"İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına
dair sözleri senin hoşuna gider. O, kalbinde olana, Allah'ı şahit tutar. Oysa
ki düşmanların en amansızıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi)
yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helak etmeye koşar.. Allah ise
fesadı sevmez. Ona, "Allah'tan kork!" denildiğinde, gururu onu günaha
sürükler. İşte böylelerinin hakkından cehennem gelir. Gerçekte o, ne kötü bir
yataktır" (Bakara, 204-206.)
Bil ki Allah'u Teâlâ, hacc ibâdetlerinin yapıldığı yerlerde bulunanların iki grup olduğunu; bunlardan birisinin, "Ey Rabbimizbize dünyada iyilik ver" diyen kâfir; diğerinin ise,'Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, antette de iyilik ver" diyen müslüman olduğunu beyan edince, geriye münafığın durumunu açıklamak kalmıştır. İşte böylece de Allah'u Teâlâ, münafığın durumunu bu ayette açıklamış, sıfat ve fiillerini beyan etmiştir. Ayetin nazmıyla ilgili olan husus budur. Allah'ın bütün bunlardan maksadı, kullarını, kalb ve uzuvlarla ilgili olan mevzularda güzel yollara sevketmek ve kullarının, kendilerine ait herhangi bir işin Allah'tan saklı kalmasının mümkün olmayacağını bilmelerini sağlamaktır.
Sonra müfessirler, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir.
Onlardan bir kısmı, bu ayetin muayyen bir topluluğa has olduğunu söylerken,
bazıları da, bu ayetin, bu ayette zikredilen sıfat ile vasfedilen herkes
hakkında âmm oduğunu söylemiştir. Birinci görüşte olanlar, birkaç bakımdan
ihtilâf etmişlerdir:
Birinci
rivayet: Bu ayet, Ahnes İbn Şureyk es-Sakafî hakkında nazil olmuştur. Bu
şahıs Zühreoğullarının halîfi (müttefiki) idi; Hz. Peygamberin yanına gelmiş,
müslümanlığını açıklayarak, Allah'ı sevdiğini iddia etmiş ve bu hususta Allah'a
yemin etmişti. İşte Allah'u Teâlâ'nın,"Dünya hayatına dair sözü senin
hoşuna gider ve
kalbindekine de Allah'ı şahid tutar" sözünden mu-rad budur. Ne var ki bu kimse, dış» güzel (tatlı dilli), içi de pis olan (küfür ve kötülük dolu) bir münafık idi. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından çıkıp müslümanlardan bir gruba ait olan bir tarlaya uğrayarak, ekinleri yaktı ve orada bulunan eşekleri de öldürdü. Cenâb-ı Hakk'm, "O dönüp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri ve nesilleri helak etmeye koşar" buyruğundan murad edilen de budur.
Başkaları da, sözünün maksadı şudur: Ahnes İbn
Şureyk, Bedir Günü, Zühreoğullarına (savaştan) geri dönmelerini, kaçmalarını
işaret etmiş ve onlara, "Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise,
diğer insanlar sizin yerinize onun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz
onun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz,." Bunun üzerine Zühreoğultan,
"Senin görüşün gerçekten güzel!" dediler. Ahnes, sözünü şöyle
sürdürdü: "Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri
kalırım; o zaman siz bana uyunuz." Sonra o.Zühreoğullanndan üçyüz kişiyi
Hz. Peygamber'le savaşmaktan caydırdı. İşte bu sebepten ötürü, o,
"Ahnes" (caydıran, geri bıraktıran) adını aldı. Esas adı, Übeyy İbn
Şureyk idi. Bu haber Hz. Pey-gamber'e ulaşınca O'nun hoşuna gitti.." Bana
göre bu haber zayıftır, çünkü bu hareket tarzı kınanmayı ve zemmedilmeyi
gerektirmez. Halbuki Allah'u Te-âla'nın,
"İnsanlardan Öylesi vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözü
senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı şahid tutar" sözü zem
makamında getirilmiş bir ifâdedir. Binaenaleyh, sözü yukardaki mânaya hamletmek
mümkün değildir. Hatta birinci görüş daha doğrudur.
[1]
İkinci rivayet: İbn Abbas ve Dahhak'tan rivayet edilen şu haberdik Kureyş kafirleri, Hz. Peygamber'e, "Biz müslüman olduk! Bunun için bize ashabından bir grup alim gönder!" diye haber yolladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara bir topluluk yolladı.. Onlar Batn-ı Recî'de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı.. Bunun üzerine onlardan yetmiş kişi at bindiler ve bu müslüman topluluğunu kuşatarak, onları Öldürüp astılar.. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında bu ayet nazil oldu.
İşte bu ayetin peşine, burada şehid edilen kimselerin durumuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak, ''İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için, kendi canını satar" (Bakara, 207) ayetini getirmiştir.
Bu âyetin herkes hakkında geçerli olduğunu söyleyenlere gelince, bu muhakkik görüşlerden pek çoğunun tercih ettiği görüştür. Çünkü ayet, zikredilen bu sıfatlarla muttasıf olan herkes hakkında umumidir. Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî den nakledildiğine göre, bu ayet hakkında kendisiyle başkaları arasında bir konuşma geçmiş; buna göre o, "Bu ayet, zikredilen kimseler hakkında nazil olmuşsa da, onun bir adam hakkında inmesi, daha sonra da bu sıfatları taşıyan herkes hakkında umumî olması imkânsız değildir" demiştir.
Bu meselenin hakikati şudur: Allah'u Teâla'nın sözü
insanların bir kısmına işarettir. Buna göre bu lâfız tek kimseye de
muhtemeldir, çok kimseye de. Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesi de, bundan muradın, cemi olan mânaya değil de lâfza râcî olmasının
caiz olması sebebiyle, tek bir insan olduğuna delâlet etmez.
[2]
Ayet-i kerimenin, naklettiğimiz olay üzerine nazil
olmasına gelince, bu hükmün umûmî olmasını imkânsız kılmaz. Hatta biz, ayet-i
kerimede umumî manaya delâlet eden bir durum bulunduğunu da söyleyebiliriz. Bu
birkaç yöndendir:
a) Hükmün,
münasib vasfa terettüb etmesi, sebebin ne olduğunu hissettirir. Cenâb-ı Hak,
bir kavmi kınayıp, onları da kınanmayı hakettirecek sıfatlarla vasfedince, biz
bu zemmi gerektiren şeyin, bu sıfatlar olduğunu anlarız. Bu sebeple, bu
niteliklerle vasfedilen herkesin, kınanmayı haketmiş olması gerekir.
b) Lâfzı umûmî manaya hamletmek, daha çok fayda temin etmektedir.
Bu böyledir, çünkü bu bütün mükellefleri bu kınanmış yoldan vazgeçirir.
c) Bu,
ihtiyatlı olmaya daha yakındır. Çünkü biz ayeti umûmî manaya ham-ledersek, bu
şahıs da bu hükmün içine girmiş olur. Ama, lâfzı bu şahsa tahsis edersek, hüküm
ondan başkası hakkında sabit olmaz. Böylece, anlattıklarımıza göre, ayeti
umûmî manaya hamletmenin daha evlâ oluduğu ortaya çıkmış oldu.
Bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Alimler, bu ayetin tefsiri hususunda "Ayet, bu sıfatlarla mevsuf olan kimsenin münafık olup olmadığına delâlet eder mi?" diye ihtilâf etmişlerdir. Doğrusu, ayet buna delâlet etmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ, bahsedilen kimseyi bu ayette beş vasıfla nitelemiştir, ki bu vasıflardan hiçbiri nifaka delâlet etmez.
Bu vasıflardan birincisi, Onun dünya hayatına dâir sözü senin hoşuna gider" ayetinde ifâde edilendir. Bu ifâdede, mezmûm (kınanmış) bir sıfata, "dünya hayatına dair" ifâdesindeki imâ yollu delâletin dışında başka bir delâlet yoktur. Çünkü bir kişi için, "dünyevî işlerde o çok tatlı sözlüdür" denildiğinde, bu söz onun hakkında bir nevî zemmi vehmettirir.
İkincisi, 'O kalbinde olana Allah'ı şâhid tutar" ayetinin ifâde ettiği vasıftır. Bu tabirde "kalbi aksi bir halde olduğu halde, Allah'ı kalbindekine şâhid tutar" şeklinde bir takdir yapsak bile, bu takdire rağmen bu söz nifaka delâlet etmez. Çünkü ayette, o kimsenin Hz. Peygamber (s.a.s)'e karşı, tevhid ve İslâmını izhâr edip, kalbinde aksini gizlediğini ve bu sebeble de münafık olduğunu gösteren birşey yoktur. Belki de bundan maksad şudur: O kimse, aksini izhar ettiği halde, kalbinde fesâd saklıyor ve böylece mürâîlik yapmış oluyor.
Üçüncüsü, “düşmanların en amansızıdır" ayetinin ifâde ettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.
Dördüncüsü, "O dönüp gitti mt yeryüzünde fesad çıkarmaya çatışır" ayetinin ifâde ettiği sıfattır. Bazan fesad çıkaran müslüman da böyle yapabilir.
Beşincisi, "Ona Allah'tan kork" denildiğinde, gururu onu günaha sürükler" ayetinin ifâde ettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.
Böylece, ayetteki bütün bu sıfatların münafıkta bulunması mümkün olduğu gibi, mürâî (riyakâr) da da bulunabileceğini anlamış olduk. Binaenaleyh ayette, bahsedilen şahsın münafık olmasının gerektiğine dair bir delâlet yoktur. Fakat münafıklar da bu ayetin hükmüne dâhildirler.
Bu böyledir, çünkü her münafık, bu beş sıfatla da tavsif edilebilir. Fakat, bazan bu beş sıfatla tavsif edilen kimse münafık olmayabilir de. Böylece ayeti, bu beş sıfatla nitelenen kimseye hamlettiğimizde, hükmüne hem münafık olanların hem de riyakarların gireceği sabit olur.
Bütün bunları anladığın zaman, biz deriz ki: Allah Teâlâ, burada bahsedilen şahsı şu beş sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat, ayetinin İfâde ettiği sıfat: Bunun manası, "Onun sözü senin hoşuna gider ve kalbinde kıymet kazanır" şeklindedir. İnsanın gözünde büyüyen "acıb" (hayranlık veren) şeyde bu köktendir.
Âyette geçen, Dünya hayatına dâir"ifadesiyle
ilgili iki vecih vardır:
a) Bu,
"Şu meselede falancanın sözü (görüşü) beni hayrete düşürüyor" sözünün
bir benzeridir. Buna göre âyetin manası: "Dünyevî maslahatları istemek
için konuştuğunda onun sözü ve görüşü seni hayran bırakıyor" şeklindedir.
b) Âyetin takdiri şu şekildedir: "Onun ahiret hususundaki sözü ve görüşleri seni hayrete düşürmese bile, dünya hususundaki söz ve görüşleri seni hayrette bırakır. Çünkü o kimse, dünyada olduğu müddetçe dili lâf eder ve tatlı tatlı konuşur. Âhirette ise, Allah'ın heybetinden ve kibriyasının kahrından korktuğu için, diline bir kekemelik ve tutukluk arız olur."
İkinci Sıfat, ayetinin ifâde ettiği sıfat: Bunun manası şudur: "O, sözünde ve iddiasında doğru olduğunu, Allah'ı şâhid koşarak isbata çalışır." Sonra bu şahid getirmenin yemin ile olması muhtemel olduğu gibi, o kimsenin "Allah, durumun benim dediğim gibi olduğuna şâhiddir" demesi suretiyle olması da muhtemeldir. Bu söz yemin değildir ama Allah'ı şahid tutmadır.
Bütün kıraat imamları, kelimeyi yâ harfinin zammesi ile şeklinde okumuşlardır. Yani, "bunu söyleyen kimse kalbindekine Allah'ı şahid tutuyor" demektir. Sadece İbn Muhaysin yâ harfinin fethası ile, şeklinde okumuştur. Bunun manası şöyledir: "Allah feâlâ onun kalbinin izhâr ettiğinin aksi bir durum üzere olduğunu bilir."
Buna göre birinci kıraat, bahsedilen kimsenin riyakâr (mürâî) olduğuna ve Allah'ı, yanlış yere nifak ve riyasına şahid getirdiğine delâlet eder. İkinci kıraat ise, o kimsenin yalancı olduğunu gösterir. Fakat onun Allah'ı yalan yere şahid tuttuğuna delâlet etmez. Binaenaleyh birinci kıraatte daha çok ktna-ma mânâsı vardır.
Üçüncü Sıfat,
'O, düşmanların en amansızıdır" ayetinin, İfâde ettiği sıfat: Bu ayette
ilgili birkaç mesele vardır:
[3]
kelimesi, düşmanlığı ileri derecede otan kim- sedjr Bu manada, (Amansız düşman bir adam) ve, ("düşman kavim") denilir. Nitekim Hak Teâlâ, "Onunla, amansız düşman bir kavmi inzâr edesin diye' (Meryem, 97) ve, "Aksine onlar, düşman bir kavimdir" (Zuhruf.58) buyurmuştur. Bu kökten olarak, birisi düşman olduğu zaman. denilir. Yine düşmanlığınla birisine galib geldiğin zaman, dersin.
Zeccac, bu kelimenin, boynun iki tarafı manasına gelen, ve vadinin iki yakası manasına geien, ifâdelerinden iştikak ettiğini söylemiştir. Buna göre, bu kelime "düşmanlık hususunda hasmı onu hangi yandan yakalarsa yakalasın, ister sağdan ister soldan, hasmını yenip ona gâlib gelen kimse" anlamındadır.
“El-Hisâmu” kelimesi hakkında iki görüş vardır:
a) Halil'in
görüşüne göre, bu kelime, mukâtele manasına olan "kıtal" kelimesi ve
"muta'ane" (mızraklaşma) manasına olan, keli meleri gibi, muhâseme
manasında bir masdardır. Buna göre,
izafetinin manası, "O, düşmanlığı çok şiddetli olandır"
şeklindedir. Sonra bu izafeti izahta da iki vecih vardır:
Birincisi:
Bu, manasına gelen bir izafettir. (Yani muzafun ileyhin, muzâfun zarfı olması.)
Buna göre takdir düşmanlıkta çok şiddetli" şeklinde olur.
İkincisi:
Muhasemenin (düşmanlığın) çok şiddetli kılınmış olması, mübalağa ifâdesi
üzeredir.
b) kelimesi, kelimesinin çoğulunun, şeklinde; kelimesinin çoğulunun. işeklinde oluşu gibi, kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "O, düşmanların düşmanlık bakımından en çetin olanıdır." Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Müfessirler bu ayetin yukarıda açıkladığımız üzere, Ahnes b.Şureyk münafığı hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu kimse hakkında, yine, "Arkadan çekiştiren her kişinin vay haline..." (Hümeze, 1) ve "Her alabildiğine yemin eden, alçak', dâima ayıplayan, kbğuculuk yapan kişiye İtaat etme" (Kalem, 10-11) âyetleri nazil olmuştur.
Müfessirlerin bu izafeti tefsir hususunda değişik
ifâdeleri vardır: Mücahid terkibinin manasının, "doğru olmayan bir
talib" şeklinde olduğunu; Süddi, "hasımların en kötüsü" şeklinde
olduğunu; Katâde ise, "O, bâtıl bir yolla mücadele eden, Allah'a isyanda
son derece katı ve diliyle âlim, ameliyle câhil kimsedir" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
[4]
Tefekkür ve (fikrî) münakaşayı kabul etmeyen kim-
seler, bu âyete tutunarak, Hak Teâlâ'nın bu kimseyi, cedelde çok katı ve sert olmakla kınamış
olduğunu söylemişlerdir. Şayet bu sıfat (cedelleşme) zemm sıfatlarından olmasaydı,
bu caiz olmazdı. Bunun cevâbı, Hak Teâlâ'nın, Haccda cidâlleşmek yoktur"
{Bakara. 197) ayetinin tefsirinde geçmiştir.
Dördüncü Sıfat: Allah'u Teâlâ'nın,"Dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekin ve nesilleri helak etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez" sözü ile ifâde ettiği sıfattır. Bil ki Allah'u Teâlâ bu insanın durumunun, tatlı sözlü olduğunu ve bu kimsenin, sözünün doğruluğunu Allah'ı şahid tutarak isbata çalıştığını ve husumetinin çok çetin olduğunu beyan edince, bundan sonra bu kimsenin lisanıyla söylediği herşeyde kalbinin bunun zıddı bir durumda olduğunu beyan buyurarak, demiştir.
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[5]
Ayetteki,
tabiri hakkında iki görüş vardır:
a) Bunun manası şudur: "Senin yanından ayrıldığında o, yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşır." Sonra ayetteki "fesâd" da şu iki hususa muhtemeldir:
Birincisi, tahrib etme, yakma ve yağmalama gibi yollarla mallan telef etmektir. Bu izaha göre, âlimler birçok rivayet zikretmişlerdir. Daha önce naklettiğimiz şu rivayet onlardan biridir: Ahnes, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, O'nu sevdiğini, iman etmeye kararlı olduğunu izhâr edip; O'nun yanından ayrıldığı zaman da müslümanların tarlalarına uğrayarak, onları yakmış ve eşeklerini öldürmüştür.
Şu rivayet de bunlardandır: Ahnes, Bedir'den dönerken Zühreoğulları kabilesine uğramıştı. Ahnes İle Sakifliler arasında bir düşmanlık vardt. Bundan dolayı o, geceleyin, Sakîflilerelsaldınp onların hayvanlarını öldürdü ve ekinlerini yaktı.
"Fesad'"ın tefsiri hususunda muhtemel oian ikinci görüş şudur: O, Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurundan çıktıktan sonra, müslümanların kalblerine şüphe sokmaya ve küfrü kuvvetlendirmek için hileler çıkarmaya uğraşırdı. Bu, "fesâd" diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ, Firavun'un kavminin Firavuna şöyle dediklerini nakleder: 'Musa'yı ve kavmini yeryüzünde fesâd çıkarsınlar diye mi bırakıyorsun?" (Araf, 127), yani "Senin milletini dininden döndürüp, dinini bozsunlar diye mi bırakıyorsun?"
Ve yine Allah Teâlâ, (Firavun'un şöyle dediğini) bildirmiştir: "Ben, O (Musa'nın), sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum" (Mü’min, 26).Biz daha önce, (Bakara,11) âyetinin tefsirinde, bu şekildeki izaha yakın açıklamalarda bulunmuştuk. Bu mana, "yeryüzünde fesat çıkartmak" diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu, insanlar arasında ihtilâflar meydana getirmekte, birliğini bozmakta, birbirlerinden uzaklaşmalarına ve böylece akrabalık bağlarının koparak kan dökülmesine sebeb olmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ,"İşbaşına geçerseniz, yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz Öyle mi?"(Muhammed, 22) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Allah, onların şayet dinlerinden dönerlerse ancak yeryüzünde fesad çıkarıp, akrabalık bağlarını koparacaklarını haber vermiştir. Bu izah, bizim söylediğimiz yönden yapılan bir izahtır. Bunun benzerleri Kur'an-ı Kerim'de çoktur.
Bil ki fesadı bu manaya hamletmek, "tahrib etme ve yağmalama" manasına hamletmekten daha uygundur. Çünkü Allah Teâlâ, "ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyurmuştur.
Ma'tufun (atfedilen şeyin), ma'tufun aleyh'den (üzerine
atfedilen şeyden) mutlaka başka olması gerekir.
b) Tabiri "O kimse yönetici olduğu zaman, kötü idarecilerin
yapmış olduğu, ekini ve nesli helak etmek suretiyle yeryüzünde fesâd çıkarma
gibi şeyler yapar" manasındadır. Yine bunun manasının, "Yeryüzünde
zulmedip, onun zulmünün uğursuzluğu yüzünden Allah Teâlâ'nın yağmuru kesmesi ve
ekin ile nesillerin helak olması..." şeklinde olduğu da söylenmiştir.
Birinci (a) görüşü doğruya daha yakındır. Çünkü bu ifâdeden maksad, bahsedilen
kimsenin nifakını açıklamaktır. Onun nifakı ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
yanında güzel güzel konuşup sevgisini izhar etmesi, huzuru Peygamberî'de
bulunmadığı zamanlarda da yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşmasıdır.
[6]
Ayeti "Savaş çıkarmak için gayret sarfetti"
manasındadır. kelimesinin esas manası, koşarcasına yürümektir. Fakat bu
kelime,istiare yoluyla, insanlar arasında fitne çıkarıp tahribatta bulunmak
manasına kullanılmıştır. Bu mânâda olmak üzere, mesela " falanca çok lâf
götürüp getiriyor, taşıyor" denilir. Cenâb-ı Hakkda, "Eğer sizinle
beraber (savaşa) onlar da çıksalardı, ancak stzin sıkıntınızı arttırırlar ve
aranıza fitne sokmak isteyerek (fesad çıkarmaya) koşarlardı" (Tevbe,47)
buyurmuştur.
[7]
"Fesâd ' kelimesini, tahrib etme manasına alan kimse şöyle demiştir: "Allah'tı Teâlâ bu kelimeyi önce icmâlen (genel olarak) zikredip, "O (yeryüzünde) fesad çıkarmak için.." buyurmuş, sonra da bunun tafsilâtını anlatarak, "ekini ve nesli helak etmek için.." buyurmuştur. İfsadı şüphe uyandırmak ile tefsir eden kimse şöyle demektedir: Hak din, birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allah'u Teâlâ ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, Hak Teâlâ'nın, "Orada fesâd çıkarmak için" sözünden murâd da budur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu kimsenin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allah'u Teâlâ'nın, ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki, bu açıklama daha uygundur.
Sonra âyetin sebeb-i nüzulünün, "Ahnes'in müslümanların tarlalarına uğrayarak, ekinlerini yakması ve eşeklerini öldürmesi olduğunu" söyleyenler, o/ı kelimesi ile muradın, tarla; ile muradın bu eşekler olduğunu söylemiştir. kendisiyle ziraat yapılan şey, tarladır. Nitekim Hak Teâlâ, "Ektiğiniz şeyi görüyor musunuz? Onu siz mi ekiyorsunuz.." (Vakıa, 63-64) buyurmuştur. ekilip biçilen her şeye ad olarak verilir. Bu kelimenin, toprağı sürüp, altüst etmek mânasında olduğu da söylenmiştir. Toprağı altüst eden alete, yani pulluğa da, denilir. Bu tefsire göre, hayvanların neslidir. Arapça'da "nesi" çocuk demektir. Bu kelime muhtemeldir ki, Arapların, bir şey çıkıp müteakiben de düştüğü zaman söylenilen ifâdesinden alınmıştır. Çıkıp düştükleri zaman, kuş hakkında, (Kuşun tüyü çıktı ve döküldü); deve hakkında, "Devenin tüyü çıktt ve döküldü" ve eşek hakkında da, "Eşeğin tüyü çıkıp döküldü" denilir. Düşen tüy parçasına da,denilir."Rablertne dönerler.." (Yasin, sd ayeti de bu mânadadır. Yani, "hızlıca koşarlar..." demektir. Çünkü bu, çok keskin ve hızlı bir çıkıştır. Babasının belinden ve annesinin karnından çıkıp düştüğü için de çocuğa nesi denilir. Buna göre insanlar, Hz. Adem'in nesli demektir. kelimesinin esas mânası, çıkmak demektir.
Ama, ayetin sebebi nüzulünün Ahnes'in Sakîf kabilesine baskın düzenleyip onlardan bir grubu öldürdüğünü söyleyenlere gelince, buna göre âyette geçen, den muradtn, Hak Teâlâ'nın, "Hanımlarınız sizin tarlalannızdır" (Bakara, 223) âyetinden ötürü ya"kadınlar" ifâde eder,ya da erkekleri; ki bu da, "hars" ı yeri sürmek diye tefsir eden müfessirlerden bir topluluğun görüşüdür. Çünkü erkekler, üretken topraklan sürerler. "Nesi" e gelince, bundan murad da çocuklardır.
Bil ki, bütün bu izahlara göre, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu fesadın büyük bir fesâd olduğunu, ondan daha büyük bir fesadın bulunmadığını beyan etmektir. Çünkü birinci tefsire göre bundan maksat, bitkileri ve hayvanları yok etmek; ikinci açıklamaya göre ise, hayvanların kökünü ve nesillerini kurutmaktır. Bu iki izaha göre de, bundan daha büyük fesad olamaz. Öyleyse Hak Teâlâ'nın, "Ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu kısalığına rağmen, son derece fasîh ve çok tesirli bir mânaya delâlet eden lâfızlardandır. İhtisar bakımından bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın cennetin vasıfları hakkında buyurmuş olduğu şu ayetlerdir: "Orada nefislerin hoşlanacağı ve gözlerin lezzet duyacağı her şey vardır" (Zuhrut. 71) ve, "O, yeryüzünden onun suyunu da, ekinini de çıkardı " (Naziat, 31).
İmdi eğer, "Ayet, onun ekinleri ve nesli helak
ettiğine mi delâlet ediyor, yoksa onun bunu sadece aklından geçirdiğine mi
delâlet ediyor?" denilirse, biz deriz ki: "Yeryüzünde fesat çıkarmak
için koştu" ayeti, bu kimsenin maksadının, bu İşte koşuşturduğuna delâlet
eder. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın,"ekini ve nesilleri helak etmek için..."
sözünü, xrjğ ifâdesine atfedersek, ayet bu işin bilfiil meydana geldiğine
delâlet etmez. Çünkü buna göre ayetin takdiri şöyle olur: "O kimse yeryüzünde
fesâd çıkarmak için orada koşuşturdu ve ekin ve nesilleri helak etmek için de
koşup durdu." Eğer bu ifâdeyi, birincisinden ayrı müstakil bir söz kabul
edersek, bu ifâde, bu işin bilfiil meydana geldiğine delâlet eder. Her ne kadar
âyetin sebeb-i nüzulü hakkında zikredilen haberler, bu işlerin olmuş bitmiş
oiduğuna delâlet etse bile, birinci izah tarzı daha evlâdır.
[8]
Bazı kıraat âlimleri, failin, olması üzere, "Ve
ekin ve nesiller helak olur" şeklinde okumuşlardır. Hasan el-Basrî,
lâm harfinin fethasıyla, şeklinde okumuştur ki
bu, kelimesinde olduğu gibi,bir lügattir
(Yani. üçüncü bâbtan gelme şartı bulunmadığı halde, bu babdan gelebilmiştir).
Hasan el-Basrîden, meçhul sîgasıyla, şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.
[9]
Beşinci Mesele
Mutezile, Hak Teâlâ'nın, "Allah, fesadı sevmez" beyanı ile istidlal ederek, Allah'ın kabîh, çirkin fiilleri murad etmeyeceğini ileri sürmüş ve söyle demiştir: Sevgi, irâdeden ibarettir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Hak Teâlâ'nın,"Çirkinliğin yayılmasını sevenler yok mu?..." (Nur,19) âyetidir. Bu ifâdeden maksat, onların bu işi irâde etmiş, istemiş olmalarıdır. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz Allah sizin için şu üç şeyi sever: Kendisine İbâdet etmenizi, O'na hiçbir şeyi şirk koşmamanızı ve yöneticileriniz hakkında btrbtrinizle nasihatlaşmanızı. Sizin için şu üç şeyi de sevmez: Dedikodu yapmak, malt zay etmek ve çok soru sormak[10]
Bu hadiste Hz. Peygamber, istememeyi muhabbetin zıddı kılmıştır. Eğer muhabbet iradeden ibaret olmasaydı, o zaman kerâhat irâdenin zıddı olmuş olurdu. Yine muhabbet irâdeden başka bir şey olsaydı, kerîh görse bile, kişinin kötü fiilini sevmesi doğru olurdu. Çünkü bu açıklamaya göre hoş görmemek, muhabbetin değil, ancak ve ancak iradenin zıddı olur.
Mu'tezile sözüne şöyle devam etmiştir: Muhabbetin iradenin bizzat kendisiolduğu sabit olunca " buyruğu Allah’u Teala’nın Allah fesadı sevmez buyruğu tıpkı Allahkulları hakkında istemez" (Mümin, 31) ifâdesinde olduğu gibi, Allah fesadı sevmez. sözünün yerine geçmiş olur. Hatta bu âyetin delâleti daha kuvvetlidir, çünkü Allah'u Teâlâ bu münafıktan sudur eden fesadı zikdederek, bu fesada işaret olmak üzere, daha sonra, "Allah fesadı sevmez" buyurmuştur. Böylece bu, bu vâki olan şeyin Allah'ın iradesiyle vâki olmadığına delâlet eder. Allah'u Teâlâ'nın fesadı dilemediği (irâde)ortaya çıkınca, Allah'u Teâlâ'nın onun yaratıcısı olmaması gerekir. Çünkü yaratmak. ancak irâde ile mümkündür. Böylece bu âyet, irâde ve fiillerin yaratılması meselesine delâlet etmiş olur.
Âlimlerimiz Mutezile’nin bu görüşüne iki bakımdan
cevap vermişlerdir:
1)
Muhabbet irâdeden başka bir şeydir. Daha doğrusu muhabbet bir şeyi medhetmekten
ve onu tazimle anmaktan ibarettir.
2) Biz muhabbetin, irâdenin bizzat kendisi olduğunu kabul etsek bile Hak Teâlâ'nın, buyruğu umûm ifâde etmez. Çünkü, kelimesinin başındaki eüflâm, umûm ifâde etmez.
Sonra Mutezilenin bu görüşünün kuvvetini şu iki şey
de temelinden yıkar
a) Kulun
kudreti ve onu işe sevkeden kuvvet, salâha ve fesada (iyilik ve kötülüğe)
elverişlidir. Buna göre fesadın salâha üstün gelmesi, eğer bir se-beb olmadan
meydana gelmişse, bu durumda Yaratıcı'nın yokluğu gerekir; eğer bir müreccihden
dolayı meydana gelmişse, bu müreceihin mutlaka Allah'tan olması gerekir. Aksi
halde teselsül lazım gelir. Böylece fesâd tarafını salâh tarafına tercih edenin
Hak Subhânehu olduğu ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, daha nasıl "O irâde
etmiyor" denilmesi düşünülebilir?
b) Allah'u
Teâlâ, fesadın meydana geldiğini bilendir. Buna göre eğer Allah fesadın
meydana gelmemesini isteseydi, o zaman şöyle denilmesi gere* kirdi, "O,
ilmini cehle dönüştürmek istedi..." Bu ise, muhaldir.
Beşinci Sıfat:
Allah'u Teâlâ'nın, "Ona Allah'tan
kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi" kavlidir. Bunda birkaç
mesele vardır;
[11]
Vahidi, şöyle demiştir: "Allah'u Teâlâ'nın,
"O'na Allah'tan kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi"
kavlinin manası, "Allah'ın Resulü, o kimseyi bu fiilleri bırakmaya davet
etti. Bunun peşinden ise o kimseyi, kibri ve taassubu, zulme çağırdı"
şeklindedir.Bil ki. Vahldî'nin bu tefsiri zayıftır. Çünkü Allah'u
Teâiâ'nın,buyruğunda sadece "o kimseye bu söz söylendiği zaman gururun
onu yakaladığına, sürüklediğine" delâlet vardır. Ama, bu sözün denilip
denilmediği hususuna gelince, âyette buna herhangi bir delâlet yoktur. Her ne
kadar biz, herhangi bir tahsiste bulunmadan Hz. Peygamber'in herkesi takvaya
çağırdığını biliyor isek de, şayet bu husus herhangi bir rivayet ile sabit
olursa, bu rivayete müracaat etmek vâcib olur.
[12]
Allah'u Teâlâ bu münafığın bazı kötü fiillerini
nakletmiştir:
a) O
münafığın, dünyayı taleb etme hususunda güzel söz söylemesi.
b) Onun,
Allah'ı bir yalan ve iftira olarak şahid tutması.
c) Hakkı iptal ve bâtılı isbat hususunda
mücadele etmesi..
d) Fesâd çıkarmak için sa'yü gayret
göstermesi...
e) Ekin ve
nesilleri helak etme hususundaki sa'yü gayreti. Bütün bu sayılan şeyler,
çirkin olan birer fiildir. Hak Teâiâ'nın, "Ona, Allah'tan kork
denildiğinde.." sözünün zahirini, bu saydığımız şeylerden bir kısmına
hamledip, diğerlerine hamletmemekten daha evlâ değildir. Bu sebeple bunun,
hepsine hamledilmesi gerekir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir:
"Ekini ve nesilleri helak etme; yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma; bâtılı
savunma; yalan yere Allah'ı şâhid tutma ve dünyayı isteme hususunda ihtiraslı
olma gibi hususlarda Allah'tan kork,." Çünkü nehyin, bu sayılanlardan bir
kısmına râcî olması, diğer kısımlarına raci olmamasından daha evlâ değildir.
[13]
Hak Teâlâ'nın, buyruğu hakkında bazı görüşler vardır:
a) Bu
tâbir, Arapların,
"Falancayı şu işi yapmakla sorumlu tuttum,"
yani "bu işe onu mecbur tutup, bu işi ona verdim" sözünden
alınmıştır. Buna göre ayetin takdiri, "O kimseyi gururu ve taassubu,
günahı işlemek için tuttu..." şeklinde olur. Bu günah ise, kendisine
nasihat edene iltifat etmeyip, onu dinlememektir.
b) nin mânası, "ona yapıştı" demektir.denilir, yani sıtma hastalığı ona yapıştı, peşini bırakmadı; denilir; yani ona kibir arız oldu, peydah oldu... Buna göre ayetin mânası, "Ona, Allah'tan kork denildiği zaman, kalbindeki günah sebebiyle meydana gelen gurur ve taassub, onu bırakmadı" şeklinde olur. Çünkü bu gurur ve kibir ancak, o kimsenin kalbindeki Kütür, cehâtetMe delillere itlifat etmeme gibi sebeblerle meydana gelmiştir. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın,"Daha doğrusu kâfir olanlar, bir gurur ve derin ayrılık içindedirler" (Sâd, 2) âyetidir. Buradaki, harfi, lâm (.... için) mânasına gelir. Bir kimse, "Bunu senin için yaptım" ve "Onu, cinayetinden dolayı cezalandırdım" der.
Hak Teâlâ'nın, "Onun hakkından cehennem gelir" sözüne gelince, müfessirler bunun mânasının, "Ona, bir ceza ve bir azâb olmak üzere, cehennem yeter" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yani, "sana bir dirhem yeter." Yani," Allah bize yeter" denilir. "Cehennem" lâfzına gelince Yûnus ile nahivcilerin pek çoğu, bu kelimenin, Allah'ın ahirette kendisiyle azâb edeceği ateşin özel ismi olduğunu ve yabancı (a'cemî) bir kelime olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise, "cehennem lâfzı yabancı bir kelime değil, Arapça bir kelimedir. Dibi derin olduğu için ahi-ret ateşi, cehennem diye adlandırılmıştır" demişlerdir.Ru'benin şöyle dediği nakledilir: "Bu sözde cehennem: "dibi derin kuyu" demektir."
Allah'u Teâlâ'nın,
yataktır" sözüne gelince, bu hususta iki görüş vardır:
a) ve,
döşemek bir şeye mukaddime yapmak demektir. Bunun aslı, (beşik ve düz arazi)
kelimesinden gelir. Nitekim Hak Teâlâ, yeryüzünü bir döşek gibi yaptık.. Bizler
ne güzel dö'şeyicüeriz" (Zariyât, 48)buyurmuştur; yani, düzenleyiciler ve
kararlı hale getiricileriz.,. Yani, "Biz yeryüzünü, üzerindekiler!
sarsmayacak ve onlardan uzaklaşmayacak biçimde, kararlı kıldık" demektir.
Yine Hak Teâlâ, "kendileri için hazırlarlar" (Rûm, 44) buyurmuştur.
Yani, "onu döşüyorlar ve kararlı hale getiriyorlar".
b) Hak
Teâlâ'nın, jbuyruğunun O'nun tıpkı, "Cehenneme.. Yaslanacaklar ona.. O, ne
kötü bir kalış yeridir" (ibrahim, 29) ifâdesinde olduğu gibi, "Ne
kötü bir kalış yeridir" manasında olmasıdır. Âlimlerden bazısı, kelimesinin,
uyumak için yapılan yatak mânasında olduğunu söylemişlerdir. Cehennemde azâb
görecek olan kimse cehennem ateşine atıldığı zaman, bu cehennem onun için bir
yatak ve döşek kılınmış olur.
[14]
"İnsanler içinde, Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla, canını satan kimseler vardır. Allah, kullarına çok şefkatlidir"(Bakara, 207).
Bil ki Allah'u Teâlâ, önceki âyette dünyası uğruna
dinini harcayan kimsenin durumunu belirtince, bu âyette de, dini uğruna
dünyasını, canını ve malını harcayan kimselerin durumunu zikrederek, buyurmuştur.
Bu âyet hakkında birkaç meseie vardır:
[15]
Ayetin nüzul sebebi hakkında bazı rivayetler vardır:
a) İbn Abbas'ın rivayetine göre bu ayet, Abdullah İbn Ced'ân'ın kölesi olan Süheyb İbn Sinan, Ammâr İbn Yasir, annesi Sümeyye, babası Yasir, Hz. Ebu Bekir'in kölesi Bilâl, Habbâb İbn el-Eret ve Huveytıb'ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler bu kimseleri yakalayarak, onlara işkence ediyorlardı. Süheyb, Mekkelilere, "Ben yaşlı birisiyim. Benim, malım mülküm çok. Sizden veya sizin düşmanlarınızdan yana olmam size herhangi bir zarar vermez. Ben bir söz söyledim, bu sözümden de geri dönmeyi istemiyorum. Ben size malımı mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum" der. Onlar da buna razı olarak, yolundan çekilirler.. Böylece Süheyb, Medine'ye hicret eder. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Süheyb Medine'ye girince, Hz. Ebu Bekir onu karşılayarak ona: "Alışverişin kârlı olsun!" dedi. Bunun üzerine Süheyb ona, "Senin alışverişin de.. Sen de zarar etme ama, ne oldu ki?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir "Allah senin hakkında, şunu indirdi" dedi ve ayeti ona okudu.
Habbâb İbn el-Eret ve Ebu Zer'e gelince bunlar kaçarak Medine'ye geldiler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kargıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, kendilerine yapılan işkence sebebiyle, müşriklerin istedikleri şeylerin bir kısmını vererek, canlarını kurtardılar. Bunlar hakkında, Mekkelilerin işkencesiyle, "Azâb edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyyet ve ganimetler nasib etmek suretiyle, güzellikle sınayacağız." Ah/ret ecri ise daha büyüktür" (Nahl,41) ayeti nazil olmuştur.
Yine bunlar hakkında, "Kalbi iman ile dopdolu
olduğu halde, zorlanan kimse hariç... "(Nahl, 106) âyeti nazil olmuştur.
b) Bu
ayet, emr-i mâ'rûf ve nel y-i münker yapan kimse hakkında nazil olmuştur. Bu
görüş Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
c) Bu ayet,
Hz. Peygamber'in mağaraya gittiği gece, O'nun yatağına yatıp geceleyen Ali İbn
Ebî Talib hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Hz. Ali, Hz.
Peygamber'in yatağında uyurken Cebrail başucunda, Mi-kaîl ise ayakları
tarafında durdu. Cebrail: "Ey Ebu Tâlib'in oğlu Ali, senin gibilere helâl
olsun!.. Allah'u Teâlâ, seninle meleklerine karşı övünür" diye seslenir.
İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur.[16]
Müfessirlerden pok çoğu, buradaki, kelimesinin "satmak" manasına geldiğini, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, Ve onu az bir fiyata sattılar" (Yusuf, 20) âyetindeki, ijji kelimesinin de bu mânaya geldiğini söylemişlerdir. Bunun hakikati şudur: Mükellef olan kimse, nefsini âhiret mükâfaatı karşılığında satmıştır. Bu satma işi, o kimsenin namaz kılmak, oruç tutmak, hacc ve cihad yapmak gibi Allah'a bir itaati ifâde eden konularda, nefsini harcaması ve tüketmesi; sonra da bu sayede Allah'ın sevabına nail olmasıdır. Sanki o, nefsini bir eşya gibi bezletmiş, harcamıştır. Böylece nefsini bezleden kimse, bir satıcı; Allah da bir alıcı gibi olmuştur. Nitekim Hak Teâlâ, Muhakkak ki Allah'u Teâlâ, cennet karşılığında müminlerin canlarını ve mallarım satın almıştır"buyurmuştur. Allah'u Teâlâ bunu, bir ticâret olarak isimlendirerek,"Ey iman edenler! Size, sizi elîm bir azâbtan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mt? Allah'a ve Resulüne İman edip, Allah yolunda canlarınız ve mallarınızla dhâd edersiniz" (Saf, 10-11) buyurmuştur.
Bence, lâfzını zahirî manasına hamletmek mümkündür. Bu şöyle olur: İnkâra, şirke, dünyevî lezzetleri artırmaya yönelen ve ahiretten yüz çeviren kimse, daimî azaba düşer. Buna göre, takdir şöyle olur: O insanın kendisi kendisinin mülkü idi. Fakat küfrü ve fâsıklığı yüzünden mülkünden çıktı ve cehennem ile azabın hakkı oldu. Kişi inkârı ve fışkı bırakır, imân ve itaata yönelir ise, sanki kendini azabtan ve cehennemden satın almış gibi olur. Binaenaleyh mü'minin durumu, adetâ onlarla kendini satın almak (ve esaretten kurtarmak) için birçok paralar veren mükâteb köleye benzer. Aynı şekilde mümin de, onlarla kendisini satın almak (ve kurtarmak) için pek çok nefeslerini harcar. Fakat mükâteb oian, bir köledir ve kendisinde bir dirhem bile kalmaz. Mükellef de böyledir, o, dünyada tek bir car1 olduğu müddetçe kulluk bağından kurtulamaz. Bundan dolayı İsâ (a.s): "(Allah) bana, sağ olduğum müddetçe namazı ve zekâtı emretti" (Meryem, 31) demiştir. Allah Teâlâ da Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Yakîn (yani ölüm) gelinceye kadar Rabbtne ibâdet et" (Hicr, 99) buyurmuştur.
İmdi eğer, "Allah Teâlâ kendisini,"Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını satın aldı" (Tevbe111) diyerek müşteri yerine koymuştur. Bu ise mü'minin müşteri olmasına manidir" denirse biz deriz ki: Bu iki durum arasında bir tezad yoktur. Bu tıpkı, bir köle verip elbise alan kimsenin durumuna benzer. Alandan ve verenden herbiri, hem satan hem de alan (müşteri) dir. Burada da böyledir. Bu açıklamaya göre, kelimenin zahirî mânâsını bırakmaya,lâfzını, (satma) manasına almaya gerek yoktur.
Bunu anladığında biz deriz ki: İnsanın dini uğrunda katlanacağı hertürlü meşakkat bu ifâdenin altına girer. Binaenaleyh bunun muhtevasına, cihad yapan, Ammâr'm ana ve babası (r.a), canını verip Ölüme razı olan, kâfirlerden kaçıp müslümanlara katılan, Süheyb (r.a) gibi, malını verip canını kâfirlerden kurtaran ve zâlim sultan karşısında dinini ve hakkı ortaya koyan kimseler de girerler.
Rivayet olunmuştur ki Hz. Ömer (r.a), bir ordu gönderir. Bu ordu bir kaleyi kuşatır. Derken içlerinden biri ileri atılır ve öldürülünceye kadar savaşır. Bunun üzerine bazı kimseler, "O, kendisini göz göre göre tehlikeye attı" derler. Hz. Ömer (r.a) de, "Siz yalan söylediniz. Allah falancaya rahmet etsin" der ve, "İnsanlar içinde, Allah'ın rızasını elde etmek için canını satan kimseler vardır" ayetini okur.
Sonra bil ki insanın katlandığı sıkıntılarla bu âyetin hükmüne girebilmesi için, bu sıkıntıların mutlaka şeriata uygun olması gerekir. Fakat bunlar şer'î olmaz ise, insan bu âyetin hükmüne girmez, aksine bu, insanın kendisini tehlikeye atması kabilinden olur. Meselâ cünüblükten guslederse hastalanıp öleceğinden korktuğu halde, insanın yıkanması gibi.
Katâde şöyle demiştir: "Fakat Allah'a yemin
olsun ki, onlar, dinden çıkan Harûrâ halkı değiller, Muhacir ve Ensâr'dan olan
ashab-ı kiramdırlar. Onlar müşrikleri, Allah in yanısıra başka bir ilâha
taparken gördüklerinde, Allah'ın dini için savaştılar ve Allah için gazablanıp,
Allah yolunda cihâd ederek canlarını sattılar."
[17]
Ayeti, "Allah'ın rızasını taleb etmek için
nefsini satın alır" manasındadır. Buradaki, "satın alır” manasındadır.
[18]
Allah Teâlâ'nın, Allah, kullarına karşı
ra'ûftur" ayetine gelince; sınırlı ve az bir ibadete mukabil, Allah'ın
ebedî nimet vermesi; canlarını kurtarmak için (kalbi imanla dolu olduğu
halde), inkârı ifâde eden şeyleri söylemeye müsaade etmesi; herkese ancak
gücünün yeteceği şeyi teklif etmesi; yine küfür üzerinde yüz sene kalmış olsa
bile, bir an bile tevbe eden kimsenin bütün cezasını düşürüp, ona ebedî bir
sevab vermesi; canlar ve mallar aslında kendisinin mülkü olduğu halde,
kullarına bir rahmet ve ihsanı olmak üzere, kendi mülkü olan bu şeyleri, kendi
mülküyle satın alması O'nun re'fetindendir.
[19]
"Ey iman edenler, hep beraber sulh-ü selâma
gfrin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık bir
düşmanmızdır" (Bakara, 208).
Bil ki Allah'u Teâlâ, münafığın yeryüzünde fesat
çıkardığını ve ekin ile nesli bozmaya gayret sarfettiğini anlattıktan sonra,
müslümanlara, İslâm'a ve İslam'ın kanunlarına uymaktan ibaret olan şeyi, yani
münafıklığın tam zıddı olan şeyi yapmalarını emretmiş ve "Ey İman edenler
hep beraber sulhtu selâma (İslam'a) girin" buyurmuştur. Bu konuda birkaç
mesele vardır:
[20]
İbn Kesir, Nâfi ve Kısaî,"sin" harfinin fethasıyla, okumuşlardır. Allah'u Teâlâ'nın, 'Eğer onlar barışa meylederler se..." (Enfâl, 61) vej "Barışa yalvarmayın..." (Muhammed, 35) ayetlerinde de böyle okunmuştur.
Ebu Bekr İbn Ayyâş'ın
rivayetine göre Âsim, Kur'an-ı Kerim'de geçen heryerde sinin kesresiyle Hamza ve Kisaî ise, burada ve (Muhammed, 35)
ayetlerinde sînin kesresiyle, İbn Âmir sadece burada sînin kesresi, Enfâl ve
Muhammed sûresinde ise sînin fethasıyla okumuşlardır. Bazıları da bu iki
kelimenin, fetha ve kesreyle okunabilen iki lügat olduğunu söylemişlerdir.
Meselâ, kelimeleri gibi,A'meş kelimeyi sîn ve lâm harflerinin fethası ile,
şeklinde okumuştur.
[21]
kelimesinin asıl manası
inkiyâd (boyun eğ)demiştir Nitekim ,Cenâb-ı Hak, "Hani Allah (İbrahim'e)
"teslim ol" (boyun eğ) demiş, O da, "Teslim oldum."
demişti.," (Bakara. 131); "İslâm" da, bu manadan dolayı
"İslâm" diye adlandırılmıştır. "Silm" kelimesi, genellikle
sulh ve harbetmeme halini ifâde eden bir isimdir. Bu kelimede, inkiyâd mânâsı
da vardır. Çünkü barış anında, taraflar birbirlerine itaat eder ve
birbirleriyle bu konuda münakaşa etmezler. Ebu Ubeyde bu kelimenin, ve şeklinde
üç kullanılışı olduğunu söylemiştir.
[22]
Âyetle ilgili bir müşkil vardır. Bu da, şudur:
Müfessirlerden çoğu, lâfzını, "İslâm" manasına almışlardır. Buna göre
ayetin manası, "Ey iman edenler, İslâm'a giriniz...." şeklinde olur.
Halbuki iman, İslâm'dır. Bu ifâdenin caiz olmayacağı malumdur. İşte bu
meseleden dolayı, müfessirler bu âyetin tefsirinde birkaç vecih
zikretmişlerdir:
1) Âyette
hitab edilenler münafıklardır. Buna göre ayetin manası, "Ey dilleri ile
iman eden kimseler, herşeyinizle İslâmâ giriniz ve şeytanın adımlarına, yani
onun süslemesinin ve nifakta devam hususundaki aldatmasının izlerine
uymayınız" şeklindedir. Bu tefsiri yapanlar, yaptıkları bu tefsirin doğru
olduğuna, şöyle diyerek istidlal etmişlerdir: "Bu ayet, münafıklardan
bahseden, az önce geçen, ... ayetininin peşisıra gelmiştir. Binaenaleyh Hak
Teâlâ, geçen şeylerle münafıkları niteleyince, bu ayette de onları kalbleri
ile iman edip nifakı bırakmaya davet etmiştir.
2) Bu
ayet, Ehl-i Kitab'dan Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi müslü-man olanlar
hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman ederken, bir
taraftan da Hz. Musa (a.s)'nın şeriatına ta'zim etmeye devam ediyorlardı.
Bundan dolayı da "cumartesi" gününün kutsiyetine saygı gösteriyor,
deve etini ve sütünü mekruh kabul ediyorlardı ve şöyle söylüyorlardı: "Bu
şeyleri bırakmak İslâm'da da mübah,Tevrat*ta ise vacibtir. Binaenaleyh biz bunu
ihtiyaten terkediyoruz." İşte böylece Cenâb-ı Hak, onların bu tutumumu
kerih görerek, onların İslam'a bütünüyle girmelerini, yani İslâm şeriatının
hepsine girmelerini ve gerek itikad, gerek amel bakımından Tevrat'ın
hükümlerinden herhangi birine sarıl mamalarını emretmiştir. Çünkü Tevrat, artık
mensûhtur. Buna göre, "Şeytanın adımlarına uymayınız" ayetini,
"Tevrat'ın mensuh olduğunu bildikten sonra, onun hükümlerine tutunarak
şeytana uymayınız" şeklinde açıklamışlardır. Bu görüşte olanlar,
ayetteki,kelimesini, İslâm'ın sıfatı kabul etmişlerdir. Buna göre sanki,
"Gerek itikadı gerek amelî olsun, İslam'ın kanunlarının hepsine
giriniz" denilmiştir.
3) Bu
hitab, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman etmeyen ehl-i kitaba yöneliktir. Buna
göre, emrinin manası, "Ey daha önceki kitaplara imân edenler..."
şeklinde buyruğunun manası, "İman hususunda, Allah'a olan itaatinizi
tamamlayınız. Bu da, Allah'ın peygamberlerinin ve
kitaplarının tamamına imân etmeniz suretiyle olur. Binaenaleyh Hz. Muhammed
(s.a.s) ile onun getirdiği kitaba da iman etmek suretiyle tamamen İslâm'a
giriniz ve Tevrat'ın dinin, herkesin hak olduğunda ittifak ettiği bir din
olması ve Tevrat'ta, "Yer ve gök durduğu müddetçe cumartesi yasağına
sanlınız" hükmünün bulunması sebebiyle Tevrat'ın diniyle yetinme hususundaki
şeytanın süslemesine aldanmayın" şeklindedir. Hulâsa, şeytanın
adımlarından murad, onların, Musa (a.s)'nın şeriatının halâ devam etmekte
olduğu hususunda kendisine tutundukları şüphelerdir.
4) Bu
hitap, müslumanlaradır. Buna göre mana, "Ey dilleriyle imân edenler,
kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun
kanunlarının hiçbirinden çıkmayınız. Sapık ve azgın kimselerin size telkin
etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına
uymayınız" şeklindedir. Ayeti böyle tefsir edenler,bu izahın, bu âyetten
önce ve sonra olan ayetlerle de te'kid edildiğini söyleyerek, şöyle
demişlerdir: "Ayetten önce geçen şeyler, "O, yeryüzünde fesat
çıkarmak için çalışır" âyetindeki, münafıkla ilgili sıfatlardır. Bizim
burada söylemek istediğimiz, bundan muradın münafıkların m üsl umanlara telkin
ettiği şüpheler
olduğudur. Buna göre Allah Teâlâ sanki, "Müslümanlığınızı sürdürünüz ve münafıkların söylediği şüphelere aldanmayınız''demektedir.Bu âyetten sonra olan ise, Onlar, ancak Allah'ın buluttan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar'' (Bakara. 210) ayetidir. Bu, "O kâfirler, küfürlerinde ısrar ve inâd ediyorlar. Onların mazeret yolları ortadan kalkmıştır. Onlar, bu din hakkındaki görüşlerini, meselâ "ancak Allah'ın kendilerine buluttan gölgelikler ve melekler içinde gelmesi" gibi, olmayacak birtakım işlere dayandırırlar.
İmdi eğer: "Bir şey ile vasıflanmış (benimsemiş)
kimseye, "Ona devam et" denir, fakat "Ona gir" denmez.
Halbuki bu ayette, (giriniz) denmektedir" denilir ise, biz de deriz ki:
Evde olan kimsenin ileride evden çıkacağı bilinirse,her ne kadar o anda evde
ise de, ona zaman zaman ileride eve girmesini emretmek imkânsız değildir. Çünkü
onun şu anda evde bulunuşu, eve girmesi emredilen halinden başkadır. Buna göre
ikinci bir zamanda evden çıktığında, eve girmesini emretmek doğru olur.
Malûmdur ki mü'minler uyku, gaflet ve benzeri hallerde imân hasletlerinden
bazan çıkarlar. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın onlara istikbalde İslâm'a
girmelerini emretmesi imkânsız değildir.
5) Ayette zikredilen, lâfzının sulh, savaşı ve münakaşayı terk etme manasına olması.. Bu takdire göre mana, "Ey iman edenler topyekûn "silm"elgiriniz, yani Allah'ın dinine yardım etme ve o hususta sıkıntılara göğüs germede, birbirinize uyarak ittifak ediniz, ve dünya uğrunda insanlarla münakaşa etmeye, dünyayı arzu etmeye sizi sevkeden şeytanın adımlarına uymayınız" demektir. Bu, tıpkı, (Ey inananlar) btrbirinizle çekişmeyin, yoksa gevşersiniz ve gücünüz gider" (Enfal,46)"Ey iman edenler sabrediniz.." (Al-i,İmran, 200) ve,"Hep birlikte Allah'ın ipine sanlınız ve bölünmeyiniz" (aı-i imran' 103) ayetleri ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Mü'min, kendisi için İstediğini kardeşi için de İster" hadisi gibidir.
Bunlar, âyetin tefsiri hususunda, çoğu müfessirlerin söylediği vecihlerdir.
Bana göre, bu hususta diğer bazı vecihler daha
vardır:
a)
Âyetteki, hitabı Allah'ı kalb ile bilip
tasdik etmeye işarettir; emri ise, günah ve masiyet fiillerini bırakmaya
işarettir. Çünkü günah, Allah'a ve Peygambere muhalefet etmek demektir. Bundan
dolayı, o muhalefeti bankmaya "silm" (sulh) denilmesi doğru olur.
Veya bu ifâdeden maksad, "Taat olanları yapıp, yasaklan bırakma hususunda
Allah'a inktyâd eden kimseler olunuz" manasıdır. Bu böyledir, çünkü Ehl-i
Sünnete göre mü’mim günah islerken de onun imanı vardır.Bu açık bir tefsirdir.
b) "Silm" den murad kulun Allah'ın kaza ve kaderine razı
olması, kalbinin, şu hadiste de anlatıldığı gibi sarsılmamasıdır: İJfap 'İlahi
kazaya razı olmak, Allah'ın en büyük kapısıdır. "[23]
c) Bundan
murad, Allah'u Teâlâ'nın, "Onlar, boş söze rastladıktan zaman, şerefli
olarak geçerler" (Furkân, 72) ve, "Af yolnu terdh et ma'rûf olanı
emret ve cahillerden yüz çevir" (Araf, 199)âyetlerinde de olduğu gibi,
intikam almayı terketmektir. Âyetin tefsirleri hususundaki söz işte bundan
ibarettir.
[24]
Kaffâl, "Ayetteki, (tamamen) ifâdesinin, İslâm'a girmesi emredilenlerle ilgili olması doğru olur.Yani, "Hepiniz İslâm'a giriniz, ayrılıp parçalanmayınız" demektir" demiştir.
Kutrûb da şöyle der: "Araplar, "Kavmin tamamını gördüm" ve, "Bütün kadınları gördüm" derler." Bu lâfzın, İslâm ile ilgili olması da uygundur. Yani "İslâm'ın tamamına giriniz", yani, "onun bütün kanun ve hükümlerini benimseyiniz" demektir.
Vahidi (r.ha) şöyle demiştir: "Bu, âyetin zahirî mânâsına daha uygundur. Çünkü mü'minler İslâm'ın bütün hükümlerini yerine getirmekle emrolunmuşlardır."
Arapça'da, lâfzı "engel olan, mani olan"
manasınadır denilir. Bunun anlamı, "onu kötülükten engelledim, ona manî
oldum" demektir. Yine, (gömlek engelledi) denilir. Çünkü gömlek, elbisenin
açılmasını önler. Elin içine de, (avuç) denir. Çünkü avuç içiyle, bedenin her
tarafı tutulabilir. Gözü görmekten engellenmiş (kör) kimse için, denilir. Buna
göre, kelimesinin manası, "engel olan" demektir. Bu lâfız, daha sonra
toplanmış bir bütünün adı olmuştur. Çünkü toplanmak, birlik olmak, tefrika ve
ayrılığa manidir. Buna göre, emri "İslâm şeriatının son noktasına kadar İslâm'ın
kanunlarına giriniz ve onun kanunlarından herhangi birşeyi terketmekten
vazgeçiniz" demektir. Veya bunun manası, "Hepiniz İslâm'a giriniz, insanları
ona girmemekten men ediniz" şeklindedir.
[25]
Hak Teâlâ'nın, hitabının manası, "şeytana i-taat etmeyiniz" demektir. Arapça'da bir kimsenin yoluna uyan hakkında, denildiği meşhurdur. Bu ifâde ile, "Onun adımına uydum" denilmesi arasında herhangi bir fark yoktur. kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bunun izahı daha önce geçmişti.
Allah Teâlâ, "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır" ayetine gelince, Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir; "Mübin , için-dekini ve kalbindekini açıkça ortaya koyan beliğ kimsenin sıfattarındandır." Ben derim ki: "Hâmim, ve Mübin kitaba yemin olsun ki..." (Duhân.,1) ayeti, bu mananın doğruluğuna delildir. Ayetteki, "Mübin" lafzından, ancak bu mânâ kestedilmiştir.
Bu durumda şayet: "Kendisini görmediğimiz ve sözünü duymadığımız halde şeytan için nasıl "mübîn" (apaçık) denebilmiştir? denirse, biz deriz ki: Allah'u Teâlâ, şeytanın Hz. Adem (a.s) ile bütün nesline düşman olduğunu açıklayınca, hernekadar görülmese de, "apaçık bir düşman" diye nitelenmesi doğru olmuştur. Bu şuna benzer: Uzak bir beldede bulunan bir adama düşmanlığını gösteren kimse için bazan.her nekadar o onu görmese de, "Falanca senin için apaçık bir düşmandır" denilebilir. Bana göre bu hususta diğer bir izah da şudur: "Mübîn"in asıl manası, "kesmek"tir. "Açıklamaya" da bu manadan ötürü "beyan" denmiştir. Çünkü izah ve açıklama (beyan), ihtimallerin bir kısmını bir kısmından kesin çizgilerle keser, ayırdeder. Buna göre şeytanın "mübin" diye vasıflanması, "şeytan, mükellefi vesvesesiyle Allah'a itaat etmekten, O'nun sevâb ve rızasından ayırır ve uzaklaştırır" manasındadır.
Buna göre şayet, "Şeytanın bize düşman olması,
ya şu anda elem ve kötülükleri bize ulaştırmayı istemiş olması veyahut da,
vesvesesiyle bizi İslâm dininden ve mükâfaatından alıkoyması sebebiyle olur.
Birincisi bâtıldır. Çünkü eğer böyle olsaydı şeytan şüphesiz ki bizi hastalık,
acı ve sıkıntılara düşürürdü. Böyle yapamadığı herkesin malûmudur. İkinci
ihtimal de bâtıldır. Çünkü, Cenâb-ı Allah'ın, "Şeytan der ki: Zaten benim,
siz (insanlar) üstünde bir nüfuzum yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de
hemen icabet ettiniz" (İbrahim, 22) âyetinde de bildirdiği gibi, şeytanın
vesvesesini kabul eden kimse, onu kendi iradesiyle kabul etmiştir. Bunun böyle
olduğu sabit olunca, ve durum bizim söylediğimiz gibi olduğu halde, daha nasıl
onun düşmanlığının apaçık bir düşmanlık olduğu söylenebilir?" denilirse,
şöyle cevap verilir: Şeytan (sizin söylediğiniz) her iki bakımdan da düşmandır.
Onun, zararları bize ulaştırmaya çalışması bakımından düşmanlığı söz konusudur.
Fakat Hak Teâlâ, şeytana bu fırsatı vermemiştir. Şeytanın bize zarar vermeyi
istemiş olması, bunlara kadir olmasını gerektirmez. Fakat vesvesesiyle bizim
dine girmemize ve mükâfaatı kazanmamıza mâna olmasına gelince, şeytanın insana
günahları süslemesi ve şüpheler atması, insanın bâtıla düşmesine ve böylece de
sevablardan mahrum kalmasına sebeb olduğu herkesin bildiği şeydir. Binaenaleyh
bu da şeytanın düşmanlık cihetlerinin en önemlilerindendir.
[26]
"Size bunca açık deliller geldikten sonra yine
kayarsanız, bilin ki Allah azîz ve hakîmdir" (Bakara, 209).Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[27]
Ebu's-Simal, kelimeyi birinci lâm'ın kesresi ile,
şeklinde okumuştur ki, gibi, bu iki okunuş da birer normal kullanılıştır.
[28]
Bir kimsenin ayağı kayıp çamura düştüğü zaman, denilir. Yine şu anda bulunduğu durumu kaybeden kimse için, denitir. Günah da "zelle" diye adlandırılmıştır. İnsanlar bununla, vacibteri (vazifeleri) yapmama zellesini kastediyorlar. Buna göre Hak Teâ-lâ'nın, sözünün manası, ''Haktan sapar ve onu geçerseniz" şeklindedir.
Ayetin sebebi nüzulü hususunda âlimler (bununla alâkalı olan bir önceki ayetteki) ayeti ile birlikte ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, birinci ayetin münafıklar hakkında olduğunu söyleyenler, ikincisinin de münafıklar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Birinci ayetin ehl-i kitab hakkında olduğunu söyleyenler, bu ayetin de onlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Diğerlerini de aynı şekilde kıyas et.
İbn Abbas (r.a)'ın,ayeti şu şekilde tefsir ettiği
rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) ve şeriatı size geldikten
sonra, cumartesi çalışmayı ve deve eti yemeyi haram sayarsanız, biliniz ki
Allah Teâiâ ceza vermede aziz ve fiillerinde hakimdir." Bu ayet
karşısında ehl-i kitaptan müslüman olanlar, "Ya Resûlallah, istersen senin
kitabından başka her kitabı bırakırız" dediler de,bunun üzerine Cenâb-t
Hak, "Ey iman edenler, Allah'a ve
peygamberine imân (etmeye devam) ediniz"(Nisa,136)
ayetini indirdi.
[29]
Ayeti ite ilgili bir soru vardır. O da şudur: Bir
şarta bağlı hüküm, ancak işferin neticesini bilmeyen kimseler hakkında güzel
olur. Katâde buna şu şekilde cevap vermiştir: "Şüphesiz Cenâb-ı Allah
onların ayaklarının kayacağını biliyordu. Fakat o, bunu, insanlar üzerinde bir
hüccet olsun diye, önceden haber vermiş ve bu husustaki ilâhî va'îdini
bildirmiştir."
[30]
Hak Teâlâ'nın, buyurmasının manası,
"emrolunduğunuz yoldan saparsanız" şeklindedir.Bu manaya göre, bu
ifâdenin muhtevasına büyük küçük bütün günahlar girer. Çünkü bu sapma çok
günahla meydana geldiği gibi, az günahla da olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ,
mü'minler günahın azından da çoğundan da sakınsınlar diye, bütün bunlar
hususunda, onların ilahî yoldan sapmalarına engel otmak için va'îdde
bulunmuştur. Çünkü büyük günahlardan kaçınmanın vâcib (gerekli) olduğunda herhangibir
şüphe yoktur. Büyük günahlardan olduğu bilinmeyen şeylere gelince, bunlar
yüzünden ikâba müstehâk olunup olunmayacağı bilinemez. Binaenaleyh bunlardan da
sakınmak gerekir.
[31]
Hak Teâlâ'nın, 'size bey yineler geldikten
sonra.." sözü aklî ve naklî bütün delilleri içine alır. Aklî deliller, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunun ancak kendilerinin sabit
olmasından sonra sabit otan şeylere delâlet eden delillerdir. Meselâ, bu âlemin
hadis olduğunu ve her türlü malûmatı bilen, her türlü mümkinata kadir olup,
bütün ihtiyaçlardan âzâde olan bir Yaratıcı'ya muhtaç olduğunu bitmek gibi.
Yine mucize ile sihir arasındaki farkı ve mucizenin doğruluğa delil olduğunu
bilmek gibi.. Bütün bu gibi şeyler aklî delillerdendir. Naklî deliller ise,
Kur'an ve Sün-net'teki açıklamalardır. Bütün bu deliller mevcud olduğu zaman
mükellefin ma'zur sayılmaması bakımından, âyetin hükmüne dahildir.
[32]
Altıncı Mesele
Kâdî şöyle demiştir: "Bu
âyet, insanın ancak açıklama yapıldıktan
sonra ve mazeretleri kaldırıldıktan sonra günahından dolayı sorumlu
tutulabileceğine delâleteder. Çünkü ilâhî ceza, beyyinelerin gelmesi ve
bulunması şartına bağlandığına göre, bir fiile kesinlikle kadir olamayan kimse
için va'îd-i ilahînin caiz olmaması hükmüne bağlanması daha evlâdır. Bir de
delillerden, ancak onlardan istifâde edebilecek gücü olanlar yararlanır. Bazan
delil olmasa da, bunlar bu güçlerinden istifâde edebilirler. Âyet, nazar-ı
dikkate alınan şeyin, mükellef tarafından yakînin değil, beyyinelerin bulunması
olduğunu gösterir. İşte bu bakımdan âyet, arif (bilen) birisi gibi, tefekkür
ve istidlal gücü olanlara da va'îd-i ilâhinin söz konusu olduğuna delâlet eder.
Böylece bilen ve anlayan kimseler aleyhine herhangi ilâhî bir hüccetin
olmayacağını iddia edenlerin görüşü bâtıl olmuştur."
[33]
Hak Teâlâ'nın, "Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir"
âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:
[34]
Birisi şöyle diyebilir: "Allah Teâlâ'nın, 'Size beyyineler geldikten sonra yine kayarsanız" hitabı onların günahlarına ve suçlarına işarettir. Buna göre, "Allah aziz ve hakimdir" ifâdesi, ilâhi zecr ve tehdide nasıl delâlet eder?"
Buna şöyle cevap verilir: "Azîz", murad ettiği şeye manî olunamayacak kimsedir. Bu da ancak tam bir kudretle olur. Allah Teâlâ'nın bütün mümkînâta kadir olduğu sabittir. Binaenaleyh O, her halükârda azîzdir. Böylece âyetin manası, "Size beyyineler geldikten sonra eğer (haktan) saparsanız, biliniz ki Allah, hiçbirinizin engelleyemeyeceği ve size kadir bir zattır. Binaenaleyh sizin için murad ettiği herşeyi yapar" şeklinde olur. Bu, ileri derecede bir teh-diddir. Çünkü bu ifâde, "ikâb" (azab) lâfzının zikredilmesiyte yapılacak olan ilâhî tehdidin bulunduramayacağı her türlü korkuyu ve tehdidi kendisinde taşır. Çoğu kez baba çocuğuna:"Bana karşı çıkarsan, beni tanırsın, sana karşı olan gücümü ve kuvvetimi bilirsin" der. Bu söz, zecr (engelleme) hususunda, dövme ve benzeri şeyleri söylemekten daha kuvvetlidir.
İmdi şayet: "Bu âyet, ilâhî tehdidi ifâde ettiği
gibi, ilahî va'ade de şâmil değil midir?" denilirse, biz, Allah'ın
"hakîm" sözünü, "azîz" sözünün peşine getirmiş olması
bakımından "evet" deriz. Çünkü Allah'ın hikmetine yakışan, O'nun
iyilik yapan ile kötülük yapant aynı tutmamasıdır. Hakîm olan Allah'ın, kötülük
yapana azab etmesi yerinde olduğu gibi, iyilik yapanı m ükâfaatIandırması da
yerindedir. Hatta bu ikincisi O'nun hikmetine daha uygun ve yakındır.
[35]
Şeriat gelmezden önce.herhangi birşeyin vâcib (ge
rekli) olamayacağını söyleyen kimseler, bu ayeti delil göstererek şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ, tehdid ve va'îdini, beyyinelerin gelmesi
şartına bağlamıştır. Ayetteki "beyyinât" lâfzı, herşeyi içine alan
çoğul bir kelimedir. Binaenaleyh bu, ilâhî tehdidin, her-türlü beyyinenin
gelmesi şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Halbuki şeriattan önce, her türlü
beyyine bulunmamıştır. Bundan dolayı, o durumda ilâhî tehdidin olmaması, ve
şeriat gelmezden önce, herhangi bir vücûbun bulunmaması gerekir."
[36]
Ebu Ali el-Cübbâî şöyle demiştir: "Eğer durum, cebriyenin dediği gibi, Allah Teâlâ sefih ve kâfirlerden, sefahat ve küfrü irâde etmesi şeklinde olsaydı, Allah'ın "hakîm" diye vasıflandırıiması caiz olmazdı. Çünkü sefihlik yapan da ve onu irâde eden de sefih otur. Sefih ise "hakîm" (hikmetli) olamaz." Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Hakîm, işlerin neticelerini bilen kimsedir. Binaenaleyh, Allah'ın hakîm oluşu, bütün malûmatı bilmesi mânâsına gelir. Bu da, Allah Teâlâ'nın herşeyin yaratıcısı ve irâde edeni olması ile tezâd teşkil etmez. Aksine o bunu gerektirir. Çünkü biz, "Allah Teâlâ'nın olmayacağını bildiği birşeyi irâde etmesi halinde, kendisinin cahilliğini murad etmiş olacağını" açıklamıştık."
Onlar da: "Eğer bu gerekmiş olsaydı, Allah Teâlâ
olmayacağını bildiği şeyi emrettiği zaman, kendisinin cahil sayılmasını
kabullenmiş olurdu" demişlerdir.
Biz deriz ki: Bu ancak, bir şeyi emretmek, onun
kendisiyle tamamlanacağı şeyleri de emretmek olması takdirinde gerekir. Bu
ise, bize göre imkânsızdır. Eğer Cübbaî ve taraftarları, "Eğer böyle
olmasaydı, teklîf-i mâla yutak gerekirdi" derlerse, biz de deriz ki, bize
göre bu caizdir. Allah en iyi bilendir.
[37]
Nakledildiğine göre birisi, okumuş. Bunu bir bedevî
duymuş ve yadırgayarak şöyle demiştir: Eğer bu ilahî kelâm ise, o böyle demez.
Çünkü hakîm olan birisi, hata işlendiği zaman gufrandan bahsetmez. Çünkü bu,
günah işleyen kimseyi suça teşvik etmektir.
[38]
"Onlar, ancak Allah'ın buluttan gölgeler içinde
meleklerle beraber
kendilerine gelip de, işlerinin bitirilivermesini mi
bekliyorlar? Bütün işler Allah'a döndürülür"(Bakara, 210).
Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır:
[39]
kelimesiyle
ilgili geniş açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın,
"O vakit bazı yüzler neşeli ve sevinçlidir; Rabbine bakar"
(Kıyame, 22) ayetinin tefsirinde gelmektedir. Alimler bu ayetteki (Bakara, 210)
lâfzının, (beklemek) manâsında olduğu
hususunda icmâ etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elçiler neyle dönecekler
bakayım, bekleyeyim" (Neml, 35) buyurmuştur. Buna göre Hak Teâfâ'nın,
Ojjku Ja sözünden maksad, beklemek demektir.
Aklî muhakeme yapan âlimler, Allah'u Teâlâ'nın,
"gelmek" ve "gitmek" gibi fiillerden münezzeh olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Onlara göre bu na, şu hususlar delâlet
etmektedir:
a) Akaid
ilminde sabit olduğuna göre, kendisi hakkında gelmek ve gitmek gibi vasıfların
verildiği her şey, hareket ve sükûndan ayrılamaz.. Çünkü bu iki hakkında vasıf
muhdestirler.Muhdesten ayrılmayan şeyde
muhdestir.Binaenaleyh,hakkında gelmek ve gitmek gibi
vasıfların kullanılması doğru olan her şeyin muhdes ve mahlûk olması
gerekir.Halbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.
b) Kendisi
hakkında bir mekândan diğer bir mekâna geçmesi doğru her şey, küçüklük ve önemsizlik
bakımından ya bölünmeyen bir cüz gibi (cüz'un la yetecezzâ) olur, ki bu
insanların ittifakıyla bâtıldır; veyahutda, böyle olmaz; aksine o çok büyük
bir şey olur.. Böylece de onun iki tarafından birisi, diğerinden başka olur. Bu
sebeple o, cüz ve parçafardan meydana gelen,"mürekkeb" bir varlık
olmuş olur. Mürekkeb olan herşeyin tahakkuk etmesi hususunda, o cüzlerinden
herbirinin ayrı ayrı tahakkuk edip gerçekleşmesine muhtaçtır. Halbuki onun
cüzlerinden herbiri, "mürekkeb" olandan başkadır. Buna göre her
mürekkeb, başkasına muhtaç olur. Başkasına muhtaç olan her şey, zâtı itibarıyla
mümkin bir varlıktır. Zâtı gereği mümkin olan her varlık, var olması hususunda
bir "müreccih" e ve bir "mûcid" e muhtaçtır. Böyle olan her
şey, muhdes (sonradan olma), yaratılmış ve, kendisinden önce de yokluk dönemi
bulunmuştur. Halbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.
c) Kendisi
hakkında bir mekândan diğer bir mekâna intikâl etmesi doğru olan her şey,
sınırlı ve sonlu demektir. Böylece o, aklen olduğu miktardan daha fazla veya
daha noksan olması muhtemel olduğu halde, o muayyen bir miktarla tahsis
edilmiş olur. Binaenaleyh onun bu muayyen miktara tahsis edilmesinin, mutlaka
bir müreccihin tercihi ve bir muhassısın tahsis etmesiyle olması gerekir.
Halbuki böyle olan her şey, irâde ve ihtiyar sahibi olan bir failin fiili olur.
Böyle olan her varlık da, sonradan olma ve yaratılmış bir varlıktır.
Binaenaleyh Kadîm ve Ezelî olan;Allah'ın|böyle olması imkânsızdır.
d) Biz,
kendisi hakkında "gidip" ve "gelmek" gibi vasıfların
kullanılmasının sahîh olduğu varlığın Kadîm ve Ezelî bir İlâh olmasını caiz
gördüğümüz zaman, bu durumda güneş ile ayın İlâh olmadıklarına hükmetmemiz
mümkün olmaz. Âlimlerimizden bazı zeki kimseler şöyle derler: Güneş ve ayda,
doğup ve batmaları caiz olan bir cisim olmalarının dışında, İlâh olduklarına
hükmetmeye mâni olacak herhangi bir kusur yoktur. Allah hakkında gidip gelmek
gibi vasıfları caiz gören kimse, niçin güneşin de İlâh olduğuna hükmetmesin? O
halde, İlâh olduğunu iddia ettiği başka bir varlığın bulunduğuna hükmetmeye
onu zorlayan nedir?
e) Allah'u
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'den, onun, "Ben, batanları sevmem"(En'âm,
76) diyerek, yıldızların, ayın ve güneşin İlâh oluşları hususunda ta'n ve
tenkidde bulunduğunu nakletmişttr. Halbuki, kelimesinin mânası ise, doğup
batmaktır. Binaenaleyh kim Allah hakkında doğup ve batmak gibi vasıfları caiz
görürse, Hz. İbrahim (a.s)'in delilini tenkid; Cenâb-ı Hakk'ın, bu hususta Hz.
İbrahim'i tasdikini de tekzîb etmiş olur.
f)
Allah'ın laneti üzerine olsun Firavun, Hz. Musa'ya, "Alemlerin Habbi
nedir?" (Şuarâ,23) sormuş ve ondan Allah'ın mâhiyetini, cinsini ve
cevherini öğrenmek istemiştir. Buna göre şayet Allah'u Teâlâ şekillerle ve
miktarlarla tavsif edilmiş bir cisim olsaydı, bu sorunun cevâbı ancak suret,
şekil ve miktarın belirtilmesiyle verilmiş olurdu. Oysa ki Hz. Musa'nın,
"Göklerin ve yerin Rabbi" (Şuara,24);"Sizin ve sizin ilk
atalarınızın Rabbi"(Duhan,8 )'Doğunun ve batının Rabbi" (Müzzemmil, 9)
şeklindeki cevabı, bir yanlış ve bir hatâ olurdu. Bu da, vermiş olduğu cevâp
hususunda Hz. Musa'nın hatalı olmasını ve, "Muhakhak ki size yollanan
peygamberiniz, hakikaten mecnûndur" (Şuara. 27) sözünde Firavun'un doğru
olmasını gerektirirdi. Bütün bunlar bâtıl olunca, Allah Teâlâ'mn cisim olmaktan,
bir mekânda bulunmaktan ve gidip gelme gibi vasıflanfhakkında
kullanabilmemizden münezzeh olduğunu anlamış olduk.
g) Allah Teâlâ, "De ki "O Allah'tır, birdir" (ihlas.
1) buyurmuştur. Âyette geçen, vahdaniyette tam ve kâmil olan demektir. Her
cisim, maksad ve işaret bakımından iki kısma ayrılır: Allah Teâlâ, cisim olması
ve bir mekanda bulunması imkansız olan bir "ahad' (Tek) olduğuna ve bir
cisim olmayıp, bir mekân tutmadığına göre, O'nun hakkında "gitme" ve
"gelme" gibi vasıfların kullanılması imkânsız olur. Yine Hak
Teâlâ,"Onun bir adaşını (benzerini) biliyor musun?" (Meryem, 65)
buyurmuştur. Eğer Allah Teâlâ, cisim olup bir mekanda bulunsaydı, cisim oluş
bakımından diğer cisimlere benzerdi. Fakat ihtilâf cisim olmanın dışında meydana
gelmektedir. Bu da, ya büyüklük veya sıfat ile keyfiyet bakımlarında meydana
gelir ki, bu zatî bakımdan bir benzemenin bulunmasına bir zarar vermez. Yine
Cenâb-ı Allah, "Onun gibisi yoktur" (Şura, 11) buyurmuştur. Eğer
Allah, cisim olsaydı cisimler gibi olurdu.
h) Eğer Hak Teâlâ, cisim olup bir mekân tutmuş olsaydı, cisim
olmanın umumîliğinde diğer cisimlerle aynı olurdu. Bu durumda da, husûsî zâtı
itibarıyla, ya o cisimlerden farklı olur veyahut da olmaz. Eğer birinci
ihtimal olursa, kendisiyle benzemenin meydana geldiği şey, farklılığa sebeb
olan şeyden başkadır. Bu durumda O'nun cisim olmasının umumîliği, zâtının
hususiliğinden başkadır. Bu ise imkânsızdır. Çünkü o husûsî zâtı, cisim olma
mefhumuyla nitelediğimizde, cismi sıfat yapmış olurduk ki bu imkansızdır. Çünkü
cisim, sıfatın âit olduğu zattır. Eğer biz, "cisim olma" mefhumuna
mugayir olan ve "cisim" diye vasıflandırılmayan o husûsî zâtın var
olduğuna hükmettiğimizde, Allah Teâlâ'mn zâtının "cisim" den
anlaşılan şeyden farklı ve "cisim" diye nitelenmeyen bir şey olur.
Bu da Allah'ın cisim olmasını nefyeder. Fakat, eğer, "Allah'ın zâtı cisim
olmasından sonra, hususiyet bakımından diğer cisimlerden farklı olmaz. Bu
durumda da O, her halükârda diğer cisimler gibi olmuş olur. Binaenaleyh
cisimler için söylenebilecek herşey, onun için de söylenebilir. Cisim muhdes
(sonradan yaratılmış) olduğuna göre, Allah'ın zâtının da böyle olması
gerekirdi. Halbuki bütün bunlar imkânsızdır. Böylece, Allah
Teâlâ'nın, cisim olmadığı,bir
mekanda bulunmadığı ve hakkında "gitme" ve "gelme" caiz
olmayan bir zât olduğu sabit olur" denilirse...
[40]
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Kelamcılar,
Hak Teâlâ'nın, "Onlar, ancak Allah'ın kendilerine gelmesini mi
bekliyorlar" âyetinin tefsiri hususunda şu değişik görüşlerle ihtilâf
etmişlerdir:
1) Bu selef-i salihînin görüşüdür. Buna göre, gitme ve gelme gibi vasıfların Allah'a nisbeî edilmesinin imkânsız oluşu, kesin delillerle sabit olunca, bu âyetten maksadın "gidip" "gelme" olmadığını; O'nun muradının başka olduğunu kesinkes anlarız. Bu başka muradın ne olduğunu belirlemeye çalışsak bile, hata etmekten emin olamayız. Binanelayeh bu âyetin tefsiri hususunda susmamız ve âyetin tafsilâtlı ımanasını Allah'a havale etmemiz daha uygun olur.
İşte İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen şu sözden
maksad budur:- "Kur'-an dört kısım üzere nazil oldu: Cahilliği sebebiyle
insanların bilmedikleri kısımlar, âlimlerin bilip tefsir edebildikleri kısım,
bizim sadece Arapcayı bilmemiz sebebiyle anlayabileceğimiz kısımlar, Allah'tan
başka hiç kimsenin bilemeyeceği kısımlar." Biz bu görüşü, (Bakara, 1)ayetinin tefsirinde enine boyuna
ele aldık.
2) Bu,
çoğu kelâmcıların görüşüdür. Buna göre, bu âyeti tafsilâtlı olarak te'vil etmek
gerekir. Sonra bu kelamcılar, bu hususta şu görüşlere yer vermişlerdir:
a) Allah'ın bu ayette bahsedilen "gelmesi" nden maksad, O'nun âyetlerinin gelmesidir. Buna göre, âyetlerin şanını yüceltmek için, âyetlerin gelmesi, "Allah'ın gelmesi" olarak ifâde edilmiştir. Nitekim, hükümdar tarafından büyük bir ordu gönderildiği zaman, denilir. Bu tefsirin doğruluğuna Allah'u Teâlâ'nın bundan önceki, "Apaçık deliller size geldikten sonra eğer saparsanız, biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Bakara. 209) âyetinde bildirdiği şey delâlet etmektedir.
Böylece Allah'u Teâlâ bu ayeti
men ve tehdit sadedinde zikretmiştir. Daha sonra Allah'u Teâlâ bu hususu,
buyruğu ile te'kid etmiştir. Allah hakk ında gelmek vasfının kullanılmasının
doğru olması halinde, Allah'u Teâlâ'nın sırf hazır olmasının tehdit ve men'e
sebep olamıya-cağı malûmdur. Çünkü O gelip hazır olduğu zaman kâfirleri kovup
onları cezalandırdığı gibi, mü'minleri de mükafaatlandırır ve onları kendine
yakınlaştırır. Böylece, Allah'u Teâlâ'nın sadece gelmesinin tehdit ve vaîdine
sebep olmayacağı sabit olmuş olur. Ayet-i kerimeden kastedilen şey, sadece ve
sadece ilahî tehdit ve ceza olduğuna göre, ayette O'nun heybetinin, kahr-u
galebesinin ve tehdidinin gelmesinin takdir edilmesi gerekir. Biz bu manayı
takdir ettiğimiz zaman, şüpheler tamamıyla ortadan kalkar. İşte bu ayetin
nazmına uygun olan güzel bir te'vildir.
3) Allah'ın, buyruğundan maksadın, O'nun emrinin gelmesidir. Bu konuda sözün dayanağı şudur: Allah'u Teâlâ bir işten bahsedip, onu kendisine ntsbet ettiğinde, eğer Allah'a nisbet edilen bu fiil imkânsız olursa, vâcib olan, bu fiili ve mânayı te'vil etmektir. Nitekim ulemâ, "Ki onlar, Allah ile muharebe ederler" (Maide, 33) âyetine bunu uygulamış, bundan maksadın "O'nun dostlarıyla muharebe edenler" mânası olduğunu söylemişlerdir. Yine Cenâb-ı Hak, "O köye sor" (Yûsuf, 62) buyurmuştur. Bundan maksad, "Köyün ehline sor" demektir. İşte böylece Allah'u Teâlâ'nın, ifâdesinden maksadı, "Onlara Allah'ın emrinin gelmesi" dir.
Yine, "Ve Rabbin geldi" (Fecr, 22)
âyetinden maksad, O'nun emrinin gelmesidir. Burada muzâfın hazfedilip, muzâfın
ileyhin onun yerine geçmesinden başka bir şey söz konusu değildir, ki bu meşhur
bir mecazdır. Nitekim, "Emir falancayı dövdü; emir falancayı astı; emir
falancaya verdi" denilir. Halbuki bu sözden maksat,emîrin!biz-zat kendisi
olmayıp, onun bunu emretmiş olmasıdır. Bu te'vilin doğruluğunu şu iki husus da
tekîd etmektedir:
a) Hak
Teâlâ'nın, burada, (Fecr, 22) ayetinde de, gibi ifâdeleri, kıyametin
durumundan haber vermektedir. Bu kıyamet sahnesini aynen Nahl sûresinde de
zikrederek,'Onlar ancak, kendilerine meleklerin gelmesini veya Habbinin emrinin
gelmesini bekliyorlar'' (Nahl, 33) buyurmuştur. Böylece bu hüküm, bu
müteşabihi tefsir etmiş olur. Çünkü bütün bu ayetler, tek bir hâdise hakkında
varid olunca, onların bir kısmını diğer kısmına hamletmek uzak sayılmaz,
denilebilir.
b) Allah'u Teâlâ bu ifâdesinden sonra, buyurmuştur. Eliflâ-m'ın, geçen bir ahd için olmasında şüphe yoktur. Böylece mutlaka bundan önce, bir işin geçmiş olması gerekir ki, eliflâm ona işaret etmiş oisun.. Bu da, bizim takdir ettiğimiz şeydir. Bu takdir de, Allah'u Teâlâ'nın, ifâdesinden maksadın "Allah'ın emrinin onlara gelmesi" şeklinde olmasıdır.
Eğer, "Size göre Allah'ın emri kadîm bir
sıfattır. Buna göre, gelmek işinin bu sıfata verilmesi imkânsızdır. Mûtezile'ye
göre Allah'ın emri seslerden ibarettir. Bu durumda bu sesler, araz olur.
Binaenaleyh, gelme işini ârâz olan şeylere vermek de imkânsız olur" denilirse, deriz ki:" Arapça'da emrin iki manası yardır: Birisi fiil, durum ve yol manasıdır. Nitekim Hak Teâlâ,"Bizim işimiz, ancak bir göz kırpması gibi bir şeydir" (Kamer, 50) ve, "firavunun yolu doğru değildi" (Hud, 97) buyurmuştur. Darb-ı meselde de, "Herhangi bir işten dolayı Kasır burnunu kesmiştir."ve "Herhangi bir işten dolayı efendi olan efendi olur,yani bu durum boşuna değildir" denilmiştir. Âyette geçen "emr" fiil manasına hamledilir. Bu da, mahşer meydanına yakışan dehşetli haller ve apaçık delilleri (âyetleri) ortaya koyma gibi fiillerdir. İşte bu, bizim söylediğimiz ilk te'vildir.
Fakat âyetteki, "emr" kelimesini, nehyin
zıddı olan emir manasına alırsak, bunun hakkında iki görüş ortaya çıkar:
a) Âyetin,
takdirinin şöyle olmasıdır: "Kıyamet gününde bir münadi, "Dikkat,
Allah size şunu şunu emrediyor" diye çağırır İşte emrin gelmesi budur.
Ayetteki "Bulutlardan gölgelikler içinde" tâbirinin manası da,
"bulutlardan gölgeliklerle beraber" şeklindedir. Buna göre bu
nidanın duyulması ile o gölgelerin gelmesi aynı anda olur.
b)
Bulutlardan olan gölgeler içinde Allah'ın emrinin gelmesinden murad, bu
bulutların içerisinde belli birçok seslerin bulunmasıdır. Bu sesler, herkesin
haketmiş olduğu saîd veya şaki olma hususundaki Allah'ın hükmüne delâlet
ederler. Veya bundan murad, Allah Teâlâ'nın, bulutun beyaz oluşundan, o yazının
da siyah olmasından ötürü, buluttan meydana gelen gölgeler içinde düzenli
yazılar yaratmış olmasıdır. Bu yazılar ile, kıyamet meydanında bulunan
kimselerle ilgili va'ad, va'îd ve benzeri şeyler anlaşılır. Böylece buluttan
olan gölgenin faydası, Allah Teâlâ'nın onu indirmek istediği kavme bir işaret
kılmış olması olur. İşte bu esnada o kavim, emrin yaklaştığını ve gelmek üzere
olduğunu anlarlar.
4) Âyetin
manası şöyledir: "Onlar, sadece Allah'ın kendilerini tehdid ettiği azab
ve hesabının gelmesini beklerler." Buna göre âyette, onları tehdid için
getirilecek şey hazfedil m iştir. Çünkü burada onların başına gelecek şey zikredilmiş
olsaydı, bu va'îd olarak onlara daha hafif gelirdi. Bu zikredilmeyince, onların
fikri dağılıp, akıllarına her türlü şey geldiği için, bu daha beliğ olmuştur.
Bunun bir misali de,"Hiç ummadıkları bir cihetten Allah (ın azabı) onlara
geldi ve kalblerine korku saldı. Onlar evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin
elleriyle yıkarlar" (Haşr, 2) âyetidir. Yani, "Allah onları hiç
ummadıkları bir yerde yardımsız bırakmıştır."
"Nihayet Allah, onların binalarını tâ
temellerinden (yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. Hem bu
azab onlara şuurlarının eremeyeceğl taraftan gelmiştir" (Nahi, 26) ayeti
de böyledir. Buna göre ayette geçen, ifâdesinin adetâ bir tefsiri gibidir.
Örfte de, zâlim bir kimsenin devlet başkanı olduğu duyulduğu
zaman,"Falanca zulmü ve çevri ile bize geldi" denilir. Şüphesiz ki bu
ifâde meşhur bir mecazdır.
5)
Ayetteki, (gölgelikler içinde) süzündeki
Jt harf-i cerri, "bâ" harf-i cerri manasınadır. Harf-i çerlerden
bazısı bazısı yerine kullanılabilir. Buna göre âyetin takdiri, "Onlar
ancak, buluttan gölgelikler ve meleklerle birlikte Allah'ın gelmesini
beklerler" şeklinde olur Bundan maksad ise, meleklerle birlikte, bulutlar
içinde Allah'ın azabının onlara gelmesidir.
6) Ayetten
maksad, kıyametin büyüklüğünü, dehşetini ve şiddetini canlandırmaktır. Çünkü
bütün günahkârlar davalaşmak için bir araya toplandıklarında bu davada hâkim
olan zât, kahretme bakımından sultanların en güçlüsü, heybet bakımından da en
yücesi olunca, bu günahkârlara davanın neticelen-dirilmesi için o sultanın
orada bulunmasından daha zor gelen başka bir vakit yoktur. Binaenaleyh burada
Allah'ın zikredilmesinden murad, Allah'ın heybetinin iyice tasvir edilmesidir.
Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın,"Onlar, Allah'ı hakkıyla takdfr
etmediler (bilemediler). Halbuki kıyamet günü yeryüzü tamamen O'nun
avucundadır. Gökler de O'nun sağ elinde durulmuştur" (Zümer. 67) ayetidir.
Bu ayette avuç, sağ el ve dürülme, tasvir edilmeden getirilmiştir.
Ancak Allah'ın sânının yüceliğini anlatmak için,
bilinmeyen şeyler bu bilinenlere benzetilerek tasvir edilmiştir. Tefsir
ettiğimiz ayette de böyledir. Allah en iyi bilendir.
7) Bu
(söyleyeceğimiz izah) bana göre, geçenlerin hepsinden daha açıktır. Çünkü biz,
âyetinin yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştik. Bu takdire göre,
Cenâb-ı Hakk'ın,Eğer size bunca açtk deliller geldikten sonra saparsanız,
bilinizki aziz ve hakîmdir" ayeti,
yahudilere hitaptır. Bu durumda,ayeti yahudiler hakkında olmuş olur. Buna göre
mana: "O yahudiler, senin dinini, ancak Allah'ın kendilerine bulutlardan
olan gölgelikler ve meleklerle beraber gelmesi durumunda kabul ederler"
şeklinde olur. Görmüyor musun, onlar Hz. Musa (a.s)'ya da aynısını yaptılar ve,
"Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız" (Bakara. 55) dediler.
Bu, yahûdilerin durumunu anlatan bir ayet olunca, âyeti zahirî manasına
hamletmek imkânsız olmaz. Çünkü yahudiler "teşbih"[41]
inanıyor,Allah hakkında gitme-gelme gibi vasıfların kullanılabileceğini kabul
ediyor ve: "Allah, Tür dağında buluttan gölgeler içinde Hz. Musa'ya
tecelli etmiştir" diyorlardı. Hz. Musa (a.s)'dan istediklerini, aynen Hz.
Muhammed (s.a.s) zamanında da istemişlerdir. Bu takdire göre, âyette ifâde
edilen şey, teşbih inancında olan yahûdilerin itikadından nakledilen birşey
olur. Böylece de ne âyeti te'vil etmek gerekir, ne de lâfzını mecaza hamletmeye
ihtiyaç duyulur. Hülâsa bu âyet, Allah'ın kendilerine gelmesini bekleyen bir
kavmin bulunduğuna delâlet eder. Âyette, bu kimselerin inanarak veya inanmadan
beklemiş olduklarına herhangi bir işaret yoktur. Bu
takdire göre, buradaki müşkit ortadan kalkar. Eğer, "Bu te'vile göre,''ve
işler Allah’a döndürülür" âyetinin, kendisinden öncesiyle nasıl irtibatı
sağlanır?" denirse, biz deriz: Bu husustaki izah şöyledir: Allah Teâlâ,
onların bu fâsid şarta bağlı olarak dini kabul etmeleri hususundaki inad ve
beklemelerini nakledince, bunun peşisıra bir tehdid olacak şeyi zikrederek,
"Ve işler Allah'a dönderilir" buyurmuştur. Bence bu izah, geçenlerden
daha açıktır. Allah, kelâmının hakikatim en iyi bilendir.
8)
Kaffâl'ın Tefsirinde Ebu'l-Âliye'den naklettiği şu izahdır: "Gölgelikler
içinde gelme" işi meleklere nisbet edilir. Buna göre, Allah Teâlâ'ya sadece
"gelme" nisbet edilir." Binaenaleyh Ebu'l-Aliye, bu ayette bir
takdim ve tehirin (öne alma, sonraya bırakma) olduğunu söylemiş, ve bu
görüşünün doğruluğuna da, ayeti, şeklinde
okuyanların kıraatini şahid getirmiştir. Kaffâl (r.h)
bu te'vilin hoş olmadığını ifâde etmiştir.
Allah Teâlâ'nın, "Buluttan olan gölgelikler içinde" ayetine gelince, bil ki, kelimesi, 'ün çoğuludur. kelimesi, "Allah'ın seni gölgelendirdiği şey, gölgelik" manasınadır. Halbuki bulut, an-:ak birbirine girip kat kat olduğu zaman böyle (gölge verir). Buna göre "buluttan gölgeler" ifâdesi, her parçası kesif ve kocaman olan, ayrı ayrı parçalardan ibarettir. Binaenaleyh her parça bir gölgeliktir. Bunun hepsi de gölgeler olmuştur. Nitekim Hak Teâlâ, "Onları, gölgeler gibi dalga büriidüğü zaman..." (Lokman,32) buyurmuştur. Bazıları âyeti, şeklinde okumuşlardır. Bu, kelimesinin de, Jîfe kelimesinin çoğulu olması muhtemeldir. lâfzının, şeklinde cemî olması gibi. Bunun aynı zamanda, kelimesinin çoğulu olması da muhtemeldir.
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Mâna, onlar
ancak kendilerine, Allah'ın kahr ve azabının buluttan gölgeler içerisinde
gelmesini beklerler. Buna göre eğer, "Onlara Allah'ın azabı niçin bulut
içinde gelmiştir?" denilirse, biz şu sebeplerden dolayı olduğunu söyleriz:
a) Bulut,
rahmet yeridir. Buluttan, rahmet yerine azâb gelince, durum son derece ürkütücü
olur. Çünkü kötülük umulmadık bir taraftan geldiği zaman, son derece şiddetli
ve ürpertici olur.Nitekim hayır da hiç beklenmedik bir taraftan gelince, son
derece sevindirici olur. Buna göre hayrın beklendiği yerden şer gelince.ya
durum nasıl olur,(bir düşün)? İşte bundan dolayı Allah'ın kitabın; tefekkür
eden kimselere, O'nun, "Onlara Allah taraûndan, hiç ummadıkları bir şey
gelmiştir" (Zümer. 47).
b) Bulutun
inmesi, kıyamette meydana gelecek olan en şiddetti korkular için bir alâmettir.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
"O gün semâ, bulutlar ile parçalanacak, melekler
de indirildikçe indirilecek. .. O gün hak ve mülk, çok esirgeyen Allah 'indir.
Bu gün, kâfirler İçin son derece zor bir gündür" (Furkan, 25-26)
buyurmuştur.
c) Buluttan sayısız ve sonsuz yağmur damlaları iner. Tıpkı bunun gibi bu buluttan, sınırsız azâb katreleri de indikçe iner...
Allah Teâlâ'nın,
sözü,geçen kelimeye atıftır. Buna göre takdir, "Onlar meleklerin
de gelmesini beklerler" şeklinde olur. "Meleklerin gel-mesi"ni
hakiki manaya hamletmek mümkündür. Binaenaleyh, bu gelme işini hakiki manaya
hamletmek gerekir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Onlar, Allah'ın
emrinin, ayetlerinin ve bunlarla beraber meleklerin gelmesini beklerler,"
Melekler, kıyamet hükümlerinden hor ve hakir etme, azâb etme gibi
emrolundukları şeyi yerine getirmek için gelirler.
[42]
Allah Teâlâ'nın,
"ve iş bitirilir" ifâdesi hakkında birkaç mesele vardır:
Bunun manası, "onların tehdid edildikleri iş
bitirilir" demektir. Bu esnada, onların hiçbir hataları affedilmez,
hiçbir cezaları geri çevrilemez ve başlarına geleni savuşturma hususunda
hiçbir çare fayda vermez.
[43]
ifâdesinin manası "emir yerine getiril
mesi..." demektir. Buna göre âyetin takdiri, "Onlar ancak Allah'ın
kendilerine gelmesini ve emrin ifâ edilmesini
beklerler" şeklindedir. Böylece mazi fiil, muzarîfiil yerinde getirilmiş
olur. Bunun misali, Kur'an'da ve bilhassa ahiretle ilgili ayetlerde pek çoktur.
Çünkü ahirete dâir şeylerden, çoğu kez mâzî (geçmiş zaman) fiillerle haber
verilir. Nitekim Allah Teâlâ"Hani Allah, "Ey İsa b. Meryem, insanlara
sen mi beni ve annemi ilah edininiz" dedin demişti.." (Mâide,116) buyurmuştur
Bu mecazî üslûbun tercih ediliş sebebi ikidir:
1)
Ahiretin yakınlığına dikkat çekmedir. Sanki kıyamet kopmuş ve Allah'ın
olmasını, murad ettiği şey olup bitmiş gibidir.
2)
Herkesin yaptığının cezasını görmesi için kıyametin mutlaka kopacağını iyicete'kid
etmektir. Binaenaleyh 'kıyametin kopacak olmasının kesin olması sebebiyle,
sanki olup bitmiş gibi kabul edilmiştir.
[44]
Ayette zikredilen
"emir" mahlûkat arasında hükmedip, herkese hakkını vermek ve
mükelleflerden herbirini cennet veya
cehennemdeki yerine ulaştırmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Emir (iş) bittiği
zaman şeytan (kâfirlere) şöyle der: "Şüphesiz Allah size gerçek va 'adde
bulunmuştu.." (İbrahim, 22) buyurmuştur.
Bunu anladığın zaman biz deriz ki: tâbiri kıyamet
hallerinin fasılasız olarak bir çırpıda olacağını gösterir. Çünkü Allah
Teâlâ'nın kazasını savuşturacak ve hükmüne manî olacak hiçbir güç yoktur.
[45]
Mu'az b. Cebel, lâfzının üzerine atfetmek için, bu
kelimeyi şeklinde merfu bir masdar olarak okumuştur.
Allah'u Teâlâ'nın, "ve bütün işler Allah"a
döndürülür" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[46]
Mücesslme'den bazıları şöyle demişlerdir:
"Ayetteki, harf-i cerri intihâ-i gaye içindir. Bu da, Allah'ın kıyamet
günü kendisine varılabilecek bir yerde bulunmasını gerektirir." Ehl-i
Tevhid Mücessime'nin bu görüşte olanlarına, şu iki şekilde cevap vermişlerdir:
a) Allah'u Teâlâ kullarını dünyada, mahlûkatına dair pek çok işe mâlik kılmıştır. Kullar ahirete intikâl ettiklerinde, Allah'tan başka hiç kimse onlar hakkında hüküm verme yetkisine haiz değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O zaman, emr yalnız Allah'a mahsustur" (Infitâr, 19) buyurmuştur. Bu Araparın tıpkı, bir kimsenin o işe bakma yetkisini sadece onda gördüğü zaman, "İşimiz emire kaldı" demesi gibidir. Bunun bir benzeri de, kıyamet günü bütün varlıklar Allah'ın mülkü ve kudreti dahilinde olduğu halde, Allah'u Teâlâ'nın, "Dönüş Allah'adır" (Al-i İmran, 28) demesidir.
Ebu Müslim şöyle demiştir: Allah'u Teâlâ, imtihan ve
deneme yurdu olan dünyada herkesi, imtihan gayesiyle birçok şeye mâlik
kılmıştır. Bu dünyanın işleri sona erip biz sevâb ve ceza yurdu olan ahirete
ulaştığımızda bütün işler bir olan Allah'a ait olur. Bu böyle olunca, Allah
korkulmaya ve itaat olunmaya müstehak varlık olur; kul da, emrolunduğu gibi
gerçek barış olan İslâm'a girer, nehyolunduğu gibi de, şeytanın adımlarına
tâbi olmaktan kaçar.
[47]
İbn Kesir, Ebu Amr ve Asım, anlamına gelmek üzere tâ harfinin zammesiyle, şeklinde okumuşlardır. O'nu geri dönderdim anlamında, denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vallahi eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Fussilet, 50). "Vallahi, eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Kehf,36)"Sonra da, Hak Mevlâlan olan Allah'a döndürüldüler..." (Enam, 62) ve, "Rabbbm, beni dünyaya geri döndür; ki ben, salth bir amel işleyeyim" (Mümmûn, 99-100) buyurmuştur. Yani, demektir. İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, tâ harfinin fethasıyla, şeklinde okumuşlardır. Yani, "döner, sayrûret eder, intikâl eder..." Hak Teâlâ'nın,"İyİ biliniz ki, bütün işler Allah'a varır, intikal eder" (Şûra.,53). "Muhakkak kt onların varışları, dönüşleri bizedir" (Gâşiye, 25) ve, "Varışınız Allah'adır" (Hud, 4) âyetlerinde olduğu gibi.
Kaffâl (r.a) şöyle demiştir: Bu iki kıraate göre de,
mânalar birbirine yakındır. Çünkü işler, neticede Allah'u Teâlâ'ya varır,
intikâl eder. Allah (c.c) da, dünyayı sona erdirip, kıyameti koparmak suretiyle
bütün işleri kendisine döndürür. Kaffâl sözüne devamla şöyle der: Hak
Teâiâ'nın, "İşler döner" ifâdesinde üç mâna vardır:
a) Bu,
biraz önce zikrettiğimiz mânadır; bu da, Cenâb-ı Hakk'ın bütün işleri
kendisine döndürmesidir. Nitekim yine bu âyette, İşlere hükmedip onları bitiren
kendisi olduğu halde, İş bitirildi" buyurmuştur.
b) Bunun,"Falanca
kendisini beğeniyor" sözlerinde olduğu gibi, Arapların kullanmış olduğu
bir üslûb üzere gelmesidir. Yine bir kimse başkasına, her ne kadar onu götüren
olmasa bite "Seni nereye
götürüyor?" demesi de böyledir.
c) Mahlûkatın zât ve sıfatları, kendilerinin yaratılmış ve muhdes, hesaba çekileceklerine şehâdette bulunup, mahlûkat da işlerini Allah'a havale edince, o zaman Allah'u Teââ'nın, sözünün mânası, "Kullar, kendi nefislerinin şehâdetiyle o işleri Allah'a ve O'nun hükmüne havale ederler" şeklinde olur. Bu Allah'ın tıpkı"Göklerde ve yerde bulunan şeyler Allah'ı teşbih ederler" (Teğabun,1) demesine benzer. Çünkü bu teşbih lisânın konuşmasıyla değil, halin şehâdetiyledir. Hak Teâiâ'nın, "Göklerde ve yerde bulunanlar, ister istemez Allah'a secde ederler" (Rad,15)ayeti de bu mânaya hamledilir.
Bu ayet-i kerime şu şekilde de tefsir edilmiştir:
Mü'minler, Allah'a istekli olarak; kâfirler de nefislerinin Allah'ın kulları
olduklarına şehâdet etmesi sebebiyle, istemeyerek secde ederler. Bu tefsire
göre, "Kullar işlerini Allah'a havale ederler ve o işlerinin Allah'a
varacağını itiraf ederler. Mü'minler bunu sözleriyle; kâfirler ise hallerinin
şehadetiyle ifâde ederler" denilmesi caiz olabilir.
[48]
"İsrailoğulianna sor; biz onlara apaçık nice
ayetler verdik! Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse,
bilsin ki Allah'ın cezası çok çetindir "(Bakara, 211).Ayet hakkında birkaç
mesele vardır:
[49]
Aslında, idi.
Arapçada çok kullanıldığı için hafiflik ve kolaylık olsun diye, ayne'l fiil
olan hemze terkedilerek, harekesi kendisinden önceki harfe verilmiş, bundan
dolayı da vastl elifine ihtiyaç duyulmamıştır. Kutrub da, bu fiilin, (Aslan
kükredi-kükrüyor) gibi, gibi, şeklinde çekildiğini; emrinin, gibi, olduğunu söylemiştir. Bu kalıba göre Nâfi ve
Ibn Amir,"Bir soran sordu" (Meâric,1) ayetini, ve vezninde, şeklinde okumuşlardır. Ayet-i
kerimede geçen, lif lâfzı, adet ifâde etmek için kullanılmış ve sükûn üzere
mebnî olan bir isimdir. Bunun, teşbih katının,
ile terkîb teşkil ettiği; daha sonra da, lâfzı kısaltılarak, mîm
harfinin sükûn kılındığı ve istifham mânasını tazammun ettiği için sükûn
üzerine mebnî kılındığı da söylenmiştir. Bu kelime, bazen haberiyye, bazan da
istifham ifâde etmek için kullanılır. Arap lehçelerinin ekserisi, haberiyye
için olduğu zaman, kendisinden sonra gelen ismi mecrûr; istifham mânasına
kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra gelen ismi mansûb okumuşlatrdır.
Araplardan, bu kelime haberiyye için kullanıldığı zaman kendisinden sonra
gelen ismi mansûb; istifham için kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra
gelen ismi mecrûr okuyanlar da vardır. Bu kelimenin, mevzu bahis ayetimizde
istifhâmiyye ve haberiyye olması mühtemeldir.
[50]
Bil ki, bundan kastedilen, "Sana bu âyetlerden
haber vermeleri,böylece senin de onları öğrenmen için
İsrâiloğullarına sor!" mânası değildir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s), Allah'ın bu durumları kendisine
bildirmiş olması sebebiyle, bunları biliyordu. Bilâkis
bundan maksad, Allah'ın delillerinden yüz çevirmeden men etmek hususunda,
iyice açıklamada bulupmak ve dikka| çekmektir. Bu sözün izahı şydur: Al-lah'u
Teâlâ,"Ey iman edenler, toptan İslâm'a (veya sulha) girin ve, şeytanın
adımlarına tâbi olmayın" (Bakara, 208) buyurmuş, böylece İslâm'ı emretmiş,
küfürden de nehyetmiştir. Daha sonra da, buyurmuş, yani "Siz bu tekliften
yüz çevirirseniz,i ''Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Bakara, 209)
ayetiyte beyan ettiği tehdidine müstehak olursunuz" demek istemiştir. Daha
sonra da bu tehdidini, "Onlar ancak, Allah'ın meleklerle beraber buluttan
gölgeler içinde gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) beyan etmiş,
daha sonra üçüncü olarak da bu tehdidini,
"İsrailoğullanna sor..." (Bakara, 211) ayetiyle pekiştirmiştir.
Yani şu mevcut olanlara, "Bizim onların atalarına apaçık ayetler
verdiğimizi; onların ise, bu ayetleri inkâr ettiklerini, böylece de Allah'u
Teâlâ'nın azabını muhakkak olarak hak ettiklerini" bir sor! Bu, şu anda
mevcut olanların, "Şayet Allah'ın ayetlerinden yüz çevirirlerse, daha
önce yaşayanların azaba duçar olmaları gibi, bunların da azaba duçar
olacaklarına" dikkatlerini çekmektir. Bu geçmişi anlatmaktan maksat, Hak
Teâlâ'nın da "Kıyaslayın ey akıl sahipleri" (Haşr, 2) ve,
"Muhakkak ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için alınacak ibretler
vardır" (Yusuf, 111) ayetlerinde de olduğu gibi, başkaları bakanından
ibret almalarıdır. Âyetler arasındaki irtibatın beyân edilmesi, işte bundan
ibarettir.
[51]
Ebû Amr,lâfzında, vâv ve fâ harfine bitişmesi durumu
ile (vâv ve fâ harfinin olmadığı) isti'nâf halinin arasını birbirinden ayırmış,
buna göre, "Onlara, bunu hangisinin
savunacağım sor" (Kalem,40) ayetin hemzesiz, "Köye sor" (Yusuf,
82)"Hitabı okuyanlara sor" (Yunus, 94) v "Allah'tan, onun
fazlını isteyiniz" (Nisa, 32) ayetlerini de hemzeli okumuştur. Kisaî ise,
bunların arasında herhangi bir fark görmemiş, bunların hepsini hem-zesiz olarak
okumuştur. Bu iki okuyuş şekli arasındaki farkın izahı şöyledir:Müste'nef
cümlelerde tahlif, müstakil otan ve kendisiyle başlanılan hemzenin
düşürülmesine neden olur.Kendisinden önce vav ve fa harfinin bulunduğu durum
böyle değildir.Kisai,Mushafın yazılış şekline uymuştur.Çünkü bütün Mushaflarda
bu elif düşmüştür.
[52]
Allah'u Teâlâ'nın, buyruğu ile ilgili iki görüş
vardır:
1) Bundan
murad, Musa (a.s)'nın denizi yarmak, bulutlarla gölgelendirmek, kudret helvası
ve bıldırcın
eti indirmek, dağı yukarı kaldırmak, buluttan Allah'u
Teâlâ'nın, Hz. Musa'ya konuşması, onlara Tevrat'ı indirmesi ve onlar için hidayeti
küfürden ayırması gibi, mucizeleridir. İşte bütün bunlar, apaçık âyet ve
delillerdir.
2) Bunun
mânası şudur: Biz onlara, Hz. Muhammed'le ilgili, kendisiyle O'nun doğruluğunu ve
şeriatının gerçekliğini bilecekleri nice açık hüccetler verdik.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın nimetini kim
değiştirirse" âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır:
[53]
Tahfif ile, şeklinde okunmuştur.
Ebu Müslim, bu ayette bir hazf olduğunu ve bunun
takdirinin, "Biz onlara apaçık nice ayetler vermiştik de, onlar bunu inkâr
etmişlerdi" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ancak böyle bir hazfe, Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü delâlet
etmektedir.
[54]
Buradaki, "Allah'ın nimeti" ile ilgili iki
görüş vardır:
1) Bundan
murad, Allah'ın ayet ve delilleridir. Bunlar, Allah'u Teala'nın nimetlerinin
en yücesi ve kıymeti ileri ndendir. Çünkü bunlar hidâyete ve sapıklıktan
kurtulmaya birer vesiledirler. Bu görüşe göre, bu nimetlerin değiştirilmesi
hakkında değişik iki açıklama vardır:
a)
"Apaçık ayet" ten muradın, Hz. Musa'nın mucizeleri olduğunu
söyle-yenter, bu nimetlerin değiştirilmesinden muradında, Allah'u Teala-nın
bunları onlara hidayet vesilesi olsun
izhar edip gösterdiğini, fakat ontenn bunları,
"Buniar da onların küfürlerine küfür kattı"
(Tevbe, 125) ayetinde beyân edildiği gibi, sapıklıklarına sebep
kılmaları olduğunu söylemişlerdir.
b)
"Apaçık ayet" ten muradın, Tevrat ve İncil'deki Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden şeyler olduğunu söyleyenler,
"Allah'ın nimetlerinin değiştirilmesinden murad, bu delilleri tahrif
edip, onlara şüpheler sokmaktır" demişlerdir.
2) "Allah'ın nimeti"nden murad, onlara verdiği sıhhat, güvenlik ve kendi kendine yetme vesileleridir. Allah'u Teâlâ da, onlar inkâr yoluna saptıkları zaman bu nimeti gazâb ile değiştirmiştir. Ama, buna sebep kendileri olduğu için, bu değiştirmeyi onların kendilerine izafe etmiştir. Onların buna sebep oluşları da, onların bu apaçık ayetlerle amel etmeleri gerekirken bunu terketmeleridir.
Cenâb-ı Allah'ın, "Ona geldikten sonra" buyruğunun mânası, "Onu iyice anlayıp bildikten sonra; veya onu iyice kavradıktan, belledikten sonra" demektir. Nitekim Allah'u Teâlâ,"Onu iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlar" (Bakara, 75) buyurmuştur. Çünkü onları iyice anlayıp kavramadıkça, sanki onlar o kimse tarafından hiç bilinmemiş gibi olurlar. Eğer biz âyetteki nimeti sıhhat, emniyet ve kendi kendine yetme gibi, dünya ile alâkalı bir şeyle izah edersek, muhakkak ki bu sebeplerin meydana gelmesi esnasında, öncelikle yapılması gereken şükretmek; yapılması çok çirkin olan da küfretmek olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, cezası çok çetin olandır" buyurmuştur.
Vahidî (r.a) şöyle demiştir: "Bu kelâmda bir
hazf bulunmaktadır. Ve bunun mânası da, "Allah ona (böyle davranana)
karşı cezası çok çetin olandır" şeklindedir." Ben de şöyle diyorum:
Abdulkâhir en-Nahvî, "Delâilu'ı-i'câz" isimli kitabında, bu hazfin
terkinin daha uygun olduğunu; çünkü, ayetten maksadın, Allah'u Teâlâ'nın şu
veya bu kimse için, olduğuna dikkat
etmeksizin, O'nun zât-ı İlahi'sinin, olduğunu açıklayarak kulları korkutmak
olduğunu beyan etmiştir. Sonra Vahidî şöyle demiştir: cürüm ve suçun hemen peşinden gelen azâb
demektir.
[55]
"İnkâr edenlere, dünya hayatı süslenmiştir.
Onlar, iman edenlerle alay ediyorlar. Halbuki, muttaki olanlar kıyamet gününde
onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir" (Bakara,
212).Bil ki Hak Teâlâ, daha önce delilleri ve peygamberleri yalanlayan, bu delillerden
yüz çeviren ve Allah'ın nimetlerini, kendilerine geldikten sonra değiştiren
kâfirlerin halini zikredince, bunun peşinden onların bu yolu tutmalarının
sebebini açıklayarak, buyurmuştur. Bu sözün gayesi, müslümanlara, fânî ve
geçici dünya süsünü, bakî ahiret derecelerine tercih eden kâfir ve müşriklerin
akıllarının ne kadar yetersiz olduğunu bildirmektir. 8u âyetle alâkalı bazı
meseleler vardır:
[56]
Cenâb-ı Hak, birkaç sebepten dolayı, yerine demiştir:
1) Ferrâ'nın
görüşüdür: kelimesiyle, kelimesi bir mânâya gelir. Eğer bunlar müennes addedil
i rlerse bu, lâfızları bakımındandır. Eğer müzekker sayılırlarsa, bu da
mânaları bakımındandır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 275) ayetindeki,
kelimesi ile, (Hûd, 67) ayetindeki, kelimeleri de böyledir.
2)
Zeccâc'ın görüşüdür: Buna göre. kelimesi, hakiki müennes bir kelime değildir.
Çünkü bu, yi (kadın) ve, (erkek); (dişi
deve) ve, (erkek deve) kelimelerinde olduğu gibi, mukabilinde müzekker
bulunan bir canlı değildir. Bilakis, ve kelimeleri ile aynı mânaya gelir.
Binaenaleyh, Allah'u Teâlâ sanki, "Kâfirlere dünya hayatı ile beka
duygusu süslenmiştir" buyurmaktadır.
3)
İbnu'l-Enbarî'nin görüşüdür. O, şöyle demiştir: Allah'u Teâlâ burada,
dememiştir, çünkü, fiili ile, bunun
nâib-i faili olan, sözünün arası, lâfızlarıyla fasledilmiştir. Müennes olan bir
fâilin fiili ile, bu fiil arası, araya giren bir kelime ile (fasıl) ayrılırsa,
fiilin müzekker getirilmesi güzel olur.Çünkü fasıl, fiile müenneslik tâ'sının
gelmesine lüzum bırakmaz.
[57]
Alimler bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili birçok
rivâyet zikretmiştir:
1) İbn
Abbas (r a) şöyle demişttr: Bu ayet, Ebû Cehil ve diğer Kureyş önderleri
hakkında nâzit olmuştur. Onlar, Abdullah İbn Mesûd, Ammâr, Habbâb, Ebû
Huzeyfe'nin kölesi Salim, Amir İbn Füheyre ve Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh gibi
fakir müslümanlarla, kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken, onların
fakr-ü zaruret içinde bulunmaları ve çeşitli eziyyetlere katlanmaları
sebebiyle, alay ediyorlardı.
2) Benû
Kurayza, Benû Nadîr ve Benu Kaynuka yahudilerinin iteri gelenleri ve âlimleri
hakkında nazil olmuştur. Onlar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan
fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.
3) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Abdullah İbn Ubeyy ve avenesi gibi münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı."
Bil ki âyetin bütün bu anlatılanlar için nazil olmuş
olmasına bir manî yoktur.
[58]
Âlimler, bu "tezyin "
(süsleme)'nin keyfiyeti hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mutezile, bu hususta
birkaç vecih zikretmiştir: .
1) Cübbai şöyle demiştir:Burada süsleyen cinlerin ve insanların azgınlarıdır. Onlar, kâfirlere dünya hırsını süslü göstermişler, gözlerinde ahiret tarafını çirkinleştirmişler ve onlara ahiret hususunda söylenen şeylerin doğru olmadığını, binaenaleyh dünyadaki yaşantılarını bozmaları gerektiği vehmini vermişlerdir.
Cebriye'nin söylemiş olduğu, "Allah'u Teâlâ bunu süslemiştir" görüşü, bâtıl ve yanlıştır. Çünkü bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğundan haber vermektedir. Eğer burada süsleyen Allah'u Teâlâ olsaydı, bu süsleme hususunda ya doğru olurdu veya yalancı olurdu. Eğer doğru olursa, süslediği şeyin güzel olması gerekir. Bu durumda da onu güzel görerek yapan kimse, doğru yapmış olurdu. Bu, kâfirlerin küfür ve günahta doğru iş yapmış olmalarını gerektirir. Halbuki bunu söylemek küfürdür. Eğer Allah bu süsleme hususunda yalancı ise, o zaman bu, Allah'u Teâlâ'nın hiç bir sözüne ve haberine güvenillmeme sonucuna götürür. Bunu söylemek de küfürdür. Binaenaleyh, ayetteki "süsleyen" den muradın şeytan olduğu doğru olur." İşte Ebü Ali el Cübbaî'nin Tefsîr'inde, bu hususta söylemiş olduğu sözün tamamı budur.
Ben de derim ki: Bu görüş 'zayıftır. Çünkü, “İnkâr edenlere süslendi" âyeti, bütün kâfirleri içine almaktadır. Bu durumda da, bütün kâfirler için tek bir "süsleyici" nin olmasını gerektirir. Bütün kâfirler için "süsleyici" olanın, kâfirlerin dışında başka birisi olması gerekir. Ancak, "Kâfirlerden herbiri, diğerine dünya fıayatmı süslü gösteriyordu" denilirse, o zaman bu bir devr-i fasit olur. Böylece, bütün kâfirlere küfrü süsfû gösterenin,, kâfirlerin dışında birisi olması gerekir. Bu durumda Cübbai'nin, "Burada süsleyenin sanların ve cinlerin azgınlarıdır" sözü yanlış olur. Çünkü, bu azgınlar da, kâfirlere dahildir. Biz ayette bahsedilen süsleyenin kâfirlerden başkaları olması gerektiğini açıkladık. Böylece Cübbaî'nin te'vilinin zayıf olduğu sabit olmaktadır.
Cübbaî'nin, "Bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğunu haber vermektedir" sözü kabul edilemez. Aksine bir şeyi süsleyen, o şeyi bir süs ile vasıflayan kimsedir. Zînet ve süs ise, bir şey ile kâim olan ve o şeyin kendisiyle süslü olduğu bir sıfattır. Bu izaha göre, Cübbâî' nin sözü sakıt olmaktadır.
Sonra biz, eğer bir şeyi süsleyenin onun
güzelliğinden haber vermekte olduğunu kabul etsek bile, şöyle denilmesi niçin
caiz olmasın? "Allah'u Teâ-lâ onun güzelliğinden haber vermektedir. Bundan
murad şudur: Allah'u Teâlâ onda bulunan lezzet, güzellikler ve rahatlardan
haber vermiştir. Bunlardan haber vermesi ise yalan değildir. Bunları tasdik
etmek de küfür değildir." Böylece Ebu Ali el-Cübbaî'nin bu konudaki sözü
tamamen düşmektedir.
2) Ebu
Müslim şöyle demiştir: âyetinin,
"Onlar kendilerine süslü gösterdiler" manasında olması muhtemeldir.
Araplar, kendilerinden uzaklaşan kimseye, "O seni nereye götürüyor?"
derler, ama bununla, onun yanında onu götüren birisinin bulunduğunu kastetmezler.
Allah'u Teâlâ'nın şunlar gibi, birçok ayetinin mânası böyledir: "Onlar
nasıl da döndürülüyorlar?" "Nasıl da, çeviriliyorlar?" (Gafir,
69). Allah'u Teâlâ bunu, "EY iman edenler,
matlarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın" (Munafikun, 9) ayet-i kerimesiyle te'kîd etmiş ve, mallar ve çocuklar adeta sebep oldukları için, oyalamak ve alıkoymak işini onlara nisbet etmiştir. Şeytan, insana bir fiili zorla yaptırmaya kadir olmadığı için, hakikatte dünyayı kendisine süsleyen.insanın bizzat kendisidir."
Bil ki bu görüş de zayıftır. Çünkü ayetteki, lâfzı,
bir süsleyenin bunu süslü gösterdiğini ifâde eder. Hakiki mânadan mecazî manaya
geçmek, mümkün değildir. . ,
3) Bu
süsleyici Allah'u Teâlâ'dır. Bu görüşün doğru olduğuna iki şey delâlet
etmektedir:
a)
Âyetteki, fiilini ma'lûm sîgasıyla,
"O süsledi..." şeklinde okuyan kimsenin kıraati.
b) "Hangileri daha güze! amel edecek diye sınamak için,
yeryüzünde bulunan şeyleri insanlar için bir zinet yaptık" (Kehf, 7),
ayet-i kerimesidir.Sonra bu görüşte olanlar bazı izahlar zikretmişlerdir:
Birincisi: Allah'u Teâlâ'nın dünyada ortaya koyduğu güzellik, göz alıcılık, hoşa gitme ve lezzet duyma gibi şeyler vasıtasıyla "süsleyici" sayılması imkânsızdır. Çünkü Allah'u Teâlâ bunları, ancak kullarını imtihan etmek için yaratmıştır. Bunun bir benzeri de,"Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan tutku seviyesindeki sevgi insanlar için be-zenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metaıdır. Varılacak en güzel yer ise, Allah katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi: Muttaki olanlar için, Rableri katında cennetler vardır" (Al-i imran, 14-15).
"Mal ve oğullar, dünya
hayatının süsüdürler. Baki olan salih ameller ise, Rabbin kahnda hem sevâbca
hem de arzu olunması bakımından daha hayırlıdır" (Keyf, 46) ayetleridir. Bu âyetler birbirlerine
muvafıktırlar. Hepsinin mânası şudur: Allah'u Teâlâ bu dünyayt bir imtihan ve
deneme yurdu olarak yaratmış ve, insanların tabiatına, aksini yapmak mümkün
olmayacak şekilde zorlamaksızın lezzetlere temayül, şehvet uyandıran şeylere de
bir muhabbet duygusu yerleştirmiştir. Aksine bu, imtihanın kendisiyle tam
olabilmesi ve mü'-minin, hevâsıyla mücadele edip nefsini mubahtan işlemeye
sevkederek haramlardan da men edebilmesi için, nefsin reddetme imkânına da
sahib olduğu bir şeyi sevme temayülü uyandırmak yoluyla olur.
İkincisi: Ayetteki süslemeden murad, Allah'u.Teâlâ'nın kâfirlere dünyada mühlet vermesi, onları dünyaya yönelmekten ve dünyayı elde etmek için son derece hırslı olmaktan alıkoymamasıdır. İşte bu, mühlet vermeye "tezyin" adını vermiştir.
Bil ki, Mu'tezileden naklettiğimiz bütün bu izah
şekillerine, şu tek sual yöneltilir: Kâfirlerin kalblerinde bu süsün meydana
gelmesi için, bir "muhdis" (meydana getirici) nin bulunması gerekir.
Aksi halde, meydana gelen bu durum, bir müessir olmaksızın meydana gelmiş
olması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Sonra, kâfirlerin kalblerinde meydana
gelen bu tezyin, küfür ve günah tarafını iman ve taat tarafına tercih ettirdi
mi, ettirmedi mi? Eğer kesin olarak tercih ettirmemiş, fakat insan kalbinde bu
süsleme olduğu halde, kalbinde böyle bir süsleme yokmuş gibi olmuşsa, bu
durumda bu şeyin, o insanın kalbinde bir tezyin, süsleme olması imkânsız olur.
Halbuki âyet, bu tezyinin mevcut olduğunu göstermektedir. Eğer biz, o insanın
kalbinde bu tezyinin bulunmasının küfür ve ma'siyet tarafını, iman ve taat
tarafına tercih ettirme sebebi olduğunu söylersek,o zaman da irâde ve seçme
gücü ortadan kalkar. Çünkü denklik durumunda, iki taraftan birisinin
rüchâniyyeti imkânsız olunca, iki taraftan herhangi birisinin
"mercûh" olması haydi haydi imkânsız olur. Mercû-hun meydana gelmesi
imkânsız olunca, râcih olanın meydana gelmesi vâcib olur. Çünkü, iki zıt
durumun dışında, üçüncü bir hal yoktur. İşte Mûtezile'ye yöneltilen soru budur.
Malumdur ki, Mutezilenin zikretmiş olduğu izahlardan
hiç birisiyle bu soruya cevâp verilemez.
Bu te'vilin izahlarının üçüncüsü: Ayetten murad şudur: Allah Teâlâ dünya hayatının mahzurlu (haram) olan taraflarını değil mubahlarını süslü göstermiştir. Bu izaha göre, problem çözülmektedir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, bu tezyinin (süslü gösterilme halinin) kâfirlere âit olduğunu bildirmiştir. Mubah (helâl) şeylerin süslü gösterilmesi ise sadece kâfirlere has değildir. Binaenaleyh ayette bahsedilen tezyinin, helâl şeyleri süslü (güzel) gösterme manasına olması imkânsızdır. Bir de mü'minler dünyanın hoş şeylerinin mubahlarından istifâde ederken, bu istifâde, ahirette olacak hesaptan dolayı korku ve çekinme hisleri ile birlikte olmaktadır. Malı ve mertebesi çok ise de, onun yaşantısı mükedder ve sıkıntılı olup, en çok düşündüğü de ahiretin ücretini elde etmek olur. Bu kimse dünyayı ancak, ahiret için bir vesile sayar. Oysaki kâfir böyle değildir; elindeki şey her ne kadar az ve değersiz ise de, onun bununla sevinmesi, maksatların en mükemmelinin o olduğuna inandığı için, çoğunlukla zan üzere olur. Onun durumu bu olunca, âyette murad edilenin, mubah olan şeylerin tezyin edilmesi olması doğru olmaz.
Yine Allah'u Teâlâ bu ayetin peşinden, "İman edenlerle alay ederler" cümlesini getirmiştir; bu kâfirlerin mü'minlerle, yasaklanmış lezzetleri terkedip, vâcib olan meşakkatlere katlanmaları sebebiyle alay ettiklerini bildirir. Bu da, bu tezyinin mubah şeylerle ilgili olmayıp, aksine haramlarla ilgili olduğunu gösterir.
Bizim âlimlerimize gelince, onlar tezyini, "Allah'ın insanın kalbinde, eşyayı murad etme ve onlara kadir olma gücünü yaratması; hatta bu fiilleri ve halleri Allah'ın var etmesi" manasına hamletmişlerdir. Bu, kulların fiillerinin yaratıcısının, ancak Allah Teâlâ olduğu esasına binâen böyledir. Bu izaha göre, ayetten muradın ne olduğu ortaya çıkar.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar imân edenlerle alay ederler" kavline gelince, biz daha önce bu alay etmenin keyfiyeti hususunda birçok rivayetler nakletmiştik.
Vahidî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın, sözü,
müste'nef bir cümle olup, lâfzı üzerine
atfedilmemiştir. "Mazill bir fiilden sonra, mu-zârî bir fiilin müste'nef
bir cümle olarak gelmesi tuhaf bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ, mazi bir
fiil olan, (süslendi, süslü gösterildi) fiili ile o kimselerden haber vermiş,
daha sonra da o kimselerin, devam ettirdikleri bir işi beyan ederek,
buyurmuştur. Bunun manası şudur: Müşrikler, mü'minler hakkında, "Şu yoksul
kimseler dünyanın güzelliklerini, lezzetlerini ve tutkularını terkediyorlar da,
ahiretle ilgili olarak söylenen şeyler asılsız olduğu halde ahiret için bir çok
meşakkat ve sıkıntılara katlanıyorlar" diyorlardı. Şüphe yok ki ahiretin
var olduğu sözü asılsız olsaydı, o zaman bu alay gerekli olurdu. Ahiretin var
olduğunu söyleyen sözün doğru olması durumunda ise, bu alay onlar aleyhine
dönmektedir. Çünkü varlıklar içerisinde, sayılı nefesler içinde tadabileceği
lezzetler için, ebedî bir mülkten (nimetten) yüz çeviren kimseden daha çok
alaya müstehak olan bir kimse mevcut değildir. Hatta muhakkik alimlerden
birisi şöyle demiştir: "Dünyadan yüz çevirip, ahirete yönelmek her
halükârda en ihtiyatlı olan yoldur. Çünkü eğer ahiretin var olduğu yanlış olur
ise, o kimse sadece değersiz lezzetleri ve sayılı nefesleri yitirmiş olur. Fakat
eğer ahiret gerçekten var ise, dünyadan yüz çevirip ahirete teveccüh etmek,
sağlam bir yol olur. Böylece kâfirlerin alayının bâtıl olduğu ve kendilerine
dönmesinin daha evlâ olacağı ortaya çıkmış olur[59].
Cenâb-ı Hakk'ın, "ittikâ edenler ise kıyamet
gününde onların üstündedir" buyruğu ile ilgili birkaç sual bulunmaktadır:
Birinci Sual:
Cenâb-ı Allah niçin önce, "iman edenler.." sonra da, "ittika
edenler" buyurdu?
Cevab: Büyük sâadetin ancak muttaki mü'min için söz konusu olduğunu
ortaya koymak gayesiyle ve bu mü'minleri takvaya bir teşvik olsun diye, böyle
buyurmuştur.
İkinci Sual:
Bu "Üstte" olmadan murad nedir?
Cevab:
Bunun birkaç türlü izahı vardır:
a) Üstte
olmadan murad, mekân (yer) itibarıyla üstte olmaktır. Çünkü mü’minler gökteki
"illiyyûn"da, kâfirler ise yerdeki "siccîn" de
olacaklardır.
b) Üstte
bulunmaktan muradın, şeref ve derece bakımından üstte bulunmuş olması da
muhtemeldir.
Buna göre şayet, "İki kimseden herbirisi şerefti
olur da, fakat birisi diğerinden biraz daha şerefli olursa, "Falanca
şeref bakımından falancanın üzerindedir" denilir. Kâfir için ise hiçbir
şeref söz konusu değildir. O halde nasıl olur da, "Mü'min, şeref
bakımından kâfirin üzerindedir" denilebilir?" denilirse, biz deriz
ki: Bundan murad, kâfirlerim duya saadeti itibarıyla mü'min-lerin üstünde
olması, sonra ankette ise durumun bunun aksine olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı
Hak, mü'mine, kâfir için söz konusu olan dünyevi saadetlerin çok üstünde ahiret
saadetleri verir.
c) Bundan
muradın, mü'minlerin kıyamet gününde hüccet (delil) bakımından kâfirlerden
üstün olduğudur. Bu böyledir, çünkü bazan kâfirlerin şüpheleri mü'minlerin
kalbine arız oluyordu, sonra mü'minler, Allah'ın tevfiki ve yardımı ile bu
şüpheleri kalblerinden atıyorlardı. Kıyamet gününde ise böyle birşey olamaz.
Aksine o günde bütün şüpheler yok olur. Cenâb-ı Hakk'ın,"Muhakkak ki
mücrimler (kâfirler), İman edenlere gülüyorlardı. Onlara rastladıkları zaman,
onlarla kaş-göz işaretleriyle alay ediyorlardı. Evlerine nes 'e ve sevinç
içinde dönüyorlardı. O mü'minleri gördüklerinde, "Şunlar muhakkak dalâlet
içindedirler" diyorlardı. Halbuki onlar, mü'minler için yollanmış bekçiler
değillerdi. O (kıyamet) gününde ise, mü 'minler kâfirlere güleceklerdir"
(Mutaffifin. 29-34) ayetinde buyurduğu gibi, şeytanın vesveseleri artık hiç
tesir etmez.
d)
Mü'minlerin ktyamet gününde kâfirlerle yapacakları alay, kâfirlerin dünyada
mü'minlere karşı yaptıkları alaylarının üstündedir. Çünkü kâfirin mü'-min ile
alay etmesi, temelsizdir. Bu temelsizliği ile birlikte bir de sona erecektir.
Mü'minin ahirette kâfire karşı olan alayı ise çok yerindedir. Yerinde oluşunun
yanı sıra, bir de devamlı ve bakîdir.
Üçüncü Sual:
Ayet-i kerime, günahkârların cezasının katî olduğuna delâlet eder mi? Çünkü
bir kimse:"Allah Teâıa, bu üstte oluşu muttaki olanlara has kılmıştır.
Takva vasfını kazanmayan kimseler için bu üstünlüğün olmaması gerekir. Bu
üstünlük bulunmayınca o (muttaki olmayan mü'minlerin) ateş ehlinden olmuş
olurlar?
Cevap:
Bu.âyetin mefhum-u muhalifine tutunmaktır. Binaenaleyh bu, delâlet bakımından,
bizim daha önce affa dair delillerle tahsis edilmiş olduğunu açıkladığımız
umûmî delillerden daha kuvvetli olamaz.
[60]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah dilediğini sınırsız
olarak rızıklandınr" buyruğundan muradın, "Allah'ın, müttakilere
ahirette sevab vermesi" ve yine, "Allah'ın dünyada mü'min-kâfir bütün
kullarına verdiği şeyler.." olması muhtemeldir. Biz, bu "rızk"ı
ahiret rızkı olarak aldığımızda, birkaç şekilde açıklama yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ, ahirette dilediğini, yani mü'minleri, hesapsız olarak, yani nihayete
ermesi söz konusu olmayan bol ve geniş rızıklarla rızıklandınr. Bu, Allah
Teâlâ'nm, "İşte bunlar, cennete girerler ve orada hesapsız olarak ruıklandmhrlar"
(Mü-min, 40) âyetinde anlatıldığı gibidir. Çünkü bir hesap, ölçü ve miktar
dâiresine giren herşey sonludur. Sonlu olmayan şeyin ise, mutlaka hesaplara
sığmaması gerekir.
b)
Mü'minlere cennette ulaşan faydaların bir kısmı sevâb (ibâdetlerinin karşılığı),
bir kısmı da Allah'ın onlara lütuf ve ikramıdır. Nitekim Cenâb-ı
Hak,"Onlara ücretlerini Allah tastamam verir ve bir de lutf-u kereminden
fazlasını verir" (Nisa, 173) buyurmuştur, Allah Teâ-lâ'nın fazlı ve lütfü
ise sonsuzdur.
c) Allah
Teâlâ, bu nimetlerin bitmesinden korkup da, elinden çıkanları hesaplama
ihtiyacı duymaz. Çünkü başkasına birşey veren kimse.ancak elinde kalanların
miktarını bilmek için verdiklerinin hesabını yapar. Bu sebeble o kimse,
başkalarına ikramda bulunurken bu ikramı, kendisine zarar verecek noktaya
götürmez. Allah Teâlâ'nm ise böyle bir hesaba ihtiyacı yoktur. Çünkü O kudreti
ve mülkü dahilindeki şeylerin sının olmayan, âlim ve ganî (zengin) bir
varlıktır.
d) Cenâb-ı
Hak, bu tâbirle cennet ehlinin rızkını murad etmiştir. Çünkü hesab yapmaya
ancak, bir şey alınıp da, bu olması gereken miktardan eksik görüldüğü zaman
ihtiyaç duyulur. Sevab ise böyle değildir. Çünkü çağlar ve asırlar geçtikten
sonra bile,Cenâb-ı Hakk'ın va'ad ve lütuf hükümleri gereği hakedilmiş olan sevab
bakî kalır. Buna göre sevâbta kesinlikle hesab söz konusu olamaz.
e) Cenâb-ı
Hak, "Verilen şeyin, ilâhî rahmet hazinesinin yanında bir kıymeti
olmadığını, çünkü her an verilen şeyin mutlaka sonlu olduğunu, Allah'ın kudret
hazinesinde bulunanların ise sonsuz olduğunu; sonlu olanın sonsuz yanında bir
hiç olduğunu" murad etmiştir. kavlinden murad işte budur. Bu, aynı
zamanda, kudret-i İlâhî'ye dâhil olan şeylerin sonsuz olduğuna da işaret eder.
f) Ayetteki, "hesapsız olarak" ifâdesinin manası, "hakedilmiş olmadığı halde" demektir. Bir kimsenin, bir başkasında bir alacağı olduğu zaman, (falancantn falancada bir hesabı vardır) denilir. Bu da, hiç kimsenin Allah karşısında hiçbirşeyi aslında haketmediğine ve hiç kimsenin O'nunta bir hesabı bulunmadığına; aksine O'nun kullarına verdiği herşeyi o kul hakettiği için değil de sırf kendi lütuf ve ihsanından dolayı verdiğine delâlet eder.
g) tabirinin
manası, "ihtiyaç duyulan miktardan fazlası ile.." demektir. Mesela,
bir kimse gerekenden fazla harcamadığı zaman,"falanca hesaplı
harcıyor" denilir. Fakat gerekenden fazla harcayınca, onun "O
hesapsız harcıyor" denilir.
h) Bu tabirin manası, "Allah çok verir" demektir. Çünkü hesap ile verilen şey azdır.
Bil ki bütün bu açıklamaların hepsi muhtemeldir
Allah'ın atiyeieri, mezkûr bütün şekillerde devamlıdır. Binaenaleyh ayetten,
bütün bunların murad edilmiş olması caizdir. Fakat biz ayeti, Allah'ın hem
mü'min, hem kâfir kullatı-na dünyada verdiği nimetlerle ilgili sayarsak, ortaya
birtakım görüşler çıkar:
a) Ayetin
siyak-sibakına (önceki ve sonrası ile irtibatına) en uygun olan görüş budur. Bu
görüşe göre kâfirler, müslüman fakirlerle alay ediyorlardı. Çünkü kâfirler,
dünyevî saadeti elde ettikleri için, kendilerinin hak üzere olduklarına;
müslümanlar da dünyevi rahat ve saadetten uzak olmaları sebebiyle,onların bâtıl
üzere olduklarına istidlal ediyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah,
onların bu kıyasının temelsiz olduğunu "Allah dilediğini hesapsız
nzıkiandınr" buyurarak ortaya koymuştur. Yani, Hak Teâlâ, dünyada
istediğine istediği kadar rtzık verir. Ancak bu rızık, verilen kimsenin mü'min
veya kâfir, iyilik sahibi veya günahkâr olduğunu göstermez. Bu sırf Allah'ın
meşî'eti (dilemesi) ne bağlıdır. İşte bunun için, Allah, Karun'a alabildiğine
rızık vermiş, Hz. Eyyub (a.s)'a ise rızık kapılarını darattmıştır. Binaenaleyh
ey kâfirler, sizin için dünya metâının çok olması ve müslümanlar için az olmast
sebebiyle, kendinizin hak üzere olduğu, müslümaniarın ise bâtıl üzere olduğu
hükmünü vermeniz caiz değildir. Aksine küfründe iyice ilerlemesi (istidrac)
için, Allah Teâlâ, kâfire bazan çokça rızık verir; iyice ibtilâ ve imtihan
için, mü'mine bazan az rızık verir. Bundan ötürü Allah Teâlâ, "Eğer
(bütün) insanlar (kâfirlere imrenerek) tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı.
Rahmanı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık"
(Zuhruf, 33) buyurmuştur.
b) Âyetin mânâsı şöyledir: Allah Teâlâ, sınırsız, istenmeden,
peşine düşülmeden, bir dilenci gibi dilenilmeden, dünyada mü'min ve
kâfirlerden istediklerini hesapsız nzıklandınr. Bu kâfirin, "Eğer
mü'minler hak üzere olsalardı, Allah onların nzıklarını niçin
genişletmesin?" dememesi, mü'minin de, "Eğer kâfir hak üzere değilse,
niçin Allah dünyada onun rızkını bollaştırmıştır?" dememesi içindir.
Aksine Allah'a itiraz yersizdir. Emir, O'nun emri; hüküm de O'nun hükmüdür.
Çünkü O, mesul değildir, onlar (insanlar) ise mes'uldürler" (Enbiya. 23).
c) ifâdesinin manası, "İnsanın beklemediği ve hesaba katmadığı yerden rızık verir" demektir. Nitekim insan hesabında olmayan birşey kendisine geldiğinde, "Bu hesapta yoktu" der. Bu izaha göre âyetin manası şöyle olur: O kâfirler, her nekadar mü'minlerle fakir oldukları için alay etseler de, bilsinler ki Allah Teâlâ, dilediği kimseleri hiç ummadıkları yerden nzıklandınr. Belki de O, mü'minlere böyle yapar."
Kaffâl (r.h.a)"AllahTeâlâ,mü'minlere bunu yapmıştır. Kureyş'in ileri gelenleri ile yahûdilerin reislerinin mallarını tamamen mü'minlere nasîb ederek; Hz. Peygamber (s.a.s)'İn vefatından sonra, ashabının eliyle verdiği fetihlerle onları zengin kılmıştır. Hatta onlar, böylece Kisra'nın ve Kayser'in hazinelerine sahib olmuşlardır" demiştir.
İmdi, eğer: "Allah Teâlâ müttakilerin sıfatları
ve ellerine geçen şeyler hakkında, "yeterli bir bağış" (Nebe, 36)
buyurmuştur. Bu, mevzubahis ayetimizde ifâde edilen şey ile tenakuz teşkil
etmez mi? denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, "hesapsız" tabirini
ilahi tefâddula (lütfa); "Yeterli bir bağış" ifâdesini, Ehl-i
Sünnet'in itikadınca, ilahî va'ad gereği hak edenlere; Mu'tezile'nin itikadınca,
hak ettikleri için hak edenlere vermeye hamledersek, bu soru kendiliğinden
düşer. Fakat,tâbirini diğer vecihlere hamledenlerin şöyle demesi gerekir:
"Bu bağış, vakitler itibarıyla benzer-ve eş olurlarsa, bu bakımdan
"yeteri bir bağış" diye tavsif edilmesi doğru olur, ayetiyle ilgili
olarak söylediğimiz mânâya da ters düşmez[61].
"İnsanlar bir tek ümmetti. Binaenaleyh Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek İçin, hak ile kitap indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir.İşte Allah (böylece) İman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat müstakime ulaştırır"(Bakara. 213).
Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette o kâfirlerin
küfürde ısrarlarının sebebinin dünya sevgisi olduğunu anlatınca, bu ayette de
bu şeyin sadece şu zamana has değil, aksine bütün geçmiş zamanlarda var
olduğunu beyan etmiştir. Çünkü insanlar, başlangıçta hak üzere tek bir ümmet
olup, daha sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların ihtilâfları ise, dünya malı
uğrundaki azgınlık, hased ve çekişmeleri sebebiyle olmuştur. Bu âyetler
arasındaki münasebetin izahı budur.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[62]
Kaffâl, "Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı
şey üzerinde ittifak eden bir
topluluktur. Bu kelime, (uymak)
masdarından alınmıştır" demiştir.
[63]
Ayet insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir,
fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi bir ümmet olduklarına delâlet etmez. Bu
hususta müfessirler ihtilâf ederek şu üç görüşü söylemişlerdir:
Birinci Görüş:
"İnsanlar imân ve hak olan tek bir din üzere idiler." Bu görüş çoğu
muhakkik âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:
a) Kaffâl'in söylediği şu husus: "Bunun delili, bu ifâdeden sonra, "Allah müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak ile kitap indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu ayet, peygamberlerin ancak ihtilâf esnasında gönderildiklerine delâlet eder. Bu husus,"İnsanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler" (Yunus,19) ayeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbn Mes'ud (r.a) dan nakledilen şu kıraati ile de bu mana kuvvet kazanır: "İnsanlar bir tek ümmetti! de ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi." Sen bunu iyice an-ladığın zaman, biz deriz ki: "Hak Teâlâ'nın, cümlesinin başındaki "fi" harfi, peygamberlerin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra peygamber olarak gönderilmelerini gerektirir.
Eğer insanlar, peygamberler gelmeden önce, küfür
üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce
gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler insanların bir kısmı hak üzere,
bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre, bütün
insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak
gönderilmeleri daha evlâ olur. Kaffâl (r.h)'ın söylediği bu görüş, bu hususta
çok güzel bir görüştür.
b) Allah
Teâlâ, insanların tek bir ümmet olduklarını bildirmiştir. Sonra biz bu araya,
buna delâlet eden bir delilden ve İbn Mes'ud (r.a)'un kıraatinden dolayı,
"ve oniar ihtilâf ettiler" ifâdesini soktuk.Daha sonra Allah Teâlâ,
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden
dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenierden başkası değildir" buyurmuştur.
Görünen odur ki, bu ihtilâftan maksad, "insanlar tek bir ümmet idi"
tabiriyle işaret edilen ittifak döneminden sonra meydana gelen bir ihtilâftır.
Daha sonra Allah Teâlâ, bu ihtilâfın "hased" sebebiyle olduğunu
bildirmiştir. Bu vasıf ise ancak bâtıl olan din ve mezheblere yakışır. Böylece
ayet bâtıl yolların "bağy" (hased) sebebiyle meydana geldiğine delâlet
eder. Bu da, bu ihtilaf meydana gelmeden önce mevcud olan ittifakın (birliğin),
bâtıl üzerinde değil,hak üzerinde olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh insanların
bâtıl bir din değil, hak din üzerinde tek bir ümmet oldukları ortaya çıkmış
olur.
c) Allah Teâlâ, Hz. Adem (a.s)'i, soyuna peygamber olarak gönderdiğinde, hepsi Allah'a itaat eden birer müslüman idiler. Hased ve azgınlık (bağy) sebebiyle Kabil, Hâbil'i öldürünceye kadar, aralarında dini bakımdan herhangi bir ihtilaf meydana gelmemişti. Bu durum, mütevatir bir nakil ile sabittir ki ayet de buna tıpatıp uymaktadır. Çünkü insanlar, Hz. Adem ile onun kız-erkek çocuklarından ibaret ve hak üzere tek bir ümmet idiler.
Daha sonra, Atlah Teâlâ'nın da Hz. Adem'in iki oğlu
ile ilgili olarak naklettiği gibi, hased ve azgınlık sebebiyle onlar ihtilâfa
düşmüşlerdir. Nitekim Hak Teâlâ,'Hani o (Hâbil ve Kabil) (Allah 'a) birer
kurban sundular da birisininki kabul edilmiş, diğe-rininki kabul edilmemişti.
(Kabil Hâbü'e), "Seni öldüreceğim" dedi" (Maide. 27)
buyurmuştur. Bu öldürme ve inkâr işi Allah'a azgınlık ve hased sebebiyle
olmuştur. Bu, mütevatir bir haber ile sabit olmuştur. Ayet de buna uygundur.
d) Yeryüzü
Nuh Tufanı sebebiyle sular altında kalınca, geriye sadece Nuh (a.s)'un
gemisindeki insanlar kalmıştı. Bunların hepsi de hak ve doğru din üzere idiler.
İnsanlar bundan sonra ihtilâf etmişlerdir. Tûfân hâdisesi, varlığı katî delil
ve mütevatir haberlerle bilinen hususlardandır. İnsanlar bu tufandan sonra
ihtilâfa düşmüşlerdir. Böylece, insanların hak din üzere tek bir ümmet oldukları,
bundan sonra ihtilafa düştükleri sabit olmuştur. Onların bâtıl ve küfür üzerinde
ittifak etmiş (tek bir ümmet) oldukları kesinlikle bir delil ile sabit
olmamıştır. Durum böyle olunca lâfzı, delil ile sabit olan manaya hamletmek,
hakkında delil olmayana hamletmemek gerekir.
e) İnsanların hak din üzere (tek bir ümmet) halinde oldukları ancak tefekkür ile bulunabilir. Tefekkürün ise, neticeye ulaşmak için mukaddimelerin (öncüllerin) sıralanmasından başka bir mânâsı yoktur. Bu mukaddimeler, eğer nazarî (teorik) olurlar ise, başka mukaddimelere muhtaç olurlar. Böylece de ya devr-i fâsid, yahut da teselsül gerekir ki, her ikisi de bâtıldır. Bundan dolayı er veya geç nazari mukaddimelerin de zarurî (kesin) mukaddimelere dayanması gerekir. Mukaddimelerin, zarurî (kesin) olanlara dayanması gerektiği gibi; sıraya konuluşlarımn da, doğruluğu aklen kesin bilinen bir tertibe göre olması gerekir. Nazarî şeyler, doğrulukları akten kesin olarak bilinen birtakım makam ve tertibe dayandığı zaman, şayet onun için hârici bir sebep arız olmaz ise, akl-t selimin hata etmeyeceğine kesin hükmetmek gerekir. Fakat akl-ı selime haricî bir sebep arız olursa, o bu durumda yanılabilir. Böylece zatî olan şeyin doğru, arızî olan şeyin hata olduğu ortaya çıkmış olur. Gerek müstehak olma, gerek zaman itibarıyla, zatî şey, arızî şeyden daha öncedir. İşte en açık olan durum budur. Binaenaleyh şöyle demenin evlâ olduğu ortaya çıkmış olur: "İnsanlar, hak din üzere tek bir ümmet idiler. Daha sonra arızî ve haricî bir sebeb olan bağy ve hased yüzünden ihtilâf etmişlerdir. İşte bu aklî bir delildir. Kur'an'ın lâfzı da buna uygundur. Binaenaleyh bu neticeye ulaşmak gerekir.
İmdi eğer: "Hak Teâlâ'nın,"Rabbinin rahmet
ettikleri dışında (onların hepsi) ihtilâf etmeye devam ederler. Allah onlan
bunun için yaratmıştır" (Hud,118-119) âyetinden murad nedir?"
denilirse, deriz ki: Mana. "Allah onlara merhamet etmek için onları
yaratmıştır" şeklindedir.
f) Hz. Peygamber (s.a.s),"Her doğan,
(İslâm) fitratı üzerinde doğar.Fakat ana-babası onu ya yahûdi yapar, veya
hıristiyan yapar veya mecûsi yapar"[64]
buyurmuştur. Bu hadis, doğan her çocuğun aslî fıtratı üzere terkedilmesi
durumunda, hiçbir bâtıl dine girmeyeceğine; bâtıl dinlere ancak, anne ve
babasının o husustaki sa'y-ü gayretleri ile azgınlık ve hased gibi haricî
sebeblerle gireceğine delâlet eder.
g) Allah'u
Teâlâ, "(Allah, ruhlara), "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (dedi).
Onlar da, "Evet" dediler" (A'raf. 172) buyurmuştur. Allah
insanların ruhlarına böyle hitab ettiği anda, hepsi hak üzere idiler. Bu görüş,
Übeyy b. Ka'b ve bir kısım müfessirlerden rivayet edilmiştir. Fakat bu hâdise
ile ilgili kelamcılann uzun izahları vardır. Anlattığımız bu altı vecih-ten
sonra, bu görüşü desteklemek için kelamcılann görüşlerini burada zikretmeye
ihtiyaç yoktur. Birinci görüşün izahı hususunda söylenecekler bundan ibarettir.
İkinci Görüş: "İnsanlar bâtıl din üzere tek bir ümmet idiler." Bu müfessirlerden Hasan el-Basrî, Atâ ve İbn Abbas (r.a) gibi bazılarının görüşüdür. Bunlar görüşlerine ayet ve hadisten delil getirmişlerdir.
Ayetten delilleri: "Ve Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" (Bakara. 213) âyetidir. Bu âyet,ancak bu söylenen ihtimale uygun düşer.
Hadisten delilleri: Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet
edilen şu hadistir:"Allah'u Tealâ yeryüzü halkına, onların Arap ve Arap
olmayanlarına baktı ve ehl-i kitaptan artakalanlar hâriç, onlara peygamber
gönderdi."
Bunların görüşlerine şu şekilde
cevap veririz: Bu görüşün zıddının âyete daha uygun düşeceğini şu şekilde
açıklamıştık: İhtilâf çıkıp (insanların bir kısmı inanıp bir kısmı küfre
girdiğinde) peygamber göndermek gerektiğine göre, daha önce insanlar arasındaki
İttifakın küfür hususunda olması durumunda, o zaman peygamber göndermek daha
evlâ olur. Bu durumda peygamber gönderilmediğine göre, âyette bahsedilen
ittifakın (tek bir ümmet oluşun), bâtıl üzere değil, hak din üzere olduğunu
anlamış olduk. Sonra bu görüşü savunanlar, insanların küfürde ittifak
ettikleri zaman hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hz. Adem'in vefatından
Hz. Nuh (a.s)'un zamanına kadar bütün insanların kâfir olduğu söylenmiştir.
Sonra bu görüştekiler kendilerine, "Onların arasında Hâbil, Şit ve İdris
gibi mü'minler yok muydu?" sorusunu sormuşlar ve şu cevabı vermişlerdir:
"Umûmî olan küfür durumu idi. Hüküm çoğunluğa göre verilir. Çoğunluk
içerisinde azınlığa itibar edilmez. Nitekim tanelerinin çoğu buğday olan ceç içindeki
tek tük arpaya itibâr edilmez. Bazan bir yere,içinde tek tük gayr-ı müslimler
de bulunsa daru'l-lslam (İslam yurdu); yine içinde tek tük müslüman bulunsa da
daru'l-harb denilir.
Üçüncü Görüş: Ebu Müslim ve Kâdî'nin tercihidir. Bu görüşe göre, insanlar akıl kanunlarına sarılma hususunda tek bir ümmet idiler. Bu kanunlar da, yaratıcının varlığını ve sıfatlarını kabul edip, O'na hizmet ve nimetlerine şükür ile meşgul olup; zulüm, yalan, cehalet, abes ve benzeri aklen çirkin olan şeylerden kaçınmaktır.
Kâdî bu görüşün doğruluğuna şu şekilde istidlal etmiştir: "Ayette geçen, (Peygamberler) lâfzı, umumiliği ve istiğrakı (hepsini içine almayı) ifâde eder. cümlesinin başındaki fâ harfi terâhî'yi (biraz fasıla ile peşinden gelmeyi) ifâae eder. Buna göre bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün peygamberleri, insanlar tek bir ümmet olduktan sonra peygamber olarak gönderdiğine delâlet eder. Binaenaleyh şer'î kanunların hepsinin gönderilmesinden önce bulunan bu tek ümmet oluşun, mutlaka, peygamberler vasıtasıyla elde edilmeyen bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bunun akıldan çıkartılan bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bu da, bizim söylediğimiz şeylerdir. Yine nimet verene şükretmenin, yaratıcıya ibadet etmenin ve mahIûkâta iyilikte bulunup onlara karşı âdil davranmanın güzel olduğunu herkes bilir.
Keza yalanın, zulmün, cahilliğin ve abesin (boş şeylerin) çirkin olduğunu da herkes bilir. Buna göre, görünen odur ki, insanlar başlangıçta böyle bir tek ümmet idiler. Daha sonra çeşitli haricî ve arızî sebeblerden ötürü ihtilâfa düşmüşlerdir."
Daha sonra Kâdi kendi kendine, "İnsanların ilki
Hz. Adem (a.s) değil miydi ve o bir peygamber değil miydi? Binaenaleyh
peygamberler gönderilmeden önce de, insanların mükellef olduklarını söylemek
nasıl doğru olur?" sorusunu sorup şu cevabı vermiştir. "Muhtemelen
Hz. Adem, zürriyetiyle birlikte önce aklî şeriata tutunma hususunda ittifak
içinde idiler. Daha sonra Allah Teâlâ, Hz. Adem'i, kendi soyuna peygamber
olarak göndermiştir. Yine muhtemeldir ki, daha sonra Hz. Adem'in şeriatı sona
ermiş de, böylece insanlar yine aklî kanunlara tutunmuşlardır. Bil ki bu görüş,
ancak aklın güzel ve çirkin görmesini esas olarak kabul ettikten sonra doğru
olabilir. Bu husustaki söz (hüsün-kubüh meselesi), kelâm kitaplarında meşhur
bir bahisdir.
Dördüncü Görüş:
Âyet, insanların tek bir ümmet olduğuna delâlet etmektedir. Ayette, onların
iman veya küfür üzerinde olduklarına herhangi bir delil yoktur. Bu mesele de
delile dayanmaktadır.
Beşinci Görüş: Ayetteki "insanlar" sözünden maksat, Hz. Musa'ya iman edenlerden olan ehl-i kitaptır. Bu böyledir, çünkü biz bu âyetin daha önce geçen, (Bakara. 208) ayetiyle ilgili olduğunu ve müfessirlerden birçoğunun bu ayetin yahudiler hakkında nazil olduğunu iddia ettiklerini söylemiştik. Buna göre Hak Teâlâ'mn, İnsanlar bir tek ümmet idi" buyruğunun manası,"Hz. Musa'ya iman edenler aynı din ve aynı mezhep üzere bir ümmet idiler de, daha sonra bağy ve hasedleri sebebiyle ihtilâf etmişlerdir. Böylece de Allah, peygamberlerini göndermiştir" şeklinde olur. Bu peygamberler de, Hz.Musa'dan sonra gelen ve kendileriyle beraber Allah'ın kitap indirdiği kimselerdir. Nitekim Allah, o kitaplar onların ihtilâf ettikleri konusunda onlara hüküm versin diye, Zebur'u Davud'a; Tevrat'ı Musa'ya, İncil'i İsa'ya ve Furkân'ı Hz. Muhammed'e göndermiştir. Bu görüş, âyetin nazmına uygun ve kendisinden önceki ve sonraki ayetlerin manasına da muvafıktır.
Burada, buyruğundaki, lâfzını muayyen bir kavme
tahsis etmenin, zahirin hilâfına olacak bir hareket olmasından başka, herhangi
bir müşkil yoktur. Ne var ki sen, eliflâm'ın istiğrak için olduğunu bildiğin
gibi, bunun "ahd" için olabileceğini de biliyorsun. Ayetle ilgili
olan şey işte bundan ibarettir[65].
Hak Teâlâ'nın, 'Binaenaleyh Allah, müjdeciler ve
inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" kavline gelince bil ki,
burada bir takdir yapmanın mutlaka gerekli olduğundan bahsetmiştik. Buna göre
takdir şeklindedir. Yani, "İnsanlar tek bir ümmet idiydi de, ihtilâf
edince Allah.. peygamberler yolladı." Bil ki Allah'u Teâlâ peygamberleri
üç vasıfla vasıflandırmıştır[66].
Birinci Sıfat:
Onların müjdeleyici olmaları.
İkinci Sıfat:
Onların uyarıcı olmaları.. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın,
"Müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere peygamberler" (Nisa, 165)
Kavlidir. Allah'u Teâlâ müjdecilik vasfını uyarıcılık vasfından önce
getirmiştir. Çünkü müjdelemek, sağlığı koruma yerine geçer; inzâr ise,
hastalığı giderme yerine geçer. Bizzat maksut olan, hiç şüphesiz ikinci değil,
birincidir. Bundan dolayı, onun daha önce zikredilmiş olması gerekir.
Üçüncü Sıfat: Hak Teâlâ'nın, 'Ve Allah, onlarla beraber bir hak olarak kitabı indirdi" buyruğudur. Buna göre eğer, "Kitabın indirilmesi, emir ve nehyin mükelleflere ulaşmasından önce; emir ve neh-yin mükelleflere ulaşması ise, müjdeleme ve inzârdan önce olur. O halde niçin, müjdeleme ve uyarma, Kitab'ın indirilmesinden önce zikredilmiştir?" denilirse, Kadî bu hususa cevap vererek şöyle demiştir: "Şeriatın beyanından önce, Allah'ı tanıma, zulmü terketme ve bunların dışındaki akliyyatla ilgili meseleler hususunda, insanlar hakkında va'ad ve vaîd yapılmış olması mümkündür. Bana göre burada diğer bir izah tarzı daha vardır: Mükellef, mu'cize-nin doğruluğuna delâlet etmesi hususunda ve tefekkür etmediği zaman çoğu kez hakkı terkedeceği, böylece de ilâhi cezaya müstehak olacağı korkusundan ötürü, mucizenin doğruluğa delâlet etmesi ile mucize ve sihir arasındaki fark hususunda tefekküre katlanır. Korku, müjdeleme ve uyarma esnasında güç, kuvvet kazanır. Binaenaleyh şüphe yok ki müjde ve inzarın, kitabın indirilmesinden önce zikredilmesi gerekir." Kadî daha sonra şöyle der: "Bu ayetin zahiri, ister uzun olsun ister kısa, ister tedvin edilmiş, ister edilmemiş olsun; ister mu'cize olsun, ister olmasın, içinde Hakk'ın beyânı bulunan indirilmiş bir kitap ile birlikte mutlaka bir peygamberin olduğuna delâlet eder. Çünkü kitabın o peygamberlerle birlikte indirilmiş olması, bunlardan hiçbirini gerektirmez.
Hak Teâlâ'ntn, "İnsanlar arasında hükmetmek için" buyruğuna gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın, "hükmetmek için" ifâdesi bir fiildir ve mutlaka daha önce bahsi geçen birşeye dayandırılması gerekir. Bu sözden önce üç şey zikredilmiştir. Bunlardan, (hükmetmek için) kavline en yakını kitaptır, daha sonra "peygamberler" ve daha sonra da "Allah" lâfzıdır. Bunlardan herbirini bu fiilin faili olarak takdir etmek doğru olur. Buna göre mânâ, "Allah veya kendisine kitap indirilen peygamber veyahut da o kitap hükmetsin diye" şeklinde otur. Sonra bu ihtimallerden her birisi için bir tercih sebebi vardır: Kitap, bu ifâdeye diğerlerinden daha yakın olduğu için; "Allah", gerçekte hükmeden kitap değil de kendisi olduğu için; "Peygamberler ise, o hükmü ortaya koyan kimseler olduğu için tercih edilir. Bu failin kitap olmasının daha uygun olduğunu söylemek uzak bir görüş değildir.
Bu konuda söylenecek son söz şudur: Hakîm, Allah
Teâlâ'dır. Bu sebeble hükmün kitaba isnadı mecazîdir. Fakat bu mecaz şu iki
bakımdan güzel olur:
a) Bu,
yaygın bir mecazî kullanış şeklidir. Meselâ, (Kitap böyle hükmetti), (Allah'ın
kitabı böyle hükmediyor), ve, (Allah'ın kitabından razı olduk) denir. Allah'ın
kitabı bir hidayet ve şifâ olması caiz olduğuna göre bir hakîm olması da caiz
olur Nitekim Allah Teâlâ olur. Nitekim Allah Teâlâ,"Şüphesiz bu Kuran, en
doğru olana hidayet eder ve mü'minleri müjdeler" (İsra,9) buyurmuştur.
b) Bu,
Kur'an'ın şanının yüceliğini ve büyüklüğünü ifâde eder.
Cenâb-ı Allah'ın, "ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında' ayetindeki, aj lâfzındaki zamirin ya "kitaba" veya, lâfzına râcî olması gerekir. Çünkü bu ikisi daha önce zikredilmiştir. Fakat "Hak" lâfzına râcî olması daha uygundur. Çünkü ayet, Allah Teâlâ'nın, insanların ihtilâf ettikleri konularda bir hâkim olsun diye kitapları indirdiğine delâlet eder. Buna göre hâkim olan kitap; hükmedilen de ihtilâf edilen şeylerdir. Hâkimin, hükmedilen şeyden başka olması gerekir.
Allah Teâlâ'nın. "İhtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetindeki ilk zamiri, kelimesine; ikincisi ise, lâfzına râcldir. Buna göre âyetin takdiri, "Hakta, ancak kendilerine kitap verilen kimseler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.
Sonra müfessirlerden bir çoğu, kitap verilenlerden muradın yahudî ve hris-tiyanlar olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ, çoğu kez Kur'an'da onları "kitap verilenler" ve "ehl-i kitap" diye zikretmiştir. Nitekim, "Kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir" (Maide, 5) De ki "Ey ehli kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin.." (Al-i İmran, 64) buyurmuştur. Sonra ehl-i kitabın bu ayette bahsedilen ihtilaflarından maksadın, tıpkı,"
Yahudiler, "Hristİyanlar bir (hakikat) üzere değildirler?", hristiyanlar da, 'yahudiler bir (hakikat) üzere değildirler" dediler. Halbuki onlar kitabı okumaktadırlar" (Bakara, najayet-i kerimesinde de beyân edildiği şekilde, onların birbirini kâfir saymaları olabileceği gibi; onların Allah'ın kitabını tahrif ve tebdil etmeleri de olabilir. Buna göre, "ihtilâfa düşenler o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetinin manası, "Allah Teâlâ'nın kitap indirmekten maksadı, onların ihtilâf etmemeleri ve dinî konularda münakaşa edip seslerini yükseltmemeleri iken, bu hak konusunda sadece kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.
Bil ki bu, hak hususundaki ihtilâfın ancak peygamberlerin gönderilmesinden ve ilâhî kitaplar indirildikten sonra çıktığına delâlet eder. Bu da, peygamberlerin gönderilmesinden önce hak hususunda bir ihtilâfın değil, ittifakın olmasını gerektirir. Bu husus da, Hak Teâlâ'nın İnsanlar tek bir ümmet idiler" ayetinin, "insanlar hak din üzere tek bir ümmet idiler" manasına geldiğini gösterir.
Allah Teâlâ'nın, "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra.." beyanı Allah'ın onlara kitap göndermesinin, bu beyyinâtın (apaçık delillerin) gelmesinden sonra olmasını gerektirir. Buna göre, bu apaçık deliller kitap göndermeden başkadır. Bu apaçık delillerin, ancak kendilerinin mevcud oluşundan sonra nübüvvete (peygamberliğe) hükmetmek mümkün olan esasları isbat etmek için Allah'ın koyduğu "aklî delillerin" dışında başka bir manaya hamletmek mümkün değildir. Çünkü kelâmcılar, "Nübüvvetin isbat ı, kendi sübûtuna bağlı olan hiçbir şeyin naklî delillerle isbatı mümkün değildir. Aksi halde bir devr-i fâsid meydana gelir. Yapılması gereken, nübüvvet müessesesinin aklî delillerle isbat edilmesidir" demişlerdir. İşte bu aklî deliller, Allah'ın o kimselere kitap vermesinden daha önce bulunan beyyinelerdir.
Hak Teâlâ'nın, "Aralarında olan hased ve azgınlıktan dolayı" buyruğuna gelince, deliller ya naklî, ya aklî olurlar. Naklî (sem'î) deliller, kitap verme ile olan delillerdir. Aklî deliller ise, kitap verilmezden önce mevcud olan beyyinat (apaçık deliller) ile olanlardır. Buna göre,her türlü aklî ve nakli deliller tamamlanmış demektir. Hakdan dönme hususunda herhangi bir mazeret kapısı kalmamıştır. Buna göre şayet haktan dönülmüş ise, bu ancak hased, azgınlık ve dünyaya aşırı düşkünlükten dolayı olmuştur. Bu ifadenin bir benzeri de, idi "Kitap ehil ancak kendilerine beyyine (açık delil) geldikten sonra tefrikaya düştüler" (Beyyine, 4) ayetidir.
Cenâb-ı Allah'ın, "işte Allah (böylece) iman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı" âyetine gelince, bil ki Atlah'u Teâlâ, ehl-i kitabın halini anlatıp, onların apaçık deliller tamamlandıktan sonra bile, azgınlık ve hasedleri yüzünden inkâr ve cehalette ısrar ettiklerini bildirince, ümmet-i Muhammed'in durumunun onlannkine benzemediğini beyan buyurmuştur. Çünkü Hak Teâlâ, ümmet-i Muhammed'i bu gibi hatalardan korumuş ve onları, ehl-i kitabın ihtilâf ettiği meselelerde gerçeğe ulaştırmıştır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Biz, sonra gelenler ve kıyamet gününde önce olanlarız. Biz, kıyamet günü cennete ilk girecek insanlarız. Fakat onlara bizden önce kitap verilmiştir. Bize ise onlardan sonra kitap verilmiştir. Böylece Allah Teâlâ bizi iradesiyle, onların ihtilâf ettiği hakka ulaştırmıştır. İşte bu Allah'ın bizi ulaştırdığı gündür.(Yani cuma günüdür.) İnsanlar bu gün bize tabidirler. Ertesi gün yahudilerin, yarından sonra ise hrish'yanlanndır [67].
İbn Zeyd şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitap, kıble hususunda ihtilâf etmişler,ya-hudiler Beyt-i Makdis'e,
hristiyanlar ise doğu tarafına doğru namaz Kılmışlardır. Allah bizi Ka'be'ye
yöneltmiştir.
Yine ehl-i kitap oruç hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Buna karşı Allah bizi ramazan ayına iletmiştir. Yine onlar Hz. İbrahim (a.s)
hakkında ihtilâf ederek, yahudiler, O'nun yahûdi; Hristiyanlar ise, bir
hristiyan olduğunu söylemişlerdir. Ama biz onun hanif dini üzere bir müslüman
olduğunu söyledik. Onlar Hz. İsâ (a.s) hakkında da ihtilâf etmişler, yahudiler
(onu olduğundan daha aşağı göstererek) tefrite, hristiyanlar da (onu olduğundan
daha yüksek görüp bir ilâh sayarak) ifrata düşmüşlerken, biz en doğru sözü
söylemişiz."Geriye ayetle ilgili birkaç mesele daha kalmaktadır:
[68]
Bazı âlimler, bu ayeti, imânı Allah'ın yarattığına
de- lil getirerek şöyle demişlerdir: Hidayet, ilim ve marifetten ibarettir.
Buna göre ayetteki,"Böylece Allah hidayetetti" buyruğu, hidayetin
Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda bir nastır. Binaenaleyh bu
nas, imanın Allah'ın yaratmasıyla olduğunu gösterir.Bil ki bu istidlal
zayıftır. Çünkü biz hidayet ile hidayete ermenin başka başka şeyler olduğunu
açıklamıştık. Bu ayetle hidayetin imandan ibaret olmasının imkansızlığına şu
iki husus delâlet etmektedir:
a) İmana
muvaffak kılmak, imanın kendisinden başka bir şey olduğu gibi, imâna hidayet de
imandan farklı bir şeydir.
b) Allah
Teâlâ bu ayetin sonunda, (izni ile, irâdesi ile) buyurmuştur. Bu izni,
"Allah hidayet etti" sözü ile ilgili kılmak mümkün değildir. Çünkü
bir kimsenin kendi kendisine izin vermesi caiz değildir. Binaenaleyh bu
kelimenin ilgili kılınacağı bir takdirin yapılması gerekir. Buna göre takdir,
'Böylece Allah iman edenleri, hakkında ihtilâf ettikleri hakka ulaştırdı da
onlar da Allah'ın izniyle hidayete eriştiler" şeklinde olur. Durum böyle
olunca, hidayet ile ihtida (hidayete erme) birbirinden farklı olur.
[69]
Alimlerimiz bu ayeti Allah Teâlâ'nın, mü'minlere,
kâfirlere tahsis etmediği bir çok hidayeti tahsis ettiğine delil
getirmişlerdir. Mutezile ise buna şu bakımlardan cevap vermişlerdir:
a) İhtida,
mü'minlere has kılınmıştır. Böylece hidayet sırf mü'minlere has olur. Bu tıpkı,
"O (kitap) müttakiler için hidayet (vasıtasıdır)" (Bakara, 2)
buyurup, daha sonra da,"İnsanlar için hidayettir" (Bakara, 185)
buyurması gibidir.
b) Bundan
murad, sevaba ve cennet yoluna ulaştırma (hidayet etme) dir.
c) Allah mü'minleri hakka lütfuyla hidayet
etmiştir.
[70]
Ayetteki, kavli," hakkında
ihtilâf et- tikleri şeye..." manasınadır.Bu tıpkı, "Onlar dedikleri
şeye dönerler" (Mücâdele. 3) yani, "daha önce dediklerine
dönerler" âyeti gibidir. Bu fiil, şeklinde {hart-i cersiz lâm ve ilâ harfi
çerleri ile) kullanılır.İmdi eğer: "Allah Teâlâ niçin, Duyurmuş, fakat,
lyîsi buyurmamış, böylece ihtilâfı önce zikretmiştir?" denilirse, buna şu
iki yönden cevap veririz:
a) Allah'ı*
Teâlâ, onların ihtilâfının zikredilmesine itinâ gösterince.ilk önce bunu
zikretmiştir. Daha sonra da bunu, hidâyet ettiği kimselerle açıklamıştır.
b) Ferrâ
bunun maklûbdan olduğunu söylemiştir. Yani onları, ihtilâf ettikleri şeye
iletmiş demektir.
[71]
Hak Teâlâ'nın,"izniyle" sözü hakkında iki
görüş vardır:
1) Zeccâc,
bunun "ilmiyle" demek olduğunu ifâde etmiştir.
2)
"Onları, emriyle hakka iletmiştir" demektir. Yani, hidâyet O'nun emri
sebebiyle meydana gelmiş demektir.Nitekim, ki "Bıçak kullanarak
kestim" denilir. Bu böyledir, çünkü hakkın bâtıldan ayrılması, ancak emir
sebebiyle olur. Böylece hidâyet Allah'ın izni sebebiyle meydana gelmiş olur.
3) Bazı
âlimler burada bir takdir yapmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Buna göre
takdir, "Allah onları hidâyet etti, onlar da Allah'ın izniyle hidâyete
erdiler" şeklinde olur.Hak Teâlâ'nın, "Allah dilediğini sı-rat-ı
müstakime iletir" cümlesine gelince, âlimlerimizin oununla istidlal ediş
şekilleri malûmdur. Mutezile, üç bakımdan bu istidlale cevap vermiştir:
a)
Hidâyetten maksat, beyândır. Allah'u Teâlâ, bunu mükellef kullarına tahsis
etmiştir.
b) Hidâyetten
maksat cennet yoludur.
c) Bununla
Cenâb-ı Allah'ın maksadı, lütfudur. Böylece bu, Allah'uTeâlâ'nın buna ehil
olduğunu bildiği kimselere tahsis edilmiş olur. Bu, Ebu Bekr er-Razî'nin
görüşüdür.
[72]
Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu sizin de
başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk, öyle
sıkıntılar gelip çattı ki, sarsıldılar da. Peygamber ve yanındaki mü'minler,
"Ne zaman Allah'ın yardımı?" dedi.. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı
mutlaka yakındır"(Bakara, 214)
[73]
Bu âyetin kendinden önceki âyetle münasebeti
hususunda şu iki açıklama söz konusudur:
a) Allah'u
Teâlâ önceki âyette, "Allah, dilediğini sirat-ı müstakime iletir"
buyurmuştur. Allah'ın bundan maksadı, "dilediği kimseleri hakkı ve
cenneti istemeye iletmiştir" şeklindedir. Böylece Cenâb-ı Mak bu ayette
de bu talebin, ancak mükellefiyet hususundaki sıkıntılara katlanmak suretiyle
tamam ve mükemmel olacağını beyan buyurmuş ve,
'Yoksak siz, sizden Öncekilerin durumu sizin de başınıza gelmeden,
cennete gireceğinizi mi sândınız? Onlara Öyle yoksulluk. Öyle sıkıntılar gelip
çattı ki, sarsıldılar da,Peygamber ve yanındaki müminler, "Ne zaman Allah'ın
yardımı?" dedi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır"
(Bakara,214) demiştir.
b) Allah
önceki âyette, onları kendisi hakkında ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle
hidâyet ettiğini beyan buyurunca, bu âyette de, onların o hidayetten sonra,
hakkı ikâme etmek hususunda sıkıntılara katlandıklarını ve belâlara sabrettiklerini
beyan buyurmuştur. Böylece, "Ey ümmet-i Muhammed, siz de bu tür mihnet ve
meşakkatlara katlanmadığınız müddetçe dini bakımdan fazilete müstehak
olamazsınız." Ayet hakkında birkaç mesele vardır:
[74]
Ayette geçen, r lâfzının izahını, (Bakara, 133)
ayetinin tefsirinde uzun uzun yapmıştık. Burada şöyle demek istiyoruz: fi
ortada gelen bir istifham edatıdır.de, cümlenin başında gelen bir istifham
edatıdır. Meselâ söze başlarken, ve, (Yanında bir adam var mı?) denilmesi caiz
olduğu halde, denilemez. Fakat cümlenin ortasında olduğu zaman, ister kendinden
önce bir istifham geçmiş olsun, ister geçmiş olmasın, kullanılması caizdir.
Ondan önce bir istifhamın geçmiş olması durumu, senin "Sen insafsız bir
adamsın. Bunu bilmediğinden mi yapıyorsun, yoksa senin bir hükümranlığın mı
var?" demen gibidir. Bu edattan önce istifhamın geçmemiş olması durumu
da,"Elif-lâm-mim. Kendinde hiç şüphe olmayan bu kitabın İndirilmesi
âlemlerin Rabbin-dendir. Yoksa "O, (peygamber) bunu kendiliğinden mi
uydurdu"diyorlar?" (Secde, 1-3) ayeti gibidir. Bu kısım, birinci
kısmın takdirinde olur. Buna göre bu ayetin takdiri, "Onlar bu kitaba iman
ediyorlar mı, yoksa, "O, onu uydurdu" mu diyorlar?" şeklinde
olur. Buna göre tefsir etmekte olduğumuziayetin takdiri de,"Allah iman
edenleri, ehl-i kitabın ihtilâf ettikleri hakka kendi izniyle hidayet etmiş,
onlar da milletlerinin kendileriyle alay etmelerine sabretmişlerdir. Sizler de
onların yoluna girecek misiniz, yoksa onların yoluna girmeksizin cennete
gireceğinizi mi zannediyorsunuz?" şeklinde olur. Bu, Kaffâl (r.h)'ın
özetle ifâde ettiği şeydir. Allah en iyisini bilendir.
[75]
Cenâb-ı Hakk'ın,"Sizden öncekilerin durumu sizin
de başınıza gelmeden" âyeti, "sizden öncekilerin durumu sizin
başınıza gelmedi" manasınadır. Nahivci Kûfeliler, edatının aslının, ve zâid edatlarından meydana geldiğini söylemişlerdir. Slbeveyh ise bu nın zâid olmadığını, çünkü, nın, edatının gelmediği yerlerde geldiğini söylemiştir. Çünkü birisi arkadaşına, "falanca, geldi mi?" der, arkadaşı da buna, ile cevap verir, sırf ile cevap vermez. Müberred şöyle demiştir: "Birisi, "Zeyd bana gelmedi" dediği zaman, bu, senin"Zeyd sana geldi" sözünü nefyetmektir. Fakat bu kimse, (Zeyd bana gelmedi) dediği zaman, bunun manası, "Ben onu bekliyorum, ama henüz o bana gelmedi" demektir.
Nabiğa ise şöyle demiştir:Yola çıkma vaktimiz yaklaştı; ancak ne var ki, develerimize henüz denklerimiz yüktenmedi;ama, yüklenmesi de yatan."
Buna göre, "sizden öncekilerin durumu sizin de
başınıza gelmeden.." ifâdesi, bu işin olmasının beklendiğine delâlet eder.
[76]
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldiğinde, gerek kendisi, gerekse O'nunla birlikte olan muhacirler çok zarara girmişlerdi). Çünkü onlar Mekke'den malsız mülksüz çıkmışlar, evlerini barklarını müşriklerin ellerinde bırakmışlar, bu arada' yahûdiler de, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ gerek peygamberimizin, gerekse onunla birlikte olan müslüman-ların kalblerini serinletmek için bu âyeti indirmiştir."
Katâde ve Süddî ise şöyle demişlerdir: Bu ayet,
müslümanlara sıkıntı, meşakkat ve kederin isabet ettiği Hendek Savaşı hakkında
nazil olmuştur. Bu sıkıntılar da, Hak Teâlâ'nın "Kalbleriniz ağızlarınıza
gelmişti.." (Ahzab, 10) âyetinde beyan ettiği noktaya ulaşmıştır.
Bu ayetin, Abdullah b. Übeyy münafığının, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ashabına, "Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umacaksınız. Şayet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi" dediği zaman, Uhud Harbi esnasında nazil olduğu da söylenmiştir.
Bil ki ayetin takdiri şudur: "Ey mü'minler, sizler Allah'ın sizi kullukla mükellef tuttuğu her şey ile ibâdet etmediğiniz, sizi imtihan ettiği şeylere sabret-mediğiz, kâfirlerin eziyetine, fakirlik ve yoksulluğa, geçim sıkıntısı ve darlıklarına katlanmadığınız, düşmanla savaşın dehşet ve korkunç hallerine göğüs germediğiniz müddetçe, sırf bana iman edip, peygamberimi tasdik etmek suretiyle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bütün bunlar, sizden önceki inananların başına gelmiştir." İşte Hak Teâlâ'nın, sözünden maksad budur.
Bu ayetteki, kelimesi, "benzer" manasına gelen "misil" demektir. "Misil" de, "mesel" de; "şibh" ve "şebeh" gibi kullanılabilen iki lügattir (şekildir). Fakat "mesel" enteresan bir durum ve mühim, şaşırtıcı bir kıssa için kullanılır. "En yüce mesel Allah'a aittir" (Nahl, 60)yani, "büyük sânı olan sıfat Allah'a aittir" âyeti de bu manadadır.
Bil ki âyette bir hazif vardır: Ayetin takdiri, "Sizden öncekiterin mihneti gibi..." şeklindedir. Ayetteki, (Onlara çattı..) ifâdesi, bu meselin izahıdır. Bu ifâde ve devamı müste'nef bir cümledir. Buna göre sanki birisi, "Onların meseli (hali) nasıl olmuştu?" diye sormuş; Cenâb-ı Hak da buna cevap olarak, "Onlara yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı da, sarsıldılar" buyurmuştur.
şiddet, manasına gelen, kelimesinden türemiş bir isimdir. ti kelimesi fakirlik ve yoksulluk demektir. Bu manada (falanca sıkıntı ve zorluk içinde) denilir. Ayetteki, kelimesine gelince, buraya en uygun manası, o kimselere gelen acı, ağrı ve çeşitli korkular gibi zararlardır. Bence, insana hayır ve menfaat yönlerinin daraltılmasından; ise şer, âfet ve elem yönlerinin açılmasından ibarettir.
Allah Teâlâ'nın, sözü "Onlar çeşitli belâ ve musibetlerle sarsıldılar" manasınadır. Zeccâc şöyle demiştir: "Arapçada, "zelzele"nin asıl manası, birşeyi yerinden oynatmak demektir. Meselâ, İsJJJj dediğinde bu "senin o şeyi yerinden tekrar tekrar oynattığın manasına gelir. Buna göre, bu lâfız, manasındaki tekrardan dolayı muzaaf (şeddeli) kılınmıştır. Kendisinde tekrar manası bulunan her fiilde, o fiilin fâ-ü'l-fiili (ilk harfi) tekrar edilmiştir. (çınladı) ve,(çınçın etti, öttü); (ses çıkardı) ve, (zil gibi ses çıkardı)men etti) ve, (tekrar tekrar sildi) fiillerinde olduğu gibi. Bir şeyi birisi yerinden kaldırdığı zaman, "O, şeyi kaldırdı" denilir. Bunu tekrar tekrar yaptığı zaman, denilir. Bazı müfessirler, buradaki, kelimesini, (korkutuldular) manasına almışlar, bu kelimenin hakiki manasının bizim söylediğimizden başka olduğunu söylemişlerdir. Çünkü korkan kimse karar kılamaz, aksine kalbi huzursuz olur. İşte bundan ötürü bu kelime ancak, oturanı ayağa kaldıran korkular için kullanılır. Çünkü bu tür korku sükûneti giderir. Böylece, ifâdesinin burada mecaz olması gerekir. Buna göre bu kelime "onlar korkutuldular" manasına-dtr. Onların, kalbterindeki korku ve endişeden ötürü tedirgin ve sarsılmış olmaları mümkündür.
Sonra Cenâb-ı Allah bu şeyleri zikretmesinin peşine, son derece zarar, meşakkat ve mihneti ifâde eden başka bir şeyi zikredip, "Hatta peygamber ve yanındaki mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman (gelecek)?''dediler" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü peygamberler belâ geldikçe, sebat, sabır ve nefsi gemlemenin zirvesinde olurlar. Onların da sabrı kalmayıp inlemeye başladıkları zaman, bu şiddetle son noktaya ulaşan bir durum olur. Bu şiddet onları bu hale getirdiğinde, istedikleri şey hususunda dualarına icabet edilerek kendilerine,"İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" denilir. Buna göre ayetin takdiri şu şekilde olur: "Onların bu durumları, Allah'ın yardımının kendilerine gelinceye kadar sürmüş ve belânın uzun sürmesi onları dinlerinden çevirememiştir. Ey müslümanlar topluluğu, sizler de bu şekilde olunuz. Hakkı taleb etme yolundaki eziyet ve sıkıntılara katlanınız. Çünkü Allah'ın yardımı yakındır. Zira o gelmektedir. Her âtî (gelen) ise karib (yakın) dır."
Bu ayet, Allah'ın,"Elif, lâm, mim. İnsanlar,"inandık" demeleriyle bırakılıverileceklerini mi imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan ettik.." (Ankebüt, 1-3) ve,"Yoksa siz, Allah sizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmedikçe (göstermedikçe), cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" (Al-i İmran. 142) ayetlerine benzer.
Bu ayetten maksad, bizim zikrettiğimiz şu husustur: Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabına, müşrik, münafık ve yahudilerden birçok büyük sıkıntı ve belâ gelmiştir. Cenâb-ı Hak müslümanlara savaş hususunda müsaade edince, herkesçe malum olduğu gibi, yaralandılar, mallarından ve canlarından oldular. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları bu hususta takviye etmiş ve, daha önceki ümmetlerin dinleri uğrunda çektiklerinin de böyle olduğunu, belâların, umûmileşince kolaylaştığını beyân etmiştir. Ailah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in kıssasını, ateşe atılmasını; Hz. Eyyüb'un halini ve onu imtihan ettiği şeyi ve diğer peygamberlerin çeşitli belâlara sabredişlerindeki hallerini Kur'an-ı Ke-rim'de mü'minlere birer teselli olmak üzere zikretmiştir.
Kays İbn Ebî Hazım, Habbâb İbn Eret'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Müşriklerden görmüş olduğumuz eziyyet ve sıkıntıları
Allah'ın Resulüne şikâyet etmiştik. Bunun üzerine O,'Sizden önceki ümmetler,
çeşitli belâlarla azâb olunmuşlardı. Ama bu, onları dinlerinden çevirmemişti.
Öyle ki adamın başının ortasına testere konulur, böylece iki parçaya ayrılır:
yine adamın etleri ve sinirleri demir taraklarla kemiklerinden taranır; ama bu
onu dininden çeviremezdi. Allah'a yemin ederim ki bu iş, mutlaka kemâle
erecektir. Öyle ki, kervancı, Sâna ile Had-remut arasında seyahat ederken ancak
Allah'tan ve koyunlarına karşı kurttan korkacaktır; başka hiç kimseden
korkmayacaktır. Ne var ki sizler, acele ediyorsunuz "[77]
Nâfi lâm harfinin ref'iyle, diğerleri de lâm harfinin
nasbıyla, şeklinde okumuşlardır. Bunun izahı şudur: harfiyle muzari fiil mansub kılındığı
zaman,bunun iki anlamı olur.
a)
edatının, manasında olması.. Bu mânaya
gelen, dan önceki fiil ile sonraki fiilde tahakkuk etmiştirler ve mazidirler.
Meselâ sen, "Oraya girinceye kadar
yürüdüm" dersin. Yani, demektir. Bu durumda hem yürümek, hem de girmek
işi, olup bitmiştir. Bu ayetteki nasb, işte bu mânaya göredir.. Çünkü ayetin
takdiri, "Peygamber... deyinceye kadar sarsıldılar" şeklindedir.
Sarsılma işi ve peygamberin bu sözü söylemesi olup bitmiştir.
b)
edatının, anlamına gelmesidir. Bu, bir kimsenin, "Cennete girmek için Allah'a itaat
ettim"; yani demesidir. Bu durumda taat olup bitmiş, ama cennete girme
işi henüz tahakkuk etmemiştir. Bu görüşe göre ayeti mansûb okumak mümkün
değildir. Ref haline gelince, bil ki, dan sonra bulunan fiilin mutlaka,
hikâyetu'l-hâl (olup bitmiş, anlatılan bir durum) olması gerekir. Nitekim
Cenâb-ı Hakk'ın, " kendi kabilesinden, şu da düşmanlarından idi"
(Kasas, 15) ve "ve köpekleri eşik üzerinde İki kolunu yaymış
(yatıyordu)" (Kehf,18))ayetlerinde olduğu gibi. Çünkü bu, ancak o esnada
bu sözün söylenmiş olması durumunda doğru olur" Develer su içti, hatta
deve, karnından geviş getirerek geldi" denilir. Bunun manası,
"develer su içti, o derecede kiorada~bulunan kimse, "Deve geviş
getirerek geliyor" der (diyordu)" şeklindedir. Sonra bu, netice
değil de sebeb sona erdiği zaman doğru olur. Meselâ senin, "şehre
girinceye kadar yürüdüm" sözün gibidir. Bu sözün, yürümenin ve girmenin
olup bitmiş olduğunu ifâde edeceği gibi, yürümenin olup bittiğini, fakat
girmenin henüz olmadığını da ifâde edebilir. dan sonra gelen fiile mansub ve
merfû okunuşunun izahı hususundaki sözümüz bundan ibarettir. Bil ki çoğu kıraat
alimleri bu ayetteki, fiilini mansub okumayı tercih etmişlerdir. Çünkü merfu
kıraat, ancak sözü, sözde anlatılan şey meydana geldiği esnada onu haber veren
kimseden bir nakil saydığımız zaman doğru olur. Nasb kıraati böyle bir takdire
muhtaç olmaz. Bu sebeble, bu fiili mansub okumak daha evlâdır.
[78]
Bu ayette bir müşkil vardır. O da şudur: Allah'ın
vaad ve va'îdinin doğruluğuna kesinkes inanan bir peygamberin, uzak görme
üslûbu "Allah'ın yardımı ne
zaman (gelecek)" demesi nasıl uygun düşer?
Bu müşkile şu şekillerde cevab verilir:
a) Onun
bir peygamber olması, düşmanlarının hilelerinden eziyet duymasına manî olmaz.
Nitekim Hak Teâlâ.yemin olsun ki biz, senin göğsünün, onların söyledikleri
şeyler yüzünden daraldığını biliyoruz" (Hicr, 97). "Neredeyse sen
onlar imân etmiyorlar diye canına kıyacaksın" (Şuarâ, 3) ve"Hatta o
peygamber/er ümidterini kesip de onların muhakkak yalana çıkarıldıklarını
zannettikleri sırada yardımımız onlara yetişti ve kurtarıldılar" (Yusuf.
110) buyurmuştur. Buna göre Peygamberin göğsü daraldığı, çareleri azaldığı ve
Allah'ın kendisine yardım edeceğini duyduğu ve fakat bunun için Allah'ın bir
vakit belirlememiş olduğunu bildiği zaman, "Allah'ın yardımı (acaba) ne
zaman?" der. Hatta o peygamber yardımın vaktinin yaklaşmakta olduğunu
anladığı zaman üzüntü ve kederi zail olur ve kalbi yatışır. Bunun doğruluğuna,
Allah Teâlâ'nın, bu söze cevaben, "Bilin ki Allah'ın yardımı
/akındır" buyurmuş olması delâlet eder. Cevap.yardımın gelmesinin yakın
olduğunun anlatılması; sorunun da yardımın vaktinin yakın olup olmadığı
hususunda sorulmuş olmasına delâlet eder. Eğer soru, bu yardımın olup olmadığı
hususuna dâir olsaydı, bu cevap o soruya uygun düşmezdi. İşte bu, sağlam bir
cevaptır.
b) Allah
Teâlâ, bu âyette gerek peygamberin, gerek imân edenlerin bir söz söylediklerini
haber vermiş, daha sonra da iki ayrı söz zikretmiştir:
Birincisi,
"Allah'ın yardımı ne zaman?"; ikincisi, "Bilin ki Allah'ın yardımı
yakındır" sözleri... Binaenaleyh bu iki sözden herbirini, peygamber ile
mü'-minlerden herbirine izafe etmek gerekir. Buna göre iman edenler,
"Allah'ın yardımı ne zaman?" dediler. Peygamber de, onlara
"Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" demiştir. Bu görüşte olanlar,
bunun hem Kur'an'da, hem de Arap şiirinde benzerleri olduğunu söylemişlerdir.
Kur'an'da bunun benzeri, Hak Te-âlâ'nın, "Sizin faydanıza, içinde sükûn
bulup istirahat etmeniz için geceyi ve fazl-u kereminden (rızık) aramanız için
gündüzü yaratması O'nun rahmetindendtr" (Kasas, 73) âyetidir. Bunun
manası, "geceleyin sükûn bulaşınız ve gündüz Allah'ın fazlından
arayasınız" demektir. Şiirde bunun benzeri ise, İmru'ul-Kays'ın şu sözüdür:
"Yaşlık ve kuruluk bakımından kuşların kalbleri sanki, içinde hunnâb
(iğde) ve çürümüş hurmalar bulunan yuvalar gibidir." Bu şiirde,
"Unnâb" taze hurmaya, çürümüş hurma da kuru hurmaya benzetilmiştir.
Bu bir grup alimin zikretmiş olduğu zorlamaya verilmiş bir cevaptır.
[79]
"Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" buyruğunun, Allah Teâlâ'nın o kimselere bir cevabı olması da muhtemeldir. Çünkü onlar, "Allah'ın yardımı ne zaman?" demişler ve sözleri orada sona ermiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "İyi biliniz ki Allah'ın yardımı yakındır" buyurmuştur. Bunun, onlardan bir topluluğun sözü olması da muhtemeldir. Sanki onlar "Allah'ın yardımı ne zaman?" dediklerinde, kendi kendilerine döndüler ve Allah'u Teâlâ'nın, onların düşmanlarını kendilerine üstün kılmayacağını anladılar da, bunun üzerine, "İyi biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır"., böylece bir de, "Ey Rabbimiz, senin va'adine güvenerek sabrettik" dediler.
Buna göre eğer, "Hak Teâlâ'nın,'Allah'ın yardımı
yakındır" buyruğu kendisine bir sıkıntının isabet ettiği herkesin, o
sıkıntının sona erip başarıya ulaşacağını bilmiş olmasını gerektirir. Bu ise
sabit değildir" denilirse biz deriz ki: Bunun peygamberlere has olması imkansız
değildir. Yine bunun herkes hakkında umûmî olması da mümkündür. Çünkü bir belâ
içindeki herkeste, şu iki halden birisinin mutlaka bulunması gerekir: Ya ondan
kurtulma veya (o belâ içinde) ölüm... Kişi öldüğü zaman, onun işini ihmal ve
hakkını zâyî etmeyecek bir zatın yanına varmış olur ki bu en büyük yardımdır.
Cenâb-ı Allah o yardımın yakın olduğunu söylemiştir. Çünkü ölüm yakındır[80].
'Onlar, neyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: "Maldan vereceğiniz şey ebeveyne, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (verilir). Hangi hayrı işlerseniz, şüphesiz Allah onu bilir" (Bakara, 215).
Bil ki Allah Teâlâ, her mükellefe dünyadan yüz
çevirmesinin, âhiretle meşgul olmasının ve ahiret uğrunda can ve malını
vermesinin gerektiğini iyice açıklayınca, bunun peşisıra İslâm'ın hükümlerini
beyân etmeye başladı: Bu hükümler bu ayetten başlayarak, (Bakara, 243) ayetine
kadar devam eder. Çünkü herbiri diğerini tamamlayıp kuvvetlendirsin diye
tevhidi, va'z-u nasihati ve hükümleri birbirine karışmış olarak anlatmak
Kur'anı Kerim'in üslûbudur.
[81]
Nafaka ile ilgili hüküm işte bu ayettedir. Bu ayet
ile ilgili bazı meseleler vardır:
[82]
Atâ şöyle demiştir: "İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelen ve "Benim bir dinarım var" diyen; Hz. Peygamberin kendisine, "Onu kendin için harca"dediği; o kimsenin/'Benim iki dinarım var" cevabını verdiği, bunun üzerine Hz. Peygamberin, "Onları ailen için harca" buyurduğu; bu sefer de, "Benim üç dinarım var" dediği; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in de "Onu hizmetçin için harca" cevabını verdiği; yine adam, "Benim dört dinarım var" deyince, Hz. Peygamber'in "Onu ana-baban için harca" dediği; adamın tekrar, "Benim beş dinarım var" dediği; Hz. Peygamber (s.a.s)'İn "Onu akrabaların için harca" cevabını verdiği; adam son olarak, "Benim altı dinarım var" deyince de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,'Onu Allah yolunda harca; bu harcamaların en güzelidir" dediği bir adam hakkında nazil olmuştur.
Yine Kelbî, İbn Abbas (r.a)'dan, bu ayetin Amr b.
el-Cemûh hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bu zat yaşlı ve düşkün
birisi idi. Uhud Savaşı'nda şehid edilmiştir. Çok zengin idi. Bundan dolayı
"Mallarımızı kimlere infâk edelim ve nereye koyalım?" diye
sorduğunda, bu ayet inmişti.
[83]
İkinci Mesele
a) ifâdesi
ile ilgili nahivcilerin iki görüşleri vardır:lâfzının,lâfzıylla birlikte tek
bir isim kabul edilmesi. Buna göre ayetteki,ıliU ifâdesinin mahalli, fiili ile"nasb"
tır. Bunun delili, Arapların, laîzındaki
elifi düşürmeyerek, "Neyi soruyorsun? şeklinde kullanmalarıdır. ile
birlikte, lâfzı tek bir isim kabul
edilmeseydi, Araplar elifi hazfederek, şeklinde kullanmaları gerekirdi.
Nitekim kıraat İmamları,
(Naziat, 43)
ayetlerinde, u daki elifi hazfetm işi erdir. Buna göre Araplar, u nın sonundaki
elifi, da hazfetmediklerine göre, onun,ile birlikte tek bir isim olduğu
anlaşılmış olur. Araplar ismin sonunda olmadığı için, nın elifini hazfetmemişlerdir. Çünkü hazif
ancak o kelimenin son harfi olduğu zaman yapılabilir. Fakat şiirde böyle olmayabilir.
Nitekim şâirin şu şiirinde böyledir:"Külün içinde eşelenen bir domuz gibi
âdi olan bir çocuk, kalkmış bana sövüyor..."
b) Bu,
ının manasına alınmasıdır. Böylece,
mübtedâ ve mahallen merfu ve, da onun
haberi olur. Araplar bazan, manasına
kullanarak, yani "Bunu sana kim söyledi" derler. Bu izaha göre
ayetin takdiri, "Onlar sana neyi infâk edeceklerini sorarlar"
şeklinde olur[84].
Ayet hakkında bir soru vardır., O da bir topluluğun
"kimlere infâk edileceğini değil de, nelerin infâk edileceğini"
sormuş olmalarıdır. Öyleyse Allah onlara bu şekilde nasıl cevap vermiştir?Bu
hususa şu şekillerde cevap verebiliriz:
a) Âyette
sorunun cevabı vardır. Fakat Hak Teâlâ, bu cevaba, maksadın kendisiyle
tamamlanacağı bir ilâve yapmıştır. Çünkü, "Maldan vereceğiniz her
şey" âyeti, sorunun cevabıdır. Sonra bu infak ancak müstehak olan yerlere
harcandığı zaman mükemmel olur. İşte bu sebeple Allah Teâlâ o soruya cevap verince,
peşisıra izahı tamamlamak için bunun nerelere ve kimlere verileceği hususunu
da eklemiştir.
b) Kaffâl
şöyle demiştir: "Soru hernekadar,lafzıyla sorulmuşsa da, bu sorudan
maksad, intakın keyfiyetini sormaktır. Çünkü bunu soranlar, em-rolundukları şeyin,
Allah'a yaklaşmak için mal infâk etmek olduğunu zaten biliyorlardı. Onlarca bu
husus malûm olunca, hatıra bu malın hangi şey olduğu hususu gelmez. Bu husus,
sorunun maksadı olmadığına göre, bu soruyla öğrenilmek istenen şey, infakın
kimlere ve nerelere verileceği hususudur. Binaenaleyh cevap soruya uygundur.
Bunun bir benzeri de, "Onlar, "Bizim İçin Rabbine dua et de, onun ne
olduğunu apaçık anlatsın bize. Çünkü bizce İnekler birbirine benziyor..."
demişlerdir. (Musa da) söyle dedi: "(Rabbim) buyuruyor ki "o
boyunduruğa koşulmamış bir inektir..." (Bakara, 70-71) ayetleridir. Bu
ayette cevap soruya uygundur. Çünkü ineğin şu şu hallerde bir hayvan olduğunu
herkes bilir. Binaenaleyh "O nedir..?" sorusunu, bu hayvanın
mahiyetiyle ilgili bir manaya hamletmek mümkün değildir. Bundan dolayı bu
sorunun maksadının, bu ineğin, başka hayvanlardan farklı olan sıfatlarını
öğrenmek olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu yolla biz deriz ki, bu cevap soruya
tam uygundur. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Çünkü onların infak etmekle
emrolundukları şeyin ne olduğunu bildiklerini anladığımızda, "neyi nafaka
olarak verecekleri" sorularından maksadlannın, aslında nafaka verilecek
şeyi sormak olmadığına, aksine kimlere ve nerelere infak edileceği hususu
olduğuna kesin olarak hükmetmemiz gerekir. Binaenaleyh verilen cevap yerinde
ve uygundur.
c) Ayetten
muradın şöyle olması da muhtemeldir: Onlar bu soruyu sormuşlar ve kendilerine
sanki, "Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve verilmesi gereken
yerlere verilmiş olması şartıyla ne infâk edersen et" denilmiştir. Bu,
şuna benzer: İnsan, hiçbir yemek kendisine zarar vermeyecek kadar sıhhatli
olur da, yine de doktora, "Neleri yiyeyim?" dediği zaman, doktor
"Günde iki öğün ye" dediğinde, bunun manası, "Herşey yiyebilirsin
ancak, o bu şartla..." demektir. Bu âyette de böyledir. Buna göre ayetin
manası, "Şu şu şahıslara verilmesi şartıyla istediğinizi infâk
ediniz" şeklindedir.
[85]
Bil ki Allah Teâlâ infak hususunda bir sıra gözetmiş ve ebeveyni birinci sıraya koymuştur. Çünkü ebeveyn, sebebler âlemi dünyada insanı yokluktan varlığa çıkarmışlar ve onu son derece güçsüz ve muhtaç bir halden büyütmüşlerdir. Böylece ebeveynin çocuğa o in'âmı (iyiliği ve hakkı), başkalarının in'âmından daha büyük olur. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ,"Rabbin "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin ve ana babaya iyi muamele edin" diye hükmetti'' (İsra, 23) buyurmuştur. Burada Allah'ın hakkını gözettikten sonra, ebeveynin hakkını gözetmeden daha gerekli birşey olmadığına işaret vardır. Çünkü insanı yokluktan varlık alemine hakiki mânâda çıkaran Allah'u Teâlâ'dır. Ebeveyni ise, insanı zahirî sebebler âleminde yokluktan varlığa çıkaranlardır. Bu sebeble ana-baba hakkının, başka insanların hakkından daha büyük olduğu ortaya çıkar. Binaenaleyh hakların gözetilmesi hususunda, ebeveynin başkalarından öne alınması gerekir.
Allah Teâlâ, ebeveynden sonra "akrabalardı
zikretmiştir. Bunun sebebi şudur: İnsanın, bütün fakirlerin ihtiyaçlarını
karşılaması mümkün değildir. Bundan dolayı mutlaka fakirlerin bazısının
bazısına tercih edilmesi gerekir. Tercih için mutlaka tercih ettirici bir
sebebin olması gerekir. Akrabalık bazı bakımlardan tercih sebebi olabilir.
a)
Akrabalık, içice olma sebebidir. İç ice ve yaktn oluş da, bu insanların birbirinin
halinden haberdar olmasını sağlar. Meselâ onlardan biri zengin, bir başkası
fakir olduğu zaman fakirin,zenginin haline, zenginin de fakirin haline muttali
olması daha fazla olur. Bu da, insanı infâka sevkeden sebeblerin en
güçlülerinde ndir.
b) Akrabalar
içindeki fakirler gözetilmemiş olsaydı, fakir akrabalar başkalarına başvurmaya
mecbur olurdu. Bu da zengin akrabalar için bir utanç vesilesi ve kötü bir
durum olurdu. Binaenaleyh insanın kendisinden zararı gidermesi için, fakir
akrabaların ihtiyaçlarını gidermesi daha evlâ olur.
c) İnsanın akrabası kendisinin parçası gibidir. İnsanın kendisine infak etmesi, başkalarına infak etmesinden daha evlâdır. İşte bu sebebten ötürü insanın akrabalarına infâk etmesi, akraba olmayanlara infâk etmekten daha evlâdtr.
Allah Teâlâ akrabalardan sonra "yetlmler"i zikretmiştir. Çünkü yetim çocuklar küçük oldukları için, geçimlerini sağlayamazlar. Yine onlar yetim oldukları için, geçimlerini sağlayacak başka birisi de yoktur. Babası ölmüş olan küçük çocuk hem kazancı, hem kazananı olmayan ve helak ile yüzyüze olan kimse demektir.
Allah Teâlâ bunlardan sonra "yoksullar"a yer vermiştir. Bunlar, yetimlerden daha az muhtaçtırlar. Çünkü onların çalışıp kazanmaya yetimlerden daha çok gücü vardır. Hak Teâlâ, daha sonra "yolda kalan"ları zikretmiştir. Çünkü böyle birisi, beldesinden uzak kalmış olması sebebiyle bazan, ihtiyaç ve fakru zaruret içine düşebilir. İşte bu intakın keyfiyeti meselesinde Allah'ın yaptığı dosdoğru bir sıradır.
Allah Teâlâ, bu mükemmel ve güzel tafsilâtı verince, peşisıra icmâlî (öz) bir ifâde ile, "Hangi hayrı isteseniz, şüphesiz Allah onu bilir" yani, "Allah rızası için, O'nun bol sevabını elde edip azabının vereceği elemlerden kurtulmak için, ister ayette bahsedilenlere, ister başka insanlara ne hayırda bulunursanız bulunun, Allah onu bilir" buyurmuştur.
Âyette geçen "alîm", Cenâb-ı Allah'ın âlîm
oluşu hususunda ileri bir mana ifâde eden bir sığadır. Yani "Allah'ın
ilminden ne yerdeki ne de gökteki bir zerre hâriç kalamaz" demektir.
Binaenaleyh Allah sizi, yaptığınız o şeye karşılık en güzel bir mükâfaatla
mükâfaatlandırır. Nitekim Hak Teâlâ,"Sizden gerek erkek gerek kadınlardan,
bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım " (Al-i İm-ran,
195) ve, "Kim de zerre kadar hayır işlerse o (nun mükâfaatını) görecektir
" (zilza, 7) buyurmuştur.
[86]
Âyetteki "hayır" dan murad, Allah
Teâlâ'nın, "Şüphesiz o (insan)f malı çok sever" (Âdiyât, 8) ve
"Eğer bir mal bırakırsa vasiyet (gerekir)"(Bakara, 180) âyetlerinden
dolayı, mal" manasınadır. Buna göre âyetin manası, "İster az, ister
çok olsun maldan ne in-fâk ederseniz, Allah bilir" şeklindedir. Burada bir
başka görüş daha vardır. O da, ifâdesinin, hem bu infakı, hem de diğer bütün
iyilik ve taatları içine olmasıdır. Bu görüş daha uygundur[87].
Bazı âlimler, bu âyetin miras âyetiyie mensuh
olduğunu söylemişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü âyeti, kendisine nesih arız
olmayan mânâlara hamletmek mümkündür.
1) Ebu
Müslim şöyle demiştir" Çalışıp çabalamaktan âciz olup ellerinde
de malı mülkü kalmadığı zaman ebeveyne infak etmek
vaciptir.Ayette geçen "akrabalar" dan murad, insanın çocukları ve
torunlarıdır. Bunların da malı mülkü olmadığı zaman, nafakalar» gerekir. Ayeti
bu mânâya hamlettiğimiz zaman ayetin miras ayetiyte mensüYı o\öuğunu
söyleyenler, bunu izah edemezler. Çünkü nafaka, insan yaşarken
gereklidir.Miras ise ölümden sonra sahiplerine gider.Yine sahibi öldükten sonra
ele geçirilen şeye "nafaka" denmez."
2) Âyetten
murad şöyledir: Nafaka (infak) konusunda Allah'a yaklaşmayı arzu eden kimsenin,
âyetteki yerlere infâk etmesi evlâdır. Böylece kişi önce en evlâ olanı, sonra
daha az evlâ olanı peşpeşe sıraya kor. Buna göre ayetten maksad, nafile
sadakalardır.
3) Ayetten
murad, ebeveyn ve akrabalara verilecek farz-ı kifâye olan sadakalar ile, yetim
ve miskinler için farz olan zekâttır.
4)
Ebeveyne ve akrabalara yapılacak intaktan muradın, insanı sıla-ı rahme
sevkeden şeylerin; yetimler ve yoksultara yapılacak infaktan muradın da sırf
sadakalar olması muhtemeldir. Buna göre ayetin zahiri, onu mensuh saymadan,
bütün bu vecihleri içine alabilir.
[88]
"Sizin hoşunuza gitmediği halde size savaş farz
kılındı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için hayırlı olur,
bir şeyi de sevdiğiniz halde, o sizin için şer olur. Allah bilir, siz
bilmezsiniz" (Bakara. 216).
Bu ayetle İlgili bazı meseleler vardır:
[89]
Bil ki, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'de iken savaş- maya izinli değildi. Medine'ye hicret edince Allah Teâlâ ona, kendisine karşı savaşan müşriklerle savaşma izni vermişti. Daha sonra da Hak Teâlâ cihadı farz kılmıştır. Âlimler bu âyet hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Bu ayet, savaşın herkese vâcib olduğunu ifâde eder" demişlerdir.
Mekhûl' den Beytullah'ın yanında, savaşın vâcib (farz) olduğuna yemin ettiği rivayet edilmiştir.
İbn Ömer (r.a) ve Atâ'dan, bu âyetin sadece onların bulunduğu vakte has olarak, Ashab-ı Resul için savaşmanın farz olduğunu ifâde ettiği nakledilmiştir.
Birinci görüşte olanların delili şunlardır: "Ayetteki, (yazıldı) lâfzı, farz oluşu gösterir.ifâdesi de farzlığı gerektirir.(sizin üzerinize) lâfzındaki "siz" hitabı, tıpkı "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178) ve, "Oruç size farz kılındı" (Bakara, 183) âyetlerinde olduğu gibi, savaşın hem o zamanda bulunanlara, hem de daha sonraki müslümanlara farz olmasına manî değildir." Buna göre şayet, "Âyetin zahiri, savaşın farz-ı ayın mı, farz-ı kifâye mi olmasını gerektiriyor?" diye sorulursa, biz deriz ki: Âyet savaşın farz-ı ayın olmasını gerektirir. âyetteki, "Sizin üzerinize" ifâdesi, tıpkı, "Oruç size farz kılındı" (Bakara. 183) ve, "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178)ayetlerinde olduğu gibi, "Sîzden herbirinize tek tek" manasmdadır.
Atâ'nın delili ise şudur: Ayetteki, (yazıldı) lâfzı, farz oluşu ifâde eder. Bu sebeble onu bir kere yerine getirmek kifayet eder. Ayetteki, (size, sizin üzerinize) ifâdesi de, bu hitabın o vakitte mevcud olan müslümanlara âit olmasını gerektirir,
Fakat biz, "Kısas size farz kılındı" ve
"Oruç size farz kılındı" âyetlerinin ifâde ettiği hükümler hususunda,
o zamanda (ashab zamanında) bulunanların durumunun, daha sonrakilerin durumu
gibi olduğunu ayrı bir delile dayanarak söylüyoruz. Bu ayrı delil icmâdır.
Savaş hususunda böyle bir delilimiz yoktur. Binaenaleyh savaşla ilgili
âyetlerin, asıl manaları üzere kalması gerekir. Bu görüşte olanlar şöyle
demişlerdir: "Görüşümüzün doğruluğuna, "Allah onların herbirine
cenneti va'adetmiştir" (Nisa. 95) ayeti de delâlet etmektedir. Eğer oturup
savaşa gitmeyenler bir farzı yerine getirmemiş olsalardı, bu âyette onlara
cennet va'adedilmezdi. "Savaş farz idi, fakat sonra neshedildi"
denebilir. Ancak bunu söyleyecek olanların, bir delil olmadan neshin olduğunu
söylemeleri caiz değildir. Bunun, bizim söylediğimiz gibi olduğuna "Mü'minlerin
hepsinin birden savaşa gitmesi uygun değildir" (Tevbe, 122) ayeti de
delâlet eder. Âyetin mensuh olduğunu söylemek, izah ettiğimiz gibi, doğru
değildir. Bugün savaşın farz-ı kifâye olduğu hususunda icmâ vardır. Ancak
müşriklerin, müslüman-ların yurtlarına girip istilâ etmeleri hali müstesna.
Böyle bir durumda cihad herkes için farz-ı ayın olur." Allah en iyi
bilendir[90].
Ayetteki, "O hoşunuza gitmediği halde"
tabiri hakkında şu problem vardır:
Âyetteki, size yazıldı" sözünden anlaşılan bu hitabın mü'minlere olmasıdır. Akıl da bunu gösterir. Çünkü kâfir, kâfire karşı savaşta emrolunamaz. Durum böyle olduğuna göre, daha nasıl Hak Teâlâ, "O hoşunuza gitmediği halde.." buyurmuştur? Çünkü bu ifâde, mü'minlerin Allah'ın hüküm ve tekliflerinden hoşlanmadıkları vehmini verir ki bu doğru değildir. Çünkü mü'min Allah'ın emir ve mükellefiyetlerine karşı kızmaz, aksine bunlara razı olur, bunlardan hoşlanır, bunlara sımsıkı sarılır ve bunun kendisi için bir kurtuluş vesilesi olduğunu, bunları yapmamasında kendisi için bir fesadın olacağını bilir.
Buna şu iki şekilde cevab verilir:
a)
Ayetteki, (hoşa gitmeme) lâfzından murad, savaşın insanın nefsine ağır
gelmesidir.Mükellef, her ne kadar Allah'ın emrettiği şeyin kendisi için bir
kurtuluş vesilesi olduğunu bilse bile, bu bilme, savaşı insana güç ve ağır
Çelmekten hâriç tutamaz. Çünkü teklif, yapılmasında mutlaka bir külfet ve meşakkat
bulunan şeyden ibarettir. Malumdur ki insan tabiatının en çok temayül ettiği
şey yaşamaktır. Binaenaleyh ona en ağır gelen şey de savaştır.
b) Bundan
muradın, kendisinde korku bulunduğu için ve düşmanların çokluğundan dolayı,
müslümanların henüz savaş farz kılmadan, savaşı hoş görmemiş olmalarıdır.
Bundan dolayı Allah Teâlâ, size farz kıldıktan sonra savaşı kerih görmeyesiniz
diye, kerih gördüğünüz savaşın, sizin için savaşmamak-tan daha hayırlı olduğunu
beyan buyurmuştur[91].
kelimesi, "Olur ki birşey hoşunuza gitmediği
halde sizin için hayırlı olur" âyetinin de delâlet ettiği gibi,
"kerahet" (hoş görmeme) manasınadır. Bu hususta iki görüş vardır:
a) Manayı
iyice belirtmek için masdarın vasıf (isim) yerinde kullanılmış olması. Nitekim
el-Hansâ'nın şu beytinde olduğu gibi: "O, ancak bir ikbâl ve
sırtdönüşü'dür." Bu savaşı onlar çok kerih gördükleri için, sanki
kerâhatin bizzat kendisi imiş gibi olmuştur.
b)
Masdarın mef'ûl manasına olmasıdır. Meselâ haberin "mahbûr" manasına
gelmesi gibidir. Buna göre ayetteki,
demektir. Sülemî bunu, kaf harfinin fethasıyla, şeklinde
okumuştur, ve, ifâdeleri, ve, ifâdeleri gibi, iki lügattirler. Bunun mecazî
olarak ikrah manasına olması da caizdir. Buna göre sanki onlar savaşmayı çok
kerîh gördüklerinden ve bu savaşma onlara çok güç geldiği için, onlar bu savaşa
sanki zorlanmışlardır. Hak Teâlâ'mn, "Anası onu zahmetle taşıdı, yine onu
zahmetle doğurdu" (Ahkâf, 15) ayeti de böyledir, Allah en iyisini bilir.
Bazı kimseler de, lâfzının, zorlanmayıp da istemeden yaptığın şeyler hakkında;
lâfzının ise, zorlanarak yaptığın şeyler hakkında kullanıldığını
söylemişlerdir.
[92]
Hak Teâlâ'nın, Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için
hayırlı olur; bir şeyime sevdiğiniz halde, o sizin için şer otur" ayeti
hakkında birkaç mesele vardır:
[93]
muzarisi olmayan bir fiildir. Sadece mazisi çekilir.
Bunun mazisinden de özellikle, şekilleri kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ,.. (Muhammet, 23) buyurmuştur. Kendisinden sonra
gelen isim merfû kılınır. Zaten isim de, fiilden sonra merfû kılınır. Buna
göre, ) dediğin gibi, aynen,de diyebilirsin. Bu kelimenin manası, " yakın oldu, olması yaklaştı"
şeklindedir. Nitekim Hak Teâlâ,"De ki, .... ensenize binmek üzeredir"
(Nehl,72) buyurmuştur. Yani, "vakti yaklaştı" demektir. Buna göre de
sözünün takdiri, "Yani Zeyd'in kalkması yakın oldu demektir.
[94]
Buna göre âyetin mânası, "Şu anda birşey, çoğu
kez size güç gelmiş olabilir. Halbuki o şey, gelecekte sizin önemli birtakım
faydalara sebeptir. Zıddı da böyledir. Gelecekte iyileşmenin gerçekleşmesi beklendiği
için, şu anda acı olan ilacın içilmesi güzel addedilmiştir. Yine gelecekte
kazanç elde etmek umulduğu için, yolculuk esnasında çok çeşitli tehlikelere
katlanmak da hoş görülmüştür. Hem dünyada, hem de âhirette büyük mutluluğu elde
edebilmek için, ilim uğrunda muhtelif güçlüklere katlanmak da güzel
karşılanmıştır. İşte burada da böyledir. Çünkü cihâdı terkedip savaşmamak, her
ne kadar şu anda kişinin nefsin öldürülme tehlikesinden; malının da
harcanmaktan korunmuş olmasını sağlarsa da ancak ne var ki,cihâdın terkinde çok
çeşitli zararlar mevcuttur.
1) Düşman
sizin savaşı terketmeye ve rahatlık içinde yaşamaya bir temayülünüzün
bulunduğunu bildiğinde, sizin yurtlarınıza yönelir de, sizi öldürmeye çalışır.
Böylece o sizi yakalayıp, kanlarınızı akıtır, mallarınızı yağmalar; veyahut da,
herhangi bir silâh ve teçhizat hazırlığında bulunmaksızın, onlarla savaşmak
zorunda kalırsınız. Bu da, tıpkı ilâcın acılığına katlanmadan nefsinizin
nefret etmesi sebebiyle, hastalık ilk belirdiği sırada onu tedaviden kaçınmak
gibi olur. İşin neticesinde ise kişi, bu nefret ve meşakkatların kat kat
fazlasını yüklenmeye mecbur kalır. Netice olarak savaşmak, emniyetin tahakkuk
edebilmesi için bir sebebtir. Bu da, savaşmadan geçirilen kısa bir vakitten
sağlanan faydadan daha hayırlıdır.
2) Ganimet
elde edememek.
3) Düşmana
hükümran olmak suretiyle duyulan büyük hazdan mahrum olmak. Savaşın dine
taalluk eden yönlerine gelince, bunlar pekçoktur
1) Cihâd
yapan kimse, Allah'a yaklaşmak ve bir ibâdet gayesiyle cihâd eder; doğruluk
yoluna girer ve yaptığını da bozmazsa, bu kimse için büyük mükâfaatlar meydana
gelir.
2) Cihâd
yapılmazsa, düşmanlarınızın, sizin mallarınızı yağmalamasından korkulur.. O
zaman da siz meydana gelecek sıkıntılara katlanamaz, neticede de dininizden
dönebilirsiniz.
3)
Düşmanınız, sizin dininiz uğrundaki çalışıp çabalamanızı, canınızı ve malınızı
dininiz uğruna harcadığınızı gördüğünde, bundan ötürü o kimse sizin dininize
meyleder. Bu sebeple o kimse sizin vasıtanızla müslüman olunca, siz bu sayede
Allah katında büyük bir mükâfaatı hak etmiş olursunuz.
4) Allah'ın rızasını elde etmek için savaşa girişen kimse, Allah'ın rızasını elde etmek sebebiyle, savaşın acılarına katlanmış olur. Allah'ın fazi ve rahmetine, O'nuh ihsanda bulunanların ücretlerini zayi etmediğine ve dünya lezzetlerinin asılsız ve temelsiz şeyler olduğuna yakînen inanmamış olan kimse, savaşmaya asla razı olmaz. İşte bir kimse Allah'ın fazl'û rahmetine inandığı zaman, Allah'a olan sevgisinden ve dünyaya olan buğzundan dolayı, dünyayı terkeder. Bu da, insanın en büyük mutluluklarından biridir.
Birisi, yukarıda anlattıklarımızla, her ne kadar
insan tabiatı, Allah'ın düşmanlarıyla savaşmayı istemese bile, bunun çok
hayırlı bir şey olduğu sabit olmuş olur. Zıddı da böyledir.. İki husus
birbiriyle çatıştığı zaman, daha çok faydalı olanın tercih edileceği malûmdur.
Hak Teâlâ'nın "Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için
hayırlı olur; bir şeyi de sevdiğiniz halde, o sizin için şer olur"
kavlinden murad edilen de işte budur[95].
"Şer", kötülük demektir. Bunun aslı, bir şeyi yaydığın zaman demiş olduğun, tabirinden gelir. Kuruması için serdiğin zaman,"Eti veya elbiseyi yaydım, serdim" denilir. Nitekim, şairin şu sözü de bu kabildendir: Ta ki, sahifeler avuç tçleriyle yayıldı serildi "
Yayıldığı için aleve de, denilir. Buna göre
"şerr" in mânası, zararlı şeylerin yayılmasıdır.
[96]
kelimesi, kelimesi gibi, şek ve şüphe anlamı vehmettirir. Allah hakkında kullanıldığında ise, yakîn ifâde eder. Âlimlerden, kelimesinin ümit uyandıran bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır.Bu mânaya göre bu kelime, bunu söyleyenin şek ve şüphesinin bulunduğuna delâlet etmez. Ancak bu, şek ve şüphenin, dinleyen kimse için söz konusu oiduğuna delâlet eder. Bu takdirde de, herhangi bir tevile ihtiyaç kalmaz. Ama bu kelimenin, mânasına geldiğini söylersek, bu husustaki yapılacak olan açıklamaların, Cenâb-ı Hakk'ın "Umulur ki, muttakilerden olursunuz" (Bakara. 21) ayetinin tefsirinde zikredilen görüşlerin aynısı olduğunu bildiririz. Halil, "Kur'an-ı Kerim'de bizzat Allah kullanıldığında, nın vücüb ifâde ettiğini söylemiştir. Nitekim Hak Teâlâ, "Umulur ki Allah, fethi getirecektir" (Maide. 52) buyurmuş, nitekim tahakkuk da etmiştir. Cenâb-ı Hak"Allah'ın onların hepsini bana getirmesi yakındır" (Yusuf. 83) buyurmuş, bu da aynı şekilde tahakkuk etmiştir. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah bilir, siz
bilmezsiniz" kavlinden maksadı, cihad hakkında büyük bir istek uyandırmaktır.
Bu böyledir, çünkü insan kendisinin bilgisinin son derece sınırlı ve.aciz;
Allah'ın ilminin ise, en mükemmel olduğuna inanır, daha sonra da Ailah'u
Teâlâ'nın kuluna ancak, hayrının ve yararının bulunduğu şeyi emredeceğini
bilirse, bu şey ister hoşuna gitsin, isterse gitmesin, O'nun kendisine
emrettiği şeye uymasının vâcib olduğunu kesin olarak anlamış olur. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Ey kulum, bil ki benim ilmim senin
ilminden daha mükemmeldir. Binaenaleyh, benim taatımla meşgul ol, tabiatının
gerektirdiği şeylere iltifat etme!" Buna göre bu âyet burada, Cenâb-ı
Hakk'ın meleklere cevap sadedinde söylemiş olduğu, "Muhakkak ki benr
sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" (Bakara, 30) âyetinin yerine geçer.
[97]
"Sana haram o ayı, ondaki muharebeyi sorarlar.
De ki: "O aydamuharebe etmek büyük günahtır; Allah yolundan men etmek, onu
inkâretmek, Mescid-l Harama gitmelerine mâni olmak, O'nun halkını oradan
çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne, katilden de beterdir.Kâfirler,
güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam
edeceklerdir. İçinizden kim dinden döner de kâür olarak ölürse, o gibilerin
yaptığı (iyi) işler dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennem
yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar"
(Bakara, 217).Ayet hakkında birkaç mesele vardır:
[98]
Haram (Kutsal)
Ayda Savaşmanın Hükmünü Soranlar Kimlerdir?
Âlimler bu soran kimsenin, müslümanlardan mı,
kâfirlerden mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Birincincisi: Onun müslümanlardan olduğunu
söyleyenl|erdir ve bunlar iki gruptur:
a) Şöyle
diyenler: Allah Teâlâ, o insanlar nazarında haram ayların ve Mescid-i Haram'ın
savaştan alıkoyma hususunda son derece saygınlığı olduğu halde onlara savaşı
emredince, onlarca savaş hakkındaki bu emrin haram ayların ve Mescid-l
Haram'ın dışında olması gerektiğinin zannedilmesi uzak bir ihtimal değildi.
Bundan dolayı bu durum onları, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bunu sormaya ve şöyle
demeye sevketmiştir: "Bu aylarda ve Mescidi Haram'da onlarla savaşmamız
helâl midir?" İşte bunun üzerine, bu âyet nazil olmuştur. Bu izaha göre bu
sorunun müslümanlar tarafından sorulmuş olacağı açıktır.
b) Bu ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bunlar, İbn Abbas (r.a)'nın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s), halası oğlu Abdullah b. Cahş el-Esedi 'yi Bedir Savaşı'ndan iki ay önce, kendisinin Medine'ye gelişinden onyedi ay sonra sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi ve bir mektup ile ahid-nâme yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve onda yazılanlara göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş mektubu yerine gelip açınca şu ifâdelere rastladı: Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah'ın bereketi üzere git. "Batn-ı Nahü" mevkiinde konakla ve orada Kureyş kabilesinin kervanım gözle. Belki sen onlardan bize hayır (ganimet) alır gelirsin." Bunun üzerine Abdullah: "İşittik ve peygamberin emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben peygamberin emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın" dedi ve yürüyüp gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Batn-ı Nahl'e vardı.
Tam o sırada, beraberinde üç kişi ile birlikte Amr b. el-Hadramî onlara rastlayıverdi. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabını görünce, içlerinden birinin başını tıraş ettiler ve böylece onlara, kendilerinin umre yapan bir topluluk olduğu vehmini vermek istediler. Sonra Abdullah b. Cahş (r.a)'ın yanın-dakilerden birisi otan Vâkıd b. Abdullah Hanzali (r.a) gelip, Amr b. el-Hadrami ye bir ok atarak onu Öldürdü. Abdullah b. Cahş ve beraberindekiler diğer iki kişiyi esir alarak, bunların kervanını içindekilerle birlikte sürerek Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldiler. Bunun üzerine Kureyş gürültü koparıp şöyle dediler: "Muhammed haram aylan, içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve o ayda kan döküyor." Müslümanlar da bunu yadırgadılar. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), 'Ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim" dedi. Abdullah b. Cahş (r.a) da, "Ya Resulallah, biz İbnü'l-Hadramf'yi öldürdük. Sonra akşam olunca recep ayının hilâlini gözetlemeye başladık. Fakat onu recep ayı İçinde mi cumade'l-ahire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) bu kervanı ve esirleri bekletip dağıtmadı. Bundan dolayı bu âyet nazil oldu ve Hz. Peygamber de ganimetleri aldı.
Bu takdire göre, görünen odur ki bu soru şu
vecihlerden ötürü müslümanlar tarafından sorulmuştur:
1) Hz.
Peyggamber (s.a.s)'in yanında bulunanların çoğu müslüman idiler.
2) Bu
âyettenönceki ve sonraki ayetlerdeki hitab müslümanlaradır. Bundan
önceki,Cennete girivereceğinizi mi sandınız" âyetidir ve bu,müslümanlara
bir hitabdır. Sonraki ayetler ise,"Onlar sana içkiyi ve kumarı
sorarlar.." ve, "Sana yetimleri sorarlar" ayetleridir.
3) Sa'id b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ashab-t Resulden daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar Allah'ın Resulüne sadece onüç şey sordular ve bunların hepsi Kur'an-ı Kerim'de yer aldı. Bu sorulardan birisi de, "(Onlar) sana haram o ayı sorarlar" ayetidir.
Bu soru kâfirler tarafından sorulmuştur, Bu görüşte
olanlar şöyle demişlerdir: "Kâfirler Hz. Peygamber (s.a.s)'e haram
aylarda savaş yapılıp yapılmayacağını sordular ki eğer O, bu ayda savaşmanın
helâl olduğunu söylerse böylece onlar buna ısınacaklar ve o ayda savaş yapmayı
helâl sayacaklardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, "Sana o haram ayı,
yani o ayda savaşmayı soruyorlar. De ki o ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat
Allah yolundan ve Mescid-i Haram dan menetmek ve Allah'ı inkâr etmek bu
savaştan daha büyüktür. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye
kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir..." ayetini indirmiş ve
kâfirlerin bu sorudan maksadlartnın müslümanlarla savaşmak olduğunu beyân
etmiştir. Bu âyetten daha sonra, "Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler
karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların
size saldırdıkları gibi, onlara saldırın" (Bakara, 194) inayetini indirmiş
ve müdafaa savaşının bu aylarda caiz olduğunu açıkça bildirmiştir.
[99]
Ayetteki, "Onda savaşı.." ifâdesi, "Ha- ram ay" dan bedel olarak mecrurdur. Bu tür bedellere "bedel-i istimal" denir. Meselâ senin,"Zeyd yani onun ilmi beni hayran bıraktı" "Zeyd, yani onun sözü bana faydalı oldu" 'Zeyd, yani malı çalındı" ve, "Zeyd, yani elbisesi soyuldu" sözlerinde olduğu gibi. Cenâb-ı Allah da "Hendeklerin yani tutuşturucu ateşin sahipleri gebertilmiştir" (Burüc, 4-5) buyurmuştur.
Bazı alimler, kelimesinin mecrur oluşunun, âmilin
tekrarından dolayı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ayetin
takdiri,şeklindedir. İbn Mes'ud ve Rebî'in kıraati de böyledir. Bunun bir
benzeri Hor görünenlere, yani onlardan iman edenlere..." (Araf, 75)
ayetidir. İkrime, ayeti şeklinde
OKumuştur.Allah Teâlâ'nın,"O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti ile
ilgili iki mesele vardır:
[100]
kısmı mübteda, kelimesi onun haberidir. lâfzı her nekadar nekire ise de, o ifâdesi ile hususilik kazanarak mübtedâ olabilmiştir.ifâdesinden murad, "büyük günahtır ve çok yadırganır" manasıdır. Nitekim büyük günaha da "kebire" denilmiştir. Allah Teâlâ, "ağızlarından çıkan kelime pek müthiş!" (Kehf, 5) buyurmuştur.
İmdi eğer:"ifâdesindeki, kelimesi niçin nekire
getirilmiştir? Nekire kelimeler tekrar ettiğinde, ikincinin, birincinin aynısı
olduğunu göstermek için eliftamtt getirilmesi gerekir. Çünkü eğer böyle olmaz
ise, ikinci defa nekire olarak gelen aynı kelime başka bir şeyi ifâde eder.
Nitekim Hak Teâlâ'nın. ayetindeki,
kelimeleri gibi?" denirse, biz deriz ki: Evet sizin dediğiniz
doğrudur. Çünkü aynı lâfız tekrar eder ve her ikisi de nekire olursa, bu
durumda ikincisi ile birincisinden ayrı şeyler murad edilmiş olur. Hz. Peyamber
(s.a.s)'e soru soran kimseler de, "Onlar sana haram o ayı, onda savaşmayı
sorarlar" ayetindeki, jö sözleri ile, Abdullah b. Cahş'ın yaptığı o savaşı
kastetmişlerdir. Bunun üzerine Hak Teâlâ "De ki o ayda savaşmak büyük
günahtır" buyurmuştur. Allah'ın bu buyruğunda büyük günah sayılan
savaşın, onların sorduğu savaş olmadığına, bunun başka bir savaş olduğuna
dikkat çekme vardır. Çünkü bu savaştan maksad, İslâm'ın muzaffer olup,
düşmanların perişan edilmesidir. Binaenaleyh bu nasıl büyük günahlardan
olabilir. Büyük günah olan savaş, İslâm'ın temellerini yıkıp küfrü
kuvvetlendirmek için yapılan savaştır. İşte bu incelikten ötürü her iki
kelimesinin de nekire olması tercih edilmiştir. Fakat onların kalpleri
daralmasın diye, bunu açıkça ifâde etmemiş, zahiri onların istedikleri manayı
vehmettirecek, bâtını ise hakka uygun olacak şekilde sözü müphem bırakmıştır.
Bu da ancak, her kelimesinin de nekire olarak zikredilmesi ile olmuştur. Eğer
Allah Teâlâ, her ikisini veya ikisinden birisini mahfe olarak getirmiş
olsaydı, bu güzel incelik söz konusu olmazdı. Kur'an-ı Kerim'in her kelimesinin
muhtevasında ancak akıl sahiplerinin ulaşabileceği lâtif sırlan cem'eden
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz.Sübhânallah...
[101]
Ekseri âlimler bu âyetin, haram aylarda savaşmanın haram olduğu hükmünü ifâde ettiğinde ittifak etmisler, fakat bu hükmün devam ettiği veya neshedilmiş olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.İbn Cüreyc'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Âta, Allah'a yemin ederek, bana haram aylarda ve Harem-i Şerifte müdafaa savaşı dışında savaşın insanlarahelâl olmadığını söyledi."
Câbir'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), kendilerine saldırılrhadığı müddetçe, haram aylarda savaşmazdı." Sa'id b. el-Müeseyyeb'e, "Müslümanlar haram aylarda kâfirlerle savaşabilirler mi?" diye sorulduğunda, o, "evet" cevabını vermiştir.
Ebu Ubeyd, "İnsanlar bugün tamamen hudut boylarında mevzidedirler" demiştir. Bu ifâdeye göre, bunlar bütün haram ayfarda savaşı mubah görmüşlerdir. Şam ve Irak âlimlerinden, onların bu görüşlerini yadırgayan hiç kimse görmedim. Hicaz âlimlerinin görüşünün de böyle olduğunu sanıyorum.
Bu aylarda savaşın mubah ve helâl oluşunun delili, "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz..." (Tevbe, 5) ayetidir. Bu ayet haram aylarda savaşmanın haram olma hükmünü neshetmiştir. Bence, "De ki:" O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti, müsbet bir ifadenin peşisıra gelen nekire bir ifâdedir. Dolayısıyla tek bir çeşit (savaşa) şâmildir, bütün (savaşları) içine almaz. Bu âyette mutlak olarak haram aylarda savaşmanın haramlığına bir delâlet yoktur. Binaenaleyh bu hususta neshin olduğunu söylemeye bir ihtiyaç yoktur.
Cenâb-ı Allah'ın,"Allah yolundan menetmek, onu
inkâr etmek, Mescid-i Haram a gitmelerine mâni olmak, onun halkım oradan
çıkarmak Allah katında daha büyük (günahtır)" âyeti ile ilgili iki mesele
vardır:
[102]
Nahivcilerin bu ayetle ilgili bazı izahları vardır:
1) Bu
Basralıların göruşü ve Zeccâcın
tercihidir. Bu na ifâdelerinin hepsi
mübtedâ olarak merfudur, bunların haberi, sözüdür. Buna göre mana şudur:
"Sizin sorduğunuz savaş her nekadar büyük günah ise de, şu sayılanlar o
savaştan daha büyük günahtır. Sizler, haram aylarda bu şeylerden
vazgeçmediğiniz halde, bu hususta açık bir mazereti olmasına rağmen niçin Abdullah
b. Cahş'ı kınıyorsunuz. Çünkü bu savaşın cumade'l-âhirede vuku bulmuş olması
mümkündür." Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Allah'ın İs-railoğullarına
söylediği, "Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor
musunuz?" (Bakara, 44) ve "Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz"
(Saf,2) âyetleridir. Bu açık bir izahtır. Fakat bunlar ayetteki, kelimesinin mecrûr oluşu hususunda ihtilâf
ederek, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:
a) Bu,
câr-mecrûrundaki zamire atıftır.
b) Ekseri nahivcilerin görüşü olup şöyledir: Bu kelime, kelimesine atıftır. Bu görşüte olanlar bunun, "İnkar edenler ve Allah yolu ile Hescid-t Haramdan men edenler... "(Hacc, 25) ayeti ile te'kid edilmiş olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşe, "Zamir üzerine atıf yapılamaz. Çünkü; "Ona ve Amr'e uğradım" demek caiz değildir" diyerek; ikinci görüşe de,ı"Sizin bu görüşünüze göre ayetin takdiri, şeklinde olur. Bu durumda da, ifâdesi, kelimesinin "sıla"sı olur. Sıla ile mevsûl tek bir şey hükmündedir. Binaenaleyh ikisi arasına başka birşeyin girmesi caiz değildir" diyerek itiraz olunmuştur.
Birinci itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Burada bir harf-i cerrin var sa-yılıp, takdirin, şeklinde olması niçin caiz olmasın? Allah'ın kelâmında takdir yapmak yadırganmaz. Sonra bu hususu, Hamzanın, (Nisa, 1)ayetindeki, kelimesini mecrur okumuş olması da te'kid eder. Şayet Hamza bunu kaide olarak rivayet etmiş olsaydı bu herkesçe kabul edilirdi. O, bunu Allah'ın kitabında böyle okuduğuna göre, bunun haydi haydi kabul edilmesi gerekir.
İkinci görüşü tercih eden ekseri nahivciler (cevaben)
şöyle demişlerdir: Şüphesiz böyle bir takdir, sıla ile mevsûl arasına başka bir
kelimenin girmesini gerektirir. Aslotan bunun caiz olmamasıdır. Fakat biz bunu
burada şu iki sebepten dolayı caiz görüyoruz:
Birincisi:
Allah yolundan men etmek ve Allah'ı İnkâr etmek mana bakımından aynı şeydir.
Buna göre sanki aralarına birşey girmemiş gibidir.
İkincisi:
Aslında ayetteki, kelimesinin yeri,
İkelimesinin peşinedir. Fakat ona itina edildiğinden dolayı öne alınmıştır. Bu
tıpkı, (îhlâs. 4) ayetinde olduğu
gibidir. Bu ayette sözün sırasının, şeklinde olması gerekirdi. Fakat kendisine
gösterilen itinadan dolayı, ı lâfzı daha önce getirilmiştir. İşte burada da
böyledir.
2) Ferra
ve Ebu Müslim el-İsfehânî'nin tercihi olan görüştür. Buna göre ayetteki, kelimesi vâv harfi ile, üzerine atıftır.
Ayetin takdiri, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaştan
soruyorlar1 şeklinde olur. Sonra buna göre iki yol ortaya çıkar:
a) Ayetteki,
ifâdesi mübtedâ, sözü de haberden
sonra haberdir, takdiri de şöyledir: "Bu aylarda savaşa, büyük günah,
Allah yolundan men etme ve Allah'ı inkâr hükümleri verilmiştir."
b) Ayetteki, sözü mübteda ve haber cümlesidir. Fakat, ifâdesi sadece mübteda olarak merfûdur, kısmı da böyledir. Bunların haberi ise, kendilerinden önce geçen cümlenin haberinin ona delâlet etmesinden dolayı hazfedil m iştir. Binaenaleyh ayetin manası, "O (aylarda) savaşmak büyük günahtır. Allah yolundan alıkoymak ve Allah'ı inkâr etmek de büyük günahtır" şeklinde olur.
Bunun bir benzeri de senin, sözündür. Bunun manası: "Zeyd gidiyor, Amr da..." şeklindedir. Bunun takdiri de, şeklindedir. Basralılar bu cevabı tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Ayetin takdirinin, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaşı sorarlar" şeklinde olduğu görüşünüz zayıftır. Çünkü bu soru, Mescid-i Haram'da savaşmayla ilgili olarak değil, haram aylarda savaşmayla ilgili olarak sorulmuştur." Basralılar yine bu görüşün birinci şıkkını da tenkid ederek, bunun haram ayda savaşmanın Allah'ı inkar manasına geldiğini, halbuki böyle söylemenin icmâ ile hatalı olduğunu söylemişlerdir. İkinci şıkkı da, şöyle diyerek tenkid etmişlerdir: " HakTeâlâ, bundan sonra, "Onun halkını oradan çıkarmak ise daha büyük (günah) tır" yani, "Bu, daha önce sayılanların hepsinden daha büyüktür" buyurunca,bu Mescid-i Haram halkını oradan çıkarmanın, Allah katında inkârdan daha büyük olmasını gerektirir. Halbuki bu da icmâ ile sabit olmuş bir hatadır."
Ben derim ki: Ferra, birinci itiraza şöyle cevap verebilir: "Bunun, Mescid-i Haram'da savaşma ile ilgili bir soru olmadığını size kim haber verdi? Halbuki âyetin zahirinden bunun, onunla ilgili bir soru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu soruyu soranlar, haram aylarda ve haram beldede savaşmayı aynı derecede büyük günah görüyorlardı. Bu iki şeyden herbiri, bunlarca günah oluş bakımından diğeri gibi idi. Binaenaleyh âyetin zahirinden, bunların bu ikisini sorularında birleştirmiş oldukları anlaşılıyor. Basriyyûn un, Ferrâ'nın ikinci görüşü için söyledikleri "Bu, haram aylarda savaşın küfür olmasını icâb ettirir" şeklindeki sözlerine karşı biz deriz ki: "Bunu biz de diyoruz. Çünkü müsbet ifâdenin peşinde gelen nekire kelime umûm ifâde etmez. Bize göre de, Mescid-İ Haram' da bir çeşit savaş küfürdür. Fakat orada her savaşın küfür olması gerekmez." Basriyyun'un, Ferrâ'nın görüşünün ikinci şıkkına dâir, "Bu, Mescid-i Haram'ın ehlini oradan çıkarmanın küfürden daha büyük bir günah olmasını gerektirir" şeklindeki sözlerine karşı deriz ki: "Mescid-i Haram'ın ehli, (halkın) dan maksad Hz. Peygamber (s.a.s) ile O'nun ashabıdır. Perişan etmek maksadıyla Resûlullah'ı Mescid-i Haramdan çıkarmanın küfür olduğunda şüphe yoktur. Bu, küfür oluşunun yanısıra bir de zulümdür. Çünkü bu, insanlara haksız ve suçsuz yere eziyet etmektir. Zulüm ve küfür olan bir şeyin, sadece küfür olan bir şeyden Allah katında daha büyük ve çirkin bir günah olduğunda şüphe yoktur. Ferra'nın görüşünü izah için söylenecek sözün tamamı budur.
Âyetle ilgili üçüncü bir görüş daha vardır ve
şöyledir: âyetinin mânâsı açıktır. O da: "Bu ayda savaşmak, büyük günah,
Allah yolundan men etmek ve Allah'ı inkârdır" şeklindeki manadır, sözünün
mecrur oluşu, başındaki vâvın kasem harfi olmasından dolayıdır. Fakat
nahivcilerin çoğu bu görüşe bir misal (delil) getirememişlerdir.
[103]
Allah yolundan men etmenin birkaç izahı vardır:
a) Bu Allah'a
ve Resûlullah'a imandan alıkoymaktır.
b)
Müslümanları, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına hicret etmekten alıkoymaktır.
c) Müslümanları, Hudeybtye yılında umre yapmaktan alıkoymaktır.
Birisi şöyle diyebilir: "Bu husustaki rivayet, ayetin Eledir Savaşı'ndan önce ve Abdullah b. Cahş (r.a)'ın hâdisesi hakkında nazil olduğunu gösterir. Halbuki Hudeybiye hâdisesi, Bedir savaşından çok sonra olmuştur." Buna şöyle cevap vermek mümkündür.''Allah Teâlâ' um malûmu olan şey sanki tahakkuk etmiş gibidir."
Âyetteki, Allah'ı inkâr, O'nun peygamber göndermesini, ibâdete müste-hak olmasını ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu inkârdır.
Ayetteki, Mescid-i Haram kelimesini, deki zamir üzerine atfedersek manası, "Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek" şeklinde olur. Mescid-i Harâm'ı İnkâr etmek de, insanların orada namaz kılmasına ve onu tavaf etmelerine mani olmaktır. Onlar Mescidi Haram mıntıkasını diğer bölgelerden ayırdeden, faziletine sebeb olan kudsiyetini inkâr ettiler.
Mescid-i Haram ifâdesinin, tabiri üzerine atfedildiğini söyleyenler, bunun "Mescid-i Haram'dan alıkoymak" manasına olduğunu; çünkü kâfirlerin tavaf eden, itikâfa giren ve rükû ile secdede bulunanları oraya girmekten men ettiklerini söylemişlerdir.
Allah'u Teâlâ'nın, "Onun halkını oradan çıkarmak" buyruğundan muradın şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Onlar müslümanları Mescid-i Haram'dan, hatta Mekke'den çıkarmışlardır. Allah'u Teâlâ, buna göre, müslümanları Mescid-i Harâm'tn ehli saymıştır; çünkü, Beytullah'ın haklarını yerine getirenler onlardır. Nitekim Allah'u Teâlâ, "Takva kelimesini onların ayrılmaz bir vasfı yaptı. Çünkü onlar buna çok lâyık ve ehil idiler" (Feth, 26) ve, "Onlar Mesdd-i Haram 'dan halkı akkorken Allah onlara ne diye azâb etmeyecek? Onlar, kendileri oraya ehil olmadıkları halde (oradan menedip duran kimselerdir). Muttakilerden başkası, oranın ehli olamaz" (Enfâi, 34) buyurmuş ve böylece, müşriklerin şirkleri sebebiyle Mescid-i Haram’ın ehli olmaktan çıktıklarını haber vermiştir.
Cenâb-ı Allah bu şeyleri zikrettikten sonra, bunların
daha büyük olduğuna, yani bunlardan herbirinin haram aylarda savaşmaktan daha
büyük günah olduğuna hükmetmiştir. İşte bu izahlar, Zeccâc'ın görüşüne göre
yapılmıştır. Biz, bu sayılanların herbirinin, şu iki sebepten dolayı haram
aylarda savaşmaktan daha büyük günah olduğunu söylüyoruz:
a)
Bunlardan herbiri İnkârdır. İnkâr ise, savaşmaktan daha büyük bir günahtır.
b) Biz,
bunlardan herbirinin haram aylarda savaşmaktan daha büyük bir günah olduğunu
iddia ediyoruz. Bu savaş ise, Abdullah
İbn Cahş' dan sadır olan savaştır. Halbuki Abdullah İbn Cahş, bu savaşın haram
aylarda vuku bulduğuna katî olarak karar veremedi. Bu kâfirler ise, ayette
sayılan şeylerin onlardan haram aylarda vuku bulduğunu kesin olarak
biliyorlardı... Binaenaleyh, bu şeylerin yapılmış olması daha büyük günahtır.
[104]
Allah'u Teâlâ'nın,'Fitne katilden de beterdir"
âye-tindeki fitneyle alâkalı olarak âlimler şu iki görüşü zikretmişlerdir:
1) Maksad
küfürdür.. Müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Bence bu görüş zayıftır.
Çünkü, daha önce geçmiş olan Zeccâc 'in görüşüne göre, ayette geçen, ifâdesinin
mânası, "Allah'ı inkâr etmek, en büyük günahtır" şeklindedir. Buna
göre fitneyi küfür mânasına almak bir tekrar olur. Aksine böyle bir izah,
Ferr&'nın görüşüne göre doğru olur.
2) Fitne, kâfirlerin müslümanları dinlerinden çevirmek için, bazen onların kalbierine şüphe atarak; bazan da Bilâl, Süheyb ve Ammâr İbn Yasir'e yaptıkları gibi işkenceler ederek, yapmış oldukları fitnelerdir. Bu, Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür. Halbuki biz fitnenin, imtihana çekmek, sınamaktan ibaret olduğunu söylemiştik. Posasını hasından ayırmak için, altını ateşte erittiğin zaman, dersin. Cenâb-ı Allah'ın,"Sizin mallarınız ve çocuklarınız, ancak bir imtihan vesilesidir" (Eniai, 28) âyeti de bu anlamdadır. Yani, "Sizin için bir imtihandır" demektir. Çünkü Allah yolunda mal infak etmesi gerektiği zaman insan, çoluğunu çocuğunu düşünür de, bu düşünce onu intaktan alıkor. Cenâb-ı Allah, "Elif-lâm-mtm. İnsanlar, imtihana çekilmeden, iman ettik demeleriyte bırakılacaklarını mı zannettiler?" (Ankebût. 1-2). yani "Onlar, dinleri uğrunda çeşitli belâlarla imtihan edilmeden... demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar." "Seni türlü türlü belâlarla İmtihan etmiştik" (Taha, 40) buyurmuştur. Bu, belâlarla imtihan manasınadır.Yine Cenâb-ı Allah, "İnsanlardan öylesi vardır ki "Allah'a inandık" der. Ama, Allah uğrunda eziy-yete dûçâr olduğu zaman, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi bilir" (Ankebut. 10) buyurmuştur. Bundan murad, mü'minlere dinleri hususunda kâfirler cihetinden gelen belâ ve sıkıntılardır. Yine Cenâb-ı Hak,"Gerçekte mü'min erkek ve mümin kadınları belâya uğratıp da, sonra tevbe etmeyenler yok mu?.." (Burûc, 10) buyurmuştur. Bundan murad şudur: Kâfirler müslümanlara, dinlerinde-ki sebatlarını denemek için, eziyyet ediyorlar ve onlara işkenceler yapıyorlardı.. Cenâb-ı Allah, inkâr edenlerin sizi fitneye düşürmesinden korkarsanız, namazınızı kısaltmanızda size bir günâh yoktur " (Nisa, 101),"Sizler onun aleyhinde fitne yapacak kimseler değilsiniz.. Kendisi cehenneme yaslanacak olan kimse hariç,." (Saffat, 162-163). "FHne çıkarmak arzusuyla,[kitabın müteşabih olanına tâbi olurlar" (Al-i imran, 7), yani, "din hususunda fitne çıkarmayı isterler"; "Onların seni, Allah'ın sana indirmiş olduğu şeylerin birkısmmdan fitneye düşürmelerinden sakın " (Maide. 49); "Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bir fitne sebebi yapma " (Muhtehine, 5); "Rabbimiz, bizi zâlim kimseler için bir fitne sebebi yapma" (Yunus, 85) buyurmuştur. Yani, kâfirler bu fitneleriyle müslümanları dinlerinden çıkarmak isterler.. O zaman da, rnüslümanların gözünde kâfirlerin küfrü ve zulmü süslü ve güzel görülür.. Ve "Hanginizin fitneve düşürülmüş olduğunu, pek yakında sen de göreceksin, onlarda.." (Kalem,5-6) buyurmuştur.
Ayetteki, kelimesinin, mânâsına olduğu söylenmiştir. Cünûn, fitne anlamına gelir. Çünkü delilik de bir meşakkat ve akıllıların yolundan sapmadır...
Böylece bu âyetlerle, fitnenin imtihan anlamına geldiği sabit olur. Biz, bu fitnenin savaştan daha büyük günah olduğunu söyledik. Çünkü din hususundaki fitne, dünyevî birçok savaşlara ve uhrevî ebedî azaba müstehak olmaya sebebiyet verir. Binaenaleyh, fitnenin hakkında suâl varid olan İbnu'l-Hadramî'nin Öldürülmesi bir yana, savaştan dahi büyük bir günah olduğu hususu doğru olur.
Rivayet olunduğuna göre bu ayet nazil olunca, bu seriyyenin komutanı Abdullah b. Cahş, Mekke'deki mü'minlere şunu yazmıştır: "Müşrikler sizi haram aylarda savaşmakla ayıpladıkları zaman, siz de onları inkâr etmeleri, Allah'ın Resulünü Mekke'den çıkarmaları ve mü'minleri Beytullah'tan alıkoymaları ile ayıplayınız."
Cenâb-ı Hak "Kafirler güçleri yetser sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir" buyurmuştur.
Bunun bir benzeri de, "Yahudi ve hristtyanlar,
sen onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar" (Bakara, 120)
âyetidir. Âyet hakkında bir kaç mesele vardır:
[105]
Şeklinde
kullanılır. Vahidî, bunun masdarı bulunmayan bir fiil olduğunu söytaröşttf.
Bunun ismi fail ve ismi meful sigaları kullanılmaz. Fiiller arasında bunun
benzerleri pek çoktur. Meselâ, fiili
gibi. Bu fiilin de masdarı ve fiil-i muzârisi yoktur. fiilleri de böyledir "Onlar
bu işlerine devam ederler" manasına gelir. Çünkü, olumsuzluk ifâde eder. Buna bir de, ve,
gibi nefy ifâde eden harfleri getirdiğin zaman bu,nefyi nefyetmek olur. B6ylece de bu müsbet manaya
delil olur.
[106]
Cenâb-ı Allah'ın,
buyruğu, "Sizi dininizden döndürünceye kadar" demektir. Bunun,
"sizi dininizden döndürmek için.." mânâsında olduğu da söylenmiştir.
[107]
Cenâb-ı Hakk'ın, "eğer güçleri yeterse"
sözü onların buna kadir olamayacaklarını gösterir. Bu, bir kimsenin, kendisini
yenemeyeceğini bildiği düşmanına, "Eğer beni yenersen, elinden geleni
yap" demesi gibidir.
[108]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İçinizden kim dinden döner de kâfir
olarak ölürse.." âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:
[109]
Vahidî, Hak Teâlâ'nın, sözü, fiil meczûm olduğu
halde, ikinci harfin sükûnundan dolayı, idgâm yapılmayabileceğini
göstermektedir" demiştir. Arapçada bu kullanış, idgâmlı kullanıştan daha
fazladır. Hak Teâlâ'nın, sözü, kelimesi üzerine atfedilmiş olması sebebiyle,
meczûmdur. Bu şartın cevâbı ise, O'nun, "İşte onların yaptığı (iyi)]İşler,
dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" kısmıdır.
[110]
Hak Teâlâ, onların bu sözlerinin maksadının
müslümanları dinlerinden çevirmek olduğunu beyan edince, bunun peşinden mürted
olmakla ilgili, çok şiddetli olan vaîdini zikrederek,"İçinizden kim dinden
döner de, kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da
ahirette de boşa gitmiştir" buyurmuş ve bu kimsenin, cehennemde daimî
azaba duçar olacağını bildirmiştir.
[111]
Âyetin zahiri, mürted olan kimse küfür üzere öldüğü zaman, zikredilen hükümlerin bu kimseye tatbik edilmesini iktiza eder. Ama bir kimse mürted olduktan sonra tekrar müslüman olursa, bu hükümlerden hiçbirisi o kimseye uygulanmaz. Bu nükteye, birisi usûlle, diğeri de furû ile ilgili olmak üzere, iki konu dayanmaktadır:
Usûlle ilgili konuya gelince, bu şudur: Kelâmcılardan
bir grup kimse, imanın ve küfrün sahih olabilmesinin şartının, ölüm anı
olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre iman, ancak mü'min kimse o iman üzerine
öldüğü zaman iman; küfür de, ancak kâfir olan kimse küfrü üzere öldüğü zaman
küfür olur. Bu kimseler sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: Çünkü bir
kimse, mü'min olur, sonra da-Allah'a sığınırız-mürted olursa, bu durumda; şayet
bu zahirî iman gerçek iman olmuş olsaydı, o kimse ebedî mükâfaata müstehak
olmuş olurdu. Sonra irtidâd etmesi sebebiyle de bu kimse, ebedî ikâb ve cezaya
müstehak olmuş olurdu. Bu durumda da.bu hak edilen iki şey ya aynı anda
bulunurdu ki, bu imkânsızdır; veyahut da,sonradan olanın, önceden olanı silip
süpürdüğü söylenirdi ki, bu da şu sebeplerden dolayı imkânsızdır:
a) Önceki
ile sonraki arasında bulunan zıdlık devam etmektedir. Bu sebeple, sonradan
olanın, önceden olanı silip süpürmesi, önceden olanın sonradan olanı yok
etmesinden daha evlâ değildir. Aksine, ikincisi daha uygundur. Çünkü bir şeyi def etmek, onu ref etmekten daha
kolaydır.
b) Bu iki
taraf arasındaki zıdlık bulunduğu zaman, arız olanın arız olmasının şartı,
önce olanın zeval bulması olur. Biz önce olanın zeval bulmasını sonra olanın
arız olmasına bağlarsak, bu durumda devr-i fasit gerekir ki, bu da imkânsızdır.
c) Önce olan imanın mükâfaatı ile, sonra meydana gelen küfrün cezası, ya birbirine eşittir veyahut da bunlardan biri diğerinden fazladır. Eğer eşit olurlarsa, bunların birbirini götürmesi gerekir. Bu durumda da mükellef, ne mükâ-faat ehlinden, ne de ceza ehlinden olur ki, bu durum da icmâ ile bâtıldır. Eğer bunlardan biri diğerinden fazla olursa, bu durumda biz, imanın bir an için daha fazla olduğunu düşünelim.. Bu durumda, sonradan olan, karşı taraftan sadece kendisi kadar olan bir miktarı götürür.. Bu durumda da, mahiyyet itibariyle eşit olmalarına rağmen, hak edilen şeylerden, şu kısım değil de, ötekisi gitmiş olur. O zaman da bu, müreccihsiz bir tercih olmuş olur ki, bu da imkânsızdır. Veya önce olan imanın, sonra olan küfürden daha az olduğunu düşünelim.. Bu durumda, öncekinden daha fazla olan ve sonradan meydana gelen bu küfrün, ya bütün cüzleri, önceki imanı götürme hususunda müessir olur ki böylece de eser üzerinde kendi başına müstakil olan birçok müessir içtimâ etmiş olur ki, bu da imkânsızdır. Veyahut da.önce meydana gelen imanı izâle hususunda müessir olan, sonradan olan küfrün cüzlerinden, şunlar değil de, ötekiler olmuş olur. Bu durumda da bu, bazılarının müessir olması, müreccihsiz bir tercih olur ki, bu da imkânsızdır.
Böylece bizim anlattıklarımızla, şu husus ortaya çıkmış olur: Bir kimse önce mü'min olup, sonra da kâfir olduğunda, bu durumda bu önceki imanı, her ne kadar bir iman olarak kabul etsek bile, ne var ki o, Allgh katında bir iman sayılmaz. Böylece "muvâfaâf'ın, imanın iman, küfrün de küfür olabilmesi için şart olduğu anlaşılır. Ayetin delâlet ettiği husus, işte budur. Çünkü ayet, mür-ted olmanın bu hükümleri gerektirici olmasının şartının, mürtedin o irtidâdı üzere ölmesi olduğunu gösterir.
Fürû ile ilgili konu da şudur: Müslüman aynı zaman içinde namaz kılıp sonra irtidâd edip daha sonra tekrar müstüman olunca, bu kimse hakkında Şafiî (r.h) "O namazı tekrar kılmaz."; Ebu Hanife (r.h.) ise "Kıldığı o namazı kaza etmesi gerekir" demiştir. Hacc da böyledir. Şafiî (r.a)'nin delili,"İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) İşler boşa gitmiştir'' âyetinin, o kimsenin amelinin boşa gitmesi için kâfir olarak ölmesini şart koşmuş olmasıdır. Halbuki böyle bir şahıs hakkında bu şart tahakkuk etmemiştir. Binaenaleyh onun amelinin boşa gitmemiş olması gerekir. Buna göre eğer, "Bu. 'Eğer onlar şirke girselerdiyapa geldikleri her şey boşa gitmişti" (Enam, 88) ve, "Kim imanı tanımayıp kâfir olursa, her halükârda yaptıkları boşa gitmiştir" (Mâide,5) âyetleri ile tezâd teşkil eder. Mutlak olan âyetin, mukayyed olana ham-ledilmesi gerekir de denilemez. Çünkü biz bunun mutlak ve mukayyed babından olmadığını söylüyoruz. Âlimlerimiz, bir hükmü iki şarta bağlayıp, bu iki şarttan hangisi bulunsa o hükmün tahakkuk edeceğini söyleyen kimsenin, kölesine "Perşembe günü olduğu zaman sen hürsün; perşembe ve cuma günü olduğu zaman sen hürüsün" diyen kimse gibi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki şart da bâtıl olmaz. Perşembe günü geldiği zaman o köle âzâd olunur. Eğer bu kimse kölesini satsa, perşembe günü gelse, fakat o köle onun mülkünde olmasa, sonra yine bu adam o köleyi satın alsa ve köle onun mülküne dönmüş olduğu halde cum'a günü olsa, bu köle ilk şarta bağlı olarak âzâd edilmiş olur.
Bu ayeti delil getirme hususunda ikinci bir soru vardır; Bu âyetin, mürted olarak ölmenin, âyette zikredilen hükümler için bir şart olduğuna delâlet ettiğini (söylüyorsunuz), halbuki biz bu hükümlerden birisinin de cehennemde ebedî kalma olduğu, bunun ise ancak bu şart ile tahakkuk edeceğini söylüyoruz. Sizinle bizim aramızdaki ihtilâf amellerin boşa gitmesi hususundadır. Halbuki amellerin boşa gitmesi için, kişinin mürted olarak ölmesinin şart olduğuna âyette bir delâlet yoktur" denirse; birinciye şu şekilde cevap veririz: Bu mutlak ve mukayyed babındandır, hükmün bir veya iki şarta bağlanması konusundan değildir. Çünkü hükmün bir veya iki şarta bağlanması, ancak o hükmün bunlardan birine bağlanması, diğer şarta bağlanmasına manî olmadığı zaman doğru olur. Halbuki bizim meselemizde, eğer sadece irtidadı, amellerin boşa gitmesi hususunda müessir kılarsak, geriye mürted olarak ölmenin amellerin boşa gitmesinde hiç tesiri kalmaz. Bundan dolayı biz bunun, hükmün bir veya iki şarta bağlanması cinsinden değil, aksine mutlak ve mukayyed babından olduğunu anlarız.
İkinci soruya da şu şekilde cevap veririz: Ayet, mürted olmanın, ancak bu şekilde mürted olarak ölme şartına bağlı olarak amelleri boşa çıkardığına delâlet eder. Halbuki âyet cehennemde ebedî kalmanın mürted olarak ötme şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Bu takdire göre, sual düşer.
Cenâb-ı Allah'ın,"O gibilerin yaptığı (iyi)
işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" âyetiyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[112]
Dilciler,
kelimesinin asıl manasının, "devenin kendisine zarar veren bir şeyi
yiyip, bundan dolayı karnı şişerek ölmesi" olduğunu
söylemişlerdir.Nitekim hadiste, "Baharın bitirdikleri bitkiler arasmda,
çok yeme ile hayvanı öldürecek veya ölüme yaklaştıracak şeyler vardtr"[113]
buyurulmuştur. Amellerin boşa gitmesi de, kelimesiyle ifâde edilmiştir. Çünkü
bu, ifsâd edici şeyin kendisine arız olması sebebiyle bir şeyin bozulmasına
benzer.
[114]
Amellerin boşa çıkarılmasından maksad, amelleri boşa çıkarmak değildir. Çünkü amel, ortaya çıkıp sonra kaybolan birşey gibidir. Yok olan şeyi, tekrar yok etmek imkânsızdır. Kelamcılar bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Amellerin boşa çıkarılması ve tekfirini kabul edenler, amellerin boşa çıkarılmasından maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: Sonradan meydana gelen mürtedliğin cezası, ondan önce bulunan imânın mükâfaatını. Mu'tezile'den Ebû Hâşim ile sonraki alimlerin çoğuna göre, ya muvâzenet (bu ikisinin birbirine denk olması) şartıyla veyahut da, Ebû Ali'nin mezhebine göre, muvâzenet şartt olmaksızın silip-götürmesidir.
Bu manada bir habtı (boşa çıkarmayı) kabul etmeyenler
ise, Allah'ın kitabındaki "ihbât"dan (amelleri boşa çıkarmadan)
muradın şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: Mürted, irtidâd ettiği zaman bu,
amellerini boşa çıkaran bir iş olur. Çünkü irtidâd eden kimseye, boşa çıkan
amellerinin yerine, mükâfaatı yeniden hakedeceği bir amel yapması mümkündür. Bu
şahıs, yeni bir amel yapmadığı zaman boşa çıkan amellerinin yerine, istifâde
edemeyeceği, aksine ondan dolayı zararların en büyüğüne dûçâr olacağı kötü
ameller işlediğinde, "O kimse amelini ihbât etti (boşa çıkardı)"
denilir, yani "Faydası olmayan aksine zararı bulunan bâtıl bir amel
yaptı" demektir. Sonra bu görüşte olanlar sözlerine şu şekilde devam
etmişlerdir: "İhbât" (amelleri boşa çıkarma) hususunda söylediğimiz
bu şey, "ihbât" kelimesi için ya "hakiki" manadır veya
mecazîdir. Eğer bu hakiki mana ise, bunu almak lazım. Eğer mecazî manası ise,
yine bunu almak gerekir. Çünkü imanın sahih olması için muvâfâtın şart olduğu
meselesinde kesin deliller zikrettik. Bu, sonradan meydana gelen fiilin
eserinin,önceki fiilin eserini silip yok edeceğini söylemenin imkânsız olduğuna
binâendir.
[115]
Amellerin dünyada boşa çıkarılması; irtidâd eden kimsenin ele geçirildiğinde öldürülmesi, yakalanıncaya kadar onunla savaşılıp mücadele edilmesi, mü'minlerden herhangi bir dostluk, yardım ve güzei bir övgüye lâyık görülmemesi mü'mine olan hanımının ondan bâin talak ile ayrılması ve müslüman akrabalarının mirasına konamamasıdır.
Ayetteki,"Onların (iyi) işleri dünyada boşa
gitmiştir" hükmünün manasının şu şekilde olması da mümkündür:
"Onlarrn, mürted olmalarından sonra müslümanlara zarar vermeyi,
müslümanların dinlerinden çıkmak suretiyle onlara tuzak kurmayı istemeleri
gibi, bütün bu şeylerin hepsi bâtıl olmuştur. Çünkü Allah İslâm'a yardım eden
mü'minler vasıtasıyla İslâm'ı güçlendirdiği için, onlar hiç birşey elde
edemezler. "Bu açıklamaya göre onların "amelleri", irtidâd
ettikten sonra yaptıkları işler manasına gelir. Onların amellerinin ahîrette
boşa çıkması hususuna gelince, ihbâtı (amellerin boşa gitmesini) kabul edenlere
göre,"Bu irtidâd, onların mürted olmadan önce yaptıkları ameller
sebebiyle hakettikleri sevaba müstehak olmalarını iptal eder"
manasınadır. İhbâtı kabul etmeyenlere göre ise bunun mânâsı şudur: "Onlar
mürted olmalarından dolayı, ahirette hiçbir fayda ve mükâfaattan istifâde
edemezler. Aksine irtidadlarından dolayı zararların en büyüğünü görürler."
Sonra Cenâb-ı Hak o büyük zararın nasıl olduğunu
beyân ederek, "Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedî
kalıcıdırlar" buyurmuştur.
[116]
''Şüphesiz iman edenler ve Allah yolunda hicret edip
cihâd edenler (yok mu?) İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah gafur ve
rahimdir•"(Bakara. 218).Âyetle ilgili iki mesele vardır:
[117]
Bu ayetin, kendinden önceki âyetler ile iki yönden
bağı vardır:
a)
Abdullah b. Cahş (r.a), "Ya Resûlallah farzet ki
yaptığımız işe bir ceza gerekmiyor. Buna göre biz
ondan herhangi bir ücret ve mükâfaat bekleyebilir miyiz?" dediği zaman bu
ayet-i kerime nazil oldu. Çünkü Abdullah da, mü'min, muhacir ve bu seriyyesi
sebebiyle bir mücâhid idi.
b) Allah
Teâlâ, daha önce, "Sizin hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz
kılındı" âyetiyle cihâdı farz kılıp» cihâdı terketmenin ilâhî tehdide
sebeb olacağını beyân buyurunca, bunun peşisıra cihadı yerine getiren
kimselerden bahsederek, "Şüphesiz imân edenler, ve Allah yolunda hicret
edip cihâd edenler..." buyurmuştur. Neredeyse Kur'an-ı Kerim'de hiçbir va'id yoktur ki peşinden bir vaad
gelmemiş olsun.
[118]
Ayetteki, kelimesinin manası, "Onlar vatanlarını ve kabilelerini terkettiler" şeklindedir. Bu kelimenin kökü, "vuslat" in zıddı olan, masdarıdır. Kötü söze de, denilmesi de bu manadandır. Çünkü kötü söz ayrılmayı gerektirir. Öğlenin sıcağında işin bırakıldığı vakte, denilir. kelimesi, masdarından müfâ'ale vezninde bir masdardır. Bunun manasının, dostlarının ve yakınlarının müslümanlığa girmiş olması sebebiyle onu terketmiş olmaları olması da caizdir. O da bu sebebten dolayt onları terkedip ayrılmıştır. Böylece bu bir hicret, (muhaceret) olmuştur.
kelimesinin aslı, meşakkat anlamına gelen, masdarıdır. "Mücâhede"nin o kimsenin, Allah'ın dininin üstün gelmesi için gayretini, başkalarının gayretlerine katması manasına olması caizdir. Nitekim "müsâade" (yardımlaşma), daha fazla destek ve kuvvet meydana gelmesi için insanın dirseğini, başkalarının dirseğinin yanına getirmelerinden ibarettir. "Mücâhede" kelimesinden muradın, düşman savaşırken düşmana karşı savaşmak için bütün gayreti sarfetmek manası olması caizdir. Bu da, karşılıklı yapmayı ifâde eden "müfâ'ale" vezni ile ifâde edilir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "işte onlar Allah'ın rahmetini
umarlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki izah vardır:
a) Bundan murad, beklenen faydaları ummaktan ibaret olan "recâ' (ümid) dir. Allah Teâlâ burada, onların Allah'ın sevabını ummakta olduklarını kastetmiştir. Çünkü Abdullah b. Cahş, yaptığı işte kazançlı çıktığını ve sevap elde ettiğini kesin olarak bilemiyor, fakat bunu bekliyor ve umuyordu.
Buna göre eğer, "Niçin başka ayetlerde olduğu gibi gelmeyip, burada va'ad-i İlahî mutlak olarak "recâ" (ümid) kelimesiyle ifâde edilmiştir?" denilir ise, deriz ki:
Buna birkaç yönden cevap verilir:
1) Bizim
anlayışımıza göre, iman ve amelden dolayı sevap almak, aklen vâcib değildir,
bilâkis bu, va'ad hükmünden dolayıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak sevabı,
ümit etmeye bağlı kılmıştır.
2)
Farzedelim ki1 iman ve amelden dolayı sevap elde etmek, va'ad hükmünden dolayı
aklen vâcib olsun.. Fakat bu, bundan sonra bir daha küfretmemeye bağlıdır ki,
bu şart ise, kesin ve kat'î olmayıp, şüpheli bir durum arzetmektedir.
Binaenaleyh ortaya çıkan netice ümit etmek olup, kat'î bir neticeye varmak
değildir.
3) Burada
zikredilen iman, hicret ve Allah yolunda cihâd etmektir. Bununla beraber öte
yandan insanın, başka ameller de yapması lazımdır. Bu da, onu Allah'ın bu.üç
ameli yapmaya muvaffak kılması gibi, aynı şekilde diğer amelleri ifa etmeye
muvaffak kılmasını dilemesi ve ümit etmesidir. İşte bu sebeptedir ki onu
Cenâb-ı Hak, ümit etmeye bağlı ve müteallik kılmıştır.
4) Âyet-i
kerimeden murad, Allah'u Teâlâ'nın bu mağfiret hususunda kulu şüphe içinde
bırakması olmayıp, aksine onları, Allah'ın hakları hususunda kendi nefislerini
eksik ve noksan telâkki ederek, hicret ve cihad ile dünyayı terketmekle; Allah
ibadetini layık-ı veçhile yapamadıklarını ve dine yardım hususunda üzerlerine
düşen vazifeleri tam ifâ edemediklerini görüp, bundan dolayı da ümit ve korku
içinde Allah'a yönelmekle vasfetmiş olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmaktadır;"Ve onlar verdiklerini Raöİerine döneceklerinden kalbleri
ürperti duyarak verirler..." (Mü'minun. 60).
b) "Recâ" dan murad, sevabın aslı hakkında kat'ilik ve kesinliktir. Zan ise sadece, onun kemmiyeti ve vakti hususunda sözkonusudur. Bu görüşün izahında da, birkaç yön bulunmaktadır ki, biz bu yönleri,"Onlar, Rablerine kavuşacaklarını kesin olarak bilirler" (Bakara, 46) âyetinin tefsirinde açıklamıştık.
Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah gafur ve rahimdir" (Bakara.
218) buyurmuştur. Yani, onlar iman ve amel-i sâlih üzere öldükleri zaman,
Cenâb-ı Allah onların ümitlerini, onlar lehine olmak üzere tahakkuk ettirecektir.
Çünkü O, gafur ve rahimdir. Nitekim Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının (r.a)
bilmediği kusurlarını bağışlamış ve onlara merhamet etmiştir[119]
'Sana içki ve kumar hakkında soruyorlar. De ki:"
Onlarda hem büyük günah hem insanlar için bazı faydalar vardır. Günahları ise,
faydalarından daha büyüktür"(Bakara, 219).Bilki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana
içki ve kumar hakkında soruyorlar... ' buyruğunda onların neden suâl
ettiklerinin bir beyânı mevcut değildir. Onların, bu şeylerin hakikat ve
mahiyetinden ondan istifâde etmenin helâl olup olmadığından suâl etmeleri
mümkün olduğu gibi, aynı şekilde onu içmenin helâl ve haramltğını sormuş
olmaları da ihtimal dahilindedir. Ancak Cenâb-ı Hak, haram olduğunu zikrederek
cevap vermiş olduğu için, cevabın tahsis edilmiş olması, bu suâlin onların
helâl olup olmadığı hususunda vaki olduğuna delâlet etmiştir.Ayette bazı
meseleler vardır:
[120]
Âlimler, içki hakkında dört âyetin nazil olduğunu söylemişlerdir. Mekke'de,"Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden içki ve güzel birrızık edinirsiniz" (Nahl,67) âyeti nazil oldu. Müslümanlar o sırada içki içiyorlardı ve içki de onlara helâl idi. Sonra Hz. Ömer, Muâz ve bir grup sahabe, Hz. Peygamber'e, "Ya Resûlallah, bize içkinin hükmünü söyle.. Çünkü içki, bizim aklımızı gideriyor, malımızı, tüketiyor" dediler. Bunun üzerine, "De ki:"Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bazı faydalar vardır" (Bakara, 219) âyeti nazil oldu. Bu âyet nazil olunca, bazı müslümanlar içki içmeye devam etti, bir kısmı ise içkiyi bıraktı. Sonra Abdurrahman İbn Avf, bir grup müslümanı yemeğe davet etti.. Yemek sırasında onlar içki içip sarhoş oldular. Bir kısmı namaza kalktı ve namazda, Kâfirûn sûresini, "De ki: "Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım" şeklinde okudu.. Bu hâdise üzerine, "Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz durumda namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43)âyeti nazil oldu. Bu ayet nazil olunca, içki içenlerin saytsı azaldı. Sonra, içlerinde Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın bulunduğu bir grup ensar, yemek yemek için biraraya geldiler.. İçki içip sarhoş olunca, karşılıklı olarak övünmeye ve şiirler okumaya başladılar. Bu sırada Sa'd İbn Ebî Vakkas, içinde, ensarın hicvedildiği bir şiir okudu. Bunun üzerine ensârdan birisi devenin çene kemiğiyle ona vurdu ve başında büyük bir yara açtı.. Bunun üzerine Sa'd da onu Hz. Peygamber'e şikâyet etti. Hâdiseden dolayı Hz. Ömer, "Allah'ım, bize içki hakkında, sıkıntımızı giderecek bir açıklama gönder" dedi. Bunun üzerine,''İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, ancak şeytanın ameli olan birer pisliktirler. Bundan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah 't anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık, vazgeçersiniz değil mi?" (Maide, 90-91) âyeti nazil oldu. Bu ayet inince Hz. Ömer, "Vazgeçtik ya Rabbi!" demiştir.
Kaffâl (r.h.) şöyle demiştir: "İçkinin böyle bir tertip üzere haram kılınmasının hikmeti şudur: Allah'u Teâlâ, insanların içkiye alışmış olduklarını ve bundan istifâdelerinin de çok olduğunu; binaenaleyh, içkiyi onlara bir seferde haram ederse, bunun onlara zor geleceğini biliyordu.. İşte bundan dolayı, içkinin haram kılınmasında Cenâb-ı Hak bu tedriciliği ve yumuşaklığı gözetmiştir."
Bazı âlimler, Allah'u Teâlâ'nın jçki ve kumarı bu
ayetle haram kıldığını, "Sarhoş olduğunuz durumda namaza yaklaşmayınız"
(Nisa, 43) ayetinin ise daha sonra nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu sonraki
âyet (Nisa, 43) içki içmenin namaz vaktinde haram olmasını iktizâ eder. Çünkü
içki içen kimsenin, sarhoş olmaksızın namaz kılması mümkün değildir.
Binaenaleyh sarhoşken namaz kılmaktan men etmek, zımnen içki içmekten men etmektir.
Daha sonra ise, içkinin haramhğını ifâde etme hususunda en katî hükmü ihtiva
eden Maide 90 ayeti nazil olmuştur. Rebi' İbn Enes-den, bu ayetin, içkinin
haram kılınmasından sonra nazil olduğu rivayet edilmiştir[121].
Bil ki bizce, bu ayet içkinin haramlığına delâlet
etmektedir. Biz, bu noktada "hamr" in ne olduğunubeyân etmek, sonra
da bu ayette bahsedilen içki içmenin
haramlığını açıklamak
zorundayız.Birinci makam, "hamr" in ne olduğunun izahı
hususundadır. Şafiî (r.h). sarhoşluk veren her içkinin "hamr"
olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife ise, "Hamr, köpük atmış kuvvetli (iyice
fermante) olmuş üzüm suyundan İbarettir" demiştir.İmâm-i Şafiî'nin
görüşüne birkaç yönden delil vardır:
[122]
1) Ebu
Davud'un Sünen'inde de rivayet ettiği şu hadis. Sabi, İbn Ömer (r.a)'den, Hz.
Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: İçkinin haramlığmı bildiren ayet
nazil olduğu zaman, içki şu beş şeyden yapılıyordu: Üzüm, hurma, buğday, arpa
ve mısır... Hamr, aklı götüren şeydir. Bu rivayet ile üç bakımdan istidlal
edilir:
a) Hz.
Ömer, içkinin haram olduğunu bildirdiği gün, üzümden ve hurmadan yapıldığı
gibi, arpadan ve buğdaydan da yapıldığını haber vermiştir. Bu, onların bu
içkilerin hepsine "hamr" adını verdiklerine delâlet eder.
b) O,
"İçkinin haramlığını bildiren âyet nazil olduğu zaman, içki bu şeylerden
yapılıyordu" demiştir. Bu, içkinin haram kılınmasının, bu beş şeyin haram
kılınmış olmasını içine almış olduğunu açıklama gibidir.
c) Hz.
Ömer (r.a) bunlara, aklı alan hertürlü içkiyi İlâve etmiştir. Şüphesiz Hz.
Ömer, gerek lügat gerekse rivayeti itibarı ile, kelimesinin aklı gideren ve
bozan herşeye isim olarak verildiğini biliyordu.
2) Ebu
Davud, Nu'man b. Beşir (r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir:"Üzümden içki otur, hurmadan, baldan, buğdaydan ve
arpadan içki olur. Bu hadis ile iki bakımdan istidlal edilir:
a) Bu,
sayılan şeylerin "hamr" isminin manasına dahil olduğunu, binaenaleyh
"hamr" (içki) nin haramlığını gösteren ayetin hükmüne girdiklerini
açıkça gösterir.
b) Şâri'in
maksadı, kelimeleri öğretmek değildir. Binaenaleyh Hz. Peygamberin bundan
muradının "hamr" (içki) hakkında sabit olan hükmün bu sayılanlar
hakkında da sabit olduğunu veya "hamr"a (içkiye) has olan meşhur
hükmün, onun içilmesinin haramlığı olduğunu beyan etmek olması gerekir. Bundan
dolayı, bu hükmün, bu içkilerde de bulunması gerekir. Hattabî (r.h), "Hamr
isminin bu beş şeye tahsis edilmesi, içkinin sadece bu beş şeyden yapılması
sebebiyle değildir. Bu zamanda bu beş çeşit içki meşhur ve malum olduğu için,
özellikle bunlar zikredilmiştir. Binaenaleyh bunlar gibi olan mısır, arpa veya
meyve sularının hükmü de bu beş şeyin hükmü gibidir. Nitekim riba (faiz) ile
ilgili haberde bilhassa altı maddenin zikredilmiş olması, riba hükmümün
bunların dışındaki maddelerde de cereyan etmesine manî olmuyordu.
3) Yine Ebu Davud'un Nafi'den, O'nun da İbn Ömer (r.a)' den rivayet ettiğine göre. İbn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini söylemiştir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (içki) dir ve sarhoştuk veren herşey haramdır."
Hattabi şöyle demiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.s.)"Her sarhoşluk veren şey içkidir" sözü iki şeye delâlet
etmektedir:
a)
"Hamr" içildiği zaman sarhoşluk veren bütün içeceklere verilen bir
isimdir. Bundan murad şudur: Ayet-i kerime, "hamr" in haram
kılındığına delâlet edince ve muhataplarca "hamr"dan ne kastedildiği
bilinmeyince, Şârî Hz. Peygamber tarafından, "Allah Teâlâ'nm, bu lâfızdan
muradı şudur"denilmesi yerinde olur. Bu ise, ya o kelimenin Arapçadaki
manasını açıklamak suretiyle olur, veyahut da "salat",
"savm" ve benzeri diğer ibadetlere verilen isimlerde olduğu gibi o
kelimeye yeni bir mana kazandırmak suretiyle olur.
b) Hadisin
manasının, "O, haramlık hususunda "hamr" gibidir" şeklinde
olmasıdır. Çünkü "her sarhoşluk veren şey hamrdır" sözünün hakiki manası,
o şeyin aslında bir "hamr" (içki) olduğunu gösterir. Şayet bunun
imkânsız olduğuna dair bir delil bulunursa, o takdirde bunu mecaz yolu ile
sadece o şeyin hususiyeti olan hükümdeki bir benzerliğe hamletmek gerekir.
4) Ebu Davud, Hz. Aişe (r.anha)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygayber (s.a.s)'e köpürmüş bal şırası sorulunca o şöyle dedi:"Her sarhoşluk veren içecek haramdır."
Hattabi şöyle demiştir: "Köpürmüş bat şırası,
baldan yapılan bir içkidir. Hz. Peygamber'in bu hadisinde, nebizleri helâl
sayan kimselerin zikrettiği bütün izahların geçersiz olduğunu ve "sarhoş
eden şeylerin azı mubahtır" diyenlerin görüşlerinin tâsid olduğunu ortaya
koyan bir sarahat vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'e sadece bir çeşit nebiz
hakkında soru sorulmuş, o da cevaben bütün nebizlerin haram olduğunu söyleyerek
cevap vermiştir ki bu hükme nebizin azı da dahil olur, çoğu da.. Şayet bu
hadiste nebizin nevileri ve miktarı hususunda bir tafsilât bulunmuş olsaydı, bu
zikredilir, gözardı edilmezdi.
5) Ebû
Davud'un Cabir İbn Abdullah'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin, azı da haramdır. "
6) Yine,
Kasım'dan,on un da Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Allah'ın Resulünü şöyle derken işittim:"Sarhoşluk veren her şey
haramdır; bir ferak sarhoşluk veren şeyin avuç dolusu miktarı bite haramdır."
Hattabî şöyle demiştir: "Ferak" onaltı rıtl'lık bir tartı birimidir..
Öyleyse bu hadiste, haramtığın içkinin cüzlerinin tamamını içine aldığına dair
çok sarih bir açıklama bulunmaktadır.
7) Ebu
Davud'un Şehr İbn Hûşeb'den, onun da Ümmü Seleme'den rivayet ettiğine göre,
Ümmü Seleme şöyle demiştir:"Hz. Peygamber (s.a.s),sarhoşluk veren her şey
ile, gevşemeye sebep olan (müfettir) herşeyden ümmetini nehyetmiştir."
Hattabî şöyle demiştir: ''Müfettir, uzuvlarda gevşeme ve uyuşukluğa sebeb olan
şeydir." Şüphesiz bu, bütün içecek nevilerine şamil olmaktadır. İşte
zikrettiğimiz bütün bu hadisler, sarhoşluk veren her şeyin hamr, binaenaleyh
haram olduğuna delâlet etmektedir.
[123]
Her sarhoşluk veren şeyin "hamr" (içki) olduğuna dâir kelime iştikakı ile ilgili deliller: Dilciler şöyle demişlerdir: Bu, kelimesinin esas manası "örtmek"tir. Kadının başını örttüğü için, baş örtüsüne, denilmiştir. Ağaç, çukur ve tepe gibi insanın arkasına gizlendiği şeylere de, denilir. "Kabın ağzını örttüm" manasına, denilir. Şahidliğini gizleyen kimseye, denilir. Ibnü'l-Enbâri ise şöyle demiştir: "Aklı bulandırdığı yani karıştırdığı için içkiye, denilmiştir. Nitekim "hastalık aklını karıştırdı" anlamında, denilir. (Şair) Küseyir'e ait şu şiir okunur: "Aklı bulandıran bir dert olmaksızın afiyetle (yeyiniz)." "Hastalık ciğerini örttü" denilir." İbnü'l-Enbâri'nin zikrettiği bu misal ilk mana ite ilgilidir. Çünkü birşey birşey ile Karıştığı zaman, o adetâ onu örtmüş gibi olur. İşte iştikak ile ilgili bu açıklamalar "hamr" in, aklı örten birşey olduğuna ve aynı şekilde aklı sarhoş edip perdelediği için "müskir" olarak isimlendirildiğine delâlet eder. İçki, bir-şeyi örtmek manasına kullanılan, (onu örttü) fiilinin masdarıyta, mübalağa ifâda etmek için isimlendirilmiştir.
Sözün özü şudur: "Hamr", sarhoşluktur.
Çünkü sarhoşluk aklı örter ve onun nurunun (gücünün) diğer organlara ulaşmasına
mani olur. İşte bu iştikak ile ilgili izahlar, "hamr" kelimesinin
sarhoşluk veren herşeye delâlet ettiğini gösteren en kuvvetli delillerdendir.
Bu delile bir de sayısız hadis-i şerif katılınca ya durum nasıl olur? "Bu,
kelimenin manasını kıyas yoluyla ortaya koymaktır. Bu ise caiz değildir"
denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu, bir kelimenin mânâsını kıyâs ile ortaya
koymak değildir. Aksine bu, iştikak ile ilgili açıklamalar vasıtasıyla
kelimenin taşıdığı mânâyı belirlemektir. Nitekim Ebu Hanife'nin talebeleri
(r.h) "Nikâh" kelimesinin asıl manası, "basmak ve cima
yapmak"tır derler ve bu manayı, kelimenin iştikakı ile ilgili
açıklamalarından çıkarırlar. Yine "Savm" kelimesinin esas manasının
"el çekmek ve geri durmak" olduğunu söylerler ve bu kelimenin
ıstılahı manasını da iştikak ile ilgili açıklamalardan çıkarırlar.
C) Her
sarhoşluk veren şeyin "hamr" (içki) olduğuna delâtet eden delillerden
biri de şudur: Ümmet-i Muhammed "hamr" hakkında üç ayet geldiğinde,
bunlardan ikisinde "hamr" kelimesinin zikredilmiş olduğunda icmâ
etmişlerdir. Ayetlerden birincisi bu ayettir (Bakara, 219) İkincisi, Mâide süresindeki
ayettir (Maide, 90) Üçüncü ayet ise,
kendisinde, sarhoşlar kelimesi gelen Nisa süresindeki, (Nisa, 43) ayetidir. İşte
bu, "hamr" dan muradın sarhoşluk veren herşey olduğuna delâlet etmektedir.
D)
"Hamr"lın (içkinin) haram kılınmasının sebebi şudur: Hz. Ömer ve
Mu'az (r.ah): "Ya Resûlallah, hamr aklı gidermekte, malı yok etmektedir.
Bize bu hususta bir hüküm ver" demişlerdir. Onlar bu sözlerinde,
"hamr" aklı gidermesi sebebiyle Allah'tan ve Resulünden bir fetva
istemişlerdir. Binaenaleyh bu mânâda "hamr" (içkiye) müsavi olan
herşeyin ya "hamr" sayılması veyahut da bu hükümde "hamr"
gibi sayılması gerekir.
E) Allah
Teâlâ, "hamr" in (içkinin) haram kılınmasının sebebini şu sözüyle
açıklamıştır:"Şeytan içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin
sokmak, sizi Allah'/ anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..'' (Maide,91). Şüphe
yok ki şeytanın bu fiilleri, sarhoşluk ile irtibatlandırılmıştır. Aradaki bu
irtibat kesin ve ka-tîdir. Buna göre bu ayet-i kerime, "hamr"ın
(içkinin) haram kılınmasının, onun sarhoş edici oluşuyla ilgili olduğu
hususunda bir nassdır.Sarhoşluk veren herşeyin "hamr" (içki) olduğunu
söylemenin gerektiği hususuna gelince; şayet böyle değil ise bile bu hükmün
sarhoşluk veren her-şeyde bulunması gerekir. İnsaflı olan ve inadı terkeden
herkes, bu açıklamaların, bu görüşün isbatı hususunda son derece açık deliller
olduğunu anlar.Ebu Hanife (r.h)'nin delili de birkaç yöndendir.
1) Cenâb-ı Hakk’ın "Hurma ağaçlarının
meyvesinden ve üzümlerden içecek şey ve güzel bir rızık edinirsiniz"
(Nahl, 67) ayetidir. Hak Teâlâ, içecek şeyler ve güzel nzıklar edinmemize
fırsat vererek bize lütufta bulunmuştur. Biz onlardan içecek şeyler ve güzel
nzıklar elde ediyoruz. Binaenaleyh onların mubah olması gerekir. Çünkü lütf-u
İlâhi ancak mubah şeylerde olur.
2) İbn
Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s), veda Haccı
yılında "Sikâye" ye gelir ve oraya yaslanarak, "Bana içecek
birşey veriniz" der. Bunun üzerine Abbas (r.a), "Sana evlerimizde
yaptığımız şıralardan vereyim mi?" der. Hz. Peygamber (s.a.s)
"Herkese verdiğinizden verin" buyurur. Abbas (r.a) O'na bir bardak
şıra getirir. Hz. Peygamber (s.a.s) onu koklar, kaşlarını çatar ve onu geri
verir. Abbas (r.a) da, "Ya Resûlallah, sen Mekkelflerin İçeceklerini bozuk
saydın" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Bardağı bana geri
verin" der ve bardak geri getirilince, biraz zemzem suyu ister. Bu zemzem
bardağa katılır ve Peygamberimiz bunu içip şöyle buyurur: "Bu içecek şeyler
size ağır gelince, onun sertliğini su ile kırmız''[124] Bu
hadis ile şöyle istidlal edilir: Peygamber Efendimiz kaşlarını, ancak getirilen
o meşrubatın sertliğinden ötürü çatmıştır. Meşrubatı su ile
karıştırmak,hadisin de delâlet ettiği gibi sertliğini kırmak içindir. Nasıl
devenin sarhoşluğu ve azgınlığı manasında, ifâdesi kullanılıyor ise, de, içecek şeyin sertliği ve şiddeti
manasındadır.
3) Sahabeden gelen haberlere tutunmak da üçüncü delildir.
Ebu Hanife'nin birinci deliline şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın, "Onlardan içecek şey ve güzel bir nzık edinirsiniz" (Nahl, 67) ayetindeki, kelimeleri, müsbet cümlede gelmiş olan nekire kelimelerdir. Binaenaleyh siz niçin, bu içecek şeyin ve güzel rızkın "o şıra" olduğunu söylediniz? Hem sonra müfessirler bu ayetin, "hamr" ın (içkinin) haramtığına delâlet eden diğer üç ayetten önce nazil olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. O halde o üç ayet, bu ayeti ya neshetmişler yahut da tahsis etmişlerdir.
Ebu Hanife'nin delili olan hadîse gelince, belki de
bu hadiste bahsedilen şıra, acılığı gitsin diye içine hurma atılmış olan,
böylece de tadı biraz ekşiye kaymış olan bir su idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in
tabiatı son derece lâtif idi. Bundan dolayı O'nun bu yüce tabiatı bu tada
tahammül edemedi ve yüzünü ekşitti. O bardağa zemzem katmasının gayesi ise ekşiliğin
ve kötü kokunun giderilmesi içindir. Hulâsa, her akıllı kimse bilir ki, bu
kadarlık zayıf bir istidlale tutunarak bizim zikrettiğimiz delillerden yüz
çevirmek doğru değildir.
Sahabeden gelen haberlere gelince, bunlar da birbiriyle
çelişik ve mütenâkızdırlar. Bundan ötürü onları tamamen bir tarafa bırakıp,
Allah'ın kitabının ve Resulünün sünnetinin zahirine başvurmak gerekir. İşte
"hamr"in hakikatine dâir söylenecek söz bundan ibarettir.
İkinci makam:
Bu ayetin içkinin haram olduğuna delâlet ettiğinin açıklanması hakkındadır.
Bunun izahı birkaç yöndendir:
a) Ayet,
"hamr"ın (içkinin) günah ihtiva ettiğine delâlet etmektedir. Kendisinde
günah olan birşeyi yapmak ise,
Ve ki:"Rabbim ancak hayasızlıkları, onların
gizlisini ve açığını, hertürlü günahı ve azgınlığı haram kılmıştır"
(Apraf, 33) âyetinin delâlet ettiği gibi, haramdır. Böylece bu iki âyetin
neticesi, içkinin haram olduğuna bir delil olmuş olur.
b)
"İsm" (günah) kelimesiyle bazan ceza, bazan da kendisi sebebiyle
cezaya müstehak olunan günahlar kastedilir. Hangi manası kastedilirse kastedilsin, kelimesiyle ancak haram kılınmış olan şeyin
vasfedilmesi doğru olur.
c) Allah
Teâlâ, "Bunların günahları ise, faydalarından daha büyüktür"
buyurmuş, böylece "ism'in (günahın), cezaya üstün olduğunu ortaya
koymuştur. Bu ise o şeyin haramlığını gerektirir. Buna göre eğer, "Ayet-i
kerime, içki içmenin tamamen günah olduğuna değil, onda bir günahın bulunduğuna
delâlet etmektedir. Farzedelim ki bu günah haram olsun. O halde siz, niçin,
"Kendisinde bu günah bulunduğu için içkiyi içmenin haram olması
gerekir" dediniz?" denilirse biz de deriz ki: Çünkü bu âyetin
inmesine sebep olan sual mutlak olarak "hamr", içki hakkında
sorulmuştur. Allah Teâlâ, onda bir günah bulunduğunu beyan edince, bundan bu
günahın bütün durumlarda söz konusu olduğu murad edilmiş olur. Böylece içki
içmek, haram olmayı gerektiren bu günahı işlemiş olmayı ifâde eder. Haram
kılınmış şeyi işlemek ise haramdır. Bu sebeple içkiyi içmenin haram kılınmış
olması gerekir.
[125]
Bazı alimler içkinin haramlığına bu ayetin delâlet
etmediğini söylemişler ve buna birkaç yönden delil getirmişlerdir:
a) Allah
Teâlâ, içkide insanlar için bazı faydaların bulunduğunu söylemiştir. Haram olan
şeyde ise hiçbir fayda olmaz.
b) Şayet
içkinin haramlığına bu ayet delâlet etmiş olsaydı, mü'minler bu ayet-i kerime
ile yetinirler, böylece de Mâide Süresindeki {Mâide, 90) ayeti ile Nisa Süresindeki (Nisa, 43) âyetinin inmesine
gerek kalmazdı.
c) Allah Teâlâ, içki ve kumarda büyük bir günahın bulunduğunu haber vermiştir. Bu ifâdenin muktezası, bu büyük günahın o iki şey beraber bulunduğu sürece söz konusu olduğudur. Şayet bu büyük günah içkinin haramlığı için bir sebep olmuş olsaydı, içkinin diğer şeriatlarda da haram olduğunu söylemek gerekirdi.
Bu kimselerin birinci deliline şöyle cevap verilir: "Onda, dünyevî geçici bir faydanın bulunması, haram kılınmasına mani değildir.Durum böyle olunca, kumar ve içkide herhangi bir faydanın bulunmuş olması, onların haram kılınmalarına mâni değildir. Çünkü "hâs" olan bir hükmün doğruluğu, âmm olan bir hükmün de doğruluğunu gerektirir."
Bunların ikinci delillerine ise şöyle cevap verilir: "Biz, İbn Abbas (r.a)'dan bu âyetin içkinin haram kılınması hususunda nazil olduğunu rivayet etmiştik, Senin söylediğin, bu âyetin içkinin haramlığına delâlet etmediği görüşü ise, sahabeden rivayet edilmemiştir. Şayet senin dediğin gibi olsaydı, sahabe-i kiramın içkinin haramlığı hususunda bu âyetten daha kuvvetli bir âyetin indirilmesini istemeleri caiz olurdu. Nitekim, Hz. İbrahim (a.s), kalb huzuru ve itminanını artırmak için, Allah Teâlâ'dan, ölüleri diriltişini görmeyi istemişti."
Bu görüşte olanların üçünü deliline de şöyle cevap
verilir: "Allah Teâlâ'-nın, "Onlarda büyük bir günah vardır"
buyruğu, geçmişten değil şimdiki halden haber vermektedir. Bize göre Allah
Teâlâ, içki içmenin onlar için o zamanda kötü bir şey olduğunu, daha önceki
ümmetler için ise kötü bir şey olmadığını biliyordu." İşte bu konuda
söylenecek sözün tamamı bundan ibarettir.
[126]
Üçüncü mesele kumarın ne olduğu konusundadır. Diyoruz
ki, kelimesi kumar manasında ve,
kelimeleri gibi, fiilinden masdardır. Bir kimse birisiyle kumar oynadığı
zaman, der. Alimler, "meysir" kelimesinin iştikakı (türetilişi) hususunda
birkaç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:
1) Mukâtil, bu kelimenin, (kolaylık) kökünden olduğunu söylemiştir. Çünkü kumar,bir insanın elindeki malını yorulmadan ve çaba sarfetmeden, kolayca ve meşakkatsizce almaktır. Araplar, yani, şu kesimlik hayvanların parasında bize kolaylık gösterin" derler. Yahut da bu kelime, (zenginlik) kelimesinden türetilmiştir. Çünkü o, kişinin para kazanmasına da sebep olabilir.
İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Cahiliye devrinde kumar oynayanlar,âilesini ve malını rehin
verirdi."
2) İbn
Kuteybe şöyle demiştir: bölüşmek ve
taksim etmek manasınadır. "Birşeyi bölüştüler" mânâsında, denilir.
Buna göre kesilen hayvanın kendisine, denilir. Çünkü o parçalanır ve taksim edilir.
Binaenaleyh o,sanki taksimatın üzerinde yapılmış olduğu bir yer gibidir. Kasaba
da, kesilen hayvanın etini parçalayıp böldüğü için, denilir. Fal okları çeken
ve kurban parçalarının sahiplerini bu şekilde belirleyen kimselere de,
denilir. Çünkü bu kimseler bu yolla, kesilmiş hayvanın etini bölüşmektedirler.
3) Vahidî, bu kelimenin Arapların, "vacib oldu", "bu şey bana gerekti" anlamına gelen, tabirinden alınmıştır. Buna göre çekilen fal okları sebebiyle gereken ve hak edilen şeye de, denilir. İşte "meysir" kelimesinin iştikakına dâir söylenecek söz bundan ibarettir."
Câhiliyye çağındaki kumar'ın nasıl olduğuna gelince, Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Arapların on tane fal oku bulunuyordu. Bunların isimleri ezlâm, aklâm, fezz, tev'em, rakîb, halisu ve hıls, nâfis, müsbil, mu'allâ, menîh, sefih ve vağd... Menîh, sefîh ve vağd okları hariç, (çünkü bunlar boş idi), bu oklardan herbiri, kesilen ve on parçaya, yahut da yirmisekiz parçaya bölünmüş olan hayvanın, belli bir parçasına işaret etmekteydi. Şairin biri bu mânada şu şiiri söylemiştir" Dünyada benim, kendilerinde hiçbir kâr olmayan oklarım var.punlann ismi vağd, sefih ve menîh'tfr."
Bu fal oklarından fezz için bir pay; tev'en için iki
pay, rakîb için üç pay, halisu için dört pay, nâfis için beş pay, müsbil için
altı pay, muâllâ için yedi pay verilirdi. Bu okların hepsi "rebâte"
denilen bir torbaya konur; sonra torba âdil bir kimsenin eline verilirdi. Daha
sonra o kimse torbayı sallayıp, elini içine sokar; ondan isim isim herkesin
adına bir ok çekerdi. Hisse sahiplerinden adına ok çıkan kimse, bu ok üzerinde
yazılı olan payını alırdı. Adına, üzerinde "boş" yazılı ok çıkan
kimse de, hiçbir şey alamazdı... Kesilen bu hayvanın bütün parasını da bu
kimse öderdi... Kendisine pay çıkan kimseler ise bu paylarını fakirlere dağıtırlar,
ondan hiç yemezler ve bu yaptıklarıyla övünür, bu piyangolarına katılmayan
kimseleri ayıplar, onlara "el-berem" adını verirlerdi.
[127]
Âlimler, meysir'in, bu belli kumarın mı, yoksa bütün kumar çeşitlerinin mi adı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hz. Peygamber'in,"Şu iki zar (oyunun)dan sakının. Çünkü bunlar, acemlerin kumarıdır"[128] buyurduğu rivayet edilmiştir.
İbn Sîrîn, Mücâhid ve Atâ'dan, kendisinde (kaybetme) riski olan her şeyin, hatta çocukların cevizle oynadıkları oyunların kumar olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
Satranç hususunda, Hz. Ali (r.a)'nin, "Tavla ve satranç kumardır"; İmâm-ı Şafiî (r.a.)'nin "Satrançta rehin bırakma; kötü söz söyleme ve namazı unutturma gibi şeyler olmazsa, (bu) haram otmaz. Kumar hükmünün dışına çıkar. Çünkü kumar, mal alıp vermeyi icâb ettirir; bu şekildeki satranç ise böyle değildir. Bu sebeple de kumar ve meysir sayılmaz" dediği rivayet edilmiştir. Allah en iyi bilendir.
Deve ve at yarıştırmak ise, ittifakla kumar değildir[129].Bunların
izahı, fıkıh kitaplarındaki yarışma ve atış bölümlerinde yapılmıştır.
[130]
Âyette geçen "büyük günah" ile ilgili
birkaç husus bulunmaktadır:
1) Akıl, insanın en üstün sıfatıdır. İçki ise, aklın düşmanıdır. En şerefli şeye düşman olan, en değersiz ve en adi olan şeydir. Binaenaleyh, içki içmenin en kötü ve en değersiz bir iş olmast gerekir. Bunun izahı şöyledir: Akla, bir nevi devenin yularının yerini tuttuğu için, akıl denilmiştir. İnsanın tabiatı, onu kötü bir iş yapmaya davet ettiği zaman, aklı, insanı o şeye yönelmekten alıkor (adeta ona bir bağ ve gem olur). İnsan içki içtiği zaman, kötü fiillere davet eden tabiatı, kendisine mani olan akıldan kurtulmuş olur. İçkinin, insanı böylece kötü fiile yaklaştıracağı malûmdur.
İbnu Ebi'd-Dünya karşılaştığı şu hâdiseyi anlatmıştır: "O eline işeyen ve elini abdest alır gibi yüzüne süren bir sarhoşa rastlamıştı. O sarhoş, "İslâm'ı bir nûr, suyu da temiz ve temizleyici kılan Allah'a hamdolsun diyordu!..."
Abbâs İbn Mirdâs'dan rivayet edildiğine göre,
cahiliyye döneminde, ona, "Niçin içki içmiyorsun; çünkü içki cesaretini
artırır" demişlerdi de, o şu cevâbı vermişti: "Ben, cehlimi elimle
alıp karnıma doldurmam; bir kavmin efendisi olarak sabahlayıp, onların sefih ve
alçağı olarak akşamlamayı istemem."
2) Cenâb-ı
Allah, şeytanın, içki sebebiyle insanlar arasına düşmanlık ve kin soktuğunu;
Allah'ı zikir ve namazdan alıkoyduğunu beyan etmiştir.
3) Bu günahın hususiyetlerinden birisi de şudur: İnsan içkiyle daha fazla meşgul olup, ona kendini iyice verdiğinde, ona olan arzusu artar ve nefsinin ona olan iştiyakı kuvvetlenir. Diğer günahlarsa böyle değildir. Meselâ insan bir defa zina ettiği zaman, onun bu işe karşı arzusu gevşer. İnsan, zinayı daha fazla yaptığında bu gevşekliği fazlalaşır, isteksizliği de, İçkinin aksine, iyice artar. Çünkü insan içkiye daha fazla yöneldikçe, ona olan arzusu artar, rağbeti de çoğalır. İnsan aralıksız olarak içkiye devam ederse, ahiret ve kıyameti anmaktan yüz çevirerek, bedenî lezzetlere dalmış olur ve böylece Atlah'ı unutmuş ve Allah'ın kendisini kendisine unutturmuş olduğu kimselerden olur. Kısaca içki, aklı yok eder. Akıt yok olduğu zaman, bütün çirkinlikler ortaya çıkar. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "İçkiyi kötülüklerin anasıdır"[131] buyurmuştur.
Kumara gelince, ondaki günah insanlar arasında düşmanlığa sebeb olur. Ve yine, insanlar arasında sövmeye, münakaşaya, bâtıl bir şekilde mal elde etmeye sebebiyet verdiği için, düşmanlıklar meydana getirir. Çünkü kumar oynayanın malı başkası tarafından karşılıksız olarak alındığı zaman, bu o kimseyi çok kızdırır. Yine kumarjnsanı Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkor.
Allah'u Teâlâ'nın, 'İnsanlar için bazı faydalar" sözünde zikretmiş olduğu faydalardan, içkiyle ilgili faydalar şunlardır: İnsanlar, muhtelif bölgelerden içkiler getirerek, ondan büyük kârlar temin ederler. İçkinin müşterisi, içkinin fiyatı üzerinde pazarlık yapmayınca, Araplar bu işi fazilet ve üstünlük sayıyorlardı. Bundan dolayı bu da, içki satanların kârlarının çoğalmasına sebep oluyordu. Zayıf kimseyi kuvvetlendirmesi, yemeği hazmettirmesi, cimâya yardımcı olması, mahzun olanı teselli etmesi, korkak olana cesaret vermesi, cimriyi cömert yapması, yüzün rengine canlılık vermesi, canlılığı artırması, gayret ve üstün gelmek duygusunu arttırması, içkinin zahirî faydalarındandır.
Kumarın faydaları da şunlardır: (Yukarda anlatılmış
olan kumarda olduğu gibi), kumar oynayan kimse, üzerinde kumar oynayıp, fal
çektiği hayvanın etinden yemeyerek onu muhtaçlara dağıttığı için, bunda
fakirler için bir genişlik ve fayda vardır. Vahıdî'nin zikrettiğine göre,
cahiliyye Araplarından birisi, bazan bir mecliste yüz deve üzerine bu şekilde
kumar oynar, böylece o, hiçbir yorgunluk ve sıkıntı çekmeden büyük bir mal
sahibi olur; sonra bu malt muhtaçlara dağıtarak, bundan şan ve şöhret
kazanırdı.
[132]
Hamza ve Kisaî, kelimesini, sâ harfiyle; di- ğer
kıraat imamları da sâ harfiyle şeklinde okumuşlardır. Hamza ve Kisaî'nin
hücceti şudur:Cenâb-ı Allah, "Şeytan içki ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık
ve kin sokmak., ister" (Maide, 91) buyurarak, içki ve kumardaki günahların
birçok çeşidini saymıştır. Böylece de bunlardaki günahları tâdâd ederek, tek
tek belirtmiştir.Ve yine Hz. Peygamber (s.a.s), içki sebebiyle, on grup insanı[133]
lânetle-miştir. Bu, içki ve kumardaki günahın çok olduğunu gösterir. Çünkü
Cenâb-ı Allah, "Bunlarda çok günah
ve insanlar için bazı faydalar vardır" buyurduğu için, bu ayette günah
faydanın zıddıdır. Faydalar çok sayıda olduğuna göre, günah da böyledir. Buna
göre âyetin takdiri, sanki şöyle olur: "Onda birçok zararlar ve birçok
faydalar vardır."
Diğer kıraat imamlarının hücceti ise şudur: Bir
günahın ne kadar büyük olduğunu iyice göstermek, ancak onun büyük, "
olmasıyla oiur, çok olmasıyla, değil.
Buna, şu ayetter de delâlet eder: "Günahın büyükleri" (Necm,32);
"Nehyolunduğunuz günahların büyükleri..." (Nisa, 31) ve, "Muhakkak ki o, büyük bir günahtır"
(Nisa, 2).
Ve yine kıraat âlimleri, âyetindeki, (Bakara,
219)kelimesini, ittifakla bâ harfiyle okumuşlardır. Bu da, bizim söylediğimizi
tercih ettirir.
[134]
"Sana, hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan artanı." İşte böylece Allah, size ayetlerini iyice açıklar. Siz de böylece dünya ve âhiret hususunda iyice düşünürsünüz..."(Bakara, 219-220).
Bil ki, bu soru daha önce de geçmişti ve bu soruya, kimlere verileceği hususu zikredilerek cevap verilmişti. Aynı soru burada da tekrar edilmiş, bu sefer de aynı soruya miktar zikredilerek cevap verilmiştir.
Kaffâl şöyle demektedir: "Bazan bir kimse, bir
başkasının kanaat ve huyunu kastederek, başkasına, Şu, falanca nedir?"
diye sorar. Bunun üzerine o kimse, "O, görüş ve kanaatleri, huyu şöyle
şöyle olan bir kimsedir" diye cevap verir. Bunu anladığın zaman biz deriz
ki, insanlar, Allah ve Resulünün, infakta bulunmaya teşvik ettiklerini ve
tnfakta bulunmanın büyüklüğüne işaret ettiklerini görünce, mükellef
tutuldukları miktarın ne olduğunu, yani bu miktarın malın tamamı mı, yoksa bir
kısmı mı olduğunu sordular. Böylece Allah'u Teâlâ onlara, ihtiyaçtan fazlasını
vermenin makbul olacağını bildirdi. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[135]
Vahidi (r.h) şöyle demiştir: "arapçada "afv" kelimesinin asıl mânası, ziyâdelik ve fazlalık demektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yani "fazlalığı al"(Araf. 199)ve, "Derken çoğaldılar" (A"raf,95), yani sayıları arttı ve çoğaldı " buyurmuştur. Kaffâl da şöyle demiştir: "Afv, yetecek miktardan fazla olan, sade ve kolay elde edilen demektir. Nitekim, yani, "Kolayına gelen ne bulursan al" denilir. Günahın afve-dilmesi de, kolaylaştırma ve basitleştirmeye yöneliktir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s), "Sizin için, atlann ve kölelerin zekâtından vazgeçtim. Malınızın kırkta bir zekâtını veriniz"[136]buyurmuştur.Bunun mânast, "atların ve kölelerin zekâtını kaldırmak suretiyle hafiflettim" demektir. Yine bir kimse, başka bir kimseye olan borcunu, alacaklının ısrarla istemesine mahal bırakmadan verdiği zaman, denilir. Ki bu da, hafifletmek demektir. Yine bir kimse, başka bir kimseye olan borcunu, o kimsenin kalbini kırmadan verdiği zaman, denilir. Yine Yani, "insanlardan sana kolay geleni al" denilir. Hak Teâlâ'nın, emri de bu mânadadır. (A'raf, 199) Yani, "İnsanlardan kolay olanı al." Düz toprak parçasına da, denilir. "Afv" kelimesi, kolaylaştırma mânasına gelince, genel olarak bu, insanların kendileri, çoluk çocukları ve geçimleriyle sorumlu olduğu kimselerin ihtiyaçlarından fazla olan şeyler hakkında kullanılır. Buna göre, "Afv'ın mânası, ziyâdelik ve fazlalıktır" diyenlerin görüşü de, zikretmiş olduğumuz bu tefsire yöneliktir.
Özet olarak, Allah'u Teâlâ insanları infâk etmeleri hususunda terbiye etmiş, Nebî (s.a.s)'sine şöyle buyurmuştur: "Akraöaya, yoksula, yolda kalmışa haklarını ver. Ve sakın malını saçıp savurma. Çünkü malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olurlar" (İsra. 26-27). boynuna bağlı olarak asma. (cimri olma). Onu tamamıyle de açıp saçma" (İsra, 29) ve, "Onlar infak ettikleri zaman ne israf ne de sıkılık yapmazlar..." (Furkan,67) buyurmuştur.Hz. Peygamber (s.a.s) de,"Birinizin yanında birşey bulunduğu zamanf önce kendine, sonra bakmakla mükellef olduğu kimselere ve bu minval üzere harcasın[137] ve,"Sadakanın hayırlısı, vereni başkasına muhtaç bırakmayan ve yeter// olduğu için kınanmayandır" buyurmuştur. Câbir b. Abdullah (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Birgün Re-sülullah'ın yanında idik. Bir adam ona yumurta büyüklüğünde bir altın parçası getirdi ve "Bunu sadaka olarak al. Allah'a yemin ederim ki bundan başka birşeyim yok" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) yüzünü ondan çevirdi (ve onu almamak istedi). Sonra o, tekrar Hz. Peygamber'in karşısına gelerek, kızgın olarak "Bunu al" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de o altını alıp, birisine isabet etse çok ağrıtacak bir şekilde attı ve şöyle buyurdu:"Sizden biri, başka bir sahip olduğu şey kalmaksızın bütün malını getirip verir, sonra da insanlardan dilenmeye oturur. Halbuki sadaka ihtiyaç fazlası olandan verilir. Sen o altını al, bizim ona ihtiyacımız yok[138]
Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'ın ailesi için elinde bir senelik yiyecek tuttuğu da rivayet edilmiştir.
Filozoflar ise, "Fazilet ifrat ile tefrit arasında olandır" demişlerdir. Binaenaleyh çok infak "tebzir" (saçıp savurma), oldukça az vermek de "taktir" (kısmak); bu ikisinin ortasında olan ise fazilettir.
Allah Teâlâ'nın, beyanından murad da budur. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının temeli de bu inceliği gözetmeye dayanır.
İmdi yahûdilerin şeriatının temeli tam bir sertliğe
ve hristiyanların şeriatının temeli tam bir müsamahaya dayanır. Hz. Muhammed
(s.a.s)'in şeriatı ise bütün hususlarda orta yol üzere (mu'tedil) olandır.
Bundan dolayı onlardan mükemmeldir.
[139]
Ebu Amr, vâv harfinin ötüresi ile kelimeyi, şeklinde
okurken, diğer kıraat imamları vâvı mansûb kılarak, şeklinde okumuşlardır. Buna
göre kelimeyi merfü okuyan, âyetteki, ifâdesini, sini, mânâsını almış, lâfzını da onun sılası
kabul etmiştir. Bu takdire göre sanki:"İnfak edecekleri nedir?"
denilmiş, cevaben de, "O, fazla olandır" buyurulmuştur.
Ayetteki, kelimesini mansub okuyanlara
göre ise, âyetin takdiri "Neyi infak etsinler?" şeklinde olur.
Buna, "Afv'ı (fazlayı) infak
ederler" diye cevap verilmiştir.
[140]
Âlimler bu infaktan vâcib olan infâkın (zekâtın) mı,
nafile olan infâkın (sadakanın) mı murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
"Bundan, vacib olan înfak murad edilmiştir diyenler şu iki görüşü ileri
sürmüşlerdir:
a) Ebu
Müslim'in görüşü.. Buna göre, ayette zikredilen, kelimesinden muradın zekat olması caizdir.
Zekat burada kısaca zikredilmiş, geniş izahı sünnette yer almıştır.
b) Bu husus zekat ayeti inmeden önce böyle idi. İnsanlar, kazançlarından bir senelik ihtiyaçlarını alıp, geriye kalanını infak etme ile emredilmişler idi. Sonra bu hüküm zekat ayetiyle neshedilmiş oldu. Bu tefsire göre ayet, mensuhtur.
Âyetteki intaktan muradın nafile infak (sadaka) olduğunu söyleyenler, görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: "Eğer bu infak, zekat manasına olsaydı, Allah Teâlâ onun miktarını belirtirdi. Allah Teâlâ bu intakın ne kadar olacağını beyan etmeyip, muhatapların tercihine bırakınca, bu intakın farz olan infak (zekat) olmadığını anlamış olduk." Bu görüşte olanlara, "Allah Teâlâ'-nın herhangi birşeyi kısa bir ifâde ile vacib kılıp, onun tafsilât ve izahını bir başka yolla zikretmesi tuhaf görelecek birşey değildir" diye cevap verilmiştir.
Cenâb-ı Allah'ın, "İşte böyle, Allah, size âyetlerini iyice açıklar" buyruğunun manası, "Sorduğunuz infâk çeşitlerini ve kimlere verileceği hususunu beyân ettim. İşte bütün günlerinizde karşılaşacağınız ve ihtiyaç duyduğunuz şeyleri size beyan ettim" demektir.
Hak Teâlâ’nın "Siz de böylece dünya ve ahiret
hususunda iyice düşünürsünüz..." âyeti ile ilgili bazı görüşler vardır:
a) Hasan
el-Basrî, âyette bir takdim ve tehir bulunduğunu, âyetin takdiriin, "İşte
böylece Allah size, dünya ve ahiret hususunda ayetlerini iyice açıklar, ki
düşünesiniz" şeklinde olduğunu söylemiştir.
b) "Allah
size âyetlerini böylece açıklıyor ve içki ve kumardaki dünyevî men-faatiar ile
uhrevi zararları öğretiyor. Bundan dolayı siz, dünya ve ahiret üzerinde tefekkür
ettiğinizde, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesinin gerektiğini
anlarsınız."
c) Allah size, ahiretin hatırına mallarınızı hayır yollarına infâk etmenizi; dünya için infak etmemenizi öğretiyor. Böylece sizler gerek dünya gerek ahiret üzerinde tefekkür edersiniz de, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesi gerektiğini anlarsınız.
Bil ki, şu son iki şıkta da izah ettiğimiz gibi, sözü
zahirî mânâsına hamletmek mümkün olunca, Hasan el-Basrî'nin dediği şekilde,
âyette bir takdim ve tehirin olduğunu düşünmek, delil olmadan âyetin zahirinden
ayrılmak olur ki bu caiz değildir.
[141]
"Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki, "Onların durumunu ıslah hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizde. Allah ifsâd eden ile ıslah edeni bilir. Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"(Bakara, 220).
Bu ayetle ilgili bazı meseleler var[142]
Cahiliye Arapları, yetimlerin mallarından istifâde etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Çoğu zaman ye- tim kızların mallarına tamah ederek onlarla evleniyorlar veya o yetimin malı elinin altından gitmesin diye onu oğullarından biri ile evlendiriyorlardı. Sonra Cenâb-t Allah, "yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar'' (Nisa, 10) âyetini indirmiştir.
Yine Allah Teâlâ yetimler hakkında şu ayetleri indirmiştir: 'Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan nikâh ediniz" (Nisa, 3);"Senden,kadınlar hakkında fetva isterler. De ki:"Onlara dair fetvayı size Allah veriyor". Kendileri için yazılmış (farz kılınmış) olan (mirası) onlara vermediğiniz ve nikâhlamayı da istemediğiniz yetim kızlar ile küçük çocuklar hakkındaki, bir de yetimlere karşı âdil olmanız hususundaki. Kitapta okunup duran ayetler... Hangi hayrı yaparsanız Allah onu hakkıyla bilir" (Nisa. 127) ve,"Yetimin malına ancak en iyi bir suretle yaklaşın' (İsra, 34).
Bu ayetler karşısında insanlar yetimlerle içli dışlı olmayı, onların mallarına yaklaşmayı ve onların işlerini deruhte etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı yetimlerin menfaatleri zedelenmiş, ve geçimleri bozulmuştur. Yetimlerin bu hali de müslümanları üzmüş ve böylece ne yapacaklarını şaşırmışlar; eğer onlara karışıp, işlerini üzerlerine alsalar, çok şiddetli bir va'id ile karşı karşıya kalıyorlar. Eğer yetimlerden ayrılıp, işlerine bakmasalar, o zaman da onların geçimi bozuluyor. Bundan dolayı müslümanlar şaşıp kaldılar.
Sonra burada, onların bu durumu Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bilfiil sormuş olmaları muhtemel olduğu gibi, bu soruyu kafalarından
geçirdikleri ve Allah'ın bu konuda hâlin nasıl olacağını beyân etmesini
temenni etmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti
indirmiştir. Rivayet edildiğine göre yukarıda geçen yetimlerle ilgili âyetler
nazil olunca, müslümanlar yetimlerin mallarından uzak durmuş ve her bakımdan
onlara karışmaktan çekinmişlerdir. Hatta şu hale gelmiş: Yetim için bir yemek
yapılır. Eğer ondan bir kısmı artarsa onu alıp yemezler ve böylece o yemek
bozulurdu. Yetimlere bakacak kimseler, yetim için müstakil ayrı bir yer, ayrı
bir yiyecek-içecek hazırlıyorlardı. Bu da fakir müslümanlara zor geliyordu.
Bundan dolayı Abdullah b. Revâha (r.a): "Ya Resulallah hepimizin
yetimleri oturtacak evlerimiz, ve yetimlere ayrıca verecek yiyecek
içeceklerimiz yok" dedi. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.
[143]
Âyetteki, "De ki "Onların durumunu ıslah
hayırlıdır" buyruğu hakkında birkaç izah tarzı vardır:
1) Kâdi şöyle demiştir: "Bu ifâde, bilgi, terbiye ve fazilet üzere yetişmesi için, yetimin işlerini yoluna koymak, onu terbiye etmek ve benzeri diğer şeyleri yerine getirmeyi içine alır. Çünkü bu iş, yetim için, onun durumunu ticaret yoluyla düzeltmekten daha tesirlidir. Buna yine, harcamaları malını tüketmesin diye, onun ticaret yoluyla ıslah edilmesi ve Cenâb-ı Hakk'ın, "yetimlere mallarım verin, temizi murdar olan ile değişmeyin" (Nisa, 2) âyetinin ifâde ettiği şeyde dahildir.
Ayetteki, "hayır" tabirinin manası, yetimin bakımını üzerine alan kimsenin halt ile ilgilidir. Yani, "Bu iş, onun bakımını üzerine alan kimse için, yetimin hakkı hususunda kusurlu davranmasından daha hayırlıdır." Bu ifâde yine yetimin hali ile de ilgilidir. Yani, "Bu iş onun kendi halinin ve malının ıslahım temin edeceği için, yetim hakkında da hayırlıdır." Buna göre, kelimesi, yetimin ve velisinin bütün işleriyle alakalı bir tabirdir.
Eğer, "Allah Teâlâ'nın, "De ki,
"onları ıslah hayırlıdır" âyetinin zahiri, onların mallarını değil
de kendilerini idare edip yönetmeyi içine alır" denirse, biz de deriz ki:
"Durum böyle değildir. Çünkü yetimin malını, katlandırmak ve artırmak
suretiyle ıslaha götüren herşey, yetimin kendisini ıslah sayılır. Binaenaleyh,
malın ıslahının âyetin zahirine dahil olması imkânsız olmaz." Bu görüş, bu
hususta söylenmiş sözlerin en güzelidir.
2) Bu
hükmün, yetimin velisi hakkında olduğunu söyleyen kimsenin görüşü.. Yani,
"Bir karşılık ve ücret almaksızın yetimlerin malını ıslah etmek, yetimin
velisi için daha hayırlı ve sevaplıdır.
3) Bu hükmün yetim hakkında olmasıdır.. Buna göre mana şöyle olur: "Yetimlerin, ıslahlar için velileri ile beraber olmaları, onlardan ayrılıp, onlarla beraber olmadan kaçınmalarından daha hayırlıdır." Birinci görüş daha uygundur. Çünkü İfâde mutlaktır. Mutlak bir lâfzı, şu tarafa değil de bu tarafa tahsis etmek, tercih sebebi olmadan yapılan bir tercih olur ki bu caiz değildir. Bu sebeple ifâdeyi, nefsin ve malın ıslahı hususunda yetimin velisi ile yetime âit hayırlara hamletmek gerekir. Özet olarak, ayetten murad edilen şudur: Faydanın temin edileceği yönler çeşit çeşittir. Bundan dolayı yetimin menfaatlerini gözetmeyi üzerine almış olan kimsenin gözünün, dünyada ve ahirette kendisi ve malı ile canı hususunda yetim için hayır kazanmada olması gerekir. İşte bu ifâde, bütün bunları içine alan bir cümledir. [144]
Allah Teâlâ'nın, "Eğer onlarla bir arada yaşarsanız,
onlar sizin kardeşlerinizdir" ayetinde birkaç mesele vardır:
birçok manaya
gelen müşterek bir kelime olup, bu manalardan hangisine geldiğini söylemek
zordur. Bu kökten olarak cinsî münasebete,
ve kişi delirdiği zaman, denilir. Aklının gitmesi sebebiyle, işleri
karmakarışık olduğu için deliliğe de,
denilmiştir.
[145]
Ayetin tefsiri İle ilgili birkaç vecih bulunmaktadır:
a) Bu
ifâdeden murad şudur: "Eğer siz o yetimlerle yiyecek, içecek, mesken ve
hizmet hususlarında biraraya gelirseniz, biliniz ki onlar sizin
kardeşlerinizdir." Buna göre mana şöyle olur: O zamanki kimseler, yetimin
yiyeceğini yiyeceklerinden, içeceğini içeçeklerinden ve barınağını da kendi
barınaklarından ayırmışlardı. Allah Teâiâ ise onlara, kişinin kendi oğlunun
malı üzerindeki tasarrufu gibi, yiyeceği ile onun yiyeceğini, içeceği ile onun
içeceğini karıştırmayı (birleştirmeyi) ve tek bir evde birlikte yaşamayı mubah
kılmıştır. Çünkü bu şekilde davranma, mu'aşeret ve sevgi itibariyle daha
müessirdir. Öyle ise âyetin manası şöyle olur: "Eğer siz, mallarının yok
olmasına yol açmayacak şekilde onlarla bir araya gelirseniz, işte bu
caizdir."
b) Bu beraberlikten muradın şöyle olması muhtemeldir: Bu, yapılan işin ücreti olacak kadar onların mallarından istifâde etmeleridir. Bu görüşte olanlardan, yetimlerin işini üzerine alan kimsenin ister zengin, ister fakir olsun, bu kadar yararlanabileceğini caiz görenler vardır. Yine bu görüşte olanlardan, yetimlerin velileri zengin olduğu zaman, onların, yetimin malından yiyemeyeceklerini, çünkü bu veliliğin o kimseler için farz olduğunu, binaenaleyh farz olan işe karşılık ücret taleb etmenin caiz olamayacağını söyleyenler vardır. Bunlar bu görüşlerine, "Kim zengin İse (yetimin malını yemekten) kaçınsın. Kim de fakir ise örfe göre yesin" (Nisa,6)ayetini delil getirmişlerdir. Fakat yetimin velisi olan kimse fakir ise, bu görüşte olanlara göre, yetimin malından ihtiyacı kadar yer. Bunlar zenginledikleri zaman, yediği kadar malın karşılığını onlara geri verir. Eğer zen-ginleyemezse yetimden helâl etmesini ister.
İbn Ömer (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'ın verdiği mal hususunda, kendimi yetim velisi gibi saydım. Zengin olduğumda sakınarak yedim. Fakir olduğumda, örfe göre bir borç gibi yedim ve onu ödedim."
Mücahid'den yetimin velisi fakir olup da şer'i
ölçüler İçerisinde yetimin malından yiyip içen kimsenin, bu yediğini sonradan
ödemeyeceği rivayet edilmiştir.
c) Ayetin
mânâsının şöyle olması muhtemeldir: Bu, yetim çocuğun menfaat ve iyiliğine
olan her şeyi gözetmek şartıyla, onların yetimin malını şirket kurmak şeklinde
kendi mallarına katmalarıdır.
d) Ebu
Müslim'in tercih ettiği görüş şudur: Bu görüşe göre, ayette bahsedilen beraber
yaşamadan maksad, Hak Teâlâ'nın,"Eğer yetim kızlar hakkında (âdil
olamayacağınızdan) endişe ederseniz, arzu ettiğiniz iki üç, dört kadın
nikahlayabilirsiniz" (Nisa, 3) ve,"Senden kadınlar hakkında fetva
isterler. Onlara dâir fetvayı Allah size veriyor: "Yetim kızlar hususunda
Kitap ta okunup duran ayetler..." (Nisa, 127) âyetlerinde de belirtildiği
gibi evlilik yoluyla kurulan akrabalıktır. Ebu Müslim şöyle der: "Bu
görüş, şu sebeblerden dolayı diğerlerinden daha tercihe şayandır:
1) Bu,
bizzat yetimle karışma, içli-dışlı olmadır. Şirket meselesi ise, onun malıyla
içli dışlı olmaktır.
2) Şirket, Hak Teâlâ'nın, "De ki:
"Onları ıslah hayırlıdır" ifâdesinde mevcuttur. Halbuki nikâh
yoluyla ve yetim kızları (oğullarıyla) evlendirmek suretiyle meydana gelen
içli-dışlı olma, bu ifâdenin muhtevasında yoktur. Bu sebeple sözü, bu manadaki
muhâlataya hamletmek, doğruya daha yakındır.
3) Hak
Teâlâ'nın, "Onlar, sizin kardeşlerinizdir" buyruğu, ayette bahsedilen
karışmadan maksadın, muhâlatanın bu çeşidi olduğunu gösterir. Çünkü yetim şayet
müslüman çocuklarından olmazsa, müslüman çocuklardan olduğu zaman onun malının
ıslahı düşünüldüğü gibi, bu durumda da onun malının ıslahının araştırılıp
düşünülmesi gerekir. Bu sebeble, ayetteki "Onlar sizin
kardeşlerinizdir" sözüyle, bir başka çeşit karışmaya işaret edilmiş olması
gerekir.
4) Allah
Teâlâ, bu âyetten sonra, "Müşrik
kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin" (Bakara. 221) buyurmuştur.
Buna göre mana şöyle olur.Teşvik edilen muhâlata (karışma, içli-dışlı) olma,
ancak İslâm sebebiyle sizin kardeşleriniz olan yetimler hakkındadır. Onlar,
sevgi ve muhabbeti pekiştirmek için kendileriyle evlenmeniz gerekenlerin tâ
kendileridir. Fakat yetim kız, müşrik olursa sakın bunu yapmayın."
[146]
Ayetteki, sözü, "Onlar, sizin kardeşlerinizdir" takdirindedir. Ferra ise, "Bu kelimeyi şayet mansub okusaydın yine doğru olurdu. Bu durumda mana, "siz kardeşlerinizle içli-dışlı olursunuz" şeklindedir" demiştir.
Hak Teâlâ'nın, "Alkın ifsâd eden ile ıslah edeni
bilir' kavli hakkında, "Yetimlerin malını ifsâd eden ile, o mallan ıslah
edeni bilir", ve yine "Allah Teâlâ, onlarla evlenmek suretiyle mallarını
ifsad etmeyi isteyen kimselerle, bunu düşünmeyen kimselerin içlerinden geçeni
bilir" denilmiştir. Yani, "Siz iyileştirmeyi istediğinizi bizzat
izhar
ettiğiniz zaman..." demektir. "Ama, siz gönlünüzde böyle bir iyileştirmeyi istemeyip, aksine bundan maksadınız başka bir şey olursa, bu durumda Aİlah'u Teâlâ, sizin gönüllerinizde sakladığınız şeylere muttali olur, akıllarınızdan geçeni de bilir." Bu ifâde, büyük bir tehdit sadedindedir. Bunun sebebi ise şudur: Yetim kendi kendini koruyup gözetemez. Onu görüp gözetecek başka bir kimse de yoktur. İşte bunun için Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Yetimin işlerini tekeffül edecek bir kimsesi olmayınca, iyi biliniz ki onun işlerini üstlenen benim... Onun velisi olmayı üstlenen de benim." Bu ayet-i kerimenin şu manaya geldiği de söylenmiştir: "Allah, yetimin malından faydalanmak suretiyle onun işini deruhte eden muslih kimse için neyin caiz olduğunu; onun malından faydalanmak suretiyle yetimin işini ıslâh etmeyen müfsid kimse için de neyin caiz olduğunu bilir. Binaenaleyh, onun malını ıslâh etmeksizin, sizden herhangi biriniz yetimin malından herhangi bir şey almaktan sakınınız." [147]
Hak Teâlâ'nın, "Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak
zahmete sokardı" kavli hakkında birkaç mesele vardır:
kişiy güç yetirilemiyecek
bir meşakkata zorlamaktır. Nitekim bir kimse, başka bir kimseyi içinden çıkılar
.ıyacak bir işe soktuğu zaman, denilir. Birisi sorduğu sual ile bir kimsenin
zihnini karıştırıp, o kimseyi yanılttığı zaman; kemik sargıya alındıktan sonra
kırıldığı zaman, cip denilir, kelimesinin eses mânası meşakkat demektir.
Çileli ve meşakkatli olduğu vakit,
"Tırmanılması zor olan tepe" denilir. Hak Teâlâ'nın,
"Sıkıntıya uğramanız ona zor gelir" (Tevbe,128) sözü de bu mânadadır.
Yani, "Size güç gelen şeyler, ona zor gelir (üzülür)" demektir.
Yine,denilir; yani,"Soru sorarken bana çok katı davrandı ve benim zararımı
istedi." Müfessirlere gelince, İbn Abbas şu şekilde mâna vermiştir:
"Eğer Allah isteseydi, yetimlerin mallarından aldığınız şeyi, sizi helak
edici kılardı." Atâ da şu şekilde tefsir etmiştir: "Allah isteseydi,
sizin bu konuda kendinize güçlük çıkardığınız gibi, sizi meşakkat içinde
bırakır ve onlarla bir araya gelme hususunda işi zorlaştırırdı." Zeccâc
da, "Allah isteseydi, sizi, size zor gelecek şeylerle mükellef
tutardı" şeklinde mânalandırmıştır.
[148]
Cübbâî bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: Ayet, Aİlah'u Teâlâ'nın, kulunu gücü yetmeyeceği şeylerle mükellef tutmayacağına delâlet eder. Çünkü Hak Teâlâ'nın, sözü, Aİlah'u Teâlâ'nın mükellef tutma konusunda, kullarına güçlük ve meşakkat çıkarmadığına delâlet eder. Allah'u Teâlâ, kulunu kendisine takat getiremiyeceği şeylerle mükellef tutmuş olsaydı, elbette bu durum güçlük ve meşakkat sınırlarını aşmış olurdu.
Bil ki bu istidlal şu şekilde yapılmıştır: kelimesi, başkası olmadığı için bir şeyin yokluğuna delâlet eder. Sonra, bu istidlalde bulunanlar, kendilerine bu ayetin yetimler hakkında vârid olduğu sorusunu sormuşlar, bu soruya da, "İtibâr, sebebin hususîliğine değil, lâfzın umumiliğinedir" şeklinde cevap vermişlerdir. Yine Allah'u Teâlâ,yetimin velisi olan kimsede ıslâh etme kudretini yaratmayabilir. Çünkü bu,onlartn ıslâhın hilafını, yani ifsadı tercih eden kimse hakkındaki görüşleridir. Durum böyle olunca, kulunu gücü "Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete sokardı" demesi nasıl caiz olur?
Yine kişiyi meşakkate ve güçlüğe zorlamak, ancak bir şey yapmaya imkânı bulunan, ama bu iş kendisine güç ve zor gelen kimseler hakkında doğru olur. Ama, katî olarak hiçbir şey yapamayacak kimse hakkında bu ifâde doğru olmaz. Davalaşma esnasında veli, salâhı tercih ettiği zaman, onun fesadı işlemesi mümkün olmaz. Fesat fiiline de güç yetiremediği zaman, o kimse hakkında, "Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı" denilmesi doğru olmaz.
Buna cevâbımız şudur: Bu, "ilim ve
sebep"prensibine (meselesi) aykırıdır (Dolayısıyla, geçerli değildir).
[149]
Ka'bî bu ayetle, Allah'u Teâlâ'nın adaletin hilâfına
da kadir olduğuna istidlal etmiştir. Çünkü Allah'u Te-âlâ'nın, insanları
meşakkata sokmaya kadir olmakla vasfedilmesi imkânsız olsaydı, Allah'u
Teâlâ'nın,demesi caiz olmazdı. Nazzâm, buna şu şekilde cevap vermiştir: Bu
husus, Allah'u Teâlâ'nın meşakkate sokmayı dilemesine bağlanmıştır. O halde
neye dayanarak Allah'u Teâlâ'nın böyle dileyeceğini söyleyebiliyorsunuz? Allah
en iyisini bilendir.
[150]
"Allah'ı inkâr eden kadınlarla, iman edinceye
kadar evlenmeyin. İman eden bir cariye,-hoşunuza gitse de-müşrik bir kadından
daha haytrhdır.Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları)
nikahlamayın. Mümin bir köle, hoşunuza gitse de müşrikten daha hayırlıdır. İşte
onlar sizi cehenneme çağırıyorlar. Allah İse, kendi iradesiyle, cennete ve
mağfirete çağırır. İyice düşünüp ibret alsınlar diye, Allah ayetlerini iyice
açıklar"
(Bakara, 221).
Bil ki, bu ayetin bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Kâfir zevceleri nikâhınızda tutmayın" (Mümtehine,10) âyetidir. Yani, onlarla evlenmeyin; onları nikahlamayın.. Bu kıraata göre, onlar müşrik kadınlarla evlenmiyorlar demektir.
Bil ki, müfessirler bu ayetin yeni bir hüküm ve şeriata başlayıp başlamadığı; yahutta onun, kendisinden önceki âyetle ilgili olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ekseri âlimlere göre, burada haram ve helâl olan şeylerin açıklanması hususunda, yeni bir hüküm başlamaktadır.
Ebû Müslim ise, bunun önceki âyette geçen yetimlerle
ilgili açıklamalarla alâkalı olduğunu söylemiştir. Çünkü Allah'u Teâlâ,
"Eğer onlarla içli dışlı olursanız, onlar sizin kardeşlerinizdtr"
(Bakara, 220) buyurup, evlilik yoluyla akrabalık kurma bakımından içli dışlı
olmayı murad edince, buna, yetimler hakkında teşvik edici olan ve bunun,
onların müşrik kadınlar hakkında istekli oluşlarından daha evlâ olduğunu
gösteren hususu buna atfetmiş ve mü'mine bir cariyenin, son derece rağbet
edilen birisi olsa bile müşrik bir kadından daha hayırlı olduğunu beyan
buyurmuştur. Allah Teâlâ bununla, yetim kızları nikâhlamaya onların ve
mallarının faydasına olan şeyleri yapmaya bir teşvik olsun diye, yetimler
bulûğa erdiği zaman erkekleri evlendirmeye teşvik etmek istemiştir. Bu iki
izaha göre de âyetin hükmü değişmez. Sonra âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[151]
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.s), müslümanlan oradan gizlice çıkarsın diye, Haşimoğulianntn müttefiği
olan Mersed İbn Ebî Merdes'i Mekke'ye yollamıştı. Bu zât Mekke'ye geldiğinde
câhiliyyede kendisinin sevgilisi Mersed olup da, Mersed müslüman olunca ondan
yüz çeviren, böylece inzivaya çekilen, kendisine de Anâk adındaki kadın geldi..
Mersed ise, ona, İslâm'ın buna müsaade etmeyeceğini, ama Allah'ın Resulünden müsaade
isteyeceğini ve onunla evleneceğini ona vaadetti.. Mersed, Hz. Peygamber'in
yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O'na anlattı ve, O'na, "Anâk'ta
evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu". Bunun üzerine de Allah bu ayeti
indirdi.
[152]
Âlimler "Nikâh" lâfzı üzerinde ihtilâf
etmişlerdir. Şafiî (r.h),talebelerinin çoğu bunun "akid" kasdedilerek
hakiki mânada kullanıldığını söylemişler ve buna şunları delil getirmişlerdir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Nikâh ancak veli ve şahid ve olur"[153]buyurmuştur.
Böylece Hz. Peygamber (s.a.s) nikâh hâdisesini veli ve şahidlerin olmasına
bağlamıştır. Veli ve şahidlerin bulunmasına dayanan şey ise "cinsi münasebet"
değil, "akit" (anlaşma) dır.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Ben nikâh neticesi doğdum, zina neticesi
doğmadım" buyurmuştur. Bu hadis,nikâhın sanki sifâhın (zinanın) mukabili
olduğunu gösterir. Zinanın, cinsi münasebete şâmil olduğu malumdur. Eğer
"nikâh" da cinsi münasebet için isim olsaydı, o zaman bunun zina
mukabili olması mümkün olmazdı.
c) Hak
Teâlâ, "İçinizden bekadan, salih (mümin) olan köle ve cariyelerinizi
evlendirin" (Nur, 32) buyurmuştur. Şüphe yok ki bu âyetteki,
(evlendiriniz) lâfzını "a-kid" manasının dışında bir manaya hamletmek
mümkün değildir.
d) Vahidi'nin "el-Bâsit" adlı eserinde yer verdiği A'şâ'nın şu şiiridir:"Komşuna yaklaşma. Çünkü onunla gizlice buluşman sana haramdır. Öyle ise ya evlen, ve yahut da bekar dur." A'şâ'nın, sözü, ancak nikâh akdi yapmayı emretme manasındadır. Çünkü şiirin başında "Komşuna yaklaşma" yani, "haram yol ile onunla cinsi münasebette bulunma, ancak nikâh akdi yapıp onunla evlen. Aksi.takdirde bekar kal, kadınlardan uzak dur" demiştir.
Ebu Hanife'nin talebelerinden pek çoğu ise
"nikâh" lâfzının hakiki mânasının "cinsi münasebet"
olduğunu söylemişler ve bu görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:
a) Hak
Teâlâ, "Yine erkek, hanımın; (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın
başka birisiyle ni-kâhlanmcaya kadar, o (ilk kocasına) helâl olmaz"
(Bakara, 230) buyurmuştur. Bu âyette helâl olmama işi, başka birisiyle
nikahlanma şartına bağlanmıştır. Ha-ramlığın kendisi sebebiyle sona erdiği
nikâh, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hayır, sen onun balçığından, o da senin
balçığından tatmadıkça o/maz"[154]
hadisinin de delâlet ettiği gibi, "cinsi münasebet" manasındaki
nikâhtır, akid değildir. Bu sebeble "nikâh" lâfzından muradın
"cinsi münasebet" olması gerekir.
b)
Hz.Peygmaber (s.a.s), "Elini nikahlayan
(istimna yapan) mel'undur. Hayvanları nikahlayan (onlarla cinsi münasebet
yapan) melundurur"[155]
buyurmuş, "akid" olmadan "nikâh" manasının sözkonusu
olduğunu göstermiştir.
c) Arapça'da "nikâh", eklenmek ve cinsi münasebette bulunmak mana-sındadır. Yağmur yeryüzüne düştüğü zaman,; gözü uyku bürüdüğü zaman, denilir. Bir darb-ı meselde de, "Bize ucûb geldi, sen onu göreceksin" denilmiştir. Bir şair "Temiz oldukları halde kadınlarım bırakıp da Dicle'nin iki kıyısında ineklerle nikâhlananlar..." demiştir. Mütenebbi de,"Oranın büyük çakıl taşlan belası yük devesinin ayaklarına isabet etti. Ovalar ve dağlar beni sürükleyip sana getirdi" demiştir.
Cinsi münasebette, eklenmek ve cima manası, "akit" kelimesinde olandan daha fazladır. Bu sebeble, "nikâh" lâfzını bu manaya hamletmek gerekir.
Bazı alimler nikâhın, "eklenmek" mânâsından ibaret olduğunu söylemişterdir. "Eklenme" manası ise hem "akid" de, hem de "cinsi münasebet" de vardır. Bu sebeble "nikâh" lâfzını her iki manaya birden hamletmek güzel olur.
Ibn Cinnî ise şöyle demiştir: Ebu Ali'ye Arapların, (O,kadını nikahladı) ifâdelerinin mânâsını sordum da o şöyle dedi: Araplar, bu kelimenin kullanılışında, karışıklığa meydan vermeyecek şekilde ince nüanslar ortaya koymuşlardır. Mesela, dedikleri zaman, "falanın falanı aldığını ve onunla evlenme akdi yaptığını" kastederler. Ama, dedikleri zaman, "hanımı ile cinsi münasebette bulundu" manasından başka birşey kastetmezler. Çünkü falancanın kendi hanımı ile nikahlanıp, onunla cinsi münasebette bulunduğu zikredildiği zaman, "akd" lâfzını zikretmeye gerek kalmamıştır. Böylece de kelimenin, cinsi münasebetten başka bir mânaya ihtimâli kalmamış olur. Nikâh lafzıyla ilgili incelemenin tamamı bundan ibarettir.
Müfessirler, Hak Teâlâ'nın, bu ayetteki, buyruğundan
maksadın, "O müşrik kadınlarla nikâh akdi yapmayın" mânası olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir.
[156]
Âlimler, ayette geçen, lâfzının, ehl-i kitâbin kâfirlerini içine alıp almadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerden bazısı, bu kelimenin onları da içine aldığını kabul etmemiştir.
Âlimlerin pekçoğu ise, "müşrik" lâfzının
ehl-i kitabın kâfirlerini de içine aldığı görüşündedirler. Bunun böyle olduğuna
şu hususlar da delâlet eder:
1) Hak
Teâlâ, "Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dedi; hristiyanlar
dar ''Mesih Allah'ın oğludur" ded/" (Tevbe, 30) buyurmuş, sonra da
müteakip ayetin sonunda,"Allah, onların şirk koştukları şeylerden
münezzehtir" (Tevbe, 31) demiştir. Bu ayet, yahudi ve hristiyanların
müşrik oldukları hususunda sarih bir delildir.
2) Hak
Teâlâ, "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun
dışındakilerin bağışlar" (Nisa,48) buyurmuştur. Bu âyet, şirkin dışındaki
günahları, Allah'u Teâlâ'nınıaf-fedeceğine delâlet etmektedir. Eğer yahudi ve
hristiyanların küfürleri şirk olmasaydı, bu âyetin muktezasına göre, Allah'u
Teâlâ'nın, onları da affetmesi gerekirdi. Bu böyle olmadığına göre, yahudi ve
hristiyanların küfürlerinin şirk olduğunu anlamış oluruz.
3) Hak Telala "Allah muhakkak ki üçün üçüncüsüdür" diyenler, andolsun ki kâfir olmuştur" (Maide. 73) buyurmuştur. Âyette bahsedilen "teslis", ya onların üç sıfatın veyahut da üç zâtın mevcudiyetine (tanrı olarak) inanmalarıdır. Birincisi bâtıldır, çünkü Allah'u Te’âlâ'nın âlim olmasından anlaşılan, O'nun kadir olmasından ve hayy olmasından başka bir şeydir. Bu üç mefhûmun mutlaka itiraf edilmesi gerekli olduğu için, üç sıfatın varlığını kabul etmek, İslâm dininin zaruretlerinden olur. Binaenaleyh, hristiyanları küfre nisbet etmek nasıl mümkün olur?..
Bu husus yanlış olunca, Allah'u Teâlâ bize, onların
küfürlerinin ayrı ayrı kadîm olan üç zâtın varlığına inanmalarından dolayı
olduğunu bildirmiştir. İşte bundan dolayı hristtyanlar "kelime"
(Logos) uknumunun, Hz. İsa'ya; "hayat" uknumunun ise Hz. Meryem'e
hulul etmiş olmasını tecviz etmişlerdir. Onlara göre, "ekânîm" diye
adlandırılan bu şeyler, eğer kendi kendilerine müstakil birer zât olmasalardı,
onlar bu unsurların bir zattan diğer bir zata intikâl etmelerini caiz
görmezlerdi. Bu sebeple onların, ezelî-kadîm ve kendi kendine var olan
birtakım zâtların mevcudiyetine inanmış oldukları ortaya çıkmış olur ki, bu da
bir şirk ve birçok ilâhın varlığını kabul etmektir. Dolayısıyla onlar müşrik
olmuşlardır. Hıristiyanların, "müşrik" isminin kapsamına girmiş oldukları
sabit olunca, aralarında herhangi bir farkın bulunmadığının zarurî olarak
bilinmesiyle yahudilerin de böyle olması gerekir.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu husustur: Hz. Peygamber bir komutana
emir vererek şöyle dedi:
"Müşriklerden bir topluluğa rastladığın zaman, onları İslâm'a davat et! Eğer onlar davetine icabet ederlerse, onlardan bu hususu kabul et. Eğer onlar diretip yüz çevirirlerse, onları cizyeye ve zımmî olmaya davet et. Eğer onlar, senin bu davetine İcabet ederlerse, bunu kabul et ve onlardan elini çek..."[157]
Hz. Peygamber, onlardan cizye ve zimmet akdini kabul
eden kimseleri, müşrik diye adlandırmıştır. Böylece bu zımmî nin müşrik diye
adlandırılacağına delâlet etmektedir.
5) Ebu Bekr el-Esamm'ın istidlalidir. O, şu şekilde istidlalde bulunmuştur: Elinde zuhur eden bu mucizelerin beşer kudretini aşmış olması bakımından, Hz. Peygamberin risâletini inkâr eden herkes müşriktir. Yahudi ve hristiyanlar, bu mucizelerin Allah tarafından meydana getirildiğini de inkâr ediyor, aksine bu mucizeleri cin ve şeytanlara nisbet ediyorlardı. Çünkü onlar mucizelerin birer sihir olduğunu ve cinler ile şeytanlar tarafından meydana getirildiğini söylüyorlardı. Böylece bunlar, beşer kudretinin dışında kalan bu tür mucizelerin yaratılması hususunda, Allah'u Teâlâ'ya bir şerik koşmuş oluyorlardı. Bu sebeple onların müşrik olduklarına kesin olarak hükmetmek gerekmiştir. Çünkü, ilahın, bu tür şeyleri yaratmaya kadir olandan başka bir anlamı yoktur.
Ebu Bekr'in bu görüşüne Kâdî itiraz ederek şöyle
demiştir: Yahudiler ancak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinde zuhur eden şeyleri,
beşerin kudretini aşan şeyler cümlesinden kabul edip, bunu da Allah'tan
başkasına nisbet ettikleri zaman müşrik olurlar. Ama bunu kabul etmeyip, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in elinde zuhur eden şeylerin, kulların da kendisine kadir
olabileceği şeyler cinsinden olduğunu iddia ettikleri zaman, bunu Allah'tan
başkasına nisbet etmiş olmaları sebebiyle müşrik olmaları gerekmez.
Cevap: Yahudinin, mucizelerin beşerin kudreti dairesinde olup olmadığına dair ikrarına itibar edilmez. İtibâr ancak, bu mucizenin beşerin kudretini aştığına delâlet eder. Buna göre kim bunu, Allah'tan başka bir şeye nisbet ederse, şu kimse gibi, o da müşrik olur: "Cismi ve hayatı yaratmak, beşerin gücü dairesinde olan şeyler cümlesindendir" deyip, sonra da canlılar ile nebatın yaratılmasını feleklere ve yıldızlara nisbet eden kimse müşrik olur. İşte burada da böyledir. Yahudi ve hristiyanların, müşrik isminin muhtevasına girdiklerini gösteren şeylerin tamamı işte budur.
Bu görüşte olmayanlar da, şu şekilde İstidlalde
bulunmuşlardır: Allah'u Teâlâ, ehl-i kitapla müşrikleri ayrı ayrı zikretmiştir.
Bu da, ehl-i kitabın "müşrik" isminin muhtevasına girmediğine delâlet
eder. Biz, Hak Teâlâ'nın "O iman edenler, o yahudiler, o sabitler, o
nasranüer, o mecusiler ve, Allah 'a şirk koşanlar..."(Hacc,17) "Ehl-i
kitaptan kâfir olanlar da, müşrikler de... istemezler" (Bakara, 105), "Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve
müşrikler., olmadı..." (Beyyine,1) âyetlerinden dolayı, ehl-i kitap ile müşrikleri
de birbirinden ayırdettiğini söyledik. Allah'u Teâlâ bu ayetlerde, her iki grubun
arasını ayırarak, onlardan birini diğerine atfetmiştir ki, bu da farklılığı gerektirir.
Bunlara şöyle cevap verilir: Bu Hak Teâlâ'nın,''Hani biz peygamberlerden misaklarmı almıştık.. Senden de, Nuh'tan da.." (Ahzap, 7) ve, "Kim Allah'a, O'nun meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa..." (Bakara, 98) âyetiyle bir müşkillik arzetmektedir. Eğer onlar, "Zikredilen vasıfta, onların kemâline dikkat çekmek için Cebrail ile Mikail özel olarak zikredilmiştir" derlerse, biz de deriz ki: Burada Hak Teâlâ, onların küfürdeki derekelerine dikkat çekmek için, putperestleri özellikle bu isimle, müşrik ismiyle zikretmiştir. Bu meselede söylenebileceklerin tamamı işte bundan ibarettir.
Sonra bil ki, yahudi ve hristiyanların müşrik isminin kapsamına girdiklerini söyleyenler de, iki gruba ayrılmışlardır. Onlardan bir grup şöyle demiştir: Bu isim onlara, lügat itibariyle verilmiştir. Çünkü biz yahudi ve hristiyanların da şirki benimsediklerini açıklamıştık.. Cübbaî ile Kâdî, bu ismin şer'î isimler cümlesinden olduğunu söylemişler, bu görüşlerine de şunu delil getirmişlerdir: Hz. Muhammed (s.a.s)'den, kâfir olan herkesi müşrik diye adlandırdığı tevatür derecesindeki bir nakil ile naklolunmuştur. Kâfirler arasında, hiç ilâh kabul etmeyen olduğu gibi, ilâhının varlığı hususunda şüphe içinde olanlar veyahut da şerîkin mevcudiyeti hususunda şüphe edenler vardır. Yine kâfirler içinde, peygamber gönderildiği zaman öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenler de bulunmaktadır.
Şüphesiz bu, peygamberin gönderilmesi ve mükellef
tutulmayı inkâr etmek demektir. Putlardan herhangi bir şeye ibâdet etmeyenler
bulunduğu gibi, putperestlerin içinde putların yaratma ve âlemin nizâmını
tedbir hususunda Allah'ın şerikleri olduğunu; hatta bunların Allah katında
şefaatçiler olduklarını söyleyenler de vardır. Böylece, kâfirlerden
çoğunun,âlemin ilâhının tek bir ilâh olduğunu; âlemin yaratılması ve tedbiri
hususunda, ulûhiyyet bakımından O'nun bir yardımcısının, benzerinin ve
şerikinin bulunmadığını kabul ediyorlardı. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
kâfirlere müşrik adının verilmesinin lûgavî isimlerden değil, aksine namaz,
zekât ve diğerleri gibi, şer'î isimlerden olduğu ortaya çıkmış olur. Bu böyle
olunca, her kâfirin bu ismin muhtevasına dâhil olması gerekir. Bu meselede
söylenebilecek sözün tamamı işte bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'tandır.[158]
"Müşrik vasfının sadece putpereslere şamil olduğunu kabul edenler, Hak Teala’nın, Müşrik kadınları nikahlamayın "(Bakara. 221) âyetinin putperest kadınları nikâhlamayı yasakladığını söylemişlerdir. Müşrik vasfının bütün kâfirleri kapsamına aldığını söyleyenler ise Hak Teâlâ'nın, hitabının zahirinin, ister ehl-i kitaptan olsun, isterse olmasın, kâfir kadınların nikâh edilmesinin kesinlikle caiz olmadığına delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Bu görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilâf ederek imamlardan pekço-ğu, ehl-i'kitaptan olan bir kadını müslüman bir erkeğin alabileceğini söylemişlerdir. İbn Ömer, Muhammed İbn Hanefiyye ile Zeydiyye imamlarından birisi olan el-Hadî den rivayet edildiğine göre müslüman bir erkeğin kitabî bir kadını nikâhlamasımn haram olduğunu söylemiştir.
Cumhurun delili, Hak Teâlâ'nın, Maide süresindeki, "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları da... size mubah kılındı" (Maide, 5) âyetidir. Mâide sûresinin tamamının hükmü bakî olup, ondan hiçbir şey kesinlikle neshedilmemiştir.
Buna göre eğer, "Bundan muradın, ehl-i kitap iken iman eden kimseler olması niçin caiz olmasın?" denirse, biz deriz ki: Bu, bundan önce Allah Teâ-lâ, "Mü'min kadınlardan muhsan olanlar helâl kılındı" buyurduğu için doğru olmaz.
Bu ifâdenin içine, önce kâfir iken imân etmiş olanlar da girer, ta baştan beri mü'min olanlar da girer. Bir de Hak Teâlâ'nın, "ehl-i kitaptan olanlar.." kaydı, mübahlık halinde bu vasfın bulunmasını ifâde eder.
Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğuna,
rivayet edilen şu husus da delâlet eder: Sahabe-i kiram ehl-i kitabın
kadınları ile evleniyorlardı. Onlardan hiçbiri buna karşı çıkmamıştır.
Binaenaleyh bu, ehl-i kitap kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğu hususunda bir
icmâdır. Huzeyfe (r.a)'nin yahudî veya hristiyan bir kadınla evlendiği; Hz.
Ömer (r.a)'in de ona, bu kadınt boşamasını yazdığı; Huzeyfe (r.a)'nin de, Hz.
Ömer (r.a)'e mektub yazarak, "Sen bunun haram olduğunu mu iddia
ediyorsun?" dediği; Hz. Ömer'in ona, "Hayır fakat
endişeleniyorum" diye cevap verdiği nakledilmiştir.
Cabir b. Abdullah (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir "Biz ehl-i kitabı nikahlayabiliriz, fakat onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler."
Bunun böyle olduğuna şu meşhur haber de delâlet eder:
Abdurrahman b. Avf (r.a)'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mecûsiler hakkında,
"Kadınlarıyla nikâhlanmaksızm ve kestiklerini yemeksizin mecusîlere, ehl-i
kitaba davrandığınız gibi davranın "[159] dediğini
rivayet etmiştir. Eğer ehli kitabın kadınlarıyla evlenmek caiz olmasaydı, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in böyle bir istisna yapması manasız olurdu.
[160]
Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olmadığı
görüşündeki kimseler, şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
a)
"Müşrik kelimesi, yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, ehl-i kitabın kadınlarına
da şâmildir. Buna göre, "iman edinceye kadar, Allah'ı inkâr eden (müşrik)
kadınlarla evlenmeyiniz" âyeti, ehl-i kitabın kadınlarıyla da evlenmenin
haram olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Ayeti tahsis etmek veya mensûh
olduğunu söylemek, zahirin hilâfına bir harekettir. Bu sebeble, bu hükmü almak
gerekir." Bu görüşte olanlar sözlerine devam ederek şöyle demişlerdir:
"Ayette, bizim söylediğimiz hususu te'kid eden şeyler vardır. Çünkü Hak
Teâlâ, âyetin sonunda, "İşte onlar
(sizi) cehenneme çağırıyorlar" buyurmuştur. Böyle bir vasıf bir hükmün
peşisıra zikredilip, bu ikisi birbirine uygun olduğu zaman, bu vasfın o hükmün
illeti olduğu zahir olur. Buna göre sanki Allah'u Teâlâ,"Müşrik kadınlarla
evlenmeniz haram kılınmıştır. Çünkü onlar (insanı) cehenneme çağırırlar"
buyurmuştur. Bu "cehenneme çağırma" illeti, ehl-i kitabın kadınları
için de söz konusudur. Bundan dolayı onlarla evlenmenin haram olduğuna kesin
hükmetmek gerekir.
b) İbn Ömer (r.a)'e bu mesele sorulduğunda, o, hem haramlığı hem de helalliği ifâde eden ayetleri okudu. Bu rivayetten şu şekilde istidlal edilir: Ferç-lerde asıl olan onların haram olmasıdır. Haramlığı ifâde eden delil, helalliği ifâde eden delil ile çatışınca, her ikisi de deli! olmaktan çıkar, böylece asıl olan haramlık hükmü baki kalır.
Aynı şekilde Hz. Osman (r.a)'a köle olan iki
kızkardeşin bir nikâh altında alınması sorulduğunda o, "Bunu bir ayet
mubah, bir başka ayet ise haram kılmıştır" demiştir. Bu durumda siz,
zikrettiğimiz sebebten ötürü bunu haram sayarsınız. Burada da durum aynıdır.
c)
Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsirinde İbn Abbas (r.a)'dan, mü'-min kadınların
dışında, her türlü dinden kadınların haram olduğu hükmünü rivayet etmiştir.
İbn Abbas (r.a) "Kim imanı tanımayıp kâfir olursa, bütün ameli boşa
gider" (Mâide, 5) ayetini delil getirmiştir. Bu böyle olunca,
nikahlamanın haramlığı hususunda, müşrik kadınlar irtidâd etmiş kadınlar gibi
olurlar.
d) Hz. Ömer (r.a)'in haberi ile delil getirmek. Rivayet edildiğine göre Hz. Talha (r.a). yahudi bir kadını; Hz. Huzeyfe (r.a) ise hristiyan bir kadını nikahlayıp almışlardı. Buna karşı Hz. Ömer (r.a) çok fazla sinirlenince onlar, "Ya emîre'l-mü'minîn, biz boşarız, yeter ki sen kızma" dediler. Hz. Ömer de, "Onları boşamak helâl olursa, onlarla evlenmek de helâl olur. Fakat ben onları sizden ayırıyorum" dedi.
Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğunu ileri süren kimseler, aksi kanaatte olanların birinci deliline şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Yahudi ve hristiyan I arın, "müşrik" ismine dâhil olmadığını söyleyenlere göre, ortada böyle bir müşkil kalmaz. Fakat aksini söyleyenler şöyle derler: Âyetteki, "kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları..." da size mubah kılındı" buyruğu, tefsirini yaptığımız ayetten daha "hass" (husûsî) dir. Buna göre eğer, böyle bir haramlığın sabit olup, daha sonra zail olduğuna dâir rivayetler doğru ise, biz işbu "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları da....." sözünü nesheden bir ayet kabul ederiz.Eğer böyle bir haramlık sabit değil ise, bunu tahsis eden bir ayet kabul ederiz. Bu konuda netice olarak şunu diyebiliriz: Nesh ve tahsis, asıl olanın aksine bir harekettir. Fakat, iki âyeti bağdaştırmak ancak bu yollarla mümkün olduğu zaman, bu yola başvurulması gerekir."
Aksi görüştekilerin ikinci delilleri olan, "cehenneme davet ettikleri için, putperest kadınları nikahlamanın, cehenneme davet ettikleri için haram kılınmış olduğu; aynı mananın ehl-i kitabın kadınları için de söz konusu olduğu..." şeklindeki görüşlerine karşı biz deriz ki: Bu iki cins kadın arasındaki fark şudur: Müşrik kadın, imana karşı muhalefetini ve karşı çıkışını açıkça ortaya kor. Kocası onu sevebilir. Sonra bundan dolayı o, kocasını müslümanlara karşı savaşa teşvik edebilir. Bu durum zımmî kadın hakkında söz konusu değildir. Çünkü o, başkasının emri altında olup zillete ve meskenete razıdır. Sonra bu kadın ile yapılacak nikâh müslümanlara karşı savaşmaya sebeb olmaz.
Muhalif görüşte olanların, "Bu hususta helalliği ifâde eden âyet ile, haramlığı ifâde eden âyetler çatışmaktadır" şeklindeki iddialarına gelince, deriz ki: Helâlliği bildiren ayet hâs olup, sonradan nazil olduğunda icmâ vardır. Bundan dolayı bu âyetin, haramlığı ifâde eden âyetten önce nazar-ı itibara alınması gerekir. Bu, câriye olan iki kızkardeşi bir nikâh altında tutma ile ilgili iki âyetin aksine bir durumdur. Çünkü o iki âyetten her biri bir yönden diğerinden daha hususi, bir yönden de daha umumidir. Binaenaleyh bunlarda herhangi bir tercih sebebi yoktur.
Allah'u Teâlâ'nın o ayette, ''Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları... " buyurmuş olması, iyi Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyiniz" âyetinden mutlak olarak daha husûsîdir. Bu sebep lile, bir tercihin bulunması gerekir. Onların, Hak Teâlâ'nın, "bütün amelleri boşa gider" (Maide, 5) âyetini delil getirmelerine karşı bu şekilde cevap veririz: Biz, birçok hükümde ehl-i kitaba mensup kadınlar ile irtidâd etmiş kadınlar arasında bir fark olduğunu kabul ettiğimize göre, bu hükümde de ikisi arasında niçin bir fark olmasın?
Onların, Hz, Ömer (r.a)'in haberine delil olarak
sarılmalarına karşı ise şöyle deriz: Biz de, Hz. Ömer'in bunun haram olmadığını
söylediğini naklettik. İki delil arasında bir tearuz olduğu zaman, ikisiyle de
istidlal edilemez. Allah en iyisini bilendir.
[161]
Herkes, Hak Teâlâ'nın, "iman edinceye
kadar.."kaydından maksadın, "Onlar kelime-i şahadet getirmek ve
İslâm'ın hükümlerini kabul etmeleri..." olduğunda ittifak etmişlerdir.
Buna göre Kerrâmiye bu ayeti, imanın sırf ikrardan ibaret olduğuna delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ bu ayette imanı, haramlığın
kalkmasına sebep kabul etmiştir. Âyette haramlığın kalkmasına sebep olan şey
ise ikrardır. Böylece şeriat örfünde imanın ikrardan ibaret olduğu ortaya
çıkmış olur."
Ehl-i Sünnet alimleri bu görüşün yanlışlığına şu
delilleri getirmişlerdir:
1) Hak
Teâlâ'nın, (Bakara,3)ayetinin tefsirini
yaparken, pek çok delil getirerek imanın kalbin tasdikinden ibaret olduğunu
beyan etmiştik.
2) Hak
Teâlâ'nın, "İnsanlardan, mü'min
olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" diyenler
vardır" (Bakara, 8) âyetidir. Eğer iman sırf ikrardan ibaret olsaydı, Hak
Teali buyruğu bir yalan olmuş olurdu.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O bedevi Araplar, "iman ettik" dediler. De ki,
"siz iman etmediniz" (Hucurat,14) inayetidir. Eğer iman sırf İkrardan
ibaret olsaydı, o zaman Hak Teâlâ'nın,"De ki:"Siz iman
etmediniz" buyruğu yalan
olmuş olurdu. Sonra âlimlerimiz, onların bu âyetle
istidlal etmelerine şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kalbdeki tasdike muttali
olmak imkânsızdır. Bu sebeple, dil ile ikrar kalbin tasdikinin yerine ikâme
edilmiştir.
[162]
Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği
nakledilmiştir:"Bu âyet, müslümanların daha önce yapmış oldukları müşrik
kadınları nikahlama âdetini feshetmiştir".Kadı şöyle demiştir: Onların, bu
âyet nazil olmadan önce müşrik kadınlarla evlenmeyi, şeriatın emri ile değil
de, âdet olduğu için yapmışlarsa, bu âyeti "nâsih" olarak
nitelendirmek doğru değildir. Çünkü usûl-i fıkıhta, "nâ-sih ve mensûh
hükümlerin serî hüküm olmaları gerekir" kaidesi yer almıştır. Ama, bu âyet
inmezden önce, müşrik kadınlarla evlenmek şeriatın koymuş olduğu bir hüküm
olduğu takdirde bu âyet ancak o zaman nâsih olur.
[163]
Hak Teâlâ'nın, "İman eden bir câriye, hoşunuza
gitse de müşrik bir kadından daha hayırlıdır" âyeti hakkında birkaç mesele
vardır:
[164]
Ebu Müslim, Hak Teâlâ'nın, sözündeki lâm harfinin,
te'kid ifâde etmesi bakımından, kasem lamına benzediğini söylemiştir.
[165]
Ayette geçen, kavlinin mânası, "güzel, faydalı" demektir. Buna göre mâna, "Hepsi de güzellik, mal ve asâtet bakımından aynı seviyede olurlarsa, bil ki mü'min olan câriye, müşrik cariyelerden daha hayırlıdır" demektir. Çünkü iman, dine taalluk eder. Mal, güzellik ve asalet ise, dünya ile ilgili hususlardır. Halbuki din, dünyadan daha hayırlıdır. Bir de, herkes nezdinde din, en şerefli şeydir. Din konusunda uyuşma meydana geldiği zaman, karı-koca arasındaki muhabbet daha mükemmel olur. Böylece de, sıhhat, tâat, malı ve evlâdı himaye etme gibi dünyevî hususlar da mükemmellesin Ama dinî bakımdan bir ayrılık bulunması durumunda, eşler arasında herhangi bir sevgi bulunmaz; o kadından da, dünyevî menfaat açısından herhangi bir şey elde edilemez.
Âlimlerden bazıları ise, Hak Teâlâ'nın bu buyruğundan
maksadının, "Mü'min bir câriye, müşrik olan bir hür kadından daha
hayırlıdır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bil ki, şu iki sebebten dolayı,
böyle bir takdire ihtiyaç yoktur:
1) (Müşrike) lâfzı, mutlaktır.
2) Hak
Teâlâ'nın, "hoşunuza gitse
bile" kaydı, zaten hür olma sıfatına delâlet eder. Çünkü takdir, " o
kadın güzelliği, malı, mülkü, hürriyeti veya asaleti cihetinden sizin hoşunuza
gitse bile..." şeklindedir. Buna göre bütün bu hususlar Hak Teâlâ'nın,
sözünün kapsamına dahil olur.
[166]
Cübbâî şöyle demiştir: "Ebu Hanlfe'nin mezhebi-
ne göre âyet, hür kadının mihrini vermeye kadir olabilen kimsenin,
cariyeyle evlenmesinin caiz olduğuna delâlet eder." Bu
böyledir, çünkü ayet-i kerime, müşrik olan hür kadının mihrini verebilecek
kimsenin, câriye ile evlenmesinin caiz olduğunu gösterir. Fakat müşrik hür
kadının mihrini verebilecek kimse, hiç şüphesiz müslüman hür kadının mihrini de
verebilir. Çünkü, küfür ve iman hususundaki farklılık, nikâh hazırlıkları için
ihtiyaç duyulan malın miktarında değişiklik ar-zetmez. Böylece, hür ve müslüman
bir kadının mihrini verebilecek bir kimsenin, câriye ile evlenmesi de kesinlikle
caiz olur. Bu, bu meselede yapılmış olan hoş bir istidlaldir.
[167]
Ayet-i kerimede bir müşkil bulunmaktadır. O da, Hak Teâlâ'nın, hitabının müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin haram olmasını gerektirmiş olmasıdır. Sonra Hak Teâlâ'nın buyruğu da müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin caiz olmasını gerektirir. Çünkü, ( manasında olan) " lâfzı, sıfatta müşterekliği gerektirir. Halbuki hayırlı olma vasfı bunlardan birisi için söz konusudur.
Bu müşkili şu şekilde bertaraf ederiz: Müşrik kadınlarla evlenmek, dünyevî menfaatları, mü'min kadınlarla evlenmek ise uhrevî menfaatları ihtiva etmektedir. Bu iki çeşit fayda, bir fayda olma esnasında müşterektirler. Ancak ne var ki, ahiret ile ilgili faydanın daha büyük özellik ve üstünlükleri vardır. Bu sebeple, böyle bir suâl kendiliğinden bertaraf edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.
Hak Teâlâ'nın, "Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) ntkâhyamaym" hitabına gelince, burada bundan maksadın herkes olduğu, iman etmiş bir kadını, küfürlerinin çeşidi nasıl olursa olsun, bir kâfirle evlendirmenin kesinlikle helâl olmayacağı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur.
Hak Teâlâ'nın, "Mü'min bir köle, hoşunuza gitse
de müşrikten daha hayırlıdır" buyruğu hususundaki sözümüz, daha önce söylemiş
olduğumuz gibidir.
[168]
Hak Teâlâ'nın, "İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar"
kavli hakkında iki mesele bulunmaktadır:
[169]
Bu ayet, "Benim (karşılaştığım) bu hal nedir?
Ben sizi kurtuluşa davet ediyorum, siz beni ateşe davet ediyorsunuz!"
(Mü'min, 41) âyetinin bir benzeridir. Eğer "Onlar çoğu zaman cehenneme
iman etmemiş iken, nasıl olur da cehenneme davet ederler?"denilir ise,
buna şu şekilde cevap veririz: Âlimler bu âyetin te'vili hususunda şu görüşleri
söylemişlerdir:
a) Onlar, insanı cehenneme götürecek işleri yapmaya davet ederler. Çünkü görünen odur ki, evlilik ülfet, muhabbet ve sevgi mahallidir. Bütün bunlar ise, gaye ve maksadlarda karı-kocanın birbiriyle uyuşmasını gerektirir. Bu da, sevgilisi ile uyum içinde olması sebebiyle çoğu kez müslümanın İslâm'dan çıkmasına sebeb olur.
İmdi eğer, "Sevgi ihtimali her iki taraf için de
vardır. Ülfet ve muhabbet sebebiyle müslümanın kâfir olma ihtimali olduğu gibi,
kâfirin de müslüman olması muhtemeldir. Her iki ihtimal çatıştığı zaman, her
ikisinin de düşmesi gerekir. Böylece de geriye cevazın aslı kalır"
denirse, biz deriz ki: Üstünlük bu taraf içindir. Çünkü kâfirin küfründen
vazgeçebileceği takdirine göre bu, müslümanın mükâfaat ve derecesini artırır.
Müslümanın İslâm'dan vazgeçebileceği takdirine göre ise, bu çok büyük bir
azabı gerektirir. Binaenaleyh bu işi yapmak, kişi için en büyük fayda ile en
büyük zararın dokunması arasında dönüp dolaşır. Bu gibi durumlarda zarardan
kaçınmak gerekir. İşte bu sebeb-ten ötürü Allah Teâlâ, men etme tarafını, cevaz
tarafına tercih etmiştir.
b) Âlimler
arasında, "İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar" âyetini,
"Onlar sizi, savaşı ve cihadı terketmeye çağırıyorlar" manasına
alanlar vardır. Muharebeyi ve cihadı terketmede ise, cehenneme ve azaba dücâr
olmayı gerektiren şey vardır. Bu te'vili yapanın, bundan maksadı ehl-i kitaptan
zımmî olan ile olmayanlar arasında bir farkın olduğunu ortaya koymaktır. Çünkü
zımmî olan bir kadın, kocasını müslümanlara karşı savaşmaya sevketmez. Böylece
ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
c) Doğan
çocuğunu kâfir.çoğu kez küfre çağırır. Böylece de o çocuk cehennemliklerden
olur. Allah Teâlâ bize müslüman kadınlarla evlenmemizi ve böylece doğacak
çocuğun müslüman ve cennetlik olmasını emretmek suretiyle cennete davet eder.
[170]
Hak Teâlâ'nın, "Allah ise kendi iradesiyle
cennete ve mağfirete çağırır" ayeti hakkında iki görüş vardır:
Birinci Görüş:
Âyetin mânası şudur: Allah'ın dostları cennete çağırırlar. Buna göre sanki
şöyle denilmek istenmiştir: Allah'ın düşmanları cehenneme davet ederler;
halbuki Allah'ın dostlarıysa, cennete ve mağfirete davet ederler. Binaenaleyh,
muhakkak ki aklı olan kimseye, Allah'ın düşmanları olan müşrik kadınların
etrafında dolaşmamaları, bilâkis mü'min kadınlarla evlenmeleri gerekir. Çünkü
mü»min kadınlar, cennete ve mağfirete davet ederler.
İkinci Görüş:
Allah'u Teâlâ ilgili hükümleri beyan edip, kimisini mubah, kimisini de haram
kılınca, "Allah cennete ve mağfirete çağırır" buyurmuştur. Çünkü bu
davete sarılan kimse, cennete ve mağfirete müstehak olur.
Hak Teâlâ'nın, kavlinin manası, "Allah'ın kolaylaştırması ve kendisiyle cennete ve mağfirete müstehak olunan amele muvaffak kılmasıyla.." demektir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın izni olmadan, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" (Yunus, 100). "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse Ölmez" (Al-i imran, 145) ve "Onlar, Allah'ın İzni olmadıkça hiçkimseye zarar veremezler" (Bakara. 102) ayetleridir. Hasan el-Basrî şeklinde ref ile okumuştur. Yani, "Mağfiret, O'nun kolaylaştı rm asıyla bulunur" demektir.
Hak Teâlâ'nın,İyice düşünüp ibret alsınlar diye,
Allah âyetlerini iyice açıklar" buyruğunun mânası açıktır.
[171]
"Sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De
ki: "O, bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan ayrılın,
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın
size emrettiği taraftan onlara varın. Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri
sever; iyice temizlenenleri sever"(Bakara, 222).
[172]
Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak,
Bakara sûresinde altı soru zikretti. Bunlardan ilk üçünü vâvsız, son üçünü de
vâv ile başlattı. Bunun sebebi şudur: Onların ilk üç hâdise hakkındaki
soruları, ayrı ayrı durumlarda vaki olmuştur. Bu sebeple orada atıf harfi
getirilmemiştir. Çünkü bu sorulardan herbiri, ayrı ayrı birer sorudurlar. Onlar
son üç soruyu ise, aynı anda yöneltmişlerdir. Dolayısıyla cem ifâde eden atıf
harfiyle getirilmiştir. Sanki şöyle denmek istenmiştir: "Soru soranlar,
içki, kumar ve şunu şunu aynı anda sana soruyorlar..."
[173]
Rivayet edildiğine göre yahudî ve mecûsîler, kadın
hayızlı iken, ondan son derece uzak duruyorlardı.
Hristiyanlar ise, hayız falan dinlemeden, kadınlarla
cima ediyorlardı. Câhiliyye dönemtndekiler İse, kadın hayızlı olduğu zaman,
onunla aynı sofraya oturmuyorlar, verdiği şeyleri içmiyorlar, onunla aynı yatakta
yatmıyorlar, yahudî ve mecûsilerin yaptığı gibi, aynı çatı altında barınmıyorlardı.
Bu âyet nâzif otunca, müslümanlar âyetin zahirine sarılarak, hayız olan
kadınları evlerinden çıkarıyorlardı. Bedevilerden bir grup kimse, "Ya
Resûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı
attığımız kadınlara versek, evde kalanlar bu sefer soğuktan üşürler. Elbiseleri
kendimize alıkoysak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!" Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),"Kadtnlar hayızlı oldukları zaman, ben size
kadınlarla cinsi münasebet yapmamanızı emrettim; yoksa, acemlerin yaptığı gibi
onları evlerinizden çıkarmanızı emretmedim.." buyurdu. Yahudiler bunu
duyunca şöyle dediler; "Bu adam bize muhalif davranmadığı hiç bir mesele
bırakmıyor." Sonra, Abbâd İbn Beşir ile Useyd İbn Hudayr, Hz. Peygamber'e
gelerek O'na bu durumu haber verdiler ve, "Ya Resulallah hayızlı iken
onlarla cima etmeyelim mi?" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yüzünün rengi değişti, bu iki zât da O'nun kendilerine kızdığını
zannederek kalktılar. Tam o sırada Hz. Peygamber'e bir süt hediye ve ikram
edildi. Bunun peşinden Hz. Peygamber o iki kimseye haber salarak, bu sütü
onlara ikram etti. Böylece de, kendisinin onlara kızmamış olduğunu bize
anlatmış oldu.
[174]
Arapçada, kelimesinin aslı akmaktır.-"Sel aktı
ve taştı" denilir. Ezherî, havuza, denilmesinin sebebinin de bu
olduğunu söylemiştir. Çünkü su, havuza akmaktadır.
Araplar, aynı cinsten oldukları için vâvı yâ harfinin yerine;yâ'yı da vâvın
yerine kullanıyorlardı.Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Bu, kalıbı
bazen, kelimeleri gibi ism-i mekân ifâde eder. Bazen de masdar mânasına gelir.
Nitekim, hayız oldu.." "Geldi..." ve, "geceledi"
denilir. Vahidî, el-Basît'inde.Übn Sikkît'den şunu nakletmiştir: Fiil,
"ölçtü, ölçüyor" "Hayız oldu, hayız oluyor" ve benzerleri
gibi, sülâşî olur, muzarîsinin ayne'l-fiili de meksûr olursa, bu fiillerin ismi
mekânı, masdar-ı mîmîsi ise fethalı o-larak, Jiii şeklinde gelir. Meselâ, (meyi etmek) gibi.. Kelimenin ismi mekânı
ise, dur. Böylece İbn Sikkît, kelimenin, J*ii kalıbında ism-i mekân olduğu,
Lü; kalıbında da masdar olduğu görüşünü benimsemektedir. Şayet bir kimse, hem
masdar-ı mîmî, hem de ism-i mekânda, kalıbları meftun ya da meksûr okursa
caizdir. Nitekim Araplar, demektedirler. Böylece, lâfzının, ism-i mekân -mânasında hakikat
ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Bu aynı zamanda hayzın, bizzat ismi olarak da
kullanılır. Bu sabit olunca, edîb olan pekçok müfessir, lafzıyla burada hayız
anlamının kastedildiğini iddia etmişlerdir. Bana göre ise, bu böyle
değildir.lafzıyla burada hayızın kendisi kastedilmiş olsaydı, o zaman Hak
Teâlâ'nın, emrinin manası, "Kadınları hayız zamanı terkedin" olurdu.
Bundan murad ise, "hayız zamanında kadınlardan uzak durun.." olur.
Böylece de âyetin zahiri, kadının göbeğinin üstünde ve diz kapağının altında
kalan yerlerden faydalanmaya mâni olmuş olurdu. Böyle bir yasak olmayın-ca.o
zaman âyete neshin veyahut da bir tahsisin arız olduğuna hükmetmek gerekir.
Bunun ise, astın hilâfına olacağı herkesi malûmudur. Ama biz, kelimesini,
hayızın mekânı mânasına aldığımızda, ayetin mânası, "Hayız mahalli
hususunda kadınları terkedin.." olur. Böylece de mâna, "kadınların
hayız mahallinden uzak durun" şeklinde olur. Bu izaha göre de, âyete
herhangi bir nesh ve tahsis arız olmamış olur. Lâfız iki mâna arasında müşterek
olup, lâfzı o manalardan birine hamletmek bir mahzur doğurur, diğerine
hamletmek ise aynı sakıncayı doğurmazsa, bu durumda lâfzı mahzur doğurmayan
mânaya hamletmenin evlâ olduğu herkesçe bilinen bir usûldür. Bu, ism-i mekân
manasına kullanılmasının masdar anlamına kullanılmasından daha çok ve daha
meşhur olduğunu bilmemizle beraber, lâfzının ismi mekân mânası ile masdar-ı
mimî arasında müşterek bir lâfız olduğunu kabul etmemiz durumunda böyledir.
Buna göre, eğer lâfzından hayzın murad edildiğine dair delil, Hak Teâlâ'nın, yani, "Hayız bir eziyyettir" buyurmasıdır. Eğer, lâfzından maksad hayız değil de, hayızın çıktığı yer olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, demesi doğru olmazdı" denilirse, biz deriz ki: kelimesinin hayızdan ibaret olmasının takdiri durumunda hayızın bizzat kendisinde bir eziyyet bulunmaz. Çünkü hayız, hususî nitelikteki bir kandan ibarettir. Eziyyet de hususî bir keyfiyettir. Eziyyet de arızîdir. Cisim, arızînin bizzat kendisi olamaz. Bu sebeple onların, "Bundan murad, eziyyet olmakla nitelenmiş bir hayız olduğunu.." söylemeleri gerekir. Bu caiz olunca, bizim de, "Bundan murad, hayız mahallinin eziyyete katlanması olduğunu" söylememiz caiz olur. Hem birinci, lâfzından muradın hayızın bizzat kendisi, ikinci, lâfzından ise, hayız mahallinin murad edilmiş olması niçin caiz olmasın? Yapılan bu takdire göre, sizin söylemiş olduğunuz müş-kilât da ortadan kalkmış olur. Bu hususta söylenecek olan şeyler, bana göre bunlardır. Muvaffakiyyet Allah'tandır.
Hak Teâlâ'nın, buyruğuna gelince, Atâ, Katâde ve
Süddî, bu kelimenin "pislik" manasını ifâde ettiğini söylemişlerdir.
Bil ki Arapça, kelimesi, hoşa gitmeyen her şeye delâlet eder. Hak Teâlâ'nın,
emrinin mânası, o şeyden uzaklaşmayı ifâde eden bir ayrılıştır. İlleti ise,
daha önce zikredilmiş olan, jî\ lâfzıdır. Sonra bu illete hüküm terettüp
etmiştir; bu hüküm ise, terketmenin vâcib olmasıdır.
İmdi eğer, "Eziyyet, kandan başka bir şey değildir. İstihâza (özür kant gelmesi) durumunda kadınlardan ayrılmak vâcib olmadığı halde bu eziyyet istihâza durumunda da söz konusudur. Buna göre bu hükmün illetinin "eziyyet" olduğunu söylemek, tenakuz arzetmiştir" denilirse, biz de deriz ki:
İllet tenakuz arzetmemiştir; çünkü hayız kanı, rahim
yoluyla kadının bünyesinin dışarı attığı fazla kandan ortaya çıkan bozulmuş
bir kandır. Eğer bu fazlalık kan akmasa kadın hasta olur. Buna göre bu kan,
idrar ve büyük abdest yapmak gibi bir şey olur. Böylece bu kan, bir sıkıntı ve
bir pislik olmuş olur. Ama istihâza kanı böyle değildir. Aksine bu kan, rahmin
derinliklerinde bulunan ve patlayan damarlardan akan, bozuk olmayan bir kandır.
Dolayısıyla bu bir eziyyet sayılmaz. Bu konuda söyleyebileceklerim bundan
ibarettir. Çünkü bu tıbbî bir konudur. Bunun izah edilmesiyle Kur'an'm zahiri
ta'n ve kınanmaktan kurtarılır. Kendi muradını en iyi bilen ise, Allah'tır.
[175]
Bil ki, hayız kanı, hakikî olan bir takım sıfatlarla
nitelenmiştir. Bu kana da, şer'î olan bir takım hükümler dayanır. Hakikî
sıfatlar iki kısma ayrılır:
1)
Bunlardan birisi, menbâ'dır (kaynak). Hayız kanı, rahimden çıkan bir kandır.
Nitekim Hak Teâlâ,"Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri
kadınlara helâl olmaz"(Bakara, 228) buyurmuştur. Bunun tefsirinde,
"Hak Teâlâ'nın rahimlerde yarattığı şeyden muradın, hayız ve hamilelik
durumu olduğu" söylenmiştir. İstihâza kanına gelince, bu rahimden değil,
rahimin ağzında sona eren damarlardan çıkar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)
istihâza kanını vasfederken, "Bu,
rahimde patlamış damarların kanıdır" buyurmuştur. Hz. Peygamberin bu
sözü, Kur'an'm göstermiş olduğu illet ve sebepte bir tenakuz bulunmadığı
hususunda söylemiş olduğumuz görüşleri de pekiştirir.
2) Hz. Peygamberin hayız kanını vasfederken söylemiş olduğu sıfatlar şunlardır:
a) Siyahtır,
b) Fazla akıcı değil,
c) Yakıcıdır,
d) Pek fazla hissedilmez, hızlı akmaz,
e) Diğer kanların aksine kötü kokuludur. Çünkü, bu kan, kadının bünyesinin dışarı attığı fazlalık kanlardandır,
f) Koyu kırmızı ve rengi bulanıktır. Kendisinde bulanıklık bulunduğu için, deniz suyuna benzediği de söylenmiştir. Buna göre bu sıfatların hepsi hakiki sıfatlardır.
Bazı âlimler de şöyle demiştir: Hayız kanı, istihâza kanından ayrılır. Buna göre bu sıfatların kendisinde bulunduğu her kan, hayız kanıdır. Böyle olmayan ise, hayız kanı değildir. Hayız kanı mı yoksa istihâza kanı mı olduğu kesin olarak bilinemeyen kanlarda ise, aslolan mükellefiyetin devam etmesidir. Mükellefiyet halinin sona ermesi ise, ancak hayız kanı olduğuna karar verildiği zaman olur. Kanın hayız kanı olmadığı bilindiği vakit, vâcib olan mükellefiyetler, vâcib olmaya devam eder.
Kimi alimler ise şöyle demişlerdir: Mükellef olan
kimse, bu sıfatları birbirine karıştırabilir. Dolayısıyla gerek kan, gerekse
bu sıfatlar hususunda, mükellefi temyizde bulunmak ile sorumlu tutmak, bir
güçlük ve meşakkat çıkarmayı iktizâ eder. Binaenaleyh, Şâri-i Evvel olan
Allah'u Teâlâ, muayyen ve düzenli bir vakit tayin etmiştir. O vakitte kan
bulunduğu zaman, o kanın vasfı nasıl olursa olsun, o kanın hükmü hayızın hükmü
olur. O vaktin dışında bir kan çıktığı zaman, o kanın vasfı ne olursa olsun o
kanın hükmü hayız olmaz.. Bu görüşü ileri sürenlerin maksadı, mükelleften
güçlük ve zorluğu kaldırmaktır. Sonra hayızdan dolayı meşru kılınan hükümler,
namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, mescide girmekten, Mushaf'a dokunmaktan ve
Kur'an okumaktan uzak durmaktır. Ayrıca kadın, hayız ile buluğa ermiş kabul
edilir. Kur'an'ın nassı İle, hayız sebebiyle sabit olan bir diğer hüküm de,
âyetin kendisine nasıl delâlet ettiğini beyan ettiğimiz üzere, cimâdan
sakınmaktır.
[176]
Âlimler, hayızın müddeti hususunda da ihtilâf etmişlerdir. İşte bundan dolayı Şafiî (r.h.a), hayzın en az müddetinin bir gün bir gece; ekserisinin ise, onbeş gün olduğunu söylemiştir. Bu, Ali İbn Ebi Talib, Atâ İbn Ebi Rabâh, Evzâi, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk (Allah kendilerinden razı olsun)'m görüşüdür.
Ebû Hanife ile Sevrî ise, bunun en az müddetinin üç gün üç gece, bundan az olursa, bunun istihâza kanı olduğunu, ekserisinin ise on gün olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Bekr er-Razi ise Ahkâmu'l-Kur'an'ında şunu söylemiştir: Ebû Hanife de, Atâ'nın verdiği hükmü kabul ederek, hayızın en az müddetinin bir gün bir gece, en fazla müddetinin ise onbeş gün olduğunu söylemiş; sonra da bu hükmünden vazgeçmiştir.
İmâm Mâlik ise, azlık ve çokluk hususunda muayyen bir miktarın bulunmadığını; bir saat dahi olsa, bunun hayız kanı olacağını; yine bu kan günlerce devam etse, yine hayız kanı sayılacağını söylemiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'an'ında İmâm Mâlik'in görüşünün yanlışlığına delil getirerek şöyle demiştir. "Eğer bu miktar azlık ve çokluk bakımından nazar-ı dikkate alınmasaydı, o zaman hayız kanının kadında mutlak olarak mevcut kan olması gerekirdi.. Bu durumda da, istihazalı hiçbir kadının bulunmaması gerekirdi. Çünkü ondaki kanın hepsi, Mâlik'in mezhebine göre hayız kanı olur du ki, bu da ümmetin icmâsıyla yanlıştır.
Bir de rivayet edildiğine göre, Fatıma binti Ebt Cahş, Hz. Peygamber'e, "Hayızım devam ediyor, ben de bir türlü temizlenemiyorum" demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Hamne (r.anha) yedi sene istihâza kanı gördü.. Hz. Peygamber (s.a.s), her ikisine de bütün bu sürelerin hayız olduğunu söylemedi. Aksine, onlara, bunun bir kısmının hayız, bir kısmının ise istihâza kanı olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh, bu görüş yanlıştır. Allah en iyi bilendir.
Bil ki bu delil zayıftır. Çünkü bir kimse şöyle
diyebilir: Hayız kanı istihâza kanından, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayız kanıyla
alâkalı olarak zikrettiği bazı sıfatlarla ayrılır. Biz bu sıfatların bir kanda
bulunduğunu anladığımızda, onun hayız kant olduğuna hükmederiz. Bu sıfatların
bulunmadığını gördüğümüzdey-se, onun hayız kanı olmadığına hükmederiz. Bu iki
hususta tereddüt ettiğimiz zaman, hayı zın meydana geldiği meçhulümüz olur;
asıl olan mükellefiyetin devam ettiği malum olur. Şüpheli olan bir şey, malûm
olan bir şeyle tezâd teşkil edemez. Bu sebeple, aslî olan mükellefiyetlerin
yerine getirilmesi gerektiğine hükmedilir. Eğer hayız için belli bir zaman
tayin edilmezse hayız, istihâzadan bu yol ile ayırdedilir. İmâm-ı Mâlik'in
delili iki yöndendir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s), "Hayız kanı siyah ve yakıcı, (acı veren)
bir kandır" ifadesiyle, hayız kanının alâmet ve sıfatlarını açıklamıştır.
Binaenaleyh, kan bu sıfatlarla mevsûf olunca, hayız meydana gelmiş olur. Bu
da, Onun için hayız zamanında
kadınlardan aynim" âyetinin ve Hz. Peygamber'in Fatıma binti Ebu Hubeyş'e
söylediği, "Bayız kam geldiği zaman,
namaz kılmayı bırak"[177]hadis-i
şerifinin hükmüne girer.
b) Allah'u Teâlâ hayız kanı hakkında "O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan aynim'' buyurmuş, onun bir eziyyet olma vasfını, kadınlardan ayrılmanın vâcib oluşunun illetini beyân sadedinde zikretmiştir. Bu kan, fena kokusu, bozuk rengi ve çok fazla akıcı olmayışı sebebiyle bir eziyyet olmuştur. Kadınlardan uzaklaşmanın vücubiy-yeti bu mânalarla sebeplendirilmiş olunca, kanda bu nitelikler bulunduğu zaman, Allah'ın kitabında açıkça zikredilen sebeple amel etmek için, kadınlardan uzak durmak gerekir. Bana göre, İmâm Mâlik'in bu görüşü çok kuvvetlidir.
Şafiî, Ebû Hanife ye karşı, şu iki hususu delil
olarak zikretmiştir:
1)
"Hayız müddetinin en azı bir gün bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Bunun
delili Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayız kanını "siyah ve yakıcı (acı veren)"
diye nitelendirmiş olmasıdır. O kan bu vasıfta bulunduğu zaman hayız mavcut
olmuş olur ve böylece, "Hayız zamanında kadınlardan aynimiz"
âyetinin umûmî muhtevasına girmiş olur. Hayızın bir günden daha az olması ile
onbeş günden daha fazla olması hususlarında, Ebu Hanife ve ben, bu delil ile
amel etmeyi ittifakla bıraktık. Binaenaleyh, geriye, bu müddetler hakkında bu
delil ile amel edilme durumunun kalması gerekir."
2)
Şafiî'nin, on günden fazla olan müddet hususundaki delili, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, kadınları dinlerinin noksanlığı ile tavsif etmiş olduğu hadisidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bunu şu şekilde açıklamıştır: "Kadınların herbiri
ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir." Bu da hayızın bazan onbeş gün
olduğuna delâlet eder. Çünkü bu takdire göre onların temizlik müddetleri de onbeş
gün olur. Böylece de hayız kadının ömrünün yansını almış ofur. Eğer hayız bu
müddetten daha az olsaydı, ömrünün yarısında namaz kılmayan mü'-min kadın
olmazdı.
Ebu Bekr er-Râzi, Şafiî'nin bu görüşüne şu iki izah
ile cevap vermiştir:
a) Hadis
metninde geçen, yarım manasına değil,
aksine "bazısı, bir kısmı" mânasına gelir.
b) Dünya ömrünün yarısında hayız olan bir kadtn bulunmaz. Çünkü kadın bulûğa ermezden önce geçen ömrü de, hayatının bir parçasıdır.
Ebu Bekir er-Râzi'nin birinci cevabına şu şekilde cevap
verebiliriz: "yarım" demektir. "İki parçaya ayırdım"
manasında, denilir. Darb-ı meselde de,
"Süt sağıyorum, yarısı senin"[178] denilmiştir.
O'nun ikinci cevabına şöyle cevap verilir: Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Kadınların herbiri ömrünün yarısını namaz kılmadan
geçirir" sözü, kadının namaz kıldığı zamanı içine alır. Bu da onun buluğa
erdikten sonraki ömrüdür.
Ebu Bekir er-Râzi, Ebu Hanife'nin görüşüne bir çok
yönden delil getirir:
1) Ebu
Ümâme (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hayızın en azı üç, en çoğu on
gündür."[179] Ebu
Bekr şöyle der: 'Eğer bu hadis sahih ise, hiç kimse bu hadisin gösterdiğinden
başka tarafa dönemez."
2) Enes b.
Malik ve Osman b. Ebu'l-As es-Sakafî (r.a)'den şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir: "Hayz üç-dört günden on güne kadardır. On günden fazla olan
istihâzadır." Bu söz ile şu iki bakımdan istidlal edilir:
a)
Sahabeden bir söz çıkar da diğerleri ona muhalefet etmez ise bu icmâ olur.
b) Akltn,
hayzın miktarını belirlemesine imkân yoktur. Sahabîden birşey rivayet edildiği
zaman, zahir olan o şeyi Hz. Peygamber (s.a.s)'den duymuş olmasıdır.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s), Hamne binti Cahş'a: "Bütün kadınlar her ay hayız
gördüğü gibi sen de, Allah'ın ilmine göre, altı veya yedi gün ha-yız görürsünüz[180]
demiştir. Bu hadisin muktezası, her ay her kadının bu kadar hayız görmesidir.
Biz, hadisin zahiri mânâsına, haytzın üç günden on güne kadar olduğunu
söyleyerek muhalefet ettik. Binaenaleyh bu miktarın dışında kalan, bu asıl
üzerine kalır.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s), kadınlar hakkında,"Aklı ve dini noksan olmasına rağmen
en akıllı erkeklerin bile akıllarına hakim olan kadınlar gibi bir varlık
görmedim" buyurdu. Bunun üzerine, "Onların dinlerinin noksanlığı
nedir?" denildiğinde, "Onlardan herbiri günlerce ve gecelerce (hayız
sebebiyle) namaz kılmaziar"[181]
demiştir. Bu haber, hayız müddeti için, "günler ve geceler"
denilebildiğini gösterir. "Günler" ifâdesinin en azı üç, en çoğu on
gündür. Çünkü bir ile iki gün hakkında "eyyam' (günler) lâfzı kullanıldığı
gibi, on günden fazla zaman için de "eyyam" lâfzı kullanılmaz.
Aksine, (onbir gün) denilir. Fakat sayısı üç ile on arasında olan günler için
"eyyam" lâfzı kullanılır.Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Fatıma binti Eb
Hubeyş'e "Hayızgünlerinde namazı terket"[182]
buyurmuştur. "Eyyam" (günler) lâfzı, üç ile on arasında sayıdaki
günler için kullanılmaya mahsustur.Ümmü Seleme (r.anha)'nin Hz. Peygamber
(s.a.s)'e kendisinden devamlı kan gelen kadının hükmünü sorduğu hadisinde, Hz.
Peygamber (s.a.s),
"Her ay hayız gördüğü günler ve geceler
sayısınca beklesin ve her ay bu kadar müddet namaz kılmasın. Sonra gusledip
namazını kilsın"[183]
buyurmuştur. Buna göre eğer, "Belki de o kadının hayzı bu belli
miktardaydı" denilir ise, biz deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.s), onun hayız
müddetinin ne kadar olmadığını sormadan, mutlak olarak ona bu hükmü vermiştir.
Binaenaleyh bu mutlak manada hayzın "eyyam" lâfzının kendisine
delâlet ettiği miktar ile belirlendiğine delâlet etmektedir. Yine Hz.
Peygamber (s.a.s), Adiyy b. Sâbit'in hadisinde,
"İstihazah kadm, namazını normal hayız günleri müddettnce
bırakır"[184] buyurmuştur. Hadisin
ifâde ettiği hüküm bütün kadınlar hakkında umumîdir.
5)
Mutezile'nin ileri gelenlerinden Cübbâi'nin Tefslr'inde zikretmiş olduğu
delildir. O şöyle demiştir: "Oruç ve namazın farziyyeti bunların farz oluşuna
delâlet eden umumî delillerden dolayı belli olan bir farziyettir. Bu umûmî
deliller ile, üç ile on gün arasındaki hayız müddetince amel edilmemiştir. Binaenaleyh
bu umûmi delililerin hükmünün üçten az,ondan çok günler hakkında aslı üzere
kalması gerekir. Bu böyledir. Çünkü üçten aşağı olan günler hususunda âlimlerin
ihtilâfı vardır. Böylece bu ihtilaf, bir şüphe doğurmuştur. Dolayısıyla biz üç
günden aşağı olan zamanı hayız günleri kabul etmedik. On günden fazla olan
müddet hakkında da ulemânın ihtilâfı vardır. Dolayısıyla bu da bir şüphe
meydana getirmiştir. Bu sebeple, fazladan olan bu müddeti de hayız günleri
olarak kabul etmedik. Fakat üç ile on gün arasındaki günlerin, hayız günleri
olduğunda ittifak vardır. Dolayısıyla biz bu müddeti hayız müddeti olarak
kabul ettik...İşte fukahânın bu meseledeki sözünün özeti budur.[185]
Müslümanlar, hayız süresi içinde cimântn haram olduğu
ve bu müddet içerisinde kadının göbeğinin üstteyiz tünde kalan kısımlar ile
diz kapağının altındaki kısımlardan yararlanmanın helâl olduğu hususunda
ittifak etmişler; göbeğin altı ile diz kapağının üstünde kalan kısımlardan
istifâde etmenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.Bıma göre biz
deriz ki: Ayette geçen, lâfzını tercih ettiğimiz şekilde, "hayız kanının
çıktığı yer" manasında alırsak, ayet sadece hayızlı kadınla cima etmenin
haramlığına delâlet etmiş olur. Âyette, bu mahallin dışında kalan yerlerden
istifâde etmenin haramlığına delâlet eden birşey bulunmamış olur. Hatta,
"Birşeyin özellikle zekredilmesi, hükmün onun dışında kalan şeylerde, o
şeyin hükmünün aksine olduğunu gösterir" diyen kimse, bu ayetin cima
mahalli dışındaki yerlerin helâllığına delâlet ettiğini söylemiş olur. Fakat,
lâfzını "hayız" manasında alanlara göre, ayetin takdiri, "Hayız
zamanında kadınlardan uzak durun" şeklinde otur.
Sonra bu görüşte olanlar âyet ile, göbeğin üstünde ve
dizkapağının altında kalan kısımlar hakkında amel edilmediğini söylemişlerdir.
Bunlara göre geriye kalan kısımların, haram hükmü üzere kalması gerekir.
Muvaffakıyyet Allah'tandır.Cenâb-ı Allah'ın "Temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği taraftan
onlara varınız" buyruğuna gelince bil ki, "Onlara yaklaşmayın/'
"onlarla cima etmeyiniz"manasındadır. Koca hanımıyla cima ettiği
zaman, denilir. Bu, "Hayız esnasında kadınlardan aynim" emrinin bir
te'kidi gibidir. Bu son ifâdeyi yeni ve kıymetli başka bir manaya hamletmek
mümkündür. Bu da, ayetinin kanın çıktığı
yere yaklaşmayı; âyetinin ise o yere yakın olan yerlerden istifade etmeyi
neh-yetmiş olmasıdır.Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[186]
İbn Kesir, Nâfi, Ebu Amr, İbn Âmir, Ya'kûb el-
Hadramî ve Asım'dan rivayetle Ebu Bekir kelimeyi, "tahare"
masdarından olmak üzere şeddesiz olarak, Hamza ve Kisâî ise şeddeli olarak
şeklinde okumuşlardır. Asım'dan rivayet ile Hafs da[187]
böyle okumuştur. Buna göre şeddesiz okuyanlar, onu kanın kesilmesi manasına
almışlardır. Çünkü, " Kadın,
hayızından temizlendi" manasındadır. Kadının hayızından temizlenmesi,
hayız kanı kesildiği zamandır. Buna göre mana, "Onların hayız kanları
kesilmedikçe, onlara yaklaşmayın" şeklindedir. Kelimeyi, şeklinde şeddeli
okuyana göre ise, bu, manasındadır. Bundaki,
o harfi, harfine idgâm edilmiştir. Bu,
tıpkı, ve.
ayetterindeki
ve kelimeleri gibidir. Yani
bunlar aslında, ve, rnanasındadır. Muvaffakıyyet Allah'tandır.
[188]
Bütün beldelerin fakihlerinin çoğu, kadının hayız kanı kesildiği zaman, kocasının o kadınla cima etmesinin, ancak kadtnın hayız sebebiyle gusletmesinden sonra helâl olduğu görüşündedir. Bu İmam Malik, Evzâî, Şafiî ve Sevrî'nin görüşüdür.
Ebu Hanife'nin meşhur görüşüne göre, o kadın on
günden daha az müddet içinde temizlenirse, (gusletmedikçe) kocası ona
yaklaşamaz. Eğer on gün sonunda temizlenmiş ise, kadın yıkanmadan kocasının
onunla cinsî münasebette bulunması caizdir.Şafiî'nin bu husustaki delili
şunlardır: .
a)
Mütevatir kıraat ittifakla delildir. Buna göre bir ayet hususunda iki
mü-tevatir kıraat bulunur ve aralarını bulmak da mümkün olursa, bunların
arasını cem etmek gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki:
Ayetteki, ifâdesi şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak, :okunuşu, "kanın kesilmesi"
manasına gelir. şeklindeki şeddeli
kıraati ise, su ile temizlenmek manasına gelir. Bu iki hususun arasını cem etmek
mümkündür. Binaenaleyh ayetin, her iki hususun da vâcib olduğuna delâlet etmiş
olması gerekir. Bu böyle olunca, bu haramlığın ancak her iki husus yerine
getirildiği zaman nihayete ermesi gerekir.
b) Hak
Teâlâ'nın, "İyice temizlendikleri zaman, onlara varın" buyruğu,
kadınlara varmayı, lîı şart edâtıyla onların temizlenmesi şartına bağlamıştır.
Arapça'da, »il şart ifâde eder. Şarta bağlanan şey, şart bulunmadığı zaman
bulunmaz. Bu sebepte, kadınlar temiz olmadıkları sürece, onlara varmanın caiz
olmaması gerekir.
Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Hak Teâlâ'nın, "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" hitabı onlara yaklaşmayı yasaklamış ve bu yasağın, onların hayızdan kesilmeleriyle son bulacağını ifâde etmiştir. Kadınların hayızdan kesilmeleri bu yasağın sona ermesine sebep olunca, hayızları sona erdiğinde de bu yasağın söz konusu olmaması gerekir.
Kadî, Ebû Hanife'nin görüşüne şu şekilde cevap verir: "Eğer Cenâb-t Hak sadece, "Temizleninceye kadar" ifâdesini söylemiş olsaydı, sizin söylediğiniz son derece uygun olurdu. Ama Hak Teâlâ bu emrine, "İyice temizlendiklerinde..." kaydını da ilâve edince, bu iki ifâdenin hepsi birden bu yasağın sona erme sebebi olmuş olur. Bu, bir kimse "Eve girinceye kadar, falancayla konuşma. Girdikten sonra gönlü hoş olursa onunla konuş" demesi gibidir. O kimsenin konuşabilmesinin, bu iki şartın ikisine birden bağlanmış olması gerekir. Bu böyle olunca, hayızdan kesildikten sonra onun mutlaka temizlenmesi de gerekir.
Âlimler, bu temizlenmenin nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu sebeple Şafiî ve fukahânın ekserisi, bu temizlenmenin gusletmek olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de bunun, hayız mahallini yıkamak olduğunu söylemişlerdir.
Atâ ve Tavus bunun, kadının hayız mahallini yıkayıp,
abdest alması olduğunu söylemişlerdir. Şu iki husustan ötürü, birinci görüş
daha sahihtir:
a) Hak
Teâlâ'nın şartının zahiri, kadının zâtıyla ilgili bir hükümdür. Binaenaleyh,
böyle bir temizliğin onun bedeninin bir kısmında değil, aksine bütününde
bulunması gerekir.
b) Bu
temizliği, hayızlı kimsenin yapması gereken temizliğe hamletmek, istihazalı
hakkında söz konusu olan temizliğe hamletmekten daha uygundur. Bu, bu
temizlikle kastedilenin gusletmek olmasını gerektirir. Bu da, suyun bulunmasının
mümkün olması halinde söz konusudur. Eğer su bulunmazsa, "hayızlı kadının
haytzı sona erdiğinde mutlaka yıkanması vâcibtir" diyen âlimler,
teyemmümün gusletmenin yerine geçeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Biz,
teyemmümün gusletmenin yerine geçeceğini, icmânın delaletiyle söylüyoruz. Aksi
halde, ayetin zahirî ifâdesi, hayızı sona eren kadına yaklaşmanın ancak su ile
yıkanması durumunda caiz olmasını gerektirir.
[189]
Alimler, Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın size emrettiği taraftan onlara
varın" emriyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
ifâdeyle ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:
a) İbn Abbas, Mücâhid. İbrahim, Katâde ve İkrime'nin görüşüne göre bunun manası, "Onların ferçlerine yaklaşın" demektir. Çünkü bu, Allah'ın emrettiği yerdir. "Onlara, ferçlerinden başka bir mahalden yaklaşmayın." Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın size emrettiği taraftan..." kaydı ise, O'nun tıpkı, "Cuma günü, namaz için çağırıldığınız zaman..." (Cuma, 9) sözündeki, terkibinin anlamına gelmesi gibi, "Allah'ın size emrettiği tarafa..." anlamındadır.
Esamm ve Zeccâc, "Onlara, cima edilmeleri helâl
olduğu vakit yaklaşın" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu da, kadınlar
oruçtu, itikâfa çekilmiş olduklarında ve nikahlan da haram olmadığında
olabilir.
c)
Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Onlara, günaha
girmeden, helâl taraftan yaklaşın" demektir.En kuvvetli olanı birinci
görüştür. Çünkü, lâfzı, mekân mânasını ifâde etmede hakikat,diğer mânalarda ise
mecazdır.
[190]
"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever, iyice temizlenenleri sever" buyruğuna gelince, gerek muhabbetullâh'ın, gerekse tevbenin izahları daha önce geçmişti. Biz bunları tekrarlamıyacağız. Ancak ne var ki, şöyle diyoruz:, tevbe olarak, isimlendirilen fiili çokça yapan kimsedir. Tevbeleri çok kabul edici otması itibariyle bu vasıf Allah hakkında da bazan kullanılabilir.
Eğer, "Ayetin zahiri, Hak Teâlâ'nın, mutlak
mânada tevbeyi çokça yapanları sevdiğini gösterir. Halbuki akıl da, tevbe
etmenin ancak günahkâr olan kimseye uygun düşeceğine delâlet eder. Bundan
dolayı günahkâr olmayan kimsenin tevbe etmesinin yerinde olmaması gerekir"
denilirse, biz buna şu iki şekilde cevap veririz:
a) Mükellef, kusur etmeyeceğinden kesinlikle
emin olamaz. Dolayısıyla o kimsenin, her halükârda, kusurunu giderebilmesi için
tevbe etmesi gerekir.
b) Ebû Müslim el-İsfehâni şöyle demiştir: "Arapça'da tevbe, "dönmek" mânasından ibarettir. Kulun Allah'a tevbesi ise, her halükârda güzeldir."
Kadı, İsfehani'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir: "Tevbe, Arapça'da her ne kadar rücû (dönmek) mânasından ibaret olsa da, ancak bu kelime şeriat örfünde eskiden yapılan fiillerden pişmanlık duymak, o anda ve gelecekte o fiilleri bir daha yapmamaya karar verip azmetmekten ibarettir. Bu sebeple kelimeyi, (tevbe), lügâvi manasına değil de, şer'î manasına hamletmek gerekir."
Ebu Müslim buna cevap vererek şöyte diyebilir: "Benim bu cevaptan maksadım şudur: Lâfzı şer'î mânadaki tevbeye hamletmek mümkün olursa, lâfız yerinde kullanılmış olur ve sorudan da kurtulunmuş olunur. Ama bu imkânsız olduğu zaman, bir ta'n ve bir soru gelmesin diye, lâfzı kelimenin aslî-lügavî manasına hamledersin.
"Hak Teâlâ'nın,
"Ve iyice temizlenenleri sever" kavli hakkında da bazı izahlar
vardır:
a) Bundan
murad, günahlardan ve isyanlardan uzaklaşmaktır. Çünkü tevbe eden, önce bu kötü
fiilleri işleyip, sonra da onu terkeden kimsedir. Halbuki "mütetahhir"
ise, bunlardan uzak kaldığı için, onları aslında hiç işlemeyen kimsedir. Bu
iki kısmın, bir üçüncüsü yoktur. Lâfız bu mânaya da muhtemeldir. Çünkü günah
ruhanî bir pisliktir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Müşrikler
ancak, pisliktirler" (Tevbe, 2e) buyurmuştur. Bu sebeple, günahı
terketmek, ruhanî bir temizlik olacaktır. İşte bu mânadan dolayı, Allah'u
Teâlâ bütün kusur ve çirkinliklerden münezzeh olduğu için, "O, Tâhir'dir,
Mutehhar'dır" diye vasfedilmiştir. Ve yine "Falancanın eteği
temizdir" denilir. Yani, o "kimse günah işlememiştir,
b) Bundan
murad, o kadına hayızlı iken ve Hak Teâlâ'nın, "Onlara, Allah'ın size
emrettiği taraftan varın" buyurduğu gibi, onlara ferçlerinin dışındaki
herhangi bir mahalden yaklaşma-maktır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu
daha evlâdır, çünkü bu, ayetin öncesine uygun düşen bir açıklamadır. Bir de
Hak Teâlâ, Lût kavminden rivayet ederek, "Onları çıkarın memleketinizden.
Çünkü onlar, çok temizlenen kimselerdir" (A'râf,82) buyurmuştur. Bu sebeple
Cenâb-ı Hakk'ın,sözünün mânası, "Kadınlara makatlarından
yaklaşmayanları..sever" şeklinde olur.
c) Hak
Teâlâ, "İyice temizlendiklerinde" şartıyla, bize temizlenmemizi
emredince, hiç şüphesiz temizlenen kimseyi medhederek, buyurmuştur. Bu temizlenmeden maksat ise, su
ile temizlenmektir. Nitekim Hak Teâlâ da: "Orada iyice temizlenmeyi seven
adamlar vardır. Allah da, tertemiz olanları sever" (Tevbe,108)
buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: "Onlar su ile istincâ
yapıp temizlendikleri için, Allah onları medh û sena etmiştir."
[191]
"Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza,
dilediğiniz gibi gelin.Kendiniz için takdime yapın. Allah'tan korkun ve mutlaka
O'na kavuşacağınızı bilin.... İman edenleri müjdele.."(Bakara. 223).Bu
ayet-i kertmeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[192]
Alimler, ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında
şunları söylemişlerdir:
1) Rivayet
edildiğine göre yahudiler şöyle diyorlardı: "Kim, hanımına arka taraftan
olmak üzere, fercine yaklaşırsa onun çocuğunun gözleri şaşı ve sakat
olur." Aynca onlar bunun, Tevrat'ta bulunan bir hüküm olduğunu
söylüyorlardı. Bu husus Hz, Peygamber'e anlatılınca O, "yahudiler yalan
söylüyor" dedi ve sonra ayet-i kerime nazil oldu.
2) İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya
Resûlallah ben mahvoldum!" dedi ve kendisinden, böyle bir şeyin meydana
geldiğini söyledi.. İşte bunun üzerine de Allah'u Teâlâ bu ayet-i kerimeyi
inzal buyurdu.
3) Ensâr,
kocanın hanımıyla, arka taraftan olmak üzere, fercinden cinsî münasebette
bulunmayı hoş görmüyorlardı. Bu düşünceyi de, yahudilerden almışlardı.
Muhacirler ise, bunu yapıyorlardı. İşte bunun üzerine ensâr bunu onlara çok
gördü.. Bu sebebten dolayı da, bu ayet-i kerime nazil oldu.
[193]
Hak Teâlâ'nın,
"Sizin tarlanızdır" ta- birinin mânası:
"Sizin çocuk ekip
diktiğiniz tarlanızdır" şeklindedir. Bu, bir teşbih yoluyla anlatımdır.
Böylece kadının ferci yeryüzüne; nutfe tohuma; çocuk da o yerde biten bitkiye
benzetilmiştir, kelimesi masdardır. İşte bundan dolayı, müfred (tekil)
getirilmiştir. Buna göre mâna, "Kadınlarınız, sizin ekim yerlerinizdir.Siz
oralara çocuk ekip biçersiniz" şeklinde olur. Bu mânaya göre, muzâf olan
bir kelime hazfedilmiş demektir. Yine, bazen bir şeyin mekânı, mübalağa ifâde
etmek için, o şeyin ismiyle, masdarıyla da adlandırılabilir. Bu Hansâ'nın, "O ancak bir ikbâl ve sırt
dönüştür" demesi gibidir.Yine, denilir; yani, "O'nun
emrettiği.." ve. O denilir, yani,
"Onun arzusu, arzu ettiği" denilir. tabiri de böyle olup,"Ekip biçeceği
yer" anlamındadır.
[194]
Âlimlerin pekçoğu, bu ayetten maksadın şöyle olduğu görüşündedirler: Koca, hanımına ön tarafından öne ve arkadan öne yaklaşması arasında muhayyer bırakılmıştır. Buna göre, "Nasıl isterseniz" ifâdesi, bu mânaya hamledilmiş demektir. Nâfi, İbn Ömer'in, "Bu ayetten maksadın, kadınlara makatlarından yaklaşmanın caiz olduğunu" söylediğini rivayet etmiştir.
Diğer âlimler ise, bu rivayet hususunda Nâfi'nin hata ettiğini söylemişlerdir. Bu, İmâm-ı Mâlik'in de görüşüdür.
Şiilerden Seyyid Murtezâ da bunu tercih etmiştir. Murtezâ bunu, Cafer İbn Muhammed es-Sadık (r.a)'dan rivayet etmiştir.
Kadınlara makatlarından (dübürierinden) yaklaşmanın caiz
olmadığını söyleyenlerin delilleri şunlardır:
1) Allah'u
Teâlâ, hayızla ilgili ayette, "Deki o bir ezadır. Onun için hayız
zamanında kadınlardan aynim" (Bakara,222) buyurmuş, eziyyetin bulunmasını,
hayız mahalline yaklaşmanın haram olmasının sebebi tutmuştur. Eziyyet, insanın
eziyyet ve sıkıntı duyduğu şeydir. Burada da insan, hayız kanının kötü
kokusundan ötürü, bir eziyyet ve rahatsızlık duyar. Bu illet, münakaşa mevzuu
olan makat hakkında daha açık şekilde geçerlidir. Burada da aynı illet
bulunduğuna göre, oraya yaklaşmanın da haram olması gerekir.
2) Hak
Teâlâ'nın, "Allah'ın size emrettiği taraftan kadınlara varın"
(Bakara, 222) hitabı bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücûb ifâde eder. Bu emrin,
kadınlarla cinsî münasebet kurmanın vücûbiyyetini ifâde ettiğini söylemek
mümkün değildir. Çünkü bu vâcib değildir. Bu sebeple bu emri, bundan muradın,
"Kim hanımıyla cinsi münasebet yapmak isterse, onunla Allah'ın emrettiği
mahalden münasebet kurması vâcib olur" olduğu şeklindeki mânaya hamletmek
gerekir. Sonra, bu ifâde kadının makatına yaklaşma mânasına hamleditemez.
Çünkü bu, icmâ ile mümkün değildir. Bu sebeple bunun, "ön",
"ferç" mânasına hamledilmesi gerekir, zaten elde edilmek istenen
netice de budur.
3) Huzeyme İbn Sâbit'in rivayet ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'e, kadınlara makatlarından yaklaşmanın hükmünü sormuş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de, helâl olduğunu söylemiş. Adam, gerisin geriye dönüp giderken, Hz. Peygamber adamı geri çağırmış ve: "Sen ne söyledin? Senin sorun, iki delikten hangisi hakkındadır? Önden öne ise, evet; arkadan öne iser yine evet; ama, arkadan makata ise, hayır.. Allah, hakkı bildirmekten utanıp çekinmez" demiş ve şöyle buyurmuştur: "Sakın kadınlarınıza makatlarından yaklaşmayınız .[195],Hz. Peygamber, yukardaki ifâdesinde geçen, lâfzıyla, kadının fercini kastetmiştir. kelimesinin aslı, "dağarcığın ağzı" anlamına gelir. Delik buna benzetilmiştir. kelimesinin esas anlamı ise, ayakkabıcının açtığı delik anlamına gelir. Hz. Peygamber bu kelimeyle yine, kadının cima mahallini kinaye ile anlatmıştır, kelimesi de, ayakkabıcı ayakkabıya delik açtığı zaman söylenilen, tabirinden alınmış olup, bu anlamda delik mânasındadır.
Kadınlara dübürden yaklaşmanın caiz olduğunu
söyleyenlerin tutamakları ise şunlardır:
a) Bu ayet
ile, şu iki bakımdan istidlal edilebilir:
1) Allah'u
Teâlâ, lâfzını, kadına bir isim olarak
vererek, "Kadmlannız sizin tarlanızdır" buyurmuştur. Bu ifâde,
kelimesinin kadının muayyen bir yerinin değil de kadının zâtının adı
kelimesinin, kadının muayyen bir yerinin değil de,
kadının zâtının adı olduğuna delâlet eder. Buna göre Hak Teâlâ bu tabirden
sonra, "Tarlanıza dilediğiniz gibi
gelin" buyurunca, bundan murad, "Kadınlarınıza istediğiniz gibi
yaklaşınız" olur. Böylece de bu, kadınlara bütün yönlerden
yaklaşılabileceği hakkında kullanılmış bir lâfız olmuş olur. Dolayısıyla bu
tabirin muhtevasına, münakaşa mahalli olan kadının makatı da dahil olur.
2) kelimesi, anlamındadır. Nitekim Hak Teâlâ, "Bu sana nerden geliyor? O da, "Allah katından", dedi" (Ali.imrân, 37) buyurmuştur. Buna göre ayetin takdiri, şeklindedir. Bu sebeple, tefsirini yaptığımız ayetin takdiri, "Tarlanıza dilediğiniz yerden geliniz" şeklindedir sözü, birkaç tane mekânın bulunduğunu gösterir. Bu, serjin tıpkı, "İstediğin yere otur" demen gibidir. Bu ise, mekânlar arasında muhayyerliği ifâde eder.
Bu sabit olunca, biz deriz ki, ayeti önden öne veya
arkadan öne yaklaşma manasına hamletmenin mümkün olmadığı ortaya çıkmış olur.
Çünkü bu takdire göre, mekân sadece bir tane olmuş olur. "Te'addüd"
ise, sadece yaklaşma yolları itibariyle olmuş olur. Bu mânayı ifâde etmeye
uygun düşen lâfız ise, "O mekâna
nasıl isterseniz öyle aidiniz" denilmesidir. Burada zikredilen lâfız, değil,
lâfzı olup, âfzının da mekânlar arasında muhayyerliği ifâde ettiği sabit
olunca, âyetten muradın sizin söylediğiniz mâna değil de, bizim söylemiş
olduğumuz mâna olduğu ortaya çıkmış olur.
b) Onlar, Hak Teâlâ'nın, "Zevcelerine veya
elleri altındaki cariyeler müstesna" (Mü'minûn, 6)ayetinin umûmuna sarılmış,
bu ayetle, icmânın delâletinden dolayı erkekler hakkında amel edilmediğini; bu
âyetle sadece kadınlar hakkında amel edilmesinin gerekli olduğunu
söylemişlerdir.
c) Biz bir kimsenin hanımına, "Senin dübürün bana haramdır" deyip, bu ifadesiyle de hanımını boşamaya niyet ettiğinde, bunun bir talâk olacağı hususunda müttefikiz. Bu da, hanımının dübürünün kocasına helâl olmasını gerektirir.
Bu görüşte olanların, bu konudaki sözlerinin tamamı işte bundan ibarettir.
Birinci görüşte olanlar bunların görüşlerine cevâp
vererek şöyle demişlerdir: Bu ayetten maksadın, kadınlara terelerinin
dışındaki mahallerinden yaklaşmanın caiz olmadığına aşağıdaki hususlar da
delâlet etmektedir.
1) Hars,
ekim yapılan yerin adıdır. Kadının bütün her tarafının ekim yeri olmadığı
herkesçe bilinen bir husustur. Dolayısıyla hars ismini kadının herye-ri için
bir isim olarak vermek imkânsızdır. Bu delil, hars lâfzının, kadının zâtına
isim olarak verilmesini gerektirir. Ne var ki biz, Hak Teâlâ'nın,
"Hanımlarınız sîzin tarlanızdır" buyruğu hususunda bu delil ile amel
etmedik. Çünkü Allah'u Teâlâ burada, hars lâfzını kadının zâtına vasıf olarak
verdiğini açıkça belirtmiştir. Bundan Ötürü biz bu vasfetme işini, "bir
şeyin bütününün, cüzünün ismiyle adlandırılması" şeklinde olan, meşhur
mecaz şekline hamlettik. Bu şekil, Cenâb-i Hakk'ın, "Tarlanıza
varın" emrinde söz konusu değildir. Binaenaleyh burada hars kelimesini
belli olan ekim mahalline hamletmek gerekmiştir. İşte böylece ayette, kadınlara
sadece terelerinden yaklaşılması gerektiği hususunda bir delil vardır.
2) Bu
âyetin, muarızlarımızın söylediklerine delâlet etmesi mümkün değildir. Çünkü,
bu ayetin öncesinin şu iki yönden onların söylediği şeylere delâlet etmesinin
imkânsız olduğunu açıklamıştık:
a) Hak Teâlâ'nın, "De ki: "O
ezadır" demiş olması.
b)
O'nun, 'Allah'ın emrettiği taraftan
onlara varın" buyurmuş olmasıdır.
Eğer bu ayet, kadına makattan yaklaşmanın cevazına
delâlet etmiş olsaydı, bu aynı yer hakkında hem harama, hem de helâle delâlet
eden şeyleri bir araya toplamak olurdu. Halbuki aslolan, böyle bir şeyin caiz
olmadığıdır.
3) Ayetin
sebeb-i nüzulü hakkında meşhur olan rivayetler, sahabenin kadınlara arka
taraftan ferce yaklaşmanın caiz olup olmadığı hususundaki ihtilâflarıdır.
Ayet-i kerîmenin nüzul sebebi ayetin ifâde ettiği hükmün dışında kalamaz. Bu
sebeple âyetin, bu şekli ihtiva etmiş olması gerekir. Bunu, bu şekle
hamlettiğimiz zaman, âyeti diğer şekle hamletmeye ihtiyacımız kalmaz. Bütün bu
izahlarla âyetten muradın, onların zikretmiş olduğu şey olmadığı ortaya çıkmış
olur. Şimdiyse, bu görüşte olanların kendisine tutundukları delilleri enine
boyuna:
inceleyelim:
a) Hak
Teâlâ'nın, emrinin mânasının, "Ekim mahalline geliniz" şeklinde
olduğunu beyan etmiştik.
b) Hak
Teâlâ'ntn, buyruğundaki "hars' tan
murad, o be-tirli ve muayyen yer olunca,
"nasıl isterseniz" ifâdesini, mekân hususunda muhayyerliğe
hamletmek mümkün olmaz. Bu durumda burada bir takdir yapılır. Bu da, tabirinden
maksadın, şeklinde olmasıdır. Böylece
burada, bir lâfzı takdir edilmiş olur.
"Hars lâfzını hakîki manaya hamledip, böyle bir takdiri gerekli görmek,
bu kelimeyi mecazî bir yolla kadının zâtına hamletmekten evlâdır; bundan dolayı
da biz bu takdiri yaptık" denilemez. Çünkü biz, zaten bunun evlâ olduğunu
söylüyoruz. Zira, ferçler hususunda esâs olan, onların haram olduklarıdır.
c) Onların
üçüncü delillerine şu şekilde cevap verilir:"Zevceleri ve ellerinin
altındaki cariyeleri müstesna..." (Mû'minun.ejayeti umûmîdir, halbuki
bizim delillerimiz husûsîdir. Hususi delil, umûmi delile takdim edilir.
d) Onların
dördüncü delillerine şu şekilde cevap verilir: Adamın hanımına, "Şenin
mak'adın bana haram olsun" demesi,sadece talaktan bir kinayedir. Çünkü
mak'ad, sarmaş dolaş olmanın helâl olduğu bir mahaldir. Dolayısıyla bu adamın,
"Senin elin boş olsun" demesi gibidir. Allah en iyisini bilendir.
[196]
Müfessirler, ayetteki,
kavlinin tefsiri hu- susunda ihtilâf etmişlerdir:
1) Meşhur
olan görüş, bizim zikrettiğimiz şu görüştür: Kocanın hanımının fercine önden
veya arkadan yaklaşması caizdir.
2) Bunun
manası, "Helâl olan vakitlerden dilediğiniz vakitte..." demektir. Bu
da, "Kadın yabanct, nikâhı düşmeyen veya oruçlu veyahut da haytzlı olmadığı
zaman.." demektir.
3) Kocanın hanımı ile, tercinden olmak şartıyla,
hanımı ister ayakta, ister çömelmiş, ister yan yatmış olsun, cima etmesi
caizdir.
4) İbn Abbas
bunun manasının "Koca dilerse "azil" yapar, isterse yapmaz"
şeklinde olduğunu söylemiştir.Bu görüş Sa'id b.Müseyyeb den nakledilmiştir,
5) Bunun manası, "Gece ya da gündüz ne zaman isterseniz..." demektir.
Eğer, "Bu görüşlerden hangisi tercihe şayandır?" denilir ise, deriz ki: Mü-fessirlerin ifâdesinden anlaşıldığına göre, bu ayetin nüzul sebebi şudur: Yahudiler, bir kimse hanımının fercine arkadan cima edince çocuğun şaşı doğacağını söylüyorlardı. Allah Teâlâ da onların bu sözünü yalanlamak için bu ayeti indirmiştir. Öyle ise evlâ olan, ayeti bu manaya hamletmektir. Bunun vakitlerle ilgili olduğunu söyleyen görüşlere gelince, ayet-i kerimede vakitler söz konusu değildir. Çünkü, kelimesi bazan ne zaman" manasına, bazan ise, nasıl manasındadır.
Azil yapıp yapmama meselesi ise, lâfzının manası ile ilgili değildir. Çünkü cima hali, azledip azletmeme ile değişmez. Binaenaleyh ayeti, yukarıda zikretiğimiz ilk görüşe hamletmek uygun düşer.
Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası şudur: "Cenneti ve Allah'ın ikramını elde edeceğiniz şeyleri yapınız." Bu ifâdenin bir benzeri de, bir insanın başka birisine, Kendin için önceden bir amel-i salih yap" demesidir. Bu, "Azıklanınız. Biliniz ki azıkların en hayırlısı takvadır" (Bakara, 197) ayeti gibidir. "Takdim" lâfzının bir benzeri de, Allah Teâlâ'nın, cehennemliklerden bir gruptan naklettiği şu ayettir: "Onlar şöyle derler: "Hayır, siz rahat görmeyin. Bunu bize siz takdim ettiniz, o ne kötü bir karar kılıştır " (Sad, 60).
Buna göre eğer, "Bu ayetin, öncesiyle irtibatı nasıldır?" denirse, biz deriz ki: İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, o şöyle demiştir: "Bunun manası, cima ederken besmele çekmektir." Bu son derece uzak bir ihtimaldir. Bence burada, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır" ayeti, cima etmenin mubah oluşunun sebebine dikkat çekme gibidir. Sanki şöyle denilmektedir: "O kadınlar, sizin tarlanız olduktan için, yani onlardan çocuklarınız doğduğu için, Allah onlarla cima etmenizin meşru olduğunu bildirmiş, daha sonra da, "Tarlanıza dilediğiniz gibi geliniz" buyurmuştur. Yani, "Onlarla cinsi münasebette bulunmanın size mubah olmasının sebebi, ekin (çocuk) elde etmek olduğu için, tarlanıza geliniz, ekin ekilecek yerin dışına geçmeyiniz." Buna göre ayetteki, "tarlanıza geliniz" emri, sadece ferçten cima yapmaya izin verildiğine, bunun dışındaki yerlere müsaade edilmediğine bir delil olmuş olur. Ayet o iki yerden biri hakkında müsâadenin olduğuna, diğeri hakkında ise müsâade olmadığına deli! ihtiva edince, Allah Teâlâ, Kendiniz için takdime yapın" yani, "Şehvetinizi yerine getirme hevesinde olmayın, bir taat sunma hevesinde olunuz" buyurmuştur. Sonra Allah Teâlâ, bu hususu, "Allah'dan ittika ediniz" emriyle, üçüncü olarak da, "ve mutlaka O'na kavuşacağınızı bilin" buyruğu ile te'kid etmiştir. Peşpeşe getirilen bu üç tehdidin zikredilmesi, kendisinden önce leziz ve arzu duyulan bir şey yasaklandığında uygun düşer. Binaenaleyh hem ayetin makabli hem de mâba'di (evveli ve sonrası), bu işin haramlığına delâlet eder. Böylece, bu ayetin tefsiri hususundaki en doğru görüşün, müçtehidlerin çoğunluğunun benimsediği görüş olduğu ortaya çıkar.
Allah Teâlâ'nın, "Allah'tan korkun ve mutlaka
O'na kavuşacağınızı bilin" emrine gelince, bil ki "takva"
hakkında daha evvel açıklamalarda bulunmuştuk. Allah'a kavuşmanın izahı ise,
(Bakara, 46) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bil ki Allah Teâlâ, bu ayette şu üç
şeyi zikretmiştir:
a) O, "Kendiniz için takdime yapın"
buyurmuştur ki bundan muradı taat olan işlerdir.
b) "Allah'tan korkun" buyurmuştur ki,
bundan muradı, yasak oian şeyleri bırakmadır.
c) "Mutlaka O'na kavaşacağınızı bilin" buyurmuştur ki bunda da şuna işaret vardır: "Ben, sizi öldükten sonra dirilme, mahşerde bulunma ve hesap vermeniz için, taatteri yapıp, haramları bırakma hususundaki meşakkatlere katlanmakla mükellef tuttum. Eğer hesap günü olmasaydı, taatleri yaparken ve yasakları bırakırken sıkıntılara göğüs germek manasız olurdu. Bu ne güzel bir tertiptir.
Allah Teâlâ daha sonra da, "İman edenleri müjdele" buyurmuştur
ki bundan maksadı da Kur'an'da nazar-ı dikkate altnan tertibi gözetmektir. Bu
tertip de, Allah'ın Kur'an'da her tehdidin yanısıra bir va'ad ve müjdeyi
zikretmesidir. Buna göre bu ifâdenin mânâsı, "Özellikle mü'minleri
mükâfaat ve ikramınla müjdele" demektir. Sanki malum oldukları için,
âyette "ikram" ve "sevab" (mükâfaat) lâfızlarına yer
verilmemiştir. Bu tıpkı, "Mü'minlere, Allah'dan kendilerine cidden büyük
birfazl'û kerem olduğunu müjdele" (Ahzâb,47)âyeti gibidir.
[197]
"Allah'ı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, ittikâ etmenize ve insanlar arasım bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir"(Bakara. 224).
Müfessirler bu ayet hakkında çok şey söylemişlerdir.
Fakat söylediklerinin en güzeli şu iki izahtır:
a) Ebu Müslim el-İsfehâni' nin zikrettiği, en güzel görüşe göre, tabiri, Allah adına çok yemin etme cüretinden nehyetmektir. Çünkü herhangi birşey için bir lâfzı çokça söyleyen, o lâfzı o şey için bir engel haline getirmiş olur. Nitekim insan,"Sen, kınanmana beni kalkan yaptın" der. Şâir de "Beni, kınanmalara maruz bırakma" demiştir. Allah Teâlâ, çok yemin eden kimseleri, "Her alabildiğine yemin eden zelil kimseye boyun eğme" (Kalem, 10) diye kınamıştır. Ve yine, "Yeminterinizi tutunuz" (Mâide, 89) buyurmuştur. Araplar da, çok az yemin eden insanları övmüşlerdir. Nitekim Küseyyir şöyle demiştir:"Az yemin eden, yeminini tutar. Eğer ondan bir yemin çıkmış ise, o yeminini bozmaz."
Az yemin etmeyi emretmenin hikmeti şudur: Önemli önemsiz her hususta Allah'a yemin edenin dili, yemin etmeye alışır. Dolayısıyla kalbinde yemi-, nin ağırlığı kalmaz. Bundan ötürü de yalan yere yemine cür'et edip etmediğinden emin olunamaz. Böylece de yemindeki asıl maksad zarar görür. Keza insan, Allah Teâlâ'ya ne kadar çok saygı duyarsa, kullukta da o nis-bette mükemmel olur. Böyle bir kimsenin yanında, Allah'ın isminin anılmasının, o kimsenin Allah'ın ismiyle dünyevî bir menfaat için şahadet etmesinden daha yüce ve âli olması, Allah'a saygının en ileri derecesini ifâde eder.
Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonraki, "iyilik etmeniz için" buyruğu, bu nehyin bir illetidir. Buna göre bu ifâde, "iyilik yapma niyetiyle" mânâsın-dadtr. Binaenaleyh mânâ, "Bundan korunmak iyilik, takva ve insanların arasını bulmak olduğu için, sizi bundan nehyettim. Böylece, ey mü'minler, yeryüzünde müfstdler değil, itaatkâr, muttaki ve ıslahatçılar olunuz" şeklindedir.
Eğer, "Yemini terketmeden ötürü, nasıl iyilik,
takva ve insanların arasını bulma meydana gelir?" denir ise, biz deriz ki:
Çünkü, Allah Teâlâ'nın, yüce isminin dünyevi istek ve her kim yemin ite elde
edilecek değersiz arzularda şahitliğe kavuşturulmasından münezzeh ve yüce
olduğuna inandığı için yemin etmeyi bırakır ise, şüphesiz bu en büyük iyilik
çeşitlerinden biri olur. "Tak-va"nın buradaki manasına gelince, bunun
zahiri, insanın Allah'a olan ta'zimini zedeleyecek birşeyin kendisinden sâdır
olmasından korkmasıdır. "İnsanların arasını bulmanın manası ise şudur:
"İnsanlar onun doğru söylediğine ve onun kötü maksadlardan uzak olduğuna
inanırlarsa, onun sözünü kabul ederler. Böylece de onun vasıtası ile sulh
meydana gelir.
b) Müfessirler, kelimesi "mania, engel" anlamına gelir. Bunun böyle olduğuna delil ise, şöyle denilmiş olmasıdır: "Ben şunu yapmak istedim, ama bana şu iş engel oldu" ve"Kaçındı, yani ondan kendini korudu, beni deondan men etti."Kelimenin esas mânası, yola enlemesine konulan ve insanların gidiş gelişlerine mâni olan şey demektir. "Falanca, falancanın sözüne itiraz etti ve kendi sözünü başka bir söze muârtz yaptı" denilir. Yani, "onun sözünün kabul edilip benimsenmesine mâni olacak bir şey zikretti" demektir. Kelimenin esas iştikakının ne olduğunu anladığın zaman, diyebiliriz ki, kelimesi, vezninde olup mef'ûl manasına gelir.(avuçla alınan) ve, (avuç) kelimelerinde olduğu gibi. Böylece bu keYıme, bir şeyin önüne engel olup, ona mâni olan şeye ad verilmiş olur. Bu sebeple, kelimesinin, mâni olmaktan ibaret olmuş olduğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm harfi, ta'lîl içindir.
Sen bunu iyice anladığın zaman, deriz ki, âyetin takdiri şudur: "Allah'ın zikrini, yeminleriniz sebebiyle, iyilik yapmanıza veya iyilik yapmanız hususunda bir mania ve engel tutmayınız." Böylece, çok açık olduğu için kendisine ihtiyaç duyulmadığından, harf-i cer düşürülmüştür. Müfessirler sözlerine şöyle devam etmişlerdir: "Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Bir kimse, sıla-i rahim, iki kimsenin arasını bulmak veyahut da evlâtlıklarından birine ihsan ve ikramda bulunmak gibi hayırlı işleri yapmamaya yemin ediyor, sonra da, "yeminimi bozma hususunda Allah'tan korkarım" diyor, böylece de yemini muhafaza etmek niyetiyle iyi ve güzel olan şeyleri yapamıyordu. İşte bu sebeple, "Allah'ın zikrini, yeminleriniz sebebiyle, birr'u takvada bulunmaya mâni olan birer sebep kılmayınız" denilmiştir. Müfessirlerin zikretmiş olduğu açıklamaların en güzeli budur.
Müfessirler, başka açıklamalar da yapmışlardır, ama, bunlarda fayda olmadığı için biz onları zikretmedik.
Sonra, Cenâb-ı Hak ayetin sonunda, "Allah hakkıyla işitici, kemâliyle
bilicidir" buyurmuştur. Yani, "Eğer siz yemin ederseniz o hakkıyla
işitir; eğer dünyevî maksatlar için, O'nun kerîm olan ismini anarak şehâdette
bulunmaktan Allah'ı daha üstün ve daha yüce görerek yemini terkederseniz, O
sizin kalelerinizde ve gönüllerinizde olan şeyleri bilendir; çünkü O
alîmdir."
[198]
"Allah, yeminlerinizdekt lağv'dan dolayı, sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yüzünden sizi muâhaze eder. Allah çok bağışlayıcıdır, halîmdtr" (Bakara, 225).
Âyetle ilgili iki mesele vardır:
[199]
ister söz, isterse başka bir şey olsun, kendisi- ne itibar edilmeyen önemsiz ve değersiz şey demektir. Bu lâfzın, konuşma dilinde kullanıldığı hususuna, ayet, hadis ve muhtelif rivayetler delâlet etmektedir. Âyetten defil, Cenâb-ı Hakk'ın,"Değersiz bir söz duyduklarında, ondan yüz çevirirler" (Kasas, 55)"Onlar orada ne boş bir lâf, ne de günâha sokacak bir şey işitmezler" (Vakıa. 25), "Bu Kuranı dinlemeyin. O'nun hakkında boş lâkırdılar yapın" (Fussiiet, 26) ve "Orada boş bir söz İşitmezsin" (Gaşiye, 11) ayetleridir. Cenâb-ı Hakk'ın,"Onlar boş bir (sözle) karşılaştıkları zaman, vakur bir biçimde yüz çevirirler" (Furkan, 72) ayetine gelince, bundan muradın, "Onlar boş bir sözle karşılaştıkları zaman.." olması muhtemel olduğu gibi, yine bundan muradın, "Onlar boş bir fiille karşılaştıkları zaman..." şeklinde olması da muhtemeldir.
Bunun hadisten deliline gelince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Cuma günü imâm hutbe okurken, kim arkadaşına "sus!" derse, boş söz söylemiş olur'[200] şeklindeki hadisidir.
Kelimeyle ilgili muhtelif rivayet ve kıssalara
gelince: Kuş öttüğü zaman, denilir. Yine, ifâdesi, kuşun ses çıkarması demektir.
Bu lâfzın konuşma dilinin dışında kullanılmasına gelince: Meselâ, devenin önem
verilmeyen yavrularına, (önemsiz, değersiz) denilir. Nitekim şair Cerîr,
"Neseb ilmiyle meşgul olanlar, Temimoğullannı, şeref evlerinin dört büyük
direği addetmişlerdir. Ama, nasıl devenin yavrusuna diyette önem vermiyorsan,
işte bunun gibi, nasıl olmuşsa onların içinden çıkmış olan Mer'f'ye önem
verme!" Şair Accâc da, Pek çok hacının kalbi ve gönlü, boş laflar ve
çirkin sözler karşısında yutkunmakta, sabırlı davranmaktadırlar.''
Ferrâ,
ifâdesinin, kelimesinin ise,
fiillerinin masdarı olduğunu söylemiştir. İşte bu açıklamalar, kelimenin lûgât
ile ilgili taraflarıdır.
[201]
Müfessirler bu hususta şu görüşleri zikretmişlerdir:
a) Şafiî (r.a)
lağvin, Arapların, içlerinden yemin etmeyi geçirmedikleri halde sözlerini
pekiştirmek için, "Hayır, Allah'a yemin ederim" ve,"Evet,
Allah'a yemin ederim" ifâdesi olduğunu söylemiştir. Şayet Araplardan
birine, "Ben bu gün senin, Mescid-i HaranVda bin defa yemin ettiğini
duydum "derseniz, o bunu kabul etmez.Aksine O, vallâ bin kere değil!" der.
b) Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bir kimsenin, öyle olduğuna inanarak yemin edip, daha sonra da bunun böyle olmadığı ortaya çıkarsa, işte bu yemine, "lağv" denilir.
Bu ihtilâfın neticesi şudur: Şafiî, bir kimsenin, "Hayır vallahi..." ve "Evet vallahi..." demesinde keffâreti gerekli görmüyor; halbuki bir kimsenin, bir şeyin öyle olduğuna inanarak yemin edip de, daha sonradan o şeyin öyle olmadığı durumlarda yapılan yeminde keffâretin gerekti olduğunu söylüyor. Ebû Hanife ise, bunun aksini söylüyordu. Şafiî'nin mezhebi, Aişe, Şa'bî ve İkrime'nin görüşlerine dayanır. Ebu Hantfe'nin görüşü ise, İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Mücâhid. Nehaî. Zührî, Süleyman İbn Ye-sâr, Katâde, Süddî ve Mekhûl'ün görüşlerine dayanır.
Şafiî (r.a)'nin görüşünün delilleri şunlardır:
1) Hz. Aişe (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Yemini lağv, bir kimsenin konuşması sırasında, "Hayır vallahi", "Evet vallahi", "Değil vallahi" demesidir[202]. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), yanında ashabından birisi olduğu halde, ok atmakta olan bir topluluğa rastladı da; o sırada o topluluktan birisi bir ok atarak, "Vallahi vurdum!" dedi. Sonra, vuramadığı anlaşılınca, Hz. Peygamber'in yanındaki sahâbi, "Ya Resulallah, adam yeminini yerine getiremedi" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),"Ok atanların yeminlerinin hepsi lağv'dır. Bunlara ne kefiaret gerekir, ne de bir ceza!" der.
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, O şöyle
demiştir: "Lağv yemini, kalbin azmetmediği ve şaka, münazara ve davalaşma
sırasında söylenen yeminlerdir." Allah'ın kelâmının tefsiri hususunda,
sahabenin söylediği söz ise, hüccettir.
2) Hak Teâlâ'nın, Allah yeminlerinizdeki
lağv'den dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmetmiş olduğu
şeyler yüzünden sizi mu'âheze eder" (Bakara. 225) ayeti,yeminin !ağv
oluşunun kalbin kesbi sebebiyle hasıl olan şeyin zıddı ve mukabili gibi olduğuna
delâlet eder. Fakat ayetteki, "Kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yüzünden.."
tabirinden murad, insanın ciddi olarak niyetlendiği ve kalbini kendisine bağladığı
şeydir. Böyle olunca, kalbin azmettiği şeyin zıddı gibi olan "lağv"in
manasının, "insanın tam bir ciddiyetle niyetlenmediği ve kalbini kendisine
bağlamadığı bir yemin" olması gerekir. Bu da insanların, söz sırasında bir
alışkanlık olarak söylemiş oldukları,"Hayır vallahi, evet vallahi"
şeklindeki yeminleridir. Ama bir kimse bir şey hakkında, o şeyin meydana
geleceğine ciddi olarak yemin eder; sonra o şeyin tahakkuk etmediği görülür de
o kimse bu yemini ile kendi sözünü doğrulamayı murad edip kalbini buna
bağlarsa, bu yemin kesin olarak bir "lağv" olmayıp, kalbin azmettiği
bir yemindir.
3) Allah Teâlâ, bu âyetten önce, "Allah'ı yeminlerinizden dolayı bir engel yapmayın" buyurmuş ve bize bunun manasını çok yemin ve kasemde bulunmaktan bir nehiy olduğunu hatırlatmıştır. Bir alışkanlık olarak "Hayır vallahi; evet vallahi" diyen kimselerin, çok yemin ettiklerinde şüphe yoktur. Böylece Cenâb-ı Hak, "Allah'ı yeminlerinizden dolayı., bir engel yapmayın" âyetinin hemen peşinden, konuşurken azmederek değil de, bir alışkanlık olarak çokça yemin eden kimselerin halini zikretmiş ve onların ne mu'âheze edileceğini, ne de onlara bir keffaret gerekeceğini beyân etmiştir. Çünkü onlara bu yeminlerden dolayı sorumluluğu ve keffâreti gerekli kılmak, ya onların konuşmaktan kaçınmalarına sebebiyet verecektir; yahut da her an keffaret vermeleri gerekecektir. Her iki halde dinde bir zorluk olur. Binaenaleyh, zikrettiğimiz şeylere göre kelimesinin tefsirinin önceki ayete uygun olan bir açıklama olduğu ortaya çıkar.
Ebu Hanife (r.a)'nin görüşü ise, önceki âyete uygun değildir. Buna göre Şafiî'nin te'vili evlâdır.
Ebu Hanife (r.a)'nin birkaç yönden delili vardır:
1) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisi:bir şey
için yemin eder de, aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, o hayırlı olan şeyi
yapsın. Sonra da (böylece bozduğu) yemininden dolayı ketfâret versin[203]"Bu
hadis-i şerif, ister ciddi, ister gayr-i ciddi olsun, mutlak olarak yeminini
bozan kimsenin keffâret vermesi gerektiğine delâlet eder.
2) Yemin,
kendisine fesih arız olmayan bir şeydir. Dolayısıyla boşama ve köle âzâd etmede
olduğu gibi, kendisinde bir maksadın olup olmadığına itibar edilmez. Bu iki
delil, insanların, "Hayır vallahi, evet vallahi" gibi sözlerinde,
yeminlerini bozdukları zaman keffareti gerektirir. "Lağv" in, İmam-ı
Şafiî'nin dediği şekilde tefsirinin mümkün olmayıp; aksine İmam Ebu Hani-fe'nin
dediği şekilde tefsir edilmesinin gerektiğini şu husus da gösterir: Yemin.
Arapça'da "kuvvet" manasına gelir. Nitekim şâir şöyle demiştir:
"Bir sancak, şeref için kaldırıldığında, ona Arabe kuvvetle
yapıştı." Bu şiirdeki "yemin" de kuvvet manasınadır. Yeminden
maksad, yemin sebebi ile, yemini bozma tarafına karşı yemininde durma tarafını
kuvvetlendirmektir. Bu da ancak, kuvvetlendirmeye uygun yerlerde yapılır. Uygun
yerler de, yemin ancak gelecekteki bir fiile dâir yapıldığı yerlerdir. Fakat
geçmişte olan bir hâdise için yemin edilir ise, bu kesinlikle kuvvetlendirmeye
uygun bir yer değildir. Bu izaha göre geçmişteki bir hâdise için yemin etmek,
yemin etmede kastedilen faydadan hâtîolur. Faydasız şey de fağv'dir.
Binaenaleyh "lağv" in, geçmişe dâir yapılan bir yemin olduğu ortaya
çıkar. Gelecekteki bir husus için yemin etmek kuvvetlendirilmeye uygundur.
Binaenaleyh böyle bir yemin, yeminden kastedilen maksad ve manâdan hâlî
değildir. Dolayısıyla bu yemin-i lağv olmaz.
c)
"Yemin-i lağv"in tefsiri hususundaki üçüncü görüş de şudur: O, insanın
ibâdet olan şeyi yapmamaya ve günah olan şeyi yapmaya yemin etmesidir. Bu
yemin-i lağvdir veya günahtır. Nitekim Hak Teâlâ,"Onlar değersiz bir söz
duyduklarında, ondan yüz çevirirler" (Kasas. 55) buyurmuştur. Allah bu
yeminleri terketmeden dolayı insanları muaheze etmeyeceğini belirtmiş, daha
sonra da "Fakat, kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yüzünden sizi
muaheze eder" yani, ibadeti bırakma ve günahı işlemeye dair yaptığınız
yeminlerde durmanızdan sizi muaheze eder" buyurmuştur. Mü-fessirler, bu
tarz açıklamanın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Kim bir şey için yemin eder
de, aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, o hayırlı olan şeyi yapsın. Sonra da
(böylece bozduğu) yemininden dolayı keffâret ver-sin"[204]
hadisine aykırıdır. Yine bu tarz açıklama, şu iki bakımdan da zayıftır:
1) Bu âyette zikredilen muaheze, Mâıde
süresindeki,"Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden sizi muaheze
eder (hesaba çeker). Bunun keffâreti ise..." (Mâide,89) âyeti ile tefsir
edilmiştir. Bu ayette geçen "mu'âheze"den murad, kef-fâretin
gerekmesi; tefsir ettiğimiz âyetteki "mu'aheze"den murad da, yine
keffâretin gereklifiğj olunca, biz ayetten maksadın bu tarz yapılan izah
olmadığını anlamış oluruz.
2) Allah
Teâlâ lağv'in zıddı olarak, kalbin azmettiği şeyi saymıştır. Onu, bu görüş
sahibinin zikretmiş olduğu, yemin etmiş oldukları şey üzerinde ısrar etmek
şeklinde tefsir etmek mümkün değildir, Çünkü kalbin azmetmesi, yeni bir fiile
başlamak mânasını tedai ettirmektedir. Birşey üzerinde ısrar etme "kalbin
azmi" olacak isimlendirilmez.
d) Lağv
yemini hakkında dördüncü görüş şöyledir: Bu, keffâreti ödenmiş yemindir ve
"lağv" diye isimlendirilmiştir. Çünkü keffâret günahı düşürmektedir.
Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Keffaretini ödediğiniz zaman, Allah
Teâtâ "fağv" yeminlerinizden dolayı sizi mu'âheze etmez." Bu,
Dahhâk'in görüşüdür.
e)
Kâdî'nin görüşüdür. Buna göre yemin-i lağv'den murad, bir kasıt olmaksızın
sehven yapılan yeminlerdir. Buna delil, Cenâb-ı Hakk'ın, müteakiben gelen,
kavlidir. Bu kavlin manası, "Yeminlerinizde kasıtlı olduğunuz zaman sizi
mu'âheze eder" demektir. Kastın mukabilinin "sehv" olduğu
malûmdur.
[205]
İmâm-ı Şafiî (r.a).bu âyet-i kerimeyi, yemin-i gamûs (yalan yere yemin) için keffâret ödemenin vâcib olduğuna delil getirip, şöyle demiştir:Allah Teâlâ, bu ayette, "Fakat, kalbierinizin azmettiği şeyler yüzünden sizi mu'âheze eder" buyurmuş, Mâide süresindeki ayette ise, "Fakat kalbierinizin azmettiği yeminler yüzünden sizi mu'âheze eder" (Maide, 89) buyurmuştur. "Yemine azmetmek" ifâdesi, birkaç manaya gelebilir. Çünkü bundan murad, kalbin ona azmetmesi olabileceği gibi, "çözme" nin, zıddı olan "akd" (düğümlemek) manası da olabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu ayette, "Kalblerinizin azmettiği şeyler yüzünden" buyurunca biz bu "akd"den muradın, kalbin azmetmesi olduğunu anlarız. Yeni Cenâb-ı Hak burada "mu'âheze" kelimesini zikretmiş ama onun ne olduğunu açıklamamıştır. Fakat Maide sûresinde, "mu'âheze" nın ne olduğunu,(Maide,89) ayeti ile açıklamıştır. Binaenaleyh bu iki âyetten her biri bir yönden mücmel, diğer bir yönden mübeyyenclir. Bu sebeple, bunlardan herbiri bir yönden (ftğerini tefsir etmektedir. Bunların herbirinden, ciddi olarak ve kalbin azmi ile yapılan yeminler için keffâretin vâcib olduğu anlaşılır. Yemin-i gamûs da böyledir. Bundan dolayı, ondan dolayı da keffâret gerekir.
Allah Teâlâ'nın, "Allah çok bağışlayıcıdır,
halimdir" buyruğuna gelince, bil ki "gafur", günahları örtme ve
onların cezasını düşürmede ileri dereceyi ifâde eden bir sigadır.
"Halım" sıfatına gelince, bil ki Arapça'da "hilrn", vakar
ve ağırbaşlılık manasına gelir. "Yürüyüşünde en teennili olan devenin
üzerine hevdeci koy" manasında,
denir. "Hilm" de bu manadadır. Çünkü hilm, teenni halinde
görülür. Meme ucuna da, denilir. Allah'ın sıfatlarından olan
"ha!îm"in manası, ceza vermede acele etmeyip, aksine kâfir ve
tacirlerin cezasını geriye bırakan demektir.
[206]
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir. Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir. Eğer (onları) boşamaya karar verirler ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir"(Bakara. 226-227).
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[207]
Âyetin başındaki fiil
şeklinde gelir. Bunun ismi şeddeli olarak, dür.Ebû Ubeyde, şeklinde
diğer üç kullanış daha nakletmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, kelimelerinin
hepsi aynı manaya gelen değişik lâfızlardır. Hadis-i Kutsi'de de, "Ben,
tahminde bulunanların tahminlerinin aksini yapmaya yemin ettim" diye
gelmiştir. Şâir Küseyyir şöyle demiştir:"Az yemin eden, yeminini tutar.
Eğer ondan bir yemin çıkmış iser o yeminini bozmaz." İşte kelimenin asıl
lügat manası budur. Fakat şeriat ıstılahında bu, cinsi münasebette bulunmamaya
yemin etmek manasındadır. Nitekim adam, "Vallahi seninle cima etmeyeceğim,
mübaşeret etmeyeceğim, sana yaklaşmayacağım" dediği zaman, îlâ yapmış
olur. Bazı müfessirler, ayette bir hazfin olduğunu, takdirinin,
"Hanımlarından uzaklaşmaya yemin edenler için..." şeklinde olduğunu,
fakat âyette mevcud lâfızlar kendisine delâlet ettiğinden dolayı o, ifâdesinin
hazfedildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: "îlâ" lâfzını ancak,
meşhur lügavi manasına hamlettiğimiz zaman böyle bir takdire ihtiyaç
hissederiz. Fakat lâfzı, şer'î ıstılahı manasına hamlettiğimiz zaman, böyle
bir takdire gerek kalmaz.
[208]
Rivayet olunduğuna göre cahiliyye döneminde İlâ,
talâk sayılıyordu. Sa'id b. el-Müseyyeb şöyle demiştir: "Adam, hanımını
istemiyor, başkasının da hanımıyla evlenmesine fırsat vermek istemiyorsa, o
zaman onunla cinsi münasebette bulunmamaya yemin ediyor ve hanımını ne kocalı,
ne kocasız bir hale getiriyordu. Gayesi ise, o kadına zarar vermek idi. Sonra
İslamiyet gelince müslümanlar da aynı şekilde hareket etmeye devam ettiler.
Bunun özerine Allah Teâlâ, bunu kaldırarak, kocaya düşünüp taşınması için bir
müddet, zaman tanıdı. Buna göre, eğer koca bu zararı terketmede bir fayda umar
ise, o faydayı yerine getirir. Yok eğer kadından ayrılmada bir fayda görür ise,
kadını boşar.
[209]
Abdullah b. Mes'ud (r.a), ayeti şeklinde; İbn Abbas (r.a) ise, şeklinde
okumuştur. Hak Teâlâ'nın,"kadınlarına" sözü ile ilgili şöyle bir sual
vardır: Örfe göre, , şu hususta yemin etti" denilir. Buna göre niçin
ayette, ip harfi cerrinin yerine, harfi
cerri kullanılmıştır? Buna iki şekilde cevap verilir:
a)
"Erkeklerin kadınlarından dolayı, dört ay on gün beklemeleri gerekir"
mânasının murad edilmesidir. Nitekim,"Senden ötürü, bana şu gerekir"
denilir.
b) Bu yeminde, zımnen uzaklık mânast vardır. Buna göre sanki şöyle denmek istenmiştir: Onlar îlâ yaparak veya yemin ederek, hanımlarından uzakfa-şıyorlar.
Hak Teâlâ'nın,."Dört ay on gün beklemeleri" buyruğuna gelince, bil ki, "beklemek ve gözetlemek"demektir. Nitekim, "Bir şeyi bekledikçe bekledim" denilir. Yine, "Benim bu işi beklemeye tahammülüm yok" denilir. Terabbus kelimesinin, (dört ay) kelimesine izafeti, masdarın izafeti gibidir. Nitekim Araplar, " Aralarında bir günlük mesafe vardır" demeleri gibi. Yani,"Bir günlük yürüyüş" demektir. Bunun örnekleri pek çoktur.
Hak Teâlâ'nın, şartının mânası, "eğer
dönerlerse" şeklindedir. Arapça'da "fey, bir şeyin daha önceki haline
dönmesidir. İşte bundan dolayı güneş gölgeyi izâle edip, gölge döndüğü için,
gölgeye denilmiştir. Arap dili mütehassısları, ile, arasında fark bulunduğunu
söyleyerek şöyle demişlerdir: "Fey", güneş kendisini izâle ettiği
için, zeval vakti ile akşam vakti arasında olan gölgeye; "zili" ise,
güneş kendisini izâle etmediği için, tan yeri ağarmasından güneşin doğması
vakti arasında olan gölgeye denilir. Cennette "zili" vardır; orada
güneş bulunmayacağından fey nevinden gölge yoktur. Nitekim Hak
Teâlâ,"Yayılmış gölge"(Vakı’a, 30) buyurmuştur. Nitekim şair şöyle
demiştir: "Ne, kuşluk serinliğinin katlanabileceği gölgesi (zül) vardır,
ne de akşam serinliğinin tadacağı gölgesi (fey)..." Yine denilir. Her iki
kullanılışı da Ferrft, Araplardan nakietmiştir. Manası ise, "Falanca,
kızgınlığından ve hiddetinden çabucak vazgeçer" şeklindedir. Aynı
şekilde, Allah'u Teâlâ'nın müşriklerin matından müslümanlara döndürüp, onlara
çevirdiği mal için de "fey" denilir. Sanki, o mal müslümanlarındı da,
sonunda yine onlara dönmüş oldu. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün mânası,
"Cima etmemeye dair yeminlerinden geri dönerlerse muhakkak ki Allah, bütün
tevbe edenler için çok bağışlayıcı ve merhametli olduğu gibi, hanımına zarar
vermekten tevbe eden kocayı da bağışlar ve ona merhamet eder"[210].
Hak Teâlâ'nın, "Eğer (onları) boşamaya karar verirler lser şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" buyruğuna gelince, bil ki "azm" kalbin birşeye kesin karar vermesi demektir. Nitekim denilir. "Yemin ettim" manasında,:(Bunu muhakkak yapman için yemin ettim) denilir.Talâk kelimesi, fiilinden alınma bir masdardır. Leys ise, kelimenin lâm harfinin zammesi ile, şeklinde olduğunu söylemiştir. İbnü'l-A'râbi de, bu şekilde lâm harfinin zammesi ile, "talâk" masdanndan olmak üzere, şeklindeki fiil daha güzeldir. Talak kelimesinin manası şeriatta helâl olan bir şekilde nikâh akdinin çözülmesidir. Kelimenin aslı, manası gitmek olan masdanndandır. Buna göre "talâk", kadının gitmesinden ibarettir. İşte âyetteki lâfızların tefsiri İle ilgili hususlar bunlardan ibarettir.
Âyette birçok hüküm vardır. Biz âyetin delâlet ettiği
bazı hükümleri burada meseleler şeklinde anlatacağız:
[211]
Kendisinin cinsi münasebette bulunması tasavvur
edilen ve bu tasarrufu da dinde helâl sayılan her kocanın "îlâ"
yapması sahih olur. Bu kayıd hem tard[212],
hem aks[213] bakımından
geçerlidir.Tard bakımından geçerli olması, "Böyle olan herkesin îlâ
yapması sahih olur" manasındadtr. Bundan şu hükümler çıkar:
a) Zımmî îlâ
yapabilir. Bu, Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. İmam Ebu Yûsuf ve İmam Muhammed
"Ztmmînin, Allah'ın adını anarak îlâ yapması, sahih olmaz. Ancak boşaması
ve köle âzâd etmesi doğru olur" demişlerdir. Bizim delilimiz Cenâb-ı
Allah'ın, "Kadınlarına îlâ yapanların dört ay beklemeleri gerekir"
ayetidir. Bu umûmi ifâde, kâfir olanı da, müslüman olanı da içine alır.
b) Şafiî
(r.a). îlâ müddetinin köleler ve hürler için değişmeyeceğini, kan kocanın her
ikisi de hür veya her ikisi de köle; veyahut da birisi hür, diğeri köle olsa da
aynı olacağını, hepsinde de müddetin dört ay olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife
(r.a) ve İmam Malik (r.a)'e göre ise, bu müddet köle İçin, iki aydır. Fakat Ebu
Hanife'ye göre kadın köle olur ise; İmam Mâlik'e göre ise koca köle olur ise,
bu iki ay olur. Bu iki imâmın kölenin boşanması hakkındaki hükümleri de
böyledir. Bize göre Hak Teâlâ'mn,. "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin
edenler..." buyruğu hepsini içine alır. Ayeti tahsis etmek, zahirin
hilâfına bir harekettir. Çünkü bu müddetin belirlenmiş olması, insanların
yaratılış ve bünyesine yönelik bir manadan dolayıdır. Bu mana da insanın
eşinden ayrılmaya karşı sabrının az olmasıdır. Bu hususlarda, yani hayız, emme
ve cinsi iktidarsızlık müddetlen gibi hususlarda hür ve köle aynıdır.
c) İlâ,
kızgınlık halinde de, rızâ halinde de yapılsa sahihtir. İmâm kızgınlıkla
yapılan ilânın sahih olmayacağını söylemiştir. Bu ayetin zahiri bizim lehimize
delildir.
d) İlâ, ister nikah altındaki kadına yapılsın, isterse talâk-ı ric'î ile boşanmış kadına yapılsın sahih olur. Çünkü ric'î talâkla boşanmış kadın da, henüz onunhan adam "Bütün hanımlarım boştur" dediği zaman, o ric'î talâkla boşanmış hanımı da tamamen boşanmış talâkla boşanmış kadının hâlâ o adamın hanımlarından sayıldığı sabit olunca. "kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler..." âyetinin zahirinden ötürü, bu kadın da bu âyetin hükmüne girmiş olur.
Aks bakımından geçerli olmasına gelince, bu, cinsi
münasebette bulunması düşünülemeyen kimsenin İlâsının sahih olmamasıdır. Bununla
ilgili iki hüküm vardır:
a) Hadım
olan erkeğin yaptığı ilâ sahihtir. Çünkü o da, tohumu olan erkek gibi cima
yapabilir. Bunun için söz konusu olmayan şey inzal (meni gelmesi) dir. İnzalin
olup olmamasının da ilâda bir tesiri yoktur. Bir de bu,âyetin umûmi hükmüne
dahildir.
b)
Erkeklik uzvu kesilmiş kimsenin durumu.. Eğer böyle bir erkeğin, erkeklik
uzvundan kesildikten sonra geriye cima yapacak kadar bir kısım kalmış ise,
yapacağı ilâ sahihtir. Eğer kalmamış ise, bu hususta da iki görüş vardır:
1) Onun
ilâsı sahih değildir. Bu, Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür.
2) Ayetin ifâde ettiği umûmi hükümden dolayı onun Hâsı da sahihtir. Çünkü yemin ile verilmek istenen zarar, bu kimse hakkında da söz konusudur.
İlâ ile ilgili muteber ikinci bir şart da, İlâ yapanın
koca olmasıdır. Binaenaleyh eğer bir erkek, hanımı olmayan bir kadına,
"Allah'a yemin ederim ki seninle cima etmeyeceğim" dese ve daha
sonra da o kadınla eviense, bu sözüyle İlâ yapmış olmaz. Çünkü Hak Teâlâ'nın,
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay
beklemeleri gerekir" âyeti, bu hükmün başkalarına değil, o kadınların
kocalarına âit olduğunu ifâde eder. Bu tıpkı,
"Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun, 6) ayeti gibidir.
Yani "sizin dininiz sizedir, başkasına değil" manasına gelir.
"Sizin için, başkaları için değil.."
[214]
Adına yemin edilendir. Yemin ya Allah adına veya- hut
da başka bırşey adına olur. Eğer koca Allah adına yemin etmiş ise îlâ yapmış
sayılır. Daha sonra o hanımıyla îlâ müddeti içerisinde cinsi münasebette
bulunur ise, İlâ yapmış sayılmaz. Böyle birisi hakkında yemin keffâretinin
gerekip gerekmediği meselesi ile ilgili iki görüş vardır:
a) İmam
Şafiî'nin kavl-i cedîd (sonraki) görüşü ki bu en sahih görüştür ve aynı zamanda
Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. Buna göre, o kimseye yemin keffâreti gerekir.
b) İmâm
Şafiî'nin kavl-i kadim (daha önceki, eski) görüşü... Buna göre, îlâ müddeti
geçtikten sonra, veya o müddet içinde koca, hanımına dönerse ona keffâret
gerekmez. Birinci görüşün delili şudur: Allah adına yapılan yeminlerde hânis
olunduğu zaman (yemin bozulduğu zaman) keffâreti gerektiren deliller umûmidir.
Binaenaleyh "Vallahi sana yaklaşmayacağım" deyip hanımına yaklaşma
ile, "Vallahi seninle konuşmayacağım" deyip onunla konuşma arasında
(yemin bakımından) ne fark vardır?İkinci görüşün delili ise, 'Eğer erkekler
dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir" âyetidir. Bu ayetle, şu
iki bakımdan buna istidlal yapılmıştır:
1) Eğer
ona keffâret gerekseydi, Allah Teâlâ onu burada zikrederdi. Çünkü bu ayette
onu bilmeye ihtiyaç vardır. İhtiyaç varken gerekli açıklamayı sonraya bırakmak
caiz değildir.
2) Allah Teâlâ, bu ayette keffaretin gerektiğinden bahsetmediği gibi, aksine onun sakıt olduğuna, "Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir' buyruğu ite dikkat çekmiştir. Bağışlama mu'âheze edilmemeyi gerektirir.
Birinci görüşte olanlar şöyle diyerek buna cevap verebilirler: "Allah Teâlâ keffâreti,gerek Kur'an'ın başka ayetlerinde, gerek Hz. Peygamber (s.a.s)'in dilinde ifâdesini bulan hadislerde beyân ettiği için, bu ayette zikretmemiştir."
Cenâb-ı Hakk'ın, "gafur ve rahimdir" sözü bu kimseler için ilâhî cezanın olmayacağını gösterir. Fakat ilâhî cezanın olmaması, keffaretin gerekmediğini göstermez. Nitekim zina ve katillikten tevbekâr olan kimse için de, ilâhi ceza olmayabilir. Fakat yine de bu kimseye had ve kısas uygulanması gerekir.
Allah'tan başka bir şey adına yemin edilerek,
"Eğer seninle cima edersem kölem hür olsun veya sen boş ol; vey senin
kuman boş olsun" diye; yahut da üzerine bir şeyi vâcib kılarak,
"Eğer seninle cinsi münasebette bulunursam, Allah rızası için köle azâd
etme, veya bir sadaka veya oruç veya hacc veyahut namaz vâcib olsun" diye
îlâ yapmanın hükmüne gelince, Şafiî (r.a)'nin bu hususta iki görüşü vardır:
a) O'nun
kavl-i kadimine (eski görüşüne) göre, bu kimse îlâ yapmış sayılmaz. İmam Ahmed
de "Zahirü'r-Rivaye "de aynı görüştedir. Bu görüşün delili şudur: tlâ
câhiliyye devrinde yapılmakta olan bir şeydi. Sonra bu konuda câhiliyye Araplarının
Allah adına yemin ederek îlâ yapmakta oldukları da biliniyordu. Yine Hz.
Peygamber (s.a.s), "Yemin eden Allah
adına yemin etsin" buyurmuştur. Buna göre, "yeminden dolayı
boşanma" dan, Allah adına yeminden dolayı boşanma anlaşılır.
b) İmam Şafiî, aynı zamanda Ebu Hanife, İmâm Malik ve bir grup alimin (r.ah) görüşü olan, kavl-i cedîdine göre, o kimse ilâ yapmış olur. Çünkü "îlâ" lâfzı, bu sayılan yemin çeşitlerinin hepsini de içine alır. Her iki görüşe göre de, bu kimsenin yemini, mün'akide (tam bir yemin) olmuş olur. Binaenaleyh o kimse bu yeminine, bir köle azâd etmeyi veya hanımını boşamayı bağlamış olur ise, bu koca, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman yeminine şart yaptığı (bağladığı şeyler) gerekir.
Eğer yemine şart koşulan şey, insanın kendisine vacip
kıldığı birşey ise, o kimseye kızgınlık anında yaptığı nezirlerde gereken şey
gerekir. Bu hususta bazı görüşler vardır:
1) Bunların en sahihi, o kimseye yemin
keffaretinin gerekmesidir.
2) O kimseye, şart koştuğu şeye bağlı kalması gerekir.
3) O kimse, yemin keffareti ile şart koştuğu şeyi yerine getirme arasında muhayyerdir.
Bu iki görüşün neticesi şudur: Biz o kimsenin îlâ
yapmış olduğunu söylersek, dört ay geçtikten sonra kocaya durum ağır gelir,
böylece de ya hanımına dönmek, ya da onu boşamak mecburiyetinde kalır. Eğer
onun îlâ yapmış sayılamayacağını söylersek, onun için durum sıkışmış olmaz.
[215]
Alimler ilâ müddetinin ne kadar olduğu hususunda da,
şu değişik görüşleri ileri sürerek ihtilâf etmişlerdir:
a) İbn Abbas
(r.a)'ın görüşüne göre o kimse hanımıyla hiçbir zaman cinsi münasebette
bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış sayılmaz.
b) Hasan
el-Basri ve İshak'ın görüşüne göre, koca bir günlüğüne de olsa, ne kadar
müddet için yemin ederse etsin İlâ yapmış olur. Bu ikisi de son derece uzak
ihtimallerdir.
c) Ebu Hanife
ve Sevri'nin görüşüne göre, o kimse dört ay veya daha fazla müddet boyunca
hanımıyla cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış olmaz.
d) Bu
Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik (r.ah)'in görüşüdür. Buna göre, yemin dört
aydan fazlası için olmadığı müddetçe o kimse îlâ yapmış sayılmaz. Ebu Hanife
(r.a) ile Şafiî (r.a) arasındaki ihtilâfın farkı şudur: O kimse dört aydan daha
fazlası için îlâ yaptığında, onun için bu dört ay kabul edilir. Bu müddet
kocanın hakkıdır. Bu müddet tamamlanınca kadın kocasından ya kendisine
dönmesini veyahut da kendisini boşamasını ister. Eğer koca her ikisinden de
kaçınır ise, hâkim kadını kocasından re'sen boşar. Ebu Hanife'ye göre ise, dört
ay geçince talak kendiliğinden tahakkuk etmiş olur.
İmam Şafiî'nin bu husustaki delilleri şunlardır:
1) Ayetinin
başındaki fa-i takibiyye, bu iki hükmün, dört aylık îlâ müddetinin bitmesinden
sonra meşruluk kazanmalarını gerektirir. Buna göre eğer, "Sizin söylediğiniz
şey imkânsızdır. Çünkü,"Eğer erkekler dönerlerse.." ve, "eğer (onları) boşamaya karar
verirlerse.." tabirleri,"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler (îlâ
yapanlar)" ifâdesinin bir açıklaması mahiyetindedir. Açıklama ise tabii
ki açıklanan hususu takib eder. Nitekim bu,"Bu ay sizin misafirinizim.
Eğer ikram ederseniz, sizinle kalmaya devam edeceğim. Aksi halde çeker
giderim" demen gibidir" denilir ise biz deriz ki: Bu zayıf bir
izahtır. Çünkü "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri
gerekir" ayetindeki dört aylık müddet, daha sonra ifâde edilen her iki
hususa da delâlet eder. "Eğer erkekler dönerlerse" sözündeki fa-i
ta'kibiyye bu iki hükmün peşisıra gelmiştir. Buna göre, "eğer erkek-ler
dönerlerse" ayetinin ifâde ettiği hüküm, hem "îlâ" nın hem de
dört ay beklemenin peşisıra meşruiyyet kazanır. Sizin getirdiğiniz misal ise
böyle değildir. Çünkü sizin misalinizdeki fa-i takibiyye misafirliğin
başlamasından sonra gelmistir. Fakat ayetteki, "Fâ" hem îlâ, hem de
beklenecek müddetten sonra getirilmiştir. Binaenaleyh fâ-i takibiyyenin başına
geldiği hükmün, bu iki şeyin peşisıra vuku bulması gerekir. Bu açık bir sözdür.
2) Allah Teâlâ'nın, "Eğer (onları) boşamayet karar verirler ise.." şartı, talakın ancak kocanın boşaması ile meydana geleceğini gösteren açık bir ifâdedir.
Ebu Hanife'ye göre ise, bu durumda talak kocanın
boşaması ile değil,bu müddetin geçmesiyle kendiliğinden meydana gelir. Buna
göre şayet, "îlâ, baş-libasına bir talaktır. Binaenaleyh, "eğer
(onları) boşamaya karar verirler ise..." ifâdesinden, daha önce geçen îlâ
kastedilmiştir" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü
"eğer (onları) boşamaya karar verirler ise..." ay e-tinin mutlaka
"Eğer ilâ yapanlar, boşamaya kesin karar verirlerse..." şeklinde anlaşılması
gerekir. Buna göre ilâ yapan kimse aynı zamanda, boşanmaya da karar vermiş
olur. Bu da "îlâ"nın ve boşanmaya karar vermenin aynı anda olmalarını
gerektirir. Fakat talak, kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şeydir.
Kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şey ise, kararlı oluştan sonra
gelir.Bina-enaleyh talak, ona karar vermeden sonra vuku bulur. îlâ ya bu
kararla birliktedir veya bundan daha öncedir. Bu durum da ayette talakın
ilâdan başka olduğu hususunda kesin hüküm vermeyi gerektirir. Bu da açık bir
izahtır.
3) "Eğer (onları) boşamaya karar verirler
ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" ayeti, kocadan
duyulacak bir sözün çıkmasını gerektirir. Bu da ancak ayetin takdirinin,
"Eğer onlar boşanmaya karar verir ve hanımlarını boşarlarsa, şüphesiz
Allah onların sözlerini duyan ve katblerindeki niyetlerini bilendir"
şeklinde olduğunu söylemekle mümkün olur. Buna göre eğer, "Bu ayetten
muradın, "Allah o Îİâyt işitendir" şeklinde olması niçin caiz
olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin
ifâde ettiği tehdid îlâya karşı değil, aksine îlâdan sonra meydana gelen bir
şeye karşı yapılmıştır. O şey de îlâdan başka bir sözdür. Binaenaleyh,
"Şüphesiz Allah hakkıyla işttict, gerçekten bilicidir" tehdidi, işte
îlânın aksine söylenen o söz için olur.
4) Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer erkekler dönerlerse" ve
"eğer boşamaya karar verirlerse.." ayetlerinin zahiri bu iki hususta
muhayyerliği ifâde etmektedir. Bu da, iki hususun tek bir vakitte tu-lunmasım
gerektirir. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise durum böyle değildir.
5) İlâ, aslında bir talak değil, aksine bir müddet için hammıyta cima etmemeye yemin etmedir. Fakat şeriat bu müddeti sınırlandırmıştır. Çünkü adam, hanımına zarar vermek maksadıyla olmaksızın bazan bir müddet için onunla cimâ etmeyi terkedebilir. Bu, kısa bir zaman için söz konusu olur. Fakat uzun zaman cimâyı terkettiği zaman, bu ancak hanıma zarar vermek için yapılmış olur. Bu hususta müddetin uzun veya kısa olması belli bir şey olmayınca, Allah Teâtâ uzun müddet ile kısa müddet arasını ayıran sının belirledi. Cimâ uzun müddet terkedildiğinde maksadın zarar verme olduğu ortaya çıkmış olur. Bu da kesin olarak talakı gerektirmez. Zarar verme maksadı ortaya çıktığı zaman, şeriatın hikmetine uygun olan, ya o zarar vermeyi terki veyahut da o kadını İlâ kaydından kurtarmayı emretmesidir. Bu mana, şeriatta muteber bir manadır. Nitekim biz, cinsi iktidarı olmayan ve benzeri kimseler hakkında da, zaman tayininde bulunuruz. Ebu Hanife (r.a)'nin delili ise, Abdullah İbn Mes'ud'un, "Eğer o kadınlara dönerlerse" kıraatidir.
Ebu Hanife'nin bu görüşüne en doğru cevâp şudur: Şaz
kıraatler reddedilmiştir. Çünkü Kur'an olan her kelimenin, tevatür ile sabit
olması vâcibtir. Tevatürle sabit olmadığı yerlerde, onun Kur'an'dan olmadığına
kesinlikle hükmederiz. Bu kaideye uyması gerekenlerin en başında gelen ise,
Ebu Hanife'dir. Çünkü O, bu kaideden dolayı, besmelenin Kur'an'dan olmadığına
istidlal etmiştir. Yine, ayetin üç hususu ihtiva ettiğini açıklamıştır. Ayet,
İlâdan sonra kadınlara dönmenin, ilâ müddeti içerisinde olmayacağını gösterir.
Buna göre şaz kıraatler, ayetin bu hükmüne muhalif olduğu zaman, muhakkak
olarak bu kıraatin yanlışlığına hükmetmek gerekir.
[216]
Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz..."(Bakara. 228).
Bil ki Allah'u Teâlâ burada, talâk hakkında birçok
hükümden bahsetmiştir.
[217]
Talâkın birinci hükmü, iddetin vâcib olmasıdır: Bil ki boşanan (mutallaka), kendisine talâk verilen kadındır. Bu da ya yabancı bir kadın olur, veya nikâhlı bir kadın olur. Eğer yabancı bir kadın olursa, o kadına talâk verildiğinde, kelimenin lügat anlamı itibariyle o kadın mutallaka boşanmış olur; ama kelimenin şer'i manası itibariyle boşanmış sayılmaz. Bundan dolayı, o kadına iddetin gerekmediğinde icmâ vardır.
Nikâh altındaki kadına gelince, bu kadtn ya "medhûlün bihâ" (yani kendisiyle haivet-i sahiha meydana gelmiş ve zifafa girilmiş) kadın olur veya olmaz.. Eğer o kadın, medhûlün bihâ değilse, ona iddet gerekmez. Cenâb-ı Allah,"Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp, kendilerine dokunmadan, onları boşadığınız zaman, sizin için o kadınlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur" (Ahzab, 49) buyurmuştur. Ama kadın "medhûlün bihâ" olursa, bu durumda o kadın ya çocuk doğuramaz, ya da hamiledir. Eğer hamile ise, o kadının iddeti.ay hâli (kuru) ile değil, çocuğunu doğurması ile tesbit edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yüklü (hamile) kadınların İddeti ise, yüklerini bırakmalarıdır" (Talâk, 4) buyurmuştur.
Eğer o kadın özürlü olursa, bu durumda, o kadının hayız
görmesi ya mümkündür; ya da mümkün değildir. Eğer, aşın küçük veyahut da aşırı
yaşlı olmasından ötürü hayız görmesi mümkün değilse, bu tür kadınların
iddetleri kuru ile değil, aylara göre belirlenir. Nitekim Hak Teâlâ "Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerin
(iddetinde) şüphe ederseniz, biliniz ki onların Sadetleri üç aydır"
(Talâk, 4) buyurmuştur. Eğer o kadının hayız görmesi mümkün ise, bu durumda o
kadın ya köledir ya da hür.. Eğer köle ise, onun iddeti üç değil,iki
"kuru" ile olur. Kadın, birisinin nikâhında bulunmuş olur ve
kendisiyle halvet-i sahiha veya zifaf da vâki olduktan sonra boşanmış
olurJyahut Özürlü olur yahutjdahayız görür veyahut da hür olursa, işte bu
sayılan vasıflar bulunursa, böylesi kadınların iddetleri, Allah'u Teâlâ'nın bu
ayette de hükmünü belirttiği üzere, "üç kuru" olur. Ayetle ilgili birkaç
sual bulunmaktadır:
Birinci Suâl:
lâfzının çoğa ıtlak edilmesi örf haline gelmiş olduğu için, âmm olan lâfzın
tahsisi ancak,tahsis edildikten sonra geriye kalan kısım daha çok olduğu zaman
uygun olur. Nitekim elbise için şöyle denilir: Baskın rengi siyah olup, tek tük
beyazlık da bulunduğu zaman, yine de onun siyah olduğu söylenir. Kendisinin
siyah rengi beyaz olup, tek tük de siyahlık bulunduğu zaman, o elbise siyah
demek yalan olur. Böylece, âmm lâfzın tahsis edilmesindeki şartın, tahsisten
sonra geriye kalan kısmın daha çok olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ayet ise böyle
değildir. Çünkü siz, bu ayetin umûmî mânasından beş kısmı ihraç edip, geriye
sadece bir kısmı bıraktığınızda, bu gibi yerlerde âmm lâfzını kullanmak,
Allah'ın hikmetine uygun düşmez.
Cevap:
Yabancı kadın, lâfzın muhtevasına dahil değildir. Çünkü "ecnebi
kadın" hakkında, "o boşanmıştır" denilemez. "Medhûlün
bihâ" olmayan kadınlar da karine ile âyetin hükmünün dışında kalır. Çünkü
iddetten maksat, rahmin temizliğini sağlamaktır. Rahmin temizliğine de, ancak
rahim meşgul olduğu vakit ihtiyaç hissedilir.Hamile ve hayız görmeyen kadınlar
(Âyise) da, bu lâfzın muhtevasına girmezler. Çünkü "kuru" ya göre
iddet beklemenin gerekliliği, kadınlar hakkında bu düşünülebildiği zaman söz
konusu olur. Halbuki bu iki tür kadın hakkında, "kuru" düşünülemez.
Cariyenin evlendirilmesi ise çok nadir olan bir şeydir. İşte böylece, çok umumî
ve çok görülenin, bu umûm lâfzın muhtevası içinde kalmaya devam ettiği ortaya
çıkmış olur.
İkinci Sual:
Hak Teâlâ'nın,buyruğu bir haber cümlesidir. Halbuki bundan maksat bir emirdir.
O halde, emri haber cümlesiyle ifâde etmedeki fayda ve hikmet nedir?Bu soruya,
şu iki bakımdan cevap verilebilir:
a) Allah'u
Teâlâ bunu emir sîgasıyla zikretmiş olsaydı, o zaman bu maksadın ancak,
kadının iddet beklemeye kast ve irade ile başlaması durumunda
gerçekleşebileceği zanntnı uyandırırdı. Bu açıklamaya göre meselâ, kadının
kocası ölse, kadın da bunu bilmese; böylece de kadının iddeti kadar bir zaman
geçmiş olsa, bunun iddet yerine geçmemiş olması gerekir. Çünkü o kadın,
iddetle emrolunduğunda, kadın bu sorumluluktan ancak, mükellef olduğu hususun
ifasını iradî olarak başlayıp bitirdiği zaman çıkabilir. Ama Allah'u Teâlâ bu
mükellefiyeti haber cümlesiyle zikrettiği için, böyle bir zan ortadan kalkar,
erkek de bu iddet sona erdiğinde, ister kadın bundan haberdâr olsun, isterse
olmasın; yine, kadın bu iddete ister arzusuyla, isterse kızgınlıkla başlamış
olsun, maksadın hasıl olduğunu anlamış olur.
b) Keşşaf
sahibi şöyle demiştir: Emri, haber sîgasıyla bildirmek.onun uyulması gereken
birşey olduğunu ihsas ettirmek için, emrin te'kid ve pekiştirilmesini ifâde
eder. Buna göre sanki kadınlar iddet bekleme işine sımsıkı sarılmışlar da, Hak
Teâlâ da, onların iddet beklemelerini haber vermiştir... Bunun bir benzeri de
Arapların, birisine duâ hususunda, "Allah sana merhamet etsin"
demeleridir. Bu, Cenâb-i Hakk'ın buna icabet edeceğine güvenildiği için, haber
cümlesi şeklinde getirilmiştir. Buna göre sanki rahmet olup bitmiş de, o kimse
de bunu haber veriyor...
[218]
Üçüncü Sual:
Şayet Allah, demiş olsaydı bu, bir
fiil ile bir failden meydana gelen bir cümle olmuş olurdu. O halde buna göre
bunu, bu şekilde ifâde etmeyip de,
kelimesini mübtedâ; fiil-fâil-den oluşan
cümlesini de, bu mubtedânın haberi kılmasının hikmeti nedir?
Cevap:
Şeyh Abdu'l-Kâhir el-Cürcânî, Delâilu'l-İ'câz adlı eserinde şöyle demektedir:
"İsmi önce söyleyip, "Zeyd yaptı" dediğin zaman, bu, şeklinde
sözünün ifade edemeyeceği te'kid pekiştirme ifâde eder. Bu böyledir, çünkü
senin ifâdesi, şu iki maksat için
kullanılır:
a) Bu faili, o fiile tahsis etmek... Bu senin
tıpkı,"Falanca iş hususunda, hükümdara mektubu ben yazarım ben!..."
demen gibidir. Bundan maksadın, bunu sadece senin yazabileceğini ifâde
etmendir.
b)
Maksadın bu olmamasıdır; aksine maksad kendisinden herhangi bir sözle
bahsedilen şeyin, kimsenin başa alınması, o fiili ona nisbet etmek içindir.
Meselâ bu, Arapların hasr murad etmeyip, aksine dinleyenler tarafından bol
vermenin o kimsenin adeti ve huyu olduğunu anlamaları için,"O bol
verir" demeleridir. Bunun bir misâli de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan
başka tapındıkları nesneler, hiçbir şey yaratamazlar. Onlar yaratılıp
duruyorlar" (Nahl, 20) âyetidir. Bundan maksat, sadece putların mahluk
olduğunu söylemek değildir. (Yaratılıp,yapılma işinin onlar hakkında devamlı
carî olduğunu bildirmektir.) Yine Cenâb-ı Hak,"Size geldikleri zaman,
"iman ettik"dediler. Halbuki onlarjkütû'r ile girmişler, yine kütîir
ile çıkmışlardı" (Maide, 61) buyurmuştur. Şair de,"O ikisi, mecd ü
şerefi çok güzel bir elbise gibi giyerler. Her İkisi de, gücü yettiği sürece,
cesurdular."Mübtedâyı başa aldığında bu mânanın meydana gelmesinin
sebebi, meselâ sen, dediğin zaman, Abdullah'tan haber vereceğini
hissettirmendir. Böylece bu sözü duyanların aklında, onu tanıma hususunda bir
arzu meydana gelmiş olur. Daha sonraysa haberi getirdiğinde, akıi,onu âşıkın
rnâ-şûkunu kabul etmesi gibi kabul eder. Böylece de bu, kesinliği ortaya koyma
ve şüpheyi de izâle etme hususunda daha etkili bir ifâde olmuş olur.
[219]
Denildiği gibi, burada da, denilmeli değil miydi? O
haldeburada, kelimesinin zikredilmesinin
faydası nedir?
Cevap:
Kelimesinin zikredilmesi, onları beklemeye teşvik etmek ve şevklerini arttırmak
içindir. Çünkü beklemeyi arzu etmezler; bunun için Allah'u Teâlâ, kelimesini
zikrederek, onları beklemeye teşvik etmiştir. Bu böyledir, çünkü kadınlar
erkeklere çok düşkündürler. Cenâb-ı Hak böylece onların, kendi nefislerini
zorlamalarını, nefislerini beklemeye arzulu olmaya sevketmelerini ve
kendilerini beklemeye mecbur tutmalarını istemiştir.
Beşinci Suâl:
Kadınlar çok olduğu halde, lâfzı cem-i kıllet, lâfzı ise, cem-i kesret olarak
zikredilmiştir. O halde,dan maksad üç olup, üç de az olduğuna göre, kelime
niçin cem-i kesret sîgasıyla getirilmiştir?
Cevap:
Araplar bu hususta fazla katı değillerdir. Bu sebeple Araplar, iki cemî
çeşidinden herbirini, çokluk ifâde etmede müşterek oldukları için, birbirlerinin
yerine kullanıyorlardı. Veyahut da, belki de, tjjî sîgası, kelimesinin diğer
bir cem'i olan, dan daha çok
kullanıldığı için burada gelmiştir.
Altıncı Suâl: "Uç hayız" denildiği gibi,
niçin denilmemiş?
Cevap:
Çünkü, kelimesi, kelimesinin müzekker
olmasına tâbi olmuştur, çünkü, «jji lâfzı müzekkerdir. Ayetle ilgili suâller
işte bundan ibarettir.Geriye ise ayetle ilgili, kelimesinin hakikatinin ne olduğunu orta-
ya koymak meselesi kalmıştır. Buna göre biz diyoruz
ki, kelimesi, ve, kelimesinin çoğuludur, ijiül kelimesinin, hayız ve temizlik
hakkında kullanıldığı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ebû Ubeyde şöyle
demiştir: kelimesi, Arapça ezdâd kelimelerdendir. Meşhur o-lan, bu lâfzın her
iki mana hakkında da, kelimesinin kırmızılık ve beyazlığın aynı anda adı
olabilmesi gibi hakikat ifâde etmesidir. Diğer bazı âlimler ise, bu lâfzın
hayız hakkında hakikat, temizlikte ise mecaz ifâde ettiğini söylemişlerdir.
Bazı alimler ise, durumun bunun aksi olduğunu söylemişlerdir.Diğer bazıları da
bunun, hayızla temizlik arasında müşterek bir mâna için vaz'edildiğini
söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar da, üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:
a)
Kelimesinin manası, toplanmak demektir. Hayız vaktinde kan, rahimde; temizlik
vaktinde ise bedende bir araya gelir, toplanır. Bu, el-Esmaî, Ahfeş, Ferâ ve
el-Kısâî'nin görüşüdür.
b) Ebû Ubeyd'in görüşüne göre, kelimesinin manası, bir halden başka bir
hale geçmek demektir.
c) Ebu Amr
b. el-Alânın görüşüne göre ise bu kelimenin mânası, vakit demektir. Yıldızlar
doğduğunda yıldızlar battığında da yine,
denilir. Rüzgâr estiğinde de denilir. Hüzelînin şöyle bir beyti
nakledilmiştir: "Vakti geldiğinde rüzgârlar estiği zaman" kelimesi
vakit mânasına gelince, hem hayız ve hem temizlik hali de girer. Çünkü bu iki
halin de, muayyen bir zamanı vardır. Bil ki Allah'u Teâlâ boşanan kadına,
"üç kuru" iddet beklemesini emretmiştir. Ayetin zahiri, boşanan
kadının "üç kuru" diye adlandırılan üç şeyi iddet beklediği zaman
sorumluluktan kurtulmasını gerektirmektedir. Ne var ki âlimler, bunun kâfi gelmeyeceği,
aksine bu kadının temizlik ve hayız durumundan birisine ait olmak üzere
"üç kuru" beklemesinin gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna
göre âlimler, bu cinslerin ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
[220]
Şafiî (r.a)'ye göre, "üç kuru" temizliktir. Bu, İbn Ömer, Zeyd, Aişe, "Fukâha-i Seb'a"[221]İmâm-ı Malik, Rebî'a ve bir rivayete göre Ahmed İbn Hanbel'den rivayet edilmiştir.Ali, Ömer ve İbn Mes'ud da bu "üç kuru" un, hayız olduğunu söylemişlerdir ki bu, Allah kendilerinden razı olsun, Ebu Hanife, Sevrî, Evzaî, İbn Ebî Leylâ, İbn Şibrime ve İshâk'ın görüşleridir. Bu ihtilâfın neticesi şudur: Şafiî'ye göre iddet müddeti en kısa, Ebu Hanife ve O'nun görüşünde olanlara göre, en uzun olan süredir. Öyle ki, bir kimse hanımını temizken boşasa, velev ki o anda boşamasını müteakip kadın hayız olsa, içinde boşanmış olduğu temizlik müddeti "bir kuru" olarak hesaplanır. Buna göre bu kadtn üçüncü hayı-za girdiğinde iddet müddeti bitmiş olur. Ebû Hanife (r.a)'ye göre, eğer talâk kadın temiz iken vuku bulmuşsa,üçüncü hayızdan; eğer talâk hayız halinde verilmişse dördüncü hayızdan temizlenmediği müddetçe, iddetinin sona erdiğine hükmedilmez. Ebu Hanife sözüne devamla, "O kadın hayızın en uzun müddetinde temizlenirse, gusletmeden önce iddeti biter; eğer hayzın en az müddetinde temizlenmişse, onun iddeti, gusl etmedi kçe.veyah ut su bulunmadığı zaman teyemmüm etmedikçe, veyahut da üzerinden bir namaz vakti geçmediği müddetçe sona ermez.
Şafiî'nin delilleri şunlardır:
1) Hak Teâlâ'nın, emrinin mânası, "onları iddetleri vaktinde boşayın" demektir. Ne var ki, kadını hayızlı iken boşamak nehyedilmiştir. Binaenaleyh âyette bahsedilen iddet zamanının hayız zamanından başka bir zaman olması gerekir.
Keşşaf sahibi, Şafiî'nin bu görüşüne cevâp vererek
şöyle demiştir: Bu ifâdenin mânası, "Onları iddetlerine doğru
boşayınız" demektir. Nitekim Araplar, "aydan üç gün kala"
mânasını kastederek, derler.
Ben derim ki, keşşaf sahibinin bu sözü, Şafiî (r.a)'nin
istidlalini güçlendirir. Çünkü, sözünün
mânası, "Hemen peşinden üç güne başlanılacak olan zamana, vakte
doğru" demektir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın buradaki emrinin mânası,
"peşinden iddete başlanılacak bir biçimde onları boşayın" demektir.
Boşamayla ilgili emir, temizliğin bütün zamanlarında tahakkuk edince, boşamanın
hemen peşinden meydana gelen temizliğin, iddetten olması gerekir ki, elde
edilmek istenen netice de budur.
2) Hz. Aişe (r.a)'nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: nin ne olduğunu biliyor musunuz?
temizlik demektir. Şafiî sözüne devamla, "Kadınlar bunu daha iyi
bilirler; çünkü buna kadınlar mübtelâdırlar" demiştir.
3) Kelimesinin mânası, toplamak demektir. Nitekim, rahminde yavru tutmadı mânasında, denilir. Amr İbn Kelsûmun şu sözü de bu mânadadır: "Rengi beyaz asîl deve yavru tutmadı."
Ahfeş de, şöyle denildiğini söylemiştir: Rahmi hayız görmemiş olan kadın için, denilir. İçinde su biriktiği İçin, havuz da, diye isimlendirilir. Batmak için bir araya geldiklerinde, "Yıldızlar bir araya geldi" denilir. Harfleri ve kelimeleri bir araya geldiğinden ve içinde de pek çok ilim bulunduğundan dolayı, Kur'an, Kur'an olarak isimlendirilmiştir. Yine harfleri birbirine bitiştirdiği "Okuyucu okudu" denilir.
Bütün bu hususların böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, kanın toplanma vakti, ancak temizlik zamanıdır. Çünkü kan o zaman içinde,bedende toplanır, bir araya gelir.Buna göre şayet, "Aksine, hayız zamanı bu ismi almaya daha elverişlidir; çünkü kan bu vakit içinde rahimde toplanır denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:
Kan, rahimde kesinlikle bir araya gelmez; aksine
damla damla rahmi terkeder. Temizlik zamanında, kanın tamamı bedende toplanır.
Bu sebeple, temizlik vaktinde kanın bir araya gelme mânası, daha tam bir
mânadır. Bu husustaki izahın tamamı şudur: ijijı lâfzı, toplanma manasına
delâlet e-dince, toplanma ve diğer kanı ihtiva etme bakımından rahmin en müsait
olduğu zaman, temizliğin sonudur. (Rahim) bununla dolmasaydı, o kan dışarıya
akmazdı. Kan, temizliğin başlangıcında bir araya gelmeye başlar; sonuna doğru
ise, bu iyiden iyiye artar. Temizliğin son günleri, kanın en çok yığıldığı
günlerdir. Böylece temizliğin sonu, gerçek mânada kur'un kendisi olmuş olur.
Bu açık olan bir sözdür.
4)
Aslolan, hiç bir mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme
ve alıkoyma hakkının bulunmamasıdır. Bunun aksine delilin bulunduğu
zamanlarda, bu kaide ile amel etmeyi bırakırız. Bu aksi delil de "üç
kur" diye adlandırılan şeyin en azı olan temizlik müddetleridir. Çünkü
zaman bakımından, temizliğe göre iddet beklemek, hayza göre iddet beklemekten
daha azdır. Binaenaleyh, bu böyle olunca, bu ayetle amel etme zaruretinden
dolayı iddet bekleme süresinin en azını kabul edip, aslolanın hiç bir
mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme ve alıkoyma
hakkının bulunmadığına delâlet eden delillere dayanarak, iddet bekleme
süresinin en fazlasını bıraktık.
5) Hak
Teâlâ'nın, "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme
müddeti beklerler" buyruğunun zahiri, boşanan kadının, "kuru"
diye isimlendirilen üç şeyi iddet beklediği zaman, sorumluluktan kurtulmasını
gerektirir. Temizlik ve hayız halinden her biri, bu isimle isimlendirilir.
Binaenaleyh kadının, muhayyer olarak bu zamanlardan herhangi birine göre iddet
beklediğinde, sorumluluktan kurtulması gerekir. Ne var ki biz temizliğe göre
iddet bekteme müddetinin hayız haline göre iddet bekfeme müddetinden daha az
olduğunu beyân ettik. Buna göre kadın, eksik müddetle iddet bekleme ile, fazla
müddetle iddet bekleme arasında muhayyer olur. Durum böyle olduğunda, o kadın
daha sonradan telâfi etme durumu olmaksızın, bu uzun iddet bekleme süresini
terkedebilir. Böyle olabilen her şey vâcib değildir. O halde, temizlik
müddetine göre iddet beklemeden fazla olan müddete itibâr etmek vâcib
değildir. Bu da, hayız durumuna göre iddet beklemenin vâcib olmamasını
gerektirir ki, elde edilmek istenen netice de budur.
[222]
Ebu Hanife (r.a)'nin delilleri ise şunlardır:
1)
Arapça'da "kuru", her ne kadar temizlikle hayız arasında müşterek bir
lâfız ise de, bu kelime şeriatta hayız mânasında kullanılmıştır. Çünkü Hz,
Peygamber {s.a.s)'tn şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hayız günlerinde,
namaz kılma "[223] Bu
sabit olunca Kur'an'da zikredilen kuru lâfzını, hayız mânasına almak daha uygun
olur.
2) Ayette geçen, kelimesinin hayız mânasına geldiğini söylediğimizde, "üç kurû"un tamamını yerine getirmek mümkün olur. Çünkü bu görüşte otan kimse şöyle der: Boşanan kadınlara, üç hayız iddet beklemeleri gerekir. Buna göre o kadın, üçüncü hayızın sona ermesiyle mükellef olduğu sorumluluktan kurtulur. Bu ifâdenin temizlik manasına geldiğini söyleyen ise, o kadının, iki kuru ve üçüncüsünün de bir kısmıyla iddetinin sona ereceğine hükmetmiş olur. Çünkü bu kimseye göre, kocası hanımını temiz olduğu zamanın son safhalarında boşadığı zaman, o kadın bunu bir kuru sayar. Binaenaleyh, bu iki görüşün birinde kadın eksiksiz olarak üç kuru bekleme imkânına erişince, birinci görüş (yani üç hayız), ayetin zahirine daha uygun olur.
Şafiî (r.a), Ebu Hanife'nin bu görüşüne şu şekilde
cevap vermiştir: A1lah'u Teâlâ, "Hacc, sayılı aylardır" (Bakara,197)
buyurmuştur. kelimesi, cemî bir lâfızdır. Cem'in en azı da üçtür. Halbuki biz
ayeti, iki ayın tamamına, üçüncüsünün bir kısmına hamlederiz. Bunları da şevval,
zülka'de ve zilhiccenin bir kısmıdır. İşte bunun gibi, burada da, bu üç kuru
lâfzının iki tam temizlik ve bir temizliğin de bir kısmı mânasına alınması
caizdir.
Mûtezile'nin imamlarından Cübbaî, Şafiî'nin bu
cevâbına şu iki şekilde cevâp verir:
a) O
âyette (Bakara, 197), bir delilden ötürü, zahirini terkettik. Binaenaleyh,
burada delilsiz olarak âyetin zahirini terketmemiz doğru olmaz.
b)
İddette, birbirine bağlı ve ekli bir bekleme bulunmaktadır. Binaenaleyh, bu
"üç kuru" un tastamam beklenmesi gerekir. Halbuki hacc ayları böyle
değildir. Çünkü bu aylarda birbirine ekli olan herhangi bir iş yoktur. Buna göre
sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu aylar, bütün zamanları kapsama şartı olmaksızın,
hacc yapılabilecek zamanlardır. Sonraki âlimlerimiz, Cübbâi'nin bu görüşüne şu
iki bakımdan cevap vermişlerdir:
1) Lâfzını temizlik mânasına hamletmek, üçten noksan olmayı gerektirdiği gibi, bu lâfzı hayız mânasına hamletmek de, ziyâdeliği gerektirir. Çünkü kocası hanımını temizlik esnasında boşadığında, içerisinde hanımını boşa-dığı geriye kalan temizlik günleri, iddet müddetinden sayılmaz. Böylece de iddet müddetinde bir fazlalık meydana gelmiş olur.
Bu görüşte olanların buna karşı vermiş oldukları
cevap ise, "Zaruretten dolayı kadının buna mutlaka katlanması
gerekir" şeklindedir. Çünkü hayızlı iken boşamak caiz olsaydı, biz o
erkeğe, hayızın sonunda boşamasını emrederdik. Böylece de kadın, üç tam
temizlik süresince iddet beklemiş olurdu. Boşama işi temizlik zamanına tahsis
edilince, bu fazlalığa zarurete binaen katlanılmış olur. İşte bunun gibi biz
de şöyle diyoruz: üç temizlik olarak kabul edildiğinde ve Allah da bize,
temizlik zamanında boşamayı emrettiğinde âyetin takdiri, içinde talâkın
yapıldığı temizlik de olmak üzere, "Onlar üç temizlik müddeti
beklerler" şeklinde olur.
2)
Kelimesinin, toplanmaya ad olarak verildiğini söylemiştik. Tam toplanma durumu
ise, ancak temizlik halinin sonunda olur. Bu açıklamaya göre de, 'a hiçbir noksanlık arız olmamış olur.
3) Allah'u
Teâlâ, hayız görülmediğinde, aylara göre iddet bekleme hükmünü geçerek,
'Kadınlarınız içinde hayızdan kesilmiş kadınların iddeti hakkında şüpheye düşerseniz,
(biliniz ki) onların iddeti üç aydır" (Talâk, 4) buyurmuş, böylece aylan,
temizliğin değil, hayızın yerine ikâmeetmiştir.Ve yine aylar "kuru"
un yerine getirilince, ayların tamamına itibar edilmesi gerektiği için bedelin
de tamamına itibar edilince, tanrılık ve noksan olmamanın, kurû'da da
bulunması vâcib olur. Binaenaleyh, tam üç kurû'un, hayız halinin kendisi olması
gerekir. Kurû'u temizlik mânasına alırsak bu durumda vâcib olan ise, iki tam
kuru ve bir kurû'un da bir kısmı otur.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Cariyenin talâkı iki talaktır. İddeti ise, İki
hayızdır"[224] buyurmuştur.
Âlimler, cariyenin iddetinin, hür olan kadının iddetinin yansı kadar olduğunda
ittifak etmişlerdir. Bu sebeple, hürrün iddetinin, hayız hali olması gerekir.
5)
Cariyeleri satın alırken, rahimlerinin temiz olup olmadığının, hayız ile olduğu
hususunda ittifak ettik. İşte bunun gibi iddet de, hayız ile olur. Çünkü
"istibrâ" ve iddetten, aynı şey kastedilmiştir.
6) İddette
asıl maksat, rahmin "berâeti" dir. Kadınların rahimlerinin kendisiyle
temiz olması istenen şey temizlik hali değil, hayız halidir. Binaenaleyh,
temizlik haline değil, hayız haline itibar edilmesi gerekir.
7) "Kuru" un hayız hali olduğuna hükmetmek, bir ihtiyaç ve haram tarafı (helâl tarafa) tağlib etmektir. Çünkü, boşanan kadın üzerinden, içerisinde boşandığı temizlik müddetinin kalan kısmı geçip, o kadın üçüncü hayıza girdiği zaman, bu durumda biz kurû'u hayız anlamına alırsak, bu durumda başkasının onunla evlenmesi haram olur. Eğer "kurû"u temizlik mânasına alırsak, bu durumda başkasının o kadınla evlenmesi helâl olur. Halbuki haramlık tarafını gözetmek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in"Bir şeyin haram ve helâl olduğu hususunda tartışıldığında, mutlaka haramlık tarafı helâllik tarafına gâlip gelir" hadisinden dolayı, daha evlâdır. Bir de, ferclerde aslolan, onların haram olmalarıdır. Bir diğer husus da, bu görüş ihtiyata daha yakındır. Böylece de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Şüpheliyi bırak, şüphesiz olana geç"[225] hadisinden dolayı evlâdır. İşte bu konudaki görüşlerin tamamı bundan ibarettir.
Bil ki bu görüşler birbiriyle çelişince, tercih yapmak güçleşir. Herkes hakkındaki Allah'ın hükmü, her bir müçtehidi içtihadının ulaştırmak olduğu netice olur.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz'' kavline gelince bil ki, İddetin bitimi, hayız görenler hakkında kurû'un sona ermesine, hamileler hakkında da çocuğunu doğurmasına bina edilip, bunu bilmek de erkekler için mümkün olmayınca, iddeti hususunda kadın kendisine güvenilir kılınmış ve mümkün bir müddet içerisinde kurû'unun sona erdiğini iddia ettiği zaman, kadının sözüne itibar edileceği belirtilmiştir. Bu müddet, Şafiî mezhebine göre otuziki gün ve bir saattir. Çünkü kadının durumu, onun temiz olarak boşandığına ve bir saat sonra hayız olduğuna, daha sonra da o kadının, hayzın en az müddeti olan bir gün bir gece hayız olduğuna; müteakiben de, temizliğin en azı olan onbeş gün temizlendiğine; daha sonra da bir gün bir gece hayız olup, sonra da onbeş gün temizlenip, en sonunda da hayız görmesine hamledilince, böylece kadının iddeti üç tuhûr (temizlik) ile bitmiş olur. Buna göre kadın, bu kadarını veya bundan daha fazlasını iddia ettiği zaman, onun sözü kabul edilir. Ve yine böylece o kadın hamile olup da, çocuğunu düşürdüğünü söylerse (iskât), onun sözüne itibar edilir. Çünkü aslolan, kadının emin olduğunun kabul edilmesidir.
Bil ki Allah'u Teâlâ'nın, "Allah'ın kendi rahimlerinde
yarattığı şey..." tabiri hakkında müfessirlerin üç görüşü bulunmaktadır:
1) Bu, yaratılan şey hem çocuk hem de hayız olabilir. Çünkü, kadının bu iki şeyi gizlemede birçok gayeleri bulunmaktadır. Hamileliğini gizlemedeki maksadı, onun kurû'a göre iddetinin sona ermesi, çocuğunu doğurması ile idde-tinin sona ermesinden daha kısa sürede olmasıdır. Buna göre kadın, hamileliğini gizlediğinde iddet müddeti kısaltmış olur, bu sebeple de kocaya varması çabuklaşır. Yine o kadın, birinci kocasının kendisine başvurmasını çoğu kez yadırgayarak, başka bir koca ile evfenmek isteyebilir. Veyahut da o kadın, bu çocuğun ikinci kocasından olduğu zannını vermek isteyebilir. İşte bu maksatlardan dolayı, kadın hamileliğini gizlemiş olur.
Kadının hayzını gizlemesinden maksadı ise şu
olabilir: O kadın hayız görebilen kadınlardan olduğu halde, kocası onu
boşadığı zaman, bu kadın, birinci kocası kendisine müracaat etmesin diye bazan
iddetini uzatmak, bazan da, kocasının kendisine başvurmasını temelsiz
bırakabilmek için iddetini kısaltmak ister. Bu da ancak, bazı zamanlar kadının
hayzinın bir kısmını gizle-mesiyle mümkün olur. Çünkü o kadın, önce hayız olup,
bunu erkeğinden saklayıp, ikinci hayızda yeni hayız olduğunu söylerse, böylece
o kadın iddetini uzatmış olur. Kadın üçüncü hayzinın da meydana geldiğini
gizlerse, aynı durum söz konusudur. Yine kadın hayzinın devam ettiğini
gizlediğinde, bu durumda kocasına geri dönme yolunu kesmiş olur. Binaenaleyh
kadının hamileliğini gizlemede bir maksadı olduğu gibi, hayızını gizlemede de
bir maksadının olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de, âyet-i kerimedeki
nehyi bu iki şeyin ikisine de hamletmek gerekir.
2) Bundan
maksat, kadının sadece hamileliğini gizlemesini yasaklamaktır. Bu görüşte
olanlar, görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:
a) Hak
Teâlâ,Rahimlerde, sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur" (Al-i imran, 6) buyurmuştur.
b) Hayız rahimden dışarı çıkar. O, rahimde
yaratılmış değildir.
c) Hak
Teâtâ'nın, "Allah'ın,rahimlerinde yarattığı şey..." tabirini,
şerefli bir cevher olan çocuğa hamletmek, onu, son derece âdî ve pis olan bir
şeye hamletmekten daha evlâdır. Bil ki bu görüşler zayıftır. Çünkü âyetin
amacı, kadını, kimsenin muttali olamtyacağı ve kendisiyle nikâhın haram veya
helâl olabileceği durumla saklamasından men etmek olunca, lâfzı bütün bunlara
hamletmek gerekir.
3) Bundan maksat, kadının hayzını gizlemesini yasaklamaktır. Çünkü bu ayet lâfzının peşinden zikredilmiştir. Halbuki, daha önce hamilelikten bahsedilmemiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Hak Teâlâ'nın, buyruğu makabline nisbet edilmeksizin kendi başına müstakil ve müste'nef bir sözdür. Binaenaleyh rahimde yaratılan her şeye hamledilmesi gerekir.
Hak Teâlâ'nın, "Eğer onlar' Allah'a ve
a-hiretgününe inanıyorlarsa" âyetinden maksat, bu yasağın, o kadının
mü'min otmast şartına bağlanmış olması değildir. Aksine bu, senin zâlim olan
bir kimseye, "Eğer mü'min olsaydın, imanının bana zulmetmene mâni olması
gerekirdi" mânasını murad ederek, demen gibidir. Şüphe yok ki bu, kadınlar
için çok şiddetli bir tehdittir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı şehâdet
konusunda"Kim o şehâdeti gizlerse, muhakkak ki onun kalbi
günahkârdır" (Bakara, 283) buyurması."Eğer birbirinizden emin
olduysanız, kendisine emânet edilen adam, emânetini eksiksiz ödesin ve Habbi
olan Allah'tan korksun" (Bakara,283) buyurması gibidir. Âyet, birşey
hususunda kendisine güvenilen, daha sonra da o şeye hiyânette bulunan herkesin
hâlinin, Allah katında çok zor ve çetin olduğuna delâlet eder.
[226]
"Kocaları, bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten daha müstehaktır. Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki haklan gibi kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkekler onlar üzerinde (daha üshın) bir dereceye sahiptirler. Allah aziz ve hakimdir" (Bakara. 228).
Bil ki bu, talâkla ilgili otan üçüncü hükümdür. Bu
hüküm de, talâkın "ric'î oluşudur. Ayette geçen ifâdesi hakkında İki görüş vardır:
a) Bunun, ve
kelimeleri vezninde, kelimesinin çoğulu olmasıdır. Bu kelimenin sonunda tâ
harfi, çoğulluktan dolayı kabul edilen müennesliği te'kid etmek için ziyâde
olarak getirilmiş olan bir harftir. Bunu cemi olan her isimde getirmek caiz
değildir. Aksine dilcilerin, Araplardan naklettikleri kelimelerin sonuna
getirilir. Meselâ coğulunda.çoğulunda
denilmez. Bil ki ismi, kan koca için kullanılan müşterek bir lâfızdır. Kadına,
çoğu lûgatlerde. lügatlerin en fasîh olanında,
denildiği gibi, aynı şekilde ona,
de denilir. Karı kocaya
denildiği de denilir.
Söylendiğine göre, kelimesinin aslı
efendi ve mâlik demektir. Arapçada,
"Sahibi kim?" denildiği gibi,
de denilir: "Bu devenin sahibi kimdir?" putperestlerin rab edinmiş oldukları putun
ismidir de... Kadınlar, kocalarını,
(efendim..) diye de çağırırlar.
b)
Masdardır. Erkek koca olduğu zaman, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman
da, ulu denilir. Hadisde de Hz. Peygamber (s.a.s) teşrik günleri
hakkında,"Onlar, yemer içme ve cinsi münasebet günleridir"[227]
buyurmuştur. Kocası ile iyi geçindiği zaman kadın için, denilir.Şu hadîs-i şerif de bu
manadadır:"Siz kocalarınıza karşı muameleyi güzel yaptığınız
zaman..." Bu izaha göre ayetin manası, "Kadının kocasının tarafı daha
lâyıktır..." şeklinde olur.
Allah Teâlâ'nın, kavlinin manası "Onlar bu bekleme
müddeti içerisinde hanımlarına dönmeye daha müstehaktırlar" şeklindedir.
Bununla ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru:
Bu hususta kocadan başkasının bir hakkı olmadığı halde, daha müstehak,
denilmesinin faydası nedir?
Cevap:
Buna iki yönden cevap verilir:
1) Allah
Teâlâ, bundan önce, "Allah 'm,kendt rahimlerinde yarattıklarını
gizlemeleri onlara helâl olmaz" buyurmuştur. Bu sözün takdiri şöyledir:
"Eğer o kadınlar, bir başka koca ile evlenmek için, rahimlerinde olan
çocukları saklarlarsa, işte bunu yaptıkları zaman ilk koca o kadınlara müracaat
hususunda, ikinciden daha müstehaktır." Çünkü ikinci koca için sadece
zahirî bir hak bulunmaktadır. İşte bundan dolayı, Allah Teâlâ, birinci kocanın
ikinciden daha fazla hak sahibi olduğunu beyân etmiştir. Yine kadın
"kuru" larının bittiğini iddia edip de, sonra da kocasının aksini
bildiğini söylerse, iddet içerisinde kadına müracaatta birinci koca, ikincisinden
daha müstehak olmuş olur.
2) Kadın,
iddet beklediği zaman, iddetin bitiminde nikâhını sona erdirme hakkı vardır.
Kadınlar için, kocanın hakkını iptali tazammun eden böyle bir hak söz konusu
olunca; kocalar için de kadına dönme (ric'a) hakkı, onların iddet-lerini iptal
etme hakları olması bakımından Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmuş olması caizdir.
İkinci Soru:
Ayetteki, kelimesinin manası nedir?
Cevab:
(döndüm) manasında, denilir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur'an'da bir yerde "Eğer
ben Rabbime döndürülürsem" (Kehf,36): bir başka yerde de,"Eğer
döndürülür isem..." (Fussilet, 50) buyurmuştur.
Üçüncü Soru:
İddetli olduğu müddetçe, daha önce olduğu gibi, onun hanımı sayıldığı halde,
ric'i talâkla boşanmış kadın hakkında, ayetteki
"Onları geri almaya.. " ifâdesinin manası nedir?
Cevap:
Redd ve ric'at iddet beklemenin iptalini gerektirir. Binaenaleyh o kadın iddetli
olduğu müddetçe kocanın hakkını iptal etme hususunda bir câriye gibi olur.
Koca da o kadına geri dönmekle bu cariye gibi oluş durumunu ortadan kaldırmış
olur. İşte bundan dolayı ric'at (geri dönme), ayette "redd"
kelimesiyle ifâde edilmiştir. İmam Şafiî (r.a)'nin mezhebi, o kadından istifade
etmeyi, ancak erkeğin ric'atinden sonra helâl sayar. Şafiî'nin mezhebine göre
"redd" hususunda şu iki şey vardır:
a) Bu, kadını iddet bekleme halinden, beklememe
halini döndürmedir.
b) Kadını, haram olmaktan helâl hale
döndürmektir.
Dördüncü Soru:
Cenâb-ı Allah'ın, Bu (müddet}içinde.." demesinin faydası nedir?
Cevap:
Erkeğin, hanımına müracaat etme hakkı, ancak o iddet bekleme vaktinde söz
konusudur. Bu vakit sona erdiğinde, kocanın dönme ve müracaat etme hakkı
geçersiz olur.Hak Teâlâ'nın buyruğunun manası, "eğer o kocalar arayı
düzeltmeyi ister, zarar vermek istemezler ise, müracaat etmeye daha
lâyıktırlar" şeklindedir. Bunun bir benzeri de,'Kadınları boşadmız da
onlar da fddetlerfnf bitirdiler mi artık onları ya İyilikle tutun, ya iyilikle
bırakın. (Fakat) onları, sırf zulmedebilmeniz için, zararlarına olarak
tutmayın. Kim böyle yaparsa, muhakkak kendine zulmetmiş olur" (Bakara.
231) ayetidir.
[228]
.
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/5-7.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/7.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/7-10.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/10-11.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/11.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/11-13.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/13.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/13-15.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/15.
[10] Müslim, Akdiye. 10-14 (3/1340-1341). (Benzeri bir
hadis).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/15-16.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/16-17.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/17.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/17-18.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/19.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/19-20.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/20-22.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/22.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/22.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/22.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/23.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/23.
[23] Benzeri bir hadis İçin bkz. Tirmlzi, Kader. 15
(5/455).
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/23-26.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/26.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/27-28.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/28.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/28.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/28-29.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/29.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/29.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/29.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/30.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/30.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/30-31.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/31.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/31.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/31.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/32.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/32-35.
[41] Teşbih; Allah'ın mahlûkata benzediğine inanmaktır.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/35-41.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/41.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/41.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/41-42.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/42.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/42.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/42-44
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/44
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/44
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/45
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/45-46
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/46
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/46
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/46-47.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/48.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/48-49.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/49.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/49-53
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/53-55.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/55-58.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/58-59.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/59.
[64] Buhâri, Kader, 3 ; Müslim, Kader, 22-25 (4/2047-2049);
Tirmizi, Kader, 5 (4/447). (Yakın ifâdelerle.)
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/59-64.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/64.
[67] Müslim, Cuma, 19-21 (2/585-586).
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/64-68.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/68.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/68-69.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 5/68-69.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/69-70.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/70.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/70-71.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/71.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/71-72.
[77] Buhari,İkrah,1.
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/72-75
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/75-76.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/76-77.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/77.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/78.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/78.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/78-79.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/79.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/79-80.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/80-82.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/82.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/82-83.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/83.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/83-84.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/85.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/85-86.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/86.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/86.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/86-87
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/88.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/88.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/89.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/89-91.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/91-92.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/92.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/93.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/93-96.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/96-97.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/98-99.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/100-101.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/101-103.
[113] Buhari, Cihâd, 37.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/103.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/104.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/104-105.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/105.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/105-106.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/106-107.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/108.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/108-109.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/110.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/110-112.
[124] Nesai, Eşribe, 48 (8/324).
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/112-116.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/116-117.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/117-118.
[128] Müsned. 1/446.
[129] Fakat bunlar üzerine para yatırmak,bahis oynamak,
kumardır (Ç).
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/118.
[131] Nesai. Eşribe. 44 (8/315). {Benzeri bir metin ile).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/118-120.
[133] Şu hadis-i şenfe işaret ediyor
(Ebu
Davud, Eşribe, 2; Ibn Mace, Eşribe. 2)
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/120-121.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/121.
[136] İbni Mâce,
Zekât 4 (1/570).
[137] Benzer bir metin ile Müslim. İmâre, 10 (3/1454); Ebu
Dâvud, Itâk, 9 (4/27).
[138] Darimî. Zekat, 25 (1/391).
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/121-123.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/123.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/123-124.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/125.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/125-126.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/126-127.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/127.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/127-129.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/129-130.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/130.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/130-131.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/131.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/132-133.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/133.
[153] Tirmizi, Nikâh 14 (3/407) (kısmen); Keşfu'l-Hafâ.
2/369.
[154] Buhâri, Talak. 4: Tirmizi, Nikâh. 27 (3/427).
[155] Keşfu'l-Hafâ, 2/320 (Birinci kısım); Tirmizi, Hudud.
24 (4/58) (ikinci kısım, değişik ifâde ile).
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/133-135.
[157] Müslim, Cihâd, 3.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/135-138.
[159] Muvatta, Zekât, 23 (1/207).
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/138-140.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/140-142.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/142-143.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/143.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/143.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/143.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/143-144.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/144.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/144-145.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/145.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/145-146.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/146.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/147.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/147.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/147-148.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/148-150.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/150-151.
[177] Buhari, Hayz, 8. 19.
[178] Bu deyim,
"Bu iş, her iki taralın da faydasına olan bir iştir" anlamındadır.
(Ç).
[179] Camiu's-Sağır, 1/53; Tirmizi, Taharet, 95 (1/228).
[180] Tirmizi, Taharet, 95 (1/223).
[181] Müslim, İman. 132.
[182] Buhari, Hayz. 24.
[183] Ebu Davud, Tahare, 106 (1/71).
[184] Ebu Davud, Tahare, 106, 107 (1/73,74,75).
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/151-155.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/155-156.
[187] Burada bir sehiv olmalı. Çünkü Hafs rivayetinde bu
kelime, şeklindedir (Ç).
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/156-157.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/157-158.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/158-159.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/159-160.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/161.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/161.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/161-162.
[195] Tirmizî, Taharet, 102. (Benzeri hadis), (I/243).
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/162-166.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/166-168.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/168-170.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/170.
[200] Nesai. Cuma. 22 (HI/104). Nesai. Cuma. 22 (HI/104).
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/171.
[202] Ebu Davud, Eymân ve Nüzûr, 6 (III/223).
[203] Buhari, Humus, 15; Eymân, 1.
[204] Buhari, Humus, 15; Eymân. 1.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/172-175.
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/175-176.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/176.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/176-177.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/177.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/177-178.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/178-179.
[212] Tard, illet bulunduğu zaman hükmü gerektiren şey.
[213] Aks; illeti olmadığı için, hükmün de bulunmamasıdır.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/179-180.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/181-182.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/182-185.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/185.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/186-188.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/188-189.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/189-190.
[221] Tâbiîn'in şu meşhur yedi fakihine fukahâ-i seb'a (yedi
fakih) denilmiştir: Sa'ld b. el-Müseyyeb, el-Kasım b. Muhammed, Urve b. Zûbeyr.
Hârice b. Zeyd, Ebu Seleme b. Abdurrahman. Ubeydullah b. Abdullah, Süleyman b.
Yesar.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/190-193.
[223] Buharı. Hayz, 24 ("Hayızlı olduğun günler
süresince...").
[224] İbn Mace. Talâk, 30 (1/672).
[225] Buharı. Büyü 3.
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 5/193-197.
[227] Müslim, Sıyâm, 144.
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 5/198-200.