ucuzluk ve bolluk getirir. Eğer sana gelen melek de o olsaydı biz sana
imân ederdik" dedi.
Bunun üzerine Hz.Ömer,
"Bu düşmanlık ne zaman başladı?" deyince, İbn Suriyâ: "Bu
düşmanlığın başlangıcı şöyledir: Allah Teâlâ, peygamberimize, Buhtunnâsır
adında bir kralın zamanında Beyt-i Makdis'in yıkılacağını vah-yetmiş ve o
adamın vasıflarını bize bildirmişti. Biz onu araştırdık ve (bir çocuk olarak
onu) bulduk. Onu öldürmek İçin adamlar gönderdik. Bunun üzerine Cebrail (a.s):
"Eğer Allah sizi bunu öldürmeye musallat kılmış ise, Beyt-i Makdis'i harab
edeceğini haber verdiği adam bu olmamış olur. Ki o zaman bunu öldürmede bir
fayda yoktur" dedi. Sonra o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, kral oldu, bize
karşı savaştı, Beyt-i Makdis'i yıktı ve birçoğumuzu öldürdü. İşte bundan ötürü
Biz, Cebrail'i düşmanımız sayarız. Mikâil'e gelince o da Cebrail'in
düşmanıdır" dedi. Bunun üzerine Hz.Ömer: "Ben şehâdet ederim ki kim
Cebrail'e düşman ise, Mikâil'e de düşmandır. O ikisi de kendilerine düşman
olanlara düşmandırlar" dedi. Abdullah b. Suriyâ Hz.Ömer (r.a)'in bu
sözünü hoş karşılamadı. Böylece Cenâb-ı Allah bu iki âyeti indirdi.
b) Rivayet
edildiğine göre Hz.Ömer (r.a)'in Medine'nin yukarı tarafında bir tarlası vardı
ve yolu yahûdilerin dershanelerinin önünden geçerdi. Hz.Ömer ara sıra onların
yanına oturur ve onları dinlerdi. Bir gün onlar: "Ya Ömer! seni sevdik.
Senin hakkında çok ümitliyiz" dediler. Hz.Ömer de: "Allah'a yemin
ederim ki, sizi sevdiğim için yanınıza gelmiyorum ve dinim hakkında şüphelendiğim
için size soruyor değilim. Ben sizin yanınıza Hz.Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliği hususunda basiretim artsın ve O'nun alâmetlerini sizin kitabınızda
göreyim diye geliyorum" dedi ve sonra onlara Cebrîl (a.s)'i sordu. Onlar:
"O. bizim düşmanımızda. Hz.Muhammed'i bizim sırlarımızdan haberdar ediyor.
O, her türlü azab ve zelzelenin sahibidir. Mikâil (a.s) ise bolluk ve barış
getirir" dediler. Bunun üzerine Hz.Ömer onlara: "Bu iki meleğin Allah
katında dereceleri nedir?" diye sorunca onlar: "Bu ikisi Allah'a en
yakın makamdadırlar. Cebrail Allah'ın sağında, Mikâil ise solundadır. Mikâil
Cebrail'in düşmanıdır" dediler. Hz.Ömer de: "Şayet sizin dediğiniz
gibi ise o ikisi birbirine düşman olmaz ve siz eşekten daha ahmaksınız.
Onlardan birine düşman olan diğerine de düşman olmuş olur. Onların ikisine
düşman olan da Allah'a düşmanlık beslemiş olur" dedi, sonra Hz.Peygamber
(s.a.s)'in yanma döndü ve Cebrail (a.s)'in kendisinden önce vahiy getirdiğini
gördü. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s); "Allah'a yemin olsun ki, ya
Ömer, Rabbin sana muvafakat etti" dedi. Hz.Ömer de: "Yemin olsun ki
bundan sonra sen beni din hususunda taştan daha kuvvetli göreceksin" dedi.
c) Mukatil
şöyle demiştir: "Yahudiler, Cebrail bizim düşmanımızdır. Ona peygamberliği
bize getirmesi emredildiği halde, o onu başkasına götürmüştür" İddiasında
bulunmuşlar, bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirmiştir.
Bil ki yahûdilerin
Cebrail (a.s)'e düşman olmalarının en akla yakın sebebi, onun Kur'an'ı
Hz.Muhammed (s.a.s)'e indirmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın: "Kim Cibril'e
düşman olursa (kahrından gebersin). Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın İzniyle senin
kalbine indirmiştir" buyruğu,bu indirişin düşmanlığa sebeb olmasının uygun
olmadığını ortaya koyar. Çünkü Cebrail bunu ancak Allah'ın emri ile yapmıştır.
Binaenaleyh bunun düşmanlığa sebeb olması uygun düşmez. Bunun birkaç yönden
izahı yapılabilir:
a) Cebrail
(a.s)'in Kur'an'dan indirdiği, itaat edenleri sevapla müjdelemek, syan edenleri
azabla korkutmak ve savaşla, muharebeyle (cihadla) ilgili emirdir. Bu,
Cebrail'in irâdesi ile değil de kendisinden kurtuluş olmadığını ve muhalefet
edilemeyeceğini itiraf ettikleri emr-i İlâhi ile olunca, durumu böyle olana
/ani Cibril'e) düşmanlık etmek Allah'a düşmanlık etmeyi gerektirir. Allah'a
düşmanlık ise
küfürdür. Bu sebeble, bu, durumu böyle olan kimseye, (yani "öril'e)
düşmanlık etmenin küfür olduğu neticesine götürür.
b) Allah
Teâlâ, şayet Mikâil (a.s)'e bu gibi kitapları indirmeyi emretmiş olsaydı, bu
durumda ya-, "(Bilfiil indirmemiş olduğu için) o isyan etmiş ve Allah'ın
emrini kabul etmemiştir" denilirdi ki bu günahsız melekler hakkında uygun
aeğildir, veya "Mikâil (a.s) Allah'ın emrini tutup, o vahyi emr-i İlâhi'ye
uygun «torak indirmiştir" denilirdi ki bu durumda onların Cebrail (a.s)
hakkında soyledikleri şeyin aynısı, Mikâil (a.s)'e de yönelmiş olurdu. O zaman
sadece Ceö-râil (a.s)'e düşman olmalarının izahı nedir?
c) Kur'an'ın
Hz.Muhammed (s.a.s)'a indirilmesi, yahûdilere zor geldiği gıb Tevrat'ın Hz.Musâ
(a.s)'ya indirilmesi de diğer kavimlere zor gelir. Buna göre Kur'an'ın
indirilmesinden dolayı bazı insanların nefreti, Kur'an'ın Hz.Muhammed
(s.a.s)'e indirilmesinin çirkin olmasını gerektirirse, o zaman
öncekilen-nefreti de Tevrat'ın Hz.Musâ'ya indirilişinin çirkin olmasını
gerektirir. Bütün bunların bâtıl ve geçersiz olduğu herkesçe malumdur. Böylece
bu izahlarla onların iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmış olur.
[236]
Bazı kimseler,
yahûdilerden bir grubun, "Cebrâil in kendilerinin düşmanı olduğunu
söylemiş olmalarını uzak bir ihtimal olarak görmüşler ve şöyle demişlerdir:
"Biz, zamanımızdaki yahûdilerin bunu kabul etmeme hususunda mutabakata
varıp, atalarından kimsenin böyle birşey söylemediğinde ısrar ettiklerini
görüyoruz." Bil ki bu görüş bâtıldır. Çünkü Allah'ın nakii en doğru ve
onların da cahilliği çok fazla olup Hz.Musâ (a.s)'ya: "Onların ilâhları
olduğu gibi, bizim İçin de ilâhlar yap" (A'raf, 138) diyen kimseler
oldukları için bu görüş bâtıldır.
[237]
İbn Kesir, cim
harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi, şeklinde
okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ
harflerinin fethası ile ve hemzeli olarak, şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise,
cim ve râ'nın kesresi ile ve hemzesiz olarak, "Kandil" vezninde,
şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü söyledik,
diğer dördü şu şekildedir: vezninde olmak üzere, vezninde olmak üzere vezninde
olmak üzere (ya'lı olarak); ve nun'lu olarak şeklinde...Bu, marife ve A'cemî
(Arapça asıllı olmayan)bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır.
[238]
Bazı âlimler
Cebrail'in, (Allah'ın kulu) rnânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre (İbranice'de)
"Cebr", kul; "iyi" ise Allah manasınadır. Mîkâil de aynı
şekilde Allah'ın kulu demektir.
Bu İbn Abbas (r.a) ve
ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise, bu görüşün iki
bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:
a) "îye'Mâfzının,
Allah'ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.
b) Eğer
böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrür olurdu.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Çünkü O, onu senin kalbine in-dirdi" âyeti ile ilgili birkaç soru
vardır:
Birinci Soru: "Allah'ın;
ve ifâdesinde "zamirinin neyi ifâde ettiği hususudur? Cevab: Bu hususta iki görüş vardır:
a) Birinci
"hâ" Cebrail'e, ikincisi ise, her nekadar bizzat zikredilmemiş olsa
bile malûm olduğu için, Kur'an'a râcîdir. Bu aynen, "Allah onun üstünde
hiçbir canlı bırakmazdı" (Fatr, 45) âyetindeki "hâ" zamirinin
"yeryüzünü"ifâde etmesi gibidir. Bu, İbn Abbas (r.a) ve çoğu ilim
ehlinin görüşüdür. Buna göre mâna şudur: "Eğer yahûdilerin düşmanlığı,
Cebrail (a.s.)'in Kur'an'ı indirmesinden dolayı ise (bilsinler ki), o onu
Allah'ın izniyle indirmiştir." Keşşaf sahibi, "Mercii geçmemiş zamiri
getirmede, zamirin ifâde ettiği varlığın durumunu yüceltme vardır. Çünkü o,
son derece malûm ve meşhur olduğu için, zamirle İfâde edilebiliyor ve bir
sıfatını zikretmek, ismini zikretmeye ihtiyaç hissettirmiyor kabul
edilmiştir" demiştir.
b) Âyetin
mânası şöyledir: "Şüphesiz Allah, Cebrail (a.s)'i indirmiştir, yoksa o
kendi kendine inmiş değildir."
İkinci Soru:
Kur'an Hz.Muhammed (s.a.s)'e inmişti. Öyle ise: "O, onu senin kalbine
indirdi" denilmesinin sebebi nedir?
Cevap: Biz
bu meseleyi Şur'arâ sûresinde, "Onu Ruhu'I-Emin (Cebrail) senin kalbine
indirdi" (Şuarâ. 193-194)âyetinin tefsirinde anlattık. Ümmet-i
Muhammed'in çoğu Kur'an'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbine değil, kendisine
indirildiğine inanır. Şu kadar var ki burada bilhassa kalbin zikredilmesi ona
indirilen âyetlerin kalbinde ezberlenmek su--etiyle yer etmesi ve böylece Hz.
Peygamber (s.a.s)'in onları ümmete iletmesi yüzündendir. "O, onu kalbine
indirdi" denilmesi caiz olmuştur. Her nekadar gerçekte Kur'an Hz. Muhammed
(s.a.s)'in kalbine değil kendisine indirilmiş olsa da..
Üçüncü Soru:
Sözün aslında "Kalbime" şeklinde söylenilmesi gerekirdi?
Cevap: Bu,
Allah'ın sözünü, söylendiği gibi nakletmek üzere gelmiştir. Sanki şöyle
denilmektedir: "Söylediğin şu sözümü söyle; kim Cebrail'e düşman olursa,
(kahrından ölsün). Çünkü o, o (Kur'an'ı) senin kalbine indirdi."
Dördüncü Soru: "Çünkü
O, onu indirdi" cümlesi, kenemden önceki şart cümlesine nasıl cevap
olabilmiştir?
Cevap: Buna
iki türlü cevap verilir:
1) Cenâb-ı
Allah, bu düşmanlığın fâsid olduğunu, çünkü Cebrail (a.s)'e kendisi içinde
hidayet ve müjde olan kitabı indirmesini emrettiği için, onun bunu indirdiğini
açıklamıştır. Binâenaleyh Cebrail (a.s)'in memur olması sebebiyle ma'zûr
sayılması; hidayet ve müjde (dolu bir kitap) getirdiği için de teşekküre lâyık
sayılması gerekirdi. Bu durumda ona düşmanlık beslemek nasıl uygun düşer?
2) Cenâb-ı
Allah bu âyette şunu açıklamaktadır: Yahudiler eğer Cebrail'e düşmanlık
besliyor idi iseler, bu onlara uygundur. Çünkü O, sana, peygamberliğine burhan
ve doğruluğuna delil olan Kitab'ı indirmiştir. Halbuki onlar bundan hoşnut
olmuyorlar. Öyle ise, hoşlanmadıkları bir şeyi onlara karşı te'-kid eden,
kuvvetlendiren kimseye onlar nasıl buğzetmezler?
Cenâb-ı Allah'ın:
'Allah'ın izniyle" buyruğu en açık tefsire göre "Allah'ın emri
ile" manasınadır. Bu ifâdenin, "Allah'ın bilgisi ile..." şeklinde
tefsir edilmesinden daha uygundur. Bu, birkaç yönden böyledir:
1) "İzin",
"emir" mânasında hakikat olarak, "ilim" mânasında mecaz olarak
kullanılır. Kelimeleri mümkün olduğu sürece hakikî manasında kullanmak
vâcibtir.
2) Kur'an'ı
indirmek, yapılması gereken (vacib olan) şeylerdendir. Vacib oluş ise ilimden
değil, emirden dolayı olur.
3) Bu
indirme, lazım olan bir işten ötürü olduğu zaman daha kuvvetli bir hüccettik
ifâde eder.
[239]
Hak Teâlâ'nın:
"Kendinden öncekileri tasdik edici olduğu halde" âyeti çoğu
müfessirlerin ittifak ettiği şu mânaya hamiedilmiştir. Bundan maksad Kur'an'dan
önce geçmiş olan peygamberlere gönderilmiş kitaplardır. Bunu şu kitaba değil
de öbür kitaba tahsis etmenin bir mânası yoktur. Müfessirlerden bunu Tevrat'a
tahsis ederek, bunun, Kur'an'ın Hz.Mu-hammed (s.a.s)'in peygamberliğini
gösterme hususunda Tevrat'a uygun olduğuna işaret ettiğini iddia edenler de
vardır. Buna göre şayet, Kur'an'ın hükümleri diğer semavi kitapların
hükümlerinden farklı değil midir? Bu sebeble niçin Kur'an'm, "Tevrat
tevhide ve Hz.Muhammed (s.a.s)'İn nübüvvetine delâlet etmede Kur'an'la uyuştuğu
için onu tasdik edici olması, onu tasdik edici olmamasından daha uygun
düşmüştür?" denilirse biz deriz ki: Nesh'in "ibâdet müddetinin sona
erdiğinin bir beyanı olmasına" binaen, diğer kitapların ihtiva ettiği
hükümler, o zamanlarla sınırlanmış ve o vakitte sona ermiştir. Bu durumda
Kur'an ile diğer kitaplar arasında şer'i hükümler bakımından herhangi bir
ihtilâf yok demektir.
[240]
Cenâb-ı Allah'ın:
"Hidayet vesilesi olarak" ifadesinden maksad, Kur'an'ın iki özelliği
ihtiva ettiğini açıklamaktır:
a) Kalbin ve
azaların amellerine dâir mükellefiyetleri beyan etmiş olmasıdır. Kur'an bu
bakımdan bir hidayet (doğruyu gösteren bir kitab) olur.
b) Bu
mükellefiyetleri yerine getiren kimselerin nasıl mükâfaatlandırılacak-larını
beyan etmiş olmasıdır. Kur'an bu bakımdan da bir müjde (Büşrâ) dir. Birinci
özellik (hidayet edici olma), ikinciden önce meydana geldiği için, şüphesiz
Hak Teâlâ "Hüdâ" lafzını "Büşra" lafzından önce
getirmiştir.
Şayet, "Kur'an
herkes için bu özelliği taşıdığı halde, niçin sadece mü'-minler için hidayet ve
müjde olarak bildirilmiştir?" denilirse buna iki bakımdan cevab verilir:
1) Allah
Teâlâ bunu sadece mü'minlere has kılmıştır, çünkü Allah'ın kita-Dı vasıtasıyla
hidayete erenler, sadece mü'minler olmuşlardır. Bu Cenâb-ı Allah'ın: "(O)
müttaktier için hidayet (rehberidir)'
(Bakara, 2) ayeti gibidir.
2) Kur'an
ancak mü'minler için bir müjdedir. Çünkü müjde, büyük bir iyiğin meydana
geldiğini gösteren haberden ibarettir. Bu ise ancak mü'minler hakkında meydana
gelir. Bundan dolayı bu vasfı Cenâb-ı Allah sadece mü'ninlere tahsis etmiştir.
İkinci ayet olan,
"Kim Allah'a ve melekle--ne düşman olursa..." ayetine gelince, bil ki
Allah Teâlâ, ilk ayette Kur'an'ı Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirdiği için Cebrail
(a.s)'e düşman olan kimsenin Allah'a da düşman olacağını açıklayınca, bu ayette
de Allah'a düşman olanın Cebrail'in düşmanı olacağını açıklamış ve peşisıra da
düşmanlıklarına karşı Allah'ın onlara büyük zarar vereceğini, bu zararın da
Allah'ın onlara düş--an olması olduğunu açıklamıştır. Çünkü onların
düşmanlıkları ne bir tesir ve tayda temin eder, ne de bir zarar verir. Halbuki
Allah'ın düşmanlığı daha büyüğü olmayan elem verici ebedî bir azaba götürür. Bu
meselede birkaç sual vardır:
Birinci Sual:
Düşmanlığın hakkı düşmana zarar vermek olduğu hdde. o yahûdilerin Allah'ın
düşmanları olmaları nasıl düşünülür, halbuki bu Allah için muhaldir?
Cevab: Hakiki
manası ile düşmanlık ancak insanlar hakkında doğru olur. Çünkü başkasına düşman
olan, ona zarar vermek isteyen kimsedir. Allah'a zarar vermek ise imkânsızdır.
Aksine bundan maksad şu iki görüşten birisidir:
1)Ya onların
Allah'ın dostlarına düşman olmalarıdır. Bu sanki Allah'a düşman olmaktır. Aynen
Cenâb-ı Allah'ın "Allah ve peygamberi ile savaşanların cezası
ancak..." {Maide, 33); ve:
"Allah'a ve
peygamberine eziyet verenler..." (Ahzab, 57) ayetlerindeki gibi.. Çünkü
her iki ayetle de kastedilen, Allah'la har-betmek ve O'na eziyet etmek imkânsız
olduğu için, Allah değil, Allah'ın dostlarıdır. Veya bununla, onların Allah'a
itaati ve ibâdeti ifâ etmeyi hoş görmemeleri ve buna sarılmaktan uzak oldukları
kastedilmiştir. Düşman olan nerdeyse, düşmanına muvafık ve mutabık olmayınca,
onların bu husustaki tutumları düşmanlığa benzetilmiştir.
Onların Cebrail'e ve
peygamberlere düşman olmaları hususuna gelince, bu doğrudur. Çünkü onlara zarar
verebilmek mümkündür. Fakat onların düşmanlıkları, onlar hakkında müessir olan
fiilleri meydana getirmekten âciz oldukları için, onlara etkili olamaz.
Halbuki, peygamberlerin ve Cebrail'in yahudiler hakkındaki düşmanlıkları
müessirdir; çünkü bu düşmanlık dünyada zillet ve meskeneti, ankette de devamlı
olan azabı gerektirir.
İkinci Soru:
Meleklere Dahil Oldukları Halde Cebrail ile MÎkail Neden Ayrıca Zikredildi?
Allahu Teâlâ melekleri
zikredince, Cebrail ve Mikaîl de melekler sözünün kapsamına girmişken, Cebrail
ve MÎkail'i niçin tekrar zikretmiştir?
Bu soruya iki bakımdan
cevap veririz:-
a)
Faziletlerinden ötürü Cenâb-ı Hak, onları ayrıca zikretmiştir. Bunların faziletleri
çok mükemmel olduğu için sanki bunlar, melek cinsinden başka bir cins gibi
mütalâa edilmişlerdir.
b) Hz.
Peygamber'le yahudiler arasında cereyan eden şey, bu ikisinin zik-redilmesidir.
Ayet de, ancak bu ikisi sebebiyle nazil olmuştur. Bundan de dolayı, bu ikisinin
ismini şüphesiz açıkça zikretmiştir. Bil ki bu, o ikisinin diğer meleklerin
hepsinden daha şerefli olmasını gerektirmiştir. Aksi halde böyle bir izah doğru
olmaz.
[241]
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki, Cebrail'in bazı sebeplerden ötürü Mikâil'den daha
üstün olması gerekir.
1)
AllahuTeâlâ, önce Cebrail'i zikretmiştir. Daha üstün dururken, kendisine üstün
kılınılan şeyin önce zikredilmesi, örf bakımından çirkin bir şeydir. Bu
sebeple, bunun Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Müslümanların güzel gördüğü şey,
Allah katında da güzeldir"[242]
hadisinden dolayı, şer'an da çirkin kabul edilmesi gerekir.
2) Cebrail
(a.s) Kur'an't, vahyi ve ilmi indirmiştir ki, bu ruhların bekâsının kaynağıdır.
Halbuki Mîkail, bolluğu getirir ve yağmurları indirir ki, bunlar da bedenlerin
bekâsının kaynağıdır. İlim, maddî gıdalardan daha şerefli olunca, Cebrail'in de
Mikâil'den daha şerefli olması gerekir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, Cebrail'in niteliği hakkında, "Orada kendisine itaat olunandır,
emindir" buyurmuş, onu mutlak olarak "itaat olunan" diye yâd
etmiştir. Bu ayetin zahiri, Cebrail'in, Mîkail'e nisbetle itaat olunan bir zât
olmasını gerektirir. Bu sebeple de, Cebrail'in Mikâil'den daha faziletli olması
gerekir.
[243]
Ebû Amr ile Asım'dan
rivayet eden Hafs, kelime kalıbında
olmak üzere, şeklinde okumuşiur. Nâfi ise, hemzeden sonra "yâ harfi olmaksızın,
vezninde ihtilas[244] ile
okumuştur. Diğerleri ise, vezninde olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Bu
kelimenin vezninde olmak üzere, şeklinde ve, vezninde olmak üzere de, şeklinde
iki başka okunuş şekli daha vardır.
İbn Cinnî şöyle
demiştir: Arablar, Arabça olmayan bir kelimeyi söyledikleri zaman, o kelimeyi
değiştirerek söylerler.
[245]
ifâdesindeki vâv
harfinin atıf vâvı olduğu söylenmiştir. Bunun (ya da) mânasına olduğu da
söylenmiştir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Bunlardan herhangi birine
düşman olan, bilsin ki Atlah bütün kâfirlerin düşmanıdır.
[246]
"Kafirlere
düşmandır" ifadesiyle, Cenâb-ı Allah, "onların düşmanıdır"
mânasını kastetti. Ancak, Cenâb-ı Allah'ın onlara ancak küfürleri sebebiyle
düşman olduğunu ve meleklere düşman olmanın küfür olduğunu göstersin diye,
zamirle değil de açık bir isimle Allah bunu beyan etmiştir.
[247]
"Andolsun ki biz
sana, apaçık ayetler indirdik. Bunları ancak, (asık olanlar inkâr eder"
(Bakara, 99).
Bil ki bu, onların
çirkin fiillerinden ve rezilliklerinden bir başka çeşittir. İbn Abbas şöyle
demiştir: Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden önce,
O'nun yüzü suyu hürmetine, Evs ve Hazreç kabilelerine galip gelmeyi
arzuluyorlardı. Son peygamber Arabların içinden gönderilince, onlar bunu
reddetmeye ve daha önce bu hususta söylemiş oldukları sözü inkâra kalkıştılar.
Böylece de, Muflz İbn Cebel onlara, "Ey yahudi topluluğu, Allah'dan korkun
ve müslüman olunuz; çünkü biz şirk ehli iken, sizler Hz. Muhammed adına, O'nun
yüzü suyu hürmetine bize galip gelmeyi talep ediyor, bize O'nun peygamber
olarak gönderileceğini haber veriyor ve O'nun niteliklerini bize
anlatıyordunuz" dedi. Bunun üzerine yahudilerin bazıları, "O bize,
mucize olarak hiçbir şey getirmemiştir. Ve O, bizim size bahsettiğimiz kimse'
de değildir" deyince, Allah bu ayeti indirmiştir. Burada birkaç mesele
vardır:
[248]
Açık olan şudur ki,
buradaki (âyâtin beyyinât) ifâdesinden maksat, velev ki birbirlerine yardımcı
da olsalar, insanların ve cinlerin bir benzerini geti rem iyece ki eri Kur'an
ayetleridir. Bazıları da, diğer delillerle beraber, meselâ onların mübâheleden,
ölümü temenni etmekten kaçınmaları; Hz. Peygamber (s.a.s)'in az taamla çok
kimseleri doyurması, parmakları arasından su fışkırması ve ayın yarılması
gibi.. Kur'an'ın da kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Kâdî, şöyle
demiştir: Evlâ olan, bunu Kur'an'a tahsis etmektir. Çünkü ayetler, tenzîf ile
beraber bulundukları zaman, daha ziyade Kur'an'a tahsis edilirler. Allah en
iyisini bilendir.
[249]
Kur'an'ın
"Âyetler" olarak isimlendirilmesinin bir çok sebebi vardır:
a) Ayet,
delâlet eden şey demektir. Kur'an'ın kısımları, fesahati ile peygamberliğini
iddia eden zâtın doğruluğuna delâlet ettiği için, ayet olmuş olurlar.
b) Kur'an'ın
ayetlerinden bazıları gayblardan verilen habere delâlet ederler. O halde bu
âyetler, o gayblara delâlet ederler...
c) Ayetler,
tevhide, nübüvvet ve şeriatın delillerine delâlet ederler.. Buna göre âyetler,
bu cihetten de delil, ayet olmuş olurlar.
Binaenaleyh, şayet
"Delil ancak açık olur, bu sebeple, ayetlerin tekrar 'açık olmuş
olmakla*vasıflandırmalarının anlamı nedir? Hiçkimsenin, bundan maksadın,
ayetlerin bir kısmının diğerlerinden daha açık olduğunu söyleme hakkı yoktur.
Çünkü bu ancak, ilimlerin bir kısmı diğerinden daha kuvvetli olursa doğru
olabilir; bu ise imkânsızdır.. Bu böyledir, çünkü bir şeyi bilen kimsenin
inanmış olduğu şeyin zıddını caiz görmesi ya mümkündür veya mümkün değildir.
Eğer bu caiz görmek mümkün olursa, bu itikâd ilim olmaz. Eğer, bu mümkün
olmazsa, o diğer şeyin ondan daha güçlü olması imkânsız olur" denilirse,
biz deriz ki:" İlmin bizzat kendisinde farklılık olmaz; tam aksine onu
elde etmenin yolları farklı olur. Çünkü ilimler, elde edilme yollan ile ona
götüren delillerin birçok mukaddimelerden meydana gelmesi; böylece kendisine
ulaşılması çok güç olan ve mukaddimeleri daha az olan, böylece de kendisine
ulaşılması daha kolay olan diye iki kısma ayrılır. İşte, bu apaçık
âyetlerdir."
[250]
"İnzal"
bir şeyi en yukardan en aşağıya doğru hareket ettirmekten ibarettir. Bu ise,
ancak cisim olan şeyler hakkında gerçekleşebilir. Bu açıklamaya göre
"inzal" imkânsızdır. Ancak Cebrail (a.s), en yüksekten en aşağıya
inip, Hz. Peygamber (s.a.s)'e Allah'ın emirlerini bildirdiği için, bujnzâl diye
isimlendirilir.
[251]
Allah'u Teâlâ'nın
ayetine gelince, bunda birçok mesele vardır:
Ayetleri inkâr
iki bakımdan olur:
[252]
a) Doğru
olduğunu bile bile onları inkâr etmek.
b) Bunu
bilmeden ontarı inkâr etmek, onlar üzerinde düşünmemek ve onların delâlet
ettiği şeylerden yüz çevirmek. Ayetin zahirinde bu iki çeşitten birine tahsis
bulunmamaktadır, binâenaleyh her iki çeşit de ayetin şümulüne girmektedir.
[253]
"Fısk"
lügatte, insanın kendisine çizilen sınırdan dışarı çıkması manasındadır.
Cenâb-ı Allah: o cinlerden idi bü yüzden Rabbinin emrinden dışarı çıktı"
(Kehf, 50) buyurmuştur. Araplar, nemli toprağa düşen tohum filiz verdiği
zaman, derler.
"Fucûr"
kelimesinin manası da buna yakındır. Çünkü "fucûr" da, suyu aktığı
zaman ifsâd edeceği yere gitmekten alıkoyan "şeddin fucüru" (yarılması)
ifâdesinden alınmıştır. Buna göre, insanın kendisi için çizilen sınırı geçip
fesada girmesi, suyun şeddini yarıp zarar vereceği bir yere akmasına
benzetilmiştir.
Eğer "Küçük günah
sahibi de Allah'ın emrini çiğnemiş olmakta değil midir; ama ona îâsık ve fâcir
denilmemektedir?" denilirse, deriz ki: Bu iki vasıf, yukarıda
zikrettiğimiz bakımdan ancak her önemli ve büyük olan işe (günaha) isim olarak
verilirler. Çünkü nehirin kenarından küçük bir gedik açan kimse için "o,
bu nehri yardı" denilmez. Fısk da böyledir, haddi aşma büyük olduğu zaman
ancak o fiile fısk denilir.
Bu sabit olunca
diyoruz ki: Cenâb-ı Allah'ın, "ancak fasıklar.." ifâdesinde iki vecih
vardır:
1) Her Kâfir
fâsıktır, ama her fâsık kâfir değildir. Bundan dolayı burada "fâsık"
vasfının zikredilmesi, sanki hem kâfir,hem kâfir olmayanlar için getirilmiştir,
böylece bu daha uygun olmuştur.
2) Muradın,
"Bunları ancak küfründe bütün sınırları aşan kâfirler inkâr eder"
manasında olmasıdır. Buna gör^ mana şöyle olur: Bu ayetler aşikâr ve apaçık
olduğu için, onları ancak küfürde en son noktaya ulaşmış olan ve hem aklen hem
de şer'an güzel olan hertürlü sınırı çiğneyen kâfir inkâr eder.
[254]
"Onlar ne zaman
bir ahfd (söz) verseler, içlerinden bir grub o sözü bozup atrvermedi mi? Hayır
onların çoğu imân etmezler" (Bakara, 100).
Bil ki bu, yahudilerin
çirkin fiillerinden bir diğer çeşittir. Bu ayetle ilgili olarak birçok mesele
vardır:
[255]
Allah'ın, sözündeki
vâv harfi başına İstifham (soru) hemzesi gelmiş olan atıf vâvıdır. Bu vâv
harfinin zâid olduğu da söylenmiştir ki dakı bu doğru değildir. Çünkü onun ayet
içinde ifâde ettiği bir mana olunca zâid olduğuna hükmetmek caiz olmaz.
[256]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Bu vâv, başında bu- lunduğu cümleyi mahzuf bir cümleye atfetmek içindir.
Buna göre mana şöyledir: "Ayetleri ve apaçık delilleri inkâr edip, her
nezaman bir ahid verdiklerinde... mı yaptılar?" Ebu's Semmâk bir önceki
ayetteki, kelimesini manasında alarak, vâv harfini sakin olarak, şeklinde
okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Bunları ancak fâsıklık
yapmış olanlar veya birçok defa Allah'a verdikleri sözü bozanlar inkâr
eder." Ayrıca, kelimesi, şeklinde de okunmuştur.
[257]
Ayetteki istifhamdan
(sorudan) maksad, onlarm yapmaya cüret ettikleri şeyi yadırgayıp bunun ne kadar
büyük bir kusur olduğunu göstermektir. Çünkü böyle
birşey bu lâfızlarla
söylenildiği zaman, bu ifâde o şeyin çirkinliğini ortaya koyma ve azarlama hususunda
daha beliğ ve etkili olur.
Cenâb-ı Hak, sözü ile,
ardarda gelen ve nakzedip ter-ketttkleri birçok ahde (sözlerine) işaret etmiş,
dahası bu sözde durmamanın onlarda bir âdet haline geldiğini bildirmiştir.
Cenâb-ı Allah sanki, Hz. Peygamber (s.a.s)'i, kendisine nazil olan ayetleri
yahudiler inkâr ettikleri zaman, böyle birşeyin onlardan ilk kez vâki
olmadığını, aksine bunun onların huyu, onların ve -daha önceki ayetlerde
zikredildiği gibi- Allah'a verdikleri ahidlerini defalarca bozmuş olan
atalarının bir âdeti olduğunu beyan etmek suretiyle teselli etmek istemiştir.
Çünkü itirazına alışılmış birinin muhalefet etmesi, böyle bir âdeti olmayan
birinin itiraz etmesi kadar insana ağır gelmez.
[258]
"Ahid" ile
ilgili birkaç izah vardır:
a) Allahu
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüv- vetîni ve şeriatının doğruluğunu gösteren
delilleri açıklayınca bu, âdeta Allah'ın ortaya koyduğu ahdi,.onların bu
delilleri kabul etmesi de Allah ile yapmış oldukları bir sözleşme (muahede)
olmuştur.
b) Ahid, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e peygamberlik gelmezden önce söylemiş oldukları, "Eğer
Allah'ın peygamberi zuhur ederse, andolsun ki biz ona iman edeceğiz ve
müşrikleri yurtlarından çıkaracağız" sözleridir.
c) Onların,
Allah ile çokça ahid yapıp, sonra da bu ahidleri bozmalarıdır.
d)
Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.s) aleyhinde hiçbir kâfire yardımcı olmayacakları
hususunda söz vermişler, sonra bu sözlerinden dönerek Hendek savaşında O'na
karşı Kureyş müşriklerine yardım etmişlerdir. Kâdî şöyle demiştir: 8u rivayet
eğer doğru ise, onun bu ayetin hükmüne dâhil olması imkansız değildir, fakat
ayeti sırf bu olaya vermek uygun değildir. Aksine doğruya en yakın olan, bu
ayetten kastedilenin daha önce bahsedildiği gibi, yahudile-rin Allah'ın
ayetlerini inkâr etmeleriyle ilgili olmasıdır. Durum böyle olunca ayetin
manasını daha önceki semavî kitapların ihtiva etmiş olduğu ahdi ve, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in sözü ile nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden aklî delilleri
nakzetmek, itibara almamak manasına hamledilmesi daha kuvvetlidir:
[259]
Cenab-ı Hak, "
Birgrub o sözü bozup alıverdi" demistir, çünkü Allah ile ahidleşenler
arasında iman
eden veya imân
edebilecek olan kimseler de vardı. Ancak bu hepsinin vasfı olmadığı için,
içlerinden onu kabul etmeyenler zikredilmiştir.
Bu ahdinde durmayan
grubun azınlıkta olduğu zannedilebilir diye, Cenâb-ı Allah onların çoğunluk
olduğunu açıklamış ve, "Hayır, onların çoğu imân etmezler"
buyurmuştur. Bu ifâde hakkında da iki görüş vardır:
a)
Yani, bu fâsıkların çoğu hased ve
kıskançlıklarından ötürü seni asla tasdik etmezler.
b) "İman
etmezler," yani kendi kitaplarını tasdik etmezler. Çünkü onlar kavimleri
içerisinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e karşı münafıklık yapanlar gibi idiler.
Onlar da kendi kavimlerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettiklerini
söylüyorlar fakat bu sözlerinin gereğini ve icâbını yapmıyorlardı.
[260]
"Onlara ne zaman
Allah katından, ellerindeki kitabı (Tevrat'ı) tasdik edici bir paygamber gelse,
Ehl-i Kİtab'tan bir grub sanki (hakikati) bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını
arkalarına atmış (ona kulak asmamış, ondan yüz çevirmişlerdir" (Bakara.
101).
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, onların elinde olanı tasdik edici olmasının manası, Hz. Musa
(a.s)'nın peygamberliğini ve Tevrat'ın doğruluğunu itiraf efmesidir. Yahut da
Tevrat'ın Hz. Muhammed (s.a.s)'in geleceğini müjdelemiş olması itibariyle,
onların yanında olan kitabı tasdik edici olmuş olmasıdır. İşte Hz. Muhammed
(s.a.s) peygamber olarak geldiği zaman, onun bizzat bu gelişi Tevrat'ı doğru
çıkarıcı olmuştur.
Cenâb-ı Allah'ın,
"Birgrub... arkalarına atmıştır" ifâdesi, onların Allah'in kitabını
terkedip ondan yüz çevirmelerini, kendisini bir şeyden müstağni sayarak ve ona
az iltifat ederek arkasına atan kimsenin haline benzetmedir.
[261]
Allah Teâlâ'nın,
"ehl-i kitaptan" sözüne gelince bunda da iki görüş vardır:
a) Kendisine
kitab ilmi verilen kimseden maksad, onu inceleyip belleyendir. Bu görüş sahibi
şöyle demiştir: Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın bu grubu, "Sanki
bilmiyorlarmış gibi..." buyruğunun gösterdiği gibi ilim ile vasfetmiş
olmasıdır.
b) Bunlardan
murad, bilsin bilmesin Kitab'a sarıldığını iddia eden kimsedir. Bu,
müstümanları "Kur'an ehli" diye nitelendirmek gibidir. Bu ifâdeyle
hassaten Kur'an ilimlerini bilen kimse kastedilmez. Tam aksine, bununla
kastedilen Kur'an'a iman edip, O'nun gereğiyle amel eden kimsedir.
[262]
Cenab-ı Allah'ın
kitabını arkalarına..." sözüne gelince, bu ifâdede geçen "kitâb"
lâfzının Tevrat olduğu söylendiği gibi, onun Kur'an olduğu da söylenmiştir. Ki
bu birinci görüş, şu iki cihetten ötürü daha kuvvetlidir:
a) (atmak),
ancak onların o ilk önce kendisine sımsıkı sarılmakta oldukları şey hakkında
düşünülebilir. Ama onların iltifat etmedikleri şey için "onlar bunu
arkalarına attılar (rafa kaldırdılar)" denilmez.
b) Allahu
Teâlâ'nın, demiş olmasıdır. Eğer bundan maksad Kur'an olsaydı, lâfzını tahsis
etmenin bir manası olmazdı. Çünkü, yahudilerin tamamı Kur'an'ı tasdik
etmezler. Buna göre şayet, "onlar ona sımsıkı sarılmışlarken, onların
Tevrat'ı arkalarına atmaları nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz
ki, Tevrat'ta peygamberin sıfat ve niteliklerine dair bilgiler bulunduğu Hz.
Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet ettiği, ve yine Tevrat'ta buna iman
etmenin vâcib olduğu zikredildiği, sonra da onlar bundan yüz çevirdikleri için,
böylece Tevrat'ı arkalarına atmış oldular.
Hak Teâlâ'nın:
"Sanki onlar bunu bilmiyorlar" ifâdesine gelince, bu onların
Tevrat'ı bilerek ve kasıtlı olarak terkettiklerini gösterir.. Çünkü bu ifâde,
ancak bilen kimse hakkında kullanılabilir. Böylece ayet, bu cihetten bu grubun
Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini, doğruluğunu bildiklerine; ancak ne
var ki, onların bildikleri hakikati inkâr ettiklerine delâlet eder. Böylece,
büyük bir topluluğun tamamının inkâr etmesinin doğru olamayacağı ve bu sebeple
de inkâr edenlerin azınlıkta olacaklarına kesin hükmetmenin gerekliliği ortaya
çıkmış olur. Çünkü, büyüklenip direnmek, ancak bu azınlık için mümkün olabilir.
[263]
"Ve onlar,
şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikler! şeylere uydular. Oysa ki
Süleyman, asla kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki
meleğe, Hârut ve Marufa indirilen şeyleri öğretmeleri sebebiyle, kâfir oldular.
O iki melek: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyi sakın sen kâfir olma!"
demedikçe, sihir Öğretmiyorlardı. Onlar bu iki melekten, karı ile kocanın
arasını ayıracakları şeyi Öğreniyorlardı. Oysa ki onlar, Allah'ın izni
olmadıkça, bu sihirle hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine zararı
dokunacak, faydası olmayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, o sihri
satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı.
Mukabilinde kendilerini satmış oldukları şey gerçekten ne kötüdür. Keşke bunu
bilselerdi!" (Bakara, 102).
Bil ki bu, yahudilerin
bir başka çirkin fiilleridir ki bu da, onların sihirle meşgul olmalan, ona
yönelmeleri ve insanları da ona davet etmeleridir.
Allah'u Teâlâ'nın,
şeytanların, Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikleri şeye tâbi oldular"
sözüne gelince bu hususta birkaç mesele vardır:
[264]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Tâbi oldular", daha önce adı
geçmiş olanlar hakkında bir nakildir ki, bunlar da yahudilerdir. Sonra, bu
hususta bazı görüşler vardır:
a) Onlar,
Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulunan yahudilerdir.
b)
Daha önce yaşamış olan yahudilerdir.
c) Hz.
Süleyman zamanında bulunan sihirbazlardır. Çünkü yahudilerin pek çoğu Hz.
Süleyman'ın peygamberliğini kabul etmez, onu dünyadaki hükümdarlar ve krallar
cümlesinden sayarlar. O'nuozamanında bulunan yahudiler-den bazılarının, bu
büyük kralın ancak sihir vasıtasıyla krallığını ayakta tuttuğuna inanmış
olmaları da imkânsız değildir.
d) Bu ifâde
hepsini içine alır. En uygun olan görüş de budur. Çünkü lâfzı, ifâde ettiği
manaların sadece bir kısmına hamledip tamamına teşmil etmemek pek uygun bir iş
değildir. Çünkü tahsis hususunda herhangi bir delil yoktur.
[265]
Süddî şöyle demiştir:
Hz. Muhammed (s.a.s) yahudilere geldiğinde onlar Tevrat'la Hz. Muhammed'e karşı
koyarak O'nunla Tevrat vasıtasıyla cedelle-şip, Kur'an ile Tevrat da birbirini
tutunca (muvafakat), onlar Tevrat'ı atıp, Asaf İbn Berhiya'nın kitabıyla Hârut
ve Mârufun sihrine yapıştılar. Bunlar da, Kur'an ile uyuşmayıp mutabık
olmadılar, ki işte Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlara ne zaman Allah katından,
ellerindeki kitabı (Tevrat) tasdik edici bir peygamber gelse, Ehl-i Hitap tan
bir grup sanki (hakikati) bilmiyorlarmış gibi Allah 'in kitabını arkalarına atmış
(ona kulak asmamış, ondan yüz çevirmişler) dir" (Bakara. 101) ayeti bunu
ifâde eder. Müteakiben de Cenâb-ı Hak, onların sihir kitaplarına tâbi
olduklarını haber vermiştir.
[266]
Alimler, kelimesinin
tefsiri hususunda bazı izahlar zikretmişlerdir:
a) Bundan
murad, okuyup haber vermektir.
b) Ebû
Müslim şöyle demiştir: kelimesinin mânası, onların Hz. Süleyman'ın mülkü
hakkında yalan söylemiş olmalarıdır. Yalan söylemek anlamına geldiğinde, doğru
söylemek anlamına geldiği zaman ve, müphem bırakıldığında da, her iki şekilde
söylenir. Doğruya en yakın olan ise, kelimenin okuyup haber vermek manasına
geldiğidir. Çünkü "tilâvet" kelimesi, haber hususunda hakikat ifâde
eder. Bir şey bildiren kimse, yalan söylemişse, onun hakkında, yahut denir.
Halbuki doğru söylemişse denilmeyip:
veya denilmek suretiyle fark gösterilmiş
olur.
Bu ise ancak haber
verme ve söyleme mânasına uygun düşer. Onların, kendisi vasıtasıyla Hz.
Süleyman'dan haber verdikleri şeyin okunan ve söyleyen bir şey cinsinden
olması da imkânsız değildir. Böylece, onda bütün vasıflar bir araya gelmiş
olur.
[267]
Alimler,
"şeytanların" kimliği hususunda ihtilaf etmislerdir. Bundan muradın,
cinlerin şeytanları olduğu söylenmiştir ki, bu çoğu âlimlerin görüşüdür. Yine bundan
muradın, insanlardan olan şeytanlar olduğu da söylenmiştir ki, bu da Mu'tezile
kelâmcılannın görüşüdür. Bir üçüncü görüş olarak da bunların insan ve cinlerden
olan şeytanlar olduğunun söy-lenmesidir.
"Şeytanlar"
kelimesini, cinlerden olan şeytanlara hamledenlere gelince onlar şöyle
demişlerdir: Şeytanlar, kulak kabartarak haber topluyor, sonra duydukları
şeylere, onlarla uyuşacak yalanları da katarak kâhinlere aktarıyorlardı.
Kâhinler de onları insanların okuduğu kitaplara yazıyor ve bu yalanlan
insanlara öğretiyorlardı. Bu hâdise Hz. Süleyman zamanında o kadar yayıldı ki,
o insanlar neredeyse "Cinler, gaybı biliyorlar, işte Süleyman (a.s)'ın
ilmi budur. O'nun mülkü ancak bu ilimle payidar oluyor ve bu ilimle cinlere,
insanlara ve Allah'ın emriyle hareket eden varlıklara hakim oluyor demeye başladılar.
Bunları, insanlardan
olan şeytanlara hamledenler ise şöyle demişlerdir: rivayet edildiğine göre, Hz. Süleyman, Allahu
Teâlâ'nm kendisine hususî olarak vermiş olduğu ilimlerin pekçoğunu, zahirleri
kaybolursa bu gizlenilmiş olan baki kalsın diye, hükümdarlık tahtının altına
saklamıştı. Bunun üzerinden bir müddet geçince, münafıklardan bir grup insan,
bazı bakımlardan bu sihirli şeylere uygun düşecek bazı hususları bunların
arasına yazmaya tevessül ettiler. Hz. Süleyman'ın ölümünden ve insanların bu
kitaplara muttali olmasından sonra, bu iki yüzlü kimseler, insanlara bunun, Hz.
Süleyman'ın mesleği olduğunu ve O'nun, nail olduğu nimetleri ancak bu şeyler
vasıtasıyla elde etmiş olduğu vehmini vermişlerdir ki, işte bu Cenâb-ı
Hakk'ın: "Şeytanların okuduğu şey" ayetinin mânâsıdır. Bu görüş
sahiplen birinci görüşün yanitş olduğuna şöyle diyerek delil getirmişlerdir:
Cinlerden olan şeytanlar, yaptıkları tahrifatın insanlar arasında gerçek olarak
devam edecek biçimde, peygamberlerin kitaplarını ve şeriatlarını değiştirmeye
kadir olsalardı, hiçbir şeriata karşı güven kalmazdı ki, bu da her türlü din
hakkında ta'na sebeb olurdu: Bu izahımıza göre, şayet siz bunun insan şeytanları
için olabileceğini söylüyorsunuz da, niçin aynısının cin şeytanları için de
olabileceğini söylemiyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Bu ikisi arasında
şu fark vardır: İnsanların yaptıkları şeyler bazı bakımlardan mutlaka görülür
Ama bu hadiseyi cinler için kabul ettiğimizde, bu iş Süleyman (a.s)'ın yazısının
aynısı ile cinlerin onun kitabına ilâvede bulunmaları işidir ki bu ortaya çıkmaz,
devamlı gizli kalır. İşte bu, bütün dinler hakkında ta'na sebebiyet verir[268]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinde harf-i cerrinin (de.da) manasında olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn
Cüreyc'ten rivayet edilmiştir. Bazı müfessirler ise harf-i cerrinden sonra bir mahzuf kelimesi
var sayarak ayetin
"Süleyman'ın meliklik zamanında.." manasında olduğunu
söylemişlerdir.
Doğruya en yakın olan,
bu ayetten murad edilen mananın, "Şeytanların Hz. Süleyman'ın mülkü
hakkında iftira ile söyledikleri şeylere tâbi oldular" şeklinde olmasıdır
Çünkü şeytanlar sihir ve büyü kitaplarını okuyor ve, "Hz. Süleyman bu
mülkü ancak bu sihir ilmi sayesinde elde etmiştir" diyorlardı. Böylece o
şeytanların bu gibi kitapları okumaları, Hz. Süleyman'ın mülküne bir iftira
gibi olmuştur.
[269]
Alimler, Süleyman
(a.s)'ın mülkü ile ne kastedildiği, hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre
Kâdî şöyle demiştir: Hz. Süleyman'ın mülkü, peygamberliğidir veya mülküne
peygamberliği de dahildir.
Peygamberliğine ise
ona indirilen kitab ve şeriatının hükümleri dahildir. Bu doğru olduğu zaman,[270] o
günkü insanlar, içinde çeşitli sihir ve büyüler olan bir sahifeyi çıkarıp Hz.
Süleyman'ın tahtının altına gömmüşler. Hz. Süleyman öldükten sonra da bu
sahifeyi oradan çıkarıp, bu sahifenin Hz. Süleyman tarafından olduğu vehmini vermişlerdir
ki işte bu onlar tarafından Hz. Süleyman'ın mülkü hususunda hakikate bir
iftira olmuş otur. Bana göre en doğrusu şöyle demektir: Hz. Süleyman'ın kavmi,
onun bu mülkü sihir ilmiyle elde ettiğini iddia edince, bu iddia Hz.
Süleyman'ın mülkü hususunda bir iftira gibi olmuştur.
[271]
Şeytanların, Süleyman
(a.s)'a sihri nisbet etmelerinin birkaç sebebi vardır:
a) Onlar,
sihrin durumunu önemli göstermek, ona karşı saygı uyandırmak ve kendilerinden
bunu ka-
bul etmeleri için
İnsanları teşvik etmek maksadıyla sihri Hz. Süleyman'a nisbet etmişlerdir.
b)
Yahudiler, Hz. Süleyman'ın paygamber olacağını kitaplarında görmemişler,
bundan dolayı da Hz. Süleyman (a.s)'ın bu mülkü sihir yoluyla elde ettiğini
söylemişlerdir.
c) Allah
Teâlâ, cinleri Hz. Süleyman (a.s)'ın emrine verip, o da onların içine girip
onlardan harikulade sırlar öğrenince, insanlar, Hz. Süleyman (a.s)'ın, sihri de
cinlerden öğrendiğini zannetmeşlerdir.
Cenâb-ı Allah'ın:
"Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı" ayeti, Hz. Süleyman'ı küfürden
tenzihi ifâde eder. Bu da, insanların onu küfre ve sihre nisbet etmiş
olduklarını gösterir. Bu hususta bazı rivayetler anlatılmıştır:
1) Bazı
yahudi din adamlarının sihirbazdan başka birşey olmayan Süleyman'ın peygamber
olduğunu iddia eden Muhammed'e şaşmaz mısınız? dedikleri, bunun üzerine
Allah'ın bu ayeti indirdiği rivayet edilmiştir.
2) "Yahudi
sihirbazlar sihri Hz. Süleyman'dan aldıklarını iddia etmişler, işte bunun
üzerine Hak Teâlâ, Hz. Süleyman'ı sihirden tenzih etmiştir.
3) Bazı
İnsanlar, Hz. Süleyman (a.s)'ın mülkünün sihirle ayakta durduğunu iddia
etmişler, işte bunun üzerine Hak Teâlâ, onun bundan uzak olduğunu belirtmiştir. Çünkü Süleyman (a.s)'ın
peygamber olması sihirbaz ve kâfir olmasına manîdir. Cenâb-ı Hak daha sonra
Hz. Süleyman'ı tebrie ettiği sihri başkalarının yaptığını beyân etmek için:
"Fakat şeytanlar kâfir oldular" buyurmuş, bu ifade ile daha önce
bahsedilen ve sihri kendisine sanat edinip de onu Süleyman (a.s)'a nisbet eden
kimselere işaret etmiştir. Daha sonra da onların, kâfir olmalarına sebep olan
şeyi açıklamış, onların evvelâ sihir yapmaları sebebiyle küfre düşmedikleri
düşünülebileceği için, ^U
"İnsanlara sihri öğretiyorlardı" buyurmuştur.
[272]
Bil ki sihir konusu
çok yönlüdür:
[273]
Birinci mesele lügat
bakımından "sihir" kelimesini ele almaktır. Biz deriz ki: Dilciler,
bu kelimenin aslında "gizli olan ve sebebi bilinmeyen bir şey" manasına
olduğunu söylemişlerdir. Gizli olduğu ve
akıp gittiği yerler lâtif olduğu için gıda kuvvetine de fetha ile denilmiştir.
Nitekim Lebîd, "Kz yiyecek ve içeceklerle gıdala-nmz" demiştir. Bu
beytin iki manası olduğu söylenmiştir:
1) Biz
hastalanırız ve büyüye uğrayıp da hali değişen kimse gibi halimiz değişir.
2) Biz
gıdalanırız. Her iki açıklamada da bu kelime "gizlilik" manası ile
alınmıştır. Yine Lebid şöyle demiştir:
"Eğer bize, hangi
halde olduğumuzu sorarsan, bil kt biz bu büyülenmiş insanların
serçeleriyiz." Bu beyit, mana bakımından geçen beytin aynı manasını
taşır, ve yine kelimesiyle, "ciğerliler" (yani nefes alıp verenler)
manasının da murad edilmiş olması muhtemeldir. Çünkü sihr, ciğer ve nefes
borusu manasına da gelmektedir. Bu mana da "gizlilik" manası ile
alakalıdır. Hz. Aişe (r.anha)'nin şu sözü de bu manadadır: "Allah'ın
Resulü,
"Göğsüm ile döşüm
arasında can verdi!' Cenâb-ı Allah'ın:
"Sen ancak musahharlardansm" (Şuarâ,
153) ayeti, "sen yiyip içen mahlûkattan birisin" manasınadır. Buna
kâfirlerin ona söylediği, "Sen
ancak bizim gibi bir insansın" (Şuarâ, 154) ayeti delâlet etmektedir. Bu
ayetin "sen de bizim gibi ciğer sahibi (yani nefes alıp veren) bir
varlıksın" manasına olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ (a.s)'nm
sihirbazlara, sizin Yaptığınız sihirdir, şüphesiz Allah onu boşa
çıkaracaktır" (Yûnus, 81) dediğini nakletmiş ve, "Onlar (iplerini ve
değneklerini) attıkları zaman
insanların gözlerini büyülediler ve onlara korka saldılar"
(Araf, 116)buyurmuştur İşte sihir kelimesinin lügattaki aslî manaları
bunlardır.
[274]
Bil ki
"sihir" lâfzı şeriat ıstılahı olarak, sebebi gizli olan, hakikatinin
aksine tahayyül edilen göz boyama ve aldatma amacı ile yapılan herşeye isim
olarak verilir. Kelime mutlak kullanılıp, takyid edilmediği zaman, onu yapanın
kınandığını ifâde eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Onlar, insanların gözlerini
büyülediler" (A'raf. 116), yani, insanların gözlerini boyadılar, insanlar
da onların ip ve değneklerinin hare -ket ettiği zannına kapıldılar. Nitekim bu
manada Cenâb-ı Allah:
"Ona, yaptıkları
sihir yüzünden ipler ve değnekler koşuyormuş gibi geldi" (Tâhâ. 66)
buyurmuştur.
Bazan da, methedilen
ve övülen şey hakkında, mukayyet olarak kullanılır. Rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e Zebarkan İbn Bedr ile Amr İbn el-Ehtem geldiler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) Amr'a, "Ze-barkan'ı bana tanıt!" dedi.
Bunun üzerine Amr şöyle dedi: "O, meclisi içinde saygı görür, gücü kuvveti
yerindedir, arkasına sığınanı himaye eder." Bunun üzerine Zeberkan:
"Vallahi o, benim kendisinden daha üstün olduğumu biliyor" dedi.
Bunun üzerine Amr, şöyle dedi: "Onun kişiliği zayıf, sabırsız, babası ahmak
ve dayısı kötü bir adamdır.. Ya Resûlallah, onun hakkındaki bu iki sözümde de
doğru söyledim. Çünkü o beni razı etti, ben de onun hakkında bildiklerimin en
güzelini söyledim; beni kızdırdı, ben de ikinci kez, onun hakkında
bildiklerimin en kötüsünü söyledim." Bunun üzerine Hz. Peygamber
"Sihirgücünde olan ifâdeler vardır.[275]
buyurdu. Bazı ifâdelen böylece sihir olarak adlandırdı. Çünkü böylesi ifâde
sahibi olan kimse müşkil bir meseleyi açar ve güzel ifadesiyle, beliğ
sözleriyle onur hakikatini ortaya koyar.
Eğer, "Hakkı
açıklayan ve ondan haber veren şeyi sihir diye isimlerKir-mek, nasıl caiz olur?
Çünkü bunu söyleyen kimse, açık olan şeyi gizlemek için değil, ancak gizli olan
şeyi ortaya koymayı kastetmiştir. Halbuki sihir lâfzı, açık olan şeyi gizlemek
manasını ifâde eder" denilirse, deriz ki, Hz. Peygamber bu sözü, iki
sebepten dolayı sihir olarak isimlendirmiştir:
a) Bir söz,
ancak güzelliği ve nüktesiyle kalbleri kendisine meylettirir.. Böylece de bu
söz, kalblerin kendisine meyletmiş olduğu sihre benzemiş olur. Bu bakımdan, o
söze sihir adı verilmiştir. Yoksa senin zannettiğin gibi değildir.
b) İfâde
gücü olan kimse kötü olan bir şeyi güzel göstermeye; güzel olan bir şeyi de
kötü göstermeye muktedirdir. İşte bu bakımdan, bu kimsenin sözü sihre benzer.
[276]
Üçüncü mesele sihrin
kısımları hakkındadır: Bil ki sihir pekçok kısma ayrılır:
1) Eski
zamanda yaşamış Keldanıler ile Kestantlerin sihri. Bunlar yıldızlara tapan,
yıldızların bu kâinatı idare ettiğini zanneden, hayır ile şerrin, mutluluk ile
uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir topluluk olup, Hak Teâlâ'nın,
görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için Hz. İbrahim'i
gönderdiği kavimdir.
[277]
Mû'tezile, Allah'dan
başkasının, cismi,hayatı, rengi ve tadı yaratamayacağına ittifak etmişler ve
Kâdî'nin bahsedip tefsirinde ve diğer kitaplarında özetlemiş olduğu birtakım
vecihleri delil getirmişlerdir. Biz o vecihleri aktarıp onları inceleyeceğiz:
a)
Mû'tezile'nin dayandığı birinci vecih aklî bir nüktedir. O nükte de şudur:
Allah'dan başka herşey, ya bir mekân tutar veya o mekânı tutan şey ile kâimdir.
Eğer Allah'dan başkası cismin ve hayatın yaratıcısı olsaydı, bu başka olan şey
mekân tutan bir şey olurdu. Mekân tutan şeyin de mutlaka kudretiyle kadir
olması gerekirdi. Çünkü "cisimler birbirine benzer" kaidesinden
dolayı, o şey eğer zatı gereği kadir olsaydı, her cismin böyle olması
gerekirdi. Ancak kudretiyle kadir olan varlığın, cisim ve hayatı yaratması
mümkün olmaz. Buna iki şey delâlet etmektedir.
Birincisi:
Birimizin hiç yoktan cismi ve hayatı yaratamayacağı hususunda zaruri bir bilgi
vardır. Bu nedenle bizim kudretimiz, cisim ve hayatı yaratamamada onun kudreti
gibidir. Bu sebeple bu imkânsızlık bütün cisimlerde müşterek bir hükümdür.
Binaenaleyh bu hüküm için müşterek bir illetin bulunması gerekir ki burada,
"kudretimizle kadir olmamız" dan başka herhangi ortak bir nokta
yoktur. Bu böyle olunca*, kudretiyle kadir olan bütün varlıklar için de, cisim
ve hayatı yaratmanın imkânsız olması gerekir.
İkincisi: Şüphesiz
bizim bazı kudretlerimiz bazı kudretlerimize terstir. Buna göre cismi ve hayatı
yaratmak için selâhiyetli bir kudretin varlığını kabul etsek, bu selâhiyetli
kudretin diğer normal kudrete ters olması, normal kudretlerin birbirlerine
ters olmasından daha güçlü olmazdı. Cisim ve hayatı yaratmaya elverişli olma
hususunda bu kadar ters olma (muhalif olma) yeterli olsaydı, normal kudretlerin
birbirlerine muhalif olması, içlerinden bazısının cismi ve hayatı yaratmaya
elverişli olmasını gerektirirdi. Durum böyle olmadığına göre, biz kudretiyle
kadir olan bir varlığın da cismi ve hayatı yaratmaya kadir olamayacağını
anlamış olduk.
b) Eğer biz
Allah'dan başkasının cismi, hayatı, rengi ve tadı yaratmasını mümkün görseydik,
mucizelerle peygamberliğe istidlal etmek imkansız olurdu. Çünkü semavî
güçlerin, yeryüzü güçleriyle birleşmesi vasıtasıyla harikulade şeylerin
meydana gelebileceğini söyleseydik, peygamberler elinde zuhur eden mucizelerin
Allah tarafından olduğunu kesin olarak söylememiz imkansız olurdu. Hatta bu
hususta Peygamberlerin o mucizeleri sihir vasıtasıyla ortaya koydukları bile
mümkün görülürdü. Böylece de peygamberlik müessesesiyle ilgili hükümler her
bakımdan geçersiz olurdu.
c) Yine biz
insanlar arasında cismi ve hayatı yaratmaya kadir olan kimselerin bulunduğunu
mümkün görsek, bu kimseler yorulmaksızın çok büyük servetler elde etmeye kadir
olurlardı. Ancak sihir yaptığını iddia eden kimselerin, azıcık bir mal elde
etmek için bile son derece gayret etme yoluna başvurduklarını görüyoruz.
Böylece onların, sihir yoluyla bazı şeylere kadir oldukları iddialarında
yalancı olduklarını anlıyoruz. Bu yolla kimyacılardan bir grubun iddia
ettikleri şeyin de bozukluğunu anlıyoruz. Çünkü biz şöyle diyoruz: Şayet bazı
ilaçlar vasıtasıyla altın olmayan maddeleri altın madenine çevirmeleri mümkün
olsaydı, bu ya az bir mal harcamalarıyla mümkün olurdu ki bu durumda onların bu
yolla kendilerini güçlükten ve zilletten kurtarmaları gerekirdi. Veya büyük
aletler ve son derece çok mallar harcamakla mümkün olurdu ki bu durumda
onların bunu, bu kadar çok mülkü olan hükümdarlara anlatmaları gerekirdi.
Hatta hükümdarların bu durumu söylemeden anlamaları gerekirdi.
Çünkü bu yol
padişahlar için, ancak mallar ve hazineler harcamak suretiyle tamamlanan
beldeler fethetmesinden daha faydalıdır. İnsanların ve gayretlerin böyle
birşeye iltifat etmemiş olduklarını görmemiz bu görüşün asılsızlığını gösterir.
Kadî şöyle demiştir:
"Bütün bunlarla sihrin bu şeylerden hiçbirinin yaratıcısı olamayacağı
ortaya çıkmıştır."
[278]
Bil ki bu deliller son
derece zayıftır.
Birinci izah hususunda
biz deriz ki: Allah'dan başka herşeyin bir mekân işgal ettiğine veya mekân
işgal eden bir varlıkta-bulunduğuna deliliniz nedir? Siz, Felsefecilerin akıl,
nufûs-u feleki, ve nufûs-u natıkayı isbatta ısrarlı olduklarını bilmiyor
musunuz? Felsefeciler bu şeylerin, haddi zatında bir yer işgal etmediklerini ve
bir yer işgal eden bir varlıkla kâim olmadıklarını iddia etmişlerdir. Buna göre
bu şekilde hüküm vermenin yanlışlığına delil nedir? Eğer onlar, "Böyle bir
varlık bulunsaydı, onun Allah'ın dengi olması gerekirdi" derlerse, deriz
ki: Biz bunu kabul etmeyiz. Çünkü üslûbta ortak olmak, mahiyet itibarıyla ortak
(aynı) olmayı gerektirmez. Bunu kabul etsek bile, bazı cisimlerin, zâtları
gereği buna kadir olması niçin söylenemesin?
Mû'tezile'nin/'Cisimler
birbirine benzer, eğer bir cisim böyle olsaydı, her cismin böyle olması
gerekirdi" sözüne karşı biz deriz ki: Cisimlerin birbirine benzediğine
dâir deliliniz nedir? Eğer onlar, "Cisim, ancak bir yönde olan; mekan tutan
bir şeydir ve bu manada da aralarında bir fark yoktur" derlerse, biz deriz
ki: Bir yönde olmak ve mekan tutmak cismin bir sıfatı ve ayrılmaz bir
özelliğidir ve yine mahiyetleri farklı olan şeylerin bazı ayrılmaz sıfatlarda
müşterek olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Biz o eşyanın kudretiyle kadir
olmasının gerekliliğini kabul etsek bile, siz neye dayanarak, kudretiyle kadir
olan bir varlığın cismi ve hayatı yaratmasının imkansız olduğunu söylüyorsunuz?
Onun, "Bu
imkânsızlık hususunda kudretlerimizin ortak olduğunu, bu imkânsızlığın
müşterek bir hüküm olduğunu, binaenaleyh bunun için müşterek bir illetin
bulunmasının gerektiğini, halbuki bizim kudretimizle kadir olmamızın dışında
onlarla müşterek bir noktamız olmadığını.." söylemesine gelince, biz deriz
ki: Bütün bu mukaddimeler kabul edilmez. Biz imkânsızlığın illeti olan bir
hüküm olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü imkânsızlık yokluğu ifâde sder, yokluk
ise illetlendirilemez. Biz imkânsızlığın bir varlığı ifâde ettiğini kabul
et-sek bile, onların mezhebine göre hükümlerden pek çoğu bir sebebe (illete)
dayandırılamaz. Bu nedenle bu hükümde de durumun aynı olması niçin caiz
olmasın?
Biz imkânsızlığın bir
sebebe bağlanmasını kabul etsek bile, siz niçin, müşterek bir hükmün mutlaka
müşterek bir sebebi olması gerektiğini söylediniz? Zulümde olan çirkinlik, onun
zulüm olması sebebiyle, yatandaki çirkinlik, onun yalan olması sebebiyle;
cehaletteki çirkinlik ise, onun cehl olması sebebiyle değil midir? Biz mutlaka
müşterek bir sebebin olmasını kabul etsek bile, kudretimizle kadir olmamızın
dışında müşterek bir noktamızın olmadığını kabul etmiyoruz. Bu kudretimizin,
muayyen bir vasıfta müşterek olması, cisimleri yaratmaya elverişli o kudretin
ise bu vasfın dışında bulunması niçin caiz olmasın? Durumun böyle olmadığına
deliliniz nedir?
Birinci veçhe gelince
ki o şudur: "O kudretin, bu kudretlerin bazısına muhalif (ters) olması,
bu kudretlerin birbirine muhalif (ters) oluşundan daha kuvvetli
değildir." Biz deriz ki: Bu zayıf bir delildir. Çünkü biz, o kudretin
cismi yaratmaya, bu kudretlere ters olması sebebiyle elverişli olacağını
söyleyemeyiz, aksine o, bu cisimleri yaratmaya, diğer kudretlere muhalefetine
sebeb olan özelliği ile elverişli olmuştur. Bu özelliğin ise diğer kudretlerde
bulunmadığı malûmdur. Onların sözlerinin bir benzeri de şu sözdür: "Sesin
"beyaz" dan farklı oluşu, "siyah" m "beyaz'dan farklı
oluşundan daha güçlü değildir. Şayet bu farklı oluş, görülebilmesi bakımından
sese benzemesine manî olsaydı, siyahın beyazdan farklı olmasından ötürü siyahın
görülmemesi gerekirdi. Bu söz nasıl fâsid ise, onların sözleri de fâsiddir.
Kâdî'ye şaşarım. Çünkü o ru'-yet meselesinde bu izahları Eş'aıfden nakletmiş ve
bu soruların zayıf olduğunu göstermiş. Sonra kendisi, nübüvveti isbat ve Allah
ile insanlar arasında bir aracının olduğunu söyleyen {kimselere red hususunda
temel olan bu meselede aynı delillere sarılmıştır.
İkinci veçhe gelince
ki, bu aslı kabul etmekle, peygamberlik müessesesinin doğruluğuna hükmetmenin
imkansızlaşması iddiasıdır. Biz bu hususta deriz ki: Peygamberlik müessesesinin
doğruluğuna dâir hüküm, ya bu kaidenin fesadına dayanır veya dayanmaz. Buna
göre eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, peygamberliğin sıhhatine dayanan
şey vasıtasıyla bu kaidenin fesadı imkânsız olur, aksi halde de devr-i fâsid
gerekir. Eğer ikincisi söz konusu olursa, söz tamamıyla düşer.
Üçüncü veçhe gelince,
bu hususta birisi şöyle diyebilir: "İmkân hususundaki söz bundan
başkadır." Halbuki biz bu durumun herkes için olduğunu söylemiyoruz.
Aksine bu durum insan için ancak geçmiş çok eski asırlarda meydana gelmiştir. O
halde sizin söylediğiniz şey, bizi nasıl ilzam eder (susturur)? Sihrin ilk
çeşidi hakkındaki söz bu kadardır.
[279]
Sihrin ikinci çeşidi,
vehim sahiplerinin ve kuvvetli nefislerin (ruhların) sihridir. Alimler şöyle
demişlerdir: İnsanlar, herkesin kendisine "Ben" diye işaret
ettikleri şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, onun insanın
bu bünyesi olduğunu; bazıları, onun bu bünye içinde bir cisim olduğunu, bazıları
da, onun ne cisim ne de cisimle ilgili birşey olmadığı halde var olan bir-şey
olduğunu söylemişlerdir. Biz insanın bu bünye olduğunu ve bu bünyenin dört ana
unsurdan (enâsır-t erbaa) meydana geldiğini söylediğimiz zaman, bazı soğuk
rüzgârlar sırasında o insanın mizacının herhangi bir yönden bambaşka bir mizaç
haline gelmesi, bunun da cismi yaratmaya ve bizim bilemediğimiz ve bilmemiz
imkânsız olan şeyleri bilmeye muktedir olmayı gerektirmesi niçin caiz olmasın?
Eğer biz: "İnsan", bu bünye içinde dolaşan bir cisimdir" dersek,
söylenecek söz budur. Fakat "insan, nefstir" dersek, o zaman, nefislerin
çeşitli olduğunu, bazı nefislerin zatları gereği bu garip olaylara güçleri
olduğu takdirde, gâib olan sırlara muttali olabileceklerini söylemek niçin caiz
olmasın? Bu ihtimalin yanlış olduğuna dair, yukarıda geçmiş olan
açıklamalardan başka bir delil yoktur. Yukardaki açıklamaların ise bâtıl olduğu
ortaya çıkmıştır.
Sonra birçok vecih de
bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
[280]
1) Yürürken
insanın dayandığı değnek yere bırakılırsa o, altındaki boşluğun üstüne şayet
köprü gibi olursa, üzerinde yürümek mümkün değildir. Düşme korkusu ne kadar
fazla olursa, insanın onun üzerinden düşmesi ihtimali o derece artar.
2) Hekimler,
burnu kanamış kimsenin kırmızı şeylere, saralı kimsenin de son derece parlak ve
dönen şeylere bakmasını yasaklama hususunda ittifaK etmişlerdir. Bu sırf,
nefislerin vehimlere boyun eğecek biçimde yaratılması sebebiyledir.
3) Şifâ
sahibi, hayvanların karakteri hususunda Aristo'dan şunu naklet-miştir: Tavuk,
ses ve horozlar vuruşma bakımından horoza benzemeye çokça çalıştığı için, onun
bacağında da, horozun bacağında bulunan mahmu;: biter.
Sonra, şifâ sahibi
sözüne devamla, bunun, cismanî durumların da ruhanî durumlara tâbi olduğunu
gösterdiğini söylemiştir.
4) Ümmetler,
ruhanî istekten hâlî olan lisanı bir duanın etkisinin az olduğuna ve tesiri
bulunmadığında ittifak etmişlerdir. Bu da düşüncelerin ve ruhların fiziki yapı
üzerinde tesirleri olduflunu gösterir. Bu ittifak, muayyen bir meseleye ve
hususî bir hikmete tahsis edilmemiştir.
5) Şayet sen
insaflı olursan, canlılara ait fiillerin ilk başlangıçlarının, ruhanî ve
psikolojik tasavvurlar olduğunu anlarsın. Çünkü kaslarda tabiî olarak bulunan
hareket ettirici kuvvet, bir fiili yapmaya, veya zıddına elverişlidir. Bu iki
taraftan birisini diğerine, ancak tercih ettirici bir sebepten ötürü tercih
eder. Bu da fiilin güzel veya lezîz olmasını, veyahut da onun çirkin, elem
verici olmasını tasavvur etmekten başka bir şey değildir. İşte bu tasavvurlar,
fiiller, bilkuvve halinden bilfiil haline çıkabilmeleri için, adalede mevcut
olan kuvvetlerin meydana getirilebilmesinde başlangıç ve çıkış noktaları
olmuşlardır. Bu tasavvurlar, bu fiillerin başlamaları için birer hareket
noktası olduklarında, onların bizzat fiillerin başlangıç noktaları olma ve
aradaki vasıtayı nazar-ı itibara almamak hususunda akıldan uzak görülecek hangi
taraf kalır kil
6) Tecrübe
ve bizzat müşahede, bu tasavvurların, bedendeki keyfiyetlerin oluşması için
fiilin hemen öncesinde bulunan harekete geçirici bir güç olduğuna şahittirler.
Çünkü kızgın olan kimsenin bedenindeki ısı yükselir; öyle olur ki, bu onun için
oldukça yüksek bir kızgınlık ve hararet ifâde eder. Anlatıldığına göre,
hükümdarlardan birisi felç olur. Doktorlar da bu hastalığı tedaviden aciz
kalırlar. Derken, mahir doktorlardan birisi habersizce hastanın yanma varır ve
ona sövmeye ve kızmaya başlar. Bunun üzerine hükümdarın hiddeti artar ve
kendisine söylenen acı sözlerden dolayı, mecburî olarak yatağından ayağa
fırlar.. Böylece, bu öldürücü ve müzmin hastalık savuşturulmuş olur. Bu
psikolojik halin, bedende oluşan hadiselerin meydana gelmesinin bir başlangıç
olması mümkün olunca, bu psikolojik hallerin, bedenin dışındaki hadiselerin
meydana gelmesinde de esas olmaları nasıl akıldan uzak görülebilir?..
7) Nazar
değmesi, akıllı olan herkesin üzerinde ittifak ettiği bir iştir. Bu da bizim
söylediğimizin mümkün olduğunu gösterir..
Sen bunları iyice
kavradığın zaman biz deriz ki, bu acayip şeyleri meydana getiren insanlar
bazan son derece güçlü olurlar da, böylece bu fiilleri meydana getirme
hususunda herhangi bir alete ihtiyaç duymazlar. Bazan da, zayıf olabilirler;
böylece de vasıtalara başvurmak zorunda kalırlar. Bu işin hakikati şudur: Nefs
(ruh), bedene hakim olup, semâ âlemine olan cazibesi kuvvetlendiği zaman, işte
o vakit sanki semavî bir ruh olur da, böylece şu âlemin maddeleri üzerinde son
derece güçlü tesirler icra eder. Ama bu ruh zayıf olup, bedenî lezzetlerle de
ilgisi fazla olunca bu durumda o ruhun bu bedenin dışında herhangi bir tesiri
kesinlikle bulunmaz.. Buna göre bu insan, ruhunun, kendi bedenini aşıp başka
bir bedene tesir etmesini istediği zaman, o başkasının hayalini devamlı
tahayyül eder, onu adeta hissiyat alemine yerleştirir ve bütün hisleri bununla
meşgul olur. Böylece kişinin hayali de bu hislere iştirak ederek, bizzat nefs-i
natıka olan insan da iradî olarak buna yönelir; böylece, bedenî tesirler ve
ruhanî tasarruflar güç kuvvet kazanır. İşte bu sebepten dolayı ümmetler, bu
tür şeyleri tatbik edebilmek için alışılmış itiyatlardan,şehevî arzulardan
kopmak, gıdayı azaltmak ve insanlarla münasebeti kesmek gerektiği hususunda
ittifak etmişlerdir. Bu işler ne kadar mükemmel ve tamam olursa, tesir de o nisbette
güçlü olur. Mahiyeti ve özelliğine göre rûh bu işe müsait olduğu zaman, onun
tesir gücü artar.
Bu husustaki belirli
sebep şudur: Nefs, bir iş ile meşgul olduğu zaman, o bütün kuvvetlerini bu iş
için bir araya getirir. Ama, nefs birçok işlerle meşgul olduğu zaman, onun
kuvvetleri dağılır ve fiillerin sayısına göre serpiştirilir.. Böylece de, bu
fiillerden herbirine, kişideki mevcut kuvvetlerden bir bölüm ve bu kuvvetler
nehrinden o fiillerin herbirine birer ark çıkar.. Bu sebepten dolayı, hafıza
kuvveti bakımından eşit olan iki insan görürüz.. Bunlardan birisi tek bir
sanatla, diğeri ise iki sanatla meşguldür.. Tek sanat dalıyla uğraşan, iki
sanat dalıyla uğraşandan daha güçlü olur. Birçok meseleden birisinin hakikatine
vâkıf olmak için çaba sarfeden kimse, bu hususta tefekkür ettiğinde, mutlaka
onun, zihnini başka meşgalelerden boşaltması gerekir. Çünkü o zihnini başka
meşgalelerden boşalttığında, zihni tamamıyla esas meseleye yönelir, netice
olarak bu fiil o kimseye daha kolay ve daha güzel olur.. Durum böyle olunca,
insanın gayreti ve düşüncesi, lezzetleri tadmak ve şehevî arzulan karşılamakla
meşgul olduğunda, ruhî kuvvet bununla meşgul olarak onda kaybolur; böylece de o
ruhun, elde etmek için çalışıp çabaladığı bu ilginç fiile karşı olan cezbesi
kuvvetini yitirir...
Özellikle burada başka
bir belâ daha vardır ki, o da şudur: Böyle bir nefs, ömür boyu lezzetleri
tadmayı alışkanlık haline getirir ve bu enterasan fiilleri elde etmek için asla
vakit bulamaz... Böylece bu nefs, tabiatıyla birinciye meyyal olurken,
diğerinden son derece nefret eder... O, birinci yoldan gayesine ulaşınca,
diğeriyle nasıl meşgul olur ki?.. Sonuç olarak, bu tür fiilleri gidermenin,
ancak cismanî durumlardan soyutlanıp halkla içice olmayı terkedb, tamamıyla
safa ve ruhlar âlemine yönelmekle gerçekleşebileceği ortaya çıkmış olur.
[281]
'Rukye" ye
gelince, eğer bilinen lâfızlarla yapılıyorsa bu husustaki durum açıktır. Çünkü
bundan maksad şudur: Nasıl ki maddi gözümüzü kendi maksadına uygun işlerle
meşgul ediyorsak, kulağımızı da kendi gayesine uygun şeylerle meşgul ederiz.
Çünkü hisler tek bir gayeye yönelme hususunda mutabakat ettikleri zaman, bu
durumda ruhun o şeye yönelmesi daha güçlü olur. Ama bilinmeyen birtakım
lâfızlarla yapılıyorsa, burada nefste hayret ve dehşette kalmaya benzer
birtakım haller meydana gelir. Çünkü insan, bu kelimelerin ancak ruhani
birtakım şeylerin birisinden yardım talep etmek içjn okunduğuna; inanıp, fakat
bu yardımın nasıl tahakkuk edeceğini bilemediği zaman, bu durumda nefste hayret
ve dehşet haline benzeyen haller zuhur eder. Yine bu esnada nefste, hisler
âleminden koparak, bu fiile yöneldiği esnada büyük bir coşku meydana gelir.
Böylece de manevi tesir gücü artar ve maksat elde edilir.
"Tütsülemek" hakkındaki hüküm de böyledir.
Onlar söyle
demişlerdir: Ruhî kuvvetin bu derecesinin, bir tesir icra ettiği kesinlik
kazanmıştır. Buna göre, buna birinci çeşit büyü şekli de eklenince, ki bu
yıldızlardan ve onların tesirlerinden yardım ummaktır. Bunun tesiri ve gücü
artar. Dahası burada iki çeşit daha bulunmaktadır:
a) Bedenleri
terketmiş olan ruhlarda bazan, kuvveti ve tesirleri bakımından bu ruhlara son
derece benzeyen bir şeyler meydana gelir. Bu nefisler saf ve duru olduklarında,
bedenleri terkeden nefislerden bu nefislere doğru bir akımın olması akıldan
uzak görülmez. Böylece, bedenleri terkeden nefisler ile bu nedenler arasında
bir tür alâka kurularak, pek çok nefis, o fiili yapma hususunda güç ve kuvvet
kazanır. Kuvvet mükemmel olup arttıkça, tesiri de bette fazla olur.
b) İnsan ruhu
(nefs-i natıka), bedene ait bulanıklıklardan arındığı zaman, semavî ruhlardan
ve felekî nefslerden feyezan eden nurları kabul etmeye hazır hale gelir.
Böylece de bu nefsler, o ruhların nurları vasıtasıyla güçlenir. Bu sebeple de,
o nefisler harikulade olan bir takım işler hususunda güç kuvvet «azanırtar.
İşte vehim ve rukye sahibi kimselerin sihrinin açıklanması budur.
[282]
Sihrin üçüncü çeşidi,
yerdeki ruhlardan yardım dilemektir. Bil ki cinlerden yardım hususundaki
görüşe gelince, müteahhir felsefeciler ve Mû'tezile ulemâsı, bunu kabul
etmemiştir. Ama önde gelen felsefecilere gelince, onlar bu hususla ilgili hükmü
inkâr etmemişlerdir. Ne var ki onlar bunu, yere ait ruhlar diye
isimlendirmişlerdir. Bunlar, haddizatında kendi aralarında farklılık gösterirler.
Bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı da şerlidirler. Hayırlı olanlar, mü'min
cinler, şerli olanlar ise, cinlerin kâfirleri ile şeytanlarıdır. Felsefecilerin
halefleri, bu ruhların kendi kendine kâim olan, bir mekân işgal etmeyen, bir
mekâna hulul etmemiş olan cevherler olduğunu; bunların kadir, âlim ve
cüz'iyyatı idrâk eden varlıklar olduklarını; insan nefislerinin bunlarla
münasebet kurmalarının semavî ruhlarla münasebet kurmalarından daha kolay
olduğunu; fakat insan nefisleri (nufûs-u natıka) için, yerdeki ruhlarla
münasebete girmeden dolayı olacak kuvvetin, bu ruhlar için semavi ruhlarla
münasabete girmeleri sebebiyle meydana gelecek kuvvetten daha zayıf olduğunu;
ama yerdeki ruhlarla münasebete girmesinin daha kolay oluşunun yerdeki ruhlarla
nufûs-u natıka (insan ruhları) arasındaki münasebetin daha kolay olmasından
dolayı, bir de bu iki kısım ruh arasındaki benzerlik, nufüs-u natıka ile semavî
ruhlar arasındaki benzerlikten daha ileri ve daha güçlü olmasından dolayı
olduğu; semavi ruhlarla münasebet kurmadan doğan kuvvetin daha fazla oluşunun
semavi ruhların yerdeki ruhlara nisbetle, güneşin güneş ışığına; denizin
damlaya, padişahın idaresindeki kimselere nisbeti gibi olmasından dolayı
olduğunu söylemişlerdir. Bu felsefeciler sözlerine devamla şöyle demişlerdir:
Bu şeylerin varlığına dâir ezici aklî bir delil bulunmasa dahi ihtimal
dahilinde ve mümkün bir şey olması imkansız değildir. Sonra şüphesiz sanat ve
tecrübe sahibi kimseler bu yerdeki ruhlarla ilgi kurmanın, rukye, tütsüleme ve
tecrid etme gibi kolay yollarla temin edildiğini müşahede etmişlerdir. İşte
sihrin bu çeşidine "azâim" ve "cinleri emir altına alma"
denir.
[283]
Sihrin dördüncü
çeşidi, tahayyülat ve gözbağcılığıdır. Bu gözbağcılığı birkaç mukaddimeye
(öncüle) dayanır:
a) Gözün
yanılması pek çoktur. Çünkü gemiye binen kimse kıyıya baktığında, geminin
durduğunu, kıyının ise hareket ettiğini zanneder. Bu da duran cismin hareket
ediyormuş gibi, hareket eden cismin de duruyormuş gibi göründüğünü gösterir.
Yağan yağmur dikey bir çizgi gibi görünür. Çok hızlı döndürülen fitil, dâire
gibi görünür. Üzüm tanesi su içinde armut kadar büyük görünür. Siste küçük adam
büyük görünür. Güneş yuvarlağını, doğduğu esnada büyük gösteren yeryüzünün
buharıdır. Güneş ufuktan ayrılıp yükseldiği zaman küçülür. Büyük olan bir şeyin
uzaktan küçük görünmesi ise, iyice belli olan bir durumdur. Bütün bu şeyler
akit, arızî bazı sebeplerden ötürü gözün bir şeyi olduğu halin aksine gördüğü
neticesine götürür.
b) Görme
kuvveti, hissedilen varlığı belli bir vakit içerisinde idrak ettiği zaman ancak
tam olarak vâkıf olabilir. Ama gerçekten son derece kısa bir za-, man içinde
hissolunan birşeyi idrâk edip, bundan sonra bir başka varlığı idrâk ederse, o
bu durumda gördüğü şeyleri birbirine karıştırır ve idrâk ettiği çeşitli
varlıkları birbirinden ayıramaz. Bu böyledir, çünkü değirmen taşı, merkezinden
etrafına doğru muhtelif renklerden birçok çizgiler çizilip sonra da
döndü-rülürse, göz onu sanki bütün bu renklerden meydana gelmiş tek bir renkte
gibi görür.
c) Akıl
birşey ile meşgul olduğu zaman çoğu defa bu meşgul olduğu şeyi hissetmesinin
yanında bir başka şey vardır. Fakat kesinlikle onu da hissettiğinin farkına
varmaz. Nitekim insan sultanın yanına girdiği zaman, bazan ona başka biri
rastlar hatta onunla konuşur da, onu kalbi başka birşeyle meşgul olduğu için,
ne onu tanır ne de söylediğini anlar. Aynaya bakan kimse de, bazan gözündeki
çöpü görmek istediğinde onu görür, fakat yüzünde, alnında veya aynartın
karşısında olan diğer azalarında bundan daha büyük birşeyi göremez. Yine bazan
insan, aynanın yüzeyinin düz olup olmadığını anlamak istediğinde, aynanın
içinde görünen varlıkları göremez. Bu mukaddimeleri (ön bilgileri) iyice
kavradığın zaman, bu çeşit sihrin hasıl olduğunu tasavvur etmen kolay olur. Bu
böyledir, çünkü mahir hokkabaz kendisine bakanların zihnini meşgul edecek bir
iş ortaya koyarak nazar-ı dikkatlerini ona çevirir, böylece onları bu şeye
daldırır, artık onların bakışları sadece ona yönelir. Hokkabaz bu esnada bir
başka şeyi çok süratli olarak yapar, bu iki iş farklı olduğu için ikincisi
gizli kalır. İki şeyden birisi onların birinci işle meşgul olmaları, ikincisi
ise, ikinci işi çok hızlı bir biçimde yapmadır. Bu durumda onlartn
görebildikleri şeyden başka diğer bir şey ortaya çıkar ki insanlar buna çok
şaşarlar. Şayet bunu yapan kimse sussa, akıllan yapmak istediği şeyin aksine
döndürmek için birşeyler söylememiş olsa,düşünce ve akıllar onun ortaya koymak
istediği şeyden başkasına yönelmese, o hokkabazın yaptığını seyredenler
mutlaka işi anlarlar. İşte insanların, "Hokkabaz, insanların gözünü
bağladı" sözlerinden murad da budur. Çünkü gerçekte bu kimse dikkatleri,
hile yaptığı işten başka birşeye çevirir. Onun gözleri, ve zihinleri bağlaması
ve bunları maksadından başka birşeye çekişi ne kadar kuvvetli olur ise, bu
işinde o ntsbette mahir olmuş olur. Goz için bir nevi bozukluk ifâde eden bu
durumlar ne kadar güçlü olur ise, bu kabil iş de o kadar güzel olur. Mesalâ,
gözbağcılığı yapanın çok aydınlık bir yerde oturması gibi. Bu aydınlık yere
bakmak göze bir kusur ve bozukluk peydah eder. Çok karanlık yer de böyledir.
Çok güzel ve parlak olan renkler de, göze ona bakarken bir bozukluk ve kusur
verir. Koyu renkler de böyledir. Görme gücü bu gibi şeylerin gerçek hallerine
pek az vakıf olur. İşte sihrin bu çeşidi hakkında söylenecek sözün hülâsası
budur.
[284]
Sihrin beşinci çeşidi,
bazan geometrik (hendesî) oranlara göre ve bazan da çeşitli sanat hilelerine
göre yapılmış aletlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkar-tılan.insanı şaşırtan
işlerdir. Meselâ birbirleriyle döğüşen, biri diğerini öldüren iki süvari gibi;
elinde borazan bulunan ve bir at üzerinde olan, gündüzün her saati geçtiğinde
hiç kimse ona dokunmadığı halde borazanını çalan süvari (heykeli) gibi. Yine
bu cümleden olarak Rumların, Hindlilerin çizmiş oldukları ve bakanların onun
resim mi insan mı olduğunu ayırdedemedikleri resimler vardır. Hatta onlar
ağlayan ve gülen resimler çizerler. Hatta onlar bundan da öteye sevinç, utanç
ve alay ifâde eden gülmeleri dahi birbirinden farklı yaparlar. İşte bütün
bunlar, insanın muhayyilesini aldatan ince işler cümlesindendir. Fi-ravun'un
sihirbazlarının sihri de bu çeşittendir. Saatlerin yapısı da bu babtan-dır. Bu
konuya ağır yükleri kaldırma, çekme ilmi de (Cerru'l-Eskal) buraya dahildir. Bu
da çok büyük ağırlıkları hafif ve basit aletlerle çekmektir. Bunun hakikatte
sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen in-hakikatte
sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen pek ince
sebepleri vardır. Kim onları bilir ve öğrenirse bu işleri yapabilir. Fakat
bun-diğer insanlar bunu sihir sanmışlardır.
Erci'yânus
el-Mûsîkâr'ın eski Kudüs kilisesini yenilerken yaptığı şey de bu türdendir. Bu
şöyle olmuştur: Birgün bu şahıs çölden geçerken Berâsil kuşlarının
yavrularından bir yavru görür. Bu kuş uçan, şefkatli ve hazin hazin Öten diğer
Berâsil kuşlarından farklı bir kuştu. Diğer kuşlar ona güzel zeytin taneleri
getirip onun yanına bırakıyorlar, o da ihtiyaç hissettiğinde bir kısmını yiyor,
kalanları bırakıyordu. Bu zat bunu görerek, bu yavrunun halini düşündü ve bunun
diğerlerinden farklı olan ötüşünde bir nevi sızlanma ve merhamet dileme
bulunduğunu, bu yüzden diğer kuşların ona acıyıp yiyecek getirdiğini anladı.
Böylece bu kuşun ötüşüne benzer ses çıkaran hassas bir âlet yaptı. Rüzgar bu
alete vurduğu zaman aynı sesi çıkarıyordu. Bu,çok tecrübe ederek yaptığı
âletin iyi olduğunu anladı. Böylece o kuşlar tıpkı o yavruya getirdikleri
gibi, aletin yanına da zeytinler getirdiler. Çünkü kuşlar orada kendi
cinslerinden bir yavrunun bulunduğunu sanıyorlardı. Adam istediğini elde edin-1
ce, kurban kesti ve eski Kudüs kilisesine yöneldi ve bu kilisenin işlerine ba-
aytnın ilk gecesinde
defnolunduğunu öğrendi. Böylece bu Berâsil kuşu şeklinde içi boş, camdan bir
heykel yaparak bunu o kilisenin tepesine dikti ve yaptığı heykelin üzerine de
bir (küçük) kubbe yaparak, halka o kubbeyi ağustos ayının ilk gecesinde
kaldırmalarını emretti. Böylece o zaman bu heykele rüzgârın gelmesi sebebiyle o
Berâsil kuşu gibi ses çıkarmaya başladı. Berâsil kuşları her gün o kubbeyi
dolduracak kadar zeytin getirmeye başladılar. Halk da bunun orada gömülü olan o
zâhid zatın kerametinden olduğuna inandı. Sihrin bu türüne, burada izah edilmesi
uygun düşmeyen pekçok çeşitler girer.
[285]
Sihrin altıncı çeşidi,
ilaçların özelliklerinden istifâde edilerek yapılan sihirlerdir. Mesela
insanın yemeğine, aklı uyuşturan bazı ilaçların konulması, sarhoş edici
uyuşturucuların katılması. Mesala eşeğin beyni gibi... İnsan eşek beyni
yediğinde salaklaşır ve zihni azalır. Bil ki bu özellikleri inkâr etmeye imkân
yoktur. Çünkü mıknatısın eseri gözle görülmektedir. Ne varki insanlar bu hususa
fazla ehemmiyet verip doğruyu yalana, bâtılı hakka karıştırmışlardır.
[286]
Sihrin yedinci çeşidi
kalbi bağlamaktır. Bu da sihirbazın İsm-i Â'zam duasını bildiğini, cinlerin
kendisine itaat edip pek çok işte kendisine boyun eğdiklerini iddia etmesidir.
Onun bu sözlerini dinleyen kimse zayıf akıllı ve temyiz kabiliyeti olmayan
birisi olduğunda, bunların gerçek olduğuna inanır ve kalbi buna bağlanır
(aldanır). Böylece bu kimsede bir çeşit korku ve çekingenlik hasıl olur. Korku
meydana geldiğinde hissî kuvvetleri zayıflar, böylece de sihirbaz o zaman ona
istediğini yapabilir. Bu işleri deneyen, ilim ehlinin durumlarını bilen bir
kimse, işleri yaptırma ve sırları gizleme hususunda kalbin bağlanmasının pek
büyük tesirleri olduğunu anlar.[287]
Sihrin sekizinci
çeşidi şudur: Koğuculuk ve kışkırtmacılık gibi şeylere gayret etmek de, lâtif
ve ğizti şeylerdendir. Bu, insanlar arasında yaygındır. İşte bütün bu
saydıklarımız sihrin kısımları, çeşitleri ve bölümleri hakkında söylenen
sözlerdir. Allah en iyisini bilir.
[288]
Dördüncü mesele,
müslümanların bu çeşit sihirlerin mümkün olup olmaması hakkındaki görüşleri
hakkmdadır. Mutezile, hayaller cinsinden olan, yiyeceklere uyuşturucu bazı
ilaçların katılması ve kışkırtma ile
nemime yoluyla yapılan
çeşitler dışındaki diğer sihir çeşitlerinin imkânsız olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. İlk beş çeşidi kabul etmemişler, hatta bunları kabul edip de
olabileceğini söyleyenleri kâfir saymışlardır.
Ehl-i Sünnet ise,
sihirbazın gökte uçmaya, insanı eşeğe, eşeği insana çevirebileceklerini
söylemiştir. Ne var ki onlar şöyle de demişlerdir: Sihirbaz kendi özel duasını
ve belirli kelimelerini okumaya başladığında meydana gelen şeylerin yaratıcısı
Allah'dır. Bu hususta feleklerin ve yıldızların tesiri yoktur."
Felsefeciler, yıldız
falına bakanlar (müneccimler) ve Sabiîler (yıldıza tapanların sözleri,
yukarıda geçtiği gibidir. Alimlerimiz Sabitlerin görüşlerinin bozukluğuna söyle
diyerek delil getirmişlerdir: "Bu alemin sonradan yaratılmış olduğu
sabittir. Bu sebeple onun yaratıcısının herşeye kadir olması gerekir. Aklın,
makdûr (yaratılmış, güç yetirilmiş) olduğuna hükmettiği şeyin, mümkün olduğu
için ancak yaratılmış olması gerekir. Mümkin olma, her müm-kin varlık hakkında
müşterek bir vasıftır. O halde bütün mümkinât Allah'ın kudreti
dahilindedirler. Bu varlıklardan herhangibiri başkabirşey sebebiyle var olsaydı
bu, o sebebin, Allah'ın kudretinin bu varlığa taalluk edip bunu
yarat-masını,izale etmesini (mâni olmasını) gerektirirdi. Binaenaleyh sonradan
olan bu şey, Allah'ın âciz olmasına sebeb olmuş olurdu ki bu imkânsızdır.
Böylece Allah'ın kudreti olmaksızın, hiçbir mümkin varlığın meydana
gelemeyeceği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğunu kabul ettiğimizde
Sabitlerin söyledikleri her-şey bâtıl olur."
Yine alimlerimiz şöyle
demişlerdir: "Bu şeyler sabit olunca biz, sihirbazların sihir yaparken,
âdeti icra etmek (şartlarını yerine getirmek) suretiyle bu harikulade hallerin
meydana gelmesinin imkânsız olmadığını iddia ediyoruz." Alimlerimiz sihrin
bu çeşitlerinin olabileceğine Kur'an ve hadisten de delil getirmişlerdir.
[289]
Kur'an'dan
getirdikleri deliller, Allah'ın şu ayetindeki şu buyruğudur:
"Onlar bununla
Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezler" (Bakara,
ıo2).Ayetteki istisna sihir sebebiyle bazı neticelerin meydana gelebileceğini
gösterir.
Hadisten delil, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den mütevatir ve âhâd yollarla gelmiş olan şu hadislerdir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e büyü yapıldığına ve bu büyünün Hz. Peygamber'in:
"Söylemediğim ve yapmadığım şeyi söylemişim ve yapmışım gibt bana
ge/fyor"[290] demesine sebeb olacak
kadar O'na tesir ettiği rivayet edilmiştir. Yine bir yahudi kad; un Hz.
Peygamber (s.a.s)'e sihir yaptığı ve bu sihri bir kuyunun dibindeki taşın
altına koyduğu, bu sihir bulunup çıkarılınca, Hz. Peygamber (s.a.s)'e arız olan
halin gittiği, bu sebeple de Felâk ve Nâs surelerinin nazil olduğu rivayet
edilmiştir.
b) Bir kadın
Hz.Aişe (r.a)'ye gelerek:"Ben sihir yapan bir kadınım. Ben de tevbe
edebilir miyim?" dedi. Hz.Aişe (r.a): "Yaptığın sihir nedir?"
diye sorunca o şöylededi:"Sihir ilmini elde etmek için Babil'de Harût ile
Marufun bulunduğu yere vardım. Onlar bana: "Ey Allah'ın kulu, dünyevî
işlerden dolayı ahiret azabını tercih etme" dedilerse de ben direttim.
Bunun üzerine onlar bana: "Git ve şu külün üstüne bevl et" dediler,
ben de bunun için gittim, fakat kendi kendime düşünüp "Ben bunu
yapmayayım" dedim ve onlara gelerek, "Yaptım" dedim, onlar da
bana "Yapınca ne gördün" dediler, ben "Hiçbir-şey görmedim"
dedim. Bunun üzerine onlar bana, "Allah'dan kork, daha işin basındasın
yapma" dedilerse de ben direttim. Onlar tekrar bana, "Öyle ise git ve
söylediğimizi yap" dediler. Ben de gittim yaptım" Böylece sanki yüzü
demirden bir miğferle örtülü bir süvari fercimden çıkarak gökyüzüne yükset-di.
Bunun üzerine ben Harût İle Marût'a gelerek durumu onlara haber verdim. Onlar,
"İmanın senden çıktı. Artık iyi sihir yaparsın " dediler. "Bu
iyi sihir nedir?" diye sordum, onlar: "Herhangi birşey istediğinde ve
hayâl ettiğinde o olacak" dediler. Ben de içimden bir buğday tanesi hayal
ettim, bir de baktım ki bir buğday tanesi karşımda. Ona "Ekil"
dedim,ekildi, derhal anında bir başak oldu. Ona, "Un ol" dedim, un
oldu; "ekmek ol" dedim, ekmek oldu.
“Kendi kendime
tasavvur ettiğim herşey anında olur” dedi. Hz. Aişe (r.a.) ona “Senin tevben
yoktur” dedi.
c) Alimler
bu konuda çok hikayeler nakletmişlerdir. Bunlar
çok bilinen şeylerdir.
[291]
Mû'tezile sihri inkâr
sadedinde birkaç delil getirmişlerdir.
1) Cenâb-t
Hak: "Sihirbaz ise nerede olsa felah bulmaz "(Taha, 69)
buyurmuştur.
2) Cenâb-ı
Allah, Hz.Peygamber (s.a.s) hakkında müşrikler,
"Zalimler siz
ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz " dedffer"(Furkan,8)diye
nakletmiştir. Eğer Hz.Peygamber (s.a.s) gerçekten büyülenmiş olsaydı, o
zalimler bu sözlerinden ötürü kınanmayı haketmez-lerdi.
3) Eğer
sihrin bu gibi çeşitleri caiz olsaydı, mu'cize ile sihir birbirinden nasıt
ayırdedilebilirdi.
Sonra Mû'tezile şöyle
demiştir: "Bu deliller yakînî ve kesin delillerdir. Sizin bu konuda ileri
sürdüğünüz hadisler âhâd haberlerdir. Bu sebeple bu haberler, bizim
delillerimize karşı koyamazlar."
[292]
Sihri Öğrenmenin çirkin
ve mahzurlu olmadığı hakkındadır.
Muhakkik ulemâ, bu
hususta ittifak etmişlerdir. Çünkü ilim, zâtı gereği güzel bir şeydir. Ve
yine, Cenâb-ı
Hak: "De ki:
Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zumer, 9) buyurmuştur. Çünkü, şayet
bilinmeseydi, sihir ile mucizenin arasını ayırmak mümkün olmazdı. Mucizenin
mucize olduğunu bilmek, vâcibtir; vacibin kendisine dayanmış olduğu şey de
vâcibtir. Bu da, sihir ilmini bilmenin vâcib olmasını gerektirir; vâcib olan
şeyi se, nasıl çirkin ve haram olur?
[293]
Sihir yapan kimsenin
bazan kâfir olup olmadığı hakkındadır.
Fukanâı sihirbazın
kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hz.Peygamber (s.a.s)'den
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
''Kim bir kâhinin veya
arrafa gelir de, onların herhangi bir sözünü tasdik ederse, o kimse
Hz.Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur"[294] Bil
ki, yıldızların bu âlemi idare ettiğine ve bu âlemde meydana gelen hadiselerin,
hayır ve serlerin yaratıcısı olduğuna İnanan kimsenin mutlaka kâfir olduğu hususunda,
ümmet arasında bir anlaşmazlık yoktur. Bu, birinci çeşit sihirdir.
İkinci çeşit sihre
gelince, bu kişinin, saflık ve kuvvet hususunda insan ruhunun cisimleri,
hayatı, kuvveti, kudreti yaratmaya, bünyeyi ve şekli değiştirmeye muktedir
olacak bir noktaya varabileceğine inanmasıdır. Görünen odur ki, ümmet yine
böyle birinin kâfir olacağı hususunda ittifak etmiştir.
Üçüncü çeşit sihre
gelince, bu sihirbazın saflıkta, rukye okumasında ve bazı ilaçlar tütsülemede,
onun bu fiillerini müteakip âdete göre Allah'ın cisimler, hayatı ve aklı
yaratacağı bünyeyi ve şekli değiştirebileceği bir noktaya bazan ulaşabileceğine
İnanmasıdır. İşte burada Mu'tezile, böylesi bir sihrin olabileceğini kabul
eden kimselerin küfre nisbet edildiği hususunda ittifak ederek, şöyle demiştir:
"Çünkü bu inançta
olan kimsenin, bu inancıyla beraber peygamberleri ve resulleri tasdik etmiş
olması imkânsızdır."
Bu, zayıf bir
görüştür. Çünkü, bir kimse şöyle diyebilir: İnsan, şayet peygamberlik
iddiasında bulunsa ve bu davasında yalancı olsa, herhangi bir karışıklığa
meydan vermemek için, Allahu Teâlâ'nın bu tür şeyleri böyle insanların elinde
izhâr etmesi caiz değildir. Ama kişi peygamberlik iddia etmediği zaman Allah da bu tür şeyleri de onun elinden izhar
ettiğinde, bu durum herhangi : - karışıklığa sebebiyet vermez. Çünkü, hakta
olan bâtıla bağlanmış kimse-aen, peygamberliği iddia etmesi yanında butür
şeylerin onun yanındameydana gelmiş olması; yine peygamberliği iddia etmiş
olmasına rağmen, bâtıla -ağlanmış kimse için bu tür şeylerin meydana gelmemiş
olması sebebiyle ayrılır.
Zikretmiş olduğumuz
sihrin diğer çeşitlerine gelince, bunların küfür olma-z ğmda şüphe yoktur. Buna
göre şayet, "Yahudiler Hz.Süleyman (a.s)'a sihri nisbet ettiklerinde,
Cenâb-ı Hak Hz.Süleyman (a.s)'ı bundan tenzih etmek için: "Süleyman kâfir
olmamıştır" (Bakara, 102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür
olduğunu gösterir.
Keza, Allahu Teâlâ:
Takat şeytanlar, insanlara sihri öğretmek suretiyle olmuşlardı" (Bakara,
102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür anasını gerektirir. Yine
meleklerden, onların: "Btz bir imtihanız, fitneyiz; binaenaleyh kâfir olma
!'' demedikleri sürece hiç kimseye sihri öğretmedikten naklolunmuştur ki, bu da
sihrin mutlak manada küfür olduğunu gösterir" denilirse, biz deriz ki,
hali hikâye etmenin doğruluğu hususunda tek bir misâ kâfidir, bu sebeple sen bu
misâli yıldızların ilâh olduğuna inanan kimsenin sihrine hamlet!...
[295]
Yedinci mesele
sihirbazların öldürülmesinin vâcib olup olmadığı hususundadır. Birinci çeşit
sihre gelince, ki bu yıldızların, alemi idare eden ilâhlar olduğuna
inanmaktır.
İkinci sihre de
getince, ki bu da sihirbazın cisimleri, hayatı, kudreti, a-yaratmaya ve
şekilleri bir araya getirmeye kadir olduğuna inanmasıdır, bunların kâfir
oldukları hususunda şüphe yoktur. Müslüman böyle bir inanç içinde sihir
yaptığında, tevbe etmesi istenen mürted gibi olur. Eğer bunda ısrar ederse,
öldürülür. İmâm Mâlik, Ebu Hanife'den, böylesi insanın tevbesinin kabul
otu-namıyacağını rivayet etmiştir. Bizim delilimiz olarak deriz ki, o kimse
müslü-mandır. Dolayısıyla Hz.Peygamber (s.a.s)'in, "Biz zahire göre
hükmederiz" hadisinden dolayı o kimsenin müslüman olduğu kabul edilir.
Üçüncü çeşit sihre
gelince, ki bu insanın Allahu Teâlâ'nın bazı "rukye" (okunup üflenen
dualar) ierin okunması ve bazı ilâçların tütsülenmesi esnasında cisimleri,
hayatı yaratmakla; şekil ve görünüşleri değiştirmekle ilgili kendi âdetini icra
ettirdiğine inanmaktır. Böylece sihirbazın bu yolla yeni maddeler, hayat ve
hitkatt değiştirmeye güç yetirebileceğine inanmasıdır, biz Mu'tezi-le'den,
şöyle diyerek bunu küfür saydıklarını zikretmiştik.
Çünkü bu inançla
beraber mu'cize vasıtasıyla peygamberlerin sıdkına istidlalde bulunmak mümkün
olmaz. Onların bu görüşü zayıftır; çünkü onlara cevaben şöyle denilir: Bu ikisi
arasındaki fark şudur: Peygamberlik iddia eden kimse, eğer davasında doğru
olursa; Allah o kimseye bu tür şeyleri yapma imkânı verir. Eğer davasına
yalancıysa, bu tür şeyleri yapabilmesi onun için mümkün olmaz. İşte böylece
aralarındaki fark ortaya çıkmış olur. Böyle birinin kâfir olmadığı ve böyle
bir sihrin de yapılmasının mümkün olduğu sabit olunca; sihrin bu çeşidiyle
ilgili olarak sihirbaz bir sihir yaptığında, sen bir düşün!.. Eğer o, yaptığı
şeyin mubah olduğuna inanıyorsa, kâfir olur. Çünkü o, mahzurlu şey hakkında
mubah diye hüküm vermiştir. Eğer o yaptığı şeyin haram olduğuna inanırsa,
Şafiî'ye göre bunun hükmü, cinayetin hükmü gibidir. Eğer o kimse, ben sihir
yaparım; benim sihrim de genelde öldürür, derse, o kimseye kısas uygulamak
vâcib olur. Eğer, ben sihir yaparım; sihrim de ba-zan öldürür, bazan da
öldürmez, derse, bu "şibh-i amd" (kasta benzer bir şekilde) olur.
Eğer, ben başkası için sihir yaptım, ama ona rastgeldi derse, bu da bir hatadır
(hataen öldürmedir); hüküm hafifletilerek, o kimsenin malın-dan diyet almak
vâcib olur. Çünkü bu vücûb, o kimsenin ikrarıyla sabit olmuştur. Ancak
"ikilenin (diyetini verebilecek akrabaların) bunu tasdik etmesi durumu
müstesna...Bu durumda diyet, onun "âkıle"sine gerekir. Şafiî
(r.a.)'nin görüşünün genişçe izahı budur.
Hasan ibn Ziyâd'ın
İmam Muhammed den rivayet ettiğine göre, Ebu Ha-nife şöyle demiştir:
"Bir kimsenin
sihirbaz olduğu bilindiği zaman, sihirbaz olan o kimse öldürülür. Ondan tevbe etmesi
istenmez; onun ben tevbe ettim ve sihirden vazgeçtim, demesi de kabul edilmez.
O, kendisinin sihirbaz olduğunu ikrar ettiğinde kanını akıtmak helâl olur. Eğer
iki şahit onun sihirbaz olduğuna şe-hadet ederler veyahut da onu sihirbaz
olduğu bilinecek bir sıfatla nitelerlerse, o kimse öldürülür ve tevbe etmesi
istenmez. Eğer: "Ben bir kere sihir yaptım, ama şu zamandan beri
yapmıyorum" diye ikrarda bulunursa onun bu sözü kabul edilir ve o kimse
öldürülmez.
Muhammed İbn Şücfl,
Ali er-Razî'nin şöyle dediğini nakietmiştir; Ebû Yûsuf'a Ebû Hanîfe'nin
sihirbaz hakkındaki, "öldürülür; onun tevbe etmesi istenmez, o mürted
menzilesinde değildir" şeklindeki sözünü sorduğumda Ebû Yûsuf şu karşılığı
verdi: "Sihirbaz küfrüyle beraber, yeryüzünde fesad çıkarmıştır. Böyle
olan kimse de birisini öldürdüğünde Öldürülür."
a) Bizim
âlimlerimiz (Şafiî âlimleri), bu tür sihrin küfür olmadığı, bunun bir fısk
olduğu; eğer bu başkasına karşı işlenmiş bir cinayet olmazsa, hak olan şeyin,
yukarda tafsilatıyla anlatmış olduğumuz şey olduğu hususuyla ihticâc
etmişlerdir.
b)
Yahudilerin sihirbazları öldürülmezler. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s)'e Lebîd İbn
A'sam denilen bir yahudi ile Hayber yahudilerinden olan ve kendisine Zeyneb
denilen bir kadın sihir yapmışlardı. Ama, Hz. Peygamber (s.a.s) onları
öldürmemiştir. Bu sebeple Hz.Peygamber (s.a.s)'in:
"Müslümanlann
lehine olan, onlarında lehinedir; müslümanların aleyhine olan, onların da
aleyhinedir" buyurmuş olmasından ötürü mû'minin de böyle olması gerekir.
Ebû Hanife (r.a) görüşüne akım haberleri delil olarak getirmiştir.
a) Nafi'nin
Abdullah ibn Ömer'den rivayet ettiğine göre, bir cariye Hafsa (r.a)'ya büyü
yapmış idi. Onlar cariyeyi yakaladıklarında, cariye büyü yapmış olduğunu itiraf
etmişti. Böylece hem (Abdullah Ibn Ömer) Abdurrahman ibn Zeyd'e emrettim de, o
da onu öldürdü... Bu olay Hz.Osman (r.a)'a ulaşınca. ı Hz.Osman (r.a) bunu
yadırgadı. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a), ona gelerek, cariyenin durumunu
anlattı. Hz.Osman (r.a) sanki, o cariyenin İbn Ömer'in izni olmadan öldürüldüğünü
sandığı için, bunu yadırgamıştı.
b) Amr İbn
Dinar'ın şu rivayetidir: Hz.Ömer (r.a)'den, "Her sihirbaz erkek ve kadını
öldürünüz" diyen bir mektup geldi. Bunun üzerine biz üç sihirbaz kadını
öldürdük.
c) Ali ibn
Ebi Talib şöyle demiştir: Arrâflar, Acemlerin kâhinleridir. Kim bir kâhine,
onun söylediğine inanmak niyetiyle varırsa, şüplesiz o kimse, Alla-hu Teâlâ'nın
Hz.Muhmmed (s.a.s)'e indirmiş olduğu şeyden uzaklaşmış olur.
Bunlara şöyle cevap
verilir: Öldürülen sihirbazlar, belki de kâfir idi...Çünkü, durumu nakletmenin
doğruluğu hususunda tek bir misâl kafidir...
Sihrin diğer
çeşitlerine gelince, ki ben çeşitti göz bağcılığı, çeşitli hayallere ve
hendesî nisbetlere göre yapılmış acayip aletlerle icra edilen sihirbazlığı
kastediyorum. Yine hüküm çeşitli korkular vehmini veren, tedirginliğe
sevke-den, böylece kalbinde zayıflık olan kimseleri bu konuda kesin itikada
sürükleyen, insanları birbirlerine karşı kışkırtan, söz taşıyan; insanların
arasına ayrılık düşürmek için çalışıp çabalayan ve yazdığı şeyin "ism-i
A'zam" dan olduğu vehmini veren kimseler hakkında da hüküm böyledir, işte
burada sayılan sihrin bütün çeşitleri küfür değildir. İnsanların evlerine
kirli şeyleri gömme hususundaki hüküm de böyledir. Aynı şekilde, bunu cinlerin
yaptığı vehmini verme hakkındaki hüküm de böyledir. Çeşitli yiyeceklere
uyuşturucu katan kimse hakkında da, durum aynıdır; çünkü bu hususlara ait
herhangi bir şey küfür noktasına varmaz ve bu öldürme cezasını kesinlikle icab
ettirmez. İşte sihir konusunda umumi olarak söylenebilecek söz budur. Allah
kullarına yeten ve onları koruyandır. Biz şimdi yine, tefsirimize dönelim.
Allahu Teâlâ'nın:
"Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmeleri sebebiyle, kâfir
oldular" sözüne gelince âyetin zahiri, insanlara sihri öğretmiş olmalarından
ötürü, onlann kâfir olmuş olmalarını gerektirir. Çünkü bir hükmün vasfa
terettüb etmesi, o vasfın illet olduğunu gösterir. Küfür olmayan şeyi öğretmek
ise, küfrü gerektirmez. Binaenaleyh, âyet, sihri öğretmenin ve sihrin küfür olduğuna
delâlet etmiş olur.
Bunu kabul etmeyen
kimseler, şöyle diyebilirler: Biz, bir hükmün vasfa dayanmasının, o vasfın o
hükmün illeti olduğu hususunu kabul etmiyoruz. Tam aksine mânâ, onlar kâfir
oldular; buna rağmen, insanlara sihri öğretiyorlardı, şeklindedir. Buna göre
şayet bu müşkil bir meseledir; çünkü Atlahu Teâlâ, âyetin sonunda iki meleğin
de insanlara sihri öğrettiklerini haber vermiştir. Şayet sihri öğretmek küfür
olsaydı, iki meleğin de küfre nisbet edilmesi gerekirdi. Halbuki, bütün
meleklerin masum olduğu sabit olduğu için, bu caiz değildir.
Ve yine siz,
"Sihir olarak isimlendirilen her şeyin küfür olmadığına işaret
etmiştiniz" denilirse, biz deriz ki, müşterek lâfız, ihtiva ettiği bütün
müsem-mâları hakkında umumî değildir. Buna göre biz, küfür diye adlandırılan bu
sihri, sihir diye adlandırılan birinci nev'e hamlederiz ki bu, yıldızların ilâh
olduğuna inanmak, mucizeleri ve harikulade halleri ortaya koymak hususunda
yıldızlardan meded ummadır. İşte bu sihir nev'i, küfürdür: Şeytanlar da, diğer
kısımları değil, bu tür sihri yaptıkları için ancak kâfir olmuşlardı.
[296]
"İki melek" ifâdesine gelince, biz
bu iki meleğin bu çeşit sihri öğrettiklerini kabul etmiyoruz. Aksine, belki
onlar Cenâb-ı Allah'ın: İnsanlar o İki melekten, kendisiyle karı kocanın
arasını ayıracakları şeyleri öğreniyorlardı" âyetinde de beyan edildiği
gibi, diğer sihir çeşitlerini öğretiyorlardı. Yine, onların bu çeşit sihri
öğrettiklerinin kabul edilmesi halinde bile, bu sihri öğretmek ancak, onu
öğreten, öğrenen kimsenin onun gerçek ve hakikat olduğuna inanmasını istemek
gayesiyle öğretirse, küfür olur. Sihirin zararından sakınmak için sihir
öğrenmeye gelince, bunu öğrenmek küfür değildir. Meleklerin öğretmesi, Cenâb-ı
Allah'ın o iki melekden bahsederken: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyiz;
binaenaleyh kafir olma! demedikçe hiç kimseye sihir öğretmiyorlardı"
buyurduğu gibi, mükellefin sakınması için olmuştur. İnsanlara sihri öğreten
şeytanlara gelince, bunların maksatlarının bu tür şeylerin hak olduğuna inanmak
ve inandırmak olduğudur. Böylece, iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
[297]
Nafi, ibn Kesir, Asım
ve Ebû Amr, kelimeşini şeddeli olarak
kelimesini de nasb ile ; diğerleri de, kelimesini şeddesiz ve kelimesini
de ref ile okumuşlardır. Her iki okuyuş şeklinde de mana aynidir.Enfâi
suresindeki, Fakat, Allah attı... "(Enfal. 17) ve "Fakat Allah
öldürdü.."(Enfal, 17) âyetlerinde böyledir. Muhtar olan görüş, atıf vâvı
ile okunduğunda şeddeli olması,
okunduğunda da şeddesiz okunmasının daha güzel olduğudur. Bu ayette,
tercihe şayan olan vecih şudur: j& şeddesiz olarak okunursa atıf o-tur,
söze bitişik olduğundan atıf vâvına gerek kalmaz. Ama şeddeli okunursa atıf
olmaz; çünkü edatı gibi amel etmektedir.
[298]
Cenâb-ı Allah'ın:
"Bahirdeki iki meleğe, Hârût'a ve Marût'a indirileni.' sözüne gelince, bu
âyette bazı meseleler vardır:
[299]
ifâdesindeki hakkında
iki vecih vardır.
a) Bu,
mânasınadır.Bu görüşte olanlar.üç değişik görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) Bu
kelime, kelimesine matuftur. Mâna, buna göre şöyledir: Onlar insanlara sihri ve
aynı şekilde o iki meleğe indirilmiş olan şeyi öğretiyorlar...
2) Bu
kelime, ifâdesine atıftır. O zaman âyetin mânası şöyle olur: Onlar, Süleyman
(a.s)'ın mülküne iftira olarak şeytanların söyledikleri şeye ve o iki meleğe
indirilen şeye uyarlar..Çünkü sihirin bir kısmı küfürdür. Bu da şeytanların
okumuş olduğu sihir çeşididir; yine bir kısmı da, karı ile koca arasını
ayırmada müessirdir. Bu da, o iki meleğe indirilmiş olan sihirdir..Buna göre
Cenâb-ı Allah, sanki yahûdilerin her iki sihir çeşidini de yaptıklarını,
birisiyle yetinmediklerini haber vermiştir.
3) Bu 'nın
nahiv bakımından yeri, fâdesi üzerine atf olmak üzere, çerdir. Buna göre
âyetin takdiri şöyle olur: Süleyman'ın mülkü hususunda, bir de o iki meleğe
indirilen şey hususunda şeytanların yalan yere, iftira olarak söyledikleri
şeye...Bu Ebû Müslim (r.a)'in görüşüdür.
[300]
Bu zat, iki meleğe
sihir indirilmiş olduğunu kabul etmez ve bu görüşüne birçok yönden delil
getirir.
Birincisi:
Sihir, şayet onlara indirilmiş olsaydı, onu indirmiş olan Cenâb-ı Allah olurdu.
Bu ise caiz değildir; çünkü sihir, küfür ve abes ile iştigaldir. Bunu indirmek
Cenâb-ı Hakk'a uygun düşmez.
İkincisi:
"Fakat şeytanlar, İnsanlara sihri öğreterek kâfîr olmuşlardı"
ifâdesi, sihir öğretmenin küfür olduğunu
gösterir. Meleklerin,
sihir öğrettikleri sabit olursa, onların kâfir olmuş olmaları gerekir. Bu ise
bâtıldır.
Üçüncüsü: Peygamberlerin,
sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz olmadığı gibi bu, melekler hakkında
haydi haydi caiz değildir.
Dördüncüsü:
Sihir, ancak kâfirlere, fâsıklara ve inatçı şeytanlara izafe edilir. Cenâb-ı
Allah'ın nehyettiği ve ahiret azabıyla tehdidde bulunduğu bir şey Allah'a nasıl
nisbet edilir? Sihir, bâtılı hak gösteren bir şey değil midir? Allah'ın sünneti
ise onu ipal etmek şeklinde cereyan etmiştir. Nitekim Cenabı Atlah Hz.Mûsa
a.sj'nın kıssasında, "Sizin yaptığınız sihirdir; Allah onu mutlaka iptal
edecektir" (Yunus, bi) buyurmuştur.
Sonra, Allah kendisine
rahmet etsin, Ebû Müslim, bu âyetin tefsirinde mü-fessirlerin çoğunun
görüşünden farklt olan bir yol tutarak şöyle der: Şeytanlar sihri Hz.Süleyman
ondan uzak olduğu hâlde, Süleyman (a.s)'ın mülküne nisbet ettikleri gibi, o
iki meleğe indirilen şeyi de, onlara indirilen şey sihir olmaktan uzak olduğu
hâlde, sihre nisbet ettiler. Bu böyledir, çünkü o iki meleğe indirilen şey
şeriat, din ve hayra davet idi..O iki melek, insanlara, kendilerinin kabul
edilmek ve kendilerine tutunulmak üzere gönderilmiş olduklarını, "Biz
ancak bir imtihan vesilestyiz, binaenaleyh sen küfre girme" sözleriyle
te'kid ederek, sadece bunu öğretiyorlardı. İnsanlardan bir grup onların
söyediklerine tutunurken, diğer bir grub buna karşı çıkarak, bundan saptı.
Buna göre, nın mânası, "Onlar fitne ve küfürden, karı ile kocanın arasını
ayıracak miktarı öğreniyorlardı" olur. Ebû Müslim'in görüşlerinin izahı
budur.
b) edatı,
nefy (olumsuzluk) manasınadır. Buna göre kelime, ibaresine atfedilmiş olur.
Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: Süleyman kâfir olmadı ve o iki meleğe de
sihir indirilmedi. Çünkü sihirbazlar sihri Süleyman (a.s)'a nisbet ediyorlar ve
o sihrin Babil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeylerden olduğunu
iddia ediyorlardı.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah, her iki iddiaları hususunda
da onları reddetmiştir.
âyetindeki, da nefy ifâde etmektedir. Bunun mânası
şöyledir: "Onlar hiç kimseye bunu öğretmiyorlar; aksine, en şiddetli bir
biçimde insanları bundan nehyediyorlardı."
Cenâbı Allah'ın:
"Biz arcak bir imtihan vesi-lesiyiz demedikçe.." sözüne gelince,
buradaki kelimesi imtihan ve sınamak anlamlarına gelir. Âyetteki, sözü senin şu
sözün gibidir: "Ben falancaya, eğer şöyle yaparsan, sana şu isabet
eder" demedikçe. ona şunu emretmedim.." Yani, ben ona o şeyi
emretmedim, daha doğrusu onu ondan sakındırdım.
Bu görüşlerin hepsi
güzelse de, birinci görüş hepsinin en güzelidir. Çünkü normal olarak, sözünün
-ayrı bir delil bulunmadıkça- uzakta olan bir kelimeye değil de, yanıbaşındaki
kelimeye matuf olması gerekir.
Ebû
Müslim'in,"Eğer, o iki meleğe sihir indirilmiş olsaydı, bu sihri indiren
Cenâb-ı Allah olmuş olurdu" sözüne mukabil biz şöyle deriz: Bir şeyin
tavsif edilmesi, bazan onu yapmaya teşvik etmek, bazan da ondan sakındırmak gayesiyle
olur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Şeni, kötü bir niyetle değil, ama
ondan korunmak için öğrendim."
Ebû Müslim'in ikinci
olarak söylemiş olduğu "sihri öğretmek, Cenâb-ı Allah'ın: sözünün delaletiyle
küfürdür" sözüne karşı şöyle cevap veririz: Biz, bunun bir haldeki vakıayı
bildirdiğini, böyle bir şeyin doğruluğu hususunda da tek bir suretin
bulunmasının yeterli olacağını açıklamıştık. Buradaki bu şekit de şudur.
Şeytanların, yıldızların ilâh olduğunu söyleyen kimselere sihri öğretmekte
meşgul olması ve bunu öğretmekten maksatlarının da, bu görüşün hak olduğunu
ısbat etmek olduğudur.
Ebû Müslim'in üçüncü
olarak söylediği, "Peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz
olmadığı gibi, meleklerinki de caiz değildir" sözüne karşılık şöyle deriz:
Biz peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmiş olmalarının caiz olmadığını
kabul etmiyoruz. Çünkü sihrin öğretilmesinden maksadın, onun bâtıl olduğuna
dikkat çekmek olması da mümkündür.
O'nun dördüncü olarak
söylediği, "Sihir ancak kâfirlere ve inatçı şeytanlara izafe edilir; buna
göre Allah'ın yasakladığı bir şey, nasıl Allah'a izafe edilir?" sözüne
karşı deriz ki, amel ile öğretme arasında bir fark bulunmaktadır. Öyleyse,
onunla amel etmenin nehyedilmiş olması niçin caiz olmasın?
Onun fesadına dikkat
çekmek gayesiyle öğretilmesine gelince bu,emre-dilen bir şey olur.
[301]
Hasan el-Basri,
kelimesini lâm harfinin kesresiyle J&i* şeklinde okumuştur. Bu kıraat,
Dahhâk ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Sonra bunlar delâlet hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir: Onlar, Babil şehrinde
insanlara sihir öğreten sünnetsiz iki tekn syen
idiler. Onların, iki
iyi padişah olduğu da söylenmiştir. Âyetteki meşhur kıraat, iâmın fethasıyla
olanıdır. Buna göre bu ikisi, gökten İnen ve isimleri Harut ve Marut olan iki
melek idi. Bu ikisinin Cebrail ve Mikâil (a.s) oldukları da söylenmiştir.
Bunların, Cebrail ve Mikâil (a.s)' den başka olan iki melek olduğu da
söylenmiştir.
Kelimedeki lâm harfini
kesreli okuyanlar, buna birçok delil getirmişlerdir:
1) Sihir
öğretmek meleklere yakışmaz.
2) Cenâb-ı
Allah: "Şayet biz bir melek
indîrseydik, iş oiup biter, sonra da onlara mühlet verilmezdi".
(En’am, 8) buyurduğuna göre, O'nun iki meleği indirmiş olması nasıl caiz olur?
3) Eğer Cenâb-ı Allah
iki meleği indirmiş olsaydı, onları ya iki adam şeklinde gönderirdi veya böyle
yapmazdı. Eğer onları, adam olmadıkları halde, iki adam şeklinde gönderseydi,
bu, insanları cahil bırakmak ve onlardan gerçeği gizlemek olurdu ki, bu da
caiz değildir. Eğer bu caiz olsaydı, müşahede ettiğimiz her bir insanın da,
gerçek bir insan olmaması, aksine meleklerden bir melek olması niçin caiz
olmasın? Eğer Cenâb-ı Allah o iki meleği adam suretine sokmamış ise, şu âyet bu
görüşü zedelemektedir:
' 'Eğer biz peygamberi
bir melek yapsaydık, onu bir adam suretinde getirirdik. (En’am, 9).
Birinci delillerine
şöyle cevap veririz: Sihir öğretmek için meleklerin gönderilmiş olmasının
hikmetini ileride açıklayacağız.
İkinci delillerine
şöyle cevap veririz: Bu ayet, âmm olan bir âyettir. kelimesindeki lamın fetha
ile okunması, mütevâtir bir kıraattir ve bu hâs olur. Hâs olan âmm olandan önce
gelir.
Üçüncü delillerine
şöyle cevap veririz: Cenâb-ı Allah, o iki meleği insan şeklinde indirmiştir. O
devirdeki peygamberler hayatta iken kullara düşen görev, insan suretinde
gördükleri kimsenin insan olduğuna kesin şekilde hükmetmemeleri idi. Aynı
şekilde Hz.Peygamber (s.a.s) zamanında da, Dihyetu-I Kelbî[302]
(r.a.)'yi gören kimsenin, onun, insan olduğunu kesin olarak söylememesi,
aksine bu hususta tavakkuf etmesi gerekirdi.
[303]
Onların iki melek
olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf
etmişlerdir. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Allah,
meleklere Hz.Adem'i tanıttığı zaman onlar,
"Yeryüzünde,
orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 30)
dediler. Cenâb-ı Allah onlara, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim"
(Bakara, 30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği
görevlendirdi; bunlar "Kirâmen Kâtibîn, melekleri idi. Bu melekler,
insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların bu kötü
amelleri yapmalarına ve onlardan sâdır olan bu kabahatlere rağmen, Cenâb-ı
Allah'ın onları hâla hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar,
bütün bunlara sihir yapmayı eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara,
"İlim, zühd ve din bakımından en üstün olan meleklerden ikisini seçin;
onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim" dedi. Onlar da Hârut ve Mârufu
seçtiler.
Cenâb-ı Allah bu iki
meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip,
şirk, kati, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en
güzel kadınlardan birisi^ühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu
melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta taparlarsa ve içki
içerlerse onların dediğini yapacağını söyledi. Önce bu melekler, bunu yapmaktan
çekindiler; sonra şehvet onlara galip gelerek, her iki hususta kadının
teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri esnada bir
dilenci geldi. Kadın, "Bu dilenci, gördüğü bu hallerimizi insanlara
anlatırsa, halimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı
Öldürün!" dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra o adamı
öldürdüler. Öldürme işini tamamlayınca kadını aradılar, fakat bulamadılar.
Sonra bu iki melek o anda pişman oldular, üzüldüler ve Allah'a yakarmaya
başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile ahiret
azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını
tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile yeryüzü arasında, Babil'de,
asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve İnsanlara sihri öğretiyorlar.
Sonra, müfessirlerin
Zühre hususunda iki görüşü vardır:
1) Cenâb-ı
Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza
ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vuku buldu. İşte o
zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hali kınayarak, yüksele
yüksele gökteki yerlerine çıktılar.
2) Bu kadın
yeryüzünün fahişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o inşanı Öldürdükten ve
puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çıkmak için
okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce
ismi "Bîduht" idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıldızı
haline soktu.
Bu rivayetler fâsid,
merdûd, kabul edilemez rivayetlerdir. Çünkü Allah'ın kitabında bunlara delâtet
edecek birşey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz sayacak hususlar
vardır:
a) Daha önce
geçmiş olan ve meleklerin bütün günahlardan masum olduğunu gösteren deliller.
b) Bu
görüşte olanlann/'Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer
bırakılmışlardır" sözleri fâsiddir. Daha doğru olan, onların tevbe ile
azâb arasında muhayyer bırakılmış olmalarıdır. Çünkü Hak Teâlâ, ömrü boyunca
kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırakmıştır. Hâl
böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır?
c) Şaşılacak
şeylerden biri de bu görüşte olanların şu sözleridir: "Bu iki melek azâb
gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o
vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar."
Bu sözün yanlışlığı
zahir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilmesinin sebebinin birçok
izahı vardır:
a) Şüphesiz
o esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen
şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular, bununla
insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı. Cenabı Allah, insanlara bu
yalancı peygamberlere karşt koyabilsinler diye sihri öğretmek üzere bu iki
meleği gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksadla" dan biridir.
b)
Mu'cizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mu'cize ve sihrin ne c duğunu
bilmeye bağlıdır. Halbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyc lardı. Bu
sebeple, onların mu'cizenin hakikatini bilmeleri de imkansız ok. İşte bunun
üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar d Allah Teâlâ bu
iki meleği gönderdi.
c) Şöyle de
denilebilir: Allah'ın düşmanları arasına ayrılığı; dostlarının a sına ise
sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mubah veya mendûb idi. İşte bu.ı dan dolayı,
Hak Teâlâ bu gaye ile, sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o
günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şer işler ile Allah'ın
dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi tesis etmek
için kullanmışlardır.
d) Herşeyi
bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen
birşey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi neh-yetmek imkânsızdır.
e) Belki de
cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı.
Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, insanların kendisi ile cinlere karşı koyabilecekleri
şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir.
f) Bunun,
mükellefiyeti zorlaştırma babında birşey olması da caizdir. Çünkü insana,
kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kullanmasını
yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeble de insan, buna
riayet ederek büyük bir mükâfaatt elde edebilir. Nitekim Hak Teâlâ:
"Kîm (o nehirden)
kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir"
(Bakara, 249) buyurduğu gibi, Talût'un kavmini bir nehirden su 'içme husunda
imtihan etmiştir. Böylece bütün
izahlarla Allah Teala’nın o melekleri sihri öğretmek üzere indirmesinin akıldan
uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir.
[304]
Bazı âlimler bu
hâdisenin Hz.İdris (a.s) zamanında olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlar böyle
bir maksaddan dolayı insan suretinde indirilmiş iki melek oldukları için o
esnada onun için bir mu'cize olsun diye bir peygamberin de mevcud olması
gerekir. Bu iki meleğin iki peygamber olması caiz değildir. Çünkü Hak
Teâlâ'nın insanlara meleklerden peygamber göndermediği sabit olan bir husustur.
[305]
"Hârut" ve
"Mârut" kelimeleri lafzının
atf-ı beyânıdır. Bu iki kelime, o iki meleğin özel ismidir. Gayr-ı munsarıf
oluşlarının da delâlet ettiği gibi
bu iki kelime Arapça
asıllı olmayan iki özel isimdir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu iki kelime
"kırmak" manasına gelen,
masdarlanndan olsaydı munsarıf olmaları gerekirdi. Zührî, bu ifâdenin
takdirinin, "O ikisi, Harût ve Marût idi" şeklinde olmak üzere, kelimeleri
merfû olarak okumuştur.
Cenâb-ı Allah'ın:
"Onlar, "Biz
ancak bir fitne (imtihan) vesilesiyiz. Onun için şahın kâfir olma"
demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı" âyetine gelince, bil ki Allah
Teâlâ bu âyette o iki meleğin durumunu
açıklayarak, sanki "Bu iki melek ancak sihir yapmaktan son derece
sakındırdıktan sonra sihri öğretiyorlardı. Bu şiddetli sakındırmayı ifâde eden
ise,' 'Biz bir fitneyiz. Onun için sakın kâfir olma'' sözleridir." Âyette
geçen "fitne"den maksad, Allah'a itaat edenin isyan edenden
ayrılmasına vesile olan bir imtihandır. Nitekim Araplar saf olan kısmının
tortusundan ayrılması için altın ateş üstüne konulduğu zaman, bunu, diye ifâde
ederler. Sihri öğretmek için melek göndermenin niçin güzel olduğunu ortaya
koyan görüşleri izah etmiştik. Bundan maksad, o ikisi sihri nitelendirmeden,
sihrin çeşitli hilelerini ortaya koymadan ve insana iyice nasihat edip de,
"Biz bir fitne (imtihan vestiesiyiz)" demedikçe hiç kimseye
öğretmediklerini ifâde etmektir. Yâni"Hernekadar sihri öğretmenin maksadı,
bu bilgi vasıtasıyla sihir ve mu'cizeyi birbirinden ayırdedebilmek İse de, bu sayede
senin çeşitli kötülük ve günahlara düşmen de mümkündür. Binâenaleyh bunu
öğrendikten sonra sihri, sana yasak olan yerlerde kullanmaktan veya onun
vasıtasıyla dünyevî herhangi bir maksada ulaşmaktan sakın" demektir.
[306]
Cenâb-ı Allah'ın:
"İnsanlar o ikisinden kan ile kocanın arasını ayırdıkları şeyi
Öğreniyorlardı" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:
[307]
Âlimler bu ayırmanın
izahı hususunda iki görüş bertmişlerdlr:
a) Bu ayırma
ancak sihrin müessir olacağına inanmakla ve insanın böylece kâfir olması
sebebiyle olur. Kişi kâfir olduğu zaman mü'min olan hanımının nikâhı ondan
düşer. Bu bakımdan ikisi arasında bir ayrılık meydana gelmiş olur
b) Sihri
yapan, karı ile kocanın arasını, bâtılı hak göstermek, hileler, kışkırtma ve
diğer sihir çeşitleri ile ayırır.
[308]
Cenâb-ı Hak, bu şeyi
açıkça beyân etmemiştir. Çünkü insanlar o iki melekten, ancak bu kadar sihir öğreniyorlardı.
Fakat diğer sihir çeşitlerine de dikkat
çekmek için sadece bu
çeşidi zikretmiştir. Çünkü insanın hanımına olan ülfeti ve meylinin hertürlü
sevginin üzerinde olduğu son derece bilinmektedir. Cenâb-ı Hak bu hususu
zikrederek, sihir ile bu kadar ileri derecedeki sevgiye rağmen karı koca
arasını açmak mümkün olduğuna göre, başka yerlerde haydi haydi mümkün olduğuna
dikkat çekmiştir.
Hak Teâlâ'nın:
"Onlar, o sihir üe hiç kimseye zarar veremezler" ifâdesi de bizim
söylediğimize delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada zararı mutlak bırakmış,
onun sadece karı koca arasını ayırma zararı olduğunu bildirmemiştir. Böylece
Allah, en yüksek seviyede olduğu için, karı ile koca arasını ayıran sihri
zikretmiştir.
[309]
Cenâb-ı Allah'ın:
"Ancak Allah'ın izniyle..."ifâdesine gelince, bil ki
"İzin", emir makamında hakiki manasıyla kullanılır. Halbuki Hak Teâlâ
sihri emretmez. Bir de Allah Teâlâ bu buyruğu ile onları kınamayı ve zemmi
kastetmiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onlara sihri emretmiş olsaydı, onları bunu
yaptıkları için kınaması caiz olmazdı. O hâlde bu ifâdeyi mutlaka te'vil etmek
gerekiyor. Âyetin birkaç türlü te'vili yapılmıştır.
a) Hasan
el-Basri şöyle demiştir: Bundan maksad, aradan çekilmeyi ifâde etmektir. Yani
sihir insanı büyülediği zaman, Allah dilerse ona mâni olur, dilerse sihir
yapılan kişi ile sihrin zararı arasından çekilir,
b) Esâm
şöyle demiştir: ifâdesi, "Yani ancak
Allah'ın bilgisi dâhilinde olur" manasınadır.
Ezan'a da
"ezan" denilmiştir. Çünkü ezan insanlara namazın vaktini bildirme
manasını ifâde eder. Ezân'a "izin" de denilmiştir. Çünkü ezanı duyan
kulaklar, namaz kılmaya izin olduğunu anlar. Allah Teâlâ'nın:
"Ve bu, Hacc-ı
Ekbergünü Allah ve Resulünden bir bildiridir" (Tevbe, 3),
“ O zaman Allah ve Rasulü ile harbetmeye girdiğinizi
biliniz. "(Bakara. 279) ;ve : "" (Enbiya, 109) ayetleri de
böyledir.
c) Sihirden
meydana gelecek zarar ancak Allah'ın yaratması, îcâd etmesi ve yoktan var
etmesiyle meydana gelebilir. Böyle olmayan şeyin Allah'a nis-bot edilmesi doğru
olmaz. Nitekim Hak Teâlâ: "Biz birşeyin olmasını istediğimiz zaman ona
sözümüz sadece "ol" dememızdir, o da hemen oluverir" (Nam, 40)
buyurmuştur.
d) "İzin"den
murad "emir"dir. Bu görüş, ancak karı ile koca arasının ayrılma
sebebi olarak, sihir yapanın kâfir olmasını, küfrün de nikâhın düşmesini
gerektirmesini görmeye uygun düşer. İşte bu şer'îbir hükümdür. Şer'î hüküm ise
ancak Allah'ın emri ile olur.
[310]
Hak Teâlâ'nın:
"Onlar
kendilerine zarar veren fakat hiç fayda vermeyen birşeyt öğreniyorlardı. Yemin
olsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmadığını bildiler"
âyeti ile ilgili olarak da birkaç mes'ele vardır:
[311]
Allah Teâlâ, burada
"şirâ" (satın atmak) lâfzını birkac bakımdan, isti'are yoluyla
zikretmiştir.
a)Yahûdiler,
Allah'ın kitabı (Tevrat'ı) kulak ardı edip, şeytanların okudukları şeye (sihre)
sımsıkı sarıldıkları için, sanki Allah'ın kita-oına karşılık sihri satın olmış
gibi oldular.
b) İki
melek, âhiret menfaati elde etmeye vesile olsun diye, sihri öğretmenle
sihirden sakındırmayı kastetmişlerdir. Sihir kullanılınca sanki sihir yapan
kimse, âhirette elde edeceği menfaatlerine karşılık dünyevî menfaatleri satın
olmış gibi olur.
c) İnsan
birşeyi elde etmek için sihir yaptığında sadece zahmet yüklendiğini bilir. O
kimse sanki yüklendiği bu zahmetlere karşılık sadece sihir yapabilmeyi satın
almıştır.
[312]
Ekseri âlimler, kelimesinin "nâsib, pay" mânasına
olduğunu söylemişlerdir. Kaffâl bu kelimenin aslının, takdir (öiçüp biçmek)
mânasında olan masdarından olmasının doğruya en yakın ihtimal olduğunu söylemiştir.
"Cildi ölçüp biçti" ifâdesi de bu mânadandır. Şöyle denilmesi de bu
mânadadır. "O, falanca adam için şu işine karşılık rızık (pay) olarak şu
kadar dirhem takdir etti." Diğer âlimler ise, kelimesinin halâs (kurtuluş)
mânasına geldiğini söylemişlerdir. Ümeyye b.Ebi's-Salt'ın şu şiiri-de bu
mânadadır:
"Onlar için
katrandan elbiseler ve bukağılardan başka nasib bulunmayan veyl (vâdisi)ne
(gitsinler diye) duâ ederler."
[313]
Geriye âyetle ilgili
bir sual kalmıştır. O da şudur: Allah Teâlâ ilk önce. "(...bildiler)"
ifadesiyle onların niçin bildiklerini söylemiş, sonra da. 'Eğer
bilselerdi..." buyruğu ile de bilmediklerini beyân etmiştir' Buna birkaç
bakımdan cevab verilir:
a) Bilenler,
bilmeyenlerden başka kimselerdir. Bilenler sihri öğreten ve insan'an onu
öğrenmeye davet edenlerdir. Bunlar, Allah Teâlâ'nın, haklarında:
"Ehl-iKitap'tan
blrgrub. Allanın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, arkalarına attılar"
buyurduğu kimselerdir. Sihri öğrenmeye istekli oimayan cahiller ise
"bilmeyenler"dir. Bu Ahfeş ve Kutrub'un cevabıdır.
b) Biz
bahsedilenlerin aynı kimseler olduğunu kabul etsek bile, onların birşeyi bilip
başka birşeyi bilmemeleri uzak bir ihtimal değildir. Onlar âhirette
kendilerinin bir nasibi olmadığını biliyorlar, âhiret menfaatlerinden
kaçırdıklarını ve âhirette çekecekleri zarar ile cezanın ne kadar olduğunu
bilmiyorlardı.
c)
Bahsedilenlerin aynı kimseler, bilinen şeyin de tek bir husus olduğunu kabul
etsek bile, onlar ilimlerinden faydalanmayıp ilimlerinden yüz çevimiş
olabilirler. Böylece bu ilim yokmuş gibi olur. Nitekim Cenâb-ı Hak kâfirleri,
göz, kulak ve dillerinden hakkıyla faydalanmadıkları için, "Sağır, d/tefz
vea'md" (isra. 97) olarak nitelemiştir.'Birşeyi yapıp da yerliyerinde yapmayan
adama, "Yaptın (zannediyorsun ama) yapmadın" denilir.
[314]
"Eğer onlar imân
edip müttakîler olsalardı, Allah katından olan sevab, eğer bilselerdi daha
hayırlı olurdu"
(Bakara, 103).
Bil ki buradaki,
(zamiri, daha önce bahsedilmiş olan yahûdjlere râcidir, (onlara işaret
etmektedir). Çünkü Cenâb-ı Allah: "Satın aldıkları şey ne kötü..
"ifâdesi ile, onlar hakkındaki va"îdini bildirdikten sonra, terhîb
(korkutma) ile tergîb (teşvik)i birleştirmek için, peşi sıra va'adini zikretti.
Çünkü ikisini birleştirmek, ta'ata yönelmeye ve günahtan dönmeye daha davetkârdır.
Allah Teâlâ'nın,
"İman edip" ifâdesine gelince, bil ki Altah: "Ehl-t Kitaptan
birgrub, Allah'ın kitabı (Tevrat'ı) arkalarına attılar" buyurup, sonra o
yahûdilerin, şeytanların okuduğu şeye uyduklarını ve sihre sımsıkı yapıştıklarını
bildirince, peşisıra, 'Eğer onlar iman...etselerdi" yani Arkalarına
attıkları Allah'ın kitabına inansalardı" demiştir. Demek ki burada-Kttabı
hem "Kur'an", hem "Kur'an"ı tasdik eden onların kitabı
(Tevrat), tem de her ikisi olarak anlamak mümkündür. Âyetteki
"takva"dan maksad »asaklanmış fiillerden ve emredilen şeyleri
yapmamaktan kaçınmaktır.
Cenâb-t Hakk'ın:
'Allah katından olan sevab da-ha hayırlı olurdu" sözü ile ilgili birkaç
izah vardır:
a) Âyetteki
ilk şart cümlesinin cevabı mahzuf olup takdiri şöyledir: "Eğer onlar imân
edip muttaki olsalardı, mutlaka sevaba nail olurlardı." Fakat isim
cümlesi, kendisinde sevabın devamlı ve yerleşik olduğuna delâlet eden bir mâna
olduğu için, fiil cümlesinin yerine getirilmiştir. Buna göre şayet,
"Allah'ın sevabı daha hayırlıdır,
denilmeli değil miydi?" denilirse, deriz ki: Âyetteki ifâdeden
maksad, "Allah'tan olan tek bir sevâb bile daha hayırlıdır "
mânasını ifâde etmektir.
b) buyruğu,
mecaz yolu ite, Allah Teâlâ'nın onların hnan etmelerini irade etmesini temenni
etme mânasına gelebilir. Âdeta, "Keşke h etmiş olsalardı" denip
durulmuş ve sonra, "Allah katından bir mükâfaat dah a iyi olurdu."
Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak: diyerek
yeni bir cümleye başlamıştır.
[315]
"Ey İmân edenler,
"râinâ" demeyiniz, "Bize bak" deyiniz ve (söze) kulak
veriniz. Kâfirler için pek acıklı bir azâb vardır" (Bakara, 104).
Bil ki Allahu Teâlâ,
yahûdilerin Hz.Muhammed {s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesinden önceki
döneme ait kötü fiillerini açıklayınca, bu âyetten itibaren, Hz.Peygamber
(s.a.s)'in peygamberliği esnasındaki kötülüklerini Hz.Peygamberin
peygamberliğini tenkid ve dini hakkında onu ta'n etme hususlarındaki
çabalarını açıklamayı dilemiştir ki işte bu konuda söylenen ilk şey bu âyetteki
husustur. Burada birkaç mesele vardır:
[316]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Ey imân edenler" ifâdesi ile Kur'an'da seksensekiz yerde mü'mintere
hitab et mistir, ibn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cenâb-ı Al lah Tevrat'ta
yahûdilere: miskinler.." diye hitab
ederdi. Allah Teâlâ sanki onlara evvelâ "miskinler" diye hitab
edince, bunun peşinden; "Onlara
zillet ve meskenet vuruldu" (Bakara, 61ei) buyurmasıyla, onlara miskinliği
vermiştir. Allah Teâlâ'nın, Muhammed ümmeti ne ilk önce "Ey imân
edenler!" diye imân vasfı ile hitab etmesi, onlara kıya met gününde
cehennem azabına karşı emân (emniyet) verdiğine delâlet eder Keza
"mü'min" ismijsim ve sıfatların en şereflisidir. Allah, Muhammed
ümmetine dünyada isim ve sıfatların en şereflisi ile hitâb edince, O'nun fazlından,
âhirette bile en güze! muameleyi yapmasını umarız.
[317]
Allah Teâlâ'nın bu iki
müteradif (eş anlamlı) (Râina ve Unzurnâ) kelimeden birini kullanmayı menedtp,
diğerini kullanmaya izin vermesi tuhaf sayılmaz. Bundan dolayı Şafiî (r.a)'ye
göre, ister İbrânîce ister Farsça olsun, Fatiha sûresinin tercümesini okuyarak
namaz kılmak caiz değildir. Çünkü aynı, "Bize bak" anlamında oldukları
halde, Cenâb-ı Allah, demeyi menetmiş,
ujki demeye müsaade etmiştir. Fakat çoğu müfessirlere göre Allah Teâlâ,
bir nevî kötü mâna ifâde ettiği için, sadece, demekten müslümanları
menetmiştir. Sonra müfessirler bu âyetle ilgili birkaç vecih zikretmişlerdir:
a) Allah'ın
Resulü (s.a.s) müslümanlara ilimden birşey okuduğunda, müs-lümanlar O'na:
"Ey Allah'ın Resulü bizi gözet, bize bak, " derlerdi. Yahudilerin
İbranicede birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye benzeyen bir
sözleri vardı. Bu sözleri, idi. Bu, "Dinle, ey dinlemiyesi-ce!"
manasına gelirdi. Onlar, mü'minlerin, (Bize bak, bizi gözet) dediklerini
duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kastederek Hz.Peygamber (s.a.s)'e
bununla hitab ettiler. Böylece mü'minler bu kelimeyi söylemekten neh-yedilip
diğer lâfzı -ki bu (Bize bak) sözüdür- kullanmaları emredildi. Bu te'vilin
doğru olduğuna, Hak Teâlâ'nın Nisa süresindeki:
"(O yahûdilerden
kimi} dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, "Dinledik ve isyan ettik.
İşit işitmez olası râtnâ!" derler"(Nisa, 46) âyeti de delâlet eder.
Rivayet edildiğine
göre Sa'd b.Mu'az (r.a), onların bu sözlerini işitti ve bunun üzerine: "Ey
Allah'ın düşmanları, Allah'ın laneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz.Pey-gamber {s.a.s)'e karşı
söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım" dedi. Onlar, "Siz
de böyle Uf'j demiyor musunuz?" deyince, işte bu âyet nazil oldu.
[318]
b) Kutrub,
"Bu kelimenin her nekadar manası doğru ise de, Hicazlılar bunu ancak
istihza ve alay ederken kullanırlardı. İşte bu sebebten Cenâb-ı Allah,
mü'minleri peygambere böyle hitab etmekten nehyetmiştir" demiştir.
c) Yahudilerin
sözlerinin manası, "Sen bizim koyunlarımızın çobanısın" demektir.
İşte bundan dolayı Allah, müslümanların böyle hitab etmesini yasaklamıştır.
d) Allah'ın,
lafzı, iki kimse arasındaki bir müşareketi ifâde etmek üzere, masdarından,
müfâefe babından olmak üzere emirdir. Bu sebeple, bu lâfız muhataplar arasında
bir müsâvaat olduğunu hissettirir. Buna göre onlar sanki şöyle demişlerdir:
"Sen bize kulak'ver ki, biz de sana kulak verelim!" Bu sebepie Allahu
Teâlâ onları bundan men ederek, Hz.Peygam-ber (s.a.s)'e hitap ederken mutlaka
ta'zime riâyet edilmesi gerektiğini beyan
etmiştir.Nitekim
Cenâb-t Hek
gaber't aranızda,
birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın (Nur, 63) buyurmuştur.
e) Hak
Teâlâ'nın, ifâdesi, "İstila" tankıyla bir hitabtır. Allah sanki şöyle
buyurmuştur: Kelâmımı dinle, gözet; ondan gafil olup başkasıyla meşgul olma!.
Halbuki, ifâdesinde, gözetmeyi istemekten başka mâna yoktur. Ashâb,
Hz.Peygamber (s.a.s)'e sanki, "Sözünde ve açıklamalarında,
anlayabileceğimiz kadar dur!" demişlerdir.
f) Hak
Teâlâ'nın, ifâdesi, (birisini birşeye
nail kılmak) masdarından, ve (karşılık atmak,..) masdarın dan, veznindedir. Sonra Araplar bu nûn harfini
aslî olan nun'a çevirerek, bu kelimeyi ahmaklık mânasına gelen, masdarından türemiş bir kelime gibi kabul
etmişlerdir. Buna göre ism-i fail olan, bu masdardan müştaktır. Onların bu
kelimeyle, masdarını murad etmiş olma lan da muhtemeldir. Tıpkı, demek olan
"sana sığınırım" demeleri gibi. Buna göre mü'minlerin, sözleri,
"Sen ahmaklık yaptın" demek olur. Onların bu ifâdeyle, yani "Sen ahmak ofdun" demek olan mânayı
kastetmiş olmaları da muhtemeldir. Fakat yahûdiler bu lâfızla bu kötü
maksatları kastettiği zaman, muhakkak ki Allahu Teâlâ bu kelimeyle hitab
etmeyi yasakladı.
g) Buradaki
maksadın, hurmacı manasına gelen, ve sütçü mâ nasına gelen, gibi ahmaklığa
nisbet edilmiş, yani "ahmakça bit söz söyleme" manasında olmak
üzere, demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Ve, bize bak, deyiniz" sözüne gelince, bunda birkaç vecih vardır:
a) kelimesi,
(onu bekledi) mânasına olmak üzere, lafzından müştaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Bizi bekleyin
de, sizin nurunuzdan bir parça a/afim"(Hadid, 13) buyurmuştur. Böylece
Cenâb-ı Hak ashaba, kendisinden nakilde bulunmaları için, Hz.Pey-gamber
(s.a.s)'den mühlet istemelerini emretmiştir, Böylece ashab, sözün tekrar
edilmesini istemek zorunda kalmayacaklardır.
[319]
İmdi şayet,
"Hz.Peygamber (s.a.s) ashaba acele ile davranıyor muydu ki, böylece ashâb
bunu söylemek zorunda kaldılar?" denilirse, buna iki yönden cevap verebiliriz:
1) Bu lâfız
bazen, gerekli olan acelecilik söz konusu olmasa dahi, söz esnasında
söylenebilir. Mesetâ bir kimsenin konuşması esnasında, "dinle!.."
"işittin (değil mi?)" demesi gibi..
2)
Müfessirler Cenab-t Hakken: "Onda acele etmeK için, dilim depretme"
(Kıyame. 16) âyetini şöyle tefsir etmişlerdir: Vahyi tefakkî ve Kur'an'ı alma
hususundaki özeninden dolayı Hz.Peygamber (s.a.s)'in Cebrail'in kendisine
getirmiş olduğu vahyi (unutmamak için) tekrarlama hususunda acele ediyordu...
İşte bunun üzerine Hz.Peygamber'e: "Onda acele etmek İçin, dilini
depretnıe!" denilmiştir. Hz.Peygamber (s.a.sVin, ashabının hemen
anlamalarını istemesine olan düşkünlüğü sebebiyle, dinî hususlardaki şeyleri
onlara acele olarak söyiemiş olması; bunun üzerine onların da, bu durumda sözün
tamamını anlayıncaya kadar, kendilerine hitap ettiği şey hususunda, kendilerine
zaman tanımasını istemiş olmaları da uzak bir ihtimal değildir.
b) nın
mânası, "Bize bak!" demektir. Ne var ki, burada harf-i cerh
hazfedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı: Ve Musa, kavmini seçti" (Araf. 155)
âyetindeki harf-i cerrinin düşmesi gibi...Bu ifâdeden maksat şudur: Öğretmen
ders anlatırken öğrencisine bakarak meseleyi anlatıp, tarif ederse daha etkili
olur.
c) Ubeyy ibn
Ka'b (r.a), kelimesinden olmak üzere, "bize mühlet ver!"
mânasında, şeklinde okumuştur[320].
Cenâb-ı Hakk'ın,
lj£*l»lj buyruğuna gelince şöyle izah edilir: Duyu organları sağlam olduğu
zaman işitme işinin meydana gelmesi, beşer ihtiyarının dışında gerçekleşen
zarurî bir iştir...Binaenaleyh, bunu "işitin" diyerek, emretmek caiz
değildir. Bu durumda, bu ifâdeden maksat, şu üç husustan birine racidir;
a)
"Hz.Peygamber (s.a.s)'in söylediklerine kulak verip, böylece sözün tekrar
edilmesini istemeye muhtaç olmayınız!" demektir.
b) Kabul ve
itaat etmek üzere dinleyiniz? Sizin
dinlemeniz, yahûdilerin dinlemesi gibi olmasın. Çünkü onlar: "Dinledik, ama isyan ettik"
(Nisa, 46) demişlerdi.
c) Onlara,
durumun önemini belirtmek için, "Emrolunduğunuz şeyi iyice dinleyip,
böylece nehyolunduğunuz şeye tekrar dönmeyiniz!" denilmiştir. Cenâb-ı Hak
bundan sonra, Hz.Peygamber (s.a.s)'e karşı takınılacak tavır olan O'nu tebcil
ve ihtiram, söylediklerine kulak vermek ve dediklerini düşünmek gibi bir yola
girmedikleri zaman kâfirlere isabet edecek olan çok acıklı azabı beyan
etmiştir. Âyetteki, ifâdesinin mânası yukarda geçmişti.[321]
"Ehl-i Kitâb'm
kâfirleri de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler.
Allah ise rahmetfyle kimi dilerse onu mümtaz kılar. Allah en büyük lutf-u
inayet sahibidir" (Bakara, 105).
Bil ki Allahu Teâlâ
adavet ve inadlaşma hususunda yahûdi ve kâfirlerin durumunu beyân edince,
mü'minleri onlardan sakındırarak, buyurmuştur. Böylece o yahûdî ve kâfirlerin
kalble-rinde.mü'minlerin üstünlüğünü ortaya çıkaracak her hangi bir karşı sevgi
ve muhabbet olmadığını bildirmiştir. Burada iki mesele vardır:
[322]
Âyette geçen ilk min-i beyâniyedir. Çünkü, ifâdesi altında iki türün yani Ehl-i Kitâb ve
müşrik kâfir türünün bulunduğu bir cinstir. Bunun delili, Cenâb-ı Allah'ın:
"Ehl-i kitab ve müşrik olan kâfirler..."(Beyyıne. 1) âyetidir.
Âyetteki ikinci "hayr" kelimesinin istiğrak (bütün hayırları) ifâde
etmesinden dolayı zaidedir. Üçüncü ise, ibtida-i gaye içindir.
[323]
"Hayr",
vahiy demektir. Rahmet de vahiy mânasıına gelir. Buna Allah'ın: "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim
ediyorlar?" (zuhruf, 32) âyeti delâlet eder. Âyetin manası şöyledir: Onlar
kendilerini, vahye-dilmeye daha lâyık görürler. Böylece size hased ederler,
size vahiy gönderilmesinden hoşlanmazlar.
Sonra Cenâb-ı Allah bu
hasedin, vahyin zeval bulmasına tesir etmeyeceğini beyân etmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ rahmetini ve ihsanını dilediği kimselere has kılar.
[324]
"Biz
neshettiğlmiz veya unutturduğumuz bir âyetin ya ondan daha hayırhstnı, yahud
onun benzerini getiririz. Allah'ın herşeye kemâliyle kadir olduğunu bilmiyor
musunuz?" (Bakara, 106) .
Bil ki bu, yahûditerin
İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşıd dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir:
"Ashabına önce birşey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini
emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed (s.a.s)'e bakmaz
mısınız?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyet hakkında
konuşmak birkaç meseleyi bilmeye dayanır:
[325]
Arapça'da
"nesh", birşeyi iptal etmek manasınadır. Kaffâl, nesh'in nakletmek ve
değiştirmek mânasına olduğunu söylemiştir. Bizim
delilimiz,
kelimenin şöyle
kullanılmasıdır: Bir kavmin ayak izlerini rüzgâr yok ettiği zaman, (Rüzgâr
kavmin izlerini yok etti); ve güneş gölgeyi giderdiği zaman, denilir. Çünkü
göige bazan diğer bir mekânda bulunmayabilir. Binaenaleyh onun bulunduğu
yerden oraya intikâl etmesi söz konusu olmamalıdır. Bir de Cenâb-ı Hak:
"O (Peygamber) ne
zaman birşey arzu etse, şeytan onun arzusuna (temennisine) mutlaka (bir şey)
atar. Nihayet Allah şeytanın atacağı bu (fitneyi) giderir, iptal eder"
(Hacc 52) buyurmuştur. Sözde asıl olan hakiki mânâsıdır. Lâfzın
"iptal" mânasında hakiki olduğu sabit olunca, müşterek mâna ifâde
etmeyi defetmek için, "nakil" mânasında hakiki olmaması gerekir. Buna
göre şayet, "Arapların rüzgârı, izleri silici, güneşi de gölgeyi giderici
olarak görmeie-mecazdır. Çünkü izleri ve gölgeyi gerçekte yok eden Hak
Teâtâ'dır. Bu mecaz olunca, bu kullanışı lâfzın bu mânada hakiki olduğuna
delil getirmek imkânsız olur. Sonra biz sizin getirdiğiniz delile muarız bir
delil getirerek şöyle deriz: Nesh, nakletmek ve değiştirmektir. Bir kitabı,
diğer bir kitaba aktarırken, istinsah ederken onu öbürüne taşımış oluruz,
Ruhların bir bedenden diğer bedene geçmesine "tenasüh"; asırların
birinden sonra diğerinin gelmesine ve miras mallarının varislerin birinden
diğerine geçmesine denilmesi hep bu mânadadır. İşte bütün bunlar birincisinin
yerine, birşeyin diğerine geçmesidir. Cenâb-ı Hak da:
"Size hakkı
söyleyip duran bu, bizim kltâbımızdır. Muhakkak ki biz, ne yapıyor idiyseniz,
biz onları istinsah ediyor (yazdırıyorduk" (Casiye, 29) buyurmuştur. Bu
sebepte lâfzın nakletmek mânasında hakiki olması, müşterekliği bertaraf etmek
için iptal etmek mânasında hakiki olmaması gerekir" denilirse, birinciye
iki yönden cevap veririz:
a) Güneşi ve
rüzgârı, o yok etme işinde müessir kılmış olması bakımından Allahu Teâlâ'nın,
bu işe memur edilmeleri itibariyle de bunların nâsih olmaları imkânsız
değildir.
b) Dilciler,
nesh'I güneşe ve rüzgâra nisbet etme hususunda hata etmişlerdir. Farzedelim ki
bu böyledir, ancak bizim delilimiz, onların bu fiili rüzgâra ve güneşe isnad
etmiş olmalarından ötürü, nesh lâfzını "izâle etmek" mânasına
kullanmalarıdır.
İkinciye ise şu
şekilde cevap veririz: Nakt, iptal etmekten daha hususidir. Çünkü, naklin
olduğu yerde, bir sıfat yok olmuş, onun peşinden başka bir sıfat meydana
gelmiş demektir. Çünkü mutlak yokluk, peşinden başka bir şeyin meydana geldiği
bir yokluktan daha umûmidir. Lâfız hâs ile 'âmm arasında dönüp dolaştığında,
'âmm mânasında almak daha evlâdır. Allah en iyisini bilendir.
[326]
İbn A'mir, nûn'un
dammesi ve sîn'in kesresi ile, diğerleri de her iki harfin de
fethasıyla, şeklinde okumuşlardır. İbn Amlr'in kıraatine göre burada iki vecih
bulunmaktadır:
a) Gerek, ve
gerekse, 'nın aynı mânada olmalarıdır.
b) lâfzının
mânası, demektir. Nitekim bir topluluk,
Haccâc'a, bir adam astığı için, demişlerdir; yani, "onu kabir sahibi olan
yapın!... demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Sonra onu öldürdü ve kabre
koydu" (Abese, 21) buyurmuştur.
İbn Kesir ve Ebu Amr,
nün ve hemzenin fethasıyla, şart sebebiyle mec-zum olmak üzere, tehir
edersek" şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr, bu gibi yerlerde hemzeyi ihmal
etmez. Çünkü hemzenin sükûnu mec-zûm olmanın alâmetidir. Bu, tehir etmek
mânastna gelen, kelimeşinden iştikak etmiştir. "Nesfe (haram aylan
ertelemek), küfürde bir fazlalıktır" (Tevbe,32) âyetindeki, lâfzı bu
mânadadır. Veresiye alış-verişin, diye isimlen-dirilmesi de bu mânadadır.
Dilciler, şeklinde kullanırlar ki, birincisinin mânası, "Allah onun
ecelini erteledi.", ikincisinin mânası da, "Onun ömrünü
arttırdı" demektir. Hz.Peygamber (s.a.s) de:
"Kimi, ömrünün
uzaması ve rızkının çoğalması sevindirtrse, o kimse sıla-i rahimde
bulunsun"[327]
buyurmuştur.
Diğerleri de, nûn'un
dammesi, stn'İn kesresi ile ve kökünden olmak üzere şeklinde (unutturursak...)
okumuşlardır. Âlimlerin ekserisi, bu kelimeyi hatırlamanın zıddı olan nisyâna,
unutmaya hamletmişlerdir. Onlardan bir kısmı da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:
"Unuttu da, biz onda bir azim
bulamadık" (Taha. 115) yani "terketti ve: "Onlar nasıl bu gün
ile karşılaşmayı unuttularsa, biz de bu gün onları unutacağız" (A'rif, 51)
âyetlerinde olduğu gibi, kelimeyi "terketmek" mânasına
hamletmişlerdir. Açık olan, "nisyan"(unutma) kelimesini terketme
mânasına hamletmek mecazidir. Çünkü unutulan şey terkedilmiş olur. Terketmek
nisyânın ayrılmaz bir parçası olunca, müfessirlerin bazısı melzûmun ismini
lâzıma vermişlerdir. Bu kelime, , şeddeli olarak ; Hz.Peygamber (s.a.s)'e hitab
olmak üzere ve sekililerinde okunmuştur.
Abdullah b.Mes'ud (r.a.) ise, şeklinde; Huzeyfe (r.a.) de şeklinde okumuştur.
[328]
Âyette geçen , mâ-i
cezâiyyedir. Bu tıpkı, "Sen ne yaparsan ben de vaparım" demen
gibidir. Bu kelimenin ameli, şart ve ceza cümlelerindeki her iki fiil de muzârî
olursa cezimdir. Buna göre fiili şart, cümlesi ise cezadır ki iki fiil de
meczumdur.
[329]
Ulema ıstılahında
nâsih,şer'î bir yolla sabit olan hükmün artık bundan sonra ortadan kalktığına
delâlet eden şer'î bir yoldan ibarettir. Nâsih, mensûh hükmünden sonra
gelerek, varlığı ile hükmü yürürlükten kaldırır. Buna göre biz "şer'î bir
yol" sözümüz ile Allah'dan ve Peygamber (s.a.s)'den sâdır olan söz ile,
her ikisinden nakledilen fiilleri kastediyoruz. Bu konudaki iki görüşten birine
göre "icmâ-i ümmet" bu tarifin dışında kalır. Çünkü icmâ, bu izaha
göre şer'î bir yol değildir. Şeriatın aklın hükümlerini neshedici olması
gerekmez. Çünkü akıl şer'î bir yol değildir. Mu'cizenin de şer'î hükümleri
neshedici olması söz konusu değildir. Çünkü mu'cize Şerîatın tın açıklandığı
bir yol değildir. Keza hüküm; bir gaye (müddet), bir şart veya bir istisna ile
de kayıtlanmış olmamalıdır. Çünkü bunlarda sonradan gelme şartı yoktur. Allah
bize birşeyi emredip, sonra da onu yapmamızı yasakladığı zaman bize bir şey
(söylememiz) gerekmez. Çünkü bu nehyin misli nâsih olmasaydı, emrin hükmünün
misli sabit olmazdı.[330]
Nesh bize göre aklen
mümkün olduğu gibi, naklen de vâki olmuştur. Çünkü yahûdilerden bazıları,
neshin aklen caiz olduğunu inkâr ederler, bazıları ise aklen mümkün görürler,
ancak naklen bunun vâkî olmadığını söylerler. Müslümanların bir kısmının
neshi inkâr ettikleri
rivayet edilmiştir. Çoğu müslümaniar neshin aklen-caiz olduğuna ve bilfiil vâki
olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü deliller Hz.Muham-med (s.a.s)'in peygamber
olduğunu gösterir. Onun peygamberliği ise kendinden önce geçenlerin şeriatının
mensûh olduğuna hükmetmekle ancak doğru olur. Binâenaleyh neshin var olduğuna
kesin hükmetmek gerekir.
Yine biz deriz ki,
yahûdileri susturacak iki delil vardır:
1) Tevrat'ta
Allah Teâlâ'nın Hz.Nûh (a.s)'a, gemisinden inerken şöyle vah-yettiği yer
almıştır: "Ben, her canlıyı senin ve soyun için yenilecek şey kıldım ve
bunu sizin için, kan hâriç, yeşil otlar gibi, mutlak olarak helâl kıldım. Binâenaleyh
siz kanı yemeyiniz." Halbuki sonra Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ (a.s)'ya ve
İsrâiloğullarına pek çok hayvanı haram kılmıştır.
2) Adem
(a.s) kızkardeşler ile erkek kardeşleri birbiriyle evlendiriyordu. Halbuki
Cenâb-ı Allah, bunu daha sonra gelmiş olan Hz.Musâ (a.s)'ya haram kılmıştır.
Neshi inkâr edenler
ise şöyle demişlerdir: Hz.Muhammed (s.a.s)'İn peygamberliğinin ancak neshi
kabul etmekle doğru olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü şöyle denilebilir: Hz.Musâ
ve İsâ (a.s), Hz.Muhammed (s.a.s)'in şeriatının ortaya çıkacağı zamana kadar
insanlara kendi şeriatlarına göre emretmişler, bundan sonra ise Hz.Peygamber
(s.a.s)'e uymalarını söylemişlerdir. Hz.Peygamber (s.a.s)'in şeriatı zuhur edince,
o ikisinin şeriatıyla mükellef olma durumu ortadan kalkmış, Hz.Muhammed
(s.a.s)'in şeriatına göre mükellefiyet söz konusu olmuştur. Fakat bu nesih
değil, aksine tıpkı Allah'ın:
"Sonra orucunuzu "geceye kadar"
tamamlayınız" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibidir[331].
Neshin asıl bakımından meydana geldiğini inkâr eden müslümaniar görüşlerini
işte bu yola bina etmişler ve şöyle demişlerdir: "Kur'an'da, Hz.Musâ ve
Hz.İsâ (a.s)'ya Tevrat ve İncil'de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak
gönderileceği müjdesi verildiği O zuhur edince O'nun şeriatına dönülmesi
gerektiğinin bildirdiği yer almıştır. böyle olunca ve bu ihtimaller de ortada
bulunurken neshin meydana geldiğine kesin hükmetmek imkânsız olur."
İşte bu, yukarıda
zikredilen iki susturucu delile karşı yapılan bir itirazdır.
Neshi inkâr eden
kimseler şöyle istidlal etmişlerdir: Allah Teâlâ HzJsâ (a.s)'nın şeriatını
beyân ettiği zaman, bu şeriata delâlet eden lâfız hakkında ya bu o şeriatın
devamına delâlet etmektedir veya devamına delâlet etmemektedir, yahut da bu
şeriatta devam edeceğine dâir veya devam etmeyeceğine dâir bir delâlet
yoktu" denilebilir.
Birinci Kısım:
Eğer bir şeriatta, onun devam edeceğini açıklamış, sonra da onun devam
etmeyeceği ortaya çıkmış ise, bu ilk haber bir yalan olur, bu ise şeriat
hakkında caiz değildir, Yine biz bunu mümkün görsek, bizim şeriatımızın da,
mensuh olmadığını bilmeye dâir bir yol bulamayız. Çünkü bu konuda söylenecek
en ileri söz, şeriatın şöyle demesidir Bu şeriat ebedîdir, hiçbir zaman mensûh
olmayacaktır. Fakat biz bu sözün, ikisinin de devam etmemesiyle birlikte,
Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s)'nın şeriatlarinde bulunduğunu görünce, bu söze güven
tamamen kaybolur. Buna göre şayet, "Devamlı oluşu gösteren lafız
zikredilmiş, sonra da kendisinin ileride neshedileceğini gösteren bir şey
eklenmiştir veya eklenmemiştir, ne var ki Cenâb-ı Hak, bunu açıkça belirtmiş,
ancak bu bize, bir nebze olsun ulaşmamıştır, denilmesi niçin caiz
olmasın?" denilirse, biz deriz ki bu görüş bazı bakımlardan zayıftır.
Şöyle ki:
a) Hem devam
edeceğini hem de devam etmeyeceğini kesinlikle bildirmek, mütenakız bir durum
olup tam bir cehalet ve abesiyetten (saçmalamaktan) ibarettir.
b) Bu
takdire göre Cenâb-ı Hak Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s)'nın şeriatlarının mensûh
olacağını beyan etmiştir. Neshin meşru olduğu naklolununca, bu durumun da
nakledilmesi gerekir. Çünkü bu keyfiyyet nakledilmeden şeriatın aslını
nakletmek caiz olsaydı, bunun aynısının bizim şeriatımız hakkında da olması
caiz olurdu ki, bu durumda bizim şeriatımızın mensûh olmadığına dair kesin
hüküm vermek mümkün olmazdı. Çünkü bu, nakledilmesi için her türlü sebebin
mevcud olduğu mühim hadiseler cümlesindendir. Böyle olan şeyin şöhretinin,
tevatür derecesine varmış olması gerekir. Aksi halde denebilir ki, belki de
Kur'an'a muaraza edilmiş, ama bu nakledilmemiştir; belki de Hz.Muham-med
(s.a.s) bu şeriatı değiştirmiş, ama bu, nakledilmemiştir. Bu keyfiyetin tevatür
yoluyla nakledilmesinin vâcib olduğu sabit olunca, biz deriz ki, şayet Cenâb-ı
Hak, Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s) zamanında şeriatlarının neshedileceğini açıkça
bildirseydi bu tevatür ehli arasında meşhur ve zarurî olarak da onlara malûm
olurdu. Eğer durum böyle olsaydı, büyük bir cemaatin bu hususta ihtilâfı
imkânsız olurdu. Biz, yahûdi ve hristiyanları bunu inkâr hususunda mutabakat
halinde gördüğümüz için, şeriatlarının neshedileceğine dair herhangi bir sarih
açıklamanın bulunmadığını anlamış olduk.
İkinci Kısım:
Bu da Allahu Teâlâ'nın, Hz.Mûsâ (a.s)'nın şeriatı hakkında onun şeriata devam
etmeyip, sonunun geleceğine delâlet eden bir kayıt koymuş olmasının
söylenmesidir ki bu geçersizdir. Çünkü, eğer durum böyle olsaydı, bunun
tevatür ehli tarafından zarurî olarak bilinmiş olması gerekirdi. Bunun doğru
olduğunun kabul edilmesi durumunda da bu bir nesh değil, tam aksine bir sürenin
sona ermiş olması olur.
Üçüncü Kısım:
Allahu Teâlâ'nın Hz.Mûsâ (a.s)'nın şeriatı hususunda açık bir beyanda bulunup,
onda, onun devam edip etmeyeceğini beyan etmemiş olmasıdır. Buna göre biz deriz
ki, usûl-i fıkıhta mücerret emir, tekrar ifâde etmez. Tam aksine, tek bir
defayı ifade eder. Mükellef bir kere emri yerine getirdi mi, o emrin
mesuliyetinden kurtulmuş olur. Bu sebeple, bundan sonra diğer bir emrin
gelmesi, birinci emri neshetmiş olmaz. Bu sebeple bu taksime göre, nesh'in
varlığına hükmetmenin imkânsız olduğu ortaya çıkmış olur.
Bil ki, bu cümlemizi
usûl-i fıkıh konusundaki, "Kitabu'i-Mahsûl" adlı eserimizde izah
ettikten sonra, neshin mevcut olduğu hususunda Allahu Teâlâ'’nın ''Biz
neshettiğimtz veya unutturduğumuz bir âyetin, ya ondan daha hayırhsmı yahut
onun benzerini getiririz" (Bakara. 106) âyetine sarılmıştık. Aslında bu
âyetle de istidlal etmek zayıf kalmaktadır. Çünkü âyetteki, şart ve cezayı
ifâde eder. Nitekim, senin, "Sana kim gelirse, sen ona ikram et!"
sözün, gelme işinin tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, o ne zaman
gelirse, ikram etmenin d zaman vâcib olduğunu gösterir. Bunun gibi âyet de,
neshin bilfiil tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, neshin meydana gelmesi
durumunda, ondan daha hayırlısının getirilmesinin vâcib olduğuna delâlet eder.
Buna göre, neshi isbat hususunda en kuvvetli olan hususun, bizim, Cenâb-ı
Hakk'ın şu âyetterine dayanmamızdır: Biz, bir âyetin yerine başka bir âyeti
getirdiğimizde" (Nahl, 101); ve:
o dilediğini siler,
(dilediğini de) bırakır. Kitab'ın anası O'nun yanındadır" (Rad, 39). Allah en iyisini' bilendir.
[332]
Âlimler, Kur'an'da
neshin bulunduğu hususunda İttifak etmişlerdir. Ebû Müslim ibn Bahr, Kur'an'da
neshin bulunmadığını söylemiştir. Cumhûr-u ulemâ, Kur'an'da neshin bulunduğuna
dair birçok delil getirmişlerdir.
a) Cenâb-ı
Hakk'ın: âyetidir.
[333]
Ebû Müslim buna,
birçok bakımdan cevap vermiştir:
1)
Neshedilmiş âyetlerden murad Tevrat ve İncil gibi eski kitaplarda bulunan ve
Allahu Teâlâ'nın hükümlerini bizden kaldırarak başkasıyla teabbûd etmemizi
emretmiş olduğu şeylerden olmak üzere, cumartesi yasağı ve doğu ve batı
cihetlerine yönelerek namaz kılmak gibi, dinî ahkâmdır. Çünkü yahûdi ve
hristiyanlar, "Ancak, sizin dininize tâbi olan kimselere imân ediniz"
diyorlardı. Böylece Allah, bunu, bu âyetle, onların aleyhine olmak üzere
yürürlükten kaldırmıştır.
2) Neshten
murat, onun Levh-i Mahfuz'dan nakledilip, başka kitaplara aktarılmasıdır. Bu,
tıpkı: "Ben kitabı istinsah ve naklettim" denilmesi gibidir.
3) Bu âyet
nesh'in vaki olduğuna delâlet etmeyip, tam aksine nesh vuku bulmuş olsaydı,
mensûhtan daha hayırlısı olana doğru olacağına delâlet eder.
Bazı âlimler, Ebu
Müslim'in birinci itirazına şöyle cevap vermişlerdir: Âyet kelimesi, mutlak
olarak zikredildiği zaman, bununla kastedilen Kur'an âyetleridir. Çünkü, bizim
alışmış olduğumuz şey budur.
İkincisine ise şu
şekilde cevap verilmiştir: Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan nakledilmesi, O'nun bir
kısmına has bir durum değildir. Halbuki nesh, Kur1-an'ın bazı kisımlarıyla
ilgilidir. Birisi red için getirilen bu maddelerden birincisi için şöyle
diyebilir: "Âyet lâfzının Kur'an'a has olduğunu kabul etmiyoruz. Tam
aksine bu tabir "her türlü delil" hakkında umumi olan bir sözdür.
İkincisine de, âyette zikredilen neshin Kur'an'ın bir kısmına has olduğunu da
kabul etmiyoruz. Daha doğrusu ifâdenin takdiri şöyledir:
-Allah en iyisini
bilir ya- "Levh-i Mahfuz'da neshettiğimiz şeylere gelince, biz bundan
sonra ondan daha hayırlısını getiririz" demektir.
İkinci Delil: Kur'an'da
neshin bulunduğunu söyleyenlerin ikinci delili şöyledir: Allahu Teâlâ, kocası
ölmüş kadına tam bir yıl beklemesini emretmiştir ki, bu husus Cenâb-ı Hakk'ın:
"Sizlerden geriye
eşler bırakarak Ötenler, eşlerinin, yılma kadar faydalanmalarım vasiyyet
etsinler.."(BaKara.240) âyetinde bahsedilen husustur. Sonra bu, "dört
ay on gün" hükmüyle neshedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Cariye zevceler
bırakarak Ölenlerin eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler"
(Bakara. 234) buyurmuştur. Ebû Müslim şöyle demiştir: Bir yıl bekleme işi,
tamamıyla ortadan kalkmamıştır, çünkü, kadın şayet hamile olursa, ki onun
hamlinin süresi tam bir yıldır, onun iddet süresi tam bir yıl olmuş olur. Bu
hüküm bazı durumlarda devam edince, bu nesih değil, bir tahsis olur. Buna şu
şekilde cevap verilir: Hamilelik iddetinin süresi, çocuğu doğurmakla sona
erer. Gebeliğin bir sene veya daha az veyahut da daha çok süre içinde olması
fark etmez. Buna göre bütün bir seneyi, iddet süresi kabul edmek tamamıyla
zail olur.
Üçüncü Delil:
Cenâb-ı Allah: Ey İmân edenler. Hz. Peygamberle gizli söyleştiğinizde,
söyleşmenizden ön-•e bir sadaka veriniz" (Mücadele, 12) âyeti ile
Hz.Peygamber (s.a.s)'le fısıltı ile konuşmadan önce, sadaka vermeyi emretmiş,
sonra da bunu neshetmiştir.
Ebû Müslim şöyle
demiştir: Bu hüküm, sebebinin kalkmasıyla ortadan Kalkmıştır. Çünkü bu âyetle
ibâdetin emredilmesinin sebebi, sadaka vermeyecekleri için, münafıkların
mü'minlerden ayırdedilmesidir. Bu gaye tahakkuk edince, bu hükümle ibâdet de
düşmüştür.
Buna şöyle cevab
verilir: Eğer hal böyle olsaydı, bu durumda sadaka vermeyen herkes münafık
olmuş olurdu. Bu ise bâtıldır. Çünkü, rivayet edildiğine göre, Hz.Ali (r.a)'den
başka kimse sadaka vermemiş (yani ondan başka bu hükümle amel eden olmamıştır).
Cenâb-ı Allah'ın:
Madem ki siz bunu
yapmadınız, Allah sizin tevbenizi kabul etti" (Mücâdele, 13: âyeti buna
delâlet eder.
Dördüncü Delil:
Allah Teâlâ: j&\A\A^'d}J\^jjJ^^ss=c*.<fC j\ "Eğer sizden sabreden
on kişi olur ise, ikiyüz kişiye gâlib gelirler" (Enfâı, 65) â yeti ile bir
mü'minin on kâfire bedel olduğunu bildirmiş,sonra da bu hükmü:
"Artık şimdi
Allah sizden (tekliü) hafifletti ve sizde za'af olduğunu bildi. Buna göre
sizden sabırlı yüz kişi otur iser bunlar ikiyüz kişiye gâlib gelirler" i,
66) âyeti ile neshetmiştir.
Beşinci Delil:
Allah Teâlâ'nın; "İnsanlardan birtakım beyinsizler, "Onları, Önceki
kıblelerinden çeviren (se-beb) nedir?" diyecekler..." (Bakara,
142)âyetidir. Cenâb-ı Allah sonra müslüman-
ları, "Vazûnû Mescid-i Haram taraüna
çevir" (Bakara, 144) âyeti ile ilk kıblelerinden döndermiştir.
Ebû Müslim şöyle
demiştir: Kıble hakkındaki öbür hüküm tamamıyla kaldırılmış değildir. Çünkü
kıbleyi tayin etmek müşkil olduğunda veya cihet bilindiği halde yönelme
hususunda bir Özür bulunduğunda o (eski) kıbleye yönelmek caizdir.
Buna cevabımız şudur:
Senin zikrettiğin durumlarda Beyt-i Makdis'e yö nelmek ile diğer cihetlere
yönelmek arasında hiç bir fark yoktur. Binâenaleyt Beyt-i Makdis'i, başka
yönlerden ayıran özellik tamamen yok olmuş demekt ki, bu da bir nesihtir.
Altıncı Delil:
Allahu Teâlâ'nın: "Biz bir âyetin yerine diğer bir âyet tebdil
ettiğimizde,-ki Allah neyi indirece ğini çok iyi bilir- onlar, "Sen ancak
bir iftiracısın" dediler" (Nam, 101) âyetidir Tebdil, kaldırmayı ve
bırakmayı içine alır. Kaldırılan şey ya âyetin okunan lâfz veya hükmüdür. O
halde bu nasıl kaldırma ve neshetme olur?
Biz bu delilleri enine
boyuna inceledik. Çünkü bunların herbiri bir nebze neshin olduğunu
göstermektedir.
Ebû Müslim şöylece
muhakeme yürütmüştür: "Allah Teâlâ kitabı Kur'an'ı, "Ne önünden' ne
ardmdan ° (Kur'an'a) hiçbir bâtıl gelmez" (Fussilet, 42) diye
vasfetmiştir. Eğer nesh söz konusu
olsaydı o zaman O'nun Kitabına bâtıl yanaşmış olurdu.
Buna şu şekilde cevap
veririz: Bu âyetten maksad bu kitaba kendinden önceki semavî kitaplarda onu
iptal edecek herhangi birşey gelmediği gibi, kendinden sonra da onu iptal
edecek herhangi birşey gelmeyecektir.
[334]
Merisûh (neshedilen)
ya sadece âyetin hükmü, ya sadece âyetin okunan lâfzı, veya âyetin hem okunuşu
hem hükmüdür. Mensûh olanın sadece hüküm olması durumuna gelince, bunlar
yukarıda zikrettiğimiz âyetler gibidir.
Sadece tilâveti
(lâfzı) neshedilmiş olan âyetlere gelince bu, neshedildiği Hz.Ömer (r.a)'den
rivayet edilen şu âyettir. O şöyle demiştir: Biz "recm"ayetini;
"Yaşlı erkek ve kadın (evliler) zina ettikleri zaman, Allah'dan, ibret
verici bir ceza olmak üzere, o İkisini mutlaka recmediniz. Allah aziz ve
hakimdir"'diye okurduk.
Şu da, lâfzı
neshedilmiş olan âyetlere misâl olarak rivayet edilmiştir:
"İnsanoğlunun iki
vadi dolusu malı olsa, onlara bir üçüncü vadi dolusu mal katmayı ister. İnsanın
karnını ancak toprak doldurur. Cenâb-ı Allah tevbe edenin tevbesini kabul
eder..."
Hem hükmü hem de metni
mensûh olan âyetlere gelince, bu Hz.Aişe (r.aj'nin bildirdiği şu hükümdür:
Rıdâ, yani süt emmekle hasıl olan mahremiyet hakkında, Kur'an'da ilk nazil
olan hükme göre malûm olan on emme ile hürmet hasıl olundu. Bu sonra "beş
emme" hükmü ile neshedildi".[335] Şu
halde on emme meselesinin hem tilâveti hem de hükmü neshedilmiştir. Beş emmenin
ise tilâveti neshedilmekle beraber, hükmü kalmıştır.
Ahzâb sûresinin
es-Sebu't-Tıvâl (itk yedi uzun sûre) gibi, hatta onlardan daha uzun olduğu,
fakat sonradan bazı âyetleri neshedilerek kısaltıldığı rivayet edilmiştir.
[336]
Müfessirler, Cenâb-t
Hakk'ın: "Biz bir âyeti nesheder veya unutturureak..." âyetinin izahı
hususunda ih- titâf etmişler; bir kısmı, "nesh"i, "izâle
etmek" mânasına alırken, bir kısmı da "Kitab'ı istinsah etmek"
mânasına almışlardır. Bu ikinci görüş, Atâ ile Sa'id b. Müseyyeb'e aittir.
Birinci görüşün
sahipleri, görüşlerini birkaç türlü izah etmişlerdir:
1) Âyet
"Sizin okuduğunuz bir âyeti nesheder veya daha önce aranızda okumakta
olduğunuz bir âyeti unutturursak..." manasınadır. Bu Hasan el-Basri, Esâm
ve çoğu kelamcıların görüşüdür. Bunlar, kısmını, metni değil de hükmü
neshedilen âyetfere, kısmını da hem lâfzı hem de hükmü neshedilen âyetlere
hamletmişlerdir. Buna göre şayet "Unutmanın olması, âklen ve şer'an
imkânsızdır. Âklen imkansız oluşu, Kur'-an'ın mutlaka tevatür derecesinde
sayıları çok kimseye ulaşmış olması gerekir. Halbuki bu sayıda insanın
hepsinin unutması imkânsızdır. Şer'î delile gelince bu Allah'ın:
"Zikri (Kur'an-ı)
biz indirdik ve onu biz koruyacağız" (Hicr, 9) âyetidir denilirse,
birinciye iki bakımdan cevap veririz:
a) Unutma,
Allah'ın Kur'an'dan çıkarılmasını, okunmasını, namazda tilâvet edilen ve
hüccet getirilen şeyler cümlesinin dışında bırakılmasını emretmesi ile mümkün
olur. Kendisiyle ibâdet etme hükmü kalkıp, aradan uzun zaman geçince o şey
unutulur veya hatırlansa bile ancak haber-i vâhid seviyesinde hatırlanır. İşte
bundan dolayı hafızalardan silinmiş olur.
b) Bu
Hz.Peygamber (s.a.s) için bir mu'cize olur. Bu konuda bir haber rivayet edilir:
Bu habere göre müslümanlar bir sûre okuyorlardı, ertesi gün hepsi bunu
unutuyorlardı.
Onların ikinci
delillerine ise, bunun Cenab-ı Hakk'ın,
"Sana okutacağız
da, Allah'ın diledikleri hariç, sen onları unutmayacaksın" (A'lâ, 6-7) ve,
"unuttuğun zaman, Rabbini an" (Kehf, 24) âyetlerine muarız olduğunu
söyleyerek cevap veririz.
2) Âyetin
mânâsı "O âyeti değiştirirsek, biz onun ya sadece hükmünü, sadece lâfzını
veyahut da her ikisini değiştiririz" demektir. Allah'ın ifâdesinden maksad
ise, ."Onu olduğu gibi bıraktr, değiştirmeyiz" demektir. Biz
"nisyan" (unutma) nın, olduğu hâl üzere bırakmak manasına da geldiğini
izah etmiştik. Buna göre âyetin nihâi mânası şöyle olur: "Biz değiştirdiğimizin
yerine daha hayırlısını veya dengini getiririz.
3) ifâdesi,
"Biz âyeti indirdikten sonra onu kaldırırız" manasınadır. ifâdesini
ise hemzeli olarak şeklinde okuyarak, "Biz o âyeti Levh-i Mahfuz'dan
indirmez, tehir edersek..." mânasına almışlardır. Veyahut da bu ikinci
kelimenin mânası, "O âyetin neshini erteledik, şu anda neshetmiyoruz, ama
fayda bakımından onun yerini tutacak şeyi indireceğiz" demektir.
4)
ifâdesindeki âyetten maksad, hem hüküm hem de lafız
bakımından neshedilecek âyetlerdir. "Yani olduğu gibi bırakırız"
denilen âyetlerden murad ise hükümleri neshedilen âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin
lâfzı mensuh değildir, okunmaya devam edilirler.
İkinci görüşte olan
müfessirlere gelince, onlara göre, ifâdesinden maksad, "Onu Levh-i
Mahfuz'dan istinsah edersek..." mânasıdır, ifâdesinden maksad ise,
"veya onu tehir edersek..." mânâsıdır. Ama bu ikinci kelimeyi, şeklinde kıraat etmeye gelince, bunun mânası
"Onu olduğu halde bırakırız, yani onun istinsahını bırakır, istinsah
etmeyiz" demektir.
Cenâb-ı Allah'ın:
"Hiçbir âyeti" ifâdesine gelince, Ebû Müslim dışındaki bütün
müfessirter bunu, "Kur'an'dan hiçbir âyet" mânasına anlamışlardır.
Ebû Müslim ise bunu, Tevrat ve İncil'e hamletmiştir.
[337]
Hak Teâlâ'nın:
"Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu ile ilgili
iki görüş vardır:
a) "Hüküm
olarak daha hafif olanını,
b) Daha
faydalı olanını getiririz" demektir Bu ikinci görüş daha evlâdır. Çünkü bu
görüş, mükellefi, tabiatına daha kolay gelen şeylere değil, faydasına olan
şeylere sevkeder. Buna göre eğer, "İkinci gelen hüküm birincisinden daha
faydalı olsa, birincisinin faydası noksan olmuş olurdu. Binâenaleyh Allah bunu
nasıl emreder?" denirse, biz deriz ki: Birinci gelen hüküm o âyetin
geldiği zamana göre daha faydalı idi. İkinci gelen âyet ise daha sonraki zamana
göre daha faydalıdır. Böylece suâl zâi! olmuş olur. Bil ki âlimler, bu âyetten
birçok nesh meseleleri çıkarmışlardır.
[338]
Bir grub âlim, bir
âyetin hükmünün ancak ona bedet getirilirse neshedile-biieceğini söylemiş ve bu
âyetin, nesh söz konusu olduğu zaman mutlaka o âyetten sonra, ondan daha
hayırlısının veya dengtnin getirileceğine delâlet ettiğini ifâde ederek, bu
âyetin, neshedilenin yerine bir bedelinin mutlaka getirileceği hususunda açık
olduğunu söyleyerek delil getirmişlerdir.
Bunlara şu şekilde
cevab verilir: Bundan muradın şu olması neden caiz olmasın? "O hükmü
gidermek, artık o emre uymakla kulluk etmeyi kaldırmak o vakitte o hükmün devam
etmesi durumundan daha hayırlıdır." Sonra bir bedeli inmeksizin âyetlerin
neshedildiğine, Hz.Peygamber (s.a.s)'e fısıltı ile konuşmadan önce sadaka
verilmesi hükmünün yerine başka bir hüküm getirilmediği halde neshedilmiş
olması delâlet eder (Mücadele, 12. âyetine işaret ediliyor).
[339]
Bir grub âlim de şöyle
demişlerdir: "Daha ağır bir hükmü getirmek bir âyetin neshedilmesi caiz
değildir."Bunlar,"Allah'tn, "Ondan daha hayırlısını veya mislini
getiririz" buyruğu, nâsih olan âyetin hükmünün daha ağır olmasını
nesheder, çünkü daha ağır olan daha hayırlı veya öncekine denk olamaz"
diyerek delil getirmişlerdir.
Bunlara şöyle cevab
verilir: Âyetteki "daha hayırlısı" ifâdesi ile kastedilen şeyin,
âhiret hususunda daha çok sevap kazandıracak olan bir hüküm olması niçin caiz
olmasın? Hem sonra böylesi neshin vâki olduğuna, Hak Teâlâ'nın, zina eden
kadınlar hakkında, evlerinde hapsedilmeleri hükmünü, onlara celde vurulması ve
recmedi I meleri hükmü ile; aşure orucunu, Ramazan ayı orucu ile; bazılarına
göre namazlar başlangıçta ikişer rekatlı iken, mukim olanlar için bunu dörder
rekatlı namaz ile değiştirmesi delâlet eder. Bunu iyice anladığında biz deriz
ki: Bir hükmün, daha ağır şekliyle değiştirilmesi (neshi) geçen misallerde
vuku bulmuştur. Hükmün, daha hafifi ile neshedilmesi-ne gelince, bu meselâ
iddet müddetinin bir yıl iken, dört ay on güne; gece namazlarının vâcib iken,
muhayyer bırakılmasına doğru neshedilmesi gibidir. Bir hükmün, dengi bir
hükümle neshedilmesi ise, kıblenin Beyt-İ Makdis'den Kâ'be'ye çevrilmesi
gibidir.
[340]
Şafii (r.a):
"Kur'an, mütevatir hadis ile nesholunamaz" demiş ve bu görüşüne bu
âyetle istidlal etmiştir.
a) Allahu
Teâlâ, neshettiği âyetlere bedel olarak, ondan daha hayırlısını haber vermiştir
ki bu O'nun, o âyet cinsinden bir şey getireceğini gösterir. Nitekim birisi:
"Ben senden bir elbise alırsam, ondan daha hayırlısını sana
getiririm" dediğinde, bu söz onun, elbise cinsinden daha iyi bir elbise
getireceğini ifâde eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, mutlaka neshedici
şeyin (nâsih'in), neshedilen (mensûh) cinsinden olması gerekir. Binaenaleyh
Kur'-an'ın cinsi yine Kur'an'dır.
b) Allah
Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyurması, bu daha
hayırlıyı, yalnız kendisinin getireceğini gösterir. Bu İse, Hz.Peygamber
rs.a.s)'in getirdiği (söylediği) sünnet değil, Allah'ın kelâmı olan Kur'an'dır.
c) Allah
Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğu, getirilen
(nâsih) şeyin âyetten daha hayırlı olmasını gerektirir. Halbuki sünnet
Kur'an'-dan daha hayırlı olamaz.
d) Cenâb-ı
Allah: "Bilmiyor musun, Allah herşeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur.
Bu, daha hayırlı olanı getirenin, bütün hayırlara gücü yeten zat olduğuna
delâlet eder ki o da Allah Teâlâ'dır.
İmam Şafii'nin bu dört
görüşünün hepsine toptan şöylece cevab verilebilir: Allah Teâlâ'nın:
"Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğundaki bu hayrın,
"nâsih" olması icab ettiği hususu âyette yer almaz. Aksine bu daha
hayırlı olan şeyin, neshin meydana gelmesinden sonra gerçekleşecek ve nâsihe mugayir
(nâsih'ten başka birşey) olması da muhtemeldir. Bu ihtimalin hakikat olduğuna
bu âyetin, daha hayırlısını getirmede ilk âyetin neshine dayanmış olması
hususunda açık bir ifâde bulunması delâlet eder. Eğer bir âyetin neshedilmesi,
bu daha hayırlı olan şeyi getirmeye dayansa idi devr-i fâsid gerekirdi, bu ise
bâtıldır. Sonra cumhur (ekseri âlimler) Kur'an'ın hadis ile de neshedilmesinin
fiilen vaki olduğunu da söylemişlerdir: Çünkü akbabalara va-siyyette bulunmayı
ifâde eden âyet (Bakara, 18O), Hz.Peygamber (s.a.s)'in: "Dikkat edin,
varis olacak kimse lehine vasiyet yapılmaz[341]
Hadisi ile; celde
âyeti (Nur,2), evliler için recm gerektiğini ifâde eden hadîs ile
neshedilmiştir.
İmam Şafiî (r.a) şöyle
cevap vermiştir: "Cumhurun birinci deliline gelince, bu zayıftır. Çünkü,
mîrasın vârisin hakkı olması, peygamberin sözünü bu mânada vasiyyete hamletmeye
mâni oluyor. Bu sebeble miras âyetinin (Nisa, 11-12), bu vasiyete mâni olduğu
sabit olur.[342] Onların ikinci delilleri
de zayıftır. Çünkü Hz.Ömer (r.a): "Yaşlı erkek ile yaşlı kadın (evli erkek
ve kadınlar) zina ettikleri zaman, onları mutlaka recmediniz" ifâdesinin
Kur'an'dan olduğunu rivayet etmiştir. Buna göre belki de bunda da nesh ancak
Kur'an ile olmuştur." Bu konudaki sözün tamamı usûl'ü fıkıh kitaplarında
mevcuttur.
Cenâb-ı Allah'ın:
"Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğuna bilmiyor musun?" âyeti,
Hz.Peygamber (s.a.s) ve diğer insanların, mükellefi, Allah'ın meşîetinin,
hükmünün ve hikmetinin altında evirip çevirmeye kadir olduğuna ve Allah'ın
irâde ettiği şeyi savuşturup istediği belayı engelleyecek hiç kimsenin
olmadığına dikkatlerini çekmektedir.
[343]
Mû'tezile, Kur'an'ın
mahlûk (yaratılmış) olduğuna, Bazı bakımlardan, bu âyette istidlal etmiştir.
a) şayet
Allah'ın kelâmı (Kur'an) kadîm (ezelî) olsaydlı nâsin ve mensuhun da ezelî
olmaları gerekirdi.
Fakat bu imkânsızdır.
Çünkü nâsih âyetin mensûhtan sonra olması gerekir. Birşeyden sonra olanın kadîm
olması imkânsız olur. Mensûh'a gelince, onun da zail olmuş ve kalkmış sayılması
gerekir. Zevali sabit olan şeyin ezelî olması, âlimlerin ittifakıyla
imkânsızdır.
b) Âyet,
Kur'an'ın bazı âyetlerinin bazı âyetlerinden daha hayırlı olduğuna delâlet
ediyor. Böyle olan birşey ise kadîm olamaz.
c) Allah Teâlâ'ntn
"Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğunu bilmiyor musun?" sözü, bu
âyetten maksadın, O'nun bazı âyetleri neshedip, öncekinin yerine diğer bir şeyi
getirmeye kadir olduğunu gösterir. Allah'ın kudreti dahilinde olup tahakkuk
etmiş olan herşey muhdes (sonradan olma) dır.
Âlimlerimiz bunlara
şöyle cevap vermişlerdir: Birşeyin nâsih ve mensûh olması, lâfız, ibare ve
kelimelere arız olan sıfatlardandır. Bu vasıfların sonradan olduklarında
herhangibir münakaşa yoktur. Öyleyse niçin, "ibare ve ıstılahların
medlulü olan hakiki mânanın muhdes (sonradan) olduğunu" söylüyorsunuz?
Mû'tezile şu şekilde
demiştir: "İbare ve kelimelerin mânası olan o mânanın, ilk taallukunun
zâti olup yeni bir taallukunun olduğunda şüphe yoktur. Buna göre ilk taalluk
muhdestir. Çünkü o zail olup gitmiştir. Halbuki kadim oları şey zail olmaz.
Mânanın ikinci olarak taalluk ettiği şey ise hadis (sonradan olma) dır. Çünkü o
hiç yok iken meydana çıkmıştır. Halbuki hakiki söz bu taalluklarından
ayrılmazlar. Bu taalluklardan ayrılmayan şey ise muhdestir. Muhdes-ten
ayrılmayan şey de muhdestir. O halde muhdese taalluk eden kelâmın da muhdes
olması gerekir."
Âlimlerimiz buna şu
şekilde cevap vermiştir: Allah'ın kudreti, ezelde âlemin yaratılacağına
taalluk etmiştir. Buna göre âlem varlık haline geldiği zaman bu taalluk devam
eder mi, etmez mi? Sen bak, eğer "Kadir olanın mevcud olanı icâd etmeye
kadir oluşu devam eder" dersen, bu imkânsızdır. Eğer, "Bu taalluk
zail otup bitmiştir", dersen, o zaman sizin mânalar ve kelimeler hakkındaki
izahınıza göre, Allah'ın kudretinin de hadis (sonradan olma) olması gerekir.
Allah'ın ilmi de aynı durumdadır. O'nun ilmi ezelde âlemin olacağına taalluk
etmiştir. Buna göre âlem var olunca, eğer ilk taalluk devam ederse bu cehalet
olur. Eğer devam etmiyor ise, bu durumda sizin izahınıza göre, ilk taallukun
da hadis olması gerekir. Çünkü ilk taalluk kadîm olsaydı zâi! olmaz ve bundan
sonra meydana gelecek taalluk hadis olurdu. Buna göre Allah'ın âlim oluşu,
hadis olan (muhdes olan) taalluklardan ayrılmazdı. Muhdesden ayrılmayan da
muhdes otur. O halde, Allah'ın âlim oluşu da muhdes (sonradan olma) dır. Sizin
Allah'ın ilmi ve kudreti hususunda vereceğiniz cevaplar, bizim Allah'ın kelâmı
hususundaki cevabımızın aynısıdır.
[344]
Âlimler Allah'ın:
"Allah herşeye hakkıyla kadirdir" ifâdesini, yok olana
"şey" denilebileceğine delil gc- tirmişlerdir. Bunun izaht yukarıda
geçtiği için tekrar etmeyeceğiz. "Kadîr", fa'il vezninde olup, ismi
fail mânasını ifâde eder. Bu vezin mübalağa (ileri seviyeyi) ifâde eden bir
vezindir.
[345]
"Bilmiyor musun,
göklerin ve yerin mülkü şüphesiz Allah'ındır ve sizin Atlah'dan başka ne bir
dost ne de bir yardımcınız yoktur" (Bakara, 107),
Bil ki Cenâb-ı Hak
neshin caiz olduğu hükmünü bildirdikten sonra, göklerin ve yerin mülkünün
başkasının değil, kendisinin olduğunu beyân etmiştir. Bu, mahlûkatın mâliki ve
sahibi olduğu için, Allah'ın her emrinin ve nehyinin güzel (hasen) olduğuna
dikkat çekmektedir. Bu bizim âlimlerimizin görüşüdür. Meydana gelecek bir
sevâb ve savuşturulacak bir cezadan ötürü değil, sırf, kulların mâliki ve
onlara hükümran olması sebebiyle, Allah'ın kullarını mükellef tutması muhakkak
ki güzel olmuştur.
Kaffâl şöyle demiştir:
Bunun, kıbleyle ilgili duruma bir işaret olması da muhtemeldir; çünkü Cenâb-ı
Hak onlara, kendisinin göklerin ve yerin mâliki olduğunu, bütün mekân ve
cihetlerin O'nun mülkü olduğunu, ancak Allahu Teâlâ dilerse, herhangi bir
cihetin diğer cihetlerden daha muhterem ve saygıya değer olduğunu
bildirmiştir. Durum böyle olup kıbleye yönelme ile ilgili emir de ancak, orayı
şereflendirmeye dair bir tahsis olmuş olunca, kıblenin bir cihetten başka bir
cihete değişmesine mani olacak bir şey kalmamış olur. "Velî ve nasîr"
kelimelerine gelince, bunlar mübalağa ifâde etmek üzere, fail manasında olmak
üzere, vezninde gelmiş olan iki isimdir. Bu âyet ile, mülk'ün kudret'ten başka
bir mâna ifâde ettiğine istidlal edenler vardır. Bu kimseler şöyle demişlerdir:
Cenâb-ı Hak önce:
"Allah’ın herşeye
kadir olduğunu bilmedin mi?"
buyurmuş, bundan sonra "Göklerin ve
yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" buyurmuştur. Şayat mülk
kudretten ibaret olsaydı, bu faydasız bir tekrar olmuş olurdu. Mülk ve kudretin
hakikatine dair söz ise, "Din gününün mâliki" (Fatiha, 3) âyetinde
geçmişti.
[346]
"Daha önce
Musa'dan talep edildiği gibi, yoksa siz de mi peygamberinizden bazı isteklerde
bulunuyorsunuz? Her kim imânı küfürle değiştirirse, muhakkak ki dosdoğru yoldan
sapıtmıştir" (Bakara. 108).
Burada birkaç mesele
bulunmaktadır:
[347]
harfi, muttasıl ve munkatı
olmak üzere iki kısımdır. Muttasıl olan, elifin dengidir. Bu, kelimesinin bir
araya getirmiş olduğu manayı dağıtmak içindir; nitekim, edatı da, nün bir araya
toplamış olduğunu dağıtır. Sen şöyle dersin:
'Onlardan dilediğine, leyde veya Amr'a vur!" Sen, "onlardan
istediğine vur!" "İster Zeyd'e, ister Amr'a!" dersin.Munkatı'a
olan, ise, ancak tam bir sözden sonra
bulunur. Çünkü bu, elif ve mânalarınadır. Arapların, "Onlar develer midir,
yoksa daha doğrusu koyunlar mıdır?" ifâdesi gibi. Araplar sanki böylece, "Daha doğrusu onlar, koyundurlar"
demiştir. Allahu Teâlâ'nın: Daha doğrusu
onlar, bunu o uydurdu diyorlar" (Hud, 13) âyeti de böyledir. Şair Ahtal,
şöyle demiştir:
"Çözlerin sana
yalan söyledi; daha doğrusu sen, alacakaranlık vasıtasıyla sevgilin Rebâb'm
hayalini gördün."
[348]
Alimler, âyetteki
muhatap hususunda, birkaç görüş uzere intilâf etmişlerdir:
Bunlar,
müslümanlardır. Bu Asâmm, Cübbaî ve Ebû Müslim'in görüşüdür. Bunlar bu
görüşlerine bazı deliller getirmişlerdir:
1) Allahu
Teâlâ âyetin sonunda: buyurmuştur. Bu söz, ancak mü'minler hakkında doğru
olabilir.
2) Hak
Teâlâ'nın, ifadesi, bir ma'tûfun aleyh'in olmasını gerektirir ki, bu da O'nun:
"Hâ'inâ demeyiniz" (Bakara. 104) kavlidir. Buna göre Allah sanki
şöyle buyurmuştur:" deyiniz ve dinleyip kabul ediniz; siz emrolunduğunuz
gibi mi yaparsınız, yoksa peygamberlerinizden bazı taleplerde mi
bulunursunuz?"
3) Müslümanlar
Hz.Muhammed (s.a.s)'e öğrenmek gayesiyle, araştırılmasında kendileri için
herhangi bir hayır bulunmayan şeyler hakkında soru soruyorlardı. Nitekim
yahûdiler de Hz.Mûsa (a.s)'dan, araştırılmasında kendileri için herhangi bir
hayır bulunmayan hususları soruyorlardı.
4) Müslümanlardan
bir grup, kendilerine ait kutsal bir panonun olmasını istemişlerdi. Nitekim
müşriklerin de, böyle kutsal panoları bulunuyordu; bu, kendisine taptıkları ve
üzerine yiyecek ve içecek şeyleri astıkları bir ağaç idi. Bu, Hz.Mûsa'nın
kavminin, Hz.Mûsa'dan, müşriklerinki gibi kendilerine ilâhlar yapmasını
istemesine benziyordu.
b) Bu,
Mekkelilere bir hitaptır ki, bu görüş İbn Abbas ve Mücâhidin görüşüdür. Onlar
şöyle demiştir: Abdullah ibn Ümeyye el-Mahzûmî, Kureyş'-ten müteşekkil bir
topluluk içinde bulunduğu hâlde, Hz.Peygamber (s.a.s)'e gelerek şöyle demiştir:
Ey Muhammed, Allah'a yemin olsun ki, bizim için yerden kaynaklar
fışkırtmadıkça. senin hurmalıkların ve üzüm bağların olmadıkça veyahut da
senin altından bir evin olmadıkça, ya da gökyüzüne çıkmadıkça sana imân
etmeyiz. Biz senin, Allah'tan Abdullah ibn Ümeyye ye, "Muhammed Allah'ın
Resulüdür, binaenaleyh O'na uyunuz!" diyen bir kitabı bize getirmediğin
sürece, senin semâya yükseldiğine de inanmayız!" Geriye kalanlarsa
Hz.Peygamber (s.a.s)'e şöyle demiştir: "Eğer buna gücün yetmezse, Hz.Musa
(a.s)'nın Allah katından kavmine, içinde helâl ve haramın, hadler ve feraizin
zikredildiği levhalar getirmesi gibi, kendisinde helâl ve haramın, hadler ve
feraizin zikredildiği bir kitabı toptan olarak Allah katından bize getir! İşte
ancak bu durumda sana imân ederiz!".
Bunun üzerine Allahu
Teâlâ, bu âyeti indirerek, "Yoksa sizler, resulümüz Hz. Muhammed
(s.a.s)'den size Allah katından âyetler getirmesini mi istemeyi murad
ediyorsunuz?" Nitekim, Hz.Mûsa ile beraber Tür dağına çıkan yetmiş kişi
de, istekte bulunarak, "Allah'ı açıkça bize göster," demişlerdi.
Mücahid'den,
Kureyş'in, Hz.Peygamber (s.a.s)'den, Safa tepesini kon-dilerine altın ve gümüş
yapmasını istediği; bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s)'in de, "Evet,
Israiloğullanna verilen sofra gibi, bu da sizin olsun" dediği, ancak
onların bundan kaçınarak, taleplerinden vazgeçtikleri rivayet edilmiştir.
c) Buradaki
muhataplar, yahûdilerdir. Bu görüş, en doğru olanıdır. Çünkü bu sûre, Hak
Teâlâ'nın: "Ey İsraüoğulları, benim nimetimi hatırlayınız..."
(Bakara, 47) âyetinden başlamak üzere, onlardan nakillerde bulunmuş ve onlara
karşı deliller ortaya koymuştur. Bunu te'yid eden diğer bir husus ise, âyetin
medenî olmasıdır. Keza, buraya kadar sadece ya-hûdilerden bahsedilmiş,
başkalarının zikri geçmemiştir. Öte yandan başka bir husus da, peygambere
inananların Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu kabil soruları neredeyse hiç
sormamalarıdır. Zira mü'min,Hz.Peygamber (s.a.s)'e böylesi bir soru sorduğu
zaman, imâna karşılık küfrü satın almış olur.
[349]
Cenâb-ı Hakk'ın:
buyruğunun zahirinde, sorunun keyfiyetinden öte, onların herhangi bir soru
sordukları hususu mevcut değildi. Tam aksine bu hususta, onların soru
sorduklarına dair zikretmiş olduğumuz rivayetlere başvurulur. Allah en iyisini
bilendir.
[350]
Bil ki, onların
zikretmiş olduğu sual, eğer mu'cize istemek için olursa, bu niye küfür olsun
ki? Bir şey hakkında delil istemenin küfür olmadığı malûmdur. Eğer bu soru,
hükümlerin neshedilmesi hususunda izah edilen hikmetten ötürü ise, bu da küfür
olmaz.
Çünkü melekler,
beşeriyetin yaratılması hususundaki hikmeti tafsilâtlı olarak istemişlerdi,
fakat kâfir olmamışlardı. Bu sebeple, belki de en evlâ olanın, âyeti, onların
Hz.Mûsa (a.s)'dan, müşriklerin ilâhları olduğu gibi kendileri için de ilâhlar
yapmasını istemelerine hamletmektir. Eğer onlar mu'cize talebinde
bulun-muşlarsa, bunu zorluk çıkarmak, cedelleşmek ve işi yokuşa sürmek için
istemişlerdir. İşte böyle bir istekten dolayı kâfir olmuşlardır.
[351]
Bu âyetin, kendisinden
önceki âyetlerle irtibat) konusunda âlimler birkaç vecih zikretmişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hak şeriatlarda neshin cevazına hükmettiğinde, muhtemelen onlar, bu hükmün
tafsilâtını sorup soruşturuyorlardı. İşte bu sebeple Allahu Teâlâ onları
bundan men etmiş ve, Hz.Mûsa (a.s)'nın kavminin sormuş oldukları bozuk maksatlı
sualleri sormaları yakışmadığı gibi, onların da böyle suallerle meşgul
olmalarının uygun olmadığını beyan etmiştir.
b) Geçmiş
olan emir ve nehiylerden ötürü Cenâb-ı Hak onlaıa, "Eğer size emretmiş
olduğum şeyi kabul etmez ve bana itaat hususunda diretirseniz, siz
Hz.Musa'dan istenilmesi uygun olmayan
şeyi isteyen kimseler gibi olursunuz" demiştir. Bu görüş Ebû Müslim'den
nakledilmiştir.
c) Cenâb-ı
Hak emredip ve yasaklayınca, O, "Size emrettiğini yapıyor musunuz, yoksa
sizden önce Musa'nın kavminin tuttuğu yolu mu izliyorsunuz?" demiştir.
[352]
demek, yolun tam
ortası demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Derken muttali oldu da, onu
cehennemin tam ortasında gördü" (Satfat. 55) buyurmuştur. Bundan maksat,
gerçekten yolun ortasında bulunmak mânası değil, bir teşbihtir. Bu hususta
"vech-i şebeh" de (benzetme yönü) şudur: İmân etmiş olan kimse, kendisini
kurtuluşa ve arzuladığı sevâb ve nimetleri elde etmeye götüren bir istikamet
üzere hareket etmiş olur. Bu sebeple, küfrü alıp imânı veren kimse, bu
istikametten sapmış olur. İşte bundan dolayı da, o kimse hakkında, "O,
dümdüz yolun ortasında şaşırdı" denilmiştir.
[353]
"Ehl-l Kitabın
bir çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonre, içlerindeki hasetten
dolayı, imânınızdan sonra sizi küfre döndürmek istedi. Allah emrini getirinceye
kadar onları bırakın, serzenişte bulunmayın... Muhakkak ki Allah, her şeye
kadirdir" (Bakara, 109).
Bil ki bu, yahûdilerin müslümanlara karşı olan üçüncü çeşit tuzaklarıdır. Bu böyledir, çünkü rivayet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays va yahûdilerden bir grup, Uhud muharebesinden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir (r.a)'e şöyle demişlerdir: "Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şayet sizin yolunuz hak olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha haytrlı ve daha faziletli bir şeydir., Çünkü biz. sizden daha doğru yoldayız. Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi: "Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?" Onlarda, "Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır" dediler. Ammâr da: "Ben, yaşadığım sürece. Hz.Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmiyeceğim hususunda ahdetmiştim" dedi. Bu na karşılık yahûdi, "İyi bilin ki, bu da sapıtmış" dedi. Huzeyfe de şöyle dedi: 'Bana gelince, ben Allah'ı Rab, İslâm'ı din; Kur'an'ı imâm, Ka'be'yi kıble ve mü'minleri de kardeş olarak seçtim." Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Resul-i Ek rem (s.a.s)'in yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s) de, "Siz hayra isabet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz" buyurdu. İşte âyet, bu hâdise üzerine nazil ofdu. Bil ki biz, önce hased hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz. [354] Başa Dön
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94-95.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/95-96.
[4] Benzeri bir hadis için
bakınız İbn Msce. Diyât. 14 (2/884).
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/96-97.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/98.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/98-99.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/100-101.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/101.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/101-102.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/102.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/102-103.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/103.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/103-104.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/104-107.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/107-109.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110-111.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110-111.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/112.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/112.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/113.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/113-114.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/114.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/114.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/115.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/115-117.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/117-119.
[36] Buhari, Savm, 13.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/120.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/120-122.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/122.
[40] Müsned, 1/430, 11/197.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/122-123.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/124-125.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/125.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/126-127.
[45] Tirmizi, Tâhare, 94 (1/220).
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/127.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/127-128.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129-130.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/131.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/131-132.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/132-133.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/133.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/133-137.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/138-139.
[62] Müsned, 3/129; 183; 4/421.
[63] Buhari, iman, 17.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/139-142.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/142-143.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/144.
[67] Ebu Davud, Edeb, 40,
(4/270).
[68] Ebu Davud, Edeb, 39,
(4/268).
[69] Müslim, Müsâkât, 138-142
(3/1230-1231).
[70] Tirmizi,Siyer, 21(4/138);
ibn Mâce, Sadakat, 12(2/806).
[71] Hadisin ilk yansı için bkz,
Buhari, İlim. 10; Tlrmizi,İlim. 19; İbn Mace, Mukaddime, 17 (1/81); Ebu Davud
ilim. 1(3/317).
[72] Müslim, Eşribe, 73(3/1587).
[73] Müslim, Ekdiye.
4(3/1337).
[74] Müslim, İman, 76(1/104).
[75] Darimi, Rikak, 13 (2/302).
[76] Müslim, Eşribe, 73(3/1587).
[77] Müslim, İman, 175 (1/104);
Nesai, Cenaiz, 62 (4/67).
[78] Müslim, İman, 171 (1/102).
[79] Ebu Davûd, İlim. 12 (3/323).
[80] Ebu Davud, ilim, 9(3/321}.
[81] Çok yakın bir ifade İçin:
Müslim, İman. 220 (1/122-123).
[82] Müslim, İman, 218 {M/22).
[83] Tirmizi, Libas, 19 (4/231);
Ebu Davud, Edeb. 88 (4/306).
[84] Müslim, İman, 227 (1/125).
[85] Ebu Davûd, Akdiye. 2
(3/299).
[86] Tirmizi, Diyât, 2 (4/20).
[87] Müsned, 1/46.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/144-150.
[89] Tirmizi, Fedailu'l Cihad, 13
(4/125).
[90] Benzeri hadis için bkn.
Buhari, Edeb 13.
[91] Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33)
Tirmîzî, Birr, 9 (4/315) Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33) Tirmîzî, Birr, 9 (4/315).
[92] İbn Maca, Zühd, 23 (2/1408);
Tlrmlzl, Kıyâme, 57 (4/664).
[93] Buhari Tevhid, 1; Müslim, İmân,
48-51 (1/58/59).
[94] Müslim, İman 1 (3/1624).
[95] Nesil, Eyman, 37 (7/24);
Etnı Davud, Cihad 133 (3/68).
[96] Benzeri bir hadis için bkz:
Müslim, Zekât, 24 (2/660).
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/150-154.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/154-156.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/157-161.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/161-172.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/172-173.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/174.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175.
[104] Keştu’l-Hafi, 2/166
(Beyhaki’den).
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175-176.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/176.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/176-177.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/177.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/177-178.
[111] Ferra şeklinde okumuştur.
Bizim kıraatimizde ise bu ketime şeklindedir.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/178-179.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/179.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/179.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/180-181.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/181-182.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/182.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/182-183.
[119] Benzeri bir hadis için
bkz Müslim, Birr, 16 (4/1961); Tirmizl.
Birr. 16 (4/324); Buharı, Edeb. 13.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/183-184.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184-185.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.
[127] Bir söz dizisi İçerisinde,
şahıslar aynı olduğu halde şahıs zamirlerinin gaibken muhataba, veya muhatab
iken gaibe v.b. değişmesidir.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186-187.
[131] Keşfu'l-Hafa. 1/106;
Taberani ve İbn Ebi'd-Derda'dan.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/188.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/188-189.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/189-190.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/190-191.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/191-192.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/192.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/192-193.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/194-195.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195-196.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196-197.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/197.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/197.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i
Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198-199.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/199.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/199-200.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/200.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/200.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/200-201.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/201.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/201.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/201-202.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/202.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/203.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/203.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/203.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/204.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/205.
[170] Darimi, Mukaddime, 11(1/33).
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/205-207.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/207-209.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/209.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/209-210.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/210.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/210.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/211.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/211.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/211.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/211-212.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/212.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/213.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/213.
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/213.
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/214.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/214.
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/214-215.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/215-216.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/216.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/216-217.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/217.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/217.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/217.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/217-218.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/218.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/219.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/219.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/219.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/220.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/220.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/220.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/220.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/221-222.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/222.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/222.
[206] Razi, burada Kelâm ilminin lüzumuna bir delil
bulmaktadır.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/223.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/223.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/223-224.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/224.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/225.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/225.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/225.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/225.-226.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/226.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/226.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/226-227.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/227.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/227.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/227.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/228-229.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/229.
[223] Müslim, Zikr. 10, 13 (IV/2064-2065).
[224] Ahmed Ibn Hanbel, I/246.
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/229-234.
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234.
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234.
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234-235.
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/235-236.
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/236-237.
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/237.
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/237.
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/238.
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/238.
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/239.
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/239-242.
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242.
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242.
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242-244.
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/244-245.
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/245-247.
[242] Müsned, 1/379.
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/247.
[244] İhtilas: Zorla çekip almak manasına gelmekte olup,
harekenin 1/2'sim okumaktadır.
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/247.
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248.
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248.
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/249.
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/249.
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250-251.
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/252.
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/252.
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/253.
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/253-254.
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/254.
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/254-255.
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/255-256.
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/256.
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/256.
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/257.
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/257-258.
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/258.
[270] Dâru'l-Fikr. 1981 basımının da işaret ettiği gibi sözünün
devamı gelmiyor da metinde bir düşük olduğunu düşündürüyor. Fakat mâna tashih
olmak anlaşılmaktadır (mütercimler).
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/259.
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/259-260.
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/260.
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/260-261.
[275] Müslim, Cum'a, 47 (2/594).
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/261-262.
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/262.
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/262-264.
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/264-266.
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/266.
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/266-269.
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/269.
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/269-270.
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/270-272.
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/272-273.
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/274.
[290] Aynı manada başka bir hadis için bkz: Müslim, Selam,
43(4/1720).
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/274-275.
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276.
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276.
[294] Müsned, 2/429; 4/68; 5/380.
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276-278.
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/278-281.
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/281.
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/281-282.
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282.
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282.
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282-284.
[302] Vahiy meleğinin çoğu kez suretinde gelmiş olduğu
yakışıklı sahabinin adıdır.
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/284-285.
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/286-288.
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/288.
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/288-289.
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/289.
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/289.
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/290.
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/290-291.
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/291.
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/291.
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/292.
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/292-293.
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/293-294.
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/294.
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/294-295.
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/295.
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/295-297.
[320] Razi, Hz.Ubeyy'den nakledilen bu kıraatin, aslında
birinci tefsiri te'yid etmek gayesine matuf olduğunu belirtmek istemiştir.
(Çevirenler).
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/297-298.
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/298.
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/298-299.
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/299.
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/299.
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/300-301.
[327] Müsned, 5/279.
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/301-302.
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/302.
[330] Bu cümledeki müphemlik. matbu metindeki müphemlikten
ileri gelmektedir. Aslî vasfı itibariyle, tafsilatlı bilgi verme yolunu lutan
tefsirin bu paragraftaki son derece veciz, teksifî vasfı da dikkat çekicidir.
Acelesi olan bir yolcu edasıyla on-onbeş sayfalık mânayı iki cümleye
sıkıştırmakta, işaret ederek veda edip gitmekledir.
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/302.
[331] Müddetle sınırlı olan muvakkat durumu kasdedryor.
(Çev.)
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/303-305.
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/305.
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/306-309.
[335] Müslim, Rıda, 25- Bk2. Şerhu'n-Nevevî, 10, s.29.
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/309.
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/310-311.
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/311-312.
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/312.
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/313.
[341] Ebu Dâvud, Vesâyâ 6 (3/114); Tirmizi, Vesâyâ, 5 (4/433).
[342] İ Şafiî demek istiyor ki: Vasiyet hükmünü nesheden. bu hadis-İ şerif değil, yine bu âyettir (yani, miras paylarını bildiren Nisa süresindeki âyetlerdir). (Çev.)
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/313-314.
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/314-315.
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/315.
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/316.
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317.
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317.
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317-319.
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319.
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319.
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319-320.
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/320.
[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/321.