Münafıklar Hakkındaki Bu Ayetin Nüzul Sebebi 4 *

Nüzul Sebebi Olan İkinci Rivayet 4

Burada Tavsif Edilen Kimselerin Münafık Olmadığını Söyleyenler 4

Birinci Mesele. 5

İkinci Mesele. 6

Birinci Mesele. 6

İkinci Mesele. 7

Üçüncü Mesele. 7

Dördüncü Mesele. 8

Birinci Mesele. 9

İkinci Mesele. 9

Üçüncü Mesele. 9

Allah Rızası İçin Canını Verebilen Müminler 10

Birinci Mesele. 10

İkinci Mesele. 10

İkinci Mesele. 11

Allah'u Teâlâ Kullarına Karşı Raûftur 11

İslâm Veya Silm (Sulha) Girme Emri Ayetteki Kıraatler 11

İkinci Mesele. 11

Âyetin Muhtemel Tefsirleri 12

Dördüncü Mesele. 13

Şeytana İtaat Etmeyiniz, O Apaçık Bir Düşmandır 13

Birinci Mesele. 14

İkinci Mesele. 14

Üçüncü Mesele. 14

Dördüncü Mesele. 14

Beşinci Mesele. 14

Allah Aziz ve Hakimdir 15

Birinci Mesele. 15

İkinci Mesele. 15

Üçüncü Mesele. 15

Dördüncü Mesele. 16

Birinci Mesele. 16

Allah Hakkında "Gitmek-Gelmek" Gibi Tabirlerin Tevili 16

Bu Ayeti Anlamakta Kelâmcıların Farklılıkları 17

Birinci Mesele. 19

İkinci Mesele. 20

Üçüncü Mesele. 20

Dördüncü Mesele. 20

Bütün İşler Allah'a Döndürülür 20

Birinci Mesele. 20

İkinci Mesele. 20

Seele Fiili ve Kem Edatı Hakkında Bilgi 21

Birinci Mesele. 21

Bu Ayetin Daha Önceki Kısımla Münasebeti 21

Üçüncü Mesele. 22

İsrailoğullarına Gösterilen Mucizeler Ve Onların Nankörlükleri 22

Birinci Mesele. 22

İkinci Mesele. 22

Üçüncü Mesele. 22

Birinci Mesele. 23

Müreffeh Kâfirlerin Müminlerle Alay Etmeleri 23

Dünyayı Süslü Gösterenin Cenab-ı Hak Olduğu Konusunda Mutezile İle İhtilaf 23

Mü'minler Âkibette Kâfirlerin Üstünde Olacaklardır 25

Mü'minlere Verilecek Hesapsız Rızık. 26

İnsanların Başlangıçta Tek Bir Ümmet Olması 27

İkinci Mesele. 27

Peygamberler: Müjdeleyici ve Korkutucudurlar 29

Peygamberlerin Vasıfları 29

Birinci Mesele. 31

İkinci Mesele. 31

Üçüncü Mesele. 31

Dördüncü Mesele. 32

Birinci Mesele. 32

İkinci Mesele. 33

Üçüncü Mesele. 33

Kıraat Farkı Sebebiyle Edadı Hakkında Geniş Bilgi 34

Hz. Peygamber(sas)'in Zafer Hakkındaki Bu Sözünün İzahı 34

Altıncı Mesele. 35

Nafaka Hakkında Hüküm.. 35

Birinci Mesele. 35

Üçüncü Mesele. 36

Dördüncü Mesele. 36

Beşinci Mesele. 37

Altıncı Mesele. 37

Savaş Hakkında Hüküm.. 38

Birinci Mesele. 38

Savaştan Hoşlanmama Meselesinin Açıklanması 38

Üçüncü Mesele. 39

İnsanın İstemediği Hususta Cenâb-ı Hak Hayır Yaratır 39

Birinci Mesele. 39

Savaşa Hazır Olmanın Faydaları 39

Üçüncü Mesele. 40

Dördüncü Mesele. 40

İkinci Mesele. 41

Birinci Mesele. 41

Haram Aylarda Savaşın Bilahare Tecviz Edilmesi 42

Muhtemel İ’rablara Göre Mâna Değişmesi Hakkında Nahiv Tartışması 42

İkinci Mesele. 43

Fitne Katilden Daha Büyük Günahtır 44

Birinci Mesele. 45

İkinci Mesele. 45

Üçüncü Mesele. 45

Dinden Dönüp Kâfir Olarak Ölenlerin İşleri 45

Birinci Mesele. 45

İkinci Mesele. 45

Mürted Hakkında Hüküm.. 45

Birinci Mesele. 47

İkinci Mesele. 47

Üçüncü Mesele. 47

Allah Yolunda Hicret ve Cihad. 47

Birinci Mesele. 47

İkinci Mesele. 48

İçki Hakkında Hüküm.. 48

Birinci Mesele. 49

Bu Ayetin, Sarhoş Edici İçkinin Haramlığına Delil Olup Olmadığı 49

A) Haramlığma Dair Hadis-i Şerifler 49

B) "Hamr" in Sarhoşluk Veren Şey Mânasına Geldiği Hakkında Lügat Bilgisi 50

Bu Ayetin İçkinin Haramlığına Delil Olmadığını Söyleyenler 52

Kumar (Meysir)n Haramhğı 52

Dördüncü Mesele. 53

Beşinci Mesele. 53

Altıncı Mesele. 54

İnfak Hakkında Hüküm.. 54

Afv Kelimesi Hakkında Bilgi 54

İkinci Mesele. 55

Üçüncü Mesele. 55

Yetimler Hakkında Hüküm.. 56

Bu Konudaki Ayetin Nüzul Sebebi 56

İkinci Mesele. 56

Birinci Mesele. 57

İkinci Mesele. 57

Üçüncü Mesele. 58

Birinci Mesele. 58

İkinci Mesele. 58

Üçüncü Mesele. 59

Nikâh Hususunda Hüküm.. 59

Birinci Mesele. 59

İkinci Mesele. 59

Ehl-i Kitabın Müşrik Sayılıp Sayılmadığı 60

Cumhura Göre Ehli Kitaptan Olan Kadınla Evlenmek Caizdir 62

Kitabiyeyi Nikahlamanın Caiz Olmadığını Düşünenlerin Delilleri 62

Kerramiye Mezhebinin İman Hakkında Yanlış Bir İstidlali 63

Altıncı Mesele. 63

İman Eden Câriye ve Müşrik Bir Kadın. 64

Birinci Mesele. 64

İkinci Mesele. 64

Üçüncü Mesele. 64

Dördüncü Mesele. 64

Cehenneme Çağıranlar 65

Birinci Mesele. 65

Allah Cennete Çağırır 65

Hayız Hakkında Hüküm.. 65

Birinci Mesele. 65

İkinci Mesele. 66

Hayz Kelimesi Hakkında İlmi Bir Tetkik. 66

Hayız Kanı İle istihaze Kanı Arasındaki Fark. 67

Beşinci Mesele. 67

Hayız Esnasında Haram ve Mubah  Olan Husus. 69

Birinci Mesele. 70

İkinci Mesele. 70

Üçüncü Mesele. 70

Allah Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri Sever 71

Kadının Nesil Yetiştiren Tarla Olması 71

Ayetin Nüzul Sebebi 72

İkinci Mesele. 72

Üçüncü Mesele. 72

Dördüncü Mesele. 74

Yeminler Hakkında Hüküm.. 74

Birinci Mesele. 75

Yeminde Lağv Hakkında Betli Başlı Tefsirler 76

İkinci Mesele. 77

İlâ ve Talâkla İlgili Olan Hüküm.. 78

İlâ Hakkında Hüküm.. 78

İkinci Mesele. 78

Üçüncü Mesele. 78

Talakla İlgili Bazı Meseleler 79

Birinci Mesele. 79

İkinci Mesele. 80

Üçüncü Mesele. 81

Talâk Hakkındaki Hüküm.. 82

İddet Meselesi 82

İsim Cümlesinin Belagat Yönünden İfade Ettiği Kuvvet 83

Dördüncü Mesele. 83

Boşanan Kadın "Üç Temizlik Dönemi Bekler" Diyen Şafiî'nin Delilleri 84

"Boşanan Kadın Üç Hayız Bekler" Diyen Ebu Hanife'nin Delilleri 85

Münafıklar Hakkındaki Bu Ayetin Nüzul Sebebi                       Başa Dön   

 

"İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. O, kalbinde olana, Allah'ı şahit tutar. Oysa ki düşmanların en amansızıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helak etmeye koşar.. Allah ise fesadı sevmez. Ona, "Allah'tan kork!" denildiğinde, gururu onu günaha sürükler. İşte böylelerinin hakkından cehennem gelir. Gerçekte o, ne kötü bir yataktır" (Bakara, 204-206.)

Bil ki Allah'u Teâlâ, hacc ibâdetlerinin yapıldığı yerlerde bulunanların iki grup olduğunu; bunlardan birisinin, "Ey Rabbimizbize dün­yada iyilik ver" diyen kâfir; diğerinin ise,'Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, antette de iyilik ver" diyen müslüman olduğunu beyan edince, geriye müna­fığın durumunu açıklamak kalmıştır. İşte böylece de Allah'u Teâlâ, münafığın durumunu bu ayette açıklamış, sıfat ve fiillerini beyan etmiştir. Ayetin nazmıyla ilgili olan husus budur. Allah'ın bütün bunlardan maksadı, kullarını, kalb ve uzuvlarla ilgili olan mevzularda güzel yollara sevketmek ve kullarının, kendi­lerine ait herhangi bir işin Allah'tan saklı kalmasının mümkün olmayacağını bilmelerini sağlamaktır.

Sonra müfessirler, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı, bu ayetin muayyen bir topluluğa has olduğunu söylerken, bazıları da, bu aye­tin, bu ayette zikredilen sıfat ile vasfedilen herkes hakkında âmm oduğunu söylemiştir. Birinci görüşte olanlar, birkaç bakımdan ihtilâf etmişlerdir:

Birinci rivayet: Bu ayet, Ahnes İbn Şureyk es-Sakafî hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs Zühreoğullarının halîfi (müttefiki) idi; Hz. Peygambe­rin yanına gelmiş, müslümanlığını açıklayarak, Allah'ı sevdiğini iddia etmiş ve bu hususta Allah'a yemin etmişti. İşte Allah'u Teâlâ'nın,"Dünya hayatına dair sözü senin hoşuna gider ve

kalbindekine de Allah'ı şahid tutar" sözünden mu-rad budur. Ne var ki bu kimse, dış» güzel (tatlı dilli), içi de pis olan (küfür ve kötülük dolu) bir münafık idi. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından çıkıp müslümanlardan bir gruba ait olan bir tarlaya uğrayarak, ekinleri yaktı ve orada bulunan eşekleri de öldürdü. Cenâb-ı Hakk'm, "O dönüp gitti mi yer­yüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri ve nesilleri helak etmeye koşar" buyruğun­dan murad edilen de budur.

Başkaları da, sözünün maksadı şudur: Ahnes İbn Şureyk, Bedir Günü, Zühreoğullarına (savaştan) geri dönmelerini, kaçmalarını işaret etmiş ve onlara, "Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise, diğer in­sanlar sizin yerinize onun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz onun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz,." Bunun üzerine Zühreoğultan, "Senin görüşün gerçekten güzel!" dediler. Ahnes, sözünü şöyle sürdürdü: "Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri kalırım; o za­man siz bana uyunuz." Sonra o.Zühreoğullanndan üçyüz kişiyi Hz. Peygamber'le savaşmaktan caydırdı. İşte bu sebepten ötürü, o, "Ahnes" (caydıran, geri bıraktıran) adını aldı. Esas adı, Übeyy İbn Şureyk idi. Bu haber Hz. Pey-gamber'e ulaşınca O'nun hoşuna gitti.." Bana göre bu haber zayıftır, çünkü bu hareket tarzı kınanmayı ve zemmedilmeyi gerektirmez. Halbuki Allah'u Te-âla'nın,  "İnsanlardan Öylesi vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin ho­şuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı şahid tutar" sözü zem makamında getirilmiş bir ifâdedir. Binaenaleyh, sözü yukardaki mânaya hamletmek mümkün değildir. Hatta birinci görüş daha doğrudur. [1]

 

Nüzul Sebebi Olan İkinci Rivayet

 

İkinci rivayet: İbn Abbas ve Dahhak'tan rivayet edilen şu haberdik Kureyş kafirleri, Hz. Peygamber'e, "Biz müslüman olduk! Bunun için bize asha­bından bir grup alim gönder!" diye haber yolladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara bir topluluk yolladı.. Onlar Batn-ı Recî'de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı.. Bunun üzerine onlardan yetmiş kişi at bindiler ve bu müslüman topluluğunu kuşatarak, onları Öldürüp astılar.. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında bu ayet nazil oldu.

İşte bu ayetin peşine, burada şehid edilen kimselerin durumuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak, ''İnsan­lardan öyleleri vardır ki, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için, kendi canını satar" (Bakara, 207) ayetini getirmiştir.

Bu âyetin herkes hakkında geçerli olduğunu söyleyenlere gelince, bu mu­hakkik görüşlerden pek çoğunun tercih ettiği görüştür. Çünkü ayet, zikredilen bu sıfatlarla muttasıf olan herkes hakkında umumidir. Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî den nakledildiğine göre, bu ayet hakkında kendisiyle başkaları ara­sında bir konuşma geçmiş; buna göre o, "Bu ayet, zikredilen kimseler hak­kında nazil olmuşsa da, onun bir adam hakkında inmesi, daha sonra da bu sıfatları taşıyan herkes hakkında umumî olması imkânsız değildir" demiştir.

Bu meselenin hakikati şudur: Allah'u Teâla'nın sözü insanla­rın bir kısmına işarettir. Buna göre bu lâfız tek kimseye de muhtemeldir, çok kimseye de. Cenâb-ı Hakk'ın,  ifâdesi de, bundan muradın, cemi olan mânaya değil de lâfza râcî olmasının caiz olması sebebiyle, tek bir insan olduğuna delâlet etmez. [2]

 

Burada Tavsif Edilen Kimselerin Münafık Olmadığını Söyleyenler                Başa Dön   

 

Ayet-i kerimenin, naklettiğimiz olay üzerine nazil olmasına gelince, bu hük­mün umûmî olmasını imkânsız kılmaz. Hatta biz, ayet-i kerimede umumî ma­naya delâlet eden bir durum bulunduğunu da söyleyebiliriz. Bu birkaç yöndendir:

a) Hükmün, münasib vasfa terettüb etmesi, sebebin ne olduğunu hisset­tirir. Cenâb-ı Hak, bir kavmi kınayıp, onları da kınanmayı hakettirecek sıfatlar­la vasfedince, biz bu zemmi gerektiren şeyin, bu sıfatlar olduğunu anlarız. Bu sebeple, bu niteliklerle vasfedilen herkesin, kınanmayı haketmiş olması gerekir.

b) Lâfzı umûmî manaya hamletmek, daha çok fayda temin etmektedir. Bu böyledir, çünkü bu bütün mükellefleri bu kınanmış yoldan vazgeçirir.

c) Bu, ihtiyatlı olmaya daha yakındır. Çünkü biz ayeti umûmî manaya ham-ledersek, bu şahıs da bu hükmün içine girmiş olur. Ama, lâfzı bu şahsa tahsis edersek, hüküm ondan başkası hakkında sabit olmaz. Böylece, anlattıkları­mıza göre, ayeti umûmî manaya hamletmenin daha evlâ oluduğu ortaya çık­mış oldu.

Bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Alimler, bu ayetin tefsiri husu­sunda "Ayet, bu sıfatlarla mevsuf olan kimsenin münafık olup olmadığına de­lâlet eder mi?" diye ihtilâf etmişlerdir. Doğrusu, ayet buna delâlet etmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ, bahsedilen kimseyi bu ayette beş vasıfla nitelemiştir, ki bu vasıflardan hiçbiri nifaka delâlet etmez.

Bu vasıflardan birincisi, Onun dünya haya­tına dâir sözü senin hoşuna gider" ayetinde ifâde edilendir. Bu ifâdede, mezmûm (kınanmış) bir sıfata, "dünya hayatına dair" ifâdesindeki imâ yollu delâletin dışında başka bir delâlet yoktur. Çünkü bir kişi için, "dünyevî işlerde o çok tatlı sözlüdür" denildiğinde, bu söz onun hakkında bir nevî zemmi veh­mettirir.

İkincisi,  'O kalbinde olana Allah'ı şâhid tutar" aye­tinin ifâde ettiği vasıftır. Bu tabirde "kalbi aksi bir halde olduğu halde, Allah'ı kalbindekine şâhid tutar" şeklinde bir takdir yapsak bile, bu takdire rağmen bu söz nifaka delâlet etmez. Çünkü ayette, o kimsenin Hz. Peygamber (s.a.s)'e karşı, tevhid ve İslâmını izhâr edip, kalbinde aksini gizlediğini ve bu sebeble de münafık olduğunu gösteren birşey yoktur. Belki de bundan maksad şudur: O kimse, aksini izhar ettiği halde, kalbinde fesâd saklıyor ve böylece mürâîlik yapmış oluyor.

Üçüncüsü, “düşmanların en amansızıdır" ayetinin ifâde ettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.

Dördüncüsü, "O dönüp gitti mt yer­yüzünde fesad çıkarmaya çatışır" ayetinin ifâde ettiği sıfattır. Bazan fesad çı­karan müslüman da böyle yapabilir.

Beşincisi, "Ona Allah'tan kork" de­nildiğinde, gururu onu günaha sürükler" ayetinin ifâde ettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.

Böylece, ayetteki bütün bu sıfatların münafıkta bulunması mümkün oldu­ğu gibi, mürâî (riyakâr) da da bulunabileceğini anlamış olduk. Binaenaleyh ayet­te, bahsedilen şahsın münafık olmasının gerektiğine dair bir delâlet yoktur. Fakat münafıklar da bu ayetin hükmüne dâhildirler.

Bu böyledir, çünkü her münafık, bu beş sıfatla da tavsif edilebilir. Fakat, bazan bu beş sıfatla tavsif edilen kimse münafık olmayabilir de. Böylece aye­ti, bu beş sıfatla nitelenen kimseye hamlettiğimizde, hükmüne hem münafık olanların hem de riyakarların gireceği sabit olur.  

Bütün bunları anladığın zaman, biz deriz ki: Allah Teâlâ, burada bahsedi­len şahsı şu beş sıfatla tavsif etmiştir:

Birinci Sıfat, ayetinin İfâde ettiği sıfat: Bunun manası, "Onun sözü senin hoşuna gider ve kalbinde kıymet kazanır" şeklin­dedir. İnsanın gözünde büyüyen "acıb" (hayranlık veren) şeyde bu köktendir.

Âyette geçen, Dünya hayatına dâir"ifadesiyle ilgili iki ve­cih vardır:

a) Bu, "Şu meselede falancanın sözü (görüşü) beni hayrete düşürüyor" sözünün bir benzeridir. Buna göre âyetin manası: "Dünyevî maslahatları iste­mek için konuştuğunda onun sözü ve görüşü seni hayran bırakıyor" şek­lindedir.

b) Âyetin takdiri şu şekildedir: "Onun ahiret hususundaki sözü ve görüş­leri seni hayrete düşürmese bile, dünya hususundaki söz ve görüşleri seni hayrette bırakır. Çünkü o kimse, dünyada olduğu müddetçe dili lâf eder ve tatlı tatlı konuşur. Âhirette ise, Allah'ın heybetinden ve kibriyasının kahrından korktuğu için, diline bir kekemelik ve tutukluk arız olur."

İkinci Sıfat, ayetinin ifâde ettiği sıfat: Bunun manası şudur: "O, sözünde ve iddiasında doğru olduğunu, Allah'ı şâhid ko­şarak isbata çalışır." Sonra bu şahid getirmenin yemin ile olması muhtemel olduğu gibi, o kimsenin "Allah, durumun benim dediğim gibi olduğuna şâhiddir" demesi suretiyle olması da muhtemeldir. Bu söz yemin değildir ama Allah'ı şahid tutmadır.

Bütün kıraat imamları, kelimeyi yâ harfinin zammesi ile şek­linde okumuşlardır. Yani, "bunu söyleyen kimse kalbindekine Allah'ı şahid tutuyor" demektir. Sadece İbn Muhaysin yâ harfinin fethası ile, şeklinde okumuştur. Bunun manası şöyledir: "Allah feâlâ onun kalbinin izhâr ettiğinin aksi bir durum üzere olduğunu bilir."

Buna göre birinci kıraat, bahsedilen kimsenin riyakâr (mürâî) olduğuna ve Allah'ı, yanlış yere nifak ve riyasına şahid getirdiğine delâlet eder. İkinci kıraat ise, o kimsenin yalancı olduğunu gösterir. Fakat onun Allah'ı yalan ye­re şahid tuttuğuna delâlet etmez. Binaenaleyh birinci kıraatte daha çok ktna-ma mânâsı vardır.

Üçüncü Sıfat, 'O, düşmanların en amansızıdır" ayetinin, İfâde ettiği sıfat: Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır: [3]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

 kelimesi, düşmanlığı ileri derecede otan kim- sedjr Bu manada,  (Amansız düşman bir adam) ve, ("düşman kavim") denilir. Nite­kim Hak Teâlâ, "Onunla, amansız düşman bir kavmi inzâr edesin diye' (Meryem, 97) ve,  "Aksine onlar, düşman bir kavimdir" (Zuhruf.58) buyurmuştur. Bu kökten olarak, birisi düşman olduğu zaman. denilir. Yine düşmanlığınla birisine galib geldiğin zaman, dersin.

Zeccac, bu kelimenin, boynun iki tarafı manasına gelen, ve vadinin iki yakası manasına geien,  ifâdelerinden iştikak et­tiğini söylemiştir. Buna göre, bu kelime "düşmanlık hususunda hasmı onu han­gi yandan yakalarsa yakalasın, ister sağdan ister soldan, hasmını yenip ona gâlib gelen kimse" anlamındadır.

“El-Hisâmu” kelimesi hakkında iki görüş vardır:

a) Halil'in görüşüne göre, bu kelime, mukâtele manasına olan "kıtal" kelimesi ve "muta'ane" (mızraklaşma) manasına olan, keli meleri gibi, muhâseme manasında bir masdardır. Buna göre,  izafetinin ma­nası, "O, düşmanlığı çok şiddetli olandır" şeklindedir. Sonra bu izafeti izahta da iki vecih vardır:

Birincisi: Bu, manasına gelen bir izafettir. (Yani muzafun ileyhin, muzâfun zarfı olması.) Buna göre takdir düşmanlıkta çok şiddet­li" şeklinde olur.

İkincisi: Muhasemenin (düşmanlığın) çok şiddetli kılınmış olması, müba­lağa ifâdesi üzeredir.

b) kelimesi, kelimesinin çoğulunun, şeklinde;  ke­limesinin çoğulunun. işeklinde oluşu gibi,  kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "O, düşmanların düşmanlık bakımından en çetin olanıdır." Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Müfessirler bu ayetin yukarıda açıkladığımız üzere, Ahnes b.Şureyk münafığı hakkında nazil olduğunu söy­lemişlerdir. Bu kimse hakkında, yine, "Arkadan çekiştiren her kişinin vay haline..." (Hümeze, 1) ve "Her alabildiğine yemin eden, alçak', dâima ayıplayan, kbğuculuk yapan kişi­ye İtaat etme" (Kalem, 10-11) âyetleri nazil olmuştur.

Müfessirlerin bu izafeti tefsir hususunda değişik ifâdeleri vardır: Mücahid terkibinin manasının, "doğru olmayan bir talib" şeklinde olduğunu; Süddi, "hasımların en kötüsü" şeklinde olduğunu; Katâde ise, "O, bâtıl bir yolla mücadele eden, Allah'a isyanda son derece katı ve diliyle âlim, ameliyle câhil kimsedir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. [4]

 

İkinci Mesele

 

Tefekkür ve (fikrî) münakaşayı kabul etmeyen kim- seler, bu âyete tutunarak, Hak Teâlâ'nın bu kimse­yi,  cedelde çok katı ve sert olmakla kınamış olduğunu söylemişlerdir. Şayet bu sıfat (cedelleşme) zemm sıfatlarından ol­masaydı, bu caiz olmazdı. Bunun cevâbı, Hak Teâlâ'nın, Haccda cidâlleşmek yoktur" {Bakara. 197) ayetinin tefsirinde geçmiştir.

Dördüncü Sıfat: Allah'u Teâlâ'nın,"Dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekin ve nesilleri helak et­meye koşar. Allah ise fesadı sevmez" sözü ile ifâde ettiği sıfattır. Bil ki Allah'u Teâlâ bu insanın durumunun, tatlı sözlü olduğunu ve bu kimsenin, sözünün doğruluğunu Allah'ı şahid tutarak isbata çalıştığını ve husumetinin çok çetin olduğunu beyan edince, bundan sonra bu kimsenin lisanıyla söylediği herşeyde kalbinin bunun zıddı bir durumda olduğunu beyan buyurarak, demiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [5]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Ayetteki,  tabiri hakkında iki görüş vardır: 

a) Bunun manası şudur: "Senin yanından ayrıldığın­da o, yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşır." Sonra ayetteki "fesâd" da şu iki hususa muhtemeldir:

Birincisi, tahrib etme, yakma ve yağmalama gibi yollarla mallan telef et­mektir. Bu izaha göre, âlimler birçok rivayet zikretmişlerdir. Daha önce nak­lettiğimiz şu rivayet onlardan biridir: Ahnes, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, O'nu sevdiğini, iman etmeye kararlı olduğunu izhâr edip; O'nun yanından ayrıldığı zaman da müslümanların tarlalarına uğrayarak, onları yakmış ve eşeklerini öldürmüştür.

Şu rivayet de bunlardandır: Ahnes, Bedir'den dönerken Zühreoğulları ka­bilesine uğramıştı. Ahnes İle Sakifliler arasında bir düşmanlık vardt. Bundan dolayı o, geceleyin, Sakîflilerelsaldınp onların hayvanlarını öldürdü ve ekinle­rini yaktı.

"Fesad'"ın tefsiri hususunda muhtemel oian ikinci görüş şudur: O, Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurundan çıktıktan sonra, müslümanların kalblerine şüphe sokmaya ve küfrü kuvvetlendirmek için hileler çıkarmaya uğraşırdı. Bu, "fesâd" diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ, Firavun'un kavminin Firavuna şöyle dediklerini nakleder:  'Musa'yı ve kavmini yeryüzünde fesâd çıkarsınlar diye mi bırakıyorsun?" (Araf, 127), yani "Senin milletini dininden döndürüp, dinini bozsunlar diye mi bırakıyorsun?"

Ve yine Allah Teâlâ, (Firavun'un şöyle dediğini) bildirmiştir: "Ben, O (Musa'nın), si­zin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum" (Mü’min, 26).Biz daha önce, (Bakara,11) âyetinin tefsirinde, bu şekildeki izaha yakın açıklamalarda bulunmuş­tuk. Bu mana, "yeryüzünde fesat çıkartmak" diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu, insanlar arasında ihtilâflar meydana getirmekte, birliğini bozmakta, birbir­lerinden uzaklaşmalarına ve böylece akrabalık bağlarının koparak kan dökül­mesine sebeb olmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ,"İşbaşına geçerse­niz, yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz Öyle mi?"(Muhammed, 22) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Allah, onların şayet dinlerinden dönerlerse ancak yeryüzünde fesad çıkarıp, akrabalık bağlarını koparacakla­rını haber vermiştir. Bu izah, bizim söylediğimiz yönden yapılan bir izahtır. Bu­nun benzerleri Kur'an-ı Kerim'de çoktur.

Bil ki fesadı bu manaya hamletmek, "tahrib etme ve yağmalama" mana­sına hamletmekten daha uygundur. Çünkü Allah Teâlâ, "ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyurmuştur.

Ma'tufun (atfedilen şeyin), ma'tufun aleyh'den (üzerine atfedilen şeyden) mutlaka başka olması gerekir.

b) Tabiri "O kimse yönetici olduğu zaman, kötü idarecilerin yapmış olduğu, ekini ve nesli helak etmek suretiyle yeryüzünde fesâd çıkar­ma gibi şeyler yapar" manasındadır. Yine bunun manasının, "Yeryüzünde zulmedip, onun zulmünün uğursuzluğu yüzünden Allah Teâlâ'nın yağmuru kesmesi ve ekin ile nesillerin helak olması..." şeklinde olduğu da söylenmiş­tir. Birinci (a) görüşü doğruya daha yakındır. Çünkü bu ifâdeden maksad, bah­sedilen kimsenin nifakını açıklamaktır. Onun nifakı ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında güzel güzel konuşup sevgisini izhar etmesi, huzuru Peygamberî'de bulunmadığı zamanlarda da yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşmasıdır. [6]

 

İkinci Mesele

 

Ayeti "Savaş çıkarmak için gayret sarfetti" manasındadır. kelimesinin esas manası, koşarcasına yürümektir. Fakat bu kelime,istiare yoluyla, insanlar arasında fitne çıkarıp tahribatta bulunmak manasına kullanılmıştır. Bu mânâda olmak üzere, mesela " falanca çok lâf götürüp getiriyor, taşıyor" denilir. Cenâb-ı Hakkda, "Eğer si­zinle beraber (savaşa) onlar da çıksalardı, ancak stzin sıkıntınızı arttırırlar ve aranıza fitne sokmak isteyerek (fesad çıkarmaya) koşarlardı" (Tevbe,47) buyur­muştur. [7]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

"Fesâd ' kelimesini, tahrib etme manasına alan kimse şöyle demiştir: "Allah'tı Teâlâ bu kelimeyi ön­ce icmâlen (genel olarak) zikredip, "O (yeryüzünde) fesad çıkarmak için.." buyurmuş, sonra da bunun tafsilâtını an­latarak, "ekini ve nesli helak etmek için.." buyurmuş­tur. İfsadı şüphe uyandırmak ile tefsir eden kimse şöyle demektedir: Hak din, birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allah'u Teâlâ ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, Hak Teâlâ'nın, "Orada fesâd çıkar­mak için" sözünden murâd da budur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu kimse­nin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allah'u Teâlâ'nın, ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki, bu açıklama daha uygundur.

Sonra âyetin sebeb-i nüzulünün, "Ahnes'in müslümanların tarlalarına uğ­rayarak, ekinlerini yakması ve eşeklerini öldürmesi olduğunu" söyleyenler, o/ı kelimesi ile muradın, tarla; ile muradın bu eşekler olduğunu söylemiştir. kendisiyle ziraat yapılan şey, tarladır. Nitekim Hak Teâ­lâ, "Ektiğiniz şeyi görüyor musunuz? Onu siz mi ekiyorsunuz.." (Vakıa, 63-64) buyurmuştur.  ekilip biçilen her şeye ad olarak verilir. Bu kelimenin, toprağı sürüp, altüst etmek mânasında olduğu da söylenmiştir. Toprağı altüst eden alete, yani pulluğa da, denilir. Bu tefsire göre,  hayvanların neslidir. Arapça'da "nesi" çocuk demektir. Bu kelime muhtemeldir ki, Arapların, bir şey çıkıp müteakiben de düştüğü zaman söylenilen ifâdesinden alınmıştır. Çıkıp düştükleri za­man, kuş hakkında, (Kuşun tüyü çıktı ve döküldü); deve hak­kında,  "Devenin tüyü çıktt ve döküldü" ve eşek hakkında da, "Eşeğin tüyü çıkıp döküldü" denilir. Düşen tüy parçasına da,denilir."Rablertne dönerler.." (Yasin, sd ayeti de bu mânadadır. Yani, "hızlıca koşarlar..." demektir. Çünkü bu, çok keskin ve hız­lı bir çıkıştır. Babasının belinden ve annesinin karnından çıkıp düştüğü için de çocuğa nesi denilir. Buna göre insanlar, Hz. Adem'in nesli demektir. kelimesinin esas mânası, çıkmak demektir.

Ama, ayetin sebebi nüzulünün Ahnes'in Sakîf kabilesine baskın düzen­leyip onlardan bir grubu öldürdüğünü söyleyenlere gelince, buna göre âyette geçen, den muradtn, Hak Teâlâ'nın, "Hanımlarınız sizin tarlalannızdır" (Bakara, 223) âyetinden ötürü ya"kadınlar"  ifâde eder,ya da erkekleri; ki bu da, "hars" ı yeri sürmek diye tefsir eden müfessirlerden bir topluluğun görüşüdür. Çünkü erkekler, üretken topraklan sürerler. "Nesi" e gelince, bundan murad da çocuklardır.

Bil ki, bütün bu izahlara göre, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu fesadın bü­yük bir fesâd olduğunu, ondan daha büyük bir fesadın bulunmadığını beyan etmektir. Çünkü birinci tefsire göre bundan maksat, bitkileri ve hayvanları yok etmek; ikinci açıklamaya göre ise, hayvanların kökünü ve nesillerini kurutmak­tır. Bu iki izaha göre de, bundan daha büyük fesad olamaz. Öyleyse Hak Teâ­lâ'nın, "Ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu kısalığına rağmen, son derece fasîh ve çok tesirli bir mânaya delâlet eden lâ­fızlardandır. İhtisar bakımından bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın cennetin vasıfları hakkında buyurmuş olduğu şu ayetlerdir: "Orada nefislerin hoşlanacağı ve gözlerin lezzet duyacağı her şey vardır" (Zuhrut. 71) ve, "O, yer­yüzünden onun suyunu da, ekinini de çıkardı " (Naziat, 31).

İmdi eğer, "Ayet, onun ekinleri ve nesli helak ettiğine mi delâlet ediyor, yoksa onun bunu sadece aklından geçirdiğine mi delâlet ediyor?" denilirse, biz deriz ki: "Yeryüzünde fesat çıkarmak için koştu" ayeti, bu kimsenin maksadının, bu İşte koşuşturduğuna delâlet eder. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın,"ekini ve nesilleri helak etmek için..." sözünü, xrjğ ifâdesine atfedersek, ayet bu işin bilfiil meydana gel­diğine delâlet etmez. Çünkü buna göre ayetin takdiri şöyle olur: "O kimse yer­yüzünde fesâd çıkarmak için orada koşuşturdu ve ekin ve nesilleri helak et­mek için de koşup durdu." Eğer bu ifâdeyi, birincisinden ayrı müstakil bir söz kabul edersek, bu ifâde, bu işin bilfiil meydana geldiğine delâlet eder. Her ne kadar âyetin sebeb-i nüzulü hakkında zikredilen haberler, bu işlerin olmuş bit­miş oiduğuna delâlet etse bile, birinci izah tarzı daha evlâdır. [8]

 

Dördüncü Mesele

 

Bazı kıraat âlimleri, failin, olması üzere, "Ve ekin ve nesiller helak olur" şeklinde okumuşlardır. Hasan el-Basrî,

lâm harfinin fethasıyla, şeklinde okumuştur ki bu,  kelimesinde olduğu gibi,bir lügattir (Yani. üçüncü bâbtan gelme şar­tı bulunmadığı halde, bu babdan gelebilmiştir). Hasan el-Basrîden, meçhul sîgasıyla, şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. [9]

 

Beşinci Mesele                Başa Dön   

 

Mutezile, Hak Teâlâ'nın, "Allah, fesadı sevmez" beyanı ile istidlal ederek, Allah'ın kabîh, çirkin fiilleri murad etmeyeceğini ileri sürmüş ve söyle demiştir: Sevgi, irâdeden ibarettir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Hak Teâlâ'nın,"Çirkinliğin yayılmasını sevenler yok mu?..." (Nur,19) âyetidir. Bu ifâdeden maksat, onların bu işi irâde etmiş, istemiş olmalarıdır. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edil­miştir:

"Şüphesiz Allah sizin için şu üç şeyi sever: Kendisine İbâdet etmenizi, O'na hiçbir şeyi şirk koşmamanızı ve yöneticileriniz hakkında btrbtrinizle nasihatlaşmanızı. Sizin için şu üç şeyi de sevmez: Dedikodu yapmak, malt zay etmek ve çok soru sormak[10]

Bu hadiste Hz. Peygamber, istememeyi muhabbetin zıddı kılmıştır. Eğer muhabbet iradeden ibaret olmasaydı, o zaman kerâhat irâdenin zıddı olmuş olurdu. Yine muhabbet irâdeden başka bir şey olsaydı, kerîh görse bile, kişi­nin kötü fiilini sevmesi doğru olurdu. Çünkü bu açıklamaya göre hoş görme­mek, muhabbetin değil, ancak ve ancak iradenin zıddı olur.

Mu'tezile sözüne şöyle devam etmiştir: Muhabbetin  iradenin bizzat kendisiolduğu sabit olunca " buyruğu Allah’u Teala’nın Allah fesadı sevmez buyruğu tıpkı Allahkulları hakkında istemez" (Mümin, 31) ifâdesinde olduğu gibi, Allah fesadı sevmez. sözünün yerine geçmiş olur. Hatta bu âyetin delâleti daha kuvvetlidir, çünkü Allah'u Teâlâ bu münafıktan sudur eden fesadı zikdederek, bu fe­sada işaret olmak üzere, daha sonra,  "Allah fesadı sev­mez" buyurmuştur. Böylece bu, bu vâki olan şeyin Allah'ın iradesiyle vâki ol­madığına delâlet eder. Allah'u Teâlâ'nın fesadı dilemediği (irâde)ortaya çı­kınca, Allah'u Teâlâ'nın onun yaratıcısı olmaması gerekir. Çünkü yaratmak. ancak irâde ile mümkündür. Böylece bu âyet, irâde ve fiillerin yaratılması me­selesine delâlet etmiş olur.

Âlimlerimiz Mutezile’nin bu görüşüne iki bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Muhabbet irâdeden başka bir şeydir. Daha doğrusu muhabbet bir şeyi medhetmekten ve onu tazimle anmaktan ibarettir.

2) Biz muhabbetin, irâdenin bizzat kendisi olduğunu kabul etsek bile Hak Teâlâ'nın, buyruğu umûm ifâde etmez. Çünkü, kelimesinin başındaki eüflâm, umûm ifâde etmez.

Sonra Mutezilenin bu görüşünün kuvvetini şu iki şey de temelinden yıkar

a) Kulun kudreti ve onu işe sevkeden kuvvet, salâha ve fesada (iyilik ve kötülüğe) elverişlidir. Buna göre fesadın salâha üstün gelmesi, eğer bir se-beb olmadan meydana gelmişse, bu durumda Yaratıcı'nın yokluğu gerekir; eğer bir müreccihden dolayı meydana gelmişse, bu müreceihin mutlaka Al­lah'tan olması gerekir. Aksi halde teselsül lazım gelir. Böylece fesâd tarafını salâh tarafına tercih edenin Hak Subhânehu olduğu ortaya çıkmış olur. Bina­enaleyh, daha nasıl "O irâde etmiyor" denilmesi düşünülebilir?

b) Allah'u Teâlâ, fesadın meydana geldiğini bilendir. Buna göre eğer Al­lah fesadın meydana gelmemesini isteseydi, o zaman şöyle denilmesi gere* kirdi, "O, ilmini cehle dönüştürmek istedi..." Bu ise, muhaldir.

Beşinci Sıfat: Allah'u Teâlâ'nın,  "Ona Allah'tan kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi" kavlidir. Bun­da birkaç mesele vardır; [11]

 

Birinci Mesele

 

Vahidi, şöyle demiştir: "Allah'u Teâlâ'nın, "O'na Allah'tan kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi" kavlinin manası, "Allah'ın Resulü, o kim­seyi bu fiilleri bırakmaya davet etti. Bunun peşinden ise o kimseyi, kibri ve taassubu, zulme çağırdı" şeklindedir.Bil ki. Vahldî'nin bu tefsiri zayıftır. Çünkü Allah'u Teâiâ'nın,buyruğunda sadece "o kimseye bu söz söylen­diği zaman gururun onu yakaladığına, sürüklediğine" delâlet vardır. Ama, bu sözün denilip denilmediği hususuna gelince, âyette buna herhangi bir delâlet yoktur. Her ne kadar biz, herhangi bir tahsiste bulunmadan Hz. Peygamber'in herkesi takvaya çağırdığını biliyor isek de, şayet bu husus herhangi bir ri­vayet ile sabit olursa, bu rivayete müracaat etmek vâcib olur. [12]

 

İkinci Mesele

 

Allah'u Teâlâ bu münafığın bazı kötü fiillerini nakletmiştir:

a) O münafığın, dünyayı taleb etme hususunda gü­zel söz söylemesi.

b) Onun, Allah'ı bir yalan ve iftira olarak şahid tutması.

c)  Hakkı iptal ve bâtılı isbat hususunda mücadele etmesi..

d)  Fesâd çıkarmak için sa'yü gayret göstermesi...

e) Ekin ve nesilleri helak etme hususundaki sa'yü gayreti. Bütün bu sayı­lan şeyler, çirkin olan birer fiildir. Hak Teâiâ'nın, "Ona, Allah'tan kork denildiğinde.." sözünün zahirini, bu saydığımız şeylerden bir kısmına hamledip, diğerlerine hamletmemekten daha evlâ değildir. Bu sebeple bunun, hepsine hamledilmesi gerekir. Buna göre sanki şöyle denilmek isten­miştir: "Ekini ve nesilleri helak etme; yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma; bâtılı savunma; yalan yere Allah'ı şâhid tutma ve dünyayı isteme hususunda ihtiraslı olma gibi hususlarda Allah'tan kork,." Çünkü nehyin, bu sayılanlar­dan bir kısmına râcî olması, diğer kısımlarına raci olmamasından daha evlâ değildir. [13]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Hak Teâlâ'nın, buyruğu hakkında bazı görüşler vardır:

a) Bu tâbir, Arapların,

"Falancayı şu işi yapmakla sorumlu tuttum," yani "bu işe onu mecbur tutup, bu işi ona verdim" sözünden alınmıştır. Buna göre ayetin takdiri, "O kimseyi gururu ve taassubu, günahı işlemek için tuttu..." şeklinde olur. Bu günah ise, kendisine nasihat edene iltifat etmeyip, onu dinlememektir.

b) nin mânası, "ona yapıştı" demektir.deni­lir, yani sıtma hastalığı ona yapıştı, peşini bırakmadı; denilir; ya­ni ona kibir arız oldu, peydah oldu... Buna göre ayetin mânası, "Ona, Allah'tan kork denildiği zaman, kalbindeki günah sebebiyle meydana gelen gurur ve taassub, onu bırakmadı" şeklinde olur. Çünkü bu gurur ve kibir ancak, o kimsenin kalbindeki Kütür, cehâtetMe delillere itlifat etmeme gibi sebeblerle meydana gelmiştir. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın,"Daha doğrusu kâfir olanlar, bir gurur ve derin ayrılık içindedirler" (Sâd, 2) âyetidir. Buradaki, harfi, lâm (.... için) mânasına gelir. Bir kimse,  "Bunu senin için yap­tım" ve "Onu, cinayetinden dolayı cezalandırdım" der.

Hak Teâlâ'nın,  "Onun hakkından cehennem gelir" sözüne gelince, müfessirler bunun mânasının, "Ona, bir ceza ve bir azâb olmak üze­re, cehennem yeter" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yani, "sana bir dirhem yeter." Yani," Allah bize yeter" denilir. "Ce­hennem" lâfzına gelince Yûnus ile nahivcilerin pek çoğu, bu kelimenin, Al­lah'ın ahirette kendisiyle azâb edeceği ateşin özel ismi olduğunu ve yabancı (a'cemî) bir kelime olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise, "cehennem lâfzı yabancı bir kelime değil, Arapça bir kelimedir. Dibi derin olduğu için ahi-ret ateşi, cehennem diye adlandırılmıştır" demişlerdir.Ru'benin şöyle dediği nakledilir: "Bu sözde cehennem: "dibi derin kuyu" demektir."

Allah'u Teâlâ'nın,  yataktır" sözüne gelin­ce, bu hususta iki görüş vardır:

a) ve, döşemek bir şeye mukaddime yapmak demektir. Bu­nun aslı, (beşik ve düz arazi) kelimesinden gelir. Nitekim Hak Teâlâ, yeryüzünü bir döşek gibi yaptık.. Bizler ne gü­zel dö'şeyicüeriz" (Zariyât, 48)buyurmuştur; yani, düzenleyiciler ve kararlı hale getiricileriz.,. Yani, "Biz yeryüzünü, üzerindekiler! sarsmayacak ve onlardan uzaklaşmayacak biçimde, kararlı kıldık" demektir. Yine Hak Teâlâ, "kendileri için hazırlarlar" (Rûm, 44) buyurmuştur. Yani, "onu döşüyorlar ve kararlı hale getiriyorlar".

b) Hak Teâlâ'nın, jbuyruğunun O'nun tıpkı, "Cehenneme.. Yaslanacaklar ona.. O, ne kötü bir kalış yeridir" (ibrahim, 29) ifâdesinde olduğu gibi, "Ne kötü bir ka­lış yeridir" manasında olmasıdır. Âlimlerden bazısı, kelimesinin, uyu­mak için yapılan yatak mânasında olduğunu söylemişlerdir. Cehennemde azâb görecek olan kimse cehennem ateşine atıldığı zaman, bu cehennem onun için bir yatak ve döşek kılınmış olur. [14]

 

Allah Rızası İçin Canını Verebilen Müminler

 

"İnsanler içinde, Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla, canını satan kimseler vardır. Allah, kullarına çok şefkatlidir"(Bakara, 207).

Bil ki Allah'u Teâlâ, önceki âyette dünyası uğruna dinini harcayan kimse­nin durumunu belirtince, bu âyette de, dini uğruna dünyasını, canını ve malını harcayan kimselerin durumunu zikrederek, buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç meseie vardır: [15]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Ayetin nüzul sebebi hakkında bazı rivayetler vardır:

a) İbn Abbas'ın rivayetine göre bu ayet, Abdullah İbn Ced'ân'ın kölesi olan Süheyb İbn Sinan, Ammâr İbn Yasir, annesi Sümeyye, babası Yasir, Hz. Ebu Bekir'in kölesi Bilâl, Habbâb İbn el-Eret ve Huveytıb'ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler bu kim­seleri yakalayarak, onlara işkence ediyorlardı. Süheyb, Mekkelilere, "Ben yaşlı birisiyim. Benim, malım mülküm çok. Sizden veya sizin düşmanlarınızdan ya­na olmam size herhangi bir zarar vermez. Ben bir söz söyledim, bu sözüm­den de geri dönmeyi istemiyorum. Ben size malımı mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum" der. Onlar da buna razı olarak, yolun­dan çekilirler.. Böylece Süheyb, Medine'ye hicret eder. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Süheyb Medine'ye girince, Hz. Ebu Bekir onu karşılaya­rak ona: "Alışverişin kârlı olsun!" dedi. Bunun üzerine Süheyb ona, "Senin alışverişin de.. Sen de zarar etme ama, ne oldu ki?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir "Allah senin hakkında, şunu indirdi" dedi ve ayeti ona okudu.

Habbâb İbn el-Eret ve Ebu Zer'e gelince bunlar kaçarak Medine'ye gel­diler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kar­gıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, kendilerine yapılan işkence sebebiyle, müşriklerin istedikleri şeylerin bir kısmını vererek, canlarını kurtar­dılar. Bunlar hakkında, Mekkelilerin işkencesiyle, "Azâb edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyyet ve ganimetler nasib etmek suretiyle, güzellik­le sınayacağız." Ah/ret ecri ise daha büyüktür" (Nahl,41) ayeti nazil olmuştur.

Yine bunlar hakkında, "Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç... "(Nahl, 106) âyeti nazil olmuştur.

b) Bu ayet, emr-i mâ'rûf ve nel y-i münker yapan kimse hakkında nazil olmuştur. Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.

c) Bu ayet, Hz. Peygamber'in mağaraya gittiği gece, O'nun yatağına ya­tıp geceleyen Ali İbn Ebî Talib hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Hz. Ali, Hz. Peygamber'in yatağında uyurken Cebrail başucunda, Mi-kaîl ise ayakları tarafında durdu. Cebrail: "Ey Ebu Tâlib'in oğlu Ali, senin gibilere helâl olsun!.. Allah'u Teâlâ, seninle meleklerine karşı övünür" diye seslenir. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur.[16]

 

İkinci Mesele

 

Müfessirlerden pok çoğu, buradaki, kelimesinin  "satmak"  manasına  geldiğini,  çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,  Ve onu az bir fiyata sattılar" (Yusuf, 20) âyetindeki, ijji kelimesinin de bu mânaya geldi­ğini söylemişlerdir. Bunun hakikati şudur: Mükellef olan kimse, nefsini âhiret mükâfaatı karşılığında satmıştır. Bu satma işi, o kimsenin namaz kılmak, oruç tutmak, hacc ve cihad yapmak gibi Allah'a bir itaati ifâde eden konularda, nef­sini harcaması ve tüketmesi; sonra da bu sayede Allah'ın sevabına nail olma­sıdır. Sanki o, nefsini bir eşya gibi bezletmiş, harcamıştır. Böylece nefsini bezleden kimse, bir satıcı; Allah da bir alıcı gibi olmuştur. Nitekim Hak Teâlâ, Muhakkak ki Allah'u Teâlâ, cennet karşılığında müminlerin canlarını ve mallarım satın almıştır"buyurmuştur. Allah'u Teâlâ bunu, bir ticâret olarak isimlendirerek,"Ey iman edenler! Size, sizi elîm bir azâbtan kurtaracak bir ticâreti gös­tereyim mt? Allah'a ve Resulüne İman edip, Allah yolunda canlarınız ve mal­larınızla dhâd edersiniz" (Saf, 10-11) buyurmuştur.

Bence, lâfzını zahirî manasına hamletmek mümkündür. Bu şöy­le olur: İnkâra, şirke, dünyevî lezzetleri artırmaya yönelen ve ahiretten yüz çe­viren kimse, daimî azaba düşer. Buna göre, takdir şöyle olur: O insanın ken­disi kendisinin mülkü idi. Fakat küfrü ve fâsıklığı yüzünden mülkünden çıktı ve cehennem ile azabın hakkı oldu. Kişi inkârı ve fışkı bırakır, imân ve itaata yönelir ise, sanki kendini azabtan ve cehennemden satın almış gibi olur. Bi­naenaleyh mü'minin durumu, adetâ onlarla kendini satın almak (ve esaretten kurtarmak) için birçok paralar veren mükâteb köleye benzer. Aynı şekilde mü­min de, onlarla kendisini satın almak (ve kurtarmak) için pek çok nefeslerini harcar. Fakat mükâteb oian, bir köledir ve kendisinde bir dirhem bile kalmaz. Mükellef de böyledir, o, dünyada tek bir car1 olduğu müddetçe kulluk bağın­dan kurtulamaz. Bundan dolayı İsâ (a.s): "(Allah) bana, sağ olduğum müd­detçe namazı ve zekâtı emretti" (Meryem, 31) demiştir. Allah Teâlâ da Hz. Peygamber (s.a.s)'e  "Yakîn (yani ölüm) gelince­ye kadar Rabbtne ibâdet et" (Hicr, 99) buyurmuştur.

İmdi eğer, "Allah Teâlâ kendisini,"Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını satın aldı" (Tevbe111) diyerek müşteri yerine koymuştur. Bu ise mü'­minin müşteri olmasına manidir" denirse biz deriz ki: Bu iki durum arasında bir tezad yoktur. Bu tıpkı, bir köle verip elbise alan kimsenin durumuna ben­zer. Alandan ve verenden herbiri, hem satan hem de alan (müşteri) dir. Bura­da da böyledir. Bu açıklamaya göre, kelimenin zahirî mânâsını bırakmaya,lâfzını,  (satma) manasına almaya gerek yoktur.

Bunu anladığında biz deriz ki: İnsanın dini uğrunda katlanacağı hertürlü meşakkat bu ifâdenin altına girer. Binaenaleyh bunun muhtevasına, cihad ya­pan, Ammâr'm ana ve babası (r.a), canını verip Ölüme razı olan, kâfirlerden kaçıp müslümanlara katılan, Süheyb (r.a) gibi, malını verip canını kâfirlerden kurtaran ve zâlim sultan karşısında dinini ve hakkı ortaya koyan kimseler de girerler.

Rivayet olunmuştur ki Hz. Ömer (r.a), bir ordu gönderir. Bu ordu bir kale­yi kuşatır. Derken içlerinden biri ileri atılır ve öldürülünceye kadar savaşır. Bu­nun üzerine bazı kimseler, "O, kendisini göz göre göre tehlikeye attı" derler. Hz. Ömer (r.a) de, "Siz yalan söylediniz. Allah falancaya rahmet etsin" der ve, "İnsanlar içinde, Allah'ın rı­zasını elde etmek için canını satan kimseler vardır" ayetini okur.

Sonra bil ki insanın katlandığı sıkıntılarla bu âyetin hükmüne girebilmesi için, bu sıkıntıların mutlaka şeriata uygun olması gerekir. Fakat bunlar şer'î olmaz ise, insan bu âyetin hükmüne girmez, aksine bu, insanın kendisini teh­likeye atması kabilinden olur. Meselâ cünüblükten guslederse hastalanıp öle­ceğinden korktuğu halde, insanın yıkanması gibi.

Katâde şöyle demiştir: "Fakat Allah'a yemin olsun ki, onlar, dinden çıkan Harûrâ halkı değiller, Muhacir ve Ensâr'dan olan ashab-ı kiramdırlar. On­lar müşrikleri, Allah in yanısıra başka bir ilâha taparken gördüklerinde, Allah'ın dini için savaştılar ve Allah için gazablanıp, Allah yolunda cihâd ederek can­larını sattılar." [17]

 

İkinci Mesele

 

Ayeti, "Allah'ın rızasını taleb etmek için nefsini satın alır" manasındadır. Bu­radaki, "satın alır” mana­sındadır. [18]

 

Allah'u Teâlâ Kullarına Karşı                  Başa Dön   

 

Allah Teâlâ'nın, Allah, kullarına karşı ra'ûftur" ayeti­ne gelince; sınırlı ve az bir ibadete mukabil, Allah'ın ebedî nimet vermesi; can­larını kurtarmak için (kalbi imanla dolu olduğu halde), inkârı ifâde eden şeyle­ri söylemeye müsaade etmesi; herkese ancak gücünün yeteceği şeyi teklif etmesi; yine küfür üzerinde yüz sene kalmış olsa bile, bir an bile tevbe eden kimsenin bütün cezasını düşürüp, ona ebedî bir sevab vermesi; canlar ve mallar aslında kendisinin mülkü olduğu halde, kullarına bir rahmet ve ihsanı olmak üzere, kendi mülkü olan bu şeyleri, kendi mülküyle satın alması O'nun re'fetindendir. [19]

 

"Ey iman edenler, hep beraber sulh-ü selâma gfrin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık bir düşmanmızdır" (Bakara, 208).

 

Bil ki Allah'u Teâlâ, münafığın yeryüzünde fesat çıkardığını ve ekin ile nesli bozmaya gayret sarfettiğini anlattıktan sonra, müslümanlara, İslâm'a ve İslam'ın kanunlarına uymaktan ibaret olan şeyi, yani münafıklığın tam zıddı olan şeyi yapmalarını emretmiş ve "Ey İman edenler hep beraber sulhtu selâ­ma (İslam'a) girin" buyurmuştur. Bu konuda birkaç mesele vardır: [20]

 

İslâm Veya Silm (Sulha) Girme Emri Ayetteki Kıraatler

 

İbn Kesir, Nâfi ve Kısaî,"sin" harfinin fethasıyla, okumuşlardır. Allah'u Teâlâ'nın, 'Eğer onlar barışa meylederler             se..." (Enfâl, 61) vej "Barışa yalvarmayın..." (Muhammed, 35) ayetlerinde de böyle okun­muştur.

Ebu Bekr İbn Ayyâş'ın rivayetine göre Âsim, Kur'an-ı Kerim'de geçen heryerde sinin kesresiyle  Hamza ve Kisaî ise, burada ve (Muhammed, 35) ayetlerinde sînin kesresiyle, İbn Âmir sadece burada sînin kesresi, Enfâl ve Muhammed sûresinde ise sînin fethasıyla okumuşlardır. Bazıları da bu iki kelimenin, fetha ve kesreyle okunabilen iki lügat olduğunu söylemişler­dir. Meselâ, kelimeleri gibi,A'meş kelimeyi sîn ve lâm harflerinin fethası ile, şeklinde okumuştur. [21]

 

İkinci Mesele

 

 kelimesinin asıl manası inkiyâd (boyun eğ)demiştir Nitekim ,Cenâb-ı Hak, "Hani Allah (İbrahim'e) "teslim ol" (boyun eğ) demiş, O da, "Teslim oldum." demişti.," (Bakara. 131); "İslâm" da, bu manadan dolayı "İslâm" diye adlandırılmıştır. "Silm" kelimesi, genellikle sulh ve harbetmeme halini ifâde eden bir isimdir. Bu kelimede, inkiyâd mânâ­sı da vardır. Çünkü barış anında, taraflar birbirlerine itaat eder ve birbirleriyle bu konuda münakaşa etmezler. Ebu Ubeyde bu kelimenin, ve şeklinde üç kullanılışı olduğunu söylemiştir. [22]

 

Âyetin Muhtemel Tefsirleri                Başa Dön   

 

Âyetle ilgili bir müşkil vardır. Bu da, şudur: Müfessirlerden çoğu, lâfzını, "İslâm" manasına almışlardır. Buna göre ayetin manası, "Ey iman edenler, İslâm'a giriniz...." şeklinde olur. Halbuki iman, İslâm'dır. Bu ifâdenin caiz olmayacağı malumdur. İşte bu meseleden dolayı, müfessirler bu âyetin tefsirinde birkaç vecih zikretmişlerdir:

1) Âyette hitab edilenler münafıklardır. Buna göre ayetin manası, "Ey dil­leri ile iman eden kimseler, herşeyinizle İslâmâ giriniz ve şeytanın adımlarına, yani onun süslemesinin ve nifakta devam hususundaki aldatmasının izlerine uymayınız" şeklindedir. Bu tefsiri yapanlar, yaptıkları bu tefsirin doğru oldu­ğuna, şöyle diyerek istidlal etmişlerdir: "Bu ayet, münafıklardan bahseden, az önce geçen, ... ayetininin peşisıra gelmiştir. Bi­naenaleyh Hak Teâlâ, geçen şeylerle münafıkları niteleyince, bu ayette de on­ları kalbleri ile iman edip nifakı bırakmaya davet etmiştir.

2) Bu ayet, Ehl-i Kitab'dan Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi müslü-man olanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman ederken, bir taraftan da Hz. Musa (a.s)'nın şeriatına ta'zim etmeye devam ediyorlardı. Bundan dolayı da "cumartesi" gününün kutsiyetine saygı gös­teriyor, deve etini ve sütünü mekruh kabul ediyorlardı ve şöyle söylüyorlardı: "Bu şeyleri bırakmak İslâm'da da mübah,Tevrat*ta ise vacibtir. Binaenaleyh biz bunu ihtiyaten terkediyoruz." İşte böylece Cenâb-ı Hak, onların bu tutu­mumu kerih görerek, onların İslam'a bütünüyle girmelerini, yani İslâm şeriatı­nın hepsine girmelerini ve gerek itikad, gerek amel bakımından Tevrat'ın hükümlerinden herhangi birine sarıl mamalarını emretmiştir. Çünkü Tevrat, artık mensûhtur. Buna göre, "Şeytanın adımlarına uymayınız" ayetini, "Tevrat'ın mensuh olduğunu bildikten sonra, onun hükümlerine tutunarak şeytana uymayınız" şeklinde açıklamışlardır. Bu görüşte olanlar, ayetteki,kelimesini, İslâm'ın sıfatı kabul etmişlerdir. Buna göre sanki, "Gerek itikadı ge­rek amelî olsun, İslam'ın kanunlarının hepsine giriniz" denilmiştir.

3) Bu hitab, Hz. Peygamber (s.a.s)'e iman etmeyen ehl-i kitaba yönelik­tir. Buna göre, emrinin manası, "Ey daha önceki ki­taplara imân edenler..." şeklinde buyruğunun manası, "İman hususunda, Allah'a olan itaatinizi

tamamlayınız. Bu da, Allah'ın peygam­berlerinin ve kitaplarının tamamına imân etmeniz suretiyle olur. Binaenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s) ile onun getirdiği kitaba da iman etmek suretiyle ta­mamen İslâm'a giriniz ve Tevrat'ın dinin, herkesin hak olduğunda ittifak ettiği bir din olması ve Tevrat'ta, "Yer ve gök durduğu müddetçe cumartesi yasağı­na sanlınız" hükmünün bulunması sebebiyle Tevrat'ın diniyle yetinme husu­sundaki şeytanın süslemesine aldanmayın" şeklindedir. Hulâsa, şeytanın adımlarından murad, onların, Musa (a.s)'nın şeriatının halâ devam etmekte olduğu hususunda kendisine tutundukları şüphelerdir.

4) Bu hitap, müslumanlaradır. Buna göre mana, "Ey dilleriyle imân eden­ler, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun kanunlarının hiçbirinden çıkmayınız. Sapık ve azgın kimselerin size tel­kin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayınız" şeklindedir. Ayeti böyle tefsir edenler,bu izahın, bu âyetten önce ve sonra olan ayetlerle de te'kid edildiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: "Ayetten ön­ce geçen şeyler, "O, yeryüzünde fesat çıkarmak için çalışır" âyetindeki, münafıkla ilgili sıfatlardır. Bizim burada söylemek is­tediğimiz, bundan muradın münafıkların m üsl umanlara telkin ettiği şüpheler

olduğudur. Buna göre Allah Teâlâ sanki, "Müslümanlığınızı sürdürünüz ve mü­nafıkların söylediği şüphelere aldanmayınız''demektedir.Bu âyetten sonra olan ise, Onlar, ancak Allah'ın bu­luttan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar'' (Bakara. 210) ayetidir. Bu, "O kâfirler, küfürlerinde ısrar ve inâd ediyorlar. Onların mazeret yolları ortadan kalkmıştır. Onlar, bu din hakkındaki görüşlerini, meselâ "ancak Allah'ın ken­dilerine buluttan gölgelikler ve melekler içinde gelmesi" gibi, olmayacak bir­takım işlere dayandırırlar.

İmdi eğer: "Bir şey ile vasıflanmış (benimsemiş) kimseye, "Ona devam et" denir, fakat "Ona gir" denmez. Halbuki bu ayette, (giriniz) denmektedir" denilir ise, biz de deriz ki: Evde olan kimsenin ileride evden çı­kacağı bilinirse,her ne kadar o anda evde ise de, ona zaman zaman ileride eve girmesini emretmek imkânsız değildir. Çünkü onun şu anda evde bulu­nuşu, eve girmesi emredilen halinden başkadır. Buna göre ikinci bir zaman­da evden çıktığında, eve girmesini emretmek doğru olur. Malûmdur ki mü'minler uyku, gaflet ve benzeri hallerde imân hasletlerinden bazan çıkar­lar. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın onlara istikbalde İslâm'a girmelerini emret­mesi imkânsız değildir.

5) Ayette zikredilen, lâfzının sulh, savaşı ve münakaşayı terk et­me manasına olması.. Bu takdire göre mana, "Ey iman edenler topyekûn "silm"elgiriniz, yani Allah'ın dinine yardım etme ve o hususta sıkıntılara gö­ğüs germede, birbirinize uyarak ittifak ediniz, ve dünya uğrunda insanlarla mü­nakaşa etmeye, dünyayı arzu etmeye sizi sevkeden şeytanın adımlarına uymayınız" demektir. Bu, tıpkı, (Ey inanan­lar) btrbirinizle çekişmeyin, yoksa gevşersiniz ve gücünüz gider" (Enfal,46)"Ey iman edenler sabrediniz.." (Al-i,İmran, 200) ve,"Hep birlikte Allah'ın ipine sanlınız ve bölünmeyiniz" (aı-i imran' 103) ayetleri ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Mü'min, kendisi için İstediğini kardeşi için de İster" hadisi gibidir.

Bunlar, âyetin tefsiri hususunda, çoğu müfessirlerin söylediği vecihlerdir.

Bana göre, bu hususta diğer bazı vecihler daha vardır:

a) Âyetteki,  hitabı Allah'ı kalb ile bilip tasdik etmeye işarettir; emri ise, günah ve masiyet fiillerini bırakma­ya işarettir. Çünkü günah, Allah'a ve Peygambere muhalefet etmek demek­tir. Bundan dolayı, o muhalefeti bankmaya "silm" (sulh) denilmesi doğru olur. Veya bu ifâdeden maksad, "Taat olanları yapıp, yasaklan bırakma hususun­da Allah'a inktyâd eden kimseler olunuz" manasıdır. Bu böyledir, çünkü Ehl-i Sünnete göre mü’mim günah islerken de onun imanı vardır.Bu açık bir tefsirdir.

b) "Silm" den murad kulun Allah'ın kaza ve kaderine razı olması, kalbi­nin, şu hadiste de anlatıldığı gibi sarsılmamasıdır: İJfap 'İlahi kazaya razı olmak, Allah'ın en büyük kapısıdır. "[23]

c) Bundan murad, Allah'u Teâlâ'nın, "Onlar, boş söze rastladıktan zaman, şerefli olarak geçerler" (Furkân, 72) ve, "Af yolnu terdh et ma'rûf olanı emret ve cahillerden yüz çevir" (Araf, 199)âyetlerinde de olduğu gibi, intikam al­mayı terketmektir. Âyetin tefsirleri hususundaki söz işte bundan ibarettir. [24]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön   

 

Kaffâl, "Ayetteki, (tamamen) ifâdesinin, İslâm'a girmesi emredilenlerle ilgili olması doğru olur.Yani, "Hepiniz İslâm'a giriniz, ayrılıp parçalanma­yınız" demektir" demiştir.

Kutrûb da şöyle der: "Araplar, "Kavmin tama­mını gördüm" ve, "Bütün kadınları gördüm" derler." Bu lâfzın, İslâm ile ilgili olması da uygundur. Yani "İslâm'ın tamamına giri­niz", yani, "onun bütün kanun ve hükümlerini benimseyiniz" demektir.

Vahidi (r.ha) şöyle demiştir: "Bu, âyetin zahirî mânâsına daha uygundur. Çünkü mü'minler İslâm'ın bütün hükümlerini yerine getirmekle emrolunmuşlardır."

Arapça'da, lâfzı "engel olan, mani olan" manasınadır denilir. Bunun anlamı, "onu kötülükten engelledim, ona manî oldum" demektir. Yine, (gömlek engelledi) denilir. Çünkü gömlek, elbisenin açılmasını önler. Elin içine de, (avuç) denir. Çünkü avuç içiyle, bedenin her tarafı tutulabilir. Gözü görmekten engellen­miş (kör) kimse için, denilir. Buna göre, kelimesinin manası, "engel olan" demektir. Bu lâfız, daha sonra toplanmış bir bütünün adı olmuştur. Çünkü toplanmak, birlik olmak, tefrika ve ayrılığa manidir. Buna göre, emri "İslâm şeriatının son noktasına kadar İs­lâm'ın kanunlarına giriniz ve onun kanunlarından herhangi birşeyi terketmekten vazgeçiniz" demektir. Veya bunun manası, "Hepiniz İslâm'a giriniz, in­sanları ona girmemekten men ediniz" şeklindedir. [25]

 

Şeytana İtaat Etmeyiniz, O Apaçık Bir Düşmandır

 

Hak Teâlâ'nın, hitabının manası, "şeytana i-taat etmeyiniz" demektir. Arapça'da bir kimsenin yoluna uyan hakkında, denildiği meşhurdur. Bu ifâde ile,  "Onun adımına uydum" denilmesi arasında herhangi bir fark yoktur. kelimesi,  kelimesinin çoğuludur. Bunun izahı daha önce geçmişti.

Allah Teâlâ, "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır" ayetine gelince, Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir; "Mübin , için-dekini ve kalbindekini açıkça ortaya koyan beliğ kimsenin sıfattarındandır." Ben derim ki: "Hâmim, ve Mübin kitaba yemin olsun ki..." (Duhân.,1) ayeti, bu mananın doğruluğuna delildir. Ayetteki, "Mübin" lafzından, ancak bu mânâ kestedilmiştir.

Bu durumda şayet: "Kendisini görmediğimiz ve sözünü duymadığımız hal­de şeytan için nasıl "mübîn" (apaçık) denebilmiştir? denirse, biz deriz ki: Allah'u Teâlâ, şeytanın Hz. Adem (a.s) ile bütün nesline düşman olduğunu açıklayınca, hernekadar görülmese de, "apaçık bir düşman" diye nitelenme­si doğru olmuştur. Bu şuna benzer: Uzak bir beldede bulunan bir adama düş­manlığını gösteren kimse için bazan.her nekadar o onu görmese de, "Falanca senin için apaçık bir düşmandır" denilebilir. Bana göre bu hususta diğer bir izah da şudur: "Mübîn"in asıl manası, "kesmek"tir. "Açıklamaya" da bu ma­nadan ötürü "beyan" denmiştir. Çünkü izah ve açıklama (beyan), ihtimallerin bir kısmını bir kısmından kesin çizgilerle keser, ayırdeder. Buna göre şeyta­nın "mübin" diye vasıflanması, "şeytan, mükellefi vesvesesiyle Allah'a itaat etmekten, O'nun sevâb ve rızasından ayırır ve uzaklaştırır" manasındadır.

Buna göre şayet, "Şeytanın bize düşman olması, ya şu anda elem ve kö­tülükleri bize ulaştırmayı istemiş olması veyahut da, vesvesesiyle bizi İslâm dininden ve mükâfaatından alıkoyması sebebiyle olur. Birincisi bâtıldır. Çün­kü eğer böyle olsaydı şeytan şüphesiz ki bizi hastalık, acı ve sıkıntılara düşü­rürdü. Böyle yapamadığı herkesin malûmudur. İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü, Cenâb-ı Allah'ın, "Şeytan der ki: Zaten benim, siz (insanlar) üstünde bir nüfuzum yoktu. Yal­nız ben sizi çağırdım, siz de hemen icabet ettiniz" (İbrahim, 22) âyetinde de bil­dirdiği gibi, şeytanın vesvesesini kabul eden kimse, onu kendi iradesiyle kabul etmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ve durum bizim söylediğimiz gibi olduğu halde, daha nasıl onun düşmanlığının apaçık bir düşmanlık olduğu söylenebilir?" denilirse, şöyle cevap verilir: Şeytan (sizin söylediğiniz) her iki bakımdan da düşmandır. Onun, zararları bize ulaştırmaya çalışması bakımından düşmanlığı söz konusudur. Fakat Hak Teâlâ, şeytana bu fırsatı verme­miştir. Şeytanın bize zarar vermeyi istemiş olması, bunlara kadir olmasını gerektirmez. Fakat vesvesesiyle bizim dine girmemize ve mükâfaatı kazan­mamıza mâna olmasına gelince, şeytanın insana günahları süslemesi ve şüp­heler atması, insanın bâtıla düşmesine ve böylece de sevablardan mahrum kalmasına sebeb olduğu herkesin bildiği şeydir. Binaenaleyh bu da şeytanın düşmanlık cihetlerinin en önemlilerindendir. [26]

 

"Size bunca açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah azîz ve hakîmdir" (Bakara, 209).Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [27]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Ebu's-Simal, kelimeyi birinci lâm'ın kesresi ile, şeklinde okumuştur ki, gibi, bu iki okunuş da birer normal kullanılıştır. [28]

 

İkinci Mesele

 

Bir kimsenin ayağı kayıp çamura düştüğü zaman, denilir. Yine şu anda bulunduğu durumu kaybeden kimse için, denitir. Günah da "zelle" diye adlandırılmıştır. İnsanlar bunun­la, vacibteri (vazifeleri) yapmama zellesini kastediyorlar. Buna göre Hak Teâ-lâ'nın, sözünün manası, ''Haktan sapar ve onu geçerseniz" şek­lindedir.

Ayetin sebebi nüzulü hususunda âlimler (bununla alâkalı olan bir önceki ayetteki) ayeti ile birlikte ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, birin­ci ayetin münafıklar hakkında olduğunu söyleyenler, ikincisinin de münafıklar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Birinci ayetin ehl-i kitab hakkında olduğu­nu söyleyenler, bu ayetin de onlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Diğer­lerini de aynı şekilde kıyas et.

İbn Abbas (r.a)'ın,ayeti şu şekilde tefsir ettiği rivayet edilmiştir: "Hz. Pey­gamber (s.a.s) ve şeriatı size geldikten sonra, cumartesi çalışmayı ve deve eti yemeyi haram sayarsanız, biliniz ki Allah Teâiâ ceza vermede aziz ve fiille­rinde hakimdir." Bu ayet karşısında ehl-i kitaptan müslüman olanlar, "Ya Resûlallah, istersen senin kitabından başka her kitabı bırakırız" dediler de,bunun üzerine Cenâb-t Hak,  "Ey iman edenler, Allah'a ve peygamberine imân (etmeye devam) ediniz"(Nisa,136)

ayetini indirdi. [29]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayeti ite ilgili bir soru vardır. O da şudur: Bir şarta bağlı hüküm, ancak işferin neticesini bilmeyen kimseler hakkında güzel olur. Katâde bu­na şu şekilde cevap vermiştir: "Şüphesiz Cenâb-ı Allah onların ayaklarının ka­yacağını biliyordu. Fakat o, bunu, insanlar üzerinde bir hüccet olsun diye, ön­ceden haber vermiş ve bu husustaki ilâhî va'îdini bildirmiştir." [30]

 

Dördüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, buyurmasının manası, "emrolunduğunuz yoldan saparsanız" şeklindedir.Bu manaya göre, bu ifâdenin muhtevasına büyük küçük bütün günahlar girer. Çünkü bu sapma çok günahla meydana geldiği gibi, az günahla da olur. Bundan dolayı Allah Teâlâ, mü'minler günahın azın­dan da çoğundan da sakınsınlar diye, bütün bunlar hususunda, onların ilahî yoldan sapmalarına engel otmak için va'îdde bulunmuştur. Çünkü büyük günahlardan kaçınmanın vâcib (gerekli) olduğunda herhangibir şüphe yoktur. Bü­yük günahlardan olduğu bilinmeyen şeylere gelince, bunlar yüzünden ikâba müstehâk olunup olunmayacağı bilinemez. Binaenaleyh bunlardan da sakın­mak gerekir. [31]

 

Beşinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, 'size bey yineler geldikten sonra.." sözü aklî ve naklî bütün delilleri içine alır. Aklî deliller, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunun ancak kendilerinin sabit olmasından sonra sabit otan şeylere delâlet eden delillerdir. Meselâ, bu âlemin hadis ol­duğunu ve her türlü malûmatı bilen, her türlü mümkinata kadir olup, bütün ihtiyaçlardan âzâde olan bir Yaratıcı'ya muhtaç olduğunu bitmek gibi. Yine mucize ile sihir arasındaki farkı ve mucizenin doğruluğa delil olduğunu bilmek gibi.. Bütün bu gibi şeyler aklî delillerdendir. Naklî deliller ise, Kur'an ve Sün-net'teki açıklamalardır. Bütün bu deliller mevcud olduğu zaman mükellefin ma'zur sayılmaması bakımından, âyetin hükmüne dahildir. [32]

 

Altıncı Mesele                Başa Dön   

 

Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyet, insanın ancak açıklama  yapıldıktan sonra ve mazeretleri kaldırıldıktan sonra günahından dolayı sorumlu tutulabileceğine delâleteder. Çünkü ilâhî ceza, beyyinelerin gelmesi ve bulunması şartına bağlandı­ğına göre, bir fiile kesinlikle kadir olamayan kimse için va'îd-i ilahînin caiz ol­maması hükmüne bağlanması daha evlâdır. Bir de delillerden, ancak onlardan istifâde edebilecek gücü olanlar yararlanır. Bazan delil olmasa da, bunlar bu güçlerinden istifâde edebilirler. Âyet, nazar-ı dikkate alınan şeyin, mükellef ta­rafından yakînin değil, beyyinelerin bulunması olduğunu gösterir. İşte bu ba­kımdan âyet, arif (bilen) birisi gibi, tefekkür ve istidlal gücü olanlara da va'îd-i ilâhinin söz konusu olduğuna delâlet eder. Böylece bilen ve anlayan kimseler aleyhine herhangi ilâhî bir hüccetin olmayacağını iddia edenlerin görüşü bâtıl olmuştur." [33]

 

Allah Aziz ve Hakimdir

 

Hak Teâlâ'nın, "Biliniz ki Allah aziz ve ha­kimdir" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır: [34]

 

Birinci Mesele

 

Birisi şöyle diyebilir: "Allah Teâlâ'nın, 'Size beyyineler geldikten sonra yine kayarsanız" hitabı onların günahlarına ve suçlarına işarettir. Buna göre, "Allah aziz ve hakimdir" ifâdesi, ilâhi zecr ve tehdide nasıl delâlet eder?"

Buna şöyle cevap verilir: "Azîz", murad ettiği şeye manî olunamayacak kimsedir. Bu da ancak tam bir kudretle olur. Allah Teâlâ'nın bütün mümkînâta  kadir olduğu sabittir. Binaenaleyh O, her halükârda azîzdir. Böylece âyetin manası, "Size beyyineler geldikten sonra eğer (haktan) saparsanız, biliniz ki Allah, hiçbirinizin engelleyemeyeceği ve size kadir bir zattır. Binaenaleyh si­zin için murad ettiği herşeyi yapar" şeklinde olur. Bu, ileri derecede bir teh-diddir. Çünkü bu ifâde, "ikâb" (azab) lâfzının zikredilmesiyte yapılacak olan ilâhî tehdidin bulunduramayacağı her türlü korkuyu ve tehdidi kendisinde ta­şır. Çoğu kez baba çocuğuna:"Bana karşı çıkarsan, beni tanırsın, sana karşı olan gücümü ve kuvvetimi bilirsin" der. Bu söz, zecr (engelleme) hususunda, dövme ve benzeri şeyleri söylemekten daha kuvvetlidir.

İmdi şayet: "Bu âyet, ilâhî tehdidi ifâde ettiği gibi, ilahî va'ade de şâmil değil midir?" denilirse, biz, Allah'ın "hakîm" sözünü, "azîz" sözünün peşine getirmiş olması bakımından "evet" deriz. Çünkü Allah'ın hikmetine yakışan, O'nun iyilik yapan ile kötülük yapant aynı tutmamasıdır. Hakîm olan Allah'ın, kötülük yapana azab etmesi yerinde olduğu gibi, iyilik yapanı m ükâfaatIandır­ması da yerindedir. Hatta bu ikincisi O'nun hikmetine daha uygun ve yakındır. [35]

 

İkinci Mesele

 

Şeriat gelmezden önce.herhangi birşeyin vâcib (ge rekli) olamayacağını söyleyen kimseler, bu ayeti delil göstererek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, tehdid ve va'îdini, beyyinelerin gelmesi şartına bağlamıştır. Ayetteki "beyyinât" lâf­zı, herşeyi içine alan çoğul bir kelimedir. Binaenaleyh bu, ilâhî tehdidin, her-türlü beyyinenin gelmesi şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Halbuki şeriattan önce, her türlü beyyine bulunmamıştır. Bundan dolayı, o durumda ilâhî tehdi­din olmaması, ve şeriat gelmezden önce, herhangi bir vücûbun bulunmaması gerekir." [36]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Ebu Ali el-Cübbâî şöyle demiştir: "Eğer durum, cebriyenin dediği gibi, Allah Teâlâ sefih ve kâfirler­den, sefahat ve küfrü irâde etmesi şeklinde olsay­dı, Allah'ın "hakîm" diye vasıflandırıiması caiz olmazdı. Çünkü sefihlik yapan da ve onu irâde eden de sefih otur. Sefih ise "hakîm" (hikmetli) olamaz." Âlim­lerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Hakîm, işlerin neticelerini bilen kimsedir. Binaenaleyh, Allah'ın hakîm oluşu, bütün malûmatı bilmesi mânâsı­na gelir. Bu da, Allah Teâlâ'nın herşeyin yaratıcısı ve irâde edeni olması ile tezâd teşkil etmez. Aksine o bunu gerektirir. Çünkü biz, "Allah Teâlâ'nın ol­mayacağını bildiği birşeyi irâde etmesi halinde, kendisinin cahilliğini murad etmiş olacağını" açıklamıştık."

Onlar da: "Eğer bu gerekmiş olsaydı, Allah Teâlâ olmayacağını bildiği şeyi emrettiği zaman, kendisinin cahil sayılmasını kabullenmiş olurdu" demişlerdir.

Biz deriz ki: Bu ancak, bir şeyi emretmek, onun kendisiyle tamamlanaca­ğı şeyleri de emretmek olması takdirinde gerekir. Bu ise, bize göre imkânsız­dır. Eğer Cübbaî ve taraftarları, "Eğer böyle olmasaydı, teklîf-i mâla yutak gerekirdi" derlerse, biz de deriz ki, bize göre bu caizdir. Allah en iyi bilendir. [37]

 

Dördüncü Mesele

 

Nakledildiğine göre birisi, okumuş. Bunu bir bedevî duymuş ve yadırgayarak şöyle demiştir: Eğer bu ila­hî kelâm ise, o böyle demez. Çünkü hakîm olan birisi, hata işlendiği zaman gufrandan bahsetmez. Çünkü bu, günah işleyen kimseyi suça teşvik etmektir. [38]

 

"Onlar, ancak Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle beraber

kendilerine gelip de, işlerinin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a döndürülür"(Bakara, 210).

Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır: [39]

 

Birinci Mesele

 

 kelimesiyle ilgili geniş açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın,  "O vakit bazı yüzler neşeli ve sevinçlidir; Rabbine bakar" (Kıyame, 22) ayetinin tefsirinde gelmektedir. Alimler bu ayetteki (Bakara, 210) lâfzının,  (beklemek) manâsında olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elçiler neyle dönecekler ba­kayım, bekleyeyim" (Neml, 35) buyurmuştur. Buna göre Hak Teâfâ'nın, Ojjku Ja sözünden maksad, beklemek demektir.

 

Allah Hakkında "Gitmek-Gelmek" Gibi Tabirlerin Tevili                Başa Dön   

 

Aklî muhakeme yapan âlimler, Allah'u Teâlâ'nın, "gelmek" ve "gitmek" gibi fiillerden münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlara göre bu na, şu hususlar delâlet etmektedir:

a) Akaid ilminde sabit olduğuna göre, kendisi hakkında gelmek ve gitmek gibi vasıfların verildiği her şey, hareket ve sükûndan ayrılamaz.. Çünkü bu iki hakkında vasıf muhdestirler.Muhdesten ayrılmayan şeyde

muhdestir.Binaenaleyh,hakkında gelmek ve gitmek gibi vasıfların kullanılması doğru olan her şeyin muhdes ve mahlûk olması gerekir.Halbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.

b) Kendisi hakkında bir mekândan diğer bir mekâna geçmesi doğru her şey, küçüklük ve önemsizlik bakımından ya bölünmeyen bir cüz gibi (cüz'un la yetecezzâ) olur, ki bu insanların ittifakıyla bâtıldır; veyahutda, böyle ol­maz; aksine o çok büyük bir şey olur.. Böylece de onun iki tarafından birisi, diğerinden başka olur. Bu sebeple o, cüz ve parçafardan meydana gelen,"mürekkeb" bir varlık olmuş olur. Mürekkeb olan herşeyin tahakkuk etmesi hususunda, o cüzlerinden herbirinin ayrı ayrı tahakkuk edip gerçekleşmesine muhtaçtır. Halbuki onun cüzlerinden herbiri, "mürekkeb" olandan başkadır. Buna göre her mürekkeb, başkasına muhtaç olur. Başkasına muhtaç olan her şey, zâtı itibarıyla mümkin bir varlıktır. Zâtı gereği mümkin olan her varlık, var olması hususunda bir "müreccih" e ve bir "mûcid" e muhtaçtır. Böyle olan her şey, muhdes (sonradan olma), yaratılmış ve, kendisinden önce de yokluk dönemi bulunmuştur. Halbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.

c) Kendisi hakkında bir mekândan diğer bir mekâna intikâl etmesi doğru olan her şey, sınırlı ve sonlu demektir. Böylece o, aklen olduğu miktardan da­ha fazla veya daha noksan olması muhtemel olduğu halde, o muayyen bir mik­tarla tahsis edilmiş olur. Binaenaleyh onun bu muayyen miktara tahsis edilmesinin, mutlaka bir müreccihin tercihi ve bir muhassısın tahsis etmesiy­le olması gerekir. Halbuki böyle olan her şey, irâde ve ihtiyar sahibi olan bir failin fiili olur. Böyle olan her varlık da, sonradan olma ve yaratılmış bir varlık­tır. Binaenaleyh Kadîm ve Ezelî olan;Allah'ın|böyle olması imkânsızdır.

d) Biz, kendisi hakkında "gidip" ve "gelmek" gibi vasıfların kullanılması­nın sahîh olduğu varlığın Kadîm ve Ezelî bir İlâh olmasını caiz gördüğümüz zaman, bu durumda güneş ile ayın İlâh olmadıklarına hükmetmemiz mümkün olmaz. Âlimlerimizden bazı zeki kimseler şöyle derler: Güneş ve ayda, doğup ve batmaları caiz olan bir cisim olmalarının dışında, İlâh olduklarına hükmet­meye mâni olacak herhangi bir kusur yoktur. Allah hakkında gidip gelmek gi­bi vasıfları caiz gören kimse, niçin güneşin de İlâh olduğuna hükmetmesin? O halde, İlâh olduğunu iddia ettiği başka bir varlığın bulunduğuna hükmetme­ye onu zorlayan nedir?

e) Allah'u Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'den, onun, "Ben, batanları sevmem"(En'âm, 76) diyerek, yıldızların, ayın ve güneşin İlâh oluşları hususunda ta'n ve tenkidde bulunduğunu nakletmişttr. Halbuki, ke­limesinin mânası ise, doğup batmaktır. Binaenaleyh kim Allah hakkında do­ğup ve batmak gibi vasıfları caiz görürse, Hz. İbrahim (a.s)'in delilini tenkid; Cenâb-ı Hakk'ın, bu hususta Hz. İbrahim'i tasdikini de tekzîb etmiş olur.

f) Allah'ın laneti üzerine olsun Firavun, Hz. Musa'ya, "Alemlerin Habbi nedir?" (Şuarâ,23) sormuş ve ondan Allah'ın mâhiyetini, cinsini ve cevherini öğrenmek istemiştir. Buna göre şayet Allah'u Teâlâ şekil­lerle ve miktarlarla tavsif edilmiş bir cisim olsaydı, bu sorunun cevâbı ancak suret, şekil ve miktarın belirtilmesiyle verilmiş olurdu. Oysa ki Hz. Musa'nın, "Göklerin ve yerin Rabbi" (Şuara,24);"Sizin ve sizin ilk atalarınızın Rabbi"(Duhan,8 )'Doğunun ve batının Rabbi" (Müzzemmil, 9) şeklindeki ce­vabı, bir yanlış ve bir hatâ olurdu. Bu da, vermiş olduğu cevâp hususunda Hz. Musa'nın hatalı olmasını ve, "Muhakhak ki size yollanan peygamberiniz, hakikaten mecnûndur" (Şuara. 27) sö­zünde Firavun'un doğru olmasını gerektirirdi. Bütün bunlar bâtıl olunca, Allah Teâlâ'mn cisim olmaktan, bir mekânda bulunmaktan ve gidip gelme gibi vasıflanfhakkında kullanabilmemizden münezzeh olduğunu anlamış olduk.

g) Allah Teâlâ, "De ki "O Allah'tır, birdir" (ihlas. 1) bu­yurmuştur. Âyette geçen, vahdaniyette tam ve kâmil olan demektir. Her cisim, maksad ve işaret bakımından iki kısma ayrılır: Allah Teâlâ, cisim olma­sı ve bir mekanda bulunması imkansız olan bir "ahad' (Tek) olduğuna ve bir cisim olmayıp, bir mekân tutmadığına göre, O'nun hakkında "gitme" ve "gelme" gibi vasıfların kullanılması imkânsız olur. Yine Hak Teâlâ,"Onun bir adaşını (benzerini) biliyor musun?" (Meryem, 65) buyurmuştur. Eğer Allah Teâlâ, cisim olup bir mekanda bulunsaydı, cisim oluş bakımından diğer cisimlere benzerdi. Fakat ihtilâf cisim olmanın dışında mey­dana gelmektedir. Bu da, ya büyüklük veya sıfat ile keyfiyet bakımlarında mey­dana gelir ki, bu zatî bakımdan bir benzemenin bulunmasına bir zarar vermez. Yine Cenâb-ı Allah, "Onun gibisi yoktur" (Şura, 11) buyur­muştur. Eğer Allah, cisim olsaydı cisimler gibi olurdu.

h) Eğer Hak Teâlâ, cisim olup bir mekân tutmuş olsaydı, cisim olmanın umumîliğinde diğer cisimlerle aynı olurdu. Bu durumda da, husûsî zâtı itiba­rıyla, ya o cisimlerden farklı olur veyahut da olmaz. Eğer birinci ihtimal olursa, kendisiyle benzemenin meydana geldiği şey, farklılığa sebeb olan şeyden baş­kadır. Bu durumda O'nun cisim olmasının umumîliği, zâtının hususiliğinden başkadır. Bu ise imkânsızdır. Çünkü o husûsî zâtı, cisim olma mefhumuyla nitelediğimizde, cismi sıfat yapmış olurduk ki bu imkansızdır. Çünkü cisim, sıfatın âit olduğu zattır. Eğer biz, "cisim olma" mefhumuna mugayir olan ve "cisim" diye vasıflandırılmayan o husûsî zâtın var olduğuna hükmettiğimiz­de, Allah Teâlâ'mn zâtının "cisim" den anlaşılan şeyden farklı ve "cisim" di­ye nitelenmeyen bir şey olur. Bu da Allah'ın cisim olmasını nefyeder. Fakat, eğer, "Allah'ın zâtı cisim olmasından sonra, hususiyet bakımından diğer ci­simlerden farklı olmaz. Bu durumda da O, her halükârda diğer cisimler gibi olmuş olur. Binaenaleyh cisimler için söylenebilecek herşey, onun için de söy­lenebilir. Cisim muhdes (sonradan yaratılmış) olduğuna göre, Allah'ın zâtının da böyle olması gerekirdi. Halbuki bütün bunlar imkânsızdır. Böylece, Allah

Teâlâ'nın, cisim olmadığı,bir mekanda bulunmadığı ve hakkında "gitme" ve "gelme" caiz olmayan bir zât olduğu sabit olur" denilirse... [40]

 

Bu Ayeti Anlamakta Kelâmcıların Farklılıkları                Başa Dön   

 

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Kelamcılar, Hak Teâlâ'nın, "Onlar, ancak Allah'ın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar" âyetinin tefsiri hususunda şu değişik görüşlerle ihtilâf etmiş­lerdir:

1) Bu selef-i salihînin görüşüdür. Buna göre, gitme ve gelme gibi vasıfla­rın Allah'a nisbeî edilmesinin imkânsız oluşu, kesin delillerle sabit olunca, bu âyetten maksadın "gidip" "gelme" olmadığını; O'nun muradının başka ol­duğunu kesinkes anlarız. Bu başka muradın ne olduğunu belirlemeye çalış­sak bile, hata etmekten emin olamayız. Binanelayeh bu âyetin tefsiri hususunda susmamız ve âyetin tafsilâtlı ımanasını Allah'a havale etmemiz daha uygun olur.

İşte İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen şu sözden maksad budur:- "Kur'-an dört kısım üzere nazil oldu: Cahilliği sebebiyle insanların bilmedikleri kı­sımlar, âlimlerin bilip tefsir edebildikleri kısım, bizim sadece Arapcayı bilmemiz sebebiyle anlayabileceğimiz kısımlar, Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeye­ceği kısımlar." Biz bu görüşü,  (Bakara, 1)ayetinin tefsirinde enine boyu­na ele aldık.

2) Bu, çoğu kelâmcıların görüşüdür. Buna göre, bu âyeti tafsilâtlı olarak te'vil etmek gerekir. Sonra bu kelamcılar, bu hususta şu görüşlere yer ver­mişlerdir:

a) Allah'ın bu ayette bahsedilen "gelmesi" nden maksad, O'nun âyetle­rinin gelmesidir. Buna göre, âyetlerin şanını yüceltmek için, âyetlerin gelme­si, "Allah'ın gelmesi" olarak ifâde edilmiştir. Nitekim, hükümdar tarafından büyük bir ordu gönderildiği zaman,  denilir. Bu tefsirin doğrulu­ğuna Allah'u Teâlâ'nın bundan önceki, "Apaçık deliller size geldikten sonra eğer saparsanız, biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Baka­ra. 209) âyetinde bildirdiği şey delâlet etmektedir.

Böylece Allah'u Teâlâ bu ayeti men ve tehdit sadedinde zikretmiştir. Da­ha sonra Allah'u Teâlâ bu hususu, buyruğu ile te'kid etmiştir. Allah hakk ında gelmek vasfının kullanılmasının doğru olması halinde, Allah'u Teâlâ'nın sırf hazır olmasının tehdit ve men'e sebep olamıya-cağı malûmdur. Çünkü O gelip hazır olduğu zaman kâfirleri kovup onları cezalandırdığı gibi, mü'minleri de mükafaatlandırır ve onları kendine yakınlaştırır. Böylece, Allah'u Teâlâ'nın sadece gelmesinin tehdit ve vaîdine sebep olma­yacağı sabit olmuş olur. Ayet-i kerimeden kastedilen şey, sadece ve sadece ilahî tehdit ve ceza olduğuna göre, ayette O'nun heybetinin, kahr-u galebesi­nin ve tehdidinin gelmesinin takdir edilmesi gerekir. Biz bu manayı takdir etti­ğimiz zaman, şüpheler tamamıyla ortadan kalkar. İşte bu ayetin nazmına uygun olan güzel bir te'vildir.

3) Allah'ın, buyruğundan maksadın, O'nun emrinin gelmesidir. Bu konuda sözün dayanağı şudur: Allah'u Teâlâ bir işten bahsedip, onu kendisine ntsbet ettiğinde, eğer Allah'a nisbet edilen bu fiil im­kânsız olursa, vâcib olan, bu fiili ve mânayı te'vil etmektir. Nitekim ulemâ, "Ki onlar, Allah ile muharebe ederler" (Maide, 33) âyetine bunu uygulamış, bundan maksadın "O'nun dostlarıyla muharebe edenler" mâ­nası olduğunu söylemişlerdir. Yine Cenâb-ı Hak, "O köye sor" (Yûsuf, 62) buyurmuştur. Bundan maksad, "Köyün ehline sor" demektir. İşte böylece Allah'u Teâlâ'nın, ifâdesinden maksadı, "Onlara Allah'ın emrinin gelmesi" dir.

Yine, "Ve Rabbin geldi" (Fecr, 22) âyetinden maksad, O'nun emrinin gelmesidir. Burada muzâfın hazfedilip, muzâfın ileyhin onun yerine geçmesinden başka bir şey söz konusu değildir, ki bu meşhur bir mecazdır. Nitekim, "Emir falancayı dövdü; emir falan­cayı astı; emir falancaya verdi" denilir. Halbuki bu sözden maksat,emîrin!biz-zat kendisi olmayıp, onun bunu emretmiş olmasıdır. Bu te'vilin doğruluğunu şu iki husus da tekîd etmektedir:

a) Hak Teâlâ'nın, burada, (Fecr, 22) ayetinde de, gi­bi ifâdeleri, kıyametin durumundan haber vermektedir. Bu kıyamet sahnesini aynen Nahl sûresinde de zikrederek,'Onlar ancak, kendilerine meleklerin gelmesini veya Habbinin emrinin gelmesini bekliyorlar'' (Nahl, 33) bu­yurmuştur. Böylece bu hüküm, bu müteşabihi tefsir etmiş olur. Çünkü bütün bu ayetler, tek bir hâdise hakkında varid olunca, onların bir kısmını diğer kıs­mına hamletmek uzak sayılmaz, denilebilir.

b) Allah'u Teâlâ bu ifâdesinden sonra,  buyurmuştur. Eliflâ-m'ın, geçen bir ahd için olmasında şüphe yoktur. Böylece mutlaka bundan önce, bir işin geçmiş olması gerekir ki, eliflâm ona işaret etmiş oisun.. Bu da, bizim takdir ettiğimiz şeydir. Bu takdir de, Allah'u Teâlâ'nın, ifâ­desinden maksadın "Allah'ın emrinin onlara gelmesi" şeklinde olmasıdır.

Eğer, "Size göre Allah'ın emri kadîm bir sıfattır. Buna göre, gelmek işinin bu sıfata verilmesi imkânsızdır. Mûtezile'ye göre Allah'ın emri seslerden iba­rettir. Bu durumda bu sesler, araz olur.

Binaenaleyh, gelme işini ârâz olan şeylere vermek de imkânsız olur" denilirse, deriz ki:" Arapça'da emrin iki ma­nası yardır: Birisi fiil, durum ve yol manasıdır. Nitekim Hak Teâlâ,"Bizim işimiz, ancak bir göz kırpması gibi bir şeydir" (Kamer, 50) ve, "firavunun yolu doğru değildi" (Hud, 97) buyurmuştur. Darb-ı meselde de, "Herhangi bir işten dolayı Kasır burnunu kesmiştir."ve "Herhan­gi bir işten dolayı efendi olan efendi olur,yani bu durum boşuna değildir" de­nilmiştir. Âyette geçen "emr" fiil manasına hamledilir. Bu da, mahşer mey­danına yakışan dehşetli haller ve apaçık delilleri (âyetleri) ortaya koyma gibi fiillerdir. İşte bu, bizim söylediğimiz ilk te'vildir.

Fakat âyetteki, "emr" kelimesini, nehyin zıddı olan emir manasına alır­sak, bunun hakkında iki görüş ortaya çıkar:

a) Âyetin, takdirinin şöyle olmasıdır: "Kıyamet gününde bir münadi, "Dik­kat, Allah size şunu şunu emrediyor" diye çağırır İşte emrin gelmesi budur. Ayetteki "Bulutlardan gölgelikler içinde" tâbirinin manası da, "bulutlardan göl­geliklerle beraber" şeklindedir. Buna göre bu nidanın duyulması ile o gölge­lerin gelmesi aynı anda olur.

b) Bulutlardan olan gölgeler içinde Allah'ın emrinin gelmesinden murad, bu bulutların içerisinde belli birçok seslerin bulunmasıdır. Bu sesler, herkesin haketmiş olduğu saîd veya şaki olma hususundaki Allah'ın hükmüne delâlet ederler. Veya bundan murad, Allah Teâlâ'nın, bulutun beyaz oluşundan, o ya­zının da siyah olmasından ötürü, buluttan meydana gelen gölgeler içinde dü­zenli yazılar yaratmış olmasıdır. Bu yazılar ile, kıyamet meydanında bulunan kimselerle ilgili va'ad, va'îd ve benzeri şeyler anlaşılır. Böylece buluttan olan gölgenin faydası, Allah Teâlâ'nın onu indirmek istediği kavme bir işaret kılmış olması olur. İşte bu esnada o kavim, emrin yaklaştığını ve gelmek üzere oldu­ğunu anlarlar.

4) Âyetin manası şöyledir: "Onlar, sadece Allah'ın kendilerini tehdid etti­ği azab ve hesabının gelmesini beklerler." Buna göre âyette, onları tehdid için getirilecek şey hazfedil m iştir. Çünkü burada onların başına gelecek şey zik­redilmiş olsaydı, bu va'îd olarak onlara daha hafif gelirdi. Bu zikredilmeyince, onların fikri dağılıp, akıllarına her türlü şey geldiği için, bu daha beliğ olmuş­tur. Bunun bir misali de,"Hiç ummadıkları bir cihetten Allah (ın azabı) onlara geldi ve kalblerine korku saldı. Onlar evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle yıkarlar" (Haşr, 2) âyetidir. Yani, "Allah onları hiç ummadıkları bir yerde yardımsız bırak­mıştır."

"Nihayet Allah, onların binalarını tâ temellerinden (yıkmayı) diledi de üstle­rindeki tavan tepelerine çöktü. Hem bu azab onlara şuurlarının eremeyeceğl taraftan gelmiştir" (Nahi, 26) ayeti de böyledir. Buna göre ayette geçen, ifâdesinin adetâ bir tefsiri gibidir. Örfte de, zâlim bir kimsenin devlet başkanı olduğu duyulduğu zaman,"Falanca zulmü ve çevri ile bize geldi" denilir. Şüphesiz ki bu ifâde meşhur bir mecazdır.

5) Ayetteki,  (gölgelikler içinde) süzündeki Jt harf-i cerri, "bâ" harf-i cerri manasınadır. Harf-i çerlerden bazısı bazısı yerine kullanılabilir. Bu­na göre âyetin takdiri, "Onlar ancak, buluttan gölgelikler ve meleklerle birlik­te Allah'ın gelmesini beklerler" şeklinde olur Bundan maksad ise, meleklerle birlikte, bulutlar içinde Allah'ın azabının onlara gelmesidir.

6) Ayetten maksad, kıyametin büyüklüğünü, dehşetini ve şiddetini can­landırmaktır. Çünkü bütün günahkârlar davalaşmak için bir araya toplandık­larında bu davada hâkim olan zât, kahretme bakımından sultanların en güçlüsü, heybet bakımından da en yücesi olunca, bu günahkârlara davanın neticelen-dirilmesi için o sultanın orada bulunmasından daha zor gelen başka bir vakit yoktur. Binaenaleyh burada Allah'ın zikredilmesinden murad, Allah'ın heybe­tinin iyice tasvir edilmesidir. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın,"Onlar, Allah'ı hakkıyla takdfr etmediler (bilemediler). Halbuki kıyamet günü yeryüzü tamamen O'nun avucundadır. Gökler de O'nun sağ elinde durulmuştur" (Zümer. 67) ayetidir. Bu ayette avuç, sağ el ve dürülme, tasvir edil­meden getirilmiştir.

Ancak Allah'ın sânının yüceliğini anlatmak için, bilinme­yen şeyler bu bilinenlere benzetilerek tasvir edilmiştir. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Allah en iyi bilendir.

7) Bu (söyleyeceğimiz izah) bana göre, geçenlerin hepsinden daha açık­tır. Çünkü biz, âyetinin yahudiler hakkın­da nazil olduğunu söylemiştik. Bu takdire göre, Cenâb-ı Hakk'ın,Eğer size bunca açtk deliller geldikten sonra saparsanız, bilinizki  aziz ve hakîmdir" ayeti, yahudilere hitaptır. Bu durumda,ayeti yahudiler hakkında olmuş olur. Buna göre mana: "O yahudiler, senin dinini, ancak Allah'ın kendilerine bulutlardan olan gölgelikler ve meleklerle beraber gelmesi duru­munda kabul ederler" şeklinde olur. Görmüyor musun, onlar Hz. Musa (a.s)'ya da aynısını yaptılar ve, "Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız" (Bakara. 55) dediler. Bu, yahûdilerin durumunu anlatan bir ayet olunca, âyeti zahirî manasına hamletmek imkânsız olmaz. Çün­kü yahudiler "teşbih"[41] inanıyor,Allah hakkında gitme-gelme gibi vasıfların kullanılabileceğini kabul ediyor ve: "Allah, Tür dağında buluttan gölgeler için­de Hz. Musa'ya tecelli etmiştir" diyorlardı. Hz. Musa (a.s)'dan istediklerini, aynen Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında da istemişlerdir. Bu takdire göre, âyette ifâde edilen şey, teşbih inancında olan yahûdilerin itikadından nakledi­len birşey olur. Böylece de ne âyeti te'vil etmek gerekir, ne de lâfzını mecaza hamletmeye ihtiyaç duyulur. Hülâsa bu âyet, Allah'ın kendilerine gelmesini bekleyen bir kavmin bulunduğuna delâlet eder. Âyette, bu kimselerin inana­rak veya inanmadan

beklemiş olduklarına herhangi bir işaret yoktur. Bu tak­dire göre, buradaki müşkit ortadan kalkar. Eğer, "Bu te'vile göre,''ve işler Allah’a döndürülür" âyetinin, kendisinden öncesiyle nasıl irtibatı sağlanır?" denirse, biz deriz: Bu husustaki izah şöyle­dir: Allah Teâlâ, onların bu fâsid şarta bağlı olarak dini kabul etmeleri hususundaki inad ve beklemelerini nakledince, bunun peşisıra bir tehdid olacak şeyi zikrederek, "Ve işler Allah'a dönderilir" buyurmuştur. Bence bu izah, geçenlerden daha açıktır. Allah, kelâmının hakikatim en iyi bilendir.

8) Kaffâl'ın Tefsirinde Ebu'l-Âliye'den naklettiği şu izahdır: "Gölgelik­ler içinde gelme" işi meleklere nisbet edilir. Buna göre, Allah Teâlâ'ya sade­ce "gelme" nisbet edilir." Binaenaleyh Ebu'l-Aliye, bu ayette bir takdim ve tehirin (öne alma, sonraya bırakma) olduğunu söylemiş, ve bu görüşünün doğ­ruluğuna da, ayeti, şeklinde

okuyanların kıraatini şahid getirmiştir. Kaffâl (r.h) bu te'vilin hoş ol­madığını ifâde etmiştir.

Allah Teâlâ'nın, "Buluttan olan gölgelikler içinde" ayetine gelince, bil ki,  kelimesi, 'ün çoğuludur.  kelimesi, "Allah'ın seni gölgelendirdiği şey, gölgelik" manasınadır. Halbuki bulut, an-:ak birbirine girip kat kat olduğu zaman böyle (gölge verir). Buna göre "bulut­tan gölgeler" ifâdesi, her parçası kesif ve kocaman olan, ayrı ayrı parçalardan ibarettir. Binaenaleyh her parça bir gölgeliktir. Bunun hepsi de gölgeler ol­muştur. Nitekim Hak Teâlâ, "Onları, gölgeler gibi dal­ga büriidüğü zaman..." (Lokman,32) buyurmuştur. Bazıları âyeti, şeklinde okumuşlardır. Bu,  keli­mesinin de, Jîfe kelimesinin çoğulu olması muhtemeldir.  lâfzının, şeklinde cemî olması gibi. Bunun aynı zamanda,  kelimesinin çoğulu ol­ması da muhtemeldir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Mâna, onlar ancak kendilerine, Allah'ın kahr ve azabının buluttan gölgeler içerisinde gelmesini beklerler. Bu­na göre eğer, "Onlara Allah'ın azabı niçin bulut içinde gelmiştir?" denilirse, biz şu sebeplerden dolayı olduğunu söyleriz:

a) Bulut, rahmet yeridir. Buluttan, rahmet yerine azâb gelince, durum son derece ürkütücü olur. Çünkü kötülük umulmadık bir taraftan geldiği zaman, son derece şiddetli ve ürpertici olur.Nitekim hayır da hiç beklenmedik bir ta­raftan gelince, son derece sevindirici olur. Buna göre hayrın beklendiği yer­den şer gelince.ya durum nasıl olur,(bir düşün)? İşte bundan dolayı Allah'ın kitabın; tefekkür eden kimselere, O'nun, "Onlara Allah taraûndan, hiç ummadıkları bir şey gelmiştir" (Zümer. 47).

b) Bulutun inmesi, kıyamette meydana gelecek olan en şiddetti korkular için bir alâmettir. Nitekim Cenâb-ı Hak,

"O gün semâ, bulutlar ile parçalanacak, melekler de indirildikçe indirile­cek. .. O gün hak ve mülk, çok esirgeyen Allah 'indir. Bu gün, kâfirler İçin son derece zor bir gündür" (Furkan, 25-26) buyurmuştur.

c) Buluttan sayısız ve sonsuz yağmur damlaları iner. Tıpkı bunun gibi bu buluttan, sınırsız azâb katreleri de indikçe iner...

Allah Teâlâ'nın,  sözü,geçen kelimeye atıftır. Buna göre tak­dir, "Onlar meleklerin de gelmesini beklerler" şeklinde olur. "Meleklerin gel-mesi"ni hakiki manaya hamletmek mümkündür. Binaenaleyh, bu gelme işini hakiki manaya hamletmek gerekir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "On­lar, Allah'ın emrinin, ayetlerinin ve bunlarla beraber meleklerin gelmesini bek­lerler," Melekler, kıyamet hükümlerinden hor ve hakir etme, azâb etme gibi emrolundukları şeyi yerine getirmek için gelirler. [42]

 

Allah Teâlâ'nın,  "ve iş bitirilir" ifâdesi hakkında birkaç mesele vardır:

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Bunun manası, "onların tehdid edildikleri iş bitirilir" demektir. Bu esnada, onların hiçbir hataları affedil­mez, hiçbir cezaları geri çevrilemez ve başlarına ge­leni savuşturma hususunda hiçbir çare fayda vermez. [43]

 

İkinci Mesele

 

ifâdesinin manası "emir yerine getiril mesi..." demektir. Buna göre âyetin takdiri, "Onlar ancak Allah'ın

kendilerine gelmesini ve emrin ifâ edilmesini beklerler" şeklindedir. Böylece mazi fiil, muzarîfiil yerinde getiril­miş olur. Bunun misali, Kur'an'da ve bilhassa ahiretle ilgili ayetlerde pek çok­tur. Çünkü ahirete dâir şeylerden, çoğu kez mâzî (geçmiş zaman) fiillerle haber verilir. Nitekim Allah Teâlâ"Hani Allah, "Ey İsa b. Meryem, insanlara sen mi beni ve annemi ilah edininiz" dedin demişti.." (Mâide,116) buyurmuştur Bu mecazî üslûbun tercih ediliş sebebi ikidir:

1) Ahiretin yakınlığına dikkat çekmedir. Sanki kıyamet kopmuş ve Allah'­ın olmasını, murad ettiği şey olup bitmiş gibidir.

2) Herkesin yaptığının cezasını görmesi için kıyametin mutlaka kopacağı­nı iyicete'kid etmektir. Binaenaleyh 'kıyametin kopacak olmasının kesin olması sebebiyle, sanki olup bitmiş gibi kabul edilmiştir. [44]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayette zikredilen "emir" mahlûkat arasında hükmedip, herkese hakkını vermek ve mükelleflerden herbirini   cennet veya cehennemdeki yerine ulaştırmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Emir (iş) bittiği zaman şeytan (kâfirlere) şöyle der: "Şüp­hesiz Allah size gerçek va 'adde bulunmuştu.." (İbrahim, 22) buyurmuştur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: tâbiri kıyamet hallerinin fasılasız olarak bir çırpıda olacağını gösterir. Çünkü Allah Teâlâ'nın kazasını savuşturacak ve hükmüne manî olacak hiçbir güç yoktur. [45]

 

Dördüncü Mesele

 

Mu'az b. Cebel, lâfzının üzerine atfetmek için, bu kelimeyi  şeklinde merfu bir  masdar olarak okumuştur.

 

Bütün İşler Allah'a Döndürülür

 

Allah'u Teâlâ'nın, "ve bütün işler Allah"a döndü­rülür" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [46]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Mücesslme'den bazıları şöyle demişlerdir: "Ayetteki, harf-i cerri intihâ-i gaye içindir. Bu da, Al­lah'ın kıyamet günü kendisine varılabilecek bir yerde bulunmasını gerektirir." Ehl-i Tevhid Mücessime'nin bu görüşte olanlarına, şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

a) Allah'u Teâlâ kullarını dünyada, mahlûkatına dair pek çok işe mâlik kılmıştır. Kullar ahirete intikâl ettiklerinde, Allah'tan başka hiç kimse onlar hak­kında hüküm verme yetkisine haiz değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O zaman, emr yalnız Allah'a mahsustur" (Infitâr, 19) buyur­muştur. Bu Araparın tıpkı, bir kimsenin o işe bakma yetkisini sadece onda gördüğü zaman, "İşimiz emire kaldı" demesi gibidir. Bunun bir benzeri de, kıyamet günü bütün varlıklar Allah'ın mülkü ve kudreti dahilinde olduğu halde, Allah'u Teâlâ'nın, "Dönüş Allah'a­dır" (Al-i İmran, 28) demesidir.

Ebu Müslim şöyle demiştir: Allah'u Teâlâ, imtihan ve deneme yurdu olan dünyada herkesi, imtihan gayesiyle birçok şeye mâlik kılmıştır. Bu dünyanın işleri sona erip biz sevâb ve ceza yurdu olan ahirete ulaştığımızda bütün işler bir olan Allah'a ait olur. Bu böyle olunca, Allah korkulmaya ve itaat olunmaya müstehak varlık olur; kul da, emrolunduğu gibi gerçek barış olan İslâm'a gi­rer, nehyolunduğu gibi de, şeytanın adımlarına tâbi olmaktan kaçar. [47]

 

İkinci Mesele

 

İbn Kesir, Ebu Amr ve Asım, anlamına gelmek üzere tâ harfinin zammesiyle, şek­linde okumuşlardır. O'nu geri dönderdim anlamın­da,  denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vallahi eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Fussilet, 50). "Vallahi, eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Kehf,36)"Sonra da, Hak Mevlâlan olan Allah'a döndürüldüler..." (Enam, 62) ve, "Rabbbm, beni dünyaya geri döndür; ki ben, salth bir amel işleyeyim" (Mümmûn, 99-100) buyurmuştur. Yani, demek­tir. İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, tâ harfinin fethasıyla, şeklinde okumuş­lardır. Yani, "döner, sayrûret eder, intikâl eder..." Hak Teâlâ'nın,"İyİ biliniz ki, bütün işler Allah'a varır, intikal eder" (Şûra.,53). "Muhakkak kt onların varışları, dönüşleri bizedir" (Gâşiye, 25) ve, "Varışınız Allah'adır" (Hud, 4) âyetlerinde olduğu gibi.

Kaffâl (r.a) şöyle demiştir: Bu iki kıraate göre de, mânalar birbirine yakın­dır. Çünkü işler, neticede Allah'u Teâlâ'ya varır, intikâl eder. Allah (c.c) da, dünyayı sona erdirip, kıyameti koparmak suretiyle bütün işleri kendisine dön­dürür. Kaffâl sözüne devamla şöyle der: Hak Teâiâ'nın, "İş­ler döner" ifâdesinde üç mâna vardır:

a) Bu, biraz önce zikrettiğimiz mânadır; bu da, Cenâb-ı Hakk'ın bütün iş­leri kendisine döndürmesidir. Nitekim yine bu âyette, İşlere hükmedip onları bitiren kendisi olduğu halde, İş bitirildi" buyurmuştur.

b) Bunun,"Falanca kendisini beğeniyor" sözlerin­de olduğu gibi, Arapların kullanmış olduğu bir üslûb üzere gelmesidir. Yine bir kimse başkasına, her ne kadar onu götüren olmasa bite  "Seni nereye götürüyor?" demesi de böyledir.

c) Mahlûkatın zât ve sıfatları, kendilerinin yaratılmış ve muhdes, hesaba çekileceklerine şehâdette bulunup, mahlûkat da işlerini Allah'a havale edin­ce, o zaman Allah'u Teââ'nın, sözünün mânası, "Kullar, ken­di nefislerinin şehâdetiyle o işleri Allah'a ve O'nun hükmüne havale ederler" şeklinde olur. Bu Allah'ın tıpkı"Gök­lerde ve yerde bulunan şeyler Allah'ı teşbih ederler" (Teğabun,1) demesine ben­zer. Çünkü bu teşbih lisânın konuşmasıyla değil, halin şehâdetiyledir. Hak Teâ­iâ'nın, "Göklerde ve yerde bulunanlar, ister istemez Allah'a secde ederler" (Rad,15)ayeti de bu mânaya hamledilir.

Bu ayet-i kerime şu şekilde de tefsir edilmiştir: Mü'minler, Allah'a istekli olarak; kâfirler de nefislerinin Allah'ın kulları olduklarına şehâdet etmesi se­bebiyle, istemeyerek secde ederler. Bu tefsire göre, "Kullar işlerini Allah'a ha­vale ederler ve o işlerinin Allah'a varacağını itiraf ederler. Mü'minler bunu sözleriyle; kâfirler ise hallerinin şehadetiyle ifâde ederler" denilmesi caiz olabilir. [48]

 

Seele Fiili ve Kem Edatı Hakkında Bilgi

 

"İsrailoğulianna sor; biz onlara apaçık nice ayetler verdik! Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse, bilsin ki Allah'ın cezası çok çetindir "(Bakara, 211).Ayet hakkında birkaç mesele vardır: [49]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Aslında,  idi. Arapçada çok kullanıldığı için hafiflik ve kolaylık olsun diye, ayne'l fiil olan hemze terkedilerek, harekesi kendisinden önceki harfe verilmiş, bundan dolayı da vastl elifine ihtiyaç duyulmamıştır. Kutrub da, bu fiilin, (Aslan kükredi-kükrüyor) gibi, gibi, şeklinde çekildiğini; emrinin, gibi,  olduğunu söylemiştir. Bu kalıba göre Nâfi ve Ibn Amir,"Bir soran sordu" (Meâric,1) ayetini, ve  vezninde, şeklin­de okumuşlardır. Ayet-i kerimede geçen, lif lâfzı, adet ifâde etmek için kul­lanılmış ve sükûn üzere mebnî olan bir isimdir. Bunun, teşbih katının,  ile terkîb teşkil ettiği; daha sonra da, lâfzı kısaltılarak, mîm harfinin sükûn kılındığı ve istifham mânasını tazammun ettiği için sükûn üzerine mebnî kılın­dığı da söylenmiştir. Bu kelime, bazen haberiyye, bazan da istifham ifâde et­mek için kullanılır. Arap lehçelerinin ekserisi, haberiyye için olduğu zaman, kendisinden sonra gelen ismi mecrûr; istifham mânasına kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra gelen ismi mansûb okumuşlatrdır. Araplardan, bu ke­lime haberiyye için kullanıldığı zaman kendisinden sonra gelen ismi mansûb; istifham için kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra gelen ismi mecrûr oku­yanlar da vardır. Bu kelimenin, mevzu bahis ayetimizde istifhâmiyye ve haberiyye olması mühtemeldir. [50]

 

Bu Ayetin Daha Önceki Kısımla Münasebeti

 

Bil ki, bundan kastedilen, "Sana bu âyetlerden haber vermeleri,böylece senin de onları öğrenmen için

İsrâiloğullarına sor!" mânası değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Allah'ın bu durumları kendisine

bildirmiş olması sebebiyle, bunları biliyordu. Bilâkis bundan maksad, Allah'ın delillerinden yüz çevirmeden men etmek hususun­da, iyice açıklamada bulupmak ve dikka| çekmektir. Bu sözün izahı şydur: Al-lah'u Teâlâ,"Ey iman edenler, toptan İslâm'a (veya sulha) girin ve, şeytanın adımlarına tâbi olmayın" (Bakara, 208) buyurmuş, böylece İslâm'ı emretmiş, küfürden de nehyetmiştir. Daha sonra da, buyurmuş, yani "Siz bu tekliften yüz çevirirseniz,i ''Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Bakara, 209) ayetiyte beyan ettiği tehdidine müstehak olursunuz" demek istemiştir. Daha sonra da bu tehdidini, "Onlar ancak, Allah'ın meleklerle be­raber buluttan gölgeler içinde gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) beyan et­miş, daha sonra üçüncü olarak da bu tehdidini,  "İsrailoğullanna sor..." (Bakara, 211) ayetiyle pekiştirmiştir. Yani şu mevcut olanlara, "Bizim onların atalarına apaçık ayetler verdiğimizi; onların ise, bu ayetleri in­kâr ettiklerini, böylece de Allah'u Teâlâ'nın azabını muhakkak olarak hak ettiklerini" bir sor! Bu, şu anda mevcut olanların, "Şayet Allah'ın ayetlerin­den yüz çevirirlerse, daha önce yaşayanların azaba duçar olmaları gibi, bun­ların da azaba duçar olacaklarına" dikkatlerini çekmektir. Bu geçmişi anlatmaktan maksat, Hak Teâlâ'nın da "Kıyaslayın ey akıl sahipleri" (Haşr, 2) ve, "Muhakkak ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır" (Yu­suf, 111) ayetlerinde de olduğu gibi, başkaları bakanından ibret almalarıdır. Âyet­ler arasındaki irtibatın beyân edilmesi, işte bundan ibarettir. [51]

 

Üçüncü Mesele

 

Ebû Amr,lâfzında, vâv ve fâ harfine bitişmesi durumu ile (vâv ve fâ harfinin olmadığı) isti'nâf halinin arasını birbirinden ayırmış, buna göre,  "Onlara, bunu hangisinin savunacağım sor" (Kalem,40) ayetin hemzesiz, "Köye sor" (Yusuf, 82)"Hitabı okuyanlara sor" (Yunus, 94) v "Allah'tan, onun fazlını isteyiniz" (Nisa, 32) ayetlerini de hemzeli okumuştur. Kisaî ise, bunların arasında herhangi bir fark görmemiş, bunların hepsini hem-zesiz olarak okumuştur. Bu iki okuyuş şekli arasındaki farkın izahı şöyledir:Müste'nef cümlelerde tahlif, müstakil otan ve kendisiyle başlanılan hemzenin düşürülmesine neden olur.Kendisinden önce vav ve fa harfinin bulunduğu durum böyle değildir.Kisai,Mushafın yazılış şekline uymuştur.Çünkü bütün Mushaflarda bu elif düşmüştür. [52]  

 

İsrailoğullarına Gösterilen Mucizeler Ve Onların Nankörlükleri                Başa Dön   

 

Allah'u Teâlâ'nın, buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

1) Bundan murad, Musa (a.s)'nın denizi yarmak, bulutlarla gölgelendirmek, kudret helvası ve bıldırcın

eti indirmek, dağı yukarı kaldırmak, buluttan Allah'u Teâlâ'nın, Hz. Musa'ya konuşması, onlara Tevrat'ı indirmesi ve onlar için hi­dayeti küfürden ayırması gibi, mucizeleridir. İşte bütün bunlar, apaçık âyet ve delillerdir.

2) Bunun mânası şudur: Biz onlara, Hz. Muhammed'le ilgili, kendisiyle O'nun doğruluğunu ve şeriatının gerçekliğini bilecekleri nice açık hüccetler verdik.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın nimetini kim değiştirir­se" âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: [53]

 

Birinci Mesele

 

Tahfif ile, şeklinde okunmuştur.

 

İkinci Mesele

 

Ebu Müslim, bu ayette bir hazf olduğunu ve bunun takdirinin, "Biz onlara apaçık nice ayetler vermiştik de, onlar bunu inkâr etmişlerdi" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ancak böyle bir hazfe, Cenâb-ı Hakk'ın, sözü delâlet

etmektedir. [54]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Buradaki, "Allah'ın nimeti" ile ilgili iki görüş vardır:

1) Bundan murad, Allah'ın ayet ve delilleridir. Bun­lar, Allah'u Teala'nın nimetlerinin en yücesi ve kıymeti ileri ndendir. Çünkü bun­lar hidâyete ve sapıklıktan kurtulmaya birer vesiledirler. Bu görüşe göre, bu nimetlerin değiştirilmesi hakkında değişik iki açıklama vardır:

a) "Apaçık ayet" ten muradın, Hz. Musa'nın mucizeleri olduğunu söyle-yenter, bu nimetlerin değiştirilmesinden muradında, Allah'u Teala-nın bunları onlara hidayet vesilesi olsun  izhar edip gösterdiğini, fakat ontenn bunları,

"Buniar da onların küfürlerine küfür kattı" (Tevbe, 125) ayetinde beyân edildiği gibi, sapıklıklarına sebep

kılmaları olduğunu söy­lemişlerdir.

b) "Apaçık ayet" ten muradın, Tevrat ve İncil'deki Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden şeyler olduğunu söyleyenler, "Allah'­ın nimetlerinin değiştirilmesinden murad, bu delilleri tahrif edip, onlara şüp­heler sokmaktır" demişlerdir.

2) "Allah'ın nimeti"nden murad, onlara verdiği sıhhat, güvenlik ve kendi kendine yetme vesileleridir. Allah'u Teâlâ da, onlar inkâr yoluna saptıkları za­man bu nimeti gazâb ile değiştirmiştir. Ama, buna sebep kendileri olduğu için, bu değiştirmeyi onların kendilerine izafe etmiştir. Onların buna sebep oluşları da, onların bu apaçık ayetlerle amel etmeleri gerekirken bunu terketmeleridir.

Cenâb-ı Allah'ın, "Ona geldikten sonra" buyruğunun mânası, "Onu iyice anlayıp bildikten sonra; veya onu iyice kavradıktan, belle­dikten sonra" demektir. Nitekim Allah'u Teâlâ,"Onu iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlar" (Bakara, 75) buyurmuştur. Çünkü onları iyice anlayıp kav­ramadıkça, sanki onlar o kimse tarafından hiç bilinmemiş gibi olurlar. Eğer biz âyetteki nimeti sıhhat, emniyet ve kendi kendine yetme gibi, dünya ile alâ­kalı bir şeyle izah edersek, muhakkak ki bu sebeplerin meydana gelmesi es­nasında, öncelikle yapılması gereken şükretmek; yapılması çok çirkin olan da küfretmek olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, cezası çok çetin olandır" buyur­muştur.

Vahidî (r.a) şöyle demiştir: "Bu kelâmda bir hazf bulunmaktadır. Ve bu­nun mânası da, "Allah ona (böyle davranana) karşı cezası çok çetin olandır" şeklindedir." Ben de şöyle diyorum: Abdulkâhir en-Nahvî, "Delâilu'ı-i'câz" isimli kitabında, bu hazfin terkinin daha uygun olduğunu; çünkü, ayetten mak­sadın, Allah'u Teâlâ'nın şu veya bu kimse için,  olduğuna dik­kat etmeksizin, O'nun zât-ı İlahi'sinin, olduğunu açıklayarak kulları korkutmak olduğunu beyan etmiştir. Sonra Vahidî şöyle demiştir:  cürüm ve suçun hemen peşinden gelen azâb demektir. [55]

 

"İnkâr edenlere, dünya hayatı süslenmiştir. Onlar, iman edenlerle alay ediyorlar. Halbuki, muttaki olanlar kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir" (Bakara, 212).Bil ki Hak Teâlâ, daha önce delilleri ve peygamberleri yalanlayan, bu de­lillerden yüz çeviren ve Allah'ın nimetlerini, kendilerine geldikten sonra de­ğiştiren kâfirlerin halini zikredince, bunun peşinden onların bu yolu tutmalarının sebebini açıklayarak, buyurmuştur. Bu sözün gayesi, müslümanlara, fânî ve geçici dünya süsünü, bakî ahiret derecelerine tercih eden kâfir ve müşriklerin akıllarının ne kadar yetersiz olduğunu bildir­mektir. 8u âyetle alâkalı bazı meseleler vardır: [56]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak, birkaç sebepten dolayı, yerine  demiştir:

1) Ferrâ'nın görüşüdür: kelimesiyle, kelimesi bir mânâya gelir. Eğer bunlar müennes addedil i rlerse bu, lâfızları ba­kımındandır. Eğer müzekker sayılırlarsa, bu da mânaları bakımındandır. Nite­kim Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 275) ayetindeki, kelimesi ile, (Hûd, 67) ayetindeki, kelimeleri de böyledir.

2) Zeccâc'ın görüşüdür: Buna göre. kelimesi, hakiki müennes bir ke­lime değildir. Çünkü bu, yi (kadın) ve,  (erkek); (dişi de­ve) ve, (erkek deve) kelimelerinde olduğu gibi, mukabilinde müzek­ker bulunan bir canlı değildir. Bilakis, ve kelimeleri ile aynı mânaya gelir. Binaenaleyh, Allah'u Teâlâ sanki, "Kâfirlere dünya ha­yatı ile beka duygusu süslenmiştir" buyurmaktadır.

3) İbnu'l-Enbarî'nin görüşüdür. O, şöyle demiştir: Allah'u Teâlâ burada, dememiştir, çünkü,  fiili ile, bunun nâib-i faili olan, sözünün arası, lâfızlarıyla fasledilmiştir. Müennes olan bir fâilin fiili ile, bu fiil arası, araya giren bir kelime ile (fasıl) ayrılırsa, fiilin müzekker getirilmesi güzel olur.Çünkü fasıl, fiile müenneslik tâ'sının gelmesine lüzum bırakmaz. [57]

 

Müreffeh Kâfirlerin Müminlerle Alay Etmeleri                Başa Dön   

 

Alimler bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili birçok rivâyet zikretmiştir:

1) İbn Abbas (r a) şöyle demişttr: Bu ayet, Ebû Ce­hil ve diğer Kureyş önderleri hakkında nâzit olmuş­tur. Onlar, Abdullah İbn Mesûd, Ammâr, Habbâb, Ebû Huzeyfe'nin kölesi Salim, Amir İbn Füheyre ve Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh gibi fakir müslümanlarla, kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken, onların fakr-ü zaruret için­de bulunmaları ve çeşitli eziyyetlere katlanmaları sebebiyle, alay ediyorlardı.

2) Benû Kurayza, Benû Nadîr ve Benu Kaynuka yahudilerinin iteri ge­lenleri ve âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.

3) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Abdullah İbn Ubeyy ve ave­nesi gibi münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı."

Bil ki âyetin bütün bu anlatılanlar için nazil olmuş olmasına bir manî yoktur. [58]

 

Dünyayı Süslü Gösterenin Cenab-ı Hak Olduğu Konusunda Mutezile İle İhtilaf

 

Âlimler, bu "tezyin " (süsleme)'nin keyfiyeti hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mutezile, bu hususta birkaç vecih zikretmiştir:   .                    

1) Cübbai şöyle demiştir:Burada süsleyen cinlerin ve insanların azgınlarıdır. Onlar, kâfirlere dünya hırsını süslü göstermişler, gözlerinde ahiret tarafını çirkinleştirmişler ve onla­ra ahiret hususunda söylenen şeylerin doğru olmadığını, binaenaleyh dünya­daki yaşantılarını bozmaları gerektiği vehmini vermişlerdir.

Cebriye'nin söylemiş olduğu, "Allah'u Teâlâ bunu süslemiştir" görüşü, bâtıl ve yanlıştır. Çünkü bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğundan ha­ber vermektedir. Eğer burada süsleyen Allah'u Teâlâ olsaydı, bu süsleme hu­susunda ya doğru olurdu veya yalancı olurdu. Eğer doğru olursa, süslediği şeyin güzel olması gerekir. Bu durumda da onu güzel görerek yapan kimse, doğru yapmış olurdu. Bu, kâfirlerin küfür ve günahta doğru iş yapmış olmala­rını gerektirir. Halbuki bunu söylemek küfürdür. Eğer Allah bu süsleme husu­sunda yalancı ise, o zaman bu, Allah'u Teâlâ'nın hiç bir sözüne ve haberine güvenillmeme sonucuna götürür. Bunu söylemek de küfürdür. Binaenaleyh, ayetteki "süsleyen" den muradın şeytan olduğu doğru olur." İşte Ebü Ali el Cübbaî'nin Tefsîr'inde, bu hususta söylemiş olduğu sözün tamamı budur.

Ben de derim ki: Bu görüş 'zayıftır. Çünkü, “İnkâr eden­lere süslendi" âyeti, bütün kâfirleri içine almaktadır. Bu durumda da, bütün kâfirler için tek bir "süsleyici" nin olmasını gerektirir. Bütün kâfirler için "süsleyici" olanın, kâfirlerin dışında başka birisi olması gerekir. Ancak, "Kâ­firlerden herbiri, diğerine dünya fıayatmı süslü gösteriyordu" denilirse, o za­man bu bir devr-i fasit olur. Böylece, bütün kâfirlere küfrü süsfû gösterenin,, kâfirlerin dışında birisi olması gerekir. Bu durumda Cübbai'nin, "Burada süs­leyenin sanların ve cinlerin azgınlarıdır" sözü yanlış olur. Çünkü, bu azgınlar da, kâfirlere dahildir. Biz ayette bahsedilen süsleyenin kâfirlerden başkaları olması gerektiğini açıkladık. Böylece Cübbaî'nin te'vilinin zayıf olduğu sabit olmaktadır.

Cübbaî'nin, "Bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğunu haber vermektedir" sözü kabul edilemez. Aksine bir şeyi süsleyen, o şeyi bir süs ile vasıflayan kimsedir. Zînet ve süs ise, bir şey ile kâim olan ve o şeyin kendi­siyle süslü olduğu bir sıfattır. Bu izaha göre, Cübbâî' nin sözü sakıt olmaktadır.

Sonra biz, eğer bir şeyi süsleyenin onun güzelliğinden haber vermekte olduğunu kabul etsek bile, şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "Allah'u Teâ-lâ onun güzelliğinden haber vermektedir. Bundan murad şudur: Allah'u Teâlâ onda bulunan lezzet, güzellikler ve rahatlardan haber vermiştir. Bunlardan haber vermesi ise yalan değildir. Bunları tasdik etmek de küfür değildir." Böy­lece Ebu Ali el-Cübbaî'nin bu konudaki sözü tamamen düşmektedir.

2) Ebu Müslim şöyle demiştir:  âyetinin, "Onlar kendi­lerine süslü gösterdiler" manasında olması muhtemeldir. Araplar, kendilerin­den uzaklaşan kimseye, "O seni nereye götürüyor?" derler, ama bununla, onun yanında onu götüren birisinin bulunduğunu kastetmez­ler. Allah'u Teâlâ'nın şunlar gibi, birçok ayetinin mânası böyledir: "Onlar nasıl da döndürülüyorlar?" "Nasıl da, çeviriliyorlar?" (Gafir, 69). Allah'u Teâlâ bunu, "EY iman edenler,

matlarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın" (Munafikun, 9) ayet-i kerimesiyle te'kîd etmiş ve, mallar ve çocuklar adeta sebep oldukları için, oyalamak ve alıkoymak işini onlara nisbet etmiştir. Şeytan, insana bir fiili zorla yaptırmaya kadir olmadığı için, hakikatte dünyayı kendisine süsleyen.insanın bizzat kendisidir."

Bil ki bu görüş de zayıftır. Çünkü ayetteki, lâfzı, bir süsleyenin bunu süslü gösterdiğini ifâde eder. Hakiki mânadan mecazî manaya geçmek, müm­kün değildir.                                                                        .   ,

3) Bu süsleyici Allah'u Teâlâ'dır. Bu görüşün doğru olduğuna iki şey de­lâlet etmektedir:

a) Âyetteki, fiilini ma'lûm sîgasıyla,  "O süsledi..." şeklinde oku­yan kimsenin kıraati.

b) "Hangileri daha güze! amel edecek diye sınamak için, yeryüzünde bulunan şeyleri insanlar için bir zinet yaptık" (Kehf, 7), ayet-i kerimesidir.Sonra bu görüşte olanlar bazı izahlar zikretmişlerdir:

Birincisi: Allah'u Teâlâ'nın dünyada ortaya koyduğu güzellik, göz alıcı­lık, hoşa gitme ve lezzet duyma gibi şeyler vasıtasıyla "süsleyici" sayılması imkânsızdır. Çünkü Allah'u Teâlâ bunları, ancak kullarını imtihan etmek için yaratmıştır. Bunun bir benzeri de,"Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma gü­zel atlara, hayvanlara, ekinlere olan tutku seviyesindeki sevgi insanlar için be-zenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metaıdır. Varılacak en güzel yer ise, Allah katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını haber ve­reyim mi: Muttaki olanlar için, Rableri katında cennetler vardır" (Al-i imran, 14-15).

"Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdürler. Baki olan salih ameller ise, Rabbin kahnda hem sevâbca hem de arzu olunması bakımından daha hayırlıdır" (Keyf,  46) ayetleridir. Bu âyetler birbirlerine muvafıktırlar. Hepsinin mânası şudur: Allah'u Teâlâ bu dünyayt bir imtihan ve deneme yurdu olarak yaratmış ve, insanların tabiatına, aksini yapmak mümkün olmayacak şekilde zorlamaksızın lezzetlere temayül, şehvet uyandıran şeylere de bir muhabbet duygusu yerleştirmiştir. Aksine bu, imtihanın kendisiyle tam olabilmesi ve mü'-minin, hevâsıyla mücadele edip nefsini mubahtan işlemeye sevkederek ha­ramlardan da men edebilmesi için, nefsin reddetme imkânına da sahib olduğu bir şeyi sevme temayülü uyandırmak yoluyla olur.

İkincisi: Ayetteki süslemeden murad, Allah'u.Teâlâ'nın kâfirlere dünya­da mühlet vermesi, onları dünyaya yönelmekten ve dünyayı elde etmek için son derece hırslı olmaktan alıkoymamasıdır. İşte bu, mühlet vermeye "tezyin" adını vermiştir.

Bil ki, Mu'tezileden naklettiğimiz bütün bu izah şekillerine, şu tek sual yöneltilir: Kâfirlerin kalblerinde bu süsün meydana gelmesi için, bir "muhdis" (meydana getirici) nin bulunması gerekir. Aksi halde, meydana gelen bu du­rum, bir müessir olmaksızın meydana gelmiş olması gerekir. Bu ise imkânsız­dır. Sonra, kâfirlerin kalblerinde meydana gelen bu tezyin, küfür ve günah tarafını iman ve taat tarafına tercih ettirdi mi, ettirmedi mi? Eğer kesin olarak tercih ettirmemiş, fakat insan kalbinde bu süsleme olduğu halde, kalbinde böyle bir süsleme yokmuş gibi olmuşsa, bu durumda bu şeyin, o insanın kalbinde bir tezyin, süsleme olması imkânsız olur. Halbuki âyet, bu tezyinin mevcut ol­duğunu göstermektedir. Eğer biz, o insanın kalbinde bu tezyinin bulunması­nın küfür ve ma'siyet tarafını, iman ve taat tarafına tercih ettirme sebebi olduğunu söylersek,o zaman da irâde ve seçme gücü ortadan kalkar. Çünkü denklik durumunda, iki taraftan birisinin rüchâniyyeti imkânsız olunca, iki ta­raftan herhangi birisinin "mercûh" olması haydi haydi imkânsız olur. Mercû-hun meydana gelmesi imkânsız olunca, râcih olanın meydana gelmesi vâcib olur. Çünkü, iki zıt durumun dışında, üçüncü bir hal yoktur. İşte Mûtezile'ye yöneltilen soru budur.

Malumdur ki, Mutezilenin zikretmiş olduğu izahlardan hiç birisiyle bu so­ruya cevâp verilemez.

Bu te'vilin izahlarının üçüncüsü: Ayetten murad şudur: Allah Teâlâ dün­ya hayatının mahzurlu (haram) olan taraflarını değil mubahlarını süslü göster­miştir. Bu izaha göre, problem çözülmektedir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, bu tezyinin (süslü gösterilme halinin) kâfirlere âit olduğunu bildirmiştir. Mubah (helâl) şeylerin süslü gösterilmesi ise sadece kâfirlere has değildir. Bi­naenaleyh ayette bahsedilen tezyinin, helâl şeyleri süslü (güzel) gösterme ma­nasına olması imkânsızdır. Bir de mü'minler dünyanın hoş şeylerinin mubahlarından istifâde ederken, bu istifâde, ahirette olacak hesaptan dolayı korku ve çekinme hisleri ile birlikte olmaktadır. Malı ve mertebesi çok ise de, onun yaşantısı mükedder ve sıkıntılı olup, en çok düşündüğü de ahiretin üc­retini elde etmek olur. Bu kimse dünyayı ancak, ahiret için bir vesile sayar. Oysaki kâfir böyle değildir; elindeki şey her ne kadar az ve değersiz ise de, onun bununla sevinmesi, maksatların en mükemmelinin o olduğuna inandığı için, çoğunlukla zan üzere olur. Onun durumu bu olunca, âyette murad edile­nin, mubah olan şeylerin tezyin edilmesi olması doğru olmaz.

Yine Allah'u Teâlâ bu ayetin peşinden,  "İman edenlerle alay ederler" cümlesini getirmiştir; bu kâfirlerin mü'minlerle, yasak­lanmış lezzetleri terkedip, vâcib olan meşakkatlere katlanmaları sebebiyle alay ettiklerini bildirir. Bu da, bu tezyinin mubah şeylerle ilgili olmayıp, aksine ha­ramlarla ilgili olduğunu gösterir.

Bizim âlimlerimize gelince, onlar tezyini, "Allah'ın insanın kalbinde, eş­yayı murad etme ve onlara kadir olma gücünü yaratması; hatta bu fiilleri ve halleri Allah'ın var etmesi" manasına hamletmişlerdir. Bu, kulların fiillerinin yaratıcısının, ancak Allah Teâlâ olduğu esasına binâen böyledir. Bu izaha gö­re, ayetten muradın ne olduğu ortaya çıkar.

Cenâb-ı Hakk'ın,  "Onlar imân edenlerle alay ederler" kavline gelince, biz daha önce bu alay etmenin keyfiyeti hususunda birçok rivayetler nakletmiştik.

Vahidî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın, sözü, müste'nef bir cümle olup,  lâfzı üzerine atfedilmemiştir. "Mazill bir fiilden sonra, mu-zârî bir fiilin müste'nef bir cümle olarak gelmesi tuhaf bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ, mazi bir fiil olan, (süslendi, süslü gösterildi) fiili ile o kim­selerden haber vermiş, daha sonra da o kimselerin, devam ettirdikleri bir işi beyan ederek, buyurmuştur. Bunun manası şudur: Müşrikler, mü'minler hakkında, "Şu yoksul kimseler dünyanın güzelliklerini, lezzetlerini ve tutkularını terkediyorlar da, ahiretle ilgili olarak söylenen şeyler asılsız olduğu halde ahiret için bir çok meşakkat ve sıkıntılara katlanıyorlar" diyorlardı. Şüphe yok ki ahiretin var olduğu sözü asılsız olsaydı, o zaman bu alay gerekli olurdu. Ahiretin var olduğunu söyleyen sözün doğru olması duru­munda ise, bu alay onlar aleyhine dönmektedir. Çünkü varlıklar içerisinde, sayılı nefesler içinde tadabileceği lezzetler için, ebedî bir mülkten (nimetten) yüz çeviren kimseden daha çok alaya müstehak olan bir kimse mevcut değil­dir. Hatta muhakkik alimlerden birisi şöyle demiştir: "Dünyadan yüz çevirip, ahirete yönelmek her halükârda en ihtiyatlı olan yoldur. Çünkü eğer ahiretin var olduğu yanlış olur ise, o kimse sadece değersiz lezzetleri ve sayılı nefes­leri yitirmiş olur. Fakat eğer ahiret gerçekten var ise, dünyadan yüz çevirip ahirete teveccüh etmek, sağlam bir yol olur. Böylece kâfirlerin alayının bâtıl olduğu ve kendilerine dönmesinin daha evlâ olacağı ortaya çıkmış olur[59].

 

Mü'minler Âkibette Kâfirlerin Üstünde Olacaklardır                Başa Dön   

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "ittikâ edenler ise kıyamet gününde onların üstündedir" buyruğu ile ilgili birkaç sual bulunmaktadır:

Birinci Sual: Cenâb-ı Allah niçin önce, "iman edenler.." sonra da, "ittika edenler" buyurdu?

Cevab: Büyük sâadetin ancak muttaki mü'min için söz konusu olduğunu ortaya koymak gayesiyle ve bu mü'minleri takvaya bir teşvik olsun diye, böy­le buyurmuştur.

İkinci Sual: Bu "Üstte" olmadan murad nedir?

Cevab: Bunun birkaç türlü izahı vardır:

a) Üstte olmadan murad, mekân (yer) itibarıyla üstte olmaktır. Çünkü mü’minler gökteki "illiyyûn"da, kâfirler ise yerdeki "siccîn" de olacaklardır.

b) Üstte bulunmaktan muradın, şeref ve derece bakımından üstte bulun­muş olması da muhtemeldir.

Buna göre şayet, "İki kimseden herbirisi şerefti olur da, fakat birisi diğe­rinden biraz daha şerefli olursa, "Falanca şeref bakımından falancanın üzerindedir" denilir. Kâfir için ise hiçbir şeref söz konusu değildir. O halde nasıl olur da, "Mü'min, şeref bakımından kâfirin üzerindedir" denilebilir?" de­nilirse, biz deriz ki: Bundan murad, kâfirlerim duya saadeti itibarıyla mü'min-lerin üstünde olması, sonra ankette ise durumun bunun aksine olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak, mü'mine, kâfir için söz konusu olan dünyevi saadetlerin çok üstünde ahiret saadetleri verir.

c) Bundan muradın, mü'minlerin kıyamet gününde hüccet (delil) bakımın­dan kâfirlerden üstün olduğudur. Bu böyledir, çünkü bazan kâfirlerin şüphe­leri mü'minlerin kalbine arız oluyordu, sonra mü'minler, Allah'ın tevfiki ve yardımı ile bu şüpheleri kalblerinden atıyorlardı. Kıyamet gününde ise böyle birşey olamaz. Aksine o günde bütün şüpheler yok olur. Cenâb-ı Hakk'ın,"Muhakkak ki mücrimler (kâfirler), İman edenlere gülüyorlardı. Onlara rastladıkları zaman, onlarla kaş-göz işaretleriyle alay ediyorlardı. Evlerine nes 'e ve sevinç içinde dönüyorlardı. O mü'minleri gördüklerinde, "Şunlar muhak­kak dalâlet içindedirler" diyorlardı. Halbuki onlar, mü'minler için yollanmış bekçiler değillerdi. O (kıyamet) gününde ise, mü 'minler kâfirlere güleceklerdir" (Mutaffifin. 29-34) ayetinde buyurduğu gibi, şeytanın vesveseleri artık hiç tesir etmez.

d) Mü'minlerin ktyamet gününde kâfirlerle yapacakları alay, kâfirlerin dün­yada mü'minlere karşı yaptıkları alaylarının üstündedir. Çünkü kâfirin mü'-min ile alay etmesi, temelsizdir. Bu temelsizliği ile birlikte bir de sona erecektir. Mü'minin ahirette kâfire karşı olan alayı ise çok yerindedir. Yerinde oluşunun yanı sıra, bir de devamlı ve bakîdir.

Üçüncü Sual: Ayet-i kerime, günahkârların cezasının katî olduğuna de­lâlet eder mi? Çünkü bir kimse:"Allah Teâıa, bu üstte oluşu muttaki olanlara has kılmıştır. Takva vasfını kazanmayan kimseler için bu üstünlüğün olmaması gerekir. Bu üstünlük bulunmayınca o (muttaki olmayan mü'minlerin) ateş eh­linden olmuş olurlar?

Cevap: Bu.âyetin mefhum-u muhalifine tutunmaktır. Binaenaleyh bu, de­lâlet bakımından, bizim daha önce affa dair delillerle tahsis edilmiş olduğunu açıkladığımız umûmî delillerden daha kuvvetli olamaz. [60]

 

Mü'minlere Verilecek Hesapsız Rızık                Başa Dön   

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah dilediğini sınır­sız olarak rızıklandınr" buyruğundan muradın, "Allah'ın, müttakilere ahirette sevab vermesi" ve yine, "Allah'ın dünyada mü'min-kâfir bütün kullarına ver­diği şeyler.." olması muhtemeldir. Biz, bu "rızk"ı ahiret rızkı olarak aldığı­mızda, birkaç şekilde açıklama yapılabilir:

a) Allah Teâlâ, ahirette dilediğini, yani mü'minleri, hesapsız olarak, yani nihayete ermesi söz konusu olmayan bol ve geniş rızıklarla rızıklandınr. Bu, Allah Teâlâ'nm, "İşte bunlar, cennete girerler ve orada hesapsız olarak ruıklandmhrlar" (Mü-min, 40) âyetin­de anlatıldığı gibidir. Çünkü bir hesap, ölçü ve miktar dâiresine giren herşey sonludur. Sonlu olmayan şeyin ise, mutlaka hesaplara sığmaması gerekir.

b) Mü'minlere cennette ulaşan faydaların bir kısmı sevâb (ibâdetlerinin karşılığı), bir kısmı da Allah'ın onlara lütuf ve ikramıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Onlara ücretlerini Allah tastamam verir ve bir de lutf-u kereminden fazlasını verir" (Nisa, 173) buyurmuştur, Allah Teâ-lâ'nın fazlı ve lütfü ise sonsuzdur.

c) Allah Teâlâ, bu nimetlerin bitmesinden korkup da, elinden çıkanları he­saplama ihtiyacı duymaz. Çünkü başkasına birşey veren kimse.ancak elinde kalanların miktarını bilmek için verdiklerinin hesabını yapar. Bu sebeble o kim­se, başkalarına ikramda bulunurken bu ikramı, kendisine zarar verecek nok­taya götürmez. Allah Teâlâ'nm ise böyle bir hesaba ihtiyacı yoktur. Çünkü O kudreti ve mülkü dahilindeki şeylerin sının olmayan, âlim ve ganî (zengin) bir varlıktır.

d) Cenâb-ı Hak, bu tâbirle cennet ehlinin rızkını murad etmiştir. Çünkü hesab yapmaya ancak, bir şey alınıp da, bu olması gereken miktardan eksik görüldüğü zaman ihtiyaç duyulur. Sevab ise böyle değildir. Çünkü çağlar ve asırlar geçtikten sonra bile,Cenâb-ı Hakk'ın va'ad ve lütuf hükümleri gereği hakedilmiş olan sevab bakî kalır. Buna göre sevâbta kesinlikle hesab söz ko­nusu olamaz.

e) Cenâb-ı Hak, "Verilen şeyin, ilâhî rahmet hazinesinin yanında bir kıy­meti olmadığını, çünkü her an verilen şeyin mutlaka sonlu olduğunu, Allah'ın kudret hazinesinde bulunanların ise sonsuz olduğunu; sonlu olanın sonsuz yanında bir hiç olduğunu" murad etmiştir. kavlinden murad işte budur. Bu, aynı zamanda, kudret-i İlâhî'ye dâhil olan şeylerin sonsuz olduğu­na da işaret eder.

f) Ayetteki, "hesapsız olarak" ifâdesinin manası, "hakedil­miş olmadığı halde" demektir. Bir kimsenin, bir başkasında bir alacağı oldu­ğu zaman,  (falancantn falancada bir hesabı vardır) denilir. Bu da, hiç kimsenin Allah karşısında hiçbirşeyi aslında haketmediğine ve hiç kimsenin O'nunta bir hesabı bulunmadığına; aksine O'nun kullarına ver­diği herşeyi o kul hakettiği için değil de sırf kendi lütuf ve ihsanından dolayı verdiğine delâlet eder.

g) tabirinin manası, "ihtiyaç duyulan miktardan fazlası ile.." demektir. Mesela, bir kimse gerekenden fazla harcamadığı zaman,"falanca hesaplı harcıyor" denilir. Fakat gerekenden fazla harcayınca, onun "O hesapsız harcıyor" denilir.

h) Bu tabirin manası, "Allah çok verir" demektir. Çünkü hesap ile verilen şey azdır.

Bil ki bütün bu açıklamaların hepsi muhtemeldir Allah'ın atiyeieri, mez­kûr bütün şekillerde devamlıdır. Binaenaleyh ayetten, bütün bunların murad edilmiş olması caizdir. Fakat biz ayeti, Allah'ın hem mü'min, hem kâfir kullatı-na dünyada verdiği nimetlerle ilgili sayarsak, ortaya birtakım görüşler çıkar:

a) Ayetin siyak-sibakına (önceki ve sonrası ile irtibatına) en uygun olan görüş budur. Bu görüşe göre kâfirler, müslüman fakirlerle alay ediyorlardı. Çün­kü kâfirler, dünyevî saadeti elde ettikleri için, kendilerinin hak üzere oldukları­na; müslümanlar da dünyevi rahat ve saadetten uzak olmaları sebebiyle,onların bâtıl üzere olduklarına istidlal ediyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların bu kıyasının temelsiz olduğunu "Allah dilediğini hesapsız nzıkiandınr" buyurarak ortaya koymuştur. Yani, Hak Teâlâ, dünyada istediğine istediği kadar rtzık verir. Ancak bu rızık, verilen kim­senin mü'min veya kâfir, iyilik sahibi veya günahkâr olduğunu göstermez. Bu sırf Allah'ın meşî'eti (dilemesi) ne bağlıdır. İşte bunun için, Allah, Karun'a ala­bildiğine rızık vermiş, Hz. Eyyub (a.s)'a ise rızık kapılarını darattmıştır. Binae­naleyh ey kâfirler, sizin için dünya metâının çok olması ve müslümanlar için az olmast sebebiyle, kendinizin hak üzere olduğu, müslümaniarın ise bâtıl üze­re olduğu hükmünü vermeniz caiz değildir. Aksine küfründe iyice ilerlemesi (istidrac) için, Allah Teâlâ, kâfire bazan çokça rızık verir; iyice ibtilâ ve imtihan için, mü'mine bazan az rızık verir. Bundan ötürü Allah Teâlâ, "Eğer (bütün) insanlar (kâfirlere imrenerek) tek ümmet haline gelmeye­cek olsaydı. Rahmanı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) buyurmuştur.

b) Âyetin mânâsı şöyledir: Allah Teâlâ, sınırsız, istenmeden, peşine dü­şülmeden, bir dilenci gibi dilenilmeden, dünyada mü'min ve kâfirlerden iste­diklerini hesapsız nzıklandınr. Bu kâfirin, "Eğer mü'minler hak üzere olsalardı, Allah onların nzıklarını niçin genişletmesin?" dememesi, mü'minin de, "Eğer kâfir hak üzere değilse, niçin Allah dünyada onun rızkını bollaştırmıştır?" de­memesi içindir. Aksine Allah'a itiraz yersizdir. Emir, O'nun emri; hüküm de O'nun hükmüdür. Çünkü O, mesul değildir, onlar (insanlar) ise mes'uldürler" (Enbiya. 23).

c) ifâdesinin manası, "İnsanın beklemediği ve hesaba kat­madığı yerden rızık verir" demektir. Nitekim insan hesabında olmayan birşey kendisine geldiğinde, "Bu hesapta yoktu" der. Bu izaha göre âyetin manası şöyle olur: O kâfirler, her nekadar mü'minlerle fakir oldukları için alay etseler de, bilsinler ki Allah Teâlâ, dilediği kimseleri hiç ummadıkları yerden nzıklan­dınr. Belki de O, mü'minlere böyle yapar."

Kaffâl (r.h.a)"AllahTeâlâ,mü'minlere bunu yapmıştır. Kureyş'in ileri ge­lenleri ile yahûdilerin reislerinin mallarını tamamen mü'minlere nasîb ederek; Hz. Peygamber (s.a.s)'İn vefatından sonra, ashabının eliyle verdiği fetihlerle onları zengin kılmıştır. Hatta onlar, böylece Kisra'nın ve Kayser'in hazineleri­ne sahib olmuşlardır" demiştir.

İmdi, eğer: "Allah Teâlâ müttakilerin sıfatları ve ellerine geçen şeyler hakkında, "yeterli bir bağış" (Nebe, 36) buyurmuştur. Bu, mevzu­bahis ayetimizde ifâde edilen şey ile tenakuz teşkil etmez mi? denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, "hesapsız" tabirini ilahi tefâddula (lütfa); "Yeterli bir bağış" ifâdesini, Ehl-i Sünnet'in itikadınca, ilahî va'ad gereği hak edenlere; Mu'tezile'nin itikadınca, hak ettikleri için hak eden­lere vermeye hamledersek, bu soru kendiliğinden düşer. Fakat,tâbirini diğer vecihlere hamledenlerin şöyle demesi gerekir: "Bu bağış, vakit­ler itibarıyla benzer-ve eş olurlarsa, bu bakımdan "yeteri bir bağış" diye tav­sif edilmesi doğru olur, ayetiyle ilgili olarak söylediğimiz mâ­nâya da ters düşmez[61].

 

"İnsanlar bir tek ümmetti. Binaenaleyh Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek İçin, hak ile kitap indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir.İşte Allah (böylece) İman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat müstakime ulaştırır"(Bakara. 213).

 

Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette o kâfirlerin küfürde ısrarlarının sebebinin dünya sevgisi olduğunu anlatınca, bu ayette de bu şeyin sadece şu zamana has değil, aksine bütün geçmiş zamanlarda var olduğunu beyan etmiştir. Çün­kü insanlar, başlangıçta hak üzere tek bir ümmet olup, daha sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların ihtilâfları ise, dünya malı uğrundaki azgınlık, hased ve çekişmeleri sebebiyle olmuştur. Bu âyetler arasındaki münasebetin izahı budur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [62]

 

İnsanların Başlangıçta Tek Bir Ümmet Olması                Başa Dön   

 

Kaffâl, "Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey  üzerinde ittifak eden bir topluluktur. Bu kelime,  (uymak) masdarından alınmıştır" demiştir. [63]

 

İkinci Mesele

 

Ayet insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir, fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi bir ümmet olduk­larına delâlet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilâf ederek şu üç görüşü söylemişlerdir:

Birinci Görüş: "İnsanlar imân ve hak olan tek bir din üzere idiler." Bu görüş çoğu muhakkik âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:

a) Kaffâl'in söylediği şu husus: "Bunun delili, bu ifâdeden sonra, "Allah müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak ile kitap indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu ayet, peygamberlerin an­cak ihtilâf esnasında gönderildiklerine delâlet eder. Bu husus,"İnsanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler" (Yunus,19) ayeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbn Mes'ud (r.a) dan nakledilen şu kıraati ile de bu mana kuvvet kazanır: "İnsanlar bir tek ümmetti! de ih­tilâf ettiler. Bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi." Sen bunu iyice an-ladığın zaman, biz deriz ki: "Hak Teâlâ'nın, cümlesinin başındaki "fi" harfi, peygamberlerin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra peygamber olarak gönderilmelerini gerektirir.

Eğer insanlar, peygamberler gelmeden önce, küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler insanların bir kısmı hak üzere, bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre, bütün insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak gönderilmeleri daha evlâ olur. Kaffâl (r.h)'ın söylediği bu görüş, bu hususta çok güzel bir görüştür.

b) Allah Teâlâ, insanların tek bir ümmet olduklarını bildirmiştir. Sonra biz bu araya, buna delâlet eden bir delilden ve İbn Mes'ud (r.a)'un kıraatinden dolayı, "ve oniar ihtilâf ettiler" ifâdesini soktuk.Daha sonra Allah Teâlâ, "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenierden başkası değildir" buyurmuştur. Görünen odur ki, bu ihtilâftan maksad, "insanlar tek bir ümmet idi" tabiriyle işaret edilen ittifak döneminden sonra meydana ge­len bir ihtilâftır. Daha sonra Allah Teâlâ, bu ihtilâfın "hased" sebebiyle oldu­ğunu bildirmiştir. Bu vasıf ise ancak bâtıl olan din ve mezheblere yakışır. Böylece ayet bâtıl yolların "bağy" (hased) sebebiyle meydana geldiğine delâ­let eder. Bu da, bu ihtilaf meydana gelmeden önce mevcud olan ittifakın (birli­ğin), bâtıl üzerinde değil,hak üzerinde olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh insanların bâtıl bir din değil, hak din üzerinde tek bir ümmet oldukları ortaya çıkmış olur.

c) Allah Teâlâ, Hz. Adem (a.s)'i, soyuna peygamber olarak gönderdiğin­de, hepsi Allah'a itaat eden birer müslüman idiler. Hased ve azgınlık (bağy) sebebiyle Kabil, Hâbil'i öldürünceye kadar, aralarında dini bakımdan herhangi bir ihtilaf meydana gelmemişti. Bu durum, mütevatir bir nakil ile sabittir ki ayet de buna tıpatıp uymaktadır. Çünkü insanlar, Hz. Adem ile onun kız-erkek ço­cuklarından ibaret ve hak üzere tek bir ümmet idiler.

Daha sonra, Atlah Teâlâ'nın da Hz. Adem'in iki oğlu ile ilgili olarak naklettiği gibi, hased ve azgınlık sebebiyle onlar ihtilâfa düşmüşlerdir. Nitekim Hak Teâlâ,'Hani o (Hâbil ve Kabil) (Allah 'a) birer kurban sundular da birisininki kabul edilmiş, diğe-rininki kabul edilmemişti. (Kabil Hâbü'e), "Seni öldüreceğim" dedi" (Maide. 27) buyurmuştur. Bu öldürme ve inkâr işi Allah'a azgınlık ve hased sebebiyle olmuştur. Bu, mütevatir bir haber ile sabit olmuştur. Ayet de buna uygundur.

d) Yeryüzü Nuh Tufanı sebebiyle sular altında kalınca, geriye sadece Nuh (a.s)'un gemisindeki insanlar kalmıştı. Bunların hepsi de hak ve doğru din üzere idiler. İnsanlar bundan sonra ihtilâf etmişlerdir. Tûfân hâdisesi, varlığı katî de­lil ve mütevatir haberlerle bilinen hususlardandır. İnsanlar bu tufandan sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Böylece, insanların hak din üzere tek bir ümmet olduk­ları, bundan sonra ihtilafa düştükleri sabit olmuştur. Onların bâtıl ve küfür üze­rinde ittifak etmiş (tek bir ümmet) oldukları kesinlikle bir delil ile sabit olmamıştır. Durum böyle olunca lâfzı, delil ile sabit olan manaya hamletmek, hakkında delil olmayana hamletmemek gerekir.

e) İnsanların hak din üzere (tek bir ümmet) halinde oldukları ancak tefek­kür ile bulunabilir. Tefekkürün ise, neticeye ulaşmak için mukaddimelerin (ön­cüllerin) sıralanmasından başka bir mânâsı yoktur. Bu mukaddimeler, eğer nazarî (teorik) olurlar ise, başka mukaddimelere muhtaç olurlar. Böylece de ya devr-i fâsid, yahut da teselsül gerekir ki, her ikisi de bâtıldır. Bundan dolayı er veya geç nazari mukaddimelerin de zarurî (kesin) mukaddimelere dayan­ması gerekir. Mukaddimelerin, zarurî (kesin) olanlara dayanması gerektiği gi­bi; sıraya konuluşlarımn da, doğruluğu aklen kesin bilinen bir tertibe göre olması gerekir. Nazarî şeyler, doğrulukları akten kesin olarak bilinen birtakım makam ve tertibe dayandığı zaman, şayet onun için hârici bir sebep arız olmaz ise, akl-t selimin hata etmeyeceğine kesin hükmetmek gerekir. Fakat akl-ı selime hari­cî bir sebep arız olursa, o bu durumda yanılabilir. Böylece zatî olan şeyin doğ­ru, arızî olan şeyin hata olduğu ortaya çıkmış olur. Gerek müstehak olma, gerek zaman itibarıyla, zatî şey, arızî şeyden daha öncedir. İşte en açık olan durum budur. Binaenaleyh şöyle demenin evlâ olduğu ortaya çıkmış olur: "İnsanlar, hak din üzere tek bir ümmet idiler. Daha sonra arızî ve haricî bir sebeb olan bağy ve hased yüzünden ihtilâf etmişlerdir. İşte bu aklî bir delildir. Kur'an'ın lâfzı da buna uygundur. Binaenaleyh bu neticeye ulaşmak gerekir.

İmdi eğer: "Hak Teâlâ'nın,"Rabbinin rahmet ettik­leri dışında (onların hepsi) ihtilâf etmeye devam ederler. Allah onlan bunun için yaratmıştır" (Hud,118-119) âyetinden murad nedir?" denilirse, deriz ki: Mana. "Allah onlara merhamet etmek için onları yaratmıştır" şeklindedir.

f)  Hz. Peygamber (s.a.s),"Her doğan, (İslâm) fitratı üzerinde doğar.Fakat ana-babası onu ya yahûdi yapar, veya hıristiyan ya­par veya mecûsi yapar"[64] buyurmuştur. Bu hadis, doğan her çocuğun aslî fıtra­tı üzere terkedilmesi durumunda, hiçbir bâtıl dine girmeyeceğine; bâtıl dinlere ancak, anne ve babasının o husustaki sa'y-ü gayretleri ile azgınlık ve hased gibi haricî sebeblerle gireceğine delâlet eder.

g) Allah'u Teâlâ, "(Allah, ruhlara), "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (dedi). Onlar da, "Evet" dediler" (A'raf. 172) buyurmuş­tur. Allah insanların ruhlarına böyle hitab ettiği anda, hepsi hak üzere idiler. Bu görüş, Übeyy b. Ka'b ve bir kısım müfessirlerden rivayet edilmiştir. Fakat bu hâdise ile ilgili kelamcılann uzun izahları vardır. Anlattığımız bu altı vecih-ten sonra, bu görüşü desteklemek için kelamcılann görüşlerini burada zikret­meye ihtiyaç yoktur. Birinci görüşün izahı hususunda söylenecekler bundan ibarettir.

İkinci Görüş: "İnsanlar bâtıl din üzere tek bir ümmet idiler." Bu müfessirlerden Hasan el-Basrî, Atâ ve İbn Abbas (r.a) gibi bazılarının görüşüdür. Bunlar görüşlerine ayet ve hadisten delil getirmişlerdir.

Ayetten delilleri: "Ve Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" (Bakara. 213) âyetidir. Bu âyet,ancak bu söylenen ihtimale uygun düşer.

Hadisten delilleri: Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu hadistir:"Allah'u Tealâ yeryüzü halkına, onların Arap ve Arap olmayanlarına baktı ve ehl-i kitaptan artakalanlar hâriç, onlara peygamber gönderdi."

Bunların görüşlerine şu şekilde cevap veririz: Bu görüşün zıddının âyete daha uygun düşeceğini şu şekilde açıklamıştık: İhtilâf çıkıp (insanların bir kıs­mı inanıp bir kısmı küfre girdiğinde) peygamber göndermek gerektiğine göre, daha önce insanlar arasındaki İttifakın küfür hususunda olması durumunda, o zaman peygamber göndermek daha evlâ olur. Bu durumda peygamber gön­derilmediğine göre, âyette bahsedilen ittifakın (tek bir ümmet oluşun), bâtıl üzere değil, hak din üzere olduğunu anlamış olduk. Sonra bu görüşü savu­nanlar, insanların küfürde ittifak ettikleri zaman hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hz. Adem'in vefatından Hz. Nuh (a.s)'un zamanına kadar bütün in­sanların kâfir olduğu söylenmiştir. Sonra bu görüştekiler kendilerine, "Onla­rın arasında Hâbil, Şit ve İdris gibi mü'minler yok muydu?" sorusunu sormuşlar ve şu cevabı vermişlerdir: "Umûmî olan küfür durumu idi. Hüküm çoğunluğa göre verilir. Çoğunluk içerisinde azınlığa itibar edilmez. Nitekim ta­nelerinin çoğu buğday olan ceç içindeki tek tük arpaya itibâr edilmez. Bazan bir yere,içinde tek tük gayr-ı müslimler de bulunsa daru'l-lslam (İslam yurdu); yine içinde tek tük müslüman bulunsa da daru'l-harb denilir.

Üçüncü Görüş: Ebu Müslim ve Kâdî'nin tercihidir. Bu görüşe göre, in­sanlar akıl kanunlarına sarılma hususunda tek bir ümmet idiler. Bu kanunlar da, yaratıcının varlığını ve sıfatlarını kabul edip, O'na hizmet ve nimetlerine şükür ile meşgul olup; zulüm, yalan, cehalet, abes ve benzeri aklen çirkin olan şeylerden kaçınmaktır.

Kâdî bu görüşün doğruluğuna şu şekilde istidlal etmiştir: "Ayette geçen,  (Peygamberler) lâfzı, umumiliği ve istiğrakı (hepsini içine almayı) ifâ­de eder. cümlesinin başındaki fâ harfi terâhî'yi (biraz fasıla ile peşinden gelmeyi) ifâae eder. Buna göre bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün peygamberleri, insanlar tek bir ümmet olduktan sonra peygamber olarak gön­derdiğine delâlet eder. Binaenaleyh şer'î kanunların hepsinin gönderilmesinden önce bulunan bu tek ümmet oluşun, mutlaka, peygamberler vasıtasıyla elde edilmeyen bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bunun akıldan çıkartılan bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bu da, bizim söylediğimiz şeylerdir. Yine nimet verene şükretmenin, yaratıcıya ibadet etmenin ve mahIûkâta iyilikte bu­lunup onlara karşı âdil davranmanın güzel olduğunu herkes bilir.

Keza yalanın, zulmün, cahilliğin ve abesin (boş şeylerin) çirkin olduğunu da herkes bilir. Buna göre, görünen odur ki, insanlar başlangıçta böyle bir tek ümmet idiler. Daha sonra çeşitli haricî ve arızî sebeblerden ötürü ihtilâfa düş­müşlerdir."

Daha sonra Kâdi kendi kendine, "İnsanların ilki Hz. Adem (a.s) değil miydi ve o bir peygamber değil miydi? Binaenaleyh peygamberler gönderilmeden önce de, insanların mükellef olduklarını söylemek nasıl doğru olur?" sorusu­nu sorup şu cevabı vermiştir. "Muhtemelen Hz. Adem, zürriyetiyle birlikte önce aklî şeriata tutunma hususunda ittifak içinde idiler. Daha sonra Allah Teâlâ, Hz. Adem'i, kendi soyuna peygamber olarak göndermiştir. Yine muhtemeldir ki, daha sonra Hz. Adem'in şeriatı sona ermiş de, böylece insanlar yine aklî kanunlara tutunmuşlardır. Bil ki bu görüş, ancak aklın güzel ve çirkin görme­sini esas olarak kabul ettikten sonra doğru olabilir. Bu husustaki söz (hüsün-kubüh meselesi), kelâm kitaplarında meşhur bir bahisdir.

Dördüncü Görüş: Âyet, insanların tek bir ümmet olduğuna delâlet etmek­tedir. Ayette, onların iman veya küfür üzerinde olduklarına herhangi bir delil yoktur. Bu mesele de delile dayanmaktadır.

Beşinci Görüş: Ayetteki "insanlar" sözünden maksat, Hz. Musa'ya iman edenlerden olan ehl-i kitaptır. Bu böyledir, çünkü biz bu âyetin daha önce ge­çen, (Bakara. 208) ayetiyle ilgili olduğu­nu ve müfessirlerden birçoğunun bu ayetin yahudiler hakkında nazil olduğunu id­dia ettiklerini söylemiştik. Buna göre Hak Teâlâ'mn, İnsan­lar bir tek ümmet idi" buyruğunun manası,"Hz. Musa'ya iman edenler aynı din ve aynı mezhep üzere bir ümmet idiler de, daha sonra bağy ve hasedleri sebebiyle ihtilâf etmişlerdir. Böylece de Allah, peygamberlerini göndermiştir" şeklinde olur. Bu peygamberler de, Hz.Musa'dan sonra gelen ve kendileriyle beraber Allah'ın kitap indirdiği kimselerdir. Nitekim Allah, o kitaplar onların ihtilâf ettikleri konusunda onlara hüküm versin diye, Zebur'u Davud'a; Tev­rat'ı Musa'ya, İncil'i İsa'ya ve Furkân'ı Hz. Muhammed'e göndermiştir. Bu görüş, âyetin nazmına uygun ve kendisinden önceki ve sonraki ayetlerin ma­nasına da muvafıktır.

Burada, buyruğundaki, lâfzını muayyen bir kavme tahsis etmenin, zahirin hilâfına olacak bir hareket olmasından başka, herhan­gi bir müşkil yoktur. Ne var ki sen, eliflâm'ın istiğrak için olduğunu bildiğin gibi, bunun "ahd" için olabileceğini de biliyorsun. Ayetle ilgili olan şey işte bundan ibarettir[65].

 

Peygamberler: Müjdeleyici ve Korkutucudurlar                Başa Dön   

 

Hak Teâlâ'nın, 'Binaenaleyh Allah, müj­deciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" kavline gelince bil ki, burada bir takdir yapmanın mutlaka gerekli olduğundan bahsetmiştik. Buna göre takdir şeklindedir. Yani, "İnsanlar tek bir ümmet idiydi de, ihtilâf edince Allah.. peygamberler yolla­dı." Bil ki Allah'u Teâlâ peygamberleri üç vasıfla vasıflandırmıştır[66].

 

Peygamberlerin Vasıfları

 

Birinci Sıfat: Onların müjdeleyici olmaları.

İkinci Sıfat: Onların uyarıcı olmaları.. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'­nın, "Müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere peygam­berler" (Nisa, 165) Kavlidir. Allah'u Teâlâ müjdecilik vasfını uyarıcılık vasfından önce getirmiştir. Çünkü müjdelemek, sağlığı koruma yerine geçer; inzâr ise, hastalığı giderme yerine geçer. Bizzat maksut olan, hiç şüphesiz ikinci değil, birincidir. Bundan dolayı, onun daha önce zikredilmiş olması gerekir.

Üçüncü Sıfat: Hak Teâlâ'nın, 'Ve Allah, onlarla beraber bir hak olarak kitabı indirdi" buyruğudur. Buna göre eğer, "Ki­tabın indirilmesi, emir ve nehyin mükelleflere ulaşmasından önce; emir ve neh-yin mükelleflere ulaşması ise, müjdeleme ve inzârdan önce olur. O halde niçin, müjdeleme ve uyarma, Kitab'ın indirilmesinden önce zikredilmiştir?" denilir­se, Kadî bu hususa cevap vererek şöyle demiştir: "Şeriatın beyanından ön­ce, Allah'ı tanıma, zulmü terketme ve bunların dışındaki akliyyatla ilgili meseleler hususunda, insanlar hakkında va'ad ve vaîd yapılmış olması müm­kündür. Bana göre burada diğer bir izah tarzı daha vardır: Mükellef, mu'cize-nin doğruluğuna delâlet etmesi hususunda ve tefekkür etmediği zaman çoğu kez hakkı terkedeceği, böylece de ilâhi cezaya müstehak olacağı korkusun­dan ötürü, mucizenin doğruluğa delâlet etmesi ile mucize ve sihir arasındaki fark hususunda tefekküre katlanır. Korku, müjdeleme ve uyarma esnasında güç, kuvvet kazanır. Binaenaleyh şüphe yok ki müjde ve inzarın, kitabın indi­rilmesinden önce zikredilmesi gerekir." Kadî daha sonra şöyle der: "Bu ayetin zahiri, ister uzun olsun ister kısa, ister tedvin edilmiş, ister edilmemiş olsun; ister mu'cize olsun, ister olmasın, içinde Hakk'ın beyânı bulunan indirilmiş bir kitap ile birlikte mutlaka bir peygamberin olduğuna delâlet eder. Çünkü kita­bın o peygamberlerle birlikte indirilmiş olması, bunlardan hiçbirini gerektirmez.

Hak Teâlâ'ntn, "İnsanlar arasında hükmetmek için" buyruğuna gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın, "hükmetmek için" ifâdesi bir fiildir ve mutlaka daha önce bahsi geçen birşeye dayandırılması gerekir. Bu söz­den önce üç şey zikredilmiştir. Bunlardan,  (hükmetmek için) kavli­ne en yakını kitaptır, daha sonra "peygamberler" ve daha sonra da "Allah" lâfzıdır. Bunlardan herbirini bu fiilin faili olarak takdir etmek doğru olur. Buna göre mânâ, "Allah veya kendisine kitap indirilen peygamber veyahut da o kitap hükmetsin diye" şeklinde otur. Sonra bu ihtimallerden her birisi için bir tercih sebebi vardır: Kitap, bu ifâdeye diğerlerinden daha yakın olduğu için; "Allah", gerçekte hükmeden kitap değil de kendisi olduğu için; "Peygamber­ler ise, o hükmü ortaya koyan kimseler olduğu için tercih edilir. Bu failin kitap olmasının daha uygun olduğunu söylemek uzak bir görüş değildir.

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Hakîm, Allah Teâlâ'dır. Bu sebeble hükmün kitaba isnadı mecazîdir. Fakat bu mecaz şu iki bakımdan güzel olur:

a) Bu, yaygın bir mecazî kullanış şeklidir. Meselâ, (Kitap böyle hükmetti), (Allah'ın kitabı böyle hükmedi­yor), ve, (Allah'ın kitabından razı olduk) denir. Allah'ın kitabı bir hidayet ve şifâ olması caiz olduğuna göre bir hakîm olması da caiz olur Nitekim Allah Teâlâ olur. Nitekim Allah Teâlâ,"Şüphesiz bu Kuran, en doğru olana hidayet eder ve mü'minleri müjdeler" (İsra,9) buyurmuştur.

b) Bu, Kur'an'ın şanının yüceliğini ve büyüklüğünü ifâde eder.

Cenâb-ı Allah'ın, "ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında' ayetindeki, aj lâfzındaki zamirin ya "kitaba" veya, lâfzına râcî ol­ması gerekir. Çünkü bu ikisi daha önce zikredilmiştir. Fakat "Hak" lâfzına râ­cî olması daha uygundur. Çünkü ayet, Allah Teâlâ'nın, insanların ihtilâf ettik­leri konularda bir hâkim olsun diye kitapları indirdiğine delâlet eder. Buna göre hâkim olan kitap; hükmedilen de ihtilâf edilen şeylerdir. Hâkimin, hükmedilen şeyden başka olması gerekir.

Allah Teâlâ'nın. "İhtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetindeki ilk zamiri, kelimesine; ikincisi ise, lâfzına râcldir. Buna göre âyetin takdiri, "Hakta, ancak kendilerine kitap verilen kimseler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.

Sonra müfessirlerden bir çoğu, kitap verilenlerden muradın yahudî ve hris-tiyanlar olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ, çoğu kez Kur'an'da onları "ki­tap verilenler" ve "ehl-i kitap" diye zikretmiştir. Nitekim, "Kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl­dir" (Maide, 5) De ki "Ey ehli kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin.." (Al-i İmran, 64) buyurmuştur. Sonra ehl-i kitabın bu ayette bahsedilen ihtilaflarından maksadın, tıpkı,"

Yahudiler, "Hristİyanlar bir (hakikat) üzere değildirler?", hristiyanlar da, 'yahudiler bir (hakikat) üzere değildirler" dediler. Halbuki onlar kitabı okumaktadırlar" (Bakara, najayet-i kerimesinde de beyân edildiği şekilde, on­ların birbirini kâfir saymaları olabileceği gibi; onların Allah'ın kitabını tahrif ve tebdil etmeleri de olabilir. Buna göre, "ihtilâfa düşenler o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetinin manası, "Allah Teâlâ'nın kitap indirmekten maksa­dı, onların ihtilâf etmemeleri ve dinî konularda münakaşa edip seslerini yük­seltmemeleri iken, bu hak konusunda sadece kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.

Bil ki bu, hak hususundaki ihtilâfın ancak peygamberlerin gönderilmesin­den ve ilâhî kitaplar indirildikten sonra çıktığına delâlet eder. Bu da, peygam­berlerin gönderilmesinden önce hak hususunda bir ihtilâfın değil, ittifakın olmasını gerektirir. Bu husus da, Hak Teâlâ'nın İnsanlar tek bir ümmet idiler" ayetinin, "insanlar hak din üzere tek bir ümmet idiler" manasına geldiğini gösterir.

Allah Teâlâ'nın, "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra.." beyanı Allah'ın onlara kitap göndermesinin, bu beyyinâtın (apaçık delillerin) gelmesinden sonra olmasını gerektirir. Buna göre, bu apa­çık deliller kitap göndermeden başkadır. Bu apaçık delillerin, ancak kendileri­nin mevcud oluşundan sonra nübüvvete (peygamberliğe) hükmetmek mümkün olan esasları isbat etmek için Allah'ın koyduğu "aklî delillerin" dışında başka bir manaya hamletmek mümkün değildir. Çünkü kelâmcılar, "Nübüvvetin is­bat ı, kendi sübûtuna bağlı olan hiçbir şeyin naklî delillerle isbatı mümkün de­ğildir. Aksi halde bir devr-i fâsid meydana gelir. Yapılması gereken, nübüvvet müessesesinin aklî delillerle isbat edilmesidir" demişlerdir. İşte bu aklî delil­ler, Allah'ın o kimselere kitap vermesinden daha önce bulunan beyyinelerdir.

Hak Teâlâ'nın, "Aralarında olan hased ve azgınlıktan dola­yı" buyruğuna gelince, deliller ya naklî, ya aklî olurlar. Naklî (sem'î) deliller, kitap verme ile olan delillerdir. Aklî deliller ise, kitap verilmezden önce mevcud olan beyyinat (apaçık deliller) ile olanlardır. Buna göre,her türlü aklî ve nakli deliller tamamlanmış demektir. Hakdan dönme hususunda herhangi bir mazeret kapısı kalmamıştır. Buna göre şayet haktan dönülmüş ise, bu ancak hased, azgınlık ve dünyaya aşırı düşkünlükten dolayı olmuştur. Bu ifadenin bir benzeri de, idi "Ki­tap ehil ancak kendilerine beyyine (açık delil) geldikten sonra tefrikaya düştüler" (Beyyine, 4) ayetidir.

Cenâb-ı Allah'ın, "işte Allah (böylece) iman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı" âyetine gelince, bil ki Atlah'u Teâlâ, ehl-i kitabın halini anla­tıp, onların apaçık deliller tamamlandıktan sonra bile, azgınlık ve hasedleri yü­zünden inkâr ve cehalette ısrar ettiklerini bildirince, ümmet-i Muhammed'in durumunun onlannkine benzemediğini beyan buyurmuştur. Çünkü Hak Teâ­lâ, ümmet-i Muhammed'i bu gibi hatalardan korumuş ve onları, ehl-i kitabın ihtilâf ettiği meselelerde gerçeğe ulaştırmıştır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Pey­gamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Biz, sonra gelenler ve kıyamet gününde önce olanlarız. Biz, kıyamet günü cennete ilk girecek insanlarız. Fakat onlara bizden önce kitap verilmiştir. Bize ise onlardan sonra kitap verilmiştir. Böylece Allah Teâlâ bizi iradesiyle, onla­rın ihtilâf ettiği hakka ulaştırmıştır. İşte bu Allah'ın bizi ulaştırdığı gündür.(Yani cuma günüdür.) İnsanlar bu gün bize tabidirler. Ertesi gün yahudilerin, yarın­dan sonra ise hrish'yanlanndır [67].

İbn Zeyd şöyle demiştir: "Ehl-i Kitap, kıble hususunda ihtilâf etmişler,ya-hudiler Beyt-i Makdis'e, hristiyanlar ise doğu tarafına doğru namaz Kılmış­lardır. Allah bizi Ka'be'ye yöneltmiştir.

Yine ehl-i kitap oruç hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna karşı Allah bizi ramazan ayına iletmiştir. Yine onlar Hz. İbrahim (a.s) hakkında ihtilâf ederek, yahudiler, O'nun yahûdi; Hristiyanlar ise, bir hristiyan olduğunu söylemişler­dir. Ama biz onun hanif dini üzere bir müslüman olduğunu söyledik. Onlar Hz. İsâ (a.s) hakkında da ihtilâf etmişler, yahudiler (onu olduğundan daha aşağı göstererek) tefrite, hristiyanlar da (onu olduğundan daha yüksek görüp bir ilâh sayarak) ifrata düşmüşlerken, biz en doğru sözü söylemişiz."Geriye ayetle ilgili birkaç mesele daha kalmaktadır: [68]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Bazı âlimler, bu ayeti, imânı Allah'ın yarattığına de- lil getirerek şöyle demişlerdir: Hidayet, ilim ve ma­rifetten ibarettir. Buna göre ayetteki,"Böylece Allah hidayetetti" buyruğu, hidayetin Allah'ın yaratmasıyla meyda­na geldiği hususunda bir nastır. Binaenaleyh bu nas, imanın Allah'ın yarat­masıyla olduğunu gösterir.Bil ki bu istidlal zayıftır. Çünkü biz hidayet ile hidayete ermenin başka baş­ka şeyler olduğunu açıklamıştık. Bu ayetle hidayetin imandan ibaret olması­nın imkansızlığına şu iki husus delâlet etmektedir:

a) İmana muvaffak kılmak, imanın kendisinden başka bir şey olduğu gibi, imâna hidayet de imandan farklı bir şeydir.

b) Allah Teâlâ bu ayetin sonunda, (izni ile, irâdesi ile) buyur­muştur. Bu izni, "Allah hidayet etti" sözü ile ilgili kılmak müm­kün değildir. Çünkü bir kimsenin kendi kendisine izin vermesi caiz değildir. Binaenaleyh bu kelimenin ilgili kılınacağı bir takdirin yapılması gerekir. Buna göre takdir, 'Böyle­ce Allah iman edenleri, hakkında ihtilâf ettikleri hakka ulaştırdı da onlar da Allah'ın izniyle hidayete eriştiler" şeklinde olur. Durum böyle olunca, hidayet ile ihtida (hidayete erme) birbirinden farklı olur. [69]

 

İkinci Mesele

 

Alimlerimiz bu ayeti Allah Teâlâ'nın, mü'minlere, kâfirlere tahsis etmediği bir çok hidayeti tahsis etti­ğine delil getirmişlerdir. Mutezile ise buna şu ba­kımlardan cevap vermişlerdir:

a) İhtida, mü'minlere has kılınmıştır. Böylece hidayet sırf mü'minlere has olur. Bu tıpkı, "O (kitap) müttakiler için hidayet (vasıtasıdır)" (Bakara, 2) buyurup, daha sonra da,"İnsanlar için hidayettir" (Ba­kara, 185) buyurması gibidir.

b) Bundan murad, sevaba ve cennet yoluna ulaştırma (hidayet etme) dir.

c)  Allah mü'minleri hakka lütfuyla hidayet etmiştir. [70]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayetteki, kavli," hakkında ihtilâf et- tikleri şeye..." manasınadır.Bu tıpkı, "Onlar dedikleri şeye dönerler" (Mücâdele. 3) yani, "daha önce dediklerine dönerler" âyeti gibidir. Bu fiil, şeklinde {hart-i cersiz lâm ve ilâ harfi çerleri ile) kullanılır.İmdi eğer: "Allah Teâlâ niçin, Duyur­muş, fakat, lyîsi buyurmamış, böylece ihtilâfı önce zikretmiştir?" denilirse, buna şu iki yönden cevap veririz:

a) Allah'ı* Teâlâ, onların ihtilâfının zikredilmesine itinâ gösterince.ilk ön­ce bunu zikretmiştir. Daha sonra da bunu, hidâyet ettiği kimselerle açıklamıştır.

b) Ferrâ bunun maklûbdan olduğunu söylemiştir. Yani onları, ihtilâf ettik­leri şeye iletmiş demektir. [71]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön   

 

Hak Teâlâ'nın,"izniyle" sözü hakkında iki görüş vardır:

1) Zeccâc, bunun "ilmiyle" demek oldu­ğunu ifâde etmiştir.

2) "Onları, emriyle hakka iletmiştir" demektir. Yani, hidâyet O'nun emri sebebiyle meydana gelmiş demektir.Nitekim, ki "Bıçak kulla­narak kestim" denilir. Bu böyledir, çünkü hakkın bâtıldan ayrılması, ancak emir sebebiyle olur. Böylece hidâyet Allah'ın izni sebebiyle meydana gelmiş olur.

3) Bazı âlimler burada bir takdir yapmanın gerekli olduğunu söylemişler­dir. Buna göre takdir, "Allah onları hidâyet etti, onlar da Allah'ın izniyle hidâ­yete erdiler" şeklinde olur.Hak Teâlâ'nın, "Allah dilediğini sı-rat-ı müstakime iletir" cümlesine gelince, âlimlerimizin oununla istidlal ediş şekilleri malûmdur. Mutezile, üç bakımdan bu istidlale cevap vermiştir:

a) Hidâyetten maksat, beyândır. Allah'u Teâlâ, bunu mükellef kullarına tahsis etmiştir.

b) Hidâyetten maksat cennet yoludur.

c) Bununla Cenâb-ı Allah'ın maksadı, lütfudur. Böylece bu, Allah'uTeâlâ'nın buna ehil olduğunu bildiği kimselere tahsis edilmiş olur. Bu, Ebu Bekr er-Razî'nin görüşüdür. [72]

 

Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk, öyle sıkıntılar gelip çattı ki, sarsıldılar da. Peygamber ve yanındaki mü'minler, "Ne zaman Allah'ın yardımı?" dedi.. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır"(Bakara, 214) [73]

Bu âyetin kendinden önceki âyetle münasebeti hususunda şu iki açıkla­ma söz konusudur:

a) Allah'u Teâlâ önceki âyette, "Allah, dilediğini sirat-ı müstakime iletir" buyurmuştur. Allah'ın bundan mak­sadı, "dilediği kimseleri hakkı ve cenneti istemeye iletmiştir" şeklindedir. Böy­lece Cenâb-ı Mak bu ayette de bu talebin, ancak mükellefiyet hususundaki sıkıntılara katlanmak suretiyle tamam ve mükemmel olacağını beyan buyur­muş ve,  'Yoksak siz, sizden Öncekilerin durumu sizin de başınıza gelmeden, cennete gireceğinizi mi sândınız? Onlara Öyle yoksulluk. Öyle sıkıntılar gelip çattı ki, sarsıldılar da,Peygamber ve yanındaki müminler, "Ne zaman Allah'­ın yardımı?" dedi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır" (Bakara,214) demiştir.

b) Allah önceki âyette, onları kendisi hakkında ihtilâf ettikleri hakka, ken­di izniyle hidâyet ettiğini beyan buyurunca, bu âyette de, onların o hidayetten sonra, hakkı ikâme etmek hususunda sıkıntılara katlandıklarını ve belâlara sab­rettiklerini beyan buyurmuştur. Böylece, "Ey ümmet-i Muhammed, siz de bu tür mihnet ve meşakkatlara katlanmadığınız müddetçe dini bakımdan fazile­te müstehak olamazsınız." Ayet hakkında birkaç mesele vardır: [74]

 

Birinci Mesele

 

Ayette geçen, r lâfzının izahını, (Bakara, 133) ayetinin tefsirinde uzun uzun yapmıştık. Burada şöy­le demek istiyoruz: fi ortada gelen bir istifham edatıdır.de, cümlenin ba­şında gelen bir istifham edatıdır. Meselâ söze başlarken, ve, (Yanında bir adam var mı?) denilmesi caiz olduğu halde, denilemez. Fakat cümlenin ortasında olduğu zaman, ister kendinden önce bir istifham geçmiş olsun, ister geçmiş olmasın, kullanılması caizdir. Ondan önce bir istifhamın geçmiş olması durumu, senin "Sen insafsız bir adam­sın. Bunu bilmediğinden mi yapıyorsun, yoksa senin bir hükümranlığın mı var?" demen gibidir. Bu edattan önce istifhamın geçmemiş olması durumu da,"Elif-lâm-mim. Kendinde hiç şüphe olmayan bu kitabın İndirilmesi âlemlerin Rabbin-dendir. Yoksa "O, (peygamber) bunu kendiliğinden mi uydurdu"diyorlar?" (Secde, 1-3) ayeti gibidir. Bu kısım, birinci kısmın takdirinde olur. Buna göre bu ayetin takdiri, "Onlar bu kitaba iman ediyorlar mı, yoksa, "O, onu uydurdu" mu diyorlar?" şeklinde olur. Buna göre tefsir etmekte olduğumuziayetin takdiri de,"Allah iman edenleri, ehl-i kitabın ihtilâf ettikleri hakka kendi izniyle hidayet etmiş, onlar da milletlerinin kendileriyle alay etmelerine sabretmişlerdir. Sizler de onların yoluna girecek misiniz, yok­sa onların yoluna girmeksizin cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?" şek­linde olur. Bu, Kaffâl (r.h)'ın özetle ifâde ettiği şeydir. Allah en iyisini bilendir. [75]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın,"Sizden öncekilerin durumu sizin de başınıza gelmeden" âyeti, "sizden öncekilerin durumu sizin

başınıza gelmedi" manasınadır. Nahivci Kûfeliler, edatının aslının, ve zâid  edatlarından meydana geldiğini söylemişlerdir. Slbeveyh ise bu nın zâid olmadığını, çünkü,  nın, edatının gelmediği yerlerde gel­diğini söylemiştir. Çünkü birisi arkadaşına, "falanca, geldi mi?" der, arkadaşı da buna, ile cevap verir, sırf  ile cevap vermez. Müberred şöyle de­miştir: "Birisi, "Zeyd bana gelmedi" dediği zaman, bu, senin"Zeyd sana geldi" sözünü nefyetmektir. Fakat bu kimse, (Zeyd bana gelmedi) dediği zaman, bunun manası, "Ben onu bekliyorum, ama henüz o bana gelmedi" demektir.

Nabiğa ise şöyle demiştir:Yola çıkma vaktimiz  yaklaştı; ancak ne var ki, develerimize henüz denklerimiz yüktenmedi;ama, yüklenmesi de yatan."

Buna göre, "sizden öncekilerin du­rumu sizin de başınıza gelmeden.." ifâdesi, bu işin olmasının beklendiğine delâlet eder. [76]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye geldiğinde, gerek kendisi, gerek­se O'nunla birlikte olan muhacirler çok zarara gir­mişlerdi). Çünkü onlar Mekke'den malsız  mülksüz çıkmışlar, evlerini barkla­rını müşriklerin ellerinde bırakmışlar, bu arada' yahûdiler de, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ gerek peygamberimizin, gerekse onunla birlikte olan müslüman-ların kalblerini serinletmek için bu âyeti indirmiştir."

Katâde ve Süddî ise şöyle demişlerdir: Bu ayet, müslümanlara sıkıntı, meşakkat ve kederin isabet ettiği Hendek Savaşı hakkında nazil olmuştur. Bu sıkıntılar da, Hak Teâlâ'nın "Kalbleriniz ağız­larınıza gelmişti.." (Ahzab, 10) âyetinde beyan ettiği noktaya ulaşmıştır.

Bu ayetin, Abdullah b. Übeyy münafığının, Hz. Muhammed (s.a.s)'in as­habına, "Ne zamana kadar canlarınızı verecek ve boş şeyleri umacaksınız. Şayet Muhammed peygamber olsaydı, Allah size esareti ve ölümü musallat etmezdi" dediği zaman, Uhud Harbi esnasında nazil olduğu da söylenmiştir.

Bil ki ayetin takdiri şudur: "Ey mü'minler, sizler Allah'ın sizi kullukla mü­kellef tuttuğu her şey ile ibâdet etmediğiniz, sizi imtihan ettiği şeylere sabret-mediğiz, kâfirlerin eziyetine, fakirlik ve yoksulluğa, geçim sıkıntısı ve darlıklarına katlanmadığınız, düşmanla savaşın dehşet ve korkunç hallerine göğüs ger­mediğiniz müddetçe, sırf bana iman edip, peygamberimi tasdik etmek sure­tiyle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bütün bunlar, sizden önceki inananların başına gelmiştir." İşte Hak Teâlâ'nın, sözünden maksad budur.

Bu ayetteki,  kelimesi, "benzer" manasına gelen "misil" demektir. "Misil" de, "mesel" de; "şibh" ve "şebeh" gibi kullanılabilen iki lügattir (şekildir). Fakat "mesel" enteresan bir durum ve mühim, şaşırtıcı bir kıssa için kullanı­lır. "En yüce mesel Allah'a aittir" (Nahl, 60)yani, "büyük sânı olan sıfat Allah'a aittir" âyeti de bu manadadır.

Bil ki âyette bir hazif vardır: Ayetin takdiri, "Sizden öncekiterin mihneti gibi..." şeklindedir. Ayetteki,  (Onlara çat­tı..) ifâdesi, bu meselin izahıdır. Bu ifâde ve devamı müste'nef bir cümledir. Buna göre sanki birisi, "Onların meseli (hali) nasıl olmuştu?" diye sormuş; Cenâb-ı Hak da buna cevap olarak, "Onlara yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı da, sarsıldılar" buyurmuştur.

şiddet, manasına gelen, kelimesinden türemiş bir isimdir. ti kelimesi fakirlik ve yoksulluk demektir. Bu manada  (falanca sıkıntı ve zorluk içinde) denilir. Ayetteki, kelimesine gelince, buraya en uygun manası, o kimselere gelen acı, ağrı ve çeşitli korkular gibi zararlardır. Bence, insana hayır ve menfaat yön­lerinin daraltılmasından;  ise şer, âfet ve elem yönlerinin açılmasın­dan ibarettir.

Allah Teâlâ'nın, sözü "Onlar çeşitli belâ ve musibetlerle sarsıl­dılar" manasınadır. Zeccâc şöyle demiştir: "Arapçada, "zelzele"nin asıl ma­nası, birşeyi yerinden oynatmak demektir. Meselâ, İsJJJj dediğinde bu "se­nin o şeyi yerinden tekrar tekrar oynattığın manasına gelir. Buna göre, bu lâ­fız, manasındaki tekrardan dolayı muzaaf (şeddeli) kılınmıştır. Kendisinde tekrar manası bulunan her fiilde, o fiilin fâ-ü'l-fiili (ilk harfi) tekrar edilmiştir.  (çın­ladı) ve,(çınçın etti, öttü);  (ses çıkardı) ve, (zil gibi ses çı­kardı)men etti) ve,  (tekrar tekrar sildi) fiillerinde olduğu gibi. Bir şeyi birisi yerinden kaldırdığı zaman,  "O, şeyi kaldırdı" de­nilir. Bunu tekrar tekrar yaptığı zaman, denilir. Bazı müfessirler, buradaki, kelimesini, (korkutuldular) manasına almışlar, bu kelimenin hakiki manasının bizim söylediğimizden başka olduğunu söyle­mişlerdir. Çünkü korkan kimse karar kılamaz, aksine kalbi huzursuz olur. İşte bundan ötürü bu kelime ancak, oturanı ayağa kaldıran korkular için kullanılır. Çünkü bu tür korku sükûneti giderir. Böylece, ifâdesinin burada mecaz olması gerekir. Buna göre bu kelime "onlar korkutuldular" manasına-dtr. Onların, kalbterindeki korku ve endişeden ötürü tedirgin ve sarsılmış ol­maları mümkündür.

Sonra Cenâb-ı Allah bu şeyleri zikretmesinin peşine, son derece zarar, meşakkat ve mihneti ifâde eden başka bir şeyi zikredip, "Hatta peygamber ve yanındaki mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman (gelecek)?''dediler" buyurmuş­tur. Bu böyledir, çünkü peygamberler belâ geldikçe, sebat, sabır ve nefsi gem­lemenin zirvesinde olurlar. Onların da sabrı kalmayıp inlemeye başladıkları zaman, bu şiddetle son noktaya ulaşan bir durum olur. Bu şiddet onları bu hale getirdiğinde, istedikleri şey hususunda dualarına icabet edilerek kendi­lerine,"İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" denilir. Buna göre ayetin takdiri şu şekilde olur: "Onların bu durumları, Allah'ın yardı­mının kendilerine gelinceye kadar sürmüş ve belânın uzun sürmesi onları din­lerinden çevirememiştir. Ey müslümanlar topluluğu, sizler de bu şekilde olunuz. Hakkı taleb etme yolundaki eziyet ve sıkıntılara katlanınız. Çünkü Allah'ın yar­dımı yakındır. Zira o gelmektedir. Her âtî (gelen) ise karib (yakın) dır."

Bu ayet, Allah'ın,"Elif, lâm, mim. İnsanlar,"inandık" demeleriyle bırakılıverileceklerini mi imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan ettik.." (Ankebüt, 1-3) ve,"Yoksa siz, Allah sizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmedikçe (göstermedik­çe), cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" (Al-i İmran. 142) ayetlerine benzer.

Bu ayetten maksad, bizim zikrettiğimiz şu husustur: Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabına, müşrik, münafık ve yahudilerden birçok büyük sıkıntı ve belâ gelmiştir. Cenâb-ı Hak müslümanlara savaş hususunda müsaade edin­ce, herkesçe malum olduğu gibi, yaralandılar, mallarından ve canlarından ol­dular. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları bu hususta takviye etmiş ve, daha önceki ümmetlerin dinleri uğrunda çektiklerinin de böyle olduğunu, belâların, umûmileşince kolaylaştığını beyân etmiştir. Ailah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in kıssasını, ateşe atılmasını; Hz. Eyyüb'un halini ve onu imtihan ettiği şeyi ve diğer peygamberlerin çeşitli belâlara sabredişlerindeki hallerini Kur'an-ı Ke-rim'de mü'minlere birer teselli olmak üzere zikretmiştir.

Kays İbn Ebî Hazım, Habbâb İbn Eret'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Müşriklerden görmüş olduğumuz eziyyet ve sıkıntıları Allah'ın Resulüne şikâ­yet etmiştik. Bunun üzerine O,'Sizden önceki ümmetler, çeşitli belâlarla azâb olunmuşlardı. Ama bu, onları dinlerinden çevirmemişti. Öyle ki adamın başının ortasına testere ko­nulur, böylece iki parçaya ayrılır: yine adamın etleri ve sinirleri demir tarak­larla kemiklerinden taranır; ama bu onu dininden çeviremezdi. Allah'a yemin ederim ki bu iş, mutlaka kemâle erecektir. Öyle ki, kervancı, Sâna ile Had-remut arasında seyahat ederken ancak Allah'tan ve koyunlarına karşı kurt­tan korkacaktır; başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ne var ki sizler, acele ediyorsunuz "[77]

 

Kıraat Farkı Sebebiyle Edadı Hakkında Geniş Bilgi                Başa Dön   

 

Nâfi lâm harfinin ref'iyle, diğerleri de lâm harfinin nasbıyla, şeklinde okumuşlardır. Bunun izahı şudur:  harfiyle muzari fiil mansub kılındığı zaman,bunun iki anlamı olur.

a) edatının,  manasında olması.. Bu mânaya gelen, dan ön­ceki fiil ile sonraki fiilde tahakkuk etmiştirler ve mazidirler. Meselâ sen,  "Oraya girinceye kadar yürüdüm" dersin. Yani, demektir. Bu durumda hem yürümek, hem de girmek işi, olup bitmiştir. Bu ayetteki nasb, işte bu mânaya göredir.. Çünkü ayetin takdi­ri, "Peygamber... deyinceye kadar sarsıldılar" şeklindedir. Sarsılma işi ve peygamberin bu sözü söylemesi olup bitmiştir.

b) edatının, anlamına gelmesidir. Bu, bir kimsenin,  "Cennete girmek için Allah'a itaat ettim"; yani demesidir. Bu durumda taat olup bitmiş, ama cennete gir­me işi henüz tahakkuk etmemiştir. Bu görüşe göre ayeti mansûb okumak mümkün değildir. Ref haline gelince, bil ki, dan sonra bulunan fiilin mutlaka, hikâyetu'l-hâl (olup bitmiş, anlatılan bir durum) olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, " kendi kabilesinden, şu da düşman­larından idi" (Kasas, 15) ve "ve köpekleri eşik üzerinde İki kolunu yaymış (yatıyordu)" (Kehf,18))ayetlerinde olduğu gibi. Çün­kü bu, ancak o esnada bu sözün söylenmiş olması durumunda doğru olur" Develer su içti, hatta deve, karnın­dan geviş getirerek geldi" denilir. Bunun manası, "develer su içti, o derecede kiorada~bulunan kimse, "Deve geviş getirerek geliyor" der (diyordu)" şeklin­dedir. Sonra bu, netice değil de sebeb sona erdiği zaman doğru olur. Meselâ senin, "şehre girinceye kadar yürüdüm" sözün gibi­dir. Bu sözün, yürümenin ve girmenin olup bitmiş olduğunu ifâde edeceği gibi, yürümenin olup bittiğini, fakat girmenin henüz olmadığını da ifâde edebilir. dan sonra gelen fiile mansub ve merfû okunuşunun izahı hususundaki sözümüz bundan ibarettir. Bil ki çoğu kıraat alimleri bu ayetteki, fiili­ni mansub okumayı tercih etmişlerdir. Çünkü merfu kıraat, ancak sözü, söz­de anlatılan şey meydana geldiği esnada onu haber veren kimseden bir nakil saydığımız zaman doğru olur. Nasb kıraati böyle bir takdire muhtaç olmaz. Bu sebeble, bu fiili mansub okumak daha evlâdır. [78]

 

Hz. Peygamber(sas)'in Zafer Hakkındaki Bu Sözünün İzahı

 

Bu ayette bir müşkil vardır. O da şudur: Allah'ın vaad ve va'îdinin doğruluğuna kesinkes inanan bir peygamberin, uzak görme üslûbu     "Allah'ın yardımı ne zaman (gelecek)" demesi na­sıl uygun düşer?

Bu müşkile şu şekillerde cevab verilir:

a) Onun bir peygamber olması, düşmanlarının hilelerinden eziyet duyma­sına manî olmaz. Nitekim Hak Teâlâ.yemin olsun ki biz, senin göğsünün, onların söyledikleri şeyler yüzünden daral­dığını biliyoruz" (Hicr, 97). "Neredeyse sen onlar imân etmiyorlar diye canına kıyacaksın" (Şuarâ, 3) ve"Hatta o peygam­ber/er ümidterini kesip de onların muhakkak yalana çıkarıldıklarını zannettik­leri sırada yardımımız onlara yetişti ve kurtarıldılar" (Yusuf. 110) buyurmuştur. Buna göre Peygamberin göğsü daraldığı, çareleri azaldığı ve Allah'ın kendisi­ne yardım edeceğini duyduğu ve fakat bunun için Allah'ın bir vakit belirleme­miş olduğunu bildiği zaman, "Allah'ın yardımı (acaba) ne zaman?" der. Hatta o peygamber yardımın vaktinin yaklaşmakta olduğunu anladığı zaman üzün­tü ve kederi zail olur ve kalbi yatışır. Bunun doğruluğuna, Allah Teâlâ'nın, bu söze cevaben, "Bilin ki Allah'ın yardımı /akındır" bu­yurmuş olması delâlet eder. Cevap.yardımın gelmesinin yakın olduğunun anlatılması; sorunun da yardımın vaktinin yakın olup olmadığı hususunda sorul­muş olmasına delâlet eder. Eğer soru, bu yardımın olup olmadığı hususuna dâir olsaydı, bu cevap o soruya uygun düşmezdi. İşte bu, sağlam bir cevaptır.

b) Allah Teâlâ, bu âyette gerek peygamberin, gerek imân edenlerin bir söz söylediklerini haber vermiş, daha sonra da iki ayrı söz zikretmiştir:

Birincisi, "Allah'ın yardımı ne zaman?"; ikincisi, "Bilin ki Allah'ın yardı­mı yakındır" sözleri... Binaenaleyh bu iki sözden herbirini, peygamber ile mü'-minlerden herbirine izafe etmek gerekir. Buna göre iman edenler, "Allah'ın yardımı ne zaman?" dediler. Peygamber de, onlara "Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" demiştir. Bu görüşte olanlar, bunun hem Kur'an'da, hem de Arap şiirinde benzerleri olduğunu söylemişlerdir. Kur'an'da bunun benzeri, Hak Te-âlâ'nın, "Sizin faydanıza, içinde sükûn bulup istirahat etmeniz için geceyi ve fazl-u keremin­den (rızık) aramanız için gündüzü yaratması O'nun rahmetindendtr" (Kasas, 73) âyetidir. Bunun manası, "geceleyin sükûn bulaşınız ve gündüz Allah'ın faz­lından arayasınız" demektir. Şiirde bunun benzeri ise, İmru'ul-Kays'ın şu sö­züdür: "Yaşlık ve kuruluk bakımından kuşların kalbleri sanki, içinde hunnâb (iğde) ve çürümüş hurmalar bulunan yuvalar gibidir." Bu şiirde, "Unnâb" taze hur­maya, çürümüş hurma da kuru hurmaya benzetilmiştir. Bu bir grup alimin zik­retmiş olduğu zorlamaya verilmiş bir cevaptır. [79]

 

Altıncı Mesele                Başa Dön   

 

"Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" buyruğunun, Allah Teâlâ'nın o kimselere bir cevabı olması da muhtemeldir. Çünkü onlar, "Al­lah'ın yardımı ne zaman?" demişler ve sözleri orada sona ermiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "İyi biliniz ki Allah'ın yardımı yakındır" buyurmuştur. Bunun, onlardan bir topluluğun sözü olması da muhtemeldir. Sanki onlar "Al­lah'ın yardımı ne zaman?" dediklerinde, kendi kendilerine döndüler ve Allah'u Teâlâ'nın, onların düşmanlarını kendilerine üstün kılmayacağını anladılar da, bunun üzerine, "İyi biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır"., böylece bir de, "Ey Rabbimiz, senin va'adine güvenerek sabrettik" dediler.

Buna göre eğer, "Hak Teâlâ'nın,'Allah'ın yardımı yakındır" buyruğu kendisine bir sıkıntının isabet ettiği her­kesin, o sıkıntının sona erip başarıya ulaşacağını bilmiş olmasını gerektirir. Bu ise sabit değildir" denilirse biz deriz ki: Bunun peygamberlere has olması im­kansız değildir. Yine bunun herkes hakkında umûmî olması da mümkündür. Çünkü bir belâ içindeki herkeste, şu iki halden birisinin mutlaka bulunması gerekir: Ya ondan kurtulma veya (o belâ içinde) ölüm... Kişi öldüğü zaman, onun işini ihmal ve hakkını zâyî etmeyecek bir zatın yanına varmış olur ki bu en büyük yardımdır. Cenâb-ı Allah o yardımın yakın olduğunu söylemiştir. Çün­kü ölüm yakındır[80].

 

'Onlar, neyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: "Maldan vereceğiniz şey ebeveyne, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (verilir). Hangi hayrı işlerseniz, şüphesiz Allah onu bilir" (Bakara, 215).

 

Bil ki Allah Teâlâ, her mükellefe dünyadan yüz çevirmesinin, âhiretle meş­gul olmasının ve ahiret uğrunda can ve malını vermesinin gerektiğini iyice açık­layınca, bunun peşisıra İslâm'ın hükümlerini beyân etmeye başladı: Bu hükümler bu ayetten başlayarak, (Bakara, 243) ayetine kadar devam eder. Çünkü herbiri diğerini tamamlayıp kuvvetlen­dirsin diye tevhidi, va'z-u nasihati ve hükümleri birbirine karışmış olarak an­latmak Kur'anı Kerim'in üslûbudur. [81]

 

Nafaka Hakkında Hüküm

 

Nafaka ile ilgili hüküm işte bu ayettedir. Bu ayet ile ilgili bazı meseleler vardır: [82]

 

Birinci Mesele

 

Atâ şöyle demiştir: "İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelen ve "Benim bir dinarım var" diyen; Hz. Peygamberin kendisine, "Onu kendin için harca"dediği; o kimsenin/'Benim iki dinarım var" cevabını verdiği, bunun üzerine Hz. Peygamberin, "Onları ailen için harca" buyurduğu; bu sefer de, "Benim üç dinarım var" dediği; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in de "Onu hizmetçin için harca" cevabını verdiği; yine adam, "Benim dört dinarım var" deyince, Hz. Peygamber'in "Onu ana-baban için harca" de­diği; adamın tekrar, "Benim beş dinarım var" dediği; Hz. Peygamber (s.a.s)'İn "Onu akrabaların için harca" cevabını verdiği; adam son olarak, "Benim altı dinarım var" deyince de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,'Onu Allah yolunda har­ca; bu harcamaların en güzelidir" dediği bir adam hakkında nazil olmuştur.

Yine Kelbî, İbn Abbas (r.a)'dan, bu ayetin Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bu zat yaşlı ve düşkün birisi idi. Uhud Savaşı'nda şehid edilmiştir. Çok zengin idi. Bundan dolayı "Mallarımızı kimlere infâk edelim ve nereye koyalım?" diye sorduğunda, bu ayet inmişti. [83]

 

İkinci Mesele

a) ifâdesi ile ilgili nahivcilerin iki görüşleri vardır:lâfzının,lâfzıylla birlikte tek bir isim ka­bul edilmesi. Buna göre ayetteki,ıliU ifâdesinin ma­halli, fiili ile"nasb" tır. Bunun delili, Arapların,  laîzındaki elifi düşürmeyerek, "Neyi soruyorsun? şeklinde kullanmalarıdır. ile birlikte,  lâfzı tek bir isim kabul edilmeseydi, Araplar elifi hazfede­rek, şeklinde kullanmaları gerekirdi. Nitekim kıraat İmamları,

 (Naziat, 43) ayetlerinde, u daki elifi hazfetm işi erdir. Buna göre Araplar, u nın sonundaki elifi, da hazfetmediklerine göre, onun,ile birlikte tek bir isim olduğu anlaşılmış olur. Arap­lar ismin sonunda olmadığı için,  nın elifini hazfetmemişlerdir. Çünkü hazif ancak o kelimenin son harfi olduğu zaman yapılabilir. Fakat şiirde böyle ol­mayabilir. Nitekim şâirin şu şiirinde böyledir:"Külün içinde eşelenen bir domuz gibi âdi olan bir çocuk, kalkmış bana sövüyor..."

b) Bu, ının  manasına alınmasıdır. Böylece, mübtedâ ve ma­hallen merfu ve,  da onun haberi olur. Araplar bazan,  manasına kullanarak, yani "Bunu sana kim söyledi" derler. Bu iza­ha göre ayetin takdiri, "Onlar sana neyi infâk edeceklerini sorarlar" şeklinde olur[84].

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Ayet hakkında bir soru vardır., O da bir topluluğun "kimlere infâk edileceğini değil de, nelerin infâk edileceğini" sormuş olmalarıdır. Öyleyse Allah on­lara bu şekilde nasıl cevap vermiştir?Bu hususa şu şekillerde cevap verebiliriz:

a) Âyette sorunun cevabı vardır. Fakat Hak Teâlâ, bu cevaba, maksadın kendisiyle tamamlanacağı bir ilâve yapmıştır. Çünkü, "Maldan vereceğiniz her şey" âyeti, sorunun cevabıdır. Sonra bu infak ancak müstehak olan yerlere harcandığı zaman mükemmel olur. İşte bu sebeple Al­lah Teâlâ o soruya cevap verince, peşisıra izahı tamamlamak için bunun ne­relere ve kimlere verileceği hususunu da eklemiştir.

b) Kaffâl şöyle demiştir: "Soru hernekadar,lafzıyla sorulmuşsa da, bu sorudan maksad, intakın keyfiyetini sormaktır. Çünkü bunu soranlar, em-rolundukları şeyin, Allah'a yaklaşmak için mal infâk etmek olduğunu zaten bi­liyorlardı. Onlarca bu husus malûm olunca, hatıra bu malın hangi şey olduğu hususu gelmez. Bu husus, sorunun maksadı olmadığına göre, bu soruyla öğ­renilmek istenen şey, infakın kimlere ve nerelere verileceği hususudur. Bina­enaleyh cevap soruya uygundur. Bunun bir benzeri de, "Onlar, "Bizim İçin Rabbine dua et de, onun ne olduğunu apaçık anlat­sın bize. Çünkü bizce İnekler birbirine benziyor..." demişlerdir. (Musa da) söyle dedi: "(Rabbim) buyuruyor ki "o boyunduruğa koşulmamış bir inektir..." (Ba­kara, 70-71) ayetleridir. Bu ayette cevap soruya uygundur. Çünkü ineğin şu şu hallerde bir hayvan olduğunu herkes bilir. Binaenaleyh "O nedir..?" sorusu­nu, bu hayvanın mahiyetiyle ilgili bir manaya hamletmek mümkün değildir. Bundan dolayı bu sorunun maksadının, bu ineğin, başka hayvanlardan farklı olan sıfatlarını öğrenmek olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu yolla biz deriz ki, bu cevap soruya tam uygundur. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Çünkü on­ların infak etmekle emrolundukları şeyin ne olduğunu bildiklerini anladığımız­da, "neyi nafaka olarak verecekleri" sorularından maksadlannın, aslında nafaka verilecek şeyi sormak olmadığına, aksine kimlere ve nerelere infak edi­leceği hususu olduğuna kesin olarak hükmetmemiz gerekir. Binaenaleyh ve­rilen cevap yerinde ve uygundur.

c) Ayetten muradın şöyle olması da muhtemeldir: Onlar bu soruyu sor­muşlar ve kendilerine sanki, "Bu yersiz bir sorudur. Malın helâl olması ve ve­rilmesi gereken yerlere verilmiş olması şartıyla ne infâk edersen et" denilmiştir. Bu, şuna benzer: İnsan, hiçbir yemek kendisine zarar vermeyecek kadar sıh­hatli olur da, yine de doktora, "Neleri yiyeyim?" dediği zaman, doktor "Gün­de iki öğün ye" dediğinde, bunun manası, "Herşey yiyebilirsin ancak, o bu şartla..." demektir. Bu âyette de böyledir. Buna göre ayetin manası, "Şu şu şahıslara verilmesi şartıyla istediğinizi infâk ediniz" şeklindedir. [85]

 

Dördüncü Mesele

 

Bil ki Allah Teâlâ infak hususunda bir sıra gözetmiş ve ebeveyni birinci sıraya koymuştur. Çünkü ebe­veyn, sebebler âlemi dünyada insanı yokluktan var­lığa çıkarmışlar ve onu son derece güçsüz ve muhtaç bir halden büyütmüş­lerdir. Böylece ebeveynin çocuğa o in'âmı (iyiliği ve hakkı), başkalarının in'âmından daha büyük olur. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ,"Rabbin "Kendisinden başkasına  kulluk etmeyin ve ana babaya iyi muamele edin" diye hükmetti'' (İsra, 23) buyurmuştur. Burada Allah'ın hakkını gözettikten sonra, ebeveynin hak­kını gözetmeden daha gerekli birşey olmadığına işaret vardır. Çünkü insanı yokluktan varlık alemine hakiki mânâda çıkaran Allah'u Teâlâ'dır. Ebeveyni ise, insanı zahirî sebebler âleminde yokluktan varlığa çıkaranlardır. Bu sebeble ana-baba hakkının, başka insanların hakkından daha büyük olduğu ortaya çı­kar. Binaenaleyh hakların gözetilmesi hususunda, ebeveynin başkalarından öne alınması gerekir.

Allah Teâlâ, ebeveynden sonra "akrabalardı zikretmiştir. Bunun sebebi şudur: İnsanın, bütün fakirlerin ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. Bun­dan dolayı mutlaka fakirlerin bazısının bazısına tercih edilmesi gerekir. Tercih için mutlaka tercih ettirici bir sebebin olması gerekir. Akrabalık bazı bakımlar­dan tercih sebebi olabilir.

a) Akrabalık, içice olma sebebidir. İç ice ve yaktn oluş da, bu insanların birbirinin halinden haberdar olmasını sağlar. Meselâ onlardan biri zengin, bir başkası fakir olduğu zaman fakirin,zenginin haline, zenginin de fakirin haline muttali olması daha fazla olur. Bu da, insanı infâka sevkeden sebeblerin en güçlülerinde ndir.

b) Akrabalar içindeki fakirler gözetilmemiş olsaydı, fakir akrabalar başka­larına başvurmaya mecbur olurdu. Bu da zengin akrabalar için bir utanç vesi­lesi ve kötü bir durum olurdu. Binaenaleyh insanın kendisinden zararı gidermesi için, fakir akrabaların ihtiyaçlarını gidermesi daha evlâ olur.

c) İnsanın akrabası kendisinin parçası gibidir. İnsanın kendisine infak et­mesi, başkalarına infak etmesinden daha evlâdır. İşte bu sebebten ötürü in­sanın akrabalarına infâk etmesi, akraba olmayanlara infâk etmekten daha evlâdtr.

Allah Teâlâ akrabalardan sonra "yetlmler"i zikretmiştir. Çünkü yetim ço­cuklar küçük oldukları için, geçimlerini sağlayamazlar. Yine onlar yetim olduk­ları için, geçimlerini sağlayacak başka birisi de yoktur. Babası ölmüş olan küçük çocuk hem kazancı, hem kazananı olmayan ve helak ile yüzyüze olan kimse demektir.

Allah Teâlâ bunlardan sonra "yoksullar"a yer vermiştir. Bunlar, yetimler­den daha az muhtaçtırlar. Çünkü onların çalışıp kazanmaya yetimlerden da­ha çok gücü vardır. Hak Teâlâ, daha sonra "yolda kalan"ları zikretmiştir. Çünkü böyle birisi, beldesinden uzak kalmış olması sebebiyle bazan, ihtiyaç ve fakru zaruret içine düşebilir. İşte bu intakın keyfiyeti meselesinde Allah'ın yaptığı dosdoğru bir sıradır.

Allah Teâlâ, bu mükemmel ve güzel tafsilâtı verince, peşisıra icmâlî (öz) bir ifâde ile, "Hangi hayrı isteseniz, şüp­hesiz Allah onu bilir" yani, "Allah rızası için, O'nun bol sevabını elde edip azabının vereceği elemlerden kurtulmak için, ister ayette bahsedilenlere, is­ter başka insanlara ne hayırda bulunursanız bulunun, Allah onu bilir" buyur­muştur.

Âyette geçen "alîm", Cenâb-ı Allah'ın âlîm oluşu hususunda ileri bir ma­na ifâde eden bir sığadır. Yani "Allah'ın ilminden ne yerdeki ne de gökteki bir zerre hâriç kalamaz" demektir. Binaenaleyh Allah sizi, yaptığınız o şeye karşılık en güzel bir mükâfaatla mükâfaatlandırır. Nitekim Hak Teâlâ,"Sizden gerek erkek gerek kadınlardan, bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım " (Al-i İm-ran, 195) ve, "Kim de zerre kadar hayır işlerse o (nun mükâfaatını) görecektir " (zilza, 7)  buyurmuştur. [86]

 

Beşinci Mesele

 

Âyetteki "hayır" dan murad, Allah Teâlâ'nın, "Şüphesiz o (insan)f malı çok sever" (Âdiyât, 8) ve "Eğer bir mal bırakırsa vasiyet (gerekir)"(Bakara, 180) âyetlerinden dolayı, mal" ma­nasınadır. Buna göre âyetin manası, "İster az, ister çok olsun maldan ne in-fâk ederseniz, Allah bilir" şeklindedir. Burada bir başka görüş daha vardır. O da, ifâdesinin, hem bu infakı, hem de diğer bütün iyilik ve taatları içine olmasıdır. Bu görüş daha uygundur[87].

 

Altıncı Mesele                Başa Dön   

 

Bazı âlimler, bu âyetin miras âyetiyie mensuh olduğunu söylemişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü âyeti, ken­disine nesih arız olmayan mânâlara hamletmek mümkündür.

1) Ebu Müslim şöyle demiştir" Çalışıp çabalamaktan âciz olup ellerinde

de malı mülkü kalmadığı zaman ebeveyne infak etmek vaciptir.Ayette geçen "akrabalar" dan murad, insanın çocukları ve torunlarıdır. Bunların da malı mül­kü olmadığı zaman, nafakalar» gerekir. Ayeti bu mânâya hamlettiğimiz zaman ayetin miras ayetiyte mensüYı o\öuğunu söyleyenler, bunu izah edemezler. Çün­kü nafaka, insan yaşarken gereklidir.Miras ise ölümden sonra sahiplerine gider.Yine sahibi öldükten sonra ele geçirilen şeye "nafaka" denmez."

2) Âyetten murad şöyledir: Nafaka (infak) konusunda Allah'a yaklaşmayı arzu eden kimsenin, âyetteki yerlere infâk etmesi evlâdır. Böylece kişi önce en evlâ olanı, sonra daha az evlâ olanı peşpeşe sıraya kor. Buna göre ayetten maksad, nafile sadakalardır.

3) Ayetten murad, ebeveyn ve akrabalara verilecek farz-ı kifâye olan sa­dakalar ile, yetim ve miskinler için farz olan zekâttır.

4) Ebeveyne ve akrabalara yapılacak intaktan muradın, insanı sıla-ı rah­me sevkeden şeylerin; yetimler ve yoksultara yapılacak infaktan muradın da sırf sadakalar olması muhtemeldir. Buna göre ayetin zahiri, onu mensuh say­madan, bütün bu vecihleri içine alabilir. [88]

 

Savaş Hakkında Hüküm

 

"Sizin hoşunuza gitmediği halde size savaş farz kılındı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için hayırlı olur, bir şeyi de sevdiğiniz halde, o sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz" (Bakara. 216).

Bu ayetle İlgili bazı meseleler vardır: [89]

 

Birinci Mesele                 Başa Dön   

 

Bil ki, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'de iken savaş- maya izinli değildi. Medine'ye hicret edince Allah Teâlâ   ona,   kendisine   karşı   savaşan   müşriklerle savaşma izni vermişti. Daha sonra da Hak Teâlâ cihadı farz kılmıştır. Âlimler bu âyet hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Bu ayet, savaşın herkese vâcib olduğunu ifâde eder" demişlerdir.

Mekhûl' den Beytullah'ın yanında, savaşın vâcib (farz) olduğuna yemin ettiği rivayet edilmiştir.

İbn Ömer (r.a) ve Atâ'dan, bu âyetin sadece onların bulunduğu vakte has olarak, Ashab-ı Resul için savaşmanın farz olduğunu ifâde ettiği nakledil­miştir.

Birinci görüşte olanların delili şunlardır: "Ayetteki, (yazıldı) lâfzı, farz oluşu gösterir.ifâdesi de farzlığı gerektirir.(sizin üzerinize) lâfzındaki "siz" hitabı, tıpkı "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178) ve,    "Oruç size farz kılındı" (Bakara, 183) âyetlerinde olduğu gibi, savaşın hem o zamanda bulunanlara, hem de daha sonraki müslümanlara farz olmasına manî değildir." Buna göre şa­yet, "Âyetin zahiri, savaşın farz-ı ayın mı, farz-ı kifâye mi olmasını gerektiri­yor?" diye sorulursa, biz deriz ki: Âyet savaşın farz-ı ayın olmasını gerektirir. âyetteki,  "Sizin üzerinize" ifâdesi, tıpkı, "Oruç size farz kılındı" (Bakara. 183) ve, "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178)ayetlerinde olduğu gi­bi, "Sîzden herbirinize tek tek" manasmdadır.

Atâ'nın delili ise şudur: Ayetteki, (yazıldı) lâfzı, farz oluşu ifâde eder. Bu sebeble onu bir kere yerine getirmek kifayet eder. Ayetteki, (size, sizin üzerinize) ifâdesi de, bu hitabın o vakitte mevcud olan müslüman­lara âit olmasını gerektirir,

Fakat biz, "Kısas size farz kılındı" ve "Oruç size farz kılındı" âyetlerinin ifâde ettiği hükümler hususunda, o zamanda (ashab zamanında) bulunanla­rın durumunun, daha sonrakilerin durumu gibi olduğunu ayrı bir delile daya­narak söylüyoruz. Bu ayrı delil icmâdır. Savaş hususunda böyle bir delilimiz yoktur. Binaenaleyh savaşla ilgili âyetlerin, asıl manaları üzere kalması gere­kir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Görüşümüzün doğruluğuna, "Allah onların herbirine cenneti va'adetmiştir" (Nisa. 95) ayeti de delâlet etmektedir. Eğer oturup savaşa gitmeyenler bir farzı yeri­ne getirmemiş olsalardı, bu âyette onlara cennet va'adedilmezdi. "Savaş farz idi, fakat sonra neshedildi" denebilir. Ancak bunu söyleyecek olanların, bir delil olmadan neshin olduğunu söylemeleri caiz değildir. Bunun, bizim söyle­diğimiz gibi olduğuna "Mü'minlerin hepsinin birden savaşa gitmesi uygun değildir" (Tevbe, 122) ayeti de delâlet eder. Âyetin mensuh olduğunu söylemek, izah ettiğimiz gibi, doğru değildir. Bugün sava­şın farz-ı kifâye olduğu hususunda icmâ vardır. Ancak müşriklerin, müslüman-ların yurtlarına girip istilâ etmeleri hali müstesna. Böyle bir durumda cihad herkes için farz-ı ayın olur." Allah en iyi bilendir[90].

 

Savaştan Hoşlanmama Meselesinin Açıklanması

 

Ayetteki, "O hoşunuza gitmediği halde" tabiri hakkında şu problem vardır:

Âyetteki, size yazıldı" sözünden anlaşılan  bu hitabın mü'minlere olmasıdır. Akıl da bunu gösterir. Çünkü kâfir, kâfire karşı savaşta emrolunamaz. Durum böyle ol­duğuna göre, daha nasıl Hak Teâlâ, "O hoşunuza gitmediği halde.." buyur­muştur? Çünkü bu ifâde, mü'minlerin Allah'ın hüküm ve tekliflerinden hoşlanmadıkları vehmini verir ki bu doğru değildir. Çünkü mü'min Allah'ın emir ve mükellefiyetlerine karşı kızmaz, aksine bunlara razı olur, bunlardan hoşla­nır, bunlara sımsıkı sarılır ve bunun kendisi için bir kurtuluş vesilesi olduğu­nu, bunları yapmamasında kendisi için bir fesadın olacağını bilir.

Buna şu iki şekilde cevab verilir:

a) Ayetteki, (hoşa gitmeme) lâfzından murad, savaşın insanın nef­sine ağır gelmesidir.Mükellef, her ne kadar Allah'ın emrettiği şeyin kendisi için bir kurtuluş vesilesi olduğunu bilse bile, bu bilme, savaşı insana güç ve ağır Çelmekten hâriç tutamaz. Çünkü teklif, yapılmasında mutlaka bir külfet ve me­şakkat bulunan şeyden ibarettir. Malumdur ki insan tabiatının en çok temayül ettiği şey yaşamaktır. Binaenaleyh ona en ağır gelen şey de savaştır.

b) Bundan muradın, kendisinde korku bulunduğu için ve düşmanların çok­luğundan dolayı, müslümanların henüz savaş farz kılmadan, savaşı hoş gör­memiş olmalarıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, size farz kıldıktan sonra savaşı kerih görmeyesiniz diye, kerih gördüğünüz savaşın, sizin için savaşmamak-tan daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur[91].

 

Üçüncü Mesele

 

kelimesi, "Olur ki birşey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olur" âyetinin de delâlet ettiği gibi, "kerahet" (hoş görmeme) manasınadır. Bu hususta iki görüş vardır:

a) Manayı iyice belirtmek için masdarın vasıf (isim) yerinde kullanılmış ol­ması. Nitekim el-Hansâ'nın şu beytinde olduğu gibi: "O, ancak bir ikbâl ve sırtdönüşü'dür." Bu savaşı onlar çok kerih gördükleri için, sanki kerâhatin bizzat kendisi imiş gibi olmuştur.

b) Masdarın mef'ûl manasına olmasıdır. Meselâ haberin "mahbûr" ma­nasına gelmesi gibidir. Buna göre ayetteki,

demektir. Sülemî bunu, kaf harfinin fethasıyla, şeklinde okumuştur, ve, ifâdeleri, ve, ifâdeleri gibi, iki lügattirler. Bunun mecazî olarak ikrah manasına olması da caizdir. Buna göre sanki onlar savaşmayı çok kerîh gördüklerinden ve bu savaşma onlara çok güç geldiği için, onlar bu savaşa sanki zorlanmışlardır. Hak Teâlâ'mn, "Anası onu zahmetle taşıdı, yine onu zahmetle doğurdu" (Ahkâf, 15) ayeti de böyledir, Allah en iyisini bilir. Bazı kimseler de, lâfzının, zorlanmayıp da istemeden yaptığın şeyler hakkında; lâfzının ise, zorlanarak yaptığın şeyler hakkında kullanıldığını söylemişlerdir. [92]

 

İnsanın İstemediği Hususta Cenâb-ı Hak Hayır Yaratır

 

Hak Teâlâ'nın, Olur ki bir şey  hoşunuza gitmediği halde, o sizin için hayırlı olur; bir şeyime sevdiğiniz halde, o sizin için şer otur" ayeti hakkında birkaç mesele vardır: [93]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

muzarisi olmayan bir fiildir. Sadece mazisi çekilir. Bunun mazisinden de özellikle, şekilleri kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ,..  (Muhammet, 23) buyurmuştur. Kendisinden sonra gelen isim merfû kılınır. Zaten isim de, fiilden sonra merfû kılınır. Buna göre, ) dediğin gibi, aynen,de diyebilirsin. Bu kelimenin manası,  " yakın oldu, olması yaklaştı" şeklindedir. Nitekim Hak Teâlâ,"De ki, .... ensenize binmek üzeredir" (Nehl,72) buyurmuştur. Yani, "vakti yaklaştı" de­mektir. Buna göre de sözünün takdiri, "Yani Zeyd'in kalkması yakın oldu demektir. [94]

 

Savaşa Hazır Olmanın Faydaları

 

Buna göre âyetin mânası, "Şu anda birşey, çoğu kez size güç gelmiş olabilir. Halbuki o şey, gelecekte sizin önemli birtakım faydalara sebeptir. Zıddı da böyledir. Gelecekte iyileşmenin gerçekleşmesi bek­lendiği için, şu anda acı olan ilacın içilmesi güzel addedilmiştir. Yine gelecek­te kazanç elde etmek umulduğu için, yolculuk esnasında çok çeşitli tehlikele­re katlanmak da hoş görülmüştür. Hem dünyada, hem de âhirette büyük mutluluğu elde edebilmek için, ilim uğrunda muhtelif güçlüklere katlanmak da güzel karşılanmıştır. İşte burada da böyledir. Çünkü cihâdı terkedip savaş­mamak, her ne kadar şu anda kişinin nefsin öldürülme tehlikesinden; malı­nın da harcanmaktan korunmuş olmasını sağlarsa da ancak ne var ki,cihâdın terkinde çok çeşitli zararlar mevcuttur.

1) Düşman sizin savaşı terketmeye ve rahatlık içinde yaşamaya bir tema­yülünüzün bulunduğunu bildiğinde, sizin yurtlarınıza yönelir de, sizi öldürmeye çalışır. Böylece o sizi yakalayıp, kanlarınızı akıtır, mallarınızı yağmalar; veyahut da, herhangi bir silâh ve teçhizat hazırlığında bulunmaksızın, onlarla savaşmak zorunda kalırsınız. Bu da, tıpkı ilâcın acılığına katlanmadan nefsi­nizin nefret etmesi sebebiyle, hastalık ilk belirdiği sırada onu tedaviden ka­çınmak gibi olur. İşin neticesinde ise kişi, bu nefret ve meşakkatların kat kat fazlasını yüklenmeye mecbur kalır. Netice olarak savaşmak, emniyetin tahak­kuk edebilmesi için bir sebebtir. Bu da, savaşmadan geçirilen kısa bir vakitten sağlanan faydadan daha hayırlıdır.

2) Ganimet elde edememek.

3) Düşmana hükümran olmak suretiyle duyulan büyük hazdan mahrum olmak. Savaşın dine taalluk eden yönlerine gelince, bunlar pekçoktur

1) Cihâd yapan kimse, Allah'a yaklaşmak ve bir ibâdet gayesiyle cihâd eder; doğruluk yoluna girer ve yaptığını da bozmazsa, bu kimse için büyük mükâfaatlar meydana gelir.

2) Cihâd yapılmazsa, düşmanlarınızın, sizin mallarınızı yağmalamasından korkulur.. O zaman da siz meydana gelecek sıkıntılara katlanamaz, neticede de dininizden dönebilirsiniz.

3) Düşmanınız, sizin dininiz uğrundaki çalışıp çabalamanızı, canınızı ve malınızı dininiz uğruna harcadığınızı gördüğünde, bundan ötürü o kimse sizin dininize meyleder. Bu sebeple o kimse sizin vasıtanızla müslüman olunca, siz bu sayede Allah katında büyük bir mükâfaatı hak etmiş olursunuz.

4) Allah'ın rızasını elde etmek için savaşa girişen kimse, Allah'ın rızasını elde etmek sebebiyle, savaşın acılarına katlanmış olur. Allah'ın fazi ve rah­metine, O'nuh ihsanda bulunanların ücretlerini zayi etmediğine ve dünya lez­zetlerinin asılsız ve temelsiz şeyler olduğuna yakînen inanmamış olan kimse, savaşmaya asla razı olmaz. İşte bir kimse Allah'ın fazl'û rahmetine inandığı zaman, Allah'a olan sevgisinden ve dünyaya olan buğzundan dolayı, dünyayı terkeder. Bu da, insanın en büyük mutluluklarından biridir.

Birisi, yukarıda anlattıklarımızla, her ne kadar insan tabiatı, Allah'ın düş­manlarıyla savaşmayı istemese bile, bunun çok hayırlı bir şey olduğu sabit olmuş olur. Zıddı da böyledir.. İki husus birbiriyle çatıştığı zaman, daha çok faydalı olanın tercih edileceği malûmdur. Hak Teâlâ'nın "Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde, o sizin için hayırlı olur; bir şeyi de sevdiği­niz halde, o sizin için şer olur" kavlinden murad edilen de işte budur[95].

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

"Şer", kötülük demektir. Bunun aslı, bir şeyi yaydığın zaman demiş olduğun, tabirinden gelir. Kuruması için serdiğin zaman,"Eti veya elbiseyi yaydım, serdim" denilir. Nitekim, şa­irin şu sözü de bu kabildendir: Ta ki, sahifeler avuç tçleriyle yayıldı serildi "

Yayıldığı için aleve de, denilir. Buna göre "şerr" in mânası, za­rarlı şeylerin yayılmasıdır. [96]

 

Dördüncü Mesele

 

 kelimesi,   kelimesi gibi, şek ve şüphe anlamı vehmettirir. Allah hakkında kullanıldığın­da ise, yakîn ifâde eder. Âlimlerden, kelime­sinin ümit uyandıran bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır.Bu mânaya göre bu kelime, bunu söyleyenin şek ve şüphesinin bulunduğuna delâlet et­mez. Ancak bu, şek ve şüphenin, dinleyen kimse için söz konusu oiduğuna delâlet eder. Bu takdirde de, herhangi bir tevile ihtiyaç kalmaz. Ama bu keli­menin,       mânasına geldiğini söylersek, bu husustaki yapılacak olan açıklamaların, Cenâb-ı Hakk'ın "Umulur ki, muttakilerden olursunuz" (Bakara. 21) ayetinin tefsirinde zikredilen görüşlerin aynısı olduğunu bildiririz. Ha­lil, "Kur'an-ı Kerim'de bizzat Allah kullanıldığında, nın vücüb ifâde ettiğini söylemiştir. Nitekim Hak Teâlâ,      "Umulur ki Allah, fethi getirecektir" (Maide. 52) buyurmuş, nitekim tahakkuk da etmiştir. Cenâb-ı Hak"Allah'ın onların hepsini bana ge­tirmesi yakındır" (Yusuf. 83) buyurmuş, bu da aynı şekilde tahakkuk etmiştir. Al­lah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah bilir, siz bilmezsiniz" kavlinden maksadı, cihad hakkında büyük bir istek uyandırmaktır. Bu böyle­dir, çünkü insan kendisinin bilgisinin son derece sınırlı ve.aciz; Allah'ın ilmi­nin ise, en mükemmel olduğuna inanır, daha sonra da Ailah'u Teâlâ'nın kuluna ancak, hayrının ve yararının bulunduğu şeyi emredeceğini bilirse, bu şey is­ter hoşuna gitsin, isterse gitmesin, O'nun kendisine emrettiği şeye uymasının vâcib olduğunu kesin olarak anlamış olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöy­le demiştir: "Ey kulum, bil ki benim ilmim senin ilminden daha mükemmeldir. Binaenaleyh, benim taatımla meşgul ol, tabiatının gerektirdiği şeylere iltifat etme!" Buna göre bu âyet burada, Cenâb-ı Hakk'ın meleklere cevap sadedin­de söylemiş olduğu, "Muhakkak ki benr sizin bilmedi­ğiniz şeyleri bilirim" (Bakara, 30) âyetinin yerine geçer. [97]

 

"Sana haram o ayı, ondaki muharebeyi sorarlar. De ki: "O aydamuharebe etmek büyük günahtır; Allah yolundan men etmek, onu inkâretmek, Mescid-l Harama gitmelerine mâni olmak, O'nun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne, katilden de beterdir.Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. İçinizden kim dinden döner de kâür olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar"

(Bakara, 217).Ayet hakkında birkaç mesele vardır: [98]

 

Haram (Kutsal) Ayda Savaşmanın Hükmünü Soranlar Kimlerdir?                Başa Dön   

 

Âlimler bu soran kimsenin, müslümanlardan mı, kâfirlerden mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Birincincisi: Onun müslümanlardan olduğunu söyleyenl|erdir ve bunlar iki gruptur:

a) Şöyle diyenler: Allah Teâlâ, o insanlar nazarında haram ayların ve Mescid-i Haram'ın savaştan alıkoyma hususunda son derece saygınlığı ol­duğu halde onlara savaşı emredince, onlarca savaş hakkındaki bu emrin ha­ram ayların ve Mescid-l Haram'ın dışında olması gerektiğinin zannedilmesi uzak bir ihtimal değildi. Bundan dolayı bu durum onları, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bunu sormaya ve şöyle demeye sevketmiştir: "Bu aylarda ve Mescidi Haram'da onlarla savaşmamız helâl midir?" İşte bunun üzerine, bu âyet nazil olmuştur. Bu izaha göre bu sorunun müslümanlar tarafından sorul­muş olacağı açıktır.

b) Bu ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bunlar, İbn Abbas (r.a)'nın şöyle de­diğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s), halası oğlu Abdullah b. Cahş el-Esedi 'yi Bedir Savaşı'ndan iki ay önce, kendisinin Medine'ye gelişinden onyedi ay sonra sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi ve bir mektup ile ahid-nâme yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve onda yazılanlara göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş mektubu yerine gelip açınca şu ifâdelere rastladı: Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah'ın bereketi üzere git. "Batn-ı Nahü" mevkiinde konakla ve orada Kureyş kabilesinin kervanım gözle. Belki sen onlardan bize hayır (ganimet) alır gelirsin." Bunun üzerine Abdullah: "İşittik ve peygamberin emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben pey­gamberin emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın" dedi ve yürüyüp gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Batn-ı Nahl'e vardı.

Tam o sırada, beraberinde üç kişi ile birlikte Amr b. el-Hadramî onlara rastlayıverdi. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabını görünce, içlerinden birinin başını tıraş ettiler ve böylece onlara, kendilerinin umre yapan bir toplu­luk olduğu vehmini vermek istediler. Sonra Abdullah b. Cahş (r.a)'ın yanın-dakilerden birisi otan Vâkıd b. Abdullah Hanzali (r.a) gelip, Amr b. el-Hadrami ye bir ok atarak onu Öldürdü. Abdullah b. Cahş ve beraberinde­kiler diğer iki kişiyi esir alarak, bunların kervanını içindekilerle birlikte sürerek Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldiler. Bunun üzerine Kureyş gürültü koparıp şöy­le dediler: "Muhammed haram aylan, içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve o ayda kan döküyor." Müslümanlar da bunu yadırgadı­lar. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), 'Ben size haram aylarda savaşma­nızı emretmedim" dedi. Abdullah b. Cahş (r.a) da, "Ya Resulallah, biz İbnü'l-Hadramf'yi öldürdük. Sonra akşam olunca recep ayının hilâlini gözet­lemeye başladık. Fakat onu recep ayı İçinde mi cumade'l-ahire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) bu kervanı ve esirleri bekletip dağıtmadı. Bundan dolayı bu âyet nazil oldu ve Hz. Peygamber de ganimetleri aldı.

Bu takdire göre, görünen odur ki bu soru şu vecihlerden ötürü müslümanlar tarafından sorulmuştur:

1) Hz. Peyggamber (s.a.s)'in yanında bulunanların çoğu müslüman idiler.

2) Bu âyettenönceki ve sonraki ayetlerdeki hitab müslümanlaradır. Bun­dan önceki,Cennete girivereceğinizi mi san­dınız" âyetidir ve bu,müslümanlara bir hitabdır. Sonraki ayetler ise,"Onlar sana içkiyi ve kumarı sorarlar.." ve, "Sana yetimleri sorarlar" ayetleridir.

3) Sa'id b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ashab-t Resulden daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar Allah'ın Resulü­ne sadece onüç şey sordular ve bunların hepsi Kur'an-ı Kerim'de yer aldı. Bu sorulardan birisi de, "(Onlar) sana haram o ayı sorarlar" ayetidir.

Bu soru kâfirler tarafından sorulmuştur, Bu görüşte olanlar şöy­le demişlerdir: "Kâfirler Hz. Peygamber (s.a.s)'e haram aylarda savaş yapılıp yapılmayacağını sordular ki eğer O, bu ayda savaşmanın helâl olduğunu söy­lerse böylece onlar buna ısınacaklar ve o ayda savaş yapmayı helâl sayacak­lardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, "Sa­na o haram ayı, yani o ayda savaşmayı soruyorlar. De ki o ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat Allah yolundan ve Mescid-i Haram dan menetmek ve Allah'ı inkâr etmek bu savaştan daha büyüktür. Kâfirler, güçleri yetse, sizi di­ninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir..." ayetini indirmiş ve kâfirlerin bu sorudan maksadlartnın müslümanlarla savaşmak ol­duğunu beyân etmiştir. Bu âyetten daha sonra, "Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların size saldırdıkları gibi, onlara saldırın" (Bakara, 194) inayetini indirmiş ve müdafaa savaşının bu aylarda caiz ol­duğunu açıkça bildirmiştir. [99]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Ayetteki,   "Onda savaşı.." ifâdesi, "Ha- ram ay" dan bedel olarak mecrurdur. Bu tür bedel­lere "bedel-i istimal" denir. Meselâ senin,"Zeyd yani onun ilmi beni hayran bıraktı"  "Zeyd, yani onun sözü bana faydalı oldu" 'Zeyd, yani malı çalındı" ve,  "Zeyd, yani elbisesi soyuldu" sözlerinde olduğu gibi. Cenâb-ı Allah da "Hendeklerin yani tutuşturucu ateşin sahipleri gebertilmiştir" (Burüc, 4-5) buyurmuştur.

Bazı alimler, kelimesinin mecrur oluşunun, âmilin tekrarından do­layı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ayetin takdiri,şeklindedir. İbn Mes'ud ve Rebî'in kıraati de böyledir. Bunun bir benzeri Hor görünenlere, yani onlardan iman edenlere..." (Araf, 75) ayetidir. İkrime, ayeti  şeklinde OKumuştur.Allah Teâlâ'nın,"O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti ile ilgili iki mesele vardır: [100]

 

Birinci Mesele

 

 kısmı mübteda,  kelimesi onun haberidir. lâfzı her nekadar nekire ise de, o ifâdesi ile hususilik kazanarak mübtedâ olabilmiş­tir.ifâdesinden murad, "büyük günahtır ve çok yadırganır" manasıdır. Nitekim büyük günaha da "kebire" denilmiştir. Allah Teâlâ, "ağızlarından çıkan kelime pek müthiş!" (Kehf, 5) buyurmuştur.

İmdi eğer:"ifâdesindeki, kelimesi niçin nekire getiril­miştir? Nekire kelimeler tekrar ettiğinde, ikincinin, birincinin aynısı olduğunu göstermek için eliftamtt getirilmesi gerekir. Çünkü eğer böyle olmaz ise, ikinci defa nekire olarak gelen aynı kelime başka bir şeyi ifâde eder. Nitekim Hak Teâlâ'nın. ayetindeki,  kelimeleri gibi?" denirse, biz deriz ki: Evet sizin dediğiniz doğrudur. Çünkü aynı lâfız tekrar eder ve her ikisi de nekire olursa, bu durumda ikincisi ile birincisinden ayrı şeyler murad edilmiş olur. Hz. Peyamber (s.a.s)'e soru soran kimseler de, "Onlar sana haram o ayı, onda savaşmayı sorarlar" ayetindeki, jö sözleri ile, Abdullah b. Cahş'ın yaptığı o savaşı kastetmişlerdir. Bunun üzerine Hak Teâlâ "De ki o ayda savaşmak büyük günahtır" buyurmuş­tur. Allah'ın bu buyruğunda büyük günah sayılan savaşın, onların sorduğu sa­vaş olmadığına, bunun başka bir savaş olduğuna dikkat çekme vardır. Çünkü bu savaştan maksad, İslâm'ın muzaffer olup, düşmanların perişan edilmesi­dir. Binaenaleyh bu nasıl büyük günahlardan olabilir. Büyük günah olan sa­vaş, İslâm'ın temellerini yıkıp küfrü kuvvetlendirmek için yapılan savaştır. İşte bu incelikten ötürü her iki kelimesinin de nekire olması tercih edil­miştir. Fakat onların kalpleri daralmasın diye, bunu açıkça ifâde etmemiş, zahi­ri onların istedikleri manayı vehmettirecek, bâtını ise hakka uygun olacak şekilde sözü müphem bırakmıştır. Bu da ancak, her kelimesinin de nekire olarak zikredilmesi ile olmuştur. Eğer Allah Teâlâ, her ikisini veya iki­sinden birisini mahfe olarak getirmiş olsaydı, bu güzel incelik söz konusu olmazdı. Kur'an-ı Kerim'in her kelimesinin muhtevasında ancak akıl sahiplerinin ulaşabileceği lâtif sırlan cem'eden Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz.Sübhânallah... [101]

 

Haram Aylarda Savaşın Bilahare Tecviz Edilmesi

 

Ekseri âlimler bu âyetin, haram aylarda savaşmanın haram olduğu hükmünü ifâde ettiğinde ittifak etmisler,   fakat bu hükmün devam ettiği veya neshedilmiş olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.İbn Cüreyc'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Âta, Allah'a yemin ederek, bana haram aylarda ve Harem-i Şerifte müdafaa savaşı dışında savaşın insanlarahelâl olmadığını söyledi."

Câbir'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), ken­dilerine saldırılrhadığı müddetçe, haram aylarda savaşmazdı." Sa'id b. el-Müeseyyeb'e, "Müslümanlar haram aylarda kâfirlerle savaşabilirler mi?" di­ye sorulduğunda, o, "evet" cevabını vermiştir.

Ebu Ubeyd, "İnsanlar bugün tamamen hudut boylarında mevzidedirler" demiştir. Bu ifâdeye göre, bunlar bütün haram ayfarda savaşı mubah görmüş­lerdir. Şam ve Irak âlimlerinden, onların bu görüşlerini yadırgayan hiç kimse görmedim. Hicaz âlimlerinin görüşünün de böyle olduğunu sanıyorum.

Bu aylarda savaşın mubah ve helâl oluşunun delili, "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz..." (Tevbe, 5) ayetidir. Bu ayet haram aylarda savaşmanın haram olma hükmünü neshetmiştir. Bence, "De ki:" O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti, müsbet bir ifadenin peşisıra gelen nekire bir ifâdedir. Dolayı­sıyla tek bir çeşit (savaşa) şâmildir, bütün (savaşları) içine almaz. Bu âyette mutlak olarak haram aylarda savaşmanın haramlığına bir delâlet yoktur. Bi­naenaleyh bu hususta neshin olduğunu söylemeye bir ihtiyaç yoktur.

Cenâb-ı Allah'ın,"Allah yolundan menetmek, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram a gitme­lerine mâni olmak, onun halkım oradan çıkarmak Allah katında daha büyük (günahtır)" âyeti ile ilgili iki mesele vardır: [102]

 

Muhtemel İ’rablara Göre Mâna Değişmesi Hakkında Nahiv Tartışması

 

Nahivcilerin bu ayetle ilgili bazı izahları vardır:

1) Bu Basralıların  göruşü ve Zeccâcın tercihidir. Bu na  ifâdelerinin hepsi mübtedâ olarak merfudur, bunların haberi, sözüdür. Buna göre mana şudur: "Sizin sorduğunuz savaş her nekadar büyük günah ise de, şu sayılanlar o savaştan daha büyük günahtır. Sizler, haram aylarda bu şeylerden vazgeçmediğiniz halde, bu hususta açık bir mazereti olmasına rağmen niçin Abdullah b. Cahş'ı kınıyorsunuz. Çünkü bu savaşın cumade'l-âhirede vuku bulmuş olması mümkündür." Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Allah'ın İs-railoğullarına söylediği, "Siz insanlara iyili­ği emredip, kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara, 44) ve "Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz" (Saf,2) âyetleridir. Bu açık bir izahtır. Fakat bunlar ayetteki,  kelimesinin mecrûr oluşu hususunda ihtilâf ederek, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:

a) Bu, câr-mecrûrundaki zamire atıftır.

b) Ekseri nahivcilerin görüşü olup şöyledir: Bu kelime, keli­mesine atıftır. Bu görşüte olanlar bunun, "İnkar edenler ve Allah yolu ile Hescid-t Haramdan men edenler... "(Hacc, 25) ayeti ile te'kid edilmiş ol­duğunu söylemişlerdir. Birinci görüşe, "Zamir üzerine atıf yapılamaz. Çünkü; "Ona ve Amr'e uğradım" demek caiz değildir" diyerek; ikinci görüşe de,ı"Sizin bu görüşünüze göre ayetin takdiri, şeklinde olur. Bu durumda da,     ifâdesi, kelimesinin "sıla"sı olur. Sıla ile mevsûl tek bir şey hükmündedir. Binaenaleyh ikisi arasına başka birşeyin girmesi ca­iz değildir" diyerek itiraz olunmuştur.

Birinci itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Burada bir harf-i cerrin var sa-yılıp, takdirin, şeklinde olması niçin caiz olmasın? Allah'ın kelâmında takdir yapmak yadırganmaz. Sonra bu hususu, Hamzanın,  (Nisa, 1)ayetindeki,  kelimesini mecrur oku­muş olması da te'kid eder. Şayet Hamza bunu kaide olarak rivayet etmiş ol­saydı bu herkesçe kabul edilirdi. O, bunu Allah'ın kitabında böyle okuduğuna göre, bunun haydi haydi kabul edilmesi gerekir.

İkinci görüşü tercih eden ekseri nahivciler (cevaben) şöyle demişlerdir: Şüphesiz böyle bir takdir, sıla ile mevsûl arasına başka bir kelimenin girmesi­ni gerektirir. Aslotan bunun caiz olmamasıdır. Fakat biz bunu burada şu iki sebepten dolayı caiz görüyoruz:

Birincisi: Allah yolundan men etmek ve Allah'ı İnkâr etmek mana bakı­mından aynı şeydir. Buna göre sanki aralarına birşey girmemiş gibidir.

İkincisi: Aslında ayetteki,  kelimesinin yeri, İkeli­mesinin peşinedir. Fakat ona itina edildiğinden dolayı öne alınmıştır. Bu tıpkı,  (îhlâs. 4) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette sözün sırasının, şeklinde olması gerekirdi. Fakat kendisine gös­terilen itinadan dolayı, ı lâfzı daha önce getirilmiştir. İşte burada da böyledir.

2) Ferra ve Ebu Müslim el-İsfehânî'nin tercihi olan görüştür. Buna göre ayetteki,  kelimesi vâv harfi ile, üzerine atıftır. Ayetin takdiri, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaştan soruyorlar1 şeklinde olur. Sonra buna göre iki yol ortaya çıkar:

a)  Ayetteki,  ifâdesi mübtedâ,  sözü de haberden sonra haberdir, takdiri de şöyledir: "Bu aylarda savaşa, büyük günah, Allah yolundan men etme ve Allah'ı inkâr hükümleri verilmiştir."

b) Ayetteki, sözü mübteda ve haber cümlesidir. Fakat, ifâdesi sadece mübteda olarak merfûdur, kısmı da böyledir. Bunların haberi ise, kendilerinden önce geçen cümlenin haberi­nin ona delâlet etmesinden dolayı hazfedil m iştir. Binaenaleyh ayetin manası, "O (aylarda) savaşmak büyük günahtır. Allah yolundan alıkoymak ve Allah'ı inkâr etmek de büyük günahtır" şeklinde olur.

Bunun bir benzeri de senin,  sözündür. Bunun mana­sı: "Zeyd gidiyor, Amr da..." şeklindedir. Bunun takdiri de, şeklindedir. Basralılar bu cevabı tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Ayetin tak­dirinin, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaşı sorarlar" şeklinde olduğu görüşünüz zayıftır. Çünkü bu soru, Mescid-i Haram'da savaşmayla il­gili olarak değil, haram aylarda savaşmayla ilgili olarak sorulmuştur." Basra­lılar yine bu görüşün birinci şıkkını da tenkid ederek, bunun haram ayda savaşmanın Allah'ı inkar manasına geldiğini, halbuki böyle söylemenin icmâ ile hatalı olduğunu söylemişlerdir. İkinci şıkkı da, şöyle diyerek tenkid etmiş­lerdir: " HakTeâlâ, bundan sonra, "Onun halkını ora­dan çıkarmak ise daha büyük (günah) tır" yani, "Bu, daha önce sayılanların hepsinden daha büyüktür" buyurunca,bu Mescid-i Haram halkını oradan çı­karmanın, Allah katında inkârdan daha büyük olmasını gerektirir. Halbuki bu da icmâ ile sabit olmuş bir hatadır."

Ben derim ki: Ferra, birinci itiraza şöyle cevap verebilir: "Bunun, Mescid-i Haram'da savaşma ile ilgili bir soru olmadığını size kim haber verdi? Halbuki âyetin zahirinden bunun, onunla ilgili bir soru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu soruyu soranlar, haram aylarda ve haram beldede savaşmayı aynı dere­cede büyük günah görüyorlardı. Bu iki şeyden herbiri, bunlarca günah oluş bakımından diğeri gibi idi. Binaenaleyh âyetin zahirinden, bunların bu ikisini sorularında birleştirmiş oldukları anlaşılıyor. Basriyyûn un, Ferrâ'nın ikinci gö­rüşü için söyledikleri "Bu, haram aylarda savaşın küfür olmasını icâb ettirir" şeklindeki sözlerine karşı biz deriz ki: "Bunu biz de diyoruz. Çünkü müsbet ifâdenin peşinde gelen nekire kelime umûm ifâde etmez. Bize göre de, Mescid-İ Haram' da bir çeşit savaş küfürdür. Fakat orada her savaşın küfür olması gerekmez." Basriyyun'un, Ferrâ'nın görüşünün ikinci şıkkına dâir, "Bu, Mescid-i Haram'ın ehlini oradan çıkarmanın küfürden daha büyük bir günah olmasını gerektirir" şeklindeki sözlerine karşı deriz ki: "Mescid-i Haram'ın ehli, (halkın) dan maksad Hz. Peygamber (s.a.s) ile O'nun ashabıdır. Perişan etmek maksadıyla Resûlullah'ı Mescid-i Haramdan çıkarmanın küfür oldu­ğunda şüphe yoktur. Bu, küfür oluşunun yanısıra bir de zulümdür. Çünkü bu, insanlara haksız ve suçsuz yere eziyet etmektir. Zulüm ve küfür olan bir şe­yin, sadece küfür olan bir şeyden Allah katında daha büyük ve çirkin bir gü­nah olduğunda şüphe yoktur. Ferra'nın görüşünü izah için söylenecek sözün tamamı budur.

Âyetle ilgili üçüncü bir görüş daha vardır ve şöyledir: âyetinin mânâsı açıktır. O da: "Bu ayda savaşmak, büyük günah, Allah yolundan men etmek ve Allah'ı inkârdır" şeklindeki manadır, sözünün mecrur oluşu, ba­şındaki vâvın kasem harfi olmasından dolayıdır. Fakat nahivcilerin çoğu bu görüşe bir misal (delil) getirememişlerdir. [103]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Allah yolundan men etmenin birkaç izahı vardır:

a) Bu Allah'a ve Resûlullah'a imandan alıkoymaktır.

b) Müslümanları, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına hicret etmekten alıkoy­maktır.

c) Müslümanları, Hudeybtye yılında umre yapmaktan alıkoymaktır.

Birisi şöyle diyebilir: "Bu husustaki rivayet, ayetin Eledir Savaşı'ndan önce ve Abdullah b. Cahş (r.a)'ın hâdisesi hakkında nazil olduğunu gösterir. Hal­buki Hudeybiye hâdisesi, Bedir savaşından çok sonra olmuştur." Buna şöyle cevap vermek mümkündür.''Allah Teâlâ' um malûmu olan şey  sanki tahak­kuk etmiş gibidir."

Âyetteki, Allah'ı inkâr, O'nun peygamber göndermesini, ibâdete müste-hak olmasını ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu inkârdır.

Ayetteki, Mescid-i Haram kelimesini, deki zamir üzerine atfeder­sek manası, "Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek" şeklinde olur. Mescid-i Harâm'ı İnkâr etmek de, insanların orada namaz kılmasına ve onu tavaf etmelerine mani olmaktır. Onlar Mescidi Haram mıntıkasını diğer bölgelerden ayırdeden, fa­ziletine sebeb olan kudsiyetini inkâr ettiler.

Mescid-i Haram ifâdesinin, tabiri üzerine atfedildiğini söy­leyenler, bunun "Mescid-i Haram'dan alıkoymak" manasına olduğunu; çün­kü kâfirlerin tavaf eden, itikâfa giren ve rükû ile secdede bulunanları oraya girmekten men ettiklerini söylemişlerdir.

Allah'u Teâlâ'nın, "Onun halkını oradan çıkarmak" buyruğundan muradın şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Onlar müslümanları Mescid-i Haram'dan, hatta Mekke'den çıkarmışlardır. Allah'u Teâlâ, buna gö­re, müslümanları Mescid-i Harâm'tn ehli saymıştır; çünkü, Beytullah'ın hak­larını yerine getirenler onlardır. Nitekim Allah'u Teâlâ, "Takva kelimesini onların ayrıl­maz bir vasfı yaptı. Çünkü onlar buna çok lâyık ve ehil idiler" (Feth, 26) ve, "Onlar Mesdd-i Haram 'dan halkı akkorken Allah onlara ne diye azâb et­meyecek? Onlar, kendileri oraya ehil olmadıkları halde (oradan menedip du­ran kimselerdir). Muttakilerden başkası, oranın ehli olamaz" (Enfâi, 34) buyurmuş ve böylece, müşriklerin şirkleri sebebiyle Mescid-i Haram’ın ehli olmaktan çıktıklarını haber vermiştir.

Cenâb-ı Allah bu şeyleri zikrettikten sonra, bunların daha büyük olduğu­na, yani bunlardan herbirinin haram aylarda savaşmaktan daha büyük günah olduğuna hükmetmiştir. İşte bu izahlar, Zeccâc'ın görüşüne göre yapılmıştır. Biz, bu sayılanların herbirinin, şu iki sebepten dolayı haram aylarda savaş­maktan daha büyük günah olduğunu söylüyoruz:

a) Bunlardan herbiri İnkârdır. İnkâr ise, savaşmaktan daha büyük bir gü­nahtır.

b) Biz, bunlardan herbirinin haram aylarda savaşmaktan daha büyük bir günah olduğunu iddia ediyoruz. Bu savaş  ise, Abdullah İbn Cahş' dan sadır olan savaştır. Halbuki Abdullah İbn Cahş, bu savaşın haram aylarda vuku bulduğuna katî olarak karar veremedi. Bu kâfirler ise, ayette sayılan şeylerin onlardan haram aylarda vuku bulduğunu kesin olarak biliyorlardı... Binaena­leyh, bu şeylerin yapılmış olması daha büyük günahtır. [104]

 

Fitne Katilden Daha Büyük Günahtır                Başa Dön   

 

Allah'u Teâlâ'nın,'Fitne katilden de beterdir" âye-tindeki fitneyle alâkalı olarak âlimler şu iki görüşü zikretmişlerdir:

1) Maksad küfürdür.. Müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Bence bu gö­rüş zayıftır. Çünkü, daha önce geçmiş olan Zeccâc 'in görüşüne göre, ayette geçen, ifâdesinin mânası, "Allah'ı inkâr etmek, en büyük günahtır" şeklindedir. Buna göre fitneyi küfür mânasına almak bir tek­rar olur. Aksine böyle bir izah, Ferr&'nın görüşüne göre doğru olur.

2) Fitne, kâfirlerin müslümanları dinlerinden çevirmek için, bazen onların kalbierine şüphe atarak; bazan da Bilâl, Süheyb ve Ammâr İbn Yasir'e yap­tıkları gibi işkenceler ederek, yapmış oldukları fitnelerdir. Bu, Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür. Halbuki biz fitnenin, imtihana çekmek, sınamaktan iba­ret olduğunu söylemiştik. Posasını hasından ayırmak için, altını ateşte eritti­ğin zaman, dersin. Cenâb-ı Allah'ın,"Sizin mallarınız ve çocuklarınız, ancak bir imti­han vesilesidir" (Eniai, 28) âyeti de bu anlamdadır. Yani, "Sizin için bir imtihandır" demektir. Çünkü Allah yolunda mal infak etmesi gerektiği zaman insan, çoluğunu çocuğunu düşünür de, bu düşünce onu intaktan alıkor. Cenâb-ı Allah, "Elif-lâm-mtm. İnsanlar, imtihana çekilmeden, iman ettik demeleriyte bırakılacaklarını mı zannettiler?" (Ankebût. 1-2). yani "Onlar, dinleri uğrunda çeşitli belâlarla imtihan edilmeden... demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar."  "Se­ni türlü türlü belâlarla İmtihan etmiştik" (Taha, 40) buyurmuştur. Bu, belâlarla imtihan manasınadır.Yine Cenâb-ı Allah, "İn­sanlardan öylesi vardır ki "Allah'a inandık" der. Ama, Allah uğrunda eziy-yete dûçâr olduğu zaman, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi bilir" (Ankebut. 10) buyurmuştur. Bundan murad, mü'minlere dinleri hususunda kâfirler cihetinden gelen belâ ve sıkıntılardır. Yine Cenâb-ı Hak,"Gerçekte mü'min erkek ve mümin kadınları belâya uğratıp da, sonra tevbe etmeyenler yok mu?.." (Burûc, 10) buyurmuştur. Bundan murad şudur: Kâfirler müslümanlara, dinlerinde-ki sebatlarını denemek için, eziyyet ediyorlar ve onlara işkenceler yapıyorlardı.. Cenâb-ı Allah, inkâr edenlerin sizi fitneye düşürmesinden korkarsanız, namazınızı kısaltma­nızda size bir günâh yoktur " (Nisa, 101),"Sizler onun aleyhinde fitne ya­pacak kimseler değilsiniz.. Kendisi cehenneme yaslanacak olan kimse hariç,." (Saffat, 162-163). "FHne çıkarmak arzusuyla,[kita­bın müteşabih olanına tâbi olurlar" (Al-i imran, 7), yani, "din hususunda fitne çı­karmayı isterler"; "Onların seni, Allah'ın sana indirmiş olduğu şeylerin birkısmmdan fitneye düşürmelerinden sakın " (Maide. 49); "Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bir fitne sebebi yapma " (Muhtehine, 5); "Rabbimiz, bizi zâlim kimseler için bir fitne sebebi yapma" (Yunus, 85) buyurmuş­tur. Yani, kâfirler bu fitneleriyle müslümanları dinlerinden çıkarmak isterler.. O zaman da, rnüslümanların gözünde kâfirlerin küfrü ve zulmü süslü ve güzel görülür.. Ve  "Hanginizin fitneve düşürülmüş olduğunu, pek yakında sen de göreceksin, onlarda.." (Kalem,5-6) buyurmuştur.

Ayetteki, kelimesinin, mânâsına olduğu söylenmiştir. Cünûn, fitne anlamına gelir. Çünkü delilik de bir meşakkat ve akıllıların yolun­dan sapmadır...

Böylece bu âyetlerle, fitnenin imtihan anlamına geldiği sabit olur. Biz, bu fitnenin savaştan daha büyük günah olduğunu söyledik. Çünkü din hususun­daki fitne, dünyevî birçok savaşlara ve uhrevî ebedî azaba müstehak olmaya sebebiyet verir. Binaenaleyh, fitnenin hakkında suâl varid olan İbnu'l-Hadramî'nin Öldürülmesi bir yana, savaştan dahi büyük bir günah olduğu hu­susu doğru olur.

Rivayet olunduğuna göre bu ayet nazil olunca, bu seriyyenin komutanı Abdullah b. Cahş, Mekke'deki mü'minlere şunu yazmıştır: "Müşrikler sizi ha­ram aylarda savaşmakla ayıpladıkları zaman, siz de onları inkâr etmeleri, Al­lah'ın Resulünü Mekke'den çıkarmaları ve mü'minleri Beytullah'tan alıkoymaları ile ayıplayınız."

Cenâb-ı Hak  "Ka­firler güçleri yetser sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya de­vam edeceklerdir" buyurmuştur.

Bunun bir benzeri de, "Yahudi ve hristtyanlar, sen onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar" (Bakara, 120) âyetidir. Âyet hakkında bir kaç mesele vardır: [105]

 

Birinci Mesele

 

 Şeklinde kullanılır. Vahidî, bunun masdarı bulunmayan bir fiil olduğunu söytaröşttf. Bunun ismi fail ve ismi meful sigaları kullanılmaz. Fiiller arasında bunun benzerleri pek çoktur. Meselâ,  fiili gibi. Bu fiilin de masdarı ve fiil-i muzârisi yoktur. fiilleri de böyledir "On­lar bu işlerine devam ederler" manasına gelir. Çünkü,     olumsuzluk ifâde eder. Buna bir de,  ve,  gibi nefy ifâde eden harfleri getirdiğin za­man bu,nefyi  nefyetmek olur. B6ylece de bu müsbet manaya delil olur. [106]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Cenâb-ı Allah'ın,  buyruğu, "Sizi dininizden döndürünceye kadar" demektir. Bunun, "sizi dininizden döndürmek için.." mânâsın­da olduğu da söylenmiştir. [107]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "eğer güçleri yeterse" sözü onların buna kadir olamayacaklarını gös­terir. Bu, bir kimsenin, kendisini yenemeyeceğini bil­diği düşmanına, "Eğer beni yenersen, elinden geleni yap" demesi gibidir. [108]

 

Dinden Dönüp Kâfir Olarak Ölenlerin İşleri

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak,  "İçi­nizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse.." âyeti ile ilgili birkaç mese­le vardır: [109]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî, Hak Teâlâ'nın, sözü, fiil meczûm olduğu halde, ikinci harfin sükûnundan dolayı, idgâm yapılmayabileceğini göstermektedir" demiş­tir. Arapçada bu kullanış, idgâmlı kullanıştan daha fazladır. Hak Teâlâ'nın,  sözü,  kelimesi üzerine atfedilmiş olması sebebiyle, meczûmdur. Bu şartın cevâbı ise, O'nun, "İşte onların yaptığı (iyi)]İşler, dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" kısmıdır. [110]

 

İkinci Mesele

 

Hak Teâlâ, onların bu sözlerinin maksadının müslümanları dinlerinden çevirmek olduğunu beyan edince, bunun peşinden mürted olmakla ilgili, çok şiddetli olan vaîdini zikrederek,"İçinizden kim dinden döner de, kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" buyurmuş ve bu kimsenin, cehennemde daimî azaba duçar olacağını bildirmiştir. [111]

 

Mürted Hakkında Hüküm                Başa Dön   

 

Âyetin zahiri, mürted olan kimse küfür üzere öldüğü zaman, zikredilen hükümlerin bu kimseye tatbik edilmesini iktiza eder. Ama bir kimse mürted olduk­tan sonra tekrar müslüman olursa, bu hükümlerden hiçbirisi o kimseye uygulanmaz. Bu nükteye, birisi usûlle, diğeri de furû ile ilgili olmak üzere, iki konu dayanmaktadır:

Usûlle ilgili konuya gelince, bu şudur: Kelâmcılardan bir grup kimse, ima­nın ve küfrün sahih olabilmesinin şartının, ölüm anı olduğunu iddia etmişler­dir. Buna göre iman, ancak mü'min kimse o iman üzerine öldüğü zaman iman; küfür de, ancak kâfir olan kimse küfrü üzere öldüğü zaman küfür olur. Bu kim­seler sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: Çünkü bir kimse, mü'min olur, sonra da-Allah'a sığınırız-mürted olursa, bu durumda; şayet bu zahirî iman ger­çek iman olmuş olsaydı, o kimse ebedî mükâfaata müstehak olmuş olurdu. Sonra irtidâd etmesi sebebiyle de bu kimse, ebedî ikâb ve cezaya müstehak olmuş olurdu. Bu durumda da.bu hak edilen iki şey ya aynı anda bulunurdu ki, bu imkânsızdır; veyahut da,sonradan olanın, önceden olanı silip süpürdüğü söylenirdi ki, bu da şu sebeplerden dolayı imkânsızdır:

a) Önceki ile sonraki arasında bulunan zıdlık devam etmektedir. Bu se­beple, sonradan olanın, önceden olanı silip süpürmesi, önceden olanın son­radan olanı yok etmesinden daha evlâ değildir. Aksine, ikincisi daha uygundur. Çünkü  bir şeyi def etmek, onu ref etmekten daha kolaydır.

b) Bu iki taraf arasındaki zıdlık bulunduğu zaman, arız olanın arız olması­nın şartı, önce olanın zeval bulması olur. Biz önce olanın zeval bulmasını sonra olanın arız olmasına bağlarsak, bu durumda devr-i fasit gerekir ki, bu da im­kânsızdır.

c) Önce olan imanın mükâfaatı ile, sonra meydana gelen küfrün cezası, ya birbirine eşittir veyahut da bunlardan biri diğerinden fazladır. Eğer eşit olur­larsa, bunların birbirini götürmesi gerekir. Bu durumda da mükellef, ne mükâ-faat ehlinden, ne de ceza ehlinden olur ki, bu durum da icmâ ile bâtıldır. Eğer bunlardan biri diğerinden fazla olursa, bu durumda biz, imanın bir an için da­ha fazla olduğunu düşünelim.. Bu durumda, sonradan olan, karşı taraftan sa­dece kendisi kadar olan bir miktarı götürür.. Bu durumda da, mahiyyet itibariyle eşit olmalarına rağmen, hak edilen şeylerden, şu kısım değil de, ötekisi gitmiş olur. O zaman da bu, müreccihsiz bir tercih olmuş olur ki, bu da imkân­sızdır. Veya önce olan imanın, sonra olan küfürden daha az olduğunu düşünelim.. Bu durumda, öncekinden daha fazla olan ve sonradan meydana gelen bu küfrün, ya bütün cüzleri, önceki imanı götürme hususunda müessir olur ki böylece de eser üzerinde kendi başına müstakil olan birçok müessir içtimâ etmiş olur ki, bu da imkânsızdır. Veyahut da.önce meydana gelen ima­nı izâle hususunda müessir olan, sonradan olan küfrün cüzlerinden, şunlar değil de, ötekiler olmuş olur. Bu durumda da bu, bazılarının müessir olması, müreccihsiz bir tercih olur ki, bu da imkânsızdır.

Böylece bizim anlattıklarımızla, şu husus ortaya çıkmış olur: Bir kimse önce mü'min olup, sonra da kâfir olduğunda, bu durumda bu önceki imanı, her ne kadar bir iman olarak kabul etsek bile, ne var ki o, Allgh katında bir iman sa­yılmaz. Böylece "muvâfaâf'ın, imanın iman, küfrün de küfür olabilmesi için şart olduğu anlaşılır. Ayetin delâlet ettiği husus, işte budur. Çünkü ayet, mür-ted olmanın bu hükümleri gerektirici olmasının şartının, mürtedin o irtidâdı üzere ölmesi olduğunu gösterir.

Fürû ile ilgili konu da şudur: Müslüman aynı zaman içinde namaz kılıp sonra irtidâd edip daha sonra tekrar müstüman olunca, bu kimse hakkında Şafiî (r.h) "O namazı tekrar kılmaz."; Ebu Hanife (r.h.) ise "Kıldığı o namazı kaza etmesi gerekir" demiştir. Hacc da böyledir. Şafiî (r.a)'nin delili,"İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) İşler boşa gitmiştir'' âyetinin, o kimsenin amelinin boşa gitmesi için kâfir olarak ölmesini şart koş­muş olmasıdır. Halbuki böyle bir şahıs hakkında bu şart tahakkuk etmemiştir. Binaenaleyh onun amelinin boşa gitmemiş olması gerekir. Buna göre eğer, "Bu. 'Eğer onlar şirke girselerdiyapa geldikleri her şey boşa gitmişti" (Enam, 88) ve, "Kim imanı tanımayıp kâfir olursa, her halükârda yaptıkları boşa gitmiştir" (Mâide,5) âyetleri ile tezâd teşkil eder. Mutlak olan âyetin, mukayyed olana ham-ledilmesi gerekir de denilemez. Çünkü biz bunun mutlak ve mukayyed babın­dan olmadığını söylüyoruz. Âlimlerimiz, bir hükmü iki şarta bağlayıp, bu iki şarttan hangisi bulunsa o hükmün tahakkuk edeceğini söyleyen kimsenin, kö­lesine "Perşembe günü olduğu zaman sen hürsün; perşembe ve cuma günü olduğu zaman sen hürüsün" diyen kimse gibi olduğu hususunda ittifak etmiş­lerdir. Bu iki şart da bâtıl olmaz. Perşembe günü geldiği zaman o köle âzâd olunur. Eğer bu kimse kölesini satsa, perşembe günü gelse, fakat o köle onun mülkünde olmasa, sonra yine bu adam o köleyi satın alsa ve köle onun mülküne dönmüş olduğu halde cum'a günü olsa, bu köle ilk şarta bağlı olarak âzâd edilmiş olur.

Bu ayeti delil getirme hususunda ikinci bir soru vardır; Bu âyetin, mürted olarak ölmenin, âyette zikredilen hükümler için bir şart olduğuna delâlet etti­ğini (söylüyorsunuz), halbuki biz bu hükümlerden birisinin de cehennemde ebe­dî kalma olduğu, bunun ise ancak bu şart ile tahakkuk edeceğini söylüyoruz. Sizinle bizim aramızdaki ihtilâf amellerin boşa gitmesi hususundadır. Halbuki amellerin boşa gitmesi için, kişinin mürted olarak ölmesinin şart olduğuna âyet­te bir delâlet yoktur" denirse; birinciye şu şekilde cevap veririz: Bu mutlak ve mukayyed babındandır, hükmün bir veya iki şarta bağlanması konusun­dan değildir. Çünkü hükmün bir veya iki şarta bağlanması, ancak o hükmün bunlardan birine bağlanması, diğer şarta bağlanmasına manî olmadığı zaman doğru olur. Halbuki bizim meselemizde, eğer sadece irtidadı, amellerin boşa gitmesi hususunda müessir kılarsak, geriye mürted olarak ölmenin amellerin boşa gitmesinde hiç tesiri kalmaz. Bundan dolayı biz bunun, hükmün bir ve­ya iki şarta bağlanması cinsinden değil, aksine mutlak ve mukayyed babın­dan olduğunu anlarız.

İkinci soruya da şu şekilde cevap veririz: Ayet, mürted olmanın, ancak bu şekilde mürted olarak ölme şartına bağlı olarak amelleri boşa çıkardığına delâlet eder. Halbuki âyet cehennemde ebedî kalmanın mürted olarak ötme şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Bu takdire göre, sual düşer.

Cenâb-ı Allah'ın,"O gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: [112]

 

Birinci Mesele

 

Dilciler,  kelimesinin asıl manasının, "devenin kendisine zarar veren bir şeyi yiyip, bundan do­layı karnı şişerek ölmesi" olduğunu söylemişlerdir.Nitekim hadiste, "Baharın bitirdikleri bitkiler arasmda, çok yeme ile hayvanı öldürecek veya ölüme yaklaştıracak şeyler vardtr"[113] buyurulmuştur. Amellerin boşa gitmesi de, kelimesiy­le ifâde edilmiştir. Çünkü bu, ifsâd edici şeyin kendisine arız olması sebebiyle bir şeyin bozulmasına benzer. [114]

 

İkinci Mesele

 

Amellerin boşa çıkarılmasından maksad, amelleri boşa çıkarmak değildir. Çünkü amel, ortaya çıkıp sonra kaybolan birşey gibidir. Yok olan şeyi, tekrar yok etmek imkânsızdır. Kelamcılar bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Amellerin boşa çıkarılması ve tekfirini kabul edenler, amellerin boşa çıkarılmasından maksa­dın şu olduğunu söylemişlerdir: Sonradan meydana gelen mürtedliğin ceza­sı, ondan önce bulunan imânın mükâfaatını. Mu'tezile'den Ebû Hâşim ile sonraki alimlerin çoğuna göre, ya muvâzenet (bu ikisinin birbirine denk olma­sı) şartıyla veyahut da, Ebû Ali'nin mezhebine göre, muvâzenet şartt olmak­sızın silip-götürmesidir.

Bu manada bir habtı (boşa çıkarmayı) kabul etmeyenler ise, Allah'ın kita­bındaki "ihbât"dan (amelleri boşa çıkarmadan) muradın şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: Mürted, irtidâd ettiği zaman bu, amellerini boşa çıkaran bir iş olur. Çünkü irtidâd eden kimseye, boşa çıkan amellerinin yerine, mükâfaatı yeniden hakedeceği bir amel yapması mümkündür. Bu şahıs, yeni bir amel yapmadığı zaman boşa çıkan amellerinin yerine, istifâde edemeyeceği, aksi­ne ondan dolayı zararların en büyüğüne dûçâr olacağı kötü ameller işlediğin­de, "O kimse amelini ihbât etti (boşa çıkardı)" denilir, yani "Faydası olmayan aksine zararı bulunan bâtıl bir amel yaptı" demektir. Sonra bu görüşte olanlar sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: "İhbât" (amelleri boşa çıkarma) hu­susunda söylediğimiz bu şey, "ihbât" kelimesi için ya "hakiki" manadır ve­ya mecazîdir. Eğer bu hakiki mana ise, bunu almak lazım. Eğer mecazî manası ise, yine bunu almak gerekir. Çünkü imanın sahih olması için muvâfâtın şart olduğu meselesinde kesin deliller zikrettik. Bu, sonradan meydana gelen fii­lin eserinin,önceki fiilin eserini silip yok edeceğini söylemenin imkânsız oldu­ğuna binâendir. [115]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Amellerin dünyada boşa çıkarılması; irtidâd eden kimsenin ele geçirildiğinde öldürülmesi, yakalanın­caya kadar onunla savaşılıp mücadele edilmesi, mü'minlerden herhangi bir dostluk, yardım ve güzei bir övgüye lâyık görülme­mesi mü'mine olan hanımının ondan bâin talak ile ayrılması ve müslüman ak­rabalarının mirasına konamamasıdır.

Ayetteki,"Onların (iyi) işleri dünyada boşa gitmiştir" hükmünün manasının şu şekilde olması da mümkündür: "Onlarrn, mürted olmalarından sonra müslümanlara zarar vermeyi, müslümanların din­lerinden çıkmak suretiyle onlara tuzak kurmayı istemeleri gibi, bütün bu şey­lerin hepsi bâtıl olmuştur. Çünkü Allah İslâm'a yardım eden mü'minler vasıtasıyla İslâm'ı güçlendirdiği için, onlar hiç birşey elde edemezler. "Bu açıklamaya göre onların "amelleri", irtidâd ettikten sonra yaptıkları işler manası­na gelir. Onların amellerinin ahîrette boşa çıkması hususuna gelince, ihbâtı (amellerin boşa gitmesini) kabul edenlere göre,"Bu irtidâd, onların mürted ol­madan önce yaptıkları ameller sebebiyle hakettikleri sevaba müstehak olma­larını iptal eder" manasınadır. İhbâtı kabul etmeyenlere göre ise bunun mânâsı şudur: "Onlar mürted olmalarından dolayı, ahirette hiçbir fayda ve mükâfaattan istifâde edemezler. Aksine irtidadlarından dolayı zararların en büyüğünü görürler."

Sonra Cenâb-ı Hak o büyük zararın nasıl olduğunu beyân ederek, "Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. [116]

 

Allah Yolunda Hicret ve Cihad

 

''Şüphesiz iman edenler ve Allah yolunda hicret edip cihâd edenler (yok mu?) İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah gafur ve rahimdir•"(Bakara. 218).Âyetle ilgili iki mesele vardır: [117]

 

Birinci Mesele

 

Bu ayetin, kendinden önceki âyetler ile iki yönden bağı vardır:

a) Abdullah b. Cahş (r.a), "Ya Resûlallah farzet ki

yaptığımız işe bir ceza gerekmiyor. Buna göre biz ondan herhangi bir ücret ve mükâfaat bekleyebilir miyiz?" dediği zaman bu ayet-i kerime nazil oldu. Çünkü Abdullah da, mü'min, muhacir ve bu seriyyesi sebebiyle bir mücâhid idi.

b) Allah Teâlâ, daha önce, "Sizin hoşu­nuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı" âyetiyle cihâdı farz kılıp» cihâdı terketmenin ilâhî tehdide sebeb olacağını beyân buyurunca, bunun peşisıra cihadı yerine getiren kimselerden bahsederek, "Şüphesiz imân edenler, ve Allah yolunda hicret edip cihâd edenler..." buyurmuştur. Neredeyse Kur'an-ı  Kerim'de hiçbir va'id yoktur ki peşinden bir vaad gelmemiş olsun. [118]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Ayetteki, kelimesinin manası, "Onlar vatanlarını ve kabilelerini terkettiler" şeklindedir. Bu kelimenin kökü, "vuslat" in zıddı olan,  masdarıdır. Kötü söze de, denilmesi de bu manadandır. Çünkü kötü söz ayrılmayı gerektirir. Öğlenin sıcağında işin bırakıldığı vakte, denilir. kelimesi, masdarından müfâ'ale vezninde bir masdardır. Bunun manasının, dostlarının ve yakınlarının müslümanlığa girmiş olması se­bebiyle onu terketmiş olmaları olması da caizdir. O da bu sebebten dolayt on­ları terkedip ayrılmıştır. Böylece bu bir hicret, (muhaceret) olmuştur. 

kelimesinin aslı, meşakkat anlamına gelen,  masdarıdır. "Mücâhede"nin o kimsenin, Allah'ın dininin üstün gelmesi için gayretini, başkalarının gayretlerine katması manasına olması caizdir. Nitekim "müsâa­de" (yardımlaşma), daha fazla destek ve kuvvet meydana gelmesi için insa­nın dirseğini, başkalarının dirseğinin yanına getirmelerinden ibarettir. "Mücâhede" kelimesinden muradın, düşman savaşırken düşmana karşı savaşmak için bütün gayreti sarfetmek manası olması caizdir. Bu da, karşılıklı yapmayı ifâde eden "müfâ'ale" vezni ile ifâde edilir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "işte onlar Allah'ın rahme­tini umarlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki izah vardır:

a) Bundan murad, beklenen faydaları ummaktan ibaret olan "recâ' (ümid) dir. Allah Teâlâ burada, onların Allah'ın sevabını ummakta olduklarını kastet­miştir. Çünkü Abdullah b. Cahş, yaptığı işte kazançlı çıktığını ve sevap elde ettiğini kesin olarak bilemiyor, fakat bunu bekliyor ve umuyordu.

Buna göre eğer, "Niçin başka ayetlerde olduğu gibi gelmeyip, burada va'ad-i İlahî mutlak olarak "recâ" (ümid) kelimesiyle ifâde edilmiştir?" denilir ise, deriz ki:

Buna birkaç yönden cevap verilir:

1) Bizim anlayışımıza göre, iman ve amelden dolayı sevap almak, aklen vâcib değildir, bilâkis bu, va'ad hükmünden dolayıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak sevabı, ümit etmeye bağlı kılmıştır.

2) Farzedelim ki1 iman ve amelden dolayı sevap elde etmek, va'ad hük­münden dolayı aklen vâcib olsun.. Fakat bu, bundan sonra bir daha küfretmemeye bağlıdır ki, bu şart ise, kesin ve kat'î olmayıp, şüpheli bir durum arzetmektedir. Binaenaleyh ortaya çıkan netice ümit etmek olup, kat'î bir ne­ticeye varmak değildir.

3) Burada zikredilen iman, hicret ve Allah yolunda cihâd etmektir. Bu­nunla beraber öte yandan insanın, başka ameller de yapması lazımdır. Bu da, onu Allah'ın bu.üç ameli yapmaya muvaffak kılması gibi, aynı şekilde diğer amelleri ifa etmeye muvaffak kılmasını dilemesi ve ümit etmesidir. İşte bu se­beptedir ki onu Cenâb-ı Hak, ümit etmeye bağlı ve müteallik kılmıştır.

4) Âyet-i kerimeden murad, Allah'u Teâlâ'nın bu mağfiret hususunda ku­lu şüphe içinde bırakması olmayıp, aksine onları, Allah'ın hakları hususunda kendi nefislerini eksik ve noksan telâkki ederek, hicret ve cihad ile dünyayı terketmekle; Allah ibadetini layık-ı veçhile yapamadıklarını ve dine yardım hu­susunda üzerlerine düşen vazifeleri tam ifâ edemediklerini görüp, bundan do­layı da ümit ve korku içinde Allah'a yönelmekle vasfetmiş olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır;"Ve onlar verdiklerini Raöİerine döneceklerinden kalbleri ürperti duyarak verirler..." (Mü'minun. 60).

b) "Recâ" dan murad, sevabın aslı hakkında kat'ilik ve kesinliktir. Zan ise sadece, onun kemmiyeti ve vakti hususunda sözkonusudur. Bu görüşün izahında da, birkaç yön bulunmaktadır ki, biz bu yönleri,"Onlar, Rablerine kavuşacaklarını kesin olarak bilirler" (Bakara, 46) âyetinin tefsirinde açıklamıştık.

Cenâb-ı Hak daha sonra,  "Allah gafur ve rahimdir" (Ba­kara. 218) buyurmuştur. Yani, onlar iman ve amel-i sâlih üzere öldükleri zaman, Cenâb-ı Allah onların ümitlerini, onlar lehine olmak üzere tahakkuk ettirecek­tir. Çünkü O, gafur ve rahimdir. Nitekim Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının (r.a) bilmediği kusurlarını bağışlamış ve onlara merhamet etmiştir[119]

 

İçki Hakkında Hüküm

 

'Sana içki ve kumar hakkında soruyorlar. De ki:" Onlarda hem büyük günah hem insanlar için bazı faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından daha büyüktür"(Bakara, 219).Bilki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana içki ve kumar hakkında soruyorlar... ' buyruğunda onların neden suâl ettiklerinin bir beyâ­nı mevcut değildir. Onların, bu şeylerin hakikat ve mahiyetinden ondan istifâ­de etmenin helâl olup olmadığından suâl etmeleri mümkün olduğu gibi, aynı şekilde onu içmenin helâl ve haramltğını sormuş olmaları da ihtimal dahilin­dedir. Ancak Cenâb-ı Hak, haram olduğunu zikrederek cevap vermiş olduğu için, cevabın tahsis edilmiş olması, bu suâlin onların helâl olup olmadığı hu­susunda vaki olduğuna delâlet etmiştir.Ayette bazı meseleler vardır: [120]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Âlimler, içki hakkında dört âyetin nazil olduğunu söylemişlerdir. Mekke'de,"Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden iç­ki ve güzel birrızık edinirsiniz" (Nahl,67) âyeti nazil oldu. Müslümanlar o sıra­da içki içiyorlardı ve içki de onlara helâl idi. Sonra Hz. Ömer, Muâz ve bir grup sahabe, Hz. Peygamber'e, "Ya Resûlallah, bize içkinin hükmünü söy­le.. Çünkü içki, bizim aklımızı gideriyor, malımızı, tüketiyor" dediler. Bunun üzerine, "De ki:"Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bazı faydalar vardır" (Bakara, 219) âyeti nazil oldu. Bu âyet nazil olunca, bazı müslümanlar içki içmeye devam etti, bir kısmı ise içkiyi bıraktı. Sonra Abdurrahman İbn Avf, bir grup müslümanı yemeğe davet etti.. Ye­mek sırasında onlar içki içip sarhoş oldular. Bir kısmı namaza kalktı ve namazda, Kâfirûn sûresini, "De ki: "Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım" şeklinde okudu.. Bu hâdise üzeri­ne, "Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz durumda namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43)âyeti nazil ol­du. Bu ayet nazil olunca, içki içenlerin saytsı azaldı. Sonra, içlerinde Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın bulunduğu bir grup ensar, yemek yemek için biraraya geldi­ler.. İçki içip sarhoş olunca, karşılıklı olarak övünmeye ve şiirler okumaya baş­ladılar. Bu sırada Sa'd İbn Ebî Vakkas, içinde, ensarın hicvedildiği bir şiir okudu. Bunun üzerine ensârdan birisi devenin çene kemiğiyle ona vurdu ve başında büyük bir yara açtı.. Bunun üzerine Sa'd da onu Hz. Peygamber'e şikâyet etti. Hâdiseden dolayı Hz. Ömer, "Allah'ım, bize içki hakkında, sıkın­tımızı giderecek bir açıklama gönder" dedi. Bunun üzerine,''İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, ancak şeytanın ameli olan birer pislik­tirler. Bundan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah 't anmaktan ve namazdan alıkoy­mak ister. Artık, vazgeçersiniz değil mi?" (Maide, 90-91) âyeti nazil oldu. Bu ayet inince Hz. Ömer, "Vazgeçtik ya Rabbi!" demiştir.

Kaffâl (r.h.) şöyle demiştir: "İçkinin böyle bir tertip üzere haram kılınma­sının hikmeti şudur: Allah'u Teâlâ, insanların içkiye alışmış olduklarını ve bun­dan istifâdelerinin de çok olduğunu; binaenaleyh, içkiyi onlara bir seferde haram ederse, bunun onlara zor geleceğini biliyordu.. İşte bundan dolayı, iç­kinin haram kılınmasında Cenâb-ı Hak bu tedriciliği ve yumuşaklığı gözetmiş­tir."

Bazı âlimler, Allah'u Teâlâ'nın jçki ve kumarı bu ayetle haram kıldığını, "Sarhoş olduğunuz durumda namaza yak­laşmayınız" (Nisa, 43) ayetinin ise daha sonra nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu sonraki âyet (Nisa, 43) içki içmenin namaz vaktinde haram olmasını iktizâ eder. Çünkü içki içen kimsenin, sarhoş olmaksızın namaz kılması mümkün değil­dir. Binaenaleyh sarhoşken namaz kılmaktan men etmek, zımnen içki içmek­ten men etmektir. Daha sonra ise, içkinin haramhğını ifâde etme hususunda en katî hükmü ihtiva eden Maide 90 ayeti nazil olmuştur. Rebi' İbn Enes-den, bu ayetin, içkinin haram kılınmasından sonra nazil olduğu rivayet edil­miştir[121].

 

Bu Ayetin, Sarhoş Edici İçkinin Haramlığına Delil Olup Olmadığı

 

Bil ki bizce, bu ayet içkinin haramlığına delâlet etmektedir. Biz, bu noktada "hamr" in ne olduğunubeyân etmek, sonra da bu ayette bahsedilen içki içmenin  haramlığını açıklamak  zorundayız.Birinci makam, "hamr" in ne olduğunun izahı hususundadır. Şafiî (r.h). sarhoşluk veren her içkinin "hamr" olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife ise, "Hamr, köpük atmış kuvvetli (iyice fermante) olmuş üzüm suyundan İbarettir" demiştir.İmâm-i Şafiî'nin görüşüne birkaç yönden delil vardır: [122]

 

A) Haramlığma Dair Hadis-i Şerifler                Başa Dön   

 

1) Ebu Davud'un Sünen'inde de rivayet ettiği şu hadis. Sabi, İbn Ömer (r.a)'den, Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: İçkinin haramlığmı bildiren ayet nazil olduğu zaman, içki şu beş şeyden yapılıyordu: Üzüm, hur­ma, buğday, arpa ve mısır... Hamr, aklı götüren şeydir. Bu rivayet ile üç ba­kımdan istidlal edilir:

a) Hz. Ömer, içkinin haram olduğunu bildirdiği gün, üzümden ve hurma­dan yapıldığı gibi, arpadan ve buğdaydan da yapıldığını haber vermiştir. Bu, onların bu içkilerin hepsine "hamr" adını verdiklerine delâlet eder.

b) O, "İçkinin haramlığını bildiren âyet nazil olduğu zaman, içki bu şey­lerden yapılıyordu" demiştir. Bu, içkinin haram kılınmasının, bu beş şeyin ha­ram kılınmış olmasını içine almış olduğunu açıklama gibidir.

c) Hz. Ömer (r.a) bunlara, aklı alan hertürlü içkiyi İlâve etmiştir. Şüphesiz Hz. Ömer, gerek lügat gerekse rivayeti itibarı ile, kelimesinin aklı gi­deren ve bozan herşeye isim olarak verildiğini biliyordu.

2) Ebu Davud, Nu'man b. Beşir (r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöy­le dediğini rivayet etmiştir:"Üzümden içki otur, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan içki olur. Bu hadis ile iki bakımdan istidlal edilir:

a) Bu, sayılan şeylerin "hamr" isminin manasına dahil olduğunu, binae­naleyh "hamr" (içki) nin haramlığını gösteren ayetin hükmüne girdiklerini açık­ça gösterir.

b) Şâri'in maksadı, kelimeleri öğretmek değildir. Binaenaleyh Hz. Pey­gamberin bundan muradının "hamr" (içki) hakkında sabit olan hükmün bu sayılanlar hakkında da sabit olduğunu veya "hamr"a (içkiye) has olan meş­hur hükmün, onun içilmesinin haramlığı olduğunu beyan etmek olması gere­kir. Bundan dolayı, bu hükmün, bu içkilerde de bulunması gerekir. Hattabî (r.h), "Hamr isminin bu beş şeye tahsis edilmesi, içkinin sadece bu beş şey­den yapılması sebebiyle değildir. Bu zamanda bu beş çeşit içki meşhur ve malum olduğu için, özellikle bunlar zikredilmiştir. Binaenaleyh bunlar gibi olan mısır, arpa veya meyve sularının hükmü de bu beş şeyin hükmü gibidir. Nite­kim riba (faiz) ile ilgili haberde bilhassa altı maddenin zikredilmiş olması, riba hükmümün bunların dışındaki maddelerde de cereyan etmesine manî ol­muyordu.

3) Yine Ebu Davud'un Nafi'den, O'nun da İbn Ömer (r.a)' den rivayet ettiğine göre. İbn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini söyle­miştir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (iç­ki) dir ve sarhoştuk veren herşey haramdır."

Hattabi şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.)"Her sarhoşluk veren şey içkidir" sözü iki şeye delâlet etmektedir:

a) "Hamr" içildiği zaman sarhoşluk veren bütün içeceklere verilen bir isim­dir. Bundan murad şudur: Ayet-i kerime, "hamr" in haram kılındığına delâlet edince ve muhataplarca "hamr"dan ne kastedildiği bilinmeyince, Şârî Hz. Peygamber tarafından, "Allah Teâlâ'nm, bu lâfızdan muradı şudur"denilmesi yerinde olur. Bu ise, ya o kelimenin Arapçadaki manasını açıklamak suretiyle olur, veyahut da "salat", "savm" ve benzeri diğer ibadetlere verilen isimler­de olduğu gibi o kelimeye yeni bir mana kazandırmak suretiyle olur.

b) Hadisin manasının, "O, haramlık hususunda "hamr" gibidir" şeklin­de olmasıdır. Çünkü "her sarhoşluk veren şey hamrdır" sözünün hakiki ma­nası, o şeyin aslında bir "hamr" (içki) olduğunu gösterir. Şayet bunun imkânsız olduğuna dair bir delil bulunursa, o takdirde bunu mecaz yolu ile sadece o şeyin hususiyeti olan hükümdeki bir benzerliğe hamletmek gerekir.

4) Ebu Davud, Hz. Aişe (r.anha)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygayber (s.a.s)'e köpürmüş bal şırası sorulunca o şöyle dedi:"Her sarhoşluk veren içecek haramdır."

Hattabi şöyle demiştir: "Köpürmüş bat şırası, baldan yapılan bir içkidir. Hz. Peygamber'in bu hadisinde, nebizleri helâl sayan kimselerin zikrettiği bü­tün izahların geçersiz olduğunu ve "sarhoş eden şeylerin azı mubahtır" diyenlerin görüşlerinin tâsid olduğunu ortaya koyan bir sarahat vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'e sadece bir çeşit nebiz hakkında soru sorulmuş, o da cevaben bütün nebizlerin haram olduğunu söyleyerek cevap vermiştir ki bu hükme nebizin azı da dahil olur, çoğu da.. Şayet bu hadiste nebizin nevileri ve miktarı hususunda bir tafsilât bulunmuş olsaydı, bu zikredilir, gözardı edilmezdi.

5) Ebû Davud'un Cabir İbn Abdullah'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Pey­gamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Çoğu sarhoş­luk veren şeyin, azı da haramdır. "

6) Yine, Kasım'dan,on un da Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: "Allah'ın Resulünü şöyle derken işittim:"Sarhoşluk veren her şey haramdır; bir ferak sarhoşluk veren şeyin avuç dolusu miktarı bite ha­ramdır." Hattabî şöyle demiştir: "Ferak" onaltı rıtl'lık bir tartı birimidir.. Öy­leyse bu hadiste, haramtığın içkinin cüzlerinin tamamını içine aldığına dair çok sarih bir açıklama bulunmaktadır.

7) Ebu Davud'un Şehr İbn Hûşeb'den, onun da Ümmü Seleme'den ri­vayet ettiğine göre, Ümmü Seleme şöyle demiştir:"Hz. Peygamber (s.a.s),sarhoşluk veren her şey ile, gevşemeye sebep olan (müfettir) herşeyden ümmetini nehyetmiştir." Hattabî şöyle demiştir: ''Müfettir, uzuvlarda gevşeme ve uyu­şukluğa sebeb olan şeydir." Şüphesiz bu, bütün içecek nevilerine şamil ol­maktadır. İşte zikrettiğimiz bütün bu hadisler, sarhoşluk veren her şeyin hamr, binaenaleyh haram olduğuna delâlet etmektedir. [123]

 

B) "Hamr" in Sarhoşluk Veren Şey Mânasına Geldiği Hakkında Lügat Bilgisi                Başa Dön   

 

Her sarhoşluk veren şeyin "hamr" (içki) olduğuna dâir kelime iştikakı ile ilgili deliller: Dilciler şöyle demişlerdir: Bu, kelimesinin esas manası "örtmek"tir. Kadının başını örttüğü için, baş örtüsüne, denilmiştir. Ağaç, çukur ve tepe gibi insanın arkasına gizlendiği şeylere de, denilir. "Kabın ağzını örttüm" manasına, denilir. Şahidliğini gizleyen kimseye, denilir. Ibnü'l-Enbâri ise şöyle demiştir: "Aklı bulandırdığı yani karıştırdığı için içkiye, denilmiştir. Nitekim "hastalık aklını karıştırdı" anlamında, denilir. (Şair) Küseyir'e ait şu şiir okunur: "Aklı bulandıran bir dert olmak­sızın afiyetle (yeyiniz)." "Hastalık ciğerini örttü" deni­lir." İbnü'l-Enbâri'nin zikrettiği bu misal ilk mana ite ilgilidir. Çünkü birşey birşey ile Karıştığı zaman, o adetâ onu örtmüş gibi olur. İşte iştikak ile ilgili bu açıklamalar "hamr" in, aklı örten birşey olduğuna ve aynı şekilde aklı sarhoş edip perdelediği için "müskir" olarak isimlendirildiğine delâlet eder. İçki, bir-şeyi örtmek manasına kullanılan, (onu örttü) fiilinin masdarıyta, mübalağa ifâda etmek için isimlendirilmiştir.

Sözün özü şudur: "Hamr", sarhoşluktur. Çünkü sarhoşluk aklı örter ve onun nurunun (gücünün) diğer organlara ulaşmasına mani olur. İşte bu işti­kak ile ilgili izahlar, "hamr" kelimesinin sarhoşluk veren herşeye delâlet etti­ğini gösteren en kuvvetli delillerdendir. Bu delile bir de sayısız hadis-i şerif katılınca ya durum nasıl olur? "Bu, kelimenin manasını kıyas yoluyla ortaya koymaktır. Bu ise caiz değildir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu, bir keli­menin mânâsını kıyâs ile ortaya koymak değildir. Aksine bu, iştikak ile ilgili açıklamalar vasıtasıyla kelimenin taşıdığı mânâyı belirlemektir. Nitekim Ebu Hanife'nin talebeleri (r.h) "Nikâh" kelimesinin asıl manası, "basmak ve ci­ma yapmak"tır derler ve bu manayı, kelimenin iştikakı ile ilgili açıklamaların­dan çıkarırlar. Yine "Savm" kelimesinin esas manasının "el çekmek ve geri durmak" olduğunu söylerler ve bu kelimenin ıstılahı manasını da iştikak ile ilgili açıklamalardan çıkarırlar.

C) Her sarhoşluk veren şeyin "hamr" (içki) olduğuna delâtet eden delil­lerden biri de şudur: Ümmet-i Muhammed "hamr" hakkında üç ayet geldiğin­de, bunlardan ikisinde "hamr" kelimesinin zikredilmiş olduğunda icmâ etmişlerdir. Ayetlerden birincisi bu ayettir (Bakara, 219) İkincisi, Mâide süresin­deki ayettir (Maide, 90)    Üçüncü ayet ise, kendisinde, sarhoşlar keli­mesi gelen Nisa süresindeki, (Nisa, 43) ayetidir. İş­te bu, "hamr" dan muradın sarhoşluk veren herşey olduğuna delâlet et­mektedir.

D) "Hamr"lın (içkinin) haram kılınmasının sebebi şudur: Hz. Ömer ve Mu'az (r.ah): "Ya Resûlallah, hamr aklı gidermekte, malı yok etmektedir. Bize bu hususta bir hüküm ver" demişlerdir. Onlar bu sözlerinde, "hamr" aklı gider­mesi sebebiyle Allah'tan ve Resulünden bir fetva istemişlerdir. Binaenaleyh bu mânâda "hamr" (içkiye) müsavi olan herşeyin ya "hamr" sayılması veya­hut da bu hükümde "hamr" gibi sayılması gerekir.

E) Allah Teâlâ, "hamr" in (içkinin) haram kılınmasının sebebini şu sö­züyle açıklamıştır:"Şeytan içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'/ anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..'' (Maide,91). Şüphe yok ki şey­tanın bu fiilleri, sarhoşluk ile irtibatlandırılmıştır. Aradaki bu irtibat kesin ve ka-tîdir. Buna göre bu ayet-i kerime, "hamr"ın (içkinin) haram kılınmasının, onun sarhoş edici oluşuyla ilgili olduğu hususunda bir nassdır.Sarhoşluk veren herşeyin "hamr" (içki) olduğunu söylemenin gerektiği hususuna gelince; şayet böyle değil ise bile bu hükmün sarhoşluk veren her-şeyde bulunması gerekir. İnsaflı olan ve inadı terkeden herkes, bu açıklama­ların, bu görüşün isbatı hususunda son derece açık deliller olduğunu anlar.Ebu Hanife (r.h)'nin delili de birkaç yöndendir.

1)  Cenâb-ı Hakk’ın "Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden içecek şey ve güzel bir rızık edinirsiniz" (Nahl, 67) ayetidir. Hak Teâlâ, içecek şeyler ve güzel nzıklar edin­memize fırsat vererek bize lütufta bulunmuştur. Biz onlardan içecek şeyler ve güzel nzıklar elde ediyoruz. Binaenaleyh onların mubah olması gerekir. Çün­kü lütf-u İlâhi ancak mubah şeylerde olur.

2) İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s), ve­da Haccı yılında "Sikâye" ye gelir ve oraya yaslanarak, "Bana içecek birşey veriniz" der. Bunun üzerine Abbas (r.a), "Sana evlerimizde yaptığımız şıra­lardan vereyim mi?" der. Hz. Peygamber (s.a.s) "Herkese verdiğinizden verin" buyurur. Abbas (r.a) O'na bir bardak şıra getirir. Hz. Peygamber (s.a.s) onu koklar, kaşlarını çatar ve onu geri verir. Abbas (r.a) da, "Ya Resûlallah, sen Mekkelflerin İçeceklerini bozuk saydın" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Bardağı bana geri verin" der ve bardak geri getirilince, biraz zem­zem suyu ister. Bu zemzem bardağa katılır ve Peygamberimiz bunu içip şöy­le buyurur: "Bu içecek şey­ler size ağır gelince, onun sertliğini su ile kırmız''[124] Bu hadis ile şöyle istidlal edilir: Peygamber Efendimiz kaşlarını, ancak getirilen o meşrubatın sertliğin­den ötürü çatmıştır. Meşrubatı su ile karıştırmak,hadisin de delâlet ettiği gibi sertliğini kırmak içindir. Nasıl devenin sarhoşluğu ve azgınlığı manasında, ifâdesi kullanılıyor ise,  de, içecek şeyin sert­liği ve şiddeti manasındadır.

3)  Sahabeden gelen haberlere tutunmak da üçüncü delildir.

Ebu Hanife'nin birinci deliline şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın, "Onlardan içecek şey ve güzel bir nzık edinirsiniz" (Nahl, 67) ayetindeki, kelimeleri, müsbet cümlede gelmiş olan nekire kelimelerdir. Binaenaleyh siz niçin, bu içecek şeyin ve güzel rız­kın "o şıra" olduğunu söylediniz? Hem sonra müfessirler bu ayetin, "hamr" ın (içkinin) haramtığına delâlet eden diğer üç ayetten önce nazil olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. O halde o üç ayet, bu ayeti ya neshetmişler ya­hut da tahsis etmişlerdir.

Ebu Hanife'nin delili olan hadîse gelince, belki de bu hadiste bahsedilen şıra, acılığı gitsin diye içine hurma atılmış olan, böylece de tadı biraz ekşiye kaymış olan bir su idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in tabiatı son derece lâtif idi. Bun­dan dolayı O'nun bu yüce tabiatı bu tada tahammül edemedi ve yüzünü ekşit­ti. O bardağa zemzem katmasının gayesi ise ekşiliğin ve kötü kokunun giderilmesi içindir. Hulâsa, her akıllı kimse bilir ki, bu kadarlık zayıf bir istidla­le tutunarak bizim zikrettiğimiz delillerden yüz çevirmek doğru değildir.

Sahabeden gelen haberlere gelince, bunlar da birbiriyle çelişik ve mütenâkızdırlar. Bundan ötürü onları tamamen bir tarafa bırakıp, Allah'ın kitabının ve Resulünün sünnetinin zahirine başvurmak gerekir. İşte "hamr"in hakikati­ne dâir söylenecek söz bundan ibarettir.

İkinci makam: Bu ayetin içkinin haram olduğuna delâlet ettiğinin açık­lanması hakkındadır. Bunun izahı birkaç yöndendir:

a) Ayet, "hamr"ın (içkinin) günah ihtiva ettiğine delâlet etmektedir. Ken­disinde günah olan birşeyi yapmak ise,

Ve ki:"Rabbim ancak hayasızlıkları, onların gizlisini ve açığını, hertürlü günahı ve azgınlığı ha­ram kılmıştır" (Apraf, 33) âyetinin delâlet ettiği gibi, haramdır. Böylece bu iki âye­tin neticesi, içkinin haram olduğuna bir delil olmuş olur.

b) "İsm" (günah) kelimesiyle bazan ceza, bazan da kendisi sebebiyle cezaya müstehak olunan günahlar kastedilir. Hangi manası kastedilirse kas­tedilsin,  kelimesiyle ancak haram kılınmış olan şeyin vasfedilmesi doğ­ru olur.

c) Allah Teâlâ, "Bunların günahları ise, faydala­rından daha büyüktür" buyurmuş, böylece "ism'in (günahın), cezaya üstün olduğunu ortaya koymuştur. Bu ise o şeyin haramlığını gerektirir. Buna göre eğer, "Ayet-i kerime, içki içmenin tamamen günah olduğuna değil, onda bir günahın bulunduğuna delâlet etmektedir. Farzedelim ki bu günah haram ol­sun. O halde siz, niçin, "Kendisinde bu günah bulunduğu için içkiyi içmenin haram olması gerekir" dediniz?" denilirse biz de deriz ki: Çünkü bu âyetin inmesine sebep olan sual mutlak olarak "hamr", içki hakkında sorulmuştur. Allah Teâlâ, onda bir günah bulunduğunu beyan edince, bundan bu günahın bütün durumlarda söz konusu olduğu murad edilmiş olur. Böylece içki içmek, haram olmayı gerektiren bu günahı işlemiş olmayı ifâde eder. Haram kılınmış şeyi işlemek ise haramdır. Bu sebeple içkiyi içmenin haram kılınmış olması gerekir. [125]

 

Bu Ayetin İçkinin Haramlığına Delil Olmadığını Söyleyenler                Başa Dön   

 

Bazı alimler içkinin haramlığına bu ayetin delâlet etmediğini söylemişler ve buna birkaç yönden delil getirmişlerdir:

a) Allah Teâlâ, içkide insanlar için bazı faydaların bulunduğunu söylemiştir. Haram olan şeyde ise hiçbir fayda olmaz.

b) Şayet içkinin haramlığına bu ayet delâlet etmiş olsaydı, mü'minler bu ayet-i kerime ile yetinirler, böylece de Mâide Süresindeki {Mâide, 90) ayeti ile Ni­sa  Süresindeki (Nisa, 43) âyetinin inmesine gerek kalmazdı.

c) Allah Teâlâ, içki ve kumarda büyük bir günahın bulunduğunu haber vermiştir. Bu ifâdenin muktezası, bu büyük günahın o iki şey beraber bulun­duğu sürece söz konusu olduğudur. Şayet bu büyük günah içkinin haramlığı için bir sebep olmuş olsaydı, içkinin diğer şeriatlarda da haram olduğunu söy­lemek gerekirdi.

Bu kimselerin birinci deliline şöyle cevap verilir: "Onda, dünyevî geçici bir faydanın bulunması, haram kılınmasına mani değildir.Durum böyle olun­ca, kumar ve içkide herhangi bir faydanın bulunmuş olması, onların haram kılınmalarına mâni değildir. Çünkü "hâs" olan bir hükmün doğruluğu, âmm olan bir hükmün de doğruluğunu gerektirir."

Bunların ikinci delillerine ise şöyle cevap verilir: "Biz, İbn Abbas (r.a)'dan bu âyetin içkinin haram kılınması hususunda nazil olduğunu rivayet etmiştik, Senin söylediğin, bu âyetin içkinin haramlığına delâlet etmediği görüşü ise, sahabeden rivayet edilmemiştir. Şayet senin dediğin gibi olsaydı, sahabe-i ki­ramın içkinin haramlığı hususunda bu âyetten daha kuvvetli bir âyetin indiril­mesini istemeleri caiz olurdu. Nitekim, Hz. İbrahim (a.s), kalb huzuru ve itminanını artırmak için, Allah Teâlâ'dan, ölüleri diriltişini görmeyi istemişti."

Bu görüşte olanların üçünü deliline de şöyle cevap verilir: "Allah Teâlâ'-nın, "Onlarda büyük bir günah vardır" buyruğu, geçmişten değil şimdiki halden haber vermektedir. Bize göre Allah Teâlâ, içki içmenin onlar için o zamanda kötü bir şey olduğunu, daha önceki ümmetler için ise kötü bir şey ol­madığını biliyordu." İşte bu konuda söylenecek sözün tamamı bundan ibarettir. [126]

 

Kumar (Meysir)n Haramhğı

 

Üçüncü mesele kumarın ne olduğu konusundadır. Diyoruz ki,  kelimesi kumar manasında ve, kelimeleri gibi, fiilinden masdardır. Bir kimse birisiyle kumar oyna­dığı zaman, der. Alimler, "meysir" kelimesinin iştikakı (türetilişi) husu­sunda birkaç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

1) Mukâtil, bu kelimenin, (kolaylık) kökünden olduğunu söylemiş­tir. Çünkü kumar,bir insanın elindeki malını yorulmadan ve çaba sarfetmeden, kolayca ve meşakkatsizce almaktır. Araplar, yani, şu kesimlik hayvanların parasında bize kolaylık gösterin" derler. Yahut da bu ke­lime,  (zenginlik) kelimesinden türetilmiştir. Çünkü o, kişinin para ka­zanmasına da sebep olabilir.

İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cahiliye devrinde ku­mar oynayanlar,âilesini ve malını rehin verirdi."

2) İbn Kuteybe şöyle demiştir:  bölüşmek ve taksim etmek ma­nasınadır. "Birşeyi bölüştüler" mânâsında, denilir. Buna göre kesilen hayvanın kendisine, denilir. Çünkü o parçalanır ve taksim edi­lir. Binaenaleyh o,sanki taksimatın üzerinde yapılmış olduğu bir yer gibidir. Kasaba da, kesilen hayvanın etini parçalayıp böldüğü için, denilir. Fal okları çeken ve kurban parçalarının sahiplerini bu şekilde belirleyen kim­selere de, denilir. Çünkü bu kimseler bu yolla, kesilmiş hayvanın etini bölüşmektedirler.

3) Vahidî, bu kelimenin Arapların, "vacib oldu", "bu şey bana gerekti" anlamına gelen, tabirinden alınmıştır. Buna göre çekilen fal okları sebebiyle gereken ve hak edilen şeye de, denilir. İşte "meysir" kelimesinin iştikakına dâir söylenecek söz bundan iba­rettir."

Câhiliyye çağındaki kumar'ın nasıl olduğuna gelince, Keşşaf sahibi şöy­le demiştir: Arapların on tane fal oku bulunuyordu. Bunların isimleri ezlâm, aklâm, fezz, tev'em, rakîb, halisu ve hıls, nâfis, müsbil, mu'allâ, menîh, sefih ve vağd... Menîh, sefîh ve vağd okları hariç, (çünkü bunlar boş idi), bu oklar­dan herbiri, kesilen ve on parçaya, yahut da yirmisekiz parçaya bölünmüş olan hayvanın, belli bir parçasına işaret etmekteydi. Şairin biri bu mânada şu şiiri söylemiştir" Dünyada benim, kendilerinde hiçbir kâr olmayan oklarım var.punlann ismi vağd, sefih ve menîh'tfr."

Bu fal oklarından fezz için bir pay; tev'en için iki pay, rakîb için üç pay, halisu için dört pay, nâfis için beş pay, müsbil için altı pay, muâllâ için yedi pay verilirdi. Bu okların hepsi "rebâte" denilen bir torbaya konur; sonra torba âdil bir kimsenin eline verilirdi. Daha sonra o kimse torbayı sallayıp, elini içine sokar; ondan isim isim herkesin adına bir ok çekerdi. Hisse sahiplerinden adına ok çıkan kimse, bu ok üzerinde yazılı olan payını alırdı. Adına, üzerinde "boş" yazılı ok çıkan kimse de, hiçbir şey alamazdı... Kesilen bu hayvanın bütün pa­rasını da bu kimse öderdi... Kendisine pay çıkan kimseler ise bu paylarını fa­kirlere dağıtırlar, ondan hiç yemezler ve bu yaptıklarıyla övünür, bu piyangolarına katılmayan kimseleri ayıplar, onlara "el-berem" adını verirlerdi. [127]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön   

 

Âlimler, meysir'in, bu belli kumarın mı, yoksa bütün kumar çeşitlerinin mi adı olduğu hususunda ih­tilâf etmişlerdir. Hz. Peygamber'in,"Şu iki zar (oyunun)dan sakının. Çünkü bunlar, acemlerin kumarıdır"[128] buyurduğu rivayet edilmiştir.

İbn Sîrîn, Mücâhid ve Atâ'dan, kendisinde (kaybetme) riski olan her şe­yin, hatta çocukların cevizle oynadıkları oyunların kumar olduğunu söyledik­leri rivayet edilmiştir.

Satranç hususunda, Hz. Ali  (r.a)'nin, "Tavla ve satranç kumardır"; İmâm-ı Şafiî (r.a.)'nin "Satrançta rehin bırakma; kötü söz söyleme ve namazı unut­turma gibi şeyler olmazsa, (bu) haram otmaz. Kumar hükmünün dışına çıkar. Çünkü kumar, mal alıp vermeyi icâb ettirir; bu şekildeki satranç ise böyle de­ğildir. Bu sebeple de kumar ve meysir sayılmaz" dediği rivayet edilmiştir. Al­lah en iyi bilendir.

Deve ve at yarıştırmak ise, ittifakla kumar değildir[129].Bunların izahı, fıkıh kitaplarındaki yarışma ve atış bölümlerinde yapılmıştır. [130]

 

Beşinci Mesele

 

Âyette geçen "büyük günah" ile ilgili birkaç husus bulunmaktadır:

1) Akıl, insanın en üstün sıfatıdır. İçki ise, aklın düş­manıdır. En şerefli şeye düşman olan, en değersiz ve en adi olan şeydir. Binaenaleyh, içki içmenin en kötü ve en değersiz bir iş olmast gerekir. Bunun izahı şöyledir: Akla, bir nevi devenin yularının yerini tuttuğu için, akıl denilmiş­tir. İnsanın tabiatı, onu kötü bir iş yapmaya davet ettiği zaman, aklı, insanı o şeye yönelmekten alıkor (adeta ona bir bağ ve gem olur). İnsan içki içtiği zaman, kötü fiillere davet eden tabiatı, kendisine mani olan akıldan kurtulmuş olur. İçkinin, insanı böylece kötü fiile yaklaştıracağı malûmdur.

İbnu Ebi'd-Dünya karşılaştığı şu hâdiseyi anlatmıştır: "O eline işeyen ve elini abdest alır gibi yüzüne süren bir sarhoşa rastlamıştı. O sarhoş, "İslâm'ı bir nûr, suyu da temiz ve temizleyici kılan Allah'a hamdolsun diyordu!..."

Abbâs İbn Mirdâs'dan rivayet edildiğine göre, cahiliyye döneminde, ona, "Niçin içki içmiyorsun; çünkü içki cesaretini artırır" demişlerdi de, o şu cevâ­bı vermişti: "Ben, cehlimi elimle alıp karnıma doldurmam; bir kavmin efendisi olarak sabahlayıp, onların sefih ve alçağı olarak akşamlamayı istemem."

2) Cenâb-ı Allah, şeytanın, içki sebebiyle insanlar arasına düşmanlık ve kin soktuğunu; Allah'ı zikir ve namazdan alıkoyduğunu beyan etmiştir.

3) Bu günahın hususiyetlerinden birisi de şudur: İnsan içkiyle daha fazla meşgul olup, ona kendini iyice verdiğinde, ona olan arzusu artar ve nefsinin ona olan iştiyakı kuvvetlenir. Diğer günahlarsa böyle değildir. Meselâ insan bir defa zina ettiği zaman, onun bu işe karşı arzusu gevşer. İnsan, zinayı da­ha fazla yaptığında bu gevşekliği fazlalaşır, isteksizliği de, İçkinin aksine, iyi­ce artar. Çünkü insan içkiye daha fazla yöneldikçe, ona olan arzusu artar, rağbeti de çoğalır. İnsan aralıksız olarak içkiye devam ederse, ahiret ve kıya­meti anmaktan yüz çevirerek, bedenî lezzetlere dalmış olur ve böylece Atlah'ı unutmuş ve Allah'ın kendisini kendisine unutturmuş olduğu kimselerden olur. Kısaca içki, aklı yok eder. Akıt yok olduğu zaman, bütün çirkinlikler ortaya çı­kar. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "İçkiyi  kötü­lüklerin anasıdır"[131] buyurmuştur.

Kumara gelince, ondaki günah insanlar arasında düşmanlığa sebeb olur. Ve yine, insanlar arasında sövmeye, münakaşaya, bâtıl bir şekilde mal elde etmeye sebebiyet verdiği için, düşmanlıklar meydana getirir. Çünkü kumar oy­nayanın malı başkası tarafından karşılıksız olarak alındığı zaman, bu o kimse­yi çok kızdırır. Yine kumarjnsanı Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkor.

Allah'u Teâlâ'nın, 'İnsanlar için bazı faydalar" sözünde zikretmiş olduğu faydalardan, içkiyle ilgili faydalar şunlardır: İnsanlar, muhtelif bölgelerden içkiler getirerek, ondan büyük kârlar temin ederler. İçkinin müş­terisi, içkinin fiyatı üzerinde pazarlık yapmayınca, Araplar bu işi fazilet ve üstünlük sayıyorlardı. Bundan dolayı bu da, içki satanların kârlarının çoğal­masına sebep oluyordu. Zayıf kimseyi kuvvetlendirmesi, yemeği hazmettirmesi, cimâya yardımcı olması, mahzun olanı teselli etmesi, korkak olana cesaret ver­mesi, cimriyi cömert yapması, yüzün rengine canlılık vermesi, canlılığı artır­ması, gayret ve üstün gelmek duygusunu arttırması, içkinin zahirî faydalarındandır.

Kumarın faydaları da şunlardır: (Yukarda anlatılmış olan kumarda oldu­ğu gibi), kumar oynayan kimse, üzerinde kumar oynayıp, fal çektiği hayvanın etinden yemeyerek onu muhtaçlara dağıttığı için, bunda fakirler için bir geniş­lik ve fayda vardır. Vahıdî'nin zikrettiğine göre, cahiliyye Araplarından birisi, bazan bir mecliste yüz deve üzerine bu şekilde kumar oynar, böylece o, hiç­bir yorgunluk ve sıkıntı çekmeden büyük bir mal sahibi olur; sonra bu malt muhtaçlara dağıtarak, bundan şan ve şöhret kazanırdı. [132]

 

Altıncı Mesele                Başa Dön   

 

Hamza ve Kisaî, kelimesini, sâ harfiyle; di- ğer kıraat imamları da sâ  harfiyle  şeklinde okumuşlardır. Hamza ve Kisaî'nin hücceti şudur:Cenâb-ı Allah, "Şeytan içki ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak., ister" (Maide, 91) buyurarak, içki ve kumardaki günahların birçok çeşidini saymıştır. Böylece de bunlardaki günahları tâdâd ederek, tek tek belirtmiştir.Ve yine Hz. Peygamber (s.a.s), içki sebebiyle, on grup insanı[133] lânetle-miştir. Bu, içki ve kumardaki günahın çok olduğunu gösterir. Çünkü Cenâb-ı Allah,  "Bunlarda çok günah ve insanlar için bazı faydalar vardır" buyurduğu için, bu ayette günah faydanın zıddıdır. Faydalar çok sayıda olduğuna göre, günah da böyledir. Buna göre âyetin takdiri, sanki şöyle olur: "Onda birçok zararlar ve birçok faydalar vardır."

Diğer kıraat imamlarının hücceti ise şudur: Bir günahın ne kadar büyük olduğunu iyice göstermek, ancak onun büyük, " olmasıyla oiur, çok ol­masıyla,  değil. Buna, şu ayetter de delâlet eder: "Gü­nahın büyükleri" (Necm,32); "Nehyolunduğunuz günahların büyükleri..." (Nisa, 31) ve,   "Muhakkak ki o, büyük bir gü­nahtır" (Nisa, 2).

Ve yine kıraat âlimleri, âyetindeki, (Bakara, 219)keli­mesini, ittifakla bâ harfiyle okumuşlardır. Bu da, bizim söylediğimizi tercih ettirir. [134]

 

İnfak Hakkında Hüküm

 

"Sana, hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: "İhtiyacınızdan artanı." İşte böylece Allah, size ayetlerini iyice açıklar. Siz de böylece dünya ve âhiret hususunda iyice düşünürsünüz..."(Bakara, 219-220).

 

Bil ki, bu soru daha önce de geçmişti ve bu soruya, kimlere verileceği hususu zikredilerek cevap verilmişti. Aynı soru burada da tekrar edilmiş, bu sefer de aynı soruya miktar zikredilerek cevap verilmiştir.

Kaffâl şöyle demektedir: "Bazan bir kimse, bir başkasının kanaat ve hu­yunu kastederek, başkasına, Şu, falanca nedir?" diye sorar. Bunun üzerine o kimse, "O, görüş ve kanaatleri, huyu şöyle şöyle olan bir kimsedir" diye cevap verir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki, insanlar, Allah ve Resulünün, infakta bulunmaya teşvik ettiklerini ve tnfakta bulunmanın bü­yüklüğüne işaret ettiklerini görünce, mükellef tutuldukları miktarın ne olduğu­nu, yani bu miktarın malın tamamı mı, yoksa bir kısmı mı olduğunu sordular. Böylece Allah'u Teâlâ onlara, ihtiyaçtan fazlasını vermenin makbul olacağını bildirdi. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [135]

 

Afv Kelimesi Hakkında Bilgi

 

Vahidi (r.h) şöyle demiştir: "arapçada "afv" kelimesinin asıl mânası, ziyâdelik ve fazlalık demektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak,  yani "fazlalığı al"(Araf. 199)ve,  "Derken çoğaldılar" (A"raf,95), yani sayıları arttı ve çoğaldı " buyurmuştur. Kaffâl da şöyle demiştir: "Afv, yetecek miktardan fazla olan, sade ve kolay elde edilen demektir. Nitekim, yani, "Kolayına gelen ne bulursan al" denilir. Günahın afve-dilmesi de, kolaylaştırma ve basitleştirmeye yöneliktir. Nitekim, Hz. Peygam­ber (s.a.s), "Sizin için, atlann ve kölelerin zekâtından vazgeçtim. Malınızın kırkta bir zekâtını veriniz"[136]buyurmuştur.Bunun mânast, "atların ve kölelerin zekâtını kaldırmak suretiyle hafiflettim" demektir. Yine bir kimse, başka bir kimseye olan borcu­nu, alacaklının ısrarla istemesine mahal bırakmadan verdiği zaman, denilir. Ki bu da, hafifletmek demektir. Yine bir kimse, başka bir kimseye olan borcunu, o kimsenin kalbini kırmadan verdiği zaman,  denilir. Yine Yani, "insanlardan sana kolay geleni al" denilir. Hak Teâlâ'nın, emri de bu mânada­dır. (A'raf, 199) Yani, "İnsanlardan kolay olanı al." Düz toprak parçasına da, denilir. "Afv" kelimesi, kolaylaştırma mânasına gelince, genel olarak bu, insanların kendileri, çoluk çocukları ve geçimleriyle sorumlu olduğu kim­selerin ihtiyaçlarından fazla olan şeyler hakkında kullanılır. Buna göre, "Afv'ın mânası, ziyâdelik ve fazlalıktır" diyenlerin görüşü de, zikretmiş olduğumuz bu tefsire yöneliktir.

Özet olarak, Allah'u Teâlâ insanları infâk etmeleri hususunda terbiye et­miş, Nebî (s.a.s)'sine şöyle buyurmuştur: "Akraöaya, yoksula, yolda kalmışa haklarını ver. Ve sakın malını saçıp sa­vurma. Çünkü malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olurlar" (İsra. 26-27). boynuna bağlı olarak asma. (cimri olma). Onu tamamıyle de açıp saçma" (İsra, 29) ve, "Onlar infak ettikleri zaman ne israf ne de sıkılık yapmazlar..." (Furkan,67) buyurmuştur.Hz. Peygamber (s.a.s) de,"Birinizin yanında birşey bulunduğu zamanf önce kendine, sonra bakmakla mükellef olduğu kim­selere ve bu minval üzere harcasın[137] ve,"Sadakanın hayırlısı, vereni başkasına muhtaç bırakmayan ve yeter// olduğu için kınanmayandır" buyur­muştur. Câbir b. Abdullah (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Birgün Re-sülullah'ın yanında idik. Bir adam ona yumurta büyüklüğünde bir altın parçası getirdi ve "Bunu sadaka olarak al. Allah'a yemin ederim ki bundan başka birşeyim yok" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) yüzünü ondan çevirdi (ve onu alma­mak istedi). Sonra o, tekrar Hz. Peygamber'in karşısına gelerek, kızgın olarak "Bunu al" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de o altını alıp, birisine isabet etse çok ağrıtacak bir şekilde attı ve şöyle buyurdu:"Sizden biri, başka bir sahip olduğu şey kalmaksızın bütün malını getirip ve­rir, sonra da insanlardan dilenmeye oturur. Halbuki sadaka ihtiyaç fazlası olan­dan verilir. Sen o altını al, bizim ona ihtiyacımız yok[138]

Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'ın ailesi için elinde bir senelik yiyecek tuttu­ğu da rivayet edilmiştir.

Filozoflar ise, "Fazilet ifrat ile tefrit arasında olandır" demişlerdir. Binae­naleyh çok infak "tebzir" (saçıp savurma), oldukça az vermek de "taktir" (kıs­mak); bu ikisinin ortasında olan ise fazilettir.

Allah Teâlâ'nın, beyanından murad da budur. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının temeli de bu inceliği gözetmeye dayanır.

İmdi yahûdilerin şeriatının temeli tam bir sertliğe ve hristiyanların şeriatı­nın temeli tam bir müsamahaya dayanır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatı ise bütün hususlarda orta yol üzere (mu'tedil) olandır. Bundan dolayı onlardan mükemmeldir. [139]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Ebu Amr, vâv harfinin ötüresi ile kelimeyi, şeklinde okurken, diğer kıraat imamları vâvı mansûb kılarak, şeklinde okumuşlardır. Buna gö­re kelimeyi merfü okuyan, âyetteki, ifâdesini,  sini, mânâsını al­mış, lâfzını da onun sılası kabul etmiştir. Bu takdire göre sanki:"İnfak edecekleri nedir?" denilmiş, cevaben de, "O, fazla olandır" buyurulmuştur. Ayetteki,  kelimesini mansub okuyan­lara göre ise, âyetin takdiri "Neyi infak etsinler?" şeklinde olur. Buna,      "Afv'ı (fazlayı) infak ederler" diye cevap verilmiştir. [140]

 

Üçüncü Mesele

 

Âlimler bu infaktan vâcib olan infâkın (zekâtın) mı, nafile olan infâkın (sadakanın) mı murad edildiği hu­susunda ihtilâf etmişlerdir. "Bundan, vacib olan înfak murad edilmiştir diyenler şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:

a) Ebu Müslim'in görüşü.. Buna göre, ayette zikredilen,  kelime­sinden muradın zekat olması caizdir. Zekat burada kısaca zikredilmiş, geniş izahı sünnette yer almıştır.

b) Bu husus zekat ayeti inmeden önce böyle idi. İnsanlar, kazançların­dan bir senelik ihtiyaçlarını alıp, geriye kalanını infak etme ile emredilmişler idi. Sonra bu hüküm zekat ayetiyle neshedilmiş oldu. Bu tefsire göre ayet, mensuhtur.

Âyetteki intaktan muradın nafile infak (sadaka) olduğunu söyleyenler, gö­rüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: "Eğer bu infak, zekat manasına ol­saydı, Allah Teâlâ onun miktarını belirtirdi. Allah Teâlâ bu intakın ne kadar olacağını beyan etmeyip, muhatapların tercihine bırakınca, bu intakın farz olan infak (zekat) olmadığını anlamış olduk." Bu görüşte olanlara, "Allah Teâlâ'-nın herhangi birşeyi kısa bir ifâde ile vacib kılıp, onun tafsilât ve izahını bir başka yolla zikretmesi tuhaf görelecek birşey değildir" diye cevap verilmiştir.

Cenâb-ı Allah'ın, "İşte böyle, Allah, size âyetlerini iyice açıklar" buyruğunun manası, "Sorduğunuz infâk çeşitlerini ve kimlere verileceği hususunu beyân ettim. İşte bütün günlerinizde karşılaşa­cağınız ve ihtiyaç duyduğunuz şeyleri size beyan ettim" demektir.

Hak Teâlâ’nın "Siz de böylece dünya ve ahiret hususunda iyice düşünürsünüz..." âyeti ile ilgili bazı görüşler vardır:

a) Hasan el-Basrî, âyette bir takdim ve tehir bulunduğunu, âyetin takdiri­in, "İşte böylece Allah size, dünya ve ahiret hususunda ayetlerini iyice açıklar, ki düşünesiniz" şeklinde olduğunu söylemiştir.

b) "Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ve içki ve kumardaki dünyevî men-faatiar ile uhrevi zararları öğretiyor. Bundan dolayı siz, dünya ve ahiret üze­rinde tefekkür ettiğinizde, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesinin gerektiğini anlarsınız."

c) Allah size, ahiretin hatırına mallarınızı hayır yollarına infâk etmenizi; dünya için infak etmemenizi öğretiyor. Böylece sizler gerek dünya gerek ahi­ret üzerinde tefekkür edersiniz de, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesi gerektiğini anlarsınız.

Bil ki, şu son iki şıkta da izah ettiğimiz gibi, sözü zahirî mânâsına hamlet­mek mümkün olunca, Hasan el-Basrî'nin dediği şekilde, âyette bir takdim ve tehirin olduğunu düşünmek, delil olmadan âyetin zahirinden ayrılmak olur ki bu caiz değildir. [141]

 

Yetimler Hakkında Hüküm

 

"Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki, "Onların durumunu ıslah hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizde. Allah ifsâd eden ile ıslah edeni bilir. Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"(Bakara, 220).

Bu ayetle ilgili bazı meseleler var[142]

 

 

Bu Konudaki Ayetin Nüzul Sebebi                Başa Dön   

 

Cahiliye Arapları, yetimlerin mallarından istifâde etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Çoğu zaman ye- tim   kızların   mallarına   tamah   ederek   onlarla evleniyorlar veya o yetimin malı elinin altından git­mesin diye onu oğullarından biri ile evlendiriyorlardı. Sonra Cenâb-t Allah, "yetimlerin malla­rını haksızlıkla yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar'' (Nisa, 10) âye­tini indirmiştir.

Yine Allah Teâlâ yetimler hakkında şu ayetleri indirmiştir: 'Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) korkarsanız sizin için helâl olan ka­dınlardan nikâh ediniz" (Nisa, 3);"Senden,kadınlar hakkında fetva isterler. De ki:"Onlara dair fetvayı si­ze Allah veriyor". Kendileri için yazılmış (farz kılınmış) olan (mirası) onlara vermediğiniz ve nikâhlamayı da istemediğiniz yetim kızlar ile küçük çocuklar hakkındaki, bir de yetimlere karşı âdil olmanız hususundaki. Kitapta oku­nup duran ayetler... Hangi hayrı yaparsanız Allah onu hakkıyla bilir" (Nisa. 127) ve,"Yetimin malına ancak en iyi bir suretle yaklaşın' (İsra, 34).

Bu ayetler karşısında insanlar yetimlerle içli dışlı olmayı, onların malları­na yaklaşmayı ve onların işlerini deruhte etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı ye­timlerin menfaatleri zedelenmiş, ve geçimleri bozulmuştur. Yetimlerin bu hali de müslümanları üzmüş ve böylece ne yapacaklarını şaşırmışlar; eğer onlara karışıp, işlerini üzerlerine alsalar, çok şiddetli bir va'id ile karşı karşıya kalı­yorlar. Eğer yetimlerden ayrılıp, işlerine bakmasalar, o zaman da onların ge­çimi bozuluyor. Bundan dolayı müslümanlar şaşıp kaldılar.

Sonra burada, onların bu durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e bilfiil sormuş olmaları muhtemel olduğu gibi, bu soruyu kafalarından geçirdikleri ve Allah'­ın bu konuda hâlin nasıl olacağını beyân etmesini temenni etmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirmiştir. Rivayet edil­diğine göre yukarıda geçen yetimlerle ilgili âyetler nazil olunca, müslümanlar yetimlerin mallarından uzak durmuş ve her bakımdan onlara karışmaktan çe­kinmişlerdir. Hatta şu hale gelmiş: Yetim için bir yemek yapılır. Eğer ondan bir kısmı artarsa onu alıp yemezler ve böylece o yemek bozulurdu. Yetimlere bakacak kimseler, yetim için müstakil ayrı bir yer, ayrı bir yiyecek-içecek ha­zırlıyorlardı. Bu da fakir müslümanlara zor geliyordu. Bundan dolayı Abdul­lah b. Revâha (r.a): "Ya Resulallah hepimizin yetimleri oturtacak evlerimiz, ve yetimlere ayrıca verecek yiyecek içeceklerimiz yok" dedi. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu. [143]

 

İkinci Mesele

 

Âyetteki, "De ki "Onların durumunu ıslah hayırlıdır" buyruğu hakkında bir­kaç izah tarzı vardır:

1) Kâdi şöyle demiştir: "Bu ifâde, bilgi, terbiye ve fazilet üzere yetişmesi için, yetimin işlerini yoluna koymak, onu terbiye etmek ve benzeri diğer şeyle­ri yerine getirmeyi içine alır. Çünkü bu iş, yetim için, onun durumunu ticaret yoluyla düzeltmekten daha tesirlidir. Buna yine, harcamaları malını tüketme­sin diye, onun ticaret yoluyla ıslah edilmesi ve Cenâb-ı Hakk'ın, "yetimlere mallarım verin, te­mizi murdar olan ile değişmeyin" (Nisa, 2) âyetinin ifâde ettiği şeyde dahildir.

Ayetteki, "hayır" tabirinin manası, yetimin bakımını üzerine alan kimsenin halt ile ilgilidir. Yani, "Bu iş, onun bakımını üzerine alan kimse için, yetimin hakkı hususunda kusurlu davranmasından daha hayırlıdır." Bu ifâde yine yetimin hali ile de ilgilidir. Yani, "Bu iş onun kendi halinin ve malının ıslahım temin edeceği için, yetim hakkında da hayırlıdır." Buna göre,   keli­mesi, yetimin ve velisinin bütün işleriyle alakalı bir tabirdir.

Eğer, "Allah Teâlâ'nın, "De ki, "onları ıslah hayır­lıdır" âyetinin zahiri, onların mallarını değil de kendilerini idare edip yönetme­yi içine alır" denirse, biz de deriz ki: "Durum böyle değildir. Çünkü yetimin malını, katlandırmak ve artırmak suretiyle ıslaha götüren herşey, yetimin ken­disini ıslah sayılır. Binaenaleyh, malın ıslahının âyetin zahirine dahil olması imkânsız olmaz." Bu görüş, bu hususta söylenmiş sözlerin en güzelidir.

2) Bu hükmün, yetimin velisi hakkında olduğunu söyleyen kimsenin gö­rüşü.. Yani, "Bir karşılık ve ücret almaksızın yetimlerin malını ıslah etmek, ye­timin velisi için daha hayırlı ve sevaplıdır.

3) Bu hükmün yetim hakkında olmasıdır.. Buna göre mana şöyle olur: "Ye­timlerin, ıslahlar için velileri ile beraber olmaları, onlardan ayrılıp, onlarla be­raber olmadan kaçınmalarından daha hayırlıdır." Birinci görüş daha uygundur. Çünkü İfâde mutlaktır. Mutlak bir lâfzı, şu tarafa değil de bu tarafa tahsis et­mek, tercih sebebi olmadan yapılan bir tercih olur ki bu caiz değildir. Bu se­beple ifâdeyi, nefsin ve malın ıslahı hususunda yetimin velisi ile yetime âit hayırlara hamletmek gerekir. Özet olarak, ayetten murad edilen şudur: Fay­danın temin edileceği yönler çeşit çeşittir. Bundan dolayı yetimin menfaatleri­ni gözetmeyi üzerine almış olan kimsenin gözünün, dünyada ve ahirette kendisi ve malı ile canı hususunda yetim için hayır kazanmada olması gerekir. İşte bu ifâde, bütün bunları içine alan bir cümledir. [144]

 

Allah Teâlâ'nın, "Eğer onlarla bir arada yaşar­sanız, onlar sizin kardeşlerinizdir" ayetinde birkaç mesele vardır:

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

 birçok manaya gelen müşterek bir kelime olup, bu manalardan hangisine geldiğini söyle­mek zordur. Bu kökten olarak cinsî münasebete,  ve kişi delirdiği zaman, denilir. Aklının gitmesi sebe­biyle, işleri karmakarışık olduğu için deliliğe de,  denilmiştir. [145]

 

İkinci Mesele

 

Ayetin tefsiri İle ilgili birkaç vecih bulunmaktadır:

a) Bu ifâdeden murad şudur: "Eğer siz o yetimlerle yiyecek, içecek, mesken ve hizmet hususlarında biraraya gelirseniz, biliniz ki onlar sizin kardeşlerinizdir." Buna göre mana şöy­le olur: O zamanki kimseler, yetimin yiyeceğini yiyeceklerinden, içeceğini içeçeklerinden ve barınağını da kendi barınaklarından ayırmışlardı. Allah Teâiâ ise onlara, kişinin kendi oğlunun malı üzerindeki tasarrufu gibi, yiyeceği ile onun yiyeceğini, içeceği ile onun içeceğini karıştırmayı (birleştirmeyi) ve tek bir evde birlikte yaşamayı mubah kılmıştır. Çünkü bu şekilde davranma, mu'aşeret ve sevgi itibariyle daha müessirdir. Öyle ise âyetin manası şöyle olur: "Eğer siz, mallarının yok olmasına yol açmayacak şekilde onlarla bir araya gelirseniz, işte bu caizdir."

b) Bu beraberlikten muradın şöyle olması muhtemeldir: Bu, yapılan işin ücreti olacak kadar onların mallarından istifâde etmeleridir. Bu görüşte olan­lardan, yetimlerin işini üzerine alan kimsenin ister zengin, ister fakir olsun, bu kadar yararlanabileceğini caiz görenler vardır. Yine bu görüşte olanlardan, yetimlerin velileri zengin olduğu zaman, onların, yetimin malından yiyemeye­ceklerini, çünkü bu veliliğin o kimseler için farz olduğunu, binaenaleyh farz olan işe karşılık ücret taleb etmenin caiz olamayacağını söyleyenler vardır. Bunlar bu görüşlerine, "Kim zengin İse (yetimin malını yemekten) kaçınsın. Kim de fakir ise örfe gö­re yesin" (Nisa,6)ayetini delil getirmişlerdir. Fakat yetimin velisi olan kimse fa­kir ise, bu görüşte olanlara göre, yetimin malından ihtiyacı kadar yer. Bunlar zenginledikleri zaman, yediği kadar malın karşılığını onlara geri verir. Eğer zen-ginleyemezse yetimden helâl etmesini ister.

İbn Ömer (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'ın verdiği mal hu­susunda, kendimi yetim velisi gibi saydım. Zengin olduğumda sakınarak ye­dim. Fakir olduğumda, örfe göre bir borç gibi yedim ve onu ödedim."

Mücahid'den yetimin velisi fakir olup da şer'i ölçüler İçerisinde yetimin malından yiyip içen kimsenin, bu yediğini sonradan ödemeyeceği rivayet edil­miştir.

c) Ayetin mânâsının şöyle olması muhtemeldir: Bu, yetim çocuğun men­faat ve iyiliğine olan her şeyi gözetmek şartıyla, onların yetimin malını şirket kurmak şeklinde kendi mallarına katmalarıdır.

d) Ebu Müslim'in tercih ettiği görüş şudur: Bu görüşe göre, ayette bah­sedilen beraber yaşamadan maksad, Hak Teâlâ'nın,"Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) endişe ederseniz, arzu ettiğiniz iki üç, dört kadın nikahlayabilirsiniz" (Nisa, 3) ve,"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. Onlara dâir fetvayı Allah size veriyor: "Yetim kızlar hususunda Kitap ta okunup duran ayetler..." (Nisa, 127) âyetlerinde de belirtildiği gibi evlilik yoluyla kurulan akrabalıktır. Ebu Müslim şöyle der: "Bu görüş, şu sebeblerden dolayı diğerlerinden daha tercihe şa­yandır:

1) Bu, bizzat yetimle karışma, içli-dışlı olmadır. Şirket meselesi ise, onun malıyla içli dışlı olmaktır.

2)  Şirket, Hak Teâlâ'nın, "De ki: "Onları ıslah ha­yırlıdır" ifâdesinde mevcuttur. Halbuki nikâh yoluyla ve yetim kızları (oğulla­rıyla) evlendirmek suretiyle meydana gelen içli-dışlı olma, bu ifâdenin muhte­vasında yoktur. Bu sebeple sözü, bu manadaki muhâlataya hamletmek, doğruya daha yakındır.

3) Hak Teâlâ'nın, "Onlar, sizin kardeşlerinizdir" buyruğu, ayette bahse­dilen karışmadan maksadın, muhâlatanın bu çeşidi olduğunu gösterir. Çünkü yetim şayet müslüman çocuklarından olmazsa, müslüman çocuklardan oldu­ğu zaman onun malının ıslahı düşünüldüğü gibi, bu durumda da onun malının ıslahının araştırılıp düşünülmesi gerekir. Bu sebeble, ayetteki "Onlar sizin kardeşlerinizdir" sözüyle, bir başka çeşit karışmaya işaret edilmiş olması gerekir.

4) Allah Teâlâ, bu âyetten sonra,  "Müş­rik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin" (Bakara. 221) buyurmuş­tur. Buna göre mana şöyle olur.Teşvik edilen muhâlata (karışma, içli-dışlı) olma, ancak İslâm sebebiyle sizin kardeşleriniz olan yetimler hakkındadır. On­lar, sevgi ve muhabbeti pekiştirmek için kendileriyle evlenmeniz gerekenlerin tâ kendileridir. Fakat yetim kız, müşrik olursa sakın bunu yapmayın." [146]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Ayetteki,  sözü, "Onlar, sizin kardeşlerinizdir" takdirindedir. Ferra ise, "Bu kelimeyi şayet mansub okusaydın yine doğru olur­du. Bu durumda mana, "siz kardeşlerinizle içli-dışlı olursunuz" şeklindedir" demiştir.

Hak Teâlâ'nın, "Alkın ifsâd eden ile ıslah edeni bilir' kavli hakkında, "Yetimlerin malını ifsâd eden ile, o mallan ıslah edeni bilir", ve yine "Allah Teâlâ, onlarla evlenmek suretiyle mal­larını ifsad etmeyi isteyen kimselerle, bunu düşünmeyen kimselerin içlerin­den geçeni bilir" denilmiştir. Yani, "Siz iyileştirmeyi istediğinizi bizzat izhar

ettiğiniz zaman..." demektir. "Ama, siz gönlünüzde böyle bir iyileştirmeyi is­temeyip, aksine bundan maksadınız başka bir şey olursa, bu durumda Aİlah'u Teâlâ, sizin gönüllerinizde sakladığınız şeylere muttali olur, akıllarınızdan ge­çeni de bilir." Bu ifâde, büyük bir tehdit sadedindedir. Bunun sebebi ise şu­dur: Yetim kendi kendini koruyup gözetemez. Onu görüp gözetecek başka bir kimse de yoktur. İşte bunun için Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Yetimin işlerini tekeffül edecek bir kimsesi olmayınca, iyi biliniz ki onun işlerini üstle­nen benim... Onun velisi olmayı üstlenen de benim." Bu ayet-i kerimenin şu manaya geldiği de söylenmiştir: "Allah, yetimin malından faydalanmak sure­tiyle onun işini deruhte eden muslih kimse için neyin caiz olduğunu; onun ma­lından faydalanmak suretiyle yetimin işini ıslâh etmeyen müfsid kimse için de neyin caiz olduğunu bilir. Binaenaleyh, onun malını ıslâh etmeksizin, sizden herhangi biriniz yetimin malından herhangi bir şey almaktan sakınınız." [147]

 

Hak Teâlâ'nın, "Eğer Allah dileseydi, sizi muhak­kak zahmete sokardı" kavli hakkında birkaç mesele vardır:

 

Birinci Mesele

 

 kişiy güç yetirilemiyecek bir meşakkata zorlamaktır. Nitekim bir kimse, başka bir kimseyi içinden çıkılar .ıyacak bir işe soktuğu za­man, denilir. Birisi sorduğu sual ile bir kimsenin zihnini ka­rıştırıp, o kimseyi yanılttığı zaman; kemik sargıya alındıktan sonra kırıldığı zaman, cip denilir, kelimesinin eses mâna­sı meşakkat demektir. Çileli ve meşakkatli olduğu vakit,  "Tırmanılması zor olan tepe" denilir. Hak Teâlâ'nın, "Sıkıntıya uğramanız ona zor gelir" (Tevbe,128) sözü de bu mânadadır. Yani, "Size güç gelen şeyler, ona zor gelir (üzülür)" demektir. Yine,denilir; yani,"Soru sorarken bana çok katı davrandı ve benim zararımı istedi." Müfessirlere gelince, İbn Abbas şu şekilde mâna vermiştir: "Eğer Allah iste­seydi, yetimlerin mallarından aldığınız şeyi, sizi helak edici kılardı." Atâ da şu şekilde tefsir etmiştir: "Allah isteseydi, sizin bu konuda kendinize güçlük çıkardığınız gibi, sizi meşakkat içinde bırakır ve onlarla bir araya gelme husu­sunda işi zorlaştırırdı." Zeccâc da, "Allah isteseydi, sizi, size zor gelecek şey­lerle mükellef tutardı" şeklinde mânalandırmıştır. [148]

 

İkinci Mesele

 

Cübbâî bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: Ayet, Aİlah'u Teâlâ'nın, kulunu gücü yetmeyeceği şeylerle mükellef tutmayacağına delâlet eder. Çün­kü Hak Teâlâ'nın,  sözü, Aİlah'u Teâlâ'nın mükellef tutma konusunda, kullarına güçlük ve meşakkat çıkarmadığına delâlet eder. Allah'u Teâlâ, kulunu kendisine takat getiremiyeceği şeylerle mükellef tutmuş olsaydı, elbette bu durum güçlük ve meşakkat sınırlarını aşmış olurdu.

Bil ki bu istidlal şu şekilde yapılmıştır:  kelimesi, başkası olmadığı için bir şeyin yokluğuna delâlet eder. Sonra, bu istidlalde bulunanlar, kendilerine bu ayetin yetimler hakkında vârid olduğu sorusunu sormuşlar, bu soruya da, "İtibâr, sebebin hususîliğine değil, lâfzın umumiliğinedir" şeklinde cevap ver­mişlerdir. Yine Allah'u Teâlâ,yetimin velisi olan kimsede ıslâh etme kudretini yaratmayabilir. Çünkü bu,onlartn ıslâhın hilafını, yani ifsadı tercih eden kimse hakkındaki görüşleridir. Durum böyle olunca, kulunu gücü "Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahme­te sokardı" demesi nasıl caiz olur?

Yine kişiyi meşakkate ve güçlüğe zorlamak, ancak bir şey yapmaya im­kânı bulunan, ama bu iş kendisine güç ve zor gelen kimseler hakkında doğru olur. Ama, katî olarak hiçbir şey yapamayacak kimse hakkında bu ifâde doğ­ru olmaz. Davalaşma esnasında veli, salâhı tercih ettiği zaman, onun fesadı işlemesi mümkün olmaz. Fesat fiiline de güç yetiremediği zaman, o kimse hak­kında, "Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı" denilmesi doğru olmaz.

Buna cevâbımız şudur: Bu, "ilim ve sebep"prensibine (meselesi) aykırı­dır (Dolayısıyla, geçerli değildir). [149]

 

Üçüncü Mesele

 

Ka'bî bu ayetle, Allah'u Teâlâ'nın adaletin hilâfına da kadir olduğuna istidlal etmiştir. Çünkü Allah'u Te-âlâ'nın, insanları meşakkata sokmaya kadir olmak­la vasfedilmesi imkânsız olsaydı, Allah'u Teâlâ'nın,de­mesi caiz olmazdı. Nazzâm, buna şu şekilde cevap vermiştir: Bu husus, Al­lah'u Teâlâ'nın meşakkate sokmayı dilemesine bağlanmıştır. O halde neye dayanarak Allah'u Teâlâ'nın böyle dileyeceğini söyleyebiliyorsunuz? Allah en iyisini bilendir. [150]

 

Nikâh Hususunda Hüküm                Başa Dön   

 

"Allah'ı inkâr eden kadınlarla, iman edinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir cariye,-hoşunuza gitse de-müşrik bir kadından daha haytrhdır.Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikahlamayın. Mümin bir köle, hoşunuza gitse de müşrikten daha hayırlıdır. İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar. Allah İse, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. İyice düşünüp ibret alsınlar diye, Allah ayetlerini iyice açıklar"

(Bakara, 221).

Bil ki, bu ayetin bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Kâfir zevceleri nikâhınızda tutmayın" (Mümtehine,10) âyetidir. Yani, onlarla ev­lenmeyin; onları nikahlamayın.. Bu kıraata göre, onlar müşrik kadınlarla ev­lenmiyorlar demektir.

Bil ki, müfessirler bu ayetin yeni bir hüküm ve şeriata başlayıp başlama­dığı; yahutta onun, kendisinden önceki âyetle ilgili olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ekseri âlimlere göre, burada haram ve helâl olan şeylerin açıklanması hususunda, yeni bir hüküm başlamaktadır.

Ebû Müslim ise, bunun önceki âyette geçen yetimlerle ilgili açıklamalar­la alâkalı olduğunu söylemiştir. Çünkü Allah'u Teâlâ, "Eğer onlarla içli dışlı olursanız, onlar sizin kardeşlerinizdtr" (Bakara, 220) bu­yurup, evlilik yoluyla akrabalık kurma bakımından içli dışlı olmayı murad edin­ce, buna, yetimler hakkında teşvik edici olan ve bunun, onların müşrik kadınlar hakkında istekli oluşlarından daha evlâ olduğunu gösteren hususu buna at­fetmiş ve mü'mine bir cariyenin, son derece rağbet edilen birisi olsa bile müş­rik bir kadından daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur. Allah Teâlâ bununla, yetim kızları nikâhlamaya onların ve mallarının faydasına olan şey­leri yapmaya bir teşvik olsun diye, yetimler bulûğa erdiği zaman erkekleri evlendirmeye teşvik etmek istemiştir. Bu iki izaha göre de âyetin hükmü değişmez. Sonra âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [151]

 

Birinci Mesele

 

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), müslümanlan oradan gizlice çıkarsın di­ye, Haşimoğulianntn müttefiği olan Mersed İbn Ebî Merdes'i Mekke'ye yollamıştı. Bu zât Mekke'ye geldiğinde câhiliyyede kendi­sinin sevgilisi Mersed olup da, Mersed müslüman olunca ondan yüz çeviren, böylece inzivaya çekilen, kendisine de Anâk adındaki kadın geldi.. Mersed ise, ona, İslâm'ın buna müsaade etmeyeceğini, ama Allah'ın Resulünden mü­saade isteyeceğini ve onunla evleneceğini ona vaadetti.. Mersed, Hz. Peygamber'in yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O'na anlattı ve, O'na, "Anâk'ta evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu". Bunun üzerine de Allah bu ayeti indirdi. [152]

 

İkinci Mesele

 

Âlimler "Nikâh" lâfzı üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (r.h),talebelerinin çoğu bunun "akid" kasdedilerek hakiki mânada kullanıldığını söylemişler ve buna şunları delil getirmişlerdir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s), "Nikâh ancak veli ve şahid ve olur"[153]buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s) nikâh hâ­disesini veli ve şahidlerin olmasına bağlamıştır. Veli ve şahidlerin bulunması­na dayanan şey ise "cinsi münasebet" değil, "akit" (anlaşma) dır.

b) Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben nikâh neticesi doğdum, zina neticesi doğmadım" buyurmuştur. Bu hadis,nikâhın sanki sifâhın (zinanın) mukabili olduğunu gösterir. Zinanın, cinsi münasebete şâmil olduğu malumdur. Eğer "nikâh" da cinsi münasebet için isim olsaydı, o zaman bunun zina mukabili olması mümkün olmazdı.

c) Hak Teâlâ, "İçi­nizden bekadan, salih (mümin) olan köle ve cariyelerinizi evlendirin" (Nur, 32) buyurmuştur. Şüphe yok ki bu âyetteki, (evlendiriniz) lâfzını "a-kid" manasının dışında bir manaya hamletmek mümkün değildir.

d) Vahidi'nin "el-Bâsit" adlı eserinde yer verdiği A'şâ'nın şu şiiridir:"Komşuna yak­laşma. Çünkü onunla gizlice buluşman sana haramdır. Öyle ise ya evlen, ve yahut da bekar dur." A'şâ'nın, sözü, ancak nikâh akdi yapmayı emretme manasındadır. Çünkü şiirin başında "Komşuna yaklaşma" yani, "ha­ram yol ile onunla cinsi münasebette bulunma, ancak nikâh akdi yapıp onun­la evlen. Aksi.takdirde bekar kal, kadınlardan uzak dur" demiştir.

Ebu Hanife'nin talebelerinden pek çoğu ise "nikâh" lâfzının hakiki mâ­nasının "cinsi münasebet" olduğunu söylemişler ve bu görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:

a) Hak Teâlâ, "Yine erkek, hanımın; (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın başka birisiyle ni-kâhlanmcaya kadar, o (ilk kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuştur. Bu âyette helâl olmama işi, başka birisiyle nikahlanma şartına bağlanmıştır. Ha-ramlığın kendisi sebebiyle sona erdiği nikâh, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hayır, sen onun balçığından, o da se­nin balçığından tatmadıkça o/maz"[154] hadisinin de delâlet ettiği gibi, "cinsi münasebet" manasındaki nikâhtır, akid değildir. Bu sebeble "nikâh" lâfzın­dan muradın "cinsi münasebet" olması gerekir.

b) Hz.Peygmaber (s.a.s), "Elini  ni­kahlayan (istimna yapan) mel'undur. Hayvanları nikahlayan (onlarla cinsi mü­nasebet yapan) melundurur"[155] buyurmuş, "akid" olmadan "nikâh" manası­nın sözkonusu olduğunu göstermiştir.

c) Arapça'da "nikâh", eklenmek ve cinsi münasebette bulunmak mana-sındadır. Yağmur yeryüzüne düştüğü zaman,; gözü uy­ku bürüdüğü zaman,  denilir. Bir darb-ı meselde de, "Bize ucûb geldi, sen onu göreceksin" denilmiştir. Bir şair  "Temiz olduk­ları halde kadınlarım bırakıp da Dicle'nin iki kıyısında ineklerle nikâhlananlar..." demiştir. Mütenebbi de,"Oranın büyük çakıl taşlan belası yük devesinin ayaklarına isabet etti. Ovalar ve dağlar beni sürükleyip sana getirdi" demiştir.

Cinsi münasebette, eklenmek ve cima manası, "akit" kelimesinde olan­dan daha fazladır. Bu sebeble, "nikâh" lâfzını bu manaya hamletmek gerekir.

Bazı alimler nikâhın, "eklenmek" mânâsından ibaret olduğunu söylemişterdir. "Eklenme" manası ise hem "akid" de, hem de "cinsi münasebet" de vardır. Bu sebeble "nikâh" lâfzını her iki manaya birden hamletmek güzel olur.

Ibn Cinnî ise şöyle demiştir: Ebu Ali'ye Arapların,  (O,kadı­nı nikahladı) ifâdelerinin mânâsını sordum da o şöyle dedi: Araplar, bu keli­menin kullanılışında, karışıklığa meydan vermeyecek şekilde ince nüanslar or­taya koymuşlardır. Mesela,  dedikleri zaman, "falanın falanı aldığını ve onunla evlenme akdi yaptığını" kastederler. Ama, dedikleri zaman, "hanımı ile cinsi münasebette bulun­du" manasından başka birşey kastetmezler. Çünkü falancanın kendi hanımı ile nikahlanıp, onunla cinsi münasebette bulunduğu zikredildiği zaman, "akd" lâfzını zikretmeye gerek kalmamıştır. Böylece de kelimenin, cinsi münasebet­ten başka bir mânaya ihtimâli kalmamış olur. Nikâh lafzıyla ilgili incelemenin tamamı bundan ibarettir.

Müfessirler, Hak Teâlâ'nın, bu ayetteki, buyruğundan mak­sadın, "O müşrik kadınlarla nikâh akdi yapmayın" mânası olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. [156]

 

Ehl-i Kitabın Müşrik Sayılıp Sayılmadığı                Başa Dön   

 

Âlimler, ayette geçen,  lâfzının, ehl-i kitâbin kâfirlerini içine alıp almadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerden bazısı, bu kelimenin onları da içine aldığını kabul etmemiştir.

Âlimlerin pekçoğu ise, "müşrik" lâfzının ehl-i kitabın kâfirlerini de içine aldığı görüşündedirler. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delâlet eder:

1) Hak Teâlâ, "Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dedi; hristiyanlar dar ''Mesih Allah'ın oğludur" ded/" (Tevbe, 30) buyurmuş, sonra da müteakip ayetin sonunda,"Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir" (Tevbe, 31) demiştir. Bu ayet, yahudi ve hristiyanların müşrik oldukları hususun­da sarih bir delildir.

2) Hak Teâlâ, "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakilerin bağışlar" (Nisa,48) buyurmuştur. Bu âyet, şirkin dışındaki günahları, Allah'u Teâlâ'nınıaf-fedeceğine delâlet etmektedir. Eğer yahudi ve hristiyanların küfürleri şirk ol­masaydı, bu âyetin muktezasına göre, Allah'u Teâlâ'nın, onları da affetmesi gerekirdi. Bu böyle olmadığına göre, yahudi ve hristiyanların küfürlerinin şirk olduğunu anlamış oluruz.  

3) Hak Telala "Allah muhakkak ki üçün üçüncüsüdür" diyenler, andolsun ki kâfir olmuştur" (Maide. 73) buyurmuştur. Âyette bahsedilen "teslis", ya onların üç sıfatın veyahut da üç zâtın mevcudiyetine (tanrı olarak) inanmalarıdır. Birincisi bâtıldır, çünkü Allah'u Te’âlâ'nın âlim olmasından anlaşılan, O'nun kadir olmasından ve hayy olmasın­dan başka bir şeydir. Bu üç mefhûmun mutlaka itiraf edilmesi gerekli olduğu için, üç sıfatın varlığını kabul etmek, İslâm dininin zaruretlerinden olur. Binae­naleyh, hristiyanları küfre nisbet etmek nasıl mümkün olur?..

Bu husus yanlış olunca, Allah'u Teâlâ bize, onların küfürlerinin ayrı ayrı kadîm olan üç zâtın varlığına inanmalarından dolayı olduğunu bildirmiştir. İş­te bundan dolayı hristtyanlar "kelime" (Logos) uknumunun, Hz. İsa'ya; "hayat" uknumunun ise Hz. Meryem'e hulul etmiş olmasını tecviz etmişlerdir. Onla­ra göre, "ekânîm" diye adlandırılan bu şeyler, eğer kendi kendilerine müsta­kil birer zât olmasalardı, onlar bu unsurların bir zattan diğer bir zata intikâl etmelerini caiz görmezlerdi. Bu sebeple onların, ezelî-kadîm ve kendi kendi­ne var olan birtakım zâtların mevcudiyetine inanmış oldukları ortaya çıkmış olur ki, bu da bir şirk ve birçok ilâhın varlığını kabul etmektir. Dolayısıyla onlar müşrik olmuşlardır. Hıristiyanların, "müşrik" isminin kapsamına girmiş olduk­ları sabit olunca, aralarında herhangi bir farkın bulunmadığının zarurî olarak bilinmesiyle yahudilerin de böyle olması gerekir.

4) Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu husustur: Hz. Peygamber bir komutana emir vererek şöyle dedi:

"Müşriklerden bir topluluğa rastladığın zaman, onları İslâm'a davat et! Eğer onlar davetine icabet ederlerse, onlardan bu hususu kabul et. Eğer onlar diretip yüz çevirirlerse, onları cizyeye ve zımmî olmaya davet et. Eğer onlar, senin bu davetine İcabet ederlerse, bunu kabul et ve onlardan elini çek..."[157]

Hz. Peygamber, onlardan cizye ve zimmet akdini kabul eden kimseleri, müşrik diye adlandırmıştır. Böylece bu zımmî nin müşrik diye adlandırılacağı­na delâlet etmektedir.

5) Ebu Bekr el-Esamm'ın istidlalidir. O, şu şekilde istidlalde bulunmuş­tur: Elinde zuhur eden bu mucizelerin beşer kudretini aşmış olması bakımın­dan, Hz. Peygamberin risâletini inkâr eden herkes müşriktir. Yahudi ve hristiyanlar, bu mucizelerin Allah tarafından meydana getirildiğini de inkâr ediyor, aksine bu mucizeleri cin ve şeytanlara nisbet ediyorlardı. Çünkü onlar mucizelerin birer sihir olduğunu ve cinler ile şeytanlar tarafından meydana getirildiğini söylüyorlardı. Böylece bunlar, beşer kudretinin dışında kalan bu tür mucizelerin yaratılması hususunda, Allah'u Teâlâ'ya bir şerik koşmuş olu­yorlardı. Bu sebeple onların müşrik olduklarına kesin olarak hükmetmek ge­rekmiştir. Çünkü, ilahın, bu tür şeyleri yaratmaya kadir olandan başka bir anlamı yoktur.

Ebu Bekr'in bu görüşüne Kâdî itiraz ederek şöyle demiştir: Yahudiler an­cak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinde zuhur eden şeyleri, beşerin kudretini aşan şeyler cümlesinden kabul edip, bunu da Allah'tan başkasına nisbet ettikleri zaman müşrik olurlar. Ama bunu kabul etmeyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in elin­de zuhur eden şeylerin, kulların da kendisine kadir olabileceği şeyler cinsin­den olduğunu iddia ettikleri zaman, bunu Allah'tan başkasına nisbet etmiş olmaları sebebiyle müşrik olmaları gerekmez.

Cevap: Yahudinin, mucizelerin beşerin kudreti dairesinde olup olmadığı­na dair ikrarına itibar edilmez. İtibâr ancak, bu mucizenin beşerin kudretini aştığına delâlet eder. Buna göre kim bunu, Allah'tan başka bir şeye nisbet ederse, şu kimse gibi, o da müşrik olur: "Cismi ve hayatı yaratmak, beşerin gücü dairesinde olan şeyler cümlesindendir" deyip, sonra da canlılar ile ne­batın yaratılmasını feleklere ve yıldızlara nisbet eden kimse müşrik olur. İşte burada da böyledir. Yahudi ve hristiyanların, müşrik isminin muhtevasına gir­diklerini gösteren şeylerin tamamı işte budur.

Bu görüşte olmayanlar da, şu şekilde İstidlalde bulunmuşlardır: Allah'u Teâlâ, ehl-i kitapla müşrikleri ayrı ayrı zikretmiştir. Bu da, ehl-i kitabın "müşrik" isminin muhtevasına girmediğine delâlet eder. Biz, Hak Teâlâ'nın "O iman edenler, o yahudiler, o sabitler, o nasranüer, o mecusiler ve, Allah 'a şirk koşanlar..."(Hacc,17) "Ehl-i kitaptan kâfir olanlar da, müşrikler de... istemezler" (Bakara, 105),  "Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler., olmadı..." (Beyyine,1) âyetlerinden dolayı, ehl-i kitap ile müşrikleri de birbirinden ayırdettiğini söyledik. Allah'u Teâlâ bu ayetlerde, her iki gru­bun arasını ayırarak, onlardan birini diğerine atfetmiştir ki, bu da farklılığı ge­rektirir.

Bunlara şöyle cevap verilir: Bu Hak Teâlâ'nın,''Hani biz peygamberlerden misaklarmı almıştık.. Senden de, Nuh'tan da.." (Ahzap, 7) ve, "Kim Allah'a, O'nun melekleri­ne, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa..." (Bakara, 98) âyetiyle bir müşkillik arzetmektedir. Eğer onlar, "Zikredilen vasıfta, onların ke­mâline dikkat çekmek için Cebrail ile Mikail özel olarak zikredilmiştir" derlerse, biz de deriz ki: Burada Hak Teâlâ, onların küfürdeki derekelerine dikkat çek­mek için, putperestleri özellikle bu isimle, müşrik ismiyle zikretmiştir. Bu me­selede söylenebileceklerin tamamı  işte bundan ibarettir.

Sonra bil ki, yahudi ve hristiyanların müşrik isminin kapsamına girdikleri­ni söyleyenler de, iki gruba ayrılmışlardır. Onlardan bir grup şöyle demiştir: Bu isim onlara, lügat itibariyle verilmiştir. Çünkü biz yahudi ve hristiyanların da şirki benimsediklerini açıklamıştık.. Cübbaî ile Kâdî, bu ismin şer'î isimler cümlesinden olduğunu söylemişler, bu görüşlerine de şunu delil getirmişler­dir: Hz. Muhammed (s.a.s)'den, kâfir olan herkesi müşrik diye adlandırdığı tevatür derecesindeki bir nakil ile naklolunmuştur. Kâfirler arasında, hiç ilâh kabul etmeyen olduğu gibi, ilâhının varlığı hususunda şüphe içinde olanlar ve­yahut da şerîkin mevcudiyeti hususunda şüphe edenler vardır. Yine kâfirler içinde, peygamber gönderildiği zaman öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenler de bulunmaktadır.

Şüphesiz bu, peygamberin gönderilmesi ve mükellef tutulmayı inkâr et­mek demektir. Putlardan herhangi bir şeye ibâdet etmeyenler bulunduğu gi­bi, putperestlerin içinde putların yaratma ve âlemin nizâmını tedbir hususunda Allah'ın şerikleri olduğunu; hatta bunların Allah katında şefaatçiler olduklarını söyleyenler de vardır. Böylece, kâfirlerden çoğunun,âlemin ilâhının tek bir ilâh olduğunu; âlemin yaratılması ve tedbiri hususunda, ulûhiyyet bakımından O'­nun bir yardımcısının, benzerinin ve şerikinin bulunmadığını kabul ediyorlar­dı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, kâfirlere müşrik adının verilmesinin lûgavî isimlerden değil, aksine namaz, zekât ve diğerleri gibi, şer'î isimlerden oldu­ğu ortaya çıkmış olur. Bu böyle olunca, her kâfirin bu ismin muhtevasına dâhil olması gerekir. Bu meselede söylenebilecek sözün tamamı işte bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'tandır.[158]

 

Cumhura Göre Ehli Kitaptan Olan Kadınla Evlenmek Caizdir                Başa Dön   

 

"Müşrik vasfının sadece putpereslere şamil olduğunu kabul edenler, Hak Teala’nın, Müşrik kadınları nikahlamayın "(Bakara. 221) âyetinin putperest kadınları nikâhlamayı yasakladığını söylemişlerdir. Müşrik vasfının bütün kâfirleri kapsamına aldığını söyleyenler ise Hak Teâlâ'nın, hitabının zahirinin, ister ehl-i kitaptan olsun, isterse olmasın, kâfir kadınların nikâh edilmesinin kesinlikle caiz olmadığına delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Bu görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilâf ederek imamlardan pekço-ğu, ehl-i'kitaptan olan bir kadını müslüman bir erkeğin alabileceğini söylemiş­lerdir. İbn Ömer, Muhammed İbn Hanefiyye ile Zeydiyye imamlarından birisi olan el-Hadî den rivayet edildiğine göre müslüman bir erkeğin kitabî bir kadı­nı nikâhlamasımn haram olduğunu söylemiştir.

Cumhurun delili, Hak Teâlâ'nın, Maide süresindeki, "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları da... size mubah kılındı" (Maide, 5) âyetidir. Mâide sûresinin tamamı­nın hükmü bakî olup, ondan hiçbir şey kesinlikle neshedilmemiştir.

Buna göre eğer, "Bundan muradın, ehl-i kitap iken iman eden kimseler olması niçin caiz olmasın?" denirse, biz deriz ki: Bu, bundan önce Allah Teâ-lâ, "Mü'min kadınlardan muhsan olanlar helâl kılındı" buyurduğu için doğru olmaz.

Bu ifâdenin içine, önce kâfir iken imân etmiş olanlar da girer, ta baştan beri mü'min olanlar da girer. Bir de Hak Teâlâ'nın, "ehl-i kitaptan olanlar.." kaydı, mübahlık halinde bu vasfın bulunmasını ifâ­de eder.

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğuna, rivayet edilen şu hu­sus da delâlet eder: Sahabe-i kiram ehl-i kitabın kadınları ile evleniyorlardı. Onlardan hiçbiri buna karşı çıkmamıştır. Binaenaleyh bu, ehl-i kitap kadınla­rıyla evlenmenin caiz olduğu hususunda bir icmâdır. Huzeyfe (r.a)'nin yahudî veya hristiyan bir kadınla evlendiği; Hz. Ömer (r.a)'in de ona, bu kadınt boşa­masını yazdığı; Huzeyfe (r.a)'nin de, Hz. Ömer (r.a)'e mektub yazarak, "Sen bunun haram olduğunu mu iddia ediyorsun?" dediği; Hz. Ömer'in ona, "Ha­yır fakat endişeleniyorum" diye cevap verdiği nakledilmiştir.

Cabir b. Abdullah (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir "Biz ehl-i kitabı nikahla­yabiliriz, fakat onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler."

Bunun böyle olduğuna şu meşhur haber de delâlet eder: Abdurrahman b. Avf (r.a)'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mecûsiler hakkında, "Kadınlarıyla nikâhlanmaksızm ve kestiklerini yemeksizin mecusîlere, ehl-i kitaba davrandı­ğınız gibi davranın "[159] dediğini rivayet etmiştir. Eğer ehli kitabın kadınlarıyla evlenmek caiz olmasaydı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in böyle bir istisna yapması manasız olurdu. [160]

 

Kitabiyeyi Nikahlamanın Caiz Olmadığını Düşünenlerin Delilleri                Başa Dön   

 

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olmadığı görüşündeki kimseler, şu delilleri ileri sürmüşlerdir:

a) "Müşrik kelimesi, yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, ehl-i kitabın kadın­larına da şâmildir. Buna göre, "iman edin­ceye kadar, Allah'ı inkâr eden (müşrik) kadınlarla evlenmeyiniz" âyeti, ehl-i kitabın kadınlarıyla da evlenmenin haram olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Ayeti tahsis etmek veya mensûh olduğunu söylemek, zahirin hilâfına bir ha­rekettir. Bu sebeble, bu hükmü almak gerekir." Bu görüşte olanlar sözlerine devam ederek şöyle demişlerdir: "Ayette, bizim söylediğimiz hususu te'kid eden şeyler vardır. Çünkü Hak Teâlâ, âyetin sonunda,  "İşte onlar (sizi) cehenneme çağırıyorlar" buyurmuştur. Böyle bir vasıf bir hük­mün peşisıra zikredilip, bu ikisi birbirine uygun olduğu zaman, bu vasfın o hük­mün illeti olduğu zahir olur. Buna göre sanki Allah'u Teâlâ,"Müşrik kadınlarla evlenmeniz haram kılınmıştır. Çünkü onlar (insanı) cehenneme çağırırlar" buyurmuştur. Bu "cehenneme çağırma" illeti, ehl-i kitabın kadınları için de söz konusudur. Bundan dolayı onlarla evlenmenin haram olduğuna kesin hükmet­mek gerekir.

b) İbn Ömer (r.a)'e bu mesele sorulduğunda, o, hem haramlığı hem de helalliği ifâde eden ayetleri okudu. Bu rivayetten şu şekilde istidlal edilir: Ferç-lerde asıl olan onların haram olmasıdır. Haramlığı ifâde eden delil, helalliği ifâde eden delil ile çatışınca, her ikisi de deli! olmaktan çıkar, böylece asıl olan haramlık hükmü baki kalır.

Aynı şekilde Hz. Osman (r.a)'a köle olan iki kızkardeşin bir nikâh altında alınması sorulduğunda o, "Bunu bir ayet mubah, bir başka ayet ise haram kılmıştır" demiştir. Bu durumda siz, zikrettiğimiz sebebten ötürü bunu haram sayarsınız. Burada da durum aynıdır.

c) Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsirinde İbn Abbas (r.a)'dan, mü'-min kadınların dışında, her türlü dinden kadınların haram olduğu hükmünü ri­vayet etmiştir. İbn Abbas (r.a) "Kim ima­nı tanımayıp kâfir olursa, bütün ameli boşa gider" (Mâide, 5) ayetini delil getir­miştir. Bu böyle olunca, nikahlamanın haramlığı hususunda, müşrik kadınlar irtidâd etmiş kadınlar gibi olurlar.

d) Hz. Ömer (r.a)'in haberi ile delil getirmek. Rivayet edildiğine göre Hz. Talha (r.a). yahudi bir kadını; Hz. Huzeyfe (r.a) ise hristiyan bir kadını nikah­layıp almışlardı. Buna karşı Hz. Ömer (r.a) çok fazla sinirlenince onlar, "Ya emîre'l-mü'minîn, biz boşarız, yeter ki sen kızma" dediler. Hz. Ömer de, "Onları boşamak helâl olursa, onlarla evlenmek de helâl olur. Fakat ben onları siz­den ayırıyorum" dedi.

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğunu ileri süren kimseler, aksi kanaatte olanların birinci deliline şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Ya­hudi ve hristiyan I arın, "müşrik" ismine dâhil olmadığını söyleyenlere göre, or­tada böyle bir müşkil kalmaz. Fakat aksini söyleyenler şöyle derler: Âyetteki, "kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları..." da size mubah kılındı" buyruğu, tefsirini yaptığımız ayetten da­ha "hass" (husûsî) dir. Buna göre eğer, böyle bir haramlığın sabit olup, daha sonra zail olduğuna dâir rivayetler doğru ise, biz işbu "Kendilerine kitap ve­rilmiş olanların hür kadınları da....." sözünü nesheden bir ayet kabul ederiz.Eğer böyle bir haramlık sabit değil ise, bunu tahsis eden bir ayet kabul ede­riz. Bu konuda netice olarak şunu diyebiliriz: Nesh ve tahsis, asıl olanın ak­sine bir harekettir. Fakat, iki âyeti bağdaştırmak ancak bu yollarla mümkün olduğu zaman, bu yola başvurulması gerekir."

Aksi görüştekilerin ikinci delilleri olan, "cehenneme davet ettikleri için, putperest kadınları nikahlamanın, cehenneme davet ettikleri için haram kılın­mış olduğu; aynı mananın ehl-i kitabın kadınları için de söz konusu olduğu..." şeklindeki görüşlerine karşı biz deriz ki: Bu iki cins kadın arasındaki fark şu­dur: Müşrik kadın, imana karşı muhalefetini ve karşı çıkışını açıkça ortaya kor. Kocası onu sevebilir. Sonra bundan dolayı o, kocasını müslümanlara karşı sa­vaşa teşvik edebilir. Bu durum zımmî kadın hakkında söz konusu değildir. Çün­kü o, başkasının emri altında olup zillete ve meskenete razıdır. Sonra bu kadın ile yapılacak nikâh müslümanlara karşı savaşmaya sebeb olmaz.

Muhalif görüşte olanların, "Bu hususta helalliği ifâde eden âyet ile, haramlığı ifâde eden âyetler çatışmaktadır" şeklindeki iddialarına gelince, deriz ki: Helâlliği bildiren ayet hâs olup, sonradan nazil olduğunda icmâ vardır. Bun­dan dolayı bu âyetin, haramlığı ifâde eden âyetten önce nazar-ı itibara alın­ması gerekir. Bu, câriye olan iki kızkardeşi bir nikâh altında tutma ile ilgili iki âyetin aksine bir durumdur. Çünkü o iki âyetten her biri bir yönden diğerin­den daha hususi, bir yönden de daha umumidir. Binaenaleyh bunlarda her­hangi bir tercih sebebi yoktur.

Allah'u Teâlâ'nın o ayette, ''Kendileri­ne kitap verilmiş olanların hür kadınları... " buyurmuş olması, iyi Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe ev­lenmeyiniz" âyetinden mutlak olarak daha husûsîdir. Bu sebep lile, bir terci­hin bulunması gerekir. Onların, Hak Teâlâ'nın,  "bütün amel­leri boşa gider" (Maide, 5) âyetini delil getirmelerine karşı bu şekilde cevap ve­ririz: Biz, birçok hükümde ehl-i kitaba mensup kadınlar ile irtidâd etmiş kadın­lar arasında bir fark olduğunu kabul ettiğimize göre, bu hükümde de ikisi arasında niçin bir fark olmasın?

Onların, Hz, Ömer (r.a)'in haberine delil olarak sarılmalarına karşı ise şöyle deriz: Biz de, Hz. Ömer'in bunun haram olmadığını söylediğini naklettik. İki delil arasında bir tearuz olduğu zaman, ikisiyle de istidlal edilemez. Allah en iyisini bilendir. [161]

 

Kerramiye Mezhebinin İman Hakkında Yanlış Bir İstidlali                Başa Dön   

 

Herkes, Hak Teâlâ'nın, "iman edinceye kadar.."kaydından maksadın, "Onlar kelime-i şahadet getirmek ve İslâm'ın hükümlerini kabul etmeleri..." olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre Kerrâmiye bu ayeti, imanın sırf ikrardan ibaret olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ bu ayette imanı, haramlığın kalkma­sına sebep kabul etmiştir. Âyette haramlığın kalkmasına sebep olan şey ise ikrardır. Böylece şeriat örfünde imanın ikrardan ibaret olduğu ortaya çıkmış olur."

Ehl-i Sünnet alimleri bu görüşün yanlışlığına şu delilleri getirmişlerdir:

1) Hak Teâlâ'nın,  (Bakara,3)ayetinin tefsirini yaparken, pek çok delil getirerek imanın kalbin tasdikinden ibaret olduğunu beyan et­miştik.

2) Hak Teâlâ'nın,  "İnsanlardan, mü'min olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" diyenler vardır" (Bakara, 8) âyetidir. Eğer iman sırf ikrardan ibaret olsay­dı, Hak Teali   buyruğu bir yalan olmuş olurdu.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "O bedevi Araplar, "iman ettik" dediler. De ki, "siz iman etmediniz" (Hucurat,14) inayetidir. Eğer iman sırf İkrardan ibaret olsaydı, o zaman Hak Teâlâ'nın,"De ki:"Siz iman etmediniz" buyruğu yalan

olmuş olurdu. Sonra âlimlerimiz, onların bu âyetle istidlal etmelerine şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kalbdeki tasdike muttali olmak imkânsızdır. Bu se­beple, dil ile ikrar kalbin tasdikinin yerine ikâme edilmiştir. [162]

 

Altıncı Mesele

 

Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği nakledilmiştir:"Bu âyet, müslümanların daha önce yapmış oldukları müşrik kadınları nikahlama âdetini feshetmiştir".Kadı şöyle demiştir: Onların, bu âyet nazil olmadan önce müşrik kadınlarla evlenmeyi, şeriatın emri ile değil de, âdet olduğu için yapmışlarsa, bu âyeti "nâsih" olarak nitelendirmek doğru değildir. Çünkü usûl-i fıkıhta, "nâ-sih ve mensûh hükümlerin serî hüküm olmaları gerekir" kaidesi yer almıştır. Ama, bu âyet inmezden önce, müşrik kadınlarla evlenmek şeriatın koymuş olduğu bir hüküm olduğu takdirde bu âyet ancak o zaman nâsih olur. [163]

 

İman Eden Câriye ve Müşrik Bir Kadın

 

Hak Teâlâ'nın, "İman eden bir câ­riye, hoşunuza gitse de müşrik bir kadından daha hayırlıdır" âyeti hakkında birkaç mesele vardır: [164]

 

Birinci Mesele

 

Ebu Müslim, Hak Teâlâ'nın, sözündeki lâm harfinin, te'kid ifâde etmesi bakımından, kasem la­mına benzediğini söylemiştir. [165]

 

İkinci Mesele                 Başa Dön   

 

Ayette geçen, kavlinin mânası, "güzel, faydalı" demektir. Buna göre mâna, "Hepsi de gü­zellik, mal ve asâtet bakımından aynı seviyede olur­larsa, bil ki mü'min olan câriye, müşrik cariyelerden daha hayırlıdır" demek­tir. Çünkü iman, dine taalluk eder. Mal, güzellik ve asalet ise, dünya ile ilgili hususlardır. Halbuki din, dünyadan daha hayırlıdır. Bir de, herkes nezdinde din, en şerefli şeydir. Din konusunda uyuşma meydana geldiği zaman, karı-koca arasındaki muhabbet daha mükemmel olur. Böylece de, sıhhat, tâat, malı ve evlâdı himaye etme gibi dünyevî hususlar da mükemmellesin Ama dinî ba­kımdan bir ayrılık bulunması durumunda, eşler arasında herhangi bir sevgi bulunmaz; o kadından da, dünyevî menfaat açısından herhangi bir şey elde edilemez.

Âlimlerden bazıları ise, Hak Teâlâ'nın bu buyruğundan maksadının, "Mü'­min bir câriye, müşrik olan bir hür kadından daha hayırlıdır" şeklinde olduğu­nu söylemişlerdir. Bil ki, şu iki sebebten dolayı, böyle bir takdire ihtiyaç yoktur:

1)  (Müşrike) lâfzı, mutlaktır.

2) Hak Teâlâ'nın,  "hoşunuza gitse bile" kaydı, zaten hür olma sıfatına delâlet eder. Çünkü takdir, " o kadın güzelliği, malı, mülkü, hür­riyeti veya asaleti cihetinden sizin hoşunuza gitse bile..." şeklindedir. Buna göre bütün bu hususlar Hak Teâlâ'nın, sözünün kapsamına dahil olur. [166]

 

Üçüncü Mesele

 

Cübbâî şöyle demiştir: "Ebu Hanlfe'nin mezhebi- ne göre âyet, hür kadının mihrini vermeye kadir ola­bilen   kimsenin,   cariyeyle  evlenmesinin   caiz olduğuna delâlet eder." Bu böyledir, çünkü ayet-i kerime, müşrik olan hür ka­dının mihrini verebilecek kimsenin, câriye ile evlenmesinin caiz olduğunu gös­terir. Fakat müşrik hür kadının mihrini verebilecek kimse, hiç şüphesiz müslüman hür kadının mihrini de verebilir. Çünkü, küfür ve iman hususunda­ki farklılık, nikâh hazırlıkları için ihtiyaç duyulan malın miktarında değişiklik ar-zetmez. Böylece, hür ve müslüman bir kadının mihrini verebilecek bir kimsenin, câriye ile evlenmesi de kesinlikle caiz olur. Bu, bu meselede yapılmış olan hoş bir istidlaldir. [167]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayet-i kerimede bir müşkil bulunmaktadır. O da, Hak Teâlâ'nın, hitabının müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin haram olmasını ge­rektirmiş olmasıdır. Sonra Hak Teâlâ'nın buyruğu da müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin caiz olmasını gerektirir. Çünkü, ( manasında olan) " lâfzı, sıfatta müşterekliği gerektirir. Halbuki hayırlı olma vasfı bunlardan birisi için söz konusudur.

Bu müşkili şu şekilde bertaraf ederiz: Müşrik kadınlarla evlenmek, dün­yevî menfaatları, mü'min kadınlarla evlenmek ise uhrevî menfaatları ihtiva et­mektedir. Bu iki çeşit fayda, bir fayda olma esnasında müşterektirler. Ancak ne var ki, ahiret ile ilgili faydanın daha büyük özellik ve üstünlükleri vardır. Bu sebeple, böyle bir suâl kendiliğinden bertaraf edilmiştir. Allah en iyisini bi­lendir.

Hak Teâlâ'nın,  "Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) ntkâhyamaym" hitabına gelince, bu­rada bundan maksadın herkes olduğu, iman etmiş bir kadını, küfürlerinin çe­şidi nasıl olursa olsun, bir kâfirle evlendirmenin kesinlikle helâl olmayacağı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur.

Hak Teâlâ'nın, "Mü'min bir köle, hoşunuza gitse de müşrikten daha hayırlıdır" buyruğu hususundaki sözümüz, daha ön­ce söylemiş olduğumuz gibidir. [168]

 

Cehenneme Çağıranlar                Başa Dön   

 

Hak Teâlâ'nın, "İşte onlar sizi cehenneme çağı­rıyorlar" kavli hakkında iki mesele bulunmaktadır: [169]

 

Birinci Mesele

 

Bu ayet, "Benim (karşılaştığım) bu hal nedir? Ben sizi kur­tuluşa davet ediyorum, siz beni ateşe davet ediyor­sunuz!" (Mü'min, 41) âyetinin bir benzeridir. Eğer "Onlar çoğu zaman cehenne­me iman etmemiş iken, nasıl olur da cehenneme davet ederler?"denilir ise, buna şu şekilde cevap veririz: Âlimler bu âyetin te'vili hususunda şu görüşleri söylemişlerdir:

a) Onlar, insanı cehenneme götürecek işleri yapmaya davet ederler. Çün­kü görünen odur ki, evlilik ülfet, muhabbet ve sevgi mahallidir. Bütün bunlar ise, gaye ve maksadlarda karı-kocanın birbiriyle uyuşmasını gerektirir. Bu da, sevgilisi ile uyum içinde olması sebebiyle çoğu kez müslümanın İslâm'dan çık­masına sebeb olur.

İmdi eğer, "Sevgi ihtimali her iki taraf için de vardır. Ülfet ve muhabbet sebebiyle müslümanın kâfir olma ihtimali olduğu gibi, kâfirin de müslüman ol­ması muhtemeldir. Her iki ihtimal çatıştığı zaman, her ikisinin de düşmesi ge­rekir. Böylece de geriye cevazın aslı kalır" denirse, biz deriz ki: Üstünlük bu taraf içindir. Çünkü kâfirin küfründen vazgeçebileceği takdirine göre bu, müs­lümanın mükâfaat ve derecesini artırır. Müslümanın İslâm'dan vazgeçebile­ceği takdirine göre ise, bu çok büyük bir azabı gerektirir. Binaenaleyh bu işi yapmak, kişi için en büyük fayda ile en büyük zararın dokunması arasında dönüp dolaşır. Bu gibi durumlarda zarardan kaçınmak gerekir. İşte bu sebeb-ten ötürü Allah Teâlâ, men etme tarafını, cevaz tarafına tercih etmiştir.

b) Âlimler arasında, "İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar" âyetini, "Onlar sizi, savaşı ve cihadı terketmeye çağırıyorlar" ma­nasına alanlar vardır. Muharebeyi ve cihadı terketmede ise, cehenneme ve azaba dücâr olmayı gerektiren şey vardır. Bu te'vili yapanın, bundan maksadı ehl-i kitaptan zımmî olan ile olmayanlar arasında bir farkın olduğunu ortaya koymaktır. Çünkü zımmî olan bir kadın, kocasını müslümanlara karşı savaş­maya sevketmez. Böylece ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

c) Doğan çocuğunu kâfir.çoğu kez küfre çağırır. Böylece de o çocuk ce­hennemliklerden olur. Allah Teâlâ bize müslüman kadınlarla evlenmemizi ve böylece doğacak çocuğun müslüman ve cennetlik olmasını emretmek sure­tiyle cennete davet eder. [170]

 

Allah Cennete Çağırır

 

Hak Teâlâ'nın, "Allah ise kendi ira­desiyle cennete ve mağfirete çağırır" ayeti hakkında iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Âyetin mânası şudur: Allah'ın dostları cennete çağırırlar. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Allah'ın düşmanları cehenneme davet ederler; halbuki Allah'ın dostlarıysa, cennete ve mağfirete davet eder­ler. Binaenaleyh, muhakkak ki aklı olan kimseye, Allah'ın düşmanları olan müş­rik kadınların etrafında dolaşmamaları, bilâkis mü'min kadınlarla evlenmeleri gerekir. Çünkü mü»min kadınlar, cennete ve mağfirete davet ederler.

İkinci Görüş: Allah'u Teâlâ ilgili hükümleri beyan edip, kimisini mubah, kimisini de haram kılınca, "Allah cennete ve mağfirete çağırır" buyurmuştur. Çünkü bu davete sarılan kimse, cennete ve mağfirete müstehak olur.

Hak Teâlâ'nın,  kavlinin manası, "Allah'ın kolaylaştırması ve ken­disiyle cennete ve mağfirete müstehak olunan amele muvaffak kılmasıyla.." demektir. Bunun bir benzeri de, "Al­lah'ın izni olmadan, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" (Yunus, 100).  "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse Ölmez" (Al-i imran, 145) ve "Onlar, Allah'ın İzni olmadıkça hiçkimseye zarar veremezler" (Bakara. 102) ayetleridir. Hasan el-Basrî şeklinde ref ile okumuştur. Yani, "Mağfiret, O'nun ko­laylaştı rm asıyla bulunur" demektir.

Hak Teâlâ'nın,İyice düşünüp ibret alsın­lar diye, Allah âyetlerini iyice açıklar" buyruğunun mânası açıktır. [171]

 

Hayız Hakkında Hüküm                Başa Dön   

 

"Sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De ki: "O, bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan ayrılın, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği taraftan onlara varın. Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever; iyice temizlenenleri sever"(Bakara, 222). [172]

 

Birinci Mesele

 

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde altı soru zikretti. Bunlardan ilk üçünü vâvsız, son üçünü de vâv ile başlattı. Bunun sebebi şudur: Onların ilk üç hâdise hakkındaki soruları, ayrı ayrı durumlarda vaki olmuştur. Bu sebeple orada atıf harfi getirilmemiştir. Çünkü bu sorulardan herbiri, ayrı ayrı birer sorudurlar. Onlar son üç soruyu ise, aynı anda yöneltmişlerdir. Dolayısıyla cem ifâde eden atıf harfiyle getirilmiştir. Sanki şöyle denmek istenmiştir: "Soru soranlar, içki, kumar ve şunu şunu aynı anda sana soruyorlar..." [173]

 

İkinci Mesele

 

Rivayet edildiğine göre yahudî ve mecûsîler, kadın hayızlı iken, ondan son derece uzak duruyorlardı.

Hristiyanlar ise, hayız falan dinlemeden, kadınlarla cima ediyorlardı. Câhiliyye dönemtndekiler İse, kadın hayızlı olduğu zaman, onunla aynı sofraya oturmuyorlar, verdiği şeyleri içmiyorlar, onunla aynı ya­takta yatmıyorlar, yahudî ve mecûsilerin yaptığı gibi, aynı çatı altında barınmı­yorlardı. Bu âyet nâzif otunca, müslümanlar âyetin zahirine sarılarak, hayız olan kadınları evlerinden çıkarıyorlardı. Bedevilerden bir grup kimse, "Ya Resûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı attığımız kadınlara versek, evde kalanlar bu sefer soğuktan üşürler. Elbiseleri kendimize alıkoysak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!" Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.s),"Kadtnlar hayızlı oldukları zaman, ben size kadınlarla cinsi münasebet yapmamanızı emrettim; yoksa, acemlerin yaptığı gibi onları evlerinizden çı­karmanızı emretmedim.." buyurdu. Yahudiler bunu duyunca şöyle dediler; "Bu adam bize muhalif davranmadığı hiç bir mesele bırakmıyor." Sonra, Abbâd İbn Beşir ile Useyd İbn Hudayr, Hz. Peygamber'e gelerek O'na bu du­rumu haber verdiler ve, "Ya Resulallah hayızlı iken onlarla cima etmeyelim mi?" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzünün rengi değişti, bu iki zât da O'nun kendilerine kızdığını zannederek kalktılar. Tam o sırada Hz. Peygamber'e bir süt hediye ve ikram edildi. Bunun peşinden Hz. Peygam­ber o iki kimseye haber salarak, bu sütü onlara ikram etti. Böylece de, kendi­sinin onlara kızmamış olduğunu bize anlatmış oldu. [174]

 

Hayz Kelimesi Hakkında İlmi Bir Tetkik                Başa Dön   

 

Arapçada, kelimesinin aslı akmaktır.-"Sel aktı ve taştı" denilir. Ezherî, havuza, denilmesinin sebebinin de bu

olduğunu söylemiştir. Çünkü su, havuza akmakta­dır. Araplar, aynı cinsten oldukları için vâvı yâ harfinin yerine;yâ'yı da vâvın yerine kullanıyorlardı.Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Bu, kalıbı bazen, kelimeleri gibi ism-i mekân ifâde eder. Bazen de masdar mânasına gelir. Nitekim, hayız oldu.." "Gel­di..." ve, "geceledi" denilir. Vahidî, el-Basît'inde.Übn Sikkît'den şunu nakletmiştir: Fiil, "ölçtü, ölçüyor" "Hayız oldu, hayız oluyor" ve benzerleri gibi, sülâşî olur, muzarîsinin ayne'l-fiili de meksûr olursa, bu fiillerin ismi mekânı, masdar-ı mîmîsi ise fethalı o-larak, Jiii şeklinde gelir. Meselâ,  (meyi etmek) gibi.. Keli­menin ismi mekânı ise, dur. Böylece İbn Sikkît, kelimenin, J*ii kalı­bında ism-i mekân olduğu, Lü; kalıbında da masdar olduğu görüşünü be­nimsemektedir. Şayet bir kimse, hem masdar-ı mîmî, hem de ism-i mekânda, kalıbları meftun ya da meksûr okursa caizdir. Nitekim Araplar, demektedirler. Böylece,  lâfzının, ism-i mekân -mânasında hakikat ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Bu aynı zamanda hayzın, bizzat ismi olarak da kullanılır. Bu sabit olun­ca, edîb olan pekçok müfessir, lafzıyla burada hayız anlamının kastedildiğini iddia etmişlerdir. Bana göre ise, bu böyle değildir.lafzıyla burada hayızın kendisi kastedilmiş olsaydı, o zaman Hak Teâlâ'nın, emrinin manası, "Kadınları hayız zamanı terkedin" olurdu. Bundan murad ise, "hayız zamanında kadınlardan uzak durun.." olur. Böylece de âyetin zahiri, kadının göbeğinin üstünde ve diz kapağının altında kalan yerlerden faydalanmaya mâni olmuş olurdu. Böyle bir yasak olmayın-ca.o zaman âyete neshin veyahut da bir tahsisin arız olduğuna hükmetmek gerekir. Bunun ise, astın hilâfına olacağı herkesi malûmudur. Ama biz, kelimesini, hayızın mekânı mânasına aldığımızda, ayetin mânası, "Hayız mahalli hususunda kadınları terkedin.." olur. Böylece de mâna, "ka­dınların hayız mahallinden uzak durun" şeklinde olur. Bu izaha göre de, âye­te herhangi bir nesh ve tahsis arız olmamış olur. Lâfız iki mâna arasında müşterek olup, lâfzı o manalardan birine hamletmek bir mahzur doğurur, di­ğerine hamletmek ise aynı sakıncayı doğurmazsa, bu durumda lâfzı mahzur doğurmayan mânaya hamletmenin evlâ olduğu herkesçe bilinen bir usûldür. Bu, ism-i mekân manasına kullanılmasının masdar anlamına kullanılmasından daha çok ve daha meşhur olduğunu bilmemizle beraber, lâfzının is­mi mekân mânası ile masdar-ı mimî arasında müşterek bir lâfız olduğunu ka­bul etmemiz durumunda böyledir.

Buna göre, eğer  lâfzından hayzın murad edildiğine dair delil, Hak Teâlâ'nın, yani, "Hayız bir eziyyettir" buyurmasıdır. Eğer,  lâfzından maksad hayız değil de, hayızın çıktığı yer olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın,  demesi doğru olmazdı" denilirse, biz deriz ki: kelimesinin hayızdan ibaret olmasının takdiri durumunda hayı­zın bizzat kendisinde bir eziyyet bulunmaz. Çünkü hayız, hususî nitelikteki bir kandan ibarettir. Eziyyet de hususî bir keyfiyettir. Eziyyet de arızîdir. Cisim, arızînin bizzat kendisi olamaz. Bu sebeple onların, "Bundan murad, eziyyet olmakla nitelenmiş bir hayız olduğunu.." söylemeleri gerekir. Bu caiz olunca, bizim de, "Bundan murad, hayız mahallinin eziyyete katlanması olduğunu" söylememiz caiz olur. Hem birinci,  lâfzından muradın hayızın bizzat kendisi, ikinci, lâfzından ise, hayız mahallinin murad edilmiş olma­sı niçin caiz olmasın? Yapılan bu takdire göre, sizin söylemiş olduğunuz müş-kilât da ortadan kalkmış olur. Bu hususta söylenecek olan şeyler, bana göre bunlardır. Muvaffakiyyet Allah'tandır.

Hak Teâlâ'nın, buyruğuna gelince, Atâ, Katâde ve Süddî, bu kelimenin "pislik" manasını ifâde ettiğini söylemişlerdir. Bil ki Arapça, kelimesi, hoşa gitmeyen her şeye delâlet eder. Hak Teâlâ'nın, emrinin mânası, o şeyden uzaklaşmayı ifâde eden bir ayrılıştır. İlleti ise, daha önce zikredilmiş olan, jî\ lâfzıdır. Sonra bu ille­te hüküm terettüp etmiştir; bu hüküm ise, terketmenin vâcib olmasıdır.

İmdi eğer, "Eziyyet, kandan başka bir şey değildir. İstihâza (özür kant gelmesi) durumunda kadınlardan ayrılmak vâcib olmadığı halde bu eziyyet is­tihâza durumunda da söz konusudur. Buna göre bu hükmün illetinin "eziyyet" olduğunu söylemek, tenakuz arzetmiştir" denilirse, biz de deriz ki:

İllet tenakuz arzetmemiştir; çünkü hayız kanı, rahim yoluyla kadının bün­yesinin dışarı attığı fazla kandan ortaya çıkan bozulmuş bir kandır. Eğer bu fazlalık kan akmasa kadın hasta olur. Buna göre bu kan, idrar ve büyük abdest yapmak gibi bir şey olur. Böylece bu kan, bir sıkıntı ve bir pislik olmuş olur. Ama istihâza kanı böyle değildir. Aksine bu kan, rahmin derinliklerinde bulunan ve patlayan damarlardan akan, bozuk olmayan bir kandır. Dolayısıy­la bu bir eziyyet sayılmaz. Bu konuda söyleyebileceklerim bundan ibarettir. Çünkü bu tıbbî bir konudur. Bunun izah edilmesiyle Kur'an'm zahiri ta'n ve kınanmaktan kurtarılır. Kendi muradını en iyi bilen ise, Allah'tır. [175]

 

Hayız Kanı İle istihaze Kanı Arasındaki Fark                Başa Dön   

 

Bil ki, hayız kanı, hakikî olan bir takım sıfatlarla nitelenmiştir. Bu kana da, şer'î olan bir takım hükümler dayanır. Hakikî sıfatlar iki kısma ayrılır:

1) Bunlardan birisi, menbâ'dır (kaynak). Hayız ka­nı, rahimden çıkan bir kandır. Nitekim Hak Teâlâ,"Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kadınlara helâl olmaz"(Bakara, 228) buyurmuştur. Bunun tef­sirinde, "Hak Teâlâ'nın rahimlerde yarattığı şeyden muradın, hayız ve hami­lelik durumu olduğu" söylenmiştir. İstihâza kanına gelince, bu rahimden değil, rahimin ağzında sona eren damarlardan çıkar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) istihâza kanını vasfederken,  "Bu, rahimde patlamış da­marların kanıdır" buyurmuştur. Hz. Peygamberin bu sözü, Kur'an'm göster­miş olduğu illet ve sebepte bir tenakuz bulunmadığı hususunda söylemiş ol­duğumuz görüşleri de pekiştirir.

2) Hz. Peygamberin hayız kanını vasfederken söylemiş olduğu sıfatlar şunlardır:

a) Siyahtır,

b) Fazla akıcı değil,

c) Yakıcıdır,

d) Pek fazla hissedilmez, hızlı akmaz,

e) Diğer kanların aksine kötü kokuludur. Çünkü, bu kan, kadının bünyesinin dışarı attığı fazlalık kanlardandır,

f) Koyu kırmızı ve rengi bulanık­tır. Kendisinde bulanıklık bulunduğu için, deniz suyuna benzediği de söylen­miştir. Buna göre bu sıfatların hepsi hakiki sıfatlardır.

Bazı âlimler de şöyle demiştir: Hayız kanı, istihâza kanından ayrılır. Buna göre bu sıfatların kendisinde bulunduğu her kan, hayız kanıdır. Böyle olma­yan ise, hayız kanı değildir. Hayız kanı mı yoksa istihâza kanı mı olduğu kesin olarak bilinemeyen kanlarda ise, aslolan mükellefiyetin devam etmesidir. Mü­kellefiyet halinin sona ermesi ise, ancak hayız kanı olduğuna karar verildiği zaman olur. Kanın hayız kanı olmadığı bilindiği vakit, vâcib olan mükellefiyet­ler, vâcib olmaya devam eder.

Kimi alimler ise şöyle demişlerdir: Mükellef olan kimse, bu sıfatları birbi­rine karıştırabilir. Dolayısıyla gerek kan, gerekse bu sıfatlar hususunda, mü­kellefi temyizde bulunmak ile sorumlu tutmak, bir güçlük ve meşakkat çıkarmayı iktizâ eder. Binaenaleyh, Şâri-i Evvel olan Allah'u Teâlâ, muayyen ve düzenli bir vakit tayin etmiştir. O vakitte kan bulunduğu zaman, o kanın vasfı nasıl olursa olsun, o kanın hükmü hayızın hükmü olur. O vaktin dışında bir kan çık­tığı zaman, o kanın vasfı ne olursa olsun o kanın hükmü hayız olmaz.. Bu gö­rüşü ileri sürenlerin maksadı, mükelleften güçlük ve zorluğu kaldırmaktır. Sonra hayızdan dolayı meşru kılınan hükümler, namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, mescide girmekten, Mushaf'a dokunmaktan ve Kur'an okumaktan uzak dur­maktır. Ayrıca kadın, hayız ile buluğa ermiş kabul edilir. Kur'an'ın nassı İle, hayız sebebiyle sabit olan bir diğer hüküm de, âyetin kendisine nasıl delâlet ettiğini beyan ettiğimiz üzere, cimâdan sakınmaktır. [176]

 

Beşinci Mesele                Başa Dön   

 

Âlimler, hayızın müddeti hususunda da ihtilâf etmişlerdir. İşte bundan dolayı Şafiî (r.h.a), hayzın en az müddetinin bir gün bir gece; ekserisinin ise, onbeş gün olduğunu söylemiştir. Bu, Ali İbn Ebi Talib, Atâ İbn Ebi Rabâh, Evzâi, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk (Allah kendilerinden razı olsun)'m görüşüdür.

Ebû Hanife ile Sevrî ise, bunun en az müddetinin üç gün üç gece, bun­dan az olursa, bunun istihâza kanı olduğunu, ekserisinin ise on gün olduğu­nu söylemişlerdir.

Ebu Bekr er-Razi ise Ahkâmu'l-Kur'an'ında şunu söylemiştir: Ebû Ha­nife de, Atâ'nın verdiği hükmü kabul ederek, hayızın en az müddetinin bir gün bir gece, en fazla müddetinin ise onbeş gün olduğunu söylemiş; sonra da bu hükmünden vazgeçmiştir.

İmâm Mâlik ise, azlık ve çokluk hususunda muayyen bir miktarın bulun­madığını; bir saat dahi olsa, bunun hayız kanı olacağını; yine bu kan günlerce devam etse, yine hayız kanı sayılacağını söylemiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'an'ında İmâm Mâlik'in görüşünün yanlışlığına delil getirerek şöyle demiştir. "Eğer bu miktar azlık ve çokluk bakımından nazar-ı dikkate alınmasaydı, o zaman hayız kanının kadında mutlak olarak mevcut kan olma­sı gerekirdi.. Bu durumda da, istihazalı hiçbir kadının bulunmaması gerekirdi. Çünkü ondaki kanın hepsi, Mâlik'in mezhebine göre hayız kanı olur du ki, bu da ümmetin icmâsıyla yanlıştır.

Bir de rivayet edildiğine göre, Fatıma binti Ebt Cahş, Hz. Peygamber'e, "Hayızım devam ediyor, ben de bir türlü temizlenemiyorum" demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Hamne (r.anha) yedi sene istihâza kanı gördü.. Hz. Peygamber (s.a.s), her ikisine de bütün bu sürelerin hayız olduğunu söyle­medi. Aksine, onlara, bunun bir kısmının hayız, bir kısmının ise istihâza kanı olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh, bu görüş yanlıştır. Allah en iyi bilendir.

Bil ki bu delil zayıftır. Çünkü bir kimse şöyle diyebilir: Hayız kanı istihâza kanından, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayız kanıyla alâkalı olarak zikrettiği bazı sıfatlarla ayrılır. Biz bu sıfatların bir kanda bulunduğunu anladığımızda, onun hayız kant olduğuna hükmederiz. Bu sıfatların bulunmadığını gördüğümüzdey-se, onun hayız kanı olmadığına hükmederiz. Bu iki hususta tereddüt ettiğimiz zaman, hayı zın meydana geldiği meçhulümüz olur; asıl olan mükellefiyetin devam ettiği malum olur. Şüpheli olan bir şey, malûm olan bir şeyle tezâd teş­kil edemez. Bu sebeple, aslî olan mükellefiyetlerin yerine getirilmesi gerekti­ğine hükmedilir. Eğer hayız için belli bir zaman tayin edilmezse hayız, istihâzadan bu yol ile ayırdedilir. İmâm-ı Mâlik'in delili iki yöndendir:

a)  Hz. Peygamber (s.a.s),  "Hayız kanı siyah ve yakıcı, (acı veren) bir kandır" ifadesiyle, hayız kanının alâmet ve sı­fatlarını açıklamıştır. Binaenaleyh, kan bu sıfatlarla mevsûf olunca, hayız mey­dana gelmiş olur. Bu da,  Onun için hayız zama­nında kadınlardan aynim" âyetinin ve Hz. Peygamber'in Fatıma binti Ebu Hubeyş'e söylediği,   "Bayız kam geldiği za­man, namaz kılmayı bırak"[177]hadis-i şerifinin hükmüne girer.

b) Allah'u Teâlâ hayız kanı hakkında "O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan aynim'' buyurmuş, onun bir eziyyet olma vasfını, kadınlardan ayrılmanın vâcib oluşunun illetini beyân sadedinde zikretmiştir. Bu kan, fena kokusu, bozuk rengi ve çok fazla akıcı olmayışı sebebiyle bir eziyyet olmuştur. Kadınlardan uzaklaşmanın vücubiy-yeti bu mânalarla sebeplendirilmiş olunca, kanda bu nitelikler bulunduğu za­man, Allah'ın kitabında açıkça zikredilen sebeple amel etmek için, kadınlardan uzak durmak gerekir. Bana göre, İmâm Mâlik'in bu görüşü çok kuvvetlidir.

Şafiî, Ebû Hanife ye karşı, şu iki hususu delil olarak zikretmiştir:

1) "Hayız müddetinin en azı bir gün bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Bunun delili Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayız kanını "siyah ve yakıcı (acı ve­ren)" diye nitelendirmiş olmasıdır. O kan bu vasıfta bulunduğu zaman hayız mavcut olmuş olur ve böylece, "Hayız zamanın­da kadınlardan aynimiz" âyetinin umûmî muhtevasına girmiş olur. Hayızın bir günden daha az olması ile onbeş günden daha fazla olması hususlarında, Ebu Hanife ve ben, bu delil ile amel etmeyi ittifakla bıraktık. Binaenaleyh, geriye, bu müddetler hakkında bu delil ile amel edilme durumunun kalması gerekir."

2) Şafiî'nin, on günden fazla olan müddet hususundaki delili, Hz. Pey­gamber (s.a.s)'in, kadınları dinlerinin noksanlığı ile tavsif etmiş olduğu hadisi­dir. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu şu şekilde açıklamıştır: "Kadınların herbiri ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir." Bu da hayızın bazan onbeş gün olduğuna delâlet eder. Çünkü bu takdire göre onların temizlik müddetleri de onbeş gün olur. Böylece de hayız kadının ömrünün yansını almış ofur. Eğer hayız bu müddetten daha az olsaydı, ömrünün yarısında namaz kılmayan mü'-min kadın olmazdı.

Ebu Bekr er-Râzi, Şafiî'nin bu görüşüne şu iki izah ile cevap vermiştir:

a) Hadis metninde geçen,   yarım manasına değil, aksine "bazısı, bir kısmı" mânasına gelir.

b) Dünya ömrünün yarısında hayız olan bir kadtn bulunmaz. Çünkü ka­dın bulûğa ermezden önce geçen ömrü de, hayatının bir parçasıdır.

Ebu Bekir er-Râzi'nin birinci cevabına şu şekilde cevap verebiliriz: "yarım" demektir. "İki parçaya ayırdım" manasında,  denilir. Darb-ı meselde de, "Süt sağıyorum, yarısı senin"[178] denilmiştir.

O'nun ikinci cevabına şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Ka­dınların herbiri ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir" sözü, kadının na­maz kıldığı zamanı içine alır. Bu da onun buluğa erdikten sonraki ömrüdür.

Ebu Bekir er-Râzi, Ebu Hanife'nin görüşüne bir çok yönden delil getirir:

1) Ebu Ümâme (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Hayızın en azı üç, en çoğu on

gündür."[179] Ebu Bekr şöyle der: 'Eğer bu hadis sahih ise, hiç kimse bu ha­disin gösterdiğinden başka tarafa dönemez."

2) Enes b. Malik ve Osman b. Ebu'l-As es-Sakafî (r.a)'den şöyle dedik­leri rivayet edilmiştir: "Hayz üç-dört günden on güne kadardır. On günden fazla olan istihâzadır." Bu söz ile şu iki bakımdan istidlal edilir:

a) Sahabeden bir söz çıkar da diğerleri ona muhalefet etmez ise bu icmâ olur.

b) Akltn, hayzın miktarını belirlemesine imkân yoktur. Sahabîden birşey rivayet edildiği zaman, zahir olan o şeyi Hz. Peygamber (s.a.s)'den duymuş olmasıdır.

3) Hz. Peygamber (s.a.s), Hamne binti Cahş'a: "Bütün kadınlar her ay hayız gördüğü gibi sen de, Allah'ın ilmine göre, altı veya yedi gün ha-yız görürsünüz[180] demiştir. Bu hadisin muktezası, her ay her kadının bu kadar hayız görmesidir. Biz, hadisin zahiri mânâsına, haytzın üç günden on güne kadar olduğunu söyleyerek muhalefet ettik. Binaenaleyh bu miktarın dışında kalan, bu asıl üzerine kalır.

4) Hz. Peygamber (s.a.s), kadınlar hakkında,"Aklı ve dini noksan olmasına rağmen en akıllı erkeklerin bile akıllarına hakim olan kadınlar gibi bir varlık görmedim" buyurdu. Bunun üzerine, "On­ların dinlerinin noksanlığı nedir?" denildiğinde, "Onlardan herbiri günlerce ve gecelerce (hayız sebebiyle) namaz kılmaziar"[181] demiştir. Bu haber, hayız müddeti için, "günler ve geceler" denilebildiğini gösterir. "Günler" ifâdesi­nin en azı üç, en çoğu on gündür. Çünkü bir ile iki gün hakkında "eyyam' (günler) lâfzı kullanıldığı gibi, on günden fazla zaman için de "eyyam" lâfzı kullanılmaz. Aksine, (onbir gün) denilir. Fakat sayısı üç ile on arasında olan günler için "eyyam" lâfzı kullanılır.Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Fatıma binti Eb Hubeyş'e "Hayızgünlerin­de namazı terket"[182] buyurmuştur. "Eyyam" (günler) lâfzı, üç ile on arasın­da sayıdaki günler için kullanılmaya mahsustur.Ümmü Seleme (r.anha)'nin Hz. Peygamber (s.a.s)'e kendisinden devamlı kan gelen kadının hükmünü sordu­ğu hadisinde, Hz. Peygamber (s.a.s),

"Her ay hayız gördüğü günler ve geceler sayısınca beklesin ve her ay bu kadar müddet namaz kılmasın. Sonra gusledip namazını kilsın"[183] buyur­muştur. Buna göre eğer, "Belki de o kadının hayzı bu belli miktardaydı" deni­lir ise, biz deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.s), onun hayız müddetinin ne kadar olmadığını sormadan, mutlak olarak ona bu hükmü vermiştir. Binaenaleyh bu mutlak manada hayzın "eyyam" lâfzının kendisine delâlet ettiği miktar ile be­lirlendiğine delâlet etmektedir. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Adiyy b. Sâbit'in hadisinde,  "İstihazah kadm, namazını nor­mal hayız günleri müddettnce bırakır"[184] buyurmuştur. Hadisin ifâde ettiği hüküm bütün kadınlar hakkında umumîdir.

5) Mutezile'nin ileri gelenlerinden Cübbâi'nin Tefslr'inde zikretmiş ol­duğu delildir. O şöyle demiştir: "Oruç ve namazın farziyyeti bunların farz olu­şuna delâlet eden umumî delillerden dolayı belli olan bir farziyettir. Bu umûmî deliller ile, üç ile on gün arasındaki hayız müddetince amel edilmemiştir. Bi­naenaleyh bu umûmi delililerin hükmünün üçten az,ondan çok günler hakkın­da aslı üzere kalması gerekir. Bu böyledir. Çünkü üçten aşağı olan günler hususunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Böylece bu ihtilaf, bir şüphe doğurmuştur. Dolayısıyla biz üç günden aşağı olan zamanı hayız günleri kabul etmedik. On günden fazla olan müddet hakkında da ulemânın ihtilâfı vardır. Dolayısıyla bu da bir şüphe meydana getirmiştir. Bu sebeple, fazladan olan bu müddeti de hayız günleri olarak kabul etmedik. Fakat üç ile on gün arasındaki günlerin, hayız günleri olduğunda ittifak vardır. Dolayısıyla biz bu müddeti hayız müd­deti olarak kabul ettik...İşte fukahânın bu meseledeki sözünün özeti budur.[185]

 

Hayız Esnasında Haram ve Mubah  Olan Husus                Başa Dön   

 

Müslümanlar, hayız süresi içinde cimântn haram olduğu ve bu müddet içerisinde kadının göbeğinin üs­tteyiz tünde kalan kısımlar ile diz kapağının altındaki kısımlardan yararlanmanın helâl olduğu hususunda ittifak etmişler; göbeğin altı ile diz kapağının üstün­de kalan kısımlardan istifâde etmenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.Bıma göre biz deriz ki: Ayette geçen, lâfzını tercih ettiğimiz şekilde, "hayız kanının çıktığı yer" manasında alırsak, ayet sadece hayızlı ka­dınla cima etmenin haramlığına delâlet etmiş olur. Âyette, bu mahallin dışın­da kalan yerlerden istifâde etmenin haramlığına delâlet eden birşey bulunmamış olur. Hatta, "Birşeyin özellikle zekredilmesi, hükmün onun dışında kalan şeylerde, o şeyin hükmünün aksine olduğunu gösterir" diyen kimse, bu ayetin cima mahalli dışındaki yerlerin helâllığına delâlet ettiğini söylemiş olur. Fakat, lâfzını "hayız" manasında alanlara göre, ayetin takdiri, "Hayız zamanında kadınlardan uzak durun" şeklinde otur.

Sonra bu görüşte olanlar âyet ile, göbeğin üstünde ve dizkapağının altın­da kalan kısımlar hakkında amel edilmediğini söylemişlerdir. Bunlara göre ge­riye kalan kısımların, haram hükmü üzere kalması gerekir. Muvaffakıyyet Allah'tandır.Cenâb-ı Allah'ın "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Al­lah'ın size emrettiği taraftan onlara varınız" buyruğuna gelince bil ki, "Onla­ra yaklaşmayın/' "onlarla cima etmeyiniz"manasındadır. Koca hanımıyla cima ettiği zaman, denilir. Bu, "Ha­yız esnasında kadınlardan aynim" emrinin bir te'kidi gibidir. Bu son ifâdeyi yeni ve kıymetli başka bir manaya hamletmek mümkündür. Bu da,  ayetinin kanın çıktığı yere yaklaşmayı; âyetinin ise o yere yakın olan yerlerden istifade etmeyi neh-yetmiş olmasıdır.Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [186]

 

Birinci Mesele

 

İbn Kesir, Nâfi, Ebu Amr, İbn Âmir, Ya'kûb el- Hadramî ve Asım'dan rivayetle Ebu Bekir kelime­yi, "tahare" masdarından olmak üzere şeddesiz ola­rak, Hamza ve Kisâî ise şeddeli olarak şeklinde okumuş­lardır. Asım'dan rivayet ile Hafs da[187] böyle okumuştur. Buna göre şeddesiz okuyanlar, onu kanın kesilmesi manasına almışlardır. Çünkü,  " Kadın, hayızından temizlendi" manasındadır. Kadının hayızından temizlenmesi, hayız kanı kesildiği zamandır. Buna göre mana, "Onların hayız kanları kesilmedikçe, onlara yaklaşmayın" şeklindedir. Kelimeyi, şeklinde şeddeli okuyana göre ise, bu,  manasındadır. Bundaki, o harfi,  harfine idgâm edilmiştir. Bu, tıpkı,  ve.

ayetterindeki  ve   kelimeleri gibidir. Yani bunlar aslında,  ve,  rnanasındadır. Muvaffakıyyet Allah'tandır. [188]

 

İkinci Mesele

 

Bütün beldelerin fakihlerinin çoğu, kadının hayız kanı kesildiği zaman, kocasının o kadınla cima etme­sinin, ancak kadtnın hayız sebebiyle gusletmesinden sonra helâl olduğu görüşündedir. Bu İmam Malik, Evzâî, Şafiî ve Sevrî'nin görüşüdür.

Ebu Hanife'nin meşhur görüşüne göre, o kadın on günden daha az müd­det içinde temizlenirse, (gusletmedikçe) kocası ona yaklaşamaz. Eğer on gün sonunda temizlenmiş ise, kadın yıkanmadan kocasının onunla cinsî münase­bette bulunması caizdir.Şafiî'nin bu husustaki delili şunlardır:    .

a) Mütevatir kıraat ittifakla delildir. Buna göre bir ayet hususunda iki mü-tevatir kıraat bulunur ve aralarını bulmak da mümkün olursa, bunların arasını cem etmek gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Ayetteki, ifâdesi şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak,  :okunuşu, "kanın kesilmesi" manasına gelir.  şeklindeki şeddeli kıraati ise, su ile temizlenmek manasına gelir. Bu iki hususun arasını cem et­mek mümkündür. Binaenaleyh ayetin, her iki hususun da vâcib olduğuna de­lâlet etmiş olması gerekir. Bu böyle olunca, bu haramlığın ancak her iki husus yerine getirildiği zaman nihayete ermesi gerekir.

b) Hak Teâlâ'nın, "İyice temizlendikleri zaman, onla­ra varın" buyruğu, kadınlara varmayı, lîı şart edâtıyla onların temizlenmesi şartına bağlamıştır. Arapça'da, »il şart ifâde eder. Şarta bağlanan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Bu sebepte, kadınlar temiz olmadıkları süre­ce, onlara varmanın caiz olmaması gerekir.

Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Hak Teâlâ'nın, "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" hitabı onlara yaklaşmayı yasak­lamış ve bu yasağın, onların hayızdan kesilmeleriyle son bulacağını ifâde et­miştir. Kadınların hayızdan kesilmeleri bu yasağın sona ermesine sebep olunca, hayızları sona erdiğinde de bu yasağın söz konusu olmaması gerekir.

Kadî, Ebû Hanife'nin görüşüne şu şekilde cevap verir: "Eğer Cenâb-t Hak sadece, "Temizleninceye kadar" ifâdesini söylemiş olsay­dı, sizin söylediğiniz son derece uygun olurdu. Ama Hak Teâlâ bu emrine, "İyice temizlendiklerinde..." kaydını da ilâve edince, bu iki ifâdenin hepsi birden bu yasağın sona erme sebebi olmuş olur. Bu, bir kimse "Eve gi­rinceye kadar, falancayla konuşma. Girdikten sonra gönlü hoş olursa onunla konuş" demesi gibidir. O kimsenin konuşabilmesinin, bu iki şartın ikisine bir­den bağlanmış olması gerekir. Bu böyle olunca, hayızdan kesildikten sonra onun mutlaka temizlenmesi de gerekir.

Âlimler, bu temizlenmenin nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu sebeple Şafiî ve fukahânın ekserisi, bu temizlenmenin gusletmek olduğunu söy­lemişlerdir. Bazı âlimler de bunun, hayız mahallini yıkamak olduğunu söyle­mişlerdir.

Atâ ve Tavus bunun, kadının hayız mahallini yıkayıp, abdest alması ol­duğunu söylemişlerdir. Şu iki husustan ötürü, birinci görüş daha sahihtir:

a) Hak Teâlâ'nın şartının zahiri, kadının zâtıyla ilgili bir hü­kümdür. Binaenaleyh, böyle bir temizliğin onun bedeninin bir kısmında değil, aksine bütününde bulunması gerekir.

b) Bu temizliği, hayızlı kimsenin yapması gereken temizliğe hamletmek, istihazalı hakkında söz konusu olan temizliğe hamletmekten daha uygundur. Bu, bu temizlikle kastedilenin gusletmek olmasını gerektirir. Bu da, suyun bulun­masının mümkün olması halinde söz konusudur. Eğer su bulunmazsa, "ha­yızlı kadının haytzı sona erdiğinde mutlaka yıkanması vâcibtir" diyen âlimler, teyemmümün gusletmenin yerine geçeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Biz, teyemmümün gusletmenin yerine geçeceğini, icmânın delaletiyle söylüyoruz. Aksi halde, ayetin zahirî ifâdesi, hayızı sona eren kadına yaklaşmanın ancak su ile yıkanması durumunda caiz olmasını gerektirir. [189]

 

Üçüncü Mesele

 

Alimler, Hak Teâlâ'nın,  "Allah'ın size emrettiği taraftan onlara varın" em­riyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmiş­lerdir. Bu ifâdeyle ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:

a) İbn Abbas, Mücâhid. İbrahim, Katâde ve İkrime'nin görüşüne göre bunun manası, "Onların ferçlerine yaklaşın" demektir. Çünkü bu, Allah'ın em­rettiği yerdir. "Onlara, ferçlerinden başka bir mahalden yaklaşmayın." Hak Teâlâ'nın,  "Allah'ın size emrettiği taraftan..." kaydı ise, O'nun tıpkı, "Cuma günü, namaz için çağırıldığınız zaman..." (Cuma, 9) sözündeki, terkibinin anlamına gelmesi gibi, "Allah'ın size emrettiği tarafa..." anlamındadır.

Esamm ve Zeccâc, "Onlara, cima edilmeleri helâl olduğu vakit yaklaşın" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu da, kadınlar oruçtu, itikâfa çekilmiş oldukların­da ve nikahlan da haram olmadığında olabilir.

c) Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Onla­ra, günaha girmeden, helâl taraftan yaklaşın" demektir.En kuvvetli olanı birinci görüştür. Çünkü, lâfzı, mekân mânasını ifâde etmede hakikat,diğer mânalarda ise mecazdır. [190]

 

Allah Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri Sever                Başa Dön   

 

"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever, iyice temizlenenleri sever" buyruğuna gelince, ge­rek muhabbetullâh'ın, gerekse tevbenin izahları daha önce geçmişti. Biz bunları tekrarlamıyacağız. Ancak ne var ki, şöyle diyoruz:, tevbe olarak, isim­lendirilen fiili çokça yapan kimsedir. Tevbeleri çok kabul edici otması itibariy­le bu vasıf Allah hakkında da bazan kullanılabilir.

Eğer, "Ayetin zahiri, Hak Teâlâ'nın, mutlak mânada tevbeyi çokça ya­panları sevdiğini gösterir. Halbuki akıl da, tevbe etmenin ancak günahkâr olan kimseye uygun düşeceğine delâlet eder. Bundan dolayı günahkâr olmayan kimsenin tevbe etmesinin yerinde olmaması gerekir" denilirse, biz buna şu iki şekilde cevap veririz:

a)  Mükellef, kusur etmeyeceğinden kesinlikle emin olamaz. Dolayısıyla o kimsenin, her halükârda, kusurunu giderebilmesi için tevbe etmesi gerekir.

b) Ebû Müslim el-İsfehâni şöyle demiştir: "Arapça'da tevbe, "dönmek" mânasından ibarettir. Kulun Allah'a tevbesi ise, her halükârda güzeldir."

Kadı, İsfehani'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir: "Tevbe, Arap­ça'da her ne kadar rücû (dönmek) mânasından ibaret olsa da, ancak bu keli­me şeriat örfünde eskiden yapılan fiillerden pişmanlık duymak, o anda ve gelecekte o fiilleri bir daha yapmamaya karar verip azmetmekten ibarettir. Bu sebeple kelimeyi, (tevbe), lügâvi manasına değil de, şer'î manasına hamlet­mek gerekir."

Ebu Müslim buna cevap vererek şöyte diyebilir: "Benim bu cevaptan mak­sadım şudur: Lâfzı şer'î mânadaki tevbeye hamletmek mümkün olursa, lâfız yerinde kullanılmış olur ve sorudan da kurtulunmuş olunur. Ama bu imkânsız olduğu zaman, bir ta'n ve bir soru gelmesin diye, lâfzı kelimenin aslî-lügavî manasına hamledersin.

"Hak Teâlâ'nın,  "Ve iyice temizlenenleri sever" kavli hakkında da bazı izahlar vardır:

a) Bundan murad, günahlardan ve isyanlardan uzaklaşmaktır. Çünkü tevbe eden, önce bu kötü fiilleri işleyip, sonra da onu terkeden kimsedir. Halbuki "mütetahhir" ise, bunlardan uzak kaldığı için, onları aslında hiç işlemeyen kim­sedir. Bu iki kısmın, bir üçüncüsü yoktur. Lâfız bu mânaya da muhtemeldir. Çünkü günah ruhanî bir pisliktir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Müşrikler ancak, pisliktirler" (Tevbe, 2e) buyurmuştur. Bu sebeple, günahı terketmek, ruhanî bir temizlik olacaktır. İşte bu mânadan do­layı, Allah'u Teâlâ bütün kusur ve çirkinliklerden münezzeh olduğu için, "O, Tâhir'dir, Mutehhar'dır" diye vasfedilmiştir. Ve yine "Fa­lancanın eteği temizdir" denilir. Yani, o "kimse günah işlememiştir,

b) Bundan murad, o kadına hayızlı iken ve Hak Teâlâ'nın, "Onlara, Allah'ın size emrettiği taraftan varın" buyurduğu gibi, onlara ferçlerinin dışındaki herhangi bir mahalden yaklaşma-maktır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu daha evlâdır, çünkü bu, aye­tin öncesine uygun düşen bir açıklamadır. Bir de Hak Teâlâ, Lût kavminden rivayet ederek, "Onları çıkarın mem­leketinizden. Çünkü onlar, çok temizlenen kimselerdir" (A'râf,82) buyurmuştur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın,sözünün mânası, "Kadınlara makatlarından yaklaşmayanları..sever" şeklinde olur.

c) Hak Teâlâ, "İyice temizlendiklerinde" şartıyla, bize temiz­lenmemizi emredince, hiç şüphesiz temizlenen kimseyi medhederek,  buyurmuştur. Bu temizlenmeden maksat ise, su ile temiz­lenmektir. Nitekim Hak Teâlâ da: "Orada iyice temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da, tertemiz olanları sever" (Tevbe,108) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: "Onlar su ile istincâ yapıp temizlendikleri için, Allah onları medh û sena etmiştir." [191]

 

Kadının Nesil Yetiştiren Tarla Olması

 

"Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi gelin.Kendiniz için takdime yapın. Allah'tan korkun ve mutlaka O'na kavuşacağınızı bilin.... İman edenleri müjdele.."(Bakara. 223).Bu ayet-i kertmeyle ilgili birkaç mesele vardır: [192]

 

Ayetin Nüzul Sebebi

 

Alimler, ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında şunları söylemişlerdir:

1) Rivayet edildiğine göre yahudiler şöyle diyorlardı: "Kim, hanımına arka taraftan olmak üzere, fercine yaklaşırsa onun çocu­ğunun gözleri şaşı ve sakat olur." Aynca onlar bunun, Tevrat'ta bulunan bir hüküm olduğunu söylüyorlardı. Bu husus Hz, Peygamber'e anlatılınca O, "ya­hudiler yalan söylüyor" dedi ve sonra ayet-i kerime nazil oldu.

2) İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e ge­lerek: "Ya Resûlallah ben mahvoldum!" dedi ve kendisinden, böyle bir şeyin meydana geldiğini söyledi.. İşte bunun üzerine de Allah'u Teâlâ bu ayet-i ke­rimeyi inzal buyurdu.

3) Ensâr, kocanın hanımıyla, arka taraftan olmak üzere, fercinden cinsî münasebette bulunmayı hoş görmüyorlardı. Bu düşünceyi de, yahudilerden almışlardı. Muhacirler ise, bunu yapıyorlardı. İşte bunun üzerine ensâr bunu onlara çok gördü.. Bu sebebten dolayı da, bu ayet-i kerime nazil oldu. [193]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Hak Teâlâ'nın,  "Sizin tarlanızdır" ta- birinin   mânası:   "Sizin   çocuk   ekip  diktiğiniz tarlanızdır" şeklindedir. Bu, bir teşbih yoluyla anla­tımdır. Böylece kadının ferci yeryüzüne; nutfe tohuma; çocuk da o yerde bi­ten bitkiye benzetilmiştir, kelimesi masdardır. İşte bundan dolayı, müfred (tekil) getirilmiştir. Buna göre mâna, "Kadınlarınız, sizin ekim yerlerinizdir.Siz oralara çocuk ekip biçersiniz" şeklinde olur. Bu mânaya göre, muzâf olan bir kelime hazfedilmiş demektir. Yine, bazen bir şeyin mekânı, mübalağa ifâ­de etmek için, o şeyin ismiyle, masdarıyla da adlandırılabilir. Bu Hansâ'nın,  "O ancak bir ikbâl ve sırt dönüştür" demesi gibidir.Yine, denilir; yani, "O'nun emrettiği.." ve. O denilir, yani,  "Onun arzusu, arzu ettiği" denilir.  tabiri de böyle olup,"Ekip biçeceği yer" anlamındadır. [194]

 

Üçüncü Mesele

 

Âlimlerin pekçoğu, bu ayetten maksadın şöyle olduğu görüşündedirler: Koca, hanımına ön tarafın­dan öne ve arkadan öne yaklaşması arasında muhayyer bırakılmıştır. Buna göre, "Nasıl isterseniz" ifâdesi, bu mânaya hamledilmiş demektir. Nâfi, İbn Ömer'in, "Bu ayetten maksadın, ka­dınlara makatlarından yaklaşmanın caiz olduğunu" söylediğini rivayet etmiştir.

Diğer âlimler ise, bu rivayet hususunda Nâfi'nin hata ettiğini söylemişler­dir. Bu, İmâm-ı Mâlik'in de görüşüdür.

Şiilerden Seyyid Murtezâ da bunu tercih etmiştir. Murtezâ bunu, Cafer İbn Muhammed es-Sadık (r.a)'dan rivayet etmiştir.

Kadınlara makatlarından (dübürierinden) yaklaşmanın caiz olmadığını söy­leyenlerin delilleri şunlardır:

1) Allah'u Teâlâ, hayızla ilgili ayette, "Deki o bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan aynim" (Bakara,222) buyurmuş, eziyyetin bulunmasını, hayız mahalline yaklaşmanın haram olmasının sebebi tutmuştur. Eziyyet, insanın eziyyet ve sıkıntı duyduğu şey­dir. Burada da insan, hayız kanının kötü kokusundan ötürü, bir eziyyet ve ra­hatsızlık duyar. Bu illet, münakaşa mevzuu olan makat hakkında daha açık şekilde geçerlidir. Burada da aynı illet bulunduğuna göre, oraya yaklaşmanın da haram olması gerekir.

2) Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın size emrettiği ta­raftan kadınlara varın" (Bakara, 222) hitabı bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücûb ifâde eder. Bu emrin, kadınlarla cinsî münasebet kurmanın vücûbiyyetini ifâ­de ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü bu vâcib değildir. Bu sebeple bu emri, bundan muradın, "Kim hanımıyla cinsi münasebet yapmak isterse, onunla Allah'ın emrettiği mahalden münasebet kurması vâcib olur" olduğu şeklindeki mânaya hamletmek gerekir. Sonra, bu ifâde kadının makatına yak­laşma mânasına hamleditemez. Çünkü bu, icmâ ile mümkün değildir. Bu sebeple bunun, "ön", "ferç" mânasına hamledilmesi gerekir, zaten elde edilmek istenen netice de budur.

3) Huzeyme İbn Sâbit'in rivayet ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'e, kadınlara makatlarından yaklaşmanın hükmünü sormuş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de, helâl olduğunu söylemiş. Adam, gerisin geriye dönüp giderken, Hz. Peygamber adamı geri çağırmış ve: "Sen ne söyledin? Senin sorun, iki delikten hangisi hakkındadır? Önden öne ise, evet; arkadan öne iser yine evet; ama, arkadan makata ise, hayır.. Allah, hakkı bildirmekten utanıp çekinmez" demiş ve şöyle buyurmuştur:  "Sakın kadınlarınıza makatlarından yaklaşmayınız .[195],Hz. Peygamber, yukardaki ifâdesinde geçen, lâfzıyla, kadının fercini kastetmiştir.  kelimesi­nin aslı, "dağarcığın ağzı" anlamına gelir. Delik buna benzetilmiştir. kelimesinin esas anlamı ise, ayakkabıcının açtığı delik anlamına gelir. Hz. Pey­gamber bu kelimeyle yine, kadının cima mahallini kinaye ile anlatmıştır,  kelimesi de, ayakkabıcı ayakkabıya delik açtığı zaman söylenilen,  tabirinden alınmış olup, bu anlamda delik mânasındadır.

Kadınlara dübürden yaklaşmanın caiz olduğunu söyleyenlerin tutamak­ları ise şunlardır:

a) Bu ayet ile, şu iki bakımdan istidlal edilebilir:

1) Allah'u Teâlâ,  lâfzını, kadına bir isim olarak vererek, "Kadmlannız sizin tarlanızdır" buyurmuştur. Bu ifâde, kelimesinin kadının muayyen bir yerinin değil de kadının zâtının adı

kelimesinin, kadının muayyen bir yerinin değil de, kadının zâtının adı olduğuna delâlet eder. Buna göre Hak Teâlâ bu tabirden sonra,  "Tarlanıza dilediğiniz gibi gelin" buyurunca, bundan murad, "Kadınlarınıza istediğiniz gibi yaklaşınız" olur. Böylece de bu, kadın­lara bütün yönlerden yaklaşılabileceği hakkında kullanılmış bir lâfız olmuş olur. Dolayısıyla bu tabirin muhtevasına, münakaşa mahalli olan kadının makatı da dahil olur.

2) kelimesi,  anlamındadır. Nitekim Hak Teâlâ,  "Bu sana nerden geliyor? O da, "Allah ka­tından", dedi" (Ali.imrân, 37) buyurmuştur. Buna göre ayetin takdiri, şeklindedir. Bu sebeple, tefsirini yaptığımız ayetin takdiri,  "Tarlanıza dilediğiniz yerden geliniz" şeklindedir sözü, birkaç tane mekânın bulunduğunu gösterir. Bu, serjin tıpkı, "İstediğin yere otur" demen gibidir. Bu ise, mekânlar ara­sında muhayyerliği ifâde eder.

Bu sabit olunca, biz deriz ki, ayeti önden öne veya arkadan öne yaklaş­ma manasına hamletmenin mümkün olmadığı ortaya çıkmış olur. Çünkü bu takdire göre, mekân sadece bir tane olmuş olur. "Te'addüd" ise, sadece yak­laşma yolları itibariyle olmuş olur. Bu mânayı ifâde etmeye uygun düşen lâfız ise,  "O mekâna nasıl isterseniz öyle aidiniz" denilmesidir. Burada zikredilen lâfız,  değil,  lâfzı olup, âfzının da mekânlar arasında muhayyerliği ifâde ettiği sabit olunca, âyetten muradın si­zin söylediğiniz mâna değil de, bizim söylemiş olduğumuz mâna olduğu orta­ya çıkmış olur.

b)  Onlar, Hak Teâlâ'nın, "Zevcele­rine veya elleri altındaki cariyeler müstesna" (Mü'minûn, 6)ayetinin umûmuna sa­rılmış, bu ayetle, icmânın delâletinden dolayı erkekler hakkında amel edilme­diğini; bu âyetle sadece kadınlar hakkında amel edilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir.

c) Biz bir kimsenin hanımına, "Senin dübürün bana ha­ramdır" deyip, bu ifadesiyle de hanımını boşamaya niyet ettiğinde, bunun bir talâk olacağı hususunda müttefikiz. Bu da, hanımının dübürünün kocasına helâl olmasını gerektirir.

Bu görüşte olanların, bu konudaki sözlerinin tamamı işte bundan ibarettir.

Birinci görüşte olanlar bunların görüşlerine cevâp vererek şöyle demiş­lerdir: Bu ayetten maksadın, kadınlara terelerinin dışındaki mahallerinden yak­laşmanın caiz olmadığına aşağıdaki hususlar da delâlet etmektedir.

1) Hars, ekim yapılan yerin adıdır. Kadının bütün her tarafının ekim yeri olmadığı herkesçe bilinen bir husustur. Dolayısıyla hars ismini kadının herye-ri için bir isim olarak vermek imkânsızdır. Bu delil, hars lâfzının, kadının zâtı­na isim olarak verilmesini gerektirir. Ne var ki biz, Hak Teâlâ'nın, "Hanımlarınız sîzin tarlanızdır" buyruğu hususunda bu delil ile amel etmedik. Çünkü Allah'u Teâlâ burada, hars lâfzını kadının zâtı­na vasıf olarak verdiğini açıkça belirtmiştir. Bundan Ötürü biz bu vasfetme işini, "bir şeyin bütününün, cüzünün ismiyle adlandırılması" şeklinde olan, meş­hur mecaz şekline hamlettik. Bu şekil, Cenâb-i Hakk'ın, "Tar­lanıza varın" emrinde söz konusu değildir. Binaenaleyh burada hars kelime­sini belli olan ekim mahalline hamletmek gerekmiştir. İşte böylece ayette, ka­dınlara sadece terelerinden yaklaşılması gerektiği hususunda bir delil vardır.

2) Bu âyetin, muarızlarımızın söylediklerine delâlet etmesi mümkün de­ğildir. Çünkü, bu ayetin öncesinin şu iki yönden onların söylediği şeylere de­lâlet etmesinin imkânsız olduğunu açıklamıştık:

a)  Hak Teâlâ'nın, "De ki: "O ezadır" demiş olması.

b) O'nun,  'Allah'ın emrettiği taraftan onlara varın" buyurmuş olmasıdır.

Eğer bu ayet, kadına makattan yaklaşmanın cevazına delâlet etmiş ol­saydı, bu aynı yer hakkında hem harama, hem de helâle delâlet eden şeyleri bir araya toplamak olurdu. Halbuki aslolan, böyle bir şeyin caiz olmadığıdır.

3) Ayetin sebeb-i nüzulü hakkında meşhur olan rivayetler, sahabenin ka­dınlara arka taraftan ferce yaklaşmanın caiz olup olmadığı hususundaki ihti­lâflarıdır. Ayet-i kerîmenin nüzul sebebi ayetin ifâde ettiği hükmün dışında kalamaz. Bu sebeple âyetin, bu şekli ihtiva etmiş olması gerekir. Bunu, bu şekle hamlettiğimiz zaman, âyeti diğer şekle hamletmeye ihtiyacımız kalmaz. Bütün bu izahlarla âyetten muradın, onların zikretmiş olduğu şey olmadığı ortaya çıkmış olur. Şimdiyse, bu görüşte olanların kendisine tutundukları de­lilleri enine boyuna:

inceleyelim:

a) Hak Teâlâ'nın, emrinin mânasının, "Ekim mahalline ge­liniz" şeklinde olduğunu beyan etmiştik.

b) Hak Teâlâ'ntn,  buyruğundaki "hars' tan murad, o be-tirli ve muayyen yer olunca,  "nasıl isterseniz" ifâdesini, mekân hususunda muhayyerliğe hamletmek mümkün olmaz. Bu durumda burada bir takdir yapılır. Bu da, tabirinden maksadın,  şeklinde olmasıdır. Böylece burada, bir  lâfzı takdir edilmiş olur. "Hars lâfzını ha­kîki manaya hamledip, böyle bir takdiri gerekli görmek, bu kelimeyi mecazî bir yolla kadının zâtına hamletmekten evlâdır; bundan dolayı da biz bu takdiri yaptık" denilemez. Çünkü biz, zaten bunun evlâ olduğunu söylüyoruz. Zira, ferçler hususunda esâs olan, onların haram olduklarıdır.

c) Onların üçüncü delillerine şu şekilde cevap verilir:"Zevceleri ve ellerinin altındaki cariye­leri müstesna..." (Mû'minun.ejayeti umûmîdir, halbuki bizim delillerimiz husûsî­dir. Hususi delil, umûmi delile takdim edilir.

d) Onların dördüncü delillerine şu şekilde cevap verilir: Adamın hanımı­na, "Şenin mak'adın bana haram olsun" demesi,sadece talaktan bir kinayedir. Çünkü mak'ad, sarmaş dolaş olmanın helâl olduğu bir mahaldir. Dolayısıyla bu adamın, "Senin elin boş olsun" demesi gibidir. Allah en iyisini bilendir. [196]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön   

 

Müfessirler, ayetteki,  kavlinin tefsiri hu- susunda ihtilâf etmişlerdir:

1) Meşhur olan görüş, bizim zikrettiğimiz şu görüş­tür: Kocanın hanımının fercine önden veya arkadan yaklaşması caizdir.

2) Bunun manası, "Helâl olan vakitlerden dilediğiniz vakitte..." demektir. Bu da, "Kadın yabanct, nikâhı düşmeyen veya oruçlu veyahut da haytzlı ol­madığı zaman.." demektir.

3)  Kocanın hanımı ile, tercinden olmak şartıyla, hanımı ister ayakta, ister çömelmiş, ister yan yatmış olsun, cima etmesi caizdir.

4) İbn Abbas bunun manasının "Koca dilerse "azil" yapar, isterse yapmaz" şeklinde olduğunu söylemiştir.Bu görüş Sa'id b.Müseyyeb den nak­ledilmiştir,

5) Bunun manası, "Gece ya da gündüz ne zaman isterseniz..." demektir.

Eğer, "Bu görüşlerden hangisi tercihe şayandır?" denilir ise, deriz ki: Mü-fessirlerin ifâdesinden anlaşıldığına göre, bu ayetin nüzul sebebi şudur: Ya­hudiler, bir kimse hanımının fercine arkadan cima edince çocuğun şaşı doğacağını söylüyorlardı. Allah Teâlâ da onların bu sözünü yalanlamak için bu ayeti indirmiştir. Öyle ise evlâ olan, ayeti bu manaya hamletmektir. Bunun vakitlerle ilgili olduğunu söyleyen görüşlere gelince, ayet-i kerimede vakitler söz konusu değildir. Çünkü, kelimesi bazan ne zaman" manasına, bazan ise, nasıl manasındadır.

Azil yapıp yapmama meselesi ise, lâfzının manası ile ilgili değildir. Çünkü cima hali, azledip azletmeme ile değişmez. Binaenaleyh ayeti, yukarı­da zikretiğimiz ilk görüşe hamletmek uygun düşer.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası şudur: "Cenneti ve Allah'ın ikramını elde edeceğiniz şeyleri yapınız." Bu ifâdenin bir benzeri de, bir insanın başka birisine, Kendin için önceden bir amel-i salih yap" demesidir. Bu, "Azıklanı­nız. Biliniz ki azıkların en hayırlısı takvadır" (Bakara, 197) ayeti gibidir. "Takdim" lâfzının bir benzeri de, Allah Teâlâ'nın, cehennemliklerden bir gruptan naklet­tiği şu ayettir:    "Onlar şöyle derler:   "Hayır, siz rahat görmeyin. Bunu bize siz takdim ettiniz, o ne kötü bir karar kılıştır " (Sad, 60).

Buna göre eğer, "Bu ayetin, öncesiyle irtibatı nasıldır?" denirse, biz de­riz ki: İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, o şöyle demiştir: "Bunun ma­nası, cima ederken besmele çekmektir." Bu son derece uzak bir ihtimaldir. Bence burada,  "Kadınlarınız sizin tarlanızdır" ayeti, cima etmenin mubah oluşunun sebebine dikkat çekme gibidir. Sanki şöyle denilmektedir: "O kadınlar, sizin tarlanız olduktan için, yani onlardan çocuk­larınız doğduğu için, Allah onlarla cima etmenizin meşru olduğunu bildirmiş, daha sonra da, "Tarlanıza dilediğiniz gibi geliniz" buyurmuştur. Yani, "On­larla cinsi münasebette bulunmanın size mubah olmasının sebebi, ekin (ço­cuk) elde etmek olduğu için, tarlanıza geliniz, ekin ekilecek yerin dışına geçmeyiniz." Buna göre ayetteki, "tarlanıza geliniz" emri, sa­dece ferçten cima yapmaya izin verildiğine, bunun dışındaki yerlere müsaa­de edilmediğine bir delil olmuş olur. Ayet o iki yerden biri hakkında müsâade­nin olduğuna, diğeri hakkında ise müsâade olmadığına deli! ihtiva edince, Allah Teâlâ, Kendiniz için takdime yapın" yani, "Şehvetinizi ye­rine getirme hevesinde olmayın, bir taat sunma hevesinde olunuz" buyurmuş­tur. Sonra Allah Teâlâ, bu hususu,  "Allah'dan ittika ediniz" em­riyle, üçüncü olarak da,  "ve mutlaka O'na kavuşacağı­nızı bilin" buyruğu ile te'kid etmiştir. Peşpeşe getirilen bu üç tehdidin zikre­dilmesi, kendisinden önce leziz ve arzu duyulan bir şey yasaklandığında uy­gun düşer. Binaenaleyh hem ayetin makabli hem de mâba'di (evveli ve sonrası), bu işin haramlığına delâlet eder. Böylece, bu ayetin tefsiri hususun­daki en doğru görüşün, müçtehidlerin çoğunluğunun benimsediği görüş ol­duğu ortaya çıkar.

Allah Teâlâ'nın, "Allah'tan korkun ve mutlaka O'na kavuşacağınızı bilin" emrine gelince, bil ki "takva" hakkında daha evvel açıklamalarda bulunmuştuk. Allah'a kavuşmanın izahı ise, (Bakara, 46) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bil ki Al­lah Teâlâ, bu ayette şu üç şeyi zikretmiştir:

a)  O, "Kendiniz için takdime yapın" buyurmuştur ki bundan muradı taat olan işlerdir.

b)  "Allah'tan korkun" buyurmuştur ki, bundan muradı, ya­sak oian şeyleri bırakmadır.

c) "Mutlaka O'na kavaşacağınızı bilin" buyurmuştur ki bunda da şuna işaret vardır: "Ben, sizi öldükten sonra dirilme, mahşerde bulunma ve hesap vermeniz için, taatteri yapıp, haramları bırakma hususun­daki meşakkatlere katlanmakla mükellef tuttum. Eğer hesap günü olmasay­dı, taatleri yaparken ve yasakları bırakırken sıkıntılara göğüs germek manasız olurdu. Bu ne güzel bir tertiptir.

Allah Teâlâ daha sonra da,  "İman edenleri müjdele" bu­yurmuştur ki bundan maksadı da Kur'an'da nazar-ı dikkate altnan tertibi gözetmektir. Bu tertip de, Allah'ın Kur'an'da her tehdidin yanısıra bir va'ad ve müj­deyi zikretmesidir. Buna göre bu ifâdenin mânâsı, "Özellikle mü'minleri mükâfaat ve ikramınla müjdele" demektir. Sanki malum oldukları için, âyette "ikram" ve "sevab" (mükâfaat) lâfızlarına yer verilmemiştir. Bu tıpkı, "Mü'minlere, Allah'dan kendile­rine cidden büyük birfazl'û kerem olduğunu müjdele" (Ahzâb,47)âyeti gibidir. [197]

 

Yeminler Hakkında Hüküm                Başa Dön   

 

"Allah'ı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, ittikâ etmenize ve insanlar arasım bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir"(Bakara. 224).

Müfessirler bu ayet hakkında çok şey söylemişlerdir. Fakat söyledikleri­nin en güzeli şu iki izahtır:

a) Ebu Müslim el-İsfehâni' nin zikrettiği, en güzel görüşe göre,  tabiri, Allah adına çok yemin etme cüretinden nehyetmektir. Çünkü herhangi birşey için bir lâfzı çokça söyleyen, o lâfzı o şey için bir engel haline getirmiş olur. Nitekim insan,"Sen, kınanmana beni kalkan yaptın" der. Şâir de "Beni, kınanmalara maruz bırakma" demiştir. Allah Teâlâ, çok yemin eden kimseleri, "Her alabildiğine yemin eden zelil kimse­ye boyun eğme" (Kalem, 10) diye kınamıştır. Ve yine,  "Yeminterinizi tutunuz" (Mâide, 89) buyurmuştur. Araplar da, çok az yemin eden insan­ları övmüşlerdir. Nitekim Küseyyir şöyle demiştir:"Az yemin eden, yemi­nini tutar. Eğer ondan bir yemin çıkmış ise, o yeminini bozmaz."

Az yemin etmeyi emretmenin hikmeti şudur: Önemli önemsiz her husus­ta Allah'a yemin edenin dili, yemin etmeye alışır. Dolayısıyla kalbinde yemi-, nin ağırlığı kalmaz. Bundan ötürü de yalan yere yemine cür'et edip etmediğinden emin olunamaz. Böylece de yemindeki asıl maksad zarar gö­rür. Keza insan, Allah Teâlâ'ya ne kadar çok saygı duyarsa, kullukta da o nis-bette mükemmel olur. Böyle bir kimsenin yanında, Allah'ın isminin anılmasının, o kimsenin Allah'ın ismiyle dünyevî bir menfaat için şahadet etmesinden da­ha yüce ve âli olması, Allah'a saygının en ileri derecesini ifâde eder.

Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonraki, "iyilik etmeniz için" buyruğu, bu nehyin bir illetidir. Buna göre bu ifâde, "iyilik yapma niyetiyle" mânâsın-dadtr. Binaenaleyh mânâ, "Bundan korunmak iyilik, takva ve insanların ara­sını bulmak olduğu için, sizi bundan nehyettim. Böylece, ey mü'minler, yeryüzünde müfstdler değil, itaatkâr, muttaki ve ıslahatçılar olunuz" şeklindedir.

Eğer, "Yemini terketmeden ötürü, nasıl iyilik, takva ve insanların arasını bulma meydana gelir?" denir ise, biz deriz ki: Çünkü, Allah Teâlâ'nın, yüce isminin dünyevi istek ve her kim yemin ite elde edilecek değersiz arzularda şahitliğe kavuşturulmasından münezzeh ve yüce olduğuna inandığı için ye­min etmeyi bırakır ise, şüphesiz bu en büyük iyilik çeşitlerinden biri olur. "Tak-va"nın buradaki manasına gelince, bunun zahiri, insanın Allah'a olan ta'zimini zedeleyecek birşeyin kendisinden sâdır olmasından korkmasıdır. "İnsanların arasını bulmanın manası ise şudur: "İnsanlar onun doğru söylediğine ve onun kötü maksadlardan uzak olduğuna inanırlarsa, onun sözünü kabul ederler. Böy­lece de onun vasıtası ile sulh meydana gelir.

b) Müfessirler, kelimesi "mania, engel" anlamına gelir. Bunun böyle olduğuna delil ise, şöyle denilmiş olmasıdır: "Ben şunu yapmak istedim, ama bana şu iş engel oldu" ve"Kaçındı, yani ondan kendini korudu, beni deondan men etti."Kelimenin esas mânası, yola enle­mesine konulan ve insanların gidiş gelişlerine mâni olan şey demektir. "Falanca, falan­canın sözüne itiraz etti ve kendi sözünü başka bir söze muârtz yaptı" denilir. Yani, "onun sözünün kabul edilip benimsenmesine mâni olacak bir şey zikretti" demektir. Kelimenin esas iştikakının ne olduğunu anladığın zaman, diyebiliriz ki,  kelimesi,  vezninde olup mef'ûl manasına gelir.(avuçla alınan) ve,  (avuç) kelimelerinde olduğu gibi. Böylece bu keYıme, bir şe­yin önüne engel olup, ona mâni olan şeye ad verilmiş olur. Bu sebeple,  kelimesinin, mâni olmaktan ibaret olmuş olduğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm harfi, ta'lîl içindir.

Sen bunu iyice anladığın zaman, deriz ki, âyetin takdiri şudur: "Allah'ın zikrini, yeminleriniz sebebiyle, iyilik yapmanıza veya iyilik yapmanız hususunda bir mania ve engel tutmayınız." Böylece, çok açık olduğu için kendisine ihti­yaç duyulmadığından, harf-i cer düşürülmüştür. Müfessirler sözlerine şöyle devam etmişlerdir: "Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Bir kimse, sıla-i rahim, iki kimsenin arasını bulmak veyahut da evlâtlıklarından birine ihsan ve ikramda bulunmak gibi hayırlı işleri yapmamaya yemin ediyor, sonra da, "yeminimi boz­ma hususunda Allah'tan korkarım" diyor, böylece de yemini muhafaza etmek niyetiyle iyi ve güzel olan şeyleri yapamıyordu. İşte bu sebeple, "Allah'ın zik­rini, yeminleriniz sebebiyle, birr'u takvada bulunmaya mâni olan birer sebep kılmayınız" denilmiştir. Müfessirlerin zikretmiş olduğu açıklamaların en güze­li budur.

Müfessirler, başka açıklamalar da yapmışlardır, ama, bunlarda fayda ol­madığı için  biz onları zikretmedik.

Sonra, Cenâb-ı Hak ayetin sonunda,  "Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir" buyurmuştur. Yani, "Eğer siz yemin ederseniz o hakkıyla işitir; eğer dünyevî maksatlar için, O'nun kerîm olan ismini anarak şehâdette bulunmaktan Allah'ı daha üstün ve daha yüce görerek yemini terkederseniz, O sizin kalelerinizde ve gönüllerinizde olan şeyleri bilendir; çünkü O alîmdir." [198]

 

"Allah, yeminlerinizdekt lağv'dan dolayı, sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yüzünden sizi muâhaze eder. Allah çok bağışlayıcıdır, halîmdtr" (Bakara, 225).

 

Âyetle ilgili iki mesele vardır: [199]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

ister söz, isterse başka bir şey olsun, kendisi- ne itibar edilmeyen önemsiz ve değersiz şey demek­tir. Bu lâfzın, konuşma dilinde kullanıldığı hususuna, ayet, hadis ve muhtelif rivayetler delâlet etmektedir. Âyetten defil, Cenâb-ı Hakk'ın,"Değersiz bir söz duyduklarında, ondan yüz çevirirler" (Kasas, 55)"Onlar orada ne boş bir lâf, ne de günâha sokacak bir şey işitmezler" (Vakıa. 25), "Bu Kuranı dinlemeyin. O'nun hakkında boş lâkırdılar yapın" (Fussiiet, 26) ve "Orada boş bir söz İşitmezsin" (Gaşiye, 11) ayetleridir. Ce­nâb-ı Hakk'ın,"Onlar boş bir (sözle) karşılaştıkla­rı zaman, vakur bir biçimde yüz çevirirler" (Furkan, 72) ayetine gelince, bundan muradın, "Onlar boş bir sözle karşılaştıkları zaman.." olması muhtemel oldu­ğu gibi, yine bundan muradın, "Onlar boş bir fiille karşılaştıkları zaman..." şek­linde olması da muhtemeldir.

Bunun hadisten deliline gelince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Cuma günü  imâm hutbe okurken, kim arkadaşına "sus!" derse, boş söz söylemiş olur'[200] şeklindeki hadisidir.

Kelimeyle ilgili muhtelif rivayet ve kıssalara gelince: Kuş öttüğü zaman, denilir. Yine, ifâdesi, kuşun ses çıkarması de­mektir. Bu lâfzın konuşma dilinin dışında kullanılmasına gelince: Meselâ, de­venin önem verilmeyen yavrularına, (önemsiz, değersiz) denilir. Nitekim şair Cerîr, "Neseb ilmiyle meşgul olanlar, Temimoğullannı, şeref evlerinin dört bü­yük direği addetmişlerdir. Ama, nasıl devenin yavrusuna diyette önem ver­miyorsan, işte bunun gibi, nasıl olmuşsa onların içinden çıkmış olan Mer'f'ye önem verme!" Şair Accâc da, Pek çok hacının kalbi ve gönlü, boş laflar ve çirkin sözler karşısında yutkun­makta, sabırlı davranmaktadırlar.''

Ferrâ,  ifâdesinin,  kelimesinin ise, fiillerinin masdarı olduğunu söylemiştir. İşte bu açıklamalar, kelimenin lûgât ile ilgili taraflarıdır. [201]

 

Yeminde Lağv Hakkında Betli Başlı Tefsirler

 

Müfessirler bu hususta şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Şafiî (r.a) lağvin, Arapların, içlerinden yemin etmeyi geçirmedikleri hal­de sözlerini pekiştirmek için, "Hayır, Allah'a yemin ederim" ve,"Evet, Allah'a yemin ederim" ifâdesi olduğunu söylemiştir. Şayet Araplardan birine, "Ben bu gün senin, Mescid-i HaranVda bin defa yemin et­tiğini duydum "derseniz, o bunu kabul etmez.Aksine O,  vallâ bin kere değil!" der.

b) Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bir kimsenin, öyle ol­duğuna inanarak yemin edip, daha sonra da bunun böyle olmadığı ortaya çı­karsa, işte bu yemine, "lağv" denilir.

Bu ihtilâfın neticesi şudur: Şafiî, bir kimsenin, "Hayır vallahi..." ve "Evet vallahi..." demesinde keffâreti gerekli görmüyor; hal­buki bir kimsenin, bir şeyin öyle olduğuna inanarak yemin edip de, daha son­radan o şeyin öyle olmadığı durumlarda yapılan yeminde keffâretin gerekti olduğunu söylüyor. Ebû Hanife ise, bunun aksini söylüyordu. Şafiî'nin mez­hebi, Aişe, Şa'bî ve İkrime'nin görüşlerine dayanır. Ebu Hantfe'nin görüşü ise, İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Mücâhid. Nehaî. Zührî, Süleyman İbn Ye-sâr, Katâde, Süddî ve Mekhûl'ün görüşlerine dayanır.

Şafiî (r.a)'nin görüşünün delilleri şunlardır: 

1) Hz. Aişe (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Yemini lağv, bir kimsenin konuşması sırasında, "Hayır vallahi", "Evet vallahi", "Değil vallahi" demesidir[202]. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), ya­nında ashabından birisi olduğu halde, ok atmakta olan bir topluluğa rastladı da; o sırada o topluluktan birisi bir ok atarak, "Vallahi vurdum!" dedi. Sonra, vuramadığı anlaşılınca, Hz. Peygamber'in yanındaki sahâbi, "Ya Resulallah, adam yeminini yerine getiremedi" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),"Ok atanların yeminlerinin hepsi lağv'dır. Bunlara ne kefiaret gerekir, ne de bir ceza!" der.

Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, O şöyle demiştir: "Lağv yemini, kal­bin azmetmediği ve şaka, münazara ve davalaşma sırasında söylenen yemin­lerdir." Allah'ın kelâmının tefsiri hususunda, sahabenin söylediği söz ise, hüccettir.

2)  Hak Teâlâ'nın, Allah yeminlerinizdeki lağv'den dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmet­miş olduğu şeyler yüzünden sizi mu'âheze eder" (Bakara. 225) ayeti,yeminin !ağv oluşunun kalbin kesbi sebebiyle hasıl olan şeyin zıddı ve mukabili gibi oldu­ğuna delâlet eder. Fakat ayetteki, "Kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yü­zünden.." tabirinden murad, insanın ciddi olarak niyetlendiği ve kalbini kendisine bağladığı şeydir. Böyle olunca, kalbin azmettiği şeyin zıddı gibi olan "lağv"in manasının, "insanın tam bir ciddiyetle niyetlenmediği ve kalbini ken­disine bağlamadığı bir yemin" olması gerekir. Bu da insanların, söz sırasında bir alışkanlık olarak söylemiş oldukları,"Hayır vallahi, evet vallahi" şeklindeki yeminleridir. Ama bir kimse bir şey hakkında, o şeyin mey­dana geleceğine ciddi olarak yemin eder; sonra o şeyin tahakkuk etmediği görülür de o kimse bu yemini ile kendi sözünü doğrulamayı murad edip kalbi­ni buna bağlarsa, bu yemin kesin olarak bir "lağv" olmayıp, kalbin azmettiği bir yemindir.

3) Allah Teâlâ, bu âyetten önce,   "Allah'ı yeminlerinizden dolayı bir engel yapmayın" buyurmuş ve bize bunun mana­sını çok yemin ve kasemde bulunmaktan bir nehiy olduğunu hatırlatmıştır. Bir alışkanlık olarak "Hayır vallahi; evet vallahi" diyen kimselerin, çok yemin et­tiklerinde şüphe yoktur. Böylece Cenâb-ı Hak, "Allah'ı yeminlerinizden dola­yı., bir engel yapmayın" âyetinin hemen peşinden, konuşurken azmederek değil de, bir alışkanlık olarak çokça yemin eden kimselerin halini zikretmiş ve onların ne mu'âheze edileceğini, ne de onlara bir keffaret gerekeceğini beyân etmiştir. Çünkü onlara bu yeminlerden dolayı sorumluluğu ve keffâreti gerekli kılmak, ya onların konuşmaktan kaçınmalarına sebebiyet verecektir; yahut da her an keffaret vermeleri gerekecektir. Her iki halde dinde bir zorluk olur. Bi­naenaleyh, zikrettiğimiz şeylere göre kelimesinin tefsirinin önceki ayete uygun olan bir açıklama olduğu ortaya çıkar.

Ebu Hanife (r.a)'nin görüşü ise, önceki âyete uygun değildir. Buna göre Şafiî'nin te'vili evlâdır.

Ebu Hanife (r.a)'nin birkaç yönden delili vardır:

1)  Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisi:bir şey için yemin eder de, aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, o hayırlı olan şeyi yapsın. Sonra da (böylece bozduğu) yemininden dolayı ketfâret versin[203]"Bu hadis-i şerif, ister ciddi, ister gayr-i ciddi olsun, mutlak olarak ye­minini bozan kimsenin keffâret vermesi gerektiğine delâlet eder.

2) Yemin, kendisine fesih arız olmayan bir şeydir. Dolayısıyla boşama ve köle âzâd etmede olduğu gibi, kendisinde bir maksadın olup olmadığına iti­bar edilmez. Bu iki delil, insanların, "Hayır vallahi, evet vallahi" gibi sözlerin­de, yeminlerini bozdukları zaman keffareti gerektirir. "Lağv" in, İmam-ı Şafiî'nin dediği şekilde tefsirinin mümkün olmayıp; aksine İmam Ebu Hani-fe'nin dediği şekilde tefsir edilmesinin gerektiğini şu husus da gösterir: Ye­min. Arapça'da "kuvvet" manasına gelir. Nitekim şâir şöyle demiştir: "Bir sancak, şeref için kaldırıldı­ğında, ona Arabe kuvvetle yapıştı." Bu şiirdeki "yemin" de kuvvet manası­nadır. Yeminden maksad, yemin sebebi ile, yemini bozma tarafına karşı ye­mininde durma tarafını kuvvetlendirmektir. Bu da ancak, kuvvetlendirmeye uygun yerlerde yapılır. Uygun yerler de, yemin ancak gelecekteki bir fiile dâir yapıldığı yerlerdir. Fakat geçmişte olan bir hâdise için yemin edilir ise, bu ke­sinlikle kuvvetlendirmeye uygun bir yer değildir. Bu izaha göre geçmişteki bir hâdise için yemin etmek, yemin etmede kastedilen faydadan hâtîolur. Fayda­sız şey de fağv'dir. Binaenaleyh "lağv" in, geçmişe dâir yapılan bir yemin ol­duğu ortaya çıkar. Gelecekteki bir husus için yemin etmek kuvvetlendirilmeye uygundur. Binaenaleyh böyle bir yemin, yeminden kastedilen maksad ve ma­nâdan hâlî değildir. Dolayısıyla bu yemin-i lağv olmaz.

c) "Yemin-i lağv"in tefsiri hususundaki üçüncü görüş de şudur: O, insa­nın ibâdet olan şeyi yapmamaya ve günah olan şeyi yapmaya yemin etmesi­dir. Bu yemin-i lağvdir veya günahtır. Nitekim Hak Teâlâ,"Onlar değersiz bir söz duyduklarında, ondan yüz çevirirler" (Kasas. 55) buyurmuştur. Allah bu yeminleri terketmeden dolayı insanları muaheze etmeyeceğini belirtmiş, daha sonra da "Fakat, kalblerinizin azmetmiş olduğu şey­ler yüzünden sizi muaheze eder" yani, ibadeti bırakma ve günahı işlemeye dair yaptığınız yeminlerde durmanızdan sizi muaheze eder" buyurmuştur. Mü-fessirler, bu tarz açıklamanın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,"Kim bir şey için yemin eder de, aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, o hayırlı olan şeyi yapsın. Sonra da (böylece bozduğu) yemininden dolayı keffâret ver-sin"[204] hadisine aykırıdır. Yine bu tarz açıklama, şu iki bakımdan da zayıftır:

1)  Bu âyette zikredilen muaheze, Mâıde süresindeki,"Fakat kalblerinizin azmettiği ye­minler yüzünden sizi muaheze eder (hesaba çeker). Bunun keffâreti ise..." (Mâide,89) âyeti ile tefsir edilmiştir. Bu ayette geçen "mu'âheze"den murad, kef-fâretin gerekmesi; tefsir ettiğimiz âyetteki "mu'aheze"den murad da, yine keffâretin gereklifiğj olunca, biz ayetten maksadın bu tarz yapılan izah olmadığını anlamış oluruz.

2) Allah Teâlâ lağv'in zıddı olarak, kalbin azmettiği şeyi saymıştır. Onu, bu görüş sahibinin zikretmiş olduğu, yemin etmiş oldukları şey üzerinde ısrar etmek şeklinde tefsir etmek mümkün değildir, Çünkü kalbin azmetmesi, yeni bir fiile başlamak mânasını tedai ettirmektedir. Birşey üzerinde ısrar etme "kal­bin azmi" olacak isimlendirilmez.

d) Lağv yemini hakkında dördüncü görüş şöyledir: Bu, keffâreti ödenmiş yemindir ve "lağv" diye isimlendirilmiştir. Çünkü keffâret günahı düşürmek­tedir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Keffaretini ödediğiniz zaman, Allah Teâtâ "fağv" yeminlerinizden dolayı sizi mu'âheze etmez." Bu, Dahhâk'in gö­rüşüdür.

e) Kâdî'nin görüşüdür. Buna göre yemin-i lağv'den murad, bir kasıt ol­maksızın sehven yapılan yeminlerdir. Buna delil, Cenâb-ı Hakk'ın, müteaki­ben gelen, kavlidir. Bu kavlin manası, "Yeminlerinizde kasıtlı olduğunuz zaman sizi mu'âheze eder" demektir. Kastın mukabilinin "sehv" olduğu malûmdur. [205]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

İmâm-ı Şafiî (r.a).bu âyet-i kerimeyi, yemin-i gamûs (yalan yere yemin) için keffâret ödemenin vâcib ol­duğuna delil getirip, şöyle demiştir:Allah Teâlâ, bu ayette, "Fakat, kalbierinizin azmettiği şeyler yüzünden sizi mu'âheze eder" buyurmuş, Mâide süresindeki ayette ise, "Fakat kalbierinizin azmettiği ye­minler yüzünden sizi mu'âheze eder" (Maide, 89) buyurmuştur. "Yemine azmetmek" ifâdesi, birkaç manaya gelebilir. Çünkü bundan murad, kalbin ona azmetmesi olabileceği gibi, "çözme" nin, zıddı olan "akd" (düğümle­mek) manası da olabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu ayette, "Kalblerinizin azmettiği şeyler yüzünden" buyurunca biz bu "akd"den muradın, kalbin azmetmesi ol­duğunu anlarız. Yeni Cenâb-ı Hak burada "mu'âheze" kelimesini zikretmiş ama onun ne olduğunu açıklamamıştır. Fakat Maide sûresinde, "mu'âheze" nın ne olduğunu,(Maide,89) ayeti ile açıklamıştır. Binaenaleyh bu iki âyetten her biri bir yönden mücmel, diğer bir yönden mübeyyenclir. Bu sebeple, bunlardan herbiri bir yönden (ftğerini tefsir etmektedir. Bunların herbirinden, ciddi olarak ve kalbin azmi ile yapılan yeminler için keffâretin vâcib olduğu anlaşılır. Yemin-i gamûs da böyledir. Bun­dan dolayı, ondan dolayı da keffâret gerekir.

Allah Teâlâ'nın, "Allah çok bağışlayıcıdır, halimdir" buyruğuna gelince, bil ki "gafur", günahları örtme ve onların cezasını düşür­mede ileri dereceyi ifâde eden bir sigadır. "Halım" sıfatına gelince, bil ki Arap­ça'da "hilrn", vakar ve ağırbaşlılık manasına gelir. "Yürüyüşünde en teennili olan devenin üzerine hevdeci koy" manasında,  denir. "Hilm" de bu manadadır. Çünkü hilm, teenni halinde görülür. Meme ucuna da, denilir. Allah'ın sıfatlarından olan "ha!îm"in manası, ceza vermede acele etmeyip, aksine kâfir ve tacirlerin cezasını geriye bıra­kan demektir. [206]

 

İlâ ve Talâkla İlgili Olan Hüküm

 

"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir. Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir. Eğer (onları) boşamaya karar verirler ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir"(Bakara. 226-227).

 

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [207]

 

İlâ Hakkında Hüküm

 

Âyetin başındaki fiil  şeklinde gelir. Bunun ismi şeddeli olarak, dür.Ebû Ubeyde, şeklinde diğer üç kullanış daha nakletmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, kelimelerinin hepsi aynı manaya gelen değişik lâfızlardır. Hadis-i Kutsi'de de, "Ben, tahminde bulunanların tahminlerinin aksini yapmaya yemin ettim" diye gelmiştir. Şâir Küseyyir şöyle demiştir:"Az yemin eden, yeminini tutar. Eğer ondan bir yemin çıkmış iser o yeminini bozmaz." İşte kelime­nin asıl lügat manası budur. Fakat şeriat ıstılahında bu, cinsi münasebette bu­lunmamaya yemin etmek manasındadır. Nitekim adam, "Vallahi seninle cima etmeyeceğim, mübaşeret etmeyeceğim, sana yaklaşmayacağım" dediği za­man, îlâ yapmış olur. Bazı müfessirler, ayette bir hazfin olduğunu, takdirinin, "Hanımlarından uzaklaşmaya yemin eden­ler için..." şeklinde olduğunu, fakat âyette mevcud lâfızlar kendisine delâlet ettiğinden dolayı o, ifâdesinin hazfedildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: "îlâ" lâfzını ancak, meşhur lügavi manasına hamlettiğimiz zaman böyle bir takdire ihtiyaç hissederiz. Fakat lâfzı, şer'î ıstılahı manasına hamlet­tiğimiz zaman, böyle bir takdire gerek kalmaz. [208]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Rivayet olunduğuna göre cahiliyye döneminde İlâ, talâk sayılıyordu. Sa'id b. el-Müseyyeb şöyle de­miştir: "Adam, hanımını istemiyor, başkasının da hanımıyla evlenmesine fırsat vermek istemiyorsa, o zaman onunla cinsi mü­nasebette bulunmamaya yemin ediyor ve hanımını ne kocalı, ne kocasız bir hale getiriyordu. Gayesi ise, o kadına zarar vermek idi. Sonra İslamiyet gelin­ce müslümanlar da aynı şekilde hareket etmeye devam ettiler. Bunun özeri­ne Allah Teâlâ, bunu kaldırarak, kocaya düşünüp taşınması için bir müddet, zaman tanıdı. Buna göre, eğer koca bu zararı terketmede bir fayda umar ise, o faydayı yerine getirir. Yok eğer kadından ayrılmada bir fayda görür ise, ka­dını boşar. [209]

 

Üçüncü Mesele

 

Abdullah b. Mes'ud (r.a), ayeti  şeklinde; İbn Abbas (r.a) ise, şeklinde okumuştur. Hak Teâlâ'nın,"kadınlarına" sözü ile ilgili şöyle bir sual vardır: Örfe göre, , şu hususta ye­min etti" denilir. Buna göre niçin ayette, ip harfi cerrinin yerine,   harfi cerri kullanılmıştır? Buna iki şekilde cevap verilir:

a) "Erkeklerin kadınlarından dolayı, dört ay on gün beklemeleri gerekir" mânasının murad edilmesidir. Nitekim,"Senden ötürü, bana şu gerekir" denilir.

b) Bu yeminde, zımnen uzaklık mânast vardır. Buna göre sanki şöyle den­mek istenmiştir: Onlar îlâ yaparak veya yemin ederek, hanımlarından uzakfa-şıyorlar.

Hak Teâlâ'nın,."Dört ay on gün beklemeleri" buyruğu­na gelince, bil ki,  "beklemek ve gözetlemek"demektir. Nitekim, "Bir şeyi bekledikçe bekledim" denilir. Yine, "Benim bu işi beklemeye tahammülüm yok" deni­lir. Terabbus kelimesinin,  (dört ay) kelimesine izafeti, masdarın  izafeti gibidir. Nitekim Araplar, " Aralarında bir günlük mesafe vardır" demeleri gibi. Yani,"Bir günlük yürüyüş" de­mektir. Bunun örnekleri pek çoktur.

Hak Teâlâ'nın, şartının mânası, "eğer dönerlerse" şeklindedir. Arapça'da "fey, bir şeyin daha önceki haline dönmesidir. İşte bundan dolayı güneş gölgeyi izâle edip, gölge döndüğü için, gölgeye denilmiştir. Arap dili mütehassısları, ile, arasında fark bulunduğunu söyleye­rek şöyle demişlerdir: "Fey", güneş kendisini izâle ettiği için, zeval vakti ile akşam vakti arasında olan gölgeye; "zili" ise, güneş kendisini izâle etmediği için, tan yeri ağarmasından güneşin doğması vakti arasında olan gölgeye denilir. Cennette "zili" vardır; orada güneş bulunmayacağından fey nevinden gölge yoktur. Nitekim Hak Teâlâ,"Yayılmış gölge"(Vakı’a, 30) buyurmuştur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ne, kuşluk se­rinliğinin katlanabileceği gölgesi (zül) vardır, ne de akşam serinliğinin tada­cağı gölgesi (fey)..." Yine denilir. Her iki kullanılışı da Ferrft, Araplardan nakietmiştir. Manası ise, "Falanca, kızgınlığından ve hid­detinden çabucak vazgeçer" şeklindedir. Aynı şekilde, Allah'u Teâlâ'nın müş­riklerin matından müslümanlara döndürüp, onlara çevirdiği mal için de "fey" denilir. Sanki, o mal müslümanlarındı da, sonunda yine onlara dönmüş oldu. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün mânası, "Cima etmemeye dair yeminlerinden geri dönerlerse muhakkak ki Allah, bütün tevbe edenler için çok bağışlayıcı ve merhametli olduğu gibi, hanımına zarar vermekten tevbe eden kocayı da bağışlar ve ona merhamet eder"[210].

 

Talakla İlgili Bazı Meseleler

 

Hak Teâlâ'nın, "Eğer (onları) bo­şamaya karar verirler lser şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" buyruğuna gelince, bil ki "azm" kalbin birşeye kesin karar vermesi demektir. Nitekim denilir. "Yemin ettim" mana­sında,:(Bunu muhakkak yapman için yemin ettim) denilir.Talâk kelimesi,  fiilinden alınma bir masdardır. Leys ise, kelimenin lâm harfinin zammesi ile,  şeklinde olduğu­nu söylemiştir. İbnü'l-A'râbi de, bu şekilde lâm harfinin zammesi ile, "talâk" masdanndan olmak üzere, şeklindeki fiil daha güzeldir. Talak keli­mesinin manası şeriatta helâl olan bir şekilde nikâh akdinin çözülmesidir. Ke­limenin aslı, manası gitmek olan masdanndandır. Buna göre "ta­lâk", kadının gitmesinden ibarettir. İşte âyetteki lâfızların tefsiri İle ilgili husus­lar bunlardan ibarettir.

Âyette birçok hüküm vardır. Biz âyetin delâlet ettiği bazı hükümleri bura­da meseleler şeklinde anlatacağız: [211]

 

Birinci Mesele                Başa Dön   

 

Kendisinin cinsi münasebette bulunması tasavvur edilen ve bu tasarrufu da dinde helâl sayılan her ko­canın "îlâ" yapması sahih olur. Bu kayıd hem tard[212], hem aks[213] bakımından geçerlidir.Tard bakımından geçerli olması, "Böyle olan herkesin îlâ yapması sahih olur" manasındadtr. Bundan şu hükümler çıkar:

a) Zımmî îlâ yapabilir. Bu, Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. İmam Ebu Yû­suf ve İmam Muhammed "Ztmmînin, Allah'ın adını anarak îlâ yapması, sa­hih olmaz. Ancak boşaması ve köle âzâd etmesi doğru olur" demişlerdir. Bizim delilimiz Cenâb-ı Allah'ın, "Kadınlarına îlâ yapanların dört ay beklemeleri gerekir" ayetidir. Bu umûmi ifâde, kâfir olanı da, müslüman olanı da içine alır.

b) Şafiî (r.a). îlâ müddetinin köleler ve hürler için değişmeyeceğini, kan kocanın her ikisi de hür veya her ikisi de köle; veyahut da birisi hür, diğeri köle olsa da aynı olacağını, hepsinde de müddetin dört ay olduğunu söyle­miştir. Ebu Hanife (r.a) ve İmam Malik (r.a)'e göre ise, bu müddet köle İçin, iki aydır. Fakat Ebu Hanife'ye göre kadın köle olur ise; İmam Mâlik'e göre ise koca köle olur ise, bu iki ay olur. Bu iki imâmın kölenin boşanması hakkın­daki hükümleri de böyledir. Bize göre Hak Teâlâ'mn,. "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler..." buyruğu hepsini içine alır. Ayeti tahsis etmek, zahirin hilâfına bir harekettir. Çünkü bu müddetin belirlenmiş olması, insanların yaratılış ve bünyesine yönelik bir manadan dolayıdır. Bu ma­na da insanın eşinden ayrılmaya karşı sabrının az olmasıdır. Bu hususlarda, yani hayız, emme ve cinsi iktidarsızlık müddetlen gibi hususlarda hür ve köle aynıdır.

c) İlâ, kızgınlık halinde de, rızâ halinde de yapılsa sahihtir. İmâm kızgınlıkla yapılan ilânın sahih olmayacağını söylemiştir. Bu ayetin zahiri bi­zim lehimize delildir.

d) İlâ, ister nikah altındaki kadına yapılsın, isterse talâk-ı ric'î ile boşan­mış kadına yapılsın sahih olur. Çünkü ric'î talâkla boşanmış kadın da, henüz onunhan adam "Bütün hanımlarım boştur" de­diği zaman, o ric'î talâkla boşanmış hanımı da tamamen boşanmış  talâkla boşanmış kadının hâlâ o adamın hanımlarından sayıldığı sabit olunca. "kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler..." âyetinin zahirinden ötürü, bu kadın da bu âyetin hükmüne girmiş olur.

Aks bakımından geçerli olmasına gelince, bu, cinsi münasebette bulun­ması düşünülemeyen kimsenin İlâsının sahih olmamasıdır. Bununla ilgili iki hüküm vardır:

a) Hadım olan erkeğin yaptığı ilâ sahihtir. Çünkü o da, tohumu olan erkek gibi cima yapabilir. Bunun için söz konusu olmayan şey inzal (meni gelmesi) dir. İnzalin olup olmamasının da ilâda bir tesiri yoktur. Bir de bu,âyetin umûmi hükmüne dahildir.

b) Erkeklik uzvu kesilmiş kimsenin durumu.. Eğer böyle bir erkeğin, er­keklik uzvundan kesildikten sonra geriye cima yapacak kadar bir kısım kal­mış ise, yapacağı ilâ sahihtir. Eğer kalmamış ise, bu hususta da iki görüş vardır:

1) Onun ilâsı sahih değildir. Bu, Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür.

2) Ayetin ifâde ettiği umûmi hükümden dolayı onun Hâsı da sahihtir. Çün­kü yemin ile verilmek istenen zarar, bu kimse hakkında da söz konusudur.

İlâ ile ilgili muteber ikinci bir şart da, İlâ yapanın koca olmasıdır. Binaena­leyh eğer bir erkek, hanımı olmayan bir kadına, "Allah'a yemin ederim ki se­ninle cima etmeyeceğim" dese ve daha sonra da o kadınla eviense, bu sözüyle İlâ yapmış olmaz. Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir" âyeti, bu hükmün baş­kalarına değil, o kadınların kocalarına âit olduğunu ifâde eder. Bu tıpkı,  "Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun, 6) ayeti gi­bidir. Yani "sizin dininiz sizedir, başkasına değil" manasına gelir. "Sizin için, başkaları için değil.." [214]

 

İkinci Mesele                Başa Dön   

 

Adına yemin edilendir. Yemin ya Allah adına veya- hut da başka bırşey adına olur. Eğer koca Allah adı­na yemin etmiş ise îlâ yapmış sayılır. Daha sonra o hanımıyla îlâ müddeti içerisinde cinsi münasebette bulunur ise, İlâ yapmış sayılmaz. Böyle birisi hakkında yemin keffâretinin gerekip gerekmediği me­selesi ile ilgili iki görüş vardır:

a) İmam Şafiî'nin kavl-i cedîd (sonraki) görüşü ki bu en sahih görüştür ve aynı zamanda Ebu Hanife (r.a)'nin görüşüdür. Buna göre, o kimseye ye­min keffâreti gerekir.

b) İmâm Şafiî'nin kavl-i kadim (daha önceki, eski) görüşü... Buna göre, îlâ müddeti geçtikten sonra, veya o müddet içinde koca, hanımına dönerse ona keffâret gerekmez. Birinci görüşün delili şudur: Allah adına yapılan ye­minlerde hânis olunduğu zaman (yemin bozulduğu zaman) keffâreti gerekti­ren deliller umûmidir. Binaenaleyh "Vallahi sana yaklaşmayacağım" deyip hanımına yaklaşma ile, "Vallahi seninle konuşmayacağım" deyip onunla ko­nuşma arasında (yemin bakımından) ne fark vardır?İkinci görüşün delili ise, 'Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir" âyetidir. Bu ayetle, şu iki bakım­dan buna istidlal yapılmıştır:

1) Eğer ona keffâret gerekseydi, Allah Teâlâ onu burada zikrederdi. Çün­kü bu ayette onu bilmeye ihtiyaç vardır. İhtiyaç varken gerekli açıklamayı son­raya bırakmak caiz değildir.

2) Allah Teâlâ, bu ayette keffaretin gerektiğinden bahsetmediği gibi, ak­sine onun sakıt olduğuna, "Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah ga­fur ve rahimdir' buyruğu ite dikkat çekmiştir. Bağışlama mu'âheze edilmemeyi gerektirir.

Birinci görüşte olanlar şöyle diyerek buna cevap verebilirler: "Allah Teâ­lâ keffâreti,gerek Kur'an'ın başka ayetlerinde, gerek Hz. Peygamber (s.a.s)'in dilinde ifâdesini bulan hadislerde beyân ettiği için, bu ayette zikretmemiştir."

Cenâb-ı Hakk'ın, "gafur ve rahimdir" sözü bu kimseler için ilâhî cezanın olmayacağını gösterir. Fakat ilâhî cezanın olmaması, keffaretin gerekmediğini göstermez. Nitekim zina ve katillikten tevbekâr olan kimse için de, ilâhi ceza olmayabilir. Fakat yine de bu kimseye had ve kısas uygulanma­sı gerekir.

Allah'tan başka bir şey adına yemin edilerek, "Eğer seninle cima edersem kölem hür olsun veya sen boş ol; vey senin kuman boş olsun" diye; ya­hut da üzerine bir şeyi vâcib kılarak, "Eğer seninle cinsi münasebette bulunursam, Allah rızası için köle azâd etme, veya bir sadaka veya oruç veya hacc veyahut namaz vâcib olsun" diye îlâ yapmanın hükmüne gelince, Şafiî (r.a)'nin bu hususta iki görüşü vardır:

a) O'nun kavl-i kadimine (eski görüşüne) göre, bu kimse îlâ yapmış sayıl­maz. İmam Ahmed de "Zahirü'r-Rivaye "de aynı görüştedir. Bu görüşün delili şudur: tlâ câhiliyye devrinde yapılmakta olan bir şeydi. Sonra bu konuda câhiliyye Araplarının Allah adına yemin ederek îlâ yapmakta oldukları da bilini­yordu. Yine Hz. Peygamber (s.a.s),   "Yemin eden Al­lah adına yemin etsin" buyurmuştur. Buna göre, "yeminden dolayı boşanma" dan, Allah adına yeminden dolayı boşanma anlaşılır.

b) İmam Şafiî, aynı zamanda Ebu Hanife, İmâm Malik ve bir grup alimin (r.ah) görüşü olan, kavl-i cedîdine göre, o kimse ilâ yapmış olur. Çünkü "îlâ" lâfzı, bu sayılan yemin çeşitlerinin hepsini de içine alır. Her iki görüşe göre de, bu kimsenin yemini, mün'akide (tam bir yemin) olmuş olur. Binaenaleyh o kimse bu yeminine, bir köle azâd etmeyi veya hanımını boşamayı bağlamış olur ise, bu koca, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman yeminine şart yaptığı (bağladığı şeyler) gerekir.

Eğer yemine şart koşulan şey, insanın kendisine vacip kıldığı birşey ise, o kimseye kızgınlık anında yaptığı nezirlerde gereken şey gerekir. Bu hususta bazı görüşler vardır:

1)  Bunların en sahihi, o kimseye yemin keffaretinin gerekmesidir.

2)  O kimseye, şart koştuğu şeye bağlı kalması gerekir.

3) O kimse, yemin keffareti ile şart koştuğu şeyi yerine getirme arasında muhayyerdir.

Bu iki görüşün neticesi şudur: Biz o kimsenin îlâ yapmış olduğunu söy­lersek, dört ay geçtikten sonra kocaya durum ağır gelir, böylece de ya hanı­mına dönmek, ya da onu boşamak mecburiyetinde kalır. Eğer onun îlâ yapmış sayılamayacağını söylersek, onun için durum sıkışmış olmaz. [215]

 

Üçüncü Mesele                Başa Dön   

 

Alimler ilâ müddetinin ne kadar olduğu hususunda da, şu değişik görüşleri ileri sürerek ihtilâf etmiş­lerdir:

a) İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre o kimse hanımıyla hiçbir zaman cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış sayılmaz.

b) Hasan el-Basri ve İshak'ın görüşüne göre, koca bir günlüğüne de ol­sa, ne kadar müddet için yemin ederse etsin İlâ yapmış olur. Bu ikisi de son derece uzak ihtimallerdir.

c) Ebu Hanife ve Sevri'nin görüşüne göre, o kimse dört ay veya daha fazla müddet boyunca hanımıyla cinsi münasebette bulunmamaya yemin et­medikçe ilâ yapmış olmaz.

d) Bu Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik (r.ah)'in görüşüdür. Buna göre, yemin dört aydan fazlası için olmadığı müddetçe o kimse îlâ yapmış sa­yılmaz. Ebu Hanife (r.a) ile Şafiî (r.a) arasındaki ihtilâfın farkı şudur: O kimse dört aydan daha fazlası için îlâ yaptığında, onun için bu dört ay kabul edilir. Bu müddet kocanın hakkıdır. Bu müddet tamamlanınca kadın kocasından ya ken­disine dönmesini veyahut da kendisini boşamasını ister. Eğer koca her ikisin­den de kaçınır ise, hâkim kadını kocasından re'sen boşar. Ebu Hanife'ye göre ise, dört ay geçince talak kendiliğinden tahakkuk etmiş olur.

İmam Şafiî'nin bu husustaki delilleri şunlardır:

1) Ayeti­nin başındaki fa-i takibiyye, bu iki hükmün, dört aylık îlâ müddetinin bitmesin­den sonra meşruluk kazanmalarını gerektirir. Buna göre eğer, "Sizin söyledi­ğiniz şey imkânsızdır. Çünkü,"Eğer erkekler dönerlerse.." ve,  "eğer (onları) boşamaya karar verirlerse.." tabirleri,"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler (îlâ ya­panlar)" ifâdesinin bir açıklaması mahiyetindedir. Açıklama ise tabii ki açıkla­nan hususu takib eder. Nitekim bu,"Bu ay sizin misafirinizim. Eğer ikram ederseniz, sizinle kalmaya devam edece­ğim. Aksi halde çeker giderim" demen gibidir" denilir ise biz deriz ki: Bu za­yıf bir izahtır. Çünkü "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri gerekir" ayetindeki dört aylık müddet, daha sonra ifâde edilen her iki hususa da delâlet eder. "Eğer erkekler dönerlerse" sözün­deki fa-i ta'kibiyye bu iki hükmün peşisıra gelmiştir. Buna göre, "eğer erkek-ler dönerlerse" ayetinin ifâde ettiği hüküm, hem "îlâ" nın hem de dört ay bek­lemenin peşisıra meşruiyyet kazanır. Sizin getirdiğiniz misal ise böyle değildir. Çünkü sizin misalinizdeki fa-i takibiyye misafirliğin başlamasından sonra gelmistir. Fakat ayetteki, "Fâ" hem îlâ, hem de beklenecek müddetten sonra getirilmiştir. Binaenaleyh fâ-i takibiyyenin başına geldiği hükmün, bu iki şeyin peşisıra vuku bulması gerekir. Bu açık bir sözdür.

2) Allah Teâlâ'nın, "Eğer (onları) boşamayet karar ve­rirler ise.." şartı, talakın ancak kocanın boşaması ile meydana geleceğini gös­teren açık bir ifâdedir.

Ebu Hanife'ye göre ise, bu durumda talak kocanın boşaması ile değil,bu müddetin geçmesiyle kendiliğinden meydana gelir. Buna göre şayet, "îlâ, baş-libasına bir talaktır. Binaenaleyh, "eğer (onları) boşamaya karar verirler ise..." ifâdesinden, daha önce geçen îlâ kastedilmiştir" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü "eğer (onları) boşamaya karar verirler ise..." ay e-tinin mutlaka "Eğer ilâ yapanlar, boşamaya kesin karar verirlerse..." şeklin­de anlaşılması gerekir. Buna göre ilâ yapan kimse aynı zamanda, boşanmaya da karar vermiş olur. Bu da "îlâ"nın ve boşanmaya karar vermenin aynı anda olmalarını gerektirir. Fakat talak, kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şeydir. Kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şey ise, kararlı oluştan sonra gelir.Bina-enaleyh talak, ona karar vermeden sonra vuku bulur. îlâ ya bu kararla birlik­tedir veya bundan daha öncedir. Bu durum da ayette talakın ilâdan başka olduğu hususunda kesin hüküm vermeyi gerektirir. Bu da açık bir izahtır.

3)  "Eğer (onları) boşamaya karar verirler ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" ayeti, kocadan duyulacak bir sözün çıkmasını gerektirir. Bu da ancak ayetin takdirinin, "Eğer onlar boşanmaya karar verir ve hanımlarını boşarlarsa, şüphesiz Allah onla­rın sözlerini duyan ve katblerindeki niyetlerini bilendir" şeklinde olduğunu söy­lemekle mümkün olur. Buna göre eğer, "Bu ayetten muradın, "Allah o Îİâyt işitendir" şeklinde olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin ifâde ettiği tehdid îlâya karşı değil, aksine îlâdan sonra meydana gelen bir şeye karşı yapılmıştır. O şey de îlâdan başka bir söz­dür. Binaenaleyh, "Şüphesiz Allah hakkıyla işttict, gerçekten bilicidir" tehdi­di, işte îlânın aksine söylenen o söz için olur.

4)  Cenâb-ı Allah'ın,  "Eğer erkekler dönerlerse" ve "eğer boşamaya karar verirlerse.." ayetlerinin zahiri bu iki hususta muhayyerliği ifâde etmektedir. Bu da, iki hususun tek bir vakitte tu-lunmasım gerektirir. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise durum böyle değildir.

5) İlâ, aslında bir talak değil, aksine bir müddet için hammıyta cima etme­meye yemin etmedir. Fakat şeriat bu müddeti sınırlandırmıştır. Çünkü adam, hanımına zarar vermek maksadıyla olmaksızın bazan bir müddet için onunla cimâ etmeyi terkedebilir. Bu, kısa bir zaman için söz konusu olur. Fakat uzun zaman cimâyı terkettiği zaman, bu ancak hanıma zarar vermek için yapılmış olur. Bu hususta müddetin uzun veya kısa olması belli bir şey olmayınca, Al­lah Teâtâ uzun müddet ile kısa müddet arasını ayıran sının belirledi. Cimâ uzun müddet terkedildiğinde maksadın zarar verme olduğu ortaya çıkmış olur. Bu da kesin olarak talakı gerektirmez. Zarar verme maksadı ortaya çıktığı zaman, şeriatın hikmetine uygun olan, ya o zarar vermeyi terki veyahut da o kadını İlâ kaydından kurtarmayı emretmesidir. Bu mana, şeriatta muteber bir mana­dır. Nitekim biz, cinsi iktidarı olmayan ve benzeri kimseler hakkında da, za­man tayininde bulunuruz. Ebu Hanife (r.a)'nin delili ise, Abdullah İbn Mes'ud'un,     "Eğer o kadınlara dönerlerse" kıraatidir.

Ebu Hanife'nin bu görüşüne en doğru cevâp şudur: Şaz kıraatler redde­dilmiştir. Çünkü Kur'an olan her kelimenin, tevatür ile sabit olması vâcibtir. Tevatürle sabit olmadığı yerlerde, onun Kur'an'dan olmadığına kesinlikle hük­mederiz. Bu kaideye uyması gerekenlerin en başında gelen ise, Ebu Hanife'dir. Çünkü O, bu kaideden dolayı, besmelenin Kur'an'dan olmadığına istidlal etmiştir. Yine, ayetin üç hususu ihtiva ettiğini açıklamıştır. Ayet, İlâdan sonra kadınlara dönmenin, ilâ müddeti içerisinde olmayacağını gösterir. Buna göre şaz kıraatler, ayetin bu hükmüne muhalif olduğu zaman, muhakkak olarak bu kıraatin yanlışlığına hükmetmek gerekir. [216]

 

Talâk Hakkındaki Hüküm                Başa Dön   

 

Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz..."(Bakara. 228).

 

Bil ki Allah'u Teâlâ burada, talâk hakkında birçok hükümden bahsetmiştir. [217]

 

İddet Meselesi

 

Talâkın birinci hükmü, iddetin vâcib olmasıdır: Bil ki boşanan (mutallaka), kendisine talâk verilen kadındır. Bu da ya yabancı bir kadın olur, veya nikâhlı bir kadın olur. Eğer yabancı bir kadın olursa, o kadına talâk verildiğin­de, kelimenin lügat anlamı itibariyle o kadın mutallaka boşanmış olur; ama kelimenin şer'i manası itibariyle boşanmış sayılmaz. Bundan dolayı, o kadına iddetin gerekmediğinde icmâ vardır.

Nikâh altındaki kadına gelince, bu kadtn ya "medhûlün bihâ" (yani ken­disiyle haivet-i sahiha meydana gelmiş ve zifafa girilmiş) kadın olur veya ol­maz.. Eğer o kadın, medhûlün bihâ değilse, ona iddet gerekmez. Cenâb-ı Allah,"Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp, kendilerine dokunma­dan, onları boşadığınız zaman, sizin için o kadınlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur" (Ahzab, 49) buyurmuştur. Ama kadın "medhûlün bihâ" olursa, bu durumda o kadın ya çocuk doğuramaz, ya da hamiledir. Eğer hamile ise, o kadının iddeti.ay hâli (kuru) ile değil, çocuğunu doğurması ile tesbit edilir. Ni­tekim Cenâb-ı Hak, "Yüklü (hamile) kadınların İddeti ise, yüklerini bırakmalarıdır" (Talâk, 4) buyurmuştur.

Eğer o kadın özürlü olursa, bu durumda, o kadının hayız görmesi ya müm­kündür; ya da mümkün değildir. Eğer, aşın küçük veyahut da aşırı yaşlı olma­sından ötürü hayız görmesi mümkün değilse, bu tür kadınların iddetleri kuru ile değil, aylara göre belirlenir. Nitekim Hak Teâlâ  "Kadınlarınız­dan hayızdan kesilenlerin (iddetinde) şüphe ederseniz, biliniz ki onların Sa­detleri üç aydır" (Talâk, 4) buyurmuştur. Eğer o kadının hayız görmesi mümkün ise, bu durumda o kadın ya köle­dir ya da hür.. Eğer köle ise, onun iddeti üç değil,iki "kuru" ile olur. Kadın, birisinin nikâhında bulunmuş olur ve kendisiyle halvet-i sahiha veya zifaf da vâki olduktan sonra boşanmış olurJyahut Özürlü olur yahutjdahayız görür ve­yahut da hür olursa, işte bu sayılan vasıflar bulunursa, böylesi kadınların id­detleri, Allah'u Teâlâ'nın bu ayette de hükmünü belirttiği üzere, "üç kuru" olur. Ayetle ilgili birkaç sual bulunmaktadır:

Birinci Suâl: lâfzının çoğa ıtlak edilmesi örf haline gelmiş olduğu için, âmm olan lâfzın tahsisi ancak,tahsis edildikten sonra geriye kalan kısım daha çok olduğu zaman uygun olur. Nitekim elbise için şöyle denilir: Baskın rengi siyah olup, tek tük beyazlık da bulunduğu zaman, yine de onun siyah olduğu söylenir. Kendisinin siyah rengi beyaz olup, tek tük de siyahlık bulun­duğu zaman, o elbise siyah demek yalan olur. Böylece, âmm lâfzın tahsis edil­mesindeki şartın, tahsisten sonra geriye kalan kısmın daha çok olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ayet ise böyle değildir. Çünkü siz, bu ayetin umûmî mânasın­dan beş kısmı ihraç edip, geriye sadece bir kısmı bıraktığınızda, bu gibi yer­lerde âmm lâfzını kullanmak, Allah'ın hikmetine uygun düşmez.

Cevap: Yabancı kadın, lâfzın muhtevasına dahil değildir. Çünkü "ecnebi kadın" hakkında, "o boşanmıştır" denilemez. "Medhûlün bihâ" olmayan ka­dınlar da karine ile âyetin hükmünün dışında kalır. Çünkü iddetten maksat, rahmin temizliğini sağlamaktır. Rahmin temizliğine de, ancak rahim meşgul olduğu vakit ihtiyaç hissedilir.Hamile ve hayız görmeyen kadınlar (Âyise) da, bu lâfzın muhtevasına gir­mezler. Çünkü "kuru" ya göre iddet beklemenin gerekliliği, kadınlar hakkın­da bu düşünülebildiği zaman söz konusu olur. Halbuki bu iki tür kadın hakkında, "kuru" düşünülemez. Cariyenin evlendirilmesi ise çok nadir olan bir şeydir. İşte böylece, çok umumî ve çok görülenin, bu umûm lâfzın muhte­vası içinde kalmaya devam ettiği ortaya çıkmış olur.

İkinci Sual: Hak Teâlâ'nın,buyruğu bir haber cümlesidir. Hal­buki bundan maksat bir emirdir. O halde, emri haber cümlesiyle ifâde etme­deki fayda ve hikmet nedir?Bu soruya, şu iki bakımdan cevap verilebilir:

a) Allah'u Teâlâ bunu emir sîgasıyla zikretmiş olsaydı, o zaman bu mak­sadın ancak, kadının iddet beklemeye kast ve irade ile başlaması durumunda gerçekleşebileceği zanntnı uyandırırdı. Bu açıklamaya göre meselâ, kadının kocası ölse, kadın da bunu bilmese; böylece de kadının iddeti kadar bir za­man geçmiş olsa, bunun iddet yerine geçmemiş olması gerekir. Çünkü o ka­dın, iddetle emrolunduğunda, kadın bu sorumluluktan ancak, mükellef olduğu hususun ifasını iradî olarak başlayıp bitirdiği zaman çıkabilir. Ama Allah'u Te­âlâ bu mükellefiyeti haber cümlesiyle zikrettiği için, böyle bir zan ortadan kal­kar, erkek de bu iddet sona erdiğinde, ister kadın bundan haberdâr olsun, isterse olmasın; yine, kadın bu iddete ister arzusuyla, isterse kızgınlıkla baş­lamış olsun, maksadın hasıl olduğunu anlamış olur.

b) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Emri, haber sîgasıyla bildirmek.onun uyul­ması gereken birşey olduğunu ihsas ettirmek için, emrin te'kid ve pekiştiril­mesini ifâde eder. Buna göre sanki kadınlar iddet bekleme işine sımsıkı sarılmışlar da, Hak Teâlâ da, onların iddet beklemelerini haber vermiştir... Bunun bir benzeri de Arapların, birisine duâ hususunda, "Allah sa­na merhamet etsin" demeleridir. Bu, Cenâb-i Hakk'ın buna icabet edeceğine güvenildiği için, haber cümlesi şeklinde getirilmiştir. Buna göre sanki rahmet olup bitmiş de, o kimse de bunu haber veriyor... [218]

 

İsim Cümlesinin Belagat Yönünden İfade Ettiği Kuvvet                 Başa Dön   

 

Üçüncü Sual: Şayet Allah,    demiş olsaydı bu, bir fiil ile bir failden meydana gelen bir cümle olmuş olurdu. O halde buna göre bunu, bu şekilde ifâde etmeyip de,  kelimesini mübtedâ; fiil-fâil-den oluşan  cümlesini de, bu mubtedânın haberi kılmasının hikme­ti nedir?

Cevap: Şeyh Abdu'l-Kâhir el-Cürcânî, Delâilu'l-İ'câz adlı eserinde şöyle demektedir: "İsmi önce söyleyip, "Zeyd yaptı" dediğin zaman, bu, şeklinde sözünün ifade edemeyeceği te'kid pekiştirme ifâde eder. Bu böyledir, çünkü senin  ifâdesi, şu iki maksat için kullanılır:

a)  Bu faili, o fiile tahsis etmek... Bu senin tıpkı,"Falanca iş hususunda, hükümdara mektubu ben yazarım ben!..." demen gibidir. Bundan maksadın, bunu sade­ce senin yazabileceğini ifâde etmendir.

b) Maksadın bu olmamasıdır; aksine maksad kendisinden herhangi bir sözle bahsedilen şeyin, kimsenin başa alınması, o fiili ona nisbet etmek için­dir. Meselâ bu, Arapların hasr murad etmeyip, aksine dinleyenler tarafından bol vermenin o kimsenin adeti ve huyu olduğunu anlamaları için,"O bol verir" demeleridir. Bunun bir misâli de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan başka tapındıkları nesneler, hiçbir şey yaratamazlar. Onlar yaratılıp duruyorlar" (Nahl, 20) âyetidir. Bundan maksat, sadece putların mahluk oldu­ğunu söylemek değildir. (Yaratılıp,yapılma işinin onlar hakkında devamlı carî olduğunu bildirmektir.) Yine Cenâb-ı Hak,"Size geldikleri za­man, "iman ettik"dediler. Halbuki onlarjkütû'r ile girmişler, yine kütîir ile çıkmışlardı" (Maide, 61) buyurmuştur. Şair de,"O ikisi, mecd ü şerefi çok güzel bir elbise gibi giyerler. Her İkisi de, gücü yettiği sürece, cesur­dular."Mübtedâyı başa aldığında bu mânanın meydana gelmesinin sebebi, me­selâ sen, dediğin zaman, Abdullah'tan haber vereceğini hissettirmendir. Böylece bu sözü duyanların aklında, onu tanıma hususunda bir arzu meydana gelmiş olur. Daha sonraysa haberi getirdiğinde, akıi,onu âşıkın rnâ-şûkunu kabul etmesi gibi kabul eder. Böylece de bu, kesinliği ortaya koyma ve şüpheyi de izâle etme hususunda daha etkili bir ifâde olmuş olur. [219]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön   

 

Denildiği gibi, burada da, denilmeli değil miydi? O haldeburada,  kelimesinin zikredilmesinin faydası nedir?

Cevap: Kelimesinin zikredilmesi, onları beklemeye teşvik etmek ve şevklerini arttırmak içindir. Çünkü beklemeyi arzu etmezler; bunun için Allah'u Teâlâ, kelimesini zikrederek, onları beklemeye teşvik etmiştir. Bu böyledir, çünkü kadınlar erkeklere çok düşkündürler. Cenâb-ı Hak böyle­ce onların, kendi nefislerini zorlamalarını, nefislerini beklemeye arzulu olma­ya sevketmelerini ve kendilerini beklemeye mecbur tutmalarını istemiştir.

Beşinci Suâl: Kadınlar çok olduğu halde, lâfzı cem-i kıllet, lâfzı ise, cem-i kesret olarak zikredilmiştir. O halde,dan maksad üç olup, üç de az olduğuna göre, kelime niçin cem-i kesret sîgasıyla getirilmiştir?

Cevap: Araplar bu hususta fazla katı değillerdir. Bu sebeple Araplar, iki cemî çeşidinden herbirini, çokluk ifâde etmede müşterek oldukları için, birbir­lerinin yerine kullanıyorlardı. Veyahut da, belki de, tjjî sîgası, keli­mesinin diğer bir cem'i olan,  dan daha çok kullanıldığı için burada gelmiştir.

Altıncı Suâl:  "Uç hayız" denildiği gibi, niçin   de­nilmemiş?

Cevap: Çünkü, kelimesi,  kelimesinin müzekker olmasına tâbi olmuştur, çünkü, «jji lâfzı müzekkerdir. Ayetle ilgili suâller işte bundan ibarettir.Geriye ise ayetle ilgili,   kelimesinin hakikatinin ne olduğunu orta-

ya koymak meselesi kalmıştır. Buna göre biz diyoruz ki, kelimesi, ve, kelimesinin çoğuludur, ijiül kelimesinin, hayız ve temiz­lik hakkında kullanıldığı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: kelimesi, Arapça ezdâd kelimelerdendir. Meşhur o-lan, bu lâfzın her iki mana hakkında da, kelimesinin kırmızılık ve be­yazlığın aynı anda adı olabilmesi gibi hakikat ifâde etmesidir. Diğer bazı âlimler ise, bu lâfzın hayız hakkında hakikat, temizlikte ise mecaz ifâde ettiğini söyle­mişlerdir. Bazı alimler ise, durumun bunun aksi olduğunu söylemişlerdir.Diğer bazıları da bunun, hayızla temizlik arasında müşterek bir mâna için vaz'edildiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar da, üç görüş üzere ihtilâf et­mişlerdir:

a) Kelimesinin manası, toplanmak demektir. Hayız vaktinde kan, rahimde; temizlik vaktinde ise bedende bir araya gelir, toplanır. Bu, el-Esmaî, Ahfeş, Ferâ ve el-Kısâî'nin görüşüdür.

b)  Ebû Ubeyd'in görüşüne göre,   kelimesinin manası, bir halden başka bir hale geçmek demektir.

c) Ebu Amr b. el-Alânın görüşüne göre ise bu kelimenin mânası, vakit demektir. Yıldızlar doğduğunda yıldızlar battığında da yine,  denilir. Rüzgâr estiğinde de denilir. Hüzelînin şöyle bir beyti nakledilmiştir: "Vakti geldiğinde rüzgârlar estiği zaman" kelimesi vakit mânasına gelince, hem hayız ve hem temizlik hali de girer. Çünkü bu iki halin de, muayyen bir zamanı var­dır. Bil ki Allah'u Teâlâ boşanan kadına, "üç kuru" iddet beklemesini emret­miştir. Ayetin zahiri, boşanan kadının "üç kuru" diye adlandırılan üç şeyi iddet beklediği zaman sorumluluktan kurtulmasını gerektirmektedir. Ne var ki âlim­ler, bunun kâfi gelmeyeceği, aksine bu kadının temizlik ve hayız durumundan birisine ait olmak üzere "üç kuru" beklemesinin gerekli olduğunda ittifak et­mişlerdir. Buna göre âlimler, bu cinslerin ne olacağı hususunda ihtilâf etmiş­lerdir. [220]

 

Boşanan Kadın "Üç Temizlik Dönemi Bekler" Diyen Şafiî'nin Delilleri                Başa Dön   

 

Şafiî (r.a)'ye göre, "üç kuru" temizliktir. Bu, İbn Ömer, Zeyd, Aişe, "Fukâha-i Seb'a"[221]İmâm-ı Malik, Rebî'a ve bir rivayete göre Ahmed İbn Hanbel'den rivayet edilmiştir.Ali, Ömer ve İbn Mes'ud da bu "üç kuru" un, hayız olduğunu söylemiş­lerdir ki bu, Allah kendilerinden razı olsun, Ebu Hanife, Sevrî, Evzaî, İbn Ebî Leylâ, İbn Şibrime ve İshâk'ın görüşleridir. Bu ihtilâfın neticesi şudur: Şafiî'ye göre iddet müddeti en kısa, Ebu Hanife ve O'nun görüşünde olanlara gö­re, en uzun olan süredir. Öyle ki, bir kimse hanımını temizken boşasa, velev ki o anda boşamasını müteakip kadın hayız olsa, içinde boşanmış olduğu te­mizlik müddeti "bir kuru" olarak hesaplanır. Buna göre bu kadtn üçüncü hayı-za girdiğinde iddet müddeti bitmiş olur. Ebû Hanife (r.a)'ye göre, eğer talâk kadın temiz iken vuku bulmuşsa,üçüncü hayızdan; eğer talâk hayız halinde verilmişse dördüncü hayızdan temizlenmediği müddetçe, iddetinin sona erdi­ğine hükmedilmez. Ebu Hanife sözüne devamla, "O kadın hayızın en uzun müddetinde temizlenirse, gusletmeden önce iddeti biter; eğer hayzın en az müddetinde temizlenmişse, onun iddeti, gusl etmedi kçe.veyah ut su bulunma­dığı zaman teyemmüm etmedikçe, veyahut da üzerinden bir namaz vakti geç­mediği müddetçe sona ermez.

Şafiî'nin delilleri şunlardır:

1) Hak Teâlâ'nın, emrinin mânası, "onları iddetleri vak­tinde boşayın" demektir. Ne var ki, kadını hayızlı iken boşamak nehyedilmiştir. Binaenaleyh âyette bahsedilen iddet zamanının hayız zamanından başka bir zaman olması gerekir.

Keşşaf sahibi, Şafiî'nin bu görüşüne cevâp vererek şöyle demiştir: Bu ifâdenin mânası, "Onları iddetlerine doğru boşayınız" demektir. Nitekim Arap­lar, "aydan üç gün kala" mânasını kastederek, derler.

Ben derim ki, keşşaf sahibinin bu sözü, Şafiî (r.a)'nin istidlalini güçlendi­rir. Çünkü,  sözünün mânası, "Hemen peşinden üç güne başlanılacak olan zamana, vakte doğru" demektir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın buradaki emrinin mânası, "peşinden iddete başlanılacak bir biçimde onları boşayın" demektir. Boşamayla ilgili emir, temizliğin bütün zamanlarında tahakkuk edince, boşamanın hemen peşinden meydana gelen temizliğin, iddetten olması gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

2)  Hz. Aişe (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: nin ne oldu­ğunu biliyor musunuz?  temizlik demektir. Şafiî sözüne devamla, "Kadınlar bunu daha iyi bilirler; çünkü buna kadınlar mübtelâdırlar" demiştir.

3) Kelimesinin mânası, toplamak demektir. Nitekim, rahminde yavru tutmadı mânasında, denilir. Amr İbn Kelsûmun şu sözü de bu mânadadır: "Rengi beyaz asîl deve yavru tutmadı."

Ahfeş de, şöyle denildiğini söylemiştir: Rahmi hayız görmemiş olan kadın için,  denilir. İçinde su biriktiği İçin, havuz da,  diye isimlendirilir. Batmak için bir araya geldiklerinde,  "Yıldızlar bir ara­ya geldi" denilir. Harfleri ve kelimeleri bir araya geldiğinden ve içinde de pek çok ilim bulunduğundan dolayı, Kur'an, Kur'an olarak isimlendirilmiştir. Yine harfleri birbirine bitiştirdiği "Okuyucu okudu" denilir.

Bütün bu hususların böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, kanın toplan­ma vakti, ancak temizlik zamanıdır. Çünkü kan o zaman içinde,bedende top­lanır, bir araya gelir.Buna göre şayet, "Aksine, hayız zamanı bu ismi almaya daha elverişli­dir; çünkü kan bu vakit içinde rahimde toplanır denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:

Kan, rahimde kesinlikle bir araya gelmez; aksine damla damla rahmi terkeder. Temizlik zamanında, kanın tamamı bedende toplanır. Bu sebeple, te­mizlik vaktinde kanın bir araya gelme mânası, daha tam bir mânadır. Bu husustaki izahın tamamı şudur: ijijı lâfzı, toplanma manasına delâlet e-dince, toplanma ve diğer kanı ihtiva etme bakımından rahmin en müsait oldu­ğu zaman, temizliğin sonudur. (Rahim) bununla dolmasaydı, o kan dışarıya akmazdı. Kan, temizliğin başlangıcında bir araya gelmeye başlar; sonuna doğru ise, bu iyiden iyiye artar. Temizliğin son günleri, kanın en çok yığıldığı günler­dir. Böylece temizliğin sonu, gerçek mânada kur'un kendisi olmuş olur. Bu açık olan bir sözdür.

4) Aslolan, hiç bir mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme ve alıkoyma hakkının bulunmamasıdır. Bunun aksine delilin bulun­duğu zamanlarda, bu kaide ile amel etmeyi bırakırız. Bu aksi delil de "üç kur" diye adlandırılan şeyin en azı olan temizlik müddetleridir. Çünkü zaman bakı­mından, temizliğe göre iddet beklemek, hayza göre iddet beklemekten daha azdır. Binaenaleyh, bu böyle olunca, bu ayetle amel etme zaruretinden dolayı iddet bekleme süresinin en azını kabul edip, aslolanın hiç bir mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme ve alıkoyma hakkının bulunma­dığına delâlet eden delillere dayanarak, iddet bekleme süresinin en fazlasını bıraktık.

5) Hak Teâlâ'nın, "Boşanmış ka­dınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" buyru­ğunun zahiri, boşanan kadının, "kuru" diye isimlendirilen üç şeyi iddet bekle­diği zaman, sorumluluktan kurtulmasını gerektirir. Temizlik ve hayız halinden her biri, bu isimle isimlendirilir. Binaenaleyh kadının, muhayyer olarak bu zamanlardan herhangi birine göre iddet beklediğinde, sorumluluktan kurtulma­sı gerekir. Ne var ki biz temizliğe göre iddet bekteme müddetinin hayız haline göre iddet bekfeme müddetinden daha az olduğunu beyân ettik. Buna göre kadın, eksik müddetle iddet bekleme ile, fazla müddetle iddet bekleme ara­sında muhayyer olur. Durum böyle olduğunda, o kadın daha sonradan telâfi etme durumu olmaksızın, bu uzun iddet bekleme süresini terkedebilir. Böyle olabilen her şey vâcib değildir. O halde, temizlik müddetine göre iddet bekle­meden fazla olan müddete itibâr etmek vâcib değildir. Bu da, hayız durumu­na göre iddet beklemenin vâcib olmamasını gerektirir ki, elde edilmek istenen netice de budur. [222]

 

"Boşanan Kadın Üç Hayız Bekler" Diyen Ebu Hanife'nin Delilleri                 Başa Dön   

 

Ebu Hanife (r.a)'nin delilleri ise şunlardır:

1) Arapça'da "kuru", her ne kadar temizlikle hayız arasında müşterek bir lâfız ise de, bu kelime şeriatta hayız mânasında kullanılmıştır. Çünkü Hz, Peygamber {s.a.s)'tn şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hayız günlerinde, namaz kılma "[223] Bu sabit olunca Kur'an'da zikredilen kuru lâfzını, hayız mânasına almak daha uygun olur.

2) Ayette geçen, kelimesinin hayız mânasına geldiğini söylediği­mizde, "üç kurû"un tamamını yerine getirmek mümkün olur. Çünkü bu gö­rüşte otan kimse şöyle der: Boşanan kadınlara, üç hayız iddet beklemeleri gerekir. Buna göre o kadın, üçüncü hayızın sona ermesiyle mükellef olduğu sorumluluktan kurtulur. Bu ifâdenin temizlik manasına geldiğini söyleyen ise, o kadının, iki kuru ve üçüncüsünün de bir kısmıyla iddetinin sona ereceğine hükmetmiş olur. Çünkü bu kimseye göre, kocası hanımını temiz olduğu za­manın son safhalarında boşadığı zaman, o kadın bunu bir kuru sayar. Binae­naleyh, bu iki görüşün birinde kadın eksiksiz olarak üç kuru bekleme imkânına erişince, birinci görüş (yani üç hayız), ayetin zahirine daha uygun olur.

Şafiî (r.a), Ebu Hanife'nin bu görüşüne şu şekilde cevap vermiştir: A1lah'u Teâlâ, "Hacc, sayılı aylardır" (Bakara,197) buyurmuş­tur. kelimesi, cemî bir lâfızdır. Cem'in en azı da üçtür. Halbuki biz ayeti, iki ayın tamamına, üçüncüsünün bir kısmına hamlederiz. Bunları da şev­val, zülka'de ve zilhiccenin bir kısmıdır. İşte bunun gibi, burada da, bu üç ku­ru lâfzının iki tam temizlik ve bir temizliğin de bir kısmı mânasına alınması caizdir.

Mûtezile'nin imamlarından Cübbaî, Şafiî'nin bu cevâbına şu iki şekilde cevâp verir:

a) O âyette (Bakara, 197), bir delilden ötürü, zahirini terkettik. Binaenaleyh, burada delilsiz olarak âyetin zahirini terketmemiz doğru olmaz.

b) İddette, birbirine bağlı ve ekli bir bekleme bulunmaktadır. Binaena­leyh, bu "üç kuru" un tastamam beklenmesi gerekir. Halbuki hacc ayları böyle değildir. Çünkü bu aylarda birbirine ekli olan herhangi bir iş yoktur. Buna gö­re sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu aylar, bütün zamanları kapsama şartı olmaksızın, hacc yapılabilecek zamanlardır. Sonraki âlimlerimiz, Cübbâi'nin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Lâfzını temizlik mânasına hamletmek, üçten noksan olmayı ge­rektirdiği gibi, bu lâfzı hayız mânasına hamletmek de, ziyâdeliği gerektirir. Çün­kü kocası hanımını temizlik esnasında boşadığında, içerisinde hanımını boşa-dığı geriye kalan temizlik günleri, iddet müddetinden sayılmaz. Böylece de iddet müddetinde bir fazlalık meydana gelmiş olur.

Bu görüşte olanların buna karşı vermiş oldukları cevap ise, "Zaruretten dolayı kadının buna mutlaka katlanması gerekir" şeklindedir. Çünkü hayızlı iken boşamak caiz olsaydı, biz o erkeğe, hayızın sonunda boşamasını emre­derdik. Böylece de kadın, üç tam temizlik süresince iddet beklemiş olurdu. Boşama işi temizlik zamanına tahsis edilince, bu fazlalığa zarurete binaen kat­lanılmış olur. İşte bunun gibi biz de şöyle diyoruz: üç temizlik olarak kabul edildiğinde ve Allah da bize, temizlik zamanında boşamayı emrettiğin­de âyetin takdiri, içinde talâkın yapıldığı temizlik de olmak üzere, "Onlar üç temizlik müddeti beklerler" şeklinde olur.

2) Kelimesinin, toplanmaya ad olarak verildiğini söylemiştik. Tam toplanma durumu ise, ancak temizlik halinin sonunda olur. Bu açıklamaya göre de,  'a hiçbir noksanlık arız olmamış olur.

3) Allah'u Teâlâ, hayız görülmediğinde, aylara göre iddet bekleme hük­münü geçerek, 'Kadınlarınız içinde hayızdan kesilmiş kadınların iddeti hakkında şüpheye dü­şerseniz, (biliniz ki) onların iddeti üç aydır" (Talâk, 4) buyurmuş, böylece aylan, temizliğin değil, hayızın yerine ikâmeetmiştir.Ve yine aylar "kuru" un yerine getirilince, ayların tamamına itibar edilmesi gerektiği için bedelin de tamamı­na itibar edilince, tanrılık ve noksan olmamanın, kurû'da da bulunması vâcib olur. Binaenaleyh, tam üç kurû'un, hayız halinin kendisi olması gerekir. Kurû'u temizlik mânasına alırsak bu durumda vâcib olan ise, iki tam kuru ve bir kurû'un da bir kısmı otur.

4) Hz. Peygamber (s.a.s), "Cariyenin talâkı iki talaktır. İddeti ise, İki hayızdır"[224] buyurmuştur. Âlimler, cariyenin iddetinin, hür olan kadının iddetinin yansı kadar olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeple, hürrün iddetinin, hayız hali olması gerekir.

5) Cariyeleri satın alırken, rahimlerinin temiz olup olmadığının, hayız ile olduğu hususunda ittifak ettik. İşte bunun gibi iddet de, hayız ile olur. Çünkü "istibrâ" ve iddetten, aynı şey kastedilmiştir.

6) İddette asıl maksat, rahmin "berâeti" dir. Kadınların rahimlerinin ken­disiyle temiz olması istenen şey temizlik hali değil, hayız halidir. Binaenaleyh, temizlik haline değil, hayız haline itibar edilmesi gerekir.

7) "Kuru" un hayız hali olduğuna hükmetmek, bir ihtiyaç ve haram tarafı (helâl tarafa) tağlib etmektir. Çünkü, boşanan kadın üzerinden, içerisinde bo­şandığı temizlik müddetinin kalan kısmı geçip, o kadın üçüncü hayıza girdiği zaman, bu durumda biz kurû'u hayız anlamına alırsak, bu durumda başkası­nın onunla evlenmesi haram olur. Eğer "kurû"u temizlik mânasına alırsak, bu durumda başkasının o kadınla evlenmesi helâl olur. Halbuki haramlık tara­fını gözetmek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in"Bir şeyin haram ve helâl olduğu hususunda tartışıldığında, mutlaka haramlık tarafı helâllik tarafına gâlip gelir" hadisinden dolayı, daha evlâdır. Bir de, ferclerde aslolan, onların ha­ram olmalarıdır. Bir diğer husus da, bu görüş ihtiyata daha yakındır. Böylece de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Şüpheliyi bırak, şüphesiz olana geç"[225] hadisinden dolayı evlâdır. İşte bu konudaki görüşlerin tamamı bundan ibarettir.

Bil ki bu görüşler birbiriyle çelişince, tercih yapmak güçleşir. Herkes hak­kındaki Allah'ın hükmü, her bir müçtehidi içtihadının ulaştırmak olduğu netice olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz'' kavline gelince bil ki, İddetin bitimi, hayız görenler hakkında kurû'un sona ermesine, hamile­ler hakkında da çocuğunu doğurmasına bina edilip, bunu bilmek de erkekler için mümkün olmayınca, iddeti hususunda kadın kendisine güvenilir kılınmış ve mümkün bir müddet içerisinde kurû'unun sona erdiğini iddia ettiği zaman, kadının sözüne itibar edileceği belirtilmiştir. Bu müddet, Şafiî mezhebine gö­re otuziki gün ve bir saattir. Çünkü kadının durumu, onun temiz olarak boşan­dığına ve bir saat sonra hayız olduğuna, daha sonra da o kadının, hayzın en az müddeti olan bir gün bir gece hayız olduğuna; müteakiben de, temizliğin en azı olan onbeş gün temizlendiğine; daha sonra da bir gün bir gece hayız olup, sonra da onbeş gün temizlenip, en sonunda da hayız görmesine hamle­dilince, böylece kadının iddeti üç tuhûr (temizlik) ile bitmiş olur. Buna göre kadın, bu kadarını veya bundan daha fazlasını iddia ettiği zaman, onun sözü kabul edilir. Ve yine böylece o kadın hamile olup da, çocuğunu düşürdüğünü söylerse (iskât), onun sözüne itibar edilir. Çünkü aslolan, kadının emin oldu­ğunun kabul edilmesidir.

Bil ki Allah'u Teâlâ'nın, "Allah'ın kendi rahimle­rinde yarattığı şey..." tabiri hakkında müfessirlerin üç görüşü bulunmaktadır:

1) Bu, yaratılan şey hem çocuk hem de hayız olabilir. Çünkü, kadının bu iki şeyi gizlemede birçok gayeleri bulunmaktadır. Hamileliğini gizlemedeki mak­sadı, onun kurû'a göre iddetinin sona ermesi, çocuğunu doğurması ile idde-tinin sona ermesinden daha kısa sürede olmasıdır. Buna göre kadın, hamileliğini gizlediğinde iddet müddeti kısaltmış olur, bu sebeple de kocaya varması çabuklaşır. Yine o kadın, birinci kocasının kendisine başvurmasını ço­ğu kez yadırgayarak, başka bir koca ile evfenmek isteyebilir. Veyahut da o ka­dın, bu çocuğun ikinci kocasından olduğu zannını vermek isteyebilir. İşte bu maksatlardan dolayı, kadın hamileliğini gizlemiş olur.

Kadının hayzını gizlemesinden maksadı ise şu olabilir: O kadın hayız gö­rebilen kadınlardan olduğu halde, kocası onu boşadığı zaman, bu kadın, bi­rinci kocası kendisine müracaat etmesin diye bazan iddetini uzatmak, bazan da, kocasının kendisine başvurmasını temelsiz bırakabilmek için iddetini kı­saltmak ister. Bu da ancak, bazı zamanlar kadının hayzinın bir kısmını gizle-mesiyle mümkün olur. Çünkü o kadın, önce hayız olup, bunu erkeğinden saklayıp, ikinci hayızda yeni hayız olduğunu söylerse, böylece o kadın iddeti­ni uzatmış olur. Kadın üçüncü hayzinın da meydana geldiğini gizlerse, aynı durum söz konusudur. Yine kadın hayzinın devam ettiğini gizlediğinde, bu du­rumda kocasına geri dönme yolunu kesmiş olur. Binaenaleyh kadının hami­leliğini gizlemede bir maksadı olduğu gibi, hayızını gizlemede de bir maksadının olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de, âyet-i kerimedeki nehyi bu iki şeyin ikisine de hamletmek gerekir.

2) Bundan maksat, kadının sadece hamileliğini gizlemesini yasaklamak­tır. Bu görüşte olanlar, görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:

a) Hak Teâlâ,Rahimlerde, sizi dilediği gibi şekillendiren  O'dur" (Al-i imran, 6) buyurmuştur.

b)  Hayız rahimden dışarı çıkar. O, rahimde yaratılmış değildir.

c) Hak Teâtâ'nın, "Allah'ın,rahimlerinde yarat­tığı şey..." tabirini, şerefli bir cevher olan çocuğa hamletmek, onu, son dere­ce âdî ve pis olan bir şeye hamletmekten daha evlâdır. Bil ki bu görüşler za­yıftır. Çünkü âyetin amacı, kadını, kimsenin muttali olamtyacağı ve kendisiyle nikâhın haram veya helâl olabileceği durumla saklamasından men etmek olun­ca, lâfzı bütün bunlara hamletmek gerekir.

3) Bundan maksat, kadının hayzını gizlemesini yasaklamaktır. Çünkü bu ayet lâfzının peşinden zikredilmiştir. Halbuki, daha önce hamilelik­ten bahsedilmemiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Hak Teâlâ'nın, buyruğu makabline nisbet edil­meksizin kendi başına müstakil ve müste'nef bir sözdür. Binaenaleyh rahim­de yaratılan her şeye hamledilmesi gerekir.

Hak Teâlâ'nın, "Eğer onlar' Allah'a ve a-hiretgününe inanıyorlarsa" âyetinden maksat, bu yasağın, o kadının mü'min otmast şartına bağlanmış olması değildir. Aksine bu, senin zâlim olan bir kim­seye, "Eğer mü'min olsaydın, imanının bana zulmetmene mâni olması gerekirdi" mânasını murad ederek, demen gibidir. Şüphe yok ki bu, kadınlar için çok şiddetli bir tehdittir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı şehâdet konusunda"Kim o şehâdeti gizlerse, mu­hakkak ki onun kalbi günahkârdır" (Bakara, 283) buyurması."Eğer birbirinizden emin olduysanız, kendisine emânet edilen adam, emânetini eksiksiz ödesin ve Habbi olan Allah'tan korksun" (Bakara,283) buyurması gibidir. Âyet, birşey hususunda kendisine güvenilen, daha sonra da o şeye hiyânette bulunan her­kesin hâlinin, Allah katında çok zor ve çetin olduğuna delâlet eder. [226]

 

"Kocaları, bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten daha müstehaktır. Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki haklan gibi kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkekler onlar üzerinde (daha üshın) bir dereceye sahiptirler. Allah aziz ve hakimdir" (Bakara. 228).

 

Bil ki bu, talâkla ilgili otan üçüncü hükümdür. Bu hüküm de, talâkın "ric'î oluşudur. Ayette geçen  ifâdesi hakkında İki görüş vardır:

a) Bunun, ve kelimeleri vezninde, kelimesinin çoğulu olmasıdır. Bu kelimenin sonunda tâ harfi, çoğulluktan do­layı kabul edilen müennesliği te'kid etmek için ziyâde olarak getirilmiş olan bir harftir. Bunu cemi olan her isimde getirmek caiz değildir. Aksine dilcilerin, Araplardan naklettikleri kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ  coğulunda.çoğulunda denilmez. Bil ki ismi, kan koca için kullanılan müşterek bir lâfızdır. Kadına, çoğu lûgatlerde. lügatlerin en fasîh olanında,  denildiği gibi, aynı şekilde ona,  de denilir. Karı kocaya  denildiği  de denilir. Söylendiğine göre,   keli­mesinin aslı efendi ve mâlik demektir. Arapçada,  "Sahibi kim?" denildiği gibi,  de denilir: "Bu devenin sahibi kimdir?"  putperestlerin rab edinmiş oldukları putun ismidir de... Kadınlar, kocala­rını,  (efendim..) diye de çağırırlar.

b) Masdardır. Erkek koca olduğu zaman, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman da, ulu denilir. Hadisde de Hz. Peygamber (s.a.s) teşrik günleri hakkında,"Onlar, yemer içme ve cinsi münasebet günleri­dir"[227] buyurmuştur. Kocası ile iyi geçindiği zaman kadın için,  denilir.Şu hadîs-i şerif de bu manadadır:"Siz kocalarınıza karşı muameleyi güzel yaptığınız zaman..." Bu izaha göre ayetin manası, "Kadının kocasının tarafı daha lâyık­tır..." şeklinde olur.

Allah Teâlâ'nın, kavlinin manası "Onlar bu bekleme müddeti içerisinde hanımlarına dönmeye daha müstehaktırlar" şeklindedir. Bununla ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci Soru: Bu hususta kocadan başkasının bir hakkı olmadığı halde, daha müstehak, denilmesinin faydası nedir?

Cevap: Buna iki yönden cevap verilir:

1) Allah Teâlâ, bundan önce, "Allah 'm,kendt rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri onlara helâl olmaz" buyurmuştur. Bu sözün takdiri şöyledir: "Eğer o kadınlar, bir başka koca ile ev­lenmek için, rahimlerinde olan çocukları saklarlarsa, işte bunu yaptıkları zaman ilk koca o kadınlara müracaat hususunda, ikinciden daha müstehaktır." Çün­kü ikinci koca için sadece zahirî bir hak bulunmaktadır. İşte bundan dolayı, Allah Teâlâ, birinci kocanın ikinciden daha fazla hak sahibi olduğunu beyân etmiştir. Yine kadın "kuru" larının bittiğini iddia edip de, sonra da kocasının aksini bildiğini söylerse, iddet içerisinde kadına müracaatta birinci koca, ikin­cisinden daha müstehak olmuş olur.

2) Kadın, iddet beklediği zaman, iddetin bitiminde nikâhını sona erdirme hakkı vardır. Kadınlar için, kocanın hakkını iptali tazammun eden böyle bir hak söz konusu olunca; kocalar için de kadına dönme (ric'a) hakkı, onların iddet-lerini iptal etme hakları olması bakımından Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmuş olması caizdir.

İkinci Soru: Ayetteki, kelimesinin manası nedir?

Cevab: (döndüm) manasında, denilir. Nitekim Allah Teâ­lâ, Kur'an'da bir yerde "Eğer ben Rabbime döndürülürsem" (Kehf,36): bir başka yerde de,"Eğer döndürülür isem..." (Fussilet, 50) buyurmuştur.

Üçüncü Soru: İddetli olduğu müddetçe, daha önce olduğu gibi, onun ha­nımı sayıldığı halde, ric'i talâkla boşanmış kadın hakkında, ayetteki  "Onları geri almaya.. " ifâdesinin manası nedir?

Cevap: Redd ve ric'at iddet beklemenin iptalini gerektirir. Binaenaleyh o kadın iddetli olduğu müddetçe kocanın hakkını iptal etme hususunda bir câ­riye gibi olur. Koca da o kadına geri dönmekle bu cariye gibi oluş durumunu ortadan kaldırmış olur. İşte bundan dolayı ric'at (geri dönme), ayette "redd" kelimesiyle ifâde edilmiştir. İmam Şafiî (r.a)'nin mezhebi, o kadından istifade etmeyi, ancak erkeğin ric'atinden sonra helâl sayar. Şafiî'nin mezhebine gö­re "redd" hususunda şu iki şey vardır:

a)  Bu, kadını iddet bekleme halinden, beklememe halini döndürmedir.

b)  Kadını, haram olmaktan helâl hale döndürmektir.

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Allah'ın, Bu (müddet}içinde.." de­mesinin faydası nedir?

Cevap: Erkeğin, hanımına müracaat etme hakkı, ancak o iddet bekleme vaktinde söz konusudur. Bu vakit sona erdiğinde, kocanın dönme ve müraca­at etme hakkı geçersiz olur.Hak Teâlâ'nın buyruğunun manası, "eğer o kocalar arayı düzeltmeyi ister, zarar vermek istemezler ise, müracaat etmeye daha lâyıktırlar" şeklindedir. Bunun bir benzeri de,'Kadınları boşadmız da onlar da fddetlerfnf bitirdiler mi artık onları ya İyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. (Fakat) onları, sırf zulmedebilmeniz için, za­rarlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa, muhakkak kendine zulmetmiş olur" (Bakara. 231) ayetidir. [228]                                                           .

                 Başa Dön   



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/5-7.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/7.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/7-10.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/10-11.

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/11.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/11-13.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/13.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/13-15.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/15.

[10] Müslim, Akdiye. 10-14 (3/1340-1341). (Benzeri bir hadis).

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/15-16.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/16-17.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/17.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/17-18.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/19.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/19-20.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/20-22.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/22.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/22.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/22.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/23.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/23.

[23] Benzeri bir hadis İçin bkz. Tirmlzi, Kader. 15 (5/455).

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/23-26.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/26.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/27-28.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/28.

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/28.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/28-29.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/29.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/29.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/29.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/30.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/30.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/30-31.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/31.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/31.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/31.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/32.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/32-35.

[41] Teşbih; Allah'ın mahlûkata benzediğine inanmaktır.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/35-41.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/41.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/41.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/41-42.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/42.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/42.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/42-44

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/44

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/44

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/45

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/45-46

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/46

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/46

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/46-47.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/48.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/48-49.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/49.

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/49-53

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/53-55.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/55-58.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/58-59.

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/59.

[64] Buhâri, Kader, 3 ; Müslim, Kader, 22-25 (4/2047-2049); Tirmizi, Kader, 5 (4/447). (Yakın ifâdelerle.)

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/59-64.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/64.

[67] Müslim, Cuma, 19-21 (2/585-586).

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/64-68.

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/68.

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/68-69.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/68-69.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/69-70.

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/70.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/70-71.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/71.

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/71-72.

[77] Buhari,İkrah,1.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/72-75

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/75-76.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/76-77.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/77.

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/78.

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/78.

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/78-79.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/79.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/79-80.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/80-82.

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/82.

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/82-83.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/83.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/83-84.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/85.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/85-86.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/86.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/86.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/86-87

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/88.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/88.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/89.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/89-91.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/91-92.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/92.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/93.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/93-96.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/96-97.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/98-99.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/100-101.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/101-103.

[113] Buhari, Cihâd, 37.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/103.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/104.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/104-105.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/105.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/105-106.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/106-107.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/108.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/108-109.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/110.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/110-112.

[124] Nesai, Eşribe, 48 (8/324).

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/112-116.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/116-117.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/117-118.

[128] Müsned. 1/446.

[129] Fakat bunlar üzerine para yatırmak,bahis oynamak, kumardır (Ç).

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/118.

[131] Nesai. Eşribe. 44 (8/315). {Benzeri bir metin ile).

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/118-120.

[133] Şu hadis-i şenfe işaret ediyor  (Ebu Davud, Eşribe, 2; Ibn Mace, Eşribe. 2)

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/120-121.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/121.

[136] İbni  Mâce, Zekât 4 (1/570).

[137] Benzer bir metin ile Müslim. İmâre, 10 (3/1454); Ebu Dâvud, Itâk, 9 (4/27).

[138] Darimî. Zekat, 25 (1/391).

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/121-123.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/123.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/123-124.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/125.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/125-126.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/126-127.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/127.

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/127-129.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/129-130.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/130.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/130-131.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/131.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/132-133.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/133.

[153] Tirmizi, Nikâh 14 (3/407) (kısmen); Keşfu'l-Hafâ. 2/369.

[154] Buhâri, Talak. 4: Tirmizi, Nikâh. 27 (3/427).

[155] Keşfu'l-Hafâ, 2/320 (Birinci kısım); Tirmizi, Hudud. 24 (4/58) (ikinci kısım, değişik ifâde ile).

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/133-135.

[157] Müslim, Cihâd, 3.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/135-138.

[159] Muvatta, Zekât, 23 (1/207).

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/138-140.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/140-142.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/142-143.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/143.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/143.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/143.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/143-144.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/144.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/144-145.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/145.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/145-146.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/146.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/147.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/147.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/147-148.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/148-150.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/150-151.

[177] Buhari, Hayz, 8. 19.

[178]  Bu deyim, "Bu iş, her iki taralın da faydasına olan bir iştir" anlamındadır. (Ç).

[179] Camiu's-Sağır, 1/53; Tirmizi, Taharet, 95 (1/228).

[180] Tirmizi, Taharet, 95 (1/223).

[181] Müslim, İman. 132.

[182] Buhari, Hayz. 24.

[183] Ebu Davud, Tahare, 106 (1/71).

[184] Ebu Davud, Tahare, 106, 107 (1/73,74,75).

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/151-155.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/155-156.

[187] Burada bir sehiv olmalı. Çünkü Hafs rivayetinde bu kelime,  şeklindedir (Ç).

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/156-157.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/157-158.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/158-159.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/159-160.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/161.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/161.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/161-162.

[195] Tirmizî, Taharet, 102. (Benzeri hadis), (I/243).

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/162-166.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/166-168.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/168-170.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/170.

[200] Nesai. Cuma. 22 (HI/104). Nesai. Cuma. 22 (HI/104).

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/171.

[202] Ebu Davud, Eymân ve Nüzûr, 6 (III/223).

[203] Buhari, Humus, 15; Eymân, 1.

[204] Buhari, Humus, 15; Eymân. 1.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/172-175.

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/175-176.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/176.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/176-177.

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/177.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/177-178.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/178-179.

[212] Tard, illet bulunduğu zaman hükmü gerektiren şey.

[213] Aks; illeti olmadığı için, hükmün de bulunmamasıdır.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/179-180.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/181-182.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/182-185.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/185.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/186-188.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/188-189.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/189-190.

[221] Tâbiîn'in şu meşhur yedi fakihine fukahâ-i seb'a (yedi fakih) denilmiştir: Sa'ld b. el-Müseyyeb, el-Kasım b. Muhammed, Urve b. Zûbeyr. Hârice b. Zeyd, Ebu Seleme b. Abdurrahman. Ubeydullah b. Abdul­lah, Süleyman b. Yesar.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/190-193.

[223] Buharı. Hayz, 24 ("Hayızlı olduğun günler süresince...").

[224] İbn Mace. Talâk, 30 (1/672).

[225]  Buharı. Büyü 3.

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/193-197.

[227] Müslim, Sıyâm, 144.

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/198-200.