Ölünün  Dirilip Katili Göstermesi 7 *

Birinci Mesele. 7

Maktul Ölü Değildi 7

Bu Kıssadan 'Katil Varis Olamaz" Hükmü Çıkar mı?. 7

Sonra Kalblerinin Taştan da Daha Katı Hale Gelmesi 8

Birinci Mesele. 8

Bu Hitap Ash Saadetteki Yahudiiere Yapılmş Olabilir 8

Üçüncü Mesele. 9

Taştan da Daha Katı Kalbler 9

Edatının Buradaki Muhtemel Mânaları: 9

Kalblerini Taşa Benzetmenin Aklî İzahları 10

Üçüncü Mesele. 10

Mu’tezile’nin Yanlış Bir İstidali 10

Kalb Katılığının Çok İleri Derecede Olduğu. 10

Birinci Mesele. 10

Nehirlerin AkmasıHakkında Bir İzah. 11

Allah Korkusundan Taşın Düşmesi Ne Demektir?. 11

Yahudilerin, Allah'ın Kelamım Bile Bile Tahrif Etmeleri 12

Yahudilerin Müslümanlara İnanmaları 13

Umumi Hitaptan Maksad, Husus Yani Hz. Peygamber’dir 13

İmanı Umulanlar, Asr-ı Saadet’teki Yahudilerdir 13

Üçüncü Mesele. 14

Dördüncü Mesele. 14

Allah'ın Kelamını Dinleyen Cemaat 14

Kitabı Tahrif Etmeleri 14

Tahrifin Manası 14

Tahrif, Ekseriya Lâfızda Olur 14

Mâna Veya Lafız Tahrifi Hakkında. 15

Bazılarının Tahrifi İle Diğerlerinin İmanından Ümit Kesilmemesi 15

Beşinci Mesele. 15

"Bile Bile" İnkar Etmelerinden Maksad. 15

Birinci Mesele. 16

İkinci Mesele. 16

Yahudilerin Peygamberimizle İlgili Gerçeği Saklamaları 16

Hitabı Kimedir?. 17

Ûmni Tâbirinin Manası 18

Emâni Kelimesi Hakkında. 18

Üçüncü Mesele. 19

Ayetten Çıkarılan Kaideler 19

"Az Bir Değer Karşılığında Satma" Ne Demektir?. 20

Ahiret Azabının Sadece Sayılı Günler Olacağı İddiaları 20

Sayılı Günlerin Şümulü. 20

İkinci Mesele. 21

Üçüncü Mesele. 21

Allah'ın Ahdi 21

Ahdin Buradaki Mânası 21

İkinci Mesele. 22

istifham Değil İstifham-i İnkarıdır 22

Allah Ahdinden Caymaz. 22

Mutezilenin İddiası 22

Cübbai’nin Vaa’d ve Vaid Prensibine istidlali 22

Razi'nin Cevabı 22

Ayetin İhtiva Ettiği Hükümler 23

Kebire Sahibi Hakkında Mu'tezile İddiası 23

Razî'nin Mûtezile'ye Cevabı 24

Vaid Hakkında. 24

Mutezilenin Vaîd Hakkındaki Delilleri 24

Lâfzının Umûm İfade Ettiğine Dair Mutezile Delilleri 25

Mutezilenin Eliflam İle Marlfe Olan Cemilerle İstidlali 26

Umum Lâfızlarından İle Beraber Olan Cemî Sığaları 27

Umum Lâfızlarından Lâfzı 28

Mû'tezile'nin Hadis-İ Şeriflerden İleri Sürdükleri Deliller 28

Dışında Umum İfade Eden Hadisler 30

Sünnî Alimlerin Mu'tezile'ye Cevapları 31

Kebire İşleyenlere Allah Azab Etmez İddiasında Olanlar 32

Bazılarının Affedileceğini Söyleyip Bazıları Hakkında Tevakkuf Edenlerin Delilleri 34

Mu'tezile'nin İddialarına Cevaplar 38

Bu İstidraddan Sonra Ayetin Tefsirine Dönüş. 39

Cennetlikler 39

Terhîbden Sonra Tergîbin Gelmesindeki Hikmet 40

Amel İmandan Ayrıdır 40

İkinci Mesele Büyük Günah işleyen "İman Ve Salih Çerçevesi Dışına Çıkmaz. 40

Üçüncü Mesele. 40

İsrailoğullarından Alınan Ahid. 40

Birinci Farz: Allah'a Kulluk Kıraatler ve Hüccetler 41

Cümlesinin Muhtemel İ’rabları 41

ibadet Kavramı, Kelam, Fıkıh Ve Ahkâma Şamildir 41

Bu Emirle ilgili İ'rab Vecihlerı 41

Allah'a İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti 42

Ebeveyne İtaatin Hükmü. 42

Ebeveyne Yapılacak ihsanın Şûmulû. 43

Akraba Mefhumuna Dahil Olanlar 43

Akraba Hukukunun Önemi 43

Yetim Kime Denir?. 44

Yetimle İlgilenmenin Önemi 44

Miskin Kime Denir?. 44

Miskinin Yetimden Sonra Sıralanmasının Hikmeti 44

Üçüncü Mesele. 44

Kıraat Farkına göre Manalar 44

İkinci Mesele. 45

Üçüncü Mesele. 45

Kimlerle Güzel Konuşmalı, Kâfirler De Bu Hükme Dahil Midir?. 45

Kâfirlere Lanet Etmek Gerekir mi?. 45

Kâfirler, Fâsıklar Ve Diğer İnsanlarla Münasebet 46

Bu Âyetteki Emirler Vücûb ifade Eder 46

Yedinci ve Sekizinci Farz: Namaz ve Zekat: 46

Hitabının Muhatapları 47

"Kanınızı Dökmeyeceksiniz" Nehyinin Tefsiri 47

Tabirinde Birbirine Zıt Olan Muhatap Ve Gaib Nasıl Biraraya Gelmiştir?. 48

Kıraat “Birbiriniz Aleyhinde Yardımlaşıyorsunuz”. 48

İkinci Mesele. 48

Zulme Yardım da Zulümdür 49

Zalim İle Yardımcısının Günahları Farklıdır 49

Esirlerinizi Fidye Verip Kurtarırsınız. 49

Kıraat Farkları 49

İkinci Mesele. 49

Fidye İle Esirleri Kurtarmadan Maksad. 49

Nüzul Sebebi 50

Yurt Dışına Çıkarma Meselesi 50

Kitabın Bir Yerine İnanıp Diğerine İnanmamak. 50

Rüsvaylığın Şümûl'û. 50

daki İsm-i Tafdilin İzahı 51

Kıraat Meselesi 51

İkinci Mesele. 51

Azablarının Hafifletilmemesi 51

Birinci Mesele. 51

Hafifletmek Ve Kesintiye Uğrama Meselesi 52

Hz. Musa'dan Sonra Rasûller Gönderilmesi 52

Birinci Mesele. 52

İkinci Mesele. 52

Hz. Musa dan Sonraki Resuller 53

Hz. İsa'ya Verilen Aşikar Belgeler 53

Birinci Mesele. 53

İkinci Mesele. 53

Üçüncü Mesele. 53

Hz. İsa'yı "Ruhu'l-Kudüs İle Takviye Etme. 53

Farklı Kıraatler 53

Rûh'dan Maksad. 53

"Kalblerimiz Perdelidir" Neye Delalet Eder?. 54

Çok Az İnanır Olmaları 55

Buyruğunun Muhtemel Uç Mânası 55

İkinci Mesele. 55

"Kendilerindeki Kitabı Tasdik Eden Kitap" Ne Demektir?. 56

Birinci Mesele. 56

İkinci Mesele. 56

Üçüncü Mesele. 56

Ayetin Nüzul Sebebi 56

Tevrat'ın Hz. Peygamberin Evsafını Bildirmesi 57

Hz. Peygamberi İnkarlarının Sebepleri 57

Üçüncü Mesele. 57

Lanet Neye Denilir?. 57

“Ni’me” Ve “Bi’se” Fillerinin Aslı 58

İkinci Mesele: 58

Üçüncü Mesele. 58

“Ni’me” Ve “Bi’se” nin İ'rabı 59

Beşinci Mesele. 59

İnkarcıların Durumu. 59

Birinci Mesele. 59

İkinci Mesele. 59

Yahudilerin "Gazab Üstüne Gazaba" Uğramalarından Maksad. 60

Birinci Mesele. 60

İkinci Mesele. 60

Üçüncü Mesele. 60

Hor ve Hakîr Edici Azab: 60

Birinci Mesele. 60

İkinci Mesele. 60

Azab Kâfirlere mi Mahsustur?. 61

Yahudilerin İncil İle Kur'an'ı İnkâr Etmesi 61

Yahudilerin Peygamberleri Öldürmeleri 61

Birinci Mesele. 62

İkinci Mesele. 62

Mâzi Hakkında Muzâri Fiil Kullanılmasının izahı 62

Dördüncü Mesele. 62

Dağın Kaldırılmasına Rağmen Yahudilerin İsyanları 63

Birinci Mesele. 63

İkinci Mesele. 63

Buzağı Sevgisinin Onların Kalblerinde Yer Etmesi 63

Birinci Mesele. 63

İkinci Mesele. 63

İmanlarının Kötülük İstemesi Ne Demektir?. 64

Birinci Mesele. 64

İkinci Mesele. 64

Yahudilerin Ölümü İstemelerinin Mânası 64

Muhalifin Hatırına Gelecek Çeşitli Sorular ve Cevaplar 65

Doğru Kimselerseniz Ölümü Temenni Ediniz. 66

Birinci Mes'ele. 67

İkinci Mes'ele. 67

Sözündeki Vâv Hakkında Üç İhtimal 67

İkinci Mesele. 68

"Çok Yaşaması Onu Azabtan Uzaklaştırıcı Değildir " Ayeti 68

Birinci Mes'ele. 68

İkinci Mes'ele. 68

Yahudilerin Hz.Cebrail'e Düşmanlıkları 69

Birinci Mesele. 69

İkinci Mesele. 70

Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih. 70

Cibril Kelimesinin Mânası 70

Kur'an'ın, Daha Önceki Kitapları "Tasdik Etmesi" Ne Demektir?. 71

Kur'anın Hidayet Olması 71

Cibril'in Üstünlüğü. 72

Mikail Hakkında Kıraatler 72

Üçüncü Mesele. 73

Dördüncü Mesele. 73

Ayetteki “Beyyinât”tan Maksad Hangi Delillerdir?. 73

Kur'an İçin “Âyât” Denilmesi 73

Üçüncü Mesele. 74

Fâsıkların İnkârı 74

Birinci Mesele. 74

“Fısk”ın Manası: 74

“Eve kullemâ”daki Vâv Harfinin İ’rabı 74

İkinci Mesele. 74

Üçüncü Mesele. 75

İsraitoğullarından Alınan Ahid. 75

Beşinci Mesele. 75

Ehl-i Kitap Tabirinin Mânası Hakkında. 76

Kitabulllah Burada Kur'an Veya Tevrat Olabilir 76

Şeytana Uyanlardan Maksad Kimlerdir?. 76

Şeytanların Okuduğu Şey Nedir?. 77

Tilâvet (Tetlû) Tabiri Hakkında Muhtemel İzahlar 77

Şeytanlar Kimlerdir?. 77

Dördüncü Mesele. 78

Hz. Süleyman'ın "Müikü"nün Mânası 78

Hz. Süleyman (as) İle Sihrin Münasebeti 78

Sihir Mevzuu. 78

Lügat Yönünden Sihir 78

Şer'i Istılahta Sihir 79

Sihrin Nevileri 79

Sihrin Birinci Nev'ini Red Hususunda Mû'tezile'nin Öne Sürdüğü Deliller 79

Mutezilenin Delillerine Karşı Cevaplar 80

Sihrin İkinci Nev'i 81

Sihrin Psikolojik Yönden İzahı 81

Rukye. 82

Sihrin Üçüncü Nev'i 83

Sihrin Dördüncü Nev'i 83

Sihrin Beşinci Nev'i 84

Sihrin Altıncı Nevi 84

Sihrin Yedinci Nev'i 85

Sihrin Sekizinci Nev'î 85

Sihir Nev’ileri Hakkında Müslümanların Görüşleri 85

Sihre Delâlet Eden Ayet Ve Hadisler 85

Sihri İnkâr Eden Mutezilenin Delilleri 86

Sihri Öğrenmek Mubahtır 86

Sihirbaz Kâfir Olur mu?. 86

Sihirbazın Öldürülmesi Meselesi 87

Ayette Geçen İki Melek (Harût ve Marût) 88

Sekizinci Mesele. 88

Harût ve Marufa İndirilen. 89

‘ deki Hakkında Muhtemel İzahlar 89

Ebû Müslim'in Görüşü Ve Reddi 89

İkinci Mesele. 90

Hârut ve Mârut Kıssası Ve Tenkidi 90

Dördüncü Mesele. 91

Beşinci Mes'ele. 92

Karı Koca Arasını Ayırmanın Keyfiyeti 92

Birinci Mes'ele. 92

İkinci Mes'ele. 92

İzin Ve Ezan Kelimelerinin Mânası 92

Sihri Satın Almak Ne Demektir?. 93

Birinci Mes'ele. 93

İkinci Mes'ele. 93

Âyette, Sihrin Zararını Hem Bildikleri Hem Bilmedikleri Geçiyor. İzahı Nedir?. 93

Kur'an'tn "Ey imân Edenler!" Hitabına Ait Bir İncelik. 94

Yahudilerin Dillerini Eğip Bükerek Ortaya Koydukları Kötülük. 94

“Râina” Hakkındaki Diğer İzahlar 95

Mes'elenin Tebliğ Ve Öğretimle İlgili Yönü. 95

Bu Âyet Edatının Her Üç Çeşidini İhtiva Eder 96

İkinci Mesele. 96

Yahudilerin Nesh'e İtirazları 96

Nes”in Mânası 96

Farklı Kıraatlere Göre Hasıl  Olan Mâna Zenginliği 97

Üçüncü Mesele. 97

Istılah Manasıyla Nesih. 97

Yahudilerin İddiasının Aksine [Nesih Şer’an ve Aklen Mümkündür] 98

Neshin Kur'an'da Câri Olması 99

Ebu Müslim'in Nesih Hakkındaki Âyeti, Anlayışı ve Tenkidi 99

Neshin Çeşitleri 100

Vahyedilen Âyetin Unutulması Mümkün ve Meşru Mudur?. 100

Daha Hayırlısını Veya Benzerini Getirmenin Mânası: Vahyin Bazısı Daha Hayırlı Olur mu?. 101

Neshe Ait Muhtelif Meseleler 101

Birincisi, Nesh-i Bedel: 101

İkincisi: Nesheden Hüküm Daha Ağır Olabilir mi?. 102

Üçüncüsü: Âyet Hadisle Neshoiunur mu? Olunmaz Diyen İmam Şafiî'nin Delilleri Ve Ona İtiraz. 102

Mutezilenin Bu Âyetle Kur'an'ın Mahlükiyeline İstidlali Ve Tenkidi 103

Mâ'dûm (Olmayan) Şey Sayılır mı?. 103

“Em” Edatı Hakkında İzahat 104

Bu Âyetin Muhatapları Kimlerdir?. 104

Üçüncü Mesele. 105

Peygamberi Zora Koşmak İçin Mucize Talebi 105

Âyetin Mâ Kabliyte İrtibatı 105

Tabirinin İzahı 105

Âyetin Nüzul Sebebi 105

 

 

Ölünün  Dirilip Katili Göstermesi                    Başa Dön

 

Ayette bir hazif vardır. Bu hazif şöyle takdir edilir: " Biz, ( o ölüye , ineğin) bir parçasıyla vurun" dedik, onlar da ona, onun pir parçası ile vurdular, böylece ölü dirildi." Bu­rada, ifâdesi. 'İşte Allah ölüleri böy­le dirilttr'ayeiı bu manaya delâlet ettiği için,hazfedilmiştir.Bu,Hak Tealâ'nın ân ile taşa vur (dedik), taştan (su) kaynadı" (Baka­ra. 60) ayeti gibidir, yani 'O asasını vurdu da taştan (su) kaynadı" demektir. Ri­vayet edildiğine göre, İsrailoğulları ineğin parçası İle o ölüye vurduklarında, ölü Allah'ın izni ile, damarlarından kan sızdığı halde kalktı, iki amcaoğlunu gös­tererek, 'Beni falan ve falan öldürdü"dedi ve düşüp öldü. O iki kişi de öldürüldü.

Cenab-ı Allah'ın: "işte Allah ölüleri böyle diriltir" ayeti ile ilgili iki mesele vardır: [1]

 

Birinci Mesele

 

Bu ayette iki vecih vardır:

a) İşte böyle ifadesindeki işaret, bu ölünün netsine işarettir.

b) Bu ayet, öldükten sonra dirilmenin doğruluğuna delil getirmedir. Bu delil getirme müşrikler için midir, yoksa başkaları için midir?

Bu hususta da iki vecih vardır:

1) Esâm; "Bu, müşrikler içindir. Çünkü bu diriltme hâdisesinin bu şekilde olduğu haberi tevatür yolu ile onlara gelirse, öldükten sonra dirilmenin doğ­ruluğunu anlarlar. Bu, tevatür yolu ile zahir olmasa, onları düşünmeye sevkeden birşey olur" demiştir.

Kâdî: "Bu görüş doğruya daha yakın. Çünkü Cenab-ı Allah önce, onun parçası ile ölüye vurmaları emrini ve bunun o ölünün dirilmesine sebeb olaca­ğını zikretti, sonra da  "İşte Allahı ölüleri böyle diril­tir" buyurdu. Ayette, "ölüleri" kelimesi, cemî olarak geçmiştir. Eğer burada murâd sâdece, bu öldürülmüş olan şahıs olsa idi, sözde bu lâfız cemî olmazdı" demiştir ve bununla sanki şunu demek istemiştir: Allah bunu, Allah'ın kudretine göre ölüleri diriltmek, onları ilk defa yaratmak gibi olduğuna delil getirmiştir.

2) Kaffâl şöyle demiştir: Sözün zahiri, Allahu Teâlâ'nın jsrailoğullarına, "Allah'ın diğer ölüleri diriltmesi, gördüğünüz şu ölüyü diriltmesi gibi olacaktır" dediğini gösterir. Çünkü onlar, her ne kadar buna inanıyorlar ise de, buna on­lar ancak istidlal yoluyla inanmış idiler. Bu hususta herhangi bir müşahedele­ri yoktu. Bu hâdiseyi müşahede ettikleri zaman, kalbleh mutmain oldu ve istidlalde bulunan kimseden uzaklaşmayan şüphe onlardan zail oldu, Nitekim İbrahim (a.s):

"Babbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster." Allah, "Yoksa inanmadın mı?" dedi. O, "İnandım, fakat kalbim mutmain olsun diye" dedi" (Bakara, 260) demişti.

İşte böylece Cenab-ı Hak, İsrailoğulları için öldürülen şahsı, gözle görü­lecek bir biçimde diriltmiş, sonra onlara: "İşte böyle­ce Allah ölüleri diriltir" demiştir. Yani, Allah onu dünyada dirilttiği gibi, bu di­riltme hususunda herhangi bir maddeye, zamana misâle ve bir alete ihtiyaç duymaksızın, ahirette de diriltir, demektir. [2]

 

Maktul Ölü Değildi

 

Alimlerden, ayetiyle, maktulün meyyit (ölü) olduğuna istidlal edenler vardır ki, bu zayıf bir görüştür. Zira Allahu Teâlâ, bu maktulün diriltilmesine ölüleri diriltmeyi kıyas etmiştir. Bundan, maktulün meyyit olması gerekmez.

Allahu Teâlâ'nın, hitabına gelince, bu hususta birisi şöyle di­yebilir: Bu tek bir ayettir, (mucizedir). Buna göre niçin, diye adlandı­rılmıştır? Cevab: Bu, her türlü makdûrata kadir olan, her türlü malûmatı bilen, yaratmada ve yoktan var etmede (îcad ve ibda) intiyar sahibi olan bir Yaratıcı­nın varlığına, Hz. Musa (a.s)'nın doğruluğuna, katil olmayanların berâatine ve bu öldürme işini yapmış olanlar hakkında bu töhmetin tahakkuk etmiş oldu­ğuna delâlet eder. Buna göre bu her nekadar tek bir mucize ise de, bu birçok hususa delâlet etmesi itibariyle, şüphesiz birçok ayet yerine geçmiştir.

Cenab-ı Hakk'ın, hitabına gelince, bunda iki konu vardır:

a) kelimesinin tefsin, Cenab-ı Hakk'ın, (Bakara, 21) ayetinin tefsirinde geçmişti.

b) Bu ayetler kendilerine gösterilmeden önce de İsrailoğulları akıllı idiler. Akıl mevcut olduğuna göre, "Akıllı olasın diye, sana falanca ayeti gösterdim" demek imkansız olur. Bu durumda da ayeti zahirine hamletmek mümkün ol­maz. Aksine, mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de, maksadın şöyle olma­sıdır: "Akıllarınızın hükümlerine göre amel edesiniz ve düşünesiniz ki, tek bir nefsi diriltmeye kadir olan, -yaratmanın bir tek nefse tahsisi söz konusu ol­madığı için- - bütün nefisleri yaratmaya da kadirdir" olmasıdır. Böylece onlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edemezler. İşte ayetin tefsirinde söylenecek son sözümüz budur. [3]

 

Bu Kıssadan 'Katil Varis Olamaz" Hükmü Çıkar mı?

 

Bil ki, öncekilerden birçoğu bu ayetin hükümleri cümlesinden olmak üze­re katilin vâris ol up-o lam ayacağı hususunu zikrederek, "hayır" demişlerdir. Çünkü Ubeyde es-Selmanî 'den, bu hâdisede katil olan adamın, katil olduğu için, mirastan mahrum edildiği rivayet edilmiştir. Kâdî, "Bu meseleyi, bu aye­tin hükümlerinden saymak caiz değildir; çünkü ayetin zahirinde, katilin mak­tulün varisi olup olmadığı hususu yoktur. Onun varislerden olması durumunda da, mirastan mahrum edildi mi edilmedi mi hususunda da bilgi yoktur. Katilin, öldürmüş olduğu için mirastan mahrum bırakılmış olduğuna dair Ebu Ubeyde (r.a)'den yapılan rivayete dayanarak, bu Kur'an hükümlerinden sayılamaz. Zira Kur'an ne mücmel ne de mufassal olarak buna delâlet etmez. Onların şeriat­larının bizim şeriatımız gibi olduğu sabit olmayınca ve onlara uymak da ge­rekmeyince, bu sözü Kur'an'ın hükümleri arasına sokmak bir zorlanmadır.

Bil ki, Kâdî'nin söylemiş olduğu bu söz, doğrudur. Bununla beraber, biz bu meseleyi zikrederek şöyle deriz: Müctehid imamlar, katilin varis olup ola­mayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (r.a)' ye göre, öldürme işi ister haksız, kasden veya hataen olsun, veya âdil olan mütecavizi öldürsün, bütün bu durumlarda katil varis olamaz. Ebu Hanîfe(r.a)'ye göreyse kasten veya hatâen öldürdüğü zaman varis olamaz. Ancak âdil olan mütecavizi öldürdüğü zaman, o varis olabilir. Yine katil, çocuk veya mecnun (deli) olduğu zaman, ona varis olur ama, ne diyetine ne de diğer mallarına varis olamaz. Bu, Hz. Ali, Ömer İbn Abbas ve Said İbn el-Müseyyeb (r.a)'in görüşüdür. Osman el-Bettî, hataen öldürenin varis olacağını, kasten öldüreninse varis olamıya-cağını söylemiştir. İmâm Malik de, katil maktule diyetinde varis olamaz, ama diğer mallarında varis olur demiştir. Bu Hasan-ı Basri, Mücahid, Zührî ve Ev-zaî'nın de görüşüdür. Şafiî (r.a), meşhur ve yaygın hadisin umumiliğini detil getirerek, yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Kati­lin mirastan hiçbir hakkı yoktur[4] hadisine dayanarak böyle ictihad etmiştir. Ancak bu haberle istidlal etmek, Kur'an-ı Kerim'in umûmî olan hükümlerini âhad haberlerle tahsis etmeyi uygun bulmamız halinde muteber olur. Bu hu­sustaki mufassal söz usûlü fıkıhta zikredilmektedir.

Sonra burada bir incelik de vardır ki, o da şudur: Umûmî olan bir hükme tahsisin arız olması bir tür zayıflık ifade eder. Buna göre, şayet biz bu haberi bazı şekillerde tahsis edersek, bu durumda bu habere ard arda zayıflık se-Depleri gelmiş olur. Çünkü onun haber-i vahid olması, zayıflığı gerektirir; yi­ne onun Kitap'la çelişik olması, başka zayıflık ve onun tahsis edilmiş olması da diğer bir zayıflık sebebidir. Buna göre şayet biz, Kur'an'ın umumî olan hük­münü bu haber-i vâhidle tahsis edersek, kesinlikle gerçekten zayıf olanı, ger­çekten kuvvetli olana tercih etmiş oluruz. Ama bu haber tahsis etmezse zayıflık sebepleri ondan kısmen gitmiş olur. Bu durumda da, Kur'ân'ın umumî olan hükmünü haber-i vâhidle tahsis etmek uzak görülmez.

Ebu Bekr er-Razî, âdil olanın mütecavizi öldürmesi halinde mirastan mah­rum olmayacağı hususuna şu şekilde delil getirmiştir: Birinin kısasen öldürülmesini talep hakkını haiz olan kimse onu öldürmesi halinde, mirastan mahrum edilmez (Zira O, ölümü şer'an haketmiştir). Bu hususta da fakîhler arasında tfıtilâf yoktur. Bil ki Şafiîler bunu kabul etmemektedirler. Allah en iyisini bilir. [5]

 

Sonra Kalblerinin Taştan da Daha Katı Hale Gelmesi                  Başa Dön

 

"Sonra, bunun peşinden kalbleriniz yine katılaştı. Şimdi o taş gibi, hatta daha da katı. Çünkü öylesi taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar. Ve yine öylesi vardır ki, yarılıp ondan sular çıkar. Öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla aşağıya düşer. Allah sizin yaptıklarınızdan habersiz

değildir'" (Bakara, 74).

Bil ki Allahu Teâlâ'nın: hitabında birkaç mesele vardır: [6]

 

Birinci Mesele

 

Haddizatında ve aslında, diğer bir şeyden etkilenmeyi kabul eden bir şeye, kendisinden ötürü etki­lenmeyecek bir şey arız olduğunda, bu durumda o daha önce etkilenen şey için çok sert, katı ve galiz oldu denilir. Buna göre, cisim, cisim olması itibariyle başkasından etkilenmeyi kabul eder. Ancak taş olma vasfı, cisme arız olduğu zaman, taş cismi, hiçbir etkiyi kabul etmez hale gelir. Kalp de böyledir; delilleri, ayetleri ve ibret verici şeyleri mütalâa etme­sinden ötürü, etkilenir. Kalbin etkilendiğini göstermesi ise, inadı, isyanı, kibir­lenmeyi bıraktp Allah'a taâtı, huzû ve huşûyu izhar etmesinden ibarettir. Onu bu niteliklerden uzaklaştıran bir şey kalbe arız olduğu zaman, etkilenmeme hususunda o, taşa benzemiş olur. İşte bu sebepten dolayı, denilir. Yine bu sebepten ötürü Allahu Teâlâ müminleri kalb inceliğiyle vasfederek:

"Ahenkli ve yer yer tekrarianan bir kitap olmak üzere.,. Rablerine derin saygı gösterenlerin ondan dertleri ürperir..." (zümer, 23) buyurmuştur. [7]

 

Bu Hitap Ash Saadetteki Yahudiiere Yapılmş Olabilir

 

Kâffal, "Hak Teâlâ'nın, ifâdesine muhatap olanların, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulunan ehl-i kitab olması mümkündür. Yani, kendilerinden  öncekilere  gelen  mucizelerden,  onların başına gelen işlerden, onlardan isyana devam eden kimselere inen cezadan, onlara, peygamberinin getirdiği ayetlerden ve ken­dileri ve kendilerinin dışında Tevrat'la amel eden kimselerden alınan ahidler-den sonra sizin kalbleriniz çok şedîd olup, katılaşarak, adeta taş kesildi, demektir. Böylece Allah, bununla, onların kalblerinin yumuşayacağı ayetlere dair bilgilerinin olmasına rağmen, onların isyan etmelerini ve katılıklarını ha­ber vermiştir" demiştir. Bu görüş daha evlâdır çünkü Cenâb-ı Hakk'ın; buyruğu, hitab-ı müşafehe, sözlü bir hitaptır. Bu sebeple onu, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında olanlara hamletmek daha evlâdır. Yi­ne bundan maksadın, hususiyle Hz. Musa (a.s) zamanında bulunan yahudîler olması da muhtemeldir. Allah'ın Asr-ı Saadet'teki yahûdîlerden önce geçmiş olan seleflerini kasdetmesi de caizdir.[8]

 

Üçüncü Mesele

 

Allahu Teâlâ'nın, buyruğundan katili tesbit etmesi için kesilen ineğin uzuvlarından biri­siyle vurulduğu zaman, maktulün diri İti I meşin i ortaya koyduktan sonra manasının kasdedilmesi muhtemeldir. Çünkü rivayet edildi­ğine göre bu maktul, katili gösterince katil maktulün yalan söylediğini söyle­mek, bunu inkâr etmeyi sürdürmüş, fitne çıkarmayı arzulamış, hatta ona bir topluluk da yardımcı olmuştur. İşte bu durumda Cenab-ı Hak onları, bu gibi ayetler kendilerine zuhur ettikten sonra, buyurarak onların kalplerinin böylesi mucizelerin zuhurundan sonra bile, katılık hususunda taş gibi oımakla vasfetmiştir.

Keza Allahu Teâlâ'nın, ifadesinin, O'nun Hz. Musa (a.s)' ın elinde ortaya koyduğu apaçık delilleri ve büyük nimetlerin tamamına işa­ret olması da muhtemeldir. Çünkü o yahudiler, bu ayetleri çok çok müşahede etmelerinden sonra bile, Hz. Musa'ya itiraz etmeyi ve inatlaşmayı terketmedi-tor. Bu onların Tih çölündeki kıssalarını bilen kimse için açık bir keyfiyettir. [9]

 

Taştan da Daha Katı Kalbler

 

Hak Teâlâ'nın, ayetine gelince, bunda birkaç mesele vardır: [10]

 

Edatının Buradaki Muhtemel Mânaları:

 

kelimesi tekrarlamak, dolaştırmak (terdid) ifâde eder. Bu ise, gaybleri hakkıyla bilen Allah'a ya kısmaz. Bu sebeple te'vil etmek, yani uygun mânâ vermek gerekir. Bu te'vil birçok yöndendir:

a) Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın:"Yüzbin ve daha fazla kimselere"(Saffât, 147);

"Ziynetlerini göstermeslnler; kocaları ve babalan hariç..."(Nur, 31);ve:

"Kendi evinizden ve babalarınızın evinden yemenizde... "(Nur, 61) âyetlerindeki lafızları nasıl. mânasında ise, burada manasmdadır Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:

"Umulur ki öğüt alır ve korkar"(Taha. 44) ve: "Kötülüğü yok etmek ve korkutmak üzere, zikri getiren meleklere (andolsun)" (Mûreeiat, 5-6) âyetleridir,

b) Allahu Teâlâ, onu kullarına mübhem bırakmayı istemiş ve böyle buyur­muştur. Tıpkı, onu arkadaşına açıklamamayı istediği zaman, ikisinden birini1 yediğinde şüphe etmediği halde, bir kimsenin başkasına, "Ekmek veya hurma yedim" demesi gibi...

c) Maksat onun taş gibi olmasıdır. "Kalblerden, taştan daha fazla sert ve katı olanlar vardır" demektir.

d) İnsanlar, onların kalblerinin durumlarına muttali oldukları zaman, "Kalb-ter taş gibidir veya taştan daha katıdır" derler. Bu Allah'ın:

"Aralarındaki mesafe İki yay mesafesi ya da daha az İdi"<Necm, 9) âyetin­de de murad edilmiştir. Yani "size ve sizin düşüncenize göre" demektir.

e) kelimesi,  (daha doğrusu) mânasındadır. Nitekim Arap­lar şöyle söylemişlerdir:

"Allah'a yemin ederim ki, sevgili için Selmâ mı, yoksa kavim mi, daha doğrusu herkes mi süslendi püslendi, bilemiyorum." Şair burada ile (yani: Daha doğrusu) kelimesini murad etmiştir.

f) tıpkı senin, "Ben ancak tatlı  veya ekşi yerim", yani "Benim yiyeceğim şey, bu iki şeyin dışına çıkmayıp, bu ikisi arasında dolaşır" demen gibidir.

Özet olarak, maksat, bu ikisi arasında bir tereddüt meydana getirmek de­ğildir. Tam aksine ikisinin dışında olan şeyleri nefyetmektir.

g) ibaha ifâde eden bir harftir. Sanki "Eğer onların kalbleri bu ikisinden hangisine benzetilirse, doğrudur, yerindedir" denilmiştir. Tıpkı se­nin, "Hangisiyle oturursan isabet edersin; ikisiyle beraber oturduğunda da isa­bet etmiş olursun" manasında olmak üzere, (İster Hasan, ister İbn Sîrîn'in meclisine git,) demen gibi... [11]

 

Kalblerini Taşa Benzetmenin Aklî İzahları                  Başa Dön

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir manasında olmak üzere kâf harfine atfedilmiştir; bu takdire göre de muzâf hazfedilerek, muzâfun ileyh onun yerine getirilmiştir veya, "Veya kalblerin bizzat kendisi, daha fazla katıdırlar" manasında olmak üzere kâf harfine atfedilmiştir. [12]

 

Üçüncü Mesele

 

Allah kalbleri, birkaç sebepten dolayı daha katı olarak nitelendirmiştir.

a) Şayet taş akıllı olsaydı ve onun karşısına bu mu­cize çıkmış olsaydı, şüphesiz o bu mucizeyi kabul ederdi. Nitekim Cenâb-ı Hak:

''Şayet biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı huşu içerisinde ve Allah korkusundan parçalanmış görürdün" (Haşr, 21) buyurmuştur.

b) Taşta, her ne kadar katı olsa dahi, Allah'ın emriyle kendisinde meyda­na gelen şeyi kabul etmeme diye bir husus bulunmamaktadır. Tam aksine o, Allah'ın irâdesine göre hareket eder, O'nun çalıştırmasına, musahhar kılma­sına karşı koymaz. Halbuki bunlar, kendilerine birbiri ardınca gelen mucizeler ve Allah tarafından peşpeşe verilen nimetlere rağmen, Allah'a itaat etmekten imtina ediyor ve kalbleri hakkı bilmek hususunda bir türlü yumuşamıyor. Bu tıpkı Cenâtn Hakk'ın :

'Terde bulunan bütün canlılar ve İki kanadıyla uçan bütün kuşlar, sizin gibi birer ümmettir. Biz bu Kitab'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanıp getirilirler. Âyetlerimizi yalanlayanlar ise, karanlıklar içeri­sinde kalmış sağır ve dilsizler (gibi) d/rier"(En’am,38-39) buyurduğu gibidir. San­ki mana, "İnsanoğlunun dışındaki canlıların her biri bir şeyin emrine verilmiş ve kendisinden istenilen şeye inkıyad etmiş birer ümmettir. Halbuki kâfirler, Allah'ın kendilerinden istediği şeyden imtina ediyorlar" demektir.

c) Veyahut da onların kalbi, taştan daha serttir. Çünkü taşlardan, bazı yön­lerden istifâde edilir. Meselâ bazı hallerde onlardan su çıkar. Ama bunların kalblerine gelince, bu kalblerde kesinlikle hiçbir fayda yoktur ve onlar hiçbir şekilde, Allah'a itaat hususunda yumuşamazlar.[13]

 

 

Mu’tezile’nin Yanlış Bir İstidali

 

Kadi şöyle demiştir. Onlarda,içine düştükleri küfre devamı yaratan zât Allah ise, daha nasıl onları bu

şekilde kınaması uygun olur? Şayet Hz.Musa (a.s) onlara hitap etmiş olsaydı, onlar da O'na: "Taşlar­da sertliği yaratan zât, bizim kalblerimizde katılığı yaratan zâtın aynısıdır. Taş­larda nehirlerin fışkırmasını yaratan, bizde imanı yaratmak suretiyle, içine düş­tüğümüz durumdan bizi kurtarmaya da kadirdir. Allah bunu yapmadığına göre, bizim mazeretli olduğumuz ortadadır" deselerdi, şüphesiz onların Hz.Musa (a.s)'ya karşı getirmiş oldukları delilleri, Hz.Musa (a.s)'nın onlara getirmiş ol­duğu delilden daha kuvvetli olurdu. Bu tarz sözler, defalarca, çeşitli zaman­larda, gerek takrir ve gerekse tefrî (meseleyi detaylı inceleme) bakımından geçmiştir. [14]

 

Kalb Katılığının Çok İleri Derecede Olduğu

 

Allahu Teâlâ, buyurmuş, buyurmamiştir. Çünkü bu, katılığın çok ileri derecede oldu- nu gösterir. Bir başkası da bunu: Allah, derecede olduğu  mânasını kastetmemiş; ancak katılığı şiddetle vas-

fetmeyi kastetmiştir. Sanki şöyle denmiştir: Taşın ka­tılığı şiddetlidir. Ancak onların kalpleri daha katıdır" diye izah etmiştir. âjUİ şeklinde de okunmuştur. Bir karışıklık söz konusu olmadığı için mufaddalûn aleyhin zamiri terkedilmiştir. Tıpkı senin, Zeyd kerim­dir, Amr ise daha kerimdir" demen gibi... Sonra Hak Teâlâ bu taşlardan bazan üç türlü faydanın meydana geldiğini, onların kalbinde ise hiçbir faydanın olmadığını beyan etmek sureti ile, bu taşları onların kalbinden üstün kılmıştır.

Bu öç faydanın ilki Cenâb-ı Hakk'ın ''Öyle taşlar vardır ki içinden ırmaklar fışkırır" (Bakara, 74) âyeti ile bildirdiği şeydir. Bunun­la ilgili olarak birçok mesele vardır: [15]

 

Birinci Mesele

 

Bu âyetteki, lafzı şeklinde okunmuştur.Bu kendisine lam-ı farika lâzım gelen ve lâfzı­nın hafifletilmiş şekli olan  dir. AllahuTeâlâ'nın:

"Onların hepsi de, muhakkak kt ihzaren huzurumuza getirilmişlerdir" (Yasin, 32) âyeti de böyledir. [16]

 

Nehirlerin AkmasıHakkında Bir İzah

 

Geniş ve çokça açılmak demektir.denilir, yani çıban uzunlamasına yarıldı... kelimesi de bu kökten­dir. Mâlik İbn Dînar, şeklinde okumuştur.Buna göre mâna, "Öyle taşlar vardır ki, yarılır da ondan nehirler olacak biçim­de akan sular çıkar" şeklindedir. Feylesoflar, nehirlerin yerin içinde biriken buharlardan meydana geldiğini; eğer yer kabuğu yumuşak olursa bu buhar­ların yerin kabuğunu yardığını ve ayrıldığını; eğer yer kabuğu sert ve taşlı olursa, bu buharların birleştiğini, sonrakilerin öncekilerle bir araya gelerek büyük bir yekûn teşkil ettiklerini, bu durumda onların fazlalaşmasından ve genişlemele­rinden yer yarılarak, bu suların vadiler ve nehirler halinde aktığını söylemişlerdir.

Faydaların ikincisi, Allahu Teâlâ'nın, Öyle taşlar da vardır ki, onlar yarılıp, içinden su çıkar"âyetidir. Yani, taş­ardan yarılan, kendisinden su çıkan, böylece de akan bir nehir değil, kaynak olanlar vardır. Yani, taş bazan az, bazan da çok suyla nemlenir. Bunda, taş­larda rutubetin kaybolduğuna ve o rutubetin bazı durumlarda kendisinden su çıkacak ve nehirler halinde akacak kadar çok olduğuna, bazan da azaldığına bir delil vardır. Halbuki bunların kalbleri, son derece katıdır. Öğütlerden her­hangi bir hususu kabul etmek suretiyle yumuşamaz, bu öğütleri kabul etmez ve hidâyeti kabul etmeye yönetmez.

Allahu Teâlâ'nın (yarılır, parçalanır) buyruğuna gelince, bu aemektir. Tâ harfi sına idğâm edilmiştir. Tıpkı O'nun  yani (Müddessir 1); (Müzzemmil 1) âyetlerinde olduğu gibi.Üçüncü fayda, O'nun "Öyle taşlar da vardır ki Allah korkusundan yere yuvarlanırlar" âyetidir. [17]

 

Allah Korkusundan Taşın Düşmesi Ne Demektir?                  Başa Dön

 

Bit ki burada bir müşkilât vardır. O da şudur: Allah korkusundan dolay yere düşmek, akıllıların ve canlıların vasfıdır. Halbuki taş, cansızdır. Dolayı­sıyla Allah korkusundan dolayı bu yere düşme mânası, taşta tahakkuk etmez. İşte bu müşkilâttan dolayı bu ayet hakkında birçok görüş zikredilmiştir:

a) Özellikle Ebü Müslim'in görüşüdür. Buna göre Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki zamir, kalblere racidir. Çünkü kalblerin haşyet içinde olması uygun olur. Taşlar hakkında haşyet caiz olmaz. Taşlar zikredildiği gi­bi, kalbler de daha önceden zikredilmiştir. Bu konuda söylenen en son söz, taşların zikredilenlerin en yakın olmasıdır. Ne var ki bu haşyet vasfı, taşlara değil de kalblere yakışınca, zamiri taşlara değil de kalblere râci kılmak gerek­miştir.

Alimler, Ebû Müslim'e iki bakımdan itiraz etmişlerdir:

1) Allahu Teâlâ'nın, "Onlar taş gibidirler ve­ya daha katı" ifâdesi tam bir cümledir. Daha sonra Cenâb-ı Hak söze tekrar başlayarak taşın durumunu "Öyle taşlar vardır ki, onlardan nehirler fışkırır" diyerek, anlatmıştır. Bu sebeple, O'nun: "Öyle taşlar da vardır ki Allah kor­kusundan düşerler" âyetindeki zamirin de, ona, taşa raci olması gerekir.

2)Yuvarlanmak, kalblere değil, taşa yakışır. Bu sebeple, hubûtu (yuvar­lanıp düşme) tevil etmek, haşyeti te'vilden daha evlâ değildir.

b) Müfessirlerden bir topluluğun görüşüdür. Buna göre deki zamir, taşa racidir. Ancak biz taşın diri ve akıllı olmadığını kabul etmiyoruz. Bunun izahı şöyledir. Bundan maksat, Rabbi kendisine tecelli ettiğinde parçalanan Hz.Musa (a.s)'nın dağıdır. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak onda hayatı, aklı ve idraki yaratmıştır. Bu Allah'ın kudretine nazaran, imkânsız görülmez.

Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:

"Derilerine, niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız? dediler. Onlar da, bizi, dediler, her şeyi söyleten Allah söyletti"(Fussılet, 21) âyetidir. Allah deriyi konuşturduğu, ona işitme va akletme kaabiliyeti verdiği gibi, dağa da korku kabiliyeti verebilir. Ve yine Cenâb-ı Hak:

"Şayet biz bu Kur'an-ı bir dağa tndirseydtk, sen onu huşu içinde ve Allah korkusundan parçalanmış olarak görürdün"(Haşr,21) buyurmuştur. Âyetin tak­diri şöyledir: "Allahu Teâlâ şayet o dağda akıl ve anlayış yaratmış olsaydı, iş­te bu şekilde olurdu."

Hz.Peygamber (s.a.s) minbere çıkarken, minber olarak üzerine çıktığı kü­tüğün inlediği rivayet edilmiştir. Yine Hz.Peygamber (s.a.s)'den, peygamber­liğinin ilk devrelerinde vahyi müteakip evine dönerken taşların ve ağaçların kendisine selâm verdiği, bunların hepsinin, "Ya Resûlallah, sana selâm olsun" dedikleri rivayet edilmiştir. Âlimler, bazı taşlarda Cenâb-ı Hakk'ın akıl ve anla­yış yaratması ve böylece onda bir haşyetin meydana gelmesinin imkânsız ol­madığını söylemişlerdir.

MÛ'tezile, bu te'vili kabul etmemiştir. Çünkü onlara göre, bünye ve yara­tılışın mutedil ve dengeli olması, hayatı ve aklı kabul edebilmenin şartıdır. Bün­yeyi şart koşmalarının tek sebebi, bunu imkânsız sanmalarıdır, yoksa hiç bir delilleri yoktur. Bu sebeple onlara iltifat edilmemesi gerekir.

c) Müfessirlerden ekseriyetin görüşü olup buna göre, daki zamir, her ne kadar taş akledemeyip anlayamazsa bile, taşa aittir. Onlar bu görüşle­rine dair çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

1) Taşlardan, bulundukları yüksek yerlerden yuvarlanıp da, aşağılara inen­ler vardır. Ama bu kâfirler inadlarında ve kibirlerinde devam etmektedirler. Buna göre, sanki yüksekten inmek, bir inkiyâd misâli olarak verilmiştir. Allah'ın: desi "şu manaya gelir. Şayet bu iniş ihtiyarî olan ve akıllı kimse tarafından yapılmış olsaydı, bu Allah'tan olan haşyetten ötürü olmuş olurdu. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakkın:

"Derken oradan yıkılmak isteyen bir duvar buldular da, Hızır onu doğrulttu"(Kehf, 77) âyeti gibidir. Yani, kendisinde eğilme bulunan duvar, demektir. Ye­re düşmenin yakın olması ise, şayet böyle bir şey canlı ve irade sahibi birinden zuhur etmiş olsaydı, bu şey yıkılmayı istemiş olurdu. Araplardan birisinin şu sözü de böyledir: "Alacalı (siyahlı beyazlı) atların ağıllarından uzaklaştığını ve tepelerin o atla­rın tırnakları altında secdeye kapandığını görürsün." Cerîr'in şu şiiri de böyle­dir:

"Zübeyr'in haberi geldiği zaman, şehrin surları ve huşu içindeki dağlar eriyip inceldiler."

Birinci şair, tepelerin atlara karşı koyamayıp üzerlerine onların izlerinin çıkmasını, tepelerin at tırnaklarına secde etmesi şeklinde göstermiştir. İkinci şâir de şehir halkının feryadını huşu gibi saymıştır. İşte mütefekkirler Allah Teâlâ'nın: "Yedi gök ile yer ve hurdamı içinde bulunan varlıklar Onu teşbih eder­ler. Htçblrsey hariç olmaksızın hepsi O'nu hamd ile teşbih eder'(İsra,44). Göklerde ve yerde olan her varlık Allah’a secde eder...(Nahl, 49)

"Gövdesi olmayan bitkiler de, ağaçlar da Allah'a secde ederler "(Rahman, 6) âyetlerini bu izah tarzına göre te'vil etmişlerdir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın,buyruğu, "Allah Teâla kullarının ken­disini sayması, korkarak dua ve niyaz ile, tevbe ile kendisine sığınmaları ihti­yacını uyandırmak için zelzeleler meydana getirir. Bu depremlerde yuvarla­nan, yanlan, birbirinden ayrılıp giden taşlar bulunur" demektir. Bunun hakikati şudur: Şiddetli zelzelelerde taşların yuvarlanmasından asıl maksad, kulların kalbinde Allah korkusunun meydana gelmesi olduğu için, bu korku o yuvar­lanmanın bir illeti, sebebi gibi olmuş olur. Buna göre bu âyetteki, eda­tı "ibtidâ-i gaye" için olur. Bu sebeple Allah'ın, buyruğunun manası, "Kalblerde Allah korkusunun meydana gelmesi için..." şeklinde olur.

3) Bu, Cübbâi'nin söylediği görüştür: O, âyette geçen taşı, "Allah tara­fından kulları korkutmak ve vasıtası ile kulları kötülüklerden menetmek için bulutlardan inen dolu" diye tefsir ederek: âyeti, "Allah korkusu ile, yani kulları korkutmak için veya Allah'tan korkmaya sebeb olacak bir şey için iner" manasınadır" demiştir. Nitekim "Kur'an inerek şunu haram kıldı, şunu da helâl kıldı" denilir. Bu "haramı ve helâli insanlara gerekli kılmak için inmiştir" manasına gelir" demiştir. Kâdî (Abdulcebbar): "Bu te'vil, bir zaruret olmadığı halde zahirî manayı terketmektir. Çünkü doluya taş denmez. Zira her nekadar o şiddetli olarak ve büyük büyük yağsa da, aslında sudur. Ona "taş" demek yersizdir.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz (gâfil) değildir" âyetinin manası'Allah Teâlâ, şu kalpleri katılaşan kimseleri gözetliyor, yaptıklarını tesbit edip muhafaza ediyor. Bu amellerine hem dünyada hem de âhirette karşılık verecektir" demektir. Bu aynen:"Senin Rabbin unutmaz "(Meryem, 64) âyeti gibidir. Bu âyette, günahlardan sa­kınıp Allah'a itaat etsinler diye İsrâiloğutlarına ilâhî bir tehdid ve büyük bir kor­kutma vardır.

İmdi şayet: "Allah'ın, "gafil değildir" diye nitelendirilmesi doğru olur mu?" denilirse, deriz ki: Kâdî bunun doğru olamayacağını, zira bunun, Allah hak­kında gafletin olabileceği vehmini uyandıracağını söylemiştir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü bir varlıkta bir sıfatın olmadığını söylemek:

"O Allah'ı ne bir uyuklama ne de bir uyku alır"(Bakara, 255)ve: "O doyurur, fakat doyurulmaz"(En'am,14) âyetlerinin de göstereceği gibi, o sı­fatın o varlık hakkında düşünülmesinin doğru olabileceği manasına gelmez. [18]

 

Yahudilerin, Allah'ın Kelamım Bile Bile Tahrif Etmeleri                  Başa Dön

 

"Onların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir zümre vardır ki, Allah'ın kelâmını dinlerler, onu anladıktan sonra, bunu hile bile,tahrif ederlerdi"(Bakara, 75).

Bil ki Cenâb-ı Hak, buraya kadar yahudilerin atalarının kötü fiillerini zikre­dince, buradan itibaren de Hz.Muhammed (s.a.s) zamanında bulunan yahudilerin kötü fiillerini açıklamıştır.Kaffâl (r.a) demiştir ki: Allah'ın bu sûrede İsrailoğullarının kıssalarını zikretmesinde birkaç maksat vardır:

a) Bununla Hz.Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delil getirmek iste­miştir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s) herhangi bir öğrenimde bulunmadan, bun­ları haber vermiştir. Bu ise, ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Bu delilden faydalanma hususunda Ehl-i Kitap ve Arablar müşterektirler. Ehl-i Kitab'ın müş­terekliğine gelince, bu, onların daha önce bu kıssaları bilmeleri; arada her­hangi bir farklılık bulunmaksızın, o kıssaları  Hz.Muhammed (s.a.s)'den işittiklerinde, şüphesiz Hz.Muhammed (s.a.s)'in bu kıssaları ancak vahiy yo­luyla almış olduğunu anlamalarıdır. Arablara gelince, onların, bu haberler hu­susunda Ehl-i Kitab'ın Hz.Muhammed (s.a.s)'i tasdik ettiklerini müşahede etmiş olmalarıdır.

b) İsrailoğullarına verilen nimetleri ve horlanmış, köle edilmiş olmaların­dan sonra Allah'ın onları Firavun'un âlinden kurtarması, Allah tarafından on­lara yardım edilmesi, onların hükümdarlar ve peygamberler yapılması, onlara yeryüzünde yerleşip hükmetme imkânının verilmesi, onlar için denizin yarıl­ması, düşmanlarının yok edilmesi, Tevrat'ı indirmek suretiyle onlara nûr'un ve beyânın gönderilmesi; buzağıya tapmaları, ahidlerini bozmaları, Allah'ı açık­ça görme istekleri gibi irtikâb etmiş oldukları günahlardan affedilmeleri, sonra onlara Tih çölünde taştan, tatlı suyun çıkarılması, onlara bıldırcın ve kudret helvasının indirilmesi ve bulutla gölgelendirilmek suretiyle güneşin hararetin­den korunmaları gibi, onların seleflerine vermiş olduğu çeşitli ikram ve nimet­leri sayıp dökmektir. Böylece Allah, eski ve yeni nimetlerini onlara hatırlatmıştır..

c) Hz.Peygamber (s.a.s) İsrailoğuHarının daha önce kâfir olduklarını, pey­gamberlerine karşı çıktıklarını, onlarla ihtilâfa düştüklerini, onlara karşı inâd-laştıklannı, onlara karşı direttiklerini ve bu hususta önceki ümmetlerden hiçbirinin yapmadığı kadar ileri gittiklerini haber vermesidir. Bu böyledir, çün­kü İsrâiloğulları apaçık delilleri gördükten kısa bir müddet sonra, Hz.Musâ (a.s) yanlarından ayrılır ayrılmaz, buzağıya tapınışlardır. Bu onların ahmak olduk­larını gösterir. Sonra onlar o şehrin kapısından secde ederek girmekle ve, demekle emrolundukları, günahlarının bağışlanacağı, iyi olanlarına da­ha çok sevab verileceği vaadedildiği zaman onlar sözü değiştirmiş ve fâsık-lardan olmuşlardır. Daha sonra kudret helvası ve bıldırcın etinin yerine buğ­day ve soğan istemişler, Hz.Musâ (a.s)'ya iman ettikten ve kendisine ina­nacakları ve getirdiği şeylere uyacaklarına dâir verdikleri sözleri tutacaklarına teminat verdikten sonra Tevrat'ı kabui etmekten imtina etmiş de böylece te­pelerine Tur dağı kaldırılmıştı.

Cumartesi gününde avlanmayı helâl sayarak haddi aşmışlardı. Sonra bir inek kesmeleri emredildiğinde, "Bizimle alay mı ediyorsun?" diyerek Hz.Musâ (a.s)'ya sözle karşı çıkmışlardı.Sonra Allah'ın o ölüyü dirilttiğini gördükleri zaman kalpleri iyice katılaşmıştı. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle buyur­muştur: Aralarındaki işleri, Allah'ın sayelerinde onları aziz kıldığı ve kölelik­ten, her türlü âfetten kurtardığı peygamberlerine karşı muameleleri de bu olunca, onların soyundan gelenlerin Hz.Peygamber (s.a.s)'e yaptıkları şeyler normal sayılabilir. Binaenaleyh Hz.Peygamber ve ey mü'minler, onlardan gör­düğünüz inâd ve haktan yüz çeviriş zorunuza gitmesin.

d) Sıralanan hadiselerde yahûdilerin atalarının başına gelenlerin, Hz.Pey­gamber (s.a.s) zamanında mevcud olan Ehl-i Kitab'ın da başına gelebileceği hususunda onları ikâz etmektir.

e) Bu, yahûdilerin başına geldiği gibi, müşrik Arapların da başına bu gibi şeylerin geleceği hususunda onları ikâzdır.

f) Bu, Allah'ın kendilerini hiç yoktan yaratmasına inandıkları halde, yeni­den diriltmesini kabul etmeyen müşrik Araplara bir delil getirmiştir. Cenâb-ı Allah'ın:"İşte Allah ölüleri böyle diriltir" âyetinden muradı da budur.Bunları iyice anladığında biz deriz ki: Hz.Peygamber (s.a.s), onları hakka davet etmeyi ve onların imanı kabul etmelerini çok istiyordu. Onların inâd ve isyanları sebebi ile de Hz.Peygamber (s.a.s)'in kalbi çok mahzun oluyordu. Böylece Allah, Hz.Peygamber {s.a.s) zamanındaki Ehl-i Kitab'ın çok azının Hz.Peygamber (s.a.s)'in tebliğini kabul etmesi ve uyması sebebiyle Hz.Pey­gamber (s.a.s)'i teselli etmek için, apaçık delilleri müşahede etmelerine rağ­men son derece inâd gösteren İsrâiloğullarının durumlarını Peygamber (s.a.s) anlatmış ve şöyle buyurmuştur:"Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ayette birkaç mesele vardır: [19]

 

Yahudilerin Müslümanlara İnanmaları                  Başa Dön

 

Umumi Hitaptan Maksad, Husus Yani Hz. Peygamber’dir

 

Cenab-ı Allah'ın: ayetinde iki vecih vardır:

 

1) Ibn Abbas (r.a) şöyle demiştir:   Bu hitap, sadece Hz.Peygamber (s.a.s) edır. Çunku dine davet

eden, esasında odur. Kabul edilecek ve uyulacak kimseden maksad da odur.Her nekadar ayetin lafzı umûmi ise de biz bu karineden dolayı onu, bu husûsi manaya hamlettik." Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye girip, yahudileri Al­lah'ın kitabına inanmaya davet ettiği ve onların da onu yalanladığı zaman Cenab-ı Allah'ın bu ayeti indirdiği rivayet edilmiştir.

2) Bu Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Buna göre, ayetin muhatabları hem Hz. Peygamber (s.a.s), hem de mü'minlerdir. Kadî, bu görüşün ayetin zahiri­ne daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) her ne­kadar dine davet etmede, asıl ise de, sahabe içinde onları îmana davet edip delilleri açıklayan ve onların dikkatlerini o delillere çeken kimseler de bulun­maktaydı. Bu sebeple hem Resûlullah (s.a.s)'ı hem de sahabeden böyle kim­seleri kastederek, demiş olması doğru olur. Bu doğruolunca ayetin zahirini terketmenin izahı yoktur.[20]

 

İmanı Umulanlar, Asr-ı Saadet’teki Yahudilerdir

 

 "Size inanmaları" ayetinde kastedilen kimseler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zamanında yahudilerdir. Çünkü imanın umulması ve umulmaması  onlar hakkında muteber olur, zira tama (ümid) şimdiki durum için olmayıp gelecek için doğru olur.

Maksad, mü'minlerin davet ettikleri dinin esaslarını itiraf ve kabul etmeleridir. Şayet imandan maksad Allah'a iman olsaydı ayetinde olduğu gibi Hz. Lût. Hz. İbrahim'in nübüvvetini ve onu tasdikini itiraf etmemiş olurdu. Bundan maksad, "Sizden ötürü, sizin söyleyip tasdik etme­nizle sizin onları dine davetteki şiddetiniz sebebiyle inanacaklarını mı umu­yorsunuz?" demektir. İzafet bunu ifade edebilir. [21]

 

Üçüncü Mesele

 

Onların imanlarını uzak bir ihtimal görmenin sebebi olarak alimler birçok husus zikretmişlerdir:

İnanmalarının Az Muhtemel 

1) Onlar Hz. Musa (a.s) ya bile inanmadıkları hal-Oimasmın Sebepleri de, size iman edeceklerini mı umuyorsunuz? Hal­buki Hz. Musa (a.s) Allah'ın onları zilletten kurtarıp, bütün dünyaya üstün kıl­masına, peşpeşe mucizelerin ortaya çıkmasına ve düşmanlarının başına çe­şitli belaların gelmesine sebep olmuştu.

2) Siz onların iman edip açıkça tasdik etmelerini mi umuyorsunuz? Hal­buki onlar içinde hakkı bilenler bile, hakkı itiraf etmeyip, aksine onu değiştirip bozmuşlardır.

3) Bunların tefekkür ve istidlal yolu ile sizlere inanmasını mı umuyorsunuz? Bu nasıl olur? Çünkü onların atalarından bir kısım, Allah'ın sözlerini din­liyorlar, onların hak olduğunu biliyorlar, sonra da inad edip inanmıyorlardı. [22]

 

Dördüncü Mesele

 

Bir kimse şöyle diyebilir: "Onlar, Allah'a iman etmekle mükelleftirler. O halde: "Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? aye­tinin (yani size iman etmelerinin) manası nedir? Buna şöyle cevab verilir: [23]

 

Allah'ın Kelamını Dinleyen Cemaat

 

Allah Teâlâ'nın: Oysaki onlardan birgrub..." ayetin-deki bu grub hakkında alimler ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bir kısmı, "Bun­lardan murad, Musa (a.s) zamanında bulunanlardır. Çünkü Hak Teâla bunla­rın Allah'ın kelamını dinlediğini söylemiştir. Allah'ın kelâmını dinleyenler ise mîkât ehli (Hz. Musa ile Tür dağına giden seçme grub)dir" demişlerdir. Bazı alimler de ayetteki ferik (cemaat)'ten muradın, Hz. Peygamber (s.a.s) zama­nında bulunan bir grubtur. Bu görüş doğruya daha yakındır. Çünkü; ayetindeki, zamiri kendinden önce zikredilmiş olan insanlara râcidir. Bu, ayeti ile kastedilen kimselerdir. Biz, imân etmeleri için arzu duyulan kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.s) zama­nındaki yahudiler olduğunu açıklamıştık. Buna göre, eğer "Allah'ın kelamını dinleyenler sadece mîkât ehlidir" denilirse, deriz ki, "Bunu kabul etmiyoruz. Aksine Tevrat'ı dinleyen kimseler hakkında da, "Onlar Allah'ın kelâmını dinlediler" denebilmektedir. Nitekim bizden birine Kur'an okunduğu zaman, "O Allah'ın kelâmını dinledi" denilir. [24]

 

Kitabı Tahrif Etmeleri

 

Hak Tealâ'nın."Sonra onu tahrif ederler "ifâdesi ile ilgili bir­kaç mesele vardır: [25]

 

Tahrifin Manası

 

Kaffâl şöyle demiştir: Tahrif, bozmak ve değiştirmek manasınadır. Bunun aslı, birşeyden dönmek ve meyletmek manasıdır. Nitekim Cenab-ı Allah:

"Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilenin, yahud diğer bir fırkaya katılıp yer tutanın hali müstesna..." (Enfal,16) buyurmuştur. Tahrif, bir şeyi hakkından sap­tırmaktır. Bu manada, kalemin ucu hiç doğru olmayıp eğri olduğu zaman, denilir. [26]

 

Tahrif, Ekseriya Lâfızda Olur

 

Kâdî şöyle demiştir: "Tahrif, ya lâfızda ya, manada olur Tahrifi, lâfzı değiştirme manasına hamletmek, manayt değiştirme manasına hamletmekten evlâdır.

Çünkü Allah'ın kelâmı, olduğu gibi kaldığı halde, on­lar onun manasını değiştirdikleri zaman, kelâmın bizzat kendisini değil, ma­nasını tahrif etmiş olurlar. İbn Abbas (r.a)'dan yahudilerin dinledikleri ilahî ke­lâma ilâveler ve çıkarmalar yaptıkları rivayet edilmiştir. Binâenaleyh tahrifi bu manaya hamletmek mümkün olur ise, bu görüş daha evlâdır. Eğer bu müm­kün olmazsa, tahrifi, indirilmiş olan ilâhî kitab olduğu gibi kalmış olsa da, onun manasını değiştirmeye hamletmek gerekir. Allah'ın kelâmı, Kur'an'ın zuhuru gibi, mütevâtir bir şekilde ortaya çıktığında onun lâfızlarını değiştirmek imkan­sız olur. Ama böyle olmadan önce, bizzat ilâhi kelamın lâfızlarını değiştirmek imkansız değildir. Ancak bu hususta teenni ile hareket edilerek, meselenin gözden geçirilmesi lazım. Eğer onların kelâm-ı İlâhi'yi değiştirmeleri, onun hüc­cet olması yönüne tesir ediyor ise, Cenab-ı Hak mutlaka buna müdahale eder. Eğer, bu hususta müessir değil ise, böyle bir değişiklik yapılmış olabilir. Buna göre ilâhî kelâm hususunda tahrif denince anlaşılması gereken, bizim söyle­diğimiz şekildeki taksimdir. Manadaki tahrife gelince bu bazan, kendisinden peygamberin maksadının ne olduğu bilinemeyecek şekilde olan sözlerinde ola­bilen bir değiştirmedir. Çünkü bir sözde peygamberin maksadı bilindiği za­man, bunları bildikleri için insanların bu sözlerin manas\nv tahcrt etmeleri imkansız olur. Nitekim bir kimsenin te'vîl ederek, domuz ile meyte (ölü hay­van) etinin ve kanın haramlığını, başka bir manâya hamletmesi imkansızdır. [27]

 

Mâna Veya Lafız Tahrifi Hakkında                  Başa Dön

 

Bil ki biz, eğer, "Bu tahrifcilerin, Hz. Musa (a.s) zamanındaki kimseler olduğunu söyler isek, gerçeğe en Yakın olan, onların Hz. Peygamber (s.a.s) ile il­gili olmayan ayetleri değiştirmiş olmalarıdır. Rivayete

göre, yahûdiler içinden seçilen yetmiş kişi (ehl-i mîkât), Tür dağında Hz. Mu­sa (a.s) ile konuştuğu zaman Allah'ın sözünü, emirlerini ve yasaklarını duydu­lar. Sonra: "Allah'ın sözünün sonunda, "Eğer bu işleri yapabilirseniz yapınız. Ama yapamazsanız bunda bir beis yoktur" dediğini duyduk" dediler. Ama eğer bu tahrifcilerin, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahûdiler olduklarını söyler isek, bundan maksadın onların Hz. Peygamber'le ilgili ayetleri tahrif ettikleri­ni söylemek akla daha yakındır. Bu ya onların Hz. Peygamberin vasıfları ile ilgili yerleri Tevrat'ta tahrif ettikleri, yahut da recm ayetini tahrif ederken yap­tıkları gibi seri hükümleri tahrif ettikleri için söylenmiştir. Kur'an'ın zahiri onla­rın neyi tahrif ettiklerini göstermez. [28]

 

Bazılarının Tahrifi İle Diğerlerinin İmanından Ümit Kesilmemesi

 

Bir kimse şöyle diyebilir: "Bazılarının tahrife yeltenmeleri yüzünden, geriye kalanların imânından na- sil ümîd kesmek gerekir? Çünkü bir kısmının inâd etmesi, diğerlerinin imânına engel olamaz?" Kaf-fâl bu soruya şöyle diyerek cevab vermiştir: Mana­nın şöyle olması muhtemeldir: Bunlar nasıl imân etsin ki. Dinlerini sırf inâd olsun diye tahrif eden bir topluluktan atıyor ve onlardan öğreniyorlar. Buna göre işte onlar, onlara ancak tahrif ettiklerini ve yerinden değiştirdikleri şeyi öğretiyorlar. Taklitçiler, ancak bunu kabul eder, Hakk'tn sözüne iltifat etmez­ler. Bu, tıpkı senin birisine Yani "Senden aldıklarını ondan almaya devam edip, başkasından bîr şey almazsan, nasıl iflah olur­sun?" demen gibidir. [29]

 

Beşinci Mesele

 

Alimler, Hak Teâlâ'nın: hitabı hususunda ihtilâf ederek, bir kısmı şöyle demiştir. Allah, bu fırkanın iman edeceğine dair onların ümidini sona erdirmiştir. Bunlar belirli bir cemaattir. Diğerleriyse şöyle demiştir: Allah o mü'minleri onların iman etmelerinden me'yûs kılmamış, ancak onların içine düş­tükleri tahrif, tebdîl ve inâd etme gibi hallerden dolayı, onların iman etmelerini uzak ihtimal görmek cihetinden, mü'minleri me'yûs düşürmüştür. Alimler şöyle demiştir: Bu, kölelerimizin ve hizmetçilerimizin, beldelerimize mâlik olmaya­caklarını beklemiyor ve ummuyoruz. Sonra, onların beldelerimize o mâlik ola­mayacaklarına dair kesin bir hüküm vermiyor, ancak bunu uzak görüyoruz.. Birisi şöyle diyebilir; Allahu Teâlâ'nın, sözü, inkâr yoluyla zikredilmiş bir istifhamdır. Bu ise, onların kesinlikle iman etmiyecekleri hususunda bir kat'tlik ifâde eder. Buna göre, Allah'ın, iman etmi-yeceğini haber verdiği kimsenin iman etmesi imkânsızdır. Bu durumda, haberle kjili olarak söylenen sözler, aynıstyla geri döner.

Cenab-ı Hakk'ın, ifadesine gelince, bundan maksat on­arın o sözün doğruluğunu ve onların uydurdukları şeyin bozukluğunu bildik­leri halde, bu hususa, inâd ederek, kasıtlı olarak yönelmeleridir. İşte bu se-oepten ötürü sözün onlardan âlim olanlara hamledilmesi gerekir. Onlar bunu

Allah'ın daha sonra: Ve onu az bir değer mukabilinde sattılar" (a. imran, 187) ve: Onu, atalarını tanıdıktan gibi tanırlar" (Bakara, 146) ayetlerinde de izah ettiği gibi, bir tür çıkar için yapmışlardır. Onların sayılarının az olması da gerekir.

Çünkü kalabalık bir topluluğun inanmış olduğu şeyleri gizlemesi mümkün de­ğildir. Çünkü biz bunu mümkün gördüğümüzde, her nekadar sayı çoğalsa da, Hakk'a bağlı olan, bâtılı kabul edenden ayrılamaz. [30]

 

"Bile Bile" İnkar Etmelerinden Maksad

 

Cenab-ı Hakk'ın sözüne gelince, birisi şöyle diyebilir: "Cenab-ı Hakk'ın, "herhangi bir faydası olmayan bir tek­rardır..." Kaffal, bunu iki şekilde cevaplamıştır:

a) Onlar Allah'ın neyi murad ettiğini iyice anladıktan sonra, onu, Allah'ın muradının o olmadığını bildikleri, bozuk bir şekilde te'vil ettiler.

b) Onlar, Allah'ın muradını anlamışlar ve bozuk te'vilin, kendilerine Allah tarafından bir ceza ve günah kazandıracağını bilmişlerdir. Günah olduğunu bildikleri şeyi kasıtlı olarak değiştirdikleri zaman, onların kalblerinin katılığı daha fazla ve cüretleri de daha büyük olur. Bundan maksat, Hz. Peygamberi onla­rın inadlartna karşı teselli etmek ve O'na sabır vermek ve onların inadları da daha büyük olunca, bu teselli konusunda son derece müessir olmuş oldu.. Ayette iki mesele vardır: [31]

 

Birinci Mesele

 

Kadı, Allahu Teâlâ'nın: Bize iman etmelerini mi umuyorsunuz?"ifadesinin, yu­karıda tefsiri geçtiği şekilde, onların imanının ken­di taraflarından yapıldığını gösterir. Çünkü, eğer iman, Allah'ın onlarda yaratmasıyla olsaydı, daha Önce zikredilen grubun sıfatından dolayı, onların iman­larını ummak durumu değişmez ve bunun, Hz. Peygamber (s.a.s) ve mü'minler için bir teselli olması doğru olmazdı. Çünkü bu görüşe göre, onların iman et­mek hususundaki durumları, Allahu Teâlâ'nın bunu yaratmasına bağlıdır. İma­nın zail olması ise, Allah'ın onlarda o imanı yaratmamasına bağlıdır.

Bir başka yönden de şöyle diyebiliriz: Bu, onların tahrif ettikleri şeyin doğru olduğunu bile bile, tahrîf konusundaki davranışlarından ötürü, haketmiş olduk­ları günahı Allah'ın büyük göstermesidir. Eğer bu, Allah'ın yaratmasıyta olsaydı, onların bilerek veya bilmeyerek olmasıyla netice değişmezdi. Allahu Teâlâ1-nın zemmederek, tahrif işini onlara nisbet etmesi bunu gösterir. Bil ki bu hu­sustaki söz (yani Kâdî'ye verilecek cevap) defalarca ve çeşitli tarzlarda geçmiştir; bunu burada tekrarın faydası yoktur.. [32]

 

İkinci Mesele

 

Ebû Bekr er-Razî şöyle der: Ayet, inatçı âlimin cahile göre istikameti bulmaktan daha uzak bir durum­da olduğunu ve ondan ümid kesilmesinin daha makul olduğunu gösterir. Zira ayet, hakkı bilerek inatçılık etmeleri sebebiyle, onların yola gelmeleri ümidini izale etmektedir. [33]

 

Yahudilerin Peygamberimizle İlgili Gerçeği Saklamaları                  Başa Dön

 

"Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Birbirleriyle başboşa kaldıklanndaysa, "Allah'ın size açmış olduğu şeyi, Rabbimiz katında kendisiyle size karşı delil getirsinler diye mi onlara söylüyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mü?" derler. Bilmezler mi ki Allah onların sakladıklarını da, açığa vurduklarını da bilir" (Bakara, 76-77). Bil ki, bu ayette bahsedilen husus, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki .ahudilerin çirkin fiillerinin ikinci çeşididir.

İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Ehl-i Kitab'ın münafıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabıyla karşılaştıklarında onlara, "Sizin iman ettiğiniz şeye, biz de iman ettik ve arkadaşınız Muhammed'in doğru olduğuna, sözü­nün gerçek olduğuna biz de şehâdet ediyoruz. Kendi kitabımızda O'nun sıfat ve niteliklerini bulmaktayız" derlerdi. Sonra birbirleriyle başbaşa kaldıkların­da, elebaşları onlara: "Allah'ın kitabında Muhammed'in sıfatlarıyla ilgili ola­rak size açmış olduğu sırrı, size karşı delil getirsinler diye mi müslümanlara söylüyorsunuz?" derlerdi. Çünkü muhalif olan Tevrat'ın doğruluğunu ve Tevratın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine şehâdet ettiğini itiraf ettiğinde, bundan daha kuvvetli bir delil olmaz. Şüphesiz onlar birbirlerini, bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının yanında itiraf etmekten menediyorlardı.

Kaffâl şöyle demiştir. Allah'ın, İfa hitabı, Arapların, yani, "Bu ilim ona rızık olarak verildi ve bu ilmi öğrenmek o şahsa kolaylaştırıldı" ifâdesinden alınmıştır.

Cenab-ı Hakk'ın "Rabbiniz katında" ifâdesine gelince, bunda birçok vecih bulunmaktadır.

a) Ehl-i kitab, kendi kitablannda bildirilen bir bilgiyi müslümanların öne sürüp, "Bu, sizin kitabınızda da böyledir" demesini, Allah katında yapılan bir hüccetleşme ve delil getirmek olarak görmüşlerdir. Sen bazen, "Bu, Allah'ın kitabında böyledir" veya: "Bu, Allah katında böyledir" dersin ki, bunlar aynı manaya gelirler.

b) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Yani, Rabbiniz hakkında sizinle hüc-cetleşsinler diye..." mânasına gelir. Çünkü, Allah'ın gerekli kılmış olduğu, Pey­gamberlere tâbi olma hususunda hüccet ve delil getirmenin, Allah hakkında bir delil getirmek ve hüccetleşmek olarak vasfedilmesi uygundur. Çünkü bu hüccetleşme, Allah'ın dini hususundadır.

c) Asamm şöyle söylemiştir. Maksad şudur: "Kıyamet gününde ve sor­gulama sırasında sizin aleyhinize hüccet getirsinler diye mi?.. O zaman bu, o mahşer yerinde, bütün insanların gözü önünde sizin daha çok kınanmanıza ve ayıplanmanıza yol açar.." Çünkü bu durumda o kimse, önce Hakk'ı itiraf edip, sonra da inkârda diretmiş olan kimse gibi, onu gizlemiş olmuyor. Bu se­bepten ötürü yahudî topluluğu, bu hususun ortaya çıkmasının, ahiret günün­de onların rezil ve rüsvaylıklarını arttıracağına inanıyorlardı.

d) Kadî Ebû Bekr şöyle söylemiştir: Bir şeyi hüccet olarak öne süren kim­se, bazan hüccetleşir ve bu hüccetten maksadı da, hasmını yenmek suretiyle bir sürür ve neşe elde etmek olur. Bazan da bu hüccetten amacı, hasmının özrünü geçersiz kılıp, ona Allah'ın delilini anlatmak maksadıyla, te'dîb ve na­sihattir.

İşte bunun gibi, yahudiler başbaşa kaldıklarında şöyle demişlerdir: "Mu­hakkak ki siz onlara, Allah'ın size Tevrat'ta açmış olduğu hüccetlerini söyle­diniz.. Böylece de onlar, bununla, tân ve nasîhatta bulunmak şeklinde ihticâc etme, hüccetleşme İmkânını elde ettiler.." Çünkü hücceti ve delili bu şekilde zikreden kimse, bazan arkadaşına şöyle der: Gerçekten ben, Allah katında, sana yapılması gereken görevimi yaptım ve benimle Rabbim arasındaki hüc­ceti sana gösterdim. Eğer kabul edersen, kendine iyilik yapmış olursun; ama inkâr edersen, kaybeden ve hüsrana uğrayan ancak sen olursun..

e) Katfâl şöyle söylemiştir: denildiği zaman, bundan mak­sat, "o, benim inancıma ve hükmüne göre âlimdir" olur. Yine, "Bu, İmâm Şafiî katında helâldir;" "Ebu Hanîfe yanında, katında haramdır" denildiğin­de, bundan kastedilen, "onların hükmüne göre" dir. Buna göre ayetinin mânası, "Allah'ın hükmüne göre bu delillerle aleyhinize hüccet getirilsin diye mi?" şeklinde olur. Bazı alimler ise, Cenab-ı Hakk'ın:

"Eğer onlar, şahidlert getiremezlerse... İşte o zaman onlar Allah katında ya-lancılann ta kendileridir" (Nur. 13) ayetini, "Allah'ın hükmüne ve yargısına göre" şeklinde te'vil etmişlerdir. Çünkü, zina isnadında bulunan kimse şahidleri ge­tiremediği zaman, doğru söylüyor bile olsa, ona yalancıya uygulanan hüküm tatbik edilir. [34]

 

Hitabı Kimedir?

 

Cenab-ı Hakk'ın, "Bunu anlamıyor musunuz?" ayetine ge­lince, bunda birkaç vecih bulunmaktadır:

a) Bu hitâb mü'minlere râcidir. Cenab-ı Hak, sanki söyle demiştir. "Onla­rın iman etmelerini ummanızı gerektirecek bir durum olmadığına dair, onların vasıfları hakkında zikretmiş olduğum şeyleri anlamıyor musunuz?" Bu Hasan el-Basrî 'nin görüşüdür.

b) Bu.yahudilere râcidir. Buna göre sanki onlar birbirleriyle başbaşa kal­dıkları zaman, şöyle demişlerdir: "Siz müslümanlara, vebali ve sorumluluğu size ait olacak şeyleri söylüyor ve böylece söylediklerinizle aleyhinize hüccet getirmiş oluyorsunuz? Bunun, şu anda içinde bulunduğunuz duruma uyma­dığını anlamıyor musunuz?" Bu izah şekli daha açıktır; çünkü bu açıklama onlar hakkındaki sözün bir devamı mahiyetindedir; binaenaleyh, sözü yahu-dilerden başkasına hamletmenin gereği yoktur...

Cenab-ı Hakk'ın, "Onlar, Al­lah'ın sakladıkları şeyleri de, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?" ayetine gelince, bunda iki görüş vardır:

1) Bu, çoğunluğun görüşüdür ki; buna göre yahudiier Allah'ı tanıyorlar, O'nun gizliyi de aşikâr olanı da bildiğine inanıyorlardı. İşte bundan c Cenâb-ı Hak onları bununla korkutmuştur.

2) Yahudiler bunu bilmiyorlardı; bu sebeple de Cenab-ı Hak onları bu sözte tefekkür etmeye; kendilerinin, gizliyi de aşikâr olanı da bilen bir Rableri oldu­ğunu anlamaya ve nifaklarından dolayı başlarına gelebilecek bir azabtan emin olamıyacaklarını düşünmeye sevk ve teşvik etmiştir. Her iki görüşe göre de. bu söz onları ikiyüzlülükten ve birbirlerine, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüv­vetine dair delilleri saklamayı tavsiye etmekten men ve nehiydir. Doğruya en yakın olansa, bu hitaba muhatap olan yahudilerin, bunu bilmekte olduklarıdır. Çünkü, bir şeyi bilmedikçe, bir kimse için "O, şunu şunu bilmiyor mu?" de­menin, men edici ve yasaklayıcı bir tarafı yoktur. Ancak onu bildiği zaman, o şey o kimseyi bu fiili işlemekten men eder.

Âlimlerden bazıları ise, şunu söylemiştir: Allah'ı tanımayan, O'nun gizliyi ve aşikâr olanı bildiğine inanmayan münafıklar gibi olmadıkları halde, bu ya­hudiier Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine dair delilleri açıklamamalarını gizlice dindaşlarına söylemeyi nasıl oluyor da makul buluyorlar, (Allah'dan sak­layacaklarını nasıl zannedebilirler?) Onların bu halleri, doğrusu pek hayret ve­ricidir.

Kâdî şöyle demiştir: Ayet birkaç hususa delâlet etmektedir;

a) Eğer kulların fiillerinin yaratıcısı Allah ise, onları bu fiil ve sözlerden men etmesi nasıl doğru olabilir?

b) Ayet delil getirme ve incelemenin sağlıklı bir yol olduğuna ve, sahabe ve müminlerinin yolunun da bu olduğuna; bunun yahudilerce de bilindiği için, birbirlerine bu sözü söylediklerine delâlet etmektedir.

c) Ayet, hüccetin bazan ilzamî (kabule zorlayıcı) olduğuna delâlet etmek­tedir; çünkü, onlar Tevrat'ın doğruluğunu ve, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nü­büvvetine delâlet eden delilleri ihtiva ettiğini itiraf edince, onlara Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini tasdik etmek gerekir. Ama şayet bu iki mu­kaddimeyi kabul etmemiş olsalardı, delil ve ihticâc tam olamayacaktı.

d) Âyet keza bir günahı, günah olduğunu bile bile işleyen kimsenin Allah katında çok büyük bir günahkâr ve suçlu olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyi bilendir.

"Onların içinde, Kİtâb'ı bilmeyen ürnmtler vardır. Bildikleri sadece bir sürü asılsız şeylerdir ve ancak zanda bulunurlar. Onu az bir değer karşılığında satmak için elleriyle kitabı yazıp sonra da: "Bu Allah katındandır" diyenlere yazıklar olsun! Vay ellerinin yazdıklarından ötürü başlarına geleceklere! Vay kazanmakta oldukları şeyden dolayı onlara!"

(Bakara. 78-79).

Bil ki, Cenab-ı Hakk'ın: "Onlardan ümmîler vardır" sözüyle murad edilenler yahudilerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak onları inadla niteleyip, on­ların inanmalarını ummayı ve beklemeyi izâle edince, artık onların fırka ve grup­larını açıklamıştır.

Buna göre:

Birinci fırka, sapmış ve başkalarını da sapıtmakta olan fırkadır ki bunlar, Kitabın kelimelerini yerinden değiştirmekte ve oynatmaktadırlar.

İkinci fırka, münafıklardır.

Üçüncü fırka, münafıklarla mücadele edenlerdir.

Dördüncü fırka, bu ayette zikredilenlerdir ki, bunlar okuması ve yazması olmayan, taklide tâbi olan ve kendilerine söyfenenleri kabul eden ümmî taba-Kasıdtr.. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, imanı kabul etmekten kaçınanların bu imtinâlarının sebebinin tek olmadığını, aksine onlardan her tabakanın bir red ve imtina sebebi olduğunu açıklamıştır.

İmdi her kim, Allahu Teâlâ'nın yahudilerin fırkalarına dair zikretmiş oldu­ğu açıklamaları düşünür ve tezekkür ederse, bu hususun, ayniyle bu ümmet .cinde de bulunduğunu görecektir. Çünkü onlar içinde Hakk'a karşı inâdla-şan, başkalarını saptırmaya gayret eden kimseler olduğu gibi, aynı şekilde or­ta yolu takib eden, yine taklide tâbi olan sırf ümmî kimseler de bulunmaktadır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [35]

 

Ûmni Tâbirinin Manası

 

Alimler "ümmî" kelimesinin manasında ihtilâf ettiler- Bazıları 'O, ne bir kitabı ne de bir peygamberi ikrâr etmemiş kimse manasınadır" derken, diğerle­ri "Okur-yazar olmayan kimse manasınadır" demiş­lerdir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayet yahudiler hakkındadır. Ya­hudiler ise Tevrat'ı ve peygamberlerini ikrâr ediyor, kabul ettiklerini söylüyor­lardı. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s):, Biz ümmi bir ümmetiz, yazı yazmayı ve tiesab yapmayı bilmeyiz[36] buyurmuş­tur. Bu hadis.de ikinci görüşün doğruluğuna delâlet eder. Ayrıca Hak Teâlâ'-nın:  "Kitabı bilmezler buyruğu da ancak bu görüşe uygun düşmektedir. [37]

 

Emâni Kelimesi Hakkında                  Başa Dön

 

kelimesi, kelimesinin cem'idir. Bu kelimenin, temelde aynı olan birbirine yakın birçok ma- naları vardır:

1) Bu, insanın tahayyül ettiği, aklında meydana gelebileceğine karar verdiği ve olacağından bahsettiği şey, yani "kuruntu" dur. Arapların, "Falan zat, falan zata vaaâde bulunu­yor ve ona boş ümid veriyor" sözü ve Allah Teâlâ'nın: "(Şeytan) onlara vaa'd eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Halbuki şeytan onlara, aldatmadan, başka birşey vaa'd etmez" (Nisa, 120) ayetindeki ,kelimesi bu manayadır. Biz (kelimesini bu mânâda tefsir eder­sek), ayeti, "Onlar ancak, hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini muaheze etmeyeceğini, peygamber atalarının kendilerine şefaatçi olacağını zannederler, din adamları da, "Cehennem azabının ancak sayılı birkaç gün onlara dokunacağı" kuruntusunu verir" manasına getir.

2) "Ancak alimlerinden duyup onları taklid ederek kabul ettik­leri uydurma yalanlar" manasınadır. Bir bedevî İbn De'be'ye söylediği bir şey hakkında şöyle demiştir: Bu rivayet ettiğin bir şey mi, temmenni ettiğin birşey mi, yoksa uydurduğun bir şey midir?

3) "Ancak okudukları şeyleri..." manasınadır. Bu mana da, Arapların: "Allah'ın kitabını ilk gecede okudu" ifâde­sinden alınmıştır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kelime, "Takdir etti, düşündü" manasına gelen ^* fiilinden türemiştir. Çünkü temennide bulunan bir kimse, kendi kendine bir takdir ve tahminde bulunup, olmasını arzu ettiği şeyin olabileceğini düşünür. "Uyduran ve okuyan kimse de, şu kelimeden sonra şu kelimenin gelmesini takdir eder, düşünür".

Ebu Müslim şöyle demiştir: Bu lâfzı, kalbin temennisi manasında anla­mak, Allah'ın:

"On/ar, "Cennete ancak yahüdi veya hıristiyan olanlar gireceklerdir" de­diler. Bu onların temennileridir" (Bakara, mj ayetinin delâletine göre, daha ev­lâdır. Cenab-ı Allah:

"(İş) ne sizin temennilerinizle, ne de Ehl-i kitab'm kuruntulanyla (olup bit­miş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür" (Nisa, 123);

"Bunlar onların tenennileridir. Onlara: "Haydi delillerinizi getirin" de" [Bakara, 111); Ve:

"Onlar, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka birşey değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi zamandan başka birşey helak etmiyor" dediler. Halbuki on­ların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar sadece zanları üzere konuşuyorlar'' (Casiye, 24) buyurmuştur. Bütün bu ayetlerdeki ümniye ve zan kelimeleri, "Dü­şünüp tahmin ediyorlar" manasınadır.

Ekseri âlimler şöyle demiştir: Bu kelimeyi "okumak, okudukları şey" ma­nasına hamletmek daha evlâdır. Nitekim:

O birşey okuduğu zaman, şeytan onun okumasına birşey atmıştır'' (Hacc, 52) Duyurulmuştur. Ve, zira bu kelimeyi "okuma" manasına almak, ayetteki is-:snaya da daha uygundur. Çünkü biz kelimeyi bu manaya hamlettiğimiz kelimenin istisna ile bir alakası olmuş olur. Buna göre de sanki Cenab-ı -ak bu ayette: " Onlar kitabtan ancak kendilerine okunup da dinledikleri mik­tarı, kendilerine anlatılıp da kubul ettikleri miktarı bilirler. Sonra onlar bunlar özerinde tefekkür etmeye muktedir olamazlar" buyurmaktadır. Eğer kelime, uydurma sözler, yalanlar, zan, insanın düşünüp karar verdiği şeyler manası­na hamledilir ise, bunda istisna yapmak çok nâdir birşey olur. [38]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenab-ı Hakk'ın:   "Lâkin birtakım ümniyeler bilirler" ifâdesi "istisnâ-i munkatı"dır. Şâir Nâbiğa şöyle de­miştir:

"Güçlü olmayan bir yemin ettim. Çünkü gâlbteki bir kimse hakkında bilgimiz yok, İâkin hüsnü zannım vardır." Ayetteki, kelimesi, şeddesiz olarak, şeklin­de de okunmuştur.

Cenab-ı Allah'ın: "Onlar ancak tanda bulunuyorlar" ifade­si, bizim söylediğimizin sanki gerçek olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer, kelimesi ile, "aslı olmayan işleri var diye düşünüp takdir etmek" manası murad edilir ise, ki bu "zan" demektir, o zaman burada bir tekrar olmuş olur. Birisi: "Zan başka­dır, gönülden, akıldan geçen düşünce başkadır. Binaenaleyh bu ayette bir tekrarın ol­ması gerekmez" diyebilir. Biz kelimeyi "okunan şey, okumak" manasında alır isek ayetin manası daha güzel olur. Buna göre Cenab-ı Allah sanki, "Onlardan, kitabı an­cak kendilerine okunması ve onu dinlemeleri yolu ile, ancak kitabın te'vili istendiği gi­bi kendilerine söylenmesi ve onu doğru zannetmeleri yolu ile bilenler vardır" buyurmakta ve bu yolun insanı hakikate ulaştırmadığını beyân etmektedir. [39]

 

Ayetten Çıkarılan Kaideler

 

Bu ayette bazı meseleler vardır:

1) Marifetler (bilgiler), sonradan kazanılır, zarurî değildir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, bilmeyen ve zanna göre hareket eden kimseleri zemmetmiştir.

2) Taklid, kesinlikle temelsizdir. Bu müşkildir. Çünkü ferî (ikinci derece mesele­lerde, fıkhî hükümlerde) taklit bize göre caizdir.

3) Başkalarını saptıran kimse zemmedildiği gibi, onun saptırmasına aldanarak sa­pan kimse de zemmedilir, kınanır. Çünkü Cenab-ı Hak, bu durumda oldukları halde, onları kınamıştır.

4) Dinin temel meselelerinde (yani itikadı meselelerde), zan ile yetinmek caiz de­ğildir. En iyi Allah bilir.

Hak Teâlâ'nın: "Yazıklar olsun..." ifâdesi hususunda alimler şöyle demiş­lerdir: her üzüntülü, zorda kalmış insanın söylediği bir kelimedir." İbn Abbas (r.a), "Elem veren azabdır" demiş. Süfyan-ı Sevri'den, onun cehennemdekilerin bederilerinden akan irin manasına olduğu rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

"O (Veyl), cehennemdeki bir vadidir. Kâfir, o vadinin dibine ulaşıncaya kadar kırk sene aşağı doğru düşer".[40]

Kâdî de şöyle demiştir: "Veyl, son derece va'-îd ve ilâhî tehdidi ifâde etmektedir." Veyl ister cehennemdeki bir vadinin adı olsun ister büyük azab mânâsına olsun, Kâdî'nin söylediği manada şüphe yoktur.

Allahu Teâlâ'nın: "Elleriyle kitabı yazıyorlar" ifadesinde iki vecih vardır:

1) Bir adama yazması emredildiği zaman, (yazdım) der. Buna gö­re "elleriyle" ifâdesinin manası, "Onlardan bu yazma işi ancak bu şekilde vâki oldu" şeklinde olur.

2) Bu ifâde te'kid içindir. Burası te'kid yapılması güzel olan bir yerdir. Ni­tekim sen, yazdığı şeyi bildiğini inkâr eden kimseve: "Ey falan, bunu sen elinle yazmıştın" dersin.

Cenab-ı Allah'ın: "Sonra da bu Allah indin-dendir, diyorlar" ayetinden murad, bu yazma işini yapan ve bu fiili işleyen kimselerin son derece aşağılık kimseler olduğunu anlatmaktır. Çünkü onlar dinden saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlar, ahiret saadetlerine karşılık dünyayı satın almışlardır. Bundan dolayı onların günahı başkaların in kinden da­ha büyüktür. Çünkü malumdur ki başkalarına zarar verecek bir yalanın güna­hı daha büyüktür. Allah'a karşı yalan söyleyen, bu yalanına saptırma işini ilâve eden, bu ikisine dünya sevgisini ekleyip onu elde etmek için hileler kuran, bun­lara ilaveten ömür boyu devamlı olarak insanları sapıtacakları bir yola sevke-den bir kimsenin günahı artık nasıl olur İyi düşünülsün? İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah onların yaptıkları bu işin büyük (bir günah) olduğunu bildirmiş­tir. Eğer "Hak Teâlâ onların İki durumunu hikâye etmiştir: Birisi kitab yazma­ları, diğeri de o yazdıklarını yalan söyleyerek Allah'a isnâd etmeleri.. Ayetteki bu tehdid ya onların kitab yazmalarından, veya yazılan şeyi Allah'a isnâd et­melerinden, veyahut da her ikisinden dolayıdır" denilir ise deriz ki: Başkaları­nı saptırmak için bâtıl, asılsız şeyler yazmak kötü fiillerdendir. Allah Teâlâ hakkında yalan söylemek de böyledir. Ama bu ikisini birden yapmak gerçek­ten çok büyük bir günahtır. [41]

 

"Az Bir Değer Karşılığında Satma" Ne Demektir?                  Başa Dön

 

Cenab-ı Hakk'ın: "Onu az bir pahaya (fiyata) satmak için" ifâdesi iki şeye işaret etmektedir:

1) Bu, onların son derece bahtsız (şâkî) olduklarına işarettir. Çünkü akıllı olanın, dünyevî çok bir ecir karşılığında âhirette az bir vebale bile razı olma­ması gerekir. Öyle ise onun, dünyevî değersiz bir menfaat yüzünden âhirette büyük bir azaba düşmeyi göze alması nasıl makul olabilir?

2) Bu ifâde, onların bu tahrifi, dînî bir iş olarak değil, mal ve makam elde etmek için yaptıklarını gösteriyor. Bu, karşılıklı rıza olsa bile bâtıl bir şeye kar­şılık mal almanın haram olduğuna delâlet eder. Çünkü onlara verilen mallar severek ve rızâ ile veriliyor idi. Bununla beraber Cenab-ı Allah, bunun haram olduğuna dikkat çekmiştir.

Cenab-ı Allah'ın: "Elleri ile yazdıkları şeyler­den dolayı onlara yazıklar olsun" buyruğundan murad şudur: Onların sırf yaz­maları dahi tek başına büyük bir günahtır. Keza bunlara karşılık mal ve para almaları da ayrıca büyük bir günahtır. Bundan dolayı, "veyl" sözü yaptıkları iş için tekrar edildi. Eğer tekrar edilmemiş olsaydı, "Bu iki işi (yani kitab yazıp onu Allah'a isnâd etme işi) birlikte büyük va'îdi gerektirmiştir, yoksa tek tek değil" denebilirdi. Ama Cenab-ı Allah bu şüpheyi böylece gidermiştir.

Müfessirler ayetteki, "Ve kazandıklarından dolayı.." ifâde­si hususunda, bundan murad "Sadece bu yazma ve tahrif için kazandıkların­dan dolayı" manası mıdır; yoksa "diğer günahlarından dolayı" manası mıdır? diye alimler ihtilâf etmişlerdir. Söz dizisine en uygun olan bu ayette kastedile­nin, onların bu yolla aldıkları anlatılan mallar olmasıdır. Fakat umûmî olması itibarı ile, bu ifâdenin herşeye şâmil olması da doğru olur. Fakat onların ka­zançları bu kayıd ile kayıtlanmadığı zaman, kazançtan dolayı va'îd ve tehdid yerinde olmayacağı için önceki görüş tercih edilmiştir. Çünkü kazanca helâl olanı da girebilir. Bundan dolayı onların va'îde müstehak olan kazançlarının takyîd edilmesi, yani hangi kazançlarının böyle olduğunun belirtilmesi gere­kir. Burada takyîd için en uygun olan da daha önce zikredilmiş olan şeydir.

Kâdî şöyle demiştir: Bu ayet, onların bu yazma fiillerinin Allah'ın yarattığı şeyler olmadığını gösterir. Çünkü onların yazmalarını Allah yaratmış olsaydı, yahudilerin, "Bunlar Allah indindendir" diye bunları Allah'a izafe etmeleri ger­çeğin ifâdesi olurdu. Zira Hak Teâlâ bunları onlarda yarattığı zaman, farzet ki kul onu kesbetmiştir, ama fiilin yaratanına nisbet edilmesi, onu kesbedene nisbet edilmesinden daha kuvvetlidir. Bu sebeple o yazma işinin Allah'a isnâd edilmesi, kula isnâd edilmesinden daha evlâ olurdu. Bu sebeple onların bu husustaki sözleri ile övülmeye hak kazanmaları gerekirdi. Çünkü buna gö­re onların yazdıkları Allah katından olmuş otur. Böyle olmadığı için, biz bu yaz­ma işinin Allah'ın yarattığı bir iş olmadığını anlamış olduk." Buna şu şekilde cevap verilir: Bahsedilen delillere göre bu yazma işine sevkeden sebep Al­lah'ın yarattığı şeylerdendir. Bu sebeple yazma işi de Allah'ın yarattığı şeyler­dendir. Allah en iyi bilendir. [42]

 

Ahiret Azabının Sadece Sayılı Günler Olacağı İddiaları

 

"Onlar "Cehennem bize ancak sayılı günler dokunacaktır" dediler. (Onlara) de ki: Allah'dan bir ahid mi aldınız? Öyle ise Allah ahdinden asla caymaz. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?" (Bakara, 80).

Bil ki bu söz onların çirkin söz ve fiillerinin ücüncüsüdür. Bu da onların, Allah'ın kendilerine birkaç gün dışında azab etmeyeceğini kesinkes söyleme­leridir. Bu kesin hükme, akıl ile varılması imkânsızdır. Ama bizim, "Şüphesiz Allah ne isterse ona hükmeder" sözümüze göre, Allah'ın fiillerine hiç kimse­nin itiraz hakkı yoktur. Bu sebeple böyle bir şeyi ancak naklî delil ile bilmek mümkündür. Mu'tezile'ye göre akıl, günahları sebebi ile devamlı bir ilâhî ce­zaya müstahak olunduğunu gösterir. Akıl buna delâlet edince, ceza için bir müddet takdir edildiği ve sonra da bu cezanın biteceği hususunda, bunu açık­layan naklî bir delile muhtaç olunur. Bu sebeple her iki mezhebe göre de nak-delil olmadan bunu bilmeye imkan yoktur. Nakli delil olan bir meselede, aklen  vermek caiz değildir. Burada iki mesele vardır: [43]

 

Sayılı Günlerin Şümulü

 

Alimler "sayılı günler" hususunda iki görüş belirtmislerdir:

a) (gün|er) |âfzı ancak on ve daha aşağı sayıda günü gösterir. On günden fazlası için kullanılmaz. Buna göre (beş gün), (on gün) denilir (onbir gün) denmez. Ne varki bu kaide, Cenab-ı Hakk'ın, "Sizden Öncekilere farz kılındığı gibi size de muttaktierden olasınız diye sayı­lı günlerde oruç tutmak farz kılındı" (Bakara, 183-184)ayeti ile bir müşkillik arzeder. Bu ayetteki sayılı günler bir ayın bütün günleridir. Bir ayın günleri ise ongünden daha fazladır.

Bir de Kâdî şöyle demiştir: lâfzının on veya daha aşağı bir sayıya hamleditdiği sabit olunca, en uygun olan, bu kelimenin en azını veya en ço­ğunu ifâde ettiğini söylemektir. Çünkü bunun üç gün olduğunu söyleyen, "Bu­nu en azına hamlediyorum" diyebilir. Bu, izahı mümkün bir sözdür. Yine o lâfzın on günü ifâde ettiğini söyleyen de, "Onu en çoğuna hamlediyorum" di­yebilir. Bu sözün de izahı mümkündür. Ama o lâfzın "on"dan az, üçten çok bir sayıya hamlediimesinin izahı mümkün değildir. Çünkü ikisi arasındaki sa­yıların herhangi birinin diğerlerine bir üstünlüğü yoktur. Meğer ki bunu belir­leyen sahih bir rivayet varid olsun. İşte o zaman o rivayete göre hüküm verilir.

Müfessirlerden bir grub, lâfzını, yedi gün diye tefsir etmişlerdir. Bu hususta Mücâhid şöyle der: Yahudiler dünyanın ömrünün yedibin sene olduğunu söylüyorlar. Buna göre Cenab-ı Hak, her bin yıla karşılık onlara bir gün azab edecek demektir. Bu sebeble onlar, "Allah bize yedi gün azab edecektir'' demişlerdir. Esâm bazı yahûdilerden, buzağıya sadece yedi gün tapmış olduklarını, bundan dolayı "Allah bize yedi gün azab edecek ' dedikle­rini nakletmiştir. Her iki görüş de zayıftır. İlkinin zayıf olmasına gelince, dün­yanın Ömrünün yedibin sene oluşu ile, onların azabının yedi gün olması arasında kesinlikle birbirini gerektirecek bir alâka yoktur. İkinci görüşe gelin­ce, yedi gün isyan etmiş olmalarından dolayı azablarının da yedi gün olması gerekmez.

Biz ise şöyle diyoruz: Herşeyin mâliki ve sahibi Allah olduğu için, O'nun yaptığı her şey güzeldir. Mutezileye göre, günahkâr tevbe etmediği veya af­folunmadığı müddetçe, isyanından Ötürü ebedî cezaya hak kazanır. Buna gö­re şayet: "Cenab-ı Allah bir günaha karşılık daha fazla ceza vermeyi

menederek: "Kötülüğün cezası, mlslt ile kötülüktür" (şûra,40) buyurmuştur. Bu sebeple ce­zanın suçtan fazla olmaması gerekir" denilir ise biz deriz ki: Günahın cezası, nimete göre artar. Allah'ın kullarına olan nimeti sayısız ve sınırsız olunca, on­ların günahları da son derece büyük olur.

b) İbn Abbas (r.a)'ın; lâfzını, yahudilerin buzağıya taptıkları günlerin sayısı olan "kırk gün" ile tefsir ettiği rivayet edilmiştir. "Yedi gün" tefsiri için söylenenler bu hususta da söylenir.

Bir üçüncü görüş de şudur: Ayetteki "sayılı" lâfzının tıpkı, "O (Yûsuf u) az bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar" {Yûsuf, 20) ayetinde de olduğu gibi, "az" manasına geldiği söylenmiştir. [44]

 

İkinci Mesele

 

Hanefiler, hayızın en az müddetinin üç, en çoğunun ise on gün olduğuna zâhib olmuşlar ve buna Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Hayızlı olduğun günlerde namazı bırak"[45] hadisini delil getirmişlerdir. Buna göre hayzın müddeti, lâfzı ile ifâde edilen günler sayısıncadır. lâfzı ile ifâde edilen günlerin en azı üç, en çoğu ondur. Bu sebeple hayız müddetinin en azının üç, en çoğunun ise on gün olması gerekir. Bu husustaki müşkitlik yukarıda geçmişti. [46]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ bu ayette: "Onlar  cehennem   bize  ancak   sayılı  günler  dokunacaktır" dediler."; Al-i İmran sûresinde ise: "Ancak sayılı günler" (Ali imran, 24) buyurmuştur. Birisi şöyle diyebilir: Her iki ayette de mevsûf aynı (günler) lâfzı otduğu halde, ni­çin bu kelimenin sıfatı birinci ayette ikincisinde ise, şeklin­de gelmiştir? Cevab: İsim eğer müzekker olur ise, onun cem'inin sıfatı sonunda "ta" harfi bulunan müennes bir kelime olur. Meselâ: ve, Eğer isim müennes olur ise, onun cem'inin sıfatı cem'i mü­ennes salim olur. Mesela: testi (kırık testiler); (kırba), (kırık su kırbaları) denilir. Ne var ki bazan nâdir ola­rak isim müzekker olduğu halde, cem'i ve sıfatı,cem'i müennesi salim olarak gelir. Mesela, (güvercin), (güvercinler); ve ot (gerilmiş develer) denilir. İşte: (al-i imran, 24} ve o "Belirli günlerde" (Hacc. 28) ayetlerinde de aynı şey vardır. Buna göre Cenab-ı Allah, Bakara suresinde asıl şekli ile-ki bu  şeklidir.-Al-i İmran sûre sinde ise ikinci şekli ile getirmiştir. [47]

 

Allah'ın Ahdi

 

Cenab-ı Allah'ın: "(Onlara) de ki: AUah'dan bir ahld mi aldınız. Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz" ayeti hususunda birçok mesele vardır: [48]

 

Ahdin Buradaki Mânası

 

Buradaki ahd, Allah'ın vaadi ve haberi manasınadır. Allah, bu ayette "haber vermesini" "ahd" diye adlandırmıştır. Çünkü Allah'ın haberi, bizim yemin ve adaklarımızla kuvvetlendirdiğimiz sözleri­mizden daha kuvvetlidir. Buna göre, "Allah'ın ahdi ancak bu şekilde ofur" de­mektir. [49]

 

İkinci Mesele

 

Keşşaf sahibi, Cenab-ı Hakk'ın: "Allah ahdînden caymaz" ifâdesinin, mahzuf bir şe­ye bağlı olduğunun, o mahzufun takdirinin ise: "Eğer Allah'dan bir ahid almış iseniz,biliniz ki Allah ahdinden asla caymaz" şeklinde olduğunu söylemiştiı[50]

 

istifham Değil İstifham-i İnkarıdır

 

Allah'ın: ifâdesi, bir soru değil, aksine bir inkârı ifâdedir. (Yani "ahid aldınız mı?" değil, "ahid almışsınız ha!" manasınadır.) Çünkü yahudilerin zanlarını iptal etmek için Hz. Peygamber (s.a.s)'in delilini onlardan sorması caiz değildir. Al­lah, bunu emretmekten münezzehtir. Aksine bu onların istidlal ediş şekilleri­ne dikkat çekmedir. Bu ise, o şeyi bilmeye nakilden başka bir yotun olmadığı­nı anlatmaktır. Bu hususta naklî bir delil olmayınca da, bu görüşün kesin olarak ifâde edilememesi gerekir. [51]

 

Allah Ahdinden Caymaz

 

Allah Teâlâ'nın: "Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz" ifâdesi, O'nun va'ad ve va'îdi hususunda yalan söylemekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Alimlerimiz şöyle demişler­dir: "Çünkü yalan, noksanlık ifâde eden bir sıfattır. Noksanlık ise Allah için imkansızdır." [52]

 

Mutezilenin İddiası

 

Mu'tezile de şöyle demiştir: Çünkü Cenab-ı Hak, çirkinin çirkinliğini, ken­disinin çirkinlikten (kötülükten) müstağnî olduğunu bilir. Yalan söylemek çir­kin bir iştir. Çünkü o yalandır. Çirkinin (kabinin) çirkinliğini ve ona ihtiyacı olmadığını bilen kimsenin, yatan söylemesi imkansız olur. Binaenaleyh bu, Al-lah'dan yalanın sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösterir. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak: "Allah asla ahdinden caymaz" demiştir. Buna göre eğer, "And, va'ad manasınadır; birşeyin hasseten zikredilmesi, onun dışındaki şeylerin nefyi mânasına gelir. Bu sebeple, Allah va'adinden dönmeyeceğini hasseten ifâde edince biz, Allah'ın vaidinden caymasının caiz olduğunu anlarız. Sonra akıl da buna uygundur. Çünkü va'adden dönmek kötü, va'îdden (tehdid ve kor­kutmadan) dönmek ise lütuftur" denilir ise deriz ki: Zikredilen deliller her tür­lü yalan için geçerlidir. [53]                                     .   

 

Cübbai’nin Vaa’d ve Vaid Prensibine istidlali                  Başa Dön

 

Cübbâi şöyle demiştir: Bu ayet Allah'ın, Hz. Musa (a.s)'ya ve ondan sonra gelen diğer peygamberle- re, günahkârları ve büyük günah sahiplerini, azab ettikten sonra cehennemden çıkaracağına söz vermediğini gösterir. Çünkü Allah'u Teâlâ, eğer onla­ra bu sözü vermiş olsaydı, yahudilerin bu sözünü yadırgaması doğru olmazdı. Hak Teâlâ'nın onlara böyle bir söz vermediği, ve onlara günahkarlara olan va'îdinden bahsettiği sabit olunca, ve bundan bahsetmek sureti ile günaha düşmekten onları menedince, Va'idiyye (Mû'tezile)'nin görüşüne göre, on­ların ahiretteki azabının ebedî olması gerekir. Bu durum başka ümmetler hak­kında sabit olunca, bu ümmet hakkında da söz konusu olmast gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın va'ad ve va'îdleri ile ilgili hükümlerinin ümmetlere göre değiş­mesi caiz olmaz. Çünkü bunların hepsinden sudur eden günahın derecesi aynıdır. [54]

 

Razi'nin Cevabı

 

Bil ki bu izah tarzı son derece zorlama ile yapılmıştır. Biz deriz ki: "Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ya büyük günah sahiblerini cehennemden daha son­ra çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözünü kabul etmiyoruz. "Eğer onlara bu va'adde bulunmuş olsa idi, yahudilerin o sözlerini reddetmezdi" sözüne ge­lince, buna karşt biz deriz ki: "Sen niçin "Eğer Allah onlara bunu vaa'detmiş olsa İdi, yahudilerin bu sözünü reddetmezdi" dedin? Bunların birbirini gerek­tirmesi hususundaki delilin nedir?" Sonra biz, şer'an bunların birbirini gerek­tirmeyeceğini birkaç yönden açıklayabiliriz:

a) Belki de Cenab-ı Hak, sırf onlar azab edilecekleri günleri az sandıkları için, bu sözü yadırgamıştır. Bunun onların: "Bize ateş ancak birkaç sayılı gün dokunacak" ifâdeleri gerçekten az sayıda günü gösterir. Bu sebeb ile, Allah Teâlâ, onların bu kadar az bir müddeti ke­sin bir ifâde ile söylemelerini yadırgamıştır. Yoksa azabın sona ereceğini red­detmemiştir.

b) Mürcie, genel olarak ilâh? affın olacağını kesin olarak söylerler. Ama onlarca, muayyen bir şahıs hakkında İse bu şekilde kesin hükmedilemez. Bu­na göre, yahûdiler, kendileri hakkında azabın hafifletileceğine kesin olarak hük­medince, Allah Teâlâ işte bunu reddetmiştir.

c) Bu sözü söyleyen yahûdiler kâfirdirler. Bize göre kâfirin azabı ise ebe­didir, sona ermez. Biz, Hak Teâlâ'nın büyük günah sahihlerini cehennemden çıkaracağına dâir, Hz. Musa (a.s.)'ya söz vermediğini kabul etsek bile sen ne­ye dayanarak "Allah, onları cehennemden çıkarmayacak" diyorsun? Bunun izahı şudur: Hak Teâlâ Hz. Musa (a.s)'ya onları cehennemden çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözü ile; "Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya onları cehennem­den çıkarmayacağını haber vermiştir" sözü arasında mana farkı vardır. Birin­ci sözde bir zarar söz konusu değildir. Çünkü Allahu Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya bunu söylemediği haide, kıyamet günü yapabilir. Fakat Allah, yahudilerin böyle söylemelerini, onların bir delilleri olmadığı halde kesin konuşmalarından do­layı reddetmiştir. Dolayısı ile onların bu hususta konuşmamaları, ne menfi, ne müsbet kesin hükümde bulunmamaları gerekir. Biz, Cenab-ı Hakk'ın Hz. Mu­sa (a.s)'mn kavminin günahkârlarını cehennemden çıkarmayacağını kabul et­sek bile, sen neye dayanarak Alllah'ın bu ümmetin günahkârlarını da cehennemden çıkarmayacağına hükmediyorsun?

Cübbâi'nin: "Çünkü Allah Teâlâ'nın va'ad ve va'idleri ile ilgili hükümleri­nin ümmetlere göre değişmesi caiz değildir" sözüne gelince, bu sırf delilsiz bir hüküm vermedir. Çünkü cezalandırmak Allah'ın hakkıdır. Bu sebeple, o cezayı kaldırmak sureti ile bazı insanlara lütfetmesi, diğerlerine lütfetmemesi de, O'nun hakkıdır. Binaenaleyh bu istidlalin zayıf olduğu ortaya çıkmış olur."

Cenab-ı Allah'ın: 'Toksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" hitabına gelince bu, zikredilen delili tamamlamak için yapılan bir izahtır. Çünkü yukarıda bahsi geçen hüküm an­cak nakil ile verilebilince ve böyle bir naklin de olmadığı sabit olunca o hükmü bu şekilde kesin bir ifâde ile söylemek hiç şüphe yok ki bilinmeyen bir husus­ta Allah'a iftira etmek olur. Bu ayet birçok faydalı hususu ihtiva eder. [55]

 

Ayetin İhtiva Ettiği Hükümler

 

a) Hak Teâlâ, onların bir delile dayanmadan söyledikleri sözü kınayınca, delilsiz bir hüküm vermenin de bâtıl olduğunu anlamış olduk.

b) Varlığı veya yokluğu aklen mümkün olan herşeyi, varlığını veya yok ol­duğunu isbat, ancak nakli delil ile mümkündür.

c) Kıyası ve Haber-i Vahid ile amel etmeyi inkâr edenler bu ayete tutuna­rak şöyle demişlerdir: "Çünkü kıyas ve haber-i vâhid kesin ilim ifâde etmez. Bu sebeble, Allah Teâlâ, "Yoksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" ayetini, inkâr etme sadedin­de zikrettiği için haber-i vâhid ve kıyasa tutunmak caiz değildir." Buna şöyle cevab veririz: Kıyasa ve haber-i vahide dayanan zannî bir bilgi meydana gel­diğinde, onunla amel etmek gerektiğini gösteren deliller bulununca, onunla amel etmenin vacib olduğu anlaşılır. Bu sebeple, kıyas ve haber-i vahid ile hükmetmek, bilinmeyen bir şeye değil, bilinen birşeye hükmetmek olur. [56]

 

Kebire Sahibi Hakkında Mu'tezile İddiası

 

"Hayır (iş öyle değil). Kim bir kötülük (günah) kazanır da günahı kendisini iyice sararsa, onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklar" (Bakara. 81).

Keşşaf sahibi, harfinin, nefy harfinden sonra geldiği için müsbet mâna ifâde ettiğini, bu harf-i nefyin de 'Bize asla ateş dokun­mayacak" ayetindeki olduğunu; Cenab-ı Hakk'ın aye­tinin de gösterdiği gibi, "Evet, size ebedî olarak ateş dokunacaktır" mânası­na geldiğini söylemiştir. kelimesine gelince, bu bütün günahları içi­ne almaktardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Kötülüğün cezası, misliyle bir kötülük ve cezadır" (Şûra, 40 )ve:

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, ızs) buyurmuştur. İs­ter büyük ister küçük günah olsun, onu yapan kimsenin ebedî olarak cehen­nemde kalacağının zannolunması mümkün olduğundan, şüphesiz Allah. Teâlâ, ebedî olarak cezaya hak kazanmış olan kimsenin günahının, kendisin çepeçevre kuşatmış olacağını beyan etmiştir. "İhata" lâfzının, bir cismin di­ğer bir cismi; mesalâ, kale surlarının bir beldeyi; testinin suyu kuşatması gib kuşattığı hususunda hakiki bir mâna ifâde ettiği malumdur. Buradaysa, keli­meyi hakiki manada almak imkânsızdır. Bu sebeple biz onu iki bakımdan gü­nahın büyük olmasına hamlederiz:

a) Kuşatan, kuşatılanı örter. Büyük günah da, taatların sevaplarını kuşat­mış olduğu için, sanki o, taatları kuşatmış gibi olmuştur. Bu sebeple, bu cihet­ten bir benzerlik meydana gelmiş olur.

b) Kebîre, taatlerin sevabını geçersiz kıldığı için (ihbat), sanki o kebîre o taatleri istilâ etmiş tıpkı düşman askerinin, insanların hiçbir yönden kurtula­mayacağı bir biçimde insanı kuşattığı gibi, onu kuşatmıştır.

Buna göre Cenab-ı Hak sanki şöyle demiştir: Evet, kim bir kebîre irtikâb eder ve o büyük günahı onun taatlarını çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehen­nem yaranıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır. Buna göre şayet bu ayet, yahudiler hakkında vârid olmuştur denilirse, deriz ki ibret lâfzın umumî olması itibariyledir, sebebin hususî olması itibariyle değil... İşte bu, Mûtezile'nin bü­yük günah sahipleri hakkında ilahî bir vaîdin bulunduğuna kendisiyle istidlal ettiği bir izah tarzıdır. [57]

 

Razî'nin Mûtezile'ye Cevabı

 

Bil ki bu mesele, meselelerin en önemlilerindendir. Biz bu meseleyi an­latmak üzere şöyle diyeceğiz: Ehl-i kıble, büyük günah sahiplerinin vaîdi, ce­zası hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bu va'îdin olduğunu,.katî olarak söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar iki grubdur: Bunlardan bir kısmı, vaîdin ebedî olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Mü'tezile ve Havaric'in çoğunun görüşü­dür. Bunlardan bazıları da, vaîdin sona ereceğini söylemiştir. Bu görüş, Bişr et-Merîsî ve el Halidî'nin görüşüdür. Bazı insanlar, büyük günah işleyen için büyük günah olmadığını kesin bir ifâdeyle söylemiştir. Bu, müfessir Mukatil İbn Süleyman'a nlsbet edilen tek kalmış bir görüştür.

Üçüncü bir görüş ise şöyledir: "Biz Cenab-ı Allah'ın bazı günahkârları ve bazı günahları affettiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Fakat belli bir kimse hakkın­da Allah'ın onu affedip affetm iveceğin i kesin olarak söylemeyip, tavakkuf ede­riz. Yine Cenab-ı Allah'ın büyük günah sahiplerinden belli bir süre azap ettikten sonra, ona ebedî olarak azab etmeyip azâbınt sona erdireceğine kesin olarak inanmaktayız. Bu sahabenin, tâbiûnun, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin ve İmâ-, miyye mezhebine uyanların çoğunun görüşüdür.

Buna göre bu konu, iki mesele ihtiva etmektedir. Birincisi, bu vaîd hak­kında katî hüküm vermek, ikincisi de, eğer vaîdin olduğu kabul edilirse, bu­nun devamlı olup olmaması meselesidir. [58]

 

Vaid Hakkında                  Başa Dön

 

Biz, önce Mutezilenin delillerini, sonra "halis Mürcie'nin delillerini, daha sonra da, kendi âlimlerimiz'n (rahimehumullah) delillerini zikredeceğiz. [59]

 

Mutezilenin Vaîd Hakkındaki Delilleri

 

Mû'tezile'ye gelince, onlar bu konudaki umumi olan hükümlere dayan­mışlardır. Bu umumî hükümler iki şekildedir: Bazısı şart yerinde sîga-sıyla gelmiştir. Bazıları da cemî (çoğul) sîgasıyla gelmiştir. Birinci kısımdakilere gelince, bununla ilgili birçok ayet vardır:

1) Cenab-ı Allah, miraslarla ilgili ayette:

İşte bunlar Allah 'm sınırlandır. Her kim Allah a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar; onlar orada ebedî kalır­lar. . Bu en büyük bir kurtuluştur. Kim de Allah a ve Resulüne İsyan eder, O’nun sınırlarını tecavüz ederse, Allah onu, içinde ebedî kalacağı bir ateşe sokar" (Nisa, 13-14) buyurmaktadır. Biliyoruz ki, namazı, zekâtı, orucu, haccı ve cihâdı terkeden; içki içen, zina eden ve öldürülmesi haram olan bir cana kıyan kimse Allah'ın sınırlarını aşmıştır. Bundan dolayı onun cezalandırılması gerekir. Bu böyledir, çünkü ji kelimesi şart makamında, fıkıh usûlünde de sabit olduğu gibi, umûm ifade eder. Hasmımız bu ayeti, mü'minleri bırakıp da sa­dece kâfirlere hamlederse bu, delilin aksine bir iş olmuş olur. Sonra onun sö­zünü iki husus iptal eder:

a) Cenab-ı Allah bu ayette miras paylarını açıklamış, sonra bu hisseler hususunda kendisine itaat eden kimseye va'adde; asî olan kimseye de vaîd-de bulunmuştur. İmana ve Cenab-ı Allah'ı tasdike sarılmış olan kimse, bu hu­suslarda Allah'a itaat etmeye, Allah'ın rubûbiyetini inkâr eden, peygamberlerini ve şeriatlarını yalanlayan kimseden daha yakındır. Bundan dolayı, bu husus­larda kâfiri itaate teşvik etmek, bu hususlarda taate daha yakın olanı, mü'mi-ni teşvik etmekten daha hususi bir durumdur. Ayetin başıyla mü'min kastedildiğine göre, sonuyla da mü'min kastedilmektedir.

b) Cenab-ı Allah"Bunlar, Allah'ın sınırlandır" buyurmuş­tur. Bundan kastının, zikredilen miras payları olduğunda şüphe yoktur. Sonra bu hususta itaat edene va'ad, karşı çıkana da vaîdde bulunmuştur. Bundan dolayı ayetin gelişi, vaîd'in, bu sınırları çiğneyen kimselere ait olduğunu; bun­lara, başka sınırları çiğnemenin ilâve edilmeyeceğini gerektirmektedir. İşte bu sebepten dolayı mü'min sadece bu hususları, hudûdları çiğnemekten mene-dilmiştir. Bu vaîdle mümin kastedilmiş olmazsa, o bu vaîdle menedilmiş ol­maz. Bu vaîdle mü'minin de kâfir gibi murad edilmiş olduğu sabit olunca, bu ayetin sadece kâfirlerle ilgili olduğunu söyleyenin sözü bâtıl olur. Buna göre eğer, "Cenab-ı Allah'ın: "Ve onun hudûdlannı aşarsa.." ifâ­desi, muzâf olan bir cem'îdir. Size göre muzaf olan cemi ise, umum ifâde eder. Nitekim, "Kölelerimi doğdum" denildiğinde bu, o kimsenin bütün kölelerini içine alır.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayet Allah'ın bütün hükümlerini çiğ­neyen kimselere has olmuş olur. Onlar da şüphesiz mü'minler değil, kâfirlerdir" denilirse, biz deriz ki, durum, lâfza nazaran senin söylediğin gibiyse de, an­cak bu ayetle burada muradın, Allah'ın bütün hükümlerini çiğnemek olmadı­ğına delâlet eden karineler vardır:

Birincisi: Altah'u Teâlâ, ifâdesinden önce, buyruğunu getirmiştir. sebeple O'nun, ifâdesi, önce geçmiş olan had ve sınırlara hamledilmiş olur.

İkincisi: Ümmet-i Muhammed, mü'min kimselerin bu ayetle günahlardan men olundukları hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer sizin söylediğiniz husus doğru olsaydı, mü'minin bu ayetle men olunmaması gerekirdi.

Üçüncüsü: Şayet ayeti, Allah'ın bütün hudûdlannı ve kanunlarını çiğne­meye hamledersek, bu ayetle onun vaîdde bulunmasının herhangi bir faydası olmaz. Çünkü mükelleflerden hiç kimse, Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyemez. Çünkü Allah'ın kanunları arasında farklılıklar bulunduğu için, onları aynı anda ihlâl etmek mümkün değildir. Çünkü, aynı anda bir kimsenin hem senevi (Me-cusî) hem de hristiyan inancında olması mümkün değildir. Ayrıca mükellefler arasında günahların hepsini İşleyerek Allah'a isyan eden kimse bulunmaz.

Dördüncüsü: Kasten mü'mini öldüren kimse hakkında Cenab-ı Hakk'ın,

"Her kim kasıtlı olarak bir mü'mini öldürürse, onun cezası, içinde ebedî ka­lacağı cehennemdir" (Nisa, 93) ayetidir. Bu ayet, bunun onun cezası olduğunu gösterir. Bu sebeple, ona bu cezanın verilmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, 123) buyurmuştur.

Beşincisi: Cenab-ı Hakk'ın: "Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınızda, onlara ar­kanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir kenara çekilen veya başka bir bir­liğe katılıp mevki tutan müstesna, kim o zaman onlara arkasını dönerse, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir" (Enam, 15-16) ayetidir.

Altıncısı:

"Her kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür; her kim de zerre ağırlığınca kötülük yaparsa, onu görür" (zilzal, 7-8) ayetidir.

Yedincisi:

"Ey iman edenler, birbirinizin malım, aranızda haram yollarla yemeyin. Ancak, karşılıktı rızaya dayanan bir ticaret olursa, müstesna.. Kendinizi de öldürmeyin. Muhakkak ki Allah, size çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu bir ateşe sokarız'' (Nisa, 29-30) ayeti­dir.

Sekizincisi:

' 'Kim Rabbine bir günahkâr olarak gelirse, onan için, içinde ne Ölebileceği ne yaşayabileceği cehennem vardır. Ama kim de O'na salih ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse, İşte en yüce dereceler bunlar içindir" (Taha, 74-75) aye­tidir. Böylece Cenab-ı Hak, mü'minin sevâb ehlinden olması gibi, kâfir ve fâsı-kın da devamlı ceza görenlerden olduğunu açıklamıştır.

Dokuzuncusu: "Bir zulüm yüklenmiş olan kimse, muhakkak kt kaybetmiştir" (Taha, 111) ayetidir. Bu, namaz kılanlardan olan zalimin, bu vaîdin şümulüne girmesini gerektirir.

Onuncusu: Allah'ın günah otan şeyleri saymasından sonra buyurmuş olduğu şu ayettir:

"Kim bunu yaparsa, cezaya çarpılır; kıyamet gününde azabı kat kat olur ve hor hakir olarak onun içinde ebedî kalır" (Furkan, 68-69). Allah, fasıklardan tevbe edenler, kâfirlerden de iman edenler hariç olmak üzere, cehennemde ebedî kalma hususunda fâsıkın kâfir gibi olduğunu beyan etmiştir.

Onbirincisi:

"Kim bir iyilik getirirse, ona, ondan daha hayırlısı vardır. Onİarogün, korku­dan emindirler. Kim de bir fenalık getirirse, onların yüzleri ateşe sürtülür. Siz, yaptıklarınızdan başka bir şey ile mi cezalandırılacaksınız?" (Neml, 89-90) ayeti­dir. Bu taatların hepsine bir mükâfat va'adedildiği gibi, bütün günahlara da bir ilahî tehdidin bulunduğunu gösterir.

Onikincisi:

"Her kim azar da, dünya hayatını tercih ederse, muhakkak ki cehennemdir onun varacağı yer" (Naztat, 37-39) ayetleridir.

Onüçüncüsü: Cenab-ı Hakk'ın: "Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, onlar için, içinde ebedi olarak kala­cakları cehennem ateşi vardır" (Cin, 23) ayetidir. Allah, kâfirle fâsıkın arasını ayır-mamıştır.

Ondördüncüsü:

"Hayır (böyle değil!) Kim bir kötülük işler de, bu günahı onu çepeçevre kuşatırsa, işte böyleleri ateş yaranıdırlar; onlar orada ebedî kalacaklardır" (Bakara, 81) ayetidir. Buna göre Allah ayetin başında yahûdilerden Mûrci'e gibi ina­nanların görüşünü anlatarak:  Dediler ki sayılı birkaç günün dışında, bize ateş değmeyecektir" (Bakara, 80). Sonra Allah, o yahûdileri bu konuda yalanlayarak, şöyle buyurmuştur: (Bakara, 81). İşte bütün bu ayetler, şart makamında getirilen edatını ihti­va ettiği için, Mu'tezile'nin bu mesele hakkında tutundukları ayetlerdir. [60]

 

Lâfzının Umûm İfade Ettiğine Dair Mutezile Delilleri                   Başa Dön

 

Onlar lâfzının umûm ifâde ettiğine birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

a) Şayet bu lâfzı umûm için va'z edilmemiş olsaydı, bu ya husu­sî bir mâna için vaz edilmiş olacaktı, yahut da bu ikisi arasında müşterek ola­caktı.. Her iki faraziye de bâtıldır. Bu sebeple, lâfzının, umûma vaz edil­miş olması gerekir. Onun hususî bir mana için vaz edilmiş olmasının caiz ol­mamasına gelince, bu şundan dolayıdır: Eğer o böyle olsaydı, konuşan tara­fından, şartı yerine getiren herkese ceza vermesi yerinde olmazdı. Çünkü bu takdire göre bu ceza, bu şarta terettüb etmezdi. Ancak âlimler, birisi; "Kim evime girerse, ona ikram edeceğim" dediğinde, onun, evine giren herkese ikram etmesinin güzel olacağında ittifak etmişler­dir. Böylece biz bu 'in hususi bir mana için olmadığını anlamış olu­ruz.

Ama bu jâ lâfzının, umûm ile hususî arasında müşterek olmasının caiz olmamasına gelince, bunun birinci sebebi şudur: Müşterek olmak, asıl değildir. İkincisi, şayet durum böyle olsaydı, cezanın şarta nasıl tereddüp etti­ği hususu, ancak mümkün olan bütün kısımlardan sorulduktan sonra bilinebi­lirdi. Meselâ, birisi, dediğinde, ona, "Kadınları mı kas­tettin yoksa erkekleri mi?" denilir. O, "erkekleri kastettim" dediğinde, ona, "Arabları mı, Arab olmayanları mı, kastettin?" denilir. Eğer adam, "Ben Arab-ları kastettim" derse, ona, "Rebia kabilesini mi, Muzdar kabilesini mi kastet­tin?" denilebilir. Sen bunu, dallandırabileceğin kadar dallandır... Zaruri olarak, dilcilerin bunu çirkin görmüş olduklarını bildiğimizde, lâfzının umûmî ve husûsî manada müşterek olduğu görüşünün bâtıl olduğunu anlarız.

b) Birisi, "Kim evime gelirse, ona ikram ederim" dediğinde, akıllılardan herbirinin bundan istisna kılınması uygun olur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır; çünkü cinsten müstesna tutulan şeyin, müstesna minh'in (kendisinden müstesna tutulanın) hükmüne dahil olabilecek şekilde olması gerektiği hususunda bir ihtilâf yoktur; müstes­nanın müstesna minh'in hükmüne dahil olması ise, ya bu uygunlukla beraber gerekliliğin de göz Önünde bulundurulmamasıyla veya bulundurulmasıyla olur.

Birincisi yanlıştır; bunun birinci sebebine gelince, bu şundandır: Çünkü, senin, "Bana, Zeyd hariç bazı fakihler geldi" sözünde olduğu gibi nekre, belirsiz olan cemiden yapılan istisna ile; "Fakîhler, Zeyd hariç, bana geldiler" sözünde olduğu gibi mahfe olan cemiden yapılan istisna arasında, her iki söze de Zeyd kelimeşinin girmesi uygun olduğu için, bir farkın bulunmaması gerekir. Fakat, bun­ların arasında, bir farkın bulunduğu, zorunlu olarak bilinir.

İkinci sebebine gelince, şöyledir: Çünkü aded, sayıdan yapılan istisna, bu istisna olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır. Bun­dan dolayı, bütün yerlerdeki istisnanın anlamının bu olması gerekir; çünkü, dilcilerden hiçbiri sayılara dahil olan ile sayılardan başka lâfızlara dahil olan istisnayı birbirinden ayırmam ıslardır. Böylece, bizim söylediğimiz hususlarla, istisnanın, şayed istisna olmasaydı hükmüne dahil olacak olan şeyi sözün hük­münden dışarda bıraktığı sabit olmuştur. Bu da, şart yerinde gelen lâf­zının umûm ifâde ettiğini gösterir.

c) Cenab-ı Alllah;

"Siz ve, Allah'tan başka taptığınız şeyler, cehennem odunusunuz" (Enbiya. 98) ayetini indirdiği zaman, İbnu'z Zeba'rİ,"Andolsun ki, Muhammed'le davala-şacağım!" demiş, sonra da gelerek: "Ey Muhammed, meleklere ibadet edil­medi mi, İsa İbn Meryem'e tapılmadı mı?" dedi ve böylece, lâfzın umûmî mânasına tutundu. Hz. Peygamber (s.a.s) onun bu sözünü nakletmedi. Bu da, bu siganın umum ifâde ettiğini gösterir. [61]

 

Mutezilenin Eliflam İle Marlfe Olan Cemilerle İstidlali

 

Mû'tezile'nin delillerinden ikinci çeşidi, onların elif-lam ile marife olan ce-mîlerle yapılmış va'îdlere tutunmalarıdır. Bu birçok ayette vardır. Bunların bi­rincisi: "Hiç şüphesiz günahkârlar cehennemde olacaklar ' (inotar. 14) ayetidir. Bil ki Kâ-dl, Cübbâî ve Ebu'l-Hasan bu siganın (yani elif-lamlı cemî sığasının) umûm ifâde ettiğini söylerlerken, Ebu Hâşim onun umûm ifâde etmediğini söylemiş­tir. Biz de diyoruz ki: Bu siganın umûm ifâde ettiğine delâlet eden birçok şey vardır:

1) Ensâr liderlik (devlet başkanlığının) kendilerinden olmasını istedikleri zaman Hz. Ebu Bekir (r.a) onlara karşı Hz. Peygamber (s.a.s)'in; ^jS j» iiîty "İmamlar (halifeler) Kureyş kabilesinden (olur)"[62] sözünü delil getirmiş, Ensâr (r.ah) da bunu kabul etmişti. Eğer cins lâm-ı tarifi ile ma­rife kılınmış olan cemî, istiğraka (umûma) delâlet etmemiş olsaydı, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bu şekilde delil getirmesi doğru olmazdı. Çünkü bizim "Bazı imam­lar Kureyş'tendir" sözümüz, başka kavimlerden de bir imamın (liderin) olmasına ters değildir. Ama bütün imamların Kureyş'ten olmasının, bazılarının Kureyş'in dışındaki kabilelerden olmasına aykırı oluşuna gelince, rivayet edil­diğine göre Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebu Bekir (r.a) zekat vermeyenlerle savaş­maya karar verdiği zaman ona şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s);La ilahe İllallah deyinceye kadar, ben insanlarla savaşmakla emrolundum"[63] demedi mi?." Böylece Hz. Ömer (r.a), lafzın ifade ettiği umûmî mana ile, Hz. Ebu Bekir (r.a)'e delil getirdi, sonra ne Hz. Ebu Bekir (r.a) ne de sahabeden herhangibir kimse lâfzın umûm ifâde et­mediğini söylemedi. Fakat Hz. Ebu Bekir (r.a) hadiste bulunan istisnayı yani, istisnasını öne sürmüştür. Bunun manası: "Ancak bu kelimenin hak­kını yerine getirmek mahfuzdur." Zekat da onun haklarındandır.

2) Bu cemî, istiğraka uygun olacak bir şekilde te'kid edilmiştir. Bundan dolayı da istiğrakı ifâde etmesi vacib olmuştur. Onun te'kid edilmesi konusu­na gelince, Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde olduğu gibidir:

"Bunun üzerine, meleklerin hepsi topluca secde etti" (Hicr,30). Cins için olan lamın, te'kidden sonra "istiğrak" ifâde etmesine gelince, bu da icmâ ile­dir. Ne zaman böyle olursa, te'kid edilenin aslında istiğrak için olması gere­kir; çünkü bu lâfızlar, te'kid olarak adlandırılırlar. Te'kid, aslında var olan bir hükmü takviye etmektir. Buna göre, şayet istiğrak aslında mevcut olmayıp da, ilk önce bu lâfızlarla meydana gelmiş olsaydı, bu lâfızların hükmü takviye et­me hususunda herhangi bir tesiri olmaz; tam aksine yeni bir hüküm vermede tesir icra ederek, te'kid edici değil de, mücmeli beyân eden lâfızlar olmuş olur­lardı. Alimler, bu lâfızların, te'kid edici lâfızlar olduğunda ittifak ettikleri için, istiğrakı gerektiren şeyin esasen var olduğunu anlamış olur.

3) Eliflâm, ismin başına gelince o isim mahfe (belirli) olur. Bunun böyle olduğu, dilcilerden de nakledilmiştir. Bu sebeple "eliflâm'"ı, kendisiyle marifeliğin meydana gelmiş olduğu şey anlamına hamletmek gerekir. Marife-lik, ancak o eliflâmı, mânânın tamamına vermekle tam olur. Çünkü, muhatap-larca bilinen, bu külli mânadır. Onu, küllî mananın dışında bir manaya hamletmeye gelin.,«, bu marifeliği ifâde etmez. Çünkü, küllî manaya dahil olan­ların bir kısmı, diğerlerinden daha evlâ değildir. Bu sebeple, eliflâmın bulun­muş olduğu o kelime, meçhul olarak kalmış olur.

İmdi şayet sen: "Eliflâmlı kelime, o cinsten hususî bir topluluğu ifâde ettiği zaman, o cinsin tamamının marifeliğini ifâde etmiş olur" dersen, ben de derim ki,bu fayda eliflâm olmadan da vardır.Çünkü birisi, adam-largördüm" derse, bu, cinsin marifeüğini ve başkasından temyizini, ayrıldığı­nı ifâde eder. Bu sebeple bu, elifiâmın fazladan bir mâna ifâde ettiğini göste­rir ki, bu da ancak onun "istiğrak" ifâde ettiğidir.

4) Ondan olan herhangi birini istisna etmek doğru olur ki, bu da o lâfzın umûmî mana ifâde ettiğini gösterir.

5) Çokluğu gerektirmek hususunda marife olan cemîler, nekire olan ce­milerin üstündedir. Çünkü nekireyi mahfe olan lâfızdan çıkarmak doğru otur. Ama bunun aksi caiz değildir. Çünkü: denilebildiği halde,denılmesi caiz değildir.Toplamın çıkandan daha çok olması, bedihî olarak bilinmektedir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, marife olan cemilerden an­laşılan ya küllî veya onun aşağısında olan bir manadır. İkincisi geçersizdir, çün­kü küllün aşağısında olan hiçbir sayı yoktur ki, o sayıyı o marife olan o cemîden çıkarmak doğru olmasın... Sen toplamın daha çok olduğunu biliyorsun; bu se­beple, marife olan cemilerin külli manaları ifâde etmiş olmaları gerekir. Allah en iyisini bilendir.

Ebu Hişam'ın gürüşüne gelince, ki bu marife cemîlerin umumî mana ifâ­de etmedikleridir, bu hususta diğer iki yönden âyete temessük etmek müm­kündür:

a) Bir hükmün, herhangi bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün sebebi olduğunu gösterir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar cehennemde olacaklardır'''(infitar, 14) buyruğu, "fü-cûr"un cehenneme girişin sebebi olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğu olunca, sebebinin umûmî olmasından ötürü hükmün umûmî olması gerekir ki, elde etmek istediğimiz de budur. Bu konuda, nahiv âlimlerininıdile getirdi­ği üçüncü bir yol da bulunmaktadır ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın: ifâdesindeki eliflâmin, marifelik ifâde eden eliflâm olmadığı, tam aksine; mânasına olduğudur. Buna, iki şey delâlet etmektedir:

1) Çünkü, Cenâb-, Allah'ın: Salan erkek ve kadınların ellerini kesin"(Maide, 36) ayetinde, ve senin; "Beni karşılayana bir dirhem var" sözünde olduğu gibi, bu manadaki eliflâmlı kelimenin cevabının başına lâ harfi getirilir.

2) Başına bu lamın gelmiş olduğu isme, fiilin atfedilmesi kim Cenâb-ı Hak: "Muhakkak ki tasaddukta bulunan erkeklerle tasaddukta bulunan kadınlar ve Allah'a güzel bir borçverenter..."(Hac, 18) buyurmuştur. Eğer bu âyetteki ifâdesi,, manasında olmasaydı,  fiil cümlesinin ona atfedilmesi uygun olmazdı. Bunun böyle olduğu sabit olun­ca, Cenâb-ı Hakk'ın âyetinin manası, şeklindedir. Ki bu da, umumi bir mana ifâde eder. Bu konuda ikinci âyet, Cenâb-ı Hakk'ın:

"O muttakilert. Rahman olan Allah'ın huzuruna heyetler halinde toplayıp, gü­nahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün.., "(Meryem.85-86) âye­tidir. Âyetteki lâfzı, eliflâm ile marife kılınmış cemî sîgasıdır.

Bu konudaki üçüncü âyet: "Ve zalimleri, diz üstü oldukları halde bırakırız "(Meryem, 72). Bu konudaki dördüncü âyet:

"Şayet Allah, zutumtennaen aotayı insanları yanatayıp cezatanaırsaym, yer­yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı; fakat O, onları erteler... (Fatır, 45). Allahu Teâlâ, onların cezasını en son güne bıraktığını beyan etmiştir. Bu ancak, onların cezasının o günde verilmesi halinde doğru olur. [64]

 

Umum Lâfızlarından İle Beraber Olan Cemî Sığaları                  Başa Dön

 

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden lâfızların üçüncü harfiyte birlikte gelen cemî kalıplarıdır.

a) Hak Teâla'nm: "Tartıyı eksiltenlere yazıklar olsun ki onlar, insanlardan ölçerek aldıkları za­man haklarım tastamam fsferier"{Mutafifin, 1-2) âyetidir.

b)"Haksız yere yetimlerin mallarım yiyenler yok mu, onlar ancak karınlarında bir ateş yemektedirler"{Nisa, 10) âyeti.

c)  Cenab-. Allah'ın:

"Öz nefislerinin zalimleri olarak meleklerin canlarını alacağı kimselere..."{Ni­sa, 97)âyetidir. Cenâb-ı Allah bu âyette, Allah'a ve Peygambere inansa bile bir insanın hicreti ve yardımı bıraktığı için hak ettiği cezayı açıklamıştır.

d) Cenâb-ı Hak:                  

"Kötülükler kazanmış olanlara gelince, (onların) kötülüğünün karşılığı bir misli itedir. Onları bir zillet kaplayacak..." (Yûnus. 27) buyurarak kâfir ile kâfir olma­yanın tehdidini ayırmamıştır.

e) Cenâb-, Hak: "Altın ve gümüş yığıp, onları Allah yolunda intak etmeyenler..." (Tevbe. 34) bu­yurmuştur.

f) Hak Teâlâ:

"Kötülük yapanlara...tevbe yoktur"(Nisa, 18)buyurmuştur. Şayet fâsık va'îd ve azaba müstehak olanlardan olmasaydı, bu sözün bir manası olmaz, bundan da öteye tevbe etmeye bir hacet kalmazdı.

a) Cenâb-ı Allah'ın:

"Allah'a ve Resulüne harb açanların ve yeryüzünde fesâd çıkarmak için ça­balayanların cezası ancak Öldürülmeleri veya asılmalarıdır" (Maide, 33) âyeti. Bu âyette, Cenâb-ı Hak, dünya ve âhirette fasıklara verilen cezayı açıklamıştır.

h) Hak Teâlâ'ntn: "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (var ya) işte ahtrette bir nasibleri yoktur" (ali imran, 77) âyetidir.

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın:

''Onların cimrilik ettikleri şeyler (yani mallan) kıyamet günü boyunlanna dolanacaktır" (ali imran, 180) âyetidir, Allah bu âyette, zekât vermeyenlere va'-Ode bulunmuştur. [65]

 

Umum Lâfızlarından Lâfzı

 

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin beşincisi, (hepsi, tamâ­mı) lâfzıdır. Meselâ: "Eğer yeryüzünde olan bütün şeyler zalim olan herbir kimsenin olsaydı onu...fidye verirdi" (Yûnus, 54) buyurmuş ve zâlimin zulmünden dolayı hakettiği şeyi beyân etmiştir.

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin altıncı çeşidi, Cenâb-ı Allah'ın insanlara karşı yaptığı va'îdlerini mutlaka yerine getireceğini gösteren şu gibi âyetlerdir:

"(Allah şöyle) dedi: Benim huzurumda çekişmeyin. Ben size önceden tehdid (va'îd) göndermiştim. Benim katımda söz değiştirilmez. Ben kullara zulümkâr da değilim"(Kâf, 28-29). Cenâb-ı Allah bu âyette va'îd hususundaki sözünün değişmeyeceğini beyân etmiştir. Bu âyetle iki bakımdan istidlal edilir.

a) Allahu Teâlâ, özrü izâle sebebi olarak önceden va'îdde bulunmasını göstermiştir. Yani önceden va'îdde bulunduktan sonra, hiçbir kimse için her­hangi bir sebeb ve O'nun azabından kurtulma çaresi kalmaz.

b) Allah Teâlâ'nın:"Benim katımda söz değiştirilmez" ifâdesi, sözünün ifâde ettiği şeyi mutlaka yapacağını gösteren açık bir sözdür. İşte bütün bun­lar Mû'tezile'nin Kur'an'ın umûmi lâfızları konusunda, delil getirdikleri şeyle­rin tamamıdır. [66]

 

Mû'tezile'nin Hadis-İ Şeriflerden İleri Sürdükleri Deliller

 

Haberlerdeki umûmi ifâdelere ve lâfızlara gelince, bunun misalleri çoktur: Birinci çeşit;  kalıbı ile gelenler.

1) Vakkas b. Rebt'a'nın el-Müsevvir b. Şeddâd'dan rivayetine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kim kardeşinin etini yerse (gıybetini yaparsa) Allah o kimseye cehennem ate­şinden yedirir. Kim kardeşine bir elbise giydirirse (iftira ederse), Allah ona ce­hennem ateşini giydirir. Kim gösteriş ve şöhret makamında bulunursa, Allah da onu, kıyamet günü riya ve şöhret makamına oturtur"[67] Bu hadis, fâsı-ka yapılan va'id hakkında bir nastır. Hadiste geçen (oturtur) lâfzının ma­nası "Allah onu bu riya ve şöhret arzusundan dolayı cezalandırır" demektir.

2) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim Ski dilli ve iki yüzlü olur ise, cehennemde de iki dilli ve iki yüzlü olur"[68]. Bu konuda, münaftk olan ile olmayanı ayirmarmştır.

3) Sa'id b. Zeyd (r.a)'den Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

"Kim bir karış toprağı haksız yere altr İse, Allah kıyamet günü onun boynuna yedi yeryüzünü dolar"[69]

4) Enes (r.a)'den Hz.Peygamber (s.a.s)'in: "Mü'min, insanların kendisinden emin olduğu kimse; müsluman, dilinden ve elinden miislümanlarm salim olduğu kimse; muhacir, kötülükten hicret eden kimsedir. Nefsim kudret elinde olan Allah 'a yemin ederim ki kötülük yapma­sından komşusu emin,olmayan kimse cennete giremez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu hadis zalim olan fâsık'ın hakkındaki va'îdi ve Mû'tezile'nin dedi gibi, böyle olan kimsenin ne müsluman, ne mü'min olmayıp iki menzile ara­sında bir yerde olduğunu gösterir.

5) Sevbân (r.a)'dan, Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir:

ı kıyamet günü şu üç şeyden uzak olarak gelir ise cennnete girer: Kibir, ryânef ve borç[70]. Bu hadis de kendisinde bu Üç kusur bulunan kimsenin nmete girmeyeceğini gösterir. Yoksa bunun bir manası olmaz. Hadiste ge­en borçtan murad,' 'Kim âsi, engelleyici, tevbeyi arzu etmeden ve günahına vbe etmeden Ölürse..." demektir.

6) Ebu Hureyre (r.a), Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

 "Kim ilim öğrenmek için bir yol tutarsa, Allah onun için cennet yollarından bir yolu Kolaylaştırır. Kimi de işleri geride bırakırsa nesebi onu ilerletmez "[71].Bu, mükâfaatın ancak taat ile, cehennemden kurtulma­nın ise ancak salih amel ile olabileceği hususunda bir nastır.

7) İbn Ömer (r.a)'den Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayeti gel­miştir:

 i "Her sarhoşluk veren şey İçkidir ve her içki de haramdır. Kim dünyada içki içer de bundan tevbe etmez fee, ahirette (cennet) içkilerinden

îçemez"[72]

Bu, fasık'a va'îd ve onun cehennemde ebedî kalacağı hususunda açık bir ifâdedir. Çünkü o cennet içkisini içmediğine göre, cennete giremeyecek demektir. Çünkü cennetlerde, nefislerin arzuladığı ve gözlerin zevk aldığı şeyler vardır.

8) Ümmü Seleme (r.a), Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

"Ben de sizin gibi bir insanım. Siz belki bana hasım olarak gelirsiniz ve belki biriniz delilini diğerinden daha güzel İfâde eder. Böyle bir durumda ben kimin lehine kardeşinin hakkı olan şeyi hükmeder isem, bilsin ki ona cehennem ateşinden bir parça vermiş olurum"[73]

9) Sabit b. ed-Dahhâk Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

 "Kim, kasten ve yalan yere, (eğer yalan söylüyorsam) İslâm'dan başka bir dinden olayım diye yemin eder ise, o kimse dediği gibi (o dindendir). Ve kim bir şeyden dolayı kendisini öldürür (İntihar) eder ise, o bu yüzden cehennem ateşinde azab olunur.[74]

10) Abdullah b. Ömer (r.a) Peygamberimiz (s.a.s)'in namaz hakkında şöy­le buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim bu namazlara devam eder, namazı onun için kıyamet gününde bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş vesilesi oiur. Kim de devam etmez ise, na­maz ona bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş ve sevab vesilesi olmaz. O, kıya­met günü Karun iler Hamin ile Firavun İle ve Übeyy b. Halef ile beraber

olacaktır."[75]. Bu hadis, namazı kılmamanın diğer amellerin boşa gitmesine sebeb olduğuna ve ebedî va'îdi (tehdidi) gerektirdiğine delâlet ediyor.

11)  İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s): Tüm devamlı içki içerken Allah 'a kavuşur (ölür) ise, sanki bir putperest ola-mk Allah'a varmış olur"[76]. İçki içen kimsenin kâfir olmadığı sabit olduğuna göre, bu hadisten muradın, onun amellerinin boşa gittiğini anlatmak olduğunu anlıyoruz.

12) Ebu Hureyre (r.a)'den Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir demir parçası ile canına kıyarsa, o demir parçası elinde olduğu aide, onunla karnını delik deşik eder; elinde ebedi kalıcı, ebedi bırakılmış  larak cehenneme yuvarlanır. Kim kasten kendini dağdan aşağı atarak ken-stnî öldürür İse, ebedi ve müebbed olarak cehenneme düşer"'[77]

13) Ebu Zer (r.a)'den rivayet edilmiştir. Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Üç kısım kimse vardır ki Allah onlarla kıyamet gününde konuşmaz. lara hiç bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için elim bir azab varttr. "Ya Resulallah! Kim, o zarar edip pişman olacaklar?" dedim. O da:"Etekleri yerleri süpüren kibirli kimse; yaptığı iyiliği başa kakan kimse ve yalan yenvr ederek malını süslü gösteren kimse[78] buyurdu. Malumdur ki Allah'ın konumadiği, merhamet etmediği ve kendileri için elem verici bir azab bulunan kim­seler cehennem ehli olanlardır. Bu hadisin fâsıklar (günahkarlar) hakkında söylenmiş olması, bu konuda bir delildir.

14) Ebu Hureyre (r.a) Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

"Kim, kendisi ile Allah'ın rızası elde edilebilecek bir ilmi ancak dünyevi bir menfaat elde etmek için Öğrenir ise, kıyamet günü cennetin kokusunu duyamaz"[79]. Cennetin İyiliklerine eremeyen kimsenin cehennemde olacağın­da şüphe yoktur. Çünkü mükellef ya cennette ya cehennemde olacaktır.

15) Ebu Hureyre (r.a)'den, Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu ri­vayet olunmuştur:

"Kim bir ilmi saklar ise, kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem vurulur.[80]

16) İbn Mes'ud (r.a)'dan, Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir:

"Kİm din kardeşinin malını malına katmak için yalan yere yemin eder ise, (kıyamette) kendisine gazablı olduğu halde Allah İle karşılaşır"[81]. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak: "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (yok mu) işte onlar için ahirette hiçbir nasib yoktur. Allah kıya­met günü onlar ile konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azab vardır" {al-i imran, 77) buyurmuştur. Bu, va'îd hakkında ve âyetin kâfirler gibi fâsıklar hakkında olduğu hususlarında bir nastır.

17) Ebu Ümâme (r.a)'den, Hz.Reygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir:

"Kim hakkı olmadığı halde, bir müslümanın malını almak için yalan yere yemin eder ise Allah ona cenneti haram, cehennemi vâcib kılar." Denildi ki: " Ya Rasûlallah,o mal azıcık birşey olsa da mı? "Hz.Peygamber (s.a.s): "Mis­vak ağacının bir dalı bile olsa..[82] buyurdu.

18) Sa'id b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle dedi: "İbn Ab-bas'ın yanında idim, bir adam çıkageldi ve "Ben geçimimi şu resimlerden ka­zanan bir adamım" dedi. İbn Abbas (r.a) Resûlullah (s.a.s)'ın şöyle dediğini işittim dedi:

"Kim bir suret (heykel) yaparsa, rûh üfürmeye muktedir olmadığı halde, ona ruh üfürünceye kadar Allah ona azab eder. Kim, bir kavmin duyulması­nı istemediği bir sözünü dinlemeye çalışırsa, onun iki kulağına kurşun dökü-Jr. Kim de, rüyasında görmediği şeyi, görmüşcestne anlatırsa, o iki arpayı Mrine bağlamak (gibi zor bir şeyle) mükellef tutulur'[83]

19) Ma'kll ibn Yesâr'dan Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

"Allah 'in kendisinden ratyyesini korumasını istemiş olduğu bir kul, öldüğü gün kendi raiyyesini, halkını aldatmış olarak ölürse Allah ona cennetini haram kılar.[84]

20) İbn Ömer (r.a)'den, Hz.Osman (r.a) O'nu kaza ve hüküm verme (kadılık) mevkiine getirmek istediğinde, O bu hususta Hz.Osman (r.a) ile yapmış olduğu münazarada şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s)'in dediğini duydum:

"Kim cehaletle hükmeden bir kadı olursa, o cehennemliklerdendir. Yfat kim, zulümle hükmeden bir kadı olursa, o da cehennemliklerden olur.[85].

21) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim İslâmiyet ( döneminde, onun babası olmadığını bildiği halde, birisi­nin kendi babası olduğunu iddia ederse, cennet ona haramdır."

22) Hasan el-Basri'nin Ebu Bekre'den rivayet ettiği hadise göre Hz.Pey­gamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

" Kim bir muahidi (yani İslâm devleti ile ahid yapmış gayri müslim bir devlet mensubunu) Öldürürse, o kimse cennetin kokusunu duyamaz"[86]

Kafir kimseleri öldürmek hususunda durum böyle olunca, Hz.Peygamberin ço­cuklarını öldürme hususundaki kanaatin ne olur?

23) Ebû Saîd el-Hudrî'den, Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kim dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette onu giyemez"[87]. Ahirette onu giyemediğine göre, o kimsenin cennetliklerden olmaması gerekir; zira Cenâb-ı Hak: "Orada, nefislerin arzuladığı her şey vardır" (Zuhruf, 71) buyurmaktadır. [88]

 

Dışında Umum İfade Eden Hadisler                  Başa Dön

 

İkinci çeşit: sigasıyla gelmemiş olan haberlerdeki umumî ifadeler, gerçekten fazladır.

1) Hz.Peygamber (s.a.s)'in kölesi Nâfi'den rivayet edilen bir hadiste, Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Kibirli olan fakir, zina eden yaşlı ve yaptığı ibâdetleri Allah a minnet eden kimse cennete giremez." Cennete giremeyen mükellefin, cehennemlik oldu­ğunda icmâ vardır.

2) Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s) şöy­le buyurmuştur:

"Üç kimse cennete girer: Şehîd, efendisi hakkında hayırhah olan ve Rab-binin ibâdetini güzel biçimde yerine getiren kul ve, son derece iffetli olan dü­rüst bir kul.. Üç kimse de cehenneme girer: Zalim hükümdar, Allah 'm zekâtını ödemediği bir maldan servet sahibi olan kimse, bir de kibirli fakir.”[89]       

3) Ebû Hureyre'den Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir:

"Allah, sıla-t rahmi yarattı. Onun yaratılmasını bitirince, sıla-i rahim ayağa kalkarak, (lisân-ı hal ile)şöyle dedi: "Bu, sıla-i rahmi kesenden sığınma maka­mıdır, değil mi? "Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, evet seni yerine getirene benim de rahmetimi ulaştırmama; senden ilgisini kesen kimseden de rahmetimi kes­meme razı olmaz mısın? dedi. Sıla-i rahim, bunun üzerine, evet razı olurum, deyince, Cenâb-ı Hak, sana diyorum, bu, şu âyetierimdir:(Bünun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s) isterseniz şu âyetleri okuyun, buyurdu)". "Demek, ida­reyi ele alırsanız yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık münasebetlerini param parça edeceksiniz, öyle mi? İşte böyleleri, Allah 'm kendilerine lanet etmiş . duğu, kulaklarını sağır, gözlerini de kör etmiş olduğu kimselerdir" (Muhammed, 22-23)"[90] Bu sıla-ı rahmi kesen kimsenin tehdit edilmesi va'îdi ile, âyeteri lefsiri hususunda zikredilmiş olan açık bir nastır.

Abdurrahman İbn Avf'dan rivayet edilen hadiste ise, Hz.Peygamber (s.a.s. şöyle buyurmuştur: "Allah şöyle buyurmuştur:"

"Ben, Rahman olan Allah, sıla-i rahmi yarattım ve ona ismimden alın­mış bir isim verdim. İmdi, kim sıla-i rahmi yerine getirirse, ben de ona rah­metimi ulaştırırım. Kim de sıla-i rahmi keserse, ben de ondan rahmetimi keserim"[91]

Ebû Bekre (r.a)'nin hadisindeyse Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyur­muştur:

"Cezasını ahirete ertelemiş olduğuyla beraber, Allah'ın bu dünyada ce­zasını hemen vermeye zulüm ve sıla-t rahmi kesmeden daha layık olan başka hiçbir günah yoktur"[92]

Muaz ibn Cebel'den, Hz.Peygamber (s.a.s)'in orada bulunanlara şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah'ın, kullan üzerindeki hakkı nedir?" Orada bulunanlar, "Altah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s):

"Allah'a ibâdet etmeleri ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamalandır" (dedi.) Yine Hz.Peygamber (s.a.s) sözüne devamla, "Onlar bunu yaptıklarında, onların Allah üzerindeki haklan ne olur?"diye sorunca, onlar, Allah ve Resu­lü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu:

"Allah'ın onlan bağışlaması ve onlara azâb etmemesidir"[93] Şarta bağlan­mış bir şeyin, şart bulunmadığı zaman, tahakkuk etmeyeceği malûmdur. Bu sebeple, onlar Allah'a ibâdet etmediklerinde, Allah'ın onları bağışlamaması gerekir.

5) Ebû Bekre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini nakletmiştir:

"İki müslüman, kılıçlarıyla dövüşüp de biri diğerini öldürdüğü zaman, öl­düren de öldürülen dejcehennemdedir. 'Bunun üzerine Ebû Bekre, "Şu katil­dir (onun cehenneme girmesini anladık), ama öldürülenin günahı nedir?" deyince de, Hz. Peygamber (s.a.s), "O da arkadaşını öldürmeye arzuluy­du buyurdu." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

6) Ünımü Seleme'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Altın ve gümüş kaptan su içen kimsenin karnında, ancak cehennem ateşi ses çıkarır"[94]

7) Ebû Saîd el-Hudrî'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyie buyurduğu riva­yet edilmiştir:

"Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Ehl-i Beyte buğze-den kimseyi, Allah ancak cehenneme sokar." Onlar, onlara buğzettikleri için cehenneme girmeyi hak ettiklerinde, onları öldürmeleri halinde cehennemi hak etmiş olmaları daha evlâ olur.

8) Ebû Hureyre'nin rivayet etmiş olduğu hadisde şu hususlar yer almak­tadır: Biz Hz. Peygamber (s.a.s)'le beraber Hayber senesinde, sefere çıkmış­tık.. Derken Vâdî'l-Kura'ya geldik... Adamın birisinin Hz. Peygamberi koruduğu bir sırada, ansızın kâfirlerden biri vurarak, onu öldürdü... Bunun üzerine ora­da bulunanlar, "cennet ona helâl olsun!" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle Duyurdu:

' 'Hayır, nefsi kudret elinde olan Allah 'a yemin ederim ki, Huneyn 'de, tak­sim edenin isabet etmediği, bu sebeple de onun ganimetlerden almış olduğu o ince kadife, onun üzerinde bir ateş olarak tutuşacaktır." Orada bulunanlar bunu duyunca, onlardan birisi, bir veya iki ayakkabı bağını Hz. Peygamber s.a.s)'e getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s); "(O bu adam) ateşten bir veyahut da iki bağ

getirdi)" buyurdu.[95]

9) Ebû Bürde'nin Ebû Musa el-Eş'arîden rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

" cennete giremez. Devamlı içki içen, stîa-i rahmi kesen ve sihir yapmayı onaylayan kimse..."

10) Ebû Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu nakle­dilmiştir:

'Malının zekâtını vermeyen hiçbir kul yoktur ki, Allah onun üzerine, Allah 'm müddeti sizin hesapladığınız yıllarla ellibin yıl olan bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar, kendisiyle alnının ve sırtının dağlanacağı cehennem ate­şinden tabakalar yığar"[96] İşte, Kur'ân'ın ve haberlerin umumî bir mâna ifâ­de ettiğine dair, Mû'tezile'nin zikretmiş olduğu delillerin tamamı budur. [97]

 

Sünnî Alimlerin Mu'tezile'ye Cevapları                  Başa Dön

 

Bizim alimlerimiz bunlara birçok yönden cevab vermişlerdir:

1) Biz    şart   makamında   gelen (kim) lâfzının umûm   ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Ve yine lam-ı tarifli (yani marife) olan cemi kelimelerin de umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Buna birçok şey delâlet eder:

a) Şu iki lâfızdan herbirine (her..), ve; (bazısı... lâfızlarını eklemek doğru olur ve şöyle denebilir:  "Evime

giren herkese ikramda bulunurum", ve "Evime giren bir (veya bazı) kimseye ikramda bulunurum." Yine; "İnsanların hepsi böyle" veva: "Bazı insanlar böyledir" denilir. Eğer şart için olan lâfzı istiğrak (umûm) ifâde etse idi, kelimesini onun önüne getirmek, bir tekrar; lâfzını onun önüne getirmek, (onun umûmi oluşunu) bozan bir şey olur. Durum marife olan cemîlerde de aynıdır. Bu sebeple bu sığaların, umûm ifâde etmedikleri ortaya çıkar.

b) Bu kalıplar ( ve marife cemîler) Allah'ın kitabında yer almıştır. Fakat bunlardan bazan umûmi mana, bazan da kısmîtik murad edilmiştir. Çün­kü Kur'an'ın umûmi ifâdelerinin çoğu tahsis edilmiştir. Kelimeyi mecazi bir ma­naya veya müşterek bir manaya hamletmek asıl olanın aksinedir. Bu sebeple onu, umûmî mana ile husûsî mana arasında ortak bir noktada hakiki manası­na hamletmek gerekir. Bu da o kelimenin istiğrak (umûm) ifâde edip etmedi­ğini açıklamaksızın, ekseriyeti ifade ettiği bir manaya hamledilmesidir.

c) Bu kalıplar şayet kesin olarak umûm ifâde etmiş olsalardı, te'kîd lâfız­larını bunların başına getirmek imkansız olurdu. Çünkü zaten tahsil-i hâsıl (el­de olan şeyi yeniden elde etmeye kalkmak) imkânsızdır. Bu lâfızları o kalıbların başına getirmenin yerinde olduğu cümlelerde, bu kelimelerin umûm ifâde et­mediklerini kesin olarak anlarız. Biz bu kalıbların umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu kalıp bu umûmu kafi olarak mı, zannî olarak mı ifade eder? Kat'î olarak ifâde etmesi, açıkça geçersiz ve bâtıldır. Çünkü insanların, mübalağa yolu ile, çoğu kez   ( ve (hepsi,..) lâfızlarıyla ekseriyeti ifâde ettikleri zarurî olarak bilinmektedir. Mesela Cenab-ı Hakk'ın:   "O kadına, Belkıs'a, herşey verilmiş" (Neml, 23) ,yani "çoğu şeyler.." bu­yurduğu gibi... Bu lâfızlar umûmi manayı zannî olarak ifâde ettiklerine ve bu mesele de zannî meselelerden olmadığına göre, bu hususta bu şekitde umû­mi manaya tutunmak caiz olmaz.

Biz bu lâfızların umûmi manayı kati olarak ifâde ettiklerini kabul etsek bi­le, onları tahsis edecek birşeyin mutlaka bulunması şartı gerekir. Çünkü umû­mi olan lafızların tahsis edilebileceğinde herhangi bir münakaşa yoktur. O halde daha niçin, "Onu tahsis edecek birşey bulunmaz" diyorsunuz?

Bu konuda söylenebilecek en ileri sözleri şudur: "Biz araştırdık, ancak onu "tahsis" eden herhangi birşey bulamadık." Fakat sen biliyorsun ki birşe-yi bulamamak, var olan şeyin yokluğunu göstermez. Bu lâfızların istiğrak (umûm) manasını ifâde etmeleri, onları tahsis edecek bir şeyin olmamasına dayandığına göre ve böyle bir şartın olduğu da bilinen şeylerden olmadığına göre, bu delâlet malum olmayan bir şarta dayanmaktadır. İşte bundan ötürü, onların umûmi mana ifâde etmemeleri gerekir.

Hak Teâlâ'nın:

"Kâfirleri inzâr etsen de etmesen de eşittir. Çünkü onlar iman etmeyecekler" (Bakara, 6) ayeti de bu görüşü te'kid eder. Allah, kâfir olan her­kesin iman etmeyeceğine hükmetmiştir. Sonra biz, onlardan iman etmiş bir topluluğun olduğunu görürüz. Buna göre, şu iki şeyden birinin mutlaka söz konusu olduğunu anlamış oluruz: Ya bu sığalar umûmu ifâde etmek için ko­nulmamıştır, veyahut da bu kalıplar umûm ifâde etmek için konulmuşlarsa bi­le, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında, onların kendisi sebebiyle Allah'ın o umûmi lâfızdan muradının bu husûsi mana olduğunu anladıkları bir karine var­dı. O karinenin aynısının buraaa da söz konusu olması niçin caiz olmasın? Biz her nekadar bunu bir tahsis edicinin beyan etmesi gerektiğini kabul etsek bile, af ayetleri bu karfneyi tahsis eder. Bu durumda da tercih bizden yanadır. Çünkü va'îd ayetlerine nisbetle af ifâde eden ayetler, umûmi olan ifâdelere nisbetle daha husûsidirler. Husûsî ifâdeler ise, umûmî ifadelere takdim edilir.(Daha önce nazar-ı itibara alınır.)

Biz umûmu tahsis eden bir muhassisin bulunmadığını kabul etsek bile, vaîde dâir umûmi ifadeler, va'ade dâir olan umûmi İfâdelerle tezad teşkil eder. Bu durumda mutlaka bir tercihde bulunmak gerekir. Tercih, birkaç bakımdan bizden yanadır:

Birincisi: Va'adi tutmak, va'îdi yerine getirmekten daha ikramlı bir dav­ranıştır.

İkincisi: Hadislerde, Allah'ın rahmetinin gazabını geçip gâlib geldiği hu­susu çokça yer almıştır. Bu sebeble va'ade dâir umûmi hükümleri tercih et­mek daha uygundur.

Üçüncüsü: Va'îd Allah'ın hakkıdır. Va'ad ise kulun hakkıdır. Kulun hak­kını gerçekleştirmek, Allah'ın hakkını gerçekleştirmekten evlâdır. Biz, vaîd ifâde eden umûmların, va'adin umûmları ile tezâd teşkil etmediğini kubul etsek bi­le, bu umûmi hükümler kâfirler hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple onlar, umûmu ifâde eı.nede katiyyet ifâde etmezler.

İmdi eğer "Sebebin husûsi oluşuna değil, lâfzın umûmi manasına bakılır" denilir ise, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Ancak biz, birçok umûm lâfzın, hususi sebeplerden dolayı vârid olduğunu, bu sebeplerden de maksadın sa­dece hususilik olduğunu görünce, bu umûmi lâfızların, umûmi manayı ifâde etmelerinin kuvvetli olmadığını anlamış olduk. Allah en iyisini bilir. [98]

 

Kebire İşleyenlere Allah Azab Etmez İddiasında Olanlar                  Başa Dön

 

Büyük günah işleyen kimselere Allah'ın azab etmeyeceğini kesin olarak söyleyenlere gelince, onlar bu görüşlerine birçok bakımdan deliller getirmişler:

a) "Cenab-ı Allah, "Bugün rezillik ve azab kâfirlerin üstünedir" (Nahl, 27) ve: şüphesiz bize, azabın yalanlayan ve yüz çeviren kimseler üzerine ol­duğu vahyedllmiştfr" (Tâ-hâ, 49) buyurmuştur. Bu ayetler, rüsvaylık ve azabın kâfirlere has olduğunu gösterir. Bu sebeple bu şeylerden herhangi birinin, kâ­firlerin dışında herhangi bir kimse için söz konusu olmaması gerekir.

b) Cenab-ı Hak: "De ki: Ey nefislerine haksızlık eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar" (zümer, 53) buyurmuştur. O, tevbe ve benzeri şeyleri nazar-ı itibara almaksızın bü­tün   günahları   affedeceğini   bildirmiştir   ki   bu,   O'nun   bütün   günahları bağışlayacağını kesin olarak ifâde eder.

c) Allah Teâlâ: "Hiç şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı, onların zu­lümlerine rağmen mâğdretlidir" (Ra'd, 6) buyurmuştur. Ayette geçen   İp lâf­zı durumu ifâde eder. Tıpkı senin sözün gibi, bu, "O yemekle meşgul iken, ben padişahı gördüm" manasındadır. İşte bu ayete gö­re de Allah'ın onları, onlar zulüm ile meşgul oldukları halde affetmesi gerekir. İnsanların zulümle meşgul oldukları sırada, tevbe etmeleri imkânsızdır. Bu se­beple tevbesiz de bağışlamanın olabileceğini anlıyoruz. Bu ayet kâfirlerin de bağışlanmasını gerektirir. Çünkü Hak Teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Fakat bu hususta bu ayette amel etmek bırakılmış, başka hususlarda bu ayetle amel edilmiştir. Aradaki fark ise, küf­rün durumunun günahtan daha büyük olmasıdır.

d) Allah Teâlâ:' 'İşte ben sizi alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkumyo-rum. O ateşe, Hakk'ı yalanlamış ve (imandan) yüz çevirmiş en bedbaht kim­selerden başkası girmez" (Leyl, 14-16) buyurmuştur.. Şüphesiz her ateş alevlendikçe alevlenir. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ateşe an­cak yalanlayan ve imandan yüz çeviren şakiler girer."

e) Allah Teâlâ: "O cehenneme ne zaman birgrub insan atılsa, cehennem bekçileri onlara: "Size bir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar, "Evet, bize bir uyarıcı (peygamber) geldi. Ama biz (onları) yalanladık'' ve, Allah hiçbirşey inzal etmedi. Siz çok büyük bir sapıklık içindesiniz dedik" dediler. (Muik.e-9) buyurmuştur. Bu ayet, bütün cehennem ehlinin yalancı oldu­ğunu gösterir. Ayetin kâfirlere has olduğu söylenmesin. Allah Teâlâ'nın bu ayet­ten önce: ' 'Rablerini inkâr edenlere cehennem azabı vardır. O ne kötü bir varış yeridir. Onlar oraya atıldıkları zaman, onun kaynadığı haldeki bed sestnt işi­tirler. O nerede ise, öfkesinden çatlayacak gibi olur" [um. e-e) buyurduğunu görmüyor musun? Bu o ayetin "Evet, bize bir uyana (peygamber) geldi. Ama biz (onları) yalanladık" ve, "Allah htçbirşey inzal etmedi..." diyen bazı kâfir­lere has olduğunu gösterir. Bu söz bütün kafirlerin söylediği bir söz değildir. Çünkü biz, bu ayetten önceki kısmın kâfirlerle ilgili olmasının, daha sonra ge­len ayetin umûmi olmasına manı olamayacağını söylüyoruz.

Ama hasmımızın "Bu bütün kâfirlerin söylediği bir söz değildir" İddiasına gelince, biz deriz kî: Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü yahûdi ve hıristiyanlar da Allah 'm Hz. Muhammed (s.a.s) e hiçbirşey indirmediğini söylüyorlardı. Du­rum böyle olunca yahudi ve hristiyanlann da, Allah'ın hiçbirşey indirmediği­ni söyleyen kimselerden olması doğru olur.

e)  Allah Teâlâ

"Biz kâfirlerden başkasını cezalandırmayız" (Sebe, 17) buyurmuştur. Ayetteki kelimesi mübalağa ifâde eden bir kalıptır. Bu sebeple tam kâfire has olması gerekir.

g) Cenab-ı Allah, insanların, yüzleri beyaz ve siyah olan iki sınıf olacakla­rını haber verdikten sonra:

"Yüzleri siyah olanlara gelince, (onlara şöyle denir:) İman ettikten sonra de­mek inkâr ettiniz haa! Öyle ise tadınız azabı.." (am İmran. 106) buyurmuş ve böyle olanların kâfirler olduğunu ifâde etmiştir.

i) Allah'u Teâlâ insanları, "yarışı önde bitirenler" ("amel defteri sağından verilenler", "uğursuzluk ehli" olarak üç kısma ayırıp, "yarışı Önde bitirenler" ve "amel defteri sağından verilenler" in cennette; "uğursuzluk ashabı" nın cehennemde olduğunu be­yan etmiş; sonra da, bu "uğursuzluk ashabı"nın kâfirler olduğunu:

"Onlar şöyle diyorlardı: "Biz ölüp, toprak ve çürümüş kemikler haline geldi­ğimizde, (evet), hakikaten biz diriltilecek miyiz" (Bakara, 47) ayetiyle açıklan­mıştır.

j) Büyük günah sahibi rüsvay olmaz; halbuki cehenneme giren herkes, hakîrliğe duçar olur. Buna göre büyük günah sahibi cehenneme girmez. Biz, büyük günah sahibinin rezil ve rüsvay olmayacağını söyledik, çünkü büyük günah sahibi mü'mindir; mü'min ise rezil ve rüsvay edilmez. Biz büyük gü­nah sahibinin,Allah'ın: (Bakara.aı ayetinin tefsirinde mü'min

olduğunu açıkladığımız için, onun mü'min olduğunu söyledik. Biz, mü'minin rezil ve rüsvay edilmeyeceğini, birkaç yönden söylemekteyiz:

1) Allah'u Teâlâ'nın: "Allah Peygamberi ve onun yanındaki iman etmiş olan kimseleri, o gün rüsvay etmez" (Tanrım. 8) ayetidir.

2)Yine Allah'ın: "Muhakkak ki, o gün rüsvayhk ve kötülük, kâfirleredir" (Nahi, 27) ayetidir.

"Ki onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzre Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek, "Rabbimİz, sen bunları boşa yaratmadın, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Rabbimtz bizi ateşin azabından koru.. Rabbimİz, sen kimi cehenneme sokarsan, muhakkak ki onu rezil ve rüsvay etmişstndir. Za­limler için hiçbir yardıma yoktur. Ey Rabbimİz, biz, Rabbinize İman edin diye çağıran bir davetçi duyduk da, hemen iman ettik! Rabbimİz, bizim günahları­mızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi, iyi kullarınla beraber öldür! Rabbi-miz bize, peygamberlerine va 'adetmiş olduğun şeyi ve, kıyamet gününde bizi rezil ve rüsvay etme" derler (A. imran. 191-194) ayetleridir. Daha sonra Cenab-ı Hak:

"Bunun üzerine Rableri onlara icabet etti" (a. imran, 195) buyurmuştur. Al­lah'ı ayakta, oturarak ve yan üzre yatarak zikredenlerle, Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasını düşünenlerin içerisine, isyankârlar, zina edenler ve içki içen­ler de dahildir. AHalu Teâlâ, onların, "Bizi kıyamet gününde rezil ve rüsvay etme" dediklerini nakledip, sonra da kendisinin, onlara bu hususta icabet et­tiğini açıklayınca, Allahu Teâlâ'nın onları rezil ve rüsvay etmeyeceği sabit ol­muş olur. İşte böylece de, bizim anlattıklarımızla, AHahu Teâlâ'nın, ehl-i kıbleden olan günahkârları rezil ve rüsvay etmiyeceği ortaya çıkmış olur. Biz cehenneme giren herkesin rezil ve rüsvay olacağını söyledik, çünkü Cenab-ı Hak: "Rabbimiz, sen kimi ateşe sokarsan, muhakkak ki onu rüsvay etmişsinöir" buyurmuştur. Böylece, bu iki mukaddimenin her ikisiyle de, bü­yük günah sahibinin cehenneme girmeyeceği kesinleşmiş olur.

k) Va'ad hakkında gelmiş ve hayli fazla olan umumî ifadelerdir. Meselâ, Allahu Teâlâ:

"Ve onlar, sana indirilenle, senden önce indirilenlere iman ederler. Ahi-rete de kesin olarak İnanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidâyet üzere­dirler. Ve onlar, kurtuluşa ermiş olanların ta kendileridir" {Bakara, 4-5) buyurmuş ve iman eden herkesin kurtulacağına hükmetmiştir.

Ve yine Cenab-ı Hak:

"İman edenlerden, yahudllerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden kim Al­lah'a ve ahîret gününe iman eder ve salih atnei işİer iser işte böyle olanların, Rabieri yanında mükâfaatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" (Bakara, 62) buyurmuştur. Buna göre Allah'ın: ve salih amel işlerler" ifadesindeki lafzı müsbet ve nekire bir kelimedir. Dolayıst ile tek bir salih amel yeterlidir. Ve yine Hak Teâlâ:

"Kadınlardan ve erkeklerden kim mümin olarak salih amel işler ise, işte böyle olan kimseler cennete girerler" (Nisa, 124) buyurmuştur.

Bu gibi ayetler gerçekten çoktur ve bizim bu hususta müstakil bir kitapçı­ğımız vardır. Bu ayetleri görmek isteyen, o kitapçığımızı gözden geçirsin. Bü­tün bu hususlara, "Bu izahlar va'îd ile ilgili umûmî mana ifâde eden ayetlerle tezad teşkil eder" diye cevap veririz. Bu ayetlerin herbirinin tefsiri inşaallah yeri gelince görülecektir. [99]

 

Bazılarının Affedileceğini Söyleyip Bazıları Hakkında Tevakkuf Edenlerin Delilleri                  Başa Dön

 

Bazı kimselerin affedileceğini kesin olarak söyleyen ve bazı kimselerin affedilip edilmemesi konusunda tevakkuf eden (susan) alimlerimize gelince, onlar Kur'an'dan birçok ayeti delil getirmişlerdir:

Birinci Delilleri: Birinci delilleri, Allah Teâlâ'nın çok affedici ve bağışlayı­cı olduğunu gösteren ayetlerdir.

Meselâ:

"O (Allah), kullarının tevbesSni kabul eden, kötülükleri atfeden ve sizin ne yaptığınızı bilendir" (şûra, 25);

"Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey yüzündendir. Al­lah birçoğunu da bağışlıyor" (Şûra, 30) ve: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse rüzgarı durdurur (o zaman yelkenli gemiler) denizin yüzünde kalı-verirler. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayet­ler yardır. Yahud (Allah o gemileri), (insanların) kazandığı (günahlar) yüzünden heiâk eder. Bir çoğunu da bağışlar" (sora, 32-34) ayetleri gibi.

Keza ümmet-i Muhammed, Allah'ın, kullarını affedeceğine ve O'nun isim­leri arasında "el-Afüvv" (affedici) isminin de olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu­na göre biz deriz ki "afv", ya ikâb edilmesi güzel olan veya ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret olur. Bu ikinci şekil bâ­tıldır. Çünkü ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseyi cezalandırmak kabin (çir­kin) dir. Böyle bir işi yapmayan kimse için, "O, onu affetti" denilemez. Baksana, insan birisine zulmetmediği zaman, "O, onu affetti" denilemez. Ancak azac etme hakkı olan bir kimseye azab etmeyi (cezalandırmayı) bırakır ise, o za­man "O, onu affetti" denilir. İşte bu sebepten ötürü Cenab-ı Hak:

" Affetmeniz takvaya daim uyguuuur   (Bakara, 237) buyurmuştur ve yine Allah:

(Şûra. 25) buyurmuştur. Eğer af, tevbe edenin cezasını düşürmekten ibaret olsa idi, bu faydasız bir tekrar olurdu. Böylece biz, affın ikâb edilmesi (cezalandırılması) yerinde olan bir kimsenin cezasını kaldırmaktan ibaret olduğunu anladık. İşte bu bizim gö rüşümüzdür.

İkinci Delil: İkinci delilleri, Allah'ın gâfir, gafur ve gaffar olduğunu göste­ren ayetlerdir. Nitekim Allah:

"(O), günahı bağışlar, tevbeyi kabul eder" (Mümin. 3); "Senin Habbin gafur ve rahmet sahibidir " (Kehf, 58); "Şüphesiz ben (Allah), tevbe edene mağfiret ederim" (Tahâ, 82)   ve "Ey Rabbimiz bizi bağışla, varış ancak Sanadır" (Bakara, 285) buyurmuş­tur. Mağfiret cezalandırılması yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret değildir. Bu sebeple onun cezalandırılması yerinde olan kimsenin ce­zasını düşürmekten ibaret olması gerekir. Biz, buradaki ilk şeklin bâtıl oldu­ğunu söyledik, çünkü Cenab-ı Allah mağfiret sıfatını, kullarına lütfü sadedinde zikretmiştir. Eğer biz mağfireti birinci manaya hamtedersek, geriye lütuf ma­nası kalmaz. Çünkü çirkin olan bir işi yapmamak, kula bir lütuf olmaz. Belki bu bir bakıma kendi nefsine iyilik olmuş olur. Çünkü eğer Allah böyle yapmış olsaydı, zemme ve kınamaya müstehak olmuş olur, ulûhiyet çizgisinden çık­mış olur, çirkin şeyleri bırakması sebebiyle de kullan tarafından övülmeye müs­tehak olmazdı. Bunun böyle olması bâtıl olunca, mağfireti ikinci şekilde manalandırmak ortaya çıkar. Ki bu varmak istediğimiz neticedir.

İmdi denilirse ki: Niçin af ve mağfireti, dünyada gereken cezayı ahirete tehir etmek manasına hamletmek caiz olmasın? Nitekim affın dünyadaki azabı tehir etme anlamında kullanıldığına, Allah Teâlâ'nın yahudilerin kıssasındaki:

"Sonra, bunun peşisıra sizi affettik" (Bakara, 52) ayeti de delâlet etmekte­dir. Bu ayetten maksad, ikâbı düşürmek değil, onu ahirete bırakmaktır. Allah'ın: ' Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey yüzündendir. Allah bir­çoğunu da bağışlıyor" (Şûra. 30) ayeti de böyledir. Yani Hak Teâlâ, ya bir imti­han olarak veya acele bir ceza olarak, sizin günahlarınız sebebi ile cezasının musibetlerini vermede acele etmez; birçok günaha karşılık mihnet ve cezayı da acele vermez. Yine Allah'ın: "Denizde dağiar gibi akıp giden gemiler de Onun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse rüzgarı durdurur da (o zaman yelkenli gemiler denizin yüzünde kalıverhler). Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayetler vardır. Yahud (Allah o gemileri), (insanla­rın) kazandığı (günahlar) yüzünden helak eder. Bir çok (günahı da) bağışlar" (Şûra, 32-34), yani eğer Allah onları helak etmeyi isteseydi onları helak ederdi. Halbuki birçok günahlarına rağmen helak etmemiştir.

Evet böyle denilirse cevabımız şöyle olur:

"Afv" kelimesinin asıl mânası "giderdi" manasına olan, (Onun izini giderdi) ifâdestndendir. Durum böyle olunca "af" denen şeyin izâle" (gidermek) manasına olması gerekir. Bundan dolayı Allah Teâlâ:

"Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'i birşey affolunursa... (Bakara, 178) buyurmuştur. Halbuki bu aftan maksad cezayı tehir etmek değil, aksine izale etmek, kaldırmaktır. Allah'ın: "Affetme­niz takvaya daha uygundur" (Bakara. 237) ayeti de böyledir. Buradaki aftan rnak-sad, onu belirli bir zamana ertelemek değildir, aksine onu tamamen saldırmaktır. Yine affın te'hir manasına gelmediğine şu da delâlet eder: Ala­caklı kimse, alacağını istemeyi tehir ettiğinde, "O, onu affetti" denilmez. Eğer, : alacağından tamamen vazgeçerse, o zaman "O, onu affetti" denilir. Boyle­re afftn tehir manası ile tefsir edilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır.

Üçüncü Delil: Üçüncü delil, Allah'ın rahman ve rahim olduğunu göster ayetlerdir. Bu nevi ayetlerle şu şekilde istidlal edilir: Allah'ın rahmeti ya levaba hak kazanmış muti kimseler için, veyahut da cezaya müstehak olmuş" kimseler için olur. Birincisi bâtıldır. Çünkü onlar hakkında Allah'ın rahmeti, Allah onlara hakettikleri sevabı vermiş olduğu için meydana gelir veya haklerinden fazlasını onlara vermesi sureti ile lütfetmiş olur. Birincisi bâtıldır, çünkü vacibi (görevi) yerine getirmek, rahmet diye adlandırılamaz. Baksana, birisinden yüz dinar alacağı olan kimse, onu zorla ve mecbur tutarak aldığın­da, bu parayı veren kimse için, "O, bu miktar parayı alan kimseye rahmet o*-sun diye verdi" denilmez. İkincisi de yanlıştır; çünkü mükellef hakkı olan mükafaâtı almış olması sebebiyle, bu fazlalıktan adeta müstağni gibidir; bu sebeple, bu fazlalık nimet vermede ziyâdelik diye adlandırılıp, kesinlikle rah­met diye adlandırılmaz. Görmüyor musun, en büyük hükümdarın hizmetinde büyük servet ve mükemmel bir mülk sahibi olan emir ve yöneticiler bulunsun: sonra bu hükümdar onun malına kendi mülkünden başka mülkler kattığında bu durumda hükümdar "ona merhamet etti" denilmez, tam aksine, o ona ni­metler vermede çok cömert davrandı denilir. Burada da böyledir.

İkinci kısma gelince ki bu, Allah'ın rahmetinin ikâbı (cezalandırmayı) ha-ketmiş olan kimse için olmasıdır, bu tür rahmet ya Allah'ın hakedilen azaba daha fazla azab katmaması şeklinde olur. Bu batıldır. Çünkü zaten bu fazla azabı vermemek vacibtir. Vacib olan ise rahmet diye adlandırılmaz. Bir de her kâfirin ve zalimin, bize zulmetmedikleri için, bize karşı "rahîm" (merhametli) sayılması gerekir. Buna göre, geriye sadece, Allah'ın müstehak olunan azabı bıraktığı için "rahim" olması gerekir. Bu da, tevbe etmelerinden sonra, ne kü­çük günah ne de büyük günah sahibleri hakkında söz konusu olur. Çünkü za­ten onlara azab etmemek vacibtir. Bu sebeple, bu Allah'ın rahmetinin ancak büyük günah sahibine tevbe etmediği halde azab etmeyi terkettiği için mey­dana geldiğini gösterir.

Şayet,"herbiri lütuf olan Allah'ın yaratması.mükellef tutmuş olması ve rı-zık vermiş olmasından dolayı, bir de büyük günah sahibinin azabını hafiflet­miş olmasından dolayı O'nun rahmetinin olması niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Birincisine gelince bu, Allah'ın dünyada rahim olduğunu ifade eder. Ümmet Allah'ın ahiretteki rahmetinin, dünyadaki rahmetinden daha büyük ol­duğunda ittifak ettiğine göre bu durumda Allah'ın ahiretteki rahmeti nerede kalacak? İkincisine gelince, bu hususta size göre Allah'ın azabını hafifletmesi caiz değildir. Va'tdiyye olan Mu'tezile'nin görüşü de böyledir. Ayetin mukte-zasına göre hafifletme meydana geleceği için, affetmesinin caiz olduğu da sabit olmuş olur. Çünkü bu ikisinden birisini kabul eden.diğerini de kabul etmektedir.

Dördüncü Delil: Allah'ın: "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri dile­diği kimseler İçin affeder" (Nisa, 48) ayetidir. Buna göre biz deriz ki, Allah'ın, "dilediği kimseler için.." ifadesinin, tevbe eden büyük günah ve küçük günah sahiplerini içine alması caiz olmaz. Bu sebeple, bu ifâdeden kastedilenin tev­be etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Biz, "Bunun tevbe et­miş büyük günah ve küçük günah sahiplerini içine alması caiz değildir" dedik, bunun birçok sebebi vardır:

a) "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri atfeder..." ayetinin manası, "Bunu bir lütuf olarak bağışlamaz, hakedilmiş bir bağışlama olarak da bağışlamaz" demektir. Akıl ve nakil bunun böyle oldu­ğunu gösterir. Bu böyle olunca, Allah'ın: "Bunun dışındaki şeyleri dilediği kim­seler için affeder" sözünün manası, şirkin dışındaki günahları bağışlamakla "lütufta bulunmuş"demektir.Böylece nefy ve isbât aynı şeye âit olmuş olur. Görmez misin falanca şayet, "O yüz dinar lütfetmez. Hakeden kimseye bun­dan daha aşağısını verir" dediği zaman bu derli toplu bir söz olmaz. Tevbe etmiş olan büyük ve küçük günah sahibini bağışlamak, hakedilmiş bir bağış­lama olunca, ayetten onların kastedilmiş olması imkansız olur.

b) Şayet, "Allah (şirk) dışındaki şeyleri dilediği kimseler için atfeder" ayeti, "Tevbe edenler ve küçük günah sahipleri gibi affedilmeye hak kazanmış kim­seleri bağışlar" manasında olsaydı, geriye şirki, şirk olmayan günahlardan ayır­manın bir manası kalmazdı. Çünkü Cenab-ı Hak, hakedildiği zaman şirkin dışındaki günahları bağışladığı gibi, hakedilmediği zaman onları bağışlamaz. Aynen bunun gibi bağışlanma hakedildiğinde şirki de bağışlar, hakedilmediği zaman bağışlamaz. Böylece de geriye şirk ile diğerlerini ayrı mütalâa etmenin bir manası olmaz.

c) Tevbe edenlerle küçük günah sahiplerini bağışlamak vâcibtir. Vâcib olan bir şey ise, Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlanamaz. Çünkü meşiete bağlanan şeyi, "faili isterse yapar, isterse yapmaz" demektir. Buna göre vâ­cib olan, istensin istenmesin mutlaka yapılması gereken şey demektir. Ayette geçen bağışlama, meşiete bağlanmış olan mağfirettir. Bu sebeple, onun tev-oe edenler ile küçük günah sahiplerinin bağışlanması olması caiz değildir.

Bil ki bütün bu izahların tamamı, "Tevbe etmiş olan büyük ve küçük gü­nah sahihlerinin bağışlanması vâcibtir" diyen Mu'tezile'nin görüşüne daya­nır. Bize gelince, biz bu görüşte değiliz.

d) Hak Teâlâ'nın: "Bunun (şirkin) dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" ifâdesi, şirkin dışında kalan her günahı affedeceğini kâfi olarak gös­terir. Bu ifâdenin içine, tevbe eden ve etmeyen büyük ve küçük günah sahip­leri de girer. Ancak bu üç kısmın bağışlanmasının iki ana kısma ayrılması -uhtemeldir. Çünkü bütün günahların herkes için veya bazı kimseler için affedilmesi muhtemeldir. Buna göre Allah'ın: "Bunun dışındakiler! affeder sözü, bu üç kısmın hepsini affedebileceğini gösterir. Sonra O'nun, "dilediji kimseler için" ifâdesi de bütün günahları herkesten değil de, bazı kimseler­den affedeceğine delâlet eder. İşte bu, Ehİ-i Sünnet'in prensiplerine uygun olan izah tarzıdır. Bu sebeple şayet, "Biz, mağfiretin, Allah'ın ahirette günah­kârlara azab etmeyeceğini gösterdiğini kabul etmiyoruz. Bunu şöyle izah ede­biliriz: Mağfiret, ikâbı kaldırmaktır. İkâbı (cezayı) kaldırmak ise, devamlı olarak veya geçici olarak kaldırmayı içine alır. İki şey arasındaki müşterek bir miktan belirtmek üzere konulan bir lafız, bu iki şeyden ikisini de işar etmez. Buna göre "mağfiret" kelimesinde, azabı devamlı olarak (ebedi olarak) kaldırmaya delâlet eden herhangi birşey yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz de­riz ki,"Niçin bu ayetten maksadın, "Allah şirkin cezasını dünyadan ahirete bı­rakmaz, ama şirkin dışındaki günahların cezasını ise, dilediği kimseler için ahirete tehir eder" şeklinde olması caiz olmasın?" Şöyle denilmesin: "Bu na­sıl doğru olur. Halbuki biz dünyevî bakımından, mü'minlerden daha çok, kâfirlere ceza verileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü ayetin takdirinin, "Allah dilediği kimseler için dünyada şirkin cezasını tehir etmez, yine dilediği kimseler için şirkin dışındaki günahların cezasını tehir eder" şeklinde olduğunu söylüyo­ruz." Böylece, bununla, her nekadar bu onlardan çoğuna yapılmasa bile, her-birinin cezasını peşin vermek mümkün olduğu için, kâfir ve fâsıklann cezasının peşin verilebileceği sebebi ile her iki grub insanın da korkutulması meydana gelir. Biz bağışlamanın (mağfiretin), devamlı olarak cezayı kaldırmak mana­sından ibaret olduğunu kabul ediyoruz. Buna göre niçin, "Bu kelimeyi, tevbe edenler ile küçük günah sahibinin bağışlanmasına hamletmek mümkün değildir" dediniz?

İlk üç izah tarzı, onların söylemediği prensipler üzerine bina edilmiştir. Bunlar, büyük ve küçük günah sahiblerinin tevbelerinden sonra bağışlanma­larının vacib olmasıdır.

Dördüncü bir izah tarzına gelince, biz, Allah'ın, "Bunun (şirkin) dışın­daki şeyleri.." ifâdesinin umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili, bedel olmak üzere, kendisine ve lafızlarının getirilmesi ve meselâ: "Bunun dışındaki herşeyi bağışlar;"

"Bunun dışındaki bazı şeyleri affeder"

denilmesinin doğru oluşudur. Şayet Allah'ın "Bunun dışında.." sözü umûm ifâde etseydi, işte bu doğru olmazdı. Biz bu sözün umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, tevbe eden büyük ve küçük günah sahipleri ile tahsis etmiş oluruz. Bu böyledir, çünkü va'îd hakkında gelen ayetlerden herbiri, meselâ adam öl­dürme ve zina etme gibi bir büyük günah çeşidi ile tahsis edilmiştir. Bu ayet ise, bütün günahları, içine almaktadır. Halbuki hass lâfız âmm olan lâfza tak­dim edilir. Bu sebeple va'îd ayetlerinin, bu ayetten önce nazar-ı itibara alın­ması gerekir.

Birinciye şöyle cevab verilir: Biz mağfireti, azabı tehir etme manasına al­dığımızda, ayetin hükmüne göre, dünyada müşriklerin cezasının mü'minlerin cezasından daha çok olması gerekir. Aksi halde böyle bir ayırımda herhangi bir fayda olmazdı. Halbuki böyle olmadığı, "Eğer insanlar (kâfirlerin nzıklannın bol verildiği fikrine kapılarak tek bir ümmet haline gelmeyecek olsaydı. Rahman (Allah'ı) inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdiveni gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) ayetinin de­laletiyle malûmdur.

Onun, "Niçin Allah'ın "Bunun dışındakiler..." sözü umûm ifâde eder de­diniz? sözüne gelince biz deriz ki, Allah'ın u lafzı, şirkin dışında kal­makla nitelenen şeylere işaret eder. Bu şeylerin mahiyeti birdir. Böylece Al­lah kesin olarak onları bağışlayacağına hükmetmiştir. Buna göre bu mahiyet kendisinde bulunan her şey için, bağışlamanın söz konusu olması gerekir. Böy­lece bu sözün umûm ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Bir de hangi günah olursa otsun bundan İstisna edilebilir. Va'îdiyye (Mu'tezile'nin bir kısmı)'ye göre, birşeyden istisnanın yapılabilmesi onun umûm ifâde ettiğini gösterir. Onun, "Va'îd ayetleri bu ayetten daha hususidir" sözüne gelince, biz deriz ki: ayet va'îd ayetlerinden daha husûsîdir. Çünkü bu ayet bazı günahların affedi­leceğini ifâde eder. Halbuki sizin söylediğiniz va'îd ayetleri, her günah için va'îdi ifâde eder. Bir de Kur'an ve hadislerde affa teşvik babında gelen şeylerin çok olmasından dolayı, af ayetlerini tercih etmek daha evlâdır.

Beşinci Delil: Beşinci delil, bizim va'ad ayetlerinin umûmî oluşuna sarıl-mamızdır. Bunlar Kur'an'da pekçokturlar. Sonra biz deriz ki: Bir tearuz var gibi göründüğünde bir tercih yapmamız veya o iki şeyin arasını bulmamız ge­rekir. Tercihin yapılmasının sebepleri pek çoktur:

a) Va'ad ayetlerinin umûmî oluşları daha çoktur. Delillerin çok oluşu se­bebi ile tercihte bulunmak dinimizde muteber bir iştir. Biz usulü fıkıh kitabı­mızda bunun doğruluğuna deliller getirmiştik.

b) Allah Teâlâ'nın:

"Hiç şüphesiz iyiliker, kötülükleri giderir" (Hûd, 114) ayeti, usul-ü fıkıhta da sabit olduğu gibi, hasene (iyilik) olduğu için hasenatın kötülükleri giderdiğini gösterir. Bu sebeple, işte bu işaretin hükmüne göre, her hasenenin (iyiliğin), kâfirden çıkan iyiliklere nazaran yapılmamış olan her kötülüğü gidermesi ge­rekir. Çünkü bu iyilikler kâfirlerin kötülüklerini gidermez. Dolayısı ile geriye ayet­le, kâfirlerin dışındakiler hakkında (yani mü'minler hakkında) amel edilmesi kalır.

c) Hak Teâlâ:

"Kim bir iyilik yaparsa, ona o iyiliğinin on misli (sevab) vardır. Kim de kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü kadar cezalandırılır"(En’am 160) buyurmuş ve sonra bu on misli sevaba ilavede bulunarak:

"Her, başağında yüz danesi bulunan yedi başak bitiren bir tohum misa." (Bakara. 161) buyurmuştur. Daha sonra, bunda da ilâvede bulunarak

"Allah dilediğine kat kat artırır" (Bakara, 261) buyurmuştur. Günahlar husu­sunda ise, Allah: "Kim de bir kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü ka­dar cezalandırılır" (Enam, ıeo) uyurmuştur. Bu, Allah katında, iyilik tarafının kötülük tarafına ne kadar üstün tutulduğu hususunda son derece açık bir de­lildir.

d) Ailah Teâlâ, Nisa süresindeki bir va'ad ayetinde sövle buyurmuştur:

"İman edip salih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetle­re, ebedi kalıcılar olarak sokacağız. Allah va 'adini hak olarak yaptı. Sözü Al-lah'dan daha doğru kim var" (nisö, 122). Allah, "Allah va'adini hak olarak yaptı" sözünü ancak te'kid için söylemiş ve hiçbir yerde, "Allah va'îdini hak olarak yaptı" şeklinde birşey söylememiştir.

Cenab-ı Allah'ın:      

"Bizim katımızda söz değiştirilmez. Bert kullanma zulümkâr değilim" <Kâf, 29) buyruğu hem va'ad hem de va'îd hususundadır.

e) Allah Teâlâ:

"Kim bir günah işler veya kendine zulmeder de sonra Aiiah'dan bağış­lanmayı isterse, Allah'ı gafur ve rahîm bulur. Kim bir günah işlerse, onu ken­di aleyhine yapmış olur. Allah alîm ve hakîmdir" (nisa, 110-111) buyurmuştur. İstiğfar, mağfiret taleb etmektir ki tevbeden farklıdır. Burada, ister tevbe etsin isterse tevbe etmesin, bir kul Aiiah'dan mağfiret taleb ettiği zaman, Allah onu bağışlayacağını açıkça ifâde etmiş, ama "kim bir günah işlerse Allah'ı azab edici ve ceza verici olarak bulur" dememiş, aksine "Onu kendi aleyhine yap­mış olur" buyurmuştur. Bu durum, iyilik tarafının üstünlüğünü gösterir. Bu­nun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın:

"Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için iyilik yapmış olursunuz. Kötülük ya­parsanız da kendi aleyhinize yapmış olursunuz" (Isra,7) ayetidir. Bu ayette, Cenab-ı Allah, "Kötülük yaparsanız da kendiniz için kötülük yapmış olursunuz" buyurmuştur. Buna göre sanki O, kulun iyiliğini iki kere tekrar et­mek suretiyle ifâde etmiş, kötülüğünü ise tek bir defa zikrederek adetâ ört­müştür. Bütün bunlar iyilik tarafının üstün olduğunu gösterir.

f) Biz, Allah Teâlâ'nın: "Bunun dışındaki şeyleri (günahları) dilediği kim­seler için affeder" (Nisa,48) sözünün, ancak büyük günah sahibini affetmeyi ih­tiva ettiğine delil getirmiştik. İmdi Allahu Teâlâ bu ayeti, tek surede iki defa getirmiştir. Tekrar ediş, ancak te'kid için olursa güzel olur. Buna karşılık, Al­lah va'îd ayetlerinden hiçbirini aynı lâfız ile ne tek surede ne de başka başka surelerde tekrar etmemiştir. Böylece bu da Hak Teâlâ'nın hasenat ve affa da­ir va'ad tarafına, günahtan daha fazla önem verdiğine deiâlet eder.

g) Va'ad ve va'îdin umûmi ifâdeleri birbirleriyle tezat teşkil ediyor gibi gö­rününce, bu durumda iki taraftan birine doğru te'vile gitmek gerekir. Te'vîli va'îd tarafında yapmak, va'ad tarafında yapmaktan daha güzeldir. Çünkü örf­te va'îdden vazgeçmek güzel, va'adi yerine getirmemek ise, çirkin sayılmıştır. Bu sebeple te'vili va'îde yöneltmek, va'ade yöneltmekten daha evlâ olur.

h) Kur'an, Allahu Teâlâ'nın gâfir, gafur, gaffar olduğunu; gufran ve mağfiretinin bulunduğunu; rahîm ve kerîm olduğunu; affının, ihsanının, fazlının ve lûtfunun bulunduğunu gösteren ayetlerle doludur. Bu hususlara delâlet eden hadisler de tevatür derecesine varmışlardır. Bütün bunlar va'ad tarafını takvi­ye eden şeylerdir. Kur'an'da Allah'ın rahmet, kerem ve aftan uzak olduğunu gösteren hiçbir ayet yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar va'ad tarafının va'îd ta­rafına üstün olmasını gerektirir.

i) Büyük günah sahibi insan,hayırların en üstünü olan iman etmiş, kötü­lüklerin en büyüğü olan küfre düşmemiş, fakat kötülüklerden olup da zirvede olmayan bir şerri (günahı) işlemiştir. Kölesi bulunan bir efendi düşünün. Onun kölesi taatların en büyüğünü yaptığı halde, orta derecede bir kusur işlemiştir. Bu durumda şayet efendi bu orta derece kusuru büyük taate tercih eder (on­dan daha önemli sayarsa), kınanır ve eziyet veren birisi sayılır. Burada da böy­ledir: Allah'ın böyle yapması caiz olmayınca, va'ad tarafının üstün olduğu ortaya çıkmış olur.

j) Yahya b. Mu'az er-Râzî şöyle demiştir: "Allah'ım! Bir saatlik tevhid, elli senelik küfrü yerle bir edince, elli senelik tevhid bir saatlik günahı nasıl yerle bir edemez? Allahım! Küfürle beraber hiçbir taatin faydası olmayınca, senin adaletinin gereği, imânın yanında hiçbir günahın da zarar vermemesi beklenir. Aksi halde küfür imandan daha büyük olmuş olur. Eğer böyle olursa affını ummaktan daha az başka birşey olmaz." Bu güzel bir sözdür.

k) Biz Allah'ın: "Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" sözünü, tevbe etmiş küçük ve büyük günah sahibine hamletmenin mümkün olmadığını delile dayanarak izah etmiştik. Buna göre şayet sen, bu ifâdeyi tevbe etmemiş büyük günah sahiplerine hamletmez isen, ayetin âtıl sayılması gere­kir. Ama biz va'îd ayetlerinin umûmî ifâdelerini, o günahları helâl gören kim­seler manasında tahsis ettiğimizde, bu sırf umûmî bir ifâdeyi tahsis olur. Tahsis etmenin ta'tîl (atıl bırakmak, onunla amel etmemek) den daha ehven olduğu herkesçe malûmdur.

Mû'tezile birçok bakımdan va'îd tarafının tercih edilmesinin daha evlâ ol­duğunu söylemiştir:

1) Ümmet-i Muhammed, fâsık kimsenin lanetleneceği, ibret ve azab ol­mak üzere cezalandırılacağı ve onun rezil ve rüsvay edileceği hususunda itti­fak etmiştir. Bu, fâsıkın ilâhî cezaya müstehak olduğunu gösterir. Fâsık cezayı haketmiş olunca onun bu halde sevabı da haketmesi imkânsız olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca va'îd tarafının va'ad tarafından üstün olduğu orta­ya çıkmış olur. Fasıkın lanetlenmiş olmasının izahını Kur'an ve icmâ gösterir.

Kur'an'ın bu husustaki deliline gelince, Allah'ın mü'mini öldüren kimse hakkındaki:    

"Allah ona gazab etmiş ve onu lanetlemtşttr" (Nisa. 93) ayeti ile:

"Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimleredir" (Hüd, ıs) ayetidir. Bu husustaki icma aşikârdır. O günahkârın ibret olarak cezalandırılmasına gelin­ce, bu Allah Teâlâ'nın:

"Hırsız erkek ile hırsız kadının yaptıkları günahtan dolayı, Allah'dan ib­ret verici bir ceza olarak ellerini kesiniz" (Mâide, 38) ayeti ile beyan ettiğidir. Onun azab olarak cezalandırılması, Allah'ın zina edenler hakkındaki:

"Onların azabına (cezalandmhşlanna) mü'minlerden bir cemaat şâhid ol­sun (görsün)"(nur, gayetinde beyân edildiği gibidir. Onların rezil ve rüsvay olanlardan olmalarına gelince bu, Allah Teâlâ'nın yol kesenler hakkındaki:

"Allah'a ve Resulüne harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesada koşanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya da (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, yahut da sürgüne gönderil­meleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylıklanfır. Ahirette ise onlara pek bü­yük bir azab vardır" (MâWe. 33) ayeti ile beyân ettiği husustur. Fâsığın (günahkâr mü'minin) bu sıfatlara sahip olduğu sabit olunca, azab-ı İlahi'ye ve zemmedil-meye müstehak oldukları da sabit olur. Bunlara devamlı müstehak olanların bunlara müstehak oluşları devamlı olduğu zaman, sevaba müstehak olmaları imkansız olur. Çünkü sevab ve ikâb (ceza) birbirinin zıddıdır. Bu ikisine aynı anda müstehak olmak imkansızdır. Fâsığın sevaba müstehak olamayacağı sa­bit olduğuna göre, va'îd tarafının va'ad tarafından daha üstün olduğu sabit olur.

2) Va'ad ayetleri umûmî mana ifâde ederler, va'îd ayetleri ise, hasstırlar. Hassolan ifâdeler, âm ifâdelerden daha önce nazar-ı itibara alınır.

3) İnsanlar fesad ve zulme mütemayildirler. Bundan dotayı arşı zecretmeye (engel olmaya) ihtiyaç daha şiddetlidir. Binâenaleyh vald daha üstündür. [100]

 

Mu'tezile'nin İddialarına Cevaplar                  Başa Dön

 

Mû'tezHe'nin birinci iddiasına birkaç bakımdan cevap veririz:

a) Fâsıkların günahları sebebiyle dünyada azab ve lanet olunacaklar»» delâlet eden ayetler bulunduğu gibi, imanları sebebiyle dünyada iken ikrama uğrayacaklarına ve saygı duyulacaklarına delâlet eden ayetler de bulunmak­tadır. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman (onlara söylet de: Selam üzerinize olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendisine farz kıldı am. 54) buyurmuştur. Bu sebeple fasıklann dünyada azab olunduklarına ve kn nandıklarına delâlet eden ayetler sebebiyle ahiret hayatıyla ilgili va'ad ayetlerin . onların iman ettikleri için dünyada saygı gördüklerine delâlet eden ayetler se­bebiyle, ahiret hayatıyla ilgili va'îd ayetlerine tercih etmek daha evlâ değildir.

b) Ahiretle ilgili va'ad ayetleri, yine ahiretle ilgili va'îd ayetlerine muarız (tezad teşkil eder) göründüğü gibi, dünyada ibret verici cezaları ilade eden va'îd âyetleri ile de muarız (tezad teşkil eder) görünür. Bu sebeple niçin dün­yevi va'îd ayetlerini, uhrevi va'îd ayetlerine tercih etmek, aksini tercih etmek­ten daha evlâ olsun?

c) Biz, tevbe etse bile hırsızlık yapan kimsenin elinin, -ibret verici bir ce­za olarak değil de-  bir imtihan olmak üzere kesileceğinde icmâ ettik. Bu se­beple Cenab-ı Hakk'ın: 'yaptıkları günahtan dolayı Allah'tan ibret verici bir ceza olarak" ifâde­sinin, onların tevbe etmemeleri haline bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. Binâena­leyh niçin onun affedilmeme şartı ile de kayıtlı olması caiz olmasın?

d) Ceza, yeten ve kâfi olan şey demektir. Dünyadaki ceza yeterli olunca, ahirette ceza vermenin caiz olmaması gerekir. Aksi halde bu, o dünyevî ceza­nın kâfi ve yeterli oluşunu zedeler. Bu sebeple dünyevî cezanın uhrevî cezayı kaldırdığı sabit olmuş olur.

Mu'tezile'nin va'îd tarafını tercih etme görüşlerinin bozuk olduğu sabit olunca biz deriz ki, meselâ va'ad ve va'îde delâlet eden iki ayet var. Bunları tevfik edip bağdaştırmak gerekir. Buna göre, "Kula sevab ulaşır, sonra da cezâ evine nakledilir" denilmesi ümmetin icmâı ile batıl olan bir sözdür. Veya­hut da, "Kula ceza verilir, sonra da mükâfaat (sevap) yurduna nakledilir ve orada devamlı kalır" denilebilir ki matlub da bunu ortaya koymaktır

İkinci tercihe gelince, bu görüş zayıftır. Çünkü Allah'ın, "Bunun dışında­ki şeyleri affeder" sözü küfre şamil değildir ama, "Kim Allah ve Resulüne fs-yan ederse..."(Nisa, 14)sözü hepsine şamildir. Bu sebeple bizim sözümüz daha hususîdir. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Delil: Biz Hz. Muhammed (s.a.s)'ın şefaatinin azabı kaldırma hu­susunda tesiri olduğuna delil getirmiştik. Bu, bizim bu meseledeki görüşümü­ze delâlet eder.

Yedinci Delil: Hak Teâlâ'nın: "Hiç şüphesiz Allah bütün günahları atfeder" (Zümer, 53)" buyruğu bu meselede bir nastır. Bu­na göre, eğer, "Bu ayet ancak her günahkârın mağfiret olunacağına katî ola­rak delâlet eder. Halbuki siz böyle demiyorsunuz. Öyle ise, ayetin delâlet edip de sizin söylemediğiniz, sizin söyleyip de ayetin delâlet etmediği şey nedir? Biz bunu kabul etsek bile, bu ayetten Cenab-ı Allah'ın muradı, bütün günah­ları tevbeden sonra bağışlamasıdır. Ayeti bu manada anlamak iki sebepten dolayı daha evladır:

a) Biz ayeti bu manada aldığımızda, tahsis etmeksizin bütün günahlara hamledebiliriz.

b) Allah Teâlâ, bu ayetin peşisıra:

"Azab size gelmeden önce, Rabbinize dönün ve O'na teslim olun" (zûmer, 54) buyurmuştur. İnâbe (dönmek), tevbe etmek manasınadır. Bu sebeple bu ayet, günahların affedilmesi için tevbenin şart olduğunu gösterir" denilir­ce, şöyle cevap veririz: Allah'ın: "Hiç şüphesiz Allah bütün günahları affeder" zümer, 53) ayeti, Allah tarafından, gelecekte günahları düşüreceği (affedeceği) hususunda bir va'addir. Biz Allah'ın gelecekte bu va'dini yerine getireceğine kesin inanıyoruz. Çünkü biz, hiç şüphesiz Allah'ın mü'minleri cehennemden çıkaracağına inanıyoruz. Bu sebeple bu ayet, Allah'ın bağışlaması hususun­da da kesin bir hüküm olur. Böylece ayeti zahirî manasında almak için, tevbe şartını getirmeye ihtiyaç olmadığı ortaya çıkar. İşte bu meseledeki sözün ta­bamı budur. Muvaffakıyyet Allah'dandır. Artık ayetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz: [101]

 

Bu İstidraddan Sonra Ayetin Tefsirine Dönüş

 

Mû'tezile, günahın günahkârı kuşatmasını, onu işleyenin sevabını boşa çıkaran büyük bir günah olması şeklinde tefsir eder. Buna birkaç yönden iti­raz edilir:

a) Günahın insanı kuşatmasının şartı, büyük günah o/ması olduğu gibi; bu kuşatmanın şartı da o günahın affedilmesidir. Çünkü affolunursa, günahın insanı kuşatması tahakkuk etmez. Bu durumda da günah, ancak affedilmediği zaman insanı kuşatır. Bu, meselenin başıdır. Bu ayetle istidlal matlûbun sübutuna bağlıdır ki o da batıldır.

b) Biz günahın büyük ofması sebebi inşam kuşattığını söylemiyoruz, aksine insanın içinin ve dışının günah ile nitelendirilmiş olması ile tefsir ediyo­ruz. Bu da ancak kalbi, dili ve bütün azaları ile günah işlemiş olan kâfir hak­kında gerçekleşmiş olur. Kalbi ve dili ile Allah'a itaat eden ve bazı azaları ile Allah'a karşı günah işleyen müslümanın durumuna gelince, bu halde güna­hın kulu kuşatması keyfiyeti gerçekleşmez. Şüphesiz günahın kuşatmasını bi­zim söylediğimiz şekilde tefsir etmek daha evlâdır. Çünkü bir cisim bir başka cismin bir kısmına dokunduğu zaman, "O, onu kuşattı" denilmez. Böytece, günahın kulu kuşatmasının ancak kul kâfir olduğu zaman tahakkuk ettiği or­taya çıkar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki; böyle olanfar cehennemliktir" ayeti, cehennemlik­lerin, sadece böyle olan kimseler olduğunu ifâde eder. Bu da büyük günah sahibinin cehennem yârânı olmaması gerektirir.

c) Cenab-ı Allah'ın: "İşte böyle olanlar cehennemliktir" buyruğu, onların bu anda cehennemde olmalarını gerektirir ki bu yanlıştır. Bu sebeple bu aye­ti, onlar "Cehenneme müstehak olar kimselerdir" manasında anlamak gere­kir. Biz bunun böyle anlaşılması gerektiğini söylüyoruz. Ancak Allah Teâlâ'nın bu hakkından vazgeçmesinin de muhtemel olduğunda bir münakaşa yoktur. Bu da meselenin başıdır.

Biz bu ayetle ilgili sözlerimizi ftkhî bir kaide ile sona erdirelim: Burada iki şart vardır

1) Günah işlemiş olmak,

2) O günahın kulu iyice kuşatması iki şarta bağlanmış olan ceza, o iki şart­tan sadece birinin bulunmasıyla gerçekleşmez. Bu da boşanma ve köle azâd etme hususunda yeminini iki şarta bağlayan kimsenin, o iki şarttan birisinin bulunmasından dolayı yeminin bozulmayacağını gösterir. Allah en iyisini bilir. [102]

 

Cennetlikler

 

"imân edip salih ameller işleyenler (yok mu?) işte onlar cennetliktir ve onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar"

(Bakara, 82) . [103]

 

Terhîbden Sonra Tergîbin Gelmesindeki Hikmet                  Başa Dön

 

Bil ki Cenab-ı Allah Kur'an'da ne zaman bir va'îd ayeti zikretse, onun ya-nısıra mutlaka bir va'ad ayetini de zikreder. Bunun birçok faydaları var:

1) Allah bununla adaletini ortaya koyar. Çünkü küfürde ısrar edenler hak­kında devamlı azaba hükmedince, iman etmeye devam edenlere de, devamlı olan nimetlerle hükmetmesi gerekir.

2) Mü'minin, Hz. Peygamber (s.â.s)'in: "Müminin korkusu ve ümidi tartılsa denk gelirdi.[104] buyurduğu gibi korku ve ümidinin terazili olması gerekir. Bu denk oluş ise ancak bu yol ile olur.

3) Allah Teâlâ va 'adi ile rahmetinin temliğim, va İdi ile de hikmetinin tamlıgım, göstermiştir. Böylece bu, insanı irfana götürür. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [105]

 

Amel İmandan Ayrıdır

 

Amel-i salih, imân'dan başka bir şeydir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette, "imân edenler ve salih amel­di imandan lerişleyenler.." buyurmuştur. Şayet iman, amel-i sa-liha delalet etseydi, imandan sonra amel-i şalinin

zikredilmesi bir tekrar olurdu. Kadî, buna şu şekilde cevap vermiştir: İmana, her ne kadar bütün salih ameller dahil olsa bile, ancak O'nun, sözü, arcak onun iman fiillerinden birini yapmış olduğunu ifâde eder. Bu sebeple,

demesi yerinde olmuş olur. Buna ceva­bımız şudur: "Mazî fiil, o fiilin geçmiş zamanda meydana geldiğini gösterir. "İman" bir masdardır. Buna göre şayet bu masdar, bütün salih amellere de­lâlet etseydi, kişinin, sözü, o kimseden bütün amellerin sudur ettiğine delil olurdu. Allah en iyisini bilendir. [106]

 

İkinci Mesele Büyük Günah işleyen "İman Ve Salih Çerçevesi Dışına Çıkmaz

 

Bu ayet, büyük günah işleyenlerin cennete girebileceğini gösterir. Çünkü biz iman edip salih amel işleyen, sonra da büyük günah işleyen ve ondan Amel dolayı tevbe etmeyen kimseden bahsediyoruz. Bü­yük günah işlemeden önceki durumda o şahsın iman edip salih amel işlediğini söylemek doğru olur. Kendisi hakkında böyle denilmesi doğru olan kimsenin iman edip salih amel işlediğini söylemek de doğru olur. O kimse hakkında böyle demek doğru olunca, onun, Allah'ın: "On­lar, cennet ehlidirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" ayetinin şümulüne gir­mesi de vacib olur.

Eğer: "Allah'ın ".. ve salih amel işleyenler" sözü, o kimse hakkında an­cak, bütün o salih amelleri işlediği zaman doğru olur; tevbe de bu salih amel­ler cümlesindendir, buna göre o insan tevbe etmediği zaman salih amelleri İşlemiş olmaz ve böylece de ayetin ifâde etmiş olduğu kimseler arasına girmez" denilirse cevaben deriz ki; biz onun hakkında büyük günah işlemeden önce, "O iman etti ve salih ameller işledi" demenin bu vakitte doğru olacağını; bu onun hakkında doğru olunca da, onun, iman etmiş ve salih ameller işlemiş olmasının doğru olacağını da beyan etmiştik. Çünkü , bir cümle doğru olduğu zaman, onun cüz'ünün de doğru o\ması geretar. Hatta, o şatus bir günah işle­diği zaman, onun bütün zamanlarda iman edip salih amel eşlediğini söyle­mek doğru olmaz. Fakat bizim, "O iman edip salih ameller işledi" sözümüz, "o, bütün zamanlarda veya bazı zamanlarda böyleydi" sözümüzden daha umu­mî bir ifâdedir. Ayette nazar-ı itibara alınması gereken, her iki durumda müş­terek olan husustur. Böylece, o kulun bu va'ad hükmünün şümulüne girdiği sabit olur. Bundan sonra geriye onların şu sözü kalır: "Günahkârın günahının cezası, taatinin sevabını düşürmüştür. Bundan dolayı, va'îd tarafının üstün sa­yılması gerekir. Bununla ilgili sözümüz, yukarda geçmişti. [107]

 

Üçüncü Mesele

 

Cübbaî, bu ayeti, cennete giren kimsenin bir lütuf olarak cennete girmediğine delil getirir. Çünkü Cenab-ı (İşte onlar cennetliktir) ayeti, hasr ifâde eder. Böylece bu, cennetliklerin ancak iman edip salih amel işleyenler olduğunu gösterir. Biz deriz ki: "Niçin bun­dan makstt, cennete girmeyi hak etmiş olanlar olması mümkün olmasın? Böyle olunca cennetin bir lütuf olarak verilmiş olduğu kimse, bu hükmün şümulüne dahil olmaz." Allah en iyisini bilendir. [108]

 

İsrailoğullarından Alınan Ahid

 

"Hani biz İsrailoğullanndan, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzel söyleyin; namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin" diye bir ahid almıştık. Sonra da, İçinizden az bir kısmı hariç, yüz çevirdiniz ve hâlâ da yüz çeyirmektesiniz" (Bakara, 83).

Bil ki bu, Allah'ın İsrailoğullarına has kılmış olduğu nimetlerin sonuncu­sudur. Bu böyledir, çünkü bu şeylerle mükellef tutmak, nimetlerin en büyüğü an cennete ulaştırır. Nimete ulaştıran şey de nimettir. Bundan dolayı, hiç şühhesiz bu teklif de nimetlerdendir. Bundan sonra Cenab-ı Allah burada, onları bazı şeylerle mükellef tutmuş olduğunu beyân etmiştir. Birinci mükellefiyet, Allah'ın: "Ancak Allah'a ibadet edeceksiniz" sözüdür. Bu ilgili bazı meseleler vardır: [109]

 

Birinci Farz: Allah'a Kulluk Kıraatler ve Hüccetler                  Başa Dön

 

İbn Kesir, Hamza ve Kisaî, kelimeyi yâ harfiyle; şeklinde, geriye kalanlar da tâ harfiyle olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Kelime nin şeklinde okunmasının sebebi, onlar gâib olup, onlardan haber verildiği içindir. okunmasının sebebi, onlar muhatap oldukları içindir. Tercihe şayan olan "tâ" harfiyle okunmasıdır. Ebû Amr şöyle demiştir: "Görmüyor musun, Cenab-ı Allah bu sözün devamında, "ve insanlara güzel söz söyleyin" buyur­muştur. Bu da, kelimenin, onların muhatap sayılmak üzere, "tâ" harfi ite okun­ması gerektiğini gösterir. [110]

 

Cümlesinin Muhtemel İ’rabları

 

Nahiv âlimleri kelimesinin î'rabdaki yeri hususunda, beş değişik görüşte olmak üzere, ihtilâf etmişlerdir.

a) Kisaî, kelimenin, şeklinde olmak üzere merfû olduğunu söylemiştir. Buna göre sanki ayetin manası şöyledir: "Biz onlardan, Allah'tan başkasına tapmamaları hususunda bir ahid almıştık..." Ancak ne var ki, buradaki düşürüldüğü için, fiil merfû olmuştur. Nitekim, Tarafe şöyle demiştir:

"Harblerde bulundum ve güzel şeyleri müşahede ettim diye ey beni kınayan şu kimse, sen beni ebedi kılıcı mısın?" Şâir, demeyi kastetmiş ve bundan dolayı da ifâdesi ona atfedilmiştir. Bunu Ahfeş, Ferra, Zeccâc, Kutrub, Ali b. İsâ ve Ebu Müslim caiz görmüşlerdir.

b) Ayetteki fiilinin nahiv bakımından yeri, kasemin cevabı otarak ref'tir. Sanki şöyle denilmiştir: "Hani biz onlar hakkında, ancak Allah'a ibâdet etmeyeceklerine dair yemin almıştık." Bu şekil, Müberred, Kisâi, Ferrâ ve Zec­câc caiz görmüşlerdir. Bu aynı zamanda Ahfeş'in iki görüşünden bindir.

c)  Kutrub'un görüşüdür. Buna göre fiil' hal makamın-dadır ve mahallen mansubtur. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur: "Biz, siz Allah'dan başkasına ibâdet etmediğiniz halde, sizden misâk aldık."

d) Ferra'nın görüşüdür ki buna göre bu kelime mahallen bir nehiy ifâde eder, ancak Allah'ın: "Anne Çocuğu yüzünden zarara sokulmasın" (Bakara. 233)[111] ayetinde olduğu gibi, bir haber kipi şeklinde merfu olarak gelmiştir. Fakat mânası bir nehiy ifâde etmektedir. Bunun bir nehiy ol­duğunu te'kid eden birçok husus vardır: Birincisi: "(Namaz) kılınız" emridir. İkincisi; bu görüşü Abdullah b. Mesud ile Ubeyy b. Ka'b (r.a)'in (ibadet etmeyiniz...) şeklindeki kıraatleri de kuvvet­lendirmektedir. Üçüncüsü; emir ve nehiy manasında olmak üzere gelen ha­ber cümleleri, apaçık emir ve nehiy cümlelerinden daha etkili ve müessirdir.

Çünkü, bu durumda emre hemen uyulmuş ve yasaklanan şeyden kaçınılmış da sanki ondan haber veriliyor, hissi uyandırılır.

e) Kelimenin takdiri, "(Allah'dan başkasına) ibadet etmeyi­niz diye..." şeklindedir. Buna göre harfi fiil ile birlikte kelimesinden bedel omuş olur. Sanki şöyle denilmektedir: "Biz İsrailoğullanndan, Allah'ı bir­leyecekleri hususunda misâk (ahid) aldık." [112]

 

ibadet Kavramı, Kelam, Fıkıh Ve Ahkâma Şamildir

 

Bu misâk (and), dinî bakımdan gereken herşeyi içine alır. Çünkü Cenab-ı Allah, Allah'a ibâdeti emre-

dip başka şeylere ibadeti nehyettiği zaman, hiç şüphesiz Allah'ın zatını bilmek, O'nun hakkında va-

cib, caiz ve imkansız olan herşeyi bilmek, O'nun

vahdâniyyetini, zıddı ve ortağı olmaktan beri olduğunu, eşi ve çocuğu olmak­tan münezzeh olduğunu bilmek, O'na ibâdetle emredilmeden ve başkasına ibâdetten nehyedilmeden daha önce gelir. Yine ancak vahiy ve peygamberlik yoluyla bilinebilecek olan ibâdetin keyfiyetini bilmek de bu emirden öncedir. Buna göre Ce/ıab-ı Hakk'ın: 'Ancak Allah'a ibadet edersiniz" sözü, kelam,  ve ahkâm İlminin ihtiva ettiği herşeyi içine almış olur. Çünkü ibadet an­cak bunlarla tam yerine getirilebilir.

İkince Farz: Ana Ve Babaya İyi Davranma:

İkinci mükellefiyet, Cenab-ı Hakk'ın: "Ve ana-babaya iyilik yapın.." emridir. Burada birkaç mesele vardır: [113]

 

Bu Emirle ilgili İ'rab Vecihlerı

 

"Allah'ın: sözünün başındaki harf-i çeri neye taalluk eder,veül kelimesi de niçin mansubtur?" denilebilir. Deriz ki bu hususta üç görüş

vardır:

a) Zeccâc, "Ana-babaya kusursuz bir şekilde iyilik ediniz, iyi davranınız" takdiri ile, mansub olduğunu söylemiştir.

b) "Biz onlara, ebeveynlerine  iyi davranmalan- enir ve tavsiye etkik" takdiri üzere, kelimesi mansub olmuştur". Çünkü bâ harfinin bu şekilde mukadder bir fiiline taalluk etme-güzeldir. Şayet'birinci şekle göre takdir edilir ise, o zaman, anlamına gelir.Sanki"Anne babaya iyilik ediniz"denmiştir.

c) Daha doğrusu bu cümle daha önce geçen manaya atfedilen bir haber gelmiştir, yani "ibâdet edesiniz ve iyi davranasınız diye..." manasındadır. [114]

 

Allah'a İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti                  Başa Dön

 

Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri getirilmiştir. Bunun birçok sebebi vardır:

1) Kulun üzerinde en çok nimeti olan, şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden ön­ce gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür. Bunun sebebi şudur: Çünkü an­ne ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'-âm (iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları (in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyilikleri­nin, Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyü­ğü olduğu ortaya çıkar.

2) Allah Teâlâ, insanın meydana gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince, peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.

3) Alluhu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı,sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da ço­cuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemez­ler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimet­ler vermesine çok benzemektedir.

4) Allahu Teâlâ kuluna nimet vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirge­mez. Anne baba da böyledir; onlar da çocuklarına in'âmda bulunmaktan usan­maz ve her ne kadar çocuk anne babasına asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.

5) Şefkatli bir babanın , çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu noksanlaşmadan ve kalitesinin düşme­sinden korumak için tasarrufta bulunması gibi, Hak Teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur. Sonra Allah'u Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden bir şey yapar, fanî mallarını ba­kî hale getirir. Nitekim Hak Teâlâ,

'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bu­lunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.

6) Allah'ın nimeti, her ne kadar anne babanın nimetinden daha büyük ol­sa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile; ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki, Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimet­leri azdır. Bu sebeple, bu yönden her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstün­lük ve rüçhaniyyet, Allah'ın nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine nisbetle ikinci derecede kata I ettik.. [115]

 

Ebeveyne İtaatin Hükmü

 

Alimlerin ekseriyeti, -kâfir bile olsa- anne-babaya saygı göstermenirtvacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna birçok husus delâlet etmektedir.

1) Cenab-ı Hakk'ın: sözü, onların mü'min olup olmamalarıyla kayıtlanmamıştır. Ve yine, fıkıh usûlünde sabit ol­duğu üzere, vasfa terettüb eden hüküm, vasfın illet olduğunu bildirir. Bu se­beple bu ayet, anne babaya saygı göstermekle ilgili emrin onlar sırf anne baba oldukları içirt olduğuna delâlet etmektedir. Ki bu da, umûmî bir mânayı iktiza eder. Cenâb-ı Hakk'ın:

"Ve Rabbin, ancak kendisine ibâdet etmenizi anne babaya da iyi dav­ranmanızı hükmetmiştir" (isra. 23) ayetiyle istidlal etmek de böyledir.

2) Allahu Teâlâ'nın: "Ve sakın onlara "üf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle!" (isra. 23) ayetidir. Bu anne babaya sıkıntı ve eziyet vermekten men hu­susunda, son derece anlamlı bir ayettir. Sonra Cenâb-ı Hak diğer bir ayette:

"Ve de ki: Rabbim, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse, sen de onlara merhamet et!" (isra, 24) buyurmuş, anne babaya saygı duymanın vâ-cib oluşunun sebebini açıkça izah etmiştir.

3) Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim (s.a.s)'den, o babasını küfürden imana da­vet ederken ona nasıl nazik davrandığını bize şu ayetinde nakletmiştir:

"Babacığım! duymayan, görmeyen Ve sana hiçbir faydası olmayan şey­lere niçin tapıyorsun?" (Meryem,42). Sonra onun babası Hz. İbrahim (a.s)'e ezi­yet ederek, ağır cevaplar veriyor, ama Hz. İbrahim (a.s) bunlara katlanıyor. Hz. İbrahim (a.s) hakkında bu geçerli olunca, bu ümmet için de aynısı geçerli

olur. Çünkü Cenâb-ı Hak:

"Sonra da sana, hanîfolan İbrahim'in dinine tabi olmanı vahyettik" (Nahl, 123) buyurmuştur. [116]

 

Ebeveyne Yapılacak ihsanın Şûmulû

 

Bil ki anne babaya iyilikte bulunmak, kesinlikle onlara bir sıkıntı vermemek ve ihtiyaç duydukları faydalı şeyleri onlara ulaştırmak demektir. Bu ihsan lâfzının içerisine, eğer anne baba kâfir iseler onları imana davet etmek; eğer günahkâr iseler yumuşak bir yolla onlara marufu em­retme hususları da girer..

Üçüncü Farz: Anababaya (Yakınlara) İyilik Vecîbesi;

Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve yakınlara" ifadesidir. Bu ifâdede bir­kaç mesele vardır.[117]

 

Akraba Mefhumuna Dahil Olanlar

 

İmam Şafiî (r.a) şöyle buyurmuştur: Birisi Zeyd'in yakınlarına vasiyette bulunsa, bu mefhûmun içerisine mirastan mahrum olan ve olmayanlar dahil olurda, onun babası ile oğulları girmez. Çünkü bunlar hakkında yakınlar, akrabalar tabiri kullanılmaz. Ve yine bu sözün içerisine, to­runlar ve dedeler de dahil olur. Bu mefhûmun muhtevasına "usûl ve fürûnun" girmeyeceği de söylenmiştir. Ayrıca, herkesin bu hükme dahil olduğu da söy­lenmiştir. Burada bir incelik vardır. O da şudur: Araplar geçmiş atalarını (şe­cere halinde) ezberleyerek muhafaza ederler, böylece onların nesli genişltr ve böylece hepsi akraba olurlar. Biz geçmiş atalarımıza doğru hareket edip ve onların çocuklarını da hesapladığımızda, yakınlar çoğalır. İşte bu sebep­ten dolayı İmam Şafiî (r.a), "Kâfir bile olsa, kendisine nisbet olunan ve kendi­siyle tanınılan en yakın dedeye kadar çıkabilir, varılabilir." demiş ve örnek olarak da, kendi yakınlarını zikrederek şöyle demiştir: Birisi, Şafiî'nin yakınlarına vasiyette bulunsa, biz bu vasiyyeti, akraba dahi olsalar, Muttalib ve Abd-i Menâfoğuflanna değil de, Şâfiloğu Harına hamlederiz. Çünkü Şafiî meşhur gö­rüşe göre, Abd-i Menâf'a değil de Şâfî'ye nisbet edilir. Allâme Gazzâlî "Bu Şafiî'nin zamanında böyleydi, ama bizim devrimizde bu söz ancak Şafiî (r.a)'nin çocuklarına hamledilir. Ama, bu Şâfiîoğullarına kadar çıkmaz. Çünkü bu ço­cuklar zamanımızda İmâm Şafiî'nin kendileri vasıtası ile tanındığı en yakın kim­seleridir. Ana tarafından yakın olmaya gelince, bu yakınlık Acemlerin vasiyetlerinde söz konusu olur ise de, en kuvvetli görüşe göre, Arapların vasi­yetinde söz konusu olmaz. Çünkü Araplar, ana tarafından olan yakınlığı akra­balık saymazlar. Ama insan "falancanın "erhamı" (akrabaları) için vasiyette bulunuyorum" dese de, bu söze hem baba, hem ana tarafından olan akraba­lar girerdi. [118]

 

Akraba Hukukunun Önemi                  Başa Dön

 

Bil ki akrabaların hakkı, ana-baba hakkının bir uzantısı gibidir. Çünkü insan ana-babası ile olan bağlan vasıtası ile akrabalarına bağlanır. Ana-baba ile olan bağ, akraba bağlarından önce gelir. İşte bu sebep­ten ötürü Allah, akrabayı ana-babadan sonra zikretmiştir. Ebu Hureyre (r.a)'der Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Sila-i rahm, Bahman kelimesinden türemiştir. Ama kıyamet günü olduğun­da şöyle der: Ey Rabbim bana zulmedildi bana kötülük yapıldı yakınlarım benimle alakayı kestiler." Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle devam etti: "Rabbİ ona su şekilde cevap verirSenİnle alakayı kesenle benim de alakamı kesmeme ve seni gözetene benim rahmetimi ulaştırmama razı olmaz mısın?" Hz. Peygam­ber (s.a.s) sonra şu ayeti okudu: Vemek idareyi ve hâkimiyeti ele alırsanız, yeryüzünde fesat çıkaracak, süa-ı rahmi (akrabalık bağlarını) keseceksiniz öyle mi?" (Muhammed,22)[119]. Bu hakka riayet etmenin tekid ile bildirilmesinin aklî se­bebi şudur: Akrabalık birlik, sevgi, gözetme ve yardım mahallidir. Eğer bu sa­yılan şeylerden biri meydana gelmez ise bu kalbe güç gelir, onu son derece incitir ve kalbi yalnızlık, vahşet ve sıkıntıya düşürür. Bu sayılan şeyler ne ka-oar güçlü olur ise, kalbin bu güçlüklerini o nisbette giderir. İşte bu sebepten ötürü akraba haklarına riayet etmek vacib olmuştur.

Dördüncü Farz: Yetimlere İyi Davranma;

Dördüncü mükellefiyet, Allah'ın "Ve yetimlere (iyilik yapın" emridir. Bununla ilgili iki mesele vardır: [120]

 

Yetim Kime Denir?

 

"Yetim", bulûğ çağına gelmeden önce babası ölmuş kimseye denir. Bunun cem'i "nedim" kelime- sinin cem'inin olması gibi, veya; şeklinde gelir. Annesi ölmüş kimseye "yetim" den­mez. Zeccâc, bunun insan hakkında böyle olduğunu, insan dışındaki canlılar­da yetimliğin, annenin olmaması manasında olacağını söylemiştir. [121]

 

Yetimle İlgilenmenin Önemi

 

"Yetim", akraba haklarını gözetmenin bir uzantısı gibidir. Bu böyledir, çünkü yetim küçük olduğu için ondan istifâde edilemez. O yetim olduğu için ve ih­tiyaçlarını görecek bir kimsesi olmadığı için, ona fay­dalı olacak birisine muhtaçtır. İnsan, böylesi yetimlerle arkadaş olmaya pek az arzu duyar. Bu mükellefiyet, insanların nefislerine ağır geldiği için, şüphe­siz ki derecesi dinî bakımdan çok büyüktür.

Beşinci Farz: Fakirlere İyi Davranma:

Beşinci mükellefiyet Allah'ın: "ve miskinlere (iyilikte bulu­nunuz)" emridir. Bununla ilgili olarak söylenmesi gereken bazı meseleler vardır: [122]

 

Miskin Kime Denir?

 

lâfzının müfredi, "sükûn" kelimesinden alınmış olan lâfzıdır. Sanki fakirlik onda konaklamıştır. Bu kelime, ekseri dil alimlerine göre fakirden daha muhtaç olan kimseyi ifâde eder ki bu, Ebu Hanife'nin (radıyallahu anh) görüşüdür. Hanefiler, Allah'ın: "Veya topraklara beîenmiş bir yoksula..." (Beled. 16) ayetini bu görüşleri­ne delil getirmişlerdir. İmam Şafiî (radıyallahu anh)ye göre ise, daha kötü du­rumda olana "fakir" denir. Çünkü "fakir" kelimesi, "Sır­tın omurga kemiği" tabirinden alınmıştır. Sanki onun omurgası, ihtiyacının faz­lalığından dolayı kırılmış gibidir. Bu, İbnü'l-Enbârî'nin de görüşüdür. Safîler bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ını "Gemiye gelince, o denizde iş yapan fakirlere ait idi" (Kehf, 79)ayetini delil ge­tirdiler. Çünkü Allah o kimseleri, gemi onlara âit olduğu halde, onlara "mis­kinler" (fakirler) demiştir. [123]

 

Miskinin Yetimden Sonra Sıralanmasının Hikmeti                  Başa Dön

 

Miskinlerin (fakirlerin) derecesi, yetimlerden sonra gelmiştir, çünkü bazan miskinlerden hizmet etmeleri suretiyle istifade olunur. Bu sebeple onlarla ilişki içinde olma temayülü, yetimlerle ilişkili olma temayülünden daha fazladır Bir de miskîn, kendi işi ve maişeti (geçimi) ile meşgul olması mümkündür. Yetim ise böyle değildir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, miskinden önce yetimi saymıştır. [124]

 

Üçüncü Mesele

 

Akraba ve yetimlere yapılan iyiliklerin mutlaka zekattan başka şeyler olması gerekir. Çünkü atıf mu-gâyereti (ayrı ayrı şeyler olmayt) gerektirir.

Altıncı Farz: İnsanların Güzel Söz Söyleme Vecibeleri:

Altıncı mükellefiyet, Allah'ın: "Ve insanlara güzel (iyi) söz söyleyiniz" emridir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [125]

 

Kıraat Farkına göre Manalar

 

Hamza ve Kisâî, mahzuf olan kelimesinin sıfatı olarak bu kelimeyi  şeklinde okumuşlardır. Buna göre Allah sanki, "İn­sanlara güzel söz söyleyiniz"demiştir. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi şeklinde okumuş ve bu okuyuşlarına şu ayetle­ri şahid getirmişlerdir: (Ankebût, ve: (Neml, 11).  Bu kelimenin manası ile ilgili bazı vecihler vardır:

a) Ahfeş, bunun manasının "Güzellik sahibi bir söz" demek olduğunu söylemiştir.

b) lafzının, yerinde kullanılması caizdir. Nitekim, sen (âdil adam) dersin.

c) ayetinin manası "sözünüz güzel olsun" demektir. Buna göre, kelimesi, birinci sözün (yani iyilik ediniz sözünün) kendisine delâlet ettiği fiilin mef'ûlu muttaki olarak mansub kılınmıştır.

d) son derece güzel olduğu için "haddizatında güzel olan söz" manasınadır. [126]

 

İkinci Mesele

 

"Haber cümlelerinden sonra niçin yahudilere, "söyleyiniz.'.' kelimesi ile, muhatab sigası ile konuşulmuştur?" denilebilir. Buna üç yönden cevat verilir:

1) Tıpkı Allah Teâlâ'nın: "Tâ ki siz gemide olduğunuzda ve gemiler onları (yani sizi) taşıdığında..." (Yû­nus, 22) ayetindeki gibi iltifat üslûbundan[127] dolayıdır.

Bu ayette bir hazif vardır. Yani "Biz onlara "....deyiniz" dedik" demektir.

3) Kesin söz almak (and, misak almak) ancak bir kelâm (söz) şeklinde olur. Sanki şöyle denilmektedir: Ben, "Allah'dan başkasına ibâdet etmeyiniz" dedim, siz de "....deyiniz." [128]

 

Üçüncü Mesele

 

Alimler, Allah'ın: "İnsanlara güzel (söz) söyleyiniz" emrinin muhatablarımn kimler

olduklarında ihtilaf etmişlerdir .Buna göre, 'Allah yahûdilerden, Allah'dan başkasına ibâdet etmemeleri ve insanlara güzel söz söy­lemeleri hususunda söz almıştır" denilebilir. Veya, "Allah yahûdilerden, Al­lah'tan başkasına ibadet etmemelerine dair söz almış, sonra da Hz. Musa ile ümmetine "İnsanlara güzel söz söyleyiniz" demiş olması muhtemeldir. Her bakımdan güzel ahlak ve iyi âdetleri ihtiva eden tek bir kıssa teşkil etsin diye birinci görüş her nekadar doğruya daha yakın ise de, lâfız bakımından her iki görüş de düşünülebilir.[129]

 

Kimlerle Güzel Konuşmalı, Kâfirler De Bu Hükme Dahil Midir?                  Başa Dön

 

Bazı alimler şöyle demişlerdir: Mü'minlere karşı güzel söz söylemek gerekir, kâfirlere ve fâsıklara kar-

şı değil. Buna iki şey delâlet etmektedir:

1) Onlara lanet etmek ve onlara karşı savaşmak ge­rekir. Böyle olunca onlara güzel söz söylemek na­sıl mümkün olur?                                                     

2) Hak Teâlâ'nın:

"Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka" (Nisa, 146) âyetidir. Allah, zulmedil enlere, incitici sözü açıkça söylemelerini mu­bah kılmıştır. Sonra bu görüşte olanlardan bazıları, bu emrin, ("ve insanlara güzel söyleyiniz") emrinin kıtal âyetiyle nesholunduğunu iddia etmişlerdir. Yi­ne onlardan, bu emrin tahsis edildiğini iddia edenler de vardır.

Bu açıklamaya göre burada iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Muhataplara göre tahsisin vuku bulmuş olması. Bu da, âyetten mura­dın, "mü'minlere güzel söz söyleyin" şeklinde olmasıdır.

b)  Hitâb etme cihetinden tahsisin meydana gelmesidir. Bu da, bundan maksadın'insanlara, Allah'a davet ve Emr-i bi'l-Marûf hususunda güzel söz söyleyin" şeklinde olmasıdır. Birinci izaha göre tahsis hitaba değil muhataba; ikinci izaha göre ise, tahsis muhataba değil hitâb tarzına gelir.

Ebu Ca'fer Muhammed İbn el-Bakır, bu âyetin umûmluğunun, zahirine göre devam ettiğini ve tahsise ihtiyacın olmadığını iddia etmiştir ki, bu en kuv­vetli görüştür. Buna delil ise, Hz.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'un, makamlarının yüceliğine rağmen, Firavun'a yumuşaklık ve rıfk ile muamele etmekle emro-lunmuş olmalandır. Yine Hz.Muhammed (s.a.s), yumuşak davranıp ve sert dav­ranmamakla emrolunmuştur. Allah'ın:

"Rabbinin yoluna hikmetlere güzel öğütle çağır" (Nahl, 125) âyeti de böy­ledir. Yine Cenâb-ı Hak:

"Allah'tan başkasına ibâdet edenlere sövmeyin, sonra onlar da, bilme­den, haddi aşarak Allah'a söverler" (Enam, 108) buyurmuştur.

' Boş bir sözle karşılaştıkları zaman, şerefli İnsanlar olarak geçip giderler" (Furkan, 72): "Ve, cahillerden yüz çevir" (Araf, 199)âyetleri de aynı mânadadır. [130]

 

Kâfirlere Lanet Etmek Gerekir mi?

 

Âyette ilk önce istidlal edip de, onlara lanet etmenin vacib olduğunu, on­lara güzel söz söylemenin mümkün olmadığın) söyleyenlere gelince, biz deriz ki, her şeyden önce onlara lanet etmek ve sövmenin vacib olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili ise Hak Teâlâ'nın: "Allah'tan başkasına ibâdet eden­lere sövmeyin" (En'am, 108) âyetidir. Biz onlara lanet etmenin gerektiğini kabul etsek bile, biz lanetin, güzel söz söylememek olduğunu kabul etmiyoruz. Bu­nun izahı şudur:

Güzel söz, onların hoşuna giden ve onların sevebileceği sözlerden ibaret değildir. Tam aksine güzel söz, kendisiyle faydalanacakları sözdür. Biz, onlar kötü fiillerinden vazgeçsinler diye onları kınayıp lanetlediğimiz zaman, bu söz onlar için faydalı olur. Böylece bu lanet, güzel ve faydalı bir söz olmuş olur. Nitekim bir babanın, sözünde sertlik yanlısı olması,bu sebeple kötü bir fiilden vazgeçileceği için, bazan güzel ve faydalı olur. Biz onlara lanet etmenin, gü­zel söz olmadığını kabul ediyoruz, tamam, fakat biz lanet etme gereğinin gü­zel söz söyleme vazifesine aykırı olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur:

Bir kimsenin, bize lütufta bulunmuş olması sebebiyle saygıya hak kazan­mış olması ile, küfründen ötürü hakarete müstahak olması arasında bir aykırı­lık yoktur. Durum böyle olunca, onlara güzel söz söylemenin gerekliliği niçin caiz olmasın?

Onların ikinci olarak getirdikleri delile gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Al­lah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka" (Nisa, 148) âyetidir, buna şu şekilde cevap veririz: Bundan maksadın, insanlar kendisinden kaçınsınlar diye zalimin durumunu ortaya koymak, şeklinde olması niçin caiz olmasın? İşte bu mâna Hz.Peygamber (s.a.s)'in;

"insanlar ondan kaçınsınlar diye fâsıkı kendisindeki kötü vasıflarla anmız"[131] sözüyle de kastedilmektedir. [132]

 

Kâfirler, Fâsıklar Ve Diğer İnsanlarla Münasebet

 

Tahkik ehli, "İnsanların insanlara söylemiş oldukları sözlerin, ya dinî ya da dünyevî hususlarda olduğunu; buna göre eğer bu sözler dini hususlarda olursa, bu söz kâfirlere karşı söylenirse, onları imâ­na davet etmek; fâsıklara karşı söylenirse onları tta-ata davet etmek için olur. İmâna davet etmeye gelince, bunun mutlaka güzel sözle olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak Hz.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'a "Ona, yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki nasihat alır ya da korkar" , 44) buyurmuştur. Allah, Hz.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'un mertebelerinin çok yüce olmasına rağmen, onlara, Allah'a karşı son derece inkarcı, isyankâr ve serkeş olmasına rağmen, Ftravn'a yumuşaklıkla davranmalarını emretmiş­tir. Yine Hz.Muhammed (s.a.s)'e:

'Eğer sen sert ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılırlardı. Sen onları affet, bağışlanmalarım iste ve "emir" hususunda onlarla müşave­re ei! Azmettiğin zaman, Allah'a tevekkül et, çünkü Allah tevekkül edenleri sever" (a-li imran, 159) buyurmuştur.

Fâsık olanları Allah'a itaate davet etmeye gelince, bu hususta güzel söz söylemek muteberdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbİnin yoluna hikmetle vegü-zel öğütle davet et" (Nahl, 125) buyurmuş ve:

"(Sen kötülüğü) en güzel olanla savuştur. O zaman bîr de bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse, yakın bir dost olmuştur" (Fusiliet. 34) demiştir.

Dünyevî işlere gelince, güzel sözle maksada ulaşmak mümkün olduğu zaman, bunun dışında herhangi bir şeyin güzel olmayacağı zaruri olarak bili­nen bir şeydir demiştir. Böylece dinî ve dünyevi âdabların tamamının Hak Te-âlâ'nın, "Ve insanlara güzel söz söyleyin" ifâdesinin içine dahil oluduğu sabit olmuş olur. [133]

 

Bu Âyetteki Emirler Vücûb ifade Eder                  Başa Dön

 

Âyetin zahiri, yahudilerin dinine göre akrabaya, yetimlere ve yoksullara ihsanda bulunmanın vacib olduğuna delâlet eder. İnsanlara güzel söz söylemek de onlara vacibtir. Çünkü mîsak almak, vâcib olmayı gösterir. Bu böyledir, çünkü emrin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Bir de Allahu Teâlâ onları, bu emirden yüz çevirdikleri için kımştır; bu da onun farz olduğunu gösterir.

Bizim dinimizde de, bazı bakımlardan emir vücûb ifâde eder. İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Zekât (maldaki diğer) bütün hakları nes-hetmiştir." Bu görüş zayıftır, çünkü kendisini ihtiyacın kıskıvrak yakaladığı, bizim de durumunun böyle olduğunu müşahade ettiğimiz kimseye, zekât ver­mek bize vâcib olmasa bile, tasaddukta bulunmamız gerekir. Öyle ki, onun ihtiyacı zekât ile giderilmezse, ona tasaddukta bulunmak bize vacib olur. Ken­disiyle zarara uğrayacakları bir tarzda insanlarla konuşmanın vacib olduğun­da şüphe yoktur. [134]

 

Yedinci ve Sekizinci Farz: Namaz ve Zekat:

 

Yedinci ve sekizinci mükellefiyet, Cenâb-ı Hakkın; âyetidir ki, bunların tefsiri yukarda geçmişti. Bil ki Allahu Teâla, şu sekiz mükellefiyet hususunda onlardan kesin söz aldığım açıkladıktan sonra, her şey hususunda onlardan bir ahid almış olması sebebiyle, kabul edip de böylece Rableri katında büyük bir makam elde et­sinler diye onlara nasıl in'amda bulunduğunu beyan edince, onlar yüz çevi­rip, kendi kendilerine kötülük yaparak, delillerin ve alınan ahidlerin çok kuvvetli olmasına rağmen Rablerinin nimetini güzelce kabul (telakkî bilkabûl) etmedi­ler. Bu da, onların yüz çevirmeleri ve arka dönmeleri hususundaki kötü dav­ranışlarını artırmaktadır. Çünkü son derece müessir açıklamalardan ve kendilerinden kesin söz alınmasından sonra Allah'a muhalefet etmeye cür'et etmeleri, cehaletten ötürü karşı gelmekten daha ağır bir suç olur. Alimler, Hak Teâlâ'nın: "Sonra yüz çevirdiniz" hitabıyla kim­lerin murad edildiği hususunda, üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

a) İsrailoğullarinin ilk nesilleri.

b) Hz.Peygamber (s.a.s) zamanında bulunan yahudiler. Buna göre ma­na, "Sizin atalarınızın yüz çevirmesi gibi, mucizelerin zuhurundan sonra yüz çevirdiniz..." şeklinde olur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın: "Sonra siz yüz çevirdiniz" ifadesiyle 'Ve siz yüz çeviriyorsunuz" sözüyle de sonrakiler murad edilmiştir.

Birinci görüşün-izahı şöyledir: Birinci söz, onlardan önce geçenler hak­kında olunca, hitabının zahirinin, sözün sonunun da, -bu zahiri manadan sözü çevirecek herhangi bir delilin bulunması durumu müstesna- onlar hakkında olmasını gerektirir. Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın birinci sözü, onlara deliller getirmek suretiyle nimetini izhâr etmek sadedinde zikretmiş olması; sonra da, on­lardan pek azının müstesna, onların yüz çevirmiş olduklarını ve içinde bulundukları davranışta devam ettiklerini beyan etmiş olması açıklar.

İkinci sözün izahı şöyledir: Hak Teâlâ'nın: buyruğu hitab-ı müşafehedir ki bu, o anda mevcut olanlara daha çok uygundur. Bundan önce geçen söz ise, hikâye yoluyla gelmiş bir sözdür ki bu , onların gâib olan, el'an mevcut olmayan seleflerine daha uygun düşer. Buna göre Allahu Teâlâ san­ki: "Bu ahid ve misaklara sarılmaları onlara lâzım olduğu gibi, Tevrat da Hz.Muhammed (s.a.s)'in durumunu ve peygamberliğinin doğruluğunu bilmiş olmanızdan ötürü, size de bu mîsak ve ahidlere sarılmak vâcibtir" demiştir. Böylece onları bağlayan delil, sizi de bağlamaktadır. Halbuki buna rağmen siz, pek azınız müstesna, bu hüccetten yüz çevirerek, ona arka döndünüz. Bu, sayısı az olan kimseler de iman edip müslüman olan kimselerdir. İşte böyle bir açıklama yapılabilir. Üçüncü görüşün izahı şudur: Allahu Teâlâ onlara o nimetleri in'âm ettiğini, sonra onların bu nimetlerden yüz çevirdiklerini beyan edince, bu onların davranışlarının ne derece kötü olduğuna delâlet etmiştir. Allahu Teâ'lâ'nın, hitabı Hz.Peygamber (s.a.s) zamanındakilere hastır. Yani sizler, kendilerinden söz alınmasından sonra yüz çevirmiş olan, önceki selefleriniz gibisiniz. Çünkü sizler de Hz.Muhammed (s.a.s)'in sıdkına delâlet eden delillere muttali olmanızdan sonra, ondan yüz çevirip onu inkâr ettiniz. Buna göre siz, bu yüz çevirmenizle (i'râd) yüz çevirmiş olan öncekiler gibi oldunuz. Allah en iyi bilendir. [135]

 

 

"Hani sizden, kanlarınızı akıtmayacaksınız ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye kesin bir söz almıştık...Sonra siz de bunu İkrar etmiştiniz ve şimdi de buna şehâdet ediyorsunuz" (Bakara. 84).

Bil ki bu âyet, Allah'ın onlara olan nimetlerinden başka bir çeşide delâlet etmektedir. Bu da, Allahu Telâlâ'nın onları bu teklifle mükellef kılması, onların da bu teklifin doğruluğunu kabul edip, sonra bu husustaki ahidlerine mu­halefet etmeleridir. [136]

 

Hitabının Muhatapları

 

Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, bunda birkaç husus vardır.

a) Hz.Peygamber (s.a.s) zamanında bulunan yahudî âlimlerine bir hitaptır.

b) Yahudilerin seleflerine olan bir hitaptır. Buna göre cümlenin takdiri şöyle olur: "Hani biz, atalarınızdan bir söz almıştık...".

c) Selefe hitap, fakat halefi de bir kınamadır..Buna göre; ifâdesinin anlamı şu olur: Biz size emrettik, emri de iyice te'kid ettik...Sonra siz de onun lüzumunu ve vücûbiyetini kabul ederek ikrar ettiniz. [137]

 

"Kanınızı Dökmeyeceksiniz" Nehyinin Tefsiri                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk in, hitabına gelince, bunda bir müşkil vardır. Bu da şudur: İnsan, kendisini zaten öldürmemek zorundadır. Durum böy­le olunca, bundan nehyolunmada hiçbir fayda yoktur. Buna birkaç yönden ce­vap verilebilir:

a) Bu zorunluluk bazan değişebilir. Nitekim Hindliler, kişinin kendisini öldürmesiyle bu bozukluk âleminden kurtulup, nûr ve kurtuluş (salâh) âlemine ulaşılacağına inanıyorlardı..Veya, zamanın kendisine güç geldiği ve bazı işler altında ezilip de intihar eden, kendisini öldüren birçok kimse vardır. İnsanın kendisini öldürmemeye mecbur olduğu söylenemeyeceğine göre, onun böy­le bir mükellefiyete tâbi tutulması uygun olur.

b) Bundan maksat, "birbirinizi öldürmeyin" demektir, Kişinin dışındaki kim­se, neseb ve din bakımından ona yakın olduğunda, kişinin kendi zatı gibi ka­bul edilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı: "Birbirinizi Öldürünüz" (Bakara, 54) âyeti gibidir.

c) Kişi başkasını öldürdüğü zaman, kendisine kısas uygulanacağından, sanki kendisini öldürmüş gibidir.

d) Sizi öldürmeye çalışan kimseyi, siz de öldürmeye çalışmayınız. Aksi halde sizler kendinizi öldürmüş olursunuz...

e) Siz, dünyada kendileri sayesinde ayakta durduğunuz kimselerin kanı­nı akıtmayın; yoksa, kendi kendinizi helak etmiş olursunuz...

Cenâb-ı Hakk'tn, sözüne gelince, bunda da iki İzah şekli vardır:

a) Memleketinizden çıkarılmaya müstehak olmanıza sebebiyet verecek şeyi yapmayınız.

b) Bundan maksad onların birbirini yurtlarından çıkarmalarından nehiy-dir. Çünkü bunda nerede ise öldürmeye yakın bir sıkıntı ve şiddet vardır.

Cenâb-ı Allah'ın: "Sonra siz de göre göre bunu ikrar etmiştiniz" hitabında birkaç vecih vardır:

a) Bu en kuvvetli olan görüştür. Buna göre mânâ şöyle olur: Siz misakını-zı ikrar edip, ona uymanın gerekli olduğunu itiraf ettiniz. Şu anda da kendi aleyhinize şahidlik yapıyorsunuz. Bu senin şu sözüne benzer: "Falanca, ken­di aleyhine şunu ikrar etmiştir." Yani, "O, kendi aleyhine şâhiddir" demektir.

b) Siz onun kabul edilmesini itiraf ettiniz ve birbirinize bu hususta şahid­lik ettiniz. Çünkü o misak aranızda yaygın ve meşhur idi.

c) Ey yahûdi topluluğu, bugün siz bu misakı atalarınızın ikrar ettiğine şa­hidlik ediyorsunuz.

d) İkrar, emre razı olup, gereğini yapma hususunda sabretmek demektir. Aynen, "Falanca zulmü tasrib etmez" (yani ona sabretmez) sözü gibi. Buna göre âyetin manası şöyle olurr"Allah bunu size emretti, siz de razı olup de­vam ettiniz ve onun yerine getirilmesinin gerekli ve doğru olduğuna şahadet eBiniz." Bu durumda şayet, "Mana aynı olduğu halde niçin Cenâb-ı Hak: "Sonra siz de bunu ikrar etmiştiniz ve şimdi de buna şehâdet ediyorsunuz" buyur­muştur?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta üç görüş vardır:

a) "İkrar etmiştiniz" ifadesinin manası "Atalarınız ikrar etti " şeklinde; Şimdi de buna şehâdot ediyorsunuz" ifâdesinin manası, "onların ikrar etmiş olduklarına şahidlik ediyorsunuz" şeklinde olur.

b) Geçmiş olan mîsâk esnasında ikrar etmiştiniz ve bundan sonra şehâdet ediyorsunuz.

c) ibaresi te'kid için gelmiştir. [138]

 

Tabirinde Birbirine Zıt Olan Muhatap Ve Gaib Nasıl Biraraya Gelmiştir?                  Başa Dön

 

"Sonra sizler yine o kimselersiniz ki kendilerinizi Öldürüyor, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlık hususunda birleşip yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar esir olarak size gelirlerse onlarla yeleşiyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı. Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanların cezası dünyada bir rüsvaylıktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine uğratılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara. 85).

Hak Teâlâ'nın: "Sonra sizler o kimselersiniz ki..." ifâdesinde bir müşkil-lik vardır. Çünkü (sizler) ifâdesi muhatablar için, "O kimseler..." ifâdesi ise gâibler (orada olmayan) için kullanılır. Buna göre hazır olan bir zat aynı zamanda nasıl gâib olur? Buna birkaç yönden cevab verilir:

a) Bu ifâdenin takdiri, "Sonra siz ey şöyle olanlar.."şek­lindedir.

b) Bu ifâdenin takdiri, "Sonra sizler, ben şu hazır olanları kastediyorum" şeklindedir.

c) lâfzının, manasına olması; sılasının ise, lâfzının olmasıdır. Haber olarak alındığı zaman, merfudur. Sıla olduğu zaman ise, irâbda mahalli yoktur. Zeccâc, sıla olmasında bu ifâdenin bir. benzeri de, Hak Teâlâ'nın: 'Sağ elindeki nedir, ey Musa" (Taha, 17) âyetidir. Yani, demektir.

d) lafzı, lafzını te'kîddir. Haber ise, cümlesidir.

Allah'ın: "nefislerinizi öldürüyorsunuz" ifâdesine gelince, biz bu hususu yukarda açıklamıştık. Bu vecihlerin en doğrusu bu tür ifâdelerden maksadın, "bazınız bazınızı ödürüyor" şeklinde olmasıdır. Bazısının bazısını öldürmesi halinde, bütün insanlar tek bir vücût gibi olduklarından "O, nefsini öldürdü" denilir. Biz, "memleketlerinden çıkarma"dan neyin kastedildiğini açıklamış­tık. Allah'ın, âyetine gelince, bunda birkaç

mesele vardır. [139]

 

Kıraat “Birbiriniz Aleyhinde Yardımlaşıyorsunuz”

 

Astm, Hamza ve Klsaî, kelimeyi şeklinete şeddesiz okumuşlardır. Diğerleri ise; şeklinde şeddeli okumuşlardır. Şeddesiz okumak, tâ harfinin birisini hazfetmekten dolayıdır. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın; (Mâide, 2) âye­tidir. Şeddeli okumak ise, tâ harfini  harfine idğam etmekten dolayıdır. Bu Hak Teâtâ'nın tıpkı, (Tevbe. 38) âyetidir. Hazfetmek hafiflik ifâde edip, idğam ise kelimenin aslını gösterir. [140]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki "tezakür" karşılıklı yardımlaşma demektir. Memleketlerinden onları çıkarmak ve birbirlerini öl­dürmeleri, fitneyi büyüten ve yapılabilmesi için güç ve kudrete muhtaç olunan bir husus olduğu için, Allahu Teâlâ, onların bunu zulümde ve düşmanlıkta yardımlaşan kimselerden yardım talep edercesine /aptıklannı açıklamıştır. [141]

 

Zulme Yardım da Zulümdür

 

Âyet, zulmetmenin haram oluşu gibi, zalimin zulmüne yardım etmenin de haram olduğunu gösterir. Buna göre şayet, "Allahu Teâlâ, zalimi zulüm etmeye muktedir kılıp, engelleri ve maniaları ortadan kaldıarak, zalimi zulme götüren istek ve arzuları verince, ona zulmünde yardım etmiş olmaz mı? Buna göre şayet, zalime zulmünde yardım etmek çirkin olsaydı, böyle bir şeyin Allah'tan meydana gelmemesi gerekirdi" denilirse, ce­vaben deriz ki; Allahu Teâlâ her ne kadar zalime zulmünü yapması hususunda imkân, güç ve kudret vermişse de, şüphesiz onu, tehdit ve engelleme ile zu- lüm etmekten alıkoymuştur. Ama, zalime zulmünde yardımcı olan böyle de­ğildir. Çünkü o, zalimi zulme teşvik ediyor, o zulmü onun gözünde güzel gösteriyor ve onu zulmetmeye davet ediyor. Böylece, aradaki fark anlaşılmış olur. [142]

 

Zalim İle Yardımcısının Günahları Farklıdır

 

Bu âyet, zulme yardımcı olanın günahının miktarının, bizzat zulüm yapan kimsenin günahının mikdan kadar olduğuna delâlet etmez. Tam aksine delil, zuh me yardımcı olan kimsenin günahının, bizzat günahı  işleyen  kimsenin  günahından  daha  aşağı olduğunu gösterir. Çünkü bizzat zulmü yapmaksızın yardım yapılmış olsaydı, bu yardımın zulmün meydana gelmesinde bir tesiri olmazdı. Ama, yardım ol­maksızın zulüm fiili yapılmış olsa, şüphesiz zarar ve zulüm meydana gelir. Böy­lece, bizzat zulmü yapmanın, ona yardımcı olmaktan daha fazla günahı gerektirdiğini anlamış olduk. [143]

 

Esirlerinizi Fidye Verip Kurtarırsınız

 

Hak Teâlâ'nın: âyetine gelince, bunda da birkaç mesele vardır. [144]

 

Kıraat Farkları

 

Nâfi, Asım ve Klsaî, her iki kelimeyi de elifle; ve şeklinde; yalnız Hamza her iki kelimeyi de elifsiz olarak; şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elif ile elifsiz şeklinde okumuşlardır. kelimesi, tıpkı, ve gibi, kelimesinin çoğuludur. şekline gelince, bu hususta iki görüş vardır;

a) Bu kelimenin, tıpkı kelimeleri gibi, keli­mesinin cem'i olmasıdır.

b) kelimesinin cem'i olmasıdır. Ebû Amr, ile arasında fark bulunduğunu ileri sürerek, nın elleri kelepçelenmiş kimse­ler; nın ise elle tutulan esirler olduğunu söylemiştir. Ebû Amr, sanki daha fazla mâna ihtiva ettiği görüşüne varmıştır. Sa'leb bu a-çıklamayı kabul etmemiştir. Ali ibn İsa ise, "tercihe şayan olan elifle olan şeklidir. Çünkü imamların çoğu bu şekilde okuduğu gibi topluluk an­lamına da daha çok delâlet etmektedir. Çünkü bu kelime çokluk için kullanılır; bunun, (inleyen, act duyan) kelimesi gibi, o tek kimse hakkında kul­lanıldığı nadirdir. Tercih sebeplerinden biri de Hicazlıtarın lügati olmasıdır. [145]

 

İkinci Mesele

 

lijâiî  telâffuzu, masdarından türemiştir ki, bir şeyi korumak amacıyla, o şeye karşılık veri­len bedeldir. Bu ifâde; "Ona karşılık bir fidye verdi" şeklinde kulla­nılır. ifâdesi, mastarındandır. [146]

 

Fidye İle Esirleri Kurtarmadan Maksad                  Başa Dön

 

Müfessirlerin çoğu Cenâb-ı Hakk'ın, (fid- yeleşirsiniz) ifâdesinden maksadı, İsrailoğullarına ta- at olan bir vasfı vermektir ki bu da esir dindaşları küfürlerine tekrar dönsünler diye mal ve benzeri şeyleri bolca vererek onları esaretten kurtarmalarıdır.

Ebu Müslim, âyetten maksadın bu söylenenin zıddı olduğunu, esas mu­radın şu mâna olduğunu söylemiştir: Birbirinizle savaşmış olmanıza ve birbi­rinizi memleketinizden çıkarmış olmanıza rağmen, onlar sizin elinize esir olarak düştüklerinde, onlardan fidye almanız haram kılındığı halde, ancak bir mal ve bedel alarak onları serbest bırakıyorsunuz. Ebu Müslim bir de şöyle demiştir: 'Müfessirfer yukarıdaki açıklamayı, Hak Teâlâ'nın; "Yoksa siz Kitab'm bir kıs­mına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?." ifâdesine daya­narak yapmalardır ki bu zayıftır. Çünkü bu ifâde daha önce geçen peygamber ve onlara indirilmiş olan kitab (Tevrat) ile ilgilidir. Buna göre maksad şöyle olur: Nezdinizdeki Kitab'ta (Tevrat'ta), Hz.Muhammed (s.a.s) ile ilgili haberler bu-jnduğu halde siz onları inkâr edince, Tevrat'ın bir kısmına imân etmiş bir kıs­mını inkâr etmiş oluyorsunuz."

Her iki görüş de "fidyeleşme" sözüne uygun düşer. Çünkü esirlerden fidye veren için, denilebilir. Esirleri bırakmak için fidye alan için fiili kullanılabilir. Ne var ki müfessirlerin ittifak ettikleri görüş daha doğrudur. Çünkü Allah'ın: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da kısmını inkâr mı ediyorsunuz?." hitabının, aynı âyette bahsedilen konu ile i akalı olması, birkaç âyet önce bahsedilmiş olan birşey ile alakalı olmasın­dan daha uygundur. [147]

 

Nüzul Sebebi

 

Bazı alimler şöyle demişlerdir; Yurtlarından çikarılan yahûdiler ile, fidye verilip kurtarılan yahûdiler aynı  grubtur.   Bu   böyledir.   Çünkü   Kurayza   ve Nadiroğulları, Evs ve Hazreç kabileleri gibi iki kar­deş (ırkdaş) kabile idiler. Ama araları açıldı. Böylece Nadiroğulları Hazreç ka­bilesi ile, Kureyzâoğulları ise Evs kabilesi ile ittifak ederek, her grub savaşlar­da müttefikinin yanında yer aldı. İki taraftan biri galib geldiğinde, ftbür tarafın yurtlarını harab ediyor, oradan sürüyorlardı. Her iki grubtan birisi esir düştü­ğünde ise, onun için iki yahûdi kabilesi rte birleşiyor, esir olanlar için fidye ve­rip onları kurtarıyorlardı. Araplar da onların bu halini ayıplayıp, "Niçin önce onlarla savaşıp, sonra da onları esaretten kurtarmak için fidye veriyorsunuz? dediler. Bunun üzerine yahûdiler, "Biz onlar için fidye vermekle emrolunduk. Onlarla savaşmamız bize haramdır. Fakat biz müttefikimiz olanların yenilme­sinden de ar duyuyoruz." dediler. Bir kısım başka alimler ise, o yahûdileri yurt­larından çıkaranların fidye veren yahûdilerden başka yahûdiler olduğunu, bu yüzden onları Allah'ın  kınadığını söylediler. [148]

 

Yurt Dışına Çıkarma Meselesi

 

Allah'ın "Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı " buyruğuna gelince, buradaki sözü hakkında iki görüş vardır:

a) Bu zamir, zamir-i kıssa ve zamir-i şan'dır. Sanki buna göre şöyle denil­mektedir: "Hadise şudur: Onları yurtlarından çıkarmak size haramdır."

b) Bu zamir, "çıkarmaktan" kinayedir, te'kid için zikredilmiştir. Çünkü bu zamir ile "çıkarma" masdannın arası, bir söz ile ayrılmıştır. Buna göre zamirinin mahalli refdir. Sanki 'denilmektedir.  Sonra, birinciyi (zamiri) açıklamak için tekrar edilmiştir. [149]

 

Kitabın Bir Yerine İnanıp Diğerine İnanmamak                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kıs­mını İnkâr mı ediyorsunuz?" âyeti hususunda âlimler iki bakımdan ihtilaf et­miştir:

a) Onların birbirlerini yurtlarından çıkarmaları küfür, birbirlerini kurtarmak için fidye vermeleri ise imândır. Bu İbn Abbas. Katâde ve İbnCüreyc'in gö­rüşüdür. Allah onları fidye vermelerinden dolayı zemmetmemiş, tenakuza düş­melerinden dolayı zemmetmiştir.Çünkü onlar, vacib olan mükellefiyetlerin bir kısmını yerine getirmiş, bir kısmını terketmişlerdir. Tenakuza düşmek ba::an daha fazla kınanmayı gerektirir. Şöyle bir görüş ortaya atılamaz: "Farzet ki onların birbirlerini yurtların­dan çıkarmaları günahtır. Öyle ise niçin, isyankârın (günahkârın) kâfir sayıl­mayacağı sabit iken, Allah bu günahı küfür olarak tavsif etmiştir?" Çünkü biz diyoruz ki: "Belki de onlar bu çıkarmanın vacip olmadığını tasrih etmişlerdir. Bununla beraber Tevrat'ın sarih hükmü, vücûbuna delâlet etmektedir.

b) Bu âyetten murad, İsrailoğullannın, Hz.Musâ (a.s) ve Hz.Muhammed (s.a.s)'inpeygamberliklerine dâir delillerin aynı olmasına rağmen, Hz.Muham­med (s.a.s)'i yalanlayıp Hz.Musa (a.s)'yı tasdik ettiklerine dikkat çekmektir. Verdikleri söz (misak)'de hepsi aynı durumda iken, bu, onların kitabın bir kıs­mına imân edip, bir kısmını inkâr eden atalarının yolunda olduklarını gösterir. [150]

 

Rüsvaylığın Şümûl'û

 

Allah'ın: "Dünyada bir rüsvaylıktan başka birşey değildir" buyruğuna ge­lince, buradaki kelimesinin asıl mânası zillet ve gazabdır. Allah Teâlâ bi­risine gazablanıp rahmetinden uzaklaştırdığı zaman, denilir. Bu ke­limenin aslının "utanmak" manasına olduğu da söylenilir. Çünkü denildiğinde sanki "Allah onu utanacağı bir hale soktu " manası kastedilmiş­tir. Genel olarak bu kelimeden maksad büyük bir kınamadır. Âlimler bu rüsvay oluş hususunda birkaç görüş belirtmişlerdir:

1) Hasan el-Basri, bundan muradın cizye ve aşağılanmak olduğunu söy­lemiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü, cizyenin onların şeriatlarında bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Daha doğrusu, biz bunu Hz.Muhammed zamanında bulunanlara hamledersek, bu takdirde bu izah şekli doğru olur. Çünkü zımmî-lerin başına gelen rüsvaylık cümlesinden birisi de, onlardan cizye alınmasıdır.

2) Benu'n-Nadtr'in yurtlarından çıkarılması, Benû Kurayza'nın Öldürü­lüp, çoluk çocuklarının esir alınması. Bu da ancak, eğer biz âyeti Hz.Muham­med (s.a.s) zamanında bulunanlara hamledersek doğru olur.

3) Bu, en uygun olanıdır. Çünkü bundan murad, her hangi bir şekilde, şuna değil de ötekine tahsis etmeksizin, son derece fazla ve şiddetli bir kına­madır. kelimesindeki belirsizlik, zemmetme ve kınamanın son derece büyük bir şekilde vaki olduğuna delâlet eder. [151]

 

daki İsm-i Tafdilin İzahı

 

Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, buna bir sual bulunmaktadır. Bu da şudur: Yaratıcıyı inkâr eden Dehriyyenin aza­sının yahûdilerin azabından daha şiddetli olması gerekir. Öyleyse, Cenâb-ı Allah niçin yahûdiler hakkında: "Onlar azabın en şid­detlisine götürülürler" buyurmuştur? Cevap: Bundan maksat, o azabın dü--yada meydana gelmiş rüsvaylıktan daha şiddetli olduğudur. Buna göre fa lafzı, her ne kadar mutlak ise de, bu bakımdan "daha şiddetli' manasınadır. Cenâb-ı Allah'ın: "Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir" âyetiyle ilgili olarak iki mesele vardır: [152]

 

Kıraat Meselesi

 

Ibn Kesir, Nâfi ve Asım, tâ harf ile şeknde, muhatab sîgasıyla; diğer kıraat imamları da yâ harfiyle, şeklinde, gâib sîgasıyla okumuşlardır. Birinci okunuş tarzı, bu sözün başlangıçındaki, hitabından dolayıdır. İkinci oku­nuş şekli, bu cümlenin, sözün sonu olmasından dolayıdır. Kıraat imamlarının çoğunun rivayeti, keza mânaya daha fazla delaleti cihetiyle hitab sığasının tağlib yolu ile gaybet sığasına hâkim kılınması sebebiyle, hitab kıraati birinci planda zikredilmiştir. [153]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir" ifâdesi, şiddetli bir tehdit, günaha karşı büyük bir engelleme ve taattan dolayı da bü­yük bir müjdedir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın kadir olanların en muktediri olması­nın yamsıra, gaflet de O'nun hakkında imkânsız olunca, bu muhakkak ki hak­ların onları hak edenlere ulaşacağını gösterir. [154]

 

"İşte bunlar, ahtret hayatına mukabil dünya hayatını satın alanlardır. Bu sebeple, onların azabı hafifletilmez ve onlara yardım da olunmaz" (Bakara, 86).

 

Bil ki, dünya lezzetleriyle ahiret lezzetlerini beraberce elde etmek, imkânsızs olup, mümkün değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, mükellefe, bunlardan dilediği ve istediği herhangi birini elde edebilme imkânı vermiştir. Buna göre mükel­lef, bu ikisinden birisini elde etmekte meşgul olduğu zaman, öte yandan diğe­rini elden kaçırmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak, yahuditerin kitablarında mevcut olana iman etmekten yüz çevirdiklerinden içinde bulundukları küfür ile elde ettikleri dünyevî lezzetleri bir alışveriş olarak kabul etmiştir. Bu, Allah tarafın­dan onlartn şiddetli bir biçimde zemmedilmeleridir. Çünkü, dünyadaki alışve­rişinde aldanmış olan kimse, kınanır. Hatta bu kimse, aklından zoru olmakla nitelenir. Durum böyleyken, ahireti vererek dünya metaını satın alan kimse, kınanmaya ve zemmedümeye daha lâyıktır. [155]

 

Azablarının Hafifletilmemesi                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır. [156]

 

Birinci Mesele

 

O'nun, ifâdesine fâ harfinin dahil olması hususunda iki görüş vardır:

a) Bu ifâdeyi, ifâdesine atfetmek için ge­tirilmiş fâ harfidir.

b) Emrin cevâbı manasına olduğu için, fâ harfi getirilmiştir. Bu senin, tıp­kı "uyanık ol, şu sapıklar var ya onlarda hayır yoktur  demen gibidir. Birinci izah, daha makbuldür, çünkü bu izahta herhangi bir takdire izah duyulmamıştır. [157]

 

Hafifletmek Ve Kesintiye Uğrama Meselesi

 

Bazı alimler, hafifletmeyi azabın kesintiye uğramamasına, tam aksine devam edip gitmesine hamletmişlerdir. Çünkü, azâb kesilecek olsa, mutlaka Uğrama Meselesi  hafiflemiş otur. Bazı âlimler ise bu ifâdeyi, onun de-

vamına değil şiddetine hamletmişlerdir. Evlâ olanı,şöyle denilmesidir: Azab, her vakit ya da bazı vakitlerde, bazan kesintiye uğ­ramak, bazan da azaltılmak suretiyle hafifletilebilir. Cenâb-ı Hak, onların aza­bını hafifletilmemekle vasfedince, bu bizim söylediğimiz şeylerin hiçbirinin olmamasını gerektirir..

Allah'ın buyruğuna gelince, bu hususta iki görüş vardır. Ekseri âlimler bu ifadeyi ahiret hususundaki yardımın yokluğuna hamletmiş­lerdir. Yani, "Hiç kimse bu azabı onlardan gideremez ve onlar Allah'ın azab etmeyi dilediği kimselere yardımda bulunamazlar" demektir. Bazılanysa bu­nu, dünyevî husustaki yardımın yokluğuna hamletmişlerdir ki, birincisi evladır. Çünkü Allahu Teâlâ, bunu onların yaptıklarına bir ceza olarak vermiştir.• İşte bu sebepten dolayı Cenab-ı Hak, "Bu sebeple onlardan azâb hafifletilmez buyurmuştur. Bu nitelik, ancak âhirete uygun düşer, çünkü dünyevî ceza mey­dana gelirse, bu günah işleyene tatbik edilen hadler, cezalar gibi olur. Bir de. bazan kâfirler, mü'minlere üstün gelebilirler. [158]

 

"Celâlim hakkı İçin Musa'ya Kitâb'ı verdik, ondan sonra da peşpeşe pegamberter gönderlik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kuds tîe destekledik. Demek, ne zaman bir peygamber size gönüllerinizin hoşlanmadığı bir şeyi göterirse, kibirlenmek İsteyeceksiniz de bir kısmınız yalanlayacak, bir kısmınız da öldüreceksiniz, Öyle mi?"(Bakara, 87).

 

Bil ki bu, Allah Teâlâ'nın onlara feyazân ettirmiş olduğu nimetlerin bir baş­ka çeşididir. Bir de onlar kalkıp bu nimete,küfür ve kötü fiillerle mukabelede bulunmuşlardır. Bu böyledir, çünkü Hak Teâlâ daha önce yahudileri, birbirle­rini öldürmek ve birbirlerini yurtlarından çıkarmak suretiyle, Allah'ın emrine muhalefet etmekle niteleyip, daha sonra da bu çirkin fiilleriyle ahireti verip dün­yayı satın aldıklarını açıklayınca, bu ayette zikrettikleriyle de onları iyice sus-turmuştur. Ayette geçen:"Kitâb'a gelince, bu Allah'ın onlara bir defada toptan göndermiş olduğu Tevrat'tır. İbn Abbas'tan, Tevrat nazil olunca, Allahu Teâlâ'nın Hz. Musa'ya Tevrat'ı taşımasını emrettiği, fakat O'nun buna gücü yetmediği, bunun üzeri­ne Allah'ın Tevrat'ın her harfi için bir melek gönderdiği; onların da Tevrat'ı taşıyamadıkları, böylece de Allah'ın Tevrat'ı Hz. Musa'ya hafiflettiğini ve bun­dan sonra onu taşıyabildiği rivayet edilmiştir. [159]

 

Hz. Musa'dan Sonra Rasûller Gönderilmesi

 

Allah'u Teâlâ'nm, ayetine gelince, bunda da iki mesele vardır: [160]

 

Birinci Mesele

 

 Kelimesi, (peşinden getirdik) mânasınadır. Bu, bir şeyin peşinden başka bir şeyin gel­mesi anlamından nakledilmiştir. "Hemen onun pe­şinden gelmek..." anlamı gibi.. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın: "Sonra peygamberlerimizi peşpeşe yolladık" (Müminûn, 44) ayetidir. [161]

 

İkinci Mesele

 

Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa'dan sonra, Hz. İsa'nın bi'setine kadar, şeriat aynı olduğu halde, ardarda peygamberler gelmiş, birbirlerinin peşlerinden zuhur etmişlerdir. Çünkü Hz. İsa (a.s), veni bir şeriat getirmiştir. Bunun doğ­ruluğuna Cenâb-ı Hakk'ın, ayetiyle istidlalde bulunmuş­lardır. Çünkü bu ayet, aynı şeriat içinde birbirlerini izleyerek onların aynı çiz­gi, tevhid çizgisi üzerinde olmalarını gerektirmektedir. Kadî şöyle demiştir: "Hz. Musa'dan sonra ikinci olarak gelen peygamberin, o şeriatı aynen, yani ne ek­sik ne de fazla olarak edâ etmediği sürece, birinci peygamberin şeriatı üzre olması mümkün değildir. Aynı zamanda bu ikinci şeriat, birincisinin aynısı ol­duğu tevatür yoluyla bilinebilecek bir şekilde de, muhafaza edilir. Çünkü pey­gamberin durumu böyle olunca, onun ancak daha önce bilinmiş olan bir şeyi veya daha önce bilinmesi mümkün olan bir şeyi bilmesi mümkün olabilir. Al­lah'ın beraberinde bir şeriatı olmayan bir peygamer göndermesi caiz olmadı­ğı gibi, ki aklîyatçılar bu sebebi böyle açıklamaktadırlar, şu andaki konumuz hakkındaki söz de böyledir. Böylece Hz. Musa'dan sonra gelen peygamber­lerin içinde, her ne kadar birincisi aynen muhafaza edilmiş olsa da, yeni bir şeriat veya birinci şeriatın silinmiş bazı yönlerini ihya edecek ve yeniden orta­ya koyacak bir şeriat getirmiş olanların mutlaka bulunmuş olmaları gerekir."Buna şu şekilde cevap veririz:Bupeygamberleringönderilmesinden maksa­dın, ümmete geçmiş şeriatları hakim kılmaları veya ancak Allah'ın bilebilece­ği başka neviden lütufları yerine getirmiş olmaları, niçin caiz olmasın? Velhasıl Kâdî (Abdülcabbar) delil getirmeyip, mevcut iddiasını tekrar etmekten öte bir iş yapmamıştır. O, "Peygamberlerin ya yeni bir şeriat, ya da ortadan kalkmış bir şeriatı ihya vazifesi ile gönderilmeleri gerekir" hükmünü neye dayanarak vermiştir? Oysa, ihtilaf sadece buradadır.

Bu peygamberler şunlardır: [162]

 

Hz. Musa dan Sonraki Resuller                  Başa Dön

 

Yûşa, İsmail, Sem un, Davud, Süleyman, Işaya, Ermiya, Uzeyr, Hezekyal, llyas, Elyesea, Yunus, Ze-keriyya, Yahya (a.s) ve diğerleridir.. [163]

 

Hz. İsa'ya Verilen Aşikar Belgeler

 

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır: [164]

 

Birinci Mesele

 

Allahu Teâlâ peygamberleri önce mücmel zikredip, sonra Hz. İsa (a.s)'yı genişçe zikretmiştir. Bun­daki sebep nedir? Çünkü önceki peygamberler Hz.Musa'nın şeriatını getirmişlerdir. Böylece onlar, Hz. Musa'ya tâbi olmuşlar­dır. Halbuki Hz. İsa böyle değildir. Zira O'nun şeriatı, Hz. Musa'nın şeriatıni kısmen neshetmiştir. [165]

 

İkinci Mesele

 

Süryancada İsa, Eyşû; Meryem ise hizmet eden anlamınadır. Şöyle de denilmiştir: İbrancada Meryem, erkeklerle oturup kalkmaya düşkün olan kadın" ma­nasınadır. Ru'be'nin sözü de böyle tefsir edilmiştir:"Kadınlara çok düşkün olan o adama erkeklere düşkün olan o kadı­nın, niçin onu ziyaret ettiğini, sordum." [166]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayetteki  kelimesi hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:

a) Ölüleri diriltmek, vs gibi, mucizeler anlamına ge­lir. Bu mâna İbn Abbas'dan rivayet edilmiştir.

b) İncîl anlamına gelir.

c) Bu en kuvvetli olan görüş olup, bütün yukarıda zikredilenler, kelimesinin muhtevasına girer. Çünkü mu'cize gösteren peygamber, kendi nü­büvvetinin doğruluğunu ortaya koymaktadır.Nitekim İncil de, o peygambere

şeriatinin keyfiyetini gösterir. Bu sebeple, tahsiste bulunmanın bir manası olmaz. [167]

 

Hz. İsa'yı "Ruhu'l-Kudüs İle Takviye Etme

 

Allah'u Teâlâ'nın ayetine gelince bu hususta birkaç mesele vardır: [168]

 

Farklı Kıraatler

 

Ayetteki  lâfzı, bu şekilde okunmuştur. İbn Kesir tahfifle, şeklinde, diğerleri ise, harekeli olarak  şeklinde okumuşlardır. Bu her iki okuyuş, kelimeleri gibi, fasîh olan iki okuyuştur. [169]

 

Rûh'dan Maksad                  Başa Dön

 

Alimler, ayetteki "rûh" kelimesi üzerinde, bazı görüşler belirterek, ihtilâf etmişlerdir.

a) Bu Cebrai| (a,s)dir. Cebrail (a.s) birkaç yönden böyle isimlendirilmiştir:

1) Rûhu'l-Kudüs'ten maksat, er-Rûhu'l Mukaddese demektir. Nitekim, denilir. Böylece Cenâb-ı Hak.Cebraîl'i, "kendi katında mertebesinin yüce olduğunu açıklamak ve onu şereflendirmek için bu şekil­de nitelemiştir.

2) Cebrail (a.s)'e bu ad verilmiştir, çünkü beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebraîl (a.s) ile hayat bulmaktadır. Çünkü Cebrail (a.s), peygamberlere vahiy getirmeyi üstlenmiştir. Bu hususta mükellef olanlar ise,

onungetirdikleriyle dinlerini ihya etmiş olurlar.

3) Cebrail (a.s)'in gâlib vasfı, O'nun ruhanî bir varlık oluşudur. Diğer me­lekler de böyledir. Ne var ki, O'nun ruhanî bir varlık oluşu daha tam ve daha mükemmeldir.

4) Cebrail (a.s) rûh diye adlandırılmıştır. Çünkü ne erkeklerin sulbü, ne de kadınların rahimi ont banndırmamıştır.

b) Ruhu'l-Kudüs'ten maksat, İncil'dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'an'da: emrimizden bir rûh... (Zuhruf, 52) buyurmuştur. İncil böyle adlan­dırılmıştır. Çünkü din İncil ile hayat bulur,dünyevi işler de O'nun vesilesiyle bir intizama girer..

c) Bu, Hz. İsa'nın, kendisi sebebiyle ölüleri diriltmiş olduğu ismidir. Bu görüş, İbn Abbas ve Saîd İbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir.

d) Bu, Hz. İsa'ya üflenen ruhtur. Kudüs ise, bizzat Allah'tır. Böylece, Hz. İsa'yı bir yüceltme ve teşrif olsun diye, O'nun ruhu Cenâb-ı Hakk'a muzâf kı­lınmış, nisbet edilmiştir. Nitekim, ifâdesi de böyledir. Bu görüş Rebî'den rivayet edilmiştir. Buna göre, ayetteki ruhtan murad, insa­nın sayesinde hayata kavuştuğu ruhtur.Bil ki, rûh isminin Cebrail'e İncire ve İsm-i A'zam'a ad olarak itlâk edil­mesi, mecazdır. Çünkü rûh, insanların hayat mıntıkalarında, damarlarında ve menfezlerinde dönüp dolaşan hava demektir. Malûmdur ki, yukarıda zikredi­len Cebrail, İncil ve İsm-i A'zam böyle değildirler. Ancak bu üçünden herbiri­ne teşbih üslubuyla, rûh adı verilmiştir. Çünkü rûh, nasıl ki insanın canlılığının sebebi ise, Cebrail (a.s) de, ilimleri vasıtasıyla kalblerin hayat bulmasına se­beptir. İncil de, şeriatların meydana çıkması ve yaşamasının sebebidir. İsm-i A'zam da, maksatlara ulaşma vesilesidir. Ancak rûh ismiyle Cebrail arasın­daki benzerlik, birkaç yönden daha uygun görülmektedir.

a) Çünkü Cebrail, tâtîf ve nûranî bir havadan yaratılmıştır. Bu sebeple, bu ikisi arasındaki benzerlik daha mükemmeldir. Binaenaleyh, "rûh" ismini Cebrail'e vermek daha evlâdır.

b) Bu ismi Cebrail'e vermek, diğerlerine vermekten daha belirgindir.

c) Hak Teâlâ'nın, "Ve biz onu Ruhü'l-Kudüs ile takviye ettik" buyruğu­nun mânası, "biz onu takviye ettik" demektir. Bu takviyeden maksat ise, ona yardım etmektir. Yardımı Cebrail'e isnâd etmek hakiki İncil ve İsm-i A'zam'a isnâd etmekse mecazdır. Bu sebeple, rûh ismini Cebrail'e vermek daha evlâ olur.

d) Hz. İsa'nın Cebrail (a.s) ile bir arada bulunması, bir benzeri başka hiç­bir peygambere nasib olmayacak bir şekilde tahsis olunca, biçimlerinin en kuv-vetlilerindendir. Çünkü Cebrail (a.s) Meryem'e, bir çocuk doğuracağını müjdeleyeceğini müjdelemiştir. Hz. İsa (a.s) Cebrail (a.s)'in üflemesinden mey­dana gelmiştir. Bütün durumlarda Hz. İsa'yı terbiye edip eğiten Cebrail'dir. Onunla beraber onun gittiği yere giderdi. O, göğe çıktığında da onunla be­raberdi.

e) Cenâb-ı Hakk'ın,ayetine gelince, bu onları son derece zemmetmektir. Çünkü îsrailoğullarının yahudîleri, peygam­ber onlara hoşlarına gitmeyen bir şeyi getirdiğinde, o peygamberi yalanlarlar, eğer o peygamberi öldürme fırsatı ellerine geçerse öldürürlerdi. Onlar, dün­yada yükselmeyi istediklerinden, dünyanın lezzetlerini arayıp, halka Önder o!-mak istediklerinden ve haksız yere onların mallarını almak gayesiyle hareket ettiklerinden ötürü, böyle olmuşlardır. Peygamberler ise, onların bu davranış­larına fırsat vermek istemiyorlardı. Bu sebeple onlar da peygamberleri yalan­lıyor, cahil olan insanlara, peygamberlerin yalancı oldukları duygusunu aşılıyorlar ve bu hususta tahrif ve yanlış yorumlarla iddialasıyorlardt. Onların içinde, tıpkı iblisin Hz. Adem'e karşı sergilemiş olduğu tavrı, peygamberlere gösteren kimseler bulunmaktaydı.Allahu Teâlâ'nın: ifâdesine gelince, birisi, şeklinde denilmeli değil miydi?diyebilir. Buna iki şekilde cevapverimiz:

a) Bununla, mazinin hikâyesi murad edilir. Çünkü, söz konusu iş, son de­rece korkunçtur. Böylece bu işin hatıralarda canlandırılması ve kalblerde ta­hayyül edilmesi murad edilmiştir.

b) "Henüz kendilerini öldüreceğiniz bir grub.." manası murad edilmiştir. "Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'i öldürmek için çok çaba sarfettiniz ve bunun için ona büyü yapıp yiyeceği koyunu zehirlediniz ama ben onu size karşı ko­rudum." Hz. Peygamber (s.a.s) de ölürken;"Hayberde yediğim (zehirli) lokmanın acısı benden ayrılmadı. İşte bu can damarımın kesilmek üzere ol­duğu andır"[170] buyurmuştur. En iyisini Allah bilir. [171]

 

"Kalblerimiz Perdelidir" Neye Delalet Eder?

 

"(Yahudiler): Kalblertmtz perdelidir" dediler. Hayır öyle değil. Allah onları inkârları sebebi ile rahmetinden kovmuştur. Onun için artık az inanırlar''(Bakara, 88). kelimesi ile ilgili üç görüş vardır:

a) Bu kelimesinin çoğuludur.İse bir kılıf içinde olan şey de­mektir. Buna göre, "Bizim kalelerimiz, senin davetinin tesirinin ulaşmasına mâni olacak örtülerle sarılıdır" demektir.

b) Esâm bazı yahûdilerin,  "Kalblerinin  ilimle örtülü,  hikmetle dolu olduğunu, bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatına ihtiyaçlarının olmadığını" söylediklerini rivayet etmiştir.

c) Gulf, içinde senin dediğin şeylerin doğruluğuna delalet edecek herhangi birşey bulunmayan boş kılıf gibidir. Mû'tezfle birinci görüşü tercih etmişler ve sonra bu ayetin kâfirlerin kalblerinde, imana mani olacak herhangi birşeyin. ne gılâfın, ne örtünün, ne de, Mücebbirenin dediği gibi, bir engelin bulun­madığına delâlet ettiğini söylemişlerdir. Çünkü eğer böyle olsaydı yahudilerin bu sözleri doğru olurdu, Cenâb-ı Allah da: "Hayır öyle değil. Allah onları in­kârları sebebiyle rahmetinden kovmuştur" ayeti ile onları yalanlamazdt. Zira Hak Teâlâ, ancak bâtıla sarılan ve yalan söyleyen kimseleri zemmeder, doğ­ru söyleyen ve mazeretli kimseleri zemmetmez.

Mutezile sözüne devamlı şöyle demiştir: "Bu ayet, Allah'ın: "Biz onların kaiblerinin üstüne o (Kur'an'ı) iyice anlamalarına engel per­deler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk " (Kehf. 57),

"Biz onların boyunlarına bukağılar koyduk" (Yâsin, 8) ve:

"Aralarına bir engel koyduk" (Yasin, 9)ayetlerinin manası o kâfirlerin imân­dan men olunmayıp aksine lutf-i ilâhî'den men olundukları veya inkârdaki ısradarından ötürü inkâra mecbur edilmiş kimselere benzetildikleridir. "Yine Mû'tezile," Hak Teâlâ'mn bu sözlerinden ötürü yahudileri zemmedişinin bir benzeri de yine aynı sözü söylemelerinden ötürü şu ayette kâfirleri zemmetmesidir:

"Onlar bizi davet edegeldiğiniz şeye karşı kalblerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, senin ile aramızda da bir perde vardır" (Fussilet, 5) demişlerdir. Eğer durum Mücebbirenin dediği gibi olsaydı, bu kimseler doğru söylemiş olurlardı. Doğru söylemiş olsalardı, Atlah onları zemmetmez, aksine iman etmeme hususunda mazeretlerini ortaya koymak ve kınamayı onlardan düşürmek için bu sözlerini nakletmiş olurdu" demişlerdir.

Bil ki biz kelimesinin tefsiri hususunda üç görüşü bildirdik. Binâe­naleyh bir delil olmadan bunlardan birini kesin olarak seçmek doğru oimaz. Biz bu ayetten maksadın, bu açıklama olduğunu kabul etsek bile, ey Mû'tezi­le, niçin "Bu ayet, bu sözün kınanmış bir söz olduğunu gösterir" diyorsunuz?

Allah Teâlâ'mn: "Allah onları inkârlarından dohyı rahmetinden koğmuştur (lanetlemiş)" ayeti hususunda Mû'tezile'ye birkaç cevab verilmiştir:

a) Bu ifâde, Hak Teâlâ'nın, küfürleri sebebiyle onlara lanet ettiğine delâ­let eder. Öyle ise siz niçin, "Allah, onlara bu sözlerinden dolayı lanet etmiştir" diyorsunuz? Belki de Allah, onların bir sözünü nakletmiş, sonra da inkârları sebebi ile mel'un olduklarını beyan etmiştir.

b) Allah Teâlâ'ntn: "Bizim kalblerimiz perdelidir" dediler" ayetinden mak-sad, onların bunu istifham-ı inkârî tarzında zikrettiklerini anlatmaktır. Yani, "Bi­zim kalblerimiz her hangibir perde veya örtü içinde değil, aksine son derece güçlü; zihinlerimiz de son derece berraktır. Sonra biz bu zekâ ve anlayışımız­la, Ey Muhammed (s.a.s) senin delillerin üzerinde düşündük de içlerinde kuv­vetli bir şey bulamadık" demek istemişlerdir. Onlar bu verimsiz yalan sözü söyleyince, şüphesiz Allah bundan dolayı meydana gelen inkârları sebebiyle onları lanetlemiştir.

c) Belki de onların kalbleri herhangibir örtü içinde değil aksine, Cenâb-ı Hakk'ın da: "O (Muhammed'i), oğullarını bildikleri gibi bilir (tanırlar)" (Bakara, 146) bu­yurduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinin doğru olduğunu bili­yorlardı. Fakat onlar bildiklerini inkâr ederek, kalblerinin örtülü olup böyle bir bilgiye sahip olmadıklarını iddia etmişlerdir. Bu sebeple onların inkârları küfr-ü inâdî olmuş oldu, İşte Allah onlara şüphesiz bu küfürleri sebebiyle lanet et­miştir. [172]

 

Çok Az İnanır Olmaları                  Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: "Onun için artık çok az inanırlar" ayeti ite ilgili iki mesele vardır: [173]

 

Buyruğunun Muhtemel Uç Mânası

 

Bu ifâdenin tefsirinde üç görüş vardır:

a) iman edenlerin sıfatıdır. Yani "onlardan pek imân etmiştir" manasınadır. Bu görüş Katede Esâm ve Ebu Müslim'den rivayet edilmiştir.

b) kelimesi, imanın sıfatıdır. Yani "Onlar, imân etmeleri gereken şeylerden pek azına inanırlar. Çünkü onlar Allah'a imân ediyor, ama peygam­berleri inkâr ediyorlardı."

c) Bunun manası "Onlar asla imân etmezler" demektir. Nitekim; denilir. Bu cümlenin manası, "O, kesinlikle hiçbirşey yapma-lemektir. Kisâi ise şöyle demiştir: Arablar, hiçbir bitki çıkarmayan bir toprağı kastederek  (Çorak bir araziye uğradık) der. ilk izah daha evlâdır. Çünkü o, aynen Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayır Allah onların kalblertni küfürleri yüzünden mühürlemişttr. Artık onlar, pek azı hariç imân etmezler" (Nisa, 155) ayetinin bir benzeri ifâdedir. Bir de birinci cümlede kavim açıkça zlkreditdiği için, istisnanın bu kavimden bir kısmını içine alması gerekir. [174]

 

İkinci Mesele

 

lafzının mansub oluşu ile ilgili bazı izahlar yapılmıştır:

a) Bu, "Onlar az bir iman ile iman ederler" manasınadır. Ayetteki u. zaidedir. Bu az imanları da, Tevrat'­ın bir kısmına iman etmeleridir.

b) Harf-i cer hazfedildiği için, lafzı mansub kılınmıştır, bu, "Onlar azını tasdik ederler" demektir.

c) Bunun takdiri, "Onlar az inanır oldular" şeklinde­dir. [175]

 

"O yahûdüere Allah katında, yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik edici bir kitab gelince -ki daha evvel inkâr edenlere karşı (Allah 'dan) böyle bir feth (zafer) istiyorlardı- işte tanıdıkları o şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebeple Allah'ın laneti kâfirlerin üstünedir" (Bakara, 89) .

Bil ki bu yahudilerin kötülüklerinden birisidir. Allah'u Teâlâ'nn,  lafzına gelince, alimler bu kitabın Kur'an olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı bu kitabın onların yanında oban­dan başkası olduğuna delâlet eder. Bu ise, ancak Kur'an'dır. [176]

 

"Kendilerindeki Kitabı Tasdik Eden Kitap" Ne Demektir?                  Başa Dön

 

Allahu Teâlâ'ntn, İfâdesine gelince, bunda iki mesele vardır; [177]

 

Birinci Mesele

 

Nübüvvetine dair Hz. Muhammed'İ tasdikle mükellef tutuldukları konusunda, Kur'an'ın, onların yanın­da bulunan Tevrat'ı doğrulamakta olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hususa yakışan, Kur'an'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüv­vetine delâlet hususunda, yanlarında bulunan Tevrat'a muvafık olmasıdır. Çün­kü onlar Kur'an'ın diğer şer'î meselelerde, yanlarında olan Tevrat'a muvafık olmadığını biliyorlardı. Biz de Kur'an'ın, Kur'an'ın delilleri konusunda Tevrat'a muvafakati kasdetmediğini bilmekteyiz. Çünkü Allah'ın bütün kitapları böyle­dir. Hepsi geçersiz olunca, bundan maksadın, Kur'an'ın nübüvvete has olan ve nübüvveti gösteren alâmetler, sıfatlar ve özellikler hususunda onların ki­taplarına muvafakat etmiş olduğu sabit olmuş olur. [178]

 

İkinci Mesele

 

Kelime, hal olmak üzere şeklinde okunmuştur. Buna göre, şayet nasıl nekire bir kelimeye hal olmak üzere, mansûb olmuştur? denilirse, de­riz ki nekire (belirsiz) kelimeler sıfat aldıkları zaman, hususîleşirler. Bu sebep­le hal kelimesinin, hususî olan nekirelerden dolayı mansûb olmast uygun olur. Çünkü Allah'ın, sözü, yine O'nun sözüyle vasıflandırılmıştır. [179]

 

Üçüncü Mesele

 

nın cevabı hususunda üç görüş bulunmaktadır

a) Cevap, mahzûftur. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı:

'Eğer, birKur'an kionunia dağlar yürütülseydi..." (Raaad, 31) ayeti gibidir. Çün­kü bunun cevâbı mahzûf olup, bu da, "Bu ancak, bu Kur'an, olurdu" cümlesidir. Bu görüş Ahfeş ve Zeccac'dan rivayet edilmiştir.

b) Bu hazif, tekrar ettiği ve söz uzadığı içindir. Buna göre cevâp, ifadesidir. Hak Teâlâ'nın tıpkı, Öldüğünüzde, toprak ve kemik olduğunuzda, sizin mutlaka çıkarılacağımızı mı size va'adediyor o?" (Mü’minun, 35) ayeti gibidir. Bu görüş, Müberrid'den rivayet edilmiştir.

c) Ayette geçen, kelimesindeki fâ harfinin birinci, nın ce­vâbı; istifâdesinin ise, ikinci 'nın cevabı olmasıdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:

"Eğer size benden bir hidayet gelir ve kim de ona tâbi olursa, muhakkak ki onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir del" (Bakara, 38) ayeti gibi-dir.Bu görüş Ferrâ'dan nakledilmiştir. [180]

 

Ayetin Nüzul Sebebi

 

Cenâb-ı Hakk'ın, ayetine gelince, bunun sebeb-i nüzulü hakkında bazı görüşler vardır:

a) Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden ve kendisine Kur'an nazil olmadan önce, Allah'tan fetih ve muzafferiyeti iste­yerek, şöyle diyorlardı: "Ey Rabbimiz, bize fetih nasîb et, ve bize ümmî olan peygamberin yüzü suyu hürmetine yardım et!"

b) Savaşırken düşmanlarına şöyle diyorlardı: "Zamanı yaklaşan şu pey­gamber bize, size karşı yardım edecek.." Bu görüş İbn Abbas'dan nakledil­miştir.

c) Onlar, Arablardan, onun doğumunu soruyor ve onu, "sıfatları şöyle şöy­ledir.." diye vasfediyor ve açıkça kâfirlere, yani müşrik Arablara ondan söz ediyorlardı.. Bu görüş de, Ebu Müslim'den rivayet edilmiştir.

d) Peygamber olarak gönderilmeden önce, Allah'ın elçisiyle Evs ve Hazrec'e karşı muzafferiyet isteyen Kurayza ve Nadîroğulları hakkında nazil ol­muştur. Bu görüş İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den nakledilmiştir.

e) Bu ayet, yahudilerin âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Tevrat'ı okuyup, onda Hz. Muhammed'in isminin geçtiğini görüp, O'nun peygamber olacağını ve Araplar içinden çıkacağını anlayınca, müşrik olan Araplardan, du­rumu peygamber olarak gönderilecek olan kişinin durumuna uygun olan bir şahsın doğup doğmadığını öğrenmek için, bu sıfatları sorup soruşturuyorlardı.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır; [181]

 

Tevrat'ın Hz. Peygamberin Evsafını Bildirmesi                  Başa Dön

 

Ayet onların, Hz. Peygamberin nübüvvetini bildiklerine delâlet eder. Bu hususta bir soru vardır. Bu soru şudur: Tevrat, mütevâtir bir nakille naklolun- muştur. Tevrat'ta Hz. Muhammed'in vasfının tafsilâtlı olarak  bulunmasına,   yani  şekli  şöyle, davranışları da şöyle şöyle olacak olan falanca şahsın, falanca beldede ortaya çıkacağının açıklanmış olduğunun, söylenmesi veya bu sıfatların bu şe­kilde bulunmaması ihtimallerine gelince; eğer birinci durum söz konusu ise, yahudi kavmi, Tevrat'ın Hz. Peygamberin doğruluğuna şehâdette bulundu­ğunu zorunlu olarak biliyorlardı demektir. O halde, tevatür ehlinin yalan üzere ittifakları nasıl caiz olabilir? Şayet, peygamberin sıfatları bu şekilde değil İdiy­se, Tevrat'ta zikredilen sıfatlardan Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğu neticesi zorunlu olarak elde edilemez; o halde Cenâb-ı Hak niçin; buyurmuştur?

Buna şöyle cevap verilir: Tevrat'ta geçen sıfat, icmalî, genel bir sıfat idi. Sonra, Hz. Muhammed'in nübüvvetini de strf bu sıfatlar yoluyla tanımamışlar, aksine mû'cizelerin de zuhur etmesiyle bu sıfatlar adeta te'kîd edilmişti. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, onların inkârını kınamıştır. [182]

 

Hz. Peygamberi İnkarlarının Sebepleri

 

Onların, birkaç sebepten ötürü O'nu inkâr etmiş olduklarını söylemek mümkündür:

a) Yahudiler, israiloğullarından pekçok peygamber gelmiş olduğu için, gönderilecek bu son peygam­berin de İsrailoğullarından çıkacağını sanıyorlardı. Bu sebeple, insanları bu peygamberin dinine teşvik ve ona davet ediyorlardı. Ama, Cenâb-ı Hak, Arap­lardan, İsmail (a.s)'in neslinden Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak yollayınca, bu onların çok zoruna gitti. Bu sebeple onu yalanladılar ve ilk dav­ranışlarına muhalefet ettiler.

b) Onların, Hz. Muhammed'in nübüvvetini itiraf etmiş olmaları, başkan-lıklarıyla mülk ve servetlerinin elden gitmesi demekti. Bunun için, tasdikten kaçındılar ve inkârda ısrar ettiler.

c) Belki de ontar, gönderilen peygamberin sadece Araplara gönderilmiş olduğunu sandılar, bu sebeple de, onu inkâr etmiş oldular. [183]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hak, onların Hz. Muhammed'in peygamberligini bilmekte olduklarını açıkladıktan sonra, yahudileri kâfir olmakla vasfetmiştir. Bu, küfrün sırf Allah'ı bilmemek olmadığına delâlet eder. [184]

 

Lanet Neye Denilir?

 

Cenâb-ı Hakken, Allah'ın laneti kâfirlerin üzerinedir" sözüne gelince, bu buyruğundan maksat, onları ahiretin hayırla­rından uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyanın hayırlarından uzaklaştırılan kimse, "mel'ûn" olmaz. Eğer, "Cenâb-ı Hak, daha önce geçmiş olan ayetlerde, "Ve insanlara güzel söz söyleyin" (Bakara, 83); ve, "Allah'tan başkasına ibâdet eden­lere sövmeyin; sonra bilmeden, taşkınlık yaparak onlar da Allah'a söverler" (En’âm, 1O7-108) buyurmamış mıdır? denilirse, deriz ki: Daha önce açıklamış ol­duğumuz gibi, laneti hak etmiş olan kimseye lanet etmek de güzet söz cümle­sinden olduğundan, âmm olan bir ifâdeye bazan tahsis gelebilmektedir. Allah en iyi bilendir. [185]

 

"Onlar, Allah'ın, kullarından dilediği kimseye fazlından indirmesini hased ettikleri için, Allah'ın (bu kere) indirdiği (Kur'an'ı) da inkâr etmek suretiyle kendilerini ne kötü şeye sattılar! Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar (hakettiler). O kâfirler için (kendilerini) hor ve hakir edecek bir azab vardır" (Bakara, 90).

Bil ki ayetin başındaki kelimesinin hakikatından bahsetmek an­cak birçok meseleyi ele almakla mümkün olur: [186]

 

“Ni’me” Ve “Bi’se” Fillerinin Aslı                  Başa Dön

 

kelimelerinin aslı sözümüz gjbi ve dir Fakat ikinciharfi hurûf-u'l Halk*45' (Boğaz harflerinden) olup kesreli olan fiili dört türlü okumak caizdir:

a) Aslı üzere yani ilk harfi fethalı,ikinci harfi kesreli olarak okumak. (45) Bunlar boğazdan çıkan şu altı harf (ses) tir:

b) İlk harfi ikinci harf gibi okumak. Bu da lafzında nûn ve ayn harflerini kesreli olarak, şeklinde okumaktır. kelimesi de bu tarz­da okunur. Araplar aynı kelimede iki kesreyi peşpeşe getirmekten kaçınırlar. Fakat burada boğaz harflerinden birinin, yanındaki harfi kendisine tâbi kılma Özelliğinden ötürü bunu caiz görmüşlerdir.

Meksûr (kesreli) olan boğaz harfini sakin kılıp ondan önceki harfi olduğu gibi bırakmak suretiyle, gibi, ve  şeklinde okumak.

d) Boğaz harfini sakin kılıp, onun kesresini bir önceki harfe naklederek  şeklinde okumak, fiili de aynı şekilde diye okunur.

Bil ki bu son değişiklik, bu iki kelime hakkında, işin aslında sadece "caiz" durumunda olmakla beraber, Araplar "zarurî" saymışlardır. Çünkü mazi fiil, masdann (fiilin aslının) mazi zaman diliminde meydana geldiğini bildirir. Hal­buki bu iki kelime bu sınırın dışına taşıp medih ve zem'de (övme ve yermede) ileri dereceyi ifâde eden camid (kalıplaşmış) iki kelime haline gelmişlerdir. Böy­lece lafızdaki bu zarurî değişiklik asılda (yani mânada) değişikliği belirtmiş ve mesela, Zeyd'in pek iyi bir insan olduğunu ifâde için demişler ve artık şiir zarureti dışında asıl şeklini kullanmaz olmuşlardır.

Nitekim Müberred şu şiiri okumuştur:

"İnsanlara isabet eden kötülük ve sıkıntılara karşı fidye vermek, Kaysoğullarına düşer Ayaklarım ona karşı gelemiyor. Çünkü on/ar, iyi İşlerde çalışan ne güzel kimselerdir!" [187]

 

İkinci Mesele:

 

ve kelimeleri, aslında fiilleridir. Müenneslik alâmeti olan o harfinin bunların sonuna gelip ve denilebilmesi buna delâlet eder. Ferrâ bu iki kelimeyi isim gibi kabul etmiş ve bu görü­şüne Hassan b. Sabit (r.a)'in şu şiirini delil getirmiştir:

Biz evinin kapısını zengin olsun, fakir olsun her insana açan ne iyi komşu almadık mı? Ferra ayrıca şunu da buna delil getirmiştir: Bir bedevî Araba bir kız çocuğu doğduğu müjdesi verildi ve kızın ne gü­zel bir çocuk! denildi. Bunun üzerine  Allah'a yemin ederim ki bu, güzel bir çocuk değil" demiş, Basralı nahivctier. Ferra'nın bu deliline "Bu söz hikâye nakli kabilindendir" diyerek cevac vermişlerdir. [188]

 

Üçüncü Mesele

 

Bil ki  ve kelimeleri salâh (iyilik) ve bozukluk (kötülük) ifâde etme hususunda iki asıldırlar. Bunların failleri cinsi istiğrakı ifâde eden açık veya gizli bir isim olur. Açık olması iki türlüdür:

1) Sen (Zeyd ne iyi bir adam) dediğinde, belli bir "adam"ı değil, mutlak olarak "bir adam" (oluşu) kastedersin.

2) Sen "Zeyd adamın ne güzel bir kölesidir!"öerr sin. Ama şairin şu kullanışı nâdirdir:

''Silahsız sahib (arkadaş) ne iyi arkadaştır! Kervan sahibi olarak da Hz. Os­man b. Attan ne iyi bir sahiptir!" Denildi ki bu ifâdesi mak­suda delâlet ettiği için böyle olmuştur. Çünkü kastedilen bir tek kişidir. " kelimesini efif tamlı getirince sanki şâir kelimesinin başına da elif-lam getirmiş gibi oldu. Gizli olarak gelen isme gelince bu senin,

"Zeyd'e adam olarak ne güzeldir" sözünde olduğu gibidir. Bu cümlenin aslı şeklindedir. Buradan ilk kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü nekire ve mansub olan ikinci kelimesi ona delâlet etmektedir. Bu Şarj kelimesi temyiz olduğu için mansubtur Bunun bir benzeri  (Yirmi adam) sözündür. Tem­yiz edilen kelime ancak nekire olur. Görmüyor musun, hiç kimse demez. Şayet Araplar temyiz edilen kelimenin başına elif lam getirip de nasb ederek demiş olsalardı bu maksada aykırı olurdu. Çünkü onlar temyizi eliflami olarak getirmeyi isteselerdi mutlaka onu ref ederek derlerdi; ve temyizi gizlemeye muhtaç olmazlardı. Onlar sözü kısaltmak için faili gizlemişlerdir. Çünkü, "Adam olarak o ne iyidir!" ifâdesi bir ferdi üstün kılınan bir cinse delâlet eder. [189]

 

“Ni’me” Ve “Bi’se” nin İ'rabı

 

Sen, dediğin zaman bunun îrâbt iki şekilde olur.

a) Sanki bu cümle, aslı  imiş gibi kelimesinin muahhar möbtedâ olması.

İlk sözde kelimesi her nekadar sonra gelmiş olsa da, önce olduğuna niyet edilmiştir. Nitekim, "Miskine uğradım" manasında, cümlesini murad ederek, demen gibi. Mübtedaya râci olacak zamire gelince, kelimesi kendisinde "adam" cinsinin bu­lunduğu bir umûmi kelime olunca "Zeyd" de o cinsin içine girer de böylece bu durum, Zeyd'e râci olacak zamirin yerine geçmiş olur.

b) Senin ifâdende kelimesi mahzuf müb-tedânın haberidir. Sanki "Ne güzel adam" denince,"Övdüğün adam kimdir?" denilmiş de, "O Zeyd" manasında, ceva­bı verilmiştir. [190]

 

Beşinci Mesele

 

Medhe ve zemme tahsis edilmiş (mahsûs) şeye gelinçe, o ancak  ve kelimelerinden sonra zikredilen şeyin cinsinden olur. Meselâ

"Adamlardan Zeyd..." demek gibi. Durum böyle olun­ca Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali ne kötüdür!" (Araf, 177) ayetinde, kelimesi­ne muzâf olan şeyin hazfedilmiş olması, takdirinin ise, şeklinde olması gerekir. Bu meseleyi özetlediğimize göre artık tefsire dönelim. [191]

 

İnkarcıların Durumu

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Onlar inkâr etmek suretiyle kendilerini ne kötü şeye sattılar!" ifâdesi hususunda iki mesele vardır: [192]

 

Birinci Mesele

 

daki lâfzı "Kendisi mukabilinde nefislerini sattıkları o şey, ne kötü bir şey!" manasında olmak üzere, mansub bir

nekire olup nin failini açıklamaktadır. Zemme tahsis edilmiş olan (mahsus) ise bu ayette, "inkar ermeleri" ifadesidir. [193]

 

İkinci Mesele                            Başa Dön

 

Ayetteki kelimesi ile ilgili iki görüş vardır:

a) Bu, satmak manasınadır. Bunun izahı şoyledir: Cenâb-ı Allah, mükellefe cennete ulaştıran iman ile cehenneme götüren inkâr imkânını verince, onun bu ikisinden birini tercih edişi, bir şeyi almayı diğer şeyi almaya tercih etme gibi oldu. Buna göre o kul, ken­disinde kurtuluşu ve necatı bulunan imânı tercih ettiği zaman,

"Ne güzel şey safın aldı!" denilir. Bey' ve şirâ .alış­verişten) maksad, sahib olunan bir şeyi başka bir mal ile değiştirmek olunca satan ve alandan herbiri, bu aynı mananın her ikisinde de meydana gelmesi sebebiyle, satan veya alan diye nitelendirilebilirler. Bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk'ın: ayetinin şöyle tefsir edilmesi yerinde olu Onlar, inkârlarını almak için nefislerini (kendilerini) sattılar. Çünkü onla­rın kendileri aleyhine elde ettikleri şey küfür olduğu için, onlar bu küfür muka­bilinde nefislerini satmış gibi oldular.

b) Bana göre daha doğru olan izah ise şudur: Mükellef (kul), kendisi için Allah'ın cezasından korktuğu zaman, Allah'ın cezasından kurtulmasına vesi­le olacağını sandığı amelleri yapar ve böylece nefsini o ameller karşılığında satın alıp (kurtarmış) olur. Yahudiler de yaptıkları şeyin, kendilerini Allah'ın aza­bından kurtaracağına ve sevaba ulaştıracağına inandıkları için, bunların kar­şılığında nefislerini satın aldıklarını (kurtardıklarını) sandılar da Allah Teâlâ onları zemmederek: "Kendilerini sattıkları şey ne kofu birşeydir!" buyurdu. Bu izah, hem mana, hem lafız bakımından, birinci izaha göre daha doğrudur.

Sonra Cenâb-ı Allah, onların karşılığında nefislerini satın aldıkları şeyin tefsirini, "Allah'ın indirdiği şeyi inkâr etmeleri. ifâdesi ile yapmıştır. Bu ifâdeden maksadın, o yahûdilerin Kur'an'ı inkâr et­meleri olduğunda şüphe yoktur. Çünkü hitâb yahûdiler hakkındadır. Onlar ise Kur'an'dan başkasını tasdik ediyorlardı. Daha sonra Allah Teâlâ, indirdiği şe­yi, inkâr etmeyi tercih edişlerine sebeb olan şeyi Um diyerek açıkladı ve bununla onların inkârlarından maksadlarının ne olduğuna işaret etti. Nite­kim maksadın ne olduğuna dikkat çekmek için, "Falan, falana hasedinden dolayı(hased maksadıyla) düşmanlık ediyor" de­nilir. Eğer ayette, Um (hased ederek) sözü olmasaydı onların, hasedleri sebebi ile değil de cehaletle inkâr ettiklerini de düşünebilirdik.

Bil ki bu ayet hasedin haram olduğuna delâlet eder. Hased pek çok se­bepten olabileceğinden dolayı Hak Teâlâ, onların bu hasedlerinin sebebinin ne olduğunu, "Allah'ın kul­larından dilediği kimseye fazlından indirmesine.." buyurarak açıklamıştır. Hâ­dise ancak bizim anlatacağımız şu şeye uygundur: Onlar beklemekte olduk­ları bu büyük nübüvvet lûtfunun kendi kavimleri içinden birisine verileceğini sanmışlardı. Amma beklenen nübüvveti Araplarda görünce, bu durum onları kıskançlığa ve hasede sevketmiştir. [194]

 

Yahudilerin "Gazab Üstüne Gazaba" Uğramalarından Maksad                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır. [195]

 

Birinci Mesele

 

Bu iki gazabı açıklama hususunda bazı görüşler vardır:

a) İki gazab için mutlaka iki sebebin olduğunu isbat etmek gerekir: Birincisinin sebebi, daha önce bahsedilmiş olan şeydir. O da yahuditerin Hz. İsa (a.s)'yı ve ona indirilmiş olan İncil'i yalanlamalarıdır. İkin­cisinin sebebi, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'i ve ona indirilen Kur'an'ı ya­lanlamalarıdır. Böylece bu onların bir sebepten sonra diğer bir sebebe girmelerinden ötürü, Allah tarafından bir gazabtan sonra başka bir gazaba düşme olarak kabul edilmiştir. Bu Hasan Basrî, Şa'bî, İkrime Ebu'l Âliye ve Katâde'nin görüşüdür.

b) Maksad sadece iki gazabın varlığını bildirmek değildir, aksine murad, yahudilerden sâdır olmuş olan birbirine benzer şeylerden dolayı birbirine ya­kın çok çeşitli gazablara müstehak olduklarını bildirmektir. Onlardan sâdır olan bu şeyler onların şu sözleri söylemeleridir: "Uzeytr Allah'ın Oğludur ' (Tevbe, 30);  "Allah'ın eli bağlldir" (Maide, 64); Allah fakirdir bizler ise zenginiz" (Al-i İmran, 181) ve benzeri küfür söz­leri... Bu Atâ ve Ubeyd b. Umeyr'in görüşüdür.

c) Bundan murad, her nekadar tek ise de, onların küfürlerinin büyük ol­ması sebebi ile ona karşı olan ilâhî gazabın çok ve kuvvetli olduğunu göster­mektir. Bu, Ebu Müslim'in görüşüdür.

d) Onlara olan gazabın birincisi, buzağıya tapmaları sebebiyle, ikincisi de Hz. Muhammed (s.a.s)'in Tevrat'ta olan sıfatlarını gizlemeleri ve onun pey­gamberliğini inkâr etmeleri sebebiyledir. Bu görüş Süddi'den rivayet edilmiştir. [196]

 

İkinci Mesele

 

Gazab, istemediği birşey gördüğü zaman insanın kalbinin kanı kabardığında, mizaçta meydana gelen bir değişiklikten ibarettir. Bu, Allah Teâlâ hakkında imkansız olduğu için, kendisine isyan edenlere lanet etmek ve laneti emret­mek gibi zararları dilemesine hamledilir. [197]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Allah'ın gazab ile vasıflanması Uygur'dur. O'nun gazabı artar ve çoğalır. Bu, Allah hakkında,

azab etmesinin uygun oluşu gibi, uygundur. Binae­naleyh, O'nun bir tek sebebten dolayı kâfire gazab etmesi, bir çok sebepten dolayı gazab etmesi gibi değildir. [198]

 

Hor ve Hakîr Edici Azab:

 

Allah Teâlâ'nın: "Kâfirlere hor ve hakir edici azab vardır" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: [199]

 

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, O'nun: "Onlara hor ve hakir edici bir azab vardır" (al-i İmran, 178) sözünden daha fazla mana ifâde etmektedir

Çünkü ilk sözün manasına bu kâfir yahudilerle birlikte başka kâfirler de dahil­dir. İkinci ifâdenin manasına ise sadece onlar dahildirler. [200]

 

İkinci Mesele

 

Azab, gerçekte hor ve hakir kılıcı olmaz. Çünkü bunun manası, "O dışındakileri hor ve hakir kıldı" de­mektir ki bu sıfat ancak akıllı bir varlık için uygur

olur. Öyle ise çok azaba uğrayan kimseleri hor ve hakir kılan Cenâb-ı Allah'ın kendisidir. Ancak bu hor, hakir kılış azab ile meydana geldiği için, "hor ve hakir kılan" ı azabın sıfatı yapmak yerinde olmuştur. Eğer, "Azab, ancak hor-hakir kılmakla birlikte var olur. O halde azabı ayrıca böyle nitelemenin faydası nedir?" denirse, deriz ki: Azabın "hor ve hakir kılıcı" vasfıyla birlikte zikredil­mesinde mutlaka Allah'tan olduğunda bir delil vardır, Bu sebeble Allah aza­bın kendisi tarafından verildiğine delil olsun diye, "muhîn" (hor ve hakir kılan) kelimesini zikretmiştir. [201]

 

Azab Kâfirlere mi Mahsustur?

 

Bir kısım insanlar şöyle demiştir: Allah'ın, sözü, azabın ancak kâ- tirler için olduğuna delâlet eder. Bu mukaddimeyi sunduktan sonra iki ayrı fırka bu ayeti delil olarak kullanmışlardır:

a) Hariciler, "Diğer ayetlerle fâsığın (günahkârın) azab göreceği sabit ol­muştur. Bu ayet ile de ancak kâfirin azab göreceğr sabit olmuştur. Öyle ise günahkârın kâfir olduğunu söylemek gerekir" demişlerdir.

b) Mürcie, "Bu ayet ile ancak kâfirlerin azab göreceği; fâsığın da kâfir olmadığı sabit olmuştur. Bundan ötürü, günahkârın azab görmeyeceğini ke­sin olarak söylemek gerekir" demişlerdir. Her iki görüşün de yanlış olduğu aşikârdır. [202]

 

Yahudilerin İncil İle Kur'an'ı İnkâr Etmesi                  Başa Dön

 

"Bir de onlara, "Allah'ın indirdiğine imân ediniz" denildiği zaman, "Biz bize indirilen (Tevrat'a) inanırız" derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o (Kuran) yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik edici bir gerçektir. De ki: Öyle ise daha önce, eğer iman edenler idiyseniz, niçin Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz?" (Bakara, 91).

Bil ki ayette bahsedilen davranış, yahudilerin çirkin fiillerinden biridir. "On­lara... denildiği zaman" sözü ile Cenâb-ı Hak yahudileri kasdetmektedir. "Al­lah'ın indirdiğine imân ediniz" ifâdesinden murad, "Allah'ın indirdiği bütün kitaplara imân ediniz" demektir. Bütün kitaplara imân etmenin gerekli olduğu görüşünde olanlar, bu ayeti delil getirerek, ayetteki harfinin umûm ifâde eden manasında olduğunu söylemişler ve şöyle devam etmiş­lerdir: Çünkü Hak Teâlâ onlara Allah'ın indirdiği şeylere iman etmelerini em­retmiştir. Onlar indirilenin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edince de ontarı bu sebepten kınamıştır. Eğer lâfzı umûm ifâde etmemiş olsaydı, bu kınama uygun olmazdı. Sonra Cenâb-ı Hak onlardan kendilerine bunu emret­tiği zaman, "Biz, bize indirilene inanırız." Yani sadece, "Tevrat'a ve Hz. Mu­sa'nın şeriatını devam ettirmek için gelmiş olan diğer peygamberlerin kitabına inanıyoruz" dediklerini nakletmiş; yine onların, Tevrat'ın dışındaki kitabları yani İncil ve Kur'an'ı inkâr ettiklerini haber vermiştir. Bu hadiseyi, onları kmamaK maksadıyla zikretmiştir. Çünkü, indirilmiş olan kitabın Allah katından olduğu­nu bilme imkânları olmadığı halde, onlara, "Allah'ın indirdiği şeye iman ediniz" denilmesi caiz değildir.. Aksi halde böyle birşey teklif-i mâla yutak (güç yetiri-iemeyecek şeyi teklif etmek) olurdu. Deliller o kitabın Allah katından olduğu­nu gösterince ona iman etmek vâcib olmuş, böylece de Allah'ın indirdiği kitapların bir kısmına iman edip, bir kısmına inanmamanın bir tenakuz olduğu sabit olmuştur.

Hak Teâlâ'nın: "O, yanlarında bulunanı tasdik edici bir gerçektir" ayeti, Hz. Muhammed (s.a.s)'e imân etmelerinin vacib okluğunu gösteren bir delile işaret gibidir: Bunun izahı iki yöndendir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın: "O, bir gerçektir" sözü şu hususa delâlet etmekte­dir: Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği, elinden çıkan mucizelerle kesinlik kazanınca, o, bu Kur'an'ın Allah katından indirildiğini haber vermiş, mükellef­lere, ona imanı emretmiş ve böylece Kur'an'a iman etmek kesin olarak vacib olmuştur. O zaman peygamberlerden bir kısmını ve bir kısım kitapları inkâr ederken bir kısım peygamberlere ve kitaplara imân etmenin imkansız olduğu ortaya çıkar.

b) "Allah'ın: "Yanlarında bulunanı tasdik edici ola­rak" sözünün delâlet ettiği husus olup, bu da şu iki şekilde açıklanır:

1) Hz. Muhammed (s.a.s) başkasından bir ilim öğrenmemiş, bir hocadan istifâde etmemiştir. O, hiçbir fark olmaksızın Tevrat'takilere uygun olarak ba­zı ktssa ve hâdiseler nakledince anlıyoruz ki bunları vahiy ve Allah'ın indirdiği bilgi vasıtasıyla elde etmiştir.

2) Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet et­mektedir. Allah Teâlâ, Kur'an'ın "Tevrat'ı tasdik edici" olduğunu haber verin­ce, Tevrat'ın da Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini haber vermesi gerekir. Aksi halde Kur'an Tevrat'ı tasdik edici olmayıp, yalanlayıcı olmuş olur. Tevrat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberlik haberini ihtiva edip, yahûdi-ler de Tevrat'a vâcib olduğunu söyleyince, bu yönden onların Kur'an'a ve Hz. Muhammed {s.a.sj'in nübüvvetine iman etmelerinin vacib olması gerekmiştir. [203]

 

Yahudilerin Peygamberleri Öldürmeleri

 

Allah'u Teâlâ'nın: "Öyle ise daha önce, eğer imân edenler idiyseniz, niçin Allah'ın peygamberlerini Öldürdünüz?" aye­tine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: [204]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Allah, bir diğer yönden, onların Tevrat'a imân ettiklerini iddia etmelerinin birçok bakımdan te­nakuz olduğunu açıklamıştır: Bu böyledir, çünkü

Tevrat, doğruluğa delâlet ettiğini ve peygamberlik iddiasında doğru olan kim­seyi öldürmenin küfür olduğunu göstermiştir. Durum böyle olunca Hz. Yah­ya, Hz. Zekeriyya ve Hz. Isa (a.s)'yı öldürmeye çalışmak küfürdür. O halde siz ey yahudiler, eğer Tevrat'a imân ettiğiniz iddiasında doğru söylüyor iseniz niçin onları öldürmeye çalışıyordunuz? [205]

 

İkinci Mesele

 

Bu ayet-i kerime din hususunda mücâdele etmenin, peygamberlerin sanatı olduğuna,[206] ve hasma karşı nakzedici deliller getirmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. [207]

 

Mâzi Hakkında Muzâri Fiil Kullanılmasının izahı                  Başa Dön

 

Allah'tn,"niçin öldürdünüz?" sözü her nekadar şifahî bir hitab ise de, bundan murad yahudilerin da-

ha önceki atalarıdır. Buna birkaç husus delâlet

etmektedir:

a) Bu hitab yapıldığında artık o peygamberler yoktu.

b) Peygamber (s.a.s) zamanındaki yahudiler böyle birşeye teşebbüs et­memişlerdir.

c) (Daha önce) ifâdesi de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanın­daki yahudiler için uygun gelmez. Muzârî fiil ile mazideki bir fiilin kastedilmesi aşikârdır. Çünkü karine buna delâlet etmektedir. Eğer: İmân ediniz" sözü   Hz. Peygamber zamanındakilere hitab, "Niçin öldür­dünüz?" sözü de onların atalarının yaptıklarından bir hikayedir. O halde bu iki ifâdenin arası nasıl cem'edilir?" denilir ise, deriz ki, bunun manası şudur: Siz Hz. Muhammed'i böyle yalanlamanızla Tevrat'a imân etmekten de ayrıl­mış oldunuz. Nitekim sizin atalarınız da bir kısım peygamberleri öldürmek su­retiyle diğerlerine iman sınırının dışına çıkmışlardı. [208]

 

Dördüncü Mesele

 

"Arapların, "Ben seni dün dövüyorum" demesi caiz olmadığı halde, Allah'ın: "Daha önce niçin öldürüyor­sunuz" demesi nasıl caiz olmuştur?" denilebilir. Buna şöyle cevap verilir: Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu, ayrılmaz bir sıfat durumunda olan şeyler hakkında caizdir. Nitekim sen daha Önee yaptığı kötülükleri ile tanıdığın kimseye, "Yazıklar olsun sana niçin yalan söylüyorsun'' dersin. Sanki bununla sen şöyle demek istiyorsun: "Senin durumun bu olmamalıydı." Allah Teâlâ da:

"Onlar, şeytanların okudukları şeye tâbi oldu­lar" (Bakara, 102) buyurmuş, mazi sigasıyla dememiştir. Çünkü O, şey tanların her zamanki hallerinin, sihir kitapları okumak olduğunu ifâde etmeyi murad etmiştir.

 b) Cenâb-t Hak sanki şöyle demektedir: Eğer siz Tevrat'a imân etmişse-niz, daha önce peygamberlerin öldürülmüş olmasına niçin razı oluyorsunuz, hak veriyorsunuz? Allah en iyisini bilir. [209]

 

"Andolsun ki Musa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilân edindiniz. Siz zalimlersiniz" (Bakara, 92)

Bu ayetin tekrar edilmiş olması, tekrar tefsirini yapmaktan bizi alıkoymak­tadır. Bu ayetin tekrar edilmesinin sebebi şudur: Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki yahudilerin tutumlarını nakledip onları inatçı olmak ve yalanlamak sıfatlan ile vasfederek peygamberleri yalanlamaya uygun olan, hatta daha da ilerisini ifâde eden peygamberleri öldürme işinde onları atala­rına benzetince, Musa (a.s)'yı ve onun gösterdiği mucizeleri tekrar zikrederek, hakikatin bu derece aşikâr olmasına rağmen, onların kalkıp buzağıyı ilâh edin­meyi mubah gördüklerini, bununla beraber Hz. Musa'nın sabırlı ve Rabbine itaatte dinine ve şeriatına sarılmada sebatlı olduğunu ve kavmine şöyle dedi­ğini bildirdi: "Siz yalanlama ve inkârda ne kadar aşırı giderseniz gidin benim sizinle olduğum sürece söyleyeceğim söz budur." [210]

 

"Hani "Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" diye sizden bir kesin söz almış ve Tûr dağını üzerinize kaldırmıştık. Onlar da: "Duyduk ve isyan ettik" demişlerdi. Küfürleri yüzünden kalblerine buzağı (sevgisi) içiriîmişti. De ki: "Eğer mü'min iseniz, inananız size ne kötü şeyi (yapmanızı) emrediyor?" (Bakara. 93).

Bu âyetin tekrar edifmesi hususunda bazı açıklamalar yapılmıştır:

a) Bu ve benzeri yerlerde tekrar, te'kid ifâde eder.

O zamanda, Arapların örfüne göre hasmın delil getirmesini icab ettirir.

b) Bu, yahudilerin: "Duyduk ve isyan ettik" sözlerinin ilâvesiyle zikredilmiştir, ki bu da onların son derece inatçı olduklarını gösterir. [211]

 

Dağın Kaldırılmasına Rağmen Yahudilerin İsyanları

 

Cenâb-ı Hakk'ın: "Duyduk ve isyan ettik dediler' ifâdesine gelince, bunda birkaç mesele vardır. [212]

 

Birinci Mesele

 

Dağı üzerlerine kaldırmak, muhakkak ki en büyük korkutuculardandır. Bununla beraber onlar küfürle­rinde ısrar etmiş ve açıkça "duyduk ve isyan ettik" demişlerdir. Bu da, korkutmak ne kadar şiddetli olsa bile, ınkiyâd etmeyi icab ettirmediğine delâlet eder. [213]

 

İkinci Mesele

 

Müfessirlerin çoğu, yahudilerin bu sözü söylemiş olduklarını kabul ederler. Ebu Müslim ise, mânanın şöyle   olabileceğini   söylemiştir: Onlar,   Cenâb-ı Hakk'ın, "Size verdiğimiz şeye sımsıkı sarılın" ifâdesini dinlediler ama ona karşılık isyanla mukabele ettiler. Bu tavırları ise, söylemiş olmasalar bile, "dediler" sözüyle ifâde edildi. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın:  

"O şeye ol demesidir, o da olur" (Yasin, 82) demesi gibidir, (yani, Cenâb-ı Hak bir şeyin olmasını murad ettiği anda  o şey hemen olur, ona ot demesi gerekmez. ama bu şekilde ifâde edilmiştir). Ve: "Yer ile gök dediler ki itaat ederek geldik" (Fussilet, 1) ayeti, gibi. Birinci gö­rüş daha uygundur; çünkü delil olmadan sözü zahirinden çevirmek caiz de­ğildir. [214]

 

Buzağı Sevgisinin Onların Kalblerinde Yer Etmesi                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakkın: "Buzağının sevgisi kalb-lerine içirtlmişti" ayetine gelince bunda da birkaç mesele vardır: [215]

 

Birinci Mesele

 

Buzağının sevgisi onların kalblerine içirilmiştir. Bu istiarenin vech-i sebebi hususunda iki izah tarzı vardır:

a) Bunun manası, boyanın elbiseye nüfuz etmesi gibi, (buzağının sevgisi ve ona tapma, aynı şekilde onların kalblerine nüfuz etmiş, girmiş demektir. Cenâb-ı   Hakk'ın: "Kalblerinde..."    ifâdesi,    O'nun tıpkı: Onlar karınlarına ancak bir ateş yiyorlar (Nisa, 10) ayetinde olduğu gibi buzağı sevgisinin içirilmiş olduğu yeri" açıklamadır.

b) Nasıl ki su, yerin nebatının hayat kaynağıdır, aynen bunun gibi bu sev­gi de onlardan çıkan fiillerin tamamının hayat kaynağı olmuştur. [216]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı onların dışında bir failin, bu işi onlara yaptığına delâlet eder. Allah'­tan başka hiçkimsenin buna gücünün yetmeyeceği malûmdur.

Mutezile buna iki bakımdan cevap vermiştir:

a) Allahu Teâlâ, başkalarının on\ara bunu Ancak, onların aşırı düşkünlükleri ve buzağıya İbâdete alışmış olmalarından ötürü, buzağının sevgisi onların kalbine içirilmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu sîgayı meçhul kalıbında getirmiştir. Nitekim "Falanca, kendini beğenir" denilir.

b) den murad, "Samirî, iblis, insan ve cinlerin şeytanları gibi varlıklar, buzağının sevgisini onlara süslemiş ve onları bu sevgiye davet etmiştir" demektir.

Âlimlerimiz bu iki görüşe de şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu iki izah tarzı da, lafzı zahirinden çevirmedir. Buna ise, ancak ayrı bir delil sebebiyle müracaat edilebilir.Biz bütün eşyanın muhdestnin Allah olduğuna dair aklî de­liller getirdiğimiz için, ayetin zahirini terketme ihtiyacını duymuyoruz.

Cenâb-ı Hakk'ın: "küfürleri sebebiyle" ifâdesine gelince, bun­dan murat onların Allah hakkında bir "teşbih"e inanmaları ve onların Allah'­tan başkasına da ibâdet etmeyi caiz görmeleridir. [217]

 

İmanlarının Kötülük İstemesi Ne Demektir?

 

Hak Teâlâ'nın: İmanınızın size emrettiği şey, ne kötüdür" ifâdesine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [218]

 

Birinci Mesele

 

Ayetten maksat, "Sizin Tevrat'a  inanmanızın size emrettiği şey ve kötü bir şey" demektir. Çünkü Tevrat'ta buzağıya tapmak diye bir şey yoktur. Em­retme işinin onların imanlarına nisbet edilmesi ise, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı Şuayb (a.s)'ın kıssasında: Namazın mı bunu sana emrediyor?" (Hud, 87) buyurduğu gibi, bir tehekküm ve alaydır... İmanın onlara nisbet edil­mesi de böyledir, [219]

 

İkinci Mesele

 

İman, arazdır. Ondan emrin ya da nehyin sâdır olması doğru olmaz. Ancak, bir iş yapmaya götüren sebep, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:

Muhakkak ki namaz fuhuştan ve çirkin şeylerden nehyeder" (Ankebût, 45) ayetinde olduğu gibi, bir âmire benzetilir.

Allahu Teâlâ'mn, ifâdesine gelince, bundan maksat. rnların inançları hususunda bir şüphe meydana getirmek ve onların iddialarının doğruluğu konusunda ta'nda bulunmaktır. [220]

 

" De ki: Allah katında ahiret yurdu, başkalarının değil de, yalnız sizin ise, eğer doğrulardan iseniz, haydin ölümü isteyin.. Ama onlar, ellerinin yapmış oldukları şeyler sebebiyle. Ölümü asla işleyemeyecekler.. Allah zalimleri, hakkıyla bilicidir" (Bakara, 94-95).

 

Bil ki bu, İsrailoğullannın yapmış oldukları kötülüklerin bir başkasıdır. Bu da onların, ahiretin başkalarına değil de, ancak kendilerine ait olduğunu iddi? etmeleridir. Nitekim birçok husus buna delâlet etmektedir. Şöyle ki:

a) İstidlal yoluyla hasma (muhalife) ikincisi sebebiyle onu ilzam edebil­mek için, birincisi onun görüşü olmadıkça, "Eğer şöyle şöyle ise o halde şu­nu da yap!" demek caiz olmaz.(Yani üzerine hüküm bina edeceğimiz ilk fikrin mutlaka muhalifin benimsediği bir fikir olması gerekir.)

b) Allahu Teâlâ'nın: "Dediler ki: Cennete ancak, yahudi veya hıristiyan olanlar girecektir" (Bakara, 111); "Biz Allah’ın oğulları ve dostlarıyız" (Mâide, 18) "Dediler ki: "Sayılı günlerin dı­şında bize ateş dokunmayacaktır" (Bakara,gayetlerinde onlardan nakletmiş olduğu sözleridir.

c) Onların kendileri hakkında, hakkı elde etmiş olduklarına; diğer fırkala­rın ise, bunu elde edememiş olduklarına inanmalarıdır. Çünkü onların şeriatı­na göre nesh caiz değildir.

d) Onların, peygamberleri Yakûb, İshak ve İbrahim (a.s) gibi büyüklerine intisab etmelerinin, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağına ve O'nun mükakafatına ulaştıracağına inanmalarıdır. Sonra onlar bu tür şeylerden ötürü kendilerini büyük görüyor Araplara karşt övünüyor, birçok durumda da bunu, Tevrat'ta müjdelenen nebinin, Araplardan değil de, kendilerinden çıkacağı hu­susunda bir hüccet olarak kabul ediyor ve şüpheleri sebebiyle insanları Hz. Muhammed (s.a.s)'e tâbi olmaktan alıkoyuyorlardı. [221]

 

Yahudilerin Ölümü İstemelerinin Mânası                  Başa Dön

 

Sonra Allahu Teâlâ, onların bu görüşlerinin bozukluğuna, buyurmak suretiyle delil getirmiştir. Bu mülâzemeti, (yani birbirini gerektirme­yi) şu şekilde izah edebiliriz: Dünya nimetleri ahiret nimetlerine kıyasla az ve önemsizdir-Sonra.dünya nimetleri az olması yanında.Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gelmesi ve onlarla savaşarak ve mücadele ederek onlarla muârazaya girmiş olması sebebiyle, onlara devamlı üzüntü kaynağı olmakta­dır. Üzüntü kaynağı ve az otan nimetler içinde bulunan kimse, öldükten sonra mutlaka büyük nimetler elde edeceğine kesin olarak inanırsa, onun ölmek hu­susunda istekli ve arzulu olması gerekir. Çünkü bu büyük nimetler, elde edil­mek istenen şeylerdir. Bunun yoluysa ancak ölümden geçer. Matlûbun, neticenin kendisine dayandığı şeyin matlûb olması gerekir. Bu sebeple, insanın ölüme razı olması ve onu temenni etmesi gerekir. Bu sebeple ahiret yu eğer onlara tahsis edilmiş ise, onların ölümü temenni etmelerinin Ekeceği ortaya çıkmış olur. Sonra Allah'u Teâlâ, onların ölümü temenni etmediklerini; hatta ömür boyu temenni etmeyeceklerini haber vermiştir. Bu durumda onların, ahiretin, diğer insanlara değil de, sadece kendilerine mah­sus olduğunu söylemeleri hususundaki iddialarının, kat'iyyen bâtıl olduğunu göstermektedir. [222]

 

Muhalifin Hatırına Gelecek Çeşitli Sorular ve Cevaplar                  Başa Dön

 

Birinci Sual: Buna karşı: "Şayet ahiret onlara tahsis edilmiş olsaydı, on­arın ölümü temenni etmeleri gerekirdi" hükmünü kabul etmiyoruz. Çünkü ahi-e: nimetleri matlûb olup bu da ancak ölüm ile elde edilir, neticenin üzerine s- nâd etmiş olduğu şeyin de matlûb olması gerekir" denilirse biz deriz ki mat-lo bir şeye götürmesi itibariyle bazan vesileler matlûb olabilirse de, zatları -nariyle o şeyler mekruh (istenmeyen) şeyler olabilir. Nitekim ölüm ancak büyük acılarla meydana gelen bir şeydir. Onlar buna takat getiremeyince, Şüphesiz ölümü temenni etmemişlerdir.

İkinci Sual: Onların bu soruyu Hz. Muhammed'e yöneltmeleri ve demiş olmaları mümkündür: Sen, ahiret yurdunun, nübüvvetin hususunda se­ninle mücadele edenlere değil de ancak sana ve ümmetine mahsus olduğu­nu iddia ediyorsun. Eğer durum böyleyse, bizim seni ve ümmet öldüreceğimizi farzet. Bu durumda biz, bjzimle mücadele edip savaştığınız için. senin ve ümmetinin çok çetin bir zarara mâruz ve büyük bir belâya mübteiâ olmuş görüyoruz. Ölümünüzden sonra sizler, cennet nimetlerine kavuşaca* siniz; bu sebeple öldürülmenize razı olmanız gerekir..

Üçüncü Sual: Belki de onlar, ahiret yurdunun, büyük günahtan kaçın­mak şartıyla, kendi dininde olanların has olduğunu söylemişlerdir. Büyük gü­nah sahibine gelince, o cehennemde ebedî olarak katır. Çünkü, yahudiler "Va'idiyye" görüşüne mensûb idiler, yahut da onlar, büyük günah sahipleri­nin azaba duçar olacaklarını caiz görmüşlerdir. İşte bu sebepten ötürü de, ölü­mü arzulamamışlardır. Hiç kimse, bu soruyu, "Onların mezheplerine göre cehennem ateşi onları belirli günlerde yakar" diyerek savuşturamaz. Çünkü kıyamet günlerinden her gün, dünya günlerinden bin sene gibidir. Bu sebep­le bu günler sayı olarak az olsa da, süre olarak uzundurlar. Bundan ötürü bu korkudan dolayı onlar, ölümü temenni etmemişlerdir.

Dördüncü Sual: Hz. Peygamber (s.a.s) ölümü temenni etmeyi nehyede-rek şöyle buyurmuştur:

"Basma gelen bir zarardan dolayı sizden birisi ölümü temenni etmesin. Fakat o kimse şöyle desin; Allahım, eğer yaşamam benim için daha hayırlı ise, beni yaşat! Eğer ölmem benim için daha hayırlı ise beni öldür"[223] ve yine Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de:

''Buna inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar iser ondan korku içindedirler" (Şûra, 18) buyurmuştur. Peki nasıl olur da Allah Teâlâ, bir yandan ölümü çarçabuk istemeyi menederken, öbür yandan yahudilere "haydi bakalım ölmeyi isteyin" diye meydan okur?

Beşinci Sual: Temennî lafzı müşterek bir kelimedir. Hem insanın kalbin­den geçirdiği istek hakkında hem de kalbinden geçirdiği mânanın sözle ifâdesi, (birinin "keşke ölseydim!" demesi gibi) hakkında kullanılır. Bu durumda yahûdiler şöyle diyebilirler: Sen bizden temenni talebettin, oysa temenni müş­terek lâfız olduğundan, sadece tek mânaya gelmez. Buna göre, biz o temen­niyi lisânımızla ifâde edersek, onun (yani peygamberin): "Ben bu lâfzı değil, bununla kalbdeki manayı murad ettim" demek hakkı doğar.. Eğer, kalb ile kâim olan mânayı icra edersek, O,(yani peygamber): "Yalan söylüyorsunuz çünkü kalbiniz böyle söylemiyor" diyebilir. İşte yahûdiler, onun itiraz edilmesi müm­kün olmayan müşterek bir lâfzı kullanmış olduğunu bildikleri içindir ki ona ilti­fat etmediler.

Altıncı Sual: Farzet ki âhiret yurdu şayet onlara tahsis edilmiş olsaydı, onların ölümü temenni etmeleri gerekirdi. Peki neye dayanarak ölümü iste­mediklerini söyleyebiliyorsunuz? Cenâb-ı Hakk'ın: "Onu ebedî olarak temenni etmiyecekler" ayetiyle istidlal etmek zayıftır. Çünkü bu ayetle istidlal etmek, ancak Kur'an'ın hak olduğu sabit olunca doğru olur ki, zaten münakaşa da ancak bu husustadır.

Cevaplar:

Bunlara şöyle cevap verilir:

Hasmın ilk olarak, "ölüm elemler ihtiva eder, bu da onu temenni etmeye mân) olur" sözüne gelince, biz deriz ki, kan aldırma esnasında duyulan acı, kan aldırmak sebebiyle elde edilecek olan faydanın büyüklüğü bilindiği için, nsanı kan aldırmaktan men etmediği gibi, durumun burada da aynı olması gerekir.

İkinci olarak onun, "şayet onlar sözü çevirip, Hz. Muhammed'e söyle­seler, O'nun ölüme razı olmast gerekirdi" sözüne gelince biz deriz ki, Hz. Muhammed ile onlar arasındaki fark şudur: Şüphesiz Hz. Muhammed, "Ben -evâtûr ehline (tevatür derecesine ulaşmış bir kalabalığa) din? emirleri ulaştırak için, peygamber olarak gönderildim; bu maksadım ise, henüz gerçekleşedi. Bu sebepten dolayı ölmeye razı olmam der. Halbuki sizler, böyle filsiniz. Böylece aradaki fark ortaya çıkmış olur.

Üçüncü olarak, onun, "Onlar büyük günah sahiplerinin azab edilmeleden korkuyorlardı" ifâdesine gelince, biz deriz ki yahûdiler, ahiret saadett­in yalnız kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Bu da, bu mutluluğa azabın sınayacağına dair bir garanti sayılır.

Dördüncü olarak, onun, "Hz. Peygamber, ölümü temenni etmekten yetmiştir" sözüne gelince biz deriz ki, "Bu yasak dinin hükümlerinderdir, için zamanın değişmesine göre durumun değişmesi caizdir," Rivayet olduğuna göre Hz. Ali (r.a), iç çamaşırı ile, iki saf arasında dolaşıyordu. Bunun üzerine oğlu Hasan (r.a) şöyle dedi: "Savaşçıların kıyafeti bu değildir!" Bunun üzerine Hz. Ali (r.afEvladım! senin baban.o mu ölümün üzerine düşe­cek, yoksa ölüm mü onun üzerine düşecek, aldırmıyor" dedi.. Ammâr (r.a) da Sıffîn'de şöyle demiştir:

"Şu anda ben, dostlarımla; Hz.Muhammed (s.a.s)'e ve onun taraftarları­na kavuşuyorum.." Pekçok zaman peygamberlerin ölümü temenni ettikleri görülmüştür. Bu da nehyin hususi bir sebebe tahsis edilmiş olduğunu göste­rir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s) sıkıntılar esnasında insanın ölümü temenni etmesini haram kılmıştır. Çünkü bu, bir feryâdu figan ve Allah'ın taksim ettiğine razı olmama demektir. Bu nerede, peygamberliğin sıdkına delâlet eden temenni nerede!.

Beşinci olarak, onun, "O yahûdiler, bundan maksadın lisân ile mi, kalb ile mi olduğunu bilememişlerdir" sözüne gelince biz deriz ki Arapcada temenni, ancak izhar eden bir sözün delaletiyle bilinir. Nitekim haber de, ancak söz ile ifâde edildiği zaman anlaşılır. Bu hususa dair kalbte bulunan şeye gelince, ona temennî adı verilmez. Binaenaleyh, Hz.Peygamber (s.a.s)'in onlara, vâ­kıf olunması mümkün olmayan bir şeyi kastederek, "ölümü temenni ediniz" demesi imkânsızdır.

Altıncı olarak, onun, "Temenninin meydana gelmediğine dair delilin ne­dir?" sözüne gelince, biz bu hususta birçok yönden söz söyleyebiliriz:

a) Şayet bu olmuş olsaydı, mütevatir olarak nakledilmiş olurdu. Çünkü bu önemli bir iştir. Onun meydana gelmediğini farzettiğimizde, Hz.Muham­med (s.a.s)'in peygamberliğinin sıhhatine dair hüküm sabit olur; bu temenni­nin yapıldığını farzettiğimizde ise, Hz.Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine dair hüküm bâtıl olur. Böyle olan bir şeyin ise, önemli bir hâdise olduğu için müte­vatir olarak nakledilmesi gerekir. Böyle bir şey nakiedilmediğine göre, onların bu temennide bulunamadıklarını anlamış oluruz.

b) Hz.Peygamber (s.a.s)'in ileri görüşlü, tedbirli, kesin kararlı olması, işin neticesini iyi kestirmesi, dünyevî ve dini hususlarda ulaşılacak makama ulaş­ması ve kendisine muhalif olanların zorla, taraftan olanların ise isteyerek uya­cakları büyük bir riyaset derecesine ulaşmış olması yanında, Rabbinden kendisine indirilen vahye dayanmaksızın netice alamayacağı ve hasmını de­liller ve hüccetlerle ezeceğinden emin olmadığı bir hususta onlara meydan okuması caiz olmaz. Çünkü işleri tecrübe etmeyen bir kimse bile neredeyse buna razı olmaz. O halde akıllıların en akıllısı Hz.Peygamber (s.a.s) hakkında bu nasıl düşünülür? Böylece Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu delilleri ortaya koy­masının ancak Allah'ın ona, onların bu temennide bulunamayacaklarını vah-yetmesi ile olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.

c) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Eğer yahûdiler ölümü temenni etselerdi, ölürler ve cehennemdeki yer­lerini görürlerdi ve eğer lanetleşenler lanetleşmek için çıksalardı, döndükle­rinde ne ailelerini, ne de mallarını yerinde bulurlardı ".[224] Ubn Abbas (r.a) da şöyle demiştir: Eğer onlar ölümü temenni etselerdi, derhal ölürlerdi. Velhasıl yahûdilerin ölümü temenni etmediklerini bildiren haberler tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu istidlalin izahı hususunda söylenecek son söz budur. Biz yine âyetin tefsirine dönelim.

Cenâb-ı Allah'ın: "De ki: Eğer âhiret yurdu sadece sizin ise..." ifâdesindeki "Ahiret Yurdu"ndan maksad cehen­nem değil cennettir. Çünkü ahiret hayatından elde edilmek istenen cennettir. Zira onlar cennetin sadece kendilerinin olduğunu iddia ediyorlardı.

Hak Teâlâ'nın: "Allah yanında" ifâdesinden maksad me­kân itibarı ile yanında oluş değil, aksine maksad manevî bir derecedir. Bu ifâ­deyi mekan manasına hamletmek de uzak bir ihtimal değildir. Belki yahûdiler Müşebbihe itikadına sahib idiler de bu yüzden mekan itibarı ile Allah'ın yanın­da olacaklarına inanıyorlardı. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah zikrettiği delil ile bü­tün bunları iptal etmiştir.

Allah Teâlâ'nın: "Yalnız, sadece" ifâdesi, ifâdesinden hal olarak mansubtur. Bunun manası "Ahirette sizin dışınızda hiç­bir kimse için bir hak olmaksızın, sadece sizin için..." demektir. Yani "eğersizin "Cennete ancak yahûdiler veya hristiyanlargirer" sözünüz doğru ise.." Âyet­teki kelimesi cins ifâde eder. Bunun lâm-ı tarifinin ahd için (belli in­sanları ifâde etmek için) olduğu da söylenmiştir. O zaman bununla kastedi­lenler müslümanlardır. Fakat, "Ancak yahûdi veya hristiyan olanlar müstes­na... "{Bakara, 111) ifadesi ve burada belli bir grubun bulunmaması sebebiyle, bu lâm-ı tarifin cins için olması daha evladır.

Allah'ın: "Başka İnsanların değil de.." ifâdesinde yer alan kelimesinden maksad mekân manası değil "başka" manasıdır. Nitekim birine bir mülk bağışlayan bir kimsenin,bu insana, "Bu Başka insanların değil, senindir" demesi gibi.. [225]

 

Doğru Kimselerseniz Ölümü Temenni Ediniz                   Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: "Eğer doğru kimseler­den iseniz haydi ölümü isteyin (temenni edin)" âyetiyle ilgili iki mesele vardır: [226]

 

Birinci Mes'ele

 

Bu, olmayan bir şarta bağlanmış bir emirdir. O şart da onların "doğru kimselerden olmaları..."dır. Bu sebeble bu emrin olmaması, gerekir. Bundan mak­sad meydan okuyup onların iddialarında yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır. [227]

 

İkinci Mes'ele

 

Bu temenni hususunda iki görüş vardır:

a) Bu, Abbas (r.a)'ın görüşüdür: Buna göre on­lara, hem yahûdilerin hem de hristiyanların, "Han­gi taraf daha yalancı ise o taraf ölsün" diye dua etmeleri teklif edilerek mey­dan okundu.

b) Onların, "Keşke biz ölseydik " demeleri teklif edilmiştir. Bu ikincisi da­ha uygundur. Çünkü bu izah, temenni lâfzına daha uygun düşmektedir.

Allahu Teâlâ'nın: "Onlar ölümü asla istemeyecekler" buyruğu, bu ölüm temennisinin gelecekte de yapılmayacağına dâir kesin bir haberdir. Bu, gâibten haber vermedir. Çünkü Hz.Muhammed (s.a.s)'i yalan­lamaya sevkeden sebeplerin çok olmasına ve bu temennide bulunmanın ko­laylığına rağmen Hak Teâlâ onların bunu hiç yapmayacaklarını haber vermiştir ki bu, aksine birçok deliller ve emareler bulunan bir iş hususunda kesin bir naberdir. Bu sebeble bu haberi elde etmek ancak vahiy yolu ile mümkündür.

Yine Hak Teâlâ'nın: "Ebediyyenr hiç" kaydı da bir başka gaybı haber vermedir. Çünkü Cenâb-ı Hak bunun hem hitap zamanında, hem de istikbalde asla olmayacağını haber vermiştir. Bütün vakitlere nisbet ederek bir şeyin olmayacağını haber vermek, şüphesiz gaybî haberler cümlesindendir.

Allah Teâlâ'nın: "Elleriyle yaptıkları şeyler (günah­ları) sebebiyle..." ifâdesine gelince, bunların ölümü niçin temenni edemedik­lerinin sebebini izah etmektedir. Çünkü onlar gittikleri yolun kötülüğünü ve günahlarının çok olduğunu bildikleri için, bu durum onları ölümü temenni et­memeye götürmüştür.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah zalimleri hakkıyla bilen­dir" ifâdesi bir zecr ve tehdid gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak gizli konuşmaları ve sırları bilip, kendisinden hiçbirşeyi saklamak mümkün olmadığı için, mü­kellefin bunu hesaba katması, günaha düşmekten onu alıkoyan sebeblerin en büyüklerinden olur. Allah burada, "Zalimleri.." demiştir, çünkü her kâfir zâ­limdir, fakat her zâlim kâfir değildir. Bu "zalimleri" ifâdesi daha kapsamlı olun­ca onu zikretmek daha uygun olmuştur.

Şayet, "Hak Teâlâ burada, Cum'a suresinde ise: (Cum'a, 7) buyurmuş, niçin birinde diğerinde kelimelerini kullanmıştır?" denilirse deriz ki: Bu surede yahûdiler âhiret yur­du cennetin, insanlar içinde sadece kendilerine tahsis edildiğini, Cum'a sure­sinde ise insanlar içinde sadece kendilerinin Allah'ın velileri (dostları) olduklarını iddia etmişlerdir. Buna karşılık Allah da bu iki hususu, "Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, ölümü temenni etmeleri gerekirdi" diyerek iptal etmiştir. Birinci iddiaları ikincisinden daha büyüktür. Çünkü en büyük saadet cennette bulunmaktır. Velayet mertebesinde olma iddiasına gelince, her nekadar şe­refli de olsa bu mertebe cennete ulaşmaya vesile olacağı için istenir. Birinci iddia daha büyük olduğundan Cenâb-ı Allah onların bu görüşlerinin yanlışlığı­nı, jJ lâfzı ile beyan buyurmuştur. Çünkü bu lâfız, nefiy için kullanılan en kuvvetli lâfızdır. İkinci iddia pek büyük olmadığı için, Cenâb-ı Hak onu ibtâl hususunda, lafzıyla yetinmiştir. Çünkü bu lâfız nefiy manasını ifâde et­mede çok kuvvetli değildir. Cenâb-ı Allah en iyisini bilir. [228]

 

'Celâlim hakkı için sen onları diğer insanlardan ve müşrikierden hayata daha fazla düşkün bulacaksın. Onlardan herbiri arzu eder ki bin yıl yaşasın. Halbuki onun çok yaşatılması kendisini azabtan uzaklaştırıcı

değildir. Allah, onlar ne yaparlarsa görür" (Bakara, 96).

Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyette, onların ölümü temenni etmeyeceklorini haber verince, bu âyette de onların dünya hayatına son derece düşkün olduk­larını bildirmiştir. Çünkü bu hususta, üçüncü bir kısım daha bulunmaktadır. O da, insanın ne ölümü, ne de hayatı temenni etmemesidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak: "Andolsun ki sen onların, insanların hayata en düşkün olanları Qldugımu görürsün" buyurmuştur.

Allahu Teâlâ'nın, ifâdesine gelince, bu kişinin, "Zeyd'in müdavim olduğunu gördüm (anladım) " sö­zünde olduğu gibi, (bildi) manasına olan fiilinden alınmış­tır. Bu fiilin iki mefûlünden birisi li ,diğeri ise dır. Cenâb-ı Hak nekire olarak, buyurmuştur. Çünkü bu hususi bir hayat de­mek olup bu da halen sürüp giden hayat demektir. Bu sebepten dolayı nekire olarak, şeklinde okumak, Ubeyy'in ip şeklinde okuma­sından daha yerinde olur. [229]

 

Sözündeki Vâv Hakkında Üç İhtimal

 

Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki vâv harfine gelince, bu hususta üç görüş vardır:

a) Bu vâv, atıf vâvıdır. Buna göre mana, "yahûdiler, hayata İnsanların ve müşriklerin en düşkünüdürler"demek olur.Tıpkı senin, "O, insanlardan ve Hâtemu"t-Tai'den daha cömerttir" demen gibidir. Bu, Ferrâ ve Asamm'ın görüşüdür. Buna göre şayet, insanlar sözünün kapsamına müş­rikler girmemiş midir? denilirse, biz deriz ki, evet girmişlerdir, ne var ki ontar hususi olarak zikredilmişlerdir; çünkü onların hırsları daha kuvvetlidir ve böy­le bir ifâdede de büyük bir kınama vardır. Çünkü, müşrik olanlar ahirete inan­mazlar. Onlar dünya hayatından başka bir hayat tanımazlar. Bu sebeple onların dünyâ hayatına düşkün olmaları pek yadırganmaz. Çünkü dünya onların cen­netidir Kendileri için kitap verilen ve ceza gününü ikrar eden kimseler, müş­riklerden daha fazla dünya hayatına düşkün oldukları zaman bu durum en büyük kınanmayı gerektirir. Buna göre şayet, "Niçin onların hırslan müşrik­lerden daha fazla olmuştur?" denilirse, biz deriz ki, çünkü onlar öldüklerinde kesinkes cehenneme gideceklerini bilirler. Müşrikler ise, bunu bilmezler.

b) Bu vâv harfi vâv-ı isti'nâfiyyedir. Söz Allah'ın, ifâdesin­de tamam olmuştur. Buna göre âyetin takdiri, tıpkı: "Bizden kimse müstesna olmamak üzere her biri için ma'lum birer makam vardır" (Satfat, 164) âyetinde olduğu gibi, hazfedilmiş mevsufu göstererek, Şeklinde yapılır.

c) Bu âyette takdim {öne alma) ve tehir (geriye bırakma) vardır. Buna gö­re âyetin takdiri "Sen yahudileri ve müşriklerden bir grubu, yaşamaya insanların en düşkünü olarak bulursun" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Allah onların bu düşkünlüğünü ve sevgisini; "Onlardan herbirt bin yıl ya­şamayı arzu eder" buyruğu ile açıklamıştır. Bu Ebu Müslim'in görüşüdür.

Birinci görüş daha evlâdır. Çünkü hâdise bilhassa yahûdilerle ilgilidir. Bu sebeble âyetin zahirine en uygun olan, bundan muradın şöyle olmasıdır: Sen yahudileri diğer insanlardan, hatta müşriklerden yaşamaya daha düşkün bu­lursun. Bu izah onların iddialarını iptal etmede ve, "Ahiret başkalarına değil sadece bize aittir" sözlerindeki yalanlarını ortaya koymada daha beliğdir. Al­lah en iyi bilendir. [230]

 

İkinci Mesele                  Başa Dön

 

Âlimler, Allah'ın: "Ve şirk koşanlardan" buyruğundan ne murad edildiği husu­sunda üç görüş belirtmişlerdir: Bu müşriklerin mecûsiler olduğu söylenmiştir. Çünkü onlar krallarına "Bin nevruz, bin mihricân yaşa" diyorlardı. İbn Abbas (r.a)'dan, bunun İranlıların "Bin yıl yaşa" mana­sında söyledikleri rivayet edilmiştir. Bu müşriklerden muradın Arap müşrikleri olduğu ve yine âhirete inanmayan her müşrik olduğu da söylenmiştir. Çünkü biz bunların dünyaya düşkünlüklerinin çok olması gerektiğini açıklamıştık. Yok­sa âyette bin senenin zikredilmesinden murad İranlıların "Bin yıl yaşa" sözü değildir, aksine bu ifâdenin maksadı çokluğu ifâde etmektir. Bu uslûb da Arap-cada yaygındır.

Hak Teâlâ'nın: "Onlardan herbiri bin yıl yaşamayı arzular" İfâdesinden maksad, Allah Teâlâ'nın onların dünyada de­vamlı kalmayı arzuladıkları ve buna aşırı düşkün oldukları için onların ölümü temenni etmekten pek uzak olduklarını beyân etmesidir. Durumu böyle olan kimsenin ölümü temenni etmesi nasıl umulur? [231]

 

"Çok Yaşaması Onu Azabtan Uzaklaştırıcı Değildir " Ayeti

 

 Âyeti Hak Teâlâ'nın: Halbuki onun çok yaşatılması onu azabtan uzaklaştırıcı değildir" âyeti ile ilgili iki mesele vardır: [232]

 

Birinci Mes'ele

 

Âyetteki zamirinin neyi gösterdiği konusurv dadır. Bu hususta üç görüş vardır:

a) Bunun yukarda bahsedilmiş olan, (On­lardan herbiri) kelimesini göstermesidir. Yani, "Onlardan hiçbirini,blnyil yaşaması cehennemden uzaklaştirmaz" demektir.

b) Bu zamir kelimesinin delâlet ettiği (yaşatılmak) masdarına râcîdır, ifâdesi ondan bedeldir.

c)  Bu zamir, mübhem (kapalı) bir zamirdir, ifâdesi onu açık­lamaktadır. [233]

 

İkinci Mes'ele

 

 uzaklaştırmak ve bir kenara çekilmek mana- sınadır. Kâdî şöyle demiştir: Bundan murad. uzun yaşamanın azabı gidermede en ufak bir tesirinin ol­mamasıdır. Şayet Cenâb-ı Hak: "O, uzaklaştırıcı ve kurtarıcı olmadı" demiş olsaydı, bu ifâde, âyetteki ifâdenin delâlet ettiği dere­cede tesirin azlığını gösteremezdi.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah onların, yaptıklarım gö­rür" ifâdesine gelince, bil ki "görme" ile bazan ilim (bilme) manası kastedilir. Mesela: "Falancanın bu işle ilgili bir görüşü, ya­ni bilgisi vardır "denilir. Bazen de bu kelimeyle, onunfgörülecek şeyler olsay­dı şüphesiz o onları görürdü " manasında bir sıfat sahibi olduğu murad edilir. Cenâb-ı Hak için bu iki mâna da doğrudur. Ancak bazıları şöyle demişlerdir: "İşlerde, basar (görme) fiilini bilme manasında anlamanın doğru olmayacağı hususlar da vardır." Allah en iyisini bilir. [234]

 

Yahudilerin Hz.Cebrail'e Düşmanlıkları                  Başa Dön

 

"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa (kahrından geberstn). Çünkü kendinden evvelki (kitapları) tasdik edici ve mü'mtnler için hidayet vesilesi ve müjde olan (Kur'an)'ı Allah'ın izni ile senin kalbine o indirmiştir. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, ve Mikâil' e düşman olursa şüphesiz Allah da o kâfirlerin düşmanıdır" (Bakara. 98-99).

Bu âyette anlatılan şeyler de, yahûdilerin çirkin ve nahoş fiil ve sözlerin­den biridir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: [235]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'tn: "De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..." ifâdesinin, mutlaka yahûdüerden sâdır

olan bir sebebinin bulunması gerekir ki Allah, resu­lüne böyle hitab etmesini emretmiştir. Çünkü bu bir hüccet getirme gibidir. Yahudiler tarafından bu hususta herhangi bir şey bulunmasaydı, Hak Teâlâ'-nın peygamberine böyle söylemeyi emretmesi caiz olmazdı. Müfessirler âye­tin sebeb-i nüzulü olarak bazı rivayetler zikretmişlerdir:

a) Hz.Peygamber (s.a.s) Medine'ye hicret edince kendisine Abdullah b. Suriyâ (isimli yahûdi âlimi) gelip şöyle demiştir: "Ey Muhammed, uykun nasıl­dır? Çünkü bize âhirzaman peygamberinin uyukusunun nasıl olacağı haber verilmişîir." Bunun üzerine Hz.Peygamber {s.a.s): "Benim gözlerim uyur ama uyumaz" buyurmuştur. Abdullah: "Ey Muhammed, doğrusun. O halde bana çocuğun durumundan haber ver, o erkekten mi, kadından mı olur?" diye sordu. Hz.Peygamber (s.a.s): "Kemikler sinirler ve damarlar erkekten; et, kan, tırnak ve saçlar kadındandır" cevâbını verdi. Bunun üzerine yshû-Dgrusun. Öyle ise söyle bakayım, neden erkek çocuk dayılarına deği' de. veya amcalarına değil de dayılarına benzer?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s): "Ana babadan hangisinin menisi diğerine gâlib gelirse benzerlik o tarafa olur " cevabını verdi. Yahudi: "Doğrusun" dedi ve devamla: "Bana söyle, İsrail (Yakub) (a.s) hangi yiyeceği kendisine haram kılmıştı? Tevrat'ta ümm peygamberin bunu haber verebileceği belirtilmiştir" diye sordu. Bunun üzevme Hz.Peygamber (s.a.s.)-. "Musa'ya Tevrat' indiren allah adına söyle­rim, bilir misiniz, İsrail şiddetli bir hastalığa tutulmuş ve bu hastalığı uzun sür­müştü. O zaman, eğer Allah kendisini bu hastalıktan kurtarırsa, en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendisine haram sayacağını Allah'a nezretti. En sevdiği yiyecek de deve eti ve sütü idi" cevabını verdi. Oradaki yahûdiler bunun üze­rine: "Evet" dediler. Abdullah b. Suriyâ: "Geriye tek şey kaldı, onu da söyler­sen sana imân ettim gitti. Hangi melek sana Allah'dan vahiy getiriyor?" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s): "Cebrail" deyince, o "Bu melek bizim düşmanımtzdır. Çünkü o savaş ve şiddet ile ilgili şeyler indirir. Bize elçi olan melek Mîkâil ise müjde, ucuzluk ve bolluk getirir. Eğer sana gelen melek de o olsaydı biz sana imân ederdik" dedi.

Bunun üzerine Hz.Ömer, "Bu düşmanlık ne zaman başladı?" deyince, İbn Suriyâ: "Bu düşmanlığın başlangıcı şöyledir: Allah Teâlâ, peygamberimi­ze, Buhtunnâsır adında bir kralın zamanında Beyt-i Makdis'in yıkılacağını vah-yetmiş ve o adamın vasıflarını bize bildirmişti. Biz onu araştırdık ve (bir çocuk olarak onu) bulduk. Onu öldürmek İçin adamlar gönderdik. Bunun üzerine Ceb­rail (a.s): "Eğer Allah sizi bunu öldürmeye musallat kılmış ise, Beyt-i Makdis'i harab edeceğini haber verdiği adam bu olmamış olur. Ki o zaman bunu öldür­mede bir fayda yoktur" dedi. Sonra o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, kral oldu, bize karşı savaştı, Beyt-i Makdis'i yıktı ve birçoğumuzu öldürdü. İşte bundan ötürü Biz, Cebrail'i düşmanımız sayarız. Mikâil'e gelince o da Cebrail'in düşmanıdır" dedi. Bunun üzerine Hz.Ömer: "Ben şehâdet ederim ki kim Ceb­rail'e düşman ise, Mikâil'e de düşmandır. O ikisi de kendilerine düşman olan­lara düşmandırlar" dedi. Abdullah b. Suriyâ Hz.Ömer (r.a)'in bu sözünü hoş karşılamadı. Böylece Cenâb-ı Allah bu iki âyeti indirdi.

b) Rivayet edildiğine göre Hz.Ömer (r.a)'in Medine'nin yukarı tarafında bir tarlası vardı ve yolu yahûdilerin dershanelerinin önünden geçerdi. Hz.Ömer ara sıra onların yanına oturur ve onları dinlerdi. Bir gün onlar: "Ya Ömer! seni sevdik. Senin hakkında çok ümitliyiz" dediler. Hz.Ömer de: "Allah'a yemin ederim ki, sizi sevdiğim için yanınıza gelmiyorum ve dinim hakkında şüphe­lendiğim için size soruyor değilim. Ben sizin yanınıza Hz.Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği hususunda basiretim artsın ve O'nun alâmetlerini sizin kitabı­nızda göreyim diye geliyorum" dedi ve sonra onlara Cebrîl (a.s)'i sordu. On­lar: "O. bizim düşmanımızda. Hz.Muhammed'i bizim sırlarımızdan haberdar ediyor. O, her türlü azab ve zelzelenin sahibidir. Mikâil (a.s) ise bolluk ve ba­rış getirir" dediler. Bunun üzerine Hz.Ömer onlara: "Bu iki meleğin Allah ka­tında dereceleri nedir?" diye sorunca onlar: "Bu ikisi Allah'a en yakın makamdadırlar. Cebrail Allah'ın sağında, Mikâil ise solundadır. Mikâil Cebra­il'in düşmanıdır" dediler. Hz.Ömer de: "Şayet sizin dediğiniz gibi ise o ikisi birbirine düşman olmaz ve siz eşekten daha ahmaksınız. Onlardan birine düş­man olan diğerine de düşman olmuş olur. Onların ikisine düşman olan da Al­lah'a düşmanlık beslemiş olur" dedi, sonra Hz.Peygamber (s.a.s)'in yanma döndü ve Cebrail (a.s)'in kendisinden önce vahiy getirdiğini gördü. Bunun üze­rine Hz.Peygamber (s.a.s); "Allah'a yemin olsun ki, ya Ömer, Rabbin sana muvafakat etti" dedi. Hz.Ömer de: "Yemin olsun ki bundan sonra sen beni din hususunda taştan daha kuvvetli göreceksin" dedi.

c) Mukatil şöyle demiştir: "Yahudiler, Cebrail bizim düşmanımızdır. Ona peygamberliği bize getirmesi emredildiği halde, o onu başkasına götürmüştür" İddiasında bulunmuşlar, bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirmiştir.

Bil ki yahûdilerin Cebrail (a.s)'e düşman olmalarının en akla yakın sebe­bi, onun Kur'an'ı Hz.Muhammed (s.a.s)'e indirmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın: "Kim Cibril'e düşman olursa (kahrından gebersin). Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın İzniyle senin kalbine indirmiştir" buyruğu,bu indirişin düşmanlığa sebeb olmasının uygun olmadı­ğını ortaya koyar. Çünkü Cebrail bunu ancak Allah'ın emri ile yapmıştır. Bina­enaleyh bunun düşmanlığa sebeb olması uygun düşmez. Bunun birkaç yönden izahı yapılabilir:

a) Cebrail (a.s)'in Kur'an'dan indirdiği, itaat edenleri sevapla müjdelemek, syan edenleri azabla korkutmak ve savaşla, muharebeyle (cihadla) ilgili emir­dir. Bu, Cebrail'in irâdesi ile değil de kendisinden kurtuluş olmadığını ve mu­halefet edilemeyeceğini itiraf ettikleri emr-i İlâhi ile olunca, durumu böyle olana /ani Cibril'e) düşmanlık etmek Allah'a düşmanlık etmeyi gerektirir. Allah'a

düşmanlık ise küfürdür. Bu sebeble, bu, durumu böyle olan kimseye, (yani "öril'e) düşmanlık etmenin küfür olduğu neticesine götürür.

b) Allah Teâlâ, şayet Mikâil (a.s)'e bu gibi kitapları indirmeyi emretmiş olsaydı, bu durumda ya-, "(Bilfiil indirmemiş olduğu için) o isyan etmiş ve Allah'ın emrini kabul etmemiştir" denilirdi ki bu günahsız melekler hakkında uygun aeğildir, veya "Mikâil (a.s) Allah'ın emrini tutup, o vahyi emr-i İlâhi'ye uygun «torak indirmiştir" denilirdi ki bu durumda onların Cebrail (a.s) hakkında soyledikleri şeyin aynısı, Mikâil (a.s)'e de yönelmiş olurdu. O zaman sadece Ceö-râil (a.s)'e düşman olmalarının izahı nedir?

c) Kur'an'ın Hz.Muhammed (s.a.s)'a indirilmesi, yahûdilere zor geldiği gıb Tevrat'ın Hz.Musâ (a.s)'ya indirilmesi de diğer kavimlere zor gelir. Buna göre Kur'an'ın indirilmesinden dolayı bazı insanların nefreti, Kur'an'ın Hz.Muham­med (s.a.s)'e indirilmesinin çirkin olmasını gerektirirse, o zaman öncekilen-nefreti de Tevrat'ın Hz.Musâ'ya indirilişinin çirkin olmasını gerektirir. Bütün bunların bâtıl ve geçersiz olduğu herkesçe malumdur. Böylece bu izahlarla onların iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmış olur. [236]

 

İkinci Mesele                  Başa Dön

 

Bazı kimseler, yahûdilerden bir grubun, "Cebrâil in kendilerinin düşmanı olduğunu söylemiş olmala­rını uzak bir ihtimal olarak görmüşler ve şöyle demişlerdir: "Biz, zamanımızdaki yahûdilerin bunu kabul etmeme hususun­da mutabakata varıp, atalarından kimsenin böyle birşey söylemediğinde ısrar ettiklerini görüyoruz." Bil ki bu görüş bâtıldır. Çünkü Allah'ın nakii en doğru ve onların da cahilliği çok fazla olup Hz.Musâ (a.s)'ya: "Onların ilâhları oldu­ğu gibi, bizim İçin de ilâhlar yap" (A'raf, 138) diyen kimseler oldukları için bu gö­rüş bâtıldır. [237]

 

Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih

 

İbn Kesir, cim harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi, şeklinde okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ harflerinin fethası ile ve hemzeli olarak, şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise, cim ve râ'nın kesresi ile ve hemzesiz olarak, "Kandil" vezninde, şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü söyle­dik, diğer dördü şu şekildedir: vezninde olmak üzere, vezninde olmak üzere vezninde olmak üzere (ya'lı olarak); ve nun'lu olarak şeklinde...Bu, marife ve A'cemî (Arapça asıllı olmayan)bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır. [238]

 

Cibril Kelimesinin Mânası

 

Bazı âlimler Cebrail'in, (Allah'ın kulu) rnânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre (İbranice'de) "Cebr", kul; "iyi" ise Allah manası­nadır. Mîkâil de aynı şekilde Allah'ın kulu demektir.

Bu İbn Abbas (r.a) ve ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise, bu görüşün iki bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:

a) "îye'Mâfzının, Allah'ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.

b) Eğer böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrür olurdu.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Çünkü O, onu senin kalbine in-dirdi" âyeti ile ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru: "Allah'ın; ve ifâdesinde "zamirinin neyi ifâde ettiği hususudur? Cevab: Bu hususta iki görüş vardır:

a) Birinci "hâ" Cebrail'e, ikincisi ise, her nekadar bizzat zikredilmemiş olsa bile malûm olduğu için, Kur'an'a râcîdir. Bu aynen, "Allah onun üstünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Fatr, 45) âyetindeki "hâ" zami­rinin "yeryüzünü"ifâde etmesi gibidir. Bu, İbn Abbas (r.a) ve çoğu ilim ehli­nin görüşüdür. Buna göre mâna şudur: "Eğer yahûdilerin düşmanlığı, Cebrail (a.s.)'in Kur'an'ı indirmesinden dolayı ise (bilsinler ki), o onu Allah'ın izniyle indirmiştir." Keşşaf sahibi, "Mercii geçmemiş zamiri getirmede, zamirin ifâ­de ettiği varlığın durumunu yüceltme vardır. Çünkü o, son derece malûm ve meşhur olduğu için, zamirle İfâde edilebiliyor ve bir sıfatını zikretmek, ismini zikretmeye ihtiyaç hissettirmiyor kabul edilmiştir" demiştir.

b) Âyetin mânası şöyledir: "Şüphesiz Allah, Cebrail (a.s)'i indirmiştir, yoksa o kendi kendine inmiş değildir."

İkinci Soru: Kur'an Hz.Muhammed (s.a.s)'e inmişti. Öyle ise: "O, onu senin kalbine indirdi" denilmesinin sebebi nedir?

Cevap: Biz bu meseleyi Şur'arâ sûresinde, "Onu Ruhu'I-Emin (Cebrail) senin kalbine indirdi" (Şuarâ. 193-194)âyetinin tef­sirinde anlattık. Ümmet-i Muhammed'in çoğu Kur'an'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbine değil, kendisine indirildiğine inanır. Şu kadar var ki burada bilhassa kalbin zikredilmesi ona indirilen âyetlerin kalbinde ezberlenmek su--etiyle yer etmesi ve böylece Hz. Peygamber (s.a.s)'in onları ümmete iletmesi yüzündendir. "O, onu kalbine indirdi" denilmesi caiz olmuştur. Her nekadar gerçekte Kur'an Hz. Muhammed (s.a.s)'in kalbine değil kendisine indirilmiş olsa da..

Üçüncü Soru: Sözün aslında "Kalbime" şeklinde söylenilme­si gerekirdi?

Cevap: Bu, Allah'ın sözünü, söylendiği gibi nakletmek üzere gelmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: "Söylediğin şu sözümü söyle; kim Cebrail'e düşman olursa, (kahrından ölsün). Çünkü o, o (Kur'an'ı) senin kalbine indirdi."

Dördüncü Soru: "Çünkü O, onu indirdi" cümlesi, kenem­den önceki şart cümlesine nasıl cevap olabilmiştir?

Cevap: Buna iki türlü cevap verilir:

1) Cenâb-ı Allah, bu düşmanlığın fâsid olduğunu, çünkü Cebrail (a.s)'e kendisi içinde hidayet ve müjde olan kitabı indirmesini emrettiği için, onun bunu indirdiğini açıklamıştır. Binâenaleyh Cebrail (a.s)'in memur olması sebebiyle ma'zûr sayılması; hidayet ve müjde (dolu bir kitap) getirdiği için de teşekküre lâyık sayılması gerekirdi. Bu durumda ona düşmanlık beslemek nasıl uygun düşer?

2) Cenâb-ı Allah bu âyette şunu açıklamaktadır: Yahudiler eğer Cebrail'e düşmanlık besliyor idi iseler, bu onlara uygundur. Çünkü O, sana, peygam­berliğine burhan ve doğruluğuna delil olan Kitab'ı indirmiştir. Halbuki onlar bundan hoşnut olmuyorlar. Öyle ise, hoşlanmadıkları bir şeyi onlara karşı te'-kid eden, kuvvetlendiren kimseye onlar nasıl buğzetmezler?

Cenâb-ı Allah'ın: 'Allah'ın izniyle" buyruğu en açık tefsire gö­re "Allah'ın emri ile" manasınadır. Bu ifâdenin, "Allah'ın bilgisi ile..." şeklin­de tefsir edilmesinden daha uygundur. Bu, birkaç yönden böyledir:

1) "İzin", "emir" mânasında hakikat olarak, "ilim" mânasında mecaz ola­rak kullanılır. Kelimeleri mümkün olduğu sürece hakikî manasında kullanmak vâcibtir.

2) Kur'an'ı indirmek, yapılması gereken (vacib olan) şeylerdendir. Vacib oluş ise ilimden değil, emirden dolayı olur.

3) Bu indirme, lazım olan bir işten ötürü olduğu zaman daha kuvvetli bir hüccettik ifâde eder. [239]

 

Kur'an'ın, Daha Önceki Kitapları "Tasdik Etmesi" Ne Demektir?                  Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: "Kendinden öncekileri tasdik edi­ci olduğu halde" âyeti çoğu müfessirlerin ittifak ettiği şu mânaya hamiedilmiştir. Bundan maksad Kur'an'dan önce geçmiş olan peygamberlere gönde­rilmiş kitaplardır. Bunu şu kitaba değil de öbür kitaba tahsis etmenin bir mânası yoktur. Müfessirlerden bunu Tevrat'a tahsis ederek, bunun, Kur'an'ın Hz.Mu-hammed (s.a.s)'in peygamberliğini gösterme hususunda Tevrat'a uygun ol­duğuna işaret ettiğini iddia edenler de vardır. Buna göre şayet, Kur'an'ın hükümleri diğer semavi kitapların hükümlerinden farklı değil midir? Bu sebeble niçin Kur'an'm, "Tevrat tevhide ve Hz.Muhammed (s.a.s)'İn nübüvvetine delâlet etmede Kur'an'la uyuştuğu için onu tasdik edici olması, onu tasdik edici olmamasından daha uygun düşmüştür?" denilirse biz deriz ki: Nesh'in "ibâ­det müddetinin sona erdiğinin bir beyanı olmasına" binaen, diğer kitapların ihtiva ettiği hükümler, o zamanlarla sınırlanmış ve o vakitte sona ermiştir. Bu durumda Kur'an ile diğer kitaplar arasında şer'i hükümler bakımından herhangi bir ihtilâf yok demektir. [240]

 

Kur'anın Hidayet Olması

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Hidayet vesilesi olarak" ifadesinden maksad, Kur'an'ın iki özelliği ihtiva ettiğini açıklamaktır:

a) Kalbin ve azaların amellerine dâir mükellefiyetleri beyan etmiş olması­dır. Kur'an bu bakımdan bir hidayet (doğruyu gösteren bir kitab) olur.

b) Bu mükellefiyetleri yerine getiren kimselerin nasıl mükâfaatlandırılacak-larını beyan etmiş olmasıdır. Kur'an bu bakımdan da bir müjde (Büşrâ) dir. Birinci özellik (hidayet edici olma), ikinciden önce meydana geldiği için, şüp­hesiz Hak Teâlâ "Hüdâ" lafzını "Büşra" lafzından önce getirmiştir.

Şayet, "Kur'an herkes için bu özelliği taşıdığı halde, niçin sadece mü'-minler için hidayet ve müjde olarak bildirilmiştir?" denilirse buna iki bakım­dan cevab verilir:

1) Allah Teâlâ bunu sadece mü'minlere has kılmıştır, çünkü Allah'ın kita-Dı vasıtasıyla hidayete erenler, sadece mü'minler olmuşlardır. Bu Cenâb-ı Allah'ın: "(O) müttaktier için hidayet (rehberidir)'    (Bakara, 2) ayeti gibidir.

2) Kur'an ancak mü'minler için bir müjdedir. Çünkü müjde, büyük bir iyiğin meydana geldiğini gösteren haberden ibarettir. Bu ise ancak mü'minler hakkında meydana gelir. Bundan dolayı bu vasfı Cenâb-ı Allah sadece mü'ninlere tahsis etmiştir.

İkinci ayet olan, "Kim Allah'a ve melekle--ne düşman olursa..." ayetine gelince, bil ki Allah Teâlâ, ilk ayette Kur'an'ı Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirdiği için Cebrail (a.s)'e düşman olan kimsenin Allah'a da düşman olacağını açıklayınca, bu ayette de Allah'a düşman olanın Cebrail'in düşmanı olacağını açıklamış ve peşisıra da düşmanlıklarına karşı Allah'ın onlara büyük zarar vereceğini, bu zararın da Allah'ın onlara düş--an olması olduğunu açıklamıştır. Çünkü onların düşmanlıkları ne bir tesir ve tayda temin eder, ne de bir zarar verir. Halbuki Allah'ın düşmanlığı daha büyüğü olmayan elem verici ebedî bir azaba götürür. Bu meselede birkaç sual vardır:

Birinci Sual: Düşmanlığın hakkı düşmana zarar vermek olduğu hdde. o yahûdilerin Allah'ın düşmanları olmaları nasıl düşünülür, halbuki bu Allah için muhaldir?

Cevab: Hakiki manası ile düşmanlık ancak insanlar hakkında doğru olur. Çünkü başkasına düşman olan, ona zarar vermek isteyen kimsedir. Allah'a zarar vermek ise imkânsızdır. Aksine bundan maksad şu iki görüşten birisidir:

1)Ya onların Allah'ın dostlarına düşman olmalarıdır. Bu sanki Allah'a düşman olmaktır. Aynen Cenâb-ı Allah'ın "Allah ve peygamberi ile savaşanların cezası ancak..." {Maide, 33); ve:

"Allah'a ve peygamberine eziyet verenler..." (Ahzab, 57) ayetlerindeki gibi.. Çünkü her iki ayetle de kastedilen, Allah'la har-betmek ve O'na eziyet etmek imkânsız olduğu için, Allah değil, Allah'ın dost­larıdır. Veya bununla, onların Allah'a itaati ve ibâdeti ifâ etmeyi hoş görmemeleri ve buna sarılmaktan uzak oldukları kastedilmiştir. Düşman olan nerdeyse, düş­manına muvafık ve mutabık olmayınca, onların bu husustaki tutumları düş­manlığa benzetilmiştir.

Onların Cebrail'e ve peygamberlere düşman olmaları hususuna gelince, bu doğrudur. Çünkü onlara zarar verebilmek mümkündür. Fakat onların düş­manlıkları, onlar hakkında müessir olan fiilleri meydana getirmekten âciz ol­dukları için, onlara etkili olamaz. Halbuki, peygamberlerin ve Cebrail'in yahudiler hakkındaki düşmanlıkları müessirdir; çünkü bu düşmanlık dünyada zillet ve meskeneti, ankette de devamlı olan azabı gerektirir.

İkinci Soru: Meleklere Dahil Oldukları Halde Cebrail ile MÎkail Neden Ay­rıca Zikredildi?

Allahu Teâlâ melekleri zikredince, Cebrail ve Mikaîl de melekler sözünün kapsamına girmişken, Cebrail ve MÎkail'i niçin tekrar zikretmiştir?

Bu soruya iki bakımdan cevap veririz:-

a) Faziletlerinden ötürü Cenâb-ı Hak, onları ayrıca zikretmiştir. Bunların fa­ziletleri çok mükemmel olduğu için sanki bunlar, melek cinsinden başka bir cins gibi mütalâa edilmişlerdir.

b) Hz. Peygamber'le yahudiler arasında cereyan eden şey, bu ikisinin zik-redilmesidir. Ayet de, ancak bu ikisi sebebiyle nazil olmuştur. Bundan de dolayı, bu ikisinin ismini şüphesiz açıkça zikretmiştir. Bil ki bu, o ikisinin diğer melek­lerin hepsinden daha şerefli olmasını gerektirmiştir. Aksi halde böyle bir izah doğru olmaz. [241]

 

Cibril'in Üstünlüğü

 

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, Cebrail'in bazı sebepler­den ötürü Mikâil'den daha üstün olması gerekir.

1) AllahuTeâlâ, önce Cebrail'i zikretmiştir. Daha üstün dururken, kendi­sine üstün kılınılan şeyin önce zikredilmesi, örf bakımından çirkin bir şeydir. Bu sebeple, bunun Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir"[242] hadisinden dolayı, şer'an da çirkin kabul edilmesi gerekir.

2) Cebrail (a.s) Kur'an't, vahyi ve ilmi indirmiştir ki, bu ruhların bekâsının kaynağıdır. Halbuki Mîkail, bolluğu getirir ve yağmurları indirir ki, bunlar da bedenlerin bekâsının kaynağıdır. İlim, maddî gıdalardan daha şerefli olunca, Cebrail'in de Mikâil'den daha şerefli olması gerekir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, Cebrail'in niteliği hakkında, "Orada kendisine itaat olunandır, emindir" buyurmuş, onu mutlak olarak "itaat olunan" di­ye yâd etmiştir. Bu ayetin zahiri, Cebrail'in, Mîkail'e nisbetle itaat olunan bir zât olmasını gerektirir. Bu sebeple de, Cebrail'in Mikâil'den daha faziletli ol­ması gerekir. [243]

 

Mikail Hakkında Kıraatler                  Başa Dön

 

Ebû Amr ile Asım'dan rivayet eden Hafs, kelime  kalıbında olmak üzere, şeklinde okumuşiur. Nâfi ise, hemzeden sonra "yâ harfi ol­maksızın, vezninde ihtilas[244] ile okumuş­tur. Diğerleri ise, vezninde olmak üzere, şeklinde oku­muşlardır. Bu kelimenin vezninde olmak üzere, şeklin­de ve, vezninde olmak üzere de, şeklinde iki başka oku­nuş şekli daha vardır.

İbn Cinnî şöyle demiştir: Arablar, Arabça olmayan bir kelimeyi söyledik­leri zaman, o kelimeyi değiştirerek söylerler. [245]

 

Üçüncü Mesele

 

ifâdesindeki vâv harfinin atıf vâvı olduğu söylenmiştir. Bunun (ya da) mânası­na olduğu da söylenmiştir. Buna göre ayetin mana­sı şöyle olur: Bunlardan herhangi birine düşman olan, bilsin ki Atlah bütün kâfirlerin düşmanıdır. [246]

 

Dördüncü Mesele

 

"Kafirlere düşmandır" ifadesiyle, Cenâb-ı Allah, "onların düşmanıdır" mânasını kastet­ti. Ancak, Cenâb-ı Allah'ın onlara ancak küfürleri se­bebiyle düşman olduğunu ve meleklere düşman olmanın küfür olduğunu gös­tersin diye, zamirle değil de açık bir isimle Allah bunu beyan etmiştir. [247]

 

"Andolsun ki biz sana, apaçık ayetler indirdik. Bunları ancak, (asık olanlar inkâr eder" (Bakara, 99).

Bil ki bu, onların çirkin fiillerinden ve rezilliklerinden bir başka çeşittir. İbn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden önce, O'nun yüzü suyu hürmetine, Evs ve Hazreç kabileleri­ne galip gelmeyi arzuluyorlardı. Son peygamber Arabların içinden gönderilince, onlar bunu reddetmeye ve daha önce bu hususta söylemiş oldukları sözü inkâra kalkıştılar. Böylece de, Muflz İbn Cebel onlara, "Ey yahudi topluluğu, Allah'dan korkun ve müslüman olunuz; çünkü biz şirk ehli iken, sizler Hz. Mu­hammed adına, O'nun yüzü suyu hürmetine bize galip gelmeyi talep ediyor, bize O'nun peygamber olarak gönderileceğini haber veriyor ve O'nun nitelik­lerini bize anlatıyordunuz" dedi. Bunun üzerine yahudilerin bazıları, "O bize, mucize olarak hiçbir şey getirmemiştir. Ve O, bizim size bahsettiğimiz kimse' de değildir" deyince, Allah bu ayeti indirmiştir. Burada birkaç mesele vardır: [248]

 

Ayetteki “Beyyinât”tan Maksad Hangi Delillerdir?   

 

Açık olan şudur ki, buradaki (âyâtin beyyinât) ifâdesinden maksat, velev ki birbirlerine yardımcı da olsalar, insanların ve cinlerin bir benzerini geti rem iyece ki eri Kur'an ayetleridir. Bazıları da, diğer delillerle beraber, meselâ onların mübâheleden, ölümü temenni etmekten kaçınmaları; Hz. Peygamber (s.a.s)'in az taamla çok kimseleri doyurması, parmakları arasından su fışkırması ve ayın yarılması gibi.. Kur'an'ın da kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Kâdî, şöy­le demiştir: Evlâ olan, bunu Kur'an'a tahsis etmektir. Çünkü ayetler, tenzîf ile beraber bulundukları zaman, daha ziyade Kur'an'a tahsis edilirler. Allah en iyisini bilendir. [249]

 

Kur'an İçin “Âyât” Denilmesi

 

Kur'an'ın "Âyetler" olarak isimlendirilmesinin bir  çok sebebi vardır:

a) Ayet, delâlet eden şey demektir. Kur'an'ın kısım­ları, fesahati ile peygamberliğini iddia eden zâtın doğruluğuna delâlet ettiği için, ayet olmuş olurlar.

b) Kur'an'ın ayetlerinden bazıları gayblardan verilen habere delâlet eder­ler. O halde bu âyetler, o gayblara delâlet ederler...

c) Ayetler, tevhide, nübüvvet ve şeriatın delillerine delâlet ederler.. Buna göre âyetler, bu cihetten de delil, ayet olmuş olurlar.

Binaenaleyh, şayet "Delil ancak açık olur, bu sebeple, ayetlerin tekrar 'açık olmuş olmakla*vasıflandırmalarının anlamı nedir? Hiçkimsenin, bundan maksadın, ayetlerin bir kısmının diğerlerinden daha açık olduğunu söyleme hakkı yoktur. Çünkü bu ancak, ilimlerin bir kısmı diğerinden daha kuvvetli olursa doğru olabilir; bu ise imkânsızdır.. Bu böyledir, çünkü bir şeyi bilen kim­senin inanmış olduğu şeyin zıddını caiz görmesi ya mümkündür veya müm­kün değildir. Eğer bu caiz görmek mümkün olursa, bu itikâd ilim olmaz. Eğer, bu mümkün olmazsa, o diğer şeyin ondan daha güçlü olması imkânsız olur" denilirse, biz deriz ki:" İlmin bizzat kendisinde farklılık olmaz; tam aksine onu elde etmenin yolları farklı olur. Çünkü ilimler, elde edilme yollan ile ona götü­ren delillerin birçok mukaddimelerden meydana gelmesi; böylece kendisine ulaşılması çok güç olan ve mukaddimeleri daha az olan, böylece de kendisi­ne ulaşılması daha kolay olan diye iki kısma ayrılır. İşte, bu apaçık âyetlerdir." [250]

 

Üçüncü Mesele                  Başa Dön

 

"İnzal" bir şeyi en yukardan en aşağıya doğru hareket ettirmekten ibarettir. Bu ise, ancak cisim olan şeyler hakkında gerçekleşebilir. Bu açıklamaya gö­re "inzal" imkânsızdır. Ancak Cebrail (a.s), en yüksekten en aşağıya inip, Hz. Peygamber (s.a.s)'e Allah'ın emirlerini bildirdiği için, bujnzâl diye isimlendirilir. [251]

 

Fâsıkların İnkârı

 

Allah'u Teâlâ'nın ayetine gelince, bunda bir­çok mesele vardır:

Ayetleri inkâr iki bakımdan olur: [252]

 

Birinci Mesele     

 

a) Doğru olduğunu bile bile onları inkâr etmek.

b) Bunu bilmeden ontarı inkâr etmek, onlar üzerin­de düşünmemek ve onların delâlet ettiği şeylerden yüz çevirmek. Ayetin zahi­rinde bu iki çeşitten birine tahsis bulunmamaktadır, binâenaleyh her iki çeşit de ayetin şümulüne girmektedir. [253]

 

“Fısk”ın Manası:

 

"Fısk" lügatte, insanın kendisine çizilen sınırdan dışarı çıkması manasındadır. Cenâb-ı Allah: o cinlerden idi bü yüzden Rabbinin emrinden dışa­rı çıktı" (Kehf, 50) buyurmuştur. Araplar, nemli toprağa düşen tohum filiz verdi­ği zaman, derler.

"Fucûr" kelimesinin manası da buna yakındır. Çünkü "fucûr" da, suyu aktığı zaman ifsâd edeceği yere gitmekten alıkoyan "şeddin fucüru" (yarıl­ması) ifâdesinden alınmıştır. Buna göre, insanın kendisi için çizilen sınırı ge­çip fesada girmesi, suyun şeddini yarıp zarar vereceği bir yere akmasına benzetilmiştir.

Eğer "Küçük günah sahibi de Allah'ın emrini çiğnemiş olmakta değil mi­dir; ama ona îâsık ve fâcir denilmemektedir?" denilirse, deriz ki: Bu iki vasıf, yukarıda zikrettiğimiz bakımdan ancak her önemli ve büyük olan işe (günaha) isim olarak verilirler. Çünkü nehirin kenarından küçük bir gedik açan kimse için "o, bu nehri yardı" denilmez. Fısk da böyledir, haddi aşma büyük olduğu zaman ancak o fiile fısk denilir.

Bu sabit olunca diyoruz ki: Cenâb-ı Allah'ın, "ancak fasıklar.." ifâdesinde iki vecih vardır:

1) Her Kâfir fâsıktır, ama her fâsık kâfir değildir. Bundan dolayı burada "fâsık" vasfının zikredilmesi, sanki hem kâfir,hem kâfir olmayanlar için geti­rilmiştir, böylece bu daha uygun olmuştur.

2) Muradın, "Bunları ancak küfründe bütün sınırları aşan kâfirler inkâr eder" manasında olmasıdır. Buna gör^ mana şöyle olur: Bu ayetler aşikâr ve apaçık olduğu için, onları ancak küfürde en son noktaya ulaşmış olan ve hem aklen hem de şer'an güzel olan hertürlü sınırı çiğneyen kâfir inkâr eder. [254]

 

"Onlar ne zaman bir ahfd (söz) verseler, içlerinden bir grub o sözü bozup atrvermedi mi? Hayır onların çoğu imân etmezler" (Bakara, 100).

Bil ki bu, yahudilerin çirkin fiillerinden bir diğer çeşittir. Bu ayetle ilgili olarak birçok mesele vardır: [255]

 

“Eve kullemâ”daki Vâv Harfinin İ’rabı

 

Allah'ın, sözündeki vâv harfi başına İstifham (soru) hemzesi gelmiş olan atıf vâvıdır. Bu vâv harfinin zâid olduğu da söylenmiştir ki dakı bu doğru değildir. Çünkü onun ayet içinde ifâde ettiği bir mana olunca zâid olduğuna hükmetmek ca­iz olmaz. [256]

 

İkinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Bu vâv, başında bu- lunduğu cümleyi mahzuf bir cümleye atfetmek için­dir. Buna göre mana şöyledir: "Ayetleri ve apaçık delilleri inkâr edip, her nezaman bir ahid verdiklerinde... mı yaptılar?" Ebu's Semmâk bir önce­ki ayetteki, kelimesini manasında alarak, vâv harfini sakin olarak, şeklinde okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmiş­tir: "Bunları ancak fâsıklık yapmış olanlar veya birçok defa Allah'a verdikleri sözü bozanlar inkâr eder." Ayrıca, kelimesi, şeklinde de okunmuştur. [257]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayetteki istifhamdan (sorudan) maksad, onlarm yapmaya cüret ettikleri şeyi yadırgayıp bunun ne kadar büyük bir kusur olduğunu göstermektir. Çünkü böyle

birşey bu lâfızlarla söylenildiği zaman, bu ifâde o şeyin çirkinliğini ortaya koy­ma ve azarlama hususunda daha beliğ ve etkili olur.

Cenâb-ı Hak, sözü ile, ardarda gelen ve nakzedip ter-ketttkleri birçok ahde (sözlerine) işaret etmiş, dahası bu sözde durmamanın onlarda bir âdet haline geldiğini bildirmiştir. Cenâb-ı Allah sanki, Hz. Peygam­ber (s.a.s)'i, kendisine nazil olan ayetleri yahudiler inkâr ettikleri zaman, böy­le birşeyin onlardan ilk kez vâki olmadığını, aksine bunun onların huyu, onların ve -daha önceki ayetlerde zikredildiği gibi- Allah'a verdikleri ahidlerini defa­larca bozmuş olan atalarının bir âdeti olduğunu beyan etmek suretiyle teselli etmek istemiştir. Çünkü itirazına alışılmış birinin muhalefet etmesi, böyle bir âdeti olmayan birinin itiraz etmesi kadar insana ağır gelmez. [258]

 

İsraitoğullarından Alınan Ahid                  Başa Dön

 

"Ahid" ile ilgili birkaç izah vardır:

a) Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüv- vetîni ve şeriatının doğruluğunu gösteren delilleri açıklayınca bu, âdeta Allah'ın ortaya koyduğu ah­di,.onların bu delilleri kabul etmesi de Allah ile yapmış oldukları bir sözleşme (muahede) olmuştur.

b) Ahid, Hz. Muhammed (s.a.s)'e peygamberlik gelmezden önce söyle­miş oldukları, "Eğer Allah'ın peygamberi zuhur ederse, andolsun ki biz ona iman edeceğiz ve müşrikleri yurtlarından çıkaracağız" sözleridir.

c) Onların, Allah ile çokça ahid yapıp, sonra da bu ahidleri bozmalarıdır.

d) Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.s) aleyhinde hiçbir kâfire yardımcı ol­mayacakları hususunda söz vermişler, sonra bu sözlerinden dönerek Hendek savaşında O'na karşı Kureyş müşriklerine yardım etmişlerdir. Kâdî şöyle de­miştir: 8u rivayet eğer doğru ise, onun bu ayetin hükmüne dâhil olması im­kansız değildir, fakat ayeti sırf bu olaya vermek uygun değildir. Aksine doğruya en yakın olan, bu ayetten kastedilenin daha önce bahsedildiği gibi, yahudile-rin Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleriyle ilgili olmasıdır. Durum böyle olunca ayetin manasını daha önceki semavî kitapların ihtiva etmiş olduğu ahdi ve, Hz. Mu­hammed (s.a.s)'in sözü ile nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden aklî delil­leri nakzetmek, itibara almamak manasına hamledilmesi daha kuvvetlidir: [259]

 

Beşinci Mesele

 

Cenab-ı Hak, " Birgrub o sözü bozup alıverdi" demistir, çünkü Allah ile ahidleşenler arasında iman

eden veya imân edebilecek olan kimseler de vardı. Ancak bu hepsinin vasfı olmadığı için, içlerinden onu kabul etmeyenler zikre­dilmiştir.

Bu ahdinde durmayan grubun azınlıkta olduğu zannedilebilir diye, Cenâb-ı Allah onların çoğunluk olduğunu açıklamış ve, "Hayır, onların çoğu imân etmezler" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında da iki görüş vardır:

a)  Yani, bu fâsıkların çoğu hased ve kıskançlıklarından ötürü seni asla tasdik etmezler.

b) "İman etmezler," yani kendi kitaplarını tasdik etmezler. Çünkü onlar kavimleri içerisinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e karşı münafıklık yapanlar gibi idiler. Onlar da kendi kavimlerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettik­lerini söylüyorlar fakat bu sözlerinin gereğini ve icâbını yapmıyorlardı. [260]

 

"Onlara ne zaman Allah katından, ellerindeki kitabı (Tevrat'ı) tasdik edici bir paygamber gelse, Ehl-i Kİtab'tan bir grub sanki (hakikati) bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına atmış (ona kulak asmamış, ondan yüz çevirmişlerdir" (Bakara. 101).

Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların elinde olanı tasdik edici olmasının ma­nası, Hz. Musa (a.s)'nın peygamberliğini ve Tevrat'ın doğruluğunu itiraf efmesidir. Yahut da Tevrat'ın Hz. Muhammed (s.a.s)'in geleceğini müjdelemiş olması itibariyle, onların yanında olan kitabı tasdik edici olmuş olmasıdır. İşte Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak geldiği zaman, onun bizzat bu geli­şi Tevrat'ı doğru çıkarıcı olmuştur.

Cenâb-ı Allah'ın, "Birgrub... arkalarına atmıştır" ifâdesi, onların Allah'in kitabını terkedip ondan yüz çevirmelerini, kendisini bir şeyden müstağni sa­yarak ve ona az iltifat ederek arkasına atan kimsenin haline benzetmedir. [261]

 

Ehl-i Kitap Tabirinin Mânası Hakkında

 

Allah Teâlâ'nın, "ehl-i kitaptan" sözüne gelince bunda da iki görüş vardır:

a) Kendisine kitab ilmi verilen kimseden maksad, onu inceleyip belleyen­dir. Bu görüş sahibi şöyle demiştir: Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın bu grubu, "Sanki bilmiyorlarmış gibi..." buyruğunun gösterdiği gi­bi ilim ile vasfetmiş olmasıdır.

b) Bunlardan murad, bilsin bilmesin Kitab'a sarıldığını iddia eden kimse­dir. Bu, müstümanları "Kur'an ehli" diye nitelendirmek gibidir. Bu ifâdeyle has­saten Kur'an ilimlerini bilen kimse kastedilmez. Tam aksine, bununla kastedilen Kur'an'a iman edip, O'nun gereğiyle amel eden kimsedir. [262]

 

Kitabulllah Burada Kur'an Veya Tevrat Olabilir

 

Cenab-ı Allah'ın kitabını arkalarına..." sözüne gelince, bu ifâdede geçen "kitâb" lâfzının Tevrat olduğu söylendiği gibi, onun Kur'an olduğu da söylenmiştir. Ki bu birinci görüş, şu iki cihetten ötürü daha kuvvetlidir:

a) (atmak), ancak onların o ilk önce kendisine sımsıkı sarılmakta oldukları şey hakkında düşünülebilir. Ama onların iltifat etmedikleri şey için "onlar bunu arkalarına attılar (rafa kaldırdılar)" denilmez.

b) Allahu Teâlâ'nın, demiş olmasıdır. Eğer bundan maksad Kur'an olsaydı, lâfzını tahsis etmenin bir ma­nası olmazdı. Çünkü, yahudilerin tamamı Kur'an'ı tasdik etmezler. Buna göre şayet, "onlar ona sımsıkı sarılmışlarken, onların Tevrat'ı arkalarına atmaları nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki, Tevrat'ta peygamberin sıfat ve ni­teliklerine dair bilgiler bulunduğu Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine delâ­let ettiği, ve yine Tevrat'ta buna iman etmenin vâcib olduğu zikredildiği, sonra da onlar bundan yüz çevirdikleri için, böylece Tevrat'ı arkalarına atmış oldular.

Hak Teâlâ'nın: "Sanki onlar bunu bilmiyorlar" ifâde­sine gelince, bu onların Tevrat'ı bilerek ve kasıtlı olarak terkettiklerini göste­rir.. Çünkü bu ifâde, ancak bilen kimse hakkında kullanılabilir. Böylece ayet, bu cihetten bu grubun Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini, doğruluğunu bildiklerine; ancak ne var ki, onların bildikleri hakikati inkâr ettiklerine de­lâlet eder. Böylece, büyük bir topluluğun tamamının inkâr etmesinin doğru olamayacağı ve bu sebeple de inkâr edenlerin azınlıkta olacaklarına kesin hük­metmenin gerekliliği ortaya çıkmış olur. Çünkü, büyüklenip direnmek, ancak bu azınlık için mümkün olabilir. [263]

 

"Ve onlar, şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikler! şeylere uydular. Oysa ki Süleyman, asla kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe, Hârut ve Marufa indirilen şeyleri öğretmeleri sebebiyle, kâfir oldular. O iki melek: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyi sakın sen kâfir olma!" demedikçe, sihir Öğretmiyorlardı. Onlar bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracakları şeyi Öğreniyorlardı. Oysa ki onlar, Allah'ın izni olmadıkça, bu sihirle hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine zararı dokunacak, faydası olmayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, o sihri satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. Mukabilinde kendilerini satmış oldukları şey gerçekten ne kötüdür. Keşke bunu bilselerdi!" (Bakara, 102).

 

Bil ki bu, yahudilerin bir başka çirkin fiilleridir ki bu da, onların sihirle meş­gul olmalan, ona yönelmeleri ve insanları da ona davet etmeleridir.

Allah'u Teâlâ'nın, şeytanların, Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikleri şeye tâbi oldular" sözüne gelince bu hususta birkaç mesele vardır: [264]

 

Şeytana Uyanlardan Maksad Kimlerdir?

 

Cenâb-ı Hakk'ın,  "Tâbi oldular", daha önce adı geçmiş olanlar hakkında bir nakildir ki, bunlar da yahudilerdir. Sonra, bu hususta bazı görüşler vardır:

a) Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulu­nan yahudilerdir.

b)  Daha önce yaşamış olan yahudilerdir.

c) Hz. Süleyman zamanında bulunan sihirbazlardır. Çünkü yahudilerin pek çoğu Hz. Süleyman'ın peygamberliğini kabul etmez, onu dünyadaki hüküm­darlar ve krallar cümlesinden sayarlar. O'nuozamanında bulunan yahudiler-den bazılarının, bu büyük kralın ancak sihir vasıtasıyla krallığını ayakta tuttuğuna inanmış olmaları da imkânsız değildir.

d) Bu ifâde hepsini içine alır. En uygun olan görüş de budur. Çünkü lâf­zı, ifâde ettiği manaların sadece bir kısmına hamledip tamamına teşmil etme­mek pek uygun bir iş değildir. Çünkü tahsis hususunda herhangi bir delil yoktur. [265]

 

Şeytanların Okuduğu Şey Nedir?                  Başa Dön

 

Süddî şöyle demiştir: Hz. Muhammed (s.a.s) yahudilere geldiğinde onlar Tevrat'la Hz. Muhammed'e karşı koyarak O'nunla Tevrat vasıtasıyla cedelle-şip, Kur'an ile Tevrat da birbirini tutunca (muvafakat), onlar Tevrat'ı atıp, Asaf İbn Berhiya'nın kitabıyla Hârut ve Mârufun sihrine yapıştılar. Bunlar da, Kur'­an ile uyuşmayıp mutabık olmadılar, ki işte Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlara ne za­man Allah katından, ellerindeki kitabı (Tevrat) tasdik edici bir peygamber gel­se, Ehl-i Hitap tan bir grup sanki (hakikati) bilmiyorlarmış gibi Allah 'in kitabını arkalarına atmış (ona kulak asmamış, ondan yüz çevirmişler) dir" (Bakara. 101) ayeti bunu ifâde eder. Müteakiben de Cenâb-ı Hak, onların sihir kitaplarına tâbi olduklarını haber vermiştir. [266]

 

Tilâvet (Tetlû) Tabiri Hakkında Muhtemel İzahlar

 

Alimler, kelimesinin tefsiri hususunda bazı izahlar zikretmişlerdir:

a) Bundan murad, okuyup haber vermektir.

b) Ebû Müslim şöyle demiştir: kelimesi­nin mânası, onların Hz. Süleyman'ın mülkü hakkında yalan söylemiş olmala­rıdır. Yalan söylemek anlamına geldiğinde, doğru söylemek an­lamına geldiği zaman ve, müphem bırakıldığında da, her iki şekil­de söylenir. Doğruya en yakın olan ise, kelimenin okuyup haber vermek ma­nasına geldiğidir. Çünkü "tilâvet" kelimesi, haber hususunda hakikat ifâde eder. Bir şey bildiren kimse, yalan söylemişse, onun hakkında, yahut denir. Halbuki doğru söylemişse  denilmeyip: veya  denilmek suretiyle fark gösterilmiş olur.

Bu ise ancak haber verme ve söyleme mânasına uygun düşer. Onların, kendisi vasıtasıyla Hz. Süleyman'dan haber verdikleri şeyin okunan ve söyle­yen bir şey cinsinden olması da imkânsız değildir. Böylece, onda bütün vasıf­lar bir araya gelmiş olur. [267]

 

Şeytanlar Kimlerdir?           

 

Alimler, "şeytanların" kimliği hususunda ihtilaf etmislerdir. Bundan muradın, cinlerin şeytanları olduğu söylenmiştir ki, bu çoğu âlimlerin görüşüdür. Yine bundan muradın, insanlardan olan şeytanlar oldu­ğu da söylenmiştir ki, bu da Mu'tezile kelâmcılannın görüşüdür. Bir üçüncü görüş olarak da bunların insan ve cinlerden olan şeytanlar olduğunun söy-lenmesidir.

"Şeytanlar" kelimesini, cinlerden olan şeytanlara hamledenlere gelince onlar şöyle demişlerdir: Şeytanlar, kulak kabartarak haber topluyor, sonra duy­dukları şeylere, onlarla uyuşacak yalanları da katarak kâhinlere aktarıyorlar­dı. Kâhinler de onları insanların okuduğu kitaplara yazıyor ve bu yalanlan insanlara öğretiyorlardı. Bu hâdise Hz. Süleyman zamanında o kadar yayıldı ki, o insanlar neredeyse "Cinler, gaybı biliyorlar, işte Süleyman (a.s)'ın ilmi budur. O'nun mülkü ancak bu ilimle payidar oluyor ve bu ilimle cinlere, insan­lara ve Allah'ın emriyle hareket eden varlıklara hakim oluyor demeye baş­ladılar.

Bunları, insanlardan olan şeytanlara hamledenler ise şöyle demişlerdir:  rivayet edildiğine göre, Hz. Süleyman, Allahu Teâlâ'nm kendisine hususî olarak vermiş olduğu ilimlerin pekçoğunu, zahirleri kaybolursa bu giz­lenilmiş olan baki kalsın diye, hükümdarlık tahtının altına saklamıştı. Bunun üzerinden bir müddet geçince, münafıklardan bir grup insan, bazı bakımlar­dan bu sihirli şeylere uygun düşecek bazı hususları bunların arasına yazma­ya tevessül ettiler. Hz. Süleyman'ın ölümünden ve insanların bu kitaplara muttali olmasından sonra, bu iki yüzlü kimseler, insanlara bunun, Hz. Süley­man'ın mesleği olduğunu ve O'nun, nail olduğu nimetleri ancak bu şeyler va­sıtasıyla elde etmiş olduğu vehmini vermişlerdir ki, işte bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Şeytanların okuduğu şey" ayetinin mânâsıdır. Bu gö­rüş sahiplen birinci görüşün yanitş olduğuna şöyle diyerek delil getirmişlerdir: Cinlerden olan şeytanlar, yaptıkları tahrifatın insanlar arasında gerçek olarak devam edecek biçimde, peygamberlerin kitaplarını ve şeriatlarını değiştirme­ye kadir olsalardı, hiçbir şeriata karşı güven kalmazdı ki, bu da her türlü din hakkında ta'na sebeb olurdu: Bu izahımıza göre, şayet siz bunun insan şey­tanları için olabileceğini söylüyorsunuz da, niçin aynısının cin şeytanları için de olabileceğini söylemiyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Bu ikisi arasında şu fark vardır: İnsanların yaptıkları şeyler bazı bakımlardan mutlaka görülür Ama bu hadiseyi cinler için kabul ettiğimizde, bu iş Süleyman (a.s)'ın yazısı­nın aynısı ile cinlerin onun kitabına ilâvede bulunmaları işidir ki bu ortaya çık­maz, devamlı gizli kalır. İşte bu, bütün dinler hakkında ta'na sebebiyet verir[268]

 

Dördüncü Mesele      

 

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinde harf-i cerrinin (de.da) manasında ol­duğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Cüreyc'ten riva­yet edilmiştir. Bazı müfessirler ise  harf-i cerrinden sonra bir mahzuf kelimesi var sayarak ayetin        "Süleyman'ın meliklik zamanında.." manasında olduğunu söylemişlerdir.

Doğruya en yakın olan, bu ayetten murad edilen mananın, "Şeytanların Hz. Süleyman'ın mülkü hakkında iftira ile söyledikleri şeylere tâbi oldular" şeklinde olmasıdır Çünkü şeytanlar sihir ve büyü kitaplarını okuyor ve, "Hz. Süleyman bu mülkü ancak bu sihir ilmi sayesinde elde etmiştir" diyorlardı. Böylece o şeytanların bu gibi kitapları okumaları, Hz. Süleyman'ın mülküne bir iftira gibi olmuştur. [269]

 

Hz. Süleyman'ın "Müikü"nün Mânası                     Başa Dön                  

 

Alimler, Süleyman (a.s)'ın mülkü ile ne kastedildiği, hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Kâdî şöyle demiştir: Hz. Süleyman'ın mülkü, peygamberliğidir veya mülküne peygamberliği de dahildir.

Peygamberliğine ise ona indirilen kitab ve şeriatı­nın hükümleri dahildir. Bu doğru olduğu zaman,[270] o günkü insanlar, içinde çeşitli sihir ve büyüler olan bir sahifeyi çıkarıp Hz. Süleyman'ın tahtının altına gömmüşler. Hz. Süleyman öldükten sonra da bu sahifeyi oradan çıkarıp, bu sahifenin Hz. Süleyman tarafından olduğu vehmini vermişlerdir ki işte bu on­lar tarafından Hz. Süleyman'ın mülkü hususunda hakikate bir iftira olmuş otur. Bana göre en doğrusu şöyle demektir: Hz. Süleyman'ın kavmi, onun bu mül­kü sihir ilmiyle elde ettiğini iddia edince, bu iddia Hz. Süleyman'ın mülkü hu­susunda bir iftira gibi olmuştur. [271]

 

Hz. Süleyman (as) İle Sihrin Münasebeti                    

 

Şeytanların, Süleyman (a.s)'a sihri nisbet etmelerinin birkaç sebebi vardır:

a) Onlar, sihrin durumunu önemli göstermek, ona karşı saygı uyandırmak ve kendilerinden bunu ka-

bul etmeleri için İnsanları teşvik etmek maksadıyla sihri Hz. Süleyman'a nisbet etmişlerdir.

b) Yahudiler, Hz. Süleyman'ın paygamber olacağını kitaplarında görme­mişler, bundan dolayı da Hz. Süleyman (a.s)'ın bu mülkü sihir yoluyla elde ettiğini söylemişlerdir.

c) Allah Teâlâ, cinleri Hz. Süleyman (a.s)'ın emrine verip, o da onların içine girip onlardan harikulade sırlar öğrenince, insanlar, Hz. Süleyman (a.s)'ın, sihri de cinlerden öğrendiğini zannetmeşlerdir.

Cenâb-ı Allah'ın: "Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı" ayeti, Hz. Süleyman'ı küfürden tenzihi ifâde eder. Bu da, insanların onu küfre ve sihre nisbet etmiş olduklarını gösterir. Bu hususta bazı rivayetler anlatılmıştır:

1) Bazı yahudi din adamlarının sihirbazdan başka birşey olmayan Süley­man'ın peygamber olduğunu iddia eden Muhammed'e şaşmaz mısınız? de­dikleri, bunun üzerine Allah'ın bu ayeti indirdiği rivayet edilmiştir.

2) "Yahudi sihirbazlar sihri Hz. Süleyman'dan aldıklarını iddia etmişler, işte bunun üzerine Hak Teâlâ, Hz. Süleyman'ı sihirden tenzih etmiştir.

3) Bazı İnsanlar, Hz. Süleyman (a.s)'ın mülkünün sihirle ayakta durduğu­nu iddia etmişler, işte bunun üzerine Hak Teâlâ, onun bundan uzak olduğunu  belirtmiştir. Çünkü Süleyman (a.s)'ın peygamber olması sihirbaz ve kâfir ol­masına manîdir. Cenâb-ı Hak daha sonra Hz. Süleyman'ı tebrie ettiği sihri baş­kalarının yaptığını beyân etmek için: "Fakat şeytanlar kâfir oldular" buyurmuş, bu ifade ile daha önce bahsedilen ve sihri kendisine sanat edinip de onu Süleyman (a.s)'a nisbet eden kimselere işaret etmiştir. Daha sonra da onların, kâfir olmalarına sebep olan şeyi açıklamış, onların ev­velâ sihir yapmaları sebebiyle küfre düşmedikleri düşünülebileceği için, ^U      "İnsanlara sihri öğretiyorlardı" buyurmuştur. [272]

 

Sihir Mevzuu

 

Bil ki sihir konusu çok yönlüdür: [273]

 

Lügat Yönünden Sihir                           Başa Dön

 

Birinci mesele lügat bakımından "sihir" kelimesini ele almaktır. Biz deriz ki: Dilciler, bu kelimenin aslında "gizli olan ve sebebi bilinmeyen bir şey" ma­nasına olduğunu söylemişlerdir.  Gizli olduğu ve akıp gittiği yerler lâtif olduğu için gıda kuvvetine de fetha ile denilmiştir. Nitekim Lebîd, "Kz yiyecek ve içeceklerle gıdala-nmz" demiştir. Bu beytin iki manası olduğu söylenmiştir:

1) Biz hastalanırız ve büyüye uğrayıp da hali değişen kimse gibi halimiz değişir.

2) Biz gıdalanırız. Her iki açıklamada da bu kelime "gizlilik" manası ile alınmıştır. Yine Lebid şöyle demiştir:

"Eğer bize, hangi halde olduğumuzu sorarsan, bil kt biz bu büyülenmiş insanların serçeleriyiz." Bu beyit, mana bakımından geçen beytin aynı mana­sını taşır, ve yine kelimesiyle, "ciğerliler" (yani nefes alıp veren­ler) manasının da murad edilmiş olması muhtemeldir. Çünkü sihr, ciğer ve ne­fes borusu manasına da gelmektedir. Bu mana da "gizlilik" manası ile alaka­lıdır. Hz. Aişe (r.anha)'nin şu sözü de bu manadadır: "Allah'ın Resulü,

"Göğsüm ile döşüm arasında can verdi!' Cenâb-ı Allah'ın:

 "Sen ancak musahharlardansm" (Şuarâ, 153) ayeti, "sen yiyip içen mahlûkattan birisin" manasınadır. Buna kâfirlerin ona söylediği,  "Sen ancak bizim gibi bir insansın" (Şuarâ, 154) ayeti delâlet etmektedir. Bu ayetin "sen de bizim gibi ciğer sahibi (yani nefes alıp veren) bir varlıksın" manasına olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ (a.s)'nm sihirbazlara, sizin Yaptığınız sihir­dir, şüphesiz Allah onu boşa çıkaracaktır" (Yûnus, 81) dediğini nakletmiş ve, "Onlar (iplerini ve değneklerini) attıkları zaman    insanların   gözlerini   büyülediler ve onlara korka saldılar" (Araf, 116)buyurmuştur İşte sihir kelimesinin lügattaki aslî manaları bunlardır. [274]

 

Şer'i Istılahta Sihir

 

Bil ki "sihir" lâfzı şeriat ıstılahı olarak, sebebi gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen göz boyama ve aldatma amacı ile yapılan herşeye isim olarak verilir. Kelime mutlak kullanılıp, takyid edilmediği zaman, onu yapanın kınandığını ifâde eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

 "Onlar, insanların gözlerini büyülediler" (A'raf. 116), yani, insanların gözlerini boyadılar, insanlar da onların ip ve değneklerinin hare -ket ettiği zannına kapıldılar. Nitekim bu manada Cenâb-ı Allah:

"Ona, yaptıkları sihir yüzünden ipler ve değnekler koşuyormuş gibi gel­di" (Tâhâ. 66) buyurmuştur.

Bazan da, methedilen ve övülen şey hakkında, mukayyet olarak kullanı­lır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'e Zebarkan İbn Bedr ile Amr İbn el-Ehtem geldiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) Amr'a, "Ze-barkan'ı bana tanıt!" dedi. Bunun üzerine Amr şöyle dedi: "O, meclisi içinde saygı görür, gücü kuvveti yerindedir, arkasına sığınanı himaye eder." Bunun üzerine Zeberkan: "Vallahi o, benim kendisinden daha üstün olduğumu biliyor" dedi. Bunun üzerine Amr, şöyle dedi: "Onun kişiliği zayıf, sabırsız, babası ah­mak ve dayısı kötü bir adamdır.. Ya Resûlallah, onun hakkındaki bu iki sö­zümde de doğru söyledim. Çünkü o beni razı etti, ben de onun hakkında bildiklerimin en güzelini söyledim; beni kızdırdı, ben de ikinci kez, onun hakkında bildiklerimin en kötüsünü söyledim." Bunun üzerine Hz. Peygamber "Sihirgücünde olan ifâdeler vardır.[275] buyurdu. Bazı ifâdelen böylece sihir olarak adlandırdı. Çünkü böylesi ifâde sahibi olan kimse müşkil bir meseleyi açar ve güzel ifadesiyle, beliğ sözleriyle onur hakikatini ortaya koyar.

Eğer, "Hakkı açıklayan ve ondan haber veren şeyi sihir diye isimlerKir-mek, nasıl caiz olur? Çünkü bunu söyleyen kimse, açık olan şeyi gizlemek için değil, ancak gizli olan şeyi ortaya koymayı kastetmiştir. Halbuki sihir lâf­zı, açık olan şeyi gizlemek manasını ifâde eder" denilirse, deriz ki, Hz. Pey­gamber bu sözü, iki sebepten dolayı sihir olarak isimlendirmiştir:

a) Bir söz, ancak güzelliği ve nüktesiyle kalbleri kendisine meylettirir.. Böy­lece de bu söz, kalblerin kendisine meyletmiş olduğu sihre benzemiş olur. Bu bakımdan, o söze sihir adı verilmiştir. Yoksa senin zannettiğin gibi değildir.

b) İfâde gücü olan kimse kötü olan bir şeyi güzel göstermeye; güzel olan bir şeyi de kötü göstermeye muktedirdir. İşte bu bakımdan, bu kimsenin sözü sihre benzer. [276]

 

Sihrin Nevileri

 

Üçüncü mesele sihrin kısımları hakkındadır: Bil ki sihir pekçok kısma ayrılır:

1) Eski zamanda yaşamış Keldanıler ile Kestantlerin sihri. Bunlar yıldızlara tapan, yıldızların bu kâ­inatı idare ettiğini zanneden, hayır ile şerrin, mutluluk ile uğursuzluğun yıldız­lardan olduğuna inanan bir topluluk olup, Hak Teâlâ'nın, görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için Hz. İbrahim'i gönderdiği kavimdir. [277]

 

Sihrin Birinci Nev'ini Red Hususunda Mû'tezile'nin Öne Sürdüğü Deliller                  Başa Dön

 

Mû'tezile, Allah'dan başkasının, cismi,hayatı, rengi ve tadı yaratamaya­cağına ittifak etmişler ve Kâdî'nin bahsedip tefsirinde ve diğer kitaplarında özetlemiş olduğu birtakım vecihleri delil getirmişlerdir. Biz o vecihleri aktarıp onları inceleyeceğiz:

a) Mû'tezile'nin dayandığı birinci vecih aklî bir nüktedir. O nükte de şu­dur: Allah'dan başka herşey, ya bir mekân tutar veya o mekânı tutan şey ile kâ­imdir. Eğer Allah'dan başkası cismin ve hayatın yaratıcısı olsaydı, bu başka olan şey mekân tutan bir şey olurdu. Mekân tutan şeyin de mutlaka kudretiyle kadir olması gerekirdi. Çünkü "cisimler birbirine benzer" kaidesinden dolayı, o şey eğer zatı gereği kadir olsaydı, her cismin böyle olması gerekirdi. Ancak kudretiyle kadir olan varlığın, cisim ve hayatı yaratması mümkün olmaz. Buna iki şey delâlet etmektedir.

Birincisi: Birimizin hiç yoktan cismi ve hayatı yaratamayacağı hususun­da zaruri bir bilgi vardır. Bu nedenle bizim kudretimiz, cisim ve hayatı yarata­mamada onun kudreti gibidir. Bu sebeple bu imkânsızlık bütün cisimlerde müşterek bir hükümdür. Binaenaleyh bu hüküm için müşterek bir illetin bu­lunması gerekir ki burada, "kudretimizle kadir olmamız" dan başka herhangi ortak bir nokta yoktur. Bu böyle olunca*, kudretiyle kadir olan bütün varlıklar için de, cisim ve hayatı yaratmanın imkânsız olması gerekir.

İkincisi: Şüphesiz bizim bazı kudretlerimiz bazı kudretlerimize terstir. Buna göre cismi ve hayatı yaratmak için selâhiyetli bir kudretin varlığını kabul et­sek, bu selâhiyetli kudretin diğer normal kudrete ters olması, normal kudret­lerin birbirlerine ters olmasından daha güçlü olmazdı. Cisim ve hayatı yaratmaya elverişli olma hususunda bu kadar ters olma (muhalif olma) yeterli olsaydı, normal kudretlerin birbirlerine muhalif olması, içlerinden bazısının cismi ve hayatı yaratmaya elverişli olmasını gerektirirdi. Durum böyle olmadığına göre, biz kudretiyle kadir olan bir varlığın da cismi ve hayatı yaratmaya kadir olamayacağını anlamış olduk.

b) Eğer biz Allah'dan başkasının cismi, hayatı, rengi ve tadı yaratmasını mümkün görseydik, mucizelerle peygamberliğe istidlal etmek imkansız olur­du. Çünkü semavî güçlerin, yeryüzü güçleriyle birleşmesi vasıtasıyla harikula­de şeylerin meydana gelebileceğini söyleseydik, peygamberler elinde zuhur eden mucizelerin Allah tarafından olduğunu kesin olarak söylememiz imkan­sız olurdu. Hatta bu hususta Peygamberlerin o mucizeleri sihir vasıtasıyla orta­ya koydukları bile mümkün görülürdü. Böylece de peygamberlik müessesesiyle ilgili hükümler her bakımdan geçersiz olurdu.

c) Yine biz insanlar arasında cismi ve hayatı yaratmaya kadir olan kimse­lerin bulunduğunu mümkün görsek, bu kimseler yorulmaksızın çok büyük ser­vetler elde etmeye kadir olurlardı. Ancak sihir yaptığını iddia eden kimselerin, azıcık bir mal elde etmek için bile son derece gayret etme yoluna başvurduk­larını görüyoruz. Böylece onların, sihir yoluyla bazı şeylere kadir oldukları id­dialarında yalancı olduklarını anlıyoruz. Bu yolla kimyacılardan bir grubun iddia ettikleri şeyin de bozukluğunu anlıyoruz. Çünkü biz şöyle diyoruz: Şayet bazı ilaçlar vasıtasıyla altın olmayan maddeleri altın madenine çevirmeleri müm­kün olsaydı, bu ya az bir mal harcamalarıyla mümkün olurdu ki bu durumda onların bu yolla kendilerini güçlükten ve zilletten kurtarmaları gerekirdi. Veya büyük aletler ve son derece çok mallar harcamakla mümkün olurdu ki bu du­rumda onların bunu, bu kadar çok mülkü olan hükümdarlara anlatmaları ge­rekirdi. Hatta hükümdarların bu durumu söylemeden anlamaları gerekirdi.

Çünkü bu yol padişahlar için, ancak mallar ve hazineler harcamak suretiyle tamamlanan beldeler fethetmesinden daha faydalıdır. İnsanların ve gayretle­rin böyle birşeye iltifat etmemiş olduklarını görmemiz bu görüşün asılsızlığını gösterir.

Kadî şöyle demiştir: "Bütün bunlarla sihrin bu şeylerden hiçbirinin yara­tıcısı olamayacağı ortaya çıkmıştır." [278]

 

Mutezilenin Delillerine Karşı Cevaplar

 

Bil ki bu deliller son derece zayıftır.

Birinci izah hususunda biz deriz ki: Allah'dan başka herşeyin bir me­kân işgal ettiğine veya mekân işgal eden bir varlıkta-bulunduğuna deliliniz ne­dir? Siz, Felsefecilerin akıl, nufûs-u feleki, ve nufûs-u natıkayı isbatta ısrarlı olduklarını bilmiyor musunuz? Felsefeciler bu şeylerin, haddi zatında bir yer işgal etmediklerini ve bir yer işgal eden bir varlıkla kâim olmadıklarını iddia etmişlerdir. Buna göre bu şekilde hüküm vermenin yanlışlığına delil nedir? Eğer onlar, "Böyle bir varlık bulunsaydı, onun Allah'ın dengi olması gerekirdi" der­lerse, deriz ki: Biz bunu kabul etmeyiz. Çünkü üslûbta ortak olmak, mahiyet itibarıyla ortak (aynı) olmayı gerektirmez. Bunu kabul etsek bile, bazı cisimle­rin, zâtları gereği buna kadir olması niçin söylenemesin?

Mû'tezile'nin/'Cisimler birbirine benzer, eğer bir cisim böyle olsaydı, her cismin böyle olması gerekirdi" sözüne karşı biz deriz ki: Cisimlerin birbirine benzediğine dâir deliliniz nedir? Eğer onlar, "Cisim, ancak bir yönde olan; mekan tutan bir şeydir ve bu manada da aralarında bir fark yoktur" derlerse, biz deriz ki: Bir yönde olmak ve mekan tutmak cismin bir sıfatı ve ayrılmaz bir özelliğidir ve yine mahiyetleri farklı olan şeylerin bazı ayrılmaz sıfatlarda müşterek olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Biz o eşyanın kudretiyle kadir olmasının gerekliliğini kabul etsek bile, siz neye dayanarak, kudretiyle kadir olan bir varlığın cismi ve hayatı yaratmasının imkansız olduğunu söylü­yorsunuz?

Onun, "Bu imkânsızlık hususunda kudretlerimizin ortak olduğunu, bu im­kânsızlığın müşterek bir hüküm olduğunu, binaenaleyh bunun için müşterek bir illetin bulunmasının gerektiğini, halbuki bizim kudretimizle kadir olmamı­zın dışında onlarla müşterek bir noktamız olmadığını.." söylemesine gelince, biz deriz ki: Bütün bu mukaddimeler kabul edilmez. Biz imkânsızlığın illeti olan bir hüküm olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü imkânsızlık yokluğu ifâde sder, yokluk ise illetlendirilemez. Biz imkânsızlığın bir varlığı ifâde ettiğini kabul et-sek bile, onların mezhebine göre hükümlerden pek çoğu bir sebebe (illete) dayandırılamaz. Bu nedenle bu hükümde de durumun aynı olması niçin caiz olmasın?

Biz imkânsızlığın bir sebebe bağlanmasını kabul etsek bile, siz niçin, müş­terek bir hükmün mutlaka müşterek bir sebebi olması gerektiğini söylediniz? Zulümde olan çirkinlik, onun zulüm olması sebebiyle, yatandaki çirkinlik, onun yalan olması sebebiyle; cehaletteki çirkinlik ise, onun cehl olması sebebiyle değil midir? Biz mutlaka müşterek bir sebebin olmasını kabul etsek bile, kud­retimizle kadir olmamızın dışında müşterek bir noktamızın olmadığını kabul etmiyoruz. Bu kudretimizin, muayyen bir vasıfta müşterek olması, cisimleri ya­ratmaya elverişli o kudretin ise bu vasfın dışında bulunması niçin caiz olma­sın? Durumun böyle olmadığına deliliniz nedir?

Birinci veçhe gelince ki o şudur: "O kudretin, bu kudretlerin bazısına mu­halif (ters) olması, bu kudretlerin birbirine muhalif (ters) oluşundan daha kuv­vetli değildir." Biz deriz ki: Bu zayıf bir delildir. Çünkü biz, o kudretin cismi yaratmaya, bu kudretlere ters olması sebebiyle elverişli olacağını söyleyeme­yiz, aksine o, bu cisimleri yaratmaya, diğer kudretlere muhalefetine sebeb olan özelliği ile elverişli olmuştur. Bu özelliğin ise diğer kudretlerde bulunmadığı malûmdur. Onların sözlerinin bir benzeri de şu sözdür: "Sesin "beyaz" dan farklı oluşu, "siyah" m "beyaz'dan farklı oluşundan daha güçlü değildir. Şa­yet bu farklı oluş, görülebilmesi bakımından sese benzemesine manî olsaydı, siyahın beyazdan farklı olmasından ötürü siyahın görülmemesi gerekirdi. Bu söz nasıl fâsid ise, onların sözleri de fâsiddir. Kâdî'ye şaşarım. Çünkü o ru'-yet meselesinde bu izahları Eş'aıfden nakletmiş ve bu soruların zayıf oldu­ğunu göstermiş. Sonra kendisi, nübüvveti isbat ve Allah ile insanlar arasında bir aracının olduğunu söyleyen {kimselere red hususunda temel olan bu me­selede aynı delillere sarılmıştır.

İkinci veçhe gelince ki, bu aslı kabul etmekle, peygamberlik müessesesi­nin doğruluğuna hükmetmenin imkansızlaşması iddiasıdır. Biz bu hususta deriz ki: Peygamberlik müessesesinin doğruluğuna dâir hüküm, ya bu kaidenin fe­sadına dayanır veya dayanmaz. Buna göre eğer birinci ihtimal söz konusu olur­sa, peygamberliğin sıhhatine dayanan şey vasıtasıyla bu kaidenin fesadı imkânsız olur, aksi halde de devr-i fâsid gerekir. Eğer ikincisi söz konusu olursa, söz tamamıyla düşer.

Üçüncü veçhe gelince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: "İmkân hususundaki söz bundan başkadır." Halbuki biz bu durumun herkes için olduğunu söy­lemiyoruz. Aksine bu durum insan için ancak geçmiş çok eski asırlarda meydana gelmiştir. O halde sizin söylediğiniz şey, bizi nasıl ilzam eder (sus­turur)? Sihrin ilk çeşidi hakkındaki söz bu kadardır. [279]

 

Sihrin İkinci Nev'i

 

Sihrin ikinci çeşidi, vehim sahiplerinin ve kuvvetli nefislerin (ruhların) sih­ridir. Alimler şöyle demişlerdir: İnsanlar, herkesin kendisine "Ben" diye işa­ret ettikleri şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, onun insanın bu bünyesi olduğunu; bazıları, onun bu bünye içinde bir cisim olduğunu, ba­zıları da, onun ne cisim ne de cisimle ilgili birşey olmadığı halde var olan bir-şey olduğunu söylemişlerdir. Biz insanın bu bünye olduğunu ve bu bünyenin dört ana unsurdan (enâsır-t erbaa) meydana geldiğini söylediğimiz zaman, bazı soğuk rüzgârlar sırasında o insanın mizacının herhangi bir yönden bambaşka bir mizaç haline gelmesi, bunun da cismi yaratmaya ve bizim bilemediğimiz ve bilmemiz imkânsız olan şeyleri bilmeye muktedir olmayı gerektirmesi niçin caiz olmasın? Eğer biz: "İnsan", bu bünye içinde dolaşan bir cisimdir" der­sek, söylenecek söz budur. Fakat "insan, nefstir" dersek, o zaman, nefisle­rin çeşitli olduğunu, bazı nefislerin zatları gereği bu garip olaylara güçleri olduğu takdirde, gâib olan sırlara muttali olabileceklerini söylemek niçin caiz olma­sın? Bu ihtimalin yanlış olduğuna dair, yukarıda geçmiş olan açıklamalardan başka bir delil yoktur. Yukardaki açıklamaların ise bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır.

Sonra birçok vecih de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. [280]

 

Sihrin Psikolojik Yönden İzahı                  Başa Dön

 

1) Yürürken insanın dayandığı değnek yere bırakılırsa o, altındaki boşlu­ğun üstüne şayet köprü gibi olursa, üzerinde yürümek mümkün değildir. Düş­me korkusu ne kadar fazla olursa, insanın onun üzerinden düşmesi ihtimali o derece artar.

2) Hekimler, burnu kanamış kimsenin kırmızı şeylere, saralı kimsenin de son derece parlak ve dönen şeylere bakmasını yasaklama hususunda ittifaK etmişlerdir. Bu sırf, nefislerin vehimlere boyun eğecek biçimde yaratılması se­bebiyledir.

3) Şifâ sahibi, hayvanların karakteri hususunda Aristo'dan şunu naklet-miştir: Tavuk, ses ve horozlar vuruşma bakımından horoza benzemeye çok­ça çalıştığı için, onun bacağında da, horozun bacağında bulunan mahmu;: biter.

Sonra, şifâ sahibi sözüne devamla, bunun, cismanî durumların da ruhanî du­rumlara tâbi olduğunu gösterdiğini söylemiştir.

4) Ümmetler, ruhanî istekten hâlî olan lisanı bir duanın etkisinin az oldu­ğuna ve tesiri bulunmadığında ittifak etmişlerdir. Bu da düşüncelerin ve ruh­ların fiziki yapı üzerinde tesirleri olduflunu gösterir. Bu ittifak, muayyen bir meseleye ve hususî bir hikmete tahsis edilmemiştir.

5) Şayet sen insaflı olursan, canlılara ait fiillerin ilk başlangıçlarının, ruha­nî ve psikolojik tasavvurlar olduğunu anlarsın. Çünkü kaslarda tabiî olarak bu­lunan hareket ettirici kuvvet, bir fiili yapmaya, veya zıddına elverişlidir. Bu iki taraftan birisini diğerine, ancak tercih ettirici bir sebepten ötürü tercih eder. Bu da fiilin güzel veya lezîz olmasını, veyahut da onun çirkin, elem verici ol­masını tasavvur etmekten başka bir şey değildir. İşte bu tasavvurlar, fiiller, bilkuvve halinden bilfiil haline çıkabilmeleri için, adalede mevcut olan kuvvet­lerin meydana getirilebilmesinde başlangıç ve çıkış noktaları olmuşlardır. Bu tasavvurlar, bu fiillerin başlamaları için birer hareket noktası olduklarında, on­ların bizzat fiillerin başlangıç noktaları olma ve aradaki vasıtayı nazar-ı itibara almamak hususunda akıldan uzak görülecek hangi taraf kalır kil

6) Tecrübe ve bizzat müşahede, bu tasavvurların, bedendeki keyfiyetle­rin oluşması için fiilin hemen öncesinde bulunan harekete geçirici bir güç ol­duğuna şahittirler. Çünkü kızgın olan kimsenin bedenindeki ısı yükselir; öyle olur ki, bu onun için oldukça yüksek bir kızgınlık ve hararet ifâde eder. Anlatıl­dığına göre, hükümdarlardan birisi felç olur. Doktorlar da bu hastalığı tedavi­den aciz kalırlar. Derken, mahir doktorlardan birisi habersizce hastanın yanma varır ve ona sövmeye ve kızmaya başlar. Bunun üzerine hükümdarın hiddeti artar ve kendisine söylenen acı sözlerden dolayı, mecburî olarak yatağından ayağa fırlar.. Böylece, bu öldürücü ve müzmin hastalık savuşturulmuş olur. Bu psikolojik halin, bedende oluşan hadiselerin meydana gelmesinin bir baş­langıç olması mümkün olunca, bu psikolojik hallerin, bedenin dışındaki hadi­selerin meydana gelmesinde de esas olmaları nasıl akıldan uzak görülebilir?..

7) Nazar değmesi, akıllı olan herkesin üzerinde ittifak ettiği bir iştir. Bu da bizim söylediğimizin mümkün olduğunu gösterir..

Sen bunları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu acayip şeyleri meyda­na getiren insanlar bazan son derece güçlü olurlar da, böylece bu fiilleri mey­dana getirme hususunda herhangi bir alete ihtiyaç duymazlar. Bazan da, zayıf olabilirler; böylece de vasıtalara başvurmak zorunda kalırlar. Bu işin hakikati şudur: Nefs (ruh), bedene hakim olup, semâ âlemine olan cazibesi kuvvetlen­diği zaman, işte o vakit sanki semavî bir ruh olur da, böylece şu âlemin mad­deleri üzerinde son derece güçlü tesirler icra eder. Ama bu ruh zayıf olup, bedenî lezzetlerle de ilgisi fazla olunca bu durumda o ruhun bu bedenin dı­şında herhangi bir tesiri kesinlikle bulunmaz.. Buna göre bu insan, ruhunun, kendi bedenini aşıp başka bir bedene tesir etmesini istediği zaman, o başka­sının hayalini devamlı tahayyül eder, onu adeta hissiyat alemine yerleştirir ve bütün hisleri bununla meşgul olur. Böylece kişinin hayali de bu hislere iştirak ederek, bizzat nefs-i natıka olan insan da iradî olarak buna yönelir; böylece, bedenî tesirler ve ruhanî tasarruflar güç kuvvet kazanır. İşte bu sebepten do­layı ümmetler, bu tür şeyleri tatbik edebilmek için alışılmış itiyatlardan,şehevî arzulardan kopmak, gıdayı azaltmak ve insanlarla münasebeti kesmek gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu işler ne kadar mükemmel ve tamam olursa, tesir de o nisbette güçlü olur. Mahiyeti ve özelliğine göre rûh bu işe müsait olduğu zaman, onun tesir gücü artar.

Bu husustaki belirli sebep şudur: Nefs, bir iş ile meşgul olduğu zaman, o bütün kuvvetlerini bu iş için bir araya getirir. Ama, nefs birçok işlerle meş­gul olduğu zaman, onun kuvvetleri dağılır ve fiillerin sayısına göre serpiştiri­lir.. Böylece de, bu fiillerden herbirine, kişideki mevcut kuvvetlerden bir bölüm ve bu kuvvetler nehrinden o fiillerin herbirine birer ark çıkar.. Bu sebepten do­layı, hafıza kuvveti bakımından eşit olan iki insan görürüz.. Bunlardan birisi tek bir sanatla, diğeri ise iki sanatla meşguldür.. Tek sanat dalıyla uğraşan, iki sanat dalıyla uğraşandan daha güçlü olur. Birçok meseleden birisinin ha­kikatine vâkıf olmak için çaba sarfeden kimse, bu hususta tefekkür ettiğinde, mutlaka onun, zihnini başka meşgalelerden boşaltması gerekir. Çünkü o zih­nini başka meşgalelerden boşalttığında, zihni tamamıyla esas meseleye yö­nelir, netice olarak bu fiil o kimseye daha kolay ve daha güzel olur.. Durum böyle olunca, insanın gayreti ve düşüncesi, lezzetleri tadmak ve şehevî arzu­lan karşılamakla meşgul olduğunda, ruhî kuvvet bununla meşgul olarak onda kaybolur; böylece de o ruhun, elde etmek için çalışıp çabaladığı bu ilginç fiile karşı olan cezbesi kuvvetini yitirir...

Özellikle burada başka bir belâ daha vardır ki, o da şudur: Böyle bir nefs, ömür boyu lezzetleri tadmayı alışkanlık haline getirir ve bu enterasan fiilleri elde etmek için asla vakit bulamaz... Böylece bu nefs, tabiatıyla birinciye mey­yal olurken, diğerinden son derece nefret eder... O, birinci yoldan gayesine ulaşınca, diğeriyle nasıl meşgul olur ki?.. Sonuç olarak, bu tür fiilleri giderme­nin, ancak cismanî durumlardan soyutlanıp halkla içice olmayı terkedb, tamamıyla safa ve ruhlar âlemine yönelmekle gerçekleşebileceği ortaya çıkmış olur. [281]

 

Rukye                  Başa Dön

 

'Rukye" ye gelince, eğer bilinen lâfızlarla yapılıyorsa bu husustaki du­rum açıktır. Çünkü bundan maksad şudur: Nasıl ki maddi gözümüzü kendi maksadına uygun işlerle meşgul ediyorsak, kulağımızı da kendi gayesine uy­gun şeylerle meşgul ederiz. Çünkü hisler tek bir gayeye yönelme hususunda mutabakat ettikleri zaman, bu durumda ruhun o şeye yönelmesi daha güçlü olur. Ama bilinmeyen birtakım lâfızlarla yapılıyorsa, burada nefste hayret ve deh­şette kalmaya benzer birtakım haller meydana gelir. Çünkü insan, bu kelime­lerin ancak ruhani birtakım şeylerin birisinden yardım talep etmek içjn okunduğuna; inanıp, fakat bu yardımın nasıl tahakkuk edeceğini bilemediği zaman, bu durumda nefste hayret ve dehşet haline benzeyen haller zuhur eder. Yine bu esnada nefste, hisler âleminden koparak, bu fiile yöneldiği esnada büyük bir coşku meydana gelir. Böylece de manevi tesir gücü artar ve mak­sat elde edilir. "Tütsülemek" hakkındaki hüküm de böyledir.

Onlar söyle demişlerdir: Ruhî kuvvetin bu derecesinin, bir tesir icra ettiği kesinlik kazanmıştır. Buna göre, buna birinci çeşit büyü şekli de eklenince, ki bu yıldızlardan ve onların tesirlerinden yardım ummaktır. Bunun tesiri ve gücü artar. Dahası burada iki çeşit daha bulunmaktadır:

a) Bedenleri terketmiş olan ruhlarda bazan, kuvveti ve tesirleri bakımın­dan bu ruhlara son derece benzeyen bir şeyler meydana gelir. Bu nefisler saf ve duru olduklarında, bedenleri terkeden nefislerden bu nefislere doğru bir akımın olması akıldan uzak görülmez. Böylece, bedenleri terkeden nefisler ile bu nedenler arasında bir tür alâka kurularak, pek çok nefis, o fiili yapma hu­susunda güç ve kuvvet kazanır. Kuvvet mükemmel olup arttıkça, tesiri de bette fazla olur.

b) İnsan ruhu (nefs-i natıka), bedene ait bulanıklıklardan arındığı zaman, semavî ruhlardan ve felekî nefslerden feyezan eden nurları kabul etmeye ha­zır hale gelir. Böylece de bu nefsler, o ruhların nurları vasıtasıyla güçlenir. Bu sebeple de, o nefisler harikulade olan bir takım işler hususunda güç kuvvet «azanırtar. İşte vehim ve rukye sahibi kimselerin sihrinin açıklanması budur. [282]

 

Sihrin Üçüncü Nev'i

 

Sihrin üçüncü çeşidi, yerdeki ruhlardan yardım dilemektir. Bil ki cinler­den yardım hususundaki görüşe gelince, müteahhir felsefeciler ve Mû'tezile ulemâsı, bunu kabul etmemiştir. Ama önde gelen felsefecilere gelince, onlar bu hususla ilgili hükmü inkâr etmemişlerdir. Ne var ki onlar bunu, yere ait ruhlar diye isimlendirmişlerdir. Bunlar, haddizatında kendi aralarında farklılık göste­rirler. Bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı da şerlidirler. Hayırlı olanlar, mü'min cinler, şerli olanlar ise, cinlerin kâfirleri ile şeytanlarıdır. Felsefecilerin halefle­ri, bu ruhların kendi kendine kâim olan, bir mekân işgal etmeyen, bir mekâna hulul etmemiş olan cevherler olduğunu; bunların kadir, âlim ve cüz'iyyatı id­râk eden varlıklar olduklarını; insan nefislerinin bunlarla münasebet kurmala­rının semavî ruhlarla münasebet kurmalarından daha kolay olduğunu; fakat insan nefisleri (nufûs-u natıka) için, yerdeki ruhlarla münasebete girmeden do­layı olacak kuvvetin, bu ruhlar için semavi ruhlarla münasabete girmeleri se­bebiyle meydana gelecek kuvvetten daha zayıf olduğunu; ama yerdeki ruhlarla münasebete girmesinin daha kolay oluşunun yerdeki ruhlarla nufûs-u natıka (insan ruhları) arasındaki münasebetin daha kolay olmasından dolayı, bir de bu iki kısım ruh arasındaki benzerlik, nufüs-u natıka ile semavî ruhlar arasın­daki benzerlikten daha ileri ve daha güçlü olmasından dolayı olduğu; semavi ruhlarla münasebet kurmadan doğan kuvvetin daha fazla oluşunun semavi ruhların yerdeki ruhlara nisbetle, güneşin güneş ışığına; denizin damlaya, pa­dişahın idaresindeki kimselere nisbeti gibi olmasından dolayı olduğunu söy­lemişlerdir. Bu felsefeciler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Bu şeylerin varlığına dâir ezici aklî bir delil bulunmasa dahi ihtimal dahilinde ve mümkün bir şey olması imkansız değildir. Sonra şüphesiz sanat ve tecrübe sahibi kim­seler bu yerdeki ruhlarla ilgi kurmanın, rukye, tütsüleme ve tecrid etme gibi kolay yollarla temin edildiğini müşahede etmişlerdir. İşte sihrin bu çeşidine "azâim" ve "cinleri emir altına alma" denir. [283]

 

Sihrin Dördüncü Nev'i

 

Sihrin dördüncü çeşidi, tahayyülat ve gözbağcılığıdır. Bu gözbağcılığı bir­kaç mukaddimeye (öncüle) dayanır:

a) Gözün yanılması pek çoktur. Çünkü gemiye binen kimse kıyıya baktı­ğında, geminin durduğunu, kıyının ise hareket ettiğini zanneder. Bu da du­ran cismin hareket ediyormuş gibi, hareket eden cismin de duruyormuş gibi göründüğünü gösterir. Yağan yağmur dikey bir çizgi gibi görünür. Çok hızlı döndürülen fitil, dâire gibi görünür. Üzüm tanesi su içinde armut kadar büyük görünür. Siste küçük adam büyük görünür. Güneş yuvarlağını, doğduğu es­nada büyük gösteren yeryüzünün buharıdır. Güneş ufuktan ayrılıp yükseldiği zaman küçülür. Büyük olan bir şeyin uzaktan küçük görünmesi ise, iyice belli olan bir durumdur. Bütün bu şeyler akit, arızî bazı sebeplerden ötürü gözün bir şeyi olduğu halin aksine gördüğü neticesine götürür.

b) Görme kuvveti, hissedilen varlığı belli bir vakit içerisinde idrak ettiği zaman ancak tam olarak vâkıf olabilir. Ama gerçekten son derece kısa bir za-, man içinde hissolunan birşeyi idrâk edip, bundan sonra bir başka varlığı idrâk ederse, o bu durumda gördüğü şeyleri birbirine karıştırır ve idrâk ettiği çeşitli varlıkları birbirinden ayıramaz. Bu böyledir, çünkü değirmen taşı, merkezin­den etrafına doğru muhtelif renklerden birçok çizgiler çizilip sonra da döndü-rülürse, göz onu sanki bütün bu renklerden meydana gelmiş tek bir renkte gibi görür.

c) Akıl birşey ile meşgul olduğu zaman çoğu defa bu meşgul olduğu şeyi hissetmesinin yanında bir başka şey vardır. Fakat kesinlikle onu da hissettiği­nin farkına varmaz. Nitekim insan sultanın yanına girdiği zaman, bazan ona başka biri rastlar hatta onunla konuşur da, onu kalbi başka birşeyle meşgul olduğu için, ne onu tanır ne de söylediğini anlar. Aynaya bakan kimse de, ba­zan gözündeki çöpü görmek istediğinde onu görür, fakat yüzünde, alnında veya aynartın karşısında olan diğer azalarında bundan daha büyük birşeyi gö­remez. Yine bazan insan, aynanın yüzeyinin düz olup olmadığını anlamak is­tediğinde, aynanın içinde görünen varlıkları göremez. Bu mukaddimeleri (ön bilgileri) iyice kavradığın zaman, bu çeşit sihrin hasıl olduğunu tasavvur et­men kolay olur. Bu böyledir, çünkü mahir hokkabaz kendisine bakanların zih­nini meşgul edecek bir iş ortaya koyarak nazar-ı dikkatlerini ona çevirir, böylece onları bu şeye daldırır, artık onların bakışları sadece ona yönelir. Hokkabaz bu esnada bir başka şeyi çok süratli olarak yapar, bu iki iş farklı olduğu için ikincisi gizli kalır. İki şeyden birisi onların birinci işle meşgul olmaları, ikincisi ise, ikinci işi çok hızlı bir biçimde yapmadır. Bu durumda onlartn görebildikleri şeyden başka diğer bir şey ortaya çıkar ki insanlar buna çok şaşarlar. Şayet bunu yapan kimse sussa, akıllan yapmak istediği şeyin aksine döndürmek için birşeyler söylememiş olsa,düşünce ve akıllar onun ortaya koymak istediği şey­den başkasına yönelmese, o hokkabazın yaptığını seyredenler mutlaka işi an­larlar. İşte insanların, "Hokkabaz, insanların gözünü bağladı" sözlerinden murad da budur. Çünkü gerçekte bu kimse dikkatleri, hile yaptığı işten başka birşeye çevirir. Onun gözleri, ve zihinleri bağlaması ve bunları maksadından başka birşeye çekişi ne kadar kuvvetli olur ise, bu işinde o ntsbette mahir olmuş olur. Goz için bir nevi bozukluk ifâde eden bu durumlar ne kadar güçlü olur ise, bu kabil iş de o kadar güzel olur. Mesalâ, gözbağcılığı yapanın çok aydınlık bir yerde oturması gibi. Bu aydınlık yere bakmak göze bir kusur ve bozukluk peydah eder. Çok karanlık yer de böyledir. Çok güzel ve parlak olan renkler de, göze ona bakarken bir bozukluk ve kusur verir. Koyu renkler de böy­ledir. Görme gücü bu gibi şeylerin gerçek hallerine pek az vakıf olur. İşte sih­rin bu çeşidi hakkında söylenecek sözün hülâsası budur. [284]

 

Sihrin Beşinci Nev'i                  Başa Dön

 

Sihrin beşinci çeşidi, bazan geometrik (hendesî) oranlara göre ve bazan da çeşitli sanat hilelerine göre yapılmış aletlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkar-tılan.insanı şaşırtan işlerdir. Meselâ birbirleriyle döğüşen, biri diğerini öldüren iki süvari gibi; elinde borazan bulunan ve bir at üzerinde olan, gündüzün her saati geçtiğinde hiç kimse ona dokunmadığı halde borazanını çalan süvari (hey­keli) gibi. Yine bu cümleden olarak Rumların, Hindlilerin çizmiş oldukları ve bakanların onun resim mi insan mı olduğunu ayırdedemedikleri resimler var­dır. Hatta onlar ağlayan ve gülen resimler çizerler. Hatta onlar bundan da öte­ye sevinç, utanç ve alay ifâde eden gülmeleri dahi birbirinden farklı yaparlar. İşte bütün bunlar, insanın muhayyilesini aldatan ince işler cümlesindendir. Fi-ravun'un sihirbazlarının sihri de bu çeşittendir. Saatlerin yapısı da bu babtan-dır. Bu konuya ağır yükleri kaldırma, çekme ilmi de (Cerru'l-Eskal) buraya dahildir. Bu da çok büyük ağırlıkları hafif ve basit aletlerle çekmektir. Bunun hakikatte sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen in-hakikatte sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen pek ince sebepleri vardır. Kim onları bilir ve öğrenirse bu işleri yapabilir. Fakat bun-diğer insanlar bunu sihir sanmışlardır.

Erci'yânus el-Mûsîkâr'ın eski Kudüs kilisesini yenilerken yaptığı şey de bu türdendir. Bu şöyle olmuştur: Birgün bu şahıs çölden geçerken Berâsil kuş­larının yavrularından bir yavru görür. Bu kuş uçan, şefkatli ve hazin hazin Öten diğer Berâsil kuşlarından farklı bir kuştu. Diğer kuşlar ona güzel zeytin tane­leri getirip onun yanına bırakıyorlar, o da ihtiyaç hissettiğinde bir kısmını yi­yor, kalanları bırakıyordu. Bu zat bunu görerek, bu yavrunun halini düşündü ve bunun diğerlerinden farklı olan ötüşünde bir nevi sızlanma ve merhamet dileme bulunduğunu, bu yüzden diğer kuşların ona acıyıp yiyecek getirdiğini anladı. Böylece bu kuşun ötüşüne benzer ses çıkaran hassas bir âlet yaptı. Rüzgar bu alete vurduğu zaman aynı sesi çıkarıyordu. Bu,çok tecrübe ede­rek yaptığı âletin iyi olduğunu anladı. Böylece o kuşlar tıpkı o yavruya getir­dikleri gibi, aletin yanına da zeytinler getirdiler. Çünkü kuşlar orada kendi cinslerinden bir yavrunun bulunduğunu sanıyorlardı. Adam istediğini elde edin-1 ce, kurban kesti ve eski Kudüs kilisesine yöneldi ve bu kilisenin işlerine ba-

aytnın ilk gecesinde defnolunduğunu öğrendi. Böylece bu Berâsil kuşu şeklinde içi boş, camdan bir heykel yaparak bunu o kilisenin tepesine dikti ve yaptığı heykelin üzerine de bir (küçük) kubbe yaparak, halka o kubbeyi ağus­tos ayının ilk gecesinde kaldırmalarını emretti. Böylece o zaman bu heykele rüzgârın gelmesi sebebiyle o Berâsil kuşu gibi ses çıkarmaya başladı. Berâsil kuşları her gün o kubbeyi dolduracak kadar zeytin getirmeye başladılar. Halk da bunun orada gömülü olan o zâhid zatın kerametinden olduğuna inandı. Sihrin bu türüne, burada izah edilmesi uygun düşmeyen pekçok çeşitler girer. [285]

 

Sihrin Altıncı Nevi

 

Sihrin altıncı çeşidi, ilaçların özelliklerinden istifâde edilerek yapılan si­hirlerdir. Mesela insanın yemeğine, aklı uyuşturan bazı ilaçların konulması, sarhoş edici uyuşturucuların katılması. Mesala eşeğin beyni gibi... İnsan eşek beyni yediğinde salaklaşır ve zihni azalır. Bil ki bu özellikleri inkâr etmeye im­kân yoktur. Çünkü mıknatısın eseri gözle görülmektedir. Ne varki insanlar bu hususa fazla ehemmiyet verip doğruyu yalana, bâtılı hakka karıştırmışlardır. [286]

 

Sihrin Yedinci Nev'i

 

Sihrin yedinci çeşidi kalbi bağlamaktır. Bu da sihirbazın İsm-i Â'zam dua­sını bildiğini, cinlerin kendisine itaat edip pek çok işte kendisine boyun eğdik­lerini iddia etmesidir. Onun bu sözlerini dinleyen kimse zayıf akıllı ve temyiz kabiliyeti olmayan birisi olduğunda, bunların gerçek olduğuna inanır ve kalbi buna bağlanır (aldanır). Böylece bu kimsede bir çeşit korku ve çekingenlik hasıl olur. Korku meydana geldiğinde hissî kuvvetleri zayıflar, böylece de si­hirbaz o zaman ona istediğini yapabilir. Bu işleri deneyen, ilim ehlinin durum­larını bilen bir kimse, işleri yaptırma ve sırları gizleme hususunda kalbin bağlanmasının pek büyük tesirleri olduğunu anlar.[287]

 

Sihrin Sekizinci Nev'î

 

Sihrin sekizinci çeşidi şudur: Koğuculuk ve kışkırtmacılık gibi şeylere gay­ret etmek de, lâtif ve ğizti şeylerdendir. Bu, insanlar arasında yaygındır. İşte bütün bu saydıklarımız sihrin kısımları, çeşitleri ve bölümleri hakkında söyle­nen sözlerdir. Allah en iyisini bilir. [288]

 

Sihir Nev’ileri Hakkında Müslümanların Görüşleri

 

Dördüncü mesele, müslümanların bu çeşit sihirle­rin mümkün olup olmaması hakkındaki görüşleri hakkmdadır. Mutezile, hayaller cinsinden olan, yiyeceklere uyuşturucu bazı ilaçların katılması ve kışkırtma ile

nemime yoluyla yapılan çeşitler dışındaki diğer si­hir çeşitlerinin imkânsız olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İlk beş çeşidi kabul etmemişler, hatta bunları kabul edip de olabileceğini söyleyenleri kâfir saymışlardır.

Ehl-i Sünnet ise, sihirbazın gökte uçmaya, insanı eşeğe, eşeği insana çevirebileceklerini söylemiştir. Ne var ki onlar şöyle de demişlerdir: Sihirbaz kendi özel duasını ve belirli kelimelerini okumaya başladığında meydana ge­len şeylerin yaratıcısı Allah'dır. Bu hususta feleklerin ve yıldızların tesiri yoktur."

Felsefeciler, yıldız falına bakanlar (müneccimler) ve Sabiîler (yıldıza ta­panların sözleri, yukarıda geçtiği gibidir. Alimlerimiz Sabitlerin görüşlerinin bozukluğuna söyle diyerek delil getirmişlerdir: "Bu alemin sonradan yaratıl­mış olduğu sabittir. Bu sebeple onun yaratıcısının herşeye kadir olması gere­kir. Aklın, makdûr (yaratılmış, güç yetirilmiş) olduğuna hükmettiği şeyin, mümkün olduğu için ancak yaratılmış olması gerekir. Mümkin olma, her müm-kin varlık hakkında müşterek bir vasıftır. O halde bütün mümkinât Allah'ın kud­reti dahilindedirler. Bu varlıklardan herhangibiri başkabirşey sebebiyle var olsaydı bu, o sebebin, Allah'ın kudretinin bu varlığa taalluk edip bunu yarat-masını,izale etmesini (mâni olmasını) gerektirirdi. Binaenaleyh sonradan olan bu şey, Allah'ın âciz olmasına sebeb olmuş olurdu ki bu imkânsızdır. Böylece Allah'ın kudreti olmaksızın, hiçbir mümkin varlığın meydana gelemeyeceği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğunu kabul ettiğimizde Sabitlerin söyledikleri her-şey bâtıl olur."

Yine alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu şeyler sabit olunca biz, sihirbaz­ların sihir yaparken, âdeti icra etmek (şartlarını yerine getirmek) suretiyle bu harikulade hallerin meydana gelmesinin imkânsız olmadığını iddia ediyoruz." Alimlerimiz sihrin bu çeşitlerinin olabileceğine Kur'an ve hadisten de delil ge­tirmişlerdir. [289]

 

Sihre Delâlet Eden Ayet Ve Hadisler                  Başa Dön

 

Kur'an'dan getirdikleri deliller, Allah'ın şu ayetindeki şu buyruğudur:

"Onlar bununla Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezler" (Bakara, ıo2).Ayetteki istisna sihir sebebiyle bazı neticelerin meydana gelebi­leceğini gösterir.

Hadisten delil, Hz. Peygamber (s.a.s)'den mütevatir ve âhâd yollarla gel­miş olan şu hadislerdir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s)'e büyü yapıldığına ve bu büyünün Hz. Peygamber'in: "Söyleme­diğim ve yapmadığım şeyi söylemişim ve yapmışım gibt bana ge/fyor"[290] de­mesine sebeb olacak kadar O'na tesir ettiği rivayet edilmiştir. Yine bir yahudi kad; un Hz. Peygamber (s.a.s)'e sihir yaptığı ve bu sihri bir kuyunun dibinde­ki taşın altına koyduğu, bu sihir bulunup çıkarılınca, Hz. Peygamber (s.a.s)'e arız olan halin gittiği, bu sebeple de Felâk ve Nâs surelerinin nazil olduğu ri­vayet edilmiştir.

b) Bir kadın Hz.Aişe (r.a)'ye gelerek:"Ben sihir yapan bir kadınım. Ben de tevbe edebilir miyim?" dedi. Hz.Aişe (r.a): "Yaptığın sihir nedir?" diye so­runca o şöylededi:"Sihir ilmini elde etmek için Babil'de Harût ile Marufun bulunduğu yere vardım. Onlar bana: "Ey Allah'ın kulu, dünyevî işlerden dola­yı ahiret azabını tercih etme" dedilerse de ben direttim. Bunun üzerine onlar bana: "Git ve şu külün üstüne bevl et" dediler, ben de bunun için gittim, fakat kendi kendime düşünüp "Ben bunu yapmayayım" dedim ve onlara gelerek, "Yaptım" dedim, onlar da bana "Yapınca ne gördün" dediler, ben "Hiçbir-şey görmedim" dedim. Bunun üzerine onlar bana, "Allah'dan kork, daha işin basındasın yapma" dedilerse de ben direttim. Onlar tekrar bana, "Öyle ise git ve söylediğimizi yap" dediler. Ben de gittim yaptım" Böylece sanki yüzü demirden bir miğferle örtülü bir süvari fercimden çıkarak gökyüzüne yükset-di. Bunun üzerine ben Harût İle Marût'a gelerek durumu onlara haber ver­dim. Onlar, "İmanın senden çıktı. Artık iyi sihir yaparsın " dediler. "Bu iyi sihir nedir?" diye sordum, onlar: "Herhangi birşey istediğinde ve hayâl ettiğinde o olacak" dediler. Ben de içimden bir buğday tanesi hayal ettim, bir de bak­tım ki bir buğday tanesi karşımda. Ona "Ekil" dedim,ekildi, derhal anında bir başak oldu. Ona, "Un ol" dedim, un oldu; "ekmek ol" dedim, ekmek oldu.

“Kendi kendime tasavvur ettiğim herşey anında olur” dedi. Hz. Aişe (r.a.) ona “Senin tevben yoktur” dedi.

c) Alimler bu konuda çok hikayeler nakletmişlerdir. Bunlar  çok bilinen şeylerdir. [291]

 

Sihri İnkâr Eden Mutezilenin Delilleri

 

Mû'tezile sihri inkâr sadedinde birkaç delil getirmişlerdir.

1) Cenâb-t Hak: "Sihirbaz ise nerede olsa felah bulmaz "(Taha, 69) buyurmuştur.     

2) Cenâb-ı Allah, Hz.Peygamber (s.a.s) hakkında müşrikler,

"Zalimler siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyor­sunuz " dedffer"(Furkan,8)diye nakletmiştir. Eğer Hz.Peygamber (s.a.s) gerçek­ten büyülenmiş olsaydı, o zalimler bu sözlerinden ötürü kınanmayı haketmez-lerdi.

3) Eğer sihrin bu gibi çeşitleri caiz olsaydı, mu'cize ile sihir birbirinden nasıt ayırdedilebilirdi.

Sonra Mû'tezile şöyle demiştir: "Bu deliller yakînî ve kesin delillerdir. Si­zin bu konuda ileri sürdüğünüz hadisler âhâd haberlerdir. Bu sebeple bu ha­berler, bizim delillerimize karşı koyamazlar." [292]

 

Sihri Öğrenmek Mubahtır           

 

Sihri Öğrenmenin çirkin ve mahzurlu olmadığı hakkındadır.

Muhakkik ulemâ, bu hususta ittifak etmişlerdir. Çün­kü ilim, zâtı gereği güzel bir şeydir. Ve yine, Cenâb-ı

Hak: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zumer, 9) buyurmuştur. Çün­kü, şayet bilinmeseydi, sihir ile mucizenin arasını ayırmak mümkün olmazdı. Mucizenin mucize olduğunu bilmek, vâcibtir; vacibin kendisine dayanmış ol­duğu şey de vâcibtir. Bu da, sihir ilmini bilmenin vâcib olmasını gerektirir; vâcib olan şeyi se, nasıl çirkin ve haram olur? [293]

 

Sihirbaz Kâfir Olur mu?                           Başa Dön

 

Sihir yapan kimsenin bazan kâfir olup olmadığı hakkındadır.

Fukanâı sihirbazın kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hz.Peygamber (s.a.s)'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

''Kim bir kâhinin veya arrafa gelir de, onların herhangi bir sözünü tasdik ederse, o kimse Hz.Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur"[294] Bil ki, yıldızların bu âlemi idare ettiğine ve bu âlemde meydana gelen hadiselerin, hayır ve ser­lerin yaratıcısı olduğuna İnanan kimsenin mutlaka kâfir olduğu hususunda, ümmet arasında bir anlaşmazlık yoktur. Bu, birinci çeşit sihirdir.

İkinci çeşit sihre gelince, bu kişinin, saflık ve kuvvet hususunda insan ru­hunun cisimleri, hayatı, kuvveti, kudreti yaratmaya, bünyeyi ve şekli değiş­tirmeye muktedir olacak bir noktaya varabileceğine inanmasıdır. Görünen odur ki, ümmet yine böyle birinin kâfir olacağı hususunda ittifak etmiştir.

Üçüncü çeşit sihre gelince, bu sihirbazın saflıkta, rukye okumasında ve bazı ilaçlar tütsülemede, onun bu fiillerini müteakip âdete göre Allah'ın cisimler, hayatı ve aklı yaratacağı bünyeyi ve şekli değiştirebileceği bir noktaya bazan ulaşabileceğine İnanmasıdır. İşte burada Mu'tezile, böylesi bir sihrin olabile­ceğini kabul eden kimselerin küfre nisbet edildiği hususunda ittifak ederek, şöyle demiştir:

"Çünkü bu inançta olan kimsenin, bu inancıyla beraber peygamberleri ve resulleri tasdik etmiş olması imkânsızdır."

Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü, bir kimse şöyle diyebilir: İnsan, şayet pey­gamberlik iddiasında bulunsa ve bu davasında yalancı olsa, herhangi bir karı­şıklığa meydan vermemek için, Allahu Teâlâ'nın bu tür şeyleri böyle insanların elinde izhâr etmesi caiz değildir. Ama kişi peygamberlik iddia etmediği zaman  Allah da bu tür şeyleri de onun elinden izhar ettiğinde, bu durum herhangi : - karışıklığa sebebiyet vermez. Çünkü, hakta olan bâtıla bağlanmış kimse-aen, peygamberliği iddia etmesi yanında butür şeylerin onun yanındameydana gelmiş olması; yine peygamberliği iddia etmiş olmasına rağmen, bâtıla -ağlanmış kimse için bu tür şeylerin meydana gelmemiş olması sebebiyle ayrılır.

Zikretmiş olduğumuz sihrin diğer çeşitlerine gelince, bunların küfür olma-z ğmda şüphe yoktur. Buna göre şayet, "Yahudiler Hz.Süleyman (a.s)'a sihri nisbet ettiklerinde, Cenâb-ı Hak Hz.Süleyman (a.s)'ı bundan tenzih etmek için: "Süleyman kâfir olmamıştır" (Bakara, 102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür olduğunu gösterir.

Keza, Allahu Teâlâ: Takat şeytanlar, insanlara sihri öğretmek suretiyle olmuşlardı" (Bakara, 102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür anasını gerektirir. Yine meleklerden, onların: "Btz bir imtihanız, fitneyiz; binaenaleyh kâfir olma !'' demedikleri sürece hiç kimseye sihri öğretmedikten naklolunmuştur ki, bu da sihrin mutlak manada küfür olduğunu gösterir" de­nilirse, biz deriz ki, hali hikâye etmenin doğruluğu hususunda tek bir misâ kâfidir, bu sebeple sen bu misâli yıldızların ilâh olduğuna inanan kimsenin sih­rine hamlet!... [295]

 

Sihirbazın Öldürülmesi Meselesi    

 

Yedinci mesele sihirbazların öldürülmesinin vâcib olup olmadığı hususundadır. Birinci çeşit sihre gelince, ki bu yıldızların, alemi ida­re eden ilâhlar olduğuna inanmaktır.

İkinci sihre de getince, ki bu da sihirbazın cisimleri, hayatı, kudreti, a-yaratmaya ve şekilleri bir araya getirmeye kadir olduğuna inanmasıdır, bunla­rın kâfir oldukları hususunda şüphe yoktur. Müslüman böyle bir inanç içinde sihir yaptığında, tevbe etmesi istenen mürted gibi olur. Eğer bunda ısrar ederse, öldürülür. İmâm Mâlik, Ebu Hanife'den, böylesi insanın tevbesinin kabul otu-namıyacağını rivayet etmiştir. Bizim delilimiz olarak deriz ki, o kimse müslü-mandır. Dolayısıyla Hz.Peygamber (s.a.s)'in, "Biz zahire göre hükmederiz" hadisinden dolayı o kimsenin müslüman olduğu kabul edilir.

Üçüncü çeşit sihre gelince, ki bu insanın Allahu Teâlâ'nın bazı "rukye" (okunup üflenen dualar) ierin okunması ve bazı ilâçların tütsülenmesi esna­sında cisimleri, hayatı yaratmakla; şekil ve görünüşleri değiştirmekle ilgili kendi âdetini icra ettirdiğine inanmaktır. Böylece sihirbazın bu yolla yeni maddeler, hayat ve hitkatt değiştirmeye güç yetirebileceğine inanmasıdır, biz Mu'tezi-le'den, şöyle diyerek bunu küfür saydıklarını zikretmiştik.

Çünkü bu inançla beraber mu'cize vasıtasıyla peygamberlerin sıdkına is­tidlalde bulunmak mümkün olmaz. Onların bu görüşü zayıftır; çünkü onlara cevaben şöyle denilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: Peygamberlik iddia eden kimse, eğer davasında doğru olursa; Allah o kimseye bu tür şeyleri yapma imkânı verir. Eğer davasına yalancıysa, bu tür şeyleri yapabilmesi onun için mümkün olmaz. İşte böylece aralarındaki fark ortaya çıkmış olur. Böyle biri­nin kâfir olmadığı ve böyle bir sihrin de yapılmasının mümkün olduğu sabit olunca; sihrin bu çeşidiyle ilgili olarak sihirbaz bir sihir yaptığında, sen bir dü­şün!.. Eğer o, yaptığı şeyin mubah olduğuna inanıyorsa, kâfir olur. Çünkü o, mahzurlu şey hakkında mubah diye hüküm vermiştir. Eğer o yaptığı şeyin ha­ram olduğuna inanırsa, Şafiî'ye göre bunun hükmü, cinayetin hükmü gibidir. Eğer o kimse, ben sihir yaparım; benim sihrim de genelde öldürür, derse, o kimseye kısas uygulamak vâcib olur. Eğer, ben sihir yaparım; sihrim de ba-zan öldürür, bazan da öldürmez, derse, bu "şibh-i amd" (kasta benzer bir şekilde) olur. Eğer, ben başkası için sihir yaptım, ama ona rastgeldi derse, bu da bir hatadır (hataen öldürmedir); hüküm hafifletilerek, o kimsenin malın-dan diyet almak vâcib olur. Çünkü bu vücûb, o kimsenin ikrarıyla sabit olmuş­tur. Ancak "ikilenin (diyetini verebilecek akrabaların) bunu tasdik etmesi durumu müstesna...Bu durumda diyet, onun "âkıle"sine gerekir. Şafiî (r.a.)'nin görüşünün genişçe izahı budur.

Hasan ibn Ziyâd'ın İmam Muhammed den rivayet ettiğine göre, Ebu Ha-nife şöyle demiştir:

"Bir kimsenin sihirbaz olduğu bilindiği zaman, sihirbaz olan o kimse öl­dürülür. Ondan tevbe etmesi istenmez; onun ben tevbe ettim ve sihirden vaz­geçtim, demesi de kabul edilmez. O, kendisinin sihirbaz olduğunu ikrar ettiğinde kanını akıtmak helâl olur. Eğer iki şahit onun sihirbaz olduğuna şe-hadet ederler veyahut da onu sihirbaz olduğu bilinecek bir sıfatla nitelerler­se, o kimse öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Eğer: "Ben bir kere sihir yaptım, ama şu zamandan beri yapmıyorum" diye ikrarda bulunursa onun bu sözü kabul edilir ve o kimse öldürülmez.

Muhammed İbn Şücfl, Ali er-Razî'nin şöyle dediğini nakietmiştir; Ebû Yûsuf'a Ebû Hanîfe'nin sihirbaz hakkındaki, "öldürülür; onun tevbe etmesi istenmez, o mürted menzilesinde değildir" şeklindeki sözünü sorduğumda Ebû Yûsuf şu karşılığı verdi: "Sihirbaz küfrüyle beraber, yeryüzünde fesad çıkar­mıştır. Böyle olan kimse de birisini öldürdüğünde Öldürülür."

a) Bizim âlimlerimiz (Şafiî âlimleri), bu tür sihrin küfür olmadığı, bunun bir fısk olduğu; eğer bu başkasına karşı işlenmiş bir cinayet olmazsa, hak olan şeyin, yukarda tafsilatıyla anlatmış olduğumuz şey olduğu hususuyla ihticâc etmişlerdir.

b) Yahudilerin sihirbazları öldürülmezler. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s)'e Lebîd İbn A'sam denilen bir yahudi ile Hayber yahudilerinden olan ve kendi­sine Zeyneb denilen bir kadın sihir yapmışlardı. Ama, Hz. Peygamber (s.a.s) onları öldürmemiştir. Bu sebeple Hz.Peygamber (s.a.s)'in:

"Müslümanlann lehine olan, onlarında lehinedir; müslümanların aleyhine olan, onların da aleyhinedir" buyurmuş ol­masından ötürü mû'minin de böyle olması gerekir. Ebû Hanife (r.a) görüşüne akım haberleri delil olarak getirmiştir.

a) Nafi'nin Abdullah ibn Ömer'den rivayet ettiğine göre, bir cariye Hafsa (r.a)'ya büyü yapmış idi. Onlar cariyeyi yakaladıklarında, cariye büyü yapmış olduğunu itiraf etmişti. Böylece hem (Abdullah Ibn Ömer) Abdurrahman ibn Zeyd'e emrettim de, o da onu öldürdü... Bu olay Hz.Osman (r.a)'a ulaşınca. ı Hz.Osman (r.a) bunu yadırgadı. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a), ona gelerek, cariyenin durumunu anlattı. Hz.Osman (r.a) sanki, o cariyenin İbn Ömer'in izni olmadan öldürüldüğünü sandığı için, bunu yadırgamıştı.

b) Amr İbn Dinar'ın şu rivayetidir: Hz.Ömer (r.a)'den, "Her sihirbaz er­kek ve kadını öldürünüz" diyen bir mektup geldi. Bunun üzerine biz üç sihir­baz kadını öldürdük.

c) Ali ibn Ebi Talib şöyle demiştir: Arrâflar, Acemlerin kâhinleridir. Kim bir kâhine, onun söylediğine inanmak niyetiyle varırsa, şüplesiz o kimse, Alla-hu Teâlâ'nın Hz.Muhmmed (s.a.s)'e indirmiş olduğu şeyden uzaklaşmış olur.

Bunlara şöyle cevap verilir: Öldürülen sihirbazlar, belki de kâfir idi...Çün­kü, durumu nakletmenin doğruluğu hususunda tek bir misâl kafidir...

Sihrin diğer çeşitlerine gelince, ki ben çeşitti göz bağcılığı, çeşitli hayalle­re ve hendesî nisbetlere göre yapılmış acayip aletlerle icra edilen sihirbazlığı kastediyorum. Yine hüküm çeşitli korkular vehmini veren, tedirginliğe sevke-den, böylece kalbinde zayıflık olan kimseleri bu konuda kesin itikada sürükle­yen, insanları birbirlerine karşı kışkırtan, söz taşıyan; insanların arasına ayrılık düşürmek için çalışıp çabalayan ve yazdığı şeyin "ism-i A'zam" dan olduğu vehmini veren kimseler hakkında da hüküm böyledir, işte burada sayılan sih­rin bütün çeşitleri küfür değildir. İnsanların evlerine kirli şeyleri gömme husu­sundaki hüküm de böyledir. Aynı şekilde, bunu cinlerin yaptığı vehmini verme hakkındaki hüküm de böyledir. Çeşitli yiyeceklere uyuşturucu katan kimse hak­kında da, durum aynıdır; çünkü bu hususlara ait herhangi bir şey küfür nokta­sına varmaz ve bu öldürme cezasını kesinlikle icab ettirmez. İşte sihir konusunda umumi olarak söylenebilecek söz budur. Allah kullarına yeten ve onları koruyandır. Biz şimdi yine, tefsirimize dönelim.

Allahu Teâlâ'nın: "Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmeleri sebebiy­le, kâfir oldular" sözüne gelince âyetin zahiri, insanlara sihri öğretmiş olma­larından ötürü, onlann kâfir olmuş olmalarını gerektirir. Çünkü bir hükmün vasfa terettüb etmesi, o vasfın illet olduğunu gösterir. Küfür olmayan şeyi öğretmek ise, küfrü gerektirmez. Binaenaleyh, âyet, sihri öğretmenin ve sihrin küfür ol­duğuna delâlet etmiş olur.

Bunu kabul etmeyen kimseler, şöyle diyebilirler: Biz, bir hükmün vasfa dayanmasının, o vasfın o hükmün illeti olduğu hususunu kabul etmiyoruz. Tam aksine mânâ, onlar kâfir oldular; buna rağmen, insanlara sihri öğretiyorlardı, şeklindedir. Buna göre şayet bu müşkil bir meseledir; çünkü Atlahu Teâlâ, âye­tin sonunda iki meleğin de insanlara sihri öğrettiklerini haber vermiştir. Şayet sihri öğretmek küfür olsaydı, iki meleğin de küfre nisbet edilmesi gerekirdi. Halbuki, bütün meleklerin masum olduğu sabit olduğu için, bu caiz değildir.

Ve yine siz, "Sihir olarak isimlendirilen her şeyin küfür olmadığına işaret etmiştiniz" denilirse, biz deriz ki, müşterek lâfız, ihtiva ettiği bütün müsem-mâları hakkında umumî değildir. Buna göre biz, küfür diye adlandırılan bu sihri, sihir diye adlandırılan birinci nev'e hamlederiz ki bu, yıldızların ilâh olduğuna inanmak, mucizeleri ve harikulade halleri ortaya koymak hususunda yıldızlar­dan meded ummadır. İşte bu sihir nev'i, küfürdür: Şeytanlar da, diğer kısım­ları değil, bu tür sihri yaptıkları için ancak kâfir olmuşlardı. [296]

 

Ayette Geçen İki Melek (Harût ve Marût)                  Başa Dön

 

 "İki melek" ifâdesine gelince, biz bu iki meleğin bu çeşit sih­ri öğrettiklerini kabul etmiyoruz. Aksine, belki onlar Cenâb-ı Allah'ın: İnsan­lar o İki melekten, kendisiyle karı kocanın arasını ayıracakları şeyleri öğreniyorlardı" âyetinde de beyan edildiği gibi, diğer sihir çeşitlerini öğreti­yorlardı. Yine, onların bu çeşit sihri öğrettiklerinin kabul edilmesi halinde bile, bu sihri öğretmek ancak, onu öğreten, öğrenen kimsenin onun gerçek ve ha­kikat olduğuna inanmasını istemek gayesiyle öğretirse, küfür olur. Sihirin za­rarından sakınmak için sihir öğrenmeye gelince, bunu öğrenmek küfür değildir. Meleklerin öğretmesi, Cenâb-ı Allah'ın o iki melekden bahsederken: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyiz; binaenaleyh kafir olma! demedikçe hiç kimseye sihir öğretmiyorlardı" buyurduğu gibi, mükellefin sakınması için olmuştur. İnsan­lara sihri öğreten şeytanlara gelince, bunların maksatlarının bu tür şeylerin hak olduğuna inanmak ve inandırmak olduğudur. Böylece, iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur. [297]

 

Sekizinci Mesele

 

Nafi, ibn Kesir, Asım ve Ebû Amr, kelimeşini şeddeli olarak   kelimesini de nasb ile ; diğerleri de, keli­mesini şeddesiz ve kelimesini de ref ile okumuşlardır. Her iki oku­yuş şeklinde de mana aynidir.Enfâi suresindeki, Fakat, Allah attı... "(Enfal. 17) ve "Fakat Allah öldürdü.."(Enfal, 17) âyetlerinde böyledir. Muhtar olan görüş, atıf vâvı ile okunduğunda şeddeli olması,  okunduğunda da şeddesiz okunmasının daha güzel olduğudur. Bu ayette, tercihe şayan olan vecih şudur: j& şeddesiz olarak okunursa atıf o-tur, söze bitişik olduğundan atıf vâvına gerek kalmaz. Ama şeddeli okunursa atıf olmaz; çünkü edatı  gibi amel etmektedir. [298]

 

Harût ve Marufa İndirilen

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Bahirdeki iki meleğe, Hârût'a ve Marût'a indirileni.' sözüne gelince, bu âyette bazı meseleler vardır: [299]

 

‘ deki Hakkında Muhtemel İzahlar              

 

ifâdesindeki hakkında iki vecih vardır.

a) Bu, mânasınadır.Bu görüşte olanlar.üç değişik görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

1) Bu kelime, kelimesine matuftur. Mâna, buna göre şöyledir: Onlar insanlara sihri ve aynı şekilde o iki meleğe indiril­miş olan şeyi öğretiyorlar...

2) Bu kelime, ifâdesine atıftır. O zaman âyetin mânası şöyle olur: Onlar, Süleyman (a.s)'ın mülküne iftira olarak şeytanların söyle­dikleri şeye ve o iki meleğe indirilen şeye uyarlar..Çünkü sihirin bir kısmı kü­fürdür. Bu da şeytanların okumuş olduğu sihir çeşididir; yine bir kısmı da, karı ile koca arasını ayırmada müessirdir. Bu da, o iki meleğe indirilmiş olan sihir­dir..Buna göre Cenâb-ı Allah, sanki yahûdilerin her iki sihir çeşidini de yaptık­larını, birisiyle yetinmediklerini haber vermiştir.

3) Bu 'nın nahiv bakımından yeri, fâdesi üzeri­ne atf olmak üzere, çerdir. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Süleyman'ın mülkü hususunda, bir de o iki meleğe indirilen şey hususunda şeytanların ya­lan yere, iftira olarak söyledikleri şeye...Bu Ebû Müslim (r.a)'in görüşüdür. [300]

 

Ebû Müslim'in Görüşü Ve Reddi

 

Bu zat, iki meleğe sihir indirilmiş olduğunu kabul etmez ve bu görüşüne birçok yönden delil getirir.

Birincisi: Sihir, şayet onlara indirilmiş olsaydı, onu indirmiş olan Cenâb-ı Allah olurdu. Bu ise caiz değildir; çünkü sihir, küfür ve abes ile iştigaldir. Bu­nu indirmek Cenâb-ı Hakk'a uygun düşmez.

İkincisi: "Fakat şeytanlar, İnsanla­ra sihri öğreterek kâfîr olmuşlardı" ifâdesi, sihir öğretmenin küfür olduğunu

gösterir. Meleklerin, sihir öğrettikleri sabit olursa, onların kâfir olmuş olmaları gerekir. Bu ise bâtıldır.

Üçüncüsü: Peygamberlerin, sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz ol­madığı gibi bu, melekler hakkında haydi haydi caiz değildir.

Dördüncüsü: Sihir, ancak kâfirlere, fâsıklara ve inatçı şeytanlara izafe edilir. Cenâb-ı Allah'ın nehyettiği ve ahiret azabıyla tehdidde bulunduğu bir şey Allah'a nasıl nisbet edilir? Sihir, bâtılı hak gösteren bir şey değil midir? Allah'ın sünneti ise onu ipal etmek şeklinde cereyan etmiştir. Nitekim Cenabı Atlah Hz.Mûsa a.sj'nın kıssasında, "Sizin yaptığınız sihirdir; Allah onu mut­laka iptal edecektir" (Yunus, bi) buyurmuştur.

Sonra, Allah kendisine rahmet etsin, Ebû Müslim, bu âyetin tefsirinde mü-fessirlerin çoğunun görüşünden farklt olan bir yol tutarak şöyle der: Şeytanlar sihri Hz.Süleyman ondan uzak olduğu hâlde, Süleyman (a.s)'ın mülküne nis­bet ettikleri gibi, o iki meleğe indirilen şeyi de, onlara indirilen şey sihir olmak­tan uzak olduğu hâlde, sihre nisbet ettiler. Bu böyledir, çünkü o iki meleğe indirilen şey şeriat, din ve hayra davet idi..O iki melek, insanlara, kendilerinin kabul edilmek ve kendilerine tutunulmak üzere gönderilmiş olduklarını, "Biz ancak bir imtihan vesilestyiz, binaenaleyh sen küfre girme" sözleriyle te'kid ederek, sadece bunu öğretiyorlardı. İnsanlar­dan bir grup onların söyediklerine tutunurken, diğer bir grub buna karşı çıka­rak, bundan saptı. Buna göre, nın mânası, "Onlar fitne ve kü­fürden, karı ile kocanın arasını ayıracak miktarı öğreniyorlardı" olur. Ebû Müs­lim'in görüşlerinin izahı budur.

b) edatı, nefy (olumsuzluk) manasınadır. Buna göre kelime, ibaresine atfedilmiş olur. Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: Süleyman kâfir olmadı ve o iki meleğe de sihir indirilmedi. Çünkü sihirbazlar sihri Süleyman (a.s)'a nisbet ediyorlar ve o sihrin Babil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeylerden olduğunu iddia ediyorlardı.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah, her iki iddiaları hususunda da onları reddetmiştir.

 âyetindeki, da nefy ifâde etmektedir. Bunun mâ­nası şöyledir: "Onlar hiç kimseye bunu öğretmiyorlar; aksine, en şiddetli bir biçimde insanları bundan nehyediyorlardı."

Cenâbı Allah'ın: "Biz arcak bir imtihan vesi-lesiyiz demedikçe.." sözüne gelince, buradaki kelimesi imtihan ve sınamak anlamlarına gelir. Âyetteki, sözü senin şu sözün gibi­dir: "Ben falancaya, eğer şöyle yaparsan, sana şu isabet eder" demedikçe. ona şunu emretmedim.." Yani, ben ona o şeyi emretmedim, daha doğrusu onu ondan sakındırdım.

Bu görüşlerin hepsi güzelse de, birinci görüş hepsinin en güzelidir. Çün­kü normal olarak, sözünün -ayrı bir delil bulunmadıkça- uzakta olan bir kelimeye değil de, yanıbaşındaki kelimeye matuf olması gerekir.

Ebû Müslim'in,"Eğer, o iki meleğe sihir indirilmiş olsaydı, bu sihri indi­ren Cenâb-ı Allah olmuş olurdu" sözüne mukabil biz şöyle deriz: Bir şeyin tavsif edilmesi, bazan onu yapmaya teşvik etmek, bazan da ondan sakındırmak ga­yesiyle olur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Şeni, kötü bir niyetle değil, ama ondan korunmak için öğrendim."

Ebû Müslim'in ikinci olarak söylemiş olduğu "sihri öğretmek, Cenâb-ı Al­lah'ın: sözünün delaletiyle küfürdür" sözüne karşı şöyle cevap veririz: Biz, bunun bir haldeki vakıayı bildirdiğini, böyle bir şeyin doğruluğu hususunda da tek bir suretin bulunmasının yeterli olacağını açıklamıştık. Buradaki bu şekit de şudur. Şeytanların, yıldızların ilâh olduğunu söyleyen kimselere sihri öğretmekte meşgul olması ve bunu öğret­mekten maksatlarının da, bu görüşün hak olduğunu ısbat etmek olduğudur.

Ebû Müslim'in üçüncü olarak söylediği, "Peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz olmadığı gibi, meleklerinki de caiz değildir" sözüne karşılık şöyle deriz: Biz peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmiş olma­larının caiz olmadığını kabul etmiyoruz. Çünkü sihrin öğretilmesinden maksa­dın, onun bâtıl olduğuna dikkat çekmek olması da mümkündür.

O'nun dördüncü olarak söylediği, "Sihir ancak kâfirlere ve inatçı şeytan­lara izafe edilir; buna göre Allah'ın yasakladığı bir şey, nasıl Allah'a izafe edi­lir?" sözüne karşı deriz ki, amel ile öğretme arasında bir fark bulunmaktadır. Öyleyse, onunla amel etmenin nehyedilmiş olması niçin caiz olmasın?

Onun fesadına dikkat çekmek gayesiyle öğretilmesine gelince bu,emre-dilen bir şey olur. [301]

 

İkinci Mesele

 

Hasan el-Basri, kelimesini lâm harfinin kesresiyle J&i* şeklinde okumuştur. Bu kıraat, Dahhâk ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiş­tir. Sonra bunlar delâlet hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir: Onlar, Babil şehrinde insanlara sihir öğreten sünnetsiz iki tekn syen

idiler. Onların, iki iyi padişah olduğu da söylenmiştir. Âyetteki meşhur kıraat, iâmın fethasıyla olanıdır. Buna göre bu ikisi, gökten İnen ve isimleri Harut ve Marut olan iki melek idi. Bu ikisinin Cebrail ve Mikâil (a.s) oldukları da söylen­miştir. Bunların, Cebrail ve Mikâil (a.s)' den başka olan iki melek olduğu da söylenmiştir.

Kelimedeki lâm harfini kesreli okuyanlar, buna birçok delil getirmişlerdir:

1) Sihir öğretmek meleklere yakışmaz.

2) Cenâb-ı Allah: "Şayet biz   bir melek indîrseydik,    iş oiup biter,    sonra da onlara mühlet verilmezdi". (En’am, 8) buyurduğuna göre, O'nun iki meleği indirmiş olması nasıl caiz olur?

3) Eğer Cenâb-ı Allah iki meleği indirmiş olsaydı, onları ya iki adam şek­linde gönderirdi veya böyle yapmazdı. Eğer onları, adam olmadıkları halde, iki adam şeklinde gönderseydi, bu, insanları cahil bırakmak ve onlardan ger­çeği gizlemek olurdu ki, bu da caiz değildir. Eğer bu caiz olsaydı, müşahede ettiğimiz her bir insanın da, gerçek bir insan olmaması, aksine meleklerden bir melek olması niçin caiz olmasın? Eğer Cenâb-ı Allah o iki meleği adam suretine sokmamış ise, şu âyet bu görüşü zedelemektedir:

' 'Eğer biz peygamberi bir melek yapsaydık, onu bir adam suretinde getirirdik.  (En’am, 9).

Birinci delillerine şöyle cevap veririz: Sihir öğretmek için meleklerin gön­derilmiş olmasının hikmetini ileride açıklayacağız.

İkinci delillerine şöyle cevap veririz: Bu ayet, âmm olan bir âyettir. kelimesindeki lamın fetha ile okunması, mütevâtir bir kıraattir ve bu hâs olur. Hâs olan âmm olandan önce gelir.

Üçüncü delillerine şöyle cevap veririz: Cenâb-ı Allah, o iki meleği insan şeklinde indirmiştir. O devirdeki peygamberler hayatta iken kullara düşen gö­rev, insan suretinde gördükleri kimsenin insan olduğuna kesin şekilde hük­metmemeleri idi. Aynı şekilde Hz.Peygamber (s.a.s) zamanında da, Dihyetu-I Kelbî[302] (r.a.)'yi gören kimsenin, onun, insan olduğunu kesin olarak söyle­memesi, aksine bu hususta tavakkuf etmesi gerekirdi. [303]

 

Hârut ve Mârut Kıssası Ve Tenkidi                     Başa Dön

 

Onların iki melek olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Allah, meleklere Hz.Adem'i tanıttığı zaman onlar,

"Yeryüzünde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) dediler. Cenâb-ı Allah onlara, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" (Ba­kara, 30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği gö­revlendirdi; bunlar "Kirâmen Kâtibîn, melekleri idi. Bu melekler, insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların bu kötü amelleri yapmala­rına ve onlardan sâdır olan bu kabahatlere rağmen, Cenâb-ı Allah'ın onları hâla hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar, bütün bunlara sihir yapmayı eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara, "İlim, zühd ve din bakımın­dan en üstün olan meleklerden ikisini seçin; onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim" dedi. Onlar da Hârut ve Mârufu seçtiler.

Cenâb-ı Allah bu iki meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip, şirk, kati, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en güzel kadınlardan birisi^ühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta tapar­larsa ve içki içerlerse onların dediğini yapacağını söyledi. Önce bu melekler, bunu yapmaktan çekindiler; sonra şehvet onlara galip gelerek, her iki husus­ta kadının teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri es­nada bir dilenci geldi. Kadın, "Bu dilenci, gördüğü bu hallerimizi insanlara anlatırsa, halimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı Öldürün!" dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra o adamı öldürdü­ler. Öldürme işini tamamlayınca kadını aradılar, fakat bulamadılar. Sonra bu iki melek o anda pişman oldular, üzüldüler ve Allah'a yakarmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile ahiret azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile yeryüzü arasında, Babil'de, asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve İnsanlara sihri öğretiyorlar.

Sonra, müfessirlerin Zühre hususunda iki görüşü vardır:

1) Cenâb-ı Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vu­ku buldu. İşte o zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hali kınaya­rak, yüksele yüksele gökteki yerlerine çıktılar.

2) Bu kadın yeryüzünün fahişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o inşanı Öldürdükten ve puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çık­mak için okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce ismi "Bîduht" idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıl­dızı haline soktu.

Bu rivayetler fâsid, merdûd, kabul edilemez rivayetlerdir. Çünkü Allah'ın kitabında bunlara delâtet edecek birşey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz sayacak hususlar vardır:

a) Daha önce geçmiş olan ve meleklerin bütün günahlardan masum ol­duğunu gösteren deliller.

b) Bu görüşte olanlann/'Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasın­da muhayyer bırakılmışlardır" sözleri fâsiddir. Daha doğru olan, onların tevbe ile azâb arasında muhayyer bırakılmış olmalarıdır. Çünkü Hak Teâlâ, ömrü boyunca kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırak­mıştır. Hâl böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır?

c) Şaşılacak şeylerden biri de bu görüşte olanların şu sözleridir: "Bu iki melek azâb gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar."

Bu sözün yanlışlığı zahir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilme­sinin sebebinin birçok izahı vardır:

a) Şüphesiz o esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda da­ha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bu­lundular, bununla insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı. Cenabı Allah, insanlara bu yalancı peygamberlere karşt koyabilsinler diye sihri öğret­mek üzere bu iki meleği gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksadla" dan biridir.

b) Mu'cizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mu'cize ve sihrin ne c duğunu bilmeye bağlıdır. Halbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyc lardı. Bu sebeple, onların mu'cizenin hakikatini bilmeleri de imkansız ok. İşte bunun üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar d Allah Teâlâ bu iki meleği gönderdi.

c) Şöyle de denilebilir: Allah'ın düşmanları arasına ayrılığı; dostlarının a sına ise sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mubah veya mendûb idi. İşte bu.ı dan dolayı, Hak Teâlâ bu gaye ile, sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şer işler ile Allah'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi te­sis etmek için kullanmışlardır.

d) Herşeyi bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen birşey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi neh-yetmek imkânsızdır.

e) Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, insanların kendisi ile cinlere karşı ko­yabilecekleri şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir.

f) Bunun, mükellefiyeti zorlaştırma babında birşey olması da caizdir. Çünkü insana, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kul­lanmasını yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeble de in­san, buna riayet ederek büyük bir mükâfaatt elde edebilir. Nitekim Hak Teâlâ:

"Kîm (o nehirden) kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir" (Bakara, 249) buyurduğu gibi, Talût'un kavmini bir nehirden su 'içme husunda imtihan etmiştir.  Böylece bütün izahlarla Allah Teala’nın o melekleri sihri öğretmek üzere indirmesinin akıldan uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir. [304]

 

Dördüncü Mesele                     Başa Dön

 

Bazı âlimler bu hâdisenin Hz.İdris (a.s) zamanında olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlar böyle bir maksaddan dolayı insan suretinde indirilmiş iki melek oldukları için o esnada onun için bir mu'cize olsun diye bir peygamberin de mevcud olması gerekir. Bu iki meleğin iki peygamber olması caiz değildir. Çün­kü Hak Teâlâ'nın insanlara meleklerden peygamber göndermediği sabit olan bir husustur. [305]

 

Beşinci Mes'ele     

 

"Hârut" ve "Mârut" kelimeleri  lafzının atf-ı beyânıdır. Bu iki kelime, o iki meleğin özel is­midir. Gayr-ı munsarıf oluşlarının da delâlet ettiği gibi

bu iki kelime Arapça asıllı olmayan iki özel isimdir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu iki kelime "kırmak" manasına gelen,     masdarlanndan olsaydı munsarıf olmaları gerekirdi. Zührî, bu ifâdenin takdirinin, "O ikisi, Harût ve Marût idi" şeklinde olmak üzere, keli­meleri merfû olarak okumuştur.

Cenâb-ı Allah'ın:

"Onlar, "Biz ancak bir fitne (imtihan) vesilesiyiz. Onun için şahın kâfir olma" demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı" âyetine gelince, bil ki Allah Teâlâ  bu âyette o iki meleğin durumunu açıklayarak, sanki "Bu iki melek ancak si­hir yapmaktan son derece sakındırdıktan sonra sihri öğretiyorlardı. Bu şid­detli sakındırmayı ifâde eden ise,' 'Biz bir fitneyiz. Onun için sakın kâfir olma'' sözleridir." Âyette geçen "fitne"den maksad, Allah'a itaat edenin isyan eden­den ayrılmasına vesile olan bir imtihandır. Nitekim Araplar saf olan kısmının tortusundan ayrılması için altın ateş üstüne konulduğu zaman, bunu, diye ifâde ederler. Sihri öğretmek için melek göndermenin niçin güzel olduğunu ortaya koyan görüşleri izah etmiştik. Bundan maksad, o ikisi sihri nitelendirmeden, sihrin çeşitli hilelerini ortaya koymadan ve insa­na iyice nasihat edip de, "Biz bir fitne (imtihan vestiesiyiz)" demedikçe hiç kimseye öğretmediklerini ifâde etmektir. Yâni"Hernekadar sihri öğretmenin maksadı, bu bilgi vasıtasıyla sihir ve mu'cizeyi birbirinden ayırdedebilmek İse de, bu sayede senin çeşitli kötülük ve günahlara düşmen de mümkündür. Bi­nâenaleyh bunu öğrendikten sonra sihri, sana yasak olan yerlerde kullanmak­tan veya onun vasıtasıyla dünyevî herhangi bir maksada ulaşmaktan sakın" demektir. [306]

 

Karı Koca Arasını Ayırmanın Keyfiyeti

 

Cenâb-ı Allah'ın: "İnsan­lar o ikisinden kan ile kocanın arasını ayırdıkları şeyi Öğreniyorlardı" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır: [307]

 

Birinci Mes'ele    

 

Âlimler bu ayırmanın izahı hususunda iki görüş bertmişlerdlr:

a) Bu ayırma ancak sihrin müessir olacağına inan­makla ve insanın böylece kâfir olması sebebiyle olur. Kişi kâfir olduğu zaman mü'min olan hanımının nikâhı ondan düşer. Bu bakımdan ikisi arasında bir ayrılık meydana gelmiş olur

b) Sihri yapan, karı ile kocanın arasını, bâtılı hak göstermek, hileler, kış­kırtma ve diğer sihir çeşitleri ile ayırır. [308]

 

İkinci Mes'ele     

 

Cenâb-ı Hak, bu şeyi açıkça beyân etmemiştir. Çünkü insanlar o iki melekten, ancak bu kadar sihir öğ­reniyorlardı. Fakat diğer sihir çeşitlerine de dikkat

çekmek için sadece bu çeşidi zikretmiştir. Çünkü insanın hanımına olan ülfeti ve meylinin hertürlü sevginin üzerinde olduğu son derece bilinmektedir. Cenâb-ı Hak bu hususu zikrederek, sihir ile bu kadar ileri derecedeki sevgiye rağ­men karı koca arasını açmak mümkün olduğuna göre, başka yerlerde haydi haydi mümkün olduğuna dikkat çekmiştir.

Hak Teâlâ'nın: "Onlar, o sihir üe hiç kimseye zarar veremezler" ifâdesi de bizim söylediğimize delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada zararı mutlak bırakmış, onun sadece karı koca arasını ayırma zararı olduğunu bildirmemiştir. Böylece Allah, en yüksek seviyede olduğu için, karı ile koca arasını ayıran sihri zikretmiştir. [309]

 

İzin Ve Ezan Kelimelerinin Mânası

 

Cenâb-ı Allah'ın: "Ancak Allah'ın izniyle..."ifâdesine ge­lince, bil ki "İzin", emir makamında hakiki manasıyla kullanılır. Halbuki Hak Teâlâ sihri emretmez. Bir de Allah Teâlâ bu buyruğu ile onları kınamayı ve zemmi kastetmiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onlara sihri emretmiş olsaydı, onları bunu yaptıkları için kınaması caiz olmazdı. O hâlde bu ifâdeyi mutlaka te'vil etmek gerekiyor. Âyetin birkaç türlü te'vili yapılmıştır.

a) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bundan maksad, aradan çekilmeyi ifâ­de etmektir. Yani sihir insanı büyülediği zaman, Allah dilerse ona mâni olur, dilerse sihir yapılan kişi ile sihrin zararı arasından çekilir,

b) Esâm şöyle demiştir: ifâdesi,  "Yani an­cak Allah'ın bilgisi dâhilinde olur" manasınadır.

Ezan'a da "ezan" denilmiştir. Çünkü ezan insanlara namazın vaktini bil­dirme manasını ifâde eder. Ezân'a "izin" de denilmiştir. Çünkü ezanı duyan kulaklar, namaz kılmaya izin olduğunu anlar. Allah Teâlâ'nın:

"Ve bu, Hacc-ı Ekbergünü Allah ve Resulünden bir bildiridir" (Tevbe, 3),

“ O zaman  Allah ve Rasulü ile harbetmeye girdiğinizi biliniz. "(Bakara. 279) ;ve : "" (Enbiya, 109) ayetleri de böyledir.

c) Sihirden meydana gelecek zarar ancak Allah'ın yaratması, îcâd etme­si ve yoktan var etmesiyle meydana gelebilir. Böyle olmayan şeyin Allah'a nis-bot edilmesi doğru olmaz. Nitekim Hak Teâlâ: "Biz birşeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol" dememızdir, o da hemen oluverir" (Nam, 40) buyurmuştur.

d) "İzin"den murad "emir"dir. Bu görüş, ancak karı ile koca arasının ay­rılma sebebi olarak, sihir yapanın kâfir olmasını, küfrün de nikâhın düşmesini gerektirmesini görmeye uygun düşer. İşte bu şer'îbir hükümdür. Şer'î hüküm ise ancak Allah'ın emri ile olur. [310]

 

Sihri Satın Almak Ne Demektir?                  Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın:   

"Onlar kendilerine zarar veren fakat hiç fayda vermeyen birşeyt öğreniyor­lardı. Yemin olsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmadığını bildiler" âyeti ile ilgili olarak da birkaç mes'ele vardır: [311]

 

Birinci Mes'ele    

 

Allah Teâlâ, burada "şirâ" (satın atmak) lâfzını birkac bakımdan, isti'are yoluyla zikretmiştir.

a)Yahûdiler, Allah'ın kitabı (Tevrat'ı) kulak ardı edip, şeytanların okudukları şeye (sihre) sımsıkı sarıldıkları için, sanki Allah'ın kita-oına karşılık sihri satın olmış gibi oldular.

b) İki melek, âhiret menfaati elde etmeye vesile olsun diye, sihri öğret­menle sihirden sakındırmayı kastetmişlerdir. Sihir kullanılınca sanki sihir ya­pan kimse, âhirette elde edeceği menfaatlerine karşılık dünyevî menfaatleri satın olmış gibi olur.

c) İnsan birşeyi elde etmek için sihir yaptığında sadece zahmet yüklendi­ğini bilir. O kimse sanki yüklendiği bu zahmetlere karşılık sadece sihir yapabilmeyi satın almıştır. [312]

 

İkinci Mes'ele     

 

Ekseri âlimler,    kelimesinin "nâsib, pay" mânasına olduğunu söylemişlerdir. Kaffâl bu keli­menin aslının, takdir (öiçüp biçmek) mânasında olan masdarından olmasının doğruya en yakın ihtimal olduğunu söylemiş­tir. "Cildi ölçüp biçti" ifâdesi de bu mânadandır. Şöyle denilme­si de bu mânadadır. "O, falanca adam için şu işine karşılık rızık (pay) olarak şu kadar dirhem takdir etti." Diğer âlimler ise, kelimesinin halâs (kurtuluş) mânasına geldiğini söylemişlerdir. Ümeyye b.Ebi's-Salt'ın şu şiiri-de bu mânadadır:

"Onlar için katrandan elbiseler ve bukağılardan başka nasib bulunma­yan veyl (vâdisi)ne (gitsinler diye) duâ ederler." [313]

 

Âyette, Sihrin Zararını Hem Bildikleri Hem Bilmedikleri Geçiyor. İzahı Nedir?                  Başa Dön

 

Geriye âyetle ilgili bir sual kalmıştır. O da şudur: Allah Teâlâ ilk önce. "(...bildiler)" ifadesiyle onların niçin bildiklerini söylemiş, sonra da. 'Eğer bilselerdi..." buyruğu ile de bilmediklerini beyân etmiştir' Buna birkaç bakımdan cevab verilir:

a) Bilenler, bilmeyenlerden başka kimselerdir. Bilenler sihri öğreten ve insan'an onu öğrenmeye davet edenlerdir. Bunlar, Allah Teâlâ'nın, haklarında:

"Ehl-iKitap'tan blrgrub. Allanın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, arkaları­na attılar" buyurduğu kimselerdir. Sihri öğrenmeye istekli oimayan cahiller ise "bilmeyenler"dir. Bu Ahfeş ve Kutrub'un cevabıdır.

b) Biz bahsedilenlerin aynı kimseler olduğunu kabul etsek bile, onların birşeyi bilip başka birşeyi bilmemeleri uzak bir ihtimal değildir. Onlar âhirette kendilerinin bir nasibi olmadığını biliyorlar, âhiret menfaatlerinden kaçırdıkla­rını ve âhirette çekecekleri zarar ile cezanın ne kadar olduğunu bilmiyorlardı.

c) Bahsedilenlerin aynı kimseler, bilinen şeyin de tek bir husus olduğunu kabul etsek bile, onlar ilimlerinden faydalanmayıp ilimlerinden yüz çevimiş olabilirler. Böylece bu ilim yokmuş gibi olur. Nitekim Cenâb-ı Hak kâfirleri, göz, kulak ve dillerinden hakkıyla faydalanmadıkları için, "Sa­ğır, d/tefz vea'md" (isra. 97) olarak nitelemiştir.'Birşeyi yapıp da yerliyerinde yap­mayan adama, "Yaptın (zannediyorsun ama) yapmadın" denilir. [314]

 

"Eğer onlar imân edip müttakîler olsalardı, Allah katından olan sevab, eğer bilselerdi daha hayırlı olurdu"

(Bakara, 103).

Bil ki buradaki, (zamiri, daha önce bahsedilmiş olan yahûdjlere râcidir, (onlara işaret etmektedir). Çünkü Cenâb-ı Allah: "Sa­tın aldıkları şey ne kötü.. "ifâdesi ile, onlar hakkındaki va"îdini bildirdikten sonra, terhîb (korkutma) ile tergîb (teşvik)i birleştirmek için, peşi sıra va'adini zikretti. Çünkü ikisini birleştirmek, ta'ata yönelmeye ve günahtan dönmeye daha da­vetkârdır.

Allah Teâlâ'nın, "İman edip" ifâdesine gelince, bil ki Altah: "Ehl-t Kitaptan birgrub, Allah'ın kitabı (Tevrat'ı) arkalarına attılar" buyurup, sonra o yahûdilerin, şeytanların okuduğu şeye uyduklarını ve sihre sımsıkı ya­pıştıklarını bildirince, peşisıra, 'Eğer onlar iman...etselerdi" yani Arkalarına attıkları Allah'ın kitabına inansalardı" demiştir. Demek ki burada-Kttabı hem "Kur'an", hem "Kur'an"ı tasdik eden onların kitabı (Tevrat), tem de her ikisi olarak anlamak mümkündür. Âyetteki "takva"dan maksad »asaklanmış fiillerden ve emredilen şeyleri yapmamaktan kaçınmaktır.

Cenâb-t Hakk'ın: 'Allah katından olan sevab da-ha hayırlı olurdu" sözü ile ilgili birkaç izah vardır:

a) Âyetteki ilk şart cümlesinin cevabı mahzuf olup takdiri şöyledir: "Eğer onlar imân edip muttaki olsalardı, mutlaka sevaba nail olurlardı." Fakat isim cümlesi, kendisinde sevabın devamlı ve yer­leşik olduğuna delâlet eden bir mâna olduğu için, fiil cümlesinin yerine getirilmiştir. Buna göre şayet, "Allah'ın sevabı daha hayırlıdır,  denilmeli değil miydi?" denilirse, deriz ki: Âyetteki ifâdeden maksad, "Allah'­tan olan tek bir sevâb bile daha hayırlıdır " mânasını ifâde etmektir.

b) buyruğu, mecaz yolu ite, Allah Teâlâ'nın onların hnan etmelerini irade etmesini temenni etme mânasına gelebilir. Âdeta, "Keşke h etmiş olsalardı" denip durulmuş ve sonra, "Allah katından bir mükâfaat dah a iyi olurdu." Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak: diyerek yeni bir cümleye başlamıştır. [315]

 

"Ey İmân edenler, "râinâ" demeyiniz, "Bize bak" deyiniz ve (söze) kulak veriniz. Kâfirler için pek acıklı bir azâb vardır" (Bakara, 104).

Bil ki Allahu Teâlâ, yahûdilerin Hz.Muhammed {s.a.s)'in peygamber ola­rak gönderilmesinden önceki döneme ait kötü fiillerini açıklayınca, bu âyetten itibaren, Hz.Peygamber (s.a.s)'in peygamberliği esnasındaki kötülüklerini Hz.Peygamberin peygamberliğini tenkid ve dini hakkında onu ta'n etme hu­suslarındaki çabalarını açıklamayı dilemiştir ki işte bu konuda söylenen ilk şey bu âyetteki husustur. Burada birkaç mesele vardır: [316]

 

Kur'an'tn "Ey imân Edenler!" Hitabına Ait Bir İncelik

 

Bil ki Allah Teâlâ, "Ey imân edenler" ifâdesi ile Kur'an'da seksensekiz yerde mü'mintere hitab et mistir, ibn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cenâb-ı Al lah Tevrat'ta yahûdilere:  miskinler.." diye hitab ederdi. Allah Teâlâ sanki onlara evvelâ "miskinler" diye hitab edince, bunun peşinden;  "Onlara zillet ve meskenet vuruldu" (Bakara, 61ei) buyurmasıyla, onlara miskinliği vermiştir. Allah Teâlâ'nın, Muhammed ümmeti ne ilk önce "Ey imân edenler!" diye imân vasfı ile hitab etmesi, onlara kıya met gününde cehennem azabına karşı emân (emniyet) verdiğine delâlet eder Keza "mü'min" ismijsim ve sıfatların en şereflisidir. Allah, Muhammed ümmetine dünyada isim ve sıfatların en şereflisi ile hitâb edince, O'nun fazlın­dan, âhirette bile en güze! muameleyi yapmasını umarız. [317]

 

Yahudilerin Dillerini Eğip Bükerek Ortaya Koydukları Kötülük                            Başa Dön

 

Allah Teâlâ'nın bu iki müteradif (eş anlamlı) (Râina ve Unzurnâ) kelimeden birini kullanmayı menedtp, diğerini kullanmaya izin vermesi tuhaf sayılmaz. Bundan dolayı Şafiî (r.a)'ye göre, ister İbrânîce is­ter Farsça olsun, Fatiha sûresinin tercümesini oku­yarak namaz kılmak caiz değildir. Çünkü aynı, "Bize bak" anlamında olduk­ları halde, Cenâb-ı Allah, demeyi menetmiş,  ujki demeye müsaa­de etmiştir. Fakat çoğu müfessirlere göre Allah Teâlâ, bir nevî kötü mâna ifâ­de ettiği için, sadece, demekten müslümanları menetmiştir. Sonra müfessirler bu âyetle ilgili birkaç vecih zikretmişlerdir:

a) Allah'ın Resulü (s.a.s) müslümanlara ilimden birşey okuduğunda, müs-lümanlar O'na: "Ey Allah'ın Resulü bizi gözet, bize bak, " derlerdi. Yahudilerin İbranicede birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye ben­zeyen bir sözleri vardı. Bu sözleri, idi. Bu, "Dinle, ey dinlemiyesi-ce!" manasına gelirdi. Onlar, mü'minlerin, (Bize bak, bizi gözet) de­diklerini duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kastederek Hz.Peygamber (s.a.s)'e bununla hitab ettiler. Böylece mü'minler bu kelimeyi söylemekten neh-yedilip diğer lâfzı -ki bu (Bize bak) sözüdür- kullanmaları emredildi. Bu te'vilin doğru olduğuna, Hak Teâlâ'nın Nisa süresindeki:

"(O yahûdilerden kimi} dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, "Dinledik ve isyan ettik. İşit işitmez olası râtnâ!" derler"(Nisa, 46) âyeti de delâlet eder.

Rivayet edildiğine göre Sa'd b.Mu'az (r.a), onların bu sözlerini işitti ve bunun üzerine: "Ey Allah'ın düşmanları, Allah'ın laneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz.Pey-gamber {s.a.s)'e karşı söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım" de­di. Onlar, "Siz de böyle Uf'j demiyor musunuz?" deyince, işte bu âyet nazil oldu. [318]

 

“Râina” Hakkındaki Diğer İzahlar

 

b) Kutrub, "Bu kelimenin her nekadar manası doğru ise de, Hicazlılar bunu ancak istihza ve alay ederken kullanırlardı. İşte bu sebebten Cenâb-ı Allah, mü'minleri peygambere böyle hitab etmekten nehyetmiştir" demiştir.

c) Yahudilerin sözlerinin manası, "Sen bizim koyunlarımızın çobanısın" demektir. İşte bundan dolayı Allah, müslümanların böyle hitab et­mesini yasaklamıştır.

d) Allah'ın, lafzı, iki kimse arasındaki bir müşareketi ifâde etmek üzere, masdarından, müfâefe babından olmak üzere emirdir. Bu se­beple, bu lâfız muhataplar arasında bir müsâvaat olduğunu hissettirir. Buna göre onlar sanki şöyle demişlerdir: "Sen bize kulak'ver ki, biz de sana kulak verelim!" Bu sebepie Allahu Teâlâ onları bundan men ederek, Hz.Peygam-ber (s.a.s)'e hitap ederken mutlaka ta'zime riâyet edilmesi gerektiğini beyan

etmiştir.Nitekim Cenâb-t Hek

gaber't aranızda, birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın (Nur, 63) buyurmuştur.

e) Hak Teâlâ'nın, ifâdesi, "İstila" tankıyla bir hitabtır. Allah sanki şöyle buyurmuştur: Kelâmımı dinle, gözet; ondan gafil olup başkasıyla meşgul olma!. Halbuki, ifâdesinde, gözetmeyi istemekten başka mâna yoktur. Ashâb, Hz.Peygamber (s.a.s)'e sanki, "Sözünde ve açıklama­larında, anlayabileceğimiz kadar dur!" demişlerdir.

f) Hak Teâlâ'nın,  ifâdesi, (birisini birşeye nail kılmak) masdarından, ve (karşılık atmak,..) masdarın dan,    veznindedir. Sonra Araplar bu nûn harfini aslî olan nun'a çe­virerek, bu kelimeyi ahmaklık mânasına gelen,    masdarından tü­remiş bir kelime gibi kabul etmişlerdir. Buna göre ism-i fail olan, bu masdardan müştaktır. Onların bu kelimeyle, masdarını murad etmiş olma lan da muhtemeldir. Tıpkı, demek olan "sana sığınırım" demeleri gibi. Buna göre mü'minlerin, sözleri, "Sen ahmaklık yaptın" demek olur. Onların bu ifâdeyle, yani  "Sen ahmak ofdun" demek olan mânayı kastetmiş ol­maları da muhtemeldir. Fakat yahûdiler bu lâfızla bu kötü maksatları kastetti­ği zaman, muhakkak ki Allahu Teâlâ bu kelimeyle hitab etmeyi yasakladı.

g) Buradaki maksadın, hurmacı manasına gelen, ve sütçü mâ nasına gelen, gibi ahmaklığa nisbet edilmiş, yani "ahmakça bit söz söyleme" manasında olmak üzere,  demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve, bize bak, deyiniz" sözüne gelince, bunda birkaç vecih vardır:

a) kelimesi, (onu bekledi) mânasına olmak üzere, lafzından müştaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Bizi bekleyin de, sizin nurunuzdan bir parça a/afim"(Hadid, 13) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak ashaba, kendisinden nakilde bulunmaları için, Hz.Pey-gamber (s.a.s)'den mühlet istemelerini emretmiştir, Böylece ashab, sözün tek­rar edilmesini istemek zorunda kalmayacaklardır. [319]

 

Mes'elenin Tebliğ Ve Öğretimle İlgili Yönü                  Başa Dön

 

İmdi şayet, "Hz.Peygamber (s.a.s) ashaba acele ile davranıyor muydu ki, böylece ashâb bunu söylemek zorunda kaldılar?" denilirse, buna iki yön­den cevap verebiliriz:

1) Bu lâfız bazen, gerekli olan acelecilik söz konusu olmasa dahi, söz es­nasında söylenebilir. Mesetâ bir kimsenin konuşması esnasında, "dinle!.." "işit­tin (değil mi?)" demesi gibi..            

2) Müfessirler Cenab-t Hakken: "Onda acele etmeK için, dilim depretme" (Kıyame. 16) âyetini şöyle tefsir etmiş­lerdir: Vahyi tefakkî ve Kur'an'ı alma hususundaki özeninden dolayı Hz.Peygamber (s.a.s)'in Cebrail'in kendisine getirmiş olduğu vahyi (unutmamak için) tekrarlama hususunda acele ediyordu... İşte bunun üzerine Hz.Peygamber'e: "Onda acele etmek İçin, dilini depretnıe!" denilmiştir. Hz.Peygamber (s.a.sVin, ashabının hemen anlamalarını istemesine olan düşkünlüğü sebebiyle, dinî hu­suslardaki şeyleri onlara acele olarak söyiemiş olması; bunun üzerine onların da, bu durumda sözün tamamını anlayıncaya kadar, kendilerine hitap ettiği şey hususunda, kendilerine zaman tanımasını istemiş olmaları da uzak bir ih­timal değildir.

b) nın mânası, "Bize bak!" demektir. Ne var ki, burada harf-i cerh hazfedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı: Ve Musa, kavmini seçti" (Araf. 155) âyetindeki harf-i cerrinin düşme­si gibi...Bu ifâdeden maksat şudur: Öğretmen ders anlatırken öğrencisine ba­karak meseleyi anlatıp, tarif ederse daha etkili olur.

c) Ubeyy ibn Ka'b (r.a), kelimesinden olmak üzere, "bize mühlet ver!" mânasında,   şeklinde okumuştur[320].

Cenâb-ı Hakk'ın, lj£*l»lj buyruğuna gelince şöyle izah edilir: Duyu organları sağlam olduğu zaman işitme işinin meydana gelmesi, beşer ihtiya­rının dışında gerçekleşen zarurî bir iştir...Binaenaleyh, bunu "işitin" diyerek, emretmek caiz değildir. Bu durumda, bu ifâdeden maksat, şu üç husustan birine racidir;

a) "Hz.Peygamber (s.a.s)'in söylediklerine kulak verip, böylece sözün tek­rar edilmesini istemeye muhtaç olmayınız!" demektir.

b) Kabul ve itaat etmek üzere dinleyiniz?   Sizin dinlemeniz, yahûdilerin dinlemesi gibi olmasın. Çünkü onlar:    "Dinledik, ama isyan ettik" (Nisa, 46) demişlerdi.

c) Onlara, durumun önemini belirtmek için, "Emrolunduğunuz şeyi iyice dinleyip, böylece nehyolunduğunuz şeye tekrar dönmeyiniz!" denilmiştir. Cenâb-ı Hak bundan sonra, Hz.Peygamber (s.a.s)'e karşı takınılacak tavır olan O'nu tebcil ve ihtiram, söylediklerine kulak vermek ve dediklerini düşünmek gibi bir yola girmedikleri zaman kâfirlere isabet edecek olan çok acıklı azabı beyan etmiştir. Âyetteki, ifâdesinin mânası yukarda geçmişti.[321]

 

"Ehl-i Kitâb'm kâfirleri de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetfyle kimi dilerse onu mümtaz kılar. Allah en büyük lutf-u inayet sahibidir" (Bakara, 105).

Bil ki Allahu Teâlâ adavet ve inadlaşma hususunda yahûdi ve kâfir­lerin durumunu beyân edince, mü'minleri onlardan sakındırarak, buyurmuştur. Böylece o yahûdî ve kâfirlerin kalble-rinde.mü'minlerin üstünlüğünü ortaya çıkaracak her hangi bir karşı sevgi ve muhabbet olmadığını bildirmiştir. Burada iki mesele vardır: [322]

 

Bu Âyet Edatının Her Üç Çeşidini İhtiva Eder         

 

Âyette geçen ilk     min-i beyâniyedir. Çünkü,  ifâdesi altında iki türün yani Ehl-i Kitâb ve müşrik kâfir türünün bulunduğu bir cinstir. Bunun delili, Cenâb-ı Allah'ın: "Ehl-i kitab ve müşrik olan kâfirler..."(Beyyıne. 1) âyetidir. Âyetteki ikinci "hayr" kelimesinin istiğrak (bütün hayırları) ifâde etmesinden dolayı zaide­dir. Üçüncü ise, ibtida-i gaye içindir. [323]

 

İkinci Mesele      

 

"Hayr", vahiy demektir. Rahmet de vahiy mânasıına gelir. Buna Allah'ın:  "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?" (zuhruf, 32) âyeti delâlet eder. Âyetin manası şöyledir: Onlar kendilerini, vahye-dilmeye daha lâyık görürler. Böylece size hased ederler, size vahiy gönderil­mesinden hoşlanmazlar.

Sonra Cenâb-ı Allah bu hasedin, vahyin zeval bulmasına tesir etmeyece­ğini beyân etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ rahmetini ve ihsanını dilediği kimsele­re has kılar. [324]

 

Yahudilerin Nesh'e İtirazları                  Başa Dön

 

"Biz neshettiğlmiz veya unutturduğumuz bir âyetin ya ondan daha hayırhstnı, yahud onun benzerini getiririz. Allah'ın herşeye kemâliyle kadir olduğunu bilmiyor musunuz?" (Bakara, 106) .

Bil ki bu, yahûditerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşıd dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: "Ashabına önce birşey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed (s.a.s)'e bakmaz mısınız?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyet hakkında konuşmak birkaç meseleyi bilmeye dayanır: [325]

 

Nes”in Mânası            

 

Arapça'da "nesh", birşeyi iptal etmek manasınadır. Kaffâl, nesh'in nakletmek ve değiştirmek mânasına   olduğunu   söylemiştir.   Bizim   delilimiz,

kelimenin şöyle kullanılmasıdır: Bir kavmin ayak iz­lerini rüzgâr yok ettiği zaman, (Rüzgâr kavmin izle­rini yok etti); ve güneş gölgeyi giderdiği zaman, denilir. Çünkü göige bazan diğer bir mekânda bulunmayabilir. Binaenaleyh onun bu­lunduğu yerden oraya intikâl etmesi söz konusu olmamalıdır. Bir de Cenâb-ı Hak:                                 

"O (Peygamber) ne zaman birşey arzu etse, şeytan onun arzusuna (temenni­sine) mutlaka (bir şey) atar. Nihayet Allah şeytanın atacağı bu (fitneyi) gide­rir, iptal eder" (Hacc 52) buyurmuştur. Sözde asıl olan hakiki mânâsıdır. Lâfzın "iptal" mânasında hakiki olduğu sabit olunca, müşterek mâna ifâde etmeyi defetmek için, "nakil" mânasında hakiki olmaması gerekir. Buna göre şa­yet, "Arapların rüzgârı, izleri silici, güneşi de gölgeyi giderici olarak görmeie-mecazdır. Çünkü izleri ve gölgeyi gerçekte yok eden Hak Teâtâ'dır. Bu me­caz olunca, bu kullanışı lâfzın bu mânada hakiki olduğuna delil getirmek im­kânsız olur. Sonra biz sizin getirdiğiniz delile muarız bir delil getirerek şöyle deriz: Nesh, nakletmek ve değiştirmektir. Bir kitabı, diğer bir kitaba aktarır­ken, istinsah ederken onu öbürüne taşımış oluruz, Ruhların bir bedenden diğer bedene geçmesine "tenasüh"; asırların birinden sonra diğerinin gelmesine ve miras mallarının varislerin birinden diğerine geçmesine denilmesi hep bu mâna­dadır. İşte bütün bunlar birincisinin yerine, birşeyin diğerine geçmesidir. Cenâb-ı Hak da:

"Size hakkı söyleyip duran bu, bizim kltâbımızdır. Muhakkak ki biz, ne yapı­yor idiyseniz, biz onları istinsah ediyor (yazdırıyorduk" (Casiye, 29) buyurmuş­tur. Bu sebepte lâfzın nakletmek mânasında hakiki olması, müşterekliği bertaraf etmek için iptal etmek mânasında hakiki olmaması gerekir" denilirse, birinci­ye iki yönden cevap veririz:

a) Güneşi ve rüzgârı, o yok etme işinde müessir kılmış olması bakımın­dan Allahu Teâlâ'nın, bu işe memur edilmeleri itibariyle de bunların nâsih ol­maları imkânsız değildir.

b) Dilciler, nesh'I güneşe ve rüzgâra nisbet etme hususunda hata etmiş­lerdir. Farzedelim ki bu böyledir, ancak bizim delilimiz, onların bu fiili rüzgâra ve güneşe isnad etmiş olmalarından ötürü, nesh lâfzını "izâle etmek" mâna­sına kullanmalarıdır.

İkinciye ise şu şekilde cevap veririz: Nakt, iptal etmekten daha hususidir. Çünkü, naklin olduğu yerde, bir sıfat yok olmuş, onun peşinden başka bir sı­fat meydana gelmiş demektir. Çünkü mutlak yokluk, peşinden başka bir şe­yin meydana geldiği bir yokluktan daha umûmidir. Lâfız hâs ile 'âmm arasında dönüp dolaştığında, 'âmm mânasında almak daha evlâdır. Allah en iyisini bi­lendir. [326]

 

Farklı Kıraatlere Göre Hasıl  Olan Mâna Zenginliği                  Başa Dön

 

İbn A'mir, nûn'un dammesi ve sîn'in kesresi ile, diğerleri de her iki harfin de

fethasıyla,  şeklinde okumuşlardır. İbn Amlr'in  kıraatine göre burada iki vecih bulunmaktadır:

a) Gerek, ve gerekse, 'nın aynı mânada olmalarıdır.

b) lâfzının mânası,   demektir. Nitekim bir top­luluk, Haccâc'a, bir adam astığı için, demişlerdir; yani, "onu kabir sahibi olan yapın!... demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Sonra onu öldürdü ve kabre koydu" (Abese, 21) buyurmuştur.

İbn Kesir ve Ebu Amr, nün ve hemzenin fethasıyla, şart sebebiyle mec-zum olmak üzere, tehir edersek" şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr, bu gibi yerlerde hemzeyi ihmal etmez. Çünkü hemzenin sükûnu mec-zûm olmanın alâmetidir. Bu, tehir etmek mânastna gelen, kelimeşinden iştikak etmiştir. "Nesfe (haram aylan ertelemek), küfürde bir fazlalıktır" (Tevbe,32) âyetindeki, lâfzı bu mânadadır. Veresiye alış-verişin, diye isimlen-dirilmesi de bu mânadadır. Dilciler, şek­linde kullanırlar ki, birincisinin mânası, "Allah onun ecelini erteledi.", ikincisi­nin mânası da, "Onun ömrünü arttırdı" demektir. Hz.Peygamber (s.a.s) de:

"Kimi, ömrünün uzaması ve rızkının çoğalması sevindirtrse, o kimse sıla-i ra­himde bulunsun"[327] buyurmuştur.

Diğerleri de, nûn'un dammesi, stn'İn kesresi ile ve kökünden olmak üzere şeklinde (unutturursak...) okumuşlardır. Âlimlerin ekserisi, bu kelimeyi hatırlamanın zıddı olan nisyâna, unutmaya hamletmişlerdir. Onlardan bir kısmı da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:

 "Unuttu da, biz onda bir azim bulamadık" (Taha. 115) yani "terketti ve: "Onlar nasıl bu gün ile karşılaşmayı unuttularsa, biz de bu gün onları unutacağız" (A'rif, 51) âyetlerinde olduğu gibi, kelimeyi "terketmek" mânasına hamletmişlerdir. Açık olan, "nisyan"(unutma) kelime­sini terketme mânasına hamletmek mecazidir. Çünkü unutulan şey terkedil­miş olur. Terketmek nisyânın ayrılmaz bir parçası olunca, müfessirlerin bazısı melzûmun ismini lâzıma vermişlerdir. Bu kelime, , şeddeli olarak ; Hz.Peygamber (s.a.s)'e hitab olmak üzere ve    sekililerinde okunmuştur. Abdullah b.Mes'ud (r.a.) ise, şeklinde; Huzeyfe (r.a.) de şeklinde okumuştur. [328]

 

Üçüncü Mesele

 

Âyette geçen , mâ-i cezâiyyedir. Bu tıpkı, "Sen ne yaparsan ben de vaparım" demen gibidir. Bu kelimenin ameli, şart ve ceza cümlelerindeki her iki fiil de muzârî olursa cezimdir. Buna göre fiili şart, cümlesi ise cezadır ki iki fiil de meczumdur. [329]

 

Istılah Manasıyla Nesih

 

Ulema ıstılahında nâsih,şer'î bir yolla sabit olan hükmün artık bundan sonra ortadan kalktığına delâlet eden şer'î bir yoldan ibarettir. Nâsih, mensûh hük­münden sonra gelerek, varlığı ile hükmü yürürlük­ten kaldırır. Buna göre biz "şer'î bir yol" sözümüz ile Allah'dan ve Peygam­ber (s.a.s)'den sâdır olan söz ile, her ikisinden nakledilen fiilleri kastediyoruz. Bu konudaki iki görüşten birine göre "icmâ-i ümmet" bu tarifin dışında kalır. Çünkü icmâ, bu izaha göre şer'î bir yol değildir. Şeriatın aklın hükümlerini neshedici olması gerekmez. Çünkü akıl şer'î bir yol değildir. Mu'cizenin de şer'î hükümleri neshedici olması söz konusu değildir. Çünkü mu'cize Şerîatın tın açıklandığı bir yol değildir. Keza hüküm; bir gaye (müddet), bir şart veya bir istisna ile de kayıtlanmış olmamalıdır. Çünkü bunlarda sonradan gelme şartı yoktur. Allah bize birşeyi emredip, sonra da onu yapmamızı yasakladığı za­man bize bir şey (söylememiz) gerekmez. Çünkü bu nehyin misli nâsih olma­saydı, emrin hükmünün misli sabit olmazdı.[330]

 

Yahudilerin İddiasının Aksine [Nesih Şer’an ve Aklen Mümkündür]     

 

Nesh bize göre aklen mümkün olduğu gibi, naklen de vâki olmuştur. Çünkü yahûdilerden bazıları, neshin aklen caiz olduğunu inkâr ederler, bazıları ise aklen mümkün görürler, ancak naklen bunun vâkî olmadığını söylerler. Müslümanların bir kısmının

neshi inkâr ettikleri rivayet edilmiştir. Çoğu müslümaniar neshin aklen-caiz olduğuna ve bilfiil vâki olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü deliller Hz.Muham-med (s.a.s)'in peygamber olduğunu gösterir. Onun peygamberliği ise kendin­den önce geçenlerin şeriatının mensûh olduğuna hükmetmekle ancak doğru olur. Binâenaleyh neshin var olduğuna kesin hükmetmek gerekir.

Yine biz deriz ki, yahûdileri susturacak iki delil vardır:

1) Tevrat'ta Allah Teâlâ'nın Hz.Nûh (a.s)'a, gemisinden inerken şöyle vah-yettiği yer almıştır: "Ben, her canlıyı senin ve soyun için yenilecek şey kıldım ve bunu sizin için, kan hâriç, yeşil otlar gibi, mutlak olarak helâl kıldım. Binâe­naleyh siz kanı yemeyiniz." Halbuki sonra Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ (a.s)'ya ve İsrâiloğullarına pek çok hayvanı haram kılmıştır.

2) Adem (a.s) kızkardeşler ile erkek kardeşleri birbiriyle evlendiriyordu. Halbuki Cenâb-ı Allah, bunu daha sonra gelmiş olan Hz.Musâ (a.s)'ya haram kılmıştır.

Neshi inkâr edenler ise şöyle demişlerdir: Hz.Muhammed (s.a.s)'İn pey­gamberliğinin ancak neshi kabul etmekle doğru olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü şöyle denilebilir: Hz.Musâ ve İsâ (a.s), Hz.Muhammed (s.a.s)'in şeria­tının ortaya çıkacağı zamana kadar insanlara kendi şeriatlarına göre emret­mişler, bundan sonra ise Hz.Peygamber (s.a.s)'e uymalarını söylemişlerdir. Hz.Peygamber (s.a.s)'in şeriatı zuhur edince, o ikisinin şeriatıyla mükellef ol­ma durumu ortadan kalkmış, Hz.Muhammed (s.a.s)'in şeriatına göre mükel­lefiyet söz konusu olmuştur. Fakat bu nesih değil, aksine tıpkı Allah'ın:

 "Sonra orucunuzu "geceye kadar" tamamla­yınız" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibidir[331]. Neshin asıl bakımından meyda­na geldiğini inkâr eden müslümaniar görüşlerini işte bu yola bina etmişler ve şöyle demişlerdir: "Kur'an'da, Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s)'ya Tevrat ve İncil'de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesi verildiği O zuhur edince O'nun şeriatına dönülmesi gerektiğinin bildirdiği yer almıştır. böyle olunca ve bu ihtimaller de ortada bulunurken neshin meydana geldiğine kesin hükmetmek imkânsız olur."

İşte bu, yukarıda zikredilen iki susturucu delile karşı yapılan bir itirazdır.

Neshi inkâr eden kimseler şöyle istidlal etmişlerdir: Allah Teâlâ HzJsâ (a.s)'nın şeriatını beyân ettiği zaman, bu şeriata delâlet eden lâfız hakkında ya bu o şeriatın devamına delâlet etmektedir veya devamına delâlet etmemek­tedir, yahut da bu şeriatta devam edeceğine dâir veya devam etmeyeceğine dâir bir delâlet yoktu" denilebilir.

Birinci Kısım: Eğer bir şeriatta, onun devam edeceğini açıklamış, sonra da onun devam etmeyeceği ortaya çıkmış ise, bu ilk haber bir yalan olur, bu ise şeriat hakkında caiz değildir, Yine biz bunu mümkün görsek, bizim şeriatı­mızın da, mensuh olmadığını bilmeye dâir bir yol bulamayız. Çünkü bu konu­da söylenecek en ileri söz, şeriatın şöyle demesidir Bu şeriat ebedîdir, hiçbir zaman mensûh olmayacaktır. Fakat biz bu sözün, ikisinin de devam etmeme­siyle birlikte, Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s)'nın şeriatlarinde bulunduğunu görün­ce, bu söze güven tamamen kaybolur. Buna göre şayet, "Devamlı oluşu gösteren lafız zikredilmiş, sonra da kendisinin ileride neshedileceğini göste­ren bir şey eklenmiştir veya eklenmemiştir, ne var ki Cenâb-ı Hak, bunu açık­ça belirtmiş, ancak bu bize, bir nebze olsun ulaşmamıştır, denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki bu görüş bazı bakımlardan zayıftır. Şöyle ki:

a) Hem devam edeceğini hem de devam etmeyeceğini kesinlikle bildir­mek, mütenakız bir durum olup tam bir cehalet ve abesiyetten (saçmalamak­tan) ibarettir.

b) Bu takdire göre Cenâb-ı Hak Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s)'nın şeriatlarının mensûh olacağını beyan etmiştir. Neshin meşru olduğu naklolununca, bu du­rumun da nakledilmesi gerekir. Çünkü bu keyfiyyet nakledilmeden şeriatın as­lını nakletmek caiz olsaydı, bunun aynısının bizim şeriatımız hakkında da olması caiz olurdu ki, bu durumda bizim şeriatımızın mensûh olmadığına dair kesin hüküm vermek mümkün olmazdı. Çünkü bu, nakledilmesi için her türlü sebe­bin mevcud olduğu mühim hadiseler cümlesindendir. Böyle olan şeyin şöhre­tinin, tevatür derecesine varmış olması gerekir. Aksi halde denebilir ki, belki de Kur'an'a muaraza edilmiş, ama bu nakledilmemiştir; belki de Hz.Muham-med (s.a.s) bu şeriatı değiştirmiş, ama bu, nakledilmemiştir. Bu keyfiyetin te­vatür yoluyla nakledilmesinin vâcib olduğu sabit olunca, biz deriz ki, şayet Cenâb-ı Hak, Hz.Musâ ve Hz.İsâ (a.s) zamanında şeriatlarının neshedileceği­ni açıkça bildirseydi bu tevatür ehli arasında meşhur ve zarurî olarak da onla­ra malûm olurdu. Eğer durum böyle olsaydı, büyük bir cemaatin bu hususta ihtilâfı imkânsız olurdu. Biz, yahûdi ve hristiyanları bunu inkâr hususunda mutabakat halinde gördüğümüz için, şeriatlarının neshedileceğine dair herhangi bir sarih açıklamanın bulunmadığını anlamış olduk.

İkinci Kısım: Bu da Allahu Teâlâ'nın, Hz.Mûsâ (a.s)'nın şeriatı hakkında onun şeriata devam etmeyip, sonunun geleceğine delâlet eden bir kayıt koy­muş olmasının söylenmesidir ki bu geçersizdir. Çünkü, eğer durum böyle ol­saydı, bunun tevatür ehli tarafından zarurî olarak bilinmiş olması gerekirdi. Bunun doğru olduğunun kabul edilmesi durumunda da bu bir nesh değil, tam aksine bir sürenin sona ermiş olması olur.

Üçüncü Kısım: Allahu Teâlâ'nın Hz.Mûsâ (a.s)'nın şeriatı hususunda açık bir beyanda bulunup, onda, onun devam edip etmeyeceğini beyan etmemiş olmasıdır. Buna göre biz deriz ki, usûl-i fıkıhta mücerret emir, tekrar ifâde et­mez. Tam aksine, tek bir defayı ifade eder. Mükellef bir kere emri yerine ge­tirdi mi, o emrin mesuliyetinden kurtulmuş olur. Bu sebeple, bundan sonra diğer bir emrin gelmesi, birinci emri neshetmiş olmaz. Bu sebeple bu taksime göre, nesh'in varlığına hükmetmenin imkânsız olduğu ortaya çıkmış olur.

Bil ki, bu cümlemizi usûl-i fıkıh konusundaki, "Kitabu'i-Mahsûl" adlı ese­rimizde izah ettikten sonra, neshin mevcut olduğu hususunda Allahu Teâlâ'’nın ''Biz neshettiğimtz veya unutturduğumuz bir âyetin, ya ondan daha hayırhsmı yahut onun benzerini getiririz" (Bakara. 106) âyetine sarılmıştık. Aslında bu âyetle de istidlal etmek zayıf kalmak­tadır. Çünkü âyetteki, şart ve cezayı ifâde eder. Nitekim, senin, "Sana kim gelirse, sen ona ikram et!" sözün, gelme işinin tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, o ne zaman gelirse, ikram etmenin d zaman vâcib olduğunu gösterir. Bunun gibi âyet de, neshin bilfiil tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, neshin meydana gelmesi durumunda, ondan daha hayırlısının getirilmesinin vâcib olduğuna delâlet eder. Buna göre, nes­hi isbat hususunda en kuvvetli olan hususun, bizim, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetterine dayanmamızdır: Biz, bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimizde" (Nahl, 101); ve:

o dilediğini siler, (dilediğini de) bırakır. Kitab'ın anası O'nun yanındadır"  (Rad, 39). Allah en iyisini' bilendir. [332]

 

Neshin Kur'an'da Câri Olması                              Başa Dön

 

Âlimler, Kur'an'da neshin bulunduğu hususunda İttifak etmişlerdir. Ebû Müslim ibn Bahr, Kur'an'da neshin bulunmadığını söylemiştir. Cumhûr-u ulemâ, Kur'an'da neshin bulunduğuna dair birçok delil ge­tirmişlerdir.

a) Cenâb-ı Hakk'ın: âyetidir. [333]

 

Ebu Müslim'in Nesih Hakkındaki Âyeti, Anlayışı ve Tenkidi

 

Ebû Müslim buna, birçok bakımdan cevap vermiştir:

1) Neshedilmiş âyetlerden murad Tevrat ve İncil gibi eski kitaplarda bu­lunan ve Allahu Teâlâ'nın hükümlerini bizden kaldırarak başkasıyla teabbûd etmemizi emretmiş olduğu şeylerden olmak üzere, cumartesi yasağı ve doğu ve batı cihetlerine yönelerek namaz kılmak gibi, dinî ahkâmdır. Çünkü yahûdi ve hristiyanlar, "Ancak, sizin dininize tâbi olan kimselere imân ediniz" diyor­lardı. Böylece Allah, bunu, bu âyetle, onların aleyhine olmak üzere yürürlük­ten kaldırmıştır.

2) Neshten murat, onun Levh-i Mahfuz'dan nakledilip, başka kitaplara ak­tarılmasıdır. Bu, tıpkı: "Ben kitabı istinsah ve naklettim" de­nilmesi gibidir.

3) Bu âyet nesh'in vaki olduğuna delâlet etmeyip, tam aksine nesh vuku bulmuş olsaydı, mensûhtan daha hayırlısı olana doğru olacağına delâlet eder.

Bazı âlimler, Ebu Müslim'in birinci itirazına şöyle cevap vermişlerdir: Âyet kelimesi, mutlak olarak zikredildiği zaman, bununla kastedilen Kur'an âyetle­ridir. Çünkü, bizim alışmış olduğumuz şey budur.

İkincisine ise şu şekilde cevap verilmiştir: Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan nakledilmesi, O'nun bir kısmına has bir durum değildir. Halbuki nesh, Kur1-an'ın bazı kisımlarıyla ilgilidir. Birisi red için getirilen bu maddelerden birincisi için şöyle diyebilir: "Âyet lâfzının Kur'an'a has olduğunu kabul etmiyoruz. Tam aksine bu tabir "her türlü delil" hakkında umumi olan bir sözdür. İkincisine de, âyette zikredilen neshin Kur'an'ın bir kısmına has olduğunu da kabul et­miyoruz. Daha doğrusu ifâdenin takdiri şöyledir:

-Allah en iyisini bilir ya- "Levh-i Mahfuz'da neshettiğimiz şeylere gelince, biz bundan sonra ondan daha hayırlısını getiririz" demektir.

İkinci Delil: Kur'an'da neshin bulunduğunu söyleyenlerin ikinci delili şöyledir: Allahu Teâlâ, kocası ölmüş kadına tam bir yıl beklemesini emretmiştir ki, bu husus Cenâb-ı Hakk'ın:

"Sizlerden geriye eşler bırakarak Ötenler, eşlerinin, yılma kadar faydalanma­larım vasiyyet etsinler.."(BaKara.240) âyetinde bahsedilen husustur. Sonra bu, "dört ay on gün" hükmüyle neshedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Cariye zevceler bırakarak Ölenlerin eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (Bakara. 234) buyurmuştur. Ebû Müslim şöyle demiştir: Bir yıl bekle­me işi, tamamıyla ortadan kalkmamıştır, çünkü, kadın şayet hamile olursa, ki onun hamlinin süresi tam bir yıldır, onun iddet süresi tam bir yıl olmuş olur. Bu hüküm bazı durumlarda devam edince, bu nesih değil, bir tahsis olur. Bu­na şu şekilde cevap verilir: Hamilelik iddetinin süresi, çocuğu doğurmakla so­na erer. Gebeliğin bir sene veya daha az veyahut da daha çok süre içinde olması fark etmez. Buna göre bütün bir seneyi, iddet süresi kabul edmek ta­mamıyla zail olur.

Üçüncü Delil: Cenâb-ı Allah: Ey İmân edenler. Hz. Peygamberle gizli söyleştiğinizde, söyleşmenizden ön-•e bir sadaka veriniz" (Mücadele, 12) âyeti ile Hz.Peygamber (s.a.s)'le fısıltı ile konuşmadan önce, sadaka vermeyi emretmiş, sonra da bunu neshetmiştir.

Ebû Müslim şöyle demiştir: Bu hüküm, sebebinin kalkmasıyla ortadan Kalkmıştır. Çünkü bu âyetle ibâdetin emredilmesinin sebebi, sadaka verme­yecekleri için, münafıkların mü'minlerden ayırdedilmesidir. Bu gaye tahakkuk edince, bu hükümle ibâdet de düşmüştür.

Buna şöyle cevab verilir: Eğer hal böyle olsaydı, bu durumda sadaka ver­meyen herkes münafık olmuş olurdu. Bu ise bâtıldır. Çünkü, rivayet edildiğine göre, Hz.Ali (r.a)'den başka kimse sadaka vermemiş (yani ondan başka bu hükümle amel eden olmamıştır). Cenâb-ı Allah'ın:

Madem ki siz bunu yapmadınız, Allah sizin tevbenizi kabul etti" (Mücâdele, 13: âyeti buna delâlet eder.

Dördüncü Delil: Allah Teâlâ: j&\A\A^'d}J\^jjJ^^ss=c*.<fC j\ "Eğer sizden sabreden on kişi olur ise, ikiyüz kişiye gâlib gelirler" (Enfâı, 65) â yeti ile bir mü'minin on kâfire bedel olduğunu bildirmiş,sonra da bu hükmü:

"Artık şimdi Allah sizden (tekliü) hafifletti ve sizde za'af olduğunu bildi. Buna göre sizden sabırlı yüz kişi otur iser bunlar ikiyüz kişiye gâlib gelirler" i, 66) âyeti ile neshetmiştir.

Beşinci Delil: Allah Teâlâ'nın; "İnsanlardan birtakım beyinsizler, "Onları, Önceki kıblelerinden çeviren (se-beb) nedir?" diyecekler..." (Bakara, 142)âyetidir. Cenâb-ı Allah sonra müslüman-

ları,   "Vazûnû Mescid-i Haram taraüna çevir" (Bakara, 144) âyeti ile ilk kıblelerinden döndermiştir.

Ebû Müslim şöyle demiştir: Kıble hakkındaki öbür hüküm tamamıyla kal­dırılmış değildir. Çünkü kıbleyi tayin etmek müşkil olduğunda veya cihet bilin­diği halde yönelme hususunda bir Özür bulunduğunda o (eski) kıbleye yönelmek caizdir.

Buna cevabımız şudur: Senin zikrettiğin durumlarda Beyt-i Makdis'e yö nelmek ile diğer cihetlere yönelmek arasında hiç bir fark yoktur. Binâenaleyt Beyt-i Makdis'i, başka yönlerden ayıran özellik tamamen yok olmuş demekt ki, bu da bir nesihtir.

Altıncı Delil: Allahu Teâlâ'nın: "Biz bir âyetin yerine diğer bir âyet tebdil ettiğimizde,-ki Allah neyi indirece ğini çok iyi bilir- onlar, "Sen ancak bir iftiracısın" dediler" (Nam, 101) âyetidir Tebdil, kaldırmayı ve bırakmayı içine alır. Kaldırılan şey ya âyetin okunan lâfz veya hükmüdür. O halde bu nasıl kaldırma ve neshetme olur?

Biz bu delilleri enine boyuna inceledik. Çünkü bunların herbiri bir nebze neshin olduğunu göstermektedir.

Ebû Müslim şöylece muhakeme yürütmüştür: "Allah Teâlâ kitabı Kur'an'ı, "Ne önünden' ne ardmdan ° (Kur'an'a) hiçbir bâtıl gelmez" (Fussilet, 42) diye vasfetmiştir.   Eğer nesh söz konusu olsaydı o zaman O'nun Kitabına bâtıl yanaşmış olurdu.

Buna şu şekilde cevap veririz: Bu âyetten maksad bu kitaba kendinden önceki semavî kitaplarda onu iptal edecek herhangi birşey gelmediği gibi, ken­dinden sonra da onu iptal edecek herhangi birşey gelmeyecektir. [334]

 

Neshin Çeşitleri                                 Başa Dön

 

Merisûh (neshedilen) ya sadece âyetin hükmü, ya sadece âyetin okunan lâfzı, veya âyetin hem okunuşu hem hükmüdür. Mensûh olanın sadece hüküm olması durumuna gelince, bunlar yukarıda zikretti­ğimiz âyetler gibidir.

Sadece tilâveti (lâfzı) neshedilmiş olan âyetlere gelince bu, neshedildiği Hz.Ömer (r.a)'den rivayet edilen şu âyettir. O şöyle demiştir: Biz "recm"ayetini; "Yaşlı erkek ve kadın (evliler) zina ettikleri zaman, Allah'dan, ibret verici bir ceza olmak üzere, o İkisini mutlaka recmediniz. Allah aziz ve hakimdir"'diye okurduk.

Şu da, lâfzı neshedilmiş olan âyetlere misâl olarak rivayet edilmiştir:

"İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, onlara bir üçüncü vadi dolusu mal katmayı ister. İnsanın karnını ancak toprak doldurur. Cenâb-ı Allah tevbe ede­nin tevbesini kabul eder..."

Hem hükmü hem de metni mensûh olan âyetlere gelince, bu Hz.Aişe (r.aj'nin bildirdiği şu hükümdür: Rıdâ, yani süt emmekle hasıl olan mahremi­yet hakkında, Kur'an'da ilk nazil olan hükme göre malûm olan on emme ile hürmet hasıl olundu. Bu sonra "beş emme" hükmü ile neshedildi".[335] Şu hal­de on emme meselesinin hem tilâveti hem de hükmü neshedilmiştir. Beş em­menin ise tilâveti neshedilmekle beraber, hükmü kalmıştır.

Ahzâb sûresinin es-Sebu't-Tıvâl (itk yedi uzun sûre) gibi, hatta onlardan daha uzun olduğu, fakat sonradan bazı âyetleri neshedilerek kısaltıldığı riva­yet edilmiştir. [336]

 

Vahyedilen Âyetin Unutulması Mümkün ve Meşru Mudur?          

 

 

Müfessirler, Cenâb-t Hakk'ın: "Biz bir âyeti nesheder veya unutturureak..." âyetinin izahı hususunda ih- titâf etmişler; bir kısmı, "nesh"i, "izâle etmek" mâ­nasına alırken, bir kısmı da "Kitab'ı istinsah etmek" mânasına almışlardır. Bu ikinci görüş, Atâ ile Sa'id b. Müseyyeb'e aittir.

Birinci görüşün sahipleri, görüşlerini birkaç türlü izah etmişlerdir:

1) Âyet "Sizin okuduğunuz bir âyeti nesheder veya daha önce aranızda okumakta olduğunuz bir âyeti unutturursak..." manasınadır. Bu Hasan el-Basri, Esâm ve çoğu kelamcıların görüşüdür. Bunlar, kısmını, metni değil de hükmü neshedilen âyetfere, kısmını da hem lâfzı hem de hükmü neshedilen âyetlere hamletmişlerdir. Buna göre şayet "Unutmanın olması, âklen ve şer'an imkânsızdır. Âklen imkansız oluşu, Kur'-an'ın mutlaka tevatür derecesinde sayıları çok kimseye ulaşmış olması gere­kir. Halbuki bu sayıda insanın hepsinin unutması imkânsızdır. Şer'î delile gelince bu Allah'ın:

"Zikri (Kur'an-ı) biz indirdik ve onu biz koruyacağız" (Hicr, 9) âyetidir denilir­se, birinciye iki bakımdan cevap veririz:

a) Unutma, Allah'ın Kur'an'dan çıkarılmasını, okunmasını, namazda tilâ­vet edilen ve hüccet getirilen şeyler cümlesinin dışında bırakılmasını emret­mesi ile mümkün olur. Kendisiyle ibâdet etme hükmü kalkıp, aradan uzun zaman geçince o şey unutulur veya hatırlansa bile ancak haber-i vâhid sevi­yesinde hatırlanır. İşte bundan dolayı hafızalardan silinmiş olur.

b) Bu Hz.Peygamber (s.a.s) için bir mu'cize olur. Bu konuda bir haber rivayet edilir: Bu habere göre müslümanlar bir sûre okuyorlardı, ertesi gün hepsi bunu unutuyorlardı.

Onların ikinci delillerine ise, bunun Cenab-ı Hakk'ın,

"Sana okutacağız da, Allah'ın diledikleri hariç, sen onları unutmayacaksın" (A'lâ, 6-7) ve, "unuttuğun zaman, Rabbini an" (Kehf, 24) âyetlerine muarız olduğunu söyleyerek cevap veririz.

2) Âyetin mânâsı "O âyeti değiştirirsek, biz onun ya sadece hükmünü, sadece lâfzını veyahut da her ikisini değiştiririz" demektir. Allah'ın ifâdesinden maksad ise, ."Onu olduğu gibi bıraktr, değiştirmeyiz" demektir. Biz "nisyan" (unutma) nın, olduğu hâl üzere bırakmak manasına da geldiğini izah etmiştik. Buna göre âyetin nihâi mânası şöyle olur: "Biz de­ğiştirdiğimizin yerine daha hayırlısını veya dengini getiririz.

3) ifâdesi, "Biz âyeti indirdikten sonra onu kaldırırız" manasınadır. ifâdesini ise hemzeli olarak şeklinde oku­yarak, "Biz o âyeti Levh-i Mahfuz'dan indirmez, tehir edersek..." mânasına almışlardır. Veyahut da bu ikinci kelimenin mânası, "O âyetin neshini ertele­dik, şu anda neshetmiyoruz, ama fayda bakımından onun yerini tutacak şeyi indireceğiz" demektir.

4)  ifâdesindeki âyetten maksad, hem hüküm hem de lafız bakımından neshedilecek âyetlerdir. "Yani olduğu gibi bıra­kırız" denilen âyetlerden murad ise hükümleri neshedilen âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin lâfzı mensuh değildir, okunmaya devam edilirler.

İkinci görüşte olan müfessirlere gelince, onlara göre, ifâdesinden maksad, "Onu Levh-i Mahfuz'dan istinsah edersek..." mânasıdır, ifâdesinden maksad ise, "veya onu tehir edersek..." mânâ­sıdır. Ama bu ikinci kelimeyi,  şeklinde kıraat etmeye gelince, bu­nun mânası "Onu olduğu halde bırakırız, yani onun istinsahını bırakır, istin­sah etmeyiz" demektir.

Cenâb-ı Allah'ın: "Hiçbir âyeti" ifâdesine gelince, Ebû Müs­lim dışındaki bütün müfessirter bunu, "Kur'an'dan hiçbir âyet" mânasına an­lamışlardır. Ebû Müslim ise bunu, Tevrat ve İncil'e hamletmiştir. [337]

 

Daha Hayırlısını Veya Benzerini Getirmenin Mânası: Vahyin Bazısı Daha Hayırlı Olur mu?                  Başa Dön

 

Hak Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

a) "Hüküm olarak daha hafif olanını,

b) Daha faydalı olanını getiririz" demektir Bu ikinci görüş daha evlâdır. Çünkü bu görüş, mükellefi, tabiatına daha kolay gelen şeylere değil, faydası­na olan şeylere sevkeder. Buna göre eğer, "İkinci gelen hüküm birincisinden daha faydalı olsa, birincisinin faydası noksan olmuş olurdu. Binâenaleyh Al­lah bunu nasıl emreder?" denirse, biz deriz ki: Birinci gelen hüküm o âyetin geldiği zamana göre daha faydalı idi. İkinci gelen âyet ise daha sonraki zamana göre daha faydalıdır. Böylece suâl zâi! olmuş olur. Bil ki âlimler, bu âyet­ten birçok nesh meseleleri çıkarmışlardır. [338]

 

Neshe Ait Muhtelif Meseleler

 

Birincisi, Nesh-i Bedel:

 

Bir grub âlim, bir âyetin hükmünün ancak ona bedet getirilirse neshedile-biieceğini söylemiş ve bu âyetin, nesh söz konusu olduğu zaman mutlaka o âyetten sonra, ondan daha hayırlısının veya dengtnin getirileceğine delâlet et­tiğini ifâde ederek, bu âyetin, neshedilenin yerine bir bedelinin mutlaka getiri­leceği hususunda açık olduğunu söyleyerek delil getirmişlerdir.

Bunlara şu şekilde cevab verilir: Bundan muradın şu olması neden caiz olmasın? "O hükmü gidermek, artık o emre uymakla kulluk etmeyi kaldırmak o vakitte o hükmün devam etmesi durumundan daha hayırlıdır." Sonra bir be­deli inmeksizin âyetlerin neshedildiğine, Hz.Peygamber (s.a.s)'e fısıltı ile ko­nuşmadan önce sadaka verilmesi hükmünün yerine başka bir hüküm getirilmediği halde neshedilmiş olması delâlet eder (Mücadele, 12. âyetine işa­ret ediliyor). [339]

 

İkincisi: Nesheden Hüküm Daha Ağır Olabilir mi?

 

Bir grub âlim de şöyle demişlerdir: "Daha ağır bir hükmü getirmek bir âyetin neshedilmesi caiz değildir."Bunlar,"Allah'tn, "Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu, nâsih olan âyetin hük­münün daha ağır olmasını nesheder, çünkü daha ağır olan daha hayırlı veya öncekine denk olamaz" diyerek delil getirmişlerdir.

Bunlara şöyle cevab verilir: Âyetteki "daha hayırlısı" ifâdesi ile kastedi­len şeyin, âhiret hususunda daha çok sevap kazandıracak olan bir hüküm ol­ması niçin caiz olmasın? Hem sonra böylesi neshin vâki olduğuna, Hak Teâlâ'nın, zina eden kadınlar hakkında, evlerinde hapsedilmeleri hükmünü, onlara celde vurulması ve recmedi I meleri hükmü ile; aşure orucunu, Rama­zan ayı orucu ile; bazılarına göre namazlar başlangıçta ikişer rekatlı iken, mu­kim olanlar için bunu dörder rekatlı namaz ile değiştirmesi delâlet eder. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Bir hükmün, daha ağır şekliyle değiştirilmesi (nes­hi) geçen misallerde vuku bulmuştur. Hükmün, daha hafifi ile neshedilmesi-ne gelince, bu meselâ iddet müddetinin bir yıl iken, dört ay on güne; gece namazlarının vâcib iken, muhayyer bırakılmasına doğru neshedilmesi gibidir. Bir hükmün, dengi bir hükümle neshedilmesi ise, kıblenin Beyt-İ Makdis'den Kâ'be'ye çevrilmesi gibidir. [340]

 

Üçüncüsü: Âyet Hadisle Neshoiunur mu? Olunmaz Diyen İmam Şafi­î'nin Delilleri Ve Ona İtiraz

 

Şafii (r.a): "Kur'an, mütevatir hadis ile nesholunamaz" demiş ve bu gö­rüşüne bu âyetle istidlal etmiştir.

a) Allahu Teâlâ, neshettiği âyetlere bedel olarak, ondan daha hayırlısını haber vermiştir ki bu O'nun, o âyet cinsinden bir şey getireceğini gösterir. Ni­tekim birisi: "Ben senden bir elbise alırsam, ondan daha hayırlısını sana getiririm" dediğinde, bu söz onun, elbise cinsinden daha iyi bir elbise getire­ceğini ifâde eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, mutlaka neshedici şeyin (nâsih'in), neshedilen (mensûh) cinsinden olması gerekir. Binaenaleyh Kur'-an'ın cinsi yine Kur'an'dır.

b) Allah Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyurması, bu da­ha hayırlıyı, yalnız kendisinin getireceğini gösterir. Bu İse, Hz.Peygamber rs.a.s)'in getirdiği (söylediği) sünnet değil, Allah'ın kelâmı olan Kur'an'dır.

c) Allah Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğu, getirilen (nâsih) şeyin âyetten daha hayırlı olmasını gerektirir. Halbuki sünnet Kur'an'-dan daha hayırlı olamaz.

d) Cenâb-ı Allah: "Bilmiyor musun, Allah herşeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu, daha hayırlı olanı getire­nin, bütün hayırlara gücü yeten zat olduğuna delâlet eder ki o da Allah Teâlâ'dır.

İmam Şafii'nin bu dört görüşünün hepsine toptan şöylece cevab verile­bilir: Allah Teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğundaki bu hayrın, "nâsih" olması icab ettiği hususu âyette yer almaz. Aksine bu daha hayırlı olan şeyin, neshin meydana gelmesinden sonra gerçekleşecek ve nâsihe mu­gayir (nâsih'ten başka birşey) olması da muhtemeldir. Bu ihtimalin hakikat ol­duğuna bu âyetin, daha hayırlısını getirmede ilk âyetin neshine dayanmış olması hususunda açık bir ifâde bulunması delâlet eder. Eğer bir âyetin neshedilmesi, bu daha hayırlı olan şeyi getirmeye dayansa idi devr-i fâsid gere­kirdi, bu ise bâtıldır. Sonra cumhur (ekseri âlimler) Kur'an'ın hadis ile de neshedilmesinin fiilen vaki olduğunu da söylemişlerdir: Çünkü akbabalara va-siyyette bulunmayı ifâde eden âyet (Bakara, 18O), Hz.Peygamber (s.a.s)'in: "Dikkat edin, varis olacak kimse lehine vasiyet yapılmaz[341]

Hadisi ile; celde âyeti (Nur,2), evliler için recm gerektiğini ifâde eden hadîs ile neshedilmiştir.

İmam Şafiî (r.a) şöyle cevap vermiştir: "Cumhurun birinci deliline gelin­ce, bu zayıftır. Çünkü, mîrasın vârisin hakkı olması, peygamberin sözünü bu mânada vasiyyete hamletmeye mâni oluyor. Bu sebeble miras âyetinin (Nisa, 11-12), bu vasiyete mâni olduğu sabit olur.[342] Onların ikinci delilleri de zayıftır. Çünkü Hz.Ömer (r.a): "Yaşlı erkek ile yaşlı kadın (evli erkek ve kadınlar) zina ettikleri zaman, onları mutlaka recmediniz" ifâdesinin Kur'an'dan olduğunu rivayet etmiştir. Buna göre belki de bunda da nesh ancak Kur'an ile olmuştur." Bu konudaki sözün tamamı usûl'ü fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Cenâb-ı Allah'ın: "Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğuna bilmiyor musun?" âyeti, Hz.Peygamber (s.a.s) ve di­ğer insanların, mükellefi, Allah'ın meşîetinin, hükmünün ve hikmetinin altında evirip çevirmeye kadir olduğuna ve Allah'ın irâde ettiği şeyi savuşturup istedi­ği belayı engelleyecek hiç kimsenin olmadığına dikkatlerini çekmektedir. [343]

 

Mutezilenin Bu Âyetle Kur'an'ın Mahlükiyeline İstidlali Ve Tenkidi                          Başa Dön

 

Mû'tezile, Kur'an'ın mahlûk (yaratılmış) olduğuna, Bazı bakımlardan, bu âyette istidlal etmiştir.

a) şayet Allah'ın kelâmı (Kur'an) kadîm (ezelî) olsaydlı nâsin ve mensuhun da ezelî olmaları gerekirdi.

Fakat bu imkânsızdır. Çünkü nâsih âyetin mensûhtan sonra olması gerekir. Birşeyden sonra olanın kadîm olması imkânsız olur. Mensûh'a gelince, onun da zail olmuş ve kalkmış sayılması gerekir. Zevali sabit olan şeyin ezelî olması, âlimlerin ittifakıyla imkânsızdır.

b) Âyet, Kur'an'ın bazı âyetlerinin bazı âyetlerinden daha hayırlı olduğu­na delâlet ediyor. Böyle olan birşey ise kadîm olamaz.

c) Allah Teâlâ'ntn "Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğunu bilmiyor mu­sun?" sözü, bu âyetten maksadın, O'nun bazı âyetleri neshedip, öncekinin yerine diğer bir şeyi getirmeye kadir olduğunu gösterir. Allah'ın kudreti dahi­linde olup tahakkuk etmiş olan herşey muhdes (sonradan olma) dır.

Âlimlerimiz bunlara şöyle cevap vermişlerdir: Birşeyin nâsih ve mensûh olması, lâfız, ibare ve kelimelere arız olan sıfatlardandır. Bu vasıfların sonra­dan olduklarında herhangibir münakaşa yoktur. Öyleyse niçin, "ibare ve ıstı­lahların medlulü olan hakiki mânanın muhdes (sonradan) olduğunu" söylüyorsunuz?

Mû'tezile şu şekilde demiştir: "İbare ve kelimelerin mânası olan o mâna­nın, ilk taallukunun zâti olup yeni bir taallukunun olduğunda şüphe yoktur. Buna göre ilk taalluk muhdestir. Çünkü o zail olup gitmiştir. Halbuki kadim oları şey zail olmaz. Mânanın ikinci olarak taalluk ettiği şey ise hadis (sonradan olma) dır. Çünkü o hiç yok iken meydana çıkmıştır. Halbuki hakiki söz bu taallukla­rından ayrılmazlar. Bu taalluklardan ayrılmayan şey ise muhdestir. Muhdes-ten ayrılmayan şey de muhdestir. O halde muhdese taalluk eden kelâmın da muhdes olması gerekir."

Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermiştir: Allah'ın kudreti, ezelde âle­min yaratılacağına taalluk etmiştir. Buna göre âlem varlık haline geldiği za­man bu taalluk devam eder mi, etmez mi? Sen bak, eğer "Kadir olanın mevcud olanı icâd etmeye kadir oluşu devam eder" dersen, bu imkânsızdır. Eğer, "Bu taalluk zail otup bitmiştir", dersen, o zaman sizin mânalar ve kelimeler hak­kındaki izahınıza göre, Allah'ın kudretinin de hadis (sonradan olma) olması gerekir. Allah'ın ilmi de aynı durumdadır. O'nun ilmi ezelde âlemin olacağına taalluk etmiştir. Buna göre âlem var olunca, eğer ilk taalluk devam ederse bu cehalet olur. Eğer devam etmiyor ise, bu durumda sizin izahınıza göre, ilk ta­allukun da hadis olması gerekir. Çünkü ilk taalluk kadîm olsaydı zâi! olmaz ve bundan sonra meydana gelecek taalluk hadis olurdu. Buna göre Allah'ın âlim oluşu, hadis olan (muhdes olan) taalluklardan ayrılmazdı. Muhdesden ay­rılmayan da muhdes otur. O halde, Allah'ın âlim oluşu da muhdes (sonradan olma) dır. Sizin Allah'ın ilmi ve kudreti hususunda vereceğiniz cevaplar, bi­zim Allah'ın kelâmı hususundaki cevabımızın aynısıdır. [344]

 

Mâ'dûm (Olmayan) Şey Sayılır mı?  

 

Âlimler Allah'ın: "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" ifâdesini, yok olana "şey" denilebileceğine delil gc- tirmişlerdir. Bunun izaht yukarıda geçtiği için tekrar etmeyeceğiz. "Kadîr", fa'il vezninde olup, ismi fa­il mânasını ifâde eder. Bu vezin mübalağa (ileri seviyeyi) ifâde eden bir vezindir. [345]

 

"Bilmiyor musun, göklerin ve yerin mülkü şüphesiz Allah'ındır ve sizin Atlah'dan başka ne bir dost ne de bir yardımcınız yoktur" (Bakara, 107),

 

Bil ki Cenâb-ı Hak neshin caiz olduğu hükmünü bildirdikten sonra, gök­lerin ve yerin mülkünün başkasının değil, kendisinin olduğunu beyân etmiştir. Bu, mahlûkatın mâliki ve sahibi olduğu için, Allah'ın her emrinin ve nehyinin güzel (hasen) olduğuna dikkat çekmektedir. Bu bizim âlimlerimizin görüşü­dür. Meydana gelecek bir sevâb ve savuşturulacak bir cezadan ötürü değil, sırf, kulların mâliki ve onlara hükümran olması sebebiyle, Allah'ın kullarını mü­kellef tutması muhakkak ki güzel olmuştur.

Kaffâl şöyle demiştir: Bunun, kıbleyle ilgili duruma bir işaret olması da muhtemeldir; çünkü Cenâb-ı Hak onlara, kendisinin göklerin ve yerin mâliki olduğunu, bütün mekân ve cihetlerin O'nun mülkü olduğunu, ancak Allahu Teâlâ dilerse, herhangi bir cihetin diğer cihetlerden daha muhterem ve saygı­ya değer olduğunu bildirmiştir. Durum böyle olup kıbleye yönelme ile ilgili emir de ancak, orayı şereflendirmeye dair bir tahsis olmuş olunca, kıblenin bir ci­hetten başka bir cihete değişmesine mani olacak bir şey kalmamış olur. "Velî ve nasîr" kelimelerine gelince, bunlar mübalağa ifâde etmek üzere, fail ma­nasında olmak üzere, vezninde gelmiş olan iki isimdir. Bu âyet ile, mülk'ün kudret'ten başka bir mâna ifâde ettiğine istidlal edenler vardır. Bu kimseler şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak önce:

"Allah’ın herşeye kadir olduğunu  bilmedin mi?" buyurmuş, bundan sonra  "Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" buyurmuş­tur. Şayat mülk kudretten ibaret olsaydı, bu faydasız bir tekrar olmuş olurdu. Mülk ve kudretin hakikatine dair söz ise, "Din gününün mâliki" (Fatiha, 3) âyetinde geçmişti. [346]

 

"Daha önce Musa'dan talep edildiği gibi, yoksa siz de mi peygamberinizden bazı isteklerde bulunuyorsunuz? Her kim imânı küfürle değiştirirse, muhakkak ki dosdoğru yoldan sapıtmıştir" (Bakara. 108).

Burada birkaç mesele bulunmaktadır: [347]

 

“Em” Edatı Hakkında İzahat          

 

harfi, muttasıl ve munkatı olmak üzere iki kısımdır. Muttasıl olan, elifin dengidir. Bu, kelimesinin bir araya getirmiş olduğu manayı dağıtmak içindir; nitekim, edatı da, nün bir araya toplamış olduğunu dağıtır. Sen şöyle dersin:  'Onlardan dilediğine, leyde veya Amr'a vur!" Sen, "onlardan istediğine vur!" "İster Zeyd'e, ister Amr'a!" dersin.Munkatı'a olan,  ise, ancak tam bir sözden sonra bulunur. Çünkü bu, elif ve mânalarınadır. Arapların, "Onlar develer midir, yoksa daha doğrusu koyunlar mıdır?" ifâdesi gibi. Araplar sanki böyle­ce,    "Daha doğrusu onlar, koyundurlar" demiştir. Allahu Teâlâ'nın:  Daha doğrusu onlar, bunu o uydurdu diyorlar" (Hud, 13) âyeti de böyledir. Şair Ahtal, şöyle demiştir:

"Çözlerin sana yalan söyledi; daha doğrusu sen, alacakaranlık vasıtasıyla sev­gilin Rebâb'm hayalini gördün." [348]

 

Bu Âyetin Muhatapları Kimlerdir?                      Başa Dön

 

Alimler, âyetteki muhatap hususunda, birkaç görüş uzere intilâf etmişlerdir:

Bunlar, müslümanlardır. Bu Asâmm, Cübbaî ve Ebû Müslim'in görüşüdür. Bunlar bu görüşlerine ba­zı deliller getirmişlerdir:

1) Allahu Teâlâ âyetin sonunda: buyurmuştur. Bu söz, ancak mü'minler hakkında doğru olabilir.

2) Hak Teâlâ'nın, ifadesi, bir ma'tûfun aleyh'in olmasını gerektirir ki, bu da O'nun: "Hâ'inâ demeyiniz" (Bakara. 104) kav­lidir. Buna göre Allah sanki şöyle buyurmuştur:" deyiniz ve dinleyip kabul ediniz; siz emrolunduğunuz gibi mi yaparsınız, yoksa peygamberleri­nizden bazı taleplerde mi bulunursunuz?"

3) Müslümanlar Hz.Muhammed (s.a.s)'e öğrenmek gayesiyle, araştırılma­sında kendileri için herhangi bir hayır bulunmayan şeyler hakkında soru soru­yorlardı. Nitekim yahûdiler de Hz.Mûsa (a.s)'dan, araştırılmasında kendileri için herhangi bir hayır bulunmayan hususları soruyorlardı.

4) Müslümanlardan bir grup, kendilerine ait kutsal bir panonun olmasını istemişlerdi. Nitekim müşriklerin de, böyle kutsal panoları bulunuyordu; bu, kendisine taptıkları ve üzerine yiyecek ve içecek şeyleri astıkları bir ağaç idi. Bu, Hz.Mûsa'nın kavminin, Hz.Mûsa'dan, müşriklerinki gibi kendilerine ilâh­lar yapmasını istemesine benziyordu.

b) Bu, Mekkelilere bir hitaptır ki, bu görüş İbn Abbas ve Mücâhidin gö­rüşüdür. Onlar şöyle demiştir: Abdullah ibn Ümeyye el-Mahzûmî, Kureyş'-ten müteşekkil bir topluluk içinde bulunduğu hâlde, Hz.Peygamber (s.a.s)'e gelerek şöyle demiştir: Ey Muhammed, Allah'a yemin olsun ki, bizim için yer­den kaynaklar fışkırtmadıkça. senin hurmalıkların ve üzüm bağların olmadık­ça veyahut da senin altından bir evin olmadıkça, ya da gökyüzüne çıkmadıkça sana imân etmeyiz. Biz senin, Allah'tan Abdullah ibn Ümeyye ye, "Muham­med Allah'ın Resulüdür, binaenaleyh O'na uyunuz!" diyen bir kitabı bize ge­tirmediğin sürece, senin semâya yükseldiğine de inanmayız!" Geriye kalanlarsa Hz.Peygamber (s.a.s)'e şöyle demiştir: "Eğer buna gücün yetmez­se, Hz.Musa (a.s)'nın Allah katından kavmine, içinde helâl ve haramın, had­ler ve feraizin zikredildiği levhalar getirmesi gibi, kendisinde helâl ve haramın, hadler ve feraizin zikredildiği bir kitabı toptan olarak Allah katından bize getir! İşte ancak bu durumda sana imân ederiz!".

Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu âyeti indirerek, "Yoksa sizler, resulümüz Hz. Muhammed (s.a.s)'den size Allah katından âyetler getirmesini mi iste­meyi murad ediyorsunuz?" Nitekim, Hz.Mûsa ile beraber Tür dağına çıkan yetmiş kişi de, istekte bulunarak, "Allah'ı açıkça bize göster," demişlerdi.

Mücahid'den, Kureyş'in, Hz.Peygamber (s.a.s)'den, Safa tepesini kon-dilerine altın ve gümüş yapmasını istediği; bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s)'in de, "Evet, Israiloğullanna verilen sofra gibi, bu da sizin olsun" dedi­ği, ancak onların bundan kaçınarak, taleplerinden vazgeçtikleri rivayet edil­miştir.

c) Buradaki muhataplar, yahûdilerdir. Bu görüş, en doğru olanıdır. Çün­kü bu sûre, Hak Teâlâ'nın: "Ey İsraüoğulları, benim nimetimi hatırlayınız..." (Bakara, 47) âyetinden başlamak üzere, onlardan nakil­lerde bulunmuş ve onlara karşı deliller ortaya koymuştur. Bunu te'yid eden diğer bir husus ise, âyetin medenî olmasıdır. Keza, buraya kadar sadece ya-hûdilerden bahsedilmiş, başkalarının zikri geçmemiştir. Öte yandan başka bir husus da, peygambere inananların Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu kabil soruları neredeyse hiç sormamalarıdır. Zira mü'min,Hz.Peygamber (s.a.s)'e böylesi bir soru sorduğu zaman, imâna karşılık küfrü satın almış olur. [349]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğunun zahirinde, sorunun keyfiyetinden öte, onların herhangi bir soru sordukları hususu mevcut değildi. Tam aksine bu hususta, onların soru sorduklarına dair zikretmiş oldu­ğumuz rivayetlere başvurulur. Allah en iyisini bilendir. [350]

 

Peygamberi Zora Koşmak İçin Mucize Talebi                     

 

Bil ki, onların zikretmiş olduğu sual, eğer mu'cize istemek için olursa, bu niye küfür olsun ki? Bir şey hakkında delil istemenin küfür olmadığı malûmdur. Eğer bu soru, hükümlerin neshedilmesi hususunda izah edilen hikmetten ötürü ise, bu da küfür olmaz.

Çünkü melekler, beşeriyetin yaratılması hususundaki hikmeti tafsilâtlı olarak istemişlerdi, fakat kâfir olmamışlardı. Bu sebeple, belki de en evlâ olanın, âyeti, onların Hz.Mûsa (a.s)'dan, müşriklerin ilâhları olduğu gibi kendileri için de ilâh­lar yapmasını istemelerine hamletmektir. Eğer onlar mu'cize talebinde bulun-muşlarsa, bunu zorluk çıkarmak, cedelleşmek ve işi yokuşa sürmek için istemişlerdir. İşte böyle bir istekten dolayı kâfir olmuşlardır. [351]

 

Bu âyetin, kendisinden önceki âyetlerle irtibat) konusunda âlimler birkaç vecih zikretmişlerdir:

 

Âyetin Mâ Kabliyte İrtibatı  

 

a) Cenâb-ı Hak şeriatlarda neshin cevazına hükmet­tiğinde, muhtemelen onlar, bu hükmün tafsilâtını so­rup soruşturuyorlardı. İşte bu sebeple Allahu Teâlâ onları bundan men etmiş ve, Hz.Mûsa (a.s)'nın kavminin sormuş oldukları bozuk maksatlı sualleri sormaları yakışmadığı gibi, onların da böyle suallerle meşgul olmalarının uygun olmadığını beyan etmiştir.

b) Geçmiş olan emir ve nehiylerden ötürü Cenâb-ı Hak onlaıa, "Eğer si­ze emretmiş olduğum şeyi kabul etmez ve bana itaat hususunda diretirseniz, siz Hz.Musa'dan   istenilmesi uygun olmayan şeyi isteyen kimseler gibi olursunuz" demiştir. Bu görüş Ebû Müslim'den nakledilmiştir.

c) Cenâb-ı Hak emredip ve yasaklayınca, O, "Size emrettiğini yapıyor mu­sunuz, yoksa sizden önce Musa'nın kavminin tuttuğu yolu mu izliyorsunuz?" demiştir. [352]

 

Tabirinin İzahı

 

demek, yolun tam ortası demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Derken muttali oldu da, onu cehennemin tam or­tasında gördü" (Satfat. 55) buyurmuştur. Bundan mak­sat, gerçekten yolun ortasında bulunmak mânası değil, bir teşbihtir. Bu hu­susta "vech-i şebeh" de (benzetme yönü) şudur: İmân etmiş olan kimse, ken­disini kurtuluşa ve arzuladığı sevâb ve nimetleri elde etmeye götüren bir istikamet üzere hareket etmiş olur. Bu sebeple, küfrü alıp imânı veren kimse, bu istikametten sapmış olur. İşte bundan dolayı da, o kimse hakkında, "O, dümdüz yolun ortasında şaşırdı" denilmiştir. [353]

 

Âyetin Nüzul Sebebi                  Başa Dön

 

"Ehl-l Kitabın bir çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonre, içlerindeki hasetten dolayı, imânınızdan sonra sizi küfre döndürmek istedi. Allah emrini getirinceye kadar onları bırakın, serzenişte bulunmayın... Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir" (Bakara, 109).

Bil ki bu, yahûdilerin müslümanlara karşı olan üçüncü çeşit tuzaklarıdır. Bu böyledir, çünkü rivayet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays va yahûdilerden bir grup, Uhud muharebesinden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir (r.a)'e şöyle demişlerdir: "Başınıza gelenleri gör­mediniz mi? Şayet sizin yolunuz hak olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha haytrlı ve daha faziletli bir şeydir., Çünkü biz. sizden daha doğru yoldayız. Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi: "Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?" Onlarda, "Bu, şid­detli bir tepkiyle karşılanır" dediler. Ammâr da: "Ben, yaşadığım sürece. Hz.Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmiyeceğim hususunda ahdetmiştim" dedi. Bu na karşılık yahûdi, "İyi bilin ki, bu da sapıtmış" dedi. Huzeyfe de şöyle dedi: 'Bana gelince, ben Allah'ı Rab, İslâm'ı din; Kur'an'ı imâm, Ka'be'yi kıble ve mü'minleri de kardeş olarak seçtim." Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Resul-i Ek rem (s.a.s)'in yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz.Peygam­ber (s.a.s) de, "Siz hayra isabet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz" buyurdu. İşte âyet, bu hâdise üzerine nazil ofdu. Bil ki biz, önce hased hususunda ko­nuşup, daha sonra tefsire döneceğiz. [354]                  Başa Dön

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/94-95.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/95-96.

[4] Benzeri bir hadis için bakınız İbn Msce. Diyât. 14 (2/884).

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/96-97.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/98.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/98-99.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/99.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/100-101.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/101.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/101-102.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/102.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/102-103.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/103.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/103-104.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/104-107.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/107-109.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110-111.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/110-111.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/111.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/112.

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/112.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/113.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/113-114.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/114.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/114.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/115.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/115-117.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/117-119.

[36] Buhari, Savm, 13.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/120.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/120-122.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/122.

[40] Müsned, 1/430, 11/197.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/122-123.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/124-125.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/125.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/126-127.

[45] Tirmizi, Tâhare, 94 (1/220).

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/127.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/127-128.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/128.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/129-130.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/131.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/131-132.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/132-133.

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/133.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/133-137.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/138-139.

[62] Müsned, 3/129; 183; 4/421.

[63] Buhari, iman, 17.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/139-142.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/142-143.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/144.

[67] Ebu Davud, Edeb, 40, (4/270).

[68] Ebu Davud, Edeb, 39, (4/268).

[69] Müslim, Müsâkât, 138-142 (3/1230-1231).

[70] Tirmizi,Siyer, 21(4/138); ibn Mâce, Sadakat, 12(2/806).

[71] Hadisin ilk yansı için bkz, Buhari, İlim. 10; Tlrmizi,İlim. 19; İbn Mace, Mukaddime, 17 (1/81); Ebu Davud ilim. 1(3/317).

[72] Müslim, Eşribe,    73(3/1587).

[73] Müslim,   Ekdiye.   4(3/1337).

[74] Müslim, İman, 76(1/104).

[75] Darimi, Rikak, 13 (2/302).

[76] Müslim, Eşribe, 73(3/1587).

[77] Müslim, İman, 175 (1/104); Nesai, Cenaiz, 62 (4/67).

[78] Müslim, İman, 171 (1/102).

[79] Ebu Davûd, İlim. 12 (3/323).

[80] Ebu Davud, ilim, 9(3/321}.

[81] Çok yakın bir ifade İçin: Müslim, İman. 220 (1/122-123).

[82] Müslim, İman, 218 {M/22).

[83] Tirmizi, Libas, 19 (4/231); Ebu Davud, Edeb. 88 (4/306).

[84] Müslim, İman, 227 (1/125).

[85] Ebu Davûd, Akdiye. 2 (3/299).

[86] Tirmizi, Diyât, 2 (4/20).

[87] Müsned, 1/46.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/144-150.

[89] Tirmizi, Fedailu'l Cihad, 13 (4/125).

[90] Benzeri hadis için bkn. Buhari, Edeb 13.

[91] Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33) Tirmîzî, Birr, 9 (4/315) Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33) Tirmîzî, Birr, 9 (4/315).

[92] İbn Maca, Zühd, 23 (2/1408); Tlrmlzl, Kıyâme, 57 (4/664).

[93] Buhari Tevhid, 1; Müslim, İmân, 48-51 (1/58/59).

[94] Müslim, İman 1 (3/1624).

[95] Nesil, Eyman, 37 (7/24); Etnı Davud, Cihad 133 (3/68).

[96] Benzeri bir hadis için bkz: Müslim, Zekât, 24 (2/660).

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/150-154.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/154-156.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/157-161.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/161-172.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/172-173.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/174.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175.

[104] Keştu’l-Hafi, 2/166 (Beyhaki’den).

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/175-176.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/176.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/176-177.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/177.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/177-178.

[111] Ferra şeklinde okumuştur. Bizim kıraatimizde ise bu ketime şeklindedir.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/178-179.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/179.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/179.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/180-181.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/181-182.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/182.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/182-183.

[119] Benzeri bir hadis için bkz  Müslim, Birr, 16 (4/1961); Tirmizl. Birr. 16 (4/324); Buharı, Edeb. 13.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/183-184.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/184-185.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/185.

[127] Bir söz dizisi İçerisinde, şahıslar aynı olduğu halde şahıs zamirlerinin gaibken muhataba, veya muhatab iken gaibe v.b. değişmesidir.

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186.

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/186-187.

[131] Keşfu'l-Hafa. 1/106; Taberani ve İbn Ebi'd-Derda'dan.

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/188.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/188-189.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/189-190.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/190-191.

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/191-192.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/192.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/192-193.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/194-195.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/195-196.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/196-197.

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/197.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/197.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/198-199.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/199.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/199-200.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/200.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/200.

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/200-201.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/201.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/201.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/201-202.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/202.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/203.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/203.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/203.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/204.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/205.

[170] Darimi, Mukaddime, 11(1/33).

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/205-207.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/207-209.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/209.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/209-210.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/210.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/210.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/211.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/211.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/211.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/211-212.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/212.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/213.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/213.

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/213.

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/214.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/214.

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/214-215.

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/215-216.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/216.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/216-217.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/217.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/217.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/217.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/217-218.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/218.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/219.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/219.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/219.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/220.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/220.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/220.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/220.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/221-222.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/222.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/222.

[206] Razi, burada Kelâm ilminin lüzumuna bir delil bulmaktadır.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/223.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/223.

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/223-224.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/224.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/225.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/225.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/225.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/225.-226.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/226.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/226.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/226-227.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/227.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/227.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/227.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/228-229.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/229.

[223] Müslim, Zikr. 10, 13 (IV/2064-2065).

[224] Ahmed Ibn Hanbel, I/246.

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/229-234.

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234.

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234.

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/234-235.

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/235-236.

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/236-237.

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/237.

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/237.

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/238.

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/238.

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/239.

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/239-242.

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242.

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242.

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/242-244.

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/244-245.

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/245-247.

[242] Müsned, 1/379.

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/247.

[244] İhtilas: Zorla çekip almak manasına gelmekte olup, harekenin 1/2'sim okumaktadır.

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/247.

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248.

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248.

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/248

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/249.

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/249.

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250.

[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/250-251.

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/251.

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/252.

[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/252.

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/253.

[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/253-254.

[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/254.

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/254-255.

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/255-256.

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/256.

[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/256.

[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/257.

[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/257-258.

[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/258.

[270] Dâru'l-Fikr. 1981 basımının da işaret ettiği gibi sözünün devamı gelmiyor da metinde bir düşük olduğunu düşündürüyor. Fakat mâna tashih olmak anlaşılmaktadır (mütercimler).

[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/259.

[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/259-260.

[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/260.

[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/260-261.

[275] Müslim, Cum'a, 47 (2/594).

[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/261-262.

[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/262.

[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/262-264.

[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/264-266.

[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/266.

[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/266-269.

[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/269.

[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/269-270.

[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/270-272.

[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/272-273.

[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.

[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.

[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/273.

[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/274.

[290] Aynı manada başka bir hadis için bkz: Müslim, Selam, 43(4/1720).

[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/274-275.

[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276.

[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276.

[294] Müsned, 2/429; 4/68; 5/380.

[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/276-278.

[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/278-281.

[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/281.

[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/281-282.

[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282.

[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282.

[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/282-284.

[302] Vahiy meleğinin çoğu kez suretinde gelmiş olduğu yakışıklı sahabinin adıdır.

[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/284-285.

[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/286-288.

[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/288.

[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/288-289.

[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/289.

[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/289.

[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/290.

[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/290-291.

[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/291.

[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/291.

[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/292.

[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/292-293.

[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/293-294.

[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/294.

[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/294-295.

[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/295.

[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/295-297.

[320] Razi, Hz.Ubeyy'den nakledilen bu kıraatin, aslında birinci tefsiri te'yid etmek gayesine matuf olduğunu belirtmek istemiştir. (Çevirenler).

[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/297-298.

[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/298.

[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/298-299.

[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/299.

[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/299.

[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/300-301.

[327] Müsned, 5/279.

[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/301-302.

[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/302.

[330] Bu cümledeki müphemlik. matbu metindeki müphemlikten ileri gelmektedir. Aslî vasfı itibariyle, tafsilatlı bilgi verme yolunu lutan tefsirin bu paragraftaki son derece veciz, teksifî vasfı da dikkat çekicidir. Acelesi olan bir yolcu edasıyla on-onbeş sayfalık mânayı iki cümleye sıkıştırmakta, işaret ederek veda edip git­mekledir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/302.

[331] Müddetle sınırlı olan muvakkat durumu kasdedryor. (Çev.)

[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/303-305.

[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/305.

[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/306-309.

[335] Müslim, Rıda, 25- Bk2. Şerhu'n-Nevevî, 10, s.29.

[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/309.

[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/310-311.

[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/311-312.

[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/312.

[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/313.

[341] Ebu Dâvud, Vesâyâ 6 (3/114); Tirmizi, Vesâyâ, 5 (4/433).

[342] İ Şafiî demek istiyor ki: Vasiyet hükmünü nesheden. bu hadis-İ şerif değil, yine bu âyettir (yani, miras paylarını bildiren Nisa süresindeki âyetlerdir). (Çev.)

[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/313-314.

[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/314-315.

[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/315.

[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/316.

[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317.

[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317.

[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/317-319.

[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319.

[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319.

[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/319-320.

[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/320.

[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/321.