Birinci mesele,
"Hased"i kınamak hakkındadır. Hasedin mezmum olduğuna birçok haber
delalet et-
mektedır:
a)
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Ateşin odunu
yiyip bitirmesi gibi hased de iyilik ve hasenatı yiyip bitirir "[1].
b) Enes
(r.a) şöyle demiştir: Biz bir gün, Hz.Peygamber (s.a.s)'in yanında oturuyor
idik. Derken, O, "Şu uzak yoldan, şu anda size cennetliklerden bir adam
gelecek ..." Çok geçmeden, abdestinden ötürü sakalını sıvazlayan ve
nalinlerini de sol tarafına asmış olarak, ensardan bir adam çıkageldi ve selâm
verdi. Ertesi gün olunca, Hz.Peygamber (s.a.s) aynı sözü söyledi ve yine aynı
adam geldi. Üçüncü günde de Hz.Peygamber (s.a.s) daha önce söylemiş olduğu
sözleri söyledi, yine o adam çıkageldi. Hz.Peygamber (s.a.s) meclisten kalkıp
gidince, Abdullah ibn Amr ibn el-As (r.a) o adamı izleyerek ona şöyle dedi:
"Ben, babama darıldım, bunun için üç gün yanına varmamaya yemin ettim;
beni senin evine götürmeyi uygun görürsen, ben buna hazırım!" Adam Duna
"evet!" dedi. Böylece Abdullah o adamın yanında üç gece kaldı.
Abdullah, o adamın geceleyin hiç bir şeye kalkmadığını, ancak yatağında sağa
;ola döndükçe Allah'ı zikrettiğini, geceleyin sadece sabah namazı için kalktığını
gördü; ondan da sadece hayırlı sözler duymuştu.
Üç gün geçince, onun
amelini neredeyse küçümseyerek, {Abdullah sözüne devamla) dedim ki: "Ey
Allah'ın kulu, benimle babam arasında bir dargınlık ve ayrılık yoktur. Ancak
Allah Resulünün şöyle dediğini duydum da, bunun üzerine senin amellerini
öğrenmek istedim. Fakat çok bir şey yaptığını görmedim; seni bu makama
ulaştıran şey nedir?" O adam: "Gördüğünden başka hiçbir şey
değildir" dedi. Ben çıkmak üzere döndüğümde, o beni çağırarak şöyle dedi:
"Beni bu dereceye yükselten, senin gördüğünden başka bir şey değildir, ne
var ki ben kendimde müslümanlann herhangi birine karşılık bir kusur, bir ayıp
ve Allah'ın o kimseye vermiş olduğu nimetlere karşılık hiç kıskançlık
duymam." Bunun üzerine Abdullah, "Seni bu dereceye ulaştıran şey
gerçekten büyük şey; buna takat getirilemez" der.
c)
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Sizden Önceki
ümmetlerin hased, buğz ve kin hastalıkları size de geçti. Bunlar kökünden
kazıyan şeylerdir. "Saçı kökünden kazıyan şeyler" demiyorum,
fakat "dini
kökünden kazıyan şeyler" (diyorum) "[2]
d) Resûl-i
Ekrem (s.a.s) söyle buyurmuştur:
''ümmetime (daha
önceki) ümmetlerin hastalığı bulaşacaktır. "Sahabe: "Ümmetlerin
hastalığı nedir?" diye sordular. O şöyle dedi: " Taşkınlık,
şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden
uzaklaşmak ve hasedleşmek. Öyle ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi
olur."
e) Hz.Mûsâ
(a.s), Rabbiyle konuşmaya gittiği zaman Arş'ın gölgesinde gıbta ettiği bir adam
gördü ve, "Bu adam Rabbi katında şereflidir" diyerek, Rabbinden onun
ismini kendisine bildirmesini istedi. Cenâb-ı Hak, o adamın ismini bildirmedi
fakat şöyle dedi: "Sana o adamın fiillerinden üçünü söyleyeceğim: O,
Allah'ın kendilerine verdiği lûtuflar hususunda insanlara hased etmez, ana
babasına âsî olmaz ve koğuculuk yapmazdı."
f) Hz
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki
Allah'ın nimetlerinin düşmanları vardır." "Bunlar kimlerdir? diye
soruldu. O, "Allah'ın İnsanlara verdiği nimetlere hased edenlerdir
buyurdu.
g)
Peygamberimiz (s.a.s) buyurmuştur ki:
A/fi feş/t kimse
hesaptan önce cehenneme girerler: Zulümleri sebebiyle idareciler, ırkçılıkları
sebebiyle Araplar, kibirleri sebebiyle mahallî yöneticiler, hıyanetleri
sebebiyle tüccar, cahillikleri sebebiyle mahalle sakinleri ve hasedleri
sebebiyle âlimler."
Bu husustaki diğer
haberlere gelince bunlar şunlardır:
1) Hikaye
edildiğine göre Avf b. Abdullah, el-Fadl b. Muhalleb'in yanına girer. O esnada
el-Fadl Vâsıt şehrinde bulunuyordu. Ona, "Sana bir hususta Öğüt vermek
istiyorum; kibirden sakın, çünkü kibir iblisin Allah'a isyanına sebeb olan ilk
günahtır" dedi ve şu âyeti okudu:
Hanı biz, meleklere
"Adem'e secde edin" dediğimizde; onlar iblis müstesna, hemen secde
etmişlerdi. O (secde etmekten) kaçınmış ve büyüklenmek istemişti" (Banara,
34). "İhtirastan da sakın çünkü o Adem'i cennetten çıkardı. Allah onu,
genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennete yerleştirmiş iken, o sünnetteki
yasak ağaçtan yedi de Allah onu cennetten çıkardı" dedi ve sonra
"(Sizin ikiniz) ininiz oradan" (Tahâ, 123) âyetini okudu ve son
olarak, "Üasedden de sakın çünkü Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Hâbili ona lased
ettiği zaman öldürdü" deyip şu ayeti okudu:
Onlara, Adem'in iki
oğlunun haberini gerçek olarak oku" (MAMe. 27).
2)
İbnu'z-Zübeyr (r.a) şöyle demiştir: Ben dünya işine dâir herhangi bir hususta
hiç kimseye hased etmedim. Çünkü eğer o kimse cennetliklerden ise, ıetin
yanında hiç değeri olmayan dünyadan ötürü ona nasıl hased edeyim? Yok eğer o,
cehennemliklerden ise, cehenneme gidecek birisi için dünya işi hususunda ona
nasıl hased edeyim?"
3) Bir adam
Hasan el-Basri (r.a)'ye: "Mü'min hased eder mi?" dedi. O da cevaben:
"Yakub (a.s)'un oğullarını unuttun mu? (Eder,) ancak sen onu eline ve
diline bulaştırmadıkça sana zarar vermez" demiştir.
4) Muaviye
fr.a) şöyle demiştir: "Hased edenden başka her insan memnun edilebilir.
Çünkü hased edeni ancak kıskandığı nimetin yok olması memnun eder."
5) Denildi
ki: Hased eden kimse, bulunduğu topluluklardan ancak kınama ve zemme,
meleklerden lanete ve buğza, diğer varlıklardan gam ve kedere, kıyamette korku
ve dehşete, mahşer yerinde de rüsvaylık ve cezaya nail olur."
[3]
İkinci mesele hasedin
hakikati hakkındadır. Allah, mü'min kardeşine bir nimet ihsan ettiğinde, eğer
sen o nimetin yok olmasını istersen, işte bu haseddir.
Eğer o nimetin bir
benzerinin kendin için olmasını arzu edersen, bu da gıbta ve iyilikte
yarışmadır. Hasede gelince, bu her halükârda haramdır. Ancak bir tacirin
(günahkârın) veya bir kâfirin elde edip, şer ve bozgunculuk yoluna yardımda
kullandığı nimet müstesna. Bu nimetin yok olmasını istemek günah değildir. Çünkü
sen, bu nimetin yok olmasını, bir nimet olduğu için değil, o nimet ile fesada,
şerre ve kötülüklere yol açıldığı için istiyorsun. Hasedin söylediğimiz mânaya
geldiğini gösteren âyetler şunlardır:
1) Şu anda
tefsir ettiğimiz âyettir ki o da şudur: "Ehl-i Hitap'tan birçoğu,
içlerindeki hasedierinden Ötürü, imân etmenizden sonra sizi küfre döndürmek
istediler" {Bakara. 109). Cenâb-ı Hak bu âyette, Ehl-i Kitab'ın, imân
nimetinin yok olmasını istemesinin bir hased olduğunu bildirmiştir, gibi sizin
de inkâr etmenizi böylece onlarla aynı olmanızı istediler' ' (Nisa, 86)
"Eğer size bir iyilik dokunsa, bu on/an
endişelendirir. Ama eğer size bir kötülük isabet edeıse, buna da sevinirler
" (Ali-imran,ıao). Bu sevinç, onların (müslümanların) başına gelen
musibete sevinmektir. Buna göre hased ile başkasının başına gelen be'â-ya
sevinmek birbirinden ayrılmayan iki vasıftır.
4) Cenâb-ı
Hak, Yûsuf (a.s)'un kardeşlerinin hasedini anlatarak onların kalblennaeki bu
duyguyu şöyle bildirmiştir:
"(O kardeşler)
şöyle demişlerdir: 'Yusufla kardeşi, babasının yanında muhal kak bizden daha
sevgilidir. Halbuki biz bir cemaatız. Babamız her halde açıl bir yanlışlık
içindedir. YusuCu öldürün. Yâhud onu (ıssız) bir yere atın ki, be banızm
teveccühü yalnız size has olsun" (Yûsuf, 8-9) Böylece Cenâb-ı Hak, Yû
suf'un kardeşlerinin Yûsuf'a olan hasetlerinin, Yûsuf'un o nimetlere mazha
olmasından hoşlanmamalarından ibaret olduğunu açıklamıştır.
5) "Ve
onlar, onlara veriL şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu
hissetmezler" (Haşr, 9) âyetidir Yani, onların kalbleri daralmaz ve
kederlenmezler demektir. Böylece Allah on lan, hased etmemekle övmüştür.
6)
Hak Teâlâ yine hasedi kabul etmeme sadedinde:
"Yoksa onlar,
Allah'ın onlara vermiş olduğu fazlından dolayı insanlara haset mi ediyorlar?"
(Nisa, 54) buyurmuştur.
7) Cenâb-ı
Hak: İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere
pey fpmberler yolladı ve -ihtilâf ettikleri hususta aralarında hükmetsinler
diye- be2perlerinde hak olarak kitaplar indirdi. Bu kitap hususunda ancak,
kendilerine raçık âyetler geldikten sonra kendilerine kitap verilmiş olanlar
aralanndal -setlerinden dolayı, ihtilâf etmişlerdir" (Bakara, 213)
buyurmuştur. Bir tefsire göre kelimesinin mânasının, demek olduğu söylenmiştir.
8) Onlar
ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü
ayrılığa düştüler" (Şûra 14)âyeti. Allah, onların aralarını, kendisine
itaat içinde onların kalblerini birbirine ısındırmak için, itmi indirmiştir.
Onlar ise, birbirlerine hased edip, ayrılığa düşmüşlerdir. Çünkü onların her
biri tek başına lider olmayı ve yalnız kendisine müracaat edilmesini
istemiştir.
9) Abdullah
ibn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler, Hz.Peygamber (s.a.s)'r bî'setinden önce
bir kavim ile savaştıktan zaman, "Biz, bize göndermeyi va -adettiğin
peygamber ve indireceğin kitap hürmetine, senden ancak bize yardım etmeni
istiyoruz" diyorlardı. Böylece oniar, Allah'ın yardımına na oluyorlardı.
İsmaîl (a.s)'in soyundan olan Hz.Peygamber (s.a.s) gelince, onlar O'nu
tanıdılar. Ama, O'nu tanıdıktan sonra, O'nu inkâr ettiler. İşte bunun üzer -ne
Cenâb-ı Hak:
"Halbuki onlar
daha önce, inkâr edenlere karşı, (gelecek olan nebi'yi vesile* ederek) fetih
istiyorlardı. Ama ne zaman, tanıdıkları şey onlara gelince, O 'ı inkâr ettiler.
İşte Allah 'm laneti kâfirleredir. Hased ederek Allah m indirdiğin inkâr
etmeleri suretiyle karşılığında nefislerini sattıkları şey ne kötüdür!"
(Bakara. 69-90) buyurmuştur. Buradaki1 mânasına gelir.
Safiyye binti Huney
(r.anha), Hz.Peygamber (s.a.s)'e şöyle demiştir: "1 bam ve amcam senin
yanından gelmişlerdi. Babam, amcama, "O'nun hakkında ne dersin?"
dedi. Amcam, "O, Hz.Mûsâ (a.s)'nın müjdelemiş olduğa peygamberdir derim,
ya sen ne dersin?" deyince, babam, "Hayatta olduğur sürece, ona
düşmanlık yapmayı düşünürüm" dedi. İşte, böyle bir karar ver- mek, haset
neticesinde verilen bir hükümdür.
[4]
Hayırda yarışmaya
(münâfese) gelince, bu haram değildir. Bu kelime (nefis olmak) kökünden
müştaktır. Bunun haram olmadığına delâlet eden pekçok husus bulunmaktadır.
a) Cenâb-ı
Hakk'ın: "yarışacaklar işte bunda
b) Hak
Teâlâ'nın: "Habbinizden olan bir mağfirete doğru yarışınız"
(Hadid,2i) âyetidir. "Müsabaka" ancak birşeyi elden kaçırmak korkusu
olduğu zaman olur. Bu, efendilerine hizmet hususunda yarışan iki kölenin
durumuna benzer; çünkü onlardan her birisi, arkadaşının kendisini geçip de,
efendisi nezdinde kendisinin elde edemiyeceği bir mertebeye ulaşmasından endişe
eder.
c)
Hz.Peygamber (s.a.s), şöyle buyurmuştur:
"Ancak /ki kimseye hased (gıbta) edilir: Allah'ın,
kendisine bir mal verip de, bunu Attan yolunda harcayan kimse ile; yine
Allah'ın, kendisine bir üim verip de onunla amel ederek, onu insanlara Öğreten
kimse..."[5] Bu hadîs, hased lafzının,
bazan yarışmak mânasına alınabileceğini gösterir.
Sonra biz deriz ki,
yarışmak duruma göre vâcib, mendûb veya mubah otur. Yarışmanın vâcib olmasına
gelince bu, imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi, nimetler dinî ve
vacib nimetler olduğu zamandır. İşte bu durumda kişinin bu gibi şeyleri elde
etmeyi istemesi, kendisine vâcib olur. Çünkü bu vâcib olmazsa, o kimse günah
işlemeye razı olmuş olur ki, bu da haramdır.
Ama, nimetler, Allah
yolunda İnfak etmek, insanlara bir şeyler öğretmek için kollan sıvamak gibi
mendûb olan faziletler nevinden olursa, bu nimetlerde yarışmak mendûb olur.
Nimetler, mubah olan
nimetler cinsinden olursa, bu nimetlerde yarışmak da mubah olur.
Özet olarak
diyebiliriz ki, kınanmış olan şey, nimetin başkasının elinden çıkmasını istemek
ve arzulamaktır, ama o nimetin kişinin kendisi için de olmasını arzulaması ve
kendisindeki eksikliğin gitmesini istemesine gelince, bu kınanacak birşey
değildir. Ancak burada bir incelik vardır. Bu incelik de şudur: Başkasına
nisbetle, bir kimseden noksanlığın gitmesinin iki yolu vardır
1)
Başkasında olan şeylerin, kendisinde de olması;
2) Başkasında
olan şey kendisinde olmadığı zaman, o şeyin o başkasının elinden çıkması. İki
yolun birinden ümit kesildiği zaman, kalb diğer yolu arzu lamayı sürdürür. İşte
burada eğer o kişi, kalbini yokladığında, "Şayet ben bı üstünlük ve
fazileti öteki şahıstan gidermeye kadir olmam halinde, mutlaka giderirdim"
hissini bulursa, mahzurlu olan hased içinde olduğu anlaşılır. Eğe o kalbini,
"Takvası, onun kalbini, başkasından bu nimetin izâlesini istemekten
alıkoyacak" biçimde bulursa, bu durumda Allah'ın bunu affetmesi umulur.
Belki de bu, Hz.Peygamber (s.a.s)'in:
"Üç şey vardır
ki, mü 'min bunlardan kurtulamaz. Hased, zan ve bir şeyden uğursuzluk sezmesi''
Sonra Hz.Peygamber (s.a.s) sözüne devamla şöyle dedi: "Kişinin bunlardan
bir kurtuluş yolu vardır. Bu şudur: Hased ettiğin zaman, onun gereğini
yapma!.." Yani kalbinde hased hususunda herhangi bir şey hissedersen, onu
tatbikat sahasına koyma. Hasedin hakikati hususunda söylenecek sözler bunlardır
ki, bunların hepsi Şeyh Gazzali'nin (Allah ona rahmet etsin) sözlerindendir.
[6]
Üçüncü mesele, hasedin
mertebeleri hakkındadır, Allan rahmet etsin Gazali (rahmetullahi aleyh) hasedin
dört mertebesi olduğunu söylemiştir:
1) O nimet
kendisinde bulunmaması halinde insanın, başkasındaki nimetin yok olmasını arzu
etmesidir ki, bu hasedin doruk noktasıdır.
2) İnsanın
bir nimetin başkasından zail olup, kendisine gelmesini arzu etmesidir. Bu,
meselâ kişinin, başkasının elinde olan güzel bir ev, güzel bir kadın veya
itibarlı bir makama karşı arzulu olmasıdır. Bu insan, o şeylerin kendisinin
olmasını ister. Buna göre bizzat istenen, o şeylerin kendisinin ot-nasıdır. O
nimetler elinde olan kimseden onların zâii olmasını istemek arızî ;başka bir
sebebten dolayı) matlûbdur.
3) İnsanın,
nimetlerin sahibinin elinden gitmesini arzu etmeyip, aynı nimetlerin kendisi
için de olmasını istemesidir. Eğer o nimetlerin aynısını elde etmekten âciz
olursa, o zaman onun kendisinden farklı olmaması için, o insanın da bu
nimetleri etinden kaçtrmasınt ister.
4) İnsan,
aynı nimetlerin kendisi için de olmasını arzular, ama elde edemediği zaman da
başkasının elindeki o nimetlerin zail olmasını istemez. Bu ?eşid hased, dünyevî
nimetler hususunda olursa, Allah bunu affeder; eğer di-ıî hususta olursa, bu
daha da güzeldir.
Sayılan bu hased
mertebelerinden üçüncüsü bazan kınanır, bazan kınan-naz. İkinci çeşit ise,
üçüncüsünden daha hafiftir. Birinci mertebe tamamen nezmûm (kınanmış) tır.
Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Allah’ın
bazınıza, diğerlerinize nazaran üstün kıldığı şeyi temenni etmeyiniz"
(Nisa, 32) buyurmuştur. Binaenaleyh o nimetlerin benzerini temenni etmek mezmûm
değil, ama o nimetin bizzat kendisini temenni etmek mezmûmdur.
[7]
Gazzali (rh.a) hased
için yedi sebeb zikretmiştir:
1) Düşmanlık ve Öfke: Çünkü, insanın kalbi kendisine eziyet veren kimseye
bugzeder ve ona karşı of-
kefenir. Bu öfke, kini
doğurur. Kin ise, düşmanını
yenme ve ondan intikam
alma hissini doğurur. Eğer buğzeden kimsenin kendisi, düşmanını yenmekten âciz
olur ise, düşmanını zamanın yenmesini arzular. Düşmanının başına bir belâ ve
musîbet geldiği zaman sevinir, onun eline bir nimet geçtiğinde ise, bu nimet
hased edeni üzer. Bu böyledir, çünkü bu onun istediğinin aksidir. O hâlde
hased, buğz ve düşmanlığın (evâzımındar olup, bunlardan ayrı düşünülemez. Bu
konuda mümkün olan en ileri şey, in sanın içindeki düşmanlığı ortaya koymaması
ve içindeki hasetten hoşlanma-masıdır. İnsanın, birisine buğzedip, sonra da
buğzettiği şahsın belâ ve hayırlarını aynı karşılaması imkânsızdır. Hasedin bu birinci çeşidiyle
Allah Te âlâ kâfirleri vasfetmiştir. Çünkü şöyle buyurmuştur:
"Onlar sizinle
karşılaştıkları zaman "inandık" derler, sizin yanınızdan ayrı
dıklanndar size olan öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. (Habibim) de ki: Ki
nlntzden geberiniz. Şüphesiz Allah kalblerin sahib olduğu (düşünceleri) biliı
Size bir iyilik dokunduğunda, bu nimet o kâfirleri üzer. Eğer başınıza bir kötü
iük gelir ise, onlar buna sevinirler" (aı-i imrar, 119- no y
Yine Hak Teâlâ:
"Onlar size sıkıntı vereceh şeyleri arzu ederler. Hakikaten onların
buğzlan ağızlarından (taşıp) dışı vurmuştur" (Ai-ıimran, 118) buyurmuştur.
Bil ki hased çoğu zaman çekişmeye ve vuruşmaya sevkeder.
2) Üstünlük:
Çünkü insanın; emsalinden biri kendisine üstünlük taslaya bileceği yüksek bir
makama ulaştığı zaman, ona üstünlük sağlar. İnsan bune tahammül edemez. Bu
yüzden bu makamın onun elinden gitmesini arzu eder.
Halbuki onun maksadı
tekebbür etmek değil, aksine onun kibrini savuşturmaktır. Çünkü bu insan
eşitliğe razı olmuş, fakat onun üstünlük sağlamasına razı olmamıştır.
[8]
Hizmetinde Kullanma Duygusu: Başa Dön
3) İnsanın
tabiatında, başkasını hizmetinde kullanma duygusu bulunup, bu maksadını elde
etmek için başkasının elindeki nimetin zail olmasını istemesidir; Ekseri
kâfirlerin Hz.Peygamber (s.a.s)'e karşı olan hasedleri bu türdendir. Çünkü
onlar, "Bir yetim nasıl bizim başımıza geçer de, biz nasıl ona baş
eğeriz?"
Bu Kuran M ?ehirden
bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhmf, 3i) derler. Cenâb-ı
Allah Kureyşlilerin şöyle dediklerini nakletmiştir: "Allah, bula bula
içimizden lütfedecek bunlan mı buldu?" (En'am. 53). Bu, müslümanları hakir
görmek ve onlara karşı taassuba kapılmaktır.
4) Kendini Beğenme (Ucûb): Nitekim Cenâb-ı Hak, geçmiş milletlerin kendilerini
beğenerek şöyle dediklerini haber vermiştir: 'Siz (peygamberler) ancak bizim
gibi bir insansınız" (Yasin, 15);
bizhn gibi insan olan
ve kavimleri kullarımız olan iki insana (Mûsâ ve Harun'a) mı inanacağız"
(Mûminûn. 47);
ederseniz, yemin olsun
ki hüsrana erenlerden olursunuz" {MO'minûn, 34);
"Allah insan olan
bir peygamberi gönderir mi?" ((«i, 94) ve: "Bfe/m üzerimize melekler
indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 21). Cenâb-ı Allah ise şöyte
buyurmuştur:
"Size
Rabbintzden, sizden bir adam
(vasıtasıyla), o korkunç akibeti haber vermek için bir ihtar gelmesi
tuhafınıza mı gitti?" (Arat, 69).
5) Gayeyi Elde Edememe Korkusu: Bu aynı gayede birleşen kimselere mahsustur. Çünkü
bunlardan herbiri, gayesinde yalnız kalmasını sağlayacak her nimet hususunda
arkadaşına hased eder. Kocalarıyla ilgili durumlarda kumaların birbirini
kıskanmaları; mal ve ikrama ulaşmak için ana-babanın yanında hir mov/k-i olrlo
fitmp maksadında hirlespn kardeşlerin ve maksadlan mâl elde edip, insanlarca
hüsn-ü kabul görmeK olan aynı beldedeki vaizlerin birbirine hasedi bu tür
haseddir.
6) İnsanın,
herhangi bir menfaatine ulaşmakta kullanmayı düşünmeksizin, mücerret makam isteği
ye önderlik sevgisidir: 8u, herhangi bir ilim dalında, kendisi gibisinin
bulunmamasını isteyen adam gibidir. Çünkü o, dünyanın öbür ucunda kendisinin
bir benzeri olduğunu duysa, bu onu üzer ve benzerinin ölüm ile kahramanlık,
ilim, zühd ve servet gibi makam itibarıyla ortak olduğu ve kendisinin tek
olduğunu zannettiği için sevindiği o nimetin onun elinden gitmesini arzu eder.
7) Nefsin, mal hususunda, Allah'ın kullarına karşı
cimriliği: Çünkü sen önderlikle,
kibirle ve herhangi bir malı istemekle meşgul olmayan birisini bulduğunda,
onun yanında Allah'ın bir kulunun iyi halinden bahsedilse bu ona güç gelir. Ona
insanların işlerinin zorlaştığından, ters gittiğinden, geçimlerinin
daraldığından bahsedilse, bundan sevinç duyar. Böyle bir insan devamlı surette
başkasına sırtını dönmeyi sever. Allah'ın nimetleri hususunda sanki onun kendi
mülk ve hazinesinden alıyorlarmış gibi, Allah'ın kullarına karşı kıskançlık
eder. "Bahil (cimri), başkasının malı hususunda da cimrilik edendir"
denilmiştir. Buna göre, bu insan, Allah'ın verdiği nimetlerde, kendisi ile
aralarında herhangi bir düşmanlık ve alâka bulunmayan kullara karşı cimri
olandır. Bunun, nefsinin pisliği ve tabiatındaki cibilliyetinin rezaletinden
başka zahir bir sebebi yoktur. Çünkü hasedin diğer çeşitlerinin sebebleri
ortadan kalkınca, o çeşit hasedler de ortadan kalkar. Bu çeşit hased ise,
ârizî bir sebebten dolayı değil, kişinin huyundaki bir pislikten ötürüdür.
Dolayısı ile bunun izâlesi zordur.
İşte bütün bu
saydıklarımız, hasedin belli başlı sebeplerini teşkil ederler.
Bunlardan bir kısmı
veya çoğu veyahut hepsi bir insanda olabilir. Böylece onun hasedi büyür ve
artık sahibinin içinde o derece kuvvet kazanır ki gizlemeye ve muhataba iyi
muamelede bulunmaya güç yetiremez. Aksine zahirî nezaket perdesini de yırtıp,
düşmanlığını açığa vurur.
Hasedleşmelerin
çoğunda, bu sebeblerden çoğu bulunur. Ama nadiren bu sebeblerden biri tek
olarak bulunur.
[9]
Beşinci mesele,
hasedin çok olması, az olması, kuvvetli veya zayıf olması hakkındadır. Bil ki
saydığımız, sebebler kendisinde çok bulunan bir topluluk için- de, hased de çok
olur. Çünkü yalnız bir kimsenin de, mütekebbirin sözünden imtina ettiği,
kendisi tekebbür ettiği, kendisi düşman olduğu ve başka sebeplerden ötürü
hased etmesi caizdir. Bu sebepler, ancak, kendilerini birtakım bağların bir
araya getirdiği, bu bağlardan dolayı söz meclislerinde bulundukları ve çeşitli
gayelere hep beraber olarak yöneldikleri fertlerden oluşan bir topluluk
içerisinde çoğalır. Münakaşa, birbirinden nefret etmeyi doğurur. Birbirinden
nefret etmekse, kişiyi hasede götürür.
İnsanlarla biraraya
gelip buluşulmayan yerlerde, hased etme bulunmaz. İki ayn kentte bulunan iki
şahıs arasında herhangi bir ilgi bulunmadığı için, aralarında da herhangi bir
hasedleşme de bulunmaz. İşte bu sebepten ötürü âlimin, âbide değil, âlime;
âbidin, âlime değil de âbide; tacirin tacire; hattc ayakkabıcının,
manifaturacıya değil de ayakkabıcıya hased ettiği görülür.
İnsan, kardeşine ve
amcasının oğluna, yabancılara duyduğundan daha fazla hased eder. Kadın kumasını
ve kocasının cariyesini, kaynanasını ve üvey kızını kıskandığından daha çok
kıskanır. Çünkü manifaturacının gayesi, ayakkabıcının gayesinden başkadır.
Dolayısıyla onlar aynı gayede birleşmezler. Son ra, manifaturacının kendine
yakın olan manifaturacıyla olan amaç birliği, çarşının öte ucunda bulunan ve
kendisinden uzak olan kimseyle olacak olan amaç birliğinden daha fazladır.
Özet olarak, hasedin
aslı düşmanlıktır; düşmanlığın aslı ise aynı maksad-da birleşmektir. Aynı gaye
ise, birbirine uzak olan iki şeyi değil, tam aksine birbirine uygun olan iki
şeyi bir araya getirir. İşte bu sebepten dolayı onlar arasında haset çok olur.
Evet, yüksek bir makama ve dünyanın her tarafında şöhret sahibi o'maya ihtirası
çok olan kişi, aynı özellikte birleşen ve bu özellikle övü nen yeryüzünde
bulunan herkesi kıskanır.
Ben derim ki, hasedin
gerçek sebebi şudur: Kemâl, bizzat sevilen bir haldir. Sevilenin zıddı ise,
mekruh olan ve istenmeyendir. Kemâlde yalnız olmak kemâl çeşitlen
cümlesindendir. Bu sebeple, kemâlde ortak olan, kemâl konularının en
büyüğünden olan teklikte, kendisine rakîb olduğu için başkasına bu zeder. Ancak
kemâlin bu çeşidinin meydana gelmesi sırf Allah için mürnkü-olup, bu tür kemâle
karşı insanların ümitsizliği ortaya çıkınca, hased sadece dünyevi işlere mahsus
kalır. Bu böyledir, çünkü dünya aynı amaç için vuruşanların hiçbirine kalmaz.
Âhirete gelince, orada
darlık yoktur. Âhiret, ilim nîmeti gibidir. Bu sebeple, Allah'ı, sıfatlarını
ve meleklerini tanımayı arzu eden kimse, bunları iyice öğrendiği zaman,
başkasına hased etmez. Çünkü, bilgi alanı kimseye dar gelmez. Hatta tek bir
malûmatı, bir milyon kimse öğrenir, onun bilgisiyle sevinip, bundan lezzet
alır; hiç kimsenin lezzeti de bir başkası sebebiyle eksilmez; tam aksine
ariflerin çoğalmasıyla ünsiyet artar. İşte bu sebepten dolayı din âlimleri
arasında hasedleşme otmaz. Çünkü onların gayeleri marifetullâhtır.
Marife-tullâh ise, herkesi içine alan geniş bir deryadır. Bunların maksatları
Allah katında bir derece almaktır ki, burada bir darlık olmayıp, herkesi içine
alır. Evet, âlimler ilmiyle mâl ve makam elde etmeyi kastederlerse,
hasedleşirler. Çünkü mâl, aynî bir şeydir; birisinin elinde bulunursa,
başkasının elinde bulunmaz.
Makamın mânası,
kalbleri doldurmaktır. Bir kimsenin kalbi, bir âlimi ta'-zim ve yüceltme
duygusuyla dolduğu zaman, o kalb başkasını ta'zim etmez. Ama kalb,
marifetullâhtan meydana gelen bir huzur ile dolduğu zaman, bu, başkasının
kalbinin de bununla dolmasına ve onunla sevinmesine mâni değildir. İşte bu
sebeple Allahu Teâfâ onları, hased etmemekle niteleyerek şöyle buyurmuştur:
"Biz onların
kalblerindeki kint söküp alacağız. Onlar kardeşler halinde tahtalar üzerinde
karşı karşıya otururlar" (Hicr, 47).
[10]
Altıncı mesele, hasedi
tedavi edip gideren ilâç hakkındadır. Bu iki şeydir: İlim ve Amel..
İlme gelince, bunda
icmali ve tafsili olmak üzere ıki makam vardır. İcmalî olana gelince bu,
kişinin varlık âiemine dahil olan her şeyin Allah'ın kaza ve kaderinin
levazımından olduğunu bilmesidir. Çünkü mümkün olan varlık Vacibu'l-Vücûd olan
zâta varmadıkça, durmaz. Böyle olunca, ondan nefret etmekte bir fayda yoktur.
Allah'ın kaderine razı olma tahakkuk ettiğinde, hased yok olur.
Tafsili makama gelince
bu, senin, hasedin dinî ve dünyevî hususlarda sane zararlı olduğunu; bunda
hased ettiğin şahsa karşılık dinî ve dünyevî hususlar da bir zararın
olmadığını, tam aksine onun,bununla dinî ve dünyevi hususlar da istifade
ettiğini bilmendir. Hasedin, dinî vönden sana zararlı olduğuna gelince, bu
birkaç bakımdandır:
a) Sen
hasedinle, Allah'ın kulları arasında yapmış olduğu taksimatı ve gizli
hikmetiyle kulları arasında kurmuş olduğu adaleti hususunda Allah'ın hükrr ünü
beğenmeyip, O'nunla münazaaya girmişsin demektir. Bu ise, tevhidin göz bebeğine
karşı işlenmiş bir cinayet ve imân gözünde de bir lekedir.
b) Sen bir
mü'mini aldattığın zaman, Allah'ın kullan için hayır isteme hususunda Allah'ın
dostlarını bırakıp, mü'minler için musibetler arzu etmeleri hu susunda iblis ve
diğer kâfirlerle ortaklık kurmuş olursun.
c) Bu, hased
sebebiyle, ahirette karşılaşılacak büyük bir ceza. Hasedin, dünyevî bakımdan
senin için bir zarar olmasına gelince, bu hased sebebiyle senin devamlı gam ve
keder içinde olmandır. Öte yandan, senin düşmanlarını Allah çeşitli nimetlerle
donatmıştır, bu sebeple gördüğün her nimetten dolayı azâb görür, onlardan
savuşan her belâdan ötürü de acılar duyarsın. Böylece de, hep gamlı ve hep
kederli olursun. Düşmanların için olmasını istediğin şey ile, düşmanlarının
senin başına gelmesini istedikleri şey senin başına gelivermiştir. Böylece
sen, düşmanların için darlık ve sıkıntıların meydana gelmesini istediğin hâlde,
sen bu çilenin senin başına gelmesi için çalışmış oldun. Sonra bu keder seni
sarınca, vücudunu hastalandırır, sıhhatini bozar, seni vesveselere düşürür,
yediğin, içtiğin şeylerin lezzetini duyamaz olursun
Bunun, hased edilenin
dini ve dünyası hususunda zarar olmamasına ge linçe, bu meydandadır. Çünkü o
kimsedeki nimet, senin hasedinle zaîl olmaz. Tam aksine Allah'ın ona takdir
etmiş olduğu kısmet ve nimet, mutlaka Allah'ın takdir etmiş olduğu bir zamana
kadar devam edecektir. Çünkü her şey Allah katında bir kadere göredir. Her
işin de muayyen bir vâdesi vardır. Hased ile nimet zâii olmayınca, hased edilen
kimseye dünyevî bakımdan herhangi bir zarar gelmez, uhrevî bakımdan da ona
herhangi bir günah terettüp etmez. Belki de sen, "Keşke o nimet benim olsaydı
ve hasedim sebebiyle, haset edilenden gitseydi!..." diyorsun.. Bu son
derece büyük bir cehalettir. Çünkü o, ilk önce kendin için istediğin bir
belâdır.
Yine sen, hased eden
bir düşmanın olmasından kurtulamazsın. Şayet hased sebebiyle nimet zail
olsaydı, senin üzerinde Allah'ın verdiği ne dinî, ne dünyevî hiçbir nimet
kalmazdı. Eğer sen hasedin sebebiyle, insanların elinden nimetlerin yok
olmasını; başkasının hasediyle elindeki nimetlerin ise git-' memesini istersen,
bu da bir cehalettir. Çünkü hased eden ahmaklardan herbiri, böyle bir özelliğin
sadece kendisine ait olmasını arzu eder. Halbuki o böyle bir özelliğe
başkasından daha lâyık değildir.
Hasede rağmen Allah'ın
sana verdiği nimetin devam etmesi, şükretmen gereken nimetlerdendir. Sen ise
cehaletin sebebiyle bu nimeti hoş görmüyorsun.
[11]
Kendisine hased edilen
kimsenin, bu hased sebebiyle dinî ve dünyevî bakımdan istifadeli olmasına
gelince bu açıktır. Dinî bakımdan istifâdesi, senin zulmüne uğramış olmasıdır.
Bilhassa sen, gıybet ederek hasedini söz ve fiil caline dönüştürüp, bu hususta
ta'n ederek, hased ettiğin kimsenin sırlarını ihlâl edip, kötülüklerini dile
getirince, bu âdeta Allah'ın ona verdiği hediyeler gibi olur. Ben, böylece
senin iyiliklerini ona hediye etmiş olduğunu söylemek stiyorum. Çünkü sen, her
nezaman onu kötülükle anarsan, onun amel defte-
ine senin hasenatın
aktarılır ve senin günahların artar. Böylece aslında sen, Allah'ın nimetlerinin
ondan zail olup, sana gelmesini arzulamış iken, Allah'ın nimetleri senden ona
geçmiş ve böylece dem be dem bedbahtlığını artırmış olursun.
Dünyevî bakımdan hased
edilen kimsenin istifadeli oluşu, birkaç yönlendir:
a)
İnsanların en önemli maksadı, düşmanlarının kötü duruma düşüp, dâi-na kederli
ve sıkıntılı olmalarıdır. Halbuki senin içine düştüğün hased elemin-ten daha
büyük bir azab yoktur. Hatta akıllı otan, düşmanının ölümünü değil, aksine her
an Allah'ın kendisine verdiği nimetlere bakıp da kalbi üzüntüden parçalansın ve
hased azabına düşsün diye uzun müddet yaşamasını ister. İşte bu mânada şu şiir
söylenmiştir:
Düşmanların ölmesin,
bilâkis senden keder verecek şeyleri görünceye ka-ar yaşasınlar; sen ise,
nimetten ötürü hep hasede hedef ol. Bil ki kâmil kime kendisine hased
edilendir,"
b) İnsanlar
hased edilen kimsenin mutlaka nimet sahibi olduğunu bilirler. Jöylece insanlar,
hased edenin bu hasediyle, kendisine hased edilmiş şahsın Allah katından karşı
konulamıyacak biçimde çeşitli faziletlere, üstünlüklere ve en büyük değerlere
tahsis edilmiş olduğuna istidlalde bulunurlar. Bu da, nasedi doğurur. Böylece
hased, kendisine hased edilen şahsın çeşitti fazilet /e üstünlüklerle muttasıf
olduğuna delâlet eden delillerin en güçlülerinden ol-tıuş olur.
c) Hased
eden kimse, halk arasında mezmûm , Allah katında da mel'ün Dİmuş olur ki, bu
kendisine hased edilen kişi için başlıca gayelerdendir.
d) Hased,
iblisin sevincinin çoğalmasına sebep olur. Bu böyledir, çünkü hased eden kimse
kıskanılan şahsın kendisinde bulundurduğu faziletlerden uza* olunca, bu durumda
o ya buna razı olur, ki bu durumda büyük bir mükâ-faat hak etmiş olur; böylece
de iblis onun bu duruma razı olup büyük sevaba nail olmasından korkar; o buna
razı olmayıp, tam aksine hasedini ortaya koyduğu zaman bu sevabı elden
kaçırarak ikâba müstehak olur; böylece de iblisin sevinmesine, Allah'ın da
gadab etmesine sebep olur.
e) Belki de,
ilim ehlinden birisine hased ediyor, Allah'ın dini hususunda hata etmesini arzu
ediyor, rezîl ve rüsvay olsun diye hatasının ortaya çıkmasını istiyor,
konuşamayacak kadar dilsiz olmasını, bilip öğrenemeyecek kadar hasta olmasını
istiyorsun...Bundan daha büyük günâh var mıdır? Hangi dereke bundan daha düşük
olabilir? Ey çekemeyen kimse, bütün bu izahlardan, senin şöyle birisine
benzediğin ortaya çıkar. Düşmanını can evinden vurmak için ona taş atıp da,
isabet ettiremeyip, aksine taşın geri dönmesiyle kendi gözbebeğine isabet edip
onu çıkaran; böylece kızgınlık ve hiddeti artan; müteakiben, birincisinden
daha şiddetli biçimde taş atan, ama bu sefer de ikinci gözünü çıkararak onu kör
eden ve gittikçe öfkesi kabaran; üçüncü kez de taş attığında kendi başını yaran
ve bütün bu durumlarda, düşmanı sapasağlam kalan; etrafındaki düşmanları,
başına gelene sevinip kendisine gülerken, yaptıklarının vebali hep kendisine
dönen bir kimse!.. Evet, senin durumun bundan farksızdır. Hatta, başkasına
hased eden kimsenin durumu bundan da kötüdür; çünkü kendisi ve dönen taş ancak
onun gözüne isabet etmiştir. Şayet, o taş gözüne isabet etmeseydi, kişinin
gözü ölümle yok olacaktı. Ama kişinin hasedine gelince, bu, o kimseyi Allah'ın
gazabına ve ateşine götürür. Onu dünyada kör olması; gözünün sağlam olup da
hasedden dolayı cehenneme girmesinden daha hayırlıdır.
Hased eden kimse,
çekemediği kimsenin nimetlerinin gitmesini isterken, Allah'ın bu hasedçiden
nasıl intikam aldığına bir bak!.. Allah, kendisine hased edilenin nimetlerini
yok etmemiş, tam aksine kendi şu sözünü doğrulamak için, hased eden kimsenin
nimetini izâle etmiştir:
"Kötü tuzak ancak
onu yapanın basma gelir" (Fatır, 43).
İşte bu ilmî
tedavileri insan ne zaman tam bir açıklık ve huzurlu kalb ile düşünürse, onun
kalbindeki hased ateşi söner.
Faydalı amele gelince,
bu hased eden kimsenin hasedinin gerektirdiği şeylere zıt olan işleri
yapmasıdır. Meselâ başkasını çekemeyen kimseyi,hase-di, kıskandığı kimseyi ta'n
etmeye sevkettiği zaman o, lisanına onu medhet-meyi teklif eder; eğer onu
hasedi, hased edilen kimseye karşı büyüklenmeye sevkederse, o kendi nefsini
mütevazi olmakla sorumlu tutar; eğer hasedi onu, çekemediği şahıstaki hayırların
sebeplerinin kesilmesini istemeye zorlarsa, hased eden kimse kendi nefsini,
kıskandığı kimsenin hayırlarını istemeye zorlar; hased edilen kişi bu durumu
bildiği zaman, onun kalbi de hoş oiur; kendisini çekemeyen adamı sevmeye
başlar.
Bu da işin sonunda,
iki bakımdan, hasedin yok olması neticesine götürür:
a) Kendisine
hased edilen şahıs, kıskanan adamı sevdiği zaman, hased eden kimsenin
arzuladığı şeyleri yapmaya başlar. Bu durumda da hased eden kimse, kendisine
hased etmiş olduğu kimseyi sevmeye başlar. Böylece de hased ortadan kalkmış
olur.
b) Hased
eden kimse, hasedinin gerektirdiği şeyin zıddını yapmaya nefsini mükellef
tutup yaptığında, bu durum işin sonunda onun bir tabiatı haline gelmiş olur ki,
bu yolla da hased yok olmuş olur.
[12]
Bil ki, hased edilene
karşı onu çekemeyen şahsın kalbinde meydana gelen nefret, hased eden kimsenin
ihtiyatı dahilinde olmayan bir şeydir, o hâlde o bundan dolayı nasıl
cezalandırılır? Hased eden kimsenin gücü dahilinde olan ancak iki şeydir: Biri
bu nefretten memnun olması, diğeri bu nefretin neticelerini ortaya çıkarması,
yani hased ettiği kimseyi ta'n edip Allah'ın nimetlerinin onun elinden
çıkmasını ve sevilen durumların kendisine gelmesini arzu etmesidir. İşte
mes'uliyeti gerektiren hususlar bunlardır (Şu halde insan bu iki hissi
bastırmaya çalışmalıdır).
[13]
Yine tefsire dönelim.
Cenâb-ı Hakk'ın: Ehl-i Kitap'tan pekçok kimse, imanınızdan sonra sizi kâfir
yapmayı ister.ıiş-tir." âyetine gelince, bundan maksat ehl-i kitabın,
mü'minlere imânın gerçek »e hak olduğu hususu ortaya çıktıktan sonra, onların
imândan dönmelerim istemeleridir. Kendi dışındakinin hak üzere olduğunu bilen
kimsenin, kalbine atacağı bir şüphe olmadan, onu haktan döndürmeyi istemesi
doğru değildir. Çünkü hak üzere olan kimse, ancak bir şüphe sebebiyle haklan
dönebilir. Şüphe ise iki kısımdır:
a) Dünya ile
alâkalı olan şüphe: Bu, o mü'minlere şöyle denilmesidir: "Memleketlerinizden
sürüp çıkarılmak, işlerinizin sıkışması ve daima korku içinde bulunmanız gibi
başınıza gelen şeyleri tattınız, o halde sizi böyle şeylerle yüzyüze getiren
imânınızı terkedin..."
b) Din ile
ilgili olan şüphe: Bu, mu'cizeler hususunda şüpheler uyandırmak veya
Tevrat'taki şeyleri tahrif etmekle olur.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Yanlarından bir haset olmak üzere" âyetine gelince, bu konuda bir
mesele vardır:
[14]
Allahu Teâİâ, yahûdilerin,
mü'minlerin imânlarından dönmesini arzulamalarının ancak hasedden dolayı
olduğunu açıklamıştır. Cübbaî şöyle demiştir: Allah: ifadesiyle, yahûdilerin
bunu, Allahu Teâlâ tarafından olmak üzere yapmadıklarını beyan etmiştir.
Onların küfürleri muhakkak ki, onların kendi fiilleridir; bu, Allah'ın küfrü
onlarda yaratmış olmasından değildir.
Buna şu şekilde cevap
veririz: Allahu Teâlâ'nın, buyruğu hakkında iki görüş bulunmaktadır:
1) Bu
ifâdedeki, harfi, ifâdesine mütealliktir. Buna göre mâna şöyle olur: Onlar
sizin, dininizden dönmenizi isterler...Onların bunu istemeleri,
dindarlıklarından dolayı değil, kendi arzuları sebebiyle ve haktan meyletmiş
olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar bunu, sizin hak üzerinde olduğunuz ayan
beyân ortaya çıktıktan sonra arzulamışlardır. O halde, onların bu temennileri,
nasıl hakkı talep etmek cihetinden olabilir?
2) Bu, 'in,
âyetteki, lâfzına taalluk etmiş olmasıdır. Buna göre mâna, "Onların
nefislerinden neş'et eden büyük bir hasetten ötürü" demek olur. .
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Affedin ve İlişmeyin" buyruğuna gelince bu, yahûdilerin mü'minleri
imânlarından küfre çevirmeyi istemelerinden sonra, onların bu hususta, izah
ettiğimiz gibi kalblere şüpheler atma çabasına girdiklerini gösterir. Allahu
Teâlâ'nın, onların bu yaptıklarına razı olurcasına, müslümanlara onları
affetmelerini emir buyurduğunu düşünemeyiz. Çünkü bu, küfürdür.
Bu sebeple bu emri şu
iki şeyden birine hamletmek gerekir:
Birincisi:
Bundan maksat, onlara mukabele etmeyi bırakmak ve onlara cevap vermemektir. Çünkü
bu, o anda öç alma duygusunu yatıştırmaya daha uygundur. Buna göre Allahu Teâlâ
sanki, Resulüne yahûdileri affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir.
Yine aynı şekilde:
"İman edenlere
söyle, Allah'ın günlerini ummayanian bağışlasınlar" ve, "Güzel bir
terkedtşle onları terket!" (Mûzzemmii, 10) ayetleriyle, Peygamberine
müşrik Arapları da affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir.
İşte bu sebepten ötürü
Cenâb-ı hak, bu affı Peygamberine devamlı ola-rak emretmemiş,aksine bunu bir
vâdeye bağlayarak emrini getirinceye kadar.." buyurmuştur. Âlimler bu
hususta, bazı izahlar getirmişlerdir:
1) Allah
onları kıyamet gününde cezalandırıncaya kadar... Bu Hasan el-Basri'den rivayet
edilmiştir.
2) Bu
ifâdenin mânası, peygamberin güçlenmesi ve ümmetinin çoğal-nn asıdır.
3) Bu görüş
ki, sahabe ve tâbiûnun çoğunun görüşüdür, buna göre bu ifâdenin mânası onlara
savaş emrinin gelmesidir. Çünkü savaş emri geldiği zaman, muhakkak ki şu iki
şeyden birisi ortaya çıkar: Ya İslâm'a girmek veyahut da cizye vererek, zillet
ve horluğu yüklenmeyi kabul etmek. İşte bu sebepten dolayı âlimler bu âyetin,
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Allah'a ve
âhiret gününe inanmayanlarla savaşın!'" rrevbe. 29) âyetiyle men-sûh
olduğunu söylemişlerdir.
Bakır (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s) Allah'ın:
Kendileriyle
savaşılanlara, zulmedilmelerinden dolayı izin verildi" (Hac, 39) âyetini
indirinceye kadar, herhangi bir savaşla emrolunmamıştır. Bu âyet inince,
Hz.Peygamber (s.a.s) kılıç kuşanmıştır. Hz.Peygamber (s.a.s) ilk savaşında.
Batn-i Nahl'da Abdullah ibnCahş m taraftarlarıyla savaşmış.daha sonrada Bedir
gazvesi olmuştur. Burada iki soru bulunmaktadır:
a) Bu âyet,
tıpkı Allah'ın: "Soma, geceye
kadar orucu tamam edin" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibi, bir vâdeye
rapte-dilmişken nasıl mensûh olabilir? Gecenin gelmiş olması, nasıl nâsih
olamazsa, burada da durum böyledir. Bu soruya şu şekilde cevap veririz:
Emrin kendisine
taalluk ettiği vâde (aaye), ancak şer'an bilindiği zaman, şer'an gelen şey
nâsih olabilir; bu durumda da Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, âdeta şu mânaya gelir:
"...Onu sizden nesh edinceye kadar (yeni bir emre kadar) onlara mukabele
etmeyin, ilişmeyin".
b)
"Kâfirler, saltanat, güç, kuvvet sahibi iken mü'minlerin onları affedip,
yaptıkları şeyleri bağışlamaları nasıl düşünülebilir? Halbuki bağışlama bir kudretin
olduğunu ifâde eder."
Buna şu şekilde cevab
verilir: Müslümanlardan birisi çeşitli eziyetlere dü-çâr oluyor, bu durumda
düşmanları toplanmadan önce kendisine eziyet edeni savuşturabiIİyor, arkadaşlarından
yardım isteyebiliyordu. İşte bunun üzerine. Cenâb-ı A ;ah, bu durumda herhangi
bir fitne ve savaşa sebebiyet vermemeleri için bu mü'minlerin affedip
bağışlamalarını emretmiştir.
İkincisi: Cenâb-ı
Hakk'ın: ayeti, güzel bir şekilde davet etme, ve bu hususta gerekli olan
nasihat, şefkat ve işi sıkı tutma gibi şeyleri kullanma manasınadır. Bu
tefsîre göre, bu ayeti mensûh saymak doğru olmaz. Ayetin neshedildiğini
söylemek ancak birinci tefsire göre caiz olabilir.
Allahu Teâlâ'nın:
"Allah herşeye hakkıyla kadirdir" âyeti, ister savaş ile ilgili
emre.ister başka bir emre hamledilsin, onlar için bir vaîddir.
.
"Namazı kılın,
zekatı verin. Kendiniz İçin, önden ne hayır yollarsanız Allah katında onu
bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne yaparsanız kemâliyle görendir" (Bakara,
110).
Bil ki Cenâb-ı Allah,
yahûdileri affedip bağışlamayı emretti; peşisıra da: "Namazı kılın, zekâtı
verin" diyerek, onlara başkasının faydası ve iyiliği için affetmeyi ve
vazgeçmeyi mecburi kıldığı gibi, yine o mü 'mirilere kendi nefislerinin yararı
ve salâhı için vâcib olan namazı ve zekâtı ifâ etmelerine; yine bu iki şeyin
dışındaki diğer vâcib olan şeylere dikkat çekmiş, bundan sonra da: buyurmuştur.
Daha zahir olana göre, bu buyruktan maksat, namaz ve zekâtın nafile
olanlarıdır.
Yine Cenâb-ı Hak,
onların bu amellerin karşılıklarını bulacaklarını beyân etmiş, bundan maksadın,
onların amellerinin aynısını bulacakları olmadığını açıklamıştır. Çünkü bu
ameller bakî değildir, bir de amellerin aynısını bulmak istenmez. Geriye, onun
sevabını ve karşılığını bulacakları hususu kalır. Sonra Cenâb-ı Hak:
"Muhakkak ki, Allah sizin yaptığınız şeyleri hakkıyla görür"
buyurmuştur. Yani, amellerin azı da çoğu da Allah'a gizli kalmaz. Bu ifâde,
Allahu Teâlâ'nın çok amellere mükâfaat verdiği gibi, az amelleri de
karşılıksız bırakmıyacağına delâlet etmesi bakımından bir teşvik, bunun aksi
olan serden de bir sakındırmadın
Âyetteki
"hayr" kelimesine gelince bu, en güzel faydalarla bunlara götüren
şeylerdir. Kişinin yapmış olduğu taatlar büyük faydalara götürdüğü için, du
kelimeyle vasfedilmesi gerekmiştir. İşte bu inceliğe binaen Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Ve, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz" (Hac. 77)[15]
"Cennete ancak
yahûdi veya hristiyan olanlar girecektir, dediler. Bu onların kuruntularıdır.
De ki: Eğer, iddianızda doğru iseniz, getirin delilinizi...Evet kim, muhsin
olarak özünü Allah'a teslim ederse, işte
onun mükâfaah Rabbi
katındadır. Böylelerine bir korku yoktur, onlar hüzünlenmiyeceklerdir
de..." (Bakara, 111-112).
Bu, yahûdilerin hakkı
karıştırmalarının ve müslümanlann kalblerine şu; he atmalarının dördüncü
çeşididir. Bil ki, yahûdiler, hristiyanlar hakkında, "Onlar cennete
gireceklerdir" demiyorlar; hristiyanlar da yahûdiler hakkınd "Ontar
cennete gireceklerdir" demiyorlar. Binaenaleyh sözü şöyte ayırma gerekir,
Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur;
"Yahudiler, cennete ancak yahûdi olanlar girecektir dediler; hristiyanlar
de cennete ancak hristiyan olan girecektir dediler." Biz her fırkadan
herbirinr diğerini küfre nisbet ettiklerini bilip dururken, sözü başka şekilde
takdir mümkün değildir. Bunun bir benzeri Hak Teâlâ'nın:
"Ya, yahûdi veya
hristiyan olunuz, dediler" (Bakara, 135) âyetidir. kelimesi, kelimesinin
ve, kelimesinin de, şeklinde çoğul olması gibi, kelimesinin çoğuludur. Buna
göre şayet, nasil isin-müfred , haber cemî olmak üzere, denilmiştir denilirse,
biz deriz ki: "İsim, kelimesinin lâfzına; haber de, 'in mânasına
hamledilmiştir. Bu Hasan el-Basri'nin: "Ancak, cehenneme yaslananlar hariç"[16]
(SaHat, 163) kıraatinde olduğu gibidir. Ubeyy ibn Ka'b ise İ[şeklinde
okumuştur. Al-lahu Teâlâ'nın: "öu, onların kuruntularıdır " buyruğuna
gelince, bu onların temenni ettiği şeylerdir, demektir. Sonra onlar bunu çok
fazla arzuladıkları için, kendileri bakımından bizatihi bir hak olarak kabul
etmişlerdir.
Şayet, "Onların,
demeleri tek bir arzuyu ifâde ederken, niçin Cenâb-ı Hak, cemî şeklinde olmak
üzere, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki bununla önceki arzularına da
işaret edilmiştir. Bu da onların, mü'minlere Rableri katından herhangi bir
hayrın indirilmemesi, onların yeniden küfre dönmelerini istemeleri ve cennete
kendilerinden başkalarının girmemelerini arzulamalarıdır. Bu izaha göre âyetin
takdiri, "Budatıl kuruntu;> lar, onların arzuladıkları şeylerdir"
demektir. Hak Teâlâ'nın, sözü (mâna bakımından) Allah'ın: sözüne bitişiktir.
ifâdesi ise, bir ara cümledir. Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Zeki kimse,
nefsini terbiye edip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz ise, nefsini
nevasının peşine takıp, Allah hakkında (kendileri için) bâtıl şeyler tasavvur
edendir'[17].Hz.Ali (r.a)
de"Kuruntularına güvenme, çünkü bunlar aslı çıkmayan, yalancı emtia
gibidirler" demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın: "Deki: Delillerinizi getirin- âyetine
gelince, bunda bazı meseleler vardır:
[18]
kelimesi, (hazır et, getir) mânasında
olan, gibi bir sestir.
[19]
Âyet, bir şey iddia
eden kimsenin, ister birşeyi ispat etmek.isterse nefyetmek istesin, mutlaka bir
delilinin bulunması gerektiğini gösterir. Bu ise, taklit ile
hükmetmenin yanlış
olduğunu gösteren en doğru delillerdendir. Nitekim şair şöyle demiştir:
'Şahidsiz bir şey
iddia eden kimsenin iddiası, mutlaka geçersiz kılınır."
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesine gelince, bu hususta Dazı ızahtm vanfcr
a) Bu ifâde,
yahûdilerin, kendilerinden başkasının cennete gırmeyeceğ iddiasının aksini
isbat içindir.
b) Allahu
Teâlâ, yahûdilerin delilleri olmadığını ortaya koyunca, özünü Allah'a teslim
etmiş kimselerin delilinin olabileceğini isbat etmiştir.
c) Onlara
sanki şöyfe denilmiştir: Siz, bu hâl üzere olduğunuz sürece ce~ neti elde
edemezsiniz. Ama. yolunuzu değiştirir, özünüzü Allah'a testim ede ve iyilikte
bulunursanız sizin için cennet vardır. Bu, onları İslâm'a arzulandır ma,
üzerinde bulundukları halden vazgeçerek bu yola dönmeleri için, onlarır
durumunun cennete gireceklerin durumundan farklı olduğuna bir açıklama olur.
[20]
O ifâdesinin mânasına gelince, bu nefsi
Allah'ın itaatine teslim etmek demektir. İfâdede ezellikle, birçok sebepten
dolayı (yüz, zât, öz) sözü zikredilmiştir.
1) Yüz,
duyguların, düşüncelerin ve hayallerin kaynağı olması bakımından, uzuvların en
şereflisidir. Uzuvların en şereflisi Allah'a itaat edince, onun dışındakilerin
itaati daha evlâdır.
2) "Yüz"
kelimesiyle, bazan "zât" ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
zâtI hariç, her şey yok olucudur" (Kasas,
ss): ve "Ancak yüce Rabbinin zâtım istemek..." (Leyl,20) buyurmuştur.
3) İbâdetlerin
en büyüğü secdedir, ki bu da ancak "yüz" vasıtasıyla ifâ edilir. İşte
bu sebepten dolayı, özellikle "yüz" kelimesi zikredilmiştir. İşte bundan
ötürüdür ki, Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl:
"Özümü, ağır
kayaları taşıyan yeryüzünün kendisine inkiyâd ettiği zata teslim ettim. Özümü
tatlı, akıcı ve buz gibi sulan yüklenmiş olan bulutun kendisine boyun eğdiği
zâta teslim ettim" demiştir.
Böylece kişi, nefsini
bezlederek onu bu işe vermiştir. Aİlah, ayetinde, sözünü zikredip bununla bir
"şeyin kendisini" kastetmiştir. Bu da ancak boyun eğmek, mütevazi
olmak, Allah'a itaat hususunda nefsin arzularını kırmak ve onun günah
işlemesinden kaçınmakla olur.
ifâdesinin mânası ise,
kendisine hiçbir şirk bulaşmamış olduğu halde, sırf Allah için demektir.
Böylece kişi, Allah'la beraber bir başkasına ibadet etmiş ve ümidini Allah'tan
başkasına bağlamış olmaz. Bu ifâdede, kişinin ameliyle, onu ancak, ihlâs ve
ibadet hususunda Allah için bir ibadet tarzında yaptığı zaman
faydalanabileceği hususuna bir delâlet bulunmaktadır.
[21]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğunun mânası, "Onun Allah'a karşt ibadet ve tevazuunun, kötü bir
fiille değil, güzel bir fiille, olması gerekir" demektir. Çünkü
Hindularda Allah'a karşı mütevazî olurlar, ama bu teyazûlarını kötü fiillerle
ifâde ederler, ifâdesi, cümledeki yer bakımından, hal ifâde eder. Bu senin
tıpkı, "Falanca, binitli olduğu halde geldi" demen gibidir. Bu aynen,
demektir, Sonra Cenâb'ı Hak, bu iki hususiyeti bir arada bulunduran kimseye,
katında mükâfaat olduğunu beyan etmiştir. Bu mükâfaattan maksat, onun büyük
ecridir.
Sonra bu nimetlerle
beraber, onlara korku ve hüznün arız olmayacağını beyan buyurmuştur.
Korkuya gelince, bu
istikbâle aittir.
Hüzün ise, bazan
hâlde, bazan de geçmişe ve bazan de geleceğe ait olur. Bu şekilde Cenâb-ı Hak
bu iki husus (yani korku ve hüznün olmaması) ile saadetin sonsuzluğuna dikkat
çekmiştir. Çünkü büyük nimet devamlı ve çok korkudan ve hüzünden de uzak olup
kişi elde ettiğine veya elde edemediklerine üzülmeyip, içinde bulunduğu halin
sona ermesinden ve değişmesinden kork-mayınca, işte o zaman nimet zirveye
ulaşmış olur. İşte bu ifâdede, bu yola teşvik ve daha önce zikredilmiş olan ve
bu yolun zıddı olan kâfirlerin yolun dan bir sakındırma mevcuttur.
Bil ki Allah Teâlâ ilk
önce zamirleri müfred söyleyip, sonra da cemî olarak getirmiştir. Cenâb-ı
Hakk'tn şu ayetleri de, ifâde bakımından tıpkı bunun gibidir. Cenâb-ı Hak önce:
"Göklerde nice melekler vardır..." (Necm,26) buyurmuştur, bundan
sonra da "Onların
şefeâtleri..." (Necm, 26) buyurmuştur; yine Allah'u Teâlâ, bir yerde,
"Onlardan seni dinleyen vardır"(Enâm, 25)buyurmuştur, bir başka yerde
de, "Sana kulak verirler" (Yunus, 42) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak:
"Onlardan seni
dinleyen vardır. Senin yanından çıktıkları zaman..." (Munammed 16)
buyurmuştur. Cenab-ı Hak ayette, "çıktılar" buyurmuş, fakat (çıktı) dememiştir.
Bil ki biz, Cenâb-ı
Hakk'ın: buyruğunu ihlâs diye tefsir edince, burada İhlasın hakikatinden
bahsetmemiz uygun olacak. Bunun izahı ise, ancak birkaç mesele altında
yapılabilir.
[22]
Birinci mesele niyetin
fazileti hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a.s), "Ameller ancak niyetlere
göredir" buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s):
"Muhakkak ki
Allah sizin şekillerinize ve amellerinize bakmaz. Allah ancak sizin
kalblerlnize ve niyetlerinize bakar!"[23]
buyurmuştur.
İsrâilî haberlerin
birisinde anlatıldığına göre bir adam, ıssız bir çölde eğri büğrü bir kum
yığınına rastlamış ve kendi kendine şöyle demiş: Bu kum yığını şayet yiyecek
olsaydı, onu insanlara taksim ederdim!.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onların
peygamberine şöyle vahyeder: "Ona de ki, Allah senin sadakanı kabul etti,
güzel niyyetini şükranla karşıladı ve sana, şayet kum yığını yiyecek
olsaydı,sen de onu tasadduk etseydin, elde edecek olduğun sevabın aynısını
verdi."
[24]
İnsan yaptığı
fiillerde bir fayda temini veya bir zararı savuşturmanın bulunduğunu bilip veya
zannedip yahut da böyle olduğuna inandığı zaman, onun kalbinde o fiile karşı bir
temayül ve istek belirir. Bu, bir şeyin varlığını yokluğuna tercih etmeyi
gerektiren bir sıfattır ki, irâdedir. Bu İrade de, niyyettir. Kişiyi bu niyyete
sevkeden sebep ise, bu ilim veya bu zan veyahut da bu itikâddır. Bunu iyice
kavradığın zaman biz deriz ki, bir fiile sevkeden sebep ya bir veya iki saik
olur. İkinci duruma göre, bu iki sebepten her biri sevketme hususunde ya
müstakildir veyahut da bu iki sebep müstakil değildir. Veya, bu ikisinden biri
müstakil, diğeri ise müstakil değildir. İşte bu dört kısımdır:
a) Sevkeden
sebebin tek olması.. Bir insana yırtıcı bir hayvan hücum etti ğinde insan o
hayvanı gördüğü zaman yterinden fırlar. Onu kalkmaya şevke den şey, kaçmasında
bir faydanın, kaçmamasında ise bir zararın bulunduğuna inanmış olmasıdır. İşte
bu tek sebep, bunun gibidir. İşte bu niyyet halis; bunun gereği ile amel etmek
de ihlâs olarak isimlendirilir.
b) Bir
fiilde, iki müstakil sebebin bulunmasıdır. Nitekim, bir insandan, fakir bir
dostunun ihtiyacını karşılamasını istediğinde, o da bu ihtiyacı, o kimse
arkadaşı olduğu için ve fakir olduğu için karşılar. Bu iki sebepten herbiri tek
olarak bulunsaydı, ihtiyacın giderilmesini istemede müstakil sebep olurlardı.
Buna sebeplerin uyuşması (Muvâfakatü'l-Bâis) denir.
c) Eğer bu
sebepler tek tek bulunsaydılar, herbiri müstakil (bağımsız) olmazdı. Ancak
bunlar hep beraber bulunurlarsa müstakil bir sebep olurlar. Buna da
"müşareket" denir.
d) Bu iki
sebepten herbiri müstakil olup, diğerinin onu takviye edici olmasıdır. Meselâ,
insan pekçok taatta buiunmuş ve o taatlan edâ ederken, bir grup insan onu
görmüş olabilir. Böylece bu fiil ona, insanların görmelerinden dolayı daha
kolay gelir. İşte bunun adı da "muavenet" tir.
[25]
Hz. Peygamber (s.a.s)'in:
"Mü'minin niyeti amelinden hayırlidır"[26]
hadisinin izahı hakkındadır.
Alimler bu hususta
birkaç açıklamada bulunmuşlardır:
a) Niyet
gizli, amel ise aşikârdır. Gizlide itaat etmek, açıkta itaat etmekten daha
efdaldir. Bu tutarlı bir izah değildir. Çünkü bu namazın niyetinin bizzat
namazdan daha hayırlı olmasını gerektirir.
b) Niyet
amelin (ibadetin) bitişine kadar sürer. Ameller ise devam etmez. Devamlı olan,
devamlı olmayandan daha hayırlıdır. Bu da tutarlı bir açıklama değildir. Çünkü
bu, çok amelin az amelden daha hayırlı olduğu manasma gelir. Yine namaz
ibâdetinin niyeti birkaç saniyede olur. Halbuki ameller devam eder.
c) Tek
başına niyet, tek başına olan amelden (niyetsiz amelden) daha hayırlıdır. Bu
görüş de zayıftır. Çünkü niyetsiz amelde hiç hayır yoktur. Hayırlı olma
hususunda müşterek olan şeyler arasında tercih yapılabilir.
d) Hayırdan
murad, daha efdal olanı tesbit etmek değil, aksine bundan murad şudur: Niyet,
amellerden doğan hayırlardan daha hayırlıdır. Bu görüş de zayıftır. Çünkü
hadîsi bu manada almak, açık olan bir manayı izah etmeye kalkmaktan başka
birşey ifâde etmez.
Hadîsin izahı
hususunda en güzel vecih, şöyle denilmesidir: Niyet her türlü gevşeklikten
uzak olmadığı müddetçe, kesin olmaz. Gevşekliklerden uzak olunca, bir mâni
olmazsa, niyetin peşinden o fiilin yapılması vacib olur. Durum böyle olunca
niyetin fiilden kesin olarak ayrılmadığı sabit olur. İşte bu sebepten dolayı
niyetin amelden daha efdal olduğu söylenmiştir. Bupu birkaç yönden izah
edebiliriz:
1) Amellerin
hepsinde maksad, marifetullah ile kalbi nurlandınp, Allah'-dan başka herşeyden
temizlemektir. Niyet, kalbin sıfatıdır, fiil ise kalbin sıfatı değildir.
Kalbte, kalbin sıfatının tesiri, azaların sıfatının tesirinden daha güçlüdür.
Bu sebeple mü'minin niyeti hiç şüphe yok ki amelinden daha hayırlıdır.
2) Niyetin
amelleri, Allah'a taat ve inkîyâd olsun diye meydana getirmeye kastetmekten
başka bir manası yoktur. Ameller, tekrarı ile hatırda tuLma devam etsin diye
yapılır. Binaenaleyh kalbte mevcud olan, zikir ve niyet, amele nisbetle, sebebe
nisbetle gaye gibidir. Gaye şüphesiz sebepten daha şereflidir.
3) Kalb,
bedenden daha şereflidir. Bu sebeple kalbin fiili bedenin fiilinden daha
şerefli olur. Binaenaleyh niyet amelden daha üstün olur.
[27]
Bil ki ameller üç
kısımdır: Taat olanlar, isyan sayılanlar ve mubah olanlar.
a) Günahlar,
nıyyet sebebiyle günah olmaktan çıkmaz. Bu sebeple cahil, Hz. Peygamber (s.a.s)
in: "Ameller ancak niyetlere göredir"[28]
hadisinin niyet sebebiyle günahın taata dönüştüreceğini sanmasın. Meselâ
başkasının malından bir fakire yedirmek ve haram maldan bir cami yaptırmak
gibi...
b) Taat olan
fiiller, fiilin aslında ve fazilet bakımından niyetlere bağlıdır. Fiilin
aslında bunun niyete bağlı olması, kişinin taat ile Allah'a ibâdet etmeye niyet
etmesidir. Buna göre eğer insan riyaya (gösteriş) niyet ederse, bu taat değil,
masıyet (günah) olur. Bunun fazilet bakımından niyete bağlı olması, ço-ğclrr
asıyla sevapların çoğalmasıdır.
Nitekim mescidde
oturup pekçok niyetler eden kimsenin durumu da böyledir. Mesela:
1) Bir kimse
mescidin Allah'ın evi olduğuna inantr ve orada bulunmakle Mevlâsını ziyaret
niyeti besler. Hz. Peygamer (s.a.s) de bu manada şöyle buyurmuştur:
"Mescidde oturan kimse, Allah'ı ziyaret etmiş olur. Ziyaret edilen zatın,
ziyaretçisine ikram etmesi gerekir."
2) Bu kimse,
namazından sonra diğer namazı bekter. Bu bekleyiş hali namazda olan kimsenin
halt gibidir.
3) Bu kimse,
gözünü, kulağını ve diğer azalarını uygun olmayan işlerden çekmiştir. Çünkü
itikâf, "men etmek" demektir. Men etmek de oruç manasınadır. Bu hal
bir nevi ibadet maksadıyla inzivaya çekilmektir. İşte bu sebep-ten ötürü Hz.
Peygamber (s.a.s): "Ümmetimin
ruhbanlığı, mescidlerde oturmalarıdır" buyurmuştur.
4) Bu kimse,
kalbini ve gönlünü tamamıyla Allah'a çevirmiştir.
5) Bu kimse,
Allah'dan başkasını kalbinden atmıştır.
6) Bu kimse,
bir ilmi söylemeye, bir mâ'rufu (iyiliği) emretmeye veya bir münkerden
nehyetmeye niyet etmiştir.
7) Bu kimse
Allah için, bir kardeş edinmeyi istemiştir. Çünkü bu din ehlinin ganimetidir.
8) Bu kimse,
Allah'dan utandığı için günahları terketmiştir.
İşte niyeti
çoğaltmanın yollan bunlardır. Diğer taatleri de buna kıyas et.
c) Mubahlar:
Hiçbir mubah yoktur ki güzel ibâdet olmasına sebep olacak bir veya birkaç niyet
taşımasın. Bunun farkında olmayan ve o mubah fiilleri ibâdete çeviremeyen
kimsenin zararı ne büyüktür.
Bir hadiste şöyle
vârid olmuştur: "Allah rızası için koku sürünen kimse
kıyamet gününde,
miskten daha güzel koktuğu hâlde gelir. Allah'ın rızası di şmda koku sürünen
kimse de kıyamet gününde, leşten daha pis kokarak gelir.'
Eğer, "Bu niyetin
nasıl olduğunu bana izah et" dersen, bi! ki: Koku sürünmekten maksad dünya
lezzetlerine ulaşmak veya malının çokluğu Üe övündüğünü ortaya koymak veyahut
insanlara gösteriş yapmak veyahut da bununla kadınların kalblerini çalmak
olursa, bütün bu niyetlerle koku sürünmek günahtır.
Eğer koku sürünmekten
insanın maksadı Hz. Peygamber (s.a.s)'ın sünnetini ifâ etmek, Allah'ın
kullarına eziyet verecek kokuları bertaraf etmek ve mescide saygısını ifâde
etmek olursa, bu tam manasıyla bir ibâdet sayılır. Bunu iyice anladınsa, diğer
mubah fiilleri buna kıyas et.
Bu hususta kaide
şudur: Yaptığın her bir şeyi Allah rızası için yaparsan, bu gerçekten ibâdettir.
Allah'dan başkasının rızası için her ne yaparsan, helâl olanından hesaba
çekilir, haram olanından azab görürsün.
[29]
Bil ki cahil kimse,
niyetin gerekli olduğu hususundaki aklî ve naklî izahları dinleyince, eğitimi
ve tica-
reti
esnasında,"Allah için okumaya. Allah için ticaret yapmaya niyet ettim' der
ve bunun tam bir niyet olduğunu sanır. Heyhat! Bu, onun içindeki bir kuruntu
ve dilinin söylediği bir sözdür. Niyet bütün bunlardan uzaktır. Niyet ancak
nefsin ya dünyevi ya uh-revi olarak kendisinde maksûdunun açıkça bulunduğunu
anladığı şeye mey-letmesidir. Bu meyil olmadığı zaman insan, o fiili yapamaz.
Bu tıpkı doyan kimsenin, "Yemek yemeye arzu duymaya niyet ettim"
demesi veya hanımıy-la işini bitiren kimsenin, "Ben sevişmeye niyet
ettim" demesi gibidir. Hatta bir şeye temayül etmenin yolu bile, ancak bu
meylin sebeplerini elde etmekle mümkün olur. Bu sebepler de ancak o işteki
menfaatleri bilmekle elde edilir. Sonra bu bilgi o meyil ve temayülü, kalb
diğer meşguliyetlerden hâlî olursa, o zaman meydana getirebilir. Cinsî arzu
galebe çalıp da, insan çocuk hususunda ne uhrevî, ne dünyevî sağlam bir
maksada inanmaz ise; o kimsenin çocuğu olması niyetiyle cinsi münasebette
bulunması mümkün olmaz. Aksine o şehveti teskin etmek niyetiyle yapılmış olur.
Çünkü niyet, sebebi meydana getirmektir. Sebeb ise, bu hadisede, şehvetten
başka birşey değildir. O halde o, çocuğu olmasına nasıl niyet edebilir? Böylece
niyetin, dil ile veya kalb ile söylemekten ibaret olmayıp, aksine bu meylin
meydana gelmesinden ibaret olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ise gayba bağlı bir
iş olup, bazan kolayca meydana getir, bazan ise meydana gelmesi imkânsız olur.
[30]
Bil ki ibadetlerde insanların
niyetleri çeşit çeşittir. Bazı insanların amelleri korku sebebiyle olur. Bu,
insanın cehennemden korkmasıdır.
Bazı, insanların ameli
ise ümid sebebiyle olur. Bu, insanın cennete ulaşma ümîdidir. Cenneti elde etmek
için çalışan kimse kötü işçi gibi, karnını doyurmak ve şehvetini gidermek için
çalışmıştır. Bunun derecesi, ahmak insan derecesidir. Ama gerçek akıl
sahihlerinin ibâdetine gelince, onlar Allah'ın celâlini sevdikleri için,
ibâdetleri Allah'ı zikir ve O'nu tefekkür maksadından başka bir gaye taşımaz.
Bunların diğer amelleri, sadece bu zikir ve fikiri te'kid içindir. Bu kimseler:
"Rablertnin rızası için sabah aksam ibâdet edenlerdir" (Kehf, 28).
İnsanların mükâfaatları niyetlerine göredir. Binaenaleyh mukarrebler Allah'ın
zâtını seyretmekle nimet-lenecekler. Cennet nimetleri ile
mükâfaatlandırılanların şerefi, mukarreblerin makamı ile nimetlendirilenlerin
şerefine nisbetle, Na'im cennetlerinin Cenâb-ı Hakk'ın zâtına nisbeti gibidir.
[31]
"Yahudiler:
"Hristiyanlar (saymaya değer) bir şeye sahib değil" dediler.
Hristiyanlar da: "Yahudiler bir şeye sahtb değil" dediler. Halbuki
onların hepsi de Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de aynen onların söyledikleri
gibi
söylediler. Allah
ihtilâfa düşmekte oldukları hususlarda, Kıyamet günü onların arasında hüküm
verecektir" (Bakara. 113).
Bil ki Allahu Teâlâ
yahudi ve hristiyanları daha önce bir olarak zikretmiş, bu ayette ise onları
ayırarak, herbtrinin diğeri hakkında söyledikleri şeyi ve -er grubun diğerinin
dinini nastl değersiz saydığını beyan etmiştir. Burada oirkaç mesele vardır:
[32]
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Hristiyanlar bir şeye sahip değil" buyruğunun manası, "Onlar,
değer verilen ve itibar edilen bir şey üzerinde değiller" demektir. Bu,
büyük bir mübalağadır. Yine bu ifâde aynen Arapların Bir şey olmamaktan da
daha az"demeleri gibidir. Bunun bir benzeri de Allah Teâlâ'nın:
"De ki: Ey Ehi-i
Kitab, siz aranızda Tevrat'ı hükümrân kılmadıkça, değer verilecek bir şey
üzerinde değilsiniz" (Mâıde, 67) ayetidir. Buna göre, şayet "Her iki
din mensubları da, bir Yaratıcıyı ve O'nun sıfatlarını kabul ettikleri halde,
nasıl böyle söyleyebilmişlerdir, halbuki böyle söylemelerinin bir manası yoktur?"
denilirse, buna iki bakımdan cevab veririz:
a) Onlar bu
güzel söze, asılsız bir sözü ekledikleri zaman, bu asılsız söz, eklendiği güzel
sözün mükâfaatını da yok eder. Bu nedenle onlar sanki hak olan bu sözü
söylememiş gibi olurlar.
b)
Bu umûmî olan ifâde, onların ihtilaflı
oldukları hususlara tahsis edilmiştir. Bu da peygamberlik meselesiyle ilgili şeylerdir.
[33]
Rivayet edildiğine
göre Necran hristiyanları heyeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına gelince,
yahudî alimleri de gelip onlara
katılmıştı. Böylece onlar kendi aralarında münakaşaya tutuştular ve sesleri yükselmeye
başladı. Bunun üzerine yahudiler, o hristiyanlara: "Sizler dinî bakımdan,
hiçbir hak üzerine değilsiniz" deyip Hz. İsâ (a.s) ve İncil'i inkâr
etmişler; hristiyanlar da onlara aynı şeyi söyleyip Hz. Musa (a.s) ve Tevrat'ı
inkâr etmişlerdir.
[34]
Âlimler bu ayette
Allah Teâlâ'nın kastettiği insanların
kimler olduğu hususunda,
"Bunlar Hz. İsâ (a.s)'nın
peygamber olarak gönderilmesinden o güne kadar gelenler midir, yoksa sadece
Hz. Peygamber {s.a.s) zamanındakiler midir?" diye ihtilâf etmişlerdir. Her
nekadar ayeti Hz. İsâ (a.s)'nın peygamberliğinden beri mevcud olan bütün
yahudi ve hristiyanlara hamletmek evlâ ise de, açık ve hak olan, âyetin
zahirinde bunu gösteren bir delil bulunmadığıdır. Ayetin sebebi nüzul olarak,
bir yahudinin, hristiyanlara böyle söylemesi üzerine Allah Teâlâ'nın bu ayeti
indirdiği rivayeti, (ayeti zahirine hamletmek nümkün olduğunda) ayetle sebeb-i
nüzul dışındaki şeylerin murâd edilmemesini gerektirmez.
Cenâb-ı Allah'ın,
ifâdesi de umûm fâde eder. Bunu tahsis etmenin, (Hz. Peygamber zamanındaki
yahudilere nahsus kabul etmenin) izahı nedir? Çünkü yahudi ve hristiyanların,
tâ baştan seri herbirinin diğeri hakkındaki sözlerinin bu olduğu bilinmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Onlar halbuki kitabı okuyorlardı" sözünde j ,(vav) hâl ifade
eder. kelimesi, bütün kitap cinsini
ifâde eder. Buna göre mana şöyledir: Onlar ilim ehli ve kitap okuyan
kimselerden olduktan halde bunu söylediler; Tevrat'ı, İncil'i veya bunlar
dışındaki diğer semavi kitapları öğrenmiş ve onlara inanmış olan kimseye
yakışan, geriye kalan semavi kitapları inkâr etmemesidir. Çünkü iki kitaptan
herbiri diğerini tasdik etmekte ve doğruluğuna şahid olmaktadır. Binaenaleyh
Tevrat, Hz. İsâ (a.s)'yı; İncil de Hz. Musa (a.s)'yı tasdik etmektedir.
Allah Teâlâ'nın: 'Bilmeyenler
de böyle söylerler" sözü, daha önce bahsedilmiş olan kimsenin, âlim
olmasını gerektirir. Çünkü onların "bilmeyenler"den farklı olmaları
gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, bilgili ve okur-yazar oldukları halde onlar
böylesi bir ihtilâfa düşünce, cahillerin halinin nice olacağını beyan etmiştir.
Bil ki bu hâdise
bizzat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti hakkında vâki olmuştur. Onlar Kur'an'ı
okumak hususunda ittifak etmiş olmalarına rağmen her grup diğerini küfre nisbet
etmiştir.
Âlimler ayette bahsedilen
"bilmeyenler" in kim oldukları hususunda ihtilâf ederek, şu
görüşleri ileri sürmüşlerdir:
a) Bunlar,
müstümanların önem verilecek bir şey üzere bulunmadıklarını söyleyen kâfir
Araplardır. Böylece Cenâb-ı Hak, Kitâb'ı okudukları halde yahudi ve hristiyanlann
sözünün kabul olunmaya ve iltifat edilmeye lâyık olmadığını beyan edince,
kâfir olan Arapların sözüne iltifat edilmeyeceğini açıklamıştır.
b) Hak
Teâlâ'nın, ayetini, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında mevcut olanlara
hamlettiğimiz zaman, O'nun, ifâdesini de inatçı olan kimselere hamlederiz. Bunun
aksi de muhtemeldir.
c) Allah'ın,
buyruğunun bunların âlimlerine; ifâdesinin ise, havasları ile avamlarını
ayırdetmek için, onların avamlarına hamledilmesidir. Birinci görüş doğruya daha
yakındır; çünkü yahudi ve hristiyanların hepsi ayetin hükmüne dahildirler Onlardan, sözüyle
ayrılan kimselerin, onların dışındaki kimseler olması gerekir.
[35]
Allah'u Teâlâ'nin:
"Ve Allah, onların aralarında hükmeder" sözüne gelince, bu hususta
dört görüş vardır
a) Hasan
el-Basrî, "Allah, onların hepsini yalanlar ve onlart cehennemine
sokar" demiştir.
b) Allah,
zalim ve yalancı kimseden, mazlum ve yalanlanmış olan kimsenin hakkını alır ve
ona verir.
c) Allah
onlara cennete ve cehenneme girenleri açıkça gösterir. Bu, Zec-câc'ın
görüşüdür.
d) Hakkında
ihtilâf etmiş oldukları şeyler hususunda Allah, hakka isabet edenle etmeyen
arasında hükmeder. Allah en iyisini bilendir.
[36]
"Allah'ın
mescidlerinde, O'nun isminin zikredilmesini engelleyip, onların harab edilmesi
için çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? Bunlar için, oraya ancak
korkarak girmeleri uygundur. Onlara dünyada rezillik,
ahirette de büyük bir
azab vardır" (Bakara, 114).
Bu ayette birkaç
mesele vardır:
[37]
Müfessirler, bu
âyetten maksadın sırf şartın ve cezânın, yani, "Kim böyle yaparsa, Allah
da ona böyle yapar" şeklinde beyan edilmesi olmadığından; tam aksine
bundan maksadın, o insanlardan bazılarının mescidlerin onarımını men edip,
onları harâb etmeye çalıştıklarını, sonra Allahu Teâlâ'nın ayette bahsedildiği
biçimde onları cezalandırdığını beyan etmek olduğu hususunda müfessirler
ittifak etmişlerdir. Ne var ki müfessirler mecsidleri tamir etmeye mâni olup
onları harap etmeye çalışanların kim olduğu hususunda ihtilâf ederek, bu konuda
dört görüş ileri sürmüşlerdir:
a) İbn Abbas
şöyle demiştir: Hristiyantardan bir hükümdar, Beyt-i Mak-dis'i istilâ ederek
orayı harap etmiş, orayı leşlerle doldurmuş, halkını kuşatmış, bir kısmını
öldürerek geriye kalanları esir almış ve Tevrat'ı da yakmıştır. Hz. Ömer (r.a)
zamanında, müslümanlar onu onarıncaya kadar Beyt-i Makdis narab bir haldeydi.
b) Hasan el-
Basrî, Katade ve Süddî şöyle demişlerdir: Bu âyeti kerime Buhtunnasr hakkında
nazil olmuştur. Çünkü o, Beyt-i Makdis'i harab etmiş, bazı hristiyanlar da
yahudilerde olan öfkelerinden dolayı Buhtunnasr'a yardımcı olmuşlardı.
Ebu Bekr er-Razî,
Ahkâmu'l-Kur'an'ında şöyle demiştir: Ayetin sebeb-i nüzulü olarak yukarıda
belirtilen bu iki görüş de yanlıştır. Çünkü siyer âlimleri arasında
Buhtunnasr'ın zamanının, Hz. İsa'nın doğumundan çok önce olduğu hususunda bir
anlaşmazlık söz konusu değildir. Hristiyanlık, Mesîh'den sonra olmuştur. O
halde onlar Beyt-i Makdis'i tahrib konusunda, Buhtunnasr ile -asıl beraber
olmuş olabilirler? Hem yine hristiyanlar da yahudiler gibi, Beyt-i Vakdis'e
tazim gösterileceğine inanırlarjhatta onlardan daha fazla... Binaeleyh, Beyt-i
Makdis'in tahribi hususunda, onlar tahripçilere nasıl yardım etmiş
olabilirler?...
c) Ayet-i
kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mekke'de Allah'a davetten men ederek, O'nu
hicret etmeye zorlayan Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Böylece o
müşrikler hem Hz. Peygamber (s.a.s)'e hem de O'nun ashabına Mescid-i Haram'da,
Allah'ı anma hususunda mâni olmuşlardır. Hz. Ebu Bekr (r.a) evinin yanında bir
mescid yapmış, ancak buradan da men olunmuştu.
Ona eziyyet edenler
arasında Kureyş'in çocukları ve kadınları da bulunuyordu.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Namazında sesini yükseltme, o kadar da kısma!" (Isra, 110) ayetinin
bu konuda nazil olduğuda
söylenmiştir. İşte bu
sebepten ötürü kendisine eziyet edilmesin diye, Hz.Peygamber cehren Kur'an
okumaktan men edilmiştir. Ebu Cehil de Hz.Peygamber (s.a.s)'in sırtına insan
pislikleri atıyordu. İşte bunun üzerine, Allah'ı birteşe O'na herhangi bir şeyi
ortak koşmayan, huşu ve hudû içinde O'nun için namaz kılan, O'nu tefekkür
etmek için kalblerini Mâsivaullah'tan boşaltan, dillerini Allah'ın zikriyle,
bedenlerini O'nun azamet ve saltanatından duyulaca lezzetle meşgul eden
müslümanları engelleyen şu müşriklerden daha zalim kim olabilir? denilmiştir.
d) Ebu
Müslim şöyle demiştir: Bundan maksat, Hudeybiye senesinde Medine'den Mescid-i
Haram'a gittiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mescid-i Ha-ram'dan men eden
kimselerdir. Ebu Müslim bu görüşüne, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Onlardan inkâr
eden ve sizi Mescid-i Haram'dan men edenler..." (Feth,25) ayetiyle:
''Onlar Mescid-i Haram
'dan men ediyortarken, Allah onlara niçin azâb etmesin?" (Enfâl, 34)
ayetini delil getirmiş, Allah'ın, "Ancak korkarak" buyurduğunu da
Allah'ın peygamberin gücünü yüceltmesine ve kelimetullâhı üstün kılmasına
hamletmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, münafıklar hakkında,
''Andolsun ki biz seni
onlara musallat kılacağız; sonra da onlar seninle ancak az bir zaman komşu
olabilirler. Lanetlenmiş olarak... Nerede ele geçirilirterse yakalanırlar ve
Öldürüldükçe de öldürülürler" (Ahzâb, 60-61) buyurmuştur.
Bana göre bu hususta
beşinci bir izah tarzı daha bulunmaktadır ki, bu nazmın gözetilmesi bakımından
daha uygundur. O da, şöyle denilmesidir:
Kıble Ka'be'ye
çevrilince, bu, yahudilere çok zor geldi. Bunun üzerine onlar, insanları
Ka'be'ye yönelerek namaz kilmaktan men etmeye yöneldiler. Öyle ki bazı
kâfirleri Kabe'yi tahrip etmeye kışkırtmak suretiyle de, Kabe'yi tahrip etmek
hususunda çaba harcamışlardır. Yine onlar, içinde kıbleye müteveccihen namaz
kılmasınlar diye, Hz. Peygamber (s.a.s)'in mescidini tahribe de çalışmışlardır.
Böylece Allahu Teâlâ onları bu konuda kınamış ve onların bu konudaki
tutumlarının kötülüğünü beyan etmiştir. Bu açıklama, öncekinden daha uygundur.
Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu ayetten öncek: ayet erde yahudi ve
hristiyanlartn fiillerinin çirkinliğinden bahsetmişti' Bu ayetten sonra da
onların fiillerinin çirkinliğini bildirmiştir. O halde bu tek ayeJe
kastedilenin, müşıikterin Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mescid-i Haram'dan men
etmeleri hususundaki kötü fiilleri olması nasıl uygun olabilir? Ayeti,
hristiyanların Beyt-i Makdis'i tahrip etme çabalarına,-Ebu Bekr er-Razi'nin de
izah ettiği gibi-, hamletmek zayıftır. Binaenaleyh, geriye ancak bizim
dediğimiz kalır.
[38]
Bu ayetin mâkabliyle
ilgisi hususunda, bazı izahlar bulunmaktadır. Ayeti hristiyanlara ve Beyt-i
Makdis'-in tahribine hamleden kimseler şöyle demişlerdir: Bu âyet kendinden
öncekiyle, hristiyanların sadece kendilerinin cennet ehli olduklarını iddia
etmeleri sebebiyle onlara, "Mescidleri tahrip etme işinde böylesine
çalıştığınız halde nasıl olur da cennet size mahsus olabilir?" denilmiş
olması itibariyle irtibatlıdır.
Ayeti Mescid-i
Haram'ın ve diğer mescidlerin tahrip edilmesine hamleden kimselere gelince
onlar şöyle demişlerdir: Müşrik Arapların zikri Cenâb-ı Hakk'ın, "ayetinde
geçmişti. Burada, bütün kâfirlerin zikrîyle onların kınanmasının da geçmiş
olduğu söylenmiştir. Böylece, zem ve kınama, bir kere yahudî ve hristiyanlara;
bir başka kere de müşriklere yöneltilmiştir.
[39]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesi umum ifâde eder. Buna göre bazı alimler bununla bütün mescidlerin
kastedildiğini söylemişlerdir. Bazıları da, bizim zikrettiğimiz Mescid-i Haram
ve Mescid-i Haram'ın dışındaki
Mekke mescidlerine hamlederek
şöyle
demişlerdir: Hz. Ebu
Bekr'İn Mekke'de.içinde Allah'a ibadet ettiği bir mescidi vardı.. Onlar,
hicretten önce burayı tahrip etmişlerdi.
Alimler içinde, bu
ifâdeyi sadece Mescid-i Haram'a verenler de vardır ki, bu Ebu Müslim'in
görüşüdür. Çünkü Ebu Müslim, ayette geçen, kelimesini Hudeybiye senesinde, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i Mescid-İ Haram'dan men etmekle açıklamıştır. "Şayet,
çoğul olan lâfzını, tek bir mescide hamletmek nasıl mümkün olur?"
denilirse, biz deriz ki: bu hususuta bazı izahlar bulunmakladır;
1) Bu, tek
bir salih kimseye eziyyet edene şu sözü söyleyen kimsenin, Salih kimselere
eziyyet edenden daha zalim kim vardır?" sözüne benzer.
2) Mescid,
secde edilen yer demektir. Buna göre Mescid-i Haram, te mescid değil, birçok
mescid olmuş olur.
[40]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğu ns: mahallindedir. Alimler,
bunda âmil olan kelime- -ne olduğu hususunda görüşler belirterek, etmişlerdir:
a) Bu,
fiilinin ikinci mefûlüdür. Çünkü sen, fiiilini, "Onu şundan men
ettim" diyerek iki mefûl olacak biçimde kullanabilirsin.
nun bir benzeri de
Cenâb-ı Hakk'ın: ( İsra 59) (isra. 94) ayetidir.
b) Ahfeş
şöyle demiştir: Bu cümleden harf-i cerrinin hazfedilmiş alması caizdir. Sanki
şöyle denilmiştir: mescidlerini, oralardan Allah 'm isminin zikredilmesinden
men eden..
c)
ifâdesinden bedel olmasıdır.
d) Zeccâc
kendisinde fiili âmil olmak üzere, takdirin, "Kendilerinde Allah'ın
isminin zikredilmesini istemeyerek, haşi; mayarak" mânasında olmasının
caiz olduğunu da söylemiştir.
[41]
Mescidi tahrib etmeye
çalışmak, şu iki sebepten olay olabilir:
a) Namaz
kılanları, ibâdet edenleri ve oranın almış olan kimseleri, oralara girmeten men
etmektir. İşte bu, mescidlerin bir bakırm tahribi olur.
b) Onları
yıkmak ve tahrip etmek suretiyle olur.
Bir kimse şöyle
diyemez: "Kendisinde tahrip olunma emareleri olmadan Beyt-i Haram'ı tahrip
etmek manasına almak nasıl doğru olabilir?" Çünkü. p sanları orada dini
ibadetlerini yerine getirmekten men etmek, bir baklma tahrip etmek gibi olur. Ebu Bekr (r.a)'in,
Mescid-i Haram'da namaz kıldığı b bölümü bulunduğu, hicret ettiği zaman
Kureyş'in bunu tahrip ettiği de söy'er mistir.
[42]
Ayetin zahiri, bu
fiitin zulüm çeşitlerinin en büyüğü olmasini iktiza eder. Bu, şöyle bir müşkil
arzeder: Cenâb-ı Hakk'ın; (Muhakkak ki bir zulümdür" (Lokman, m
buyurduğuna göre de şirk bir zulümdür. Şu kadar var ki, şirk bu fiilden daha
büyük bir günahtır. Zina, adım öldürme de bu fiilden daha büyüktür. Bu müşkile
şu şekilde cevap veririz: Bu mevzuda en ileri derecede söylenecek söz şudur:
Bu, kendisine tahsis girmiş olan umumi bir lâfızdır; dolayısıyla bu konu
eleştirilemez.
[43]
Cenâb-ı Hakk'ın:
"İşte banlara, buralara ancak korkarak girmeleri yaraşır" buyruğuna
gelince, bil ki bu ayette birkaç mesele bulunmaktadır.
[44]
Sözün zahirine göre,
iman edip de mescidlerin tahribine çalışan kimselere, korkarak girmelerinin
dışında, oralara girmek haram kılınmıştır.
Bunun herkes için
umumi olduğunu söyleyenler ise,
bu korkunun tefsiri
hususunda birkçok vecih zikretmişlerdir:
a) Onların
mescidleri istilâ etmeleri ve mü'minleri mescidlerden men etmeleri şöyle
dursun, mü'minlerin kendilerini kıskıvrak yakalamalarından göğüs kafesleri tir
tir titrtyerek girmeleri, uygun düşer. Buna göre mana, şayet kafirlerin zulmü
ve isyanları olmasaydı, olması gereken ancak bu olurdu, şeklindedir.
b) Bu,
Allahu Teâlâ tarafından müslümanlar için, Allah'ın müslümanlan Mescid-i Haram'a
ve diğer mescidlere hükümran kılacağını ve O'nun müşriklerden tek bir kimsenin
dahi yakalanmadan, böylece azâb edilmekten veya müslüman olmazsa öldürülmekten
korkarak girmesi durumu müstesna, onlardan hiç kimsenin Mescid-i Haram'a
giremiyeceğine ve onları zelil kılacağına dair, bir müjdedir. Allah bu
va'adinin doğruluğunu tahakkuk ettirerek, onları Mescid-i Haram'a girmekten men
etmiştir. Ve onlar hakkında, Hz. Ebu Bekr-in haccettiği yılda şöyle nida
etmiştir: "Dikkat, bu yıldan sonra hiçbir müşrik Kabe'yi
haccedemez!.." Hz. Peygamber (s.a.s), yahudilerin Arap yarımadasından çıkartılmasını
emretmiş, böylece ertesi yıl galip ve hâkim olarak ziyaret etmiş ve hiçbir
müşrik O'nun haccetmesine, Mescid-i Haram'a girmesine mani olamamıştır. İşte
bu, Ebu Müslim'in "Mescidlerden men'"i müşriklerin Hz. Peygamber
(s.a.s)'i Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan men etmelerine hamletmesinin
izah tarzıdır. Ebu Müslim, ayetteki "korku" yu da, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in dâvasının hâkimiyetine ve müşriklerin Hz. Peygamber ve O'nun
ümmetinden korkacak biçimde, Hz. Peygamber'in onlara galip gelme sine
hamletmiştir.
c) Ayetteki
korkunun, müşriklerin başına gelen hakirlik, cizye vererek zelil olmak ve
zillet içinde bulunmak manasına hamledilmesidir.
d)
Müşriklerin Mescid-i Haram'a girmeleri, hasımlaşmak, muhakeme edmek ve karşı
deli! getirmek için girmek gibi, korku ihtiva eden bir halin dışır da, haram
kılınmıştır. Çünkü bütün bunlar korkuyu ihtiva eder. Bunu delili ise ''Kendi
aleyhlerinde küfre şahid oldukları halde, müşriklerin Allah 'm mescid-lerini
imâr etmeleri uygun değildir" (Tevbe, 17) ayetidir..
e) Katâde ve
Süddî "Allah'ın: Ancak korkar oldukları halde ifâdesi, hristiyanlar Beyt-i
Makdis'e ancak korkarak girerler, orada bir hristi-yan bulunsa dövülerek eziyet
edilir manasınadır" demişler. Bu te'vil kabule şayan değildir. Çünkü
Beyt-i Makdis, zamanımızda hükümdar Salahaddin Eyyübî (rh.a) tarafından
kurtartlıncaya kadar, yüz seneden daha fazla bir müddetle, hiçbir müslümanın
oraya korkmadan girme imkânı bulamayacağı bir şekilde, hristiyanların elinde
kalmıştı.
f) Gerçi
Cenâb-ı Allah 'in: "Onlar oralara ancak korkarak girerler" buyruğu,
haber şeklinde bir ifâdedir, fakat bundan murad, onları oraya girmekten
nehyetmek ve onları mescidlercten uzak tut-
maktır. Nitekim Hak
Teâlâ, bu manada: Sizin, Allah'ın peygamberine ezâ vermeniz (doğru) değildir"
(Ahzâb, 53) buyurmuştur.
Cenâb-ı Allah'ın:
"Onlar için dünyada hizy vardır" ayetine gelince, alimler ayetteki
"hizy" hakkında ihtilâf ederek, bazıları, "Mescidlerden
menettikleri için onlara verilen zillet cezası vardır" demişler; diğerleri
ise, zimmîler için bu kelimeyi "cizye" diye, harbîler için ise
"katledilmek" diye tefsir etmişlerdir. Bil ki bütün bunlar muhtemel
manalardır. Çünkü "hizy" ancak ceza yerine geçen, rüsvaylık, hor ve
hakir kılma şeklinde olur. Kendinde hor ve hakir kılma manası bulunan herşey
bu kelimenin muhtevasına dahildir. Bu, onların küfürde ısrarlarını Allah'ın
bir reddedişidir. Çünkü mevcud olan rüsvaylık, hizyin gerektirdiği durumu
anlatmaya ihtiyaç bırakmaz.
"Büyük azab"
a gelince, Allahu Teâlâ onu, son derece ileri bir mübalağa yerine geçecek bir
şekilde tavsif etmiştir. Çünkü daha önce bahsedilen ve sıfatları sayılan
kimseler en büyük zulmü yapan kimselerdir. Binaenaleyh onların büyük cezaya
müstehak olacakları meydandadır. Bu ayette iki mesele vardır:
Birinci mesele mescidterin
ahkâmı hakkındadır. Bu hususta birçok vecihler vardır:
[45]
Birincisi, mescidlerin
fazi|etj hakkındadır. Mescidlerin faziletine Kuran, hadis, ve akıl delalet
etmektedir.
Kur'an birçok delalet
ayette buna delalet eder:
1) Alla h'u
Teâlâ:"Mecidler Allah'ındır. Öyleyse Allah ile birlikte hiçbirşeye
tapmayınız" (Cin, 18) buyurarak, sadece ona ait olduğunu ifâde eden lam-ı
ihtisas ile, mescidleri kendi zatına izafe etmiş ve bu has oluşu, "Allah
ile birlikte (oralarda) hiçbirşeye tapmayınız" buyruğu ile
kuvvetlendirmiştir.
2) Cenâb-ı
Hak: "Allah'ın mescfdlerinf ancak Allah 'a ve Ahiret Cünü'ne iman edenler
imâr ederler" rrev-be, 18) buyurmak suretiyle mescidleri imâr etmeyi
imanın bir delili kılmıştır. Hatta ayet zahiri ile, imanın sadece bu kimselere
münhasır olduğunu göstermektedir. Çünkü ayetin başındaki uJ] (Ancak) kelimesi
hasr içindir.
3) Allah
Teâlâ, "O evlerde Allah' yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına
izin vermiş (emretmiştir). Onlar buralarda sabah akşam O (Allah)'ı teşbih
ederler" (Nür, 36) buyurmuştur.
4) Tefsirini
yapmakta olduğumuz bu ayette Cenâb-ı Allah:
"Allah 'in
mescidlerinde, O 'nun adının anılmasını menedenlerden daha zâlim kim olabilir!..,"
buyurmuştur.
Bu ayetin zahiri,
mescidleri harâb etmeye uğraşmanın, müşriklerin en kötü hali olduğunu gösterir.
Çünkü, Cenâb-ı Allah, "Şirk hiç şüphesiz büyük zulümdür" (Lokman, 13)
buyurduğu için, "Daha zâlim kim olabilir!" ifâdesi müşrikler için
kullanılır. Mescidleri harab etmeye koşmak ftskın (günahın) en ile-derecesınue
olunca, mescidleri imar etmeye, canlandırmaya koşmak ve gay-'ret e'menin de
imânın en ileri derecesi olması gerekir.
[46]
Mescidlerin faziletini
gösteren hadislere geünce:
1) Buhârî ve
Müslim Sahih'lerinde şunu rivayet etmişlerdir: Hz.Osman b. Affân (r.a) bir
mescid (cami) yaptırmak istedi. Müslümanlar bunu hoş karşılamadılar ve bu
işten vazgeçmesini istediler. Bunun üzerine o, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in
şöyle dediğini duydum" dedi:
"Kim Allah İçin
bir mescid blnâ ederse, Allah o kimse için o mescid şeklinde cennette bir bina
yapar." Bir başka rivayette de, "Allah o kimse için cennette bir ev
yapar."
2) Ebu
Hureyre (r.a)'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.ş) şöyle buyurmuştur:
'Allah'a beldelerin en sevimli gelen yerleri oraların mescidteridir, en
sevim-sizgelen yerleri ise oraların çarşılarıdır"[47]. Bil
ki bu haber mescidlere sayg, duyma hususunda akli bir hikmete dikkat
çekmektedir. Bunun izahı şöyledir Yerler ve zamanlar ancak Allah'ın zikri ile
şeref kazanırlar. Buna göre mescid, Allah'ı zikretmenin bir mekânı olup,
Allah'ın zikrinden gafil olan kimse bite oraya girdiğinde Allah'ı hatırla/.
Çarşılar ise, bunun aksinedir. Zira oralar dünyaya yönelme yeri olup, Allah'tan
gafil olmaya yöneltir ve Allah yolunda tefekkür etmekten uzaklaştırır. Öyle ki
Allah'ı zikreden kimse bile çarşıya girdiğinde Allah'ı hatırlamaktan gafil
hale gelir. İşte bundan dolayı şüphesiz mes-cidler yerlerin en şereflisi,
çarşılar ise en kıymetsizidir.
[48]
İkincisi, mescidlere gitmenin fazileti
hakkındadır. Ebu Hureyre (r.a)'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu
rivaye: edilmiştir:
"Kim evinde
temizlenir ve Allah 'm farzlarından bir farzı yerine getirmek üze re, Allah'ın
evlerinden birine giderse, onan her adımından biri bir günahır düşürür, diğeri
ise derecesini yükseltir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir
2) Ebu
Hureyre (r.a), Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim sabah akşam
mescide devam ederse, Allah her gidip gelişinde onun için cennette bir makam
hazırlar." Bu hadisi, Buhâri ve Müslim Sahih'lerinde zikretmişlerdir.
3) Übeyy b.
Kâb şöyle demiştir: Medineli müslümanlardan öyle bir adam biliyorum ki evi,
mescide en uzak olan zat olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.s)'in arkasında
cemaata devam eder, hiçbir namazı kaçırmazdı. Ona: "Sıcakta ve karanlıkta
binip geleceğin bir eşek satın alsan" denildi. O: "Allah'a yemin
olsun ki evimin mescidin yanında olmasını istemem" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bu durum haber verilince, ona bunu sordu. O adam da: "Benim
izlerim, adımlarım, aileme gidip gelmem, hep amel defterime yazılsın diye böyle
yapıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Umduğum herşey
senin için olacaktır" buyurdu. Bu hadisi Müslim Sahih'inde nakletmiştir.
4) Câbir
(r.a) şöyle buyurmuştur: "Mescidin yanında boş bir af«a vardı.
Selameoğulları Mescid-i Nebi'nin yanına göçmeyi istediler. Bu durum Hz. Peygamber
(s.a.s)'e ulaşınca, O, onlara: "Sizin mescidin yakınına gelmeyi düşündüğünüzü
haber aldım?" diye sordu. Onlar da: "Evet biz bunu istemiştik"
dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ey Selameoğulları evinizi terketmeyin,
zira mescide gelirken attığınız her adıma sevab yazılır" buyurmuştur. Bu
hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Sa'id el-Hudrî
(r.a)'den,
"Hakikat ölüleri biz diriltiriz biz
ve(onlann)önden yapıp gönderdikleri şeyleri ve eserlerini yazarız" (Yasin.
12) ayetinin bunlar hakkında nazil olduğu'[49]
rivayet edilmiştir.
5) Ebu Musa
el-Eş'arî (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İnsanların namaz
bakımından en fazla ecir alanları, camilere yol bakımından en uzakta
olanlarıdır. Cemaatta namaz kılmak için namaz vaktini bekleyen kimsenin ecri
namazını evde kılıp da yatıp uyuyan kimsenin ecrinden daha fazladır." Bu
hadisi de hem Buharı, hem Müslim Sahihlerine almışlardır.
6) Ukbe b.
Âmir el-Cühenî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"İnsan
temizlenip, namazı beklemek içffi mescide gittiği zaman, sevablanni yazan bir
veya iki kâtib meleği mescide her adımına karşılık on iyilik yazar. Nescidde
namazı beklerken oturan kimse, Allah 'a ibâdet etmekte olan kimse gibi kabui
edilir. Bu kimse evinden çıkıp tekrar evine dönünceye kadar namaz kılmakta olan
kimselerden yazılır."
7) Sa'id b.
Müseyyeb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin ölümü
yaklaştı. Bunun üzerine o, ailesine: "Evde kimler var?" diye sordu.
Onlar: "Senin çoluk çocuğun. Fakat kardeşlerin ve yanında oturup kalkanlar
mesciddeler" dediler. Bunun üzerine o: "Beni kaldırınız" dedi.
Orada bulunanlardan biri, onu kendisine yaslayarak kaldırdı. O iki gözünü
açıp, orada bulunanlara selâm verdi. Onlar da adamın selamını alıp ona hayır
duada bulundular. Bunun üzerine o adam: "Bugün Hz. Peygamber (s.a.s)'den
duyup da daha önce Allah rızası için hiç kimseye söylemediğim bir hadisi size
miras bırakıyorum, Bu hadisi söylerken de yine Allah rızası için söylüyorum.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:
"Kim evinde
güzelce abdestini alır, sonra müslümanlarla birlikte namazı cemaat halinde
kılmak için mescide giderse, o sağ ayağını her kaldırışında Allah ona birsevab
yazar, sol ayağını bastığında buna karşılık da, mescide gelinceye kadar, bir
günahını siler. İmamla birlikte namazını kılınca günahları bağışlanmış olarak
döner. Eğer o namazın bir kısmına yetişip bir kısmına yetişemezse de durum aynı
olur.[50]
8) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini Ebu Hureyre (r.a) nakletmiştir:-
"Kim güzelce bir
abdest alır, sonra mescide gider, insanları namazı bitirmiş
olarak bulursa, Allah
ona o mescidde cemaatle namaz kılıp orada bulunanların sevabının aynısını
verir. Bu durum, onların sevablarından hiçbirşey eksiltmez.[51]
9) Ebu
Hureyre (r.a), Hz. Peygamber {s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Dikkat edin. Size
Allah 'm kendisi sebebiyle günahları affedip, dereceleri yükselttiği şeyi
haber vereyim mi?" Sahabe, "Evet, ya Resûlallah," dediler. O da
şöyle buyurdu: "Zorluklara karşılık tastamam abdest almak, mescidlere
çokça adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra diğerini beklemek, işte sizin
nöbetiniz budur, işte sizin nöbetiniz budur "[52].Bu
hadisi Müslim rivayet etmiştir.
10) Ebu
Seleme b. Abdurrahman, Dâvûd b. Salih'e:
"Ey iman edenler,
sabredin, sabırda yarışın ve nöbet beklesin..." (Ali imran,200) ayetinin
kim hakkında nazil olduğunu biliyor musun?" diye sordu, 0, "Hayır ey
kardeşimin oğlu" cevabını verdi. Ebu Seleme şöyle dedi: Ebu Hureyre
(r.a)'nin ,"Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında nöbet tutulan bir savaş yoktu,
fakat bir namazdan sonra diğer namazı bekleme vardı" dediğini duydum.
11) Büreyde
(r.ah), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Karanlıkta mescide yürüyen kimselere, kıyamet gününde tam nurları
olacağım müjdele"[53]
Nehâ'î kendilerinin, karanlık gecede mescide gitmenin bu sevabı gerekli
kıldığı görüşünde olduklarını söylemiştir.
12) Evzâ'î
şöyle demiştir: Muhammed ashabının ve iyilik yolunda onlara tâbi olanların beş
özelliğinden bahsedilirdi. Cemaata devam etmek, sünnete uymak, mescid yapmak,
Kur'an okumak ve Allah yolunda cihad etmek."
13) Ebu
Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim Allah için,
ne/a/ malından Allah'a ibâdet edilen bir bina (cami) yaparsa, Allah da onun
için cennette inci ve yakuttan bir bina yapar "[54]
14) Ebu Zer
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Şayi
"Kim Allah için bağırtlak kuşu folluğu kadar da olsa bir mescid bina
ederse, Allah cennette ona bir ev yapar "[55]
15) Ebu
Sa'id el-Hadri (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Bir adamın mescide
gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini görürseniz, onun mü'min olduğuna şehâdet
ediniz "[56].Çünkü Allah Teâlâ:
"Allah'ın mesddlerini ancak Allah'a ve ahtretgününe inananlar imâr
ederler" (Tevbe. 18) buyurmuştur.
16) Ashab-ı
Kiram'ın bazılarının şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Mescidler Allah
'in evlendir. O mescitlerde Allah 'ı ziyaret eden kimselere Cenab-ı Allah
mutlaka ikram eder."
17) Enes
(r.a). Peygamberimiz (s.a.s) "Allah'ın evlerini imâr edenler, Allah'a ait
evler (olan mesddlerin) sakinleridir" buyurduğunu rivayet etmiştir.
18) Enes
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'tn şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Verdekf/ere sanki azab etmeye karar veriyorum ama evlerimi
imâr edenlere, Allah İçin birbirini sevenlere ve seher vakitlerinde istiğfar
edenlere baktığımda bundan vazgeçiyorum."
19) Enes
(r.a), Peygamberimizin, Gökten bir büyük belâ indirildiği zaman, mescidleri
imâr edenlerden (namazlarını mescidlerde cemaatle kılan kimselerden) o belâ
çevrilir" buyurduğuna rivayet etmiştir.
20) Selman
(r.a), Ebu'd Derda (r.a)'ya mektubunda şöyle yazmıştır: "Ey kardeşim,
kalacağın yer mescidler olsun. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in şunu dediğini
duydum:"Mescidler, her müttakinin evidir. Allah, mescidleri evleri sayan
kimselerin rahatlık, rahmet ve sırattan geçip Allah 'in rızasına ulaşmasına
kefil olmuştur."
21) Sa'id b.
Müseyyeb, Abdullah b. Selâm (r.a)'dan şunu nakletmiştir: "İnsanların
mescidlerde birer makamı ve bu makamda beraber oturdukları melek arkadaşları
vardır. Melekler onları yerlerinde bulamadıkları zaman, onları soruştururlar.
Eğer hastalanmış iseler, onları ziyaret ederler. Eğer bir sıkıntı içinde iseler
onlara yardım ederler."
22) Hasan
el-Basrî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisini nakletmiştir: "İnsanlara,
mescidlerindeki konuşmalarının dünya işleriyle ilgili olacağı bir zaman
gelecektir ki siz onlarla oturmayınız. Allah 'm onlara ihtiyacı yoktur."
23) Ebu
Hureyre (r.a), Hz. Peygamber {s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Münafıkların
kendisiyle tanındıkları alâmetleri vardır: Onların selamları lanet, yemekleri
yağma, ganimetleri ihanettir. Onlar mescidlere ancak hemen geri gitmek için,
namaza da sonunda gelirler. Ne ülfet ederler, ne ülfet olunur-iar. Onlar gece
kötülük kurarlar, gündüz de böbürlene böbürlene dolaşırlar "[57]
24) Ebu Sâid
el-Hudri ile Ebu Hureyre (r.a)'nin rivayet ettikleri hadiste. Hz. Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Allah yedi kısım
kimseyi kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı (kıyamet) gününde
gölgelendirir: Âdil devlet adamı, Allah'a ibâdetle büyüyen genç, mescidden
çıktığı andan dönünceye kadar gönlü mescide bağlı kalan adam, Allah için
birbirini seven ve Allah için bir araya gelip ayrılan iki kimse, hiç kimsenin
olmadığı yerde Allah 'l anıp gözlen yaşla dolup taşan insan, güzel ve hoş bir
kadın kendisini (zinaya) davet ettiği halde, "Ben Allah'dan korkarım"
diyen adam ve sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek kadar gizli bir şekilde
sadaka veren birkimse." Bu hadisi Buhâri ve Müslim Sahih'lerin-de rivayet
etmişlerdir.
25) Ukbe b.
Amir, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mescide
gitmek için evinden çıkan kimsenin her adımına mukabil sevaplarını yazan melek
on iyilik yazar. Cemaatta namaz kılmak için mescidde bekleyen, sanki ibâdet
etmekte olan insan gibidir. Bu kimse evine dönünceye kadar namaz kılmakta olan
kimselerden sayılır."
26) Abdullah
b. Mübarek, Hakim b. Züreyh b. el-Hakem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Sa'id b. Müseyyeb'e babamın şöyle sorduğunu duydum: "Cenazede bulunmak mı
daha çok hoşuna gider, mescidde oturmak mı?" O şöyle cevap verdi:
"Cenaze namazı kılana bir kırat sevab vardır. Cenazeye kabre konuncaya
kadar teşyîeden kimseye ise iki kırat sevab vardır. Mescid-lerde oturmak benim
daha çok hoşuma gider. Çünkü sen orada Allah 7 fesi?? eder, tevhidi okur ve
Allah'dan mağfiret dilersin." Melekler de: "Allah'ım, onun duasını
kubul et ve onu bağışla" derler. Böyle yaparsan sen de, "Allah'ım, Sa'id
b. Müseyyeb'i bağışla"de."[58]
1) İbn Abbas
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.Ben,
mescidlerin yükseltilmesi ile emrolunma-dım "[59].Hadiste
geçen teşyîd (yükseltme) den murad, binanın yüksek yapılmasıdır. Cenâb-ı
Allah'ın, "Yüksek
burçlarda..." (Nisa,78) , yani "yüksek olarak yapılmış yerlerde"
ayeti de bu manayadır.
2) Hz. Ömer
(r.a), bir mescid yapmayı emretti ve mimara şöyle dedi: "İnsanların
yağmurdan koruyacak bir bina yap, kırmızı sarı renklerle onu süslemekten
sakın. Yoksa o zaman insanlar fitneye düşer."
3) Hz. Osman
(r.a), mescidde alçıdan yapılıp asılmış bir portakal gördü de onun kesilmesini
(kırılmasını) emretti.
4)Ebu'd.
Derdâ(ra), "Mushaflannızı süsleyip, mescidlerinizi tezyin ettiğiniz
zaman, helak olursunuz" demiştir.
5) Ebu
Kılâbe, Enes b. Malik (r.a) ile erkenden Zaviye'ye[60]
doğru çıktık. Sabah namazı vakti girdi. Derken bir mescide rastladık. Hz. cnes
(r.a): Keşke bu mescidde namaz kılsaydık" dedi. Bunun üzerine bazi
kimseler, "Baş-. ka bir mescide gidelim" dediler. Enes (r.a):
"Hangi mescide?" deyince, onlar "Yeni yapılan bir
mescide.." dediler. Enes (r.a) ise, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmu
dedi: "Ümmetimin mescidler hususunda birbirine öğündükieri halde, pek azı
müstesna, (namaz kılarak) onları, imâr etmeyecekleri bir zaman gelecektir
"[61]
Dördüncüsü,
Tahiyyetü'l-Mescid (mescide girince kılınması mendub olan iki rekâttık namaz)
hakkındadır. Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Ka-tâde es-Sülemi'den
rivayet edilen hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz, camiye girdiğinde, oturmadan önce iki rekat namaz kıtsın.
'"Bil ki bu hüküm, Hasan el-Basri, Mekhûl, İmâm Şafiî, İmam Ahmed ve İshâk'ın
mezhebidir. Bazı âlimler, mescide girenin namaz kılmadan oturabileceğini
söylemislerdir. Bu görüşe İbni Sîrin, Atâ b. Ebî Rebâh, Nehâi ve Katâde zâh:
olmuşlardır. İmâm Malik, Sevrî ve Haneliler (Ashab-ı Rey) de bu görüştedr[62]
Hz.Fatma (r.anha)'nın
babasından (are) rivayet ettiği hadise göre, Hz.Pey-gamber (s.a.s) mescide
girerken, Muhammed'e salat-u selam okuyup, "Ya Rabbi! Günahlarımı
bağışlayı-bana rahmet kapılarını aç" der, çıkarken de yine Muhammed'e
salat-u selarr okuduktan sonra Rabbl,
günahlarımı bağışlayıp, bana fazlının kapılarını aç" derdi.[63]
Altıncısı namazı
beklemek için mescidlerde oturmanın fazileti hakkındadır.
1) Ebu
Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'tn şöyle buyurduğunu nak-
letmiştir:
"İçinizden herhangi biriniz, abdestii olarak devam ettiği müddetçe namaz
kıldığı yerde oturup beklerse melekler onun için şöyle dua ederler: "Ya
Rabbi, onu, ya Rabbi ona merhamet et"der
[64]
2) Rivayet
edildiğine göre Osman b. Maz'un (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek.
"Kendimi hadım ettirmeme müsaade et" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s):
"Hadım eden ve kendisini hadım ettiren bizden değildir. Ümmetimin
hadımlığı oruç tutmadır" buyurdu. Bunun üzerine Osman b. Maz'ûn: "Ya
Resuiallah, ibadet için gezmem hususunda bana izin ver" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihâd
etmeleridir" dedi. Bunun üzerine Osman (r.a), "Bana ruhbanlık
hususunda müsaade et" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ümmetimin
ruhbanlığı, cemaatle namazı beklemek için mescidlerde oturmaktır" buyurdu.[65]
Yedincisi mescidlerde
alış-vertş yapmanın mekruh olduğu hakkındadır. Amr b. Şuayb'ın babası
vasıtasıyla dedesinden (yani Abdullah b. Amr b. As1dan) rivayet ettiğine göre
Hz.Peygamber (s.a.s), mescidlerde karşılıklı şiir söylemekten, alış-veriş
etmekten, cum'a günü namazdan önce halka kurup oturmaktan nehyetmiştir. Bil ki
ilim ehlinden bazıları mescidlerde alış veriş yapmayı mekruh görmüşlerdir. Bu
görüş Ahmed b. Hambel, İshâk ve Atâ b. Yesâr benimsemiştir. Atâ b. Yesâr,
mescidde birşeyler satan kimselere rastladığında şöyle dedi: "Dünya
pazarlarına git, burası sadece âhiret pazarıdır." Safim b. Abdullah b.
Ömer b. el-Hattab (r.ah)'ın, Mescid-i Nebi'ye bitişik "Bethâ" dediği
geniş bir arsası vardı. Bu zat şöyle derdi: Şamata yapmak, şiir söylemek veya
gürültü yapmak isteyen şu arsaya çıksın. Bil ki bizim rivayet ettiğimiz hadis
camide halka kurup oturmanın ve cuma günü namazdan önce ilim müzakere etmek
için toplanmanın mekruh olduğuna delâlet eder. Allah'ı zikirle namazla meşgul
olmak ve hutbeyi dinlemek ise mekruh değildir. Namazdan sonra bir araya gelip
halka kurmakta bir beis yoktur.
Mescidde kaybettiği
eşyasını sorup aramak ve zikir dışındaki hususlarda yüksek sesle konuşmak da
mekruhtur. Ebu Hureyre (r.a) şöyle buyurmuştur: Mescidde yitiğini bulmak için
arayıp soran kimseyi dinleyen, "Altah onu sana geri vermesin (onu
bulamayasın!) Çünkü mescidler bunun için yapılmamıştır" desin.*
Yine Ebu Hureyre
(r.a)'den, Hz. PeygamberıtS-a.sVin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Mes-cidde birşey satan veya alan birisini gördüğünüzde, "Allah alış
verişini kârlı kılmasın" deyiniz."[66]
Ebu Süleyman
el-Hattabi (r.h) şöyle demiştir: "Buna, mescidin yapılış gayesine uygun
olmayan, insanların muamele ve haklarıyla ilgili herşey girer?
Seleften bazıları,
mescidde dilencilik yapmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bazı selef,
mescide dadanan dilenciye sadaka verilmeyeceğini de söylemişlerdir.
Keza mescidlerde
hadlerin (şer'î cezaların) uygulanması nehyedilmiştir. Hz. Ömer (r.a), had
cezası gereken iki kimsenin mescidden çıkarılmasını söylemiştir. Hz.
Ali(r.a)'nin de böyle söylediği rivayet edilmiştir.
Mu'az b. Cebel ise
şöyle demiştir: "Mescidler beş şeyden uzak tutulmuştur: İçinde cezaların
uygulanmasından, haraç alınmasından, şiirlerin okunmasından, yitik eşyaların
aranmasından ve çarşı pazar haline getirilmekten."
Seleften bazıları,
mescidde hüküm vermede bir sakınca olmadığına kânî olmuştur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), Aclân ile hanımı arasında mescidde mülâane[67]
(lanetleşrne) yaptırmıştır. Hz. Ömer de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in minberinde
mülâane yaptırmıştır.
Kadı Şureyh, Şa'bi ve
Yahya b. Ya'mer mescidde hüküm vermişlerdir. Hasan Basrî ile Zürâre b. Evfâ
mescidin dışındaki geniş alanda hüküm verirlerdi.[68]
Sekizincisi, mescidde
uyuma hakkındadır. Sahihayn'da Abbâd b. Temim, amcasından, onun, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in bir ayağını diğerinin üzerine koyduğu halde mescidde sırt üstü
uzandığını gördüğünü rivayet etmiştir. İbni Şi-hab'dan da, Hz. Ömer ve Hz.
Osman'ın aynı şeyi yapmış olduklarını söylediği rivayet edilmiştir. Bunda, evde
müsaade edildiği gibi, mescidlerde de yaslanarak, bağdaş kurarak veya çeşitli
istirahat şekillerinde oturmanın caiz olduğuna delil vardır. Ancak yüz üstü
yatmayı Resûlutlah (s.a.s) yasaklamış ve, "Bu, Allah'ın buğzettiği bir
yatış şeklidir"[69]
buyurmuştur. Nâfi'den rivayet edilmiştir ki Abdullah b. Ömer bekâr bir
delikanlı iken Hz. Peygamber (s.a.s)'in mescidinde yatardı. Bazı alimler
mescidde yakabileceğini söylemişlerdir.
Abdullah
b. Abbas (r.ah) ise: "Mescidleri gece yatılacak veya öğle uykusuna
yatılacak yerler haline getirmeyiniz" demiştir.
[70]
Enes (r.a),Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği hadise göre, O şöyle buyurmuştur:
"Mescide tükürmek bir günahtır, onun kefareti ise onu toprağa gömmektir.[72]
Buhari'nin Sahihinde
Ebu Zer (r.a)'den rivayet edilgine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimin iyi
kötü bütün amelleri bana gösterildi. Yolda yürüyene eziyet verecek şeylerin
temizlenmesini, onların iyi amelleri arasında; mescidde tü-kürülüp de
gömülmeyen balgamı da onların kötü amelleri arasında buldum" Diğer bir
hadiste : "Mescld, derinin ateşte büzüldüğü gibir balgamdan dolayı
(adetâ) büzülür" buyurulmuştur. Bazı âlimler bu ifâdeden maksadın şu
olduğunu söylemişlerdir: O yerin mescid oluşu saygıyı gerektirir. Balgamı oraya
tükürmek ise hakaret manasına gelir. Bu ikisi arasında zıtlık vardır. İşte bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) bu tezadı "büzülür" ifadesiyle
anlatmıştır.
Diğer bazı alimler
ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu sözle mescidde bulunan meleklerin durumunu
anlattığını söylemişlerdir. Sahîhayn'da Hammam b. Münebbih'in şöyle dediği yer
almıştır: "Bu, Ebû Hureyre'nin Resulullah'-dan bize rivayet ettiği şu
şeydir:
"Sizden biri
namaz kılmak için kalktığında önüne tükürmesin. Çünkü o camide olduğu müddetçe
Allah'a münacaatta (ibâdette) bulunur. Sağına da tükürmesin. Çünkü sağında bir
melek vardır. Soluna veya ayaklarının altına tükürsün ve tükrüğünü toprağa
gömsün." Enes (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in kıble tarafında bir balgam
gördüğünü ve bunun çok ağırına gittiğini, hatta yüzünde bu hoşnudsuzluğunun
belli olduğunu ve kalkıp eliyle o balgamı yok ettikten sonra:
"Sizden biri
namaza kalktığında, o Rabbine münacaat halindedir. Bundan dolayı kıblenize
tükürmeyin. Sol tarafınıza veya ayaklarınızın altına gelen yere tükürün"
buyurduğunu sonra cübbesinin eteğini tutarak içine tükürdüğünü, sonra onu
aralayıp, "Böyle yapsın" dediğini rivayet etmiştir. Bu hadisi Buhâ-rî
Sahih'inde rivayet etmiştir.[73]
Sahihi Buhari ve Müslim,
Enes b. Ömer ve Câbir (r.ah)'den, Hz. Peygambber (s.a.s)'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir:
"Kim 6u kofcan
bitkiden yerse, mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler insanların rahatsız
olduğu şeylerden rahatsız olurlar." Cabir (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in:
"Kim soğan, sarmısak yerse, mescidimizden uzaklaşsm" dediğini; Hz
.Peygamber (s.a.s)'e, içi sebze bulunan bir tencere getirildiğini,
Peygamberimiz (s.a.s)'in onda bir koku hissettiğini ve onun ne olduğunu
sorduğunda, baklagillerden bir sebze olduğunun haber verildiğini, bunun üzerine
Hz.Peygamber (s.a.s)'in buradakilerden birine verin' dediğini ve o kimseye:
"Ye.Çünkü ben, senin huzurunda bulunamayacağın zatın (Allah'ın) huzurundayım"
dediğini rivayet etmiştir. Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahih'lerinde
zikretmişlerdir.
[74]
Hişâm b. Urve'nin,
babasından, onun da Hz.Aişe (r.anha)'den rivayet ettiğiine göre o şöyle
demiştir: Hz, Peygamber (s.a.s) evlerde mescid yapmayı, oraları temiz-güzel
tutmayı emretmiştir." Enes b. Malik (r.a) de şöyle demiş tir: Hz.
Peygamber (s.a.s), ashabıyla birlikte mescidde iken bir bedevi Arab gelerek,
mescidin bir kenarına bevletmiştir. Bunun üzerine Ashab ona, "Ha, hişt
yapma" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s): "Bırakın ona manî olmayın"
dedi ve bilahare o adamı çağırıp, "Bu mescidler abdest bozmaya, bevletmeye
ve tuvalet gibi kullanılmaya uygun değildir. Bunlar ancak Kur'an okumak, Allah'ı
zikretmek ve namaz kılmak içindir "[75] dedi
ve sonra da bir kova su i tedi. Ashab onun bevlettiği yere o suyu dökerek orayı
temizlediler.
[76]
Fakîhler, kâfir bir
kimsenin mescide girmesi hususunda ihtilâf ettiler. Ebu Hanife bunu mutlak
olara caiz gördü, İmam Mâlik ise mutlak olarak gayr-i câiz gördü. Şafiî (r.a):
"Kâfirin Mescid-i Haram'ave Harem mahalline girmesine mani olunur"
dedi ve görüşüne birçok bakımdan delil getirdi:
Cenâb-ı Allah:
"Müşrikler ancak
pisliktirler. Bundan dolayı, bu senelerinden sonra onlar Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar" (Tevt», 28) buyurmuştur. İmâm Şafiî şöyle dedi:
"Ayetteki Mescid-i Haram'dan murad harem mahallidir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Mescid-i
Haram'dan bir gece kulu (Muhammed)'i gece yürüten (Allah) ne yücedir!"
(isrâ i) buyurmuştur. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s)'i, Hz. Hatice (r.a)'nin
evinden yürütmüştür. Binaenaleyh ayet "Mescid-i Haram'ırç hem sadece
Mescid-i Haram manasına, hem de bütün Harem mevkii manasına geldiğine delâlet
etmektedir. Her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. Çünkü ihtilâf her
ikisi hususundadır.
Şayet: Bu yasaktan
maksad sadece hac vaktidir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah, "Bu
senelerinden sonra" buyurmuştur. Çünkü hac ancak senede bir kere yapılır
denilirse, biz deriz ki: Bu görüş birkaç bakımdan zayıftır:
a) Bu,
gereksiz yere ayetin zahirî manasını terketmektir.
b) Fıkıh
Usûlü'nde de sabit olan kaideye göre bir hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın,
hükmün illeti olduğunu gösterir. Bu ise, onların Mescid-i Haram'a
yaklaşmalarına mâni olan şeyin, necis olmaları olduğunu gösterir. Bu da,
onların, müşrik oldukları sürece Mescid-i Haram'dan uzak tutulmalarını
gerektirir.
c) Eğer
Allah Teâlâ, bu ayeti ile bu yasağın sadece hac mevsiminde olduğunu murâd
etmiş olsaydı, haccın rükünlerinin çoğunun ifâ edildiği bir mıntıkayı
zikrederdi ki bu Arafat mıntıkasıdır.
d) Bundan
muradın sadece hac mevsiminde Harem'e girme olmadığının
delili, sıkıntısından
korkarsanız, Cenâb-ı Allah sizi yakında kendi fazlından zenginleştirecek"
(Tevbe 28) ayetidir. Buna göre, Allah Teâlâ bununla, ticaret maksadıyla Harem'e
girmeyi kastetmiştir.
2) Cenâb-ı
Allah, “Onlar oralara ancak korka korka girerler" (Bakara, 114)
buyurmuştur. Bu ifâde, onların Mescid-i Haram'a girmemelerini, fakat bu
delilin ifâde ettiği hükme rağmen eğer girerlerse oradan çıkartılmaktan korkmalarını
gerektirmektedir. Şayet: "Bu ayet Beyt-i Makdîs'i tahrib eden veya
Allah'ın Resulünü Ka'be'de İbâdet etmekten alıkoymuş olan kimselere mahsustur.
Yine Allah 'in, "Onlar oraya ancak korka korka girerler" ayetinden
maksad, oradan sadece çıkartılma korkusu değil, hem çıkartılma hem de cizye
ödeme korkusudur" denilirse, biz deriz ki:
Birinci kısma
cevabımız: "Allah'ın mescidlerinden meneden kimseden daha zâlim kim
var" (Bakara. 114) hükmü umum ifâde etme bakımından zahirdir.-Bu sebeple
bunu bazı durumlara tahsis etmek zahirin hilâfına bir harekettir" diye
cevab veririz. İkincisine ise: "Zahir olan Allah'ın, "Onlar oraya
ancak korka korka girerler" sözü, bu korkunun ancak oraya girmeden dolayı
meydana geleceğini gerektirir. Onların iddiasına göre ise, korku Mescid-i
Haram'a girmeden dolayı olmayıp, başka birşeyden dolayı meydana geliyor. Bu
izahla onların sözü düşer" diye cevap veririz.
3) Allah
Teâlâ, "Müşrikler, kendi küfürlerine bizzat kendileri şâhid ikenr Allah'ın
mescidlerini imâr etmezler" (Tevbe, 17) buyurmuştur, Mescidleri imâr etmek
iki türlü olur:
a) Onları
yapıp tamir etmek;
b) Oralarda
bulunup, oralara devam etmek. Nitekim, "Falanca, falanca mescidi imâr
ediyor" denilir, bunun manası, "O, orada bulunuyor, oradan
ayrılmıyor" demektir.
Hz. Peygamber (s.a.s)
de "Bir insanın mescidlere gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini
görürseniz, onun mü'min oliuguna şâhid olun" buyurmuştur. Bu böyledir.
Çünkü Cenâb-ı Hak:
"Allah'm mescidlerini
ancak Allah'a ve ahlret gününe imân edenler imâr ederler" (Tevbe, ıs>
buyurmuş ve mescidlerde bulunmayı, oraları imâr etme (tamir, şenlendirme,
yaşatma) diye kabul etmiştir.
4) Harem
mahalline, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı şu duadan dolayı, saygı göstermek
vacibtir: "Ey Allah'ım! Bu evin (Ka'be'nin) şerefini sayılmasını,
tazimini ve mehabetini artır. " Buna göre Harem'i küçük düşürecek
şeylerden korumak vacibtir. Kâfirlerin oraya girmesine müsaade etmek, Harem'i
onların hakaretine sunmak demektir. Çünkü onların Harem hususundaki inançları
bozuk olduğu için, çoğu kez ona değer vermez, onu kirletmeye ve pisletmeye
cüret ederler.
5) Hak
Teâlâ, "Evimi, onu tavaf edenler için fe-mizle" (Hac, 26) ifadesiyle,
Beytullâh'ı temiz tutmayı emretmiştir. Halbuki müşrikler, Cenâb-ı Allah'ın
"Müşrikler ancak pisliktirler" (Tevbe, 28) ifâdesinden dolayı
pisliğin kendisidirler. Harem'i pislikten temizlemek ise vâcibtir. Buna göre
kâfirleri oradan uzak tutmak da vâcibtir.
6) Biz
cünübün mescide giremeyeceğinde icmâ ettik. Buna göre kâfirin öncelikle oraya
girememesi gerekir. Fakat bu görüş İmâm-ı Malik'in mezhebinin gereğidir. Onun
mezhebine göre kâfirler hiçbir mescide giremezler.
Ebu Hanife, (rh.a)
kendi görüşüne bazı deliller getirmiştir:
1)
Hz.Peygamber (s.a.s)'in, kendisine Yesrib heyeti geldiğinde, onları mes-cidde
konaklattığı rivayet edilmiştir.
2)
Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kim Ebû
Sufyan'ın evine girerse emniyettedir, kim Ka'be'ye girerse emniyettedir.
" Bu hadis, kâfirlerin Ka'be'ye girmelerinin mubah olduğunu gösterir.
3) Kâfirin
diğer mescidlere girmesi caizdir. Müslümanlar gibi onun Mescid-i Haram'a
girmesi de caizdir. Ebû Hanife'nin ilk iki hadisine şöyle diyerek cevap
veririz: O iki rivayetin hükmü İslâm'ın ilk yılları için geçerlidir, bu âyetle
neshedilmişlerdir. Ebû Hanife'nin yaptığı kıyasa da şu şekilde cevap veririz:
Mescid-i Haram kadr-ü kıymet bakımından diğer mescidlerden yücedir. Böylece
aradaki fark ortaya çıkmış olur. En doğrusunu Alfah bilir.
[77]
"Doğu da, batı da
Allah'ındır. Onun için nereye dönersen, Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe
yok ki Allah vâsî ve hakkıyla bilicidir' (Bakara. 115).
Bil ki bu ayette bazı mes'elefer vardır;
Alimler bu âyetin
sebeb-i nüzulü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Önemli olan husus şudur: Ekseri
âlimer bu âyetin, namazla ilgili bir hadiseden dolayı nazil olduğunu iddia
etmişlerdir.
Bazı âlimler ise bu
âyetin, namazla ilgili olmayan bir hâdiseden dolayı nazil olduğunu iteri
sürmüşlerdir.
Birinci görüş, şu iki
bakımdan daha kuvvetlidir:
a) Bu, bütün
sahabe ve tabiinden rivayet edilen görüştür. Selef-i Salihin'-in sözleri ise
dinde hüccet kabul edilir.
b) Allah
Teâlâ'mn: "Nereye dönersen/' sözünün zahiri, namazda kıbleye yönelmeyi
ifâde eder. İşte bu sebebten dolayı, Allah'ın: "Yüzlerinizi...
çevirin" (Bakara. 144) âyetinden de ancak bu mâna anlaşılır.
[78]
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: Bu görüşte olanlar da birkaç şekilde kendi
aralarında ihtilâf etmişlerdir:
1) Allah
Teâlâ bu âyetle, mü'minlerin Beyt-i Makdis'e yönelmeyi bırakıp Ka'be'ye
dönmelerini istemiştir. Böylece Hak Teâlâ, doğunun, batının ve bütün yön ile
tarafların kendisinin mülkü ve yarattığı şeyler olduğunu beyân etmiştir.
Binâenaleyh Allah'ın yönelmenizi emrettiği yer kıbledir. Çünkü kıble, zatından
dolayı kıble olmamıştır. Aksine Allah onu kıble tayin ettiği için kıble
olmuştur. Binaenaleyh eğer Altah Ka'be'yi kıble yapmış ise bunu kabul etmemezlik
etmeyin. Zira Allah Teâlâ kullarını dilediği gibi yönetir. O, rahmeti geniş
olan ve kullarının menfaatlerini daha iyi bilendir. Cenâb-ı Allah bu hususu,
sanki ktblenin neshedilip bir taraftan diğer tarafa değiştirilebileceğini beyân
etmek için zikretmiştir. Böylece bu âyet, Allah'ın kıbleyi değiştirme hususundaki
muradının bir mukaddimesi (hazırlaması) olmuş olur.
2) Kıble
Beyt-i Makdis tarafından çevrilince, yahûdiler bunu hoş karşıla-mamışlardır.
İşte bunun üzerine, yahûdilerin görüşünü reddetmek için bu âyet inmiştir. Bu,
Abdullah b.Abbas (r.a)'tn görüşüdür. Bu âyet, aynen şu âyet gibi:
"De ki "Doğu
da batı da Allah'ındır. O dilediğini,
-dosdoğru yoia hidayet eder" (Bakara, 142).
3) Ebû
Müslim'in görüşüdür. Ona göre, yahûdi ve hristiyanlardan her biri cennetin
başkalarına değil kendilerine ait olduğunu iddia etmişler de bunun üzerine,
Allah Teâlâ bu âyet ile onları reddetmiştir. Çünkü yahûdiler, Allah'ın oradaki
kayanın üzerinden göğe yükseldiğine inandıkları için, kıble olarak ancak Beyt-i
Makdis'e; hristiyanlar da, Allah'ın:
"Kîtap'ta
Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafta bir yere çekilmişti"
(Meryem, i?)âyetinde de naklettiği gibi, Hz.İsâ (a.s) sadece doğuda doğduğu
için kıble olarak o tarafa yönelmişlerdir. Buna göre bu iki din sahiplerinden
herbiri, mâbudlarının bir mekâna hulul ettiğine inanmışlardır. Mekâna hulul
etmiş olan bir varlık ise, yaratıcı değil mahlûktur. Onlar Hafik ile mahlûku
birbirinden ayıramazken, nasıl otur da cennet sırf kendilerinin olabilir?
4) Bir kısım
âlimler şöyle demişlerdir: Allahu Teâlâ, bu âyet ile, istediği bir yöne yönelme
hususunda insanları serbest bırakmak suretiyle, Beyt-i Mak-dis'e yönelmelerini
neshetmiştir. Buna göre, müslümanların, namazda istedikleri yöne
dönebilecekleri ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Hz.Peygamber (s.a.s)'in de
dilediği bir yöne dönme imkânı olduğu halde O, yine Beyt-i Makdis'e dönmeyi
tercih ediyordu. Sonra Allah Teâlâ, bu hususu da kıble olarak bizzat Ka'-be'yi
tâyin etmekle neshetmiştir. Bu, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşüdür.
5) Âyetten
maksad, Ka'be'yi görmekte olan kimselerdir. Buna göre, bu durumda olan kimsenin
Ka'be'nin istediği yönüne dönmesi caizdir.
6) Abdullah
b. Âmir b. Rebi'a'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Biz, Hz.Peygamber
(s.a.s) ite birlikte, karanlık bir gecede, savaşta idik. Dolayısıyla kıble
yönünü tâyin edemedik. Bu sebeble, herbirimiz önüne rastlayan bir taşı kıblesi
kabul etti. Sonra herbirimiz namazını kıldı. Sabah olunca kıbleye yönelmeden
namaz kılmış olduğumu2u anladık. Durumu Hz.Peygamber (s.a.s)'e haber verince,
Allah Teâlâ işte bu âyeti indirdi." Bu hadis, onların o esnada Ka'be'ye
dönderilmiş olduklarını gösterir. Çünkü savaş Beyt-i Mak-dis'in kıble oluşu
neshedildikten ve hicretten sonra farz kılınmıştır.
7) Âyet,
bineğinin yöneldiği tarafa doğru, bineğinin üzerinde nafile namaz kılmakta olan
yolcu hakkında nazil olmuştur. Sa'id b.Cübeyr'in İbn Ömer (ra)'den rivayet
ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Bu âyet, yolculukta bineğinin istediği
yöne dönen ve bineğin üzerinde namaz kılan kimse hakkında nazil olmuştur. Hz.Peygamber (s.a.s). Mekke'den
döndüğünde, bineğinin üzerinde,
başı ile imâ ederek Medine'ye doğru nafile namaz kılmış idi." Buna göre
"nereye yönelirseniz," âyetinin mânası, "yolculukta nafile namaz
kılarken, yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır.
İstediğinize ulaşmış olursunuz. Şüphesiz Allah lütfü geniş ve zengin olandır.
Bu hususta size ruhsat vermesi de onun fazlının geniş oluşundan ve
zenginliğindendir. Bu gibi durumlarda, şayet o, kıbleye yönelmenizi farz
kılsaydı, şu iki zarardan arkadaşlarınızdan ayrılmanız... Farz namazlar böyle
değildir. Çünkü bunlar vakitleri belli ve sınırlı olan namazlardır. Buna göre
onları edâ ederken, bineklerinizden inmenizi ve farz namazlarda kıbleye
yönelmenizi farz kılmak herhangi bir güçlüğe götürmez. Nafile namazlar böyle
değildir. Çünkü bunların vakti sınırlı değildir. Bu durumda kıbleye yönelmenizi
teklif etmek bir güçlüğe götürür" demektir.
Eğer, "Bu
görüşlerden hangisi doğruya daha yakındır?" denilirse, deriz ki:
"Allah Teâlâ'nın, buyruğu bir muhayyerliği imâ eder. Muhayyer (serbest)
bırakmak ise ancak iki hususta olur.
a) Binek
üzerinde nafile namaz kılma hususunda;
b) Karanlık
vb. sebeblerden dolayı, yolculukta kıbleyi tayin etmede icti-hâd etmek imkânsız
olunca. Çünkü bu iki durumda, namaz kılan muhayyer olur. Bunların dışındaki
hallerde ise muhayyerlik söz konusu değildir" Allah Teâlâ, bu âyetle
mükellefleri istedikleri yöne dönmede serbest bırakmıştır.
"Müslümanlar
Beyt-i Makdis'i şart olduğu için değil, efdal ve evlâ olduğu için, tercih
etmişlerdir" diyenlerin görüşü, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Ka'be'ye
döndürülmezden önce, Beyt-i Makdis'in şeriatta önemli bir mevkii olduğunda bir
ihtilâf yoktur. Eğer durum bu görüşte olanların dediği gibi olsaydı, böyle bir
şerefli mevkii olmamış olurdu. Yine şöyle denilmesi gerekirdi: Beyt-i Mak-dis,
Ka'be'nin kıble olmasıyla neshedilmiştir. Bu delil, âyetin üçüncü ve dördüncü
görüşe hamledilmesini gerektirir. Âyeti birinci görüşe hamledenlerin ise şöyle
demeleri gerekir: "Kıble değiştirilince, yahûdiler, hem Hz.Peygamber
(s.a.s)'in hem de mü'minlerin daha önce Beyt-i Makdis'e yönelmiş olarak kıldıkları
namazlar hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Allah Teâlâ da bu âyetle, o
vakitte o kıbleye yönelmenin, bu vakitte ise Ka'be'ye yönelmenin doğru
olduğunu beyân ederek, onların bu iki kıbleden herbirine yönelişlerinin izinle
olduğunu ve o yönde Allah'ın kıblesinin olduğunu açıklamıştır. Bu görüşte olanlar,
âyeti bu mânaya hamletmenin daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu her
namaz kılanı içine alır. Âyet birinci görüşe hamledilirse umûmî olmaz. Çünkü o
zaman, farzları değil, sadece nafile namazları ve mukim olanların namazını
değil, husûsi bir durumda olan yolcuların namazını içine alır. Umûmî bir
lafzı, umûmî mânasına hamletmek mümkün olduğu zaman, böyle yapmak onu tahsis
etmekten daha uygundur.
Bu konuda söylenecek
son söz şudur: Bu te'vile göre, mutlaka birtakım kayıtar koymak gerekir. Bu da,
âyetin tefsiri hususunda şöyle denilmesidir: "Emredildiğiniz yönlerden
hangisine dönerseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır." Fakat böyle bir takdir,
her halükârda gerekmektedir. Çünkü Hak Teâlâ'nın: "Kendi arzunuza göre
nereye dönseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır" demesi imkânsızdır. Öyle ise,
bizim zikrettiğimiz takdirin mutlaka yapılması gerekir. Durum böyle olunca,
muhayyer bırakma yolu ortadan kalkmış olur. Bunun bir benzeri de içimizden
birisinin, birbirine bağlı birçok işleri çocuğuna emretmiş iken, ona yönelip,
"Nasıl hareket edersen, rızama uymuş olursun" demesidir. Bu durumda,
onun bu sözü, çocuğuna sıkıştırma veya serbest bırakma gibi, emrettiği
üslublara göre bir emir mânasında anlaşılır. Bu söz, mutlak muhayyer bırakma
mânasına hamledilemez. İşte burada da böyledir.
[79]
İkinci görüş, bu
âyetin namazın dışında bir hâdise sebebiyle nazil olduğunu iddia edenlerin
görüşüdür. Bunların da bazı izahları vardır.
a) Âyetin
mânası şudur: Kendisinde ismimin anılmasına manî olmaları ve oraların harab
edilmesine gayret etmeleri sebebiyle, mescidlerime engel olarak zâlim olan şu
kimseler için şöyle şöyle cezalar vardır. Hem onlar benden ve benim
hükümranlığımdan kaçarak nereye yönelirlerse yönelsinler, muhakkak benim
hükümranlığım onların yakasına yapışacak ve, benim kudretim onları aşacaktır.
Ben onları bilirim, oldukları yer bana gizli değildir."
Âyetin böyle
anlaşılmasında, günahlardan sakındırma ve onları işlemeden insanları alıkoyma
vardır. Allah Teâlâ'nın: "Hiç şüphesiz Allah vâsî ve âlimdir" buyruğu
tıpkı,
"Göklerin ve
yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçin. Fakat bir
kudret olmadıkça asla geçemezsiniz" (Rahman. 33) â.yeti gibidir. Buna
göre âyetten maksad, Allah'ın ilminin genişliğidir. Bu da Allah'ın: “nerede
olursanız olun, sizin yanınızdadır (Haoid. 4), "Üç kişinin bir gizli konuşması olsa,
muhakkak O (Allah) onların dördüncüsüdür" (Mücâdele, 7); "Ey
Rabbimiz, sen herşeyt rahmetin ve ilminle kuşattın" (Mü'min, 7); ve, "O
(Allah) herşeyi ilmen kuşattı" (Tâhâ, 98) âyetlerinin bir benzeridir. Yani
Allah ilmiyle, idaresiyle, kuşatmasıyla ve herşeye üstün oluşu ile bütün
varlıkları kaplamıştır.
b) Katâde
şöyle demiştir: Hz.Peygamber (s.a.s) buyurmuştur ki: "Kardeşiniz Necâşî
Öldü. Onun için cenaze namazı kılın"[80] Ashab
da: "Müslüman olmayan bir kimse için cenaze namazı mı kılalım?"
dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
"Hakikaten Ehl-i
Kîtab arasında Allah'a ve hem size hem de kendilerine indirilene, Allah a
saygı göstererek inanan kimseler vardır. Onlar Allah 'm âyetlerini verip az
bir pahayı almazlar. îşte onlar öyledir. Onlara Rableri yanında ecirler vardır.
Muhakkak ki Allah hesabı çabuk görendir" (aı-i imran. 199). Sahabe,
"O, kıblenin dışındaki yönlere doğru namaz kılıyordu" dediler. O
zaman da Hak Teâlâ, âyetini indirdi. Buna göre âyetin mânası, "Doğu, batı
ve bunlar arasında kalan milletlerin yönelip namaz kıldıkları bütün yönler
bana aittir. Bu nedenle kim yönünü benim rızamı kastederek, bana itaat
niyetiyle, bu yönlerden hangisine dönerse orada beni, yani sevabımı
bulur" şeklindedir. Böylece bu izah tarzında, doğuya yönelmiş olarak
ibâdet edip ölen Necâşî ve arkadaşları için bir mazeret kapısı açılmış olur.
Bu, Allah Teâlâ'nın: "Allah sizin imânlarınızı, yani namazlarınızı boşa çıkarmaz"
(Bakara, 143)âyeti gibidir.
c) "Bana
duâedintduânızı kabul edeyim" {Mü’min, 60)
âyeti nazil olduğu
zaman, insanlar, "Ona nerede duâ edelim?" dediler. Bunun üzerine bu
âyet nazil oldu. Bu Hasan el-Basri'nin, Mücâhid'in ve Dahhâk'ın görüşüdür.
d) Bu
müslümanlara bir hitapdır. Mânası şöyledir: "Allah'ın mescidlerini tahrib
edenlerin tahribi sizi, Allah'ın yeryüzünün neresinde olursanız olun, Allah'ı
zikretmekten alıkoymasın. Çünkü doğu da, batı da, bütün yönler de Allah'ındır."
Bu, Ali b.İsâ'nın görüşüdür.
e) Bazıları,
bu âyetin, içtihadın şartlarını yerine getirerek, ister namaz ister başka bir
hususta olsun, ictihad yapan kimseler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
Bundan murad, müctehid içtihadın şartlarına hâiz olarak bir hüküm ortaya koymuş
ise, doğruya isabet etmiştir.
[81]
Eğer âyeti,
"İstenilen herhangi bir yöne dönmenin caiz olduğuna delâlet ediyor"
diye tefsir edersek, bu âyet mensûh olur. Eğer, "Kıble'nin Beyt-i Makdis'den
Ka'be'ye döndüğünü gösteriyor" diye tefsir edersek, bu durumda da âyet
nâsih olur. Eğer bu iki şeklin dışında başka şekillerle açıklarsak, âyet ne
nâsih ne mensûh olur.
[82]
Allah'ın, âyetindeki
"lâm" harfi ihtisas (aidiyet, mülkiyet bildiren) lamıdır. Yani,
"Allah doğu ve batının yaratıcısı ve sahibidir" demektir. Bu, doğunun
ve iki batının Rabbidir" {Rahman, in). ve, "Doğuların ve batıların
Rabbitne (yemin ederim)" (Meânc, 40); ve, "Doğu ve batının Rabbi"
{Müzzemmil, 9) âyetleri gibidir. Hem sonra Hak Teâlâ, bu iki yönü zikretmekle
ikisi arasında yer alan bütün mahlûkata işaret etmiştir. Nitekim O şöyle
buyurmuştur:
"Sonra göğe
yöneldi. O gök bir duman halinde idi. Ona ve yeryüzüne: "İkiniz ister
isteyerek, ister kerhen gelin" buyurdu. Onlar da isteyerek geldik"
dediler" (Fussliet, 11).
[83]
Âyet, tecsimi (Allah'tn
cisim olduğu iddiasını) nefyetmeye, tenzihi isbât etmeye delâlet eden en güçlü
delillerdendir. Bunun izahı iki bakımdandır:
a) Allah
Teala, “Doğu ve batı Allaha aittir” buyurmu ve böylece bu iki yönün mülkü
olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü, yön, vehimde uzunluğuna, enine ve
derinliğine uzayıp giden bir şeydir. Böyle olan her şey bölünmeye müsaittir.
Bölünen şey ise, parçalardan meydana getirilmiş şey demektir. Bu durumda olan
her şeyin mutlaka bir yaratıcısı ve mucidi vardır. Bu delil, bütün cihetler
için geçerlidir. Bütün cihetlerden, altı, üstü de kastediyorum. Böylece Hak
Teâlâ'nın bütün yönlerin (cihetlerin) yaratıcısı olduğu ortaya çıkmış olur.
Yaratan, şüphesiz yaratılanlardan öncedir. Buna göre Hak Teâlâ, âlemi
yaratmadan önce de yönlerden ve mekânlardan münezzeh idi. Binaenaleyh
hakikatlerin ve mahiyetlerin değişmesi mümkün olmadığj için, Aliah Teâlâ'nın
âlemi yarattıktan sonra da önceki haliyle kalmış olması gerekir.
b) Hak
Teâlâ, "Her nereye dönerseniz, Allah 'm yüzü (kıblesi) oradadır"
buyurmuştur. Eğer O, cisim olsaydı ve cisimden bir yüzü bulunsaydı, şüphesiz ki
yüzü belli bir tarafta ve yönde bulunurdu. Bu durumda da, "Her nereye
dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır" ifadesi doğru olmazdı. Allah Teâlâ,
açıkça bunu ifâde ettiğine göre, O'nun cisim olmaktan münezzeh olduğunu
anlamış olduk.
Hasmımız bu âyeti iki
bakımdan delil getirmiştir:
1) Âyet,
Allah'ın yüzünün olduğunu gösteriyor. Yüz ise ancak cisim olan kimselerde
bulunur.
2) Allah
Teâlâ, kendisinin vâsî (geniş) olduğunu bildirmiştir. Genişlik ise cisimlere
âit sıfatlardır.
Hasmımızın birinci
deliline şu şekilde cevap veririz: Yüz, aslında her ne-kadar belli bir uzuv
mânasına ise de, biz, şayet burada bu kelimeyi bir uzuv oradadır"
beyanının yalan olmuş olacağını açıklamıştık. Çünkü yüz, eğer doğu tarafına
yönelik olsa, aynı anda batıya da yönelik olması imkânsızdır. Bu sebeple burada
mutlaka bir te'vil yapmak gerekir. Bu te'vil de bir kaç şekilde olabilir:
a)
"Vechu'llah" (Allah'ın yüzü) izafet terkibindeki tamlama,
"Beytu'llah (Allah'ın evi) ve Nakatu'llah (Allah'ın devesi) izafetle rinde
ki gibidir. Bu tamlamanın mânası, Allah'ın onları yaratmasını ve icâd etmesini
bir şeref verme üslubuyla bildirmektir. Bu sebeple Allah'ın, "Allah'ın
yüzü oradadır" buyruğu, "Sizin kendisine yöneldiğiniz Allah'ın zâtı
oradadır" manasınadır. Çünkü doğu ve batı tamamıyla Allah'a aittir.
Kıble, ancak Allah onu kıble olarak tayin ettiği için kıble sayılmıştır. Buna
göre, yaratma ve icâd etme yoluyla Allah'a nisbet edilen, Ailah'ın tâyin ve
tesbit ettiği âlemin herhangi bir yönü kıbledir.
b)
"Vecih" (yüz) den murad, kast ve niyettir. Nitekim Şâir:
"Sayamadığım
günahlardan Allah'a istiğmr ederim. O, niyetler ve ameller sadece kendisine
yapılan ve kulların Rabbi olandır" demiştir.
Bu âyetin bir benzeri
de: "Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim (yani Ona yöneldim.) (En'am,
79) âyetidir.
c)
"Vech" den maksad, Allah'ın rızasıdır. Bunun bir benzeri de:
"Biz ancak
Allah'ın yüzü için (rızası için) sizi doyuruyoruz" (İnsan, 9); yüzünden
başka, yani Allah'ın rızası için yapılandan başka, hersey yok olacaktır"
(Kasas, ee) âyetleridir. Bu ikisi arasındaki benzeme yönü şudur: Bir insana
gitmek isteyen kimse, şüphesiz onun yüzüne ve önüne doğru yaklaşır. Bir
kimsenin rızasını elde etmek isteyen kimse de böyle yapar. Çünkü onun rızasına
yaklaşmak ister. İşte bu sebepten ötürü birisinin rızasını istemek, "onun
yüzünü istemekle" ifâde edilmiştir.
d)
"Vech" kelimesi, Allah'ın , ifâdesinde olduğu gibi, zâiddir (mânada
etkisi yoktur). İnsanlar, başka bir mâna murad etmedikleri halde, "Bu
işin vechi şudur" derler. Bu sözle onlar, "Burada şu
kastedilmiştir" demek istemişlerdir. Bil ki bu açıklama lügat bakımından
doğrudur. Fakat burada sözün devamı var. Çünkü böyle diyen kimseye, Allah'a
mekân isbât etmek caiz olmadığı halde, "Allah'ın yüzü (oradadır)"
âyetinin mânası nedir?" denilir. Bu sebeple, "Bundan murad
şudur" diye, âyeti te'vil etmek gerekir. "Allah'ın yüzü
oradadır" ifâdesinin mânası, kendisine dönülüp Allah 'a ibadet edilen
kıble oradadır; veya Allah 'm rahmeti, nimeti, mükafaahnı ve masını elde
etmenin yolu oradadır" şeklindedir."
Hasmın ikinci deliline
de şu şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ, kendisinin "Vâsî"
(geniş) olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu sözü zahirî mânasında almak
imkânsızdır. Aksi halde, Allah'ın, parçalanması, cüzlerine ayrılması gerekir.
Böylece de bir yaratıcıya muhtaç olmuş olur. Bu kelimeyi zahirine ham-letmeyip,
aksine mutlaka Allah'ın kudreti ve mülkünün genişliği mânasına; veya rahmet ve
mağfiretinin genişliğine, yahut da kulları,rızasını elde edebilsinler diye
kullarının faydasına olan şeyleri beyan etmesi hususundaki lütfunun genişliği
mânasına alınması gerekir. Bu izah, söze daha uygun gelmektedir.
Bu kelimeyi Allah'ın
ilminin genişliğine hamletmek caiz değildir. Aksi halde "vâsî"
sıfatından sonra, ayette "âlim" sıfatının zikredilmiş olması, lüzumsuz
bir tekrar olurdu. HakTeâlâ'nm bu âyette "âlim" sıfatını getirmesi,
namaz kılan kimseye Allah Teâlâ'nın gizli ve aşikâr herşeyi bildiğini, Allah'a
hiçbirşe-yin gizli kalmadığını düşünmesi itibarıyla tefritten kaçınsın diye bir
tehdid gibidir. Böylece, namaz kılan kimse gaflet etmekten sakınır. (vâsi'un
atîm) ifâdesinin, "şartlarına uyarak namaz kılan kimseye mükafâatını;
namaz kılmayan kimseye de cezasını tastamam verme hususunda Allah'ın kudreti
geniştir" mânasına olması da muhtemeldir.
[84]
Birisi geldiğinde veya
gittiğinde,fiili kullanılır. Bu kelime hem gelmek hem de gitmek mânasına
geldiği için
"ezdâd" dandır. Bu âyette, bu kelime "yönelmek, gelmek"
mânasına kullanılmıştır. Hasan el-Basri, "tevelli" masdarından olmak
üzere, "te" harfini fetha ile okuyarak, "Nerede, kıbleye yönelirseniz
" mânasını murad ederek kelimeyi, şeklinde okumuştur.
[85]
"Onlar (yahûdi ve
hristly'anlar), "Allah kendine çocuk edindi" dediler. Allah (bu gibi
şeylerden) münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, hepsi
O'nun emrine amadedir. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeye hükmettiği
zaman, ona ancak "o!" der, o da oluverir" (Bakara, 116-117) .
Âyette bahsedilen söz,
yahûdi, hristiyan va müşriklerin kötü fiillerinden onuncusudur. Yine bil ki,
Hak Teâlâ'nın, âyetinin zahirî mânası, "Allah’ın mesdcidlerinden
menedenden daha zalim kim vardır" (Bakara, mjâyetiyle ilgilidir. Bazı
âlimlerin bu sözü sadece hristiyanlara, bazısının ise, sadece müşrik Araplara
ait saydıklarını zikretmiştik. Biz ise bu sözün sadece yahûdilere ait olduğunu
söylemiştik. Bu üç grup kâfir de Allah'ın çocukları olduğunu iddia etmişlerdir.
Çünkü ya-hûdiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" (Tevbe, 30); hristiyanlar,
"İsâ Allah'ın oğludur" (Tevbe.ao), müşrik Araplar İse, "Melekler
Allah'ın kızlarıdır" demişlerdir. Bu se-beble, şüphesiz bütün bu
takdirlere göre, âyette onlardan bu sözü nakletmek doğru olmuştur. İbn Abbas
(r.a), bu âyetin Kâb b.Eşref, Kâb b.Esed ve Vehb b.Yahûdâ hakkında nazil
olduğunu söylemiştir. Çünkü bu üçü, Üzeyr (a.s)'in Allah'ın oğlu olduğuna
inanıyorlardı.
Allah Teâlâ'nın,
"Allah (bu gibi şeylerden) münezzehtir" ibaresine gelince, bu
Allah'ın kendisi onların söylediği sözlerden tenzih ettiği, ve tenzihi ifâde
eden bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyette: "Allah,
kendisinin çocuğu olmaktan münezzehtir" (Nisa, 171) buyurmuştur. Allah bir
keresinde bunu açıkça ifâde etmiş, bir başka kere ise, orada o mânayı gösteren
karineler bulunduğu için kısaca, "O, münezzehtir" buyurmuştur. Bu
tenzihe, Hak Teâlâ'nın: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur" esasını delil getirmiştir. Kâfirlerin bu husustaki itikadlannın
yanlışlığına bu âyetle birçok bakımdan delil getirilmiştir:
1) Vacibu'l-Vücud
olan (Allah'ın) dışında kalan bütün varlıklar, lî-zâtihî mümkin (zatı gereği
mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olan varlıklar ise sonradan yaratılmıştır.
Sonradan yaratılmış olanlar Vacibu't-Vücûd'un mahlûkudurlar. Mahlûk olan ise
Vâcibu'l-Vücûd'un çocuğu olamaz.
Vâcibu'l-Vücûd'un
dışında kalanların , zatı gereği mümkin varlıklar oluşu şöyle izah edilir:
Eğer zatları gereği
vâcib olan (Vâcibu'l-Vücûd) iki varlık bulunmuş olsaydı, bunlar şüphesiz
varlıklarının vâcib olması bakımından müşterek olur, ve herbiri diğerinden
kendilerine mahsûs olan özelliklerle ayrılmış olurdu. Müşterek olan
hususiyetleri, birini diğerinden ayıran hususiyetlerden başkadır. Bu iki
varlıktan herbirinin iki parçadan meydana gelmiş olması gerekir. Parçalardan
meydana gelen her bütün, parçalarının herbirine muhtaçtır. Parçalardan herbiri
ise, bütünden başkadır. O halde her mürekkeb (bütün) başkasına muhtaçtır.
Başkasına muhtaç olan ise zâtı gereği mümkin olan varlıklardır. Binaenaleyh
zâtı gereği vâcib sayılan bu iki varlıktan herbiri aslında zâtı gereği mümkin
varlıktırlar. Bu ise hulf (tenakuz) dur.
Sonra biz diyoruz ki:
Eğer bu iki parçadan herbiri vâcib olur ise, bu hususta geçen taksim geri
döner, ve bu o varlığın sayısız parçalardan meydana geldiği neticesine bizi
götürür ki bu da imkânsızdır. Bunun imkânsız olmadığını kabul edersek maksad
hâsıl olur. Çünkü her çoklukta fertler bulunur. Bu fertler zatları gereği vâcib
olurlarsa, yukarıda anlatıldığı gibi, mürekkeb (bütün) olurlar. Buna göre
basit de mürekkeb olur. Bu da hulf (tenakuz) dur. Eğer bu fertler (parçalar)
mümkin olurlarsa, bu fertlere muhtaç olan bütün (mürekkeb) de, öncelikle
mümkin olur. Böylece bu aklî delil ile Vâcibu'l-Vücûd olanın dışındaki bütün
varlıkların zatları gereği mümkin oldukları ortaya çıkmış olur. Zatları gereği
mümkin olan her varlık, bir yaratıcıya muhtaçtır.
Bu mümkin varlıkta
yaratıcı olan varlığın tesiri, ya bu mümkin varlık henüz yok iken olur veya
meydana geldiğinde olur. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, bu mümkin
varlık muhdes (sonradan olma)dır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu
varlığın müessir (yaratıcı) varlığa muhtaç oluşu ya varlığını sürdürürken veya
meydana gelirken olur. Birincisi imkânsızdır. Çünkü bu var olanın yeniden
yaratılmasını gerektirir. Böylece ikinci ihtimal kesinleşmiş olur ki, bu da o
mümkin varlığın sonradan yaratılmış (muhdes) olmasını gerektirir.
Böylece Allah'dan
başka her şeyin, daha önce yok olduğu halde sonradan var olan (muhdes) bir
varlık olduğu, varlığının ise ancak Allah Teâlâ'nın yaratması, yoktan var
etmesi ve icâd etmesiyle meydana geldiği ortaya çıkmış olur. Bu sebeble, Allah
dışındaki bütün varlıkların Allah'ın mülkü ve kulu olduğu anlaşılır. İşte
bundan dolayı da O'nun dışındaki varlıkların O'nun çocuğu olması imkansız
olur.
Bu aklî delili biz,
Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan elde ettik. Yani, mülkü, mahlûku, icâd ettiği şey
ve yoktan yarattığı şey olması bakımından Allah'ın dışındaki herşey O'na
aittir.
2) Allah'a
çocuğu olarak nisbet edilen bu şey, ya kadîm (ezelî)dir veyahut muhdes
(sonradan yaratıl m ış)tir. Eğer o ezelî olursa, ezelî olan şeylerden birine
"çocuk", diğerine "baba" dememiz, aksini söylememizden daha
uygun olmaz. Bu sebeple, bu şekilde söylenecek söz, delile dayanmayan bir hüküm
olur. Eğer çocuk muhdes olursa, o zaman bu çocuk o kadîm zatın ancak mahlûku
ve kulu olur. Bu sebeble de O'nun çocuğu olmaz.
3) Çocuğun
babanın cinsinden olması gerekir. Eğer biz Allah'ın bir çocuğu olduğunu
farzetsek, bu çocuk bazı bakımlardan Allah'a benzer, bazı bakımlardan da ondan
ayrı olması gerekir. Böyle birşey de onların herbirinin hem mürekkeb hem de
muhdes olmasını gerektirir. Bu ise imkânsızdır. Bu nedenle Allah ile onun için
farzedeceğimiz çocuğun aynı cinsten olması imkânsızdır. O halde Allah'ın
çocuğunun bulunması imkânsızdır.
4) Çocuk,
babanın kendi işlerini yerine getirmede âciz kaldığı durumlarda, onun yardımı
umulduğu ve yaşlılıkta kendisine ihtiyaç duyulacağı için istenir. Buna göre,
çocuk yapmak ancak kendisine fakirlik, acizlik ve ihtiyaç arız olacak kimseler
için düşünülür. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak için muhal olunca, Allah'ın çocuk
edinmesi de muhal olur.
Bil ki Hak Teâlâ,
kendisine çocuk nisbet eden kimselerin sözlerini birçok ye.çde nakletmiş ve
onlara karşı şu delili getirmiştir: "Yerde ve göklerde mev-cuâ olan herkes
Allah'ın kuludur."
Yine Allah,
"Birşeyin olmasına hükmettiği zaman O, ona sadece "ol" der, o da
ohrverir" esasını delil getirmiştir. Hak Teâlâ, M«ryem sûresinde:
"İşte hakkında
şek (ve ihtilâf) etmekte oldukları Meryem oğlu İsâ Hak sözünde budur. Allah'ın
evlâd edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. O bir İşin (olmasını)
isteyince ona "ol" der, o da oluverir" (Meryem, 35-36) buyurmuştur.
Yine bu sûrenin sonunda:
' 'Dediler ki: Rahman
bir evlâd edindi.'' Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Onlar o
Rahman (olan Allah'a) bir evlâd iddia ettiler diyer bu sözden neredeyse gökler
parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp çökecekti. Halbuki Rahman 'm
bir evlâd edinmesi asla uygun değildir. Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız,
O Rahmana mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 89-94) buyurmuştur.
Eğer, 'Allah'ın,
konumuz olan âyette göklerde ve yerde olan herşeyin mâliki olduğuna; Meryem
sûresinde: "Göklerde ve yerde olan herkes istisnası O Rahman'a mutlaka kul
olarak gelecektir" buyurduğu gibi, göklerde ve yerde olan kimselere mâlik
olduğuna delil getirmesindeki hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki
Allah Teâlâ'nın bu sûrede: "Aksine göklerde ve yerde olan herşey
Allah'ındır" buyurması daha mantdârc-Çünkü, U kelimesi canlı cansız
herşeyi içine alır.
[86]
Allah Teâlâ'mn, "Hepsi
ona itaat eder" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:
"Kunût"
masdarıntn asıl mânası "devam etmek'tir. Bu kelime dört mânada
kullanılmıştır:
a) Taat
mânasında...Meselâ: "Ey Meryem, Habblne itaat et" (Al-i imran, 43)
âyetinde oluğu gibi.
b) Uzun
müddet kıyamda (ayakta) durmak mânasında... Meselâ, Hz.Peygamber (s.a.s)'e:
"Hangi namaz daha efdaldir?" diye sorulduğunda O'nun, "Kunuta
uzun olan"[87] cevabını vermesi gibi.
c)
Susmak mânasına.. Nitekim Zeyd b. Erkam
(r.a.), Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın (divanında) tam huşu ile (sessiz olarak)
durun" (Bakara, 238)âyeti nazil oluncaya kadar biz namazda konuşurduk. Bu
nazil olunca artık konuşmadık.
d)
Devam etmek mânasına..
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki bazı müfessirler, âyetini, "Yerde ve gökte olan herşey
Allah'a boyun eğip itaat ediyor" diye tefsir etmişlerdir. Buna göre,
lâfzındakitenvin, muzafun ileyhden bedel olarak gelmiştir. Bu Mücâhid ve İbn
Abbas'ın görüşüdür. Buna göre bu kâfirler için, "Onlar itaat edici
kimseler değiller" denilmiş olmaktadır. Bu durumda da diğer görüşte
olanlar âyetin mânasının, "Kâfirler kıyamet gününde itaat ederler "
şeklînde olacağını söylerler. Bu sonraki de Süddi'nin görüşüdür. Buna göre o şekilde
tefsîr edenlere: "Bu, mükelleflerin sıfatıdır. Halbuki, 'Göklerde olan
herşey O'nundur" ifâdesi mükellef olmayan varlıkları içine
almaktadır" denilince, bu durumda rnüfessirler "kunût"
kelimesine başka mânalar verme cihetine gitmişlerdir:
a)
"Yerde ve göklerde bulunan Allah'ın sanatının eserleri, bu varlıkların
sonradan olma emareleri ve Allah'ın Rab olduğuna delil olan şeylerden dolayı,
yer ve gökler bir yüce yaratıcının var olduğuna şehâdet ediyorlar."
b)
"Yerde ve göklerdeki herşey Allah'ın mülkünde ve O'nun ezici kudreti
altındadır. O, onlar üzerinde dilediği gibi tasarruf eder." Bu Ebu
Müslim'in görüşüdür. Her iki izaha göre de âyet umûmîdir.
c)
"Allah, bu ifadesiyle melekleri Üzeyr (a.s)'i ve Hz.İsâ (a.s)'yı kastetmiştir.
Yani, "Kendilerine Allah'ın çocukları denilen bu varlıklar, Allah'a itaat
etmektedirler" demektir. Hz. Ali b.Ebi Tâlib (r.a)'in bir hristiyana şöyle
dediği nakledilmiştir. "Şayet Hz. İsâ, Allah'a ibâdet etmekte isyan
etmemiş olsaydı, ben onun dininde olurdum". O, hristiyan: "Hz.İsâ
Allah'a itaatte son derece ciddi olduğu halde böyle birşey, onun hakkında nasıl
söylenebilir?" deyince, Hz.Ali (r.a) şu cevabı vermiştir: "Eğer
Hz.İsâ İlâh ise, kendisinden başkasına nasıl itaat eder. İbadet etmek ancak
kula yakışır." Hristiyan cevab veremedi.
[88]
"Kunût",
lügatte "devam etmek" mânasını ifâde ettiğine göre, âyetin mânası
şöyle olur: "Mümkin olan varlıkların bekası, ancak Cenâb-ı Allah sayesinde
ve O'ndan dolayıdır." Bu da âlemin devam etmesi ve hayatiyyetini sürdürmesi
için Hak Teâlâ'ya muhtaç olmasını gerektirir. Böylece mümkin varlıkların ne
meydana gelirlerken, ne de varlıklarını sürdürürlerken bir müessire olan
ihtiyaçlarının kesilmeyeceği sabit olur.
[89]
Burada kelime,
şeklinde, akıl sahiplerini gösteren bir cemî olarak getirilmesine rağmen aynı âyette,
akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılan, niçin getirilmiştir?
denilebilir. Cevab: Burada değil de, getirilmesi, onların durumlarını tahkir
etmek içindir.
[90]
Allah Teâlâ'nın:
"O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır " âyetiyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[91]
Bedî ve mübdî aynı
mânaya gelir. Kaffâl, kelimesinin (elem verici); kelimesinin (hakkıyla yapan)
mânasına gelmesi de (yaratan) manasınadır. Fakat normal şekil olan, bırakılıp,
(Bedî) sıfatına geçildiği için bir mübalağa manası vardır. Çünkü
"Bedî" kelimesi, Allah birşeyi yapmazken de, yaratmanın onun
şanından olup bu sıfata müstehak olduğunu gösterir.[92]
Bu tıpkı, bu hususta
sâmî ve semi kelimeleri gibidir.
Bazen de, bedî, mübdî
mânasına gelir. "İbda" inşa etmek, yoktan var etmek manasınadır.
Bunun zıddı ise, "Bir örneğe bakarak yaratmaktır." İşte bu sebepten
ötürü insanlar daha önce olmayan bir şeyi söyleyen veya yapan kimseye
"mübtedî", bidatcı demişlerdir.
[93]
Bil ki bu ifâde,
kendinden önceki âyetin mânasını tamamlamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ: "Aksine
göklerde ve yerde olan herşey O'na aittir" buyurmuş ve kendisinin gökte
ve yerde olan her-şeyin sahibi olduğunu beyân etmiş, bunun peşisıra da bizzat
göklerin ve yerin de sahibinin kendisinin olduğunu bildirmiş, sonra da birşeyi
nasıl yoktan var edeceğini açıklayarak:
"O, birşeye
hükmettiği zaman, ona ancak "ol " der, o da oluverir" buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır:
[94]
Bazı edibler şöyle
demişlerdir: aslında mastardır, ama sonradan isim olarak kullanılmıştır.
Bu sebebten ötürü,
kelimesinin şeklinde çoğul yapılması gibi, bu kelime de şeklinde çoğul
yapılmıştır. Kaziyye de bu mânadadır, ülsü kelimesinin cemî ise dır. kelimesi
fiilinden müştak olarak veznindedir. kelimesinin aslı ise, idi. Fakat ye
harfi, zâid eliften sonra kelimenin sonunda yer aldığı için i'lâl yapılarak
elife çevrildi. Sonra bu elif, vezninin zâid elifi ile biraraya gelince, iki
elifin lâfzen birarada bulunması imkânsız olduğu için, hemzeye çevrildi. fiilinden olan kelimesi; fiilinden olan
fiilinden gelen fiilinden gelen kelimeleri
de bunun birer benzeridir.
Kelimenin sonundaki
harfin aslının hemze değil de "yâ" olduğunun delili kelimenin
fiilinin çekiminin çoğunda harfinin
bulunmasıdır. Sen, dersin. Bu sonuncusundaki ya, muhataba zamiridir.
Kadâ kelimesinin
mânasına gelince, terkibinin delâlet ettiği asıl mâna, "kat'etmek, kesip
atmak, kesin karar vermek " mânâsıdır. Meselâ Arapların, hakim bir karara
vardığı zaman, "Hakim, falanca için filanca aleyhine şu şekilde hüküm
vermiştir" demeleri bu mânadadır. İşte bundan ötürü davaları sona erdiği
zaman hâkime, denilir.
İbnü'l-Enbâri,
dilcilerin şöyle dediklerini nakietmiştir:kelimesinin mânası, işleri sona
erdiren, işleri sağlam yapan demektir. Birşey tamamlanıp sona erdiğinde; muhtaç
olanın ihtiyacını giderdiği zaman ve birisi borcunu ödediği zaman denilmesi bu
köktendir. Sanki buna göre, mahkemeleşmeyi ve birinin kendini haklı görmesini
sona erdirdiği veya mankem el e seri I erden herbirini diğerinden ayırdığı için
bu ismi almıştır. Arapların, birşeyi tamamlayıp sağlamca yaptığı zaman,
demeleri ve Hak Teâlâ'nın; "Onları, yedi gök olarak sapasağlam yaptı"
(Fussilet, 12) buyruğu hep bu mânayadır. Bir işi tamamlayıp sapasağlam yapmak
da bu mânayadır. Çünkü bir işi tamamlamada da, onu sona erdirmek, ve onu
bitirmek mânası vardır. Bu mânada olmak üzere, birisi bir işi sağlamca yapıp
bitirdiğinde, denilir. Birisi öldüğünde Arapların: ve demeleri ve birisi birisini öldürdüğünde, demelerine
gelince, bu yukarıda geçen mânanın mecazi kullanılışıdır. Aralarında bulunan
müşterek nokta ise, zahirdir. "Şahin süzüldü" ifâdesindeki fiile
gelince, bu kökten değildir. Bu terkibin düzeninin (harflerinin yeri)
değiştirilerek meydana getirilen kelimelerin mânası da bu görüşü destekler. Bu
değiştirme ile ve kelimeleri elde edilir. Bunların birincisi ile, yardı ve
yarıldı mânasında denilir. Yumurta, kabuğunun üstünden çatladığı zaman aynı
kökten ;duvar kendiliğinden yıkıldığında denilir. Kesmek, yarmak, yarılmak ve
yıkılmak birbirine yakın o-lan mânalardır. JJjalî terkibi ve bundan müştak olan
kelimelerin de kesmek mânasına delâlet etmeleri açıktır. Bu böyledir, çünkü
birşey kesilince daralır, veya daralınca kesilir. Bu terkibe yakın olan
kelimelerin de kesmek mânasına delâlet etmeleri de bu hususu kuvvetlendirir.
Bunlardan birincisi, insan birşeyi
kestiği zaman ta* denir. Btrşeyi masdarıyla adlandırmak suretiyle, yaş hurma
toplamak, denilmesi, mef'ûl mânasında fâit vezninde olarak, kesilmiş dal
mânasında denilmesi ve tırpan gibi kendisi ile kesilen şey mânasında denilmesi
bu köktendir.
İkincisi,
dişlerin ucuyla yeme mânasına gelen kelimesidir. Çünkü bu kelimede de yenen
şeyi koparma (kesme) vardır. Ucu kırılmış ve körlenmiş kılıca da bu kökten
denilir.
Üçüncüsü,
incelik mânasına gelen, kelimesidir. Zayıf olan adama, denilir. Çünkü azlık,
zayıflık da kesmenin neticesidir.
Dördüncüsü,
fesâd mânasına gelen ilii veznindeki, kelimesidir. Su kırbası koktuğunda ve
içindeki şey bozulduğunda, denilir.Birşeyin soyunda bir kusur bulunduğu zaman
da, denilir Bütün bunlar kesme sebeb ve neticesi olan şeylerdendir. İşte, kelimesinin
lügat bakımından asıl mânası hususunda söylenecek söz bundan ibarettir.
[95]
Kur'an'da, kelimesinin
kullanıldığı mânalar hakkındadır. Âlimler bu kelimenin Kur'an'da değişik
mânalarda kullanıldığını söylemişlerdir:.
a) Yaratma
mânasında... Mesela:
'Allah onları yedi gök
olarak yarattı" (Fussilet, inayetinde olduğu gibi.
b) Emretmek
mânasında... Meselâ:
"Rabbin, sadece
kendisine ibadet etmenizi emrediyor" (İsra, 23) âyetinde olduğu gibi..
c) Hükmetmek
mânasında... İşte bu mânadan dolayı hâkime, da denilmiştir.
d) Haber
vermek mânasında...Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Kitap (Tevrat)'
da İsrâilogullanna haber verdik ki... " buyurmuştur. Kelime ancak, harf-i
ceri ile kullanıldığında, bu mânaya gelir.
e) Birşeyi
tamamlama mânasında...Nitekim Allah Teâlâ:
"Bu iş bitince
onlar, İnzâr ediciler olarak kavimlerine döndüler" (Ahkâf, 29) buyurmuştur.
Yine Hak Teâiâ, bu mânada:
"İş temamlandı ve
o dadının üzerinde durdu" yani "Kafirleri helak işi bittiği zaman
" demektir. Yine,
"Sonra kirlerini
gidersinler" (Hacc.29), yani ondan kurtulsunlar, temizlenmeyi
tamamlasınlar manasınadır.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın, "Bir İşe hükmetti zaman"
ifadesiyle ilgili olarak, "Birşeyi yarattığında", "Birşeyi
yapmaya karar verdiğinde," "Birşeyi sapasağlam yaptığında"
mânaları verilmiştir. Nitekim şâir şöyle demiştir:
"Onların üzerinde
Davud'un güzelce yaptığı iki zırh vardır. Veya Tubba'm yaptırdığı geniş
zırhlar vardır."
[96]
Âlimler, kelimesinin,
husûsî bir söz hakkında hakîkî mânada kullanıldığında ittifak etmişlerdir. Bu, fiil
veya gerçek iş hakkında hakikat olarak kullanılır mı? Evet, bu âyette
"emir" kelimesinden murad budur. Bu konuda uzun izah Usûl-û Fıkıh'da
geçmektedir.
[97]
İbn Âmir, iki yer
hâriç, bütün Kur'an'da geçen bu gibi âyetleri, şeklinde okumuştur. Müstesna
olan iki yer ise Al-i İmran sûresinin başında- âyetidir. O, buradaki,
kelimelerini merfü okumuştur. Kisâi'nin, bu kelimeyi Nahl ve Nasin sûrelerinde
mansub olarak, Kur'an'tn diğer yerlerindeki-ni ise merfu olarak okuduğu rivayet
edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise bu ifâdeleri Kur'an'da her geçtiği
yerde, şeklinde merfu okumuşlardır.
Bunun mansub
okunmasının sebebi, emre cevab kabul edildiği içindir. Bu mânanın uzak ihtimal
olduğu da söylenmiştir. Merfu okunmasının sebebi ise, mös-te'nef bir cümle
kabul edilmesidir, takdirindedir.
[98]
Bil ki Cenâb-ı
Allah'ın, "Ancak ona "ol" derr o da oluverir" âyetinden murad,
"Allah'ın olmasını istediği o şeye bizzat "ol" dediği ve o anda
o şeyin meydana geldiği" mânası değildir. Çünkü bu yanlıştır. Bunun
yanlış olduğuna birçok şey delâlet eder:
1) Cenâb-ı
Allah'ın, "ol" sözü ya ezelî (kadîm) ya muhdes (sonradan) dır. Her
İki ihtimal de fâsiddir. Böylece eşyanın meydana gelmesinin, (ol) sözüne
dayandığını iddia eden görüş bâtıl olur. Biz, sözünün bazı bakımlardan dolayı
kadîm olması caiz değildir dedik:
a) kelimesi
kâf harfinin önce gelmesi şartıyla kâf ve nün harflerinden meydana gelen bir
lâfızdır. O halde kâf kendisinden önce geldiği için, nün harfinin mutlaka
muhdes olması gerekir. Kâf harfi de muhdesten hemen Önce geldiği için, onun da
muhdes olması gerekir.
b) (...diği
zaman) kelimesi ancak müstakbele dâhil olur. Bu nedenle Allah'ın bu hükmetmesinin,
kendisine harfi dâhil olduğu için, mutlaka sonradan olması (muhdes) gerekir.
Hak Teâlâ'nın "ol" sözü ta'kibiyye için olan fâ harfi sebebiyle,
Allah'ın hükmüyle alakalı kabul edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O zaman
ona ancak "ol" der" buyurmuştur. Muhdesten sonra gelen de
muhdestir. Binaenaleyh lâfzının kadîm olması imkansızdır.
c) Allah
Teâfâ, fâ-i takibiyye ile, mahlûkatın meydana gelişini sözüne bağlamıştır. Bu
sebeble O'nun, 'demesi, mahlûkatın meydana gelmesinden az bir zaman öncedir.
Muhdesten hemen önce olanın da muhdes olması gerekir. Bu sebeble, Cenâb-ı
Allah'ın, sözünün kadim olması caiz olmaz. Yine Allah'ın, sözünün muhdes
olması da caiz değildir. Çünkü her muhdes (sonradan olan), Allah'ın, demesine
muhtaç olursa ve lâfzı da muhdes olursa, bu durumda, lâfzının bir başka, lâfzına muhtaç olması
gerekir. Böylece de ya teselsül veya devr-i fâ-sid gerekir ki bu ikisi de
muhaldir. Böylece de delil ile, sonradan olan varlıkların yaratılmasının,
Allah'ın, "ol" demesine dayanmasının caiz oimadığı ortaya çıkmış
olur.
(94) Müste'net, mâna bakımından kendisinden
öncesiyle alâkalı olduğu halde nahiv bakımından müstakil olan cümledir.
2) Allah
Teâlâ, mahlûkâta, ya onlar henüz var olmazdan önce veya varlık âlemine
girerlerken, (ol) demiştir. Henüz onlar yok iken onlara, demiş olması görüşü bâtıldır, çünkü mevcud
olmayana, mevcud olmadığı zamanda hitap etmek akılsızlıktır. İkinci ihtimal de
bâtıldır, çünkü bunun neticesi de, Allah'ın mevcud olan varlıklara, mevcud
olmalarını söylemiş olduğu neticesine götürür ki, bunun mânası yoktur.
3)
Yaratılmış olanların bazısı cansızdır. Cansızı mükellef tutmak ise abestir.
Hakîm olan Allah'a yakışmaz.
4) Kadir,
irâdelerine göre bir şeyi yapabilen ve terkedebilen kimsedir. Biz, Allah'ın, ifâdesinden
ayrılmış, irâde sahibi bir kadir varlığın olduğunu farzetsek, O ya yaratıp icad
edebilen bir varlıktır veya buna kadir değildir. Eğer O yaratmaya imkânı olan
birisi ise, bu durumda O'nun yaratması, Allah'ın, lâfzına dayanmaz. Eğer O
yaratmayan birisi ise, bu durumda da kadir olan bu zatın ancak, demekle bir
fiiti yapmaya kadir olması gerekir. Böylece de bu sizin, kudreti, diye
isimlendirmeniz neticesine götürür. Bu da lâfzî bir münakaşadır.
5) lâfzının,
şayet yaratmada (tekvin) de bir tesiri olsaydı, biz de bu kelimeyi
söylediğimizde, aynı tekvînî tesirin meydana gelmesi gerekirdi. Biz bu hususun
fesadını (bozukluğunu) açıkça bildiğimiz için, bu kelimenin yaratmada bir
etkisi olmadığını anlamış olduk.
6) kelimesi,
kâf harfinin nûn'dan önce olması şartıyla, kâf ve nûn'-dan meydana gelmiş bir
kelimedir. Buna göre müessir olan ya bu iki harfte biridir veya her ikisidir.
Eğer biri ise, kelimesinin bir tesiri yoktur, tesir bu iki harften birisine
aittir. Eğer tesir her ikisine birden ait ise, bu da imkânsızdır. Çünkü her
ikisinden meydana gelen toplamın bir varlığı yoktur. Çünkü birinci harf meydana
gelirken, ikincisi meydana gelmemiştir. İkincisi meydana gelirken de birincisi
bitmiştir. Bu iki harfin toplamı meydana gelmezse, bu toplamın bir tesiri
kesinlikle olmaz.
7)
Cenâb-ı Allah:
"Muhakkak ki
Allah indinde, İsâ'nm hâli, Âdem'in hâli gibidir. Allah o Âdem'i topraktan
yarattı. Sonra ona "ol" dedi o da oluverdi" (Al-i imran. 59)
buyurmuş ve "ol" deyişinin, Hz. Âdem'i yaratmasından sonra olduğunu
göstermiştir. Çünkü birşeyden sonra olan, kendinden öncekinde müessir (etkili)
olamaz. Böylece biz birşeyin meydana gelmesinde Allah'ın, sözünün bir etkisi olmadığını
anlamış olduk. Bu sebeble de, bu izahlara göre, bu görüşün yanlışlığı ortaya
çıktı. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyeti te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de
birkaç şekilde yapılabilir:
a) En güçlü
olan lefvil şöyledir-. Cenâb-ı Allah'ın, "ol" demesinden maksadı,
eşyanın yaratılmasında kudret-i İlâhi'nin sür'atle nüfuz ettiğini göstermektir.
Bir de bu, Hak
Teâlâ'nın eşyayı, düşünmeksizin, yardım olmaksızın ve denemeksizin yarattığını
gösterir. Bunun bir benzeri de, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışını anlattığı
şu sözüdür:
"Allah o (göğe)
ve arza "ister isteyerek, ister istemeden (kerhen) gelin " dedi.
Onlar da "İsteyerek geldik" dediler" (Fussiiet, n). Bu, onların
söylediği bir söz olmadığı halde, o yer ile göğün yaratılmasında ilâhî
kudretin, hiçbir maniayla karşılaşmaksızın süratli bir şekilde nüfuz edişini
göstermektedir.
Arapların şu sözü
de;bunun bir benzeridir: Duvar, kazığa: "Beni niye yarıyorsun?"
demiş, o da: "Beni çakana sor. Çünkü arkamda olan peşimi bırakmıyor."
Şu âyet de bunun bîr
benzeridir:
"Herşey Allah'ı hamdiyle
teşbih ediyor. Fakat siz
onların teşbihini
anlamazsınız" (44).
b) "ol"
sözü, Allah'ın melekler için yaptığı bir alâmettir. Melekler bu sözü duydukları
zaman, bir işin, bir şeyin meydana geleceğini anlarlar. Bu görüş
Ebû'l-Huzeyl'den nakledilmiştir.
c) Bu,
Allah'ın kendilerine: "Hor ve hakir maymunlar olun" (Bakara. 65)
dediği ve benzeri durumda olan mevcud insanlar için söylediği bir sözdür. Bu,
Esam'ın gördüşüdür.
d) Bu,
diriler için bir ölüm, ölüler için ise, bir dirilme emridir. Bu görüşlerin
hepsi zayıftır, kuvvetti olanı, birinci görüştür.
[99]
"Bilmeyen
kimseler: "Allah bize (açıkça, yüzyüze) konuşsa ya.. Yahut bize bir mucize
gelse ya..." dediler. Onlardan önceki insanlar da tıpkı onlar gibi
söylemişlerdi. Kaibleri birbirine ne kadar benziyor. Biz, hakikatleri İyice
bilmek isteyenlere âyetlerimizi açıkladık" (Bakara, 116).
Bu âyette bahsedilen
husus, yahûdi, hristiyan ve müşriklerin kabin, çirkin işlerinden
onbirincisidir. Bu âyetle ilgili meseleler vardır.
[100]
Cenâb-ı Allah, yahûdi,
hristiyan ve müşriklerin tev hid inancını yaralayan bir inançlarını -ki o da
Allah'ın çocuk edindiği inançlarıdır- anlatınca, bu âyette de peygamberlikle
ilgili yanlış inanışlarını anlatmıştır. Çoğu tefsirciler: "Bu âyette
bahsedilenler müşrik Araplardır. Buna, Allah Teâa’nın:
"Onlar, "Bizim için şu topraktan bir pınar
akıtmadan sana katiyyen inanmayız" (isra eoj;
"Evvelki
(peygamberlere) gönderildiği gibi o (Muhammed) bize de bir mucize
getirsin" (Enbiya, 5); ve: '
"Bizim üzerimize
melekler indirilmeli değil miydi. Veya Babbimizi görmeli değil miydik?"
dediler" burkan. 21) ayetleri delâlet etmektedir" dediler. Çoğu
müfes-sirlerin görüşü budur, fakat Ehl-i Kitab'dan olanların da bu isteklerde
bulundukları sabittir. Cenâb-ı Allah'ın,
"Ehl-t Kttab,
senin, üzerlerine gökten bir kitab indirmeni isterler. Onlar Musa'dan, daha
büyüğünü istemişlerdi" (Nisa, 153) ayeti buna delildir.
Eğer, "Ayetten
muradın Arap müşrikleri olduğuna, bahsedilen kimselerin "bilmeyen
kimseler" olarak tavsif edilmesi delâlet etmektedir. Çünkü Ehl-i Kitab,
İlim ehli oian kimselerdir" denilirse, biz deriz ki: Müşrikler tevhidi ve
nübüvveti (Peygamberlik müessesesini) gerektiği şekilde bilmiyorlardı. Ehl-i
Kitab da bunları gerektiği şekilde bilmiyorlardı.
[101]
Kâfirlerin
tutundukları bu şüphenin izahı şudur: Ha: Kim Olan Allah, birşeyi meydana
getirmek istediğinde, mutlaka, ona götüren en kestirme, şek ve şüpheden en
uzak yolu tercih eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki:"Allah
Teâlâ, meleklerle konuşur, Hz. Musa (a.s) ile konuşmuştur. Halbuki sen Ey
Muhammed
Allah'ın sana
konuştuğunu iddia ediyor, delil olarak da, "Kuluna vahyettiğini
vahyetti" (Necm, ıo) ayetini ileri sürüyorsun. Öyle ise, O Allah niçin
bize bizzat hitap edip, itikadımızın kuvvetlenmesi ve ortadaki şüphelerin
gitmesi için senin peygamber olduğunu açıkça İfâde etmiyor? Allah Teâlâ böyle
yapmadığına göre, niçin sana has ayet ve mucizeler vermiyor?"
Bu, iddia Kur'an'ın
bir mucize ve delil oluşuna müşriklerin bir tân'ıdır. Çünkü o müşrikler, O'nun
bir mucize olduğuna ikrar etmiş olsalardı, "O, bize bir ayet getirmeli
değil miydi?" demeleri mümkün olmazdı. Sonra Hak Teâlâ bu şüpheyi, şu
buyruğu ile cevaplandırmıştır:
Bu cevabın özü şudur:
Biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünü, mucizelerle kuvvetlendirdik, sözünün
doğruluğunu ayetlerimizle yani Kur'an ve diğer mucizelerimizle beyân ettik. Bu
sebeple, danasını istemek işi yokuşa sürme babmdandır. Durum böyle olunca, bazı
sebeblerden dolayı, onların bu isteğine icabet etmemek gerekir.
a) Tek bir
delil bile bulunduğu zaman, mükellef istediğini elde etmiş olur. Eğer
mükellefin maksadı hakkı bulmak İse, bu tek delil yeter. Bununla yetinil-meyip
fazlası istenirse, böyle bir talebin inâd ve diretme babından olduğunu anlarız.
Bundan dolayı, böyle bir isteği yerine getirmek gerekmez.
Bunun bir benzeri de.
"Onlar, "Ona
Rabbtnden (başka) ayetler indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki; ' 'O
ayetler ancak Allah 'm nezdindedir. Ben sadece bir apaçık haber verenim."
Sana indirdiğimiz ve kendilerine devamlı okunan kitap onlara yetmiyor
mu?" (Ankebût, 50-51) ayetidir. Böylece Cenâb-t Hak, onları Kur'an'dan
sadra şifâ veren delillerle susturmuştur.
b) Eğer
Allah Teâlâ, bu mucizeyi indirmesi halinde onların imân edeceklerini bilseydi,
onların isteğini yerins getirirdi. Fakat Allah, onların istediklerini yerine
getirse de bunun sadece onların inâdlarını artıracağını biliyordu. Bundan
dolayı onların isteklerini yerine getirmedi ve şöyle buyurdu:
"Eğer Allah
onlarda bir hayır olabileceğini bilseydi, onlara bunu işittirirdf. Fakat
onlara işittirse bile (bu hallerinde), onlar yüz çevirici olarak arkalarını
dönerlerdi" (Enfal.23).
c) Bu
mucizelerle ilgili olarak çeşitli zararlar meydana çıkmıştır. Bu mucizelerin
meydana gelmesi, bundan sonra da tekziblerine devam etmeleri halinde, çoğu kez
onların helak olmalarını ve köklerinin kazınmasını gerektirirdi. Bu mucizelerin
bir kısmı, mükellefiyeti ihlâl eden, iman etmeyi mecburî hale getiren bir
özelliğe sahiptir. Bunların çok sayıda olması ve peşpeşe gelmesi, mucize oluş
durumlarını bozabilirdi. Çünkü harikulade şeyler peşpeşe geldiğinde,
harikulade olmaktan çıkar, normal görülmeye başlarlar. Bu durumda da mucize
olmaktan çıkar. Bütün bunlar Allâmu'l Guyûb (gaybları en iyi bilen) Allah'dan
başka hiç kimsenin bilemiyeceği hususlardır. Böylece münkirlerin bu olur olmaz
isteklerinin yerine getirilmemesinin Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini
yaralamayacağı sabit olmaktadır.Cenâb-ı Allah'ın: Kalblerl birbirine ne kadar
benziyor!" buyruğundan murad, peygamberleri yalanlayan bütün milletlerin
söz ve fiillerinin birbirine benzemesidir. Cenâb-ı Allah onların, Biz tek bir
çeşit yemeğe tahammül edemeyiz" (Bakara, 61) Onların putları gibi bize de
bir put yap " (A'râf, 128); "Bizimle alay mı ediyorsun?"
(Bakara, 67) ve, "Allah'ı bize açıkça göster" (Nisa, 153) dediklerini
naklettiği şeklide, Hz.Musâ (a.s)'nın kavminin devamlı inadlaşıp bâtılı
istemeleri gibi, müşrik Araplar da devamlı inâd, diretme ve bâtılı, isteme
hususlarında aynıdırlar.
Hak Teâlâ'nın,
"Bîz hakikatleri iyice bilmek isteyenlere ayetlerimizi açıkladık"
ifâdesinden murad, Kur'an'tn yanısıra ağacın yürümesi, kurdun konuşması ve az
bir yemekle büyük kalabalıkları doyurma gibi Hz. Peygamber (s.a.s)'in
gösterdiği mucizelerin, yakînî imanı elde etmek isteyenler için kuvvetli birer
delil olduğunu bildirmektir.
[102]
"Şüphe yok ki biz
seni kâmil bir müfded ve gerçek bir korkutucu olarak Hak İle gönderdik. Sen
cehennemliklerden mes'ul değilsin" (Bakara, 119).
Bu kâfirler
inadlarında, bâtıl diretmelerinde ısrar edip, işi yokuşa sürmek için yeni
mucizeler isteyince, Allah Teâlâ, peygamberine, onların dinî faydaları için,
daha fazla mucize getirmeyeceğini beyan etmiştir. Allah Teâlâ bu şekilde
açıkladığı gibi, onların küfürde ısrar etmelerinden dolayı peygamberinin
üzüntüsü artmasın diye, tebliğ ve ikaz konusunda Hz. Peygamber (s.a.s)'in daha
fazla bir şey yapamayacağını da açıklamıştır.
Ayetteki, "Hak ile" buyruğu hakkında bazı
izahlar yapılmıştır
a) Bu
ifâdedeki "be" harf-i cerri,
fiilinden anlaşılan, masdarına
müteallikdir. Yani, "Biz seni hak bir irsal (gönderiş) ile gönderdik"
demektir.
b) Bu harf,
"beşir" ve "nezir" kelimelerine mütealliktir. Yani,
"Sen Hak ile müjdeleyici (beşir), Hak ile korkutucusu (nezir)sin"
manasınadır.
c) "Hak"
kelimesinden murad, din ve Kur'an'dır. Yani ayet, "Biz seni Kur'an,
Allah'a itaat eden kimseleri sevapla müjdeleyici, O'nu inkâr edenleri de ikâbla
korkutucu olsun diye gönderdik" manasınadır.
Uygun olan,
"beşir" ve "nezir" kelimelerinin (Kur'an'ın değil) peygamberin
bir sıfatı olmasıdır. Cenâb-ı Hak sanki
şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, sana uyup dinine girenleri
müjdeleyesin, seni inkâr edip dininden sapanları korkutasın diye seni hak ile
gönderdik."
Allah Teâlâ'nın, 'Sen,
cehennemliklerden mes'ul değilsin" ayetinin iki kıraat şekli vardır.
Ekseri kıraat alimleri fiildeki "te" ve "lâm" harflerini,
cümleyi haber cümlesi kabul ederek, ötüreli, şeklinde; Nâfi ise "te"
harfini fethalı, lâm harfini de meczum okuyarak ve cümleyi inşâî cümle (nehiy
cümlesi) kabul ederek, şeklinde okumuştur.
Birinci kıraata göre
âyetin birkaç türlü izahı vardır:
a) Onların
varacakları yer cehennemdir, bu sebeple onların inkârları sana zarar vermez.
Sen bundan mes'ul değilsin. Bu, aynen, Hak Teâlâ'nın, "Sen ancaetmekle sorumlusun.
Onların hesabı bize ait" (Rad, 40) ve, "O, peygamber, kendisine
yüklenen görevden, sizler de size yüklenen (mükellefiyetlerden
sorumlusunuz" (Nur, 54) ayetleri gibidir.
b) "Sen
doğruyu bulmuşsun. Sana başka birşey gerekmez. Binaenaleyh onlartn
inkârlarından ve azâb-ı İlâhi'ye düşmelerinden dolayı üzülüp kederlenme."
Bunun bir benzeri, Allah "O halde
nefsin, onlara üzülmesin" (Fatır. 8) ayetidir.
c) Şu anda
itaat edene ve isyan edene bakma. Çünkü durum bazan değişebilir. O halde bu,
gayba ait bir husustur. Binaenaleyh sen bundan mes'ul olmazsın. Ayette, yakın
uzak hiç kimsenin, başkasının günahından mes'ul olmayacağına ve onun
yaptıklarından sorumlu tutulmayacağına bir delil vardır.
İkinci kıraat şekline
göre de ayetin iki türlü izahı vardır:
a) Rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s): "Keşke ana-babamın ne yaptıklarını
bilebilseydim" demiş, bunun üzerine kâfir olanların durumunu öğrenmek
istemekten nehyedilmiştir. Bu rivayet akla uygun değildir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), ebeveyninin kâfir olduklarını, kâfirlerin ise azaba duçar
olacaklarını biliyordu. Buna rağmen O'nun, "Keşke ana-babamın ne yaptıklarını
bilseydim" demesi nasıl mümkün olur ?[103]
b) Ayetteki
nehyin manası, kâfirlerin içine düştükleri azabın büyüklüğünü ifâde etmektir.
Nitekim bir musibete uğrayan kimsenin durumunu sorduğunda sana bu manada,
"Onu hiç sorma!" denilir. Azabın büyüklüğünü ifâde edişin izahı
şudur: "Sorulan kimse, içine düştüğü şeyin çirkinliği sebebiyle dillere
düşmesinden dolayı sızlanır. Binaenaleyh bunu,ona sorma, ve onun canını sıkan
şeyi ona yükleme", veya, "Ey haber soran kimse, sen, duyanı dehşete
düşüreceği ve canını sıkacağı için, onun haberini duymaya dayanamazsın.
Binaenaieyh sorma."
Übey (f şeklinde,
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'in şeklinde kıraatleri birinci kıraati
güçlendirmektedir.
[104]
"Ne yahudiler, ne
de hristiyanlar, sen onların dinine uymadıkça, asla senden hoşnûd olmazlar. De
ki; Allah'ın hidayeti (İslâm), doğru yolun tâ kendisidir. Eğer sana gelen
(bunca) ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun
ki senin için Allah 'dan başka n bir
dost, ne de bir yardıma bulunmaz"
(Bakara, 120).
Allah'u Teâlâ geçen
ayette peygamberini sabra davet edip illetin onlar tarafından değil de
peygamber tarafından zail olduğunu, onların Hz. Peygamberi tekzibe devam
etmede bir mazeretleri kalmadığını beyân edince, bunların bâtılda diretmeleri
ve küfürde ısrarları hususundaki durumlarının, peygamberin kendi dinlerine
uymasını isteme derecesine, peygamberin getirdiği kitaba razı olmayacaklarına,
tam aksine peygamberin onların dininde kendilerine uymasını isteme derecesine
vardığını peşisıra getirdi. Böylece bununla onların Hz. Peygambere ne derecede
düşman olduklarını beyan ederek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara uymayacağını
açıkladı.
"Millet" din
demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ın hidayetinin kişileri İslama götüren
gerçek buyurmuştur. "Hidayet"
ismiyle adlandırılabilecek tek şey Allah'ın hidayetidir. Bu, hidayetin
hepsidir. Onun dışında hidayet yoktur. Ehl-i Kitab'ın uymaya davet ettikleri
şey hidayet olmayıp, aksine hevâ-vü hevestir. Sen, Allah'ın şu sözüne baksana:
Katî delillerle doğruluğu bilinen dine dâir, "ilim sana geldikten
sonra", onların "heva" ve bid'at olan görüşlerine
"uyarsan", seni koruyacak ve seni müdafaa edecek, "Aİlah'dan
başka hiçbir dostun ve yardımcın olmaz. " Aksine ona taate devam edip,
O'nun ipine sımsıkı sarıldığın zaman insanlardan seni koruyacak olan Allah’
dır.
Alimler ayetin bazı
şeylere delalet etttiğini söylemişlerdir.
1) Allah'ın
bir kuluna, yapmayacağını bildiği bir iş hususunda, va'îdde bulunması caizdir.
Çünkü ayetten alınan bazı şeylere delâlet ettiğini söylemişlerdir:
misalde, Allah, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in yahudî ve hristiyanların hevâ-vü heveslerine uymayacağını
biliyordu. Bununla beraber, onu bundan dolayı tehdid etmiştir. Bunun bir
benzeri de Allah'ın, "Eğer müşrik olursan amellerin boşa gider"
(Zûmer, 65) ayetidir. Peygamberi bu fiilden men edenin veya men eden şeylerden
birinin bu tehdit olması ihtimalinden dolayı, bu tehdidin yapılması yerinde
olmuştur.
2) Allah'ın,
"İlimden sana geldikten sonra.." ifâdesi, tehdidin ancak delil
getirmeden sonra caiz olacağını gösterir. Bu doğru olunca, tehdidin ancak kudretten
(güç yetirmeden) sonra olması daha uygundur. Bu sebeple, teklif-i mâla yutâkı
(güç yetirilemeyen şeyle mükellef tutmak) caiz görenlerin iddiası geçersizdir.
3) Bu
ayette, hevâ-vü hevese uymanın ancak bâtıl birşey olduğuna delil vardır. İşte
bu yönden ayet, taklidin bâtıl olduğuna delâlet eder.
4) Ayette,
azabı haketmiş kimselerin şefaatçisinin olmadığına delil vardır. Çünkü
hevasına uyduğunda bir şefaatçi ve yardımcı bulabilecek olsaydı, Peygamber
öncelikle bulurdu. Bu son görüş zayıftır. Çünkü Ehl-i Kitab'ın nevalarına
uymak küfürdür. Bize göre ise, küfür için şefaat yoktur.
[105]
"Kendilerine
kitab verdiğimiz kimseler onu, hakkını vererek okurlar, ona imân edenler
bunlardır. Kim onu inkâr ederse, onlar en büyük za. uğrayanların tâ
kendileridir" (Bakara, 121).
Bil ki bu ayette
birkaç mesele vardır:
[106]
kelimesi birinci
mübteda, kelimes, de ikinci mübteda
olmak üzere ref mahallindedirie-<u ötUti ifâdesi ise, iI nin haberidir.
[107]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendilerine kitab verdiğimiz kımseler..." ifadesiyle kimlerin
kastedildiği hususunca iki görüş vardır:
Birinci Görüş:
Bunlar, Allah'ın Kur'an'ı kendilerine verdiği mü'minlerc Bu görüşte olanlar, şu
delilleri getirmişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onu, hakkını vererek okurlar" ifâdesi, bu kitabı o ı maya
bir terğîb ve teşvik, bu okuyuşu da bir medihtir. Bu durumda olan kıta. Tevrat
ve İncil değil Kur'an'dır. Çünkü Tevrat ve İncil'i okumak caiz değilc
b) Hak
Teâlâ'nm, "İşte ona İman edenler bunlardır" ifâdesi, imanın bulara
hasredildiğini gösterir. Eğer Ehl-i Kitab'tan bahsediliyor olsaydı, böyle olmazdı.
c) Allah
Teâlâ, ' Kim onu inkâr ederse, onlar en büyük zarara uğrayanla nn tâ
kendileridir" buyurmuştur. Hakkında böyle hüküm verilecek kitap ise ancak
Kur'an'-ı Kerim'dir.
İkinci Görüş:
Allah'ın kendilerine kitap verdiği kimselerden maksad, yahudilerden Hz.
Muhammed (s.a.s)'e imân etmiş kimselerdir. Bunun delili ş-dur. Daha önce
bahsedilenler sadece Ehl-i Kitap'tır. Cenâb-ı Hak, Ehl-i Kitab1 r gittiği yolu
zemmedip yaptıkları çirkin işleri haber verince, bunun peşisıra yahudilerin
yolunu bırakan, hatta Tevrat'ı tefekkür edip, onu tahrifi terkederek, ondan Hz.
Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayan kimseleri
medhetmiştir.
[108]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onu, hakkını vererek okurlar" sözüne gelince, okumanın (tilâvetin)
iki manası vardır:
a) Kıraat
(okumak);
b) Bilfiil
uymak. Çünkü başkasına uyan kimse için,Ona bilfiil uydu" denir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onu izleyen aya yemin olsun" (Şems,2)buyurmuştur. A,
jtin zahirine bakılırsa, bu ifâde her iki manayı da içine alır, her iki manada
da m'übalağa etmek doğru olur. Çünkü başkasına uyan, bazan uymayı hakkıyla
yapar, ondan birşey aksatmaz. Okuyan da, okumanın hakkını îfâ eder, okumada
gerekli hiç birşeyi ihlâl etmez.
Buradaki tilavet kelimesini
okuma manasına alanlar da değişik izahlar yapmışlardır:
1) Onlar
Kur'an'ı düşünüp, gereğiyle amel edip, helâl, haram ve diğer hususlarda O'nun
hükümlerine sımsıkı sarılmışlardır.
2) Onlar,
namazda ve yalnız başlarına iken Kur'an okuduklarında, huşu ve huzû'ya
girerler.
3) Onlar,
Kur'an'ın muhkem ayetleriyle amel edip, müteşâbih ayetlerini tasdik ederek,
kendilerine müşkü gelen ayetler hususunda bir fikir yürütmez, onları Allah'a
havale ederler.
4) Onu
Allah'ın indirdiği şekilde okurlar, kelimelerini yerlerinden oynatıp tahrif
etmezler ve O'nu doğru olmayan şekillerde tefsir etmezler.
5) Ayet bu izahların hepsine birden hamledilebilir. Çünkü bu izahlar tek
bir manada birleşiyorlar ki o da, Kur'an'ın ayetlerine saygı duymak ve bunların
hem lâfızlarına hem de manalarına uymaktır. Bu sebeple Allah'ın kelâmının
faydalarını çoğaltmak için, lâfzı müşterek olduğu manalara hep birden hamletmek
gerekir. Allah en iyisini bilendir.
[109]
"Ey İsrâiloğullan size ihsan ettiğim (bunca) nimetimi ve sizi (bir
zamanlan âlemler üzerine hakikaten üstün kılmış olduğumu hatırlayın. Hiçbir
kimsenin kimseden yana birşey ödeyemeyeceği, kimseden bedel kabul olunmayacağı,
kimseye şefaatin fayda vermeyeceği, o (kâfirlere) yardım da edilmeyeceği bir
günden sakının" (Bakara. 122-123).
Bu iki ayetin tefsiri, daha Önce geçmiş olan benzeri iki ayette
geçmiştir (Bakara. 47-48).
[110]
"Ve hatırlayın o
zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları
tamamen yerine getirince: "Seni insanlara imam (önder) yapacağım"
buyurmuş. (İbrahim): "Zürriyetimden de.." demiş, Allah ise:
"Zâlimler ahdime eremez" demişti" (Bakara. 124).
Bil ki Allah Teâlâ,
İsrailoğullanna çeşitti nimetlerini ve onlartn dinleriyle fiilleri hususundaki
kabahatlarını sonuna kadar sayıp bu bölümü, söze başladığı, (Bakara, 47-48) ayetleriyle bitirince, bir
başka izaha başlamıştır. Bu da Hz. İbrahim (a.s)'in kıssasının ve çeşitli
hallerinin anlatılmasıdır. Bunun hikmeti şudur: Hz. İbrahim (a.s), faziletini
bütün milletlerin ve grupların kabul ettiği bir kimsedir. Meselâ müşrikler,
onun faziletli olduğunu kabuf edip, onun soyundan gelme, Harem'inde yerleşmiş
olma ve onun yaptığı Ka'be'ye hizmet etme ile şeref duyarlardı. Yahudi ve
hristiyaniar gibi Ehl-i Kitab olanlar da onun faziletini ikrar edip, onun
soyundan olduklarını söyleyerek iftihar ederlerdi. İşte bu nedenle Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, müşriklerin, yahudi ve hristiyanların Hz. Muhammed
(s.a.s)'in sözünü kabul etmelerini, dinini tasdiki ve şeriatine uymalarını
gerektiren birtakım işlerinden bahsetmiştir. Bunu birkaç türlü izah edebiliriz:
a) Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'e bazı mükellefiyetleri emredip, o da bunları yerine
getirince ve sorumluluğundan kurtulunca, nübüvvet ve imamete nail olmuştur. Bu
da yahudî, hristiyan ve müşriklerin dikkatini, dünya ve ahirette hayrın ancak
isyan ve inadı bırakarak, Allah'ın ahkâm ve tekliflerine uymakla meydana
geleceğine çekmiştir.
b) Hak
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in imameti, soyu için de istediğini naklederek,
"Zalimler ahdime eremez" buyurmuştur. Bu ifâde dini husustaki imamet
(önderlik) ve reislik makamının zalimler için söz konusu olamayacağını
gösterir. İşte bu sebeple zalimler, bu makamı elde etmeyi istediklerinde, onlara
inadı, diretmeyi ve bâtılda taassubu terketmeleri vâcib olur.
c) Haccetmek
Hz.Muhammed (s.a.s)'in dininin hususiyetlerindendir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uymanın vâcib olduğu konusunda, yahudî ve
hristiyaniar için adetâ bir hüccet olsun diye, Hz. İbrahim'in de hacc yaptığını
nakletmiştir.
d) Kıble,
Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilince bu, yahudî ve hristiyanların gücüne
gitmişti. Hak Teâlâ, Ka'be'nin, kendisine saygı duymanın ve uymanın vâcib
olduğunu kabullendikleri İbrahim'in
de kıblesi olduğunu açıklamıştır. Böylece bu, onların
kalblerinde bu husustaki öfkenin gitmesini sağlayacak hususlardan olmuştur.
e)
Müfessirlerden, Allah'ın kendisiyle Hz. İbrahim'i imtihan ettiği kelimeleri,
neticeleri beden temizliğine varan birtakım emirlerle tefsir edenler vardır. Bu
da, müşriklerin İslam yolunu tercih etmelerini gerektiren hususlardan sayılır.
Çünkü onlar da, Hz. İbrahim'in faziletini kabulleniyorlardı. Bu yine onlara,
buraya kan sürme ve temizliğe dikkat etmeme gibi alışkanlık edindikleri şeyleri
bırakmalarını gerektirir. Bazı müfessirler de, "ayette geçen "Kefneler"!,
Allah'ın dini hususunda Hz. İbrahim'i denediği şeylere karşı, İbrahrim (a.s)'in
sabrı" diye açıklamışlardır. Bu şeyler de onun, yıldızlara, aya ve güneşe
bakması, putlara tapanlarla münazara etmesi, sonra da oğlunun kesilmes ve
kendisinin ateşe atılmasına rağmen Allah'ın hükümlerine inkiyâd etmes -dir.
Bütün bunlar, Hz. İbrahim (a.s)'in faziletini kabullenen yahudi, hristiya* ve
müşriklerin bu konuda, Hz. İbrahim'e benzemelerini; hasedi, taassubu, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e uymayı hoş görmemeyi bırakma hususunda, Hz. It-rahim'in
yoluna girmelerini gerektirir. İşte bütün bu sebeblerden ötürü Alla"
Teâlâ, Hz. İbrahim'in kıssasını burada zikretmiştir.Bil ki Cenâb-ı Allah, Hz.
İbrahim'den bazısı onu mükellef tuttuğu güç işler, bazısı da ona has kıldığı
büyük teşrifler olan birçok hususu nakletmiştı Biz, inşaallah bunları hep izah
edeceğiz. Bu ayet, kendisinden sonra bir şereflendirme meydana gelen bir
teklif-i ilâhi'den bahsetmektedir. Bu teklif, Cenâb-
Allah'ın şu buyruğunda
bahsettiği şeydir:"Hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım
kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince.." Bu
ayette bazı meseleler vardır:
[111]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Ayetteki da âmil olan ya mukadder bir fiildir, meselâ bu şu
şekillerde olabilir,"Onu imtihan ettiğinde şöyle şöyle oldu" veya,
ifadesidir:
[112]
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim'e olan mükellefiyetlerini, mânâda genişlik olsun diye "belâ"
olarak isimlendirdi. Çünkü bu gibi şeyler, kimin emrettiği bilinmemesi
bakımından, bizim tarafımızdan, belâ, tecrübe ve mihnet gibi görülür.
[113]
Örfte böylesi kullanış
çok olunca, Hak Teâlâ'nın emir ve yasaklarını mecazî olarak bu şekilde
isimlendirmesi caiz olur. Çükü Allah Teâlâ hakkında imtihan etme ve deneme
fiillerinin kullanılması caiz değildir. Zira Allah Teâlâ, ezelden ebede kadar
olan, nihayetsiz tafsilatı olan bütün malûmatı bilir. Hi-şam b. Hakem :
"Allah Teâlâ, ezelde sadece eşyanın hakikatini ve mahiyetini bilir. Ama bu
mahiyetlerin meydana geliş ve varlık alemine girişlerini ise ancak bunlar
meydana gelirken bilir" demiş ve görüşüne nakfî ve aklî deliller getirmiştir.
Onun naklî detili işte bu ayettir. O, bu ayetin delil oluşunu, Allah Teâlâ'nın
kullarını imtihan edip denediğini açıkça ifâde edişinden ve bunun benzerini
diğer ayetlerde de zikretmesinden çıkarmıştır. Mesela Allah Teâlâ,
"Sizden cfhâd
edenlerle, sabredenleri bilelim diye sizi İmtihan edeceğiz" (Muhammed,
31); "Hanginizin ameli daha güzel olacak diye, sizi imtihan etmek
için" (Mûlk, 2) ve Bakara suresinde ileride gelecek olan ayetinde
"Muhakkak ki sizi. korku veaçlık türü birşeyle imtihan edeceğiz" (Bakara,
ısa) buyurmuştur. Yine Hişam,gö-rüşünü kuvvetlendiren şu ayetleri de
zikretmiştir:"Siz ikiniz ona yumuşak söz söyleyin, belki o düşünür veya
(Allah'dan) korkar " (Taha, 44). kelimesi tereccî (ummak manasını ifâde
etmek) içindir.
"Ey insanlar,
sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edinr umulur ki ittikâ
edesiniz " (Bakara, 21). Bu ve benzeri ayetler, Hak Teâlâ'nın eşya meydana
gelmezden önce, onların meydana geleceğini bilmediğini gösterir.Hişam bazı aklî
deliller de ileri sürmüştür:
1) Eğer
Allah Teâlâ, eşya meydana gelmezden önce, eşyanın meydana geleceğini bilmiş
olsaydı, o zaman hem Hâlik'ta hem mahlûkta kudretin olmadığını söylemek
gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de aynıdır. Bu ikisinin
birbirini gerektirmesinin izahı şöyledir: Allah Teâlâ'nın meydana geleceğini
bildiği şeylerin meydana gelmemesi imkansız olur. Çünkü bir-şeyin meydana
geleceğini ve gelmeyeceğini bilmek, iki zıt durumdur. İki zıddın arasını bulmak
ise muhaldir. Allah'ın meydana gelmeyeceğini bildiği şeylerin, aynı bu
delilden ötürü meydana gelmesi imkânsızdır. Buna göre şayet Allah Teâlâ, cüzî
şeylerin tamamını, onlar olmazdan önce bilseydi, o şeylerin bazısının meydana
gelmesi vâcib, bazısının meydana gelmesi mümtenî (imkânsız) olurdu. Halbuki kesinlikle
ne vacib olan için, ne de mümtenî olan için kudrete gerek yoktur. Binaenaleyh
böyle olan şeylere Yaratıcı Teâlâ'nın ve yaratılanın kudreti olmadığını
söylemek gerekir. Biz bunun imkânsız olduğunu söyledik. Yaratıcı için bunun
imkansız olduğunu söyledik, çünkü âlem muh-des (sonradan olma) dır. Ona bir
tesir eden (yaratan) vardır. Bu müessirin mutlaka kadir olması gerekir. Çünkü
bu tesir, müessirin zatı gereği olsaydı, müessir kadîm olduğu için alemin de
kadim olması veya âlem hadis olduğu için müessirin de hadis olması gerekirdi.Bu
kudretin mahlûk için imkânsız olduğunu söyledik, çünkü biz, birşey, yapmak
istediğimizde ona kadir olduğumuz, birşeyi yapmamak istediğimizde de onu
yapmamaya kadir olduğumuz manasında, kendimizde bir işi yapma veya yapmamaya
açıkça bir güç buluyoruz. Buna göre bu iki şeyden birisi va-cib, diğeri mümtenî
olsaydı, açıkça varlığı bilinen bu güç söz konusu olmazdı.
2) İlmin,
bilinen iki şeyden birine taalluk etmesi, o İlmin diğerine taalluk etmesinden
başkadır. Bu sebepten ötürü bizi, diğerine taallukunun farkında olmamızla
beraber, bu ikisinden birini düşünebiliyoruz. Eğer bu iki taalluk tek bir
taalluk gibi olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü tek bir şeyin aynı anda hem
bilinebilmesi, hem de bilinememesi imkânsızdır. Bunun böyle olduğu sabit olunca
biz deriz ki eğer Hak Teâlâ, cüz'iyyatın tamamını bilmiş olsaydı, sınırsız ilmi
olurdu. Veya onun İlminin taalluk ettiği sayısız şeyler olurdu. Her iki halde
de aynı anda sayısız mevcudat meydana gelirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman
bu eşyanın toplamı, on eksiğinden daha fazla olurdu. Noksan olabilen şey
sonludur. Fazla olan da, sonlu olandan on fazlasıdır. Sonlu olana, sonsuz olan
eklendiği zaman toplam sonlu olur. Bu durumda sonsuz eşyanın var ol- ' ması
imkânsızdır.
Şayet, "Mevcut
olan ilimdir. İlmin taalluk ettiği şeyler ise haddizatında varlıkları olmadığı
halde a'yânda bulunan nisbi işlerdir" denilirse, biz deriz ki: İlim bir
malûma taalluk ederse ancak ilim olur. Binaenaleyh eğer bu taalluk haddizatında
mevcut olmasaydı, ilmin de aslında ilim olmaması gerekirdi ki bu da
imkânsızdır.
3) Bu
nihayeti olmayan malumatın sayısını Allah bilir veya bilmez. Eğer Allah onların
sayısını bilirse, bu malumat sınırlı demektir. Çünkü belli bir sayısı olan
herşey sınırlıdır. Eğer Allah Teâlâ, bu malumatın sayısını bilmez ise, onları
tafsilatıyla bilmiyor demektir. Bizim sözümüz de bu konudadır.
4) Her
malum, zihnimizde diğerinden ayırdedilmiştir. Başkasından ayır-dedilen herşeyin
dışındakiler, ondan hariçtir. Ondan hâriç olan herşey ise ondan başkadır. O
halde bu şey, sonlu ve sınırlıdır. Bu sebeble her malum sınırlıdır. Binaenaleyh
sınırsız olan şeylerin malum olması imkansız olur.
5) Birşey,
ancak ilmin ona taalluku ve nisbeti bulunursa malûm olur. Bir-şeyin birşeye
nisbet edilmesi, haddizatında tahakkuku muteber bir haldir. Çünkü birşeyin
kendisinde bir belirginlik olmazsa, o, o olması bakımından, başkasının ona
nisbet edilmesi imkânsız olur. Müşahhas bir şey, varlık alemine girmezden
önce, kesinlikle müşahhas olamaz. Bu sebeble onun ilme konu olması imkânsız
olur.
Şayet, "Bu görüş
muhal ve mürekkeblerin varlık âlemine girmezden önce (bilinebilir olmasıyla)
bâtıl olur. Çünkü biz, onların belirginlikleri olmadığı halde, onları
bilebiliyoruz" denilirse, biz deriz ki: Senin bu söylediğin, bizim
sözümüzle bir tezad eder, bu ise bizim sözümüze bir cevap değildir. Böyle bir
durum ise, şek ve şüpheyi izale etmeyecek şeylerden sayılır. Hişâm sözüne
devamla: "İşte bütün bu akfî izahlar, bu kabil ayetlerin zahirî manalarından
mecazî manalarına geçilmesine gerek olmadığına delalet eder" demiştir.
Bit ki bu Hişâm,
Rafizilerln reisidir. Bundan dolayı eski Rafizilar bedâ[114]
görüşüne sahiptirler.
Müslümanların çoğu ise
Allah Teâlâ'nın, cüz'î şeyler meydana gelmeden önce de, onları bildiğinde
ittifak etmiş ve görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir:
Cüz'îyyâtın meydana
gelmezden önce de, Allah'ın malûmatı dahilinde ol-nalan doğrudur. Biz, bu
cüz'iyyâtı Allah'ın bilmesinin doğru olduğunu söyledik, çünkü biz de, onlar
meydana gelmezden Önce onları bilebiliyoruz. Zira biz, güneşin yarın doğudan
doğacağını bugünden bilebiliyoruz. Meydana gelmeleri o şeylerin, mümkün
olduklarını gösterir. Biz, cüz'îyyâtın bilinebilmesin-den dolayı, Allah'ın
onları bilmesi gerektiğini söyledik. Çünkü Allah'ın ilminin malumata taalluk
etmesi, Allah'ın zatı gereği olması gereken bir husustur. Bu sebeple, Allah'ın
ilminin, bilinebilecek şeylerin bazısına taalluk etmesi, diğer bazısına taalluk
etmesinden daha evlâ değildir. Buna göre bir tahsis bulunsaydı, bu durumda bir
muhassise (tahsis edecek olana) ihtiyaç olurdu ki bu imkânsızdır. Bu sebeple de
Allah'ın ilminin, hiçbir malumata (bilinebilecek şeye) taalluk etmemesi
gerekirdi. Eğer onun ilmi, malumatın bazısına taalluk ederse, hepsine de eder
ki, zaten bizim söylemek istediğimiz de budur.Hişam'ın ileri sürdüğü birinci
şüpheye gelince, buna şöyle cevap veririz: Birşeyin meydana geleceğini bilmek,
onun meydana gelmesine bağlıdır. Meydana gelme de kudrete bağlıdır. O halde
bağlı olan şey, bağlandığı şeye ters olmaz. Bu sebeple ilim, kudretten müstağnî
kılmayan, ondan ayrılmayan bir sıfattır. O'nun İkinci şüphesine (deliline)
şöyle cevap veririz: Senin bu şüphen, sonu olmayan sayı dizileri ile bozulur.
O'nun üçüncü şüphesine
de şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah eşyanın sayısını bilmez. Bu durum,
Allah'a cehalet isnâd edilmesini gerektirmez. Çünkü cehalet, eşyanın muayyen
bir sayısının olduğudur. Allah Teâlâ onun sayısını bilmez.[115].Fakat
eşyanın aslında belli bir sayısı olmadığı zaman, "Allah eşyanın sayısını
bilmez" dememizden, Allah hakkında bir cahilliğin söz konusu olması
gerekmez.
O'nun dördüncü
şüphesine cevabımız ise şöyledir; Alimin, onun başkasından farklı olduğunu
bilmesi malûmun şartından değildir. Çünkü malumun başkasından farklı olduğunu
bilmek, o başka şeyi de bilmeye dayanır. Buna göre, birşeyi bilmek, o şeyi
başkasından ayırdetmeye ve birşeyin başkasından farklı olduğunu bilmek de o
başkasını bilmeye dayanmış olsaydı, o zaman insanın hiçbirşey bilememesi, ancak
sayısız şeyleri bildiği zaman birşeyi bilebilmesi gerekirdi.O'nun beşinci
şüphesine de, yukarıda bahsettiğimiz nakz (hükümsüz illetin bulunması)
deliliyle cevab veririz. Şüphe nakzolunduğunda ortadan kalkar. Böylece
Allah'ın ilminin umumiliğine delâlet eden bu bahsettiğimiz delillermuarızlardan
salim kalır. Muvaffakiyet Allah'dandır.
[116]
Bil ki zamirin mutlaka
kendinden Önceki birşeye râcî olması gerekir. Buna göre zamir merciinden lâfzen
ve manen ya önce olur, veya sonra olur, veyahut lâfzen önce, manen sonra olur.
veyahut da bunun
aksine olur.
Birinci kısma gelince
ki bu, zamirin lafzen ve manen merciinden önce olmasıdır, nahivcilere göre
meşhur görüşte bu caiz değildir. İbnu Cinnî bunun caiz olduğunu söylemiş ve
buna hem nakli (şiirden), hem de aklî delil getirmiştir. Şiirden delili şairin
şu sözüdür:
"O'nun Rabbt
benim için Adiy b. Hatim uluyan köpekleri cezalandırdığı gibi cezalandırsın,
nitekim böyle yaptı da..."Aklî delile gelince, bu caizdir çünkü fail
müessir olan, mef'ul ise onun et-
İmametin güç olmasına
gelince, burada bundan maksad nübüvvet (peygamberlik)tir. Bu mükellefiyet ise
büyük zorlukları ihtiva eder. Çünkü Peygambere, risaletini tebliğ hususunda
bütün meşakkat ve yorgunlukları yüklenmesi, bu yüzden öldürülse de
peygamberliğin herhangibir tebliğini yerine getirmede hıyanet etmemesi
gerekir. Şüphe yok ki bu en büyük güçlüklerdendir. İşte bu sebepten ötürü
peygamberlerin mükâfaatının, başkalarınkinden çok büyük olduğunu
söyledik.Ka'be'nin yapılması, temizlenmesi ve temellerinin yükseltilmesinin güç
oluşuna gelince, bu hususta Beytullah'tn nasıl yapıldığını gösteren rivayetlere
vâkıf olan kimse, bunlardaki zorluğun fazlalığını anlamış olur. Sonra bu ifâde,
Hacc menâsıkını edâ etmeyi de içine alır. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i mevkıfta
şeytan ile, onu taşlamak v.b. şeylerle imtihan etmiştir.Hz. İbrahim (a.s)'in,
Hz. Peygamber (s.a.s)'i Allah'ın âhir zamanda peygamber olarak göndermesi için
dua etmesinin zorluğu, bunun sırf Allah rızası için ihlâsla yapılması gereken
ve kalbten hasedin tamamıyla yok olmasına bağlı olan şeylerden olduğu
içindir.Böylece bu ayetin peşinde zikredilen bu emirlerin güç ve zor mükellefiyetler
olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de Allah'ın Hz. İbrahim (a.s)'i kelimelerle
imtihan etmesinden muradın bu şeyler olması mümkündür. Muradın bu olduğuna,
Allah Teâlâ'nın bunu atıf harflerinden herhangi birisiyle ayırmak-sızın
zikretmiş olması, demeyip de, dikür demiş olması da delâlet eder. Böylece bu,
bu imtihanın saydığımız şeylerle mükellef tutmadan başka birşey olmadığını
gösterir.Kâdî bu görüşe itiraz ederek şöyle demiştir: "Sizin bu
söylediğiniz, ancak Allah'ın bu ayeti,
şeklinde buyurup, bundan sonra da demesi halinde caiz olur. Fakat
ayetin tertibi böyle değildir. Aksine Cenâb-ı Hak, l ifâdesini, ifâdesinden sonra zikretmiştir. Bu da Hak
Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s)'i kelimelerle imtihan edip, onun da onları tam
olarak yaptığına, Allah Teâlâ'nın bundan sonra, buyurduğunu
gösterir."Kâdî'nin bu itirazına şöyle cevap verilebilir: Kelimelerden
maksad, sadece imamet (önderlik, liderlik) değildir. Tam aksine imamet,
Beytullah'ı bina etmek, temizlemek ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber
olarak gönderilmesi için dua etmektir. Allah Teâlâ sanki Hz. İbrahim'i bu
sayılan şeylerin tamamıyla imtihan etmiş, bunu müteakiben de Hz. İbrahim'i
birtakım şeylerle imtihan ettiğini icmâlî (özet) olarak haber vermiş. Hz.
İbrahim'in bu şeyleri yerinekişini alandır. Fiilin hem faile hem de mefule
taalluku güçlüdür. Dolayısıyla bunlardan herbirinin lâfzen diğerinden önce
gelmesi uzak görülmez. Sonra biz (nahivciler), mansub olan kelimenin merfu
olana lafzen takdim edilmesinin caiz olduğunda ittifak ettik. Takdim caiz
olduğu hatde takdimin yapılmaması da böyledir.İkinci kısma gelince, ki bu
zamirin lâfzen ve manen merciinden sonra gelmesidir, bunun doğru olduğunda
herhangi bir münakaşa yoktur. Mesalâ, senin, (Zeyd, kölesin! dövdü) demen
gibiÜçüncü kısma gelince, ki bu zamirin lâfız bakımından merciinden önce gelip
mana bakımından sonra olmasıdır.Bu senin ^"Kölesini Zeyd dÖvdü"'demen
gibidir. İşte burada zamir, her nekadar lâfız bakımından önce gelse bile, mana
bakımından sonradır. Çünkü mansub olan şey, takdir bakımından merfudan sonra
gelir. Böylece sanki sen şöyie demiş oldun: "Zeyd kölesini dövdü.."
şüphesiz bu da caizdir.Dördüncü kısma gelince, ki bu zamirin mana bakımından
merciinden önce, lâfız bakımından ise sonra olmasıdır, bu, Allah Teâlâ'nın şu
ayetinde olduğu gibidir: Çünkü merfû (fail) mana bakımından mansub-dan
(mefulden) öncedir. Buna göre ayetin takdiri, şeklinde olmuş olur. Fakat durum
mana bakımından bu şekilde ise de, lâfızda zamir önce değil de sonra olduğu
için böyle olması şüphesiz caiz ve yerinde olmuştur.
[117]
İbn
Âmir, he harfi ile min arasına bir elif getirerek, şeklinde, diğer kıraat
imamları iseşeklinde okumuştur. Bu iki okunuş da lügata uygundur. İbn Abbas
(r.a) ve Ebu Hayve (r.a), "İbrahim" kelimesini merfû, "Rab"
kelimesini de mansub okuyarakjâ'tirjşeklinde okumuşlardır. Buna göre ayetin
manası, "Hz. İbrahim, Rabbine bazı dualarla, deneyen birisinin deneyişi
gibi, Allah onları kabul edecek mi kabul etmeyecek mi diye dua etmiştir"
şeklinde olur.
[118]
Müfessiıier, lâfzın
zahirinin bu manalara delâlet edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları şöyle demişlerdir: Lâfız bu manalara delâlet eder. Bunlar, Cenâb-ı
Hakk'ın imamet, Beytullah'ı temizleme, onun temellerini yükseltme ve Hz.
Muhammed(s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesi hususundaki duaları gibi,
zikrettiği şeylerdir. Çünkü bütün bunlar güç şeylerdir.getirdiğini bildirmiş.
Daha sonra bu hususları tafsilâtlandırmıştır. Bu, uzak görülecek şeylerden
değildir.
Diğer bazı
müfessirlerse şöyle demişlerdir: Ayetin zahirinde, bu kelimelerden ne murad edildiğini
gösteren birşey yoktur. Bu görüş iki manaya getir:
1) Allah,
Hz. İbrahim (a.s)'î, mükellef tuttuğu birtakım kelimelerle imtihan etti. Bunlar
Allah'ın emirleri ve yasaklarıdır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Hani
Rabbi, İbrahim'i dilediği şeyleri emretmekle imtihan etti" buyurmuştur
2) "Hz.
İbrahim (a.s)'in kavmine ulaştıracağı kendi kelimeleri (sözleriyle), onu
imtihan etti." Birinci görüşte olanlar bu teklifin hangi surette olduğu hususunda
birtakım görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir:
a) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Bunlar onun şeriatında farz, bizim şeriatımızda
sünnet sayılan on özelliktir. Bunların beşi baş ilef beşi de bedenle ilgilidir.
Baş ile ilgili olanlar, ağza su vermek, burna su vermek, saçları tepeden
ortadan yarmak, (ikiye ayırmak), bıyıkları iyice kısaltmak ve misvak kullanmak.
Bedenle ilgili olanlar ise sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, koltuk altı
kıllarını yolmak, tırnakları kesmek ve su ile istincâ etmek."
b) Bazıları
da, Allah'ın Hz. İbrahim'i İslâm'ın özelliklerinden otuzuyla imtihan etmiştir.
Bunlardan onu.Berae (Tevbe) süresindeki,"Tevbe edenler, ibâdet edenler,
hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip
kötülükten nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını (hükümlerini) koruyanlar (yok
mu?) Sen (bu) mü'minleri (cennetle) müjdele" (Tevbe, 112) ayetinde
belirtilen; on tanesi, Ahzab süresindeki,
Müslüman erkek ve
kadınlar, mü'min erkek ve kadınlar, itaat eden erkek ve kadınlar, doğru erkek
ve kadınlar, sabreden erkek ve kadınlar, huşûlu er-kek ve kadınlar, sadaka
veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, ırzlarım muhafaza eden
erkek ve kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar için Allah bir
bağışlama ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır" (Ahzab,35) ayetinde belirtilen; on tanesi de
Mü'minûn süresindeki,
"Namazlarında
huşûya riayet eden, boş ve faldesiz şeylerden yüz çeviren, zekatlarım veren,
zevceleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) müstesna, ırzlarını
koruyan—çünkü bu hususta kınanmazlar; bundan ötesini isteyen de haddi aşanlar
olur— emânetlerine ve verdikleri sözlere riayet eden, namazlarına devam eden
mü'minler muhakkak ki, felah buldular. İşte bunlar (cennete) vâris olanların
tâ kendileridir" {Mü'minun 1-10) ayetlerinde belirtilen hususlardır.Ibn
Abbas (r.a)'dan Meâriç süresindeki,
"Onlar
namazlarına devam ederler" (Meâriç, 34) ayetine kadar bahsedilen on hususiyeti
de geçen hususiyete ilâve ederek bu mükellefiyetlerin sayısını kırka çıkardığı
rivayet edilmiştir.
c) Allah,
Hz. İbrahim'e tavaf, sa'y, şeytan taşlama ve ihrama girme gibi hac menâsikini
emretmiştir. Bu Katâde ve İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
d) Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'i, güneş, ay, yıldızlar, yaşlı iken sünnet olma, ateşe
atılma, çocuğunu kurban etmesi ve hicret şeklinde yedi şeyle imtihan etmiş, o
da bunlart tamamem yerine getirmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ıAllah,
"Vazifesini tastamam yerine getiren İbrahim..." (Necm, 37)
buyurmuştur. Bu görüş Hasan el-Basri'den rivayet edil'miştir
e) Bundan
murad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbi ona "Teslim ol" dediği zaman o,
"Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti" (Bakara, 131)
ayetindebahsettiği durumdur.
f) Onun,
babasıyla, kavmiyle ve Nemrud'la tevhid hususundaki mücadeleleri, namaz,
zekat, oruç, ganimetlerin taksimi, misafir ağırlama ve bunlara devam etmesi
gibi hususlardır.
Kaffâl (r.h) şöyle
demiştir:Sözün özü şudur: "İmtihan: Yapılmasında bir külfet, zorluk ve
sıkıntı olan şeyleri yapmak zorunda bırakma" manasını ifâde eder.
Binaenaleyh bu lâfız, bütün bu anlatılanları içine aldığı gibi, herbirini tek
tek de ifâde edebilir. Bu sebeble bütün bunlar hakkında rivayet sabit olmuşsa,
bütününün var olduğunu söylemek gerekir. Şayet bunlardan bazısı hakkında
rivayet var ise o zaman, rivayetler arasında bir çelişki meydana gelir ki bu
takdirde söz söylememek gerekir. Allah en iyi bilendir.
[119]
Kâdî şunu söylemiştir:
Bu imtihan, O peygamber olmazdan önceydi: Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim
(a.s)'in bunları yapmış olmasının, onu imam yapma- sına sebep olduğuna dikkat
çekmiştir; sebeb ise neticeden önce gelir. Bundan ötürü bu imtihanın, Hz.
ibrahim'in imâm oluşundan önce var olmuş olması gerekir. Yine bu aklın prensiplerine
de uygundur. Bu böyledir, çünkü, nübüvvetin şartlarından olan vefa, ancak,
dünyanın bütün lezzet ve şehevî arzularından yüz çevirmek, insanlara müdahane
yapmayı terketmek, içinde bulundukları bâtıl dinler ile yanlış inancan takbih
etmek ve her türlü mahlûkat tarafından gelebilecek eziyetlere katlanmakla
meydana gelir. Şüphe yok ki bu, meşakkatlerin en büyüğü ve insanı bitkin
düşüren şeylerin en ağtrlanndandır. İşte bu sebebten dolayıdır ki peygamberlerin
ecri, ümmetlerininkinden daha büyüktür. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ Hz.
İbrahim'i meşakkatli mükellefiyetlerle imtihan etmiştir. Hz. İbrahim bu
mükellefiyetleri yerine getirince Allah Teâlâ, ona nübüvvet ve risalet
elbisesini giydirmiştir.
Diğer bazıları ise bu
imtihanın nübüvvetten sonra olduğunu, çünkü Hz. fcrahim (a.s)'in bu
mükellefiyetlerle mes'ul olduğunu ancak vahiy yoluyla bileceğini, binaenaleyh
vahyin, kendisinin böyle mükellef olduğunu bilmeden önce gelmesi gerektiğini
söylemişlerdir.
Kâdî buna şöyle cevap
vermiştir: "Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'e bu güç -ukellefiyetleri (Cebrail
(a.s)'in diliyle vahyetmişolması muhtemeldir. Cenâb-ıHak, o bunları
tamamlayınca, onu insanlara gönderilmiş bir peygamber yapmıştır."Sen bu
meseleyi iyice anladığın zaman deriz ki: Kâdî şöyle demiştir: "Kelimelerden
kastedilen şey, Hasan el-Basri'nin zikrettiği yıldız, güneş ve ay ile ilgili
hadistir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i, peygamberlikten önce bunlarla
imtihan etmişti. Çocuğunu kurban etmesine, hicret etmesine ve ateşe atılmasına
gelince, bütün bunlar peygamberlikten sonra olmuştur. Sünnet olması da böyledir.
Çünkü rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim yüzyirmi yaşında iken kendi kendisini
sünnet etmiştir." Kâdî sonra da şöyle demiştir: "Eğer
"kelimeler" ile murâd edilenin bu şeyler olduğuna dâir katî nakli bir
delil bulunursa, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları tamamladı" sözünden
maksadı şu olur: Allah, onun durumundan, bu şeyleri tamamlayacağını ve
peygamberlikten sonra bunları yerine getireceğini anladı da, ona imamet
(önderlik) ve peygamberlik elbisesini giydirdi.
[120]
i faili gösteren gizli
zamir iki kıraattan birine göre; "Onları hakkıyla yaptı, eksiklik ve
gevşeklik göstermeksizin en güzel bir şekilde edâ etti" manasında olmak
üzere Hz. İbrahim'e aittir. 'Vazifesini tastamam yerine getiren
İbrahim,." (Necm. 37) ayeti de böyledir.
Diğer kıraate göre
ise, "Allah ona dilediği şeyleri verdi, hiç birşeyi eksik bırakmadı"
manasında olmak üzere Allah'a aittir.Allah'ın. Seni insanlara imam (önder)
yapacağım" sözünde geçen "imam" kelimesi, sırta giyilen şeye
"izâr" denilmesi gibi, kendisine uyulan kimseye verifen isimdir,
"Dininde insanlar sana uyarlar" manasına olur. Burada birkaç mesele
vardır:
[121]
Muhakkik âlimler
şöyle demişlerdir: Buradaki "imâm" kelimesinden
maksad "nebî" dir. Buna bir-kaç husus delâlet etmektedir:
1) Cenab-ı
Hakk m insanlara imam sozu, Hz. İbrahim (a.s)'i bütün insanlara imâm yapmış
olduğunu gösterir. Bu durumda bulunan kimsenin ise Allah katından gönderilmiş,
müstakim bir şeriatı olan bir peygamber olması gerekir. Çünkü şayet o, bir
başka peygambere tâbi olmuş olsaydı, o zaman o peygamberin imâmı değil de,
uyanlarından birisi olurdu ki, bu umûmî ifâde bâtıl olurdu.
2) Lâfız,
Hz. İbrahim (a.s)'in her hususta imâm (önder) olduğuna delalet eder. Bu durumda
olan kimse, ancak bir peygamberdir.
3) Bütün
peygamberler (a.s), insanların kendilerine uyması vâcib olduğu için imâm,
(önder) dirler. Cenâb-t Allah bu manada, "Biz o peygamberleri emrimizle
(insanları) hidâyete ulaştıran imamlar (önderler) kıldık" (Enbiya, 73) buyurmuştur.
Halifeler de imâm
sayılırlar. Çünkü onlar insanların kendilerine tâbi olmaları, söz ve
hükümlerini kabul etmeleri gereken bir mevkidedirler.
Kadılar ve fâkihler de
bu manada imamdırlar.
İnsanlara namaz
kıldırana da imâm denilir. Çünkü onun arkasında namaza duranın ona uyması
gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur:
"İmâm, ancak
kendisine uyulsun diye imam yapılmıştır. Binaenaleyh o rükû yaptığında, siz de
rükû yapınız. Secdeye vardığında siz de secdeye varınız ve imamınıza muhalefet
etmeyiniz"[122]
.Böylece imâm isminin, dinî bakımdan kendisine uyulması lâyık olan kimseye
verildiği sabit olmuştur.
Bazan bâtıl hususunda
kendisine uyulan kimseye de "imâm" denilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Biz o (Firavun hanedanını), ateşe :ağıran imamlar
(önderler) yaptık" (Kasas,41.) Ancak imâm ismi mutlak olarak
kullanıldığında bu manaya gelmez, daha doğrusu mukayyed (kayıdlı) olarak
kullanıldığında bu manaya gelebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sapıklığın imamlarını
zikrettiği zaman bunu, "Ateşe (cehenneme) çağırırlar" sözü ile
kayıdlamışr. Nitekim ilâh ismi de ancak Hak olan Mabud'u ifâde eder. Bâtıl olan
mabud -.Kkında ilâh ismi ancak kayıdlı olarak kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Allah’ı bırakıp taptıkları ilahları, onlara hiçbir fayda vermemiştir"
(hud, 101); ve: "Şimdi sen kendisine hep taptığın ilahına, bak"(Taha,
97) buyurmuştur.[123]
İmam isminin
zikrettiğimiz manayı ifâde ettiği ve peygamberlerin de imâm-ç n en yüksek
mertebesinde oldukları sabit olunca, ayette geçen "imâm"
i-zını,"nübüvvet" manasına hamletmek gerekir. Çünkü Hak Teâlâ,
"imâm" lâfzını burada büyük bir ihsan tarzında zikretmiştir. Bu
sebeple minnet edilen bir ihsan olması için onun, en büyük nimetlerden olması
gerekir. Bundar layı da "imâm"
lâfzını "peygamberlik" (nübüvvet) manasına almak vâcib olur.
[124]
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim'e, onu insanlar için bir imâm yapacağını va'adettiği zaman, kıyamet
kopuncaya kadar bu va'adinde durmuştur. Çünkü çok büyük ihtilâflarına ve
birbirlerinden son derece uzak olmalarına rağmen, bütün dinlerin mensubları hz
İbrahim (a.s)'e saygı göstermekteler ve hem neseb, hem de din ile şeriat bakımından
ona mensub olmakla şeref duymaktadırlar. Öyle ki putperestler d-le, Hz.
İbrahim'e saygı duymaktadırlar. Cenâb-ı Hak, kitabında bu hususta şov*
buyurmuştur: "Sonra biz sana, "Hanif olarak İbrahim'in dinine
uy!" diye vahyettik" (Nahl, 123); "Kendini bilmezden başka kim
İbrahim'in dininden çevirir?" (Bakara, 130); ve: "Babanız İbrahim'in
dini.. O sizi önceden, müslür lar diye isimlendirdi" (Hacc, 78). Bütün
ümmet-i Muhammed namazlarının sonunda şöyle dua eder: "Allah'ım,
İbrahim'e ve İbrahim'in âline merhamet edip onları mübarek kılıp, onları
bağışladığın gibi, Muhammed'e ve âline (as) na, ümmetine) de merhamet et."
[125]
İmâm'ın ancak bir nas
ile imâm (lider) olabileceğin söyleyenler bu ayete tutunarak şunu
söylemişlere Cenâb-ı Hak, imâm olacağı
hususunda açık bir nas (ayet) göndermek suretiyle, ancak Hz. İbrahim'i imâm
olacağını açıklamıştır. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın: "Ben, mu
hakkak ki yeryüzünde bir halife yaratacağım " (Bakara, 30) ayetidir. Bu
ayet Cenâb-ı Allah, Hz. Adem (a.s) için halifelik makamının, ancak buna delâta
eden açık bir nas ile meydana geleceğini göstermiştir. Bu görüş zayıftır. Çün
kü biz, ayetteki "imâm"lıktan maksadın peygamberlik olduğunu beyân
etmiştik Sonra imametten maksadın, mutlak imamlık (önderlik) olduğunu kabul
etse bile, ayet imametin yolunun nas olduğuna delâlet etmektedir. Bu konuda d bir
anlaşmazlık söz konusu değildir. Anlaşmazlık sadece imametin, bir na olmaksızın
sabit olup olmayacağı hususundadır. Bu ayette ise, gerek olurr suz, gerek
olumlu yönden meselenin bu tarafından bahsedilmemiştir.
[126]
Allah Teâlâ'nın,
"Seni insanlara imâm yapacağım kavli, İbrahim (a.s)'in bütün günahlardan
masum oduğuna delalet eder. Çünkü imâm kendisine uyılan ve yolundan gidilen
kimsedir. Şayet o günah işleyecek olursa, bu hususta bizim ona uymamız gerekir.
Neticede bizim aynı fiili işlememiz gerekir. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir
fiilin günah olması, yapılması yasak olduğu içindir. Bir fiilin vacib olması
ise, terkedilmesi yasak olduğu içindir. Bu ikisinin aynı anda olması
imkânsızdır.
Allah Teâlâ'nın,
"Zürriyetimden de.." sözü ile ilgili birçok mesele vardır:
[127]
"Zürriyet"
kelimesi, insanın evlâdı ile evlâdının çocukları manasınadır. Bu kelime,
"Alllah canlıları yarattı (saçtı)" ifâdesinden alınmıştır. Araplar,
(canlılar) kelimesinde olduğu gibi, kolaylık olsun diye, kelimenin aslındaki
hemzeyi terketmişierdir. Bu kelime hakkında şöyle bir açıklama daha vardır: Bu
kelime, kelimesinin ism-i mensubudur.
[128]
"Zürriyetimden
de.." sözü ayette daha önce geçen, deki, Û harfine atıftır. Hz. İbrahim
(a.s) sanki
şöyle demiştir:
"Zürriyetimden bir kısmını da (imâm) kıl." Nitekim sana, "Sana
ikramda bulunacağım" denildiğinde sen "Zeyde de.." dersin.
[129]
Bazı alimler şöyle
demiştir: Hak Teâlâ, Hz. İbrahim'e
zürriyetinden peygamberler çıkaracağını bildirince, o, bunun bütün
zürriyeti için mi, bir kısmı için mi olacağını; hepsinin bu işe lâyık olup
olamayacağını öğrenmek istemiştir. Bunu üzerine Allah Teâlâ, ona, zürriyeti
içinde bu işe müsaid olmayan zalimlerin de bulunacağını bildirmiştir.
Bir kısım alimler de
şöyle demişler: Hz. İbrahim (a.s), bunu, öğrenmek istemek niyetiyle
söylemiştir. Soru yoluyla Hz. İbrahim bunu öğrenmeyince, Allah Teâlâ ona
açıkça, "Nübüvvetin, onun kavminden zalim olan kimseler için söz konusu
olmadığını.." söyleyerek cevap vermiştir.
Eğer, "Hz.
İbrahim, "zürriyetimden de..." sözünü söylemeye izinli miydi yoksa
izinli değil miydi? Şayet, Allah bunu istemesine izin vermiş ise, niçin
isteğini reddetti? Yok eğer ona bu konuda izin vermemiştir. O halde bu bir
günahtır "denilirse, biz deriz ki: Allah'ın "Zürriyetimden de
..." ayeti, Hz. İbrahim'in soyundan bazılarının insanlara imam (önder,
peygamber) olmasını istediğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Allah da, onun duasına
zürriyetinden mü'min olan İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun, Davud,
Süleyman, Ey-yub, Yûnus, Zekeriyya, Yahya ve İsâ (a.s) gibileri hakkında icabet
etmiş, peygamberlerin sonuncusunu da, soyundan olan ve peygamberler ile imamların
en faziletlisi bulunan Hz. Muhammed (s.a.s) kılmıştır.
[130]
Allah Teâlâ'ın:
"(Allah) "Ahdim zalimlere ulaşmaz" dedi" ayetiyle ilgili
birçok meseleler vardır:
[131]
Hamza ve Asım'dan
rivayetinde Hafs, ye harfinin sükûnu ile kelimeyi, diğer kıraat imamları ise
fethası ile, şeklinde; bazıları ise ayeti, şeklinde yani, "Senin
zürriyetinden zalim olanlar, benim ahdime nail olamaz.." manasında
okumuşlardır.
[132]
"Ahd"
kelimesi hususunda âlimler birkaç izah tarzı zikretmişlerdir.
1) Bu ahd , daha önce zikredilmiş olan imamlıkdır. Eğer imamlık tan murad edilen
nübüvvet ise, işte
budur; aksi halde, bu
değildir.
2) Atâ'dan
rivayet edildiğine göre "ahdim" demek, "rahmetim" manasına
gelir.
3) Dahhâk'tan
rivayet edildiğine göre, "benim taatim" manasınadır.
4) Ebu
Ubeyd'den bunun, "benim emânım" manasında olduğu rivayet edilmiştir.
Birinci görüş daha
uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "benim zürriyetim-den de" kavli,
O'nun "Ben seni, insanlar için bir imâm yapacağım" sözüyle
va'adettiği bu imameti talep etmeyi ifâde eder. Bundan dolayı "Benim ahdim
zâlimlere ulaşmaz" ifâdesi bu soruya ancak, "ahd" bü imamet
mânasında olduğu zaman cevâp olabilir.
[133]
Ayet Allahu Teâlâ'nın
onun çocuklarından bazısına istediği şeyi vereceğine delâlet etmektedir. Eğer
böyle olmasaydı, Hz. İbrahim'in isteğine (cevap) "hayır!" şeklinde
olurdu; yahutta Cenâb-ı Aliah, "Benim ahdim senin zürriye-tine ulaşmaz!
derdi..
Eğer, "İbrahim
(a.s) peygamberliğin zâlimlere uygun olmadığını bilmiyor muydu?"
denilirse, deriz ki: "Evet, ama zürriyetinin durumunu bilmiyordu da, bunun
için Cenâb-ı Allah, zürriyeti içerisinde durumu böyle olan kimselerin
bulunacağını ve peygamberliğin ancak, zâlim olmayan kimseler için söz konusu
olacağını beyan etmiştir.
[134]
Rafizîler, bu ayetle,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a)'in imametlerinin geçersiz olduğu hususunda, üç yönden ihticâc
etmişlerdir.
1) Ebubekir
ve Ömer kâfirdiler. Kâfir olduklan için de zalim idiler. Binaenaleyh bu
durumda, onların imamet ahdine lâyık olmadıklarını kesinlikle söylemenin doğru
olması gerekir. Onların ne o vakitte ne de herhangi başka bir vakitte, imamet
ahdine kesinlikle nail olmadıkları doğru olunca, onların imamete lâyık
olmadıkları sabit olmuş olur.
2) Batınen
günahkâr olan kimse, zâlimlerden olur. Ebu Bekir ve Ömer'in zahiren ve bâtınen
günahkâr olan zalimlerden olmadıkları bilinmediği zaman, onların imametlerine
hükmedilmemesi gerekir. İmamet ancak, ismeti sübût bulmuş olan kimse için söz
konusu olabilir. İttifakla bu ikisinin masum olmadıkları bilinince, bunların
imametlerinin hak olmaması gerekir.
3) RâfiziIer
şöyle demişlerdir: Bu ikisi, müşriktirler. Her müşrik de zâlimdir. Zâlim ise,
imamet ahdine nail olamaz. Bundan dolayı bu ikisinin imamet ahdine nail
olmaması gerekir. Bunların müşrik olmalarına gelince, bu ittifakla böyledir.
Müşrikin zalim oluşu ise, Cenâb-ı Allah'ın: "Muhakkak ki şirk, büyük bir
zulümdür" (Lokman,13) ayetinden dolayıdır. Zâlimin imamet ahdine nail
olamamasına gelince, o da tefsir etmekte olduğumuz bu ayetten dolayıdır.
Şöyle söylenilemez:
"Onlar kâfir oldukları durumda zalim idiler; küfür onlardan gidince, bu
zalim ismi de onlardan gitmiştir." Çünkü biz, "Zâlim, kendisinde
zulüm bulunan kimsedir" diyoruz. Bizim, "kendisinde zulüm bulunan
kimse" ifâdemiz "geçmişte veya şimdi kendisinde zulüm bulunan
kimse" ifâdesinden daha umumidir. Çünkü bu mefhûmu, bu iki kısma taksim
etmek mümkündür. İki kısma ayrılması mümkün olan bir şey, o iki kısım arasında
müşterektir. İki kısım arasında müşterek olanın ise, bu iki kısımdan birisinin
rulunmaması sebebiyle, ortadan kalkması gerekmez. Binaenaleyh, onun şu anda
zalim olmaması, hiç zalim olmamış olmasını gerektirmez. Şer'î delillere :
akıldığı zaman şu husus buna delâlet etmektedir: İman, tasdik olduğu halde .e
tasdik de uyku halinde bulunmadığı halde, uyuyan kimseye mü'min
denilebilmektedir. Bu.dahaönce kendisinde iman bulunduğu için, o kimseye mümin
adı verildiğini gösterir. Bu böyle olunca, daha önce kendisinden zulüm sâdır
olmuş bir kimsenin, zalim addedilmesi gerekir. Aynı şekilde, kelâm (söz)
birbirini takip eden harflerden yürümekte; ardarda gelen yer ve mekânlarda,
peşipeşine bulunmaktan ibarettir. Muhakkak ki bütün bunların toplamının bir
varlığı yoktur. "Kendisinden türetilmiş olan ismin" var olması,
türetilmiş ismin hakîki olması için bir şart olsaydı, bu durum
"konuşan", "yürüyen" ve benzeri isimlerin herhangi bir şey
hakkında asla hakikat ifâde etmemeleri gerekirdi ki, bu kesinlikle yanlıştır.
Böylece bu izah, türetilmiş ismin hakiki manayı ifâde edebilmesi için,
kendisinden türetilmiş olduğu ismin bizzat bulunmasının şart olmadığını
gösterir.
Buna şu şekilde cevap
veririz: Sizin zikretmiş olduğunuz bu husus, şu durumla bir çelişki teşkil
eder: Bir kimse kâfire selâm vermeyeceğine yemin etse de, daha önce uzun yıllar
kâfir olduğu halde şu anda mü'min olan birisine selâm verse, bu kimse yeminini
bozmuş olmaz. İşte bu husus, bizim söylediğimize delâlet eder. Bir de
küfründen tevbe eden kimse kâfir; günahından tevbe eden kimse de âsî, günahkâr
diye adlandırılamaz. Hüküm, bu misallerin benzerlerinde de aynıdır. Cenâb-ı
Hakk'ın şu ayetlerine bakmaz mısın?
"Zâlim olanlara
meyletmeyiniz" (Hûd, 113).
Cenâb-ı Hak burada,
onlar zulüm üzere bulundukları sürece, müslümanları zâlimlere meyletmekten
nehyetmiş ve, "İyilik edenlere karşı (muâtıaze için) bir sebep
yoktur" (Tevbe. 91) buyurmuştur. Bunun mânası, "Onlar ihsanlarını
sürdürdükleri sürece..." demektir. Bu, bu ayetteki "imâmef'ten
maksadın, peygamberlik olduğunu açıklamış olmamıza binaendir, bu sebeple
Allah'ı bir an bile inkâr eden kimsenin nübüvvete liyâkati olamaz..
[135]
Fakîh ve kelâmcıların
çoğu şöyle demişlerdir: Fâsıkın devam ettiği sürece ona imameti vermek caiz
değildir.
Bu âlimler, imamet
esnasında meydana gelen fışkın, imameti iptal edip etmiyeceği hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlimler, fâsıka imametin verilmesinin doğru
olmayacağı hususunda bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu ayetle iki bakımdan
istidlal etmişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hakk'tn, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğunun Hz. İbrahim'in,
"Benim zürriyetimden de" isteğine karşı söylenmiş bir cevap olduğunu
izah etmiştik. Hz. İbrahim'in, "Benim zürriyetimden de" ifâdesi
Allah'ın zik-retmiş olduğu imameti istemektir. Bu sebeple ayette bahsedilen
"ahid" den maksadın, cevâp suale uygun olsun diye imamet olması
gerekir. Binaenaleyh ayet, Allahu Teâlâ'nın sanki şöyle söylemiş olduğunu
gösterir: "Benim imametim, zâlimleri içine almaz." Buna göre Allah'a
İsyan eden herkes kendi nefsine zulmetmiş olur. Binaenaleyh ayet, bizim
söylemiş olduğumuz şeye delâlet eder.
Şayet, "Ayetin
zahiri onların iç ve dışlartyla zalim olmamalarını gerektirir; bu da imamlar ve
kadîler hakkında doğru olmaz" denilirse, biz deriz ki: Şîa, bu ayetle masumiyetin
hem zahirî hem de bâtını olarak vacib olduğu hususundaki görüşlerinin
doğruluğuna istidlal etmişlerdir. Biz ise, ayetin mukteza-sının böyle olduğunu,
ne var ki bâtına itibar etmeyi terkettiğimizi söyleriz. Böylece geriye, zahirî
adalete itibar edilmek kalır.
Savet, "Yunus
(a.s), "Sent tenzih ederim "
Aîlahım! Ben, zâlimlerden idim" (Enbiya, 87); Hz. Adem de, "Rabbimlz,
biz canlarımıza zulmettik" (A'raf. 23) dememişler miydi?" denilirse,
biz deriz ki, ayette zikredilen zulüm, mutlak anlamda zulümdür. Bu ise, Hz.
Adem ve Yunus (a.s) hakkında söz konusu değildir.
b) Allah'ın
kitabında "and", bazan emir manasına kullanılır. Nitekim Cenâb-ı ben
size, şeytana ibadet etmemenizi emretmedim mi?" (Yasin, 60) ve, "Dediler ki, Allah bize... emretti"
(Ah imran, 183)
buyurmuştur. Halifelerin ümerâ ve hakimlerine olan ahidleri de bu anlamdadır.
Allah'ın ahdinin, "O'nun emri" manasına geldiği sabit olunca, nun,
"Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğu her halükârda, zalimlerin
ilahî emre muhatap olmadıklarını ve onların Allah'ın emirlerinin alınacağı makamda
bulunmalarının caiz olmadığını gösterir.
Birinci şık,
müslümanların, Allah'ın emirlerinin, başkalarına lüzumlu olması gibi,
zalimlere de lüzumlu olduğu hususunda ittifak etmelerinden dolayı geçersiz
olunca, geriye diğer şık kalmaktadır. Bu da, zalimlerin Allah'ın emirleri
hususunda güvenilir olmadıkları ve bu hususta da onlara uyulmayacağı hususudur.
Binaenaleyh onlar, dinî hususta imâm olamazlar. Bu şekilde ayetin delaletiyle
fâsık kimsenin imametinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber
(s.a.s) de, "Yaratıcıya İsyan hususunda, yaratılmışa itaat edilmez[136]'
buyurmuştur. Bu da fâsıkın hâkim olamayacağına, hükmetme mevkiine geldiğinde
hükümlerinin geçersiz olduğuna delâlet eder. Aynı şekilde şehâdeti, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayeti ve fetva verdiğinde de fetvası kabul edilmez.
Namaz kıldırması için, öne geçirilmez. Eğer kendisine iktidâ okunmuş olunursa,
onun kıldırdığı namaz fasit olmaz.
[137]
Ebu Bekr er-Razî şöyle
demiştir: Bazı kimseler, Ebu Hanife'nin mezhebine göre O'nun fâsıkın imâm ve
halife olmasını caiz gördüğü halde, kadî olmasını caiz görmediğini
sanmışlardır. Bu yanlış bir zandır. Ebu Hanife, her ikisinin şartının adalet
olması hususunda halife ile hâkimi birbirinden aytrmamıştır. Rivayeti makbul
olmayıp hükümleri geçersiz olduğu halde, fâstk olan kimse nasıl halife
olabilir? Ve böyle bir şeyin Ebu Hanife hakkında iddia edilmesi nasıl doğru
olabilir?
Halbuki Emevîler
zamanında İbn Hubeyre O'nu kadî olmaya zorlamış ve onu dövdürmüştür. Ama O,
bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine hapso-lunmuş; İbn Hubeyre de isteğinde
diretmiş ve onu her gün kamçılatmıştır. Ebu Hanife'nin öleceğinden korkutunca,
zamanının fakîhleri ona, seni dövmelerinin sona ermesi için, İbn Hubeyre'nin
herhangi bir işini deruhte et!" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife, onun
ithal edilen saman balyalarını sayma işini üzerine aldı; böylece de İbn
Hubeyre,Ebû Hanife'nin yakasını bıraktı.. Sonra, Halife Mansur, Ebu Hanife'yi
kadılık görevine çağırdı; bunun üzerine Ebu Hanife de, Mansur'un şehrinin
surları için dökülen kerpiçleri sayma işini üzerine aldı. Ve buna benzeyen
diğer şeyler...
Ebu Hanife'nin Zeyd
İbn Ali'nin işi hususundaki kıssası, ona mal taşıması ve insanlara gizlice, Zeyd
İbn Ali'ye yardım etmek ve onun yanında savaşmanın vâcib olduğu hususunda
fetvalar vermesi meşhurdur.
Yine Ebu Hanife'nin
Abdullah İbn el-Hasen'in iki oğlu olan Muhammed ve İbrahim'le olan işi de
böyledir.
Ebu Bekr er-Razî
sözüne devamla şöyle demiştir: Ebu Hanife'nin şu görüşte olduğunu rivayet eden
kimseler, rivayetlerinde yanılmışlardır: "Kadının bizzat kendisi âdil olup
da, zâlim imamdan hüküm ve yargıyı üzerine alması halinde, onun hükümleri
geçerli olup, arkasında namaz kılmak da caizdir. Çünkü kadı, bizzat âdil olup
hükümlerini icra etmek de mümkün olunca, onun verdiği hükümler geçerli olur,
burada, onu tayin eden kimse itibare alınmaz. Çünkü onu bu göreve atayan kimse,
kadının diğer yardımcıları gibidir. Kadînın yardımcılarının âdil olmaları şart
değildir. Görmez misin ki, hükümdarı olmayan bir ülke halkı, içlerinden âdil
olan bir kimseyi kadılık mevkiine getirmek hususunda anlaşsalar; sonra da,
onun hükmünü kabul etmeyenlere karşı onun yardımcıları olsalar, her ne kadar
ona bir sultan ve bir imam tarafından velayet (kamu) yetkisi verilmemiş olsa
dahi, onun hükümleri geçerli olur.
[138]
Ayet-i kerime, iki
yönden peygamberlerin masum olduklarına delâlet eder:
a) Bu
"ahd den maksadın imamet olduğu
sabit olmuştur. Şüphesiz her nebi, imam (önder) dır. Çünkü imâm, kendisine
uyulan kimsedir. Nebî ise, insanların en üstünüdür. Ayet imâmın fâsıktardan
olmayacağına delâlet ettiği zaman, Peygamberin, fâsık, günahkâr ve mâsiyet
sahibi olmasının caiz olmadığını öncelikle gösterir.
b) Allah:
"Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur. Buna göre ayette
bahsedilen "ahd" eğer peygamberlik ise, zalimlerden hiç kimsenin ona
ulaşmaması gerekir. Eğer imamet ise durum yine aynıdır. Çünkü her peygamberin mutlaka
kendisine uyulan bir imâm (lider) olması gerekir. Her fâsık kendisine
zulmetmiştir. Binaenaleyh peygamberliğin günahkârlardan hiçbiri için söz konusu
olmaması gerekir. Allah en iyi bitendir.
[139]
Bil ki Allah Teâlâ,
senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine
ria- yet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak:
"Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin, ben de size olan ahdimi yerine
getireyim
(Bakara. 40)
buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ahdini, veya
sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle buyurmuştur:
"Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara,
177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn,
8); "Ey iman edenler, ahidîerinizi yerine getirin" (Mâide1) ve:
"Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri
söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Sai.
2-3). Allah Teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'-adi) hususunda ise şöyte buyurmuştur:
"Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, m). Sonra O,
babamız Hz. Adem'e nasıl ahidde bulunduğunu beyân ederek: "Daha önce
Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim
bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak:
"Ey Ademoğuİlan, ben size ahdetmedim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur.
Daha sonra İsrailoğullanna nasıl ahidde bulunduğunu, "Allah, bize hiçbir
peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)"
(al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz
İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmekte
olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin
ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir.
Bu muahede (ahidleşme)
hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor. Buna
göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), ancak hizmet ve kulluk sözüdür.
Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür
(ahdidir).
Sonra akıllı kimse bu
ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ahdini devamlı surette bozduğunu,
Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gösterdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun
temel noktalarına değinerek şöyle deriz:
a) Allah'ın
sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, diriltmek, akıl ve onu
kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin
Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nitekim "Ben
cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat,
56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad
etmekten tenzih ederek:
"Biz gökleri,
yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz
onları ancak bir hak ile yarattık" (Dühan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve
bu ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zanmdır" (Sad,
27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi
sandınız?" (Mü’minun, 115) buyurmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben
cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zariyat,
56)buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ, seni yaratmış, diriltmiş; sana her türlü
nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış
olmast bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na
hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ
etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.
b)
Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Senden
olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı
Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola
iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı
teşbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine
kesinlikle vefa göstermedin.
c) Allah'ın
verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti
kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun..
Sonra bu nimet, Allah tarafındandtr. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her
bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur. Bu nimet O'ndan
olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok
mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahu Te-âlâ bu
nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine
haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette
bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küfre
sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allah'u Teâlâ ahdini yerine getirdiği
halde sen ahdinde durmadın..
d) Onun
nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana
çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin
O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki
sen bunu yapmadın.
muhakkak ki insan,
kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).
e) Fakirlere
lütufta bulunasm diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim
O, "Ve ihsan edin; muhakkak ki
Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu
nsanlara eziyyet etmek
ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edindin. Nitekim (on/ar, cimrilik .aparlar ve insanlara
cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.
f)
Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük
nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir
bak bakalım; büyük bir hüküm-:ar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse..
Sonra sen de onun huzurunda :-dan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle
meşgul olsan.. Söyle baka-ım. sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada
da böyledir. Şunu : -nek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine
nasıl vefa gösterdi-; -ı ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş
olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın
başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir
an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve
başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.
Sonra biz O'nun
nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun nimetlerinin farkına varıp,
onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanıyamadık.
Sonra, Allahu Teâlâ,
bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını
artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından sonuna kadar sadece
noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecelerimizi fazlalaştırdık.
Halbuki Ailahu Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak
olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olursa, bundan sonra
O'nun bize olan nimeti daha fazta müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar
çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin otur.
Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin
güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.
Sonra Allahu Teâlâ bu
ayette, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur. Bu, şiddetli
bir tehdittir. Ancak biz şöyle deriz: Ya Rabb, senden, sana yakışan kerem, af,
rahmet ve ihsanın sudur etmiştir; bizdense, bize yakışan kusur, cehalet, zulüm
ve tembellik sâdır olmuştur. Böylece biz, senden senin hakkın için ve senin
bütün âlemi kaplayan fazlınla bizi bağışlamanı istiyoruz; ey merhametlilerin en
merhametlisi...
[140]
(Hatırla, hant
biz'Kâ'be'yi insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet vesilesi yapmıştık.
Siz, Hakam-ı İbrahim'i bir namazgah edinin! Biz, İbrahim ve İsmail'e,
"Evimi tavaf edenler, Vtikaf edenler,, rükû ve secde edenler için
temizleyin" diye emretmiştik!" (Bakara, 125).
Bil ki Allahu Teâlâ,
imametle mükellef kıldığı zaman İbrahim (a.s)'in durumunun nasıl olduğunu
açıklamıştır. Bu, ikinci teklifin şerhedilmesidir. Bu teklif, Kabe'nin
temizlenmesi vazifesidir.
Sonra biz şöyle deriz:
Ayetle geçen "Beyt" ile Cenâb-ı Allah, el-Beytu'l Haram ı kastetmiş;
ahd veya cins için olan elif lâm bulunduğu için, "Beyt" kelimesini
mutlak olarak zikretmekle yetinmiştir. Muhataplar, Allah'ın bununla cinsi
kasdetmediğini bildiği için, bu ifade onlarca bilinen bir manaya dönüşmüş olur
ki, bu da o Beyt'ten kastedilenin Kabe olmasıdır.
Sonra biz, Beyt'ten
maksadın bizzat Kabe olmadığını söylüyoruz; zira Allahu Teâlâ o Beyt'i
"emniyet vesîlesi" olarak nitelendirmiştir ki bu sadece Kâ'-be'nin
sıfatı değil, bütün Harem'in sıfatıdır. Beyt'in mutlak olarak zikredilip de,
ondan maksadın bütün "Harem" olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere.." (Maide, 95) kavlidir.
Bu ifâdeden maksad ise, bizzat Kabe'nin kendisi değil, Harem'in tamamıdır;
çünkü bu kurban ne Kabe'de, ne de Mescid-i Haram'da kesilmemektedir. Allah'ın,
"Bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" çrevte,28) kavli de
böyledir. Allah en iyisini bilir ya, bundan maksat müşrikleri kurban kesilen
yerlerde bulunmaktan men etmektir. Hak Teâlâ, bir başka ayette; "Mekke'yi
emin bir yer kıldığımızı görmediler mi? (Ankebût, 66) buyurmuştur. Allah
Teâlâ, bir başka âyetinde,
Hz. İbrahim (a.s)'den
haber vererek,
"Rabbtm bu
beldeyi emniyetli kıl" (Bakara, 126) buyurmuştur. Böylece bu, Allah
Teâlâ'nın, beytini (evini) "emniyetli" diye vasfettiğine delâlet
eder. Bu da, beyt'ten maksadın bütün Harem bölgesi olmasını gerektirir. Hak
Teâlâ'nın "beyt" lâfzını mutlak olarak zikredip, bununla bütün
Harem'i kastetmesinde-ki sebeb, Harem'e duyulması gereken saygı, beyte
bağlanınca, Harem'e beyt" demesi caiz olmuştur.
[141]
Allahu Teâlâ'nın,
"İnsanlar için bir toplanma yeri" sözüne gelince, bu -ususta birkaç
mesele vardır:
[142]
Dilciler şöyle
demişlerdir: Ayette geçen, kelimeşinin aslı,"dönmek"manasına gelen,
kelimesinden gelmektedir.
Su, kesildikten sonra
akıp (tekrar) nehre vardığında denilir.
Yine, "aklı başına geldi" manasında, insanlar birisinin yanından
ayrılıp sonra topluca ona geri döndükleri zaman, denilir.
Sevâb da bu kökten
alınmıştır, Sevâb, sanki kişinin mal ve benzeri şeyleri infâk edip
çıkardığında kendisine geri dönmesi manasınadır. Kuyunun dibinde suyun
birikmesine, denilir.
Kaffâl şöyle
denildiğini iddia etmiştir: ve kelimeleri, ve gibi, ikisi de doğru olan birer
kullanıştır. Bu Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür.
lâfzına, "te" harfinin mübalağa için dahil olduğu da söylenmiştir.
Nitekim Araplar aynı şekilde mübalağa ifâde etmek için, ve derler, Kelimesinin aslı, vezninde olan,
kelimesidir.
[143]
Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Bu kelimenin manaşı, "insanlar heryıl oraya dönerler"
şeklindedir." İbn Abbas (r.a) ve Mücahid'den ise, bunun (oradan) ayrılan
herkes, tekrar oraya dönmeyi ister" manasında olduğu rivayet
edilmiştir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, 7"Artık sen İnsanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir" (ibrahim, 37) buyurmuştur. "Mesâbeten" kelimesinin
şu manaya geldiği de söylenmiştir: "İnsanlar oraya haccederler, bundan
dolayı sevab kazanırlar." "Şayet:" Beyt'in "mesabe"
olması, ancak insanların oraya yönelmesiyle olur ki, bu da Allah'ın
yaratmasıyla değil, insanların fiiliyle olmuş olur. Öyle ise, Allah Teâlâ'nın,
ifâdesinin manası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu ayet, "Kulun
fiilini de yaratan Allah'dır" şeklinde olan bizim itikadımıza bir
delildir. Mu'tezile'nin görüşüne göre ise bunun manası, "Onların bir kere
daha oraya dönmelerine sebeb olsun diye, Allah oranın saygısını insanların
kalbine attı" demektir. Allah bunda dünyevî ve uhrevî faydalar bulunduğu
için böyle yapmıştır. Dünyevî menfaatler, doğu ve batıdaki insanların orada bir
araya gelmeleri, böylece büyük menfaatlerin ve dünyevî kazançların elde edildiği
ticâretlerin yapılmasıdır. Bu sebeble hac yolculuğundan dolayı, yollar ve
beldeler mamur hale gelir ve çeşitli dünyevî durumlar müşahede edilir.
Dinî menfaatlere
gelince, bu şu sebebten olur: Arzulu olarak Allah'ın emirlerine uymak ve O'na
yaklaşmak, kulluğunu ortaya koymak, umre ve tavafa devam etmek, şerefti
Mescid-i Haram'da namaz kılmak ve orada itikafa girmek için Beytullah'a
niyetlenen (yönelen) kimse, bu niyetiyle Allah katında, büyük sevab elde etmiş
olur.
[144]
Bazı alimlerimiz,
umrenin vâcib oluşu meselesinde, Allah Teâlâ'nın, ifâdesini delil
getirmişlerdir. Bu ayetin delâlet vechi şudur: Allah Teâlâ bu buyruğu ile
kendisinin bu Beyt'inin, insanların "mesabesi" olduğunu haber
vermiştir. Ancak ayeti bu manada anlamak mümkün değildir. Çünkü Beyt'in
insanlar için bir mesabe olması, insanların tercihlerine bağlı olan bir durumdur.
İnsanların tercihlerine bağlı olan bir şeyin cebr ve zorlama ile elde edilmesi
mümkün olmaz. Ayeti zahirine hamletmek imkânsız olunca, onu vücûba hamletmek
gerekmiştir; çünkü biz ayeti vücûba hamlettiğimizde bu, umrenin hükmünün mendub
olmaktansa vâcib olduğu sonucuna götürmüş olur. Böylece Cenâb-ı Allah'ın, bize
tekrar tekrar Beytullah'a dönüp, gelmeyi vâcib kılmış olduğu sabit olmuş olur.
Biz, bu vücûbiyyetin, tavafın dışındaki herhangi bir şeyde tahakkuk etmediği
hususunda ittifak ettik; bundan ötürü de bu vücûbiyyetin tavafta tahakkuk
etmesi vâcib olmuş oldu. İşte, bu ayetle istidlal ediliş şekli budur. Kur'an'ın
hükümleri hususunda konuşanların çoğu, bu ayetin bu mânaya delâlet etmesi
hususunu eleştirdiler. Biz ise, bu ayetin, açıkladığımız bu yönden, bu mânaya
delâlet ettiğini ortaya koyduk.
[145]
Cenâb-ı Allah'ın, "Ve bir emniyet vesilesi" kavline
gelince, bunun mânası "güven ve emniyet yeri" dir. Sonra şüphe yok
ki, "Biz Kâbe'yi insanlar için bir toplanma ve emniyet yeri yaptık"
ifâdesi bir haberdir. Bazan, bunu zahiri üzere bırakıp, "bu bir
haberdir" deriz; bazan da onu zahirinden çevirerek, "bu bir
emirdir" deriz.
Bu husustaki birinci
görüş şudur: kelimesinden murad, "Cenâb-ı Allah Harem beldesinin halkını,
"Bfzfm, Mekke'yi harem ve emniyetli bir yer yaptığımızı görmediler
mi?" (Ankebut, 67) ;ve: "Tarafımızdan bir rızık olarak, onları
çeşitli birçok mahsûllerin gelip toplanacağı emin bir harem'de yerleştirmedik
mi?" (Kasas, 57) ayetlerinde buyurduğu gibi, kıtlık ve kuraklıktan güvenli
kılmıştır." Bundan muradın, Harem beldesinde öldürme hâdisesinin bulunmadığını
haber vermek olması mümkün değildir. Çünkü Harem'de, bazen haksız ve haram
olan öldürme hâdisesinin vuku bulduğunu, bazan da mubah olan öldürme cezasının
orada uygulandığını görmekteyiz. Cenâb-ı Allah, "O kâfk ler, orada sizinle
savaşmadıkcar sizlerde Mescfd-i Haram'm yanında oniaris savaşmayın. Eğer onlar
sizinle savaşırlarsa, onları o zaman Öldürün" {Bakara 191) buyurmuş, orada
öldürme hâdisesinin vuku bulduğunu haber vermiş: -
Bu husustaki ikinci
görüş: Biz bunu te'vil ederek, emir anlamına hamledebiliriz. Buna göre ayetin
manası şöyle olur: Allahu Teâlâ insanlara, bu yeri baskın ve öldürmeden emin
olunan bir yer yapmalarını emretmiştir. Buna göre, Beytullah Allah'ın hükmü
ile saygın ve muhterem bir yer olmuştur. Cahiliy-ye devri insanları da O'nun
saygınlığına inanıyorlardı. Bundan dolayı oraya sığınan bir kimseye
saldırmazlardı. Kureyşlileri de, Beytullah'a olan saygılarından dolayı,
"Ehlullâh-Allah'ın halkı" diye isimlendirmişlerdi.
Sonra sen, oradaki
avlanma işini düşün.. Meselâ köpek, HarenVin dışında ceylanı avlamak ister;
ceylan ondan kaçınca, köpek onun peşine düşer: eğer ceylan Harem mıntıkasına
girerse, köpek artık onu izlemez..
Mekke'nin haremliği
hususunda birçok hadis rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.s) şöyle
buyurmuştur:
"Allah muhakkak
ki, Mekke'yi haram kılmıştır. O, ne benden önce herhangi bir kimse için helâl
kılınmıştır; ne de benden sonra herhangi bir kimseye helâl kılınacaktır. O
bana, sadece bir günün bir saatinde helâl kılınmış, sonra da haramlığı, eskisi
gibi geri dönmüştür.[146]
Şafiî (r.a), bu hadisin şu mânada olduğunu söylemiştir: Mekke'de, hiç kimseye
harp yapmak helâl kılınmamıştır; bu ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'e helâl
kılınmıştır.
[147]
Kendiferine had
uygulanması gereken kimselerden Beytullah'a sığınanlara gelince, bu hususta
Şafiî (r.a), şöyle demiştir: "Devlet başkanı o şahsın, Harem'den çıkmasına
sebep olacak biçimde, sıkıştırılmasını emreder. O kimse. Harem bölgesinden
çıkınca, "hıll" (Harem'in dışında kalan bölgler)'de ona ceza tatbik
edilir. Öldürülmedikçe Harem'den çıkmazsa, bu caizdir; Harem'-de başkasını
öldüren kimsenin durumu da böyledir, onun da orada öldürülmesi caizdir".
Ebû Hanife (rh.â)
"Onun orada öldürülmesi caiz değildir" demiştir.
Şafiî (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.s)'in Ebu Süfyan, Asım İbn Sabit İbn el-Eflâh ile Hubeyb'i
öldürdüğü zaman, onun Mekke'deki evinde, eğer mümkün olursa, suikast ile öldürülmesini
emretmesini delil getirmiş ve şöyle demiştir: Bu, Mekke Harem olduğu halde
emredilmiştir; binaenaleyh bu olay, Mekke'nin kendisine bir ceza uygulanması
gereken bir kimseye ceza uygulanmasına mani olmadığına, fakat başka yerlerde
uyulduğu gibi, orada harb edilmesine manî olduğuna delâlet etmektedir.
Ebu Hanife (rh.a) bu
âyeti kendi görüşüne delil getirmiştir.
Ebu Hanife'ye Şöyle
cevap verilir: Ayetteki, ifâdesinden, Cenâb-ı Hakk'ın Harem bölgesini hangi
konuda emin kıldığına dâir bir açıklama bulunmamaktadır; binaenaleyh bunun,
"kıtlıktan emin olmak", "harp yapılmaktan emin olmak" ve
"ceza uygulanmasından emin olmak" manalarına olması mümkündür. Lâfız
umûmî bir ifâde olmadığı için, hepsine hamledilemez; bel onu kıtlıktan ve
âfetlerden emin olmak mânasına hamletmek daha evlâdır. Çünkü bu tefsire göre
biz, haber ifâde eden lâfzı, emir manasına hamletme htiyacını duymayız. Diğer
izah şekillerinde ise, buna muhtaç olunur. Bundan dolayı Şafiî (r.a.)'nin izahı
daha uygundur.
[148]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Siz Makam-ı İbrahim'. : namazgah edinin" kavlinde bazı meseleler
bulunmaktadır:
[149]
İbn Kesir, Ebu Artır,
Hamza, Âsim ve Kisâî, emir sigası
olarak ha harfinin kesresi ile kelimeyi, şeklinde; Nâfi ve İbn Âmir, haber
(fiili ma- sigası olarak ha harfinin fethası ile, şeklinde okumuşlardır.
Birinci kıraata göre,
"edininiz" ifâdesi neye atfedilmiştir? Bu hususta bazı
görüşler vardır:
a) Bu ifâde,
Cenâb-ı Hakk'ın,
atfedilmiştir.
b) Bu ifâde,
Allah'ın, sözüne atıftır. Buna göre masa şöyle olur: "Allah Hz. İbrahim'i
birtakım kelimelerle imtihan edip, o da o *e -neleri yerine getirince, Hz.
İbrahim yapmış olduğu bu fiillerine mükâfaat Larak, "Ben seni insanlara
imâm kıldım ve İbrahim'in makamını namazgah edininiz" buyurdu. Allah
Teâlâ'nın bunu Hz. İbrahim'in soyuna emretmiş olması da caizdir. Fakat Cenâb-ı
Allah bu hususu açıkça beyan etmemiş, sadece bu kadar söylemiş. Bunun bir
benzeri de, "Onlar hakikaten bu (dağın), üzerlerine düşeceğini
sanmışlardı. (İşte o vakit): "Size verdiğimiz (Hitabı) kuvvette
tutun" (demiştik)" (A'râf, 171) ayetidir.
c) Bu ifâde,
Allah tarafından ümmet-i Muhammed'e, Hz. İbrahim (a.s)'ir makamını namazgah
edinmeleri için bir emirdir. Bu izaha göre ayet, Hz. İbrahim kıssasının araşma
girmiş bir cümle-i itiraziyyedir. Ayetin tertib ve manas sanki şöyledir:
"Biz Beytullah'ı insanlar için sevab kazanma yeri kıldık. O hai-de ey
ümmet-i Muhammed, İbrahim'in makamını namazgah edininiz." Buna göre ayetin
takdiri de şöyle ofur: Biz o Beyt'i şereflendirip, insanların sevab kazanacağı
ve emniyette olacağı bir yer olarak vasıflandırdığımız için, ey ümmet-i
Muhammed, orayı kendinize kıble edininiz." Her nekadar, fiilinin başına fâ
harfi getirmek daha açık olsa da bu yerde hem vav hem de fâ harfi (atıf harfi
olarak) getirilebilir,
İkinici kıraate göre
ise, bu, Hz. İbrahim (a.s)'in zürriyetinin orayı bir namazgah edindiklerini
haber vermektedir. Buna göre bu söz, "Biz Beyt'i se-vâb kazanma yeri
kıldık," buyruğuna atfedilmiştir. Yani, "Biz Beyt'i sevab kazanma
yeri kıldık da onun zürriyeti orayı namazgah edindiler" manasınadır. Yine
bg kıraate göre bu ifâdenin, takdirinde olmak üzere, ifâdesine atfedilmiş olması da caizdir.
[150]
Âlimler, Makam-ı
İbrahim'in ne olduğu hususunda bazı görüşler söylemişlerdir;
Birinci Görüş:
Hz. İbrahim (a.s) m üzerine çıktığı taşın yeridir. Bu görüşte olanlar da iki
değişik izah yapmışlardır:
a) Bu Hz.
İsmail (a.s)'in hanımının, İbrahim (a.s)'in başını yıkarken onun ayağının
altına koyduğu taştır. Hz. İbrahim (a.s) bineği üzerinde olduğu halde bir
ayağını o taşın üzerine koymuş, böyiece gelini, Hz. İbrahim (a.s)'in başının
bir tarafını yıkamış. Sonra Hz. İbrahim (a.s)'in ayağının üzerinde iz bıraktığı
o taşı diğer ayağının altına koymuş, o ayağı da taş üzerinde iz bırakmıştır. Allah
bu iz bırakmayı, onun mucizelerinden biri olarak yaratmıştır. Bu, Hasan Basrî,
Katâde ve Rebi' b.Enes'in görüşüdür.
b) Sa'id b.
Cübeyr'injbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği şu husustur: Hz. İbrahim (a.s),
Ka'be'yi inşâ ediyor, Hz. İsmail (a.s) de ona taş veriyordu. Her ikisi de bu
esnada: "Ya Rabb, bizden kabul et. Muhakkak kt sen hakkıyla işiten ve
bilensin" (Bakara, 127) diye dua ediyorlardı. Binanın duvarları yükselip,
Hz. İbrahim taş koymak için yetişemeyince, bir taş üzerine çıkmıştır ki Makam-ı
İbrahim işte bu taşın bulunduğu yerdir.
İkinci Görüş:
Hz. İbrahim'in makamı, Harem bölgesinin tamamıdır. Bu, Mücâhidin görüşüdür.
Üçüncü Görüş:
Makam-ı İbrahim, Arafat, Müzdelife ve şeytan taşlama yerleridir. Bu, Atanın
görüşüdür.
Dördüncü Görüş: Haccın
tamamı' (hacc mahallerinin tamamı) Hz. İbrahim'in makamıdır. Bu görüş, İbn
Abbas (r.a)'a aittir.
Muhakkik âlimler
birinci görüşün daha uygun olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna pekçok
şey delildir:
a) Câbir
(r.a)'in rivayetine göre, Hz. Peygamber tavafı bitirip Makam-ı İbrahim'e
gelince, "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ayetini okurdu. Bu
ifâdenin, bu yerde okunması Makam-ı İbrahim'den maksadın, bu yerin olduğuna
açıkça delâlet eder.
b) Bu isim
örfte, bu belli yere hastır. Buna delil ise şudur: Bir insan, Mekke'de bir
Mekkeliye Makam-t İbrahim'i sorsa, o ona bu yerden başka bir yer göstermez, ve
başka bir şey de anlamaz.
c) Rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), yanında Hz. Ömer (r.a) olduğu halde
Makam'a geldi. Hz. Ömer (r.a): "Ey Allah'ın resulü, bu atamız İbrahim'in
makamı değil midir?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) "Evet" cevabını
verdi. Hz. Ömer de: "Biz orayı namazgah edinemez miyiz?" deyince de
Hz. Peygamber (s.a.s): "Bununla emrolunmadım" dedi. O gün henüz sona
ermemişti ki bu ayet-i kerime nazil oluverdi.
d) Taş, Hz.
İbrahim (a.s)'in ayağının altında, onun ayakları üzerinde iz bırakacak şekilde
çamur gibi yumuşak oldu. İşte bu Allah'ın birliğine ve Hz. İbrahim (a.s)'in
mu'cizesine apaçık delâlet eden şeylerdendir. Bu sebeple, bu makamın Hz.
İbrahim'e has kılınması, başkalarına has kılınmasından daha uygundur.
Binaenaleyh oraya Makam-ı İbrahim demek daha evlâ olur.
e) Hak
Teâlâ, "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" buyurmuştur. Halbuki
namazın, bu yerin dışında ne Harem ile ne diğer yerler ile bir bağlantısı
yoktur. Binaenaleyh Makam-ı İbrahim'in burası olması gerekir.
f) Makam-ı
İbrahim, O'nun ayakta durmuş olduğu yerdir. Hz. İbrahim'in yıkanırken
başkasının değil, bu taşın üzerinde durduğu rivayetlerle sabit olmuştur. Bundan
dolayı bu taşın bulunduğu yere Makam-ı İbrahim demek daha uygundur.
Kaffâl şöyle demiştir:
Makam-ı İbrahim'i bu taşın bulunduğu yer olara anlayanlar, Allah Teâlâ'nın,
"Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ifâdesini, insanın, "Falancayı
arkadaş edindim. Allah bana falancanın yerine b sâlih kardeş verdi ve senin
yerine müşfik bir dost hibe etti" sözündeki me câzî manada anlamışlardır.
Ayetteki, jkelimesi ancak, bu manada nama: gâh edinilen yeri açıklamak ve onu
başkalarından ayırmak için getirilmisti,-Allah en iyisini bilendir.
[151]
Alimler, Allah'ın,
"Namazgah" ifadesiyle neyi murâd ettiği konusunda bazı açıklamalarda
bu-
lunmuşlardır:
a) Musalla,
dua edilecek yer demektir. Bunu söyleyenler bu kelimeyi "dua"
manasına olan, âfzından almışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu manada,
"Ey iman edenler
ona duâ edin" (Ahzâb, 56) buyurmuştur. Bu, Mücâhidin görüşüdür. Mücahid
bu görüşe, "Harem'in tamamı Makam-ı İbrahim'dir" şeklindeki görüşüne
uygun düşsün diye zâhib olmuştur.
b) Hasan
el-Basri, "Allah Teâlâ bu buyruğu ile, kıble manasını kastetmiştir"
demiştir.
c) Katâde ve
Süddî, "İnsanların orada namaz kılmaları emrolunmuştur" diye
açıklamışlardır.
Muhakkik ulemâ:
"Bu son görüş daha uygundur. Çünkü "salât" lâfzı mutlak olarak
zikredildiği zaman, rükû ve secdesiyle kılınmış olan namaz akla gelir.
Görmüyor musun, bir şehrin musallası, bayram namazlarının kılındığı yerdir. Hz.
Peygamber (s.a.s), Üsâme b. Zeyd (r.a)'e, "Musalla, senin önündedir"
buyurmuş, bu ifâdeyle kılınan namazın yerini kastetmiştir. Buna, yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, bu ayeti okuduktan sonra, bu makamda namaz kılmış olması da
delâlet eder. Bir de bu kelimeyi,bildiğimiz namaz manasına hamletmek daha
evlâdır. Çünkü bu, ayet hakkında yapılan diğer tefsirlere de şâmildir.
Burada fıkhî bir
mesele vardır: Tavafın iki rekat namazı farz mıdır,sünnet midir? Bu durumda
bakılır, eğer tavaf farz olan tavaf ise, Şafiî (r.a)'nin bu hususta iki görüşü
vardır:
1) Bu namaz,
Allah'ın "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ifâdesinden dolayı
farzdır. Çünkü ayetteki emir, vacib oluşu ifâde eder.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), bedevîArabın, "Bana, bundan başka şey gerekiyor
mu?" dediğinde, ona, "Hayır. Ancak nafile olarak yapacakların müstesna.."
buyurmuştur. Eğer tavaf, kudüm tavafı gibi nafile bir tavaf ise, iki rekat
tavaf namazı da sünnettir. Bu meselede Ebu Hanife'den de değişik görüşler
rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.
[152]
Dördüncü mesele
Beytullah'ın fazileti hakkındadır.
İmam Ahmet el-Beyhaki
Şu'âbü'l-İmân kitabında Ebu Zer (r.a) in şöyle dediğim rivayet etmiştir: Hz.
Peygamber (s.a.s) e: Ey Allah m
peygamberi, yeryüzünde ilk yapılan mescid hangisidir?" dedim. O,
"Mescid-i Haram" diye cevab verdi. "Daha sonra hangisidir?"
dedim. O, "sonra Mescid-i Aksa'dır" diye cevab verdi. Ben:
"İkisinin yapılışları arasında kaç sene geçmiştir?" deyince de,
"Kırk yıl" cevabını verdi ve sözüne şunu ekledi: "Namaz vakti nerede
gelirse hemen namazını kıl çünkü orası mesdddir." Bu hadisi Buharı ve
Müslim, Sahih'lerine almışlardır.
Abdullah b. Ömer
(r.a)'den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Beytullah, yeryüzünden
bin sene önce yaratılmıştır. Sonra yeryüzü oradan genişletilip bu hale
getirilmiştir."
İbn Abbas (r.a)'dan da
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzünde
yaratılan ilk yer, Kabe'nin yeridir. Daha sonra buradan yeryüzü
genişletilmiştir. Allahu Teâla 'nm yeryüzünde dikmiş olduğu ilk dağ ise, Ebu
Kubeys Dağı'dır. Daha sonra diğer dağlar buradan uzayıp gitmiştir."
Vehbİbn Münebbih'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Adem (a.s) yeryüzüne indirilince,
orayı uçsuz bucaksız görüp, bir de kendisinden başka kimse göremeyince, oradan
ürkerek şöyle dedi: "Rabbim, senin bu yerin çok güzel .e mâ'mûr; orada
benden başkası da seni teşbih ve takdis etsin!"Bunun üze-- ne Hak Teâlâ:
Ben orada senin zürriyetinden, bsni hamd ve takdis eden kimseleri yaratacağım
ve orada, içinde zikrimin yüceltildiği evler yapacağım.. Böylece, içinde
yarattığım insanlar beni teşbih edecekler. Ben seni, orada, *endi nefsim için
seçmiş olduğum ve ikramıma tahsis ettiğim bir"ev"(in yanına)
yerleştireceğim. Ve onu, ismim ile, ismime nisbet ederek (Beytullah-Allah'ın
evi), bütün evlere tercih edeceğim. Ben onu "Beytî-Evim" diye adlandırıp,
azametimle yücelteceğim, onu, bana olan ihtiram ve saygıyla kuşatacağım, onu
bütün evlerin içinde benim zikredilmeme en lâyık ve en uygun olanı yapacağım
ve onu kendim için seçtiğim bir bölgeye yerleştireceğim. Çünkü ben bu evin
yerini gökleri ve yeri yarattığım gün seçtim ve onu, sen ve senden sonrakiler
için, üstündekini, altındakini ve etrafındakiler! hürmeti sebebiyle saygın
kılmış olduğum emniyetli ve muhterem kıldım. Kim benim muhterem kılmam
sebebiyle ona saygıda bulunursa, muhakkak ki beni ta'zim etmiş olur; kim ona
saygısızlığı mubah görürse, bana saygısız davranmayı da mubah görmüş olur. Kim
oranın halkına güven ve emniyet verirse, bununla benim güvenimi elde etmiş
olur; kim de oranın halkını korkutursa, beni korkutmaya çalışmış olur; kim
oranın şanına saygı gösterirse, o kimse de benim gözümde büyümüş ve kim de
oranın halkını küçümserse, benim gözümde küçülmüş olur. Oranın sakinleri benim
komşularım; orayı imâr edenler benim heyetlerim ve orayı ziyaret edenler benim
misafirlerimdir.
Orayı insanlar için
yapılan ilk beyt olarak yaratıyorum ve orasını, üstleri başlan tozlu olduğu
halde bölük bölük gelen yeryüzü ve gökyüzü sakinleriyle ma'mûr hale getiririm.
Nitekim O,
"İnsanlar içinde
hacet ilân et. Gerek yaya olarak, gerek de bütün uzak yerlerden gelen arık
develer üstünde sana gelsinler!" (Hac, 27) buyurmuştur. İnsanlar bana
olan tekbiriyle ortalığı doldurur ve sellerin çağlaması gibi telbiye söylerler.
Buna göre, kim benden başkasını bir gaye ve maksad edinmeksizin, orayı ziyaret
ederse beni ziyaret etmiş, bana misafir olmuş, benim yanımda konaklamış ve
bana heyet olarak gelmiş demektir. Böylece, ona ikram ve kerametimi sunmam
üzerime hak olur. Yine kerim olan kişiye, kendisine gelen heyete,
misafirlerine ve ziyaretçilerine ikram etmesi ve onlardan herbiri-nin
ihtiyacını gidermesi hak bir vazifedir.
"Ey Adem, hayatta
olduğun sürece orayı ma'mûr et; sonra senin zürriye-tinden peşpeşe ve ardarda
gelen ümmetler, milletler ve peygamberler de orayı ma'mûr etsinler.. Sonra bu
iş, senin zürriyetinden olan, kendisine Muhammed adı verilen ve peygamberlerin
de sonuncusu olan bir nebî ile son bulsun.. Binaenaleyh, ben o Muhammed'i
oranın sakinlerinden ve orayı ma'mûr eden, orayı koruyan ve oranın idaresini
üstlenen birisi olarak yaratacağım. Böylece o hayatta bulunduğu müddetçe evime
karşı benim "eminim (güvenilir adamım) olur. Birisi bana yöneldiğinde,
beni, kendisiyle bana yaklaşabileceği bir karşılığı ona hazırlamış olduğum
halde bulur.
Ben bu
"beyi" in ismini, yâdını, şerefini, mecdini, övgüsünü ve onun kadrini,
senin zürriyetinden olan bir nebîye veriyorum, ki bu nebî, Muhammed'-den önce
otup, O'nun atasıdır ve ona İbrahim denilir. Kabe'nin temellerini onun için
yükseltiyor, onun ümranını onun elleriyle yerine getiriyor, ona oranın kurallarını
ve ibadet şekillerini öğretiyor, ve onu, itaatkâr, emrimi yerine getiren,
yoluma çağıran tek bir ümmet yapıyor, onu seçip Sırat-ı Müstakim'e iletiyorum.
Onu imtihan ediyorum, o da sabrediyor; ona afiyet ve sıhhat veriyorum,
şükrediyor; ona emrediyorum, yapıyor ve bana adaklarda bulunuyor, sonra da
adağını yerine getiriyor. Bana dua ediyor, ben de onun kendisinden sonra
gelecek olan zürriyeti ve çocukları hakkındaki duasını kabul ediyorum. Onu
onlar hakkında şefaatçi kılıyor ve onları, onlar değiştirmediği ve tagyîr
etmediği müddetçe bu evin halkı, onu idare eden, onu himaye eden, oradakileri
sulayan, oraya hizmet eden, orayı bekleyen ve oranın perdedârlan yapıyorum..
İbrahim'i bu "ev"in imamı ve bu şeriatın ehli kılıyorum. Orada
bulunan bütün insanlar ve cinler, ona tâbi olur."
Atâ'dan da söyle
dediği rivayet edilmiştir: Hz. Adem Hindistan'a indirildiği zaman, "-Ya
Rabbi, bana ne oluyor da, cennette duymuş olduğum gibi, burada meleklerin
sesini duymuyorum?" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Senin hatan
sebebiyle, ey Adem" dedi. Şimdi sen Mekke'ye git, orada, melekleri tavaf
ederken gördüğün Beyt-i Ma'mûr gibi, bir ev inşa et! Bunun üzerine o da Mekke'ye
gidip, orada Kabe'yi inşa etti. Böylece Hz. Adem'in iki ayağını bastığı yerler
köy, nehir ve bağlık bahçelik; adımları arasında kalan yerler ise, çöller ve
tenha yerler oldu. Bu şekilde Hz. Adem, kırk yıl Hindistan'dan gelerek Kabe'yi
ziyaret etti.
Hz. Ömer,
Kâ'bu'l-Ahbâr'a bu hususta soru sorup da, "Bana bu evden haber ver"
dediğinde, Ka'bu'l-Ahbâr şöyle demiştir: "Bu evi, Allahû Teâlâ
gökyüzünden, içi boş yakut şeklinde, Hz. Adem'le beraber indirdi ve Adem'e
şöyle dedi:"Ey Adem bu benim evimdir, melekleri Arşımın etrafında tavaf
eder ve istiğfarda bulunurken görmüş olduğun gibi, sen de benim evimin etrafını
tavaf et ve orada namaz kıl.I" Sonra Hz. Adem'le beraber melekler inerek,
Kabe'nin taştan temellerini yükselttiler; derken Kabe temelleri üzerine bina
edildi. Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'un kavmini tufanda boğduğu zaman, Allah Kabe'yi
göğe yükseltti; geriye Kabe'nin temelleri kaldı..
Hz. Ali'den rivayet
edildiğine göre o şöyle demiştir: "Beyt-i Ma'mur, semâda bir evdir. Ona
Durak adı verilir. Kabe'nin tam üzeri hizasındadır. Onun gökyüzündeki hürmeti,
Kabe'nin yeryüzündeki hürmeti gibidir. Orada hergün yetmişbin melek namaz kılar
ve bir daha oraya dönmezler." Hz. Ali'nin anlattığına göre, Hz. İbrahim'in
inşasından sonra uzun zaman geçti ve bundan dolayı Kabe harap oldu. Amâlika
topluluğu onu yeniden inşa etti. Aradan uzun zaman geçince Kabe yine yıkıldı.
Bu sefer onu Cürhüm kabilesi yeniden inşa etti. Aradan uzun zaman geçince,
onların inşa ettiği Kabe yine yıkıldı.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gençliğinde Kureyş kabilesi Kabe'yi bir kere daha onardılar. Sıra
Hacer-i Esved'i yerine koymaya gelince, bu konuda ihtilâfa düştüler, ve
"Şu sokaktan ilk çıkıp gelecek kimse aramızda hükmetsin" dediler. O
sokaktan ilk çıkan Hz. Peygamber (s.a.s) oldu. Böylece O (s.a.s), onların bu
taşı bir örtünün üstüne koymalarını, sonra bütün kabilelerin birer ucundan
tutarak, onu kaldırmalarını söyledi. Bütün kabileler onu kaldırdılar. Daha sonra
da Hz. Peygamber (s.a.s), onu kucaklayıp yerine koydu.
Zühri'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Bana ulaşan bilgilere göre, Ku-reyşliler Makam-ı
İbrahim'de, üzerlerinde yazı bulunan üç levha gibi taş buldular. Birincisinde,
"Ben, Bekke'nin (Mekke'nin) sahibi olan Allah'ım, Onu, güneşi ve ayı
yarattığım gün yarattım. Ben onu, yedi mülk ile kuşattım ve et ve süt hususunda
ora halkına bereket verdim"; ikincisinde: "Ben, Bekke'nin sahibi olan
Allah'ım. Ben, sıla-i rahmi yarattım ve ona kendi (Rahman) ismimden bir isim
verdim. Her kim sıla-ı rahmi yerine getirirse beni ziyaret etmiş, her kim de
onu keserse benimle olan münasebetini kesmiş olur"; üçüncüsünde de:
"Ben, Bekke'nin sahibi olan Allah'ım, hayrı ve şerri yarattım. Elinde
hayır bulunan kimseye ne mutlu! Elinde şer olan kimseye de yazıklar
olsun!" ibareleri yazılıydı.
[153]
Beşinci mesele,
Hacer-i Esved ile Makam-ı İbrahimin fazileti hakkındadır. Abdullah b. Ömer
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmistir:
"Rükün ve Makam-ı
İbrahim cennet yakutlarından iki yakuttur. Allah bunların ışıklarım silmiştir.
Eğer böyle olmasaydı, onlar doğu ile batı arasını aydınlatırlardı: Onlara
dokunan salgın hastalıklı ve hasta olan herkesr mutlaka şifâ bulur "[154]
İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet edilen bir hadiste ise Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Hacer-i Esved
kârdan daha beyaz idi. Fakat müşriklerin günahları onu kararttı "[155]
İbn Abbas (r.a)'dan,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kıyamet günü,
Hacer-i Esved, gören iki gözü, konuşan bir dili olduğu halde gelir. O,
kendisini hak ile selâmlayan herkese şahadet eder "[156]
Hz. Ömer (r.a)'in
Hacer-i Esvedin yanına varıp şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Seni
öpüyorum. Fakat zararı ve faydası olmayan bir taş olduğunu da kesin olarak
biliyorum. Hz. Peygamber (s.a.s)'in seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni ben
de öpmezdim." Bunu Buharı ve Müslim, Sahih'lerinde rivayet etmişlerdir.
[157]
Cenâb-ı Allah'ın,
İbrahim ve İsmail'e ahdettik.. " ayetine gelince, evlâ olan bundan
muradın: "Biz o ikisine bunu gerekli gördük, onlara emrettik ve bu konuda
onlara güvendik" şeklinde olmasıdır. Ahd ve Misâk'ın ne manalara geldiği
daha önce geçmişti.
Allah'ın, "Evimi
temizleyin diye.." ifâdesinden maksadın, "Beytullah'a yakışmayan
herşeyden onu temizlemek" manası olması gerekir. Beyt'in bulunduğu yer ve
etrafı namaz kılınan yer olunca, pisliklerden temizlemek gerekir. Burası,
Allah'a ibâdet ve ihlâs yeri olduğu için Beyt'i, şirkten ve Allah'dan başkasına
ibâdetten de temizlemek gerekir. Bütün bunlar bu ayetin ifadesine dahildirler.
Sonra müfessirler bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:
a)
"Evimi temizleyiniz" sözünün manası, "onu bina edin, şirkten
temizleyin ve temellerini takva üzerine kurun" şeklindedir. Bu tıpkı,
Cenâb-ı Allah'ın, "Binasını Allah korkusu üzerine kuran kimse
mi?..." (Tevbe, 1O9) ayeti gibidir.
b) "İnsanlara
benim beytimin (evimin) onu ziyaret edip, orada bulundukları zaman onları
temizlediğini bildirin." Bu ifâdenin mecazî manası ise, "O beytimi
insanlara göre temiz hale getirin" şeklindedir. Nitekim "Şafiî (r.a)
falan şeyi temiz sayıyor, Ebû Hanife ise necis sayıyor denir.
c) "O
beytimi (evimi) yapın, ziyaretçilerine'zahmet verecek şek ve şirk ehlinden
kimseyi orada bırakmayın, hatta şek ve şirk ehlinden onun temiz oluşunu iyice
sağlama alın." Nitekim, "Allah, yeryüzünü falancadan temizledi"
denilir. Bu izahlar, orada Beytullah'ı putlardan ve şirkten temizlemeyi gerektiren
bir şeyin bulunmaması durumuna göre yapılmıştır. Bu tıpkı Allah Teâlâ'nın,
"O mü'mtnler için orada (cennette) temizlenmiş eşler vardır" (Bakara,
25) ayeti gibidir. O eşlerin necasetten temizlenmiş olmadıkları, aksine
tertemiz olarak yaratılmış oldukları herkesin malûmudur. Temizlenmesi bu
ayette emredilen ev de aslında tertemiz olarak yaratılmıştır. Allah en iyisini
bilendir.
d) Bunun
manası, "İnsanlar bu hususta size uysunlar diye, beytimi (evimi)
putlardan, şirkten ve günahlardan temizleyin" demektir.
e) Bazı
kimseler de henüz inşâ edilmeden önce Beytulİah'ın yerine pislik ve leşlerin
atıldığını, bundan dolayı Hak Teâlâ'mn Hz. İbrahim'e bu pislikleri temizleyip
orada bir bina yapmasını emrettiğini söylemişlerdir. Bu, zayıf bir görüştür.
Çünkü Beytullah inşâ edilmeden önce, orada bir bina yoktu. Bu sebeple bir
arsayı temizlemek, oraya yapılacak olan evi temizlemek sayılmaz. Buna şöyle de
cevap verilebilir: Hak Teâlâ, oranın gelecekte Beytulİah'ın yeri olacağını
bildiği için, oraya "beyt" (ev) demiştir. Fakat bu mecazî bir
adlandı-rıştır.
Hak Teâtâ'nın,
"Tavaf edenlerr i'tikafa girenler ve rükû edip secde edenler (namaz
kılanlar) için..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[158]
veya, fiillerinin
masdarıdır. Birşeye devam edip, insan ondan
ayrılmadığı zaman, denir. Yine insan birşeye yönelip, ondan yüzünü
çevirmediği zaman da böyle denileceği rivayet edilmiştir.
[159]
Ayette geçen üç vasıf
hakkında iki görüş vardır:
a) Doğruya
yakın olan görüşe göre, bu üç grub insana hamledilir. Çünkü ma'tufun,
atfedildiği şeyden başka olması gerekir. Bu sebeple, atfın bir manası olsun
diye tavaf eden kimselerin, itikafa girenlerden başka olması; i'tikafa
girenlerin ise nama2 kılanlardan başka olması gerekir. Buna göre tavaf
edenlerden maksad, Beytullah'a hacc veya umre niyetiyle gelip ziyaret eden
kimseler; i'tikâf edenlerden maksad, orada kalan ve Beytullah'a komşu olarak
yerleşmiş olan; rükû ve secde edenlerden maksad ise orada namaz kılan
kimselerdir.
b) Atâ'ya
âit olan bu görüşe göre, kişi tavaf ettiği zaman "taifîn" den, orada
oturduğu zaman i'tikaf edenlerden, orada namaz kıldığında da rükû ve secde
edenlerden olur.
[160]
Bu ayet bazı şeylere
delâlet eder:
1) Biz,
tavaf edenleri, dışarıdan gelen ziyaretçiler manasına tefsir ettiğimizde, ayet
tavafın yabancılar için
orada namaz
kılmalarından efdal olduğunu gösterir. Çünkü Allah Teâlâ Mekke dışından gelen
ziyaretçileri tavaf etme vasfı ile tahsis edince, bu, tavafta onlar için bir
hususiyetin bulunduğuna delâlet eder. Nitekim İbn Abbas, Mücahid ve Atâ'dan,
Mekke dışından gelenler için tavafın, Mekkeliler için ise orada namazın efdal
olduğu rivayet edilmiştir.
2) Ayet,
Beytullah'da i'tikâf edilebileceğini gösterir.
3) Ayet,
Beytullah'da farz veya nafile namaz kılınabileceğine delâlet eder. Çünkü ayet,
bu iki namaz arasında ayırım yapmamıştır. Bu, İmam-ı Malİk'in Kabe'nin içinde
farz namazın kılınabileceğini söylemekten kaçınma şeklindeki görüşünün aksine
olan bir görüştür. Binaenaleyh şayet,' 'Ayetin buna delâlet ettiğini kabul
etmiyoruz. Çünkü Allah Teâlâ, "Beytte rükû ve secde edenler"
dememiştir. Ayet Beytullah'm içinde tavaf fiilinin caiz olacağına delâlet etmediği,
ancak etrafında yapılabileceğine delâlet ettiği gibi, namaz fiifinin de ancak
Beytullah'a müteveccihen dışından kılınabileceğine delâlet etmektedir"
denilirse, biz de deriz ki: Ayetin zahiri, ister Beytullah'tn içinde, ister
dışında olsun, Beyt'e doğru kılınan bütün namazları ifâde eder. Biz tavafın
Beytullah'm dışından yapılması gerektiğini söyledik. Çünkü onu tavaf etmek,
onun etrafında dolaşmaktır. Beyt'in içinde dolaşan kimseye, beyti tavaf etti
denilmez. Hak Teâlâ, onu sadece tavaf etmeyi emretmiş.onun içinde dolaşmayı
emretmem iştir. Çünkü Hak Teâlâ: Beyt-iAtik'i, (en eski ev olan Ka'be'yî) tavaf
etsinler" (Hacc, 29) buyurmuştur. Yine tefsir etmekte olduğumuz ayetten
maksad, sadece namaz için oraya gitmek olsaydı, Beytullah'ı rükû ve secde
edenler için temizlemeyi emretmenin bir manası olmazdı. Çünkü namazda ona
yönelme emri, hem Mekke ahalisi, hem de dışarıdan gelenlere şâmildir. İmâm Malik,
Allah Teâ-tâ'nın, "Yüzünü Mescid-i Harama çevir" (Bakara, gayetini,
görüşüne delil getirmiştir ve "Mescid-i Haram'ın içinde olan kimse,
Mescid-i Haram'a değil, onun bir parçası olan {Kabe'ye) yönelmiş olur"
demiştir. Buna şöyle cevap veririz: Bir tek yönelenin, mescidin her taratma
aynı anda yönelmesi imkânsızdır. Aksine o, ancak onun bir tek parçasına
(tarafına) yönelebilir. Beyt'in içinde olan da böyledir. Binaenaleyh onun da
ayetin manasına dâhil olması gerekir.
4) Ayetteki,
"Tavafedenler," ifâdesi, ister Kur'an'da, mesela "Beyt-iAtîk'i
tavaf etsinler" (Hacc, 29) ayetinde olduğu gibi açıkça ifâde edilsin,
ister sünnetle sabit olsun, isterse mendub olan tavaflardan olsun, bütün
tavafları içine alır.
[161]
"Hani İbrahim:
"Ya Habbi, burasını (Mekke'yi) emniyetli bir şehir yap ve ahalisinden
Allah'a ve ahirete inananları çeşitli mahsullerle nzıklandır" demişti.
(Allah da) Kâür olanlarını dahi kısa bir zaman için fâidelendirecegim. Sonra
onu cehennem azabına zorla sokacağım. (O cehennem) ne kötü bir varış
yeridir" buyurmuştur" (Bakara, 126).
Bil ki, bu, Cenâb-ı
Allah'ın bu ayetlerde hikâye ettiği Hz. İbrahim'in hallerinden üçüncüsüdür.
Kâdî şöyle demiştir: Bu ayetlerde takdim (Öne alma) ve te'hir (sonraya bırakma)
vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir
yap" sözü, ancak belde vücûd bulduktan sonra mümkün olur. Cenâb-ı Hakk'ın
bu buyruğundan sonra gelen. "Hatırla, hani İbrahim Evin temellerini
yükseltiyordu" ayeti, hernekadar okunuşta sonra gelmiş ise de, mânâ
bakımındanöncedir. Burada birkaç mesele vardır:
[162]
Bu ayettten murad, Hz.
İbrahim'in Mekke'de oturan mü'minler için emniyet ve onları Mekke'ye çekecek
rızık genişliği
hususunda dua etmeleridir. Çünkü
Mekke, ziraat yapılamayan
ve çokça ağaç bulunmayan bir yerdir. Eğer orada bir emniyet olmasaydı, civar
yerlerden buraya insanlar gelmez ve burada yaşamak güç olurdu. Sonra Allah
Teâlâ, O'nun duasını kabul ederek, orayı belâlardan emin bir belde kılmış,
oraya geten her zalimin belini kırmıştır. Nitekim Ashab-ı Fil'e de böyle
yapmıştır. Burada iki soru vardır:
Birinci Soru:
Haccâc, İbn Zübeyr ile savaşarak Ka'be'yi tahrip edip Mek-kelilere hertürlü
kötülüğü yapmaya niyetlenip bunu yapmamış mıdır?
Cevap: Onun
maksadı, bizzat Ka'be'yi yıkmak değil, başka birşey idi.
[163]
İkinci Soru:
Allah Teâlâ'dan istenen, bu beldeyi emniyetli ve bereketli bir yer kılmasıdır.
Bu ise, dünyevi menfaatlarla ilgili bir istektir. Binaenaleyh büyük peygamber
Hz. İbrahim (a.s)'in bunu istemesi ona nasıl uygun düşer? Bu soruya birkaç
bakımdan cevap verilebilir:
1) Dünya,
kendisiyle dinî konuda korunmak için talep edildiğinde, bu dinin en büyük
temellerinden birisi olur. Bir ülke emniyetli olup orada bolluk ve refah hüküm
sürerse, o ülkenin insanları Allah'a itaat hususunda daha bol vakit butur,
böyle olmadığı zaman ise oranın halkı bu durumda olmaz.
2) Allahu
Teâiâ Mekke'yi insanların sevap elde edeceği bir yer kılmıştır. İnsanlar ise
oraya gitmek imkânını ancak, yollar güvenlik içinde olup ve oradaki yiyecekler
ucuz olduğu zaman bulurlar.
3) Emniyet
ve bolluğun insanları bir memlekete gitmeyi özendiren şeylerden olması, uzak
görülecek bir ihtimal değildir. O zaman muazzam dini alâmetler ve şerefli
menziller müşahede edilir ve emniyet ile bolluk insanın bu taati ifa etmesinin
sebebi olur.
[164]
"Emin bir
belde" ifâdesi iki mânâya muhtemeldir:
1) Cenâb-ı
Allah'ın, (Razı olunmuş) manasına olmak üzere, "Razı edici (memnun edici)
bir hayat içinde" (Karia,7) buyurduğu gibi, bu kelime, kendisinden emin
olunulan yer anlamına gelir.[165]
2) Cenâb-ı
Allah'ın "Köy halkına sor" yerine, "Köye sor!" (Yusuf, 82)
buyurduğu gibi, buradaki beldeden murad, beldenin halkıdır. Bu mecazî bir kullanıştır,
çünkü emniyet ve korku hissi, beldeye arız olmaz.
[166]
Alimler, bu ayeti
kerimede Hz. İbrahim tarafından Cenâb-ı Allah'dan istenen emniyet hususunda, değişik
görüşler belirterek, ihtilâf etmişlerdir.
1) Hz.
İbrahim, Cenâb-ı Hakk'tan bu beldenin kıtlıktan emin olmasını istemiştir.
Çünkü o, ailesini hiçbir şey bulunmayan bir vadiye yerleştirmişti.
2) Hz.
İbrahim (a.s) Cenâb-ı Allah'tan o beldeyi yere batmaktan ve insan suratlarının
değiştirilmesinden emin olunulan bir yer yapmasını istemiştir.
3) O, orantn
öldürülmekten emin olunulan bir belde yapılmasını istemiştir. Bu görüşü, Ebu
Bekr er-Razî belirtmiştir. Ebu Bekr er-Razî bu görüşüne şunu delil getirmiştir:
"İbrahim (a.s) Cenâb-ı Allah'dan, önce emniyet, daha sonra da rızık istemiştir.
Eğer istenen emniyet kıtlıktan emin olmak olsaydı,
bunun peşi sıra rızık
istemek bir tekrar olmuş olurdu. Binaenaleyh bu ayet-i kerimede İbrahim (a.s),
"Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir kıl, ora ehlini çeşitti mahsullerle
nzıklandır." Diğer bir ayette, "Va Rabbi, bu beldeyi emin kıl"
(ibrahim. 35); ve bu kıssanın sonunda da, "Rabbimiz, muhakkak ki ben
zür-riyetimin bir kısmını ekin bitmeyen bir vadiye, senin mukaddes evinin
yanına yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye.. Sen artık,
insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları, mahsullerle
nzıklandır, umulur ki şükrederler" (ibrahim. 37) demiştir." Bil ki
bu delil zayıftır, çünkü bir kimse şöyle diyebilir: Talep edilen emniyet, yere
batırılma ve şekillerin değiştirilmesinden emin olmadır veyahut da kıtlıktan
emin olmadır. Hem sonra, kıtlıktan emin olma, ancak ihtiyaç hissedilen gıda
maddelerinin yeterli miktarda bulunmasıyla mümkün olur. Buna göre İbrahim
(a.s), birinci duâsıyla kıtlığın giderilmesini, ikinci duâsıyia da büyük bir
bolluğun olmasını istemiştir.
[167]
Alimler, Mekke'nin Hz.
İbrahim'in bu duasından önce Yoksa bu duası sebebiyle mi emîn ve saygı-
değer, muhteşem
olduğu hususunda İhtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle
demiştir: Mekke ezelden
beri böyleydi, çünkü
Hz. Peygamber, "Muhakkak ki Allah, Mekke'yi gökleri ve yeri yarattığı gün
harem kılmıştır"[168]
buyurmuştur, İbrahim (a.s) de, "Ya Babbi soyumun bir kısmını, ekin bitmeyen
bir vadiye, mukaddes evinin yanma yerleştirdim" demiştir. Bu ifâde,
orasının İbrahim (a.s)'in duasından Önce harem ve saygın olmasını gerektirir.
Sonra İbrahim (a.s) bu harem ve saygın oluşu, yaptığı duâ ile
kuvvetlendirmiştir.
Diğer âlimierse şöyle
demişlerdir: Orası İbrahim (a.s)'in duası sebebiyle harem ve emîn olmuştur.
Bundan önce, diğer beldeler ve yerler gibiydi. Buna delil Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şu hacjisidir:
" Ey Allah'ım,
İbrahim'in Mekke'yi harem kılması gibi, ben de Medine'yi barem kıldım."
Bu hususta üçüncü bir
görüş daha vardır ki o da şudur: Mekke; Hz. İbrahim'in duasından önce,
duasından sonra harem olmasından başka bir. şekilde harem idi. Buna göre bu şu
şekildedir: Duadan önce harem oluşu, Allah'ın ora halkını helak olmaktan
korumuş olması ve, gönüllerde bir tâ'zîm duygusu yaratmış olması bakımındandır.
Duadan sonra harem olması, bunun peygamberlerin ağzından emredilmesi suretiyle
olmasıdır.
[169]
Cenâb-ı Allah bu
sûrede nekire olarak, Emin bir belde"; İbrahim sûresinde ise marife
(elif-lamlı) olarak, "Bu beldeyi emin (kıl)" buyurdu. Bunun iki İzahı
vardır:
1) İlk dua
henüz o yer bir belde kılınmadığı zamanda yapılmıştır. Hz. İbrahim sanki şöyle
dua etmiştir: "Allah'ım bu vadiyi emin bir belde kıl." Çünkü Oenâb-ı
Allah, Hz. İbrahim (a.s)'in şöyle dediğini hikâye etmiştir: "Rabbimiz,
muhakkak ki ben ailemden bir bölümünü ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim"
(ibrahim, 37). Tefsir ettiğimiz bu ayette de:"Bu vadiyi emin bir belde
kıl" demiştir. İkinci duâ ise, o vâdî bir belde kılındıktan sonra
yapılmıştır. Hz. İbrahim sanki şöyle demiştir: "Allah'ım , bir belde
haline getirdiğin bu yeri emin ve selâmetti kıl." Bu ifâde senin şöyle
demene benzer: "Bu adamı emin kıldım."
2) Her iki
dua da o mekân bir belde haline getirildikten sonra yapılmıştır. Buna göre,
"Bunu emin bir belde kıl" sözünün takdiri şöyledir: "6u beldeyi
emniyetli bir belde kıl." Bu senin şu sözüne benzer: "Gün çok sıcak
bir gün idi." Sen "gün"kelimesini ne kadar aşın sıcak olduğunu
anlatmak için tekrar zikrettin. Çünkü kelimenin nekire getirilmesi mübalağaya
delâlet eder. Buna göre, "Ya Rabbi, onu, emin bir belde kıl" sözünün
manası, onu emniyet hususunda mükemmel olan beldelerden kıl" demektir.
Ama, "Ya Rabbi,
bu beldeyi emin kıi" sözüne gelince, bu sözde bir mübalağa arzusu
olmaksızın, sadece emniyet isteği vardır. "Ve onun ehlini çeşitli
mahsullerle nzıklandır" sözünün manası ise şudur: İbrahim (a.s), Allah'ın,
Mekke sakinlerine nzık
yağdırmasını istemiş, Allah Teâlâ da onun bu duasına icabet ederek, Mekke her
türlü mahsûlün kendisine akıtıldığı bir yer haline gelmiştir.
[170]
Allah'ın,
"Onlardan iman edenlere.." kısmı ayette geçen ili* sözünün delaletiyle, "Onun ehlinden
bilhassa mü'min olanları rızıklandır" manasındadır. Bu, Allah Teâlâ'nın,
"O (Beyhıllah'a)
yol bulanların, Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır" (Ali Imran, 97) ayetine benzer. Bil ki Cenâb-ı Hak, Hz.
İbrahim'e, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" ayetiyle, onun soyundan kâfir kavimler
de çıkacağını bildirince, Hz. İbrahim sadece mü'mınler için dua etmiştir.
Bu tahsisin sebebi nas
ve kıyastır.
Nastan olan sebebe
gelince, bu Allah Teâlâ'nın şu ayetidir:
"Kâfir kavim için üzülme" (Mâide, 68).
Kıyastan olan sebeb
ise iki vecihtendir:
[171]
Hz. İbrahim, Hak
Teâlâ'dan, imamlığı kendi soyuna vermesini isteyince, Allah ona, "Ahdim
zalimlere ulaşmaz" buyurdu. Bu bir nevîduâ etme hususunda terbiye etme
yerine geçti. Allah Teâlâ, imamet (önderlik, peygamberlik) konusunda mü'minleri
kâfirlerden ayırdedince, Hz. İbrahim (a.s) de bu duasını kâfirlere değil de
mü'minlere hasretti. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfir olanlara gelince, onu az
bir süre faidelendiririm" sözü ile, nübüvvet ile dünya nimetleri
arasındaki farkı bildirdi. Çünkü peygamberlik ve imamet makamı fâsıklara uygun
değildir. Zira imamet ve nübüvvet görevinde, Allah'ın emir ve nehiylerini edâ
edebilmek için azm ile çeşitli meşakkatlere katlanma gücü ve din hususunda
kınayanın kınamasından, zalimin sultasından çekinilmemesı gerekir. Dünya
rızkına gelince, onun itaatkâr, kâfir, doğru ve münafık olan kimselere
ulaştırılması nahoş karşılanamaz. Ama imân edenin meskeni ve varacağı yer
cennet, kâfirin ise durağı ve barınağı cehennem olur.
[172]
Muhtemeldir ki Hz. İbrahim
(a.s) zann-ı galibi ile, eğer bütün herkes için dua ederse zenginlik ve güvenin
kâfir ülkelerde artacağını, onların üstünlük ve çokluklarının insanların hacca
gitmelerine zarar verip engel olacağını biliyordu. İşte bundan dolayı, sadece
mü'minler için dua etmiştir.
Allah Teâlâ'nın,
"Kâfir olanlara gelince onları az bir süre faidelendfritim" buyruğu
ile ilgili iki mesele vardır:
[173]
İbn Âmir, kelimesinden
olmak üzere, şeddesiz olarak, şeklinde, diğer kıraat imamları ise, cJui kelimesinden
olmak üzere, şeddeli olarak, mim harfinin fethasıyla, şeklinde okumuşlardır.
Şeddeli okuyuş, şeddesiz okuyuşun aksine "çokluk" manasına delâlet
eder.
[174]
Ayetteki
"faidelendiririm"; "rızık vermek suretiyle" yahut
"dünyada beka vermekle" faidelendiririm' demektir. Yahut da,
"Muhammed'in zuhuruna kadar,
mezkûr iki tarzda
faidelendiririm. O çıkınca küfürde ısrar ederse kâfiri öldürür veya bu beldeden
sürer" demektir. Bunun mânâsı şudur: Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir:
"Ey İbrahim, sen hernekadar sadece mü'minlere dua etmiş olsan da, ben
kâfir olanları da dünya rızkı ile faydalandırır, mü'mine nimet verdiğim sürece,
o kâfirin ömrü sona erip de onun canını alarak daha sonra ahirette ateş azabına
dûçâr edinceye değin bu rızkı ondan menetmem." Böylece kâfire, dünya
hayatında rızık olarak verilen şey az oldu. Zira bu rızıklandırma onun hayatı
boyunca olmuştu. Ezel ve ebed arasındaki sonsuz süreye nisbetle onun ömrü son
derece azdır. Netice olarak Allah Teâlâ, mü'minin dünyadaki nimetinin ahirette
de devam edeceğini, kâfirin ise böyle olmayıp, dünyada istifâde ettiği
nimetlerin ölümü ile sona erip, ahirette ondan ayrılacağını açıklamıştır.
Alllah'ın, 'Sonra onu
zorla cehennem azabına sokarım" ayetine gelince, bil ki, kelimesi hakkında
iki görüş vardır:
a) Kişiye,
kurtulamayacağı bir şeyi yapmaktır ki bu ayette bu manadadır. Nitekim Cenâb-ı
Hak şu ayetlerde şöyle buyurmuştur:
"O gün onlar
cehennem ateşine öyle bir itilişle tilirler ki..." (Tûr. 13); ve, " O gün onlar yüzleri üstü cehenneme
sürüklenirler" (Kamer, 48) .Birisini istemediği halde, bir çe zorlayıp
bunu ona mecbur ettiğin zaman, dersin.
Dilciler bu kelimenin
aslının, "birşeyi birşeye yaklaştırmak" manasına olan, masdarından
olduğunu söylemişlerdir. Kadın'a yakınlığı ve karabeti sebebiyle kumasına da
denilir.
b) Izdırâr,
korkutma ve tehdit yoluyla bir kimseye bir şeyi, kendi isteğiyle kırmaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti bu manadadır: saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla,
(bunlardan yemeye) mec-- kalırsa" (Bakara, 173) .Bu ayette Allah Teâlâ, o
kimseyi hernekadar bu yeme işi onun kendi fiili olsa da "ölü hayvanın
etini yemeye mecbur kaimi-diye vasfetmiştir. Buna göre tefsir ettiğimiz ayetin
manası şöyle olur: Allah Teati onu, ona şayet ondan kurtulmak istese bile engelleneceğini
bildirmek tiyle, ateşi seçmeye ve orada
kalmaya zorlanmaktadır. Çünkü bu di olan kimse cehennemde bulunmaya
zorlanmıştır. Sonra Hak Teâlâ, o yeni çok kötü bir varış yeri olduğunu, çünkü
güzel bir varış yerinin, nimetlere a mutluluklara erilen bir yer olduğunu, kötü
bir varış yerinin ise bunun aksi olduğunu açıklamıştır.
[175]
"Hani, İbrahim
İsmail ile birlikte Beytin temellerini yükseltiyordu. "Ey Rabbimiz, bizden
kabul buyur, muhakkak ki sen, hakkıyla duyan ve bilensin.. Ey Rabbimiz, bizleri
sana teslim olmuş iki kimse, zürriyetimizden de sana teslim oimuş bir ümmet
yap! Ve bize, ibadet mahallerini göster, tevbeierimizi de kabul buyur. Muhakkak
ki sen, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti çok olansın. Ey Rabbimiz,
onların içinde, onlara ayetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı temizleyece.
onlardan bir peygamber gönder. Muhakkak ki yegâne galib ve sonsuz
hikmet sahibi olan
ancak sensin" (Bakara, 127-129).
Bil ki bu, Allah'ın
İbrahim ve İsmail (a.s)'den nakletmiş olduğu şeyleri dördüncüsüdür. Bu da, o
ikisinin, Kabe'yi inşa ederken üç çeşit duada bulunmalarıdır. Sonra burada
birkaç mesele bulunmaktadır:
[176]
Hak Teâlâ'mn,
buyruğu,geçmiş bir durumun ifadesidir. kelimesi, kelimesinin çoğuludur,
üstünde bulunan şeylerin temeli ve esası demektir. Bu, mevsüfu zikredilmeden
kullanılan ve isim yönü ağır basan bir sıfattır. Manası ise, sabit ve kalıcı
olan demektir. "Allah seni, orada oturtsun, sabit kılsın" ifâdesi de
bu köktendir. Yani, Allah'tan seni oturtmasını ve sabit kılmasını isterim,
demektir. Temellerin yükseltilmesi, onun üzerine bir şeylerin yapılması
demektir. Çünkü bu temeller üzerine bir şe^r yapılınca bu temeller atçak iken
yüksek hale gelir. Böylece kısa iken uzamış olur. Bununla, binanın duvarındaki
dizilmiş kerpiç ve taşların kastedilmesi de caizdir, çünkü her taş ve kerpiç,
üzerine konulan ve inşa edilen her taş ve kerpiç için bir temel teşkil eder.
Temellerin yükseltilmesinin manası o temelterin yapılarak yükselmesi demektir.
Çünkü bir taş, bir kerpiç birbiri üzerine konulduğu zaman, bu taş ve kerpiçler
yükselmiş olurlar. Allah en iyisini bilendir.
[177]
Tarihçilerin pek çoğu,
bu hususta rivayet ettiğimiz hadislere dayanarak, bu Beyt'in Hz. İbrahim'den önce
mevcut olduğu kanaatindedirler. Onlar bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hani İbrahim Beyt'in temellerini yükseltiyordu" (Bakara. 127)
ayetini delil getirmişlerdir, Çünkü bu ayet, temellerin yıkılmış vaziyette var
olduğunu göstermek hususunda, sarih bir ifâdedir. Ne var ki İbrahim (a.s), o temelleri
yükselterek, onu tamir etmiştir.
[178]
Alimler, Hz. İsmail'in
Beyt'in temellerinin yükseltilmeşinde ve Beyt'in yapılmasında, Hz. İbrahim'e
yardımcı olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Alimlerin pekçoğu Hz.
İsmail'in bu konuda Hz. İbrahim'e yardımcı olduğunu söylemektedirler. Buna göre
ayetin takdiri şudur: "Hz. İbrahim ve İsmail Beyt'in temellerini
yükselttikleri zaman.." Bunun delili ise,Cenâb-ı Hakk'ın,, kelimesini,
lâfzına atfetmiş olmasıdır. Binaenaleyh mutlaka, bu atfın zikri geçen
fiillerden birisi hakkında olması gerekir. Daha önce de, Beyt'in temellerinin
yükseltilmesi işi geçmişti. Binaenaleyh İsmail lâfzının, bu hususta İbrahim
lâfzına atfedilmiş olması gerekir. Sonra, onların bu işte ortak olmalarının
iki hususa ihtimali bulunmaktadır:
a) Onların,
Beyt'i yapma ve duvarlarını yükseltme hususunda müşterek olmalarıdır..
b) O
ikisinden birisinin Beyt'in ustası, diğerinin ise ona taş, çamur vermesi, alet
ve edavâtı hazırlamış olmasıdır. İşte bu iki izaha göre de, "yükseltme"
işinin, bu ikisine nisbet edilmesi uygun olur. Ne var ki birinci açıklama,
gerçekle daha çok iç içedir. Bazılarrysa, Hz. İsmail'in o vakitte küçük bir
çocuk olduğunu zannetmişlerdir. Bu Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilmiştir. Bu
rivayete göre, Hz. İbrahim Beyt'i yaparken, arkasında Hz. İsmail ve karısı
Hacer olduğu halde, evden çıkar. Bunun üzerine bu ikisi: "Bizi kime
bırakıyorsun?" derler. Hz. İbrahim (a.s), cevaben, "Allah'a!"
der. Derken Hz. İsmail susar, fakat su bulamaz. Hemen Cebrail onlara seslendi
ve parmağıyla yeri kazdı; derken yerden zemzem suyu fışkırdı.. Bövle diyen
âlimler. kelimesinde vakf yapıp, daha sonra da, ifadesiyle söze yeniden
başlarlar. Buna göre mâna şöyle olur: "Ey Rabbimiz, bu Beyt'i yapmakla
gösterdiğimiz taatimizi kabul et!" Bu takdire göre Hz. İsmail, yapmak
işinde değil, sadece duada ortak olmuş olur. Bu te'vil zayıftır; çünkü
Allah'ın, buyruğunda Altahu Teâlâ'nın neyi kabul ettiğine dair herhangi bir
delâlet bulunmamaktadır. Binaenaleyh, bunu zikredilen hususa, yani Beyt'in
yapılmasına hamletmek gerekir. Beyt'in yapılması Hz. İsmail'in fiilinden
olmazsa, bunu kendisinden kabul etmesini Allah'tan nasıl isteyebilir? O halde,
böyle bir görüş, Kur'an'ın zahirinin hilâfına olup, bu sebeple de reddedilmesi
gerekir. Allah en iyisini bilendir.
[179]
"Hani, İbrahim,
temelleri, Bevt'in temellerini yükseltiyordu" buyurmuş, "Beyt'in
temellerini yükseltiyordu"
dememiştir. Çunku,
temeller sozunu önce kapalı söyleyip, sonra da bu kapalılığı açıklamada, başka
bir ifâdede bulunmayan bir ta'zim ve onun şanını yüceltme bulunmaktadır. Böylece
Cenâb-ı Hak, bundan sonra onların üç çeşit duasını nakletmiştir:
Birincisi:
Allah'ın, "Rabbimiz bizden kabul buyur; muhakkak ki sen en iyi işiten ve
en iyi bilensin" ayetindedir. Bunda birkaç mesele bulunmaktadır:
[180]
Alimler, "Bizden
kabul buyur!" sözünün tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. Kelâmcıfar şöyle demişlerdir:
Kabul ettiği her amelin sahibini Allah mükâfaatlandırır ve onun o amelinden
hoşnut olur. Allah'ın kendisine mukâfaat vermediği ve razı olmadığı amel ise
merduttur. Burada, birbirinden ayrılmayan iki şeyin birisinden, diğerinin
ismiyle söz edilmiştir. Buna göre, kabul edilme lâfzı zikredilmiş, bununla
Allah'ın sevabı ve rızası kastedilmiştir. Çünkü kabul buyurma, kişinin
kendisine hediye edilen şeyi kabul etmesidir. Böylece kulun fiili atiyye ve
bağışa; Allah'ın rızası ise ifâdenin genişliği yoluyla (tevessül), kabule benzetilmiştir.
Arifler şöyle der: "Kabul ile tekabbül arasında fark vardır." Çünkü
"tekabbül, insanın onu kabul ettirme hususunda zorlamada bulunmasından
ibarettir. Bu ise ancak, amel noksan olup, kabul edilmeye müstehak görülmediği
zaman olur. Bu, Hz, İbrahim ve İsmail tarafından, amellerindeki kusurun,
acizliklerinin ve yetersizliklerinin itirafıdır. Böylece maksat, o amele
mükâfaat vermek olmaz.. Çünkü, kendisine hizmet edilen kimse yanında fiilin
kabul görmesi, akıllı olan biı hizmetçiye göre, ona mukabil bir mükâfaat
almaktan daha hoştur. Bunun iyice incelenmesi, Allah'u Teâlâ'ıın,
"İman edenler
ise, Allah'ı daha çok sever" (Bakara. 165)ayetindeki "muhabbet"
sözünün tefsirinde gelecektir. Allah en iyisini bilendir.
[181]
Onlar, kelâmcıların
dediğine göre, bu ibâdetlerini Allah'a ihlâs ile yaptıktan sonra, kabulü için
Allah'a yalvarıp yakardılar ve ibâdetlerine karşı mükâfaat istediler. Allah'a
ihlâs ile yapılan işe sevab vermesi vacib olsaydı, bu dua ve yakansın bir
mânâsı olmazdı. Çünkü bu, insanın Allah'a yakarıp şöyle demesi mânâsına gelir:
"Allah'ım, ateşi yakıcı, buzu da soğuk kıl." Hatta böyle dua etmesi
diğerinden daha yerindedir. Çünkü konuşana göre, ateşin yanıp ışık verirken
soğuk bir hale gelmesi, yine aynı şekilde buzun da donmuş ve beyaz bir halde
iken sıcak bir hale gelmesi uzak bir ihtimal değildir.
Mu'tezile'ye göre bu
gibi fiillere sevabın terettüp etmemesi imkânsızdır. Binaenaleyh burada ayrıca
dua etmenin çok lüzumsuz birşey olması gerekir. Bu böyle olmadığına göre, biz
(Ehl-i Sünnet), kul hakkında Allah'a hiçbirşeyin vâcib olmadığını, Allah'ın
buna mecbur olmadığını anlamış olduk. Allah en iyi bilendir.
[182]
Hz. İbrahim (a.s) bu
duasının peşine, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demiştir. O
sanki "Ey Rabbimiz sen,
bizim dua ve
yakarışlarımızı duyuyor, kalbimizdeki ihlâsımızı ve senden başkasına değer
vermediğimizi biliyorsun" demek istemiştir. Buna göre eğer "Hz.
İbrahim (a.s)'in, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demesi hasr
ifâde eder. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah'dan başka varlıklar da
bazan işiti-ci olur" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın bu sıfatı
kâmil (tam) olduğu için, sanki başkası değil de sadece O'na bu sıfat has
kılınmıştır.
"Hz. İbrahim
(a.s)'ın yaptığı ikinci dua, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olanlardan
kıl" demesidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[183]
Alimlerimiz insanın
fiillerinin yaratılması meselesinde, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim
olanlardan kıl ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü İslam'dan maksad ya din ve
itikaddır, veyahud da teslim olup inkiyâd etmektir. Hz. İbrahim ile İsmail
(a.s)'in, kendileri zaten teslim olma ve Allah'a baş eğmeye arzulu oldukları
halde, İslam kelimesinin bu manaya alınması nasıl doğru olabilir? Onlan bu
sıfat üzere kılmanın mânâsı, bunu onlarda yaratmak demektir. Çünkü
"kılmak", "yaratmak" manasındadır. Nitekim Allah Teâlâ,
"O (Allah) karan-liklan ve ışığı kıldı" (En’âm, 1) yani yarattı"
buyurmuştur. Böylece bu müslüman olma sıfatını Allah'ın yarattığını gösterir.
Buna göre eğer,
"Bu ayetin zahirine göre mânâ verilmemiştir. Çünkü ayetin zahiri, onların
böyle bir istekte bulundukları esnada müslüman olmamalarını gerektirir. Çünkü
eğer onlar o anda müslüman olsalardı, Allah'ın kendilerini müslüman kılmalarını
istemeleri, var olan birşeyi elde etmek (tahsil-i hâsıl) isteği oturdu ki bu
bâtıldır. Çünkü müslümanlar, o ikisinin bu dua esnasında da müslüman oldukları
hususunda ittifak halindedirler. Bir de onların böyle bir duada bulunmaları,
ancak müslüman oldukları halde uygun düşer. Buna göre ayetin zahirinin
bırakılması gerektiği sabit olunca, bununla delil getirmek doğru olmaz. Ayetin
zahirinin bırakılmadığını kabul etsek bile, "kılma" fiilinin sadece
yaratmak ve icâd etmek mânâsına geldiğini kabul etmiyoruz. Çünkü bu
kılmak, 843a fiili, başka mânâlara da gelir:
a) Yapmak
mânâsına... Nitekim Hak Teâlâ, "O (Allah) geceyi elbise, uykuyu dinlenme
vakti, gündüzü de bir hayat (faaliyeti) yapandır" (Furkân, 47)
buyurmuştur.
b) Hîbe
etti, bağışladı manasına... Biz, " Bu eşyayı, bu kaleyi, bu atı sana
kıldım," yani" bağışladım" deriz.
c) Birşeyi
tavsif etme ve o şey ile hükmetmek manasına... Meselâ,
"O (Kafirler) Rahman Allah'ın kulları
olan melekleri dişiler diye zavsif etmiş, dişi olduklarına hükmetmişlerdir''
(Zuhruf, 19) ve, "° (kâfirler), cinlerin Allah'ın ortaklan olduğuna
hükmettiler" (Enam, 100)ayetlerinde olduğu gibi.
d) Emretmek
manasına... Meselâ, Biz onlara, o
peygamberlere uymayı emrettik" (Enbiya, 73) ve, "Muhakkak ben seni
insanlara imâm (önder) kılıyorum" (Bakara, 124) buyurulmuştur. Bu ise emir
ile olur.
e)
Öğretmek manasına... "Falancayı kâtib ve
şâir kıldım" demek, "Bu işleri ona öğrettim" demektir.
f) Açıklamak
ve göstermek manasına,.. Birşeyin bâtıl olduğunu gösteren deliller getirdiğin
zaman, "Falancanın sözünü geçersiz kıldım" dersin.
Bütün bunlar sabit
olunca biz deriz ki ayette geçen, fiilinden maksadın, "Hz. İbrahim ile
İsmail'i müslüman olmakla niteleyip, onların müslü-man olduğuna hükmetmek"
manası olması niçin caiz olmasın? Nitekim bununla birisi başkasını vasıfladığı
zaman, "Falanca beni hırsız kıldı," veya "Falanca beni faziletli
ve edib kişi kıldı" yani "böyle kabul etti" denilir. Biz, den
maksadın "yaratma" manası olduğunu kabul etsek bile, "Onları
İslam'a götüren ilâhi lütufları yaratmak ve onları müslüman olmaya muvaffak
kılmak" manasında olması niçin caiz olmasın? Buna göre "Allah'ın bu
işlere muvaffak kıldığı ve böylece de bu işleri yapan kimseyi, Allah kendisine
teslim olmuş kimse kılmış olur. Meselâ çocuğunu edib oluncaya kadar terbiye
eden kimse çocuğuna, "Ben seni edib kıldım" diyebilir. Böyle yapmamış
olan kimse için ise, "O,çocuğunu hırsız ve hilekâr kıldı, yaptı"
denilir. Biz ayetin zahirinin Allah'ın müslüman olma sıfatını yaratmış
olduğunu ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu aklî delillerin hilâfınadır. Bu
sebeble böyle hükmetmemek gerekir. Biz bunun aklî delillerin hilâfına olduğunu
söyledik. Çünkü kulun fiili Allah Teâlâ'nın mahlûku olsaydı, kul bu fiili
sebebiyle ne bir övgüye, ne zemme, ne sevaba ne de ikâba müstahak olmazdı. Bu
durumda kulun değil de Allah'ın müslüman ve itaatkâr olması gerekirdi"
denilirse şöyle cevap veririz:
Onun, "Ayetin
zahirine göre mânâ verilmez" sözüne karşılık biz deriz ki: Biz bunu kabul
etmiyoruz. Çünkü:
a) İslâm,
kalbde bulunan bir araz olup iki zamanda devam etmez. Buna göre onların,
"Biz ikimizi, sana teslim olanlardan (müslümanlardan) kıl" sözü,
"Bu arazı, gelecek zamanda bizde devamlı olarak yarat" demektir.
İslam'ın gelecek zamanda yaratılmasını elde etmeyi istemek, şu anda onun mevcut
olmasına ters değildir.
b) Bundan
maksad, müslümanlık sıfatının artmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, 'İmânlarına
imân katmaları için..," (Fetih, 4); ve: "O hidayete erenlerin
hidayetini artırır" (Muhammed, 17) buyurmuştur. İbrahim (a.s) de
"Fakat kalbimin mutmain olması için..." (Bakara, 260}. demiştir. Buna
göre sanki Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s), yakînlerinin ve tasdiklerinin
artması için Allah'a böyle dua etmişlerdir, Birşeyin artmasını taleb etmek, o
anda aslının mevcud olmasına ters değildir.
c) İslam
sözü mutlak olarak zikredildiğinde, imân ve îtikadı ifâde eder, ama lam harf-i
cerri ile meselâ, 1ÜJJ&J* (Senin için iki müslüman)şeklinde kullanıldığı
zaman, "O'na teslim olmak, inkiyâd etmek, takdir ettiği herşeye razı olmak
ve O'nun hükümleri ve takdiri hususunda çekişmeyi bırakmak" manasına
gelir. Buna göre yemin olsun ki o iki peygamber Allah'a işte bu manada teslim
olup inkıyad etmiş ve Allah'ı tanımışlardı. Fakat insan oldukları için
kalblerinde bir tür çekişme (mücadele) katmıştı. Bundan dolayı Allah'ın
kazasına rızâ makamı kâmil bir şekilde meydana gelsin diye, Allah'ın bu
çekişmeyi kalblerinden tamamen silip yok etmesini istemişlerdir.
Böylece bütün bu
izahlar ile ayetin zahirî manasının terkedilmeyeceği ortaya çıkmıştır. O
muarızın "kılma" fiili, "Birşeye hükmetmek veya birşeyle
hükmetmek" manasına da hamledilir" görüşüne gelince, biz deriz ki:
"Bu bazı bakımlardan kabule şayan değildir:
a) Mevsuf
için bir sıfat meydana geldiği zaman, sıfatta herhangi bir fayda yoktur. Dua
ile taleb edilen sırf bu sıfatın kendisi olmayınca, bunu sıfatı elde etme
manasına hamletmek gerekir. "Allah Teâlâ'nın bu şekilde onu vasfet-mesi
bir övgü ve medihtir" denilemez. Halbuki o aslında istenen birşeydir."
Biz yine deriz ki: "Evet, birşeyin bizzat kendisini elde etme hususundaki
istek., o şevje tavsif ediliç övjece hükmedilmedi elde etme hususundaki istekten
daha çoktur. Binaenaleyh onu birinci mânâya hamletmek daha uygundur.
b) Hz.
İbrahim ile İsmail (a.s);de İslâmiyet bulunduğu zaman, onlar
"müslüman" diye adlandırılmaya müstehaktırlar. Halbuki Allah
Teâlâ'nın yalan söylediği düşünülemez. Binaenaleyh bu vasfın onlarda zaten
bulunması gerekir. Öyle ise bu vasfı dua ile yeniden taleb etmede ne fayda var?
c) Eğer
bundan maksad sadece isimlendirilme olsaydı, o zaman İbrahim (a.s)'e
"müslüman" diyen herkes için "Onu müstüman kıldı" denilmesi
caiz olurdu.
Hasmın, "Bu
kılma, lütuf fiillerini yaratma manasına hamledilir" şeklindeki görüşüne
gelince, biz deriz ki: "Bu da bazı bakımlardan kabul edilemez:
1) "Kılma", jif lâfzı "İslânV'a izafe edilmiştir.
Binaenaleyh onu "İs-lâm"dan başka bir şeye çevirmek ayetin zahirini
terketmek olur.
2) Bu ilâhî
lütufları Mu'tezile'ye göre, Allah yapmış, O İcâd etmiş ve onları varlık âlemine
O çıkarmıştır. Bu sebeble onları istemek de tahsîl-i hâsıl (zaten mevcud olanı
tekrar elde etmeyi) istemek olur ki bu da caiz değildir.
3) Bu
lütufların, meydana gelme tarafını, gelmeme tarafına tercih eden bir tesirleri
ya vardır veya yoktur. Eğer bu tercihte lütufların bir tesiri yoksa buna lütuf
denmez. Eğer bu lütufların, fiilin meydana gelme tarafını tercihte bir tesiri
varsa, biz deriz ki: Tercih meydana geldiği zaman, o fiilin meydana gelmesi
vacib olur. Bu böyledir. Çünkü tercihin bu kadarıyla meydana gelmenin yanında
fiil, ya vâcib olur, veya imkânsız olur veya ne vacib ne de imkânsız olur.
Eğer fiilin meydana gelmesi vâcib ise, bu elde edilmek istenen neticedir. Eğer
imkânsız olur ise, lütuflar müreccih (müessir) değil, manî olmuş olur. Eğer ne
vacib ne de imkânsız değilse, bu durumda fiilin o müreccih ile beraber meydana
gelmesi bazan mümkin, bazan imkânsız olur. Meydana geldiği vakti, meydana gelme
vakti olarak ona has kılmak, ya o vaktin, kendisinden ötürü, meydana gelme ile
terneyyüz ettiği bir hususiyet onda vardır veya böyle değildir. Eğer birincisi
söz konusu ise, bu müreccih bu hususiyetle birlikte lütufların tamamı olur
veya tercihte bu lütufların asla bir tesiri olmaz. Biz onun böyle olduğunu
farzedersek, bu,akla ters düşer. Eğer ikincisi söz konusu ise, bu durumda
mümkinin,eşit olan iki tarafından birinin bir müreccih olmaksızın diğerine
tercihi gerekir ki bu imkânsızdır. Böylece böyle bir lütfün bulunduğuna
hükmetmenin makul olmadığı sabit olur."
Hasmımızın, "Akli
deliller, kulun fiilini Allah'ın yaratmasının imkânsız olduğunu gösteriyor. Bu
ise medhi ve zemmi ayırır" şeklindeki görüşü hususunda biz deriz ki: Bu,
yukarıda izahı defalarca ve çeşitli vesilelerle geçtiği gibi, ilmi ve
sebeblerir.i isteme meselesiyle tezad teşkil eder.
Bil ki bu ayetle
ilgili en meşhur sual şudur: O iki peygamber müslüman oldukları halde, niçin
Allah'ın kendilerini müslüman kılmasını istemişlerdir? Biz bu suali de
yukardaki meseleye kattık ve ona yeterli, sadra şifâ veren cevaplar verdik.
Bundan dolayı Allah'a hamdolsun. Onların Allah'a teslim olup boyun eğdiklerine
aklî bakımdan delâlet eden şey ancak Allah'dan olur. Müslüman olmaya elverişli
olduğundan bahsettiğimiz kudret, müslüman olmamaya da elverişli midir yoksa
değil midir? Eğer o kudret İslam'ı bırakmaya elverişli değilse, o kudret
İslam'ın mutlaka meydana gelmesini gerektirir. Böylece de o iki peygamberde,
müslüman olmalarını gerektiren kudret yaratılmış demektir. Eğer bu kudret
İslam'ı bırakmaya, yani müslüman olmamaya elverişli olur İse bu bâtıldır. Bunun
mümkün olduğunu kabul edersek, mak-sad hâsıl olur. Onun bâtıl olmasına gelince,
bu böyledir. Çünkü terk, bir şeyin asıl yokluğu hali üzere bırakılmasından
ibarettir. Yokluk, sırf yokluktur. Bu nedenle kudretin o yoklukta müessir
olması imkânsızdır. Bir de o devamlı yoktur. Yokluğu devamlı olan şey ise
kudrete konu olamaz. Böylece bu izahla, devamlı yok olan şeye kudretin tesir
etmeyeceği sabit olmuş olur. Binaenaleyh kudret ancak mevcud olan şeyler için
söz konusudur. O halde kudret sadece vücud bulabilecek şeylere elverişlidir.
Kudretin hem varlığa hem de yokluğa elverişli olduğunu kabul etmemiz durumunda
maksad hasıl olur. Bir de elverişli bir kudret varlığa ancak bir müreccihten
ötürü tahsis edilir. Teselsüle imkân vermemek için, müreccihler zincirinin
Allah'ın fiilinde son bulması gerekir. Allah tarafından bir tercih söz konusu
olduğu zaman, fiilin mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu sebeble Hz, İbrahim
(a.s)'in: "Babblmiz, biz ikimizi sana müsiüman (testim) olanlardan
kıl" sözünün, aklî delillere göre de doğru ve yerinde bir dua olduğu
ortaya çıkmaktadır.
[184]
Hz. İbrahim (a.s)'in:
"Rabblmiz, biz ikimizi, sana müslüman (teslim) olanlardan kıl" sözü
hasr ifâde eder. Yani "Biz
başkasına değil sadece sana teslim olanlardan olalım" demektir. Bir kulun
tam saadetinin, Allah'ın hükümlerine, kazasına ve kaderine (takdirine) teslim
olup, O'nun dışında hiçbir varlığa gönlünün kaymamasına bağlı olduğunu
gösterir. Hz. İbrahim'in bir başka yerdeki sözünden kastedilen de budur.
Nitekim Hz. İbrahim, "Onlar bana
düşmandırlar; âlemlerin Rabbi değil!.." (Şuara, 77)demiştir.
Sonra burada iki görüş
vardır:
1) "Ey
Rabbimiz, bizi sana teslim olmuş kimseler kıl"; yani, "Seni bir bilen
ve sana ihlâsta bağlananlardan kıl; biz ancak sana ibadet ederiz"
demektir.
2)
"İslam şeriatının tamamını yerine getirenlerden kıl." Daha kapsamlı
olduğu için, makbul olan görüş budur.
[185]
Kulun dua ederken,
Allah'a ancak, diye dua etmesi hususuna gelince, bunun izahı, inşaallah,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rabbiniz şöyle
dedi: "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Gafir, 60) ayetinin
tefsirinde, duânrn şartlarının anlatılmasında gelecektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Zihniyetimizden de sana boyun eğmiş bir ümmet) kavline gelince, bunun
manası, "Bizim evlâdımızdan., kıl" demektir. Ayetteki, teb'îz
(kısmîlik) içindir. Hz. İbrahim, ifâdesinde zürriyetinin bir kısmını söyledi.
Çünkü Cenâb-ı Hak, ifadesiyle, İbrahim ve İsmail'in zürriyetinin içerisinde
zalimler olacağını bildirmiştir. Bazı âlimler de, "Hz. İbrahim bununla
Arapları kastetmiştir, çünkü onlar da bu ikisinin zürriyetindendir"
demiştir.
"Ümmet"
sözüne gelince, Hz. İbrahim'in, "Onların içinde, onlardan bir peygamber
gönder" (Bakara, 129) ayetinin delaletiyle, bunun "ümmet-i
Muhammed" olduğu söylenmiştir. Burada birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru:
Allah'u Teâlâ'nın, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" (Bakara. 124)
buyruğu, onun zürriyetinin içinde zalim olanlar bulunduğuna delâlet ettiği
gibi, zalim olmayanların da bulunduğuna delâlet eder. Böylece onun zürriyetinin
bir kısmının müslüman bir cemaat olduğu bu ayetle bilinmiş oldu. Binaenaleyh,
böyle bir ümmetin teşekkülünü ikinci kez duâ ile istemenin faydası nedir?
Cevap: Bu
delâlet katî değildir. Ama, "Şefkatli kimse, sû-i zanna çok
düşkündür." (Yani Hz. İbrahim, şefkatinden dolayı, ne olur ne olmaz diye
duâ etmiştir).
İkinci Soru:
Hz. İbrahim, niçin kendisiyle Hz. İsmail'in neslini duaya tahsis etmiştir'? Bu
hususunda bir cimrilik olmaz mı?
Cevap: Zürriyet,
şefkate ve faydalarının düşünülmesine daha lâyıktır. Ni-tekim Cenâb-t Hak,
"Kendinizi ve ehlinizi öyle bir ateşten koruyunuz id..." (Tahrim, 6)
buyurmuştur. Bir de peygamberlerin çocukları iyi halli kimseler oldu mu,
diğerleri de onlar vasıtasıyla iyi halli ve sâlih olur; hayırlar konusunda
onlara uyarlar. Görmüyor musun, önce geçen âlim ve büyük kimseler, istikamet
üzere (doğru) oldukları zaman, arkalarında olan kimselerin de müstakim olmaları
için nasıl canla başla çalışmışlardır?
Üçüncü Soru:
Cahiliye Devri Arapları Hep Müşrik İdi. Öyleyse Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in
Duası Kabul Edilmemiş miydi?
Görünen şudur ki,
Allahu Teâlâ, şayet bu duayı reddetmiş olsaydı, O bu reddini açıkça belirtirdi.
Allahu Teâlâ, reddini açıkça belirtmeyince, O'nun bu duaya icabet etmiş
olduğunu anlamış olduk. Bu durumda da bir müşkil ortaya çıkar, çünkü Hz.
Muhammed (s.a.s)'in ecdâdt zamanında Araplardan hiçbirisi müslüman değildi.
Hz. İbrahim ve İsmail'in zürriyeti sadece Araplardır.
Cevap: Kaffâl şöyle
demiştir: "O ikisinin zürriyeti içinde, bir olan Allah'a ibadet edip O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler, devamlı olarak buluna-gelmiştir.
Peygamberler de Hz. İbrahim'in soyundandırJCahiliyye çağında Zeyd ibn Amr İbn
Nüfeyİ, Kus İbn Sâ'ide -bunun, Hz. Peygamberin dedesi olan Ab-dul Muttalib İbn
Hâşim- ofduğu da söylenir ve Âmir İbn ez-Zureb gibi İslâm dini üzere olup da,
Allah'ın yoktan yaratmasını, öldükten sonra tekrar yaratacağını, sevâb ve ceza
vereceğini kabul edip, Allah'ı birleyenler; leşleri yemeyen ve putlara
tapmayan kimseler bulunmaktaydı.
[186]
Allah'u Teâlâ'nın,
"Ve bize, ibadet yerlerimizi göster" kavline gelince, bu hususta
birkaç mesele vardır:
[187]
Allah'ın, (Bize
göster) ifâdesi hakkında iki görüş vardır:
1) Bunun
mânası, "Bize, haccımızın hükümlerini öğret" demektir, "çünkü,
haccedelim ve insanları orayı haccetmeye davet edelim diye, bize Beyt'i
yapmamızı emrettin. O halde, bize haccın kanunlarını ve orada yapmamız gereken
fiil ve kavilleri bize öğret!" Bu, ilmen görmek manasında bir mecazdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Görmedin mi, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?"
(Furkan, 45) ve:
"Görmedin mi,
Rabbtn, Fil ashabına ne yaptı?" (Fil, 1) buyurmuştur.
2) "Onu
bizzat gözlerimiz önüne koy." Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Hz.
Cebrail, Hz. İbrahim (a.s)'e haccın bütün kurallarını gösterip, Arafat'a vardığında
Cebrail, "-Ey İbrahim, sana gösterdiğim kuralları öğrendin mi?" diye
sordu. Hz. İbrahim de, " Evet!" dedi. Böylece oraya, bundan ötürü
"Arafat" adı verildi- Kurban bayramının ilk günü olunca, Hz. İbrahim
Kabe'yi ziyaret etmek istedi. Bu sırada önüne iblis çıkıp, yolunu kesti, Bunun
üzerine Hz. Cebrail Hz. İbrahim'e, şeytana yedi taş atmasını emretti. O da
yaptı, bunun üzerine şeytan oradan gitti. Sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü gün
tekrar göründü.
Hz. Cebrail Hz.
İbrahim'e aynı şekilde şeytanı taşlamasını söyledi...
Burada üçüncü bir
görüş daha vardır ki, bu da, ifâdesinden, hem görmenin hem de bilmenin (ilmin)
beraberce kastedilmiş olmasıdır. Bu, Kâdî'nin görüşüdür. Çünkü hacca dair
şeylerin bir kısmı bilinir, fakat görülmez, bir kısmı ise, sadece görülür.. Bu
sebeple lâfzı, bu iki durumun her ikisine birden hamletmek gerekir. Bu görüş
zayıftır. Çünkü bu lâfzı aynı anda hem hakiki hem de mecazî manaya hamletmeyi
gerektirir, ama caizdir.
Böylece, geriye
muteber görüş olarak ilk iki götüş kalır. İkinci görüşü savunanlar şöyle
demişlerdir: Haccın menâsiki iki vakfe yapılan yerler, haccın kaidelerinin ifâ
edilmiş olduğu Mina, Arafat, Müzdelife ve benzerî yerlerdir.
Birinci görüşte
olanlar ise şöyle demişlerdir: Haccın menâsiki, hacca ait olan tavaf, sa'y ve
vakfeler gibi işlerdir..[188]
kulluk demektir.
İbadet eden kimseye, bu kelimeden gelmek üzere, denilir. Sonra, boğazlanacak
erkek kurban, dişi kurban, hacca ait
işler ise, diye adlandırılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s):
Hacca ait işlerinizi,
ibadet kurallarınızı benden alm. Şu yılımdan sonra, belki de ben,arhk sizinle
karşılaşmam!"[189]
buyurmuştur.
Hacca ait kuralların
ifâ edildiği yerler de "menâsik" diye adlandırılır. Sin -arfinin
fethasıyla, iş; sin harfinin kesresiyle, meselâ, ve, kelimeleri gibi- bu
fiillerin yapıldığı yer anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Biz her ümmete, yerine getirmeleri gerekli bir ibadet yolu
gösterdik" (Hac 67) buyurmuştur. Ayetteki ilgili kelime, sin'in hem
fethası hem de kesresıyle okunmuştur. Sözün zahiri, bunun iş, fiil manasına
geldiğine delâlet eder. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, İfâdesi bunu gösterir. Peygamber
(s.a.s), onlara hacda yapılacak fiilleri öğrenmelerini emretmiştir; yoksa Hz.
Peygamber (s.a.s), "Benden hacca ait ibadetlerinizin yapılacağı yerleri
alın" mânâsını kastetmemiştir.
Bu hususu iyice
kavrayınca biz deriz ki, "menâsik" sözünü, "haccın menâsik"
ine hamlederek onu hacdaki fiiller manasına alırsak, ayette geçen, Ujl ifâdesi,
bu amellerin tarifini göstermeyi ifâde eder. Eğer onu, haccın fiillerinin
yapıldığı yerler manasına alırsak, bu durumda, Ujl ifâdesi, yerlerin
tanıtılması için kullanılmış olur.Bazı müfessirter de, "menâsik"
sözünü, sadece kurban kesmeye hamletmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü
boğazlanan kurban, kulluğun muhtevasına girdiği için, îlU diye
adlandırılmıştır. Bu sebepten dolayı, yemek için4(esilen kurbanlara du isim verilemez.
İbadet maksadıyla kesilen şey ise, İJÜJ diye adlandırılır. Bunun hac
işlerinden bir iş olması diğer amellerin yerine geçer. Bu sebeple hepsinin bu
kelimenin muhtevasına girmesi gerekir. Eğer biz "menâsik" sözünü, bu
kelimenin aslıntn ifâde etmiş olduğu ibâdet, Allah'a yaklaşma ve O'nun razı
olduğu şeylere yapışma manasına hamleder ve bu kelimeyi, Allahu Teâlâ'nın Hz.
İbrahim (a.s) için vaz etmiş olduğu her kanunu içine alan bir kelime kabul
edersek, bu durumda Hz. İbrahim'in, USL*tfi tf*lj demesinin manası; "
Sana nastl ibadet edeceğimizi, nerede ibadet edeceğimizi ve, kölenin
efendisine hizmet etmesi gibi bizim de sana hizmet etmek üzere hangi yolu
tutacağımızı, hangi vesile ile sana yaklaşacağımızı bize öğret!" demektir.
[190]
İbn Kesir ve bazı
rivayetlerde Ebu Amr, Kur'an'ın her yerinde râ harfinin sükûnu ile olmak üzere,
şeklinde okumuşlardır. Bu ikisine Âsim ile İbn Amr, "Bizleri saptıran o iki kimseyi bize
göster" (Fussilet, 29)
ayetinde muvafakat
etmişlerdir.
Ebu Amr'den yapılan
zahir rivayetlerin bazısında ise o, bütün Kur'an'da 'işbâsız" olarak râ
harfinin kesresinin "ihtilâsıyla"[191]
okumuştur. Diğerleri ise, kesrenin işbâsıyla (tam kesreyle) okumuşlardır. Bu
kelimenin aslı, mek-sûr olan hemze ile, b'ji dır. Hemzenin kesresi râ harfine
nakledilerek, böylece hemze de hazfedilmiştir. Bu kıraat şekli, tercih
edilendir. Çünkü kurrânın çoğu böyle işba ile okumuşlardır. Bir de, kelimenin
aslından hemze düştüğü için, kelime noksanlaşmasın ve hemzeye delâlet eden
kesre yok olmasın diye râ harfinin sükûnuyla okuma, güzel olmaz.
Râ'nın sükûnuyla
okunan kıraat şekline gelince, bu hem hemzenin, hem de harekesinin hazfediimesi
ve sakin olan şeylere benzetilmesi suretiyledir. Meselâ, kelimesinin ve
kelimesinin de, şeklinde okunması gibi...
"İhtilas" a
gelince bu, hemzenin hazfedildiğine dair delâletin bırakılmasıyla beraber,
telâffuzu nafifleştirme gayesiyle yapılır.
[192]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve, tevbemizi kabul buyur"
ifâdesine gelince, bu husuota birkaç mesele vardır:
[193]
Peygamberlerin günah
işleyebileceklerini söyleyen kimseler, bu ayetle istidlal ederek, şöyle
demişlerdir: Tevbe, daha önce günahın bulunmasına bağlıdır. Şayet önceden
günah bulunmamış olsaydı, tevbe talebinde bulunmak, imkânsız olan bir şeyi
taleb etmek olurdu.
Mutezile ise şöyle
demiştir: Biz, peygamberlerin küçük günah işleyebi-eceklerini tecviz ediyoruz.
Buna göre bu tevbe küçük günahlardan dolayı yapılmış bir tevbe olur. Bir kimse
şöyle diyebilir: Küçük günahlar, bunları işleyenin sevaplarıyla affedilmiş
olur. Bunlar affedilince, onlardan dolayı tevbe etmek .de anlamsız olur. Çünkü
tevbenin tesiri, günahları yok etme hususundadır. Zaten yok olan bir şeyi yok
etmeye çalışmak imkânsızdır.
Burada peygamberler
için, küçük günahları tecviz edip etmeyenlere verirek diğer cevaplar da vardır.
Bu cevaplar birkaç yöndendir:
a) Tevbenin,
günahlardan kaçınmak hususunda aşırı dikkat göstermek maksadıyla yapılmış
olması da caizdir. Çünkü nefsini, günahlardan iyice ka-: imaya azmetmiş ve son
derece pişman olmuş vaziyette tasavvur eden kimse, günahları terketmeye daha
fazla yakın olur, böylece bu, günahları terketmeye götüren ve sevkeden bir
lütuf olmuş olur.
b) Kul, her
nekadar Rabbine itaata çalışsa bile, o sehven veya evlâyı tüketmekten dolayı
bazı kusurlar işlemiş olabilir. Binaenaleyh, işte mezkûr dua bu sebepten ötürü
olmuş olabilir.
c) Allahu
Teâlâ, Hz. İbrahim'e soyu içinde zâlim ve âsî kimselerin olacağını bildirince,
şüphesiz Hz. İbrahim de orada, o zürriyetinin bir kısmını müs-lüman bir
topluluk yaratmasını istemiş, sonra da Allah'tan bu günahkâr olanlan tevbeye
muvaffak kılmasını talep ederek, yani,"zürriyetimizden günahkâr olanların
tevbelerini kabul buyur" demiştir. Çocuğu bir suç işlediğinde, ona şefkatli
olan baba, çocuğundan dolayı özür beyan ederek, "Ben bi* suç işledim,
kusur ettim, özür dilerim!" der. Onun bundan maksadı, şunu demek
istemesidir: "Çocuğum bir hata işledi, onun özrünü kabul et!".. Bu
böyledir, çünkü insanın çocuğu, bizzat insanın kendisinin yerini tutar. Bu açıklamayı te'yid eden bazı hususlar da
bulunmaktadır:
1) Allahu
Teâlâ İbrahim suresinde, O'nun şöyle dediğini nakletmiştir:
"Allah 'im, beni
ve oğullarımı, putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim, putlar İnsanlardan
pekçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana tâbi olursa, muhakkak ki o bendendir. Her
kim de bana âsi olursa, muhakkak ki sen mağfiret sahibisin, çok
merhametlisin" (ibrahim, 35-36). Manânın şöyle olması da muhtemeldir.
"Kim bana âsi olur da tevbe ederse, sen, onun tevbesini kabul etmeye ve
geçmiş günahlarını bağışlamaya muktedirsin."
2) Abdullah
İbn Mesûd'un kıraatinde, onun,
"Ve onlara,
İbadet yollarını göster ve onları tevbeye muvaffak kıl" şeklinde okuduğu
zikredilmiştir.
3) Hz.
İbrahim O'nu, "Rabbimiz, onların içinde onlardan olan bir peygamber
gönder" (Bakara, 129) sözüne atfen
söylemiştir.
4)
Müfessirler, Hak Teâlâ'nın,
"Andolsun ki biz
sizi yarattık ve sonra sizlere suret verdik" (avıı. m ayetini, Allah'ın
Hz. Adem'i yaratmasını, insanlar ondan geldiği için, insanları yaratması
şeklinde te'vil etmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Hz. İbrahim'in "Bize,
ibadet yollarımızı göster" demesinin, "züniyetimize göster"
şeklinde olması da uzak bir ihtimal değildir.
[194]
Alimlerimiz Hz.
İbrahim'in, ifadesiyle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal ederek
şöyle de- mislerdir: Hz. İbrahim (a.s)
Allah'tan, tevbesini kabul etmesini istemiştir. Şayet tevbe etmek kulun
yaratmasıyla olsaydı, onu Allah'dan istemek hem imkânsız, hem de cehalet
olurdu. Mutezile ise şöyle demiştir: Bu, Allah'ın bizden tevbe etmemizi isteyerek,
"İ'man edenler, tevbe-i Nasûh ile Allah'a tevbe ediniz" (Tahrim, 8)
buyurmasıyla çelişir. Tevbe şayet Allah'ın fiili olsaydı, bu tevbeyi kuldan
istemesi muhal ve bir cehalet olurdu. ifâdesini, Allah'ın tevfikına, O'nun
lütuf fiillerine veya kuldan olan tevbeyi kabul etmesine hamledebitmemiz mümkün
olunca da âlimlerimiz, "tercih bizimle beraberdir; çünkü, aklî delil de,
bazı bakımlardan bizim bu görüşümüzü te'yîd eder" demişlerdir. Şöyle ki:
1) Allahu
Teâlâ tevbeyi gerektiren bir sebebi yaratmadığı müddetçe, tev-benin bulunması
imkânsız olur. Bu sebeple tevbe, kuldan değil, Allah'dan olmuş olur. Bu sebep
olma delilinin izahı, defalarca geçmiştir.
2) Allâme
Gazafî(rh.a.)'nin özetlediğine göre tevbe, sıraya konulmuş olan şu üç şeyin,
ilmin, halin ve amelin toplamından ibarettir. Buna göre ilim birinci, hal
ikinci -ki ilim bunu gerektirir- amel ise üçüncüsüdür ki bu da halin neticesidir.
İlim, günahın zararının büyük olduğunu bilmektir. Bu bilgiden faydalı ofan şey
elden kaçırılıp, zararlı olanın da meydana gelmiş olması sebebiyle, kalbte bir
acı meydana gelir. Kalbteki bu acıya, nedamet, pişmanlık denilir. Sonra bu
pişmanlıktan, irâde denilen bir sıfat meydana gelir ki, bunun hal, mazî ve
istikbâl ile bir münasebeti vardır. Hal ile münasebeti, onun işlemiş .duğu
günahı bırakmasıdır. İstikbâl ile ilgisine gelince, terketmiş olduğu bu - ı
Ailah rızası için ömrünün sonuna kadar yapmamaya azmetmekle olur. Mazie
ilgisine gelince, eğer telâfi imkânı olan cinsten ise, cebr (onarma) ve kaza e
kaçırmış olduğu şeyleri telâfi etmekle olur. Buna göre ilim ilk derecededir. O,
hayırların kendisinden doğduğu kaynaktır. Ben, burada ilim ile, iman ve . akîni
kastediyorum. Çünkü iman, günahların öldürücü zehir olduğunu tasdik »sekten
ibarettir. Yakîn ise, bu tasdiki te'kid ve ondan şekki bertaraf ederek, olmasından ibarettir. Sonra bu yakîn kalbe
hükümran olduğu sürece pişmanlık ateşi yanar; böylece kalb, iman nurunun
aydınlatrr la, daha önce karanlıklar içerisinde iken üzerine güneşin ışıktan
aoğan, böylece sevgilisinin helak olmak üzere olduğunu görüp de kalbinde onun
sevgi. ateşleri tutuşan ve bu tutuşmadan dolayı'da onu kurtarmak için ileri
atılma arzusu duyan kimse gibi, kendisinin, sevgilisinden zedelenmiş olduğunu
gördüğü zaman elem ve acı duyar.
Bunun böyle olduğunu
bildiğin zaman biz deriz ki; fiilin iradeye daya ması zarurîdir. Çünkü, muarızı
bulunmayan kesin bir irade neticesinde, laka fiil meydana gelir. İradenin kalbin
duymuş olduğu acıya terettüp et' de zarurîdir. Çünkü hoşa gitmeyen bir durumu
müşahede etmesinden dola., kalbi elem duyan kimsenin, kalbinde mutlaka onu
savuşturma iradesinin me. dana gelmesi gerekir. Bu elemin, bu şeyin zarar
getirici, faydaları da götürü cü olduğunu bilmeye dayanması da zarurî bir
durumdur. Binaenaleyh, bütir bu derecelemeler zarurîdir. O halde, daha nasıl
bir tecrübe ve zorlama altır-da meydana gelmiş olur?.
Geriye, teklifin
muhtevasına giren şeyin, yalnız ilim olduğunu söyleme kalır. Ne var ki, bunda
da bir müşkilât vardır. Çünkü bu ilim, ya zarurî veya nazarî olur. Eğer ilim
zarurî ise, bu da bir imtihan ve mükellef tutmanın muhtevasına dahil olmaz.
Eğer nazarî olursa, bu da zarurî ilimlerden elde edilmiştir. O halde, ilk
nazarî ilmi meydana getiren bu zarurî ilimlerin toplamı, bL neticeyi meydana
getirmede yeterli olur veya başkası yeterli olur. Eğer bu yeterli olursa, bu
ilk elde edilen nazarî ilmin, zarurî ilimlere terettüp etmesi vacib olur. İrade
dışı olan bir şeye terettüp etmesi vacib olan şey de, irade dışı olur. Eğer o
yeterli olmazsa, mutlaka bir başka şeyin bulunması gerekir ki, bu başka şey
eğer zarurî ilimlerden olur ve bu da bulunursa, bu durumda yeterli olduğu
halde onu yetersiz kabul etmiş oluruz ki, bu imkânsız bir şeydir (hulf).
Eğer nazarî ilimlerden
olursa, ilk nazarî ilim, kendisinden önce bulunan başka bir nazarî ilme muhtaç
olur. Bu durumda, nazarî ilimlerin ilki, nazarî ilimler için bir ilk ve
başlangıç olmaz, ki bu akta aykırıdır (hulf). Sonra bu ilk hususunda söylenecek
söz, ondan önce olan "ilk" hususunda söylenecek söz gibidir. Bu
sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkânsızdır. Binaenaleyh bizim en son
olarak zikrettiğimiz hususla, Allahu Teâlâ'nın, buyruğunun zahirine
hamledilmiş olduğu ortaya çıkar. Bu,aklî delillere mutabık olan bir gerçektir.
Bu ayetle tenakuz içindeymiş gibi gözüken diğer ayetlerin tevil edilmesi daha
evlâdır.
eden ve çok merhamet
eden ancak sensin" kavline gelince, bu ayetle ilgili açıklama daha önce
geçmişti.
Hz. İbrahim'in yapmış
olduğu üçüncü dua ise, O'nun, "Rabbimiz, onların içinde onlardan bir
peygamber yolla" şeklinde söylemesidir. Bil ki, Hz. İbrahim'in niyazıyla,
"Ve zürriyetimizden de, sana teslim olmuş bir ümmet" duasında
kasdettiği kimseyi murad ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü bu daha önce
zikredilmiştir. Onun zürriyetini bu şekilde nitelemiş olması, ancak Hz.
Muhammed (s.a.s)'e yakışır. Böylece O, sözünü de önceki ifâdesine atfetmiştir.
Bu duâ, O'nun zürriyetinin iki yönden mükemmelliğini gösterir:
1) Onların
içinde, onların dinlerini ve şeriatlerini ikmâl eden ve onların İslam üzere
sebatlarını sağlayacak bir şeye davet eden bir resulün bulunması...
2)
Gönderilen bu peygamberin, bazı sebeplerden dolayı, başkalarından değil de
onlardan olmasıdır. Şöyle ki:
a) İzzet,
şeref ve dinleri hususunda, onların mertebeleri ve mevkilerinin en üstün olması
için... Çünkü hem peygamber, hem de kendilerine peygamber gönderilenler aynı
soydan oldukları zaman, peygamberin isteğine uyul-duğunda, bu onun isteğine
daha fazla şeref kazandırır.
b) Peygamber
onlardan olduğu zaman, onlar onun doğumunu, soyunu-sopunu ve menşeini tanırlar;
böylece de onun doğruluğunu ve emîn bir kimse olduğunu bilmek kolaylaşır.
c) Peygamber
onlardan olduğu zaman, o peygamber onlara, yabancılara gönderilmiş olması
hâlinde,yabancılara karşı olacağından daha şefkatli ve onların iyiliği için
daha istekli olur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki, Hz. İbrahim'in maksadı hem halde, hem de istikbalde
dini yaşatmak olduğu ve, zann-ı galibince de bunun ancak, o kavmin kendi
zürriyeti içinden çıktığı zaman daha tam ve mükemmel olacağını düşündüğü için,
böylece din konusunda elde edilebilecek en son mutluluğa nail olmak ve, kendi
zürriyeti içinde olması sebebiyle de, büyük bir sürür ve neşeye ulaşmak amacıyla,
bunu murad etmiş olması son derece güzel olmuştur. Çünkü, bu rütbeden daha
yüce olan bir izzet, bir şeref ve bir rütbe yoktur.
[195]
Burada bildirilen
peygamberin Hz. Muhammed (s.a.s) olduğuna gelince, buna bazı hususlar delâlet
etmektedir:
a)
Müfessirlerin icma'ı, bunun başta gelen
hüccetidir.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğinin rivayet edilmesidir:
"Ben İbrahim'in
duası, İsa'nın ise müjdesiyim"[196]
Resul-i Ekrem "da'vet, duâ" sözüyle bu ayeti, "müjde"
sözüyle de Saf sûresinde zikredilen,. "Benden sonra gelen ve adı Ahmed
olan bir peygamberi müjdelemek üzere..." (Saf, 6) ayetini kastetmiştir.
c) Hz.
İbrahim (a.s) Mekke ve civarında bulunan soyu için, Mekke'de bu duayı
yapmıştır. Allah Teâlâ da Mekke ve civarında olanlara sadece Hz. Muhammed
(s.a.s)'i peygamber olarak göndermiştir.
[197]
Bu meseleyle ilgili
bir soru vardır. O da şudur: Hz. İbrahim (a.s)'in namazlarda Hz. Muhammed
(s.a.s)'le birlikte,
"Allah im!
İbrahim 'e ve İbrahim 'in ehline merhamet ettiğin gibi, Muhammed'e ve
Muhammed'in de merhamet et"[198]
diye zikredilmesindeki hikmet nedir?
Alimler bu soruya şu
şekillerde cevap vermişlerdir:
1) Hz.
İbrahim (a.s), Hz. Muhammed (s.a.s) için, "Rabbimiz, onlara içlerinden,
ayetlerini okuyan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) öyle dua etti.
Ha-lilullah Hz. İbrahim için, Habîbullah Hz. Muhammed (s.a.s)'in güzelce dua
etmesi gerekince, Allah Teâlâ, onun isminin zikrini kıyamete kadar ümmet-i
Muhammed'in dilinde sürdürmek suretiyle Hz İbrahim (a.s)'in Hz. Muhammed
(s.a.s) üzerinde olan hakkını îfâ etmiş oldu.
2) Hz.
İbrahim (a.s), Rabbinden, "Sonraki insanlar içinde benim için bir lisan-ı
sıdk (yâd-ı cemll, güzel nâm) kıl" (Şuara, 34), Yani "Ümmet-i Muhammed
içerisinde benim için güzel bir isim (nâm) bırak" sözü ile, bunu Rabbinden
istedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun duasını kabul etti ve, Muhammed ümmeti
içerisinde ona güzel bir nâm bırakarak, onun adını Habîbi Muhammed'in ismine
bitiştirdi.
3) İbrahim
(a.s), Cenâb-ı Hakk'ın, "Atanız İbrahim'in milletine, dinine..."
(Hacc, 78) ayetine binaen millet-i İslâm'ın babasıdır. Muhammed (s.a.s)
rahmetin
babasıdır. Abdullah b.
Mes'ud (r.a)'un kıraatinde ise, 'Su peygamber müminlere, kendi nefislerinden
daha ileridir; O onların babasıdır" (Ahzab, 6. ayetin değişik kıraati) şeklinde
geçmektedir.
Hz. Peygamber ile
ilgili olan diğer bir ayette ise,
"(O) mü'minlere çok şefkatli ve merhametlidir" (Tevbe, 128)
buyurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, yani şefkat ve merhamet hususunda,
"Ben sizin babanız gibiyim[199]
buyurmuştur. Bu ikisinden herbiri için bir bakıma babalık hakkı tahakkuk ettiği
için, Allah Teâlâ da her ikisini övgü ve duada beraber zikretmiştir.
4) İbrahim
(a.s), hacc hususundaki ahkamı ilân ediyordu: "İnsanlar içinde haca ilân
et" (Hacc, 27). Hz. Muhammed (s.a.s) ise dinin münâdisi idi: "İmana
davet eden bir münâdiyi duyduk" (Ai-imran, 193). Böylece Cenâb-ı Hak,
güzel nâm hususunda her ikisini de birleştirmiştir.
[200]
Bil ki Cenâb-ı Hak
onlara içlerinden bir peygamber göndermeyi murad ettiğinde, bu peygamberin bazı
vasıflarını zikretmiştir:
a) "O
onlara senin (Allah'ın) âyetlerini okur." Bu ayetle ilgili iki vecih
vardır:
1) Bu ayetler,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiş olan Furkân (Kur'an)'dır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s)'in onlara okuduğu sadece bu idi. Binaenaleyh "ayetlerini"
lâfzını Furkân'a hamletmek gerekir.
2) Bu
ayetlerin yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delâlet eden işaretler olması
da mümkündür. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu ayetleri onlara okumasının
manas) şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, bunları hatırlatıyor, onları
bunlara davet ediyor ve bunlara imân etmeye sevkediyordu.
b) "O
on/ara kitabı öğretir." Bundan maksad, "O, onlara kitabı okumalarını
emrediyor ve kitabın manaları ile hakikatlerini öğretiyor" demektir. Bu
böyledir, çünkü okumak, bazı sebeplerden dolayı matlûbtur.
Bu sebeblerden birisi,
Kur'an'ın lâfzının tevatür derecesine ulaşan kalabalık sayıda insanların
dillerinde devam edip gitmesidir. Böylece de tahrif ve tasniften (kelimeyi
yanlış yazma ve okumadan) korunmuş olur.
Bu sebeplerden bir
başkası da, onun lâfzının ve nazmının Hz. Muham-med'in bir mucizesi olmasıdır.
Bir diğer sebepse,
onun okunmasında bir nevi ibâdet ve taatın bulunmasıdır. Ayrıca onun
namazlarda ve şâir ibadetlerde okunmuş olması da, bir başka çeşit ibadettir.
İşte okumanın hükmü budur.
Ne var ki en büyük
hikmet ve en yüce gaye, O'ndaki delil ve hükümleri öğrenmektir. Çünkü Kur'an'da
bulunan mana, hikmet ve sırlardan dolayı Cenâb-ı Hak Kur'an'ı
"Hidayet" ve "Nûr" olarak vasıflamıştır. Allahu Teâlâ ilk
önce okumayı zikredince, bundan sonra da onun hakikat ve sırlarını öğrenmeyi,
öğretmeyi zikrederek,"Ve onlara Kitab't öğretir" buyurmuştur.
c) Hz.
Peygamberin üçüncü sıfatı O'nun "hikmeti öğretmesidir." Yani O,
hikmeti öğretiyordu. "Hikmet", söz ve amelde isabet etmek demektir.
Ancak bu iki özelliği kendisinde bulunduran kimseye "hakim" denir. Bu
kelimenin aslının, "Onu alıkoydum, menettim" manasına olan, ifâdesinden
olduğu da söylenmiştir. Buna göre "hikmet", "sanki cehalet ve
hatadan alıkoyan şey" demektir. Hikmetin bu manaya gelmesi ancak bizim
söylediğimiz gibi, söz ve fiilde isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak
ile olur. Kaffâl şöyle demiştir: "Bazı felsefeciler, hikmeti, "İnsan
gücü ntsbetinde Allah'a benzeme" diye tarif etmişlerdir."
[201]
Müfessirler bu
ayetteki "hikmet" ten ne murad edildiği hususunda ihtilâf ederek şu
görüşleri ileri sürmüşlerdir:
1) İbn Vehb,
İmam Malike, "Hikmet nedir?" diye sordum, O, "Dini bilmek, onu
anlamak ve oha uymaktır" cevabını verdi.
2) Şafiî
(r.a) ise, "Hikmet, Allah'ın Resulünün sünnetidir" demiştir. Bu aynı
zamanda Katâde'nin görüşüdür. Allah kendilerinden razı olsun, Şafiî'nin
arkadaşları şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Allah Teâlâ'nın bu ayette önce
Kur'an'ı okumayı, ikinci olarak onu öğretmeyi zikrederek, daha sonra
"hikmet" kelimesini buna atfetmesidir. Binaenaleyh hikmetten maksad,
Kur'an dışındaki birşeyin olmast gerekir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
sünnetinden başka birşey değildir.
Buna göre şayet,
"Bu hikmet kelimesini, tevhid, adalet ve nübüvvete delâlet eden aklı
delilleri öğrenme manasına hamletmek niçin caiz olmasın?" denilirse biz
deriz ki: Akıllar bu hususta müstakildir. Bu sebeple bu lâfzı, şeriattan etde
edilmeyen bir şeye hamletmek daha evlâ olur.
3) Hikmet,
hak ile bâtılın arasını ayırmak demektir. Hikmet, «jiih
ve> vezninde olup
"hüküm" manasına gelen bir masdardır. Buna göre
mana, "O, senin
onlara indirdiğin kitabını onlara öğretiyor ve senin ona öğretmiş olduğun
hüküm ve kazalarını onlara beyan ediyor" olur. Hikmetin, kalıp itibariyle
hüküm mânasına gelmesinin misali, ve, ve, ve, ve, ve, kelimeleridir.
4) Onlara
kitabı öğretmesinden maksat, muhkem olan ayetleri; "Hikmet" i
öğretmekten maksadı ise, müteşabih ayetleri öğretmeyi kastetmiş olmasıdır.
5) Onlara
kitabt öğretmesinden maksat, onlara Kitab'daki hükümleri; hik-met'İ
öğretmesinden maksat ise, onlara bu hükümlerin hikmetini ve bu hü-kümlerdeki
muhtelif faydaları öğretmiş olmasıdır. Bazı âlimler ise, bütün bunların
Kur'an'ın nitelikleri olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki o
Kitab'ı, "Ayetler, Kitab ve Hikmet" diye vasıflandırmıştır.
[202]
Peygamberin dördüncü
sıfatı, onları "tezkiye etmesi" dir. Bilmek gerekir ki, insanın
mükemmelliği şu iki hususta ortaya çıkar:
1) Onun,
bizzat Hakk'ı, Hak olduğu için tanıması;
2) Hayrı da,
onunla amel etmek için tanımasıdır.
Eğer insan, bu iki
şeyden birini ihlâl ederse, rezillik ve noksanlıklardan temizlenemez ve
bunlardan arınamaz..
Cenâb-ı Hak, fazi ve
kemâl sıfatlarını zikredince, peşinden rezillik ve eksikliklerden temizlenmeyi
zikrederek, buyurmuştur.
Bil ki, peygamberin
mükellef kimselerin (kulların) içinde tasarrufta bulunmaya gücü yoktur. Böyle
bir gücün O'nda var olduğunu kabul etsek bile, O onlarda yine tasarruf sahibi
olamaz. Aksi halde, bu temizleme işi o mükelleflerde seçmeye bağlı olarak
değil de, cebrî olarak meydana gelmiş olur. Bu durumda bu tezkiyenin iki
açıklaması bulunur:
a) Hz.
Peygamberin okuması Kitab'ı ve Hikmeti öğretmenin dışında, yapmış olduğu
şeylerdir. Böylece bu iş, onların temizlenmelerinin adeta bir sebebi olur.
Okuma, Kitap ve Hikmeti öğretmenin dışında onun yapmış olduğu işlerse, ona
va'adde bulunması, uyarması, va'zû nasihati, hatırlatmalarda bulunması ve
bunları onlara sık sık tekrarlamasıdır. Ayrıca, onlar iman edip hallerini iyi
leştir inceye kadar, dünya işleriyle ilgitenmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s),
onları iman edip sâlih amel işlemeye götüren sebebierin kuvvetlenmesi için, bu
cinsten, yani dünyevî işlerle ilgili pekçok şey yapmıştır. İşte bundan ötürü
Cenâb-ı Hak O'nu, "En büyük bir ahlâk üzerine olmakla, ve O'na en güzel
ahlâkın verilmiş olduğunu belirtmekle" methetmiştir.
b) Hz.
Peygamberin onları tezkiye etmesinin manası, tezkiyecinin şahid-leri temize
çıkarması gibi, kıyamet gününde her nefse yaptığı hususlarda şehâdette
bulunduğu zaman, onların temiz olduklarına şehâdet etmesidir. Birinci şıktaki
izah, daha güzeldir. Çünkü bu, O'nun duasından maksadının bu olmasına daha
yakın görünmektedir. Çünkü O'nun duadan maksadı, zürriyetinin cenneti elde
ederek kemâle ermesidir. Bu da ancak Kitab'ı ve Hikmeti öğretmekle, daha sonra
da amel hususunda son derece teşvik edip, ameli ihlâl etmekten sakındırmayla
olur ki, işte tezkiye budur. Bu ayet hakkında kısaca özet olarak söylenecek söz
budur.
Müfessirler, ifâdesi
hakkında, bazı açıklamalarda da bulunmuşlardır:
1) Hasan el-Basrî,
"Peygamberin onları temizlemesi,onları şirkten temizlemesi demektir"
demiştir. Böylece ayet, İsmail'in zürriyeti içinde kendilerinde hikmet ve
Kitab bulunmayan cahil kimselerin olacağına; şirkin onları iyice kirleteceğine
ve Allah'u Teâlâ'nın onların İçinde onlardan olan, onları temizleyen ve
cehaletlerinden sonra kendilerini yeryüzünün hükemâsı kılacak bir peygamberi
göndereceğine delâlet eder.
2) Tezkiye,
Allah için itaatta bulunmak ve O'nun için amel etmek demektir. Bu görüş İbn
Abbas'tan rivayet edilmiştir.
3) Hz.
Peygamber onları şirkten ve diğer piştiklerden temizliyor demektir.
Tıpkı,"Güzel şeyleri onlar için helâl; kötü, pis şeyleri de onlara haram
kılar..." (Arâf, 157) buyurması gibi.
[203]
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s) bu dualarını yapınca, bunu -Altahu Teâlâ'yı övgüyle-bitirerek,
"Sensin ancak azîz've hakim olan" buyurdu.
"Aziz",
kendisine galip gelinemeyen, "kadir" kimse demektir.
"Hakim" ise,
hiçbir şeyin câhili olmayan, her şeyi bilen âlim demektir. Allahu Teâlâ Alîm,
Kaclîr olunca,O'nun yapmış olduğu bütün şeyler doğru; abes ve anlamsız olmaktan
ise uzak olur. Allah böyle olmasaydı, O'nun duaları kabul etmesi, peygamberler
göndermesi ve Kitap indirmesi doğru olmazdı.
"Azîz",
Allahu Teâlâ'nın eşyaya iktidarı ve O'nun ezilip ve zillete düşürülmesinin
imkânsızlığı kastedildiğinde, zatî sıfatlardan olur. Çünkü Cenâb-ı Hak,
ihtiyaçlardan münezzeh olduğu vakit, muhtaç olmak zilleti O'na gelemez. O'nun
muradına mani olmak mümkün olmadığı için, böylece O (köşeye) sıkıştırılamaz
da.. Binaenaleyh O, seksiz ve şüphesiz Azizdir.
Allah'ın
"Hakîm" olmasına gelince, bununla "Alîm" olduğu manası
murad edilirse, bu da zatî sıfatlardan olur. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın azizliğiyle,
O'nun izzet ve azametinin kemâli, başkasının O'na hükümran olamayışı;
hikmetiyle de O'nun hikmetli fiilleri kastedildiği zaman azîz ve hakîm
sıfatları, zatî sıfatlarından değil, fiilî sıfatlarından olmuş olur.
[204]
Bu iki tür sıfat
arasında bazı farklar vardır:
a) Zatî
sıfatlar ezelî olduğu halde, fiil? sıfatları böyle değildir.
b) Zatî
sıfatlarının hiçbir vakit zıtlarının olabileceği düşünülemez. Fiilî sıfatlar
ise böyle değildir.
c) Fiilî
sıfatlar, tahakkukunda failden birtakım eserlerin (işlerin) meydana gelmesi
düşünülebilen nisbî şeylerdir. Zatî sıfatlar ise böyle değildir.
Nazzâm, Allah
Teâlâ'nın kabih olan (çirkin olan) şeylere kadir olmadığr-na şöyle istidlal
etmiştir: "İlah olanın zâtı gereği hakîm olması gerekir. İlah, zâtı gereği
hakîm olunca çirkin şey O'nun kudreti dahilinde olamaz. Hikmet zâtı gereği
çirkin fiillere ters olur. O halde İlah'dan kabîh fiilin sudur etmesi imkânsız
olur. İmkânsız olan şey kudret dahilinde olamaz.
Biz İlâhın hakîm
olması gerektiğini söyledik, çünkü İlâhın bu vasıfta olması vâcib olmasaydı,
O'nun bu vasfın zıddını alması caiz olurdu. Bu durumda da İlahın hikmetsiz
olması gerekirdi ki bu ittifakla imkânsızdır. Hikmetin sefeh (akılsızlık,
cahillik, hafiflik) fiiline de zıd olduğu aşikâr bir şekilde malumdur. Zıddını
gerektiren şeyin de zıd olduğu apaçık bilinir. Binaenaleyh ulûhiyyetin sefeh
fiiliyle beraber olması imkânsızdır. İmkânsızın kudret dahilinde olmamasına
gelince, bu da açıktır. İşte bu sebebte İlahın kabîh olan işe kadir olamayacağı
sabit olur."
Nazzam'ın bu görüşüne
şu şekilde cevap veririz: "Bizim itikadımıza göre, Allah'ın hiçbir fiili
sefeh (hikmetsiz, boş,abes) değildir. Böylece, bu görüş zail olur." Allah
en iyisini bilendir.
[205]
"Kendini
bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki biz onu
dünyada beğenip seçmişiz. O şüphe yok ki ahirette de nâlihierdendir." (Bakara, 130).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. İbrahim (a.s)'in durumunu, Beytullah'ı yapmak, Allah'ın kullarına orayı
ziyaret etmelerini emretmek gibi Allah'ın Hz. İbrahim'i denediği yüce
şeriatından onun eliyle icra ettiği şeyleri, kulların maslahatlarına ve onlar
için hayır duada bulunmaya olan düşkünlüğü gibi Allah'ın ona verdiği huyu ve
şu geçen ayette bulunan diğer şeyleri zikrettikten sonra, insanların hayrette
kalmaları gerektiğine işaret ederek, "İbrahim'in dininden ve getirmiş
olduğa şeriata iman etmekten kim yüz çevirir?" buyurmuştur. Böylece bu
ifâdede yahudî, hristiyan ve müşrik Araplar azarlanrmştır. Çünkü yahudi-ler,
Hz. İbrahim (a.s) ile övünüyor ve Yakub (İsrail) (a.s)'un soyundan oldukları
için, kendileri ile Hz. İbrahim (a.s) arasında bulunan alâkaya tutunuyorlardı.
Hristiyanlar da, Hz. İsâ (a.s), annesi tarafından Yakub (a.s)'a dayandığı hâlde,
Hz. İsâ ile iftihar etmemiş, (İbrahim (a.s) ile iftihar etmişler) dir. Kureyş
müşrikleri ise, câhiliyye döneminde her türlü hayra, Hz.İbrahim (a.s)'in inşâ
etmiş olduğu Kabe sayesinde nail olmuşlardır. Bu sebepten dolayı bunların hepsi
bu şekilde Allah'ın kitabına davet olunmuşlardır. Kureyş kabilesi dışında
kalan Adnanî Arapların soyu da Hz. İsmail (a.s)'e dayanır. Bunlar da Hz.
İsmail'in peygamberliği ile Kahtanî Araplarına karşı övünürlerdi. İncelendiğinde
hepsinin, Hz. İbrahim ile övündükleri ortaya çıkar.
Ahir zamanda Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesini Allah'dan isteyen ve bu
maksadının meydana gelmesi için Allah'a yalvarıp yakaran zâtın Hz. İbrahim
(a.s) olduğu sabit olunca, en büyük iftiharları ve faziletleri Hz. İbrahim'in
soyundan gelmek olduğunu söyleyenlere şaşmak gerek. Onlar böyle söyledikleri
halde, Hz. İbrahim'in duası ve Allah'a yalvarıp yakarmadaki maksadı olan o
peygambere iman etmiyorlar. Şüphe yok ki bu husus gerçekten şaşılacak
şeylerdendir.
Allah Teâlâ'nın,
"Kendini bilmeyen kimseden başka, kim İbrahim'in dininden yüz
çevirir?" buyruğuna gelince, bunda birkaç mesele vardır.
[206]
Birşeyden
hoşlanmadığın zaman, birşeyi arzu ettiğin zaman ise, dersin. Ayetteki
birinci, istifham-ı inkârîdir, ikincisi
ise, manasına ism-i mevsuldür. Keşşaf sahibi, ifâdesinin, fiilinin mukadder
faili olan zamirden bedel olarak, mahallen merfu olduğunu söylemiştir. ifâdesi,
tıpkı, "Sana Zeyd'den başka hiç kimse geldi mi (gelmedi)" ifâdesinde
olduğu gibi, olumsuz oluduğu için, bedel
olabilmiştir.
[207]
Birisi şöyle
diyebilir: Burada bir soru vardır. O da, "Hz. İbrahim'in milleti"
sözünden murad, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği dindir. Çünkü bu ifâdeden
maksad, insanları bu dini kabul hususunda
teşviktir. Binaenaleyh
ya "Bu din (millet) usûl ve furû bakımından Hz. İbrahim'in milletinin
(dininin) aynısıdır" denilir, veyahut da "Bu millet (din), usûl yani
tevhid, nübüvvet ve güzel ahlâka riayet etme bakımından Hz. İbrahim'in
milletinin (dininin) aynısıdır; fakat bu ikisi, şeriatın fu-rû'unda
(ahkarnında) ve amellerin yapılış keyfiyeti bakımından farklıdırlar"
denilir?
Birincisi bâtıldır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) kendi şeriatının, bütün geçmiş şeriatları
neshettiğini söylemiştir. O halde nasıl "Bu şeriat, Hz. İbrahim'in
şeriatının aynısıdır" denilebilir?
İkincisi de matlubu
tam ifâde etmez. Çünkü usûlü tasdik etmek, yani tevhidi, adaleti, iyi ahlâkı ve
ahiret inancını tasdik, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini kabul etme
manasına gelmez. O halde nasıl bu neticeyi ifâde etmek için, bu söze
tutunulabilir?
Diğer bir soru da
şudur: Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. İbrahim (a.s)'in seri-atinin mensuh olduğunu
söyleyince, "millet" lâfzı da bir dinin usul (inanç) ve furû'u
(ahkâmı) manasına gelince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de onun dininden yüz
çevirmiş olması gerekir. Böylece kâfirlere gereken şey ona da gerekir?
Cevab:
Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in kendisine yalvarıp yakardığını, kendisinden
Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderip, O'na yardım etmesini, ve
güçlendirmesini ve O'nun şeriatını yeryüzüne yaymasını istediğini anlatınca,
bütün bu manaları, " İbrahim'in milleti" diyerek ifâde etmiştir. Yahudi,
hristiyan ve müşrik Araplar Hz. İbrahim (a.s)'in doğru söylediğini kabul
edince, Hz. İbrahim'in arzusu olan şu şahsın peygamberliğini kabul etmeleri
gerekir.
Soru soran şöyle der:
Yahudi ve hristiyanlar, Hz. İbrahim (a.s)'în Allah'tan bu peygamberi istemiş
olduğunu kabul etmezler. Ancak, Hz. Muhammed (s.a.s), kendisinin nübüvvetini tasdik
etmelerini sağlamak için, bu haberi İbrahim (a.s)'den rivayet etmiştir.
Binaenaleyh, bu rivayet fesbı'f edilmediği müddetçe O'nun nübüvveti sabit
olmaz, O'nun nübüvveti sabit olmadığı müddetçe de bu rivayet sabid olmaz.. Bu
ise, devre (devr-i fâsid'e) götürür; "devr" in ise, sözde yeri
yoktur.
Biz, yahudi ve
hristiyanların bu rivayetin doğruluğunu kabul ettiklerini kabul etsek bile,
ancak bu rivayette, Hz. İbrahim'in Allah'tan kendi ve İsmail'in zürriyetinden
bi* peygamber göndermesini talep ettiği zikredilmektedir. O halde nasıl, Hz.
İbrafVm'in talep ettiği peygamberin bu şahıs olduğuna kesin olarak
hükmedilebilir? Belki de, bundan sonra bir başka şahıs gelebilecektir. Hz. İbrahim'in
duasına icabet etmek, Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed (s.a.s) arasındaki zaman
olarak ikibin yıl gecikince, Hz. İbrahim'in duâsıyla talep olunan şu muayyen
şahsın dtşında bir başka şahsın gelmesi için üç bin yıl kadar gecikmesi niye
caiz olmasın?
Birinci soruya şöyle
cevap veririz: Belki de Tevrat ve İncil bu rivayetin doğruluğuna şehâdet
ederler. Eğer böyle olmasaydı, yahudi ve hristiyanlar peygamberlik davasında
Hz. Peygamber'i yalanlamaya koşan insanların en şiddetlileri olurlardı.
İkincisine de şöyle
cevap veririz. Hz, Peygamber'in nübüvvetini isbat hususunda dayanılan şey,
onun elinde tezahür eden mucizelerin varlığıdır. Ki bunlar da Kur'an-ı Kerim
ile benzerini Peygamberden başka kimsenin bilemeyeceği, gaybî haber ve
olaylardan haber vermesidir. Sonra bu hüccet, maksad ve gayeyi pekiştiren bir
hüccettir. Atlahu Teâlâ, en iyisini bilendir.
[208]
Ayette geçen, lâfzını neyin nasbettiği husuşundadır. Bu
hususta iki görüş vardır:
1) Kelime,
meful olduğu için mansubdur. Müberred,
kelimesinin, hem lâzım hem de müteaddî olduğunu söylemiştir. Bu görüşe
göre, bazı izahlar vardır:
a) Bunun
manası, "nefsini sıkıntıya soktu ve onu ezdi" olur. kelimesinin aslı,
hafifliktir. elde tutulması zor yular" ifâdesi de bu köktendir. Bunun
delili. kelimâoin hadiste şu şekilde kullanılmış olmasıdır: "Kibir, Hakk'ı
hafife alman ve insanları küçük görmendir"[209] Bu
böyledir. Çünkü bir kimse, hiç bir akıllının asla kendisinden yüz çevirmediği
birşeyden yüz çevirdiğinde, böyle yapmakla bütün akıllılara muhalefet ettiği
için, nefsini yok etme ve acze düşürme hususunda çok ileri gitmiş olur.
b) Hasan
el-Basrî, iâ*kelimesinin, ."bilmedi" manasına olduğunu söyleyerek,
ifâdesini "nefsini tanımayıp, onu zarara sokan" diye tefsir etmiştir.
Buna göre, bu ifâdenin gerçek manası şöyle olur: "Hz. İbrahim'in dininden
ancak kendini (nefsini) bilmeyen ve nefsi üzerinde tefekkür etmeyen kimse yüz
çevirir. Eğer bu kendi nefsi üzerinde düşünseydi, kendisinde Allah'ın sanatına
dâir bulduğu izlerle, Allah'ın birliğine ve hikmetine istidlal eder, böylece
de Hz. Muhammed (s.a.s)'in hak peygamber olduğuna delil bulmuş olurdu.
c) "Nefsini
helak edip, yok eden kimse" manasındadır. Bu görüş, Ebu Ubeyde'nindir.
d) "Nefsini
saptıran kimse" manasındadır.
2) Ayetteki,
kelimesi mef'ûl değildir. Alimler bu ihtimale binaen bazı izahlar yapmışlardır:
a) Bu
kelime, başındaki harf-i cer hazfedildiği için mansub kılınmıştır. Asında,
şeklindedir.
b) Bu kelime
tefsir (temyiz) olarak mansubtur. Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Bunun manası,
"Nefis cihetinden kendini bilmez..." şeklindedir. Daha sonra zamire
muzaf kılınmıştır. Ayet, "ancak sefih müstesna..." takdirinidedir.
Burada, kelimesi te'kid için getirilmiştir. Nitekin-te'kid için, "Şu işin
bizzat kendisi" denilir. Bundan maksad ise bir kişinin sefihliğinin ileri
derecede olduğunu beyan etmektir.
c) Bu kelime
fâ harfinin şeddesiyle, şeklinde de okunmuştur.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra Hz. İbrahim (a.s)'in dininden yüz çeviren kirr-selerin sefih (akılsız)
olduğuna hükmedince, bunun sebebini açıklamak üzere şöyle buyurdu: "Yemin
olsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişiz" buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın
bu sözünden maksadı şudur: "Diğer insanları değ de onu peygamberlik için
seçip, ona tevhidi, adaleti, şeriatı ve kıyamete kadar devam eden bakî bir
imâmet'e şâmil olan dini ona tanıtıp, sonra da bı seçme işinin Allah'ın
hükmüyle olduğu beyan edilince, Allah Teâlâ onu, dünya hükümdarlarından
birisinden alındığında bile alan kimse için en nihâî b yücelik ifâde eden bu
lâkabla şereflendirdi. Bir de, bu lâkabı, hükümdarlar hükümdarından ve
şeriatların meliki olan Allah'dan alan kimse nastl mesrur olur. varın düşünün!
Binaenaleyh her kalb ve akıl sahibi, Hz.İbrahim (a.s)'in dininden yüz
çevirenin sefih (akılsız) olduğunu anlasın. Cenâb-ı Hak daha sonra da, aynı
makam elde edilsin diye, aynı yola girmeye teşvik için, Hz. İbrahim'ir
mertebesinin büyük olduğunu beyân etmiştir.
Ayette takdim ve
te'hirin olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre ayetir takdiri: "Biz
andolsun k, onu dünyada da ahirette de seçtik. O salihlerdendir." Aslında
takdim ve te'-hir var sayılmaksızın söz doğru olduğu için, bunu yapmamak daha
uygundur Hasan el-Basrîde şöyle demiştir: "Hz. Ali (k.v) de, Allah'ın
ikramını ve güze mükâfaatını hakeden kimselerdendir."
[210]
"Habbi onar
'(Kendini Allah'a) teslim et" dediği zaman, o "Alemlerin Habbine
teslim oldum" demişti (Bakara, 131).
Bil ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s) ile ilgili olarak naklettiği şeyie-rin beşincisidir.
Bununla ilgili birkaç mesele vardır;[211]
il edatı, nasb
mahallindedir. Onu nasb eden âmil hususunda iki görüş vardır:
1) Bu,
cümlesiyle mansubtur. Yani "Biz onu, Rabbi ona "teslim ol"
dediği zaman seçmiştik" demektir. Allah Teâlâ sanki önce "seçmesini
zikretmiş, peşisıra da onu seçmesinin sebebini germiştir. Buna göre Hz. İbrahim
(a.s) özünü Allah'a kulluğa teslim edip, ibadetleri yerine getirerek O'na
inkiyâd edince, Hak Teâlâ, onun halinden, sonuna kadar değişmeyeceğini ve hep
bu yol üzere devam edeceğini bilmiştir. Hz. orahim (a.s) aynı zamanda bütün
günahlardan da temizlenmiştir. İşte o zaman Allah onu peygamberlik görevr için
seçmiş ve sadece ona vermiştir. Çünkü Ailah, bu risalet görevine ancak hali
başta da sonda da böyle olan, değişmeyen kimseleri seçer. Onun, Allah'a teslim
olup güzelce icabet etmesi ayetin 'âdesinden açtkca anlaşılmaktadır.
Eğer Allah'ın'
"Andolsun ki biz onu seçtik" sözü, cemî olan mütekellim sığası ile
haber vermektir, "Rabbi ona "teslim ol" dediği zaman" sözü
de ;aib sîgası ile haber vermektir. O halde bu tertibin, bir bütün olduğu nasıl
dü-
ılebilir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu daha önce birçok defa zikrettiğimiz iltifat"
üslûbudur.
2) Bu,
edatı, gizli olan bir, (Hatırla) fiili ile mansubtur. Burada sanki şöyle
d'enilmektedir: "İbrahim'in,O'nun dini gibi bir dinden yüz çevrilmeyen
sâlih ve seçkin bir kimse olduğunun bilinmesi için o vakti an."
[212]
Âlimler, Allah'ın ona
"teslim ol" dediği zaman hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu problemin
menşei şudur: : Hz. İbrahim (a.s)'e henüz muslini olmadığı (teslim olmadığı)
bir zamanda "teslim ol (müslim ol)" deniliyor. Acaba Hz. İbrahim, bir
zamanlar müslü-değil miydi de, ona "Müslüman ol" denildi. Ekserî
alimler, Hak Teâlâ'-bu sözü ona, balîğ otmadan ve peygamberliğinden önce
söylediğini, bu-Hz. İbrahim (a.s)'in yıldızlar, ay ve güneş ile istidlalde
bulunduğu, bu fıklardaki sonradan yaratılma emarelerini anladığı ve bu
varlıkların, cisim ie sonradan yaratılma hususlarında, kendilerinden tamamen
ayrı bir mü-)ire (yöneticiye) muhtaç olduklarını kavradığı zaman vâkî olduğunu
ifâde nşlerdir. Hz. İbrahim (a.s), Rabbini tanıyınca, O ona "Teslim ol
(Müslüman dedi. Hz. İbrahim de,"Alemlerin Rabbine teslim oldum" dedi.
Buna göre ı'ın bu sözü O'na onun Rabbini tanımadan önce söylemesi caiz
değildir.
Yine "Teslim
ol" sözü, onun istidlallerinden önce de söylenmiş olabilir. Buna göre bu
sözden murad, sözün bizzat kendisi değil, bilâkis sözün delâlet ettiği başka
manalardır. Şâirin şu sözünde de olduğu gibi bu Arapların bir anlatma
üslûbudur:
"Havuz doldu ve
şöyle dedi: (Su doldurmayı) yavaşça ve usulca kes. Çünkü karnım doldu."
Bundan daha açık
delâlet eden ise Allah'ın şu ayetidir:
"Yoksa biz onlara
bir delil indirdik de, Allah'a şirk koşmalarını bu delil m söylüyor? (Rum, 35).
İşte bu ayette, delilin delâlet ettiği şey, sanki bir söz gib kabul edilmiştir.
Bazı alimler ise, bu
emrin Hz. İbrahim (a.s)'e peygamberlikten sonra olduğunu ve "Teslim
ol" sözünden maksadın İslam'a girip imân etmek olmayıp başka şeyler
olduğunu söyleyerek, bu şeyleri şöyle sıralamışlardır:
a) Allah'ın
emirlerine inkiyâd etmek, onları hemen kabul edip benimsemek ve hem kalb ile
hem de dil ile yüz çevirmeyi bırakmak. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s) lerin:
"Ey Rabbimiz, biz ikimizi sana müslüman (teslim) olanlardan yap"
(Bakara, 128) sözlerinden maksadları da budur.
b) Esam'ın
söylediğine göre bunun manası şudur: "İbadetinde ihlâslı ol ibâdetine şirk
ve riya karıştırma."
c)
İslam üzere dosdoğru ol ve tevhid inancında
sebat et:
" Allah'dan başka ilah yoktur"
(Muhammed, 19)
İman kalbin sıfatıdır.
İslam ise uzuvların sıfatıdır. Hz. İbrahim.AJlah'ı daha önce kalbi ile tanımış,
Allah da onu "Teslim ol (Müslüman ol)" sözü ile, uzuvların ve
bedenin amelleri ile mükellef kılmıştır.
[213]
"İbrahim, bunu
oğullarına da vasiyet etti. Yâ'kûb da: "Ey oğullarım, Allah sizin İçin bu
dini seçti. O halde siz de ancak müsîümanlar olarak can verin " (Bakara,
132).
Biliniz ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s)'den naklettiği güzel şeylerin altıncısıdır. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[214]
Nâfî ve İbn Âmir ilk
kelimeyi elifli olarak, şeklinde okumuşlardır.
Medine ve Şam mushaflannda da böyledir. Diğer kıraat imamları ise, elifsiz ve
şeddeli olarak, şeklinde okumuşlardır. O imamların mushaflarında okudukları
şekildedir. Her iki kıraate göre de mana aynıdır. Ancak, şeklinde mübalağa ve
çokluk manası vardır.
[215]
İkinci mesele, daki
zamirin nereye râcî olduğu meselesidir. Bu hususta iki görüş vardır.
1) Zamir,onu
"bir kelime" veya "bir cümle" gibi saymak üzere, sözüne
râcîdir. Allah'ın (Zühruf,28)ayetindeki,
zamirinin, (Zuhruf, 26) sözüne
râcî olması da bunun gibidir. Ayetteki, kil sözü, zamirin müennes olmasının,
bir önceki ayetin bir "kelime" gibi sayıldığına delâlet ediyor.
2) Zamir,
Allah Teâlâ'nın ayetindeki, kelimesine râcîdir. Bu görüşü Kâdî söylemiştir. Bu
görüş iki sebebten dolayı, birincisinden daha güzeldir:
a) Zamirin
merci'i açıklanmamıştır. Bu durumda zamiri mümkün ise daha önce zikredilmiş
olan birşeye râcî kılmak, sözün medlulü ve mefhûmuna râcî kılmaktan daha
evladır.
b) "Millet"
kelimesi, "Alemlerin Rabbine testim oi-dum" sözünden daha
kapsamlıdır. Malumdur ki Hz. İbrahim zürriyetine ancak, onların felahını ve
âhiret sevabını kazanmalarını sağlayacak olan birse vasiyet ve tavsiye
etmiştir. Allah'ın Rab olduğuna şehâdet etmek ise tek başına bunu sağlamaz.
[216]
Bil ki bu kıssa, dini
kabule teşvik eden birçok incelikleri ihtiva etmektedir:
a) Cenâb-ı
Hak, sadece, "İbrahim oğullarına emretti" dememiş, aksine
"Onlara vasiyet etti.." buyurmuştur. Vasiyet, emretmekten daha güçlüdür.
Çünkü vasiyet Ölümün başa gelmesi beklendiği zaman yapılır. O esnada insan,
her zamankinden dahs fazla dinine dikkat ve itina gösterir. Hz. İbrahim
(a.s)'in, o vakitte bu işle ilgilendiği ve bu hususta çok dikkatli olduğu
bilinince, onun sözü kabule daha yakındır.
b) Hz.
İbrahim (a.s), bu vasiyeti yalnızca oğullarına yapmıştır. Bunun sebebi şudur:
Babanın evlâdlarına şefkati, başkalarına olandan daha fazladır Hz. İbrahim
(a.s) ömrünün sonunda oğullarına özellikle bunu vasiyet edince anlıyoruz ki,
onun buna olan ilgi ve ihtimamı başka şeylerden daha fazladır
c) İbrahim
(a.s) bu vasiyyetini bütün oğullarına teşmil etti ve bunu, onlardan herhangi
birisine tahsis etmedi. Bu da, O'nun bu şeye ne kadar önem verdiğini gösterir.
d) İbrahim
(a.s) bu vasiyyeti belli bir zaman ve belli bir mekânla sınırlamadı. Sonra
oğullarını, ancak müslüman olarak ölmeleri hususunda iyice uyardı. Bu da aynı
şekilde İbrahim (a.s)'in, bu şeye ne kadar fazla ehemmiyet verdiğini gösterir.
e) İbrahim
(a.s), bu vasiyyetine başka bir vasiyyeti ilâve etmedi. Bu da, O'nun bu işe ne
kadar önem verdiğine delildir. İbrahim (a.s), fazileti, güzei tavrı ve güzel
ahlâkı müşahede edilen bir zât olup, bundan sonra onun bu işe son derece
ehemmiyet verdiği anlaşılınca, o zaman bu işin, kendisine önem verilmeye ve
riâyet edilmeye lâyık en önemli bir iş olduğu da anlaşılır. İşte İbrahim
(a.s)'in ailesine ve oğullarına sırf bu vasiyyeti yapmasının sebebi budur.
Yoksa, İbrahim (a.s)'in bütün herkesi daima İslâm'a ve gerçek dine davet ettiği
malûmdur...
Cenâb-ı Allah'ın,
ayette geçen, kelimesiyle ilgili iki
görüş vardır:
1) Meşhur
olan görüşe göre bu kelime, piüjfl kelimesi üzerine ma'tuf olup, manası,
"İbrahim'in vasiyyet ettiği gibi o da vasiyyet etti" demektir.
2) kelimesi,
kelimesine atfedilerek, mansûb okunmuştur. O zaman mana şöyle olmaktadır:
"İbrahim, oğullarına ve torunu Yakûb'a vasiyyet etti..ifâdesi,
Basralılara göre, gizli bir fiilinin mef'ûlü; Kûfe-lilere göre ise, manasında olduğu için ayetteki, fiiline
mütealliktir. Ubeyy İbn Ka'b ve Abdullah İbn Mesûd'un kıraatinde, şeklinde
varid olmuştur.
Cenâb-ı Allah'ın,
"Allah, sizin İçin dini seçti" buyruğundan murad, "Allahu
Teâlâ, onun hakkında apaçık ve net deliller ikame etmek, sizi ona davet etmek
ve başka dinlerden de yasaklamak suretiyle, o dini seçmiştir" şeklindedir.
Cenâb-ı Allah'ın,
'Öyleyse sizler, ancak müs-lümanlar olarak ölün" sözünden murad, onları
İslâm'a teşvik etmektir. Bu böyledir, çünkü insan hiçbir an ölümden emin
olamayıp, ölümden önce bir şey yapmakla emredilmiş olunca, sanki her an o şey
ile emredilmiş gibidir. Çünkü o, eğer o işi hemencecik yapmazsa ölümün derhal
başına geleceğinden, böylece kurtuluşa nail olmayı elden kaçırarak helak
olacağından, neticede de kendisini bir tehlike ve aldanış içine sokacağından
korkar.
[217]
"Yoksa sizler,
Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mıydınız? Hani O, oğullarına şöyle demişti:
''Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Onlar da şöyle demişlerdi:
"Senin Tanrına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'm bir tek Tanrı olan
İlahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur." İşte onlar bir
ümmetti, geçti. Onların kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir;
ve siz onların yaptıklarından sorulmayacaksınız" (Bakara, 133-134).
Bil ki, Cenâb-ı Allah
İbrahim (a.s)'in oğullarına, dini ve İslâm'ı vasiyyet hususundaki hassasiyet ve
ihtimamını anlatınca, yahudî ve hristiyanlar aleyhine olan delili
kuvvetlendirmek ve onu çok daha iyi beyan etmek için, bunun peşisıra Yaküb
(a.s)'un da oğullarına aynı vasiyyeti yaptığını zikretti. Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[218]
Bilmek gerekir ki,
edatının mânası ya istifham harfi veya atıf harfi manasındadır. Bu harf, atıf
harflerinden, harfine benzer ve iki
şekilde gelir: Ken- dişinden önceki ifadeye bağlı olarak (muttasıla) veya ayrı
olarak (munkatı'a)... Muttasıl olarak gelişine gelince, bu senin,
"Yanında Zeyd mi vardı, yoksa Amr mı?" demen gibidir. Sen bu
ikisinden birisinin onun yanında olduğunu bilmeyip de "Bu ikisinden birisi
senin yanında mıdır?" diye sorduğun zaman, muhakkak ki onun cevabı
"evet" veya "hayır" olacaktır. Ama, bu ikisinden birisinin
onun yanında olduğunu, fakat Zeyd'in mi, Amr'ın mı olduğunu bilmediğin zaman,
bunu tayin etmek için, dersin.. "Yani, ben, bu ikisinden birisinin senin
yanında olduğunu biliyorum. Fakat şu mu, bu mu?" demektir.
Munkatı' olana
gelince, nahivciler bu harfin istifhâm-hemzesiyle beraber bulunduğunda, anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bunun
Örneği şudur: Bir kimse, "O, muhakkak ki bir devedir... yok, yok koyun
galiba!" dediğinde, sanki bu sözü söyleyenin gözü bazı nesnelere takılmış
ta, o onların deve olduğuna karar vermiş; bu zannı üzerine de onların deve
olduğunu haber vermiş... Sonra, ona bir şüphe geldiği için, bu haberinden
vazgeçmek ve, onların koyun olup olmadığını sormak istemiştir. Önceki haberinden
vazgeçmesi, harfinin ifâde ettiği manadır. Onların koyun olup olmadığını
sorması ise, istifham hemzesinin ifâde ettiği mânadır.
ifâdesi, (Bunlar
muhakkak ki devedir.. Onlar yoksa koyun mudurlar?) ifâdesinin yerini
tutmaktadırlar. sözün, sözüne bağlı olmayan müste'nef (lâfzen müstakil) bir
sözdür. Bu nasıl olmasın ki? Muttasıl olanın hilafına, burada, ifâdesinden
vazgeçilmiştir (idrâb). Senin, ifâden, "Onlardan hangisi senin
yanındadır? anlamındadır. Bu cümlede, den sonraki kısım, s: den önceki kısımdan
ayrı değildir; çünkü bunun delili şudur: Amr, Zeyd'in eşidir. Buna delil olarak
senin, onlardan tek bir isimle bahsederek, diyebilmen kâfidir. Kur'an'ı
Kerim'de, edatının bu her iki çeşidi de çok gelmektedir.
Muttasıl olanına
gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi yaratmak mı zor, yoksa semâyı yaratmak
mı? Allah onu bina etti, tavanım da yüksetti" (Nazi'at, 27-28) ayetinde
olduğu gibidir.. Yani, "Hangisinin yaratılışı daha zor?" demektir.
Munkatı' olana
gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde geldiği gibidir:
"Elİf-lâm mîm..
Kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbi
kalındandır.. Yoksa onlar, "Onu kendisi uydurdu" mü diyorlar?"
(Secde, 1-3).
Allah sanki şöyle demektedir:
"Allah en iyisini bilir.. İşin doğrusu şu ki, onlar "O, onu
uydurdu" diyorlar." Bu da, önceki sözden vazgeçilip, sonrasından
istifhamın vaki olduğuna delâlet eder. Çünkü bu ifâdede, ) sözündeki gibi bir mâna bulunmamaktadır.
Tahkik ehli olmayan
bazı müfessirler, buradaki, fı edatının istifham hemzesi gibi olduğunu
söylemişlerdir ki bu, daha önce zikretmiş olduğumuz gibi, munkatı'a olan,
edatı,' mânasını taşıdığı için, doğru değildir.
Bu mukaddimeyi iyice
anladığın zaman biz deriz ki, bu ayetteki, edatı, muttasıl mıdır, munkatı'
mıdır? Bu hususta iki görüş vardır:
1) Bunun
öncesiyle irtibatı yoktur (munkatı*). Buradaki istifham hemzesinin mânası
"inkârı" dir. Yani, "Daha doğrusu sizler, orada
bulunmuyordunuz" demektir.
kelimesi, "hazır olan, bulunan"
mânasında olmak üzere, kelimesinin çoğuludur. Buna göre ayetin mânası,
"Yakub (a.s)'a ölüm geldiğinde siz, O'nun yanında bulunanlardan
değildiniz" olur. Ayetteki hitâb, Ehl-i Kitâb'adır. Cenâb-ı Allah,
üzerinde bulundukları şeyin peygamberlerin dini olduğunu iddia etmeleri
hususunda, onlara sanki şöyle demiştir: Siz, peygamberlerin din hususundaki
vasiyyetlerine şahid olsaydınız, bunu nasıl derdiniz? Siz eğer peygamberlerin
vasiyyetlerine şahid olsaydınız, üzerinde bulunduğunuz dini terkeder, İbrahim,
Yakub ve O'ndan sonraki diğer peygamberlerin üzerinde bulunmuş oldukları dinin
ta kendisi olan Muhammed'in dinine rağbet ederdiniz.
Şayet: " İnkâr
yoluyla yapılan istifham, ancak bâtıl olan söze yöneltilir.. Halbuki bu ayette
Yakub fa.s)' dan nakledilen söz, bâtıl olmayıp hak bir sözdür. İnkâr yoluyla
istifham bu söze nasıl tevcih edilebilir?" denilirse, biz de deriz ki:
"İnkâr yoluyla getirilen istifham, onların yalnız Yakûb (a.s)'un vefatı
esnasında hazır bulundukları iddiasına mütealliktir. Cenâb-ı Allah'ın inkâr ettiği,
işte budur. Bundan sonra, Cenâb-ı Allah'ın Yakûb (a.s)'un sözü olarak
naklettiği ise, ısmıdır. Bu müstakil bir sözdür. Daha doğrusu Cenâb-ı Allah
sanki, onların bu ölüm esnasında hazır bulunmalarını inkâr edince, bundan
sonra bu vasiyyetin keyfiyetini beyan etmiştir."
2) Bu
ayetteki, muttasıldır. Bunun izahı, bundan önce düşmüş olan bir ifâde takdir
etmektir. Burada sanki şöyle denilmektedir:
Yani, "Sizin
atalarınız olan daha önceki İsrailoğulları, Hz. Yakûb, oğullarını İslâm milletine
ve tevhîde davet ettiği zaman buna şahid olmuşlardı.. Bunu siz de
biliyorsunuz.. Öyleyse size ne oluyor da, peygamberlere berî oldukları şeyleri
isnâd ediyorsunuz?.."
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinde iki mesele vardır:
[219]
Kaffâl ifâdesinde ki
birinci harfi, şâhidlerin
şahidlikleriyle ilgili vakti; ikinci harfi ise, Yakub (a.s)'a ölümün geldiği
vakti gösterir" demiştir.
[220]
Bu ayet,
peygamberlerin (a.s) evlâdlarına olan şefkat ve merhametlerinin din konusunda
olduğunu, gayretlerinin, başka şeylere değil ancak dine müteveccih olduğunu
gösterir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayetinde iki mesele bulunmaktadır:
[221]
lâfzı, akıllı olmayan
varlıklar için kullanıldığı halde, Yakûb (a.s) bunu Hak Mabûd'u ifâde için nasıl
kullanmıştır?
Buna iki yönden cevap
verilir:
a) lâfzı her
şey hakkında kullanılıan "âmm" bir lâfızdır. Buna göre, bu ifâdenin
mânası, "Hangi şeye ibadet edeceksiniz?" demek olur.
b) ifâdesi,
senin tarifini ve tasvirini öğrenmek istediğinde söylemiş olduğun, "İnsan
nedir?" sözün gibidir.
[222]
sözüyle ilgilidir.
Cenâb-t Hakk'ın, sözüne gelince, burada birtakım meseleler vardır: İki câhil
fırka, bu ayete tutunmuşlardır:
[223]
1) Mukallidler.
Onlar şöyle demişlerdir: Yakûb (a.s,)’un oğulları, taklitle yetinmişlerdir. O
da, oğullarının bu sözlerini yad ırgamam ıştır. Bu, taklidin kâfi olduğuna
yeterli bir delildir.
2) Tâ'limiyye
fırkası.. Onlar şöyle demişlerdir: Allah'ı bilmenin yolu ancak, peygamber ve
imâmın tâ'lîmijöğretmesidir. Bu ayet buna delâlet etmektedir. Çünkü Yakûb
(a.s)'un oğullan, "Aklın delâlet ettiği İlâha ibâdet ederiz, demediler de,
"Senin ve atalarının ibadet ettiği İlaha ibadet ederiz" dediler. Bu,
Marifetullâh'ın yolunun ancak tâ'lîm olduğuna delâlet eder.
Buna cevap:
Ayeti kerimede, Yakûb (a.s)'un oğullarının İlâhı aklî delille bildiklerine bir
delâlet olmadığı gibi, aynı şekilde bu İlâhı, bir taklid ve bir ta'lim yoluyla
tanıyıp kabul ettiklerine de bir delâlet bulunmamaktadır. Taklit ve a'lim
görüşü bir delil ile bâtıl olunca, bu topluluğun imanının bu yolla olmayıp,
istidlal yoluyla meydana geldiğini anlamış olduk..
Bu konuda söylenecek
en son söz şudur: Madem ki böyle, o halde onlar istidlal yolunu niye
zikretmediler?
Bu soruya birkaç
yönden cevap verilir:
1) Bu ifâde,
Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını O'nun tevhidi, ilmi, kudreti ve adaleti ile
açıklamaktan daha veciz ve özlü bir ifâdedir.
2) Bu, Yakûb
(a.s)'un nefsini rahatlatmaya daha yakın olan bir ifâdedir.. Buna göre oğullan
sanki şöyle demişlerdir: "Biz ancak, senin yoluna benzeyen bir yol
üzerinde gideriz!.. Kendisine ibadet edip, ibâdeti yalnız kendisine tahsis
edeceğimiz İlâh konusunda, sana herhangi bir muhalefetimiz yoktur..."
3) Belki de
bu, bu surenin başlarında Hak Teâlâ'nın,
"Ey insanlar sizi
ve sîzden Öncekileri yaratan Habbinize ibâdet (kulluk) ediniz" (Bakara,
21) ayetinde bahsettiği, Yaratıcının varlığına dâir delilin zikrine işarettir.
İşte burada onların, "Senin ve atalarının İlahına ibadet ederiz"
sözlerinden maksadları budur. Yani, "Senin ve ecdadının varlığı kendisine
delâlet eden ilaha ibâdet ederiz" demektir. Bu izaha göre, bu,taklide istidlal ettiklerine işarettir.
[224]
Kaffâl şöyle demiştir:
Bazı tefsirlerde, "Yakub (a.s) Mısır'a geldiğinde, ora halkının ateşe ve
putlara taptığını gördü. İşte bu sebeble, vefatından sonra oğullarının
halinin ne olacağı hususunda endişelenerek, onları Allah'a kulluğa teşvik etmek
için bu sözü söylemiştir" diye yer almıştır.
Kâdî de İbn Abbas
(r.a)'dan şunu nakletmiştir: "Yakub (a.s), oğulları putlara ve ateşe
taptıkları için, ölürken onları etrafına toplayarak: " Ey oğullarım!
Benden sonra neye tapacaksınız?" dedi. Onlar: "Senin ve atalarının
İlahına kulluk edeceğiz" cevabını verdiler."
Sonra Kâdî bu
rivayetin iki bakımdan uzak bir ihtimal olduğunu söylemiştir:
a) Onlar,
ilim ve yakîn bulunan kimseler gibi hemen tevhidi tasdik etmişlerdir.
b) Hak
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Yakub (a.s)'un evlâdının durumunu zikretmiş ve
onların sâlih kimseler olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla bu rivayet, onların
durumu ile bağdaşmaz.
[225]
Hak Teâlâ'nın,
ifâdesi, (Babaların) ifâdesinin atf-ı beyânıdır. Kaffâl şöyle demiştir:
"Hz. İsmail, İshâk (a.s)'dan daha yaşlı olduğu için, ayette daha önce
zikrediidiği söylenmiştir."
[226]
Şafiî (r.a)
"Baba-anne bir, veya baba bir erkek ve kız kardeşler,
dedeleri olduğu için
mirastan düşmezler" demiştir. Bu, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. AH,
Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd (r.ah)'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İmam Malik,
İmâm Ebu Yusuf ve İmâm-ı Muhammed'in de görüşüdür. Ebu Hanlfe ise, bu çocukların,
dedeleri sebebiyle mirastan mahrum olacaklarını söylemiştir ki bu Hz. Ebu
Bekir, İbn Abbas ve Hz. Aişe (r.ahm)'nin görüşüdür. Tabiînden Hasan el-Basrî,
Tavus ve Atâ'nın görüşü de böyledir.
Bu, çocukların
dedeleri hayatta olduğu için mirastan mahrum edilmeyeceklerini söyleyenlerin
iki izahları vardır:
1) Dede için
iki hayırdan biri vardır: Ya onlarla beraber eşit hisse alır veya malın üçte
birini alır, sonra kalan mal erkeklere iki hisse, kızlara bir hisse olmak üzere
kardeşler arasında bölüştürülür. Bu aynı zamanda Zeyd b. Sabit (r.a)'in
rr.ezhebi ve Şafiî (r.a)'nin görüşüdür.
2) Dede,
eşit paylaştıklarında hissesine altıda birden eksik mal düşmediği zaman, bir
erkek kardeş gibi sayılır. Eğer, eşit paylaşma durumunda malın altıda birinden
azı onun hissesine düşer ise, bu durumda dedeye altıdabir verilir, bundan
eksik verilmez.
Ebu Hanife, dedenin
baba mesabesinde olduğunu, babanın erkek ve kız kardeşleri mirastan
hacbettiğini (mahrum ettiğini), dolayısıyla da, dedenin de onları.mirastan
mahrum bırakması gerektiğine delil getirerek şöyle dedi: "Biz ayet ve
hadisten dolayı dedenin baba mesabesinde olduğunu söyledik. Bu hususta iki ayet
vardır: Birisi tefsir etmekte olduğumuz, "Biz senin ve babaların İbrahim,
İsmail ve İshak'ın İlahına ibâdet ederiz" ayetidir. Bu ayette Cenâb-ı Hak,
"baba" lâfzını "dede" için kullanmıştır.
Şayet, "Hz. İsmail
onların babası olmadığında ittifak olduğuna göre, "baba" lâfzı
"amca" hakkında da kullanılmıştır" denilirse, biz deriz ki:
"Kullanış zahirî olarak hakikî mananın delilidir. Mevcud olan bir
delilden dolayı bu kelimenin amca hakkında kullanılması bırakılmıştır.
Dolayısıyla ayette bizim sözümüze delil vardır.
Bu hususta ikinci ayet
delilimiz ise, Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf (a.s)'dan hikaye edip haber verdiği,
"Ben babalarım
İbrahim, İshâk ve Yaküb'un dinlerine uydum" (Yusuf, 38) sözüdür.
Bunun hadisten deliline
gelince bu, Atâ'nın İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği şu sözüdür:
"Dedenin baba mesabesinde olduğu hususunda dileyen kimse ile Hacer-i
Esved yanında lânetleşebilirim (yeminleşirim)."
Yine İbn Abbas (r.a):
"Zeyd b. Sabit Allah'dan korkmuyor mu?, Oğulun oğlunu (torunu) oğul gibi
sayıyor da, babanın babasını (dedeyi) baba mesabesinde saymıyor"
demiştir.
Dedenin baba
mesabesinde olduğu sabit olunca, baba hayatta olduğu takdirde, kardeşlerin
değil de babanın mirasın üçte ikisine hak kazandığı gibi, kardeşlerin değil de
dedenin de malın üçte ikisine hak kazanması hususunda, Allah Teâlâ'nın, Ona
ebeveyni vâris olur. Annesi için miras malının üçte biri vardır" (Nisa,
11) ayetine dedenin de girmesi gerekir.
Şafiî (r.a) ise,
"Dedenin baba mesabesinde oiduğunu kabul etmiyoruz" demiştir. Onun
buna delili şunlardır:
a) Siz bu
ayeti, dedenin baba mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz gibi, biz de
dedenin baba gibi olmadığına, "İbrahim oğullarına vasiyet etti ve
Yakub'a.." (Bakara, 132) ayetini delit getiririz. Çünkü Hak Teâlâ,
bu ayette Hz. Yakub'u, İbrahim (a.s)'in oğullarına dahil etmemiş, onu onlardan
ayrı saymıştır. Babalık hususunda, bütün dedeler baba sayılsaydı, oğul olma
hususunda bütün torunlar da hakîkî manada oğul mesabesinde sayılırdı. Hal böyle
olmadığına göre, dedenin baba mesabesinde sayılamayacağı sabit olur.
b) Eğer
dede, hakîkî manada baba mesabesinde olsaydı, babası ölüp de dedesi hayatta
olanlar için, "Babası yoktur" denilemezdi. Nitekim bu husus, en yakın
dede için de doğru olmaz. Bu doğru olmayınca, dedenin gerçekte baba mesabesinde
sayılmadığını anlarız.
Buna göre şayet,
"Baba ismi her nekadar bunların hepsi için kullanılsa bile, en yakın baba,
dedenin derecesi en uzak olana nisbetle daha yakındır. İşte bundan dolayı,
böyle bir nefiy (yoktur sözü) doğru olmuştur" denilirse biz deriz ki: İsim
hem baba, hem de dede hakkında hakîkî olarak kullanılır ise, varoluştaki sıra
"baba" isminin dededen alınmasına sebeb olmaz.
c) Eğer
dede, hakîkî manada "baba" mesabesinde olsaydı, "O öldü ve geriye
bir anne ile birçok babalar bıraktı" denilmesi doğru oturdu. Bu ise hiçbir
fakîh, dilci ve müfessirin kullanmadığı bir ifâdedir.
d) Eğer
dede, baba mesabesinde olsaydı, şüphesiz Arap dilini bilen sahabe, dedenin
miras payı hususunda ihtilâf etmezlerdi. Eğer dede baba mü-sâbesinde olsaydı,
nine de ana mesabesinde sayılırdı. Eğer böyle olsaydı, ninenin mirası
meselesinde şüphe meydana gelip de, Hz. Ebu Bekir (r.a) ashaba bu meseleyi
sormazdı. İşte bu deliller dedenin, baba mesabesinde olmadığını gösterir.
e) Allah
Teâlâ'n.n, "Allah, çocuklarınız hakkında, erkek çocuklarınıza, kız
çocuklarınıza vereceğinizin İki mislini vermenizi emrediyor" (Nisa, 11)
ayetidir. Eğer dede, baba gibi olsaydı, o zaman oğlun oğlu (torun) da şüphesiz
oğul gibi olurdu. Bu ayete göre de oğlun yanısıra, oğlun oğlunun (torunun) da
miras alması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, dedenin baba gibi
olmadığını anlamış olduk.
Dedenin, baba
mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz ayetlere tutunmanız hususunda size
şunlarla cevap veririz:
1) Ubey
(r.a), ayeti, şeklinde, (babaların) lâfzını çıkararak okumuştur. Bu kıraat,
sizin maksadınıza zarar vermez. Çünkü şazz kıraatler mütevatir kıraatleri
kaldıramaz. Aksine cevap olarak şöyle denilmelidir: Allah Teâlâ, (Baba)
lâfzını hem dede için, hem de amca için kullanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
amcası Hz. Abbas (r.a) hakkında, "Bu, babalarımdan hayatta kalandır"
ve, "Babama veriniz" buyurmuştur. Bu da bize, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, amcasına, mecazî olarak "baba" dediğini gösterir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ona mecazî olarak "baba" dediğine delilimiz
ise, biraz yukarıda zikrettiğimiz gibi, baba isminin "dede" ye
verilmemesinin doğru oluşudur. Eğer hakîki manada dedeye baba denilseydi, bu
böyle olmazdı.
İbn Abbas (r.a)'ın
sözlerine gelince: o, bu ismi lügavî isimlere değil, şer'î hükümlere bakarak
böyle demiştir. Çünkü dil alimleri arasında, kelimeler hususunda ihtilâf
olmaz. Allah en iyisini bilendir.
Hak Teâlâ'nın, (Tek ilâh) ifâdesi, tıpkı, 'Onun perçeminden,
yalancı perçemden..." (Alak, 15-16) ayetinde olduğu gibi,
"Babalarının İlahı" ifâdesinden bedeldir veya ihtisas olmak üzere
mansubtur. Yani, "Babalarının ilahı sözümüz ile, tek ilahı
kastediyoruz" demektir.
Allah'ın, "Biz
ona tealim olanlarız..." buyruğu ile ilgili bazı görüşler vardır:
a) Bu,
fiilinin failinden veya, daki zamir bu fiilin mef'ulüne racî olduğu için,
fiilinin mef ûlünden haldir.
b)
Bunun, üzerine atfedilmiş bir cümle otmasi da
mümkündür.
c) Bunun,
te'kid eden bir cümle-i i'tiraziyye olması da caizdir. Yani "Biz o İlah'a
inkiyâd etmiş, ibadeti O'na has kılmış ve O'nu tanımış haldeyiz" demektir.
Cenâb-ı Allah'ın,
ümmet idir geçti..." buyruğu bir Önceki ayette zikretmiş olduğu kimselere
işaret etmektedir. Bunlar İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kûb (a.s) ve O'nun mü'min
olan oğullandır. "Ümmet" sınıf (topluluk), kelimesi ise
"geçti" ve "son buldu" manasınadır. Buna göre ayetin
manası şöyledir: "Ben sizlere, onların haberlerini, dinleri olan İslam'ı
ve onların İslam'a nasıl davet ettiklerini anlattım. Binaenaleyh onlar gibi
yapmadığınız müddetçe, onların gidişatlarını bilmenizin size bir faydası olmaz.
Eğer onlar gibi yaşarsanız, bunun size faydası olur. Şayet bunu kabul etmez,
diretirseniz, onların amellerinin size bir faydası olmaz. Ayet birkaç meseleye
delâlet eder:
[227]
Ayet taklidin bâtıl
(geçersiz) olduğuna delildir. Çünkü, "Kazandıkları onlara aittir"
buyruğu, herkesin kazancının (kesbinin) kendisine ait olduğunu, başkasına fayda
vermediğini gösterir. Eğer taklid caiz olsaydı, kendisine taklid ile uyulan
kimsenin kesbi (kazancı) uyana fayda verirdi. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki
şöyle demiştir: "Ben, sizin onları taklid etmeniz için, onların
durumlarını anlatmadım. Ancak size gereken şeye dikkat edesiniz ve istidlal
ile, onların dininin, hak din olduğunu bilesiniz diye anlattım."
[228]
Ayet, onların iman
edip, Hz. Muhammed (s.a.s)'e muhalefetten kaçınmaları hususunda teşvik edildiklerini
gösterir.
[229]
Bu ayet, yahudilerin,
ataları iyi ofan kimselere, bu iyiliğin fayda vereceği görüşlerinin aksi
olarak, ba- balarının yaptığı taatlardan dolayı evlâtlarının sevab kazanamayacaklarına delâlet eder. Bunun
izahı, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu hadîste vardır: O (s.a.s)
şöyle demiştir:
"Ey liuhammed'in
halası Saüyye, Ey Muhammed'in kızı Fanma, kıyamet günü bana amellerinizle
geliniz, neseblerinizle değil Biliniz ki ben, Allah'ın ve-rece0 hiçbir şeyi
sizden gideremem" ve: "Ameli kendisini yavaşlatan kimseyi, nesebi
hızlandırıp (cennete götürmez)"[230]
'.Nitekim Cenâb-ı Hak: "Ogün, onların arasında neseb bağlan olmadığı
gibi, (birbirinin halini de) soruşturmazlar (Mû'minun, 101); "(İş) ne
sizin, ne de Ehl-i Kitabın kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa
cezasını görür" (Nisâ, 123).
"Herkes kendi aleyhine kazanır" (Ervam, 164): "Hiç kimse, başkasının
yükünü (günahını) çekmez" (isra, 15); ve: "Eğer yüz çevirirseniz,
biliniz kf o (peygambere) onun mükellef olduğu, size de sizin mükellef
olduğunuz şey vardır" (Nur, 54) buyurmuştur.
[231]
Ayet, "çocukların
babalarının inkârından dolayı azab göreceklerini" iddia edenlerin
görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Yahudiler, atalarının buzağıya
tapmaları sebebiyle kâfir oldukları için, kendilerinin de cehennemde azab göreceklerini
söylüyorlardı. Bu da Allah Teâlâ'nın onlardan naklettiği şu sözleridir:
"Onlar, "cehennem azabı bizi ancak sayısı beüigünlerce yakar"
dediler" (Bakara, 80). Bu, atalarının buzağıya taptıkları günler
sayısıncadır. Cenâb-ı Allah ise, bu iddianın geçersiz olduğunu açıklamıştır.
[232]
Ayet kulun kesb sahibi
olduğuna (iktisâb ettiğine) delâlet eder. Ehl-î Sünnet ve Mu'tezile
"kesb"in tefsiri hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, "Kulun mevcut olmayan birtakım arazları
kendi kudretiyle varlık alemine sokma" manasında müktesib olmadığında
ittifak etmişlerdir. Bu prensipte anlaşmış olmakla beraber, kesbi şu üç
değişik şekilde açıkladılar:
a) Bu, Allah
kendisinden razı olsun, İmâm Eş'arî'nin görüşüdür: Buna göre, "kudret
makdûrda (güç yetirilen, uygulanan şeyde) bir tesiri olmaksızın, makdûra
taalluk eden bir sıfattır. Hatta dahası, kudret ile makdûr, ilim ile malûmun
Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesi gibi, Allah'ın yaratmasıyla meydana
gelmişlerdir. Fakat Allah'ın yaratmastyla meydana gelen bu şey, hadis kudretin
taalluk ettiği birşeydir ki, bu da kesbtir.
b) Fiilin
bizzat kendisi, Allah'ın kudretiyle meydana gelir. Sonra o fiil için
"taat" veya "günah" vasfı oluşur. İşte sonradan oluşan bu
sıfat, hadis olan kudret (Allah'ın kulda yarattığı sonradan olma kudret) İle
meydana gelmiştir. Bu, Ebu Bekr el-Bâkıllânî'nin görüşüdür.
c) Sonradan
meydana gelen kudret (kulun kudreti) ite kadîm kudret (Allah'ın kudreti) aynı
şeye taalluk ettikleri zaman, o şey bu iki kudret sebebiyle meydana gelmiş
olur. Sanki kulun fiili, Allah'ın yardımıyla meydana gelmiş olur. İşte kesb
budur. Bu görüş de Ebu İshâk el-İsferâyinî'ye nisbet edilir. Çünkü onun,
"Kesb bir yardımcı ile meydana geten fiildir" dediği nakledilmiştir.
Kulun sonradan olma
kudretinin fiilinde müessir olduğunu söyleyenler de İki fırkadır:
a) Sebeb ile
birlikte bulunan kudretin, fiili meydana getirdiğini söyleyenler... Buna göre,
Hak Teâlâ, fiillerin var olmasına götüren sebebleri yaratan zât olması
manasına, herşeyin yaratıcısıdır. Kul ise, fiillerinin meydana gelmesinde,
kendisinde bulunan kudret ve sehebin müessir olması bakımından müktesib (kesb
edendir). Bu İmamu'l Haremeyn el-Cüveyni'nln mezhebi-dir.O, bu görüşünü
Nizamiye adını verdiği kitabında yazmıştır.Ebu'l-Huseyn el-Basrînin görüşü de,
açıkça belirtmemiş olsa da, buna yakındır.
b) Bunlar
Mu'tezile'dir. Onlar şöyle demişlerdir: Sebeb ile birlikte bulunan kudret,
fiilin meydana gelmesini gerektirmez. Aksine kul yapmaya da yapmamaya da
kadirdir. Bu ikisi de ondan sudur edebilir. Dilerse yapar, dilerse yapmaz. İşte
fiil ve kesb budur."
Mutezile İmam-ı
Eş'arî'ye şöyle demiştir: Kulun kudreti, Allah'ın yarat-masıyla meydana geldiği
ve Allah Teâlâ o kulda bu kudreti yarattığı zaman kulun bu fiili yapmadığını
söylemek imkânsız olur. Allah kulda bu kudreti yaratmadığı zaman, kulun bu
fiili yaptığını söylemek imkânsız olur. Durum böyle olunca, kesinlikle kul bir
şey yapma veya yapmama imkanı bulamaz. Kadir'in manası budur. Binaenaleyh buna
göre kul kesinlikle kadir olamaz. Yine kulun müktesebi sayılan şu şey, ya
Allah'ın kudretiyle meydana gelmektedir veya kesin olarak Allah'ın kudretiyle
meydana gelmemektedir veyahut da hem Allah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte
meydana gelmektedir. Eğer bir fiil Allah'ın kudretiyle meydana geliyor ise,
kul onda müessir değildir. O halde kul nasıl bu fiilin kesbedicisi olabilir?
Eğer bu fiil kulun kudretiyle meydana geliyorsa, mesele yok, zaten bizim
dediğimiz de budur. Şayet fiilin, her iki kudret ile birden meydana geldiği
söyleniyorsa işte bu imkânsızdır. Çünkü Allah'ın kudreti birşeyi (fiili)
yaratmada tek başına yeterlidir. Allah'ın kudreti birşeye taalluk ettiği zaman,
o şeyde kulun kudretinin tesirinin de olduğu nasıl söylenebilir?
Bakıllânî'nin görüşü
de zayıftır. Çünkü gasbedilen evde oturmanın haram oluşu, o mekânı işgal
etmekten başka bir şey değildir. Buna göre bu işgal, eğer Allah'ın fiili ile
meydana gelmişse, bizzat yasaklanan şeyi Allah o kulda kendisi yaratmıştır ki,
bu da "teklif-i mâlâyutak"ın ta kendisidir!Eğer kulun kudretiyle
meydana gelmişse, mesele yok, zaten bizce matlûb olan da bu neticedir.
İsferavînl'nin görüşü
de zayıftır. Çünkü Allah'ın kudretinin tek başına müessir olduğunu
açıklamıştık. Binaenaleyh, Allah'ın kudretinin yanında, kesin- kulun kudretinin
tesiri söz konusu olamaz.
Mu'tezile'nin mezkûr
iddiasına karşı Ehl-i Sünnet şöyle demiştir: Yalnız başına kulun yaratması ve
icad etmesi, şu sebeplerden dolayı imkânsızdır:
1) Kul,
şayet fiillerinin yaratıcısı olsaydı, o fitlerinin detaylarını da bitmiş
olurdu. Halbuki kul, fiililnin detaylarını bilemez; o halde kul, fiilinin
yaratıcısı değildir.
2) Eğer kul,
fiilinin bizzat yaratıcısı olsaydı, ancak onun istediği şeyler olurdu. Halbuki
durum böyle değildir. Çünkü kâfir, itim elde etmek istediği halde cehaletten
başka bir şey elde edememektedir.
3) Eğer kul
kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı, bu fiilinin yaratıcısı olması, bu fiilin ve
bu kudretin zâtına bir ilâve olurdu. Çünkü, kulun o fiilin yaratıcısı olduğunu
bir tarafa bırakarak biz o fiilin ve o kudretin bizzat kendisini düşünebiliriz;
oysaki, düşünülen şey o gaflet edilenden başka bir şeydir.
Sonra bu icad etme işi
(mûcidiyyet) hadistir; eğer onun sonradan oluşu kuldan ötürü ise, onun bir
başka icâd etmeye muhtaç olması gerekir; bundan da teselsül meydana gelir ki;
teselsül de imkânsızdır.. Eğer Allahu Teâlâ ve O'nun eserinin bu yaratıcılık
esnasında meydana gelmesi vâcib olursa, bu durumda fiilin Allah'a isnad
edilmesi gerekir. Halbuki Allah'ın yaratıcılığı hususunda bu bize gerekmez.
Çünkü O, kadîmdir, o halde O'nun yaratıcılığı da kadîm olur. Bu sebepte de bu
yaratıcılığın başka bir yaratıcılığa muhtaç olması gerekmez. İşte, her iki
tarafın görüşü, özetle bundan ibarettir. Lâfızlar ve manalar hususunda iki grub
arasındaki çekişme çok fazladır. Hidayet ancak Allah'tandır.
[233]
"Yahudi veya
nasranî olun ki hidayete eresiniz" dediler. De ki: "Hayır, muvahhid
olarak İbrahim'in dinine... O, şirk
koşanlardan değildir" (Bakara, 135).
Allahu Teâlâ önce
geçmiş olan delillerle İslâm dininin doğruluğunu beyan edince, bundan sonra
İslâm dinine ta'n edip ona muhalif olanların kimi şüphelerini nakletmiştir.
[234]
Birinci şüphe:
Allah Teâlâ onların, "Yahudi veya nasarâ olunuz ki, hidayete
eresiniz" dediklerini ve bunu ifâde ederken herhangi bir şüphe beyan
etmediklerini; tam aksine taklitte ısrara devam ettiklerini nakletmiştir.
Böylece Allahu Teâlâ bu şüphelerden dolayı onlara bazı bakımlardan cevap
vermiştir:
1) Cenâb-ı
Hak "ilzamî" bir cevap vermiştir ki, o da O'nun, "De ki,
"Hayır, muvahhid olarak ibrahim'in dinine buyurmasıdır. Bu cevâbın
açıklanması şu şekildedir: Eğer dinin yolu taklit ise. bu hususta evlâ olan Hz.
İbrahim'in dinini taklit etmektir. Çünkü şu ihtilâf edenler dahi, Hz.
İbrahim'in dininin doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Eğer din hususunda
taklide dayamlacaksa, ittifak edileni almak ihtilâf edileni almaktan evlâdır.
Buna göre Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer dinî hususta istidlal ve
tefekküre dayanılacaksa, işte biz delilleri sunduk... Eğer taklide dayamlacaksa,
Hz.İbrahim'in dinine dönüp yahudilik ve hristiyanlığı terketmek daha
uygundur."
Buna göre şayet,
"Yahudi ve hristiyanlardan herbiri Hz. İbrahim'in dininde olduklarını
iddia etmiyorlar mı?" denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrahim'in
"tevhîd" i savunduğu, hristiyanların "teslîs"e (Baba, oğul
ve Rûhul-Kudüs üçlüsünün ulûhiyyetine inanmak), yahudilerin de
"teşbih" e inandıktan kesin olunca, onların Hz. İbrahim'in dininde
olmadıkları; Hz. Muhammed (s.a.s)'in ise tevhide davet ettiği için İbrahim'in
dini üzere olduğu ortaya çıkmış olur.
Biz tekrar, lâfızların
tefsirine dönelim. Buna göre Allah'u Teâlâ'nın, buyruğundan muradın,
muhayyerlik olması caiz değildir. Çünkü, yahudilerin bilinen durumu, Hristiyanlığı
Yahudiliğe tercih etmedikleri, tam aksine bunun küfür olacağını iddia
etmeleridir. Hristiyanların durumu da böyledir. Tam aksine ayetten kastedilenin
yahudîlerin, Yahudiliğe; hristi-yanların da Hristiyanlığa davet etmeleridir.
Buna göre her grub kendi dinine davet etmiş ve kendi dininin bîr hidayet
kaynağı olduğunu iddia etmiştir ki, böyle bir inanış onların, "hidayete
eresiniz!.." demelerinin mânâsıdır.. Yani, "Siz bunu yaptığınızda
hidayete erer ve istikâmet üzere olursunuz" demektir.
Allahu Teâlâ'nın,
buyruğuna gelince, kelimesini nasbeden şeyin ne olduğu hususunda dört görüş
vardır:
a) Mana
bakımından, sözüne atfedildiği için.. Buna göre ayetin takdiri,' 'Onlar,
Yahudiliğe tâbi olun dediler. Habîbim, sen de, "Hayır, İbrahim'in dinine
tâbi olunuz" de!" şeklindedir.
b)
Hazfedilen bir kelimeden ötürü... Buna göre ayetin takdiri, "Tam aksine
biz, İbrahim'in dinine tâbi oluruz" şeklinde olur.
c) Takdirin,
"Tam aksine biz, Hz. İbrahim'in-milletinin ehli oluruz" şeklinde
olmasıdır. Buna göre muzaf olan "ehl" hazfedilmiş, muzâfın ileyh
olan, (millet) kelimesi onun yerine
geçmiştir. Ce-nâb-ı Hakk'ın tıpkı,
(Yusuf, 82) "Köye sor"yani,"köyün halkına sor!"
sözünde olduğu gibi..
d) Takdirin,
"Tam aksine Hz. İbrahim'in dinine uyunuz!
şeklinde olmasıdır. A'rec, ifadesindeki, kelimesini, O'nun dini
bizim.dinimizdir" veya/'bizim dinimiz, İbrahim'in milletidir, dinidir"
manasında olmak üzere, merfû okumuştur. Özet olarak sen, onu mübte-dâ veya
haber tufma konusunda muhayyersin...
[235]
Cenâb-ı Hakk'ın,
sözüne gelince, bu hususta iki mesele vardır:
[236]
Dilcilerin, kelimesi
hakkında iki görüşleri vardır:
1) dosdoğru
olan kimse" demektir. Nitekim, iyi olması için uğur getirir düşüncesiyle,
topal kimseye, denilmesi; yine insanları diliyle inciten kimseye "tefe'ül
için (onun iyi olmasını ümid ederek) "incitilen" ve, helak edici bir
yere de "kurtuluş yeri" denilmesi de bu manadadır. Buna göre
dilciler, Allah'a inkıyad etmiş ve hiçbir hususta O'ndan inhiraf etmemiş olan kimseye
"Hanîf" demişlerdir. Bu görüş Muhammed bn Ka'b el-Kurazî'den rivayet
edilmiştir.
2) Hanîf,
meyleden demektir. Çünkü, iki ayağından her birinin Darmaklarının diğerine
meyletmiş olduğu kimse için kullanılır. Bir kimse bi-şeye meylettiği zaman,
denilir. Buna göre mana, "İbrahim (a.s), Al ah'ın dinine meyletti"
şeklinde olur. Binaenaleyh Allah'ın, ifâdesinin manası, "Yahudi ve
hristiyaniara muhalif t 'an, onlardan yüz çevirmiş olan İbrahim'in dinine tâbi
oluruz" şeklinde olu Müfessirler ise bu hususta bazı ifâdeler
kullanmışlardır. Şöyle ki:
a) Bu, İbn
Abbas, Mücâhid ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Buna göre Hanîflik" Kabe'yi ziyaret etmektir.
b) Hanîflik,
Hakk'a uymaktır.." Bu, Mücâhid'den nakledilmiştir
c) "İslâm'ın
kanunları olan şeriatında, Hz. İbrahim'e uymaktır.."
d) "Amelde
ihlâslı olmaktır.." Buna göre ayetin takdiri, "Biz İbrahir ı dini olan tevhide ittibâ ederiz"
şeklindedir. Bu görüş, Esamm'dan naktecfl mistir.
Kaffâl ise şöyle
demiştir: Özet olarak Hanîf, diğer dinlerin vermiş olduğı lâkablar gibi, İslâm
dinine giren herkese verilen bir lâkab ve unvandır. Bunun kaynağı ise, Hz.
İbrahim'dir.
[237]
kelimesinin mansûb oluşu hakkında iki görüş
vardır:
1) Zeccâc'a
göre, kelimesinden hal ğu için mansûb
olmuştur. Senin tıpkı, "Ayakta old.iı. durumda Hind'in yüzünü gördüm"
demen gibi...
2) "Kat1'üzere
(mevsûfundan ayrılması üzere) mansûb olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu buyruğu
ile, demeyi murad etmiştir. Ancak, kelimesindeki elif-lâm düşünce, belirsiz
olan, kelimesi, marife olan, kelimesine uymamış, böylece ondan kopmuş tur.
Bundan dolayı da mansûb kılınmıştır. Bu görüşü, Küfe nahivcileri söyle
mislerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi hakkında bazı açıklamalar
bulunmaktadır:
1) Bu,
yukarıda açıklamış olduğumuz gibi, yahudî ve hristiyanların inanç larında
şeriklerin bulunduğuna dikkat çekmedir. Çünkü Cenâb-ı Hak bazı . s-hudilerin:
"Uzeyr, Allah'ın oğludur" (Tevbe,30); hristiyanların da: "Mesih
(isâı Allah'ın oğludur" (Tevbe. 30) dediklerini nakletmiştir ki, bu sözler
şirktir.
2) Hanîf,
Hz. İbrahim (a.s)'in dininde olan kimselere verilen isimdir. Hz. İbrahim
(a.s)'in Kabe'yi ziyaret, sünnet olmak v.s gibi hususî bir şeriat getirc-ği
bilinen bir husustur. İşte bunları din olarak kabul eden kimseye "Ha
denmiştir. Araplar da bu hükümleri kendilerine din olarak kabul etmişler, daha
sonra müşrik olmuşlardır. Bundan dolayı, "O (İbrahim) hanîfdir;
müşriklerden değildir" (Bakara. 135) denilmiştir.
Şu ayetler de de bunun
benzeridir: "Allah'a hanifler olarak ve O'na şirk koşanlar
olmayarak..." (Hacc, 31) ve,
"Onların çoğu, 'ancak şirk koşarak
Allah'a inanırlar" (Yusuf, 106).
Kâdî şöyle demiştir:
"Bu ayet, içimizden birisinin başkasına, hernekadar aslında delil olmasa
da, onu susturmak için, onun sözüne ters düşecek birşe-yi delil gibi söyleyebileceğini
gösterir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s)ıin, peygamberliğine bu gibi sözlerle
delil getirmediği, tam aksine elinde zuhur eden apaçık mucizeleri delil
getirdiği malûmdur. Fakat O (s.a.s), bu mucizeleri delil getirip, sebebleri
ortadan kaldırıp, daha sonra da onların inâdla bâtıllarında devam ettiklerini
görünce, onlara üzerinde oldukları şey cinsinden deliller getirerek şöyle
demiştir: "Eğer din ittibâ ile oluyorsa, üzerinde ittifak edilen Hz.
İbrahim'in dini uyulmaya daha lâyıktır."
Birisi şöyle diyebilir:
Yahudî ve hristiyanlar, eğer Hz. İbrahim'in faziletini kabul ediyor ve O'nun
teslîs ve teşhibe taraftar olanlardan olmadığını itiraf ediyorlarsa, onların
bunu söylemeleri mümkün olmaz; aksine, onların tenzîh ve tevhid'den yana
olmaları gerekir. Onlar teslîs ve teşbihi savunduklarına göre, onları buna
davet etmede herhangi bir fayda yoktur. Eğer onlar Hz. İbrahim'in üstünlüğünü
inkâr veya ikrar etseler, fakat O'nun teslîs ve tecsim akidesini kabul etmemiş
olduğunu inkâr etseler, bu üzerinde ittifak edilmiş bir husus olmaz. Bu durumda
da, bu hususun üzerinde ittifak edilen bir şey olduğuna hükmetmenin mecburîliği
doğru olmadığı için, bu görüşü benimsemek uygun olmaz... Buna şöyle cevap
verilir: Hz. İbrahim (a.s)'in Allah'a çocuk nisbet etmediği tevatüren bilinen
bir husustur. Yahudî ve hristiyanların da bunu kabul ettikleri gerçek olunca,
bu şekilde onların yolunun Hz. İbrahim'in yoluna aykırı olduğu ortaya çıkmış
olur.
[238]
"Deyiniz ki:
"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a ve
torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve, peygamberlere Rableri
katından verilen her şeye iman ettik! Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız.
Biz, Allah'a teslim olmuşlarız" (Bakara, 136).
Cenâb-ı Allah önce
cedelî bir yolla cevap verdikten sonra, bu ayette de bürhanî delil getirerek
cevap vermiştir. Bu cevap da şudur: Peygamberlerin (a.s) nübüvvetlerini
bilmenin yolu, onların ellerinden mucizelerin sâdır olmasıdır. Hz. Muhammed
(s.a.s)'in elinden mucize sudur edince, Hz. Peygamberin nübüvvetini itiraf
edip, O'nun peygamberliğine inanmak vâcib olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir
kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek, delilde bir çelişki meydana
getirir ki, bu da aklen imkânsızdır. İşte bu ayetten de kastedilen budur. Bu
ayetin zikredilmesinin esas maksadı da budur.
İmdi,
"Şeriatlarının mensûh olduğunu söylediğimiz halde Hz. İbrahim, Hz. Musa ve
Hz. İsa'ya iman etmek nasıl caiz olur?" denilirse, deriz ki: Biz, bu
şeriatlardan herbirinin kendi zamanlarında hak olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla
bizden yana bir çelişki meydana gelmemiş olur. Ama yahudî ve hristi-yanlar,
elinde mucizeler zuhur eden kimselerin yani peygamberlerin bir krsmına inanıp,
elinde mucizeler bulunmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini
inkâr edince, onlar çelişkiye düşmüşlerdir. Böylece aradaki fark, kendiliğinden
ortaya çıkmış olur. Sonra biz deriz ki, bu ayette birkaç mesele, vardır:
[239]
Allahu Teâlâ onların:
dedeklerini nakledince, buna mukabil Hz. Peygamber için, daha sonra da O'nun
ümmeti için, buyurmuştur. Bu Hasan
el-Basrî'nin görüşüdür.
Kâdî, Cenâb-i Hakk'ın,
ifâdesinin bütün mükellefleri, ı yani Hz. Peygamber ve ümmetini içine aldığını
söylemiştir. Buna iki şey delâlet etmektedir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Deyiniz!" buyruğu, umumi bir hitaptır. Böylece herkesi
içine atır.
2) Yine
O'nun, "Bize indirilene..." ifâdesi, ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'e
uygun düşer. En azından O'nun, bu ifâdenin içine dahil olmuş olması gerekir.
Hasan el-Basrî
görüşüne şu iki hususu delil olarak getirmiştir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), daha önce Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ile emrolunmuştu..
b) Hz.
Peygamber (s.a.s) şerefin zirvesindedir. Binaenaleyh, zahire göre ona müfred
olarak hitap etmek gerekir.
Bunun cevabı şöyledir:
Her nekadar bu karineler ihtimal dahilinde olsa da, Allah Teâlâ'n,
"Allah'a iman ettik deyiniz" ifâdesinin umûmî oluşunu, tahsis edecek
bir kuvvete ulaşamazlar.
Allah Teâlâ,
"Allah'a imân ettik" sözünü önce getirmiştir. Çünkü Allah'a iman
bütün şer'î hükümlere imânın temelidir. Binaenaleyh Allah'a iman edip tanımayan
kimsenin, peygamberi ve Allah'ın kitabını tanıması imkânsızdır. Bu da,
"Allah'ı tanımanın yolu sadece Kitap ve Sünnet'tir" diyen Mukallide
ile Ta'lîmiyye fırkalarının görüşlerinin bozukluğuna delâlet eder.
Hak Teâlâ'nın, (Torunlan)
sözü hususunda, Halil şöyle demiştir: "İsrailoğullan hakkında
'Sıbt", tıpkı Araplar için kullanılan kabîle kelimesi gibidir."
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Sıbt, torun manasınadır. Hz. Hasan ile Hüseyin (r.ah), Hz.
Peygamber (s.a.s)'in iki sıbtıdır (torunudur). Buna göre ayetteki,
"torunlar" manasınadır ve kastedilenler Hz. Yakub (a.s)'un torunları
ve oniki oğlunun zûrriyetleridir.
[240]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız" ayetiyle ilgili iki izah
tarzı vardır:
a)
Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmeyiz. Çünkü biz böyle
yaparsak, delilimizde tenakuza düşmüş oluruzl. Bu ise caiz değildir.
b) ifâdesinin
manası: "Biz o peygamberlerin, dinin esası olan îtikadda birbirinden
farklı olduklarını kabul etmiyor, aksine hepsinin, neticesi İslam olan
temeller üzerinde ittifak ettiklerini söylüyoruz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O
dini doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin..." diye din hususunda hem Nuh'a
tavsiye ettiğini, hem sana vahyettiğimizi, hem İbrahim'e, Musa'ya ve tsâ ya
tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat yaptı" (şûra, 13) buyurmuştur.
Birinci izah ayetin siyakına (devamına) daha uygundur.
Allahu Teâtâ'nın,
ifâdesinin manası şöyledir: "Bizim müslümanlığımız, heva-vü hevesimiz için
değil, Allah'a itaat etme arzusuyla-dır. Durum böyle olunca, bu bir mucize
meydana geldiğinde ona inanmayı gerektirir. Ama mucize gösteren bazı
peygamberleri kabul edip, bazısını kabul etmemek, bu imanın Allah'a itaat ve
boyun eğme için olmayıp, aksine heva-vü hevese ve nefsin arzularına tabî olma
manasına geldiğine delâlet eder.
[241]
"Eğer onlar,
sizin imân ettiğiniz gibi iman ederlerse muhakkak hidayete ermiş olurlar. Eğer
yüz çevirirlerse, o zaman onlar ancak ayrılık (ihtilâf) içindedirler. Allah
onlara karşı sana yeter. O, hakkıyla işiten ve bilendir" (Bakara, 137).
Bil ki Allah Teâlâ,
din hususunda en açık yolu -ki bu yol insanın, peygamberliğine delil bulunan
kimsenin peygamberliğini tasdik edip, bu hususta çelişkiye düşmekten kaçınmaktır
- izah edince, onları böyle bir imana teşvik ederek: "Eğer onlar, sizin
iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidayete ermiş olurlar"
buyurmuştur.
[242]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Sizin iman ettiğinizin misline (iman ederlerse)..." buyruğunda bir
müşkil vardır. O da şudur: Mü'minlerin kendisine imân ettiği şeyin misli
(benzeri, gibisi) yoktur. Buna birkaç bakımdan cevab verilir:
a) Bundan
maksat, onları bulundukları inanç üzere tutup, tesbit etmek,
sağlamlaştırmaktır. Buna göre mâna, "Doğruluk ve sıhhat hususunda dinimiz
gibi, yani ona müsavi olan bir başka din bulurlarsa, onlar hidayete ermiş
olurlar" şeklindedir. Doğruluk bakımından onların dinine müsavî bir dinin
bulunması imkânsız olunca, onun dışında herhangi bir dinle hidâyete ulaşmak
imkânsız olur.
Bunun bir benzeri de,
kendisine öğüt verdiğin kimseye şöyle demendir: "En doğru görüş ve fikir
budur. Fakat senin kafanda bundan daha isabetli bir şey varsa onu uygula."
Kendi kanaatinden daha doğru bir görüşün olmadığını bildiğin halde, arkadaşını
kendi kanaatin üzerinde tutmak ve fikrinden öteye bir fikir olmadığını ona
göstermek için böyle dersin. Biz, doğruluk bakımından bu dine denk olan bir
başka dinin bulunamayacağını söylüyoruz. Çünkü bu din, elinden mucizeler zuhur
eden herkesin peygamberliğini itiraf etmenin vâcib olduğu prensibine dayanır.
Bu dine ters düşen herşey, tezadı içinde taşır. Tezâdlı olan bir şeyin ise,
doğruluk ve sıhhat bakımından, içinde tezâd bulunmayan bir şeye denk olması
imkânsızdır.
b) Ayetteki,
kelimesi zaidedir. Bu, aynen Cenâb-ı Allah'ın, "Onun gibi hiçbirşey yoktur
"(şûra, 11) ayetindeki, kelimesi gibidir. Bu, 'Onun gibi olan birşey
yoktur" manasınadır. Nitekim şâir, demiş, teşbih edatı kullanmıştır).
Ümmü'l-Ahnef de oğlunu
hoplatarak şöyle derdi:
"Allah'a yemin
olsun ki onun ayağında paytaklık, ve zayıflıktan ötürü bacağı da ince
olmasaydı, sizden hiçbiri onun gibi olamazdı."
c) Siz,
Furkan'a (Kur'an'a), kelimelerini bozup tahrip etmeden inandınız. Eğer onlar
da, Kur'an gibi olan Tevrat'a aynı şekilde, kelimelerini bozmadan ve tahrif
etmeden inansalardı, onlar da hidayete ererlerdi. Çünkü bu sayede onlar, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini tanımaya yol bulurlardı.
d) Cenâb-ı
Allah'ın, buyruğunun manası: "Eğer onlar, kendisi ile mü'min olduğunuz
şeyin misline inanırlarsa, hidayete ermiş olurlar." Buna göre ayetteki
temsil (benzetme), iki iman ve iki tasdik arasındadır.
Muhammed b. Cerir
et-Taberî, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Sizler, bu
âyeti, kendisi ne iman ettiğiniz şeyin misline imân ederlerse.." şeklinde
tefsir etmeyiniz. Çünkü Allah'ın bir misli (benzeri) yoktur. Ancak bunu,
"İmân ettiğiniz şeye iman ederlerse..." şeklinde tefsir ediniz."
Kâdî şöyle demiştir:
"Manası müşkil ve karışık olacak diye ayetin müte-vatir olan kıraatini
terketmenin bir izahı yoktur. Çünkü insan bunu adet edinirse, bütün müteşâbih
ayetlerin kıraatini değiştirmesi gerekir ki bu çok mahzurludur." Bu
meselenin cevaplarından itimâd edilecek olan, birincisidir.
Hak Teâlâ'nın,
"Hidayete ermiş olurlar" buyruğundan mak sad, "Onlar, kendisine
iletildikleri şeyi yapmış ve onu kabul etmiş olurlar" manasıdır. Bu
durumda olan kimse, Allah'ın velisi (dostu) ve rıza-i İlâhi'ye nail olanlardan
biri olur. Buna göre ayet, hidayete ermeden önce, hidayetin mevcud olduğuna
delâlet eder. Bu hidayeti, "Allah'ın belirlediği, üzerindeki örtüleri
açtığı ve delil olma yönlerini beyan ettiği deliller manasına hamletmek
mümkündür. Sonra Cenâb-ı Hak, eğer yüzçevirirlerse, başlarına gelecek şeyden
onları menedercesine açıklayarak, "Eğer yüz çevirirlerse, o zaman onlar
ancak ayrılık (ihtilâf) içindedirler" buyurmuştur.
[243]
Şikâk (ihtilaf,
ayrılık) hususunda iki mesele vardır:
Birincisi: Lügatçiterden
bazıları, lâfzının, kökünden alındığını söylemişlerdir. Buna göre sanki o,
aradaki düşmanlıktan ötürü, arkadaşının bulunduğu yerden (gruptan) başka bir
yer (grup) içinde imiş gibi olur. Bir insan, onların cemaatini dağıtıp,
onlardan ayrıldığı zaman; denilir. Bunun bir benzeri de cedelleşme, mücâdele
etme manasına gelen, kelimesidir. Bu cedelleşme birisinin bir hadde
(stnırda),diğerinin ise bir başka hadde (çizgide, sınırda) olması manasınadır.
(karşılıklı düşmanlık beslemek) kelimesi de böyledir. Çünkü şu adam ona, o da
buna karşı düşmanlık içinde olmaktadır. (taraf olmak) kelimesi de böyledir.
Çünkü şu bir cânibte, beriki de bir başka cânibtedir.
Diğer bazı lügatciler
ise, kelimesinin "meşakkat" kökünden alındığını söylemişlerdir. Çünkü
şikâkta (ihtilâfta) olanların herbiri karşısındakine güçlük çıkarmaya ve
eziyet vermeye arzuludurlar. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer, o İkisinin arasında
(kan-koca arasında) bir ihtilâf çıkmasından korkarsamz..." (Nisa, 35),
yani "Aralarında ihtilâftan dolayı bir ayrılık olup da birinin diğerine
meşakkat vereceğinden.korkarsanız..."buyurmuştur.
İkincisi:
Allah Teâlâ'mn, sözü, "Eğer onlar böyle bir imanı bırakırlarsa, tezada
düşmeleri kaçınılmaz olur. Halbuki akıllı olan kimse, tezada düşmeyi
gerektirecek şeyi yapmaz" demektir. Onlar bu tezada düştükleri için, biz
onların maksadlarının dini istemek ve Hakk'a boyun eğmek olmadığını,
maksadlarının ancak çekişme ve düşmanlığı ortaya koyma olduğunu anlarız.
Bu hususta müfessirler
değişik izahlar yapmışlardır:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Onlar haktan ayrılıp, bâtıla sarıldıktan müddetçe
bir ayrılık içindedirler. Bundan dolayı onlar, Allah'a muhalefet eden kimseler
olmuşlardır.
2)
Ebu Ubeyde ve Mukâtii , "Şikâk"
kelimesinin "dalâlet" manasına olduğunu söylemişlerdir.
3) İbn
Zeyd, tfÜi Jt ifâdesinin "bir çekişme ve bir savaşma
içindedirler" manasında olduğunu söylemiştir.
Hasan el-Basrî, bunun
"bir düşman içindedirler" manasında olduğunu söylemiştir.
Kâdî ise şöyle
söylemiştir: "Hak üzre düşmanlık yapmak veya günah olmayan bir şekilde
muhalefet göstermeye, denilmez. Bu isim ancak, sahibini Allah'a düşmanlığa,
O'nun gazabı ile lanetine götüren ve cehennemi haketmeye sebebiyet veren büyük
bir muhalefet hakkında kullanılır. Böylece bu söz, onlar için Allah'tn bir
tehdîdi olmuş olur. Ve, Allah'ın onları bu şekilde nitelemesi, bu kavmin Hz.
Peygamberin düşmanı olduklarına, içlerinden daima O'na soru sormayı
geçirdiklerine ve O'nu sıkıntılara düşürmek için fırsat beklediklerine bir
delil olur.jşte bundan ötürü Allahu Teâlâ onların hilelerinden Resulünü,
onların şer ve tuzaklarından da mü'minleri emin kılarak, hem Resulünün hem de
mü'minlerin kalbini takviye etmek üzere, "Onlara karşı Allah, sana yardım
konusunda yetecektir" buyurmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ bir şey hususunda,
kendisinin yeteceğini tekeffül edince, bu hususta büyük bir güven meydana
gelmiş olur.
Kelâmcılar, bunun
gaybden haber vermek olduğunu, böylece de Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nübüvveti
hususunda, sıdkına delâlet eden bir mu'cize olduğunu söyleyerek şöyle
demişlerdir: Biz, bunun gaybden haber vermek olduğunu söyledik. Çünkü; biz bu
sözün haber verdiği şeyi, haber verildiği gibi aynen bulduk. Zîrâ, Allahu
Teâlâ, yahudî ve hristiyanların şerrine karşı Peygamberine kifayet etmiş ve
onlara karşı ona yardımda bulunmuştur. Böylece de müslümanlar onlara galib
gelmiş, onların yurtlarını istîlâ etmiş ve mallarını ele geçirmişlerdir. Bu
sebeple de onlar, müslümanların elinde, müslümanlara haraç ve cizye ödeyen
zelil kimseler olmuşlar, ya da müslümanların elinden kurtulmaya kesinlikle güç
yetirememişlerdir. Biz, bunun bir mu'cize olduğunu söyledik.çünkü tahminde
bulunan kimse, bu gibi hususlarda detayına varıncaya kadar isabet edemez.
Mülhidler de şöyle
demişlerdir: Biz bunun mucize olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü mucize fevkalâde
bir şeydir. Halbuki örf ve adette başkasının eziyyetine duçar olan herkes için,
"Sabret, çünkü Allah, onun şerrine karşılık yardımcı olarak sana
yeter!" denilegeimiştir. Sonra yetme işi ise, bazen tahakkuk eder, bazan
etmez. Bu durum mûtad bir şey olunca, arttk nasıl mucize olduğu söylenebilir?
Belki de o, görmüş olduğu bir rüya sebebiyle buna ulaşmıştır. Bu ise, karşı
konulamayacak şeyler cümlesindendir. Çünkü müneccimler şöyle demektedirler:
Kimin talihinde kendisine gayb okunun çıkacağı varsa, o kimse nebî olmasa da,
bu tür haberleri söyleyebilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bizim,
"bu mucizedir" sözümüzden maksadımız, "bu haberler, yalnız
başına mucizedir!" şeklinde değildir; tam aksine bizim maksadımız,
"Kur'an, bu tür pekçok şey ihtiva eder. Yalancı bir tahminciden meydana
gelmesi mümkün olmayan şeyler cinsinden olmak üzere, pekçok şeyi detaylı
şekilde haber vermiştir" demektir.
Sonra Allahu Teâlâ
peygamberine maddî ve manevî yardımını va'adedin-ce, bunun peşinden, onların bu
hususta açığa vurdukları ve gizledikleri hiçbir şeyin Allah'a gizli
kalmayacağına delâlet eden şeyi getirerek, "O, her şeyi hakkıyla
bilendir" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu, onlar
için bir tehdittir.. Buna göre ayetin mânası, Allah onların gizledikleri ve
söyledikleri şeyi ihata eder; O, her şeyi bilendir, binaenaleyh, onlardan
meydana gelebilecek herşey hususunda, peygamberine kâfi gelmeye kadirdir.
b) Allahu
Teâlâ peygamberine va'adde bulunmuştur. Yani, Allah senin duanı duyar, niyetini
bilir, sana icabet eder ve seni maksadına ulaştırır...
Alimlerimiz, Allahu
Teâlâ'nın ifadesiyle, O'nun duymasının ve işitmesinin, mesmûatı (işittiği
şeyleri) bilmesine itâve başka bir sıfat olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü
ayetteki, (bilicidir) ifâdesi, mübalağa ifâde eden bir kalıptır. Böylece bu
kalıp, Cenâb-ı Hakk'ın bütün malûmatı bildiğini gösterir. Binaenaleyh, şayet
Cenâb-ı Hakk'ın Semî (işitict) olması, işitilecek şeyleri bilmesi manasına
olsaydı, o zaman manasız bir tekrar yapılmış olurdu ki bu da caiz değildir.
Bundan dolayı Allah'ın Semî oluşunun "alîm" sıfatına ilâve başka bir
sıfat olması gerekir. Allah doğruyu en iyi bilendir.
[244]
'Allah'ın boyası...
Allah'dan daha güzel boyaması olan kimdir. Biz ona kulluk edenleriz"
(Bakara, 138).
Bil ki Allah Teâlâ,
İslâm dininin sıhhatine delâlet eden şeyi ikinci cevap olarak zikredince, bunun
peşisıra bu dinin delillerinin çok açık ve seçik olduğunu gösteren şeyleri
zikrederek, demiştir. Bu ayette bir-iki mesele vardır:
[245]
"Sıbg"
elbisenin kendisiyle boyandığı şeydir. Ba harfinin fethast, kesresi ve ötresi
ile, ve, şeklinde üç türlü mazisi, Sâd harfinin fethası ve kesresi ile de ve
olmak üzere iki şekilde masdarı yardır. Bütün bu şekiller "elbiseyi
boyadı" şeklinde kullanılır. kelimesi, nin masdarı olan, gibi, dan
vezninde gelmektedir. Sıbgâ, boyanın üzerinde bulunduğu duruma denir.
Alimler, ifadesiyle
neyin murad edildiği hususunda şu farklı görüşleri ileri sürmüşlerdir:
a)
"Allah'ın dini" manasınadır. Böyte diyenler, Allah Teâlâ'nın, dinini
Sıbgatullah" diye isimlendirmesi hususunda şu delilleri ileri
sürmüşlerdir:
1) Hristiyanlar,
çocuklarını "vaftiz" dedikleri sarı bir suya batırıyor ve bunun o
çocukları manen temizlediğini söylüyorlardı. Onlardan biri çocuğunu vaftiz
ettirince: "İşte şu anda bu, hristiyan oldu" derdi. Bundan dolayt
Cenâb-ı Hak, "Onların boyasını değil, Allah'ın boyasını isteyiniz"
demiştir. Allah'ın boyası da din ve İslâm'dır."Sıbgâ" lâfzının,
"din" manasına kullanılmasının sebebi "müşâkele"[246]
yoludur. Nitekim sen ağaç dikmekte olan kimseye cömertliği öğütleme kasdı ile,
devamlı cömertlik yapan bir adama işaret ederek: "Falanca adamın ağaç
dikişi gibi (cömert oluşu gibi) ağaç dik (cömert ol)" dersin. Bunun bir
benzeri de Allah Teâ\â'run:'(Münatiklar) "Biz ancak istihza
etmekteyiz" (dediler). Halbuki Allah da onlarla istihza ediyor (yani istihzalarını
cezalandırır)" (Bakara, 14-15); "(Onlar)-Allah'a hile yaparlar.
Halbuki Allah onlara hile yapar (yani hilelerine ceza verir) (Nisa, 142);
"Onlar hile yaptılar, Allah da hile yaptı (Yani onların hilelerine
karşılık ceza verdi) (Ali imran,54); "Kötülüğün cezası aynısı ile
kötülüktür (yan! ona denk bir cezadır)" (şûra, 40); ve "Eğer siz
bizimle alay ederseniz, biz de sizinle alay ederiz (yani onun cezasını
veririz)" (Hûd, 36) ayetleridir.
2) Yahudiler
evlâdlannı Yahudilik ile, hristiyanlar da Hristiyanlıkla boyu-yoriardı. Yani bu
din o çocukların kalblerinde iyice yer etsin diye, onları kendi dinlerine sokup
adetâ onunla onları Doyuyorlardı. Bu izah Katâde'den rivayet edilmiştir.
İbnu'l-Enbâri şöyle
demiştir: "Falanca falancayı, falanca şeyde boyuyor" denir. Bunun
manası, boya elbiseden nasıl ayrılmaz, onunla birlikte kalırsa, "O adam, o
falancayı o işe sokuyor ve ondan ayrılamaz hale getiriyor" demektir.
Sa'leb şöyle şiir
nakletmiştir:
"Seni bir kimse
şerre sokmadığı zaman, şerri bırak ve çekinerek kurtuluşa er."
3) Din,
"boya" olarak isimlendirilmiştir; çünkü dinin görünüşü temizlik ve
namaz gibi alâmetlerin müşahede edilmesiyle ortaya çıkar. Nitekim Cenâb-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Secde izinden
olan alâmetleri onların yüzündedir" (Feth; 29).
4) Kadî
şöyle demiştir: "kelimesi, diye başlayan 136. ayete bağlıdır. Cenâb-ı Hak
onlardan meydana gelen bu imanı, hiss-i selim sahibi olan bir kimse nezdinde
renkler arasındaki fark nasıl hemen an-laşılıyorsa, bunun gibi, Allah'ın seçmiş
olduğu bu din ile bâtıla tutunmuş olan kimsenin seçmiş olduğu din arasında da,
apaçık bir farkın bulunduğunu ifâde stmek için, "Allah'ın boyası"
olarak vasfetmiştir."
b) "Allah'ın
boyası" O'nun yaratışıdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı şu ayetine
benzer: insanları yaratmış olduğu
fıtratına., (yönel). Allah'ın yaratmasında hiçbir değişme yoktur!" (Rûm,
30). Buna göre mana şöyle olmaktadır. Terkibi ve bünyesi itibarıyla insan, acz
ve ihtiyaç içindedir. Onun sonradan yaratıldığına ve bir yaratıcıya muhtaç
olduğuna delâlet eden bu alâmet ve izler, onun için bir boya ve ayrılmaz bir
mühür, nişan gibidir..
Kadî, şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, sözünü "fıtrat" mâ-nasına hamleden kimse, mana
itibarıyla, ifâdesinin "din" olduğunu söyleyen kimseye yaklaşmıştır.
Çünkü müslümanların emrolunmuş olduğu "fıtrat", aklî ve serî
delillerin iktiza ettiği şeydir ki, bu da "din" dir. Fakat,
"din" daha açık ve nettir; çünkü, daha önce açıklamış olduğumuz üzere
burada murad, "Deyiniz ki biz Allah'a... iman ettik" ayetinde
kendilerini niteledikleri şeydir.. Cenâb-ı Hak bu hususta sanki şöyle söylemiştir:
"Size, kendisine sarılmanızı emrettiğim ve kendisinden faydalanmanızı zorunlu
tuttuğum bu din, hem dinen, hem de dünya yönüyle galib ve üstün gelecektir;
tıpkt boyanın güzelliğinin kendini göstermesi gibi..." Söz zikrettiğimiz
bu mânaya hamledildiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, "Çocuklarının
vaftizi esnasında boya kullanmak şeklinde carî olan yahudi ve hristiyan geleneği
itibarıyla söylemiştir" diyen kimsenin bu sözünün bir yeri ve mânası kalmaz.
Çünkü söz, izahların en güzeline hamledilince, onun dışındakileri zikretmekte
bir fayda bulunmaz.
Biz yine,
müfessirlerin bu husustaki görüşlerini anlatmaya devam edelim:
c)
"Allah'ın boyası" sünnet olmak demektir. Sünnet olmak bir temizlenmedir.
Hristiyanlara mahsus olan vaftiz, nasıl onlar için bir temizlenme ise, sünnet
olmak da müslümanlar için bir temizlenmedir. Bu görüş Ebu'l-Âliye'den rivayet
edilmiştir.
d) Esamm'dan
rivayet edildiğine göre, "Allah'ın hüccet ve delili" demektir.
Ebû Ubeyde'den rivayet
edildiğine göreyse, onun "Allah'ın kanunu", "Sünnetutlâh"
olduğu söylenmiştir. En güzel görüş, birinci görüştür. Allah en iyi bilendir.
[247]
kelimesinin mansûb
olması hususunda birkaç görüş vardır:
1) Bu
kelime, kelimesinden bedel olup, onu tefsir etmektedir.
2)
"Allah'ın boyasına tâbi olunuz," demektir.
3) Sîbeveyh'in
görüşüdür. Buna göre, bu kelime te'kîd edici bir masdar olduğu için, (Bakara,
136) lâfzından ötürü rnansub olmuştur. Nitekim, (Nisa. 122)ayeti de kendisinden
önceki ifâdeden dolayı mansub olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
'Boyaması Allah ınkinden daha güzel olan kim vardır?" kavline gelince,
bundan maksat Allah'ın kullarını iman ile boyamak ve onları küfrün
pisliklerinden temizlemektir. Bu itibarla, O'nun boyamasından daha güzel bir
boya olamaz!.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz Ona ibâdet ediciyiz" kavline gelince, bu hususta Keşşaf sahibi
şöyle demiştir: Bu, sözüne atfedilmiştir.
Bu, ifâdesinin,
buyruğundan bedel olduğunu; veya, "Allah'ın boyasına yapışınız!"
anlamında olmak üzere, "iğra" olarak mansub olduğunu iddia eden
kimsenin sözünü reddeder; çünkü bu durumda nazmın tertibi bozulur. ifâdesinin
te'kîd edici masdar olması bakımından mansûb olduğunu söyleyen ise, Sîbeveyh
idi.. Görüş, Hüzâm'ın söylediğidir..
[248]
"De ki "Siz,
Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O, sizin de
Rabbinİzdir, bizim de.. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size
aittir. Biz Ona tam gönülden bağlanmışız" (Bakara, 139).
Bu ayette de birkaç
mesele vardır:
[249]
Ayette geçen mücadele
hususunda âlimler bazı farklı görüşler zikretmişlerdir:
1) Bu
onların, daha önce içlerinde peygamberler zuhur ettiği için, hakka ve
nübüvvete daha lâyık olduklarını söylemeleridir. Buna göre mana şöyle olur
"Siz, Allah'ın, sizden değil de Araplardan bir peygamber seçmesi
hususunda bizimle mücadele ediyor ve, "şayet Allah bir kimseye vahiy
gönderseydi bunu bize gönderirdi" diyor, böylece peygamberliğe kendinizi
bizden daha mı lâyık görüyorsunuz?"
2) Onların,
"Biz imana, putlara tapan Araplardan daha müstehakız" demeleridir.
3) Bu
onların, ''Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" (Maide. 18); “Cennete ancak, yahudî veya hristiyan olanlar
girebilecek"(Bakan, 111);"Yahudi veya hristiyan olunuz ki hidayete
evesiniz" (Bakara, 135) demeleridir.
4) ’nin manası, "Bizimle Allah'ın dini
konusunda mücadele mi ediyorsunuz?" demektir.
[250]
Bu hüccetleşme ve bu
mücadele kiminle olmuştur? Bu hususta birkaç görüş zikretmişlerdir:
1) Bu,
yahudî ve hristiyanlara bir hitâbtır.
2) Bu,
"Bu Kur'an, iki beldeden birinin Önde gelen adamına indirilmeli değil
miydi?" (Zuhruf. 31) dedikleri zaman, müşrik Araplara hitaptır. Araplar
yaratıcıyı kabul ediyorlardı.
3) Bu, hepsine
yöneltilen bir hitaptır. Bunlardan birinci görüş, ayetin nazmına daha
uygundur.
Hak Teâlâ'nın,
"O, sizin de, bizim de Rabbimizdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki
açıklama vardır:
1)
"Allahu Teâlâ, maklûkâtının yönetimini, peygamberliğe kimin daha uygun
olup olmadığını en iyi bilendir. Binaenaleyh, Rabbinize itiraz etmeyiniz.
Çünkü, kulun Rabbine itiraz etmesi uygun düşmez. Tam aksine, onun bütün işleri
Allah'a havale etmesi gerekir."
2) Sizin
Allah'a nisbetiniz, ancak kulluğunuz ile mümkündür. Bu nisbet ise, sizinle
bizim aramızda müşterektir. O halde ne diye kendinizi bize üstün görüyorsunuz?
Daha doğrusu, bizim üstün olmamız gerekir.. Çünkü biz kulluk hususunda Allah'a
karşı daha samimiyiz, oysaki siz böyle değilsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden
kastedilen de budur. İşte bu açıklama, doğruya daha yakındır.
Allah'u Teâlâ'nın,
ifâdesine gelince, bundan murad, din konusunda yapılan bir nastfıat olduğudur,
Cenâb-ı Hak peygamberine sanki, "Onlara bu sözü bir şefkat ifâdesi ve
nasihat olmak üzere söyle, yani sizin kötü fiillerinizden bana bir zarar
gelmiyor ki, benim bu maksadım böyle bir zararı savuşturmak olsun! Benim bu
sözden maksadım ancak, size nasihat etmek ve sizi en doğru olana
yöneltmektir" de demiştir.. Hülasa olarak insantn sözü dünyevî beklentilerden
uzak olduğu zaman kabule şayan olur. Ama, herhangi bir dünyevî şey için
söylendiğinde, o kimsenin sözü kesinlikle kalbe nufûz etmez.. İşte burada
kastedilen de budur. Böylece burada, insanları tefekküre, istidlale ve hakkı
kabule sevkeden bir teşvik ve tenbih bulunmaktadır. İhlasın manası ise daha
önce geçmişti.
[251]
"Yoksa siz,
muhakkak ki İbrahim, İsmail İshâk, Ya'kûb ve torunları yahudî idilier mi
diyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Yanında
Allah'tan olan bir şehadeti saklayandan daha zâlim kim olabilir? Allah, sizin
yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara, 140).
Bil ki bu ayette iki
mesele vardır:
[252]
İbn Amir, Hamza, Kİsâî
ve Hafs'ın rivayetine göre Âsim muhatab sîgası üzere tâ harfiyle olmak üzeşeklinde
okumuşlardır. Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Siz benimle, mücadele mi
ediyorsunuz, yoksa... diyorsunuz?"
Diğer kıraat imamları
ise, bu ifâdenin yahudî ve hristiyanlardan bir haber veriş olmak üzere, yâ
harfiyle, okumuşlardır. Birinci kıraate göre lâfzının muttasıl (bitişik) olması
muhtemeldir. Buna göre mana bakımından takdir şöyle olur: İşimiz hakkında iki
hüccetten hangisine tutunursunuz? Tevhide mi? Eğer tevhide sarıltyorsanız,
biliniz ki biz de muvahhidiz. Yoksa, peygamberlerin dinine ittibâ etmeye mi?
Eğer ittibâ ediyorsanız, biliniz ki biz de ittibâ ediyoruz...
"Daha doğrusu
siz, ... diyor musunuz?" manasında olmak üzere, "munkatı'a"
olmasi da muhtemeldir. Hemze yine inkârî olur..
İkinci ktraata göre
ise, cümlenin manası birincisinden başka bir hüccet getirmeye geçtiği, intikâl
ettiği için, munkatı'adır. Sanki şöyle denilmiştir: Siz peygamberlerin Tevrat
ve İncil inmeden Önce yahudî veya hristiyan olduklarını mı
söylüyorsunuz?"
[253]
Allahu Tealâ, şu
sebeplerden dolayı onların bu sözlerini yadırgamıştır:
1) Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği diğer
mucizelerle de sübût
bulmuştur. Allahu Teâlâ onların bu hususta yalan söylediklerini haber
vermiştir. Binaenaleyh, onlar bu hususta kesinlikle yalancıdırlar.
2)
Peygamberlerin tevhîd ve Hanîflik üzere olduklarına Tevrat ve İncil şe-hadet
etmektedir.
3)
Tevrat ve İncil, peygamberlerden sonra nazil
olmuştur.
4) Onlar
bunu herhangi bir delit getirmeksizin iddia etmişlerdir. Böylece Allahu Teâlâ
onları, bu sözlerinden dolayı "İstifham-ı İnkarî "ile kınamıştır.
(Yani "o demeyiniz...) Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, onları böyle
yapmaktan menedip kınamak ve, söyledikleri hususlarda yalancı olduklarını bizzat
kendilerine itiraf ettirmektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
sözünün manası, "Allah en iyi bilendir ve O'nun haberi en doğru
olandır" demektir. Halbuki Cenâb-ı Hak Tev-rat'da, İncil'de ve Hz.
Muhammed'in lisanı ile tebüğ edilen Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin müslüman
olduklarını, yahudî ve hristiyanlıktan münezzeh olduklarını haber vermiştir.
Buna göre şayet,
"Bu söz bilmeyen kimseler hakkında söylenir, halbuki onlar bunu biliyor ve
saklıyorlardı. O halde onlar hakkında böyle söylenmesi nasıl doğru olur?"
denilirse, biz deriz ki: onların böyle bir zan ve vehim içinde olduklarını söyleyenlere
göre, ifâde açıktır. Ama, onlar bilmekle beraber inkâr ediyorlardı, diyenlere
göre ise bunun mânası, "Sizin durumunuz Allahu Teâ-lâ'nın haber verdiği
şeyi bilip, O'nun en bilgili olduğunu da itiraf ettiği halde, bu bilgisi
kendisine fayda sağlamayan itirazcıların durumuna benzer.
Hak Teâîâ'nın
"Yanında Allah'dan olan bir şahadeti saklayandan daha zalim kim olabilir?
ayeti hakkında üç görüş vardır:
a) Bu ayette
bir takdim ve te'hir vardır. Buna göre ayetin takdiri, "Allah katında,
yanında bulunan şahadeti gizleyenden daha zalim kim vardır?" şeklinde
olur. Bu, tıpkı senin, "Şehâdeti saklayanlar topluluğundan olan Zeyd'den
daha zalim kim olur?" sözün gibidir. Buna göre ayetin manası şöyledir:
"Şayet İbrahim ve oğulları yahudî veya hristiyan olsalardı, sonra da Allah
bu şahidliği gizlemiş olsaydı, şehâdeti gizleyenlerden herhangi biri, ondan
daha zalim olmazdı. Fakat O'nun adaleti ve yalandan münezzeh olması sebebiyle
bu imkânsız olunca biî durumun böyle olmadığını anladık."
b) Ayetin
manası şöyledir: "Ey yahudî ve hristiyan topluluğu, Allah'dan olan bu
şahadeti gizlediğiniz için, sizden daha zalim kim olabilir?" Buna göre,
ibaresindeki, harfi cerri şahadeti gizleyenle; ikinci görüşe göre de şahadetin
kendisinden gizlendiği kimse ile alâkalıdır. Cenâb-ı Hak, sanki şöyle
buyurmuştur "Yanında bir şahidlik bulunup da onu Allah katında yerine
getirmeyip, aksine gizleyip saklayan kimseden daha zalim kim vardır?"
c)
ibaresindeki, harf-i cerri, âilfi lâfzına mütealliktir. Buna göre ayetin
manası: "Kendisine Allah katından gelen şahadeti gizleyip inkâr edenden
daha zalim olan kimdir?" şeklinde olur. Bu tıpkı birisinin başkasına,
"Benim yanımda senden olan bir şahadet vardır" demesi gibidir. Yani
"O, şahadeti senden duydum. O, şahadet senin tarafından geldi" demektir.
Allah Teâlâ'nın, "Allah yaptıklarınızdan gâftl
değildir" buyruğu, hertürlü va'idi içine alan bir sözdür. Cenâb-ı Hakk'ın,
kendisinin gizlediğini ve açıktan yaptığını bildiğini, hiçbir şeyin O'na gizli
kalmadığını, her işinin gerisinde Allah'ın mücâzâtının olduğunu, işi iyi ise
iyilikle, yaptığı kötü ise kötülükle cezalandırılacağını düşünen kimse, göz
açıp kapayacak kadar bir zaman bile korkusuz ve endişesiz olamaz. Görmüyor
musun ki içimizden birisini hükümdar adına gözetleyen birisi bulunup da, o
onun adetâ nefeslerini sayarsa, bu gözetleyen zahiri şeylerden başka bir şey
bilemeyeceği hatde, gözetlenende bundan dolayı devamlı bir endişe bulunur.
Buna göre, gizliyi ve en gizliyi bilen, herşeyi gözetleyen Rabb karşısında, o
Rab böyle bir söz ile tehdid edip korkuttuğu zaman, onun halinin nasıl
olacağını artık siz düşünün...
[254]
" Onlar bir ümmet
idi geçti. Onların kazandıkları kendilerine ait sizin kazandığınız da size ait.
Siz onların yaptığı şeylerden mesul olmazsınız" (Bakara. 141).
Biliniz ki Hak Teâlâ,
bu peygamberler hakkında yahudilerin iddialarını delillerle çürütünce, bunun
peşisıra bazı sebeblerden dolayı bu ayeti getirmiştir:
1) Bu,
onlara bir va'z-u nasihat olsun ve onlar için caydırıcı birşey olsun, böylece
de babalarının üstünlüğüne güvenmesinler diye getirilmiştir. Binaenaleyh
herkes kendi yaptıklarına göre hesaba çekilir.
2) Hak
Teâlâ, maslahatlar (menfaatler) değiştiği için, size farz olan şeylerin
aynısının onlara da farz kılınmasının yadırganamayacağı gibi, maslahatların
değişmesinin ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in sizi bir dinden başka bir dine
geçirmesinin de yadırganamayacağını beyân etmiştir.
3) Allah
Teâlâ, bu ayetlerde bahsettiği peygamberlerinin yolunun güzelliğini anlatınca,
delilin bununla tamam olmayacağını, tam aksine her insanın yaptığından mesul
olacağını, öncekilerin isabet mi, hata mı ettikleri belli olmadığı için,
öncekilerin yoluna tutunduğu vehmine düşerek hakkı terketme konusunda mazur
sayılamayacaklarını beyân etmiştir. Çünkü öncekilerin yaptıklarının onlara ne
faydası ne de zararı olur. Cenâb-ı Hak bunu, dinin yolunun taklid olduğu
sanılmasın diye, açıklamıştır.
Eğer "Ayet niçin
tekrar edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta İki görüş vardır:
a) Cenâb-ı
Hak, daha önce geçen ayet ile, Hz. İbrahim'i ve onunla birlikte zikredilenleri
kastetmiştir. Bu ayet ile ise, Yahudilerin atalarını kastetmiştir. Bunu Cübbâî
söylemiştir.
Kâdî ise: "Bu
uzak bir ihtimaldir. Çünkü yahudi ve hristiyanların atatan açıkça bu ayetlerde
zikredilmemiştir. Bu görüşte şüphe edilecek nokta şudur: Yahudiler, Hz. ibrahim
ve oğullarının Yahudi dini üzere olduklarını söyleyince, sanki şöyle demiş
oldular: "Onlar, yahudi olan atalarımızın yolunda idiler." Böylece
onların ataları adetâ ayette zikredilmiş gibi oldu. Bundan dolayı da,
"Onlar bir ümmet idi, geçti..." demesi ve onları belirlemesi caiz
olmuştur" demiştir. Fakat bu izah, zoraki bir izahtır. Çünkü daha önce
zikredilmiş olanlar Hz. İbrahim (a.s) ve onun oğullarıdır. Binaenaleyh
Allah'ın, buyruğunun bu zikredilenlere âit olması gerekir.
b) Zamanlar,
durumlar ve mekânlar değişince, bir ayeti tekrar etmek abes olmaz. Buna göre
Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir. "Bu, ancak bir serdir. Bu sebeble, dinî
konularda peygamberlerin vasıfları herhangi bir kimseyi taklit etmelerinin
caiz olmamasıdır. Binaenaleyh bu peygamberler topluluğu hakkında size söz
düşmez. Çünkü onların kazandıkları onlara aittir. Hz. Muhammed (s.a.s) sizi
neye davet ediyorsa, siz ona bakın, çünkü sizin için bu daha faydalı ve daha
yararlıdır. Sizler ancak yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.
[255]
'İnsanlardan kimi
beyinsizler, "Onları, üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren
nedir?" diyecekler.. De ki: Doğu da Allah'ındır, batı da.. O, dilediğini
dosdoğru olan yola iletir" (Bakara. 142).
Bil ki bu, yahudî ve
hristiyanların, İslâm'ı tenkit etmek için zikretmiş olup da, daha sonra,
"Nesh, ya cehaleti gerektirir veya cehalete nisbet edilmeyi.. Bu iki durum
da Hakîm olan Allah'a yakışmaz... Bu böyledir, çünkü iş, ya kayıttan hâlî olur
veya devam etmeksizin mukayyet olur.. Veyahut da devam kaydı ile mukayyed olur.
Eğer kayıddan hâli ise iş, ancak bir defa gerekir. Bu takdirde de bundan sonra
işin, öncekinin aksine gelmesi nâsih olmaz. Eğer "devam etmeme"
kaydı ile kayıdlı ise, o zaman da birşeyden sonra, onun hilâfına gelenin onu
neshedici (nâsih) olmayacağı açıktır. Eğer "devamlı olma" kaydı ile
birşey mukayyed ise ve o şeyin, uzun müddet kalacağına ve sonra Cenâb-ı
Allah'ın onu kaldıracağına delâlet eden bir lâfız zikredilerek, onun devamlı
kalacağına inanılır İse, bu durumda Allah'ın bunu bilemeyip de, daha sonra bu
işin farkına varmış olması gerekir. Eğer Allah Teâlâ, bunun devamlı olarak
kalacağına delâlet eden bir lâfız zikrettiği halde, devamlı olarak kalmayacağını
biliyor idi ise, bu Allah'a cehalet nisbet etmeyi gerektirir. Böylece neshin ya
câhil olmayı veya cahil sayılmayı gerektirdiği ortaya çıkar ki her ikisi de Allah
hakkında imkânsızdır. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın bir hükmü neshetmesi imkânsız
olur. Binaenaleyh Hak Teâlâ'nın ahkâmında neshin bulunduğunu söyleyen kimsenin
batıl bir görüşe tutunmuş olması gerekir" diye ifâde ettikleri, ikinci
şüpheleridir.
Bu yolla yahudî ve
hristiyanlar. kıblenin değiştirilmesi hususundaki ten-kidleri ile İslam'ı
tenkide yönelmişlerdir. Sonra onlar, bu gerekçelerini birçok şüpheye dayayarak
şöyle demişlerdir: "Biz neshi caiz görürsek, ancak maslahatların
(menfaatlerin) değişmesi durumunda caiz görürüz. Bu hususta ise, diyebiliriz
ki: Bütün yönler, Allah'ın mülkü ve mahlûku olmaları bakımından eşittirler.
Bundan dolayı kıblenin bir yönden başka bir yöne çevrilmesi, faydası olmayan
bir iştir. Bu sebeble de o, abesle iştigal sayılır. Abes ile iştigal etmek ise
Hakim olan Allah'a yakışmaz. Bu da, bu değiştirmenin Allah tarafından
olmadığını gösterir." Onlar, bu izahları ile, İslâm dinini tenkidi gaye
edinmişlerdir. Biz şimdi ayetin lâfızlarının tefsiri hususunda konuşup, sonra
da Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de açıkladığı şekilde bu şüpheye cevap vereceğiz.
Cenâb-ı Allah'ın, "Beyinsizler şöyle diyecekler.."
buyruğu hususunda iki izah vardır:
1) Bu
Kaffâl'ın tercihidir. Buna göre, bu fiil her nekadar gelecek zaman için ise de
bazan geçmiş zaman için de kullanılır. Bu, tıpkı bir iş yapıp da, o hususta arkadaşlarından
birisinin tenkidine maruz kalan bir insanın durumu gibidir.O, bu,tenkide karşı
şöyle der: 'Ben onların yapmış olduğum iş hususunda, beni tenkid edeceklerini
biliyorum." Bu, sözün tekrar ve iade edilecek bir pozisyonda olduğunu
ifâde eder. Buna göre onlar, bu sözü bir kere söylemiş oldukları halde,
ileride tekrar söyleyecekler. Bu izaha göre şöyle denilebilir..."İnsanlardan
kimi akılsızlar bunu söyleyecekler ..." Nitekim o yahudiier bu sözü
söyledikleri zaman bu ayetin nazil olduğuna dâir bazı rivayetler gelmiştir.
2) Allah
Teâfâ, onlar bu sözü söylemeden Önce, onların böyle söyleyeceklerini haber
vermiştir. Bunun bazı faydaları vardır:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s) bu sözü, söylemeden önce haber verince, bu gaybtan haber
verme olur ki, bu bir mucizedir.
b) Allah
Teâlâ, önce bu hususu haber verip, sonra da Hz. Peygamber (s.a.s)'in onu
duyması, önceden haberi olmaksızın bu sözü duymasından daha az eziyet verici
olur.
c) Cenâb-ı
Hak, önce bu sözü ona haber verip, sonra da bu sözle beraber cevabını
zikrettiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlardan bu sözü duyduğunda, onlara
karşı cevabı hazır olmuş olur: Bu da, cevabı henüz hazır değilken bu sözü
onlardan duymasından daha münasiptir.
"Sefeh"kelimesinin
aslına gelince.bunu, (Bakara, inayetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak
diyebiliriz ki lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden ayırdedemeyip,
faydalı şeyleri bırakarak, kendisine zarar veren şeylere yönelen kimse
hafiflik ve "sefeh" ile vasfedilir. Din hususundaki cehalet (sefeh),
dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlı olduğunda şüphe yoktur. Bu
sebeple dünya işleri konusunda apaçık görüşten sapan kimseye "sefih"
{akılsız beyinsiz) denilince, dininin işleri hususunda böyle olan kimse bu
isme daha çok müstehaktır. Binaenaleyh, hiçbir kâfir yoktur ki
"sefih" olmasın...
Bu ismi, yahudilere,
müşriklere, münafıklara ayrı ayrı ve hepsine birden vermek mümkündür.
Müfessirlerden bir grub, bu görüşleri ayrı ayrı söylemişlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a) ve Mücâhid'e göre, bunlar yahudilerdir. Çünkü onlar.Hz. Peygamber
(s.a.s)'in kendi kıblelerine yöneldiğine seviniyorlar ve O'nun kendileriyle
aynı kıbleye yönetmesinin, belki de bütün hususlarda kendilerine muvafakat
etmeye yönelteceğini zannediyorlardı. Ne zaman ki kıble değiştirildi, onlar bunu
yadırgadılar ve kederlenerek: "Muhammed (putperest) atalarının yoluna
döndü, o onların dinine meyletti. Şayet o, bizim kıblemize yönelmeye devam
etseydi, onun beklenen ve Tevrat'ta müjdelenen peygamber olduğunu
anlardık" dediler. Bunun üzerine, Allah Teâlâ'nın bu tefsir ettiğimiz
ayette söyleyeceklerini bildirdiği sözü söylediler.
2)
İbn Abbas (r.a) Berâ b. Azib (r.a) ve Hasan
el-Basrî ile Esamm'ın söylediğine göre, bunlar müşrik Araplardır. Bu böyledir,
çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke'de iken Beytu'l-Makdis'e yönelmiştir.
Müşrikler bu sebeple bundan sıkıntı duyuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s)
Medine'ye gelip Kabe'ye yönelmeye başladığı zaman onlar, "Bize muvafakat
etmeye mecbur kaldı. Eğer bu hal (kıble) üzere sebat ederse, onun için daha iyi
olur" dediler.
3) Bu ayette
kastedilenler münafıklardır. Bu görüş Süddî'ye aittir. Münafıklar bu sözü
yönlerden birinin, Kıble'nin Kudüs'e çevrilmesini gerektirecek makul bir
sebeble diğer yönlerden ayrılamayacağını ileri sürürek, alay etme gayesiyle
söylemişlerdir. Buna göre kıblenin değiştirilmesi, sırf abesle iştigal ve şahsî
görüş ve arzu ile hareket etmektir.
Biz "Süfeha"
kelimesini münafıklara hamlettik. Çünkü bu isim münafıklara has bir kelimedir.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi bilin ki onlar
(miinaûklar)dırsefihlerin tâ kendileri. Fakat bunu bilmezler..." (Bakara.
13).
4)
"Süfeha" kelimesine, bu sayılanların
hepsi dahildir. Çünkü ayetteki bu lâfız, başında umûm ifâde eden eliflâm
bulunan âmm bir lâfızdır. Biz, bu kelimenin bütün kâfirler için
kullanılabileceğini aklî delil ile açıklamıştık. Ayet de buna delâlet eder. Bu
da Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendini bilmez
(sefth)den başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir?" (Bakara,
130)sözüdür. Buna göre, bu kelimenin bütün bu kimselere şâmil olması gerekir.
Kâdî ise şöyle
demiştir: "Ayetten maksad, bu sözün onların hepsinder çıktığını
açıklamaktır. Durum böyle olunca, (süfehâ) lâfzının umûmî olduğum söylemek uzak
bir ihtimal sayılmaz."
Biz de deriz ki: Bu
kadar bir şey, lâfzın ne umumî olmasına manidir, ne de hususî olmasını
gerektirir. Daha doğrusu akla en yakın olan, bu gruplardan hepsinin bu sözü
söylemiş olduğudur. Çünkü İslam düşmanları, dini yaralamak ve tenkid etmek
karakterindedirler. Onlar fırsat buldukça, söyleyeceklerini mutlaka söylerler.
Hak Teâlâ'nın,
"Onları üzerinde oldukları kıbleden çeviren nedir?" ayetinde birçok
mesele vardır:
[256]
onu ondan çevirdi,
dönderdi manasınadır. ifâdesinin,zıddı
mana taşır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim öyle bir günde onlara arka
çevirirse.." (Ental, 16) ayeti de bu manadadır. Tefsir ettiğimiz
ayetteki, sözü, istihza ve taaccüb yollu bir sorudur.
[257]
Buradaki "yüz
çevirme" hususunda iki görüş vardır:
1) Bu goruş
mufessırlerın üzerinde ittifak ettikleri
meşhur bir görüştür: Kıble, Beytu I-Makdıs den Ka be yonune çevrilince,
kafirler muslumanları kınayarak
şöyle dediler: "Onları üzerinde
oldukları Kıblelerinden dönderen sebep nedir?" Buna göre ayetteki,
ifâdesindeki, zamiri Peygamber (s.a.s)
ve mü'minlerin yerini tut maktadır.
Müslümanların daha
önce yöneldikten kıble Beytü'l-Makdis idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Medine'yö
gittikten sonra kıbleyi ne zaman değiştirdiği hususundaki rivayetler çok
çeşitlidir. Enes b. Malık (r.a)'den rivayet edildiğine göre, hicretten dokuz
veya on ay sonra; Muaz (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, onüç ay ay sonra;
Katâde'den rivayet edildiğine göre onaltı ay sonra ve İbn Abbas (r.a) ile Bera
b. Âzib (r.a)'den rivayet edildiğine göre onyedi ay sonradır. Bu son görüş
bizce, diğerlerinden daha sağlam ve mazbuttur. Bazı kimselerden ise kıblenin,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye hicretinden on-sekiz ay sonra tahvil
edildiği, rivayet edilmiştir. Vâkıdî, kıblenin onyedinci ayın başlagıcında,
Receb ayının ortasında Pazartesi günü tahvil edildiği söylemiştir. Diğer
bazıları ise, hicretten iki sene sonra kıblenin değiştirildiğini söylemişlerdir.
2) Ebu
Müslim'in görüşüdür: Buna göre, Hak Teâlâ'nın kıbleyi, Beytü'l-Makdis'den
Kâ'be'ye çevirdiğine dâir haber sahih olunca, kıblenin değiştirildiğine
hükmetmek gerekir.Şayet bu olmasaydı, ayetteki, (üzerinde oldukları) ifâdesi
ile, "Yani sefihlerin üzerinde oldukları" manası murad edilmiş
olabilirdi. Çünkü onlar ancak yahudiierin ve hristiyanlann kıblesini biliyorlardı.
Yahudilerin kıblesi batıya, hristiyanlarınki ise doğuya doğru idi. Herhangi bir
yöne yönelmedikçe, kendi namazlarını kılmak adetleri değil idi. Onlar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in Kâ'be'ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, bu yadırgamakta
oldukları birşey olduğu için şöyle dediler: "Bir kimse bizce kıble olarak
bilinen şu iki yönden başka bir yöne naşı! yönelebilir?" Bunun üzerine,
Allah Teâlâ onlara cevaben "De ki: doğu da Allah'ındır, batı da.."
(Bakara. 142) buyurdu.
Bil ki Ebu Müslim,
gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü bu zahir rivayetler olmasaydı, bu ifâde
başka manalara da gelebilirdi.
[258]
Kaffâl şöyle demiştir:
"Kıble, insanın yüzünü dönderdiği cihet, yön demektir. Bu kelime, masdarından
gelmektedir. Kıble'ye "kıble" denmesinin sebebi, namaz kılan kişi o
yönü, o yön de namaz kıian kimseyi karşısına aldığı içindir."
Kutrub ise şöyle
demiştir: "Araplar konuşmalarında, "onun sığınacak bir yeri
yoktur" manasında, derler." Yine bu kelimenin, istikbâle (yönelme)
masdarından alındığı da söylenmiştir. Bir başkası şöyle demiştir: İki adam
karşı karşıya (yüz yüze) geldikleri zaman, herbiri, diğerinin kıblesi olur.
Muhdesûn[259] grubuna giren bir şair,
"Senin sığınağını
kendime bir durak ve sığındığım her yerde orayı kıble edindim."
[260]
Cenâb-ı Allah'ın,
"De ki doğu da batı da Allah'ındır" buyruğu, bu şüpheye verilen ilk
cevaptır. Bü sözün anlattığı şudur: Bütün yönler mülk ve milk itibarıyla
Allah'ındırlar. Bu sebeple onlardan hiçbirisi zâtı gereği kıble olmaya hak
kazanamaz. Ancak Allah onlardan birini kıble yaptığı için, o kıble olabilir.
Durum böyle olunca kıbleyi bir yönden diğer bir yöne döndürmesi hususunda Hak
Teâlâ'ya itiraz edilemez.
Eğer, "Kıblenin
önce belirlenip, daha sonra da başka bir cihete döndü-rülmesindeki hikmet
nedir?" denirse, deriz kî: Kıblenin önceden tayini (belirlenmesi)
meselesinde Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasında şiddetli bir anlaşmazlık vardır.
Ehl-i Sünnet Allah Teâİâ'nın hükümlerinin sebeblerini araştırmak gerekmediğini
söyleyip, buna birkaç yönden delil getirmişlerdir.
1) Bir
maksaddan dolayı bir iş yapıldığında, ya bu işi yapan kimse için bu maksadın
bulunması, bulunmamasından daha evlâdır, veyahut da böyle olmayıp o maksadın
olması ile mevcud olmaması, bu kişiye nisbetle müsavidir. Şayet birinci ihtimal
söz konusu olursa, o işi yapanın zâtı eksik olmuş ve başkasıyla tamamlanmış
olur ki bu Allah hakkında imkânsızdır. İkinci yani müsavat ihtimali söz konusu
olması takdirinde ise maksad ve müreccih olması mümkün olmaz.
Biri çıkıp şöyle
diyebilir: "Ona göre bu gayenin varlığı veya yokluğu müsâvî olabilir.
Fakat bir başkası için varlığı yokluğundan daha faydalı ise, hikmetli kimse,
başkasına fayda sağlamak için onu yapar." Cevaben deriz ki: Faydanın
başkasına râci olması ile kendisine raci olmaması Cenâb-ı Allah'a göre müsavi
midir, değil midir? İşte o zaman yine mezkûr taksim tekrar geri gelir (aynı
yere dönülür).
2) Bir gaye
için, bir iş yapan kimse, o vasıta olacak iş olmaksızın, maksadını elde etmeye
ya kadirdir veya kadir değildir. Eğer kadir ise, bu işi ona vasıta yapması
abes olur. Eğer kadir değilse, bu, aciz olmak manasına gelir ki, bu Allah Teâlâ
hakkında düşünülemez.
3) Cenâb-ı
Hak, bir gayeden ötürü bir iş yaptığında, eğer bu maksad (gaye) kadim ise, o
kadim olduğu için, fiilin de kadim olması gerekir ki bu imkânsızdır; Eğer bu
maksad muhdes (sonradan olma) ise, onun sonradan tahakkuk ettirilmesi bir başka
maksada (gayeye) dayandırılmış olması gerekir ki bu devr-i fâsid ve teselsülü
doğurur. Bunlar da imkânsızdır.
4) Alemin
ihdasının daha önce veya daha sonra değil de, muayyen bir akte tahsis
edilmesi,eğer önce veya sonra değil de onun bu vakte tahsis edilmeşini
gerektiren bir hikmetten doayı ise, bu hikmetin niçin başka bir vakitte değil
de bu vakitte meydana geldiğinin sebebini sormak gibidir. Bunlardan birisi, bir
müreccihten müstağni olursa, diğeri de böyle olur; bir müreccihe muhtaç
olursa, diğeri de böyle olur. Eğer bu bir hikmete dayanmazsa, bu durumda
Allah'ın fail ve yaratıcı oluşunun bir hikmet ve maksada dayanması geçersiz
olur.
5) Meydana
gelen bütün hayr, şer, küfr, iman, taat ve isyanın, Allah'ın kudreti ve iradesi
ile meydana geldiğine delâlet, daha önceden geçmiş olan delillerde Allah'ın her
fiilinin bir maksada mebnî olduğu görüşünü iptal eder. Çünkü, kulda küfrün
yaratılması ve bu küfürden dolayı da ona devamlı olarak azab edilmesi hususunda
Allah'ın kula ait bir maksad (kulun lehine bir fayda) güttüğü söylenemez.
6) Ezelde,
muayyen bir fiili yaratmasına Allah'ın kudret ve iradesinin taalluk etmesi, ya
caiz veya vâcib olur. Eğer bu caiz olursa, bu başka bir müessire muhtaç olur
ki, burada teselsül gerekir; bir de kadîm olana yokluğun nisbet edilmesinin
doğru olması gerekir.. Eğer vâcib olursa, vâcib zaten sebeplendi-rilemez.
Binaenaleyh, bu
izahlar ışığı altında bize göre, Allah'ın fiil ve hükümlerini bir takım sebeb
ve geyelere bağlamanın imkânsız olduğu ortaya çıkar.[261]
Durum böyle olunca, O'nun fâîliyyet ve yaratıcılığı, sırf ilâh oluşu, kudreti,
hükmünün geçerliliği ve hükümran olmast ile tahakkuk eder İşte Allah'u
Teâlâ'nın, "De ki, doğu da Allah'ındır, batı da!" sözünün açıkça
delâlet ettiği husus budur. Çünkü Allah, neshin mümkün olmasını Kendisinin doğu
ve batının mâliki olmasına bağlamıştır.
Mülkiyyet ise,
Allah'ın Mutezilenin dediği gibi, hikmete bağlanamaz.. Böylece bu ayetin bütün
açıklığıyla bizim görüş ve kanaatimizin delili olduğu ortaya çıkmış olur.
Mu'tezile'ye gelince,
onlar şöyle demişlerdir: Deliller, Allah'u Teâlâ'nın hakim olduğuna delâlet
edip, hakîm olanın fiillerinin ise maksad ve gayelerden hali olması caiz
olmayınca, biz Hak Teâlâ'nın bütün fiil ve hükümlerinde bir hikmet ve maksadın
olduğunu anlamış oluruz.
Sonra bu hikmet ve
maksatlar bazan bize açık olur, bazan da kapalı olur. Kıblenin bir cihetten
başka bir cihete döndürülmesinin bizim için açık olmayan, birtakım gizli ve
saklı maksatlardan dolayı olması mümkündür. Durum böyle olunca, Kıble'nin bu
tahvilinden dolayı İslâm dinini ta'n etmek imkânsız olur.
[262]
Bu hükmün tafsilâtlı
olarak açıklanmasıyla ilgilidir.
Bitmek gerekir ki bu
gibi konular, katî olamazlar. Tam aksine, olsa olsa ihtimali olan birtakım
şeyler olurlar.
Namazda kıblenin
tayini hususuna gelince, âlimler bu hususta bazı hikmetler zikretmişlerdir.
a) Allahu
Teâlâ insanda mücerred ve aklî olan şeyleri idrak edecek bir aklî meleke ile
bedenler âleminde etkin olan bir tahayyül kudreti yaratmıştır. Bu aklî kuvvet,
hayalî kuvvet ile beraber olup, ondan pek nadir olarak ayrılır. İnsan, mücerred
ve aklî her şeyi zihninde hazır tutmaya çalıştığında, onun bu aklî manalar için
zannettiği birtakım hayalî şekiller meydana getirmesi gerekir. Böylece bu
hayalî şekiller, o aklî manaları kavramaya yardım etmiş olurlar. İşte bu
sebepten dolayı mühendis bir proje yapmak istediği zaman, onun, his ve hayâlin
bu kültî hükmü idrak etmeye yardımcı olabilmeasi için, muayyen bir şekil ve
belirli bir biçim meydana getirmesi gerekir.
Zayıf bir kul,
azametli bir hükümdarın meclisine girdiğinde, onun yüzünü mutlaka o melike
dönmesi, ona arka dönmemesi, onu en güzel şekilde tavsif îtmesi ve ona son
derece hizmet ve itaatta bulunması gerekir... Binaenaleyh amazda kıbleye
teveccüh etmek, bu kimsenin hükümdara yönelip, ona sırt jönmemesi gibi olur.
Namazda okunan dualar da, ona övgü ve medh yerine; rükû ve sücûd ise, melîke
hizmet etmek yerine geçer..
b) Namaz
kılmaktan maksat, kalbin huzuru, yani Allah'ın huzurunda olduğunu bitmesidir.
Bu huzur ise, ancak sükûnet, başka şeylere iltifat etmemek ve kıpırdamamakla
olur. Bu da ancak, kişinin bütün namazlarında muayyen bir istikâmete
yönelmesiyle elde edilir. İnsanların vehminde bazı yönlerin diğerlerinden daha
şerefli olduğu yerleşince, o cihete dönmek daha uygun olur.
c) Allahu
Teâlâ mü'minlerin birbirleriyle ülfet ve uyum içinde olmalarını sever. Bu
nimetini onlara, şu ayetinde hatırlatmaktadır:
"Allah’ın size
olan nimetini hatırlayınız. Hani siz düşmanlar idiniz de, Allah kaiblerinizi
birleştirdi; O'nun nimeti sayesinde siz de kardeş oldunuz." (A.imran,
103). Eğer onlardan herbiri namazında başka başka yöniere yönelmiş olsaydı, bu
onlar arasında açık bir ihtilâf bulunduğu vehmini verirdi. İşte böylece
Cenâb-ı Hak, bu sebeple aralarında bir uyum meydana gelsin diye, onlara
muayyen bir yön tesbit etmiş ve onların hepsinin o tarafa yönelmelerini
ermetmiştir. Burada, Allahu Teâlâ'nın, hayırlı fiiller hususunda kulları arasında
bir uyum olmasını sevdiğine bir işaret vardır.
d) Allahu
Teâlâ Kâ'be'yi, "Evim" diyerek kendine nisbet etmiştir. Mü'minleri
de, kulluk sıfatıyla yalnız kendisine nisbet etmiştir. Bu.her iki izafet de,
tahsis ve tekrim, şereflendirmek içindir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki,
"Ey mü'min, sen benim kulum; Kabe evim, namaz bana yapılan hizmetimdir.
Binaenaleyh, bana hizmet hususunda, yüzünle benim evime; kalbinle de bana
yönel!" demiş olmaktadır.
e)
Alimlerden bazıları, "Yahudiler kıbleye yöneldiler.. Çünkü Allah'ın Musa'ya
olan nidası o cihetten gelmişti.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen batı yakasında
değildin..." (Kasas, 44) ayetinde zikredilen durumdur. Hristiyanlar da,
doğuya yönelmişlerdi. Çünkü Hz. Cebrail, "Kitab'da Meryem'i an! Hani O,
ailesinden ayrılarak doğudaki bir yere çekilmişti!'' (Meryem, 16) ayetinin de
gösterdiği gibi, doğu tarafından Hz. Meryem'in yanına gelmişti.
Mü'minler ise Kabe'ye
yönelmişlerdir; çünkü bu Kabe, Allah'ın dostunun, Hz. İbrahim'in kıblesi;
Allah'ın sevgili habibi Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğduğu yer, bir de burası,
Allah'ın saygın kıldığı bir yerdir." demişlerdir.
Bazılarıysa şöyle
demiştir: "Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmişlerdir. Biz
müslümanlarsa nurların efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğduğu yere
yöneldik.. Değil mi ki bütün nurlar O'nun nurundan yaratılmıştır."
f) Alimler
şöyle demişlerdir: "Kabe yerin göbeği ve ortasıdır. İşte bu sebepten
dolayı Allahu Teâlâ bütün kullarına namazlarında yerin ortasına yönelmelerini
emretmiştir. Bu da, her şeyde adaletin gerekli olduğuna işarettir, fşte bu
sebepten ötürü Cenâb-ı Hak yerin ortasını maklukâtının kıblesi kılmıştır."
g) Allah'u
Teâlâ Kabe'ye yönelmeyi emrederek, Hz. Muhammed (s.a.s)'i sevdiğini ortaya
koymuştur. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), yahu-dilere muhalefet
etmek için, uzun bir müddet bunu arzulamıştı. Bundan ötürü de Cenâb-ı Hak: Biz,
yüzünü çokça semaya doğru çevirdiğini görüyoruz.. Andolsun ki biz seni, hoşnud
olacağın bir kıbleye döndüreceğiz.. Şimdi sen, yüzünü Mescid-i
Haram tarafına
çevir" (Bakara, 144) ayetini indirmiştir.
Halk deyişinde, bir
kimse bir başkasını sevmekle nitelendirildiği zaman temsilî olarak şöyle
denilir: "Falanca falancaya sevgisinden dolayı kıblesini
değiştirdi.." Allahu Teâlâ da sevdiği Hz. Peygamber (s.a.s) için kıbleyi
hakîkî manada değiştirdi ve, "Seni memnun olacağın bir kıbleye
döndüreceğiz" buyurdu da; "Benim razı (memnun) olacağım bir kıbleye
seni döndüreceğim" demedi. Burada, Hak Teâlâ'nın sanki şöyle dediğine bir
işaret vardır: "Ya Mu-hammed, herkes benim rızamı talebederken, ben her
iki dünyada da seni hoşnud etmeyi istiyorum. Dünyada seni hoşnud etmenin
delili, şu zikrettiğimiz kıblenin değiştirilmesi meselesidir. Ahirette seni
hoşnud etmeyi istemem ise, "Rabbin sana verecek, sen de razı
olacaksın" (Duha, 5) ayetinde beyân edilen haldir." Burada fakirlerin
şerefli olduğuna da bir işaret vardır. O da şudur; Allah Teâlâ fakirleri kovma
ile kıbleden yüz çevirmeyi bir tutarak fakirleri kovma hususunda Cenâb-ı Hak:
"Sen o (fakirleri) yanından kovarsan zalimlerden olursun." (Enam.52)
buyurmuştur; Kıbleden yüz çevirme hususunda "Sana itim geldikten sonra,
eğer onların neva ve heveslerine uyarsan, şüphesiz zalimlerden olursun"
(Bakara. 145) buyurmuştur. Sanki Hak Teâlâ, "Kabe senin yüzünün (rızanın)
kıblesi, fakirler ise benim rahmetimin kıblesidir. Binaenaleyh senin yüzünün
kıblesinden yüz çevirmen zalim sayılmanı gerektiriyor, O halde benim rahmetimin
kıblesinden yüz çevirmek ya nasıl olur?" buyurmuştur.
h) Arş, Arşı
yüklenen meleklerin; Kürsî Berere (Mukarreb) meleklerin; Beyt-i Ma'mûr, kâtib
meleklerin; Kâ'be mü'minlerin; Hak da mütehayyir mü'minle-rin kıblesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nereye dönerseniz, oradadır Allah'ın yüzü (rızası,
razı olduğu kıblesi)"'(Bakara. 115) buyurmuştur.
Arş'ın nûr (ışık) dan;
Kürsî'nin inciden ; Beyt-i Ma'mûr'un yakuttan; Kabe'nin ise beş dağdan
yaratılmış olduğu sabit olmuştur. Bu beş dağ Sîna, Zey-tâ, Cûdî, Lübnan ve Hira
dağlarıdır. Buradaki incelik şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki şöyle buyurmuştur:
"Eğer üzerinde bu dağlar kadar günahın olsa ve hac niyetiyle Kâ'be'ye
gelsen veya Ka'be'ye müteveccih olarak namaz kılsan, sen günahlarını
affettirmiş ve bağışlatmış olursun." Bu konuda söylenen gö- hpnsi
bunlardan ibarettir. Kuvvetli olan görüş birincisidir.
[263]
Birinci mesele,
kıblenin bir yönden başka bir yöne döndürülmeşindeki hikmet hakkındadır. Biz,
bu döndürmenin yadırgandığı hususunda, kâfirlerin şüphelerinden bahsetmiştik.
Bu şüphe şudur: "Yönler, hertürlü sıfat bakımından eşit olduğu için,
kıblenin bir yönden diğerine döndürülmesi sırf abestir ki bu Hakîm Allah'ın
fiillerinden değildir." Buna şu şekilde cevap veririz: Ehl-İ Sünnet'e
göre, Allah Teâlâ'nm hükümlerini herhangi bir hikmete bağlamak gerekmez. Buna
göre durum açıktır.
[264]
Mu'tezile'nin bu
hususta iki izahı vardır:
a) Farklı
cihetlere göre farklı faydaların bulunması imkânsız değildir. Bu birkaç
bakımdan izah edilebilir:
1) Bazı
insanların kafalarında, mesela Kâ'be'yi Hz. İbrahim'in yaptığı ve ona saygı
duyduğu için, Kâ'be cihetinin, diğer yönlerden daha şerefli olduğu fikri
yerleşince, bu insanlar oraya yöneldikleri zaman, daha saygılı ve huşûlu
olurlar ki bu da elde edilmek istenen bir faydadır.
2) Kâ'be'nin
inşa edilmesi Araplar için büyük bir devlet (servet ve prestij) sebebi olduğu
için, Araplar oraya daha fazla saygı duymuşlardır.
3)
Yahudiler, "Biz size kıbleyi öğretmeseydik, siz kıblenin ne olduğunu
bilmezdiniz" diyerek, müslümanlar Beyt-i Makdis'e yönelirken ayıplayınca
bu, müslümanların zihinlerinin bulanmasına sebeb olmuştur. Bu bulanma da huşu
ve huzûu bozan bir husustur. İşte bu sebebten dolayı, o kıbleyi değiştirmek
münasib olmuştur.
4) Kâ'be,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğup büyüdüğü yerdir. Bundan dolayı Kâ'be'ye saygı
duymak, Hz. Peygamber (s.a.s)'a saygı duymayı gerektirir ki, bu güzel bir
şeydir. Çünkü onların kalelerinde Hz. Muhammed (s.a.s)'e olan saygıları kök
salınca, din ve şeriat hususunda Resûlullah'ın emir ve yasaklarını daha kolay
ve çabuk kabul ederler. Matluba götüren şey de matlub-tur. Binaenaleyh kıblenin
değiştirilmesi yerinde olmuştur.
5) Allahu
Teâlâ bunu, "Sentn üzerinde olduğun (Ka'be'yi) kıble yapmamız ancak,
peygambere uyanları (uymayıp) ökçesi üzere dönenlerden ayır-detmenîz
içindir" (Bakara, 143) ayetiyle açıklamıştır. Böylece Allah Teâlâ onlara,
Mekke'de iken müşriklerden ayrılsınlar diye Beyt-i Makdis'e yönelmelerini;
Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine'de de yahudiler bulunduğu için
yahudilerden ayrılsınlar diye Kâ'be'ye yönelmelerini emretmiştir.
Allah Teala'nın, O
dilediğini sıratı müstakime hidâyet eder" buyruğuna gelince,
"hidayet" ile ilgili izah daha önce geçmiştir. Mutezile şöyle
demiştir: "Hidayet; ulaştıran bir delâlet etmedir. Buna göre ayetin
manası: "Allah Teâlâ, kulları kendileri için en faydalı olan şeye
götürür" şeklinde olur. Sırat-ı Müstakim, insanların tutması halinde,
onları cennete ulaştıran yoldur." Ehl-i Sünnet alimleri ise: "Bu
hidayetten maksad, ya davettir, ya delâlet (yol gösterme) veya o konuda bir
ilim meydana getirmektir. İlk ikisi bâtıldır. Çünkü ilk iki husus bütün
mükellefler için yapılmıştır. Bu sebeble bu hidayeti üçüncü manada anlamak
gerekir. Bu da hidayet ve delâletin, Allah tarafından olmasını gerektirir.
[265]
"Böylece sizi (Ey
Muhammed Ümmeti) vasat (orta, mutedil) bir ümmet yaptık, tâ ki insanlara karşı siz şahidler
olasınız ve bu peygamber deksize tam bir şâhid olsun diye..." (Bakara,
143)
Bil ki bu ayette
birkaç mesele vardır:
[266]
ifâdesindeki kâf harfi teşbih (benzetme)
kâfidir. Öyle ise, kendisine benzetilen nedir? Bu hususta bazı görüşler vardır:
a) Bu,
manası ile ilgilidir. Yani "Size, hidayetimizle in'amda bulunduğumuz
gibi, sizi vasat bir ümmet olarak yaratarak da in'amda bulunduk" demektir.
b) Ebu
Müslim'in görüşüne göre mana şu şekilde otur: "Sizi kıblelerin en ortası
bir kıbleye çevirdiğimiz gibi, aynı şekilde orta (vasat) bir ümmet yaptık."
c) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki biz onu dünyada seçtik" (Bakara, 130)
ayetinde, Hz. İbrahim hakkında söylediği hususa râcîdir. Yani, "Biz onu
dünyada seçtiğimiz gibi, aynı şekilde sizi de orta bir ümmet kıldık"
demektir.
d) Bana göre
ayetin takdiri şu şekildedir: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Bu yönler
Allah'ın mülkü ve milki olmaları bakımından müsavi oldukları halde, Cenâb-ı
Hak bir lüftu ve ihsant olmak üzere bir kısmını, kıble yaparak daha fazla
şereflendirip yüceltmiştir. Aynen bunun gibi, bütün insanlar da Allah'ın kulu
olma bakımından müşterektirler. Ancak Cenâb-ı Hak bu ümmet-i Muham-med'e,
-mecbur olmaksızın- kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak, daha çok şeref
verip, daha çok ibâdete tâytk görmüştür.
e) Zamirin
merci'i meşhur ve ma'rûf olunca, bu merci' bazen zikredilmek-sizin de, zamir
zikredilebilir. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki biz onu. Kadir
gecesinde inzal ettik" (Kadir, 1) ayetinde olduğu gibi sonra Cenâb-ı
Hakk'ın dilediği kimseleri azîz ve istediği kimseleri zeltl kılmaya kadir olan
bir zât olduğu herkesçe bilinen ve meşhur olan bir husustur. Buna göre O'nun,
ifâdesi, yani, "Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şu hayret
verici meydana getirme ve yaratması gibi, aynı şekilde biz sizi orta bir ümmet
yaptık, kıldık" anlamına gelir.
[267]
Bil ki, (el-vasat) kelimesi, isim olduğu zaman Hak
Teâlâ'nın tıpkı, (Bakara, 143) ayetinde olduğu gibi ortadaki sin harfi
harekelenir. Zarf olduğu zaman ise, ortası sakin olur. Mesela "Topluluğun ortasına oturdum"
ifâdesinde olduğu gibi...
Alimler, kelimesinin
açıklanması hususunda ihtilâf ederek, şu hususları zikretmişlerdir:
1) (âdil,
dosdoğru) demektir. Bunun delili ayet, haber, şiir, rivayet ve mânadır.
Ayetten delile gelince
bu, Hak Teâlâ'nın, "Yani "en âdilleri dedi..." (Kalem. 28)
kavlidir.
Haberden delile
gelince bu Kartal'ın Sevrî'den; Sevrî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den; onun da Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayetine göre, Hz. Peygamber, ifâdesini, diyerek
tefsir etmiştir.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s), "işlerin en hayırlısı en vasat olanıdır"[268]
yani en doğru ve dengeli olan... buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in neseb
cihetinden Kureyş'in en vasatı, yani en âdil ve dengeli. en seçkin
olanı olduğu söylenirdi. Hz.
Peygember (s.a.s) da şöyle
buyurmuştur: "En adil ve en dengeli metoda yapışın.)
Şiirden bunun delili
Züheyr'in şu sözüdür: "Onlar, gecelerin birinde büyük belalar geldiğinde
halkın, hükümlerine razı olduğu âdil kimselerdir."
Bunun nakilden
(dilden) olan deliline gelince, Cevheri, Sıhâh adlı lügatinde, ayetindeki,
kelimesini, âdil manasına almıştır. Aynısını Ahfeş, Halil ve Kutrûb da
söylemişlerdir.
Bunun mana bakımından
delili, bir-kaç yöndendir:
a) her iki
uçtan uzak olma manasında hakikat olarak kullanılır. Şüphe yok ki iki aşırı uç
olan ifrat ve tefrit, kötüdürler. Buna göre ahlâkî bakımdan mutavassıt olan,
her iki uçtan uzak olur, böylece de dengeli ve faziletli olmuş olur.
b) Allah,
adaleti "vasat" diye adlandırmıştır. Çünkü adalet, iki davalıdan birine
meyletmez. O halde âdil kimse, iki taraftan birisine meyletmeyen kimsedir.
c) Cenâb-ı
Allah'ın, "Aynı şekilde sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık" buyruğu
ile maksadı, hiç şüphe yok ki ümmet-i Muhammed'i övmektir. Çünkü O'nun, bir
vasfı zikredip onu, kendisi için onları şahidler kılmasına adetâ sebeb kılması,
daha sonra da Resûlü'nün şahadetini buna atfetmesi, bu ancak bir-medih olursa
caizdir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, lâfzından maksadının, din huşunda medhi ifâde
eden birşey olduğu ortaya çıkmış olur. Hak Teâlâ-nın onları
"şahidler" kabul etmesi, ancak onların âdil olmaları durumunda caiz
olur. Bu sebeble, (vasat) kelimesinden, "adalet" manasının kastedilmiş
olması gerekmiştir.
d) Birşeyin
en dengeli yeri, onun ortasıdır. Çünkü onun diğer uçlara nazaran durumu, düz
ve denge üzere oluşudur. Uçlara (kenarlara) gelince, onlar daha çabuk bozulur
ve dengesini kaybeder. En orta kısım ise korunmuş ve kuşatılmış vaziyettedir.
Orta hakkında bunları söylemek doğru olunca, o, sanki hiçbir tarafa
meyletmeyen, tamamen dengeli olan şeyden ibaret olmuş olur.
2) (vasat),
herşeyin seçkini ve iyisi manasınadır. Alimler bu açıklamanın bazı sebeblerden
ötürü, bu ikinci görüşün daha evlâ olduğunu söylemişlerdir:
a)
"Vasat" lâfzı cansızlar için de kullanılır. Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Mekke'de, haccımı yapabilmek için, bedevi bir Araptan bir deve
kiraladım. O bana, "yani, bana dinarların en iyilerinden ver, dedi."
Halbuki adalet vasfı cansız varlıklarda bulunmaz. Binaenaleyh, (vasat) kelimesini "iyi" manasına
almak daha uygundur.
b)
"Vasat" kelimesini iyi, güzel
manasına almak, Hak Teâlâ'nın,
''Sizte? insanlar İçin
çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz" (a. imran, 110) ayetine de
uygundur.
3) Bir
kimse, dediği zaman, bunun manası, "O bizim en faziletlimizdir" yani
o adam, onların içinde, tıpkı gerdanlığın ortasındaki kıymetli mücevher
gibidir. Bu benzetmenin aslı şudur: Tebaa, ortalarında bulunan reislerinin
etrafını sarar ve onu aralarına alırlar.. İşte bu manadan dolayı, (vasat) lâfzı kullanmıştır.
4) Ümmet-i
Muhammed'in din hususunda ifrat ile tefrit arasında; hâdiseler hususunda da
çok ileri gitmekle çok geri kalmak arasında mutedil ve dengeli olmaları
manâsında onlara, denilmesi caizdir. Çünkü ümmet-i Mu-hammed, hristiyaniarın
çok aşırı giderek Allah'ı bir oğul ve ilâh tutmak; yuhu-dilerin de
peygamberleri Öldürüp, kitapları değiştirmek, vb. hususlarda günahlar irtikâb
etmek gibi kusurları işlememişlerdir.
Bu görüşler birbirine
zıt olmayıp, birbirine yakın olan görüşlerdir. Allah en iyisini bilir.
Alimlerimiz bu ayetle,
kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal etmişlerdir. Çünkü bu ayet, bu
ümmetin adaletinin ve onların hayırlı olmalarının, Allah'ın yapması ve
yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu mezhebimiz için açık bir
delildir.
Mutezile ise şöyle
demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın bu "yapması, kılmasından murad, ümmet için
onları yarattığf zaman, gerek sözlerinde, gerekse amelleri hususunda onların
doğruyu tercih edeceklerini bildiği lütuf ve ikram fiilleridir.
Âlimlerimiz buna şu
açıklamalarla cevap vermişlerdir:
1) Bu,
ayetin zahirini terketmektir. Bu ise, ayeti zahirine hamletmenin mümkün
olmadığına deliller bulunduğu zaman kendisine müracaat edilecek bir yoldur.
Ancak biz, aklî
delillerin sadece bizden yana olduğunu beyan etmiştik. Bu konuda Mu'tezile'nin
söyleyebileceği en son söz, onların medh-zem, sevâp-ikâb gibi hususlara
tutunmalarıdır. Biz defalarca, bu yolun onlartn kendi esaslarına göre
"ilim ve sebep" meseleleriyle çelişki teşkil ettiğini açıklamıştık.
Çelişkili olan söze ise kesinlikle iltifat edilmez.
2) Allahu
Teâlâ bu ayetten önce, "Dilediğini dosdoğru olan yola iletir"
(Bakara, 142) buyurmuştur. Allahu Teâlâ'nın dilediği kimseleri hidâyete
iletip, dilediği kimseleri de iletmemesi hususunda, bu ayetin bizim görüşümüz
için delil teşkil ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh, bu iki ayetten herbiri
diğerinin manasını te'kid etsin diye, bu ayeti de aynı mânaya hamletmek
gerekir.
3) Bütün
varlıklar için Allahu Teâlâ'nın kudreti dahilinde olan lütuf fiillerinin
hepsini, Allah halketmiş, yaratmıştır. Durum böyle olunca, bunu, bu manayı
sırf mü'minlere tahsis etmenin hiçbir manası yoktur.
4) Allahu
Teâlâ bunu, bu ümmete verilmiş bir lütuf sadedinde zikretmiştir. Lütuf
fiilleri ise vâcibtir. Vacib olan şeyin ise, bir nimet olarak zikredilmesi caiz
değildir.
[269]
Gerek bizim
âlimlerimizin ve gerekse Mu'tezile'nin çoğu bu ayetle, icmâ-ı ümmetin bir delit
olduğuna istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Allahu Teâlâ bu ümmetin âdil ve
hayırlı olduğunu haber vermiştir.
Buna göre şayet onlar
mahzurlu ve yasak bir şey üzerinde olsalardı, adalet ve iyilikle
vasıflandınImazlardı. Ümmet-i Muhammed'in mahzurlu olan herhangi bir şeye
yönelmeyecekleri kesinlik kazanınca, onların görüşlerinin de bir hüccet olması
vâcib olur. Buna göre eğer, "Ayetin zahiri bırakılmıştır, çünkü ümmeti adaletle
vasıflandırmak, ümmetin fertlerinin
herbirinin adaletle
vasıflandırılmasın) gerektirir; halbuki, zarurî olarak bunun böyle olmadığı
bilinir. Bu sebeple ayeti, ümmetin ihtiva ettiği fertferin tamamına değil de
bir kısmına hamletmek gerekir, bu sebeple biz ayeti, masum imamlara
hamlediyoruz. Biz, ayetin zahirinin terkedilmediğini kabul etsek bile, ancak
biz herşeyin "vasatının önün en seçkin ve en iyisi olduğunu kabul etmiyoruz.
Sizin zikretmiş olduğunuz vecihler de, iki bakımdan çelişki meydana getirirler.
a) İnsanın
âdîl olmast, onun vâcibleri yerine getirip, haramlardan kaçınmasından
ibarettir. Bu, kulun fiilindendir. Halbuki Allahu Teâîâ onları, vasat bir ümmet
yaptığını haber vermiştir. Binaenaleyh bu, onların vasat olmalarının, Allah'ın
fiili olmasını gerektirir. Bu da, onlar âdil olmadan da onların "vasat'
olmalarını gerektirir. Aksi halde, bir makdûrün (güç yetirilen şey, fiil) iki
kâd ile meydana gelmesini gerektirir ki, bu da imkânsızdır.
b)
''Vasat", iki şeyin arasında ortada bulunan, mutavassıt olan şeyin adıdır.
Binaenaleyh bu kelimeyi hem adalet hususunda hem de hayırlı olmak anlamında
hakikî (mecazî değil) kılmak, müşterekliği gerektirir ki, bu aslolanın hilâfına
bir durumdur. Biz onların "hayırlı olmakla" vasıflandırılmış
olmalarını kabul etsek bile, ancak bu vasfın meydana gelmesi için, niçin sadece
büyük günahlardan kaçınmak kâfi olmasın? Durum böyle olunca, ümmetin ittifak etmiş
olduğu şey, her ne kadar hata olsa dahi, bununla beraber o, küçük günahlardan
olur. Bu da onların haytriı ümmet olmalarına zarar vermez..
İnsanlara şahitler
olsunlar diye, Allahu Teâlâ'nın onların âdil olduklarına hükmetmiş olması da,
bu ihtimali güçlendiren hususlardandır. Küçük günahları işlemek ise, şehâdete
mâni değildir. Biz onların küçük ve büyük günahlardan kaçınmış olmalarını
kabul etsek bile, ne var ki Allahu Teâlâ, onlar insanlara şahidler oldukları
için, onların işte bundan ötürü bununla vasıflanmış olduklarını beyan
etmiştir. Bu şehadetin ancak ahirette tahakkuk edeceği malûmdur. Bu sebeple,
onların adaletinin orada tahakkuk etmesinin vâcib olması gerekir. Çünkü
şahitlerin adaletine, şahidlik etmeyi üzerlerine aldıkları zaman değil, ancak
şehadette bulunurken itibar edilir. Bunun böyle olduğunda bir münakaşa yoktur.
Çünkü ümmet ahirette masum olur. O halde, daha niçin onlar "dünyada da
böyledir" dedin?
Biz onların dünyada da
âdil olmalarının vâcib olduğunu kabul etsek bile, ancak bu ayetle hitâb
olunanlar, bu ayet nazil olduğu sırada mevcud olan kişilerdir. Çünkü
bulunmayan kimselere hitap etmek imkânsızdır. Durum böyle olunca, bu ayet o
zaman bulunanların adaletli olmalarını gerektirir, onların dışında kalanların
ise mutlaka olmalarını gerektirmez.. Bu ayet, o kimselerin ic-mâının hak
olduğuna delâlet eder.
[270]
Binaenaleyh, onlardan
herbirinin bu hususta bir görüşü olduğunu bildiğimiz zaman, bizim tcmâ'ya
tutunmamız vâcib olur. Ne var ki bu, bu kavimlerden herbirini bizzat, onlardan
her birinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonraya kaldığını ve bu icmâda
onların hepsinin görüşünün bulunduğunu bilmemiz mümkün olur. Bütün bunlar
adeta imkânsız gibi olunca, icmâya yapışmak da imkânsız olur" denilirse:
Muarızımızın,
"Ayetin Zahiri terkedilmiştir" sözüne şöyle diyerek cevap veririz:
Biz Allahu Teâlâ'nın, "İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık"
ifâdesinin, onlardan herbirinin başkalarıyla bulunduğu zaman bu sıfat ile
mutta-sıf kıldığını gerektirmiş olmasını kabul etmiyoruz. Bize göre, ümmetin
fertlerinden herbiri, üzerinde ittifak ettikleri bir işte âdildirler. Daha
doğrusu onlar ihtilâf ettiği zaman, bu durumda çirkini işlemiş olurlar. Biz,
bunun onlar bir fikir üzerinde bir araya geldikleri zaman, yöneltilmiş bir
hitap olduğunu söyledik. Çünkü Allah'ın, 'ifâdesi, onların herbirine yalnız
başına değil, hepsine birden hitaptır. Biz bunun, ümmetten hirbir ferdin âdil
olmasını gerektirdiğini kabul etsek bile, biz bu hususta başka bir delil
bulunduğu için ayetle ümmetin bir kısmı hakkında amel edilmediğini söylüyoruz.
Bu sebeple ümmetin geriye kalan kısmı hakkında amel etmek gerekir. Bu ayetten
maksadın; ümmetin hepsi böyle değildir; tam aksine bundan murad, onlar arasında
bu sıfatı taşıyan kimselerin mutlaka bulunmasıdır, diyen âlimlerin sözünün manası
da budur.
Biz, bizzat onları
tanımadığımız zaman, kıyas yapanların da ontarın sınıfına dahil olması için,
onların bir görüş ve bir fiil üzere içtima etmelerine ihtiyaç duyarız. Bunun
misali şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), falancanın çocuklarından birinin
görüşünde ve tefekküründe mutlaka isabet edeceğini söylediği zaman, biz bizzat
o kimsenin kendisini tanıyamayıp da onun çocuklarının bir fikir üzerinde
ittifak ettiklerini gördüğümüzde, o fikrin hak olduğunu anlanz. Çünkü onların
içinde, artık hakka isabet eden bir kimse mutlaka vardır. Ama, Hz. Peygamber'in
belirttiği kişinin dışında olan bir görüş üzerinde ittifak ettikleri zaman, biz
o fikrin hak olduğuna hükmedemeyiz. Çünkü doğrunun, muhalefet eden o tek
şahsın yanında olması caizdir. İşte bundan dolayı ulemâdan pekçoğu, şöyle
demiştir: Ümmetin içinde hakka isabet edeni hata edenden ayırdığımız zaman,
hüccet hakka isabet edenin görüşündedir. Biz kesinlikle hata eden kimsenin
görüşüne itibar etmeyiz. Muarızımızın: "Onların vasat ol-marından maksat,
onların âdil olmaları olsaydı, kulun fiilin'in Allah'ın mahlûku olması
gerekirdi" şeklindeki sözüne gelince biz deriz ki, yukarıda izahı geçtiği
gibi, bu bizim mezhebimizdir.
Muarızımızın,
"Niçin, Allahu Teâlâ'nın onların âdil ve hayırlı olduklarını haber
vermesi, onların küçük günahlardan kaçınmalarını gerektirir dediniz?"
şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki, Allah'ın verdiği haber sadece doğrudur.
Sırf doğru haber ise, kendisinden haber verilen şeyin meydana gelmesini
gerektirir. Küçük günahları işlemek, hayır değildir. O halde ikisini
bağdaştırmak bir çelişki meydana getirir.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Bir şahsın hayırlı olduğunu söylemek, onun bütün şeylerde veya
bazısında hayırlı olduğunu haber vermekten daha genel bir ifâdedir. İşte bu
sebepten ötürü, bunu iki kısma ayırmak doğru olur. Buna göre de şöyle denilir:
Hayır, ya bazı şeylerde hayır olur, veyahut de hepsinde hayır olur.. Taksimi
yapılan şey, iki kısım arasında da müşterektir. Buna göre bazı bakımlardan
hayırlı olan kimseye, bu hayırlıdır!" denilmesi yerindedir. Binaenaleyh,
Allahu Teâlâ'nın bu ümmetin hayırlı olduğunu haber vermesi, onların bütün
şeyler hususunda hayırlı olduklarını söylemiş olmayı gerektirmez. Bu sebeple
bu, onların küçük günahları işlemeleri şöyle dursun, büyük günaha
yönelmelerine de ters düşmediği ortaya çıkmış olur. Biz bu delili, usûl-i fıkıhta
pekiştirmiştik. Ne var ki, bu delâletin aleyhine yine de böyle bir suâl varid
olmuştur.
Diğer soruya da, Hak
Teâlâ'nın, 'İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık" buyruğu, ümmetin
evveli ve sonrası, ayet nâzii olurken mevcut olanlarla, onlardan sonra
kıyamete kadar gelecek olanların hepsine bir hitaptır,
diyerek cevâp verilir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın. 'Size kisas tarz kılındı" (Bakara, 178} ;ve Oruç size farz kıtındı" (Bakara, 183)
ayetleri de herkesi içine alır, sadece o zaman bulunanlara tahsis edilemez.
Allah'ın diğer teklifleri, emir ve yasakları da ümmetin hepsine yöneltilmiş
bir hitaptır.
İmdi şayet, "Eğer
durum böyle olsaydı, bu kıyamete kadar var olacak herkes için bir hitap
olurdu. Böylece de Cenâb-ı Hak o toplumların hepsi hakkında adaletle hükmetmiş
olurdu. Buna göre daha sen, nereden her asır halkı için adaletli olduklarına
hükmediyor, böylece de onları kendilerinden sonra gelenlere hüccet
yapıyorsun?" denilirse, deriz ki: Allahu Teâlâ onları, insanlar üzerine
şahid tutunca, bu durumda hiz ümmetin ilkini ve sonunu, hepsini başkasına
hüccet olarak kabul edersek, bir fayda elde edemeyiz... Çünkü ümmetin hepsini
hüccet kabul etmemiz durumunda geriye bunların, aleyhine hüccet olacakları bir
toplum kalmaz. Böylece de bununla maksadın, her asırda bulunan insanlar
olduğunu anlamış oluruz. Bir asrın insanlarını "ümmet" diye isimlendirmek
caizdir, çünkü "Ümmet", aynı yöne yönelen bir cemaatın ismidir. Her
asrın halkının böyle olduğunda şüphe yoktur. Bir de Cenâb-ı Hak, buyurmuş,
onları belirsiz bir lâfızla ifâde etmiştir. Ki bunun da, her asrın halkını
içine aldığında şüphe yoktur.
[271]
Alimler Allahu
Teâlâ'nın, "İnsanlara şahitler olasınız diye" ayetinde zikredi- len
şehadetin ahirette mı dünyada mı meydana geleceği hususunda ihtilâf
etmişlerdir.
Birinci Görüş: Bu
şehâdet ahirette meydana gele çektir.. Bu görüşü benimseyenlerin iki izah şekli
bulunmaktadır.
1)
Çoğunluğun benimsediği görüştür ki, buna göre bu ümmet peygamberlerin lehine
olmak üzere onları yalanlayan toplumların aleyhine şehadet ederler. Ümmetlerin,
peygamberlerin tebliğini inkâr ettikleri, bunun üzerine de Hak Teâlâ'nın çok
iyi bilmesine rağmen, peygamberlerden tebliğde bulunduklarına dair bir delil
talep edeceği, böylece ümmet-i Muhammed (s.a.s)'in getirileceği bunların
şehadette bulunacağı, bunun üzerine diğer ümmetlerin "Siz bunu nereden
öğrendiniz?" diyecekleri, böylece de ümmet-i Muhammed'-in, "Biz bunu
Allah'ın, sadık peygamberinin lisanı ile tebliğ edilen Kitab'ında (Kur'an)
verdiği haberlerle öğrenmiştik" diyecekleri; bunu müteakiben de Hz.
Muhammed (s.a.s)'in getirileceği ve kendisine ümmetinin durumunun sorulacağı,
O'nun da ümmetini tezkiye edip, onların âdil olduklarına şehadette bulunacağı
rivayet edilmiştir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın,
'Her ümmetten bir
şahid getirdiğimizde, seni de onlann üzerine şahit tuttuğumuzda onların hali
nice olacaktır?" (Nisa, 41) kavlinde zikredilen husustur. Kâdî, bu
rivayeti bazı bakımlardan tenkit etmiştir.
a)
Ümmetlerin peygamberlerini yalanlayacakları rivayetinin dayanağı, kıyamet
ehlinin yalan söyleyeceklerine dayanır. Bu, Kadiye göre geçersizdir. Ancak ne
var ki biz, bu mesele üzerinde, En'âm sûresinde Cenâb-ı Hakk'ın,
' Sonra, onların
başvuracakları yol ancak ' 'Rabbtmiz olan Allah a yemin ederiz ki, biz ortak
koşanlar değildik'' demeleri olmuştur. Bak, kendilerine karşı nasıl da yalan
söylediler?" (En-âm, 23-24) ayetinin tefsirinde duracağız.
Ümmetin ve Hz.
Muhammed'in şehadetleri, ahirette Allahu Teâlâ'nın, peygamberlerinin
doğruluğuna dair şehâdetine dayanır. Durum böyle olunca, niçin Allahu Teâlâ
doğrudan peygamberleri lehine şehadette bulunmasın? Bu husustaki hikmet, fazilet
bakımından Hz. Muhammed'in ümmetini, hemencecik Allah'ı, O'nun bütün
peygamberlerini doğrulamaya ve onların tamamına iman etmeye yöneldikleri için,
diğer ümmetlerden ayırmaktır. Bunlar diğer ümmetlere nisbetle âdil bir
kimsenin fâsık bir kimseye nisbeti gibidir. İşte bu sebepten dolayı Allahu
Teâlâ, diğer ümmetlerin aleyhine olarak onların şehadetlerini kabul etmiş,
onların adaletlerini göstermek, fazilet ve üstünlüklerini ortaya koymak için,
onların aleyhine olarak diğer ümmetlerin şehadetlerini kabul etmemiştir.
c) Bu gibi
haberler, şehâdet diye adlandınlamaz. Kâdî'nin bu görüşü de zayıftır. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), "Bir şeyi güneş gibi (çok iyi) bildiğin zaman, şehâdet
et!" diye buyurmuştur. Aliahu Teâlâ'nın haber verdiği şeyler ise, güneş gibi
açık seçik olarak bilinir. Binaenaleyh bundan dolayı şehadette
bulunmanın.cevâzı, vâcib olur.
2) Alimler
ayetin mânasının "Kendisiyle hakka muhalefet etmiş oldukları fiilleri
sebebiyle, insanların aleyhine şehadette bulunasınız diye!" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir.
İbn Zeyd dört türlü
şahidin olduğunu söylemiştir:
a) Kulların
amellerini tesbit etmekle görevli meleklerin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak,
şöyle buyurmuştur: "Her nefis,
yanında bir sürücü ve şahid olduğu halde gelir" (Kaf, 21),
Her soz söylediğinde
onun yanında hazır bir gözcü bulunur" (Kâf, 18); ve: "Muhakkak ki
sizin üzerinizde, bekçiler vardır, kirâmen kâtibin melekleri.. Yaptığınız
şeyleri bilirler" (İnfitar, 10-12).
b)
Peygamberlerin şehâdeti.. Bu Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İsa(a.s)'dan naklederek,
söylediği,
"Ben onların
arasında olduğum sürece, onlar üzerinde bir gözcü idim. Fakat ne zaman ki sen
beni çekip aldın, onların üzerinde şahid yalnız sen kaldın!" (Maide, 117);
Hz. Muhammed ve ümmeti hakkında söylemiş olduğu tefsirini yapmış olduğumuz bu
ayet ile, yine başka yerde buyurduğu, "Her ümmetten bh şahid
getirdiğimizde, seni de onların üzerine şahit tuttuğumuzda onların hal. nice
olacaktır?" (Nisa. 41) ayetleridir.
c) Özellikle
Hz. Muhammed'in ümmetinin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak. "Ve,
peygamberler ve şahidler getirilir..." (zümer, 69); ve "Şahidlerin dikileceği gün" (Mümin
) buyurmuştur.
d)
Uzuvların şehâdeti.. Bu ikrar
mertebesindedir, hatta ondan daha da ilerde.. Nitekim Cenâb-ı Hak,
ti ve ayaklan, yapmış
oldukları şeyler hususunda onların aleyhine şehâdette bulunurlar" (Nür,
24) ;ve,
biz onların ağızlarını
mühürleriz; onların elleri bize söyler ve kazandıkları şeyler hususunda
ayakları şehâdet ederler" (Yasin, 65) buyurmuştur.
İkinci Görüş:
Bu şehâdet ancak dünyada yerine getirilir. Bunun izahı şöyledir: Şehadet,
müşahede ve şühûd, görmek demektir. Meselâ bir şeye bakıp onu iyice gördüğün
zaman, j£ ÖJıaUi "Şunu müşahede ettim!" denilir. Göz ile görmek ve
kalb ile bilmek arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu için, kafbteki marifet de,
muhakkak ki bazen müşahede ve şûhûd olarak; bir şeyi bilen ise, şâhid ve
müşâhid diye adlandırılır. Sonra bir şeye delâlet de, o şeye şahidlik olarak
adlandırılır. Çünkü bu delâlet, kendisiyle şahidin şahid vasfını kazandığı bir
şeydir. Bir şeyi haber veren, o şeyin durumunu ortaya koyan, o şeyin delili
sayıldığı için, bu haber veren kişi de şahid diye adlandırılır. Sonra bu lâfız
şeriat örfünde, "Husûsî lâfızlarla, husûsî bir tarzda insanların hak-annı
haber veren kimseye" tahsis edilmiştir.
Sen bunu iyice
anladığında, biz deriz ki: Birşeyin durumunu iyice bilebilen, onun durumunu
ortaya dökebilen herkes, o şeyin şahidi olabilir. Allah Te-âlâ, bu ümmeti
"şahidler" diye vasıflamıştır. Bu şehâdet ya ahiret veya dünya
hususunda olabilir. Fakat bunun dünya hususunda olmast caiz değildir. Çünkü
Allah Teâlâ onları dünyevi hususta' 'âdil kimseler" kılmıştır. Bu da onarın,
dünyevî hususta şahid olmalarını gerektirir. Biz, Hak Teâlâ'mn
Muhammed'i dünya
hususunda âdil kimseler kıldığını söyledik. Çünkü O, "İşte bu şekilde biz
sizi mutedil (âdil) bir ümmet kıldık" (Bakara, 142) buyurmuştur. Bu
geçmişten haber vermektedir, Binaenaleyh en azından şu anda bu halin mevcut
olması gerekir. Biz, "Muhakkak ki bu onların dünyada iken şâhid olmalarını
gerektirir" dedik. Çünkü Hak Teâlâ: "İnsanlara şahid olasınız diye
İşte bu şekilde bizr sizi orta (âdil) bir ümmet kıldık" buyurmuş, böylece
onların şâhid oluşlarını, cezanın şarta terettüb edişi gibi, orta (vasat) bir
ümmet olmalarına terettüb ettirmiştir. Onların bu dünyada "mutedil bir
ümmet" olma vasfı tahakkuk edince, "şahidler" olma vasfının da
bu dünyada tahakkuk etmesi gerekir.
İmdi eğer,
"Şahadet etmeyi üzerine almak ancak dünyada olur. Her ne-kadar şahitliğin
edâst kıyamette olsa dahi, şahadeti üzerine alan kimse de ba-zan
"şâhid" diye adlandırılır" denilirse, biz deriz ki: Muteber olan
şahadet, şahidliği yapmaktır, yoksa onu üzerine almak değildir. Bunun delili,
Allah Te-âlâ'nın şahitlikle adalete itibar etmiş olmasıdır. Kendisinde adalete itibar
edilen şahadet, onu üzerine almak değil, edâ etmektir. Binaenaleyh ayetin,'
ümmet-i Muhammed'in, şahadeti bu dünyada yerine getireceklerini ifâde ettiği
sabit olmuştur. Bu da bütün ümmetin bir şeyden haber verdiklerinde, onların
sözlerinin hüccet olmasını gerektirir. Bizim, "İcmâ bir hüccettir"
sözümüzün manası da işte budur. Böylece ayetin, icmâın bu bakımdan da bir
hüccet olduğuna delâlet ettiği sabit olur. Bu görüşün doğruluğuna dair
zikrettiğimiz delilin ilk iki,görüşü iptal etmez. Çünkü biz, bu delâletle ümmetin
mutlaka bu dünyada şâhid olmaları gerektiğini beyan etmiştik. Bu, onların
kıyamet gününde de, haberlerde geldiği şekilde, şahid olacaklarına ters
değijdtr.
Netice olarak, Allah
Teâlâ'mn, "Tâ ki insanlara şâhid olasınız diye.." ifâdesi, ümmet-i
Muhammed'in, icmâ ettikleri görüşleri insanlara hakkı açıkladığı için, icmâ
halindeki görüşlerinin bir hüccet (delil) olduğuna işarettir. Buna Hak
Teâlâ'mn: "Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun diye",yani
"Bu şahadeti edâ etsin ve hakkı ortaya koysun diye" ayeti de bunu
te'kid etmektedir. Bununla birlikte, ümmet-i Muhammed için ahirette de bu
şahidliğin söz konusu olması imkânsız değildir. Böylece onlardan bu dünyada
sudur eden şehâdet, "şehâdeti üzerine almak" manasına gelir. Çünkü
ümmet-i Muham-med,hakkı isbat ettikleri zaman, bu isbat esnasında kabul edeni
etmeyenden ayırdedip tanımış olurlar. Sonra kıyamette de buna şâhidlik ederler.
Nitekim bir anlaşmaya şâhid olan kimse, hangi şeyin yerine getirilip, hangi
şeyin yerine getirilmediğini bilir, sonra hâkimin huzurunda bunlara şahadet
eder.
[272]
Ayet, Müşebbihe,
Hariciler ve Rafızîle ve fâsıklığı açık olan kimselerin icmâlanna
edilmeyeceğini gösterir.,Çünkü Allah Teâlâ cak kimselerin âdil ve hayırlı
olmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu hükümfe.« zü veya fiili ile fâsık veya
kâfir olan ile, ayeti reddetmek veya te'vil etmek suretiyle kâfir olan kimseler
arasında fark yoktur.
[273]
Allah Teâlâ,
"İnsanlar üzerine şahid..." buyurmuştur, "İnsanlar üzerine
şahid" buyurmarruştır. Çünkü ümmet-i Muhammed'in sözü ya fiilî veya kavlî
bir mükellefiyeti gerektirir. Bu da o anda kar dakinin lehine değil aleyhine
olmuş olur.
Buna göre eğer,
"Önceki şahadetin sılası sonraya bırakılmış, ikine şehahâdetinki ise
takdim edilmiştir" denilirse, biz deriz ki: Birincide maks? rın
şahadetlerinin diğer ümmetlerin aleyhine olduğunu göstermek, ikine ise Hz.
Peygamber (s.a.s)'in sadece ümmet-i Muhammed'e şahid göstermektir.
[274]
"(Habibim) senin
hâlâ üzerinde bulunduğun (kıbleyi) kıble yapmamız, O peygambere (sana)
uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden (uymayanlardan)
ayırdetmemiz içindir. Gerçi (bu) elbette büyük bir şeydir. Ancak bu, Allah'ın
doğru yola ilettiği kimseler hakkmdc değildir, Allah imanınızı boşa çıkarmaz.
Çünkü Allah insanlara çok şefkat ve merhametlidir" (Bakara, 143)
Bil ki Allah'ın,
ifâdesi, tıpkı "Allah Bahîyre (olan deveyi) kılmamışhr" (Maide, 103)
yani "onu meşru kılıp dinî bir hûküm saymamıştır " ayetinde olduğu
gibi, "Biz meşru kılmadık ve hükmetme dik"|manasınadır.O'nun,
ifâdesinin manası ise, "Senoraya yöneleceğine inanıyordum"
şeklindedir. Bu, tıpkı bir insanın,
"Falanın falanca üzerinde bir borcu var" demesi gibidir. Ayetteki,
İfâdesi,
"kıble" nin sıfatı olmayıp, nin ikinci mefulüdür. Buna göre, Allah
Teâlâ, "Biz kıbleyi, senin üzerinde olduğun cihet yapmadık" manasını
murad etmiştir. Sonra burada iki açıklama vardır:
a) Bu sözü,
kıblenin belirlenmesi hususundaki hikmeti beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke'de Kâ'be'ye doğru namaz kılıyordu; daha sonra,
yahudilerin kalbterini islam'a ısındırmak İçin hicretten sonra Beyt-i Makdis'e
namaz kılmakla emrolunmuş, daha sonra da Kâ'be'ye döndürülmüştür. Buna göre,
biz ayeti şöyle anlarız: "Biz kıbleyi, daha önce üzerinde olduğun
(yöneldiğin) cihet yapmadık..." Yani biz, seni oraya ancak insanları
imtihan edip denemek için döndürdük.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Senin üzerinde olduğun" ifâdesinin, Beyt-i Makdis'i kıble
kılma hususundaki hikmetin bir anlatımı olması da caizdir. Yani, "Senin
işin astl olan hüküm Kâ'be'ye dönmektir. O Beyt-i Makdis'e yönelmen, bir maksad
sebebiyle olan geçici bir durum idi. Biz, kıbleyi bundan önce üzerinde olduğun
cihet kılmıştık ki bu cihet de Beyt-i Makdis idi. Bu, insanları imtihan etmek,
kimin Hz. Muhammed (s.a.s)'e ittiba edip kimin etmeyeceğini ve ondan nefret
edeceğini görmek için idi."
Burada Ebu Müslüm'in
yaptığı üçüncü bir izah daha vardır O şöyle demiştir: Eğer bu husustaki
rivayetler olmasaydı, ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yöneldiği
kıblelerden hiç birisine delâlet etmezdi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz"
(Al-i imran. 110) ayetinde olduğu gibi, bazan, manasına olmak üzere,
"Allah aziz ve hakimdir" (Nisa, 165) ayetinde olduğu gibi, manasına
olmak | üzere, (mâzî füi) kullanılır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden
muradının "Senin hep üzerinde olduğunkıbleyi (yani Kâ'be'yi) ancak şöyle
şöyle yaptık" olması imkânsız
değildir.
[275]
Hak Teâlâ'.nın,ayetine
gelince, bu hususta birkaç mesele vardır.
Allahu Teâlâ'nın buyruğundaki lâm, gâye ve maksat ifâde eden
lamdır, (lâmu'l-garaz). Allah hakkında maksad gütmenin doğru olup olmadığı;
doğru olmadığını farz etmemiz durumunda, bu sözün nasıl te'vil edileceği
hususu, daha önce geçmişti.
[276]
"Biz ancak şunu
bilmek için şöyle şöyle yaptık" sö zü, o şeyi bilmenin henüz
gerçekleşmediğini, bu bil-
ginin meydana gelmesi için de Cenâb-ı Hakk'ın
o fiili işlediği vehmini verir. Bu da, Allahu Teâlâ'nın, meydana gelmeden önce,
bu eşyayı bilmemesini gerektirir.. Müşkillik arzetme hususunda bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizsiz den cihâd edenleri ve sabredenleri bilmek
için, muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); Allah sizden
hafifletti ve sizde bir zayıflık olduğunu bildi;" (Enfâl, 66)
Belki o öğüt alır veya
korkar. (Taha, 44)
"Allah, doğru
olanları muhakkak ki bilecektir." (Ankebut. 3);
"Yoksa sizr Allah
içinizden cihâd edip sabredenleri ortaya çıkarmadıkça, cennete gireceğinizi mi
zannettiniz "(A. imran, 142) ve:
"Oysaki onun,
onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu.. Bu ancak, ahirete inanan kimseyi ortaya
çıkarmanız için idi" (Sebe, 21) ayetleridir. Bu meseleye dair sözümüz,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Allah sınamıştı..." (Bakara, 124) ayetinin
tefsirinde iyiden iyiye geçmişti...
Müfessirler bu hususu
birkaç yönden cevaplamışlardır.
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, (Bakara, 143) ayetinin manası, "Bizim peygamberler ve mü'minlerden
meydana gelen taraflarımız bilsin diye..." olur. Nitekim kral, onu
dostlarımız fethetti manasında, "Biz, falanca beldeyi fethettik" der.
Yine Hz. Ömer Irak topraklarını fethetmiştir, denilmesi de bunun gibidir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in Cenâb-ı Hakk'tan rivayet ettiği kudsî hadiste şöyle
buyurulması da bu manadadır:
"Kulumdan bana
borç vermesini istedim, fakat o bana borç vermedi ve beni kınadı. Oysaki onun
beni kınaması hakkı değildi.. O, "ah zaman!" der; bilmez ki zaman
Benim.."[277] Hadiste, "Kim be
nim bir dostumu küçümserse, muhakkak ki beni küçümsemiştir" şeklinde
vâ-rid olmuştur.
2) Bunun
manası, "olmayan şey ortaya çıksın da, böylece o mevcut olsun"
demektir. Sonra o mevcut olduğu zaman, Allah o şeyi mevcut olarak bilir; çünkü
Allah'ın o şey mevcut olmazdan önce, onu mevcut olarak bilmesi imkânsızdır."
Buna göre Hak Teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Biz onu mey-dana gelmiş
şekliyle bilelim diye.." şeklinde olur.
Buna göre şayet,
"Bu, Allah'ın ilminin hadis olmasını gerektirir" denilir ise biz
deriz ki âlimler, bir şeyin meydana geleceğini bilmenin, o şey meydana geldiği
zaman onun varlığını bilmek gibi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
konudaki ihtilâf oldukça meşhurdur.
3) "Biz,
kalblerindeki ihlâsveya nifakın ortaya çıkmış olması sebebiyle şunları
şunlardan ayırd edelim diye..."
Böylece mü'minler
kendi dost ve düşmanlarını tanımış olurlar. İşte bu sebeple
"ayırdetme" işi, ilim olarak isimlendirilmiştir. Çünkü, bu ayırdetme
işi de ilmin fayda ve neticelerinden birisidir.
4) nin
manası, "Ancak biz görelim... diye" demektir. Bunun anlamı şudur:
Araplar, ilmi, rüyet (görmek), görmeyi de bilmek yerinde kullanarak mecaz
yapmaktadırlar. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,. 'medin mi, na-sti... " gayetinde
olduğu gibi.. kelimeleri, birbirinin
yerini tutan kelimelerdir.
5) Ferrâ'nın
taraftar olduğu görüştür. Buna göre bu âyette ilim hüdüsü, (sonradan olması)
muhataplar itibariyledir. Bunun misâli şudur: Cahil ile akıllı bir kimse bir
araya geldiklerinde cahil şöyle der: "Odun ateşi yakar.." Akıllı
olan da, "Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için,
onları biraraya getirelim" der. Ki bunun manası, "Hangimizin cahil
olduğunu bilelim diye..."demektir.İşte, Cenâb-ı Hakk'tn.[buyruğunun manası
budur. Yani, "sizler bilesiniz diye..." demektir. Bu tür sözlerden
maksat, hitabta yumuşaklık ve gönülleri yumuşatma ve cezbetme arsuzudur. Tıpkı,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki ya biz ya da siz hidayet üzerindesiniz'
(Sebe, 24) ayetinde olduğu gibi. Böylece Cenâb-ı Hak şüphe vehmi veren sözü,
hitabı inceltmek ve muhatabın gönlünü almak için, kendi nefsine nisbet
etmiştir.. Cenâb-ı Hakk'ını ifâdesi de işte böyledir.
6)"Biz,
size sanki, hiçbir şey bilmeyen bir imtihan edicinin muamelesi gibi muamele
ediyoruz." Çünkü adalet bunu gerektirir.
7) ilim,
(ifâdesi), mânada etkisi olmayan bir kelimedir. Buna göre Cenâtn Hak,
ifâdesinin mânası, "Peygambere uyanların rttibâsı, yüz çevirenlerin de
sırt dönmeleri meydana gelsin, hâsıl olsun diye..." şeklinde olur. Bunun
bir benzeri de, senin, kendinden nefyedip kabullenmediğin bir şey hakkında
söylediğin şu sözdür: "Bunun benden olduğunu bilmedi!.." Yani,
"bu iş benden sadır olmadı" demektir. Buna göre, "Yani bu iş
olsaydı, onu o Allah kesinlikle bilirdi " demektir.
[278]
Âlimler, bu imtihanın
kıblenin tayini sebebiyle mi, yoksa değiştirilmesi sebebiyle mi meydana geldiği
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demiştir: Bu, kıblenin değişmesi
sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Kabe'ye doğru namaz
kılıyordu. Medine'ye gelince Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Bu, Hz.
Peygamber'in onların kıblesini terketmiş olması bakımından, müşrik Araplara zor
geldi. Daha sonra da yeniden Kabe'ye tevcih edilince, bu sefer de yahudilerin
kıblesini terketmiş olması bakımından, bu iş, yahudilere zor geldi.
Muhakkik âlimlerden
ekserisi ise şöyle demişlerdir: "Bu imtihan kıblenin tahvili sebebiyle
meydana gelmiştir. Çünkü yahudiler, "Muhammed eğer peygamberliği
konusunda kesin bir bilgi ve yakîn üzere olsaydı, fikri böyle değişmezdi"
demişlerdir."
Kaffâl, İbn Cüreyc'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bana, müslüman olan kimselerden bazı
kimselerin, "Hz. Muhammed de bir şaşkınlık içerisinde; bir oraya dönüyor,
bir buraya!.." diyerek, İslâm'dan ayrıldıkları haberi ulaştı..."
Süddî de şöyle demiştir:
Hz. Peygamber (s.a.s) Mescid-i Haram'a yönelince, insanlar ihtilâfa düştüler.
Bunun üzerine münafıklar: "Bunların derdi ne; daha önce bir kıbleye
yöneliyorlardı, sonraysa orayı terkettiler!" demişlerdir.
Müslümanlar ise,
"Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmış olarak ölüp giden kardeşlerimizin
durumu nasıl olacak bilemiyoruz..." dediler. Başkaları da, "Babasının
kentine ve doğduğu şehre öztem duydu., (da ktbleyi çevirdi)" dedi.
Müşrikler ise, "O, dini konusunda iyice şaşırdı" dediler. Bil ki bu
son söz, daha uygundur. Çünkü nesh konusunda iteri sürülen şüphe, kıblenin
tayini sebebiyle öne sürülen şüpheden daha büyüktür. Halbuki Allahu Teâlâ,
kıblenin tayini sebebiyle olan şüpheyi "kebîre" olarak vasfetmiş ve,
"Bu, muhakkak ki,
Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimseler hariç, (başkalarına) ağır
gelmiştir" buyurmuştur. Binaenaleyh, bunu müşriklerin sözüne hamletmek
daha evlâ olur.
[279]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğu bir istiâredir.Bunun mânası şudur:"Allah'ı ve peygamberini inkâr
eden kimselerden ayırdetmek için.."istiare ve vechi şudur: Ökçesinin
üzerine geri dönen kimse, önündeki şeyi terkederek ona sırtını dönmüştür. Buna
göre bu kimseler imanı ve dellileri terke-dince, önündeki şeye sırt çeviren
kimse gibi olmuş oldular da, bunun için bu şekilde nitelendirildiler.. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Sonra arkasını döndü ve büyükienmek istedi"
(Müddessîr, 23); ve, ve arkasım döndü" (Kıyâme. 32) buyurmuştur. Bütün
bunlar birer teşbihtirler.
[280]
Allah'ın, ifâdesinde
birkaç mesele bulunmaktadır:
[281]
harfi, den
hafifletilmiş bir harftir. Bu, dört şekilde ele alınmaktadır,
a) Ceza, b) jı den hafifletilmiş,
c)
Olumsuzluk (nâfiye) ve; d) Zaide.
Bu harfin ceza oluşuna
gelince, bu iki cümleden birisini diğerine bağlamayı ifâde eder. Buna göre,
gerektiren şart; gereken de ceza, demektir. Senin tıpkı, "Eğer bana
gelirsen, sana ikramda bulunurum" demen gibidir.
İkincisine, yani, den muhaffefe (hafifletilmiş), 'e gelince bu, şeddeli, yerinde olmak üzere,
cümlede mânanın te'kid edilmesini sağlar. Senin tıpkı, "Muhakkak ki Zeyd
ayaktadır" demen gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ''Muhakkak ki her nefsin
üzerinde bir bekçi vardır" (Tarık. 4); ve, "Muhakkak ki Rabbimizin
va'adi yerine getirilecektir" (isrâ, 108) buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'-ı
de bunun pekçok misâli vardır, üj yi muhaffefeden maksat, kendisinden sonra
gelmesi uygun olmayan leri ru getirilebiImesi içindir. Bu muhaffefe olan, nin,
hazfedilen şeyden bedel olmak üzere "lâm" harfiyle kullanılması
gerekmiştir. Bir de bununla Hak Teâlâ'nın,"Kafirler ancak bir aldanış
İçindedirler," "Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum"
(Ahkaf, 9) ayetlerindeki olumsuz, jj
inden ayırmak için, lamın gelmesi gerekmiştir. Çünkü bunlardan herbirini,
anlattığımız gibi, hem isim hem de fiil izlemektedir.
Olumsuzluk ifâde, eden
gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, 'Hüküm ancak Allah'ın hükmüdür."
(En'âm,57): "Siz ancak zanna uyuyorsunuz" (Enam, 148) ve ki eğer
onlar (yer İle gök) zeval bulurlarsa, onları... kimse tutamaz..." (Fâtır,
41) ayetlerinde olduğu gibi... Yani, "Onları kimse tutamaz" demektir.
Zâid olan,e gelince
bu, senin, "Ben Zeyd'i görmedim" demen gibidir. Bu hususu iyice
anladığın zaman biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki, kendisine lâm
harfinin gerekmiş olduğu, 'den
muhaffefe, dir. Bundan maksat ise, cümledeki manayı te'kid etmektir.
[282]
Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin zamirin neye ait olduğu
hussundadır. Bu hususta iki görüş
bulunur:
a) Bu zamir,
ayetteki "kıble" lâfzına aittir. Çünkü zamirden önce mutlaka bir
merciin geçmesi gerekir ki bu da Cenâb-ı Hakkın ifâdesindeki lâfzıdır.
b) Bu zamir,
daha önce geçmiş olan sözün defâlet ettiği şeye aittir. Bu da, kıblenin tahvili
meselesidir. Zamirin müennes olması ise, fiilinin masdarı olan, lâfzından
dolayıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, buyurmuş sonra da atfederek, buyurmuştur. Yani
"Muhakkak ki bu yüz çevirme ağır geldi..'." demektir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesi,( kelimesine delâlet etmektedir. Nitekim 'nun;
"Üzerine Allah'ın
adının anılmadığı şeylerden yemeyiniz; bu muhakkak ki bir fiskftr" (Enam,
121)ayetinde Duyurulduğu gibidir. Manânın, "Muhakkak bu fiil... idi"
şeklinde olması da muhtemeldir. Bu ifâdenin bir benzeri de, 'Tan, "(Eğer
şunu yaparsan), onu yap; o iş ne güzeldir"[283]
sözüdür.
Bil ki bu konu, daha
önce zikretmiş olduğunuz, şu meseleyle alâkalıdır: Bu da, bu imtihanın ve
sınamanın bizzat kıblenin kendisinden ötürü mü, yoksa kıblenin
değiştirilmesinden dolayı mı olduğu hususudur. Biz, ikincisinin daha uygun
olduğunu beyan etmiştik. Çünkü nesh sebebiyle ortaya çıkan zorluk kıbleler
sebebiyle ortaya çıkan zorluktan daha kuvvetlidir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı
Hak, âyetinde bu işi "güç ve ağtr" olarak nitelemiştir.
Hak Teâlâ'nın, ayetinin manası "ağır, güç ve
yadırganmış" de-mektir. O'nun tıpkı.; Ağızlarından ve büyük (ne cüretıkâr)
söz çıktı!" (Kehf, 5), yani, bu iftira ne kadar büyüktür!" "Seni
tenzih ederim, bu büyük bir bühtandır" (Nûr 16);ve, "iyi biliniz ki bu muhakkak Allah
katındi büyük bir günahtır" (Ahzâb, 53) ayetteri gibidir.
Sonra biz imtihanın
kıble sebebiyle olduğunu söylersek, onu terketme nin onlara ağır ve zor
geldiğini söylemiş oluruz. Çünkü bu, alışılmış olan âde ve tavırları,
terketmeyi, ecdâd ve ataların yolundan vazgeçmeyi gerektirir. Eğer
"İmtihan, kıblenin tahvili sebebiyle olmuştur" dersek, bunun insanın
o seyir hak olduğunu, ancak nesh meselesini bilmesinden ve bu konudaki sorular
dan kurtulmasından sonra mümkün olması itibariyle, ağır olduğunu söylemi;
oluruz. Bu ise, Allah'ın kendisine hidayet ettiği kıblenin bir cihetten başka
bi cihete çevrilmesinin, yadırganacak bir şey olmadığını bilen kimselere zor
gel mez. Nitekim onların, meselâ sıhhat, hastalık, zenginlik ve fakirlik gibi
hususlarda, bir durumdan başka bir duruma geçirilmeleri de yadırganacak bir şey
değildir. Böyle bir görüşe ulaşan bir kimsenin, basîreti artar. Akılsız olan ve
hevâsıyla işlerin zahirine tutunan kimselere ise, bu mesele ağır ve zor gelir.
Cenâb-ı Allah'ın,
buyruğunu Ehl-i Sünnet1 amellerin Allah tarafından yaratıldığı meselesine delil
getirerek şöyle demişlerdir: Hidayetten murat, ya davettir veya yol
göstermedir, yahut da o husustaki bilgiyi yaratmadır. Burada ilk iki ihtimal
düşer, çünkü Cenâb-t Allah, kıblenin tahvilinin kendisinin hidayet
ettiklerinin dışındaki bütün insanlara ağır geldiğini bildirmiştir. Bundan
dolayı şöyle denilmesi gerekir: Allah'ın hidayet ettiği kimseye, bu ağır
gelmez. Davet etmek ve delilleri ortaya koymak manasında olan hidayet, herkes
için umumîdir. Binaenaleyh, bunun kâfirlerden hiçbirine ağır gelmemesi icab ederdi.
Onlara ağır geldiğine göre, buradaki bu hidâyetten muradın, onun bilgi ve
marifetini yaratmak olduğunu anlıyoruz. Bizim söylemek istediğimiz de budur.
Mu'tezile ise şöyle
demiştir: Buna üç yönden cevap verilir:
1) Cenâb-ı
Allah onları övgü yoluyla zikretmiştir; işte bu sebeple bunu mü'-minlere tahsis
etmiştir.
2) Cenâb-ı
Hak, bununla "hidayete ermeyi" murad etmiştir.
3) Allah'ın
hidayetinden faydalanan onlardır. Onların dışındakilere sanki değer
verilmemiştir.
Mu'tezile'ntn bu
görüşlerinin hepsine şu şekilde cevap veririz: "Bu, ayetin zahirî
manasını bırakmaktır. Bu ise aslolanın hilâfına yapılan bir harekettir."
Allah en iyisini bilendir.
[284]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Allah sizin imânlarınızı boşa çıkaracak değildir" ifadesiyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[285]
Müslümanlardan Ebu
Ümâme, Sad İbn Zurâre, Berâ İbn Âzİb, Berâ İbn Ma'rûr ve benzeri kişiler, ilk
kıbleye yönelik namaz kıldıkları zamanda ölmüşlerdi. Onların akrabaları, kıble
tahvil edilince, "Ya Resulullah, kardeşlerimiz ilk kıbleye namaz kılmış
olarak öldüler. Onların hali ne olacak?" dediler de, Cenâb-ı Allah bu
ayeti indirdi. Bil ki böyle bir sebebin mutlaka olması gerekir. Aksi halde
sözün irtibatı kaybolur. Bu müşkil, şöyle izah edilir:
Neshi ancak Allah için
bedâ (birşeyi -ak caiz görenler şöyle derler: Hüküm değişince, hükmün müâmû olmuş
olması gerekir. Böylece de bu sorudan dolayı onlann katoteone. Beyti Makdis'e
doğru kılmış oldukları namazlarının boşa gittiği düşüncesi gefcv Sonra Hak
Teâlâ bu müşktli cevaplayarak neshin bir faydadan diğer bir faydaya, bir
mükellefiyetten diğer bir mükellefiyete geçme olduğunu, yerine getirenin dine
uygun hareket etmiş olması bakımından birinci hükmün ikincisi gibi olduğunu,
bu durumda olanların mükâfaatlarının zâyî olmayacağını açıklamıştır.
Bunun bir benzeri de,
içkinin (Maide, 90-91) haram kılınmasından sonra, daha önce içki içmiş olup bu
haram kılmadan önce ölmüş olan kimselerin durumunu sordukları zaman Cenâb-ı
Allah'ın indirdiği şu ayettir:
"İmân edip salth
ameller işleyenlere... günah yoktur" (Mâide, 93). Bu ayette Allah Teâlâ,
daha önce mubah kılmış olduğu için içki içenlere bir günah olmadığını onlara
bildirmiştir.
İmdi şayet,
"şüphe, ancak Allah hakkında "bedâ" mümkün görülürse söz
konusudur. O halde böyle birşey sahabeye nasıl yakışır?" denirse, biz
deriz ki: Buna şu yönlerden cevap veririz:
1) Bu şüphe
bir münafığa arız olmuştur. Böylece müslümanlar, bu münafığın sorusuna cevap
versinler diye, Hak Teâlâ bunu zikretmiştir.
2) Belki de
onlar Kâ'be'ye yönelerek namaz kılmanın daha efdal olduğuna inanmışlar da,
bundan dolayı onlar, "Daha önce ölmüş olan kardeşlerimiz de keşke bu
günlere yetişselerdi" demişlerdir. Böylece Hak Teâlâ, buna cevap olmak
üzere bu ayeti indirmiştir.
3) Belki de
Cenâb-ı Hak, bu ayeti, onların hatırlarına böyle bir şüphe geldiği zaman onu
defetmek için, zikretmiştir.
b) İbn
Zeyd'in görüşü şöyledir: Allah Teâlâ sizin Beyt-i Makdis'den Kâ'be'ye
çevrilmenizdeki faydayı bildiği halde, sizi Beyt-i Makdis'e yönelik namaz
kılmaya devam ettirseydi bu, Ö'nun tarafından namazlarınızın boşa çıkarılması
demek olurdu. Çünkü böyle bir durumda namazlarınız faydasız olurdu, böylece de
boşa gitmiş olurdu. Halbuki Allah Teâlâ bunu yapmaz.
c) Allah
Teâlâ kıblenin değiştirilmesinin onlara güç geleceğini haber verince, bunun
peşisıra onlara vereceği sevabını ve onların daha önce yaptıklarını boşa
çıkarmayacağını zikretmiştir. Bu, Hasan Basrî'nin görüşüdür.
d) Hak Teâlâ
sanki şöyle demiştir: "Namazlarınız boşa gitmesin diye, sizi bu
mükellefiyeti kabul etmeye muvaffak kıldım." Çünkü onlar bu hükmü
reddetmiş olsalardı, kâfir olacaklardı. O zaman da imânları boşa giderdi. İşte
bunun için Cenâb-ı Hak, "Allah sizin imanlarınızı boşa çıkarmaz."
Bunun için, şüphesiz sizi bu teklifi kabul etmeye muvaffak kılmış ve bu
hususta size yardım etmiştir."
[286]
Alimler Hak Teâlâ'nın,
ifâdesinin kime hitab olduğu hususunda ihtilaf etmişler; iki değişik görüş
belirtmişlerdir:
a) Bu hitab,
mü'minleredir.
Kafffll, bu görüşün
dört değişik izahını zikretmiştir:
1) Allahu
Teâlâ, o gün hayatta olan mü'minlere hitab etmiştir. Bu, onların daha önce
sordukları sorularının cevabıdır.
2) Onlar
kıblenin neshinden (değiştirilmesinden) önce ölen müslümanla-rın durumunu
sormuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah da, diye cevap vermiştir. Yani,
"Kıblenin değiştirilmesinden önce kıldığınız namazları, Allah boşa
çıkarmaz. Bundan önce ölenlerin durumu da aynıdır."
3) Kıble
değiştirilince hayatta olanlar, önceki namazlarının bâtıl olduğu vehmine
kapılıp, bundan sonra Kâ'be'ye yönelik kıldıkları namazların, o daha önceki
namazları için keffâret olduğunu sanmışlar ve bu anlayışlarından dolayı kendi
durumlarını sormaya lüzum görmeyip, daha önceki namazlarına keffârette bulunma
fırsatı bulamayan ölmüş
müslümanların durumunu
sormuşlardır. İşte bunun üzerine, buyurulmuştur. Buradaki
"İmanlarınızdan" maksad, "dindaşlarınızın namazları"
demektir. Bu,
tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hani siz bir şahsı öldürmüştünüz" (Bakara, 72) ;ve: "Hani sizin
için denizi ayırmıştık" (Bakara, 50) ayetlerinde olduğu gibidir.
4) Bu,
sorunun hem hayattakiler, hem de o esnada ölmüş olan mü'min-ler için sorulmuş
olması da mümkündür. Çünkü onlar namazlarının mûkafaa-tının yok olmamasına son
derece dikkat eder ve titrerlerdi. Bu dikkat her iki grup hakkında da söz
konusudur. İşte bundan ötürü hem hayattakiler, hem de ölmüş olanlar için,
(imanınız, namazınız) ifâdesi kullanılmıştır. Çünkü Araplar muhatab ve gâibten
müştereken haber verdikleri zaman, hitabı tağlib ederek (yani gaibi de onun
içinde sayarak),
"Sen ve falanca
bunu siz yapmıştınız" derlerdi. Allah en iyi bilendir.
b) Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Bunun, Ehl-i Kitab'a bir hitab olması da
muhtemeldir. Ayetteki "İmân" sözünden maksad, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazları ve
taatlarıdır. Daha sonra bunlar neshedilmiştir." Ebu Müslim, şeriatımızda
neshin bulunmadığını kabul ettiği için, bu görüşü seçmiştir.
[287]
ifâdesi imânın taat
fiillerinin ismi olduğuna delil getirmiş ve, "Çünkü Allah Teâlâ, burada iman sözü ile namazı
kastetmiştir" demişlerdir. Onların bu görüşüne şu şekilde cevap veririz:
Biz, bu ayetteki "iman" lâfzından maksadın (sadece) namaz olduğunu
kabul etmiyoruz. Bundan maksad tasdik ve ikrardır. Buna göre Allah Teâlâ sanki
şöyle demiştir: "Allah'u Teâlâ, sizin namazın farz olduğunu tasdik
etmenizi boşa çıkarmaz." Buradaki "imarv"dan maksadın namaz
olduğunu kabul etsek bile, namaz imanın en büyük rüknü, en şerefli neticesi ve
semeresidir. Bu sebeple, işte bu bakımdan, istiare yolu ile "iman"
kelimesinin "namaz" manasında kullanılması caizdir.
[288]
Allah Teâlâ'nın
ayeti, "Sizin imanlarınızın
mükâfaatını boşa çıkarmaz" demektir. Çünkü iman sona erer ve biter. Böyle
olan şeyin muhafaza edilmesi ve boşa çıkarılması imkânsızdır. İman sona
erdikten sonra da sevab hak edilebilir. İşte bu sebepten ötürü "mükâfaat!
muhafaza etmek veya boşa çıkarmak" sözü doğru olur. Bu, tıpkı Hak
Teâlâ'nın, "Ben, sizden ibadet eden hiçbir kimsenin iba-ietini boşa
çıkarmam" (ali İmran, 195) ayeti gibidir.
[289]
Allah Teâlâ'nın,
"Hiç şüphesiz Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" ayeti ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[290]
Kaffâl (rh.a),
"Allah ona rahmet etsin şöyle demiştir: "Re'fet ile rahmet arasında
fark vardır. Çünkü
re'fet, bilhassa
rahmette ileri bir dereceyi ifâde eder
ki, bu da "hoşa
getmeyeni defedip zararı gidermek" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın,
"O ikisine karşı, Allah'ın dini hususunda bir re Tef (acıma) sizi
tutmasın" (Nur, 2) ayetinde olduğu gibi. Yani, "O ikisine zarar
gelecek, kötülük dokunacak diye acıyıp da onlardan (zina) celdesini (sopasını)
kaldırmayınız" demektir. Rahmete gelince, bu, daha şu-mûllü bir kelimedir.
Re'fet'in manası ile birlikte, ikram edip lûtufda bulunma manaları da rahmette
vardır. Allah Teâlâ, yağmura da "rahmet" ismini vermiş ve, " O
Allah’ın rahmetinin (yağmurunun) önüsıra müjdeleyid olarak rüzgârları
gönderendir" (Arat, 57) buyurmuştur. Çünkü yağmur da Allah'ın bir lütfü
ve ihsanıdır. Buna göre Allah Teâlâ, onların amellerini boşa çıkarmayacağı,
sıkıntılarını hafifleteceği manasında olmak üzere, "re'fetini;"
sonra da daha umûmi ve kapsamlı olsun diye rahmetini zikretmiştir. O'nun
rahmeti sadece bu meseleyle ilgili olmayıp, re'-fet kelimesiyle ifâde edilen
zararları da defedip, aynı zamanda faydaları celbedici olması bakımından da
rahîmdir.
[291]
Âlimler bu iki ismin,
ayetin daha öncesi ile ilgisinin ne oiduâu hususunda bazı görüşler
zikretmişlerdir:
1) Allah
Teâlâ, onların namazlarını boşa çıkarmayacağını haber verdiği için,
"Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" buyurmuştur. Allah ra'ûf ve rahim
iken, onun namazları boşa çıkaracağı nasıl düşünülebilir.
2) O, ra'ûf
ve rahîm olduğu için, sizi bir hükümden diğer bir hükme geçirmiştir. İşte bu
sizin için hem dinî hem dünyevî bakımdan en faydalı ve uygun olanıdır..
3) Allah
Teâlâ, "Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerin dışındakilere ağır
gelir" buyurmuştur. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir:
"Ancak ra'ûf ve rahîm olduğu için onların hidâyete erdirmiştir."
[292]
Amr, Hamza, Kisâ! ve
Asımdan rivayet eden Ebu Bekir kelimeyi, hemzeli olarak ve işbâ'sız, şeklinde,
vezni üzerine okumuşlardır. Diğerkıraat imamları ise, vezninde, med ile,
hemzeli ve işba'lı, şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin dört şekli vardır.
Diğer ikisi, gibi, ve gibi şeklidir.
[293]
Mutezile bu ayeti,
Allah Tealanın ne küfrü ne fesadı yarttığına delil getirerek şöyle demiştir:
Allah Teala, kendisinin insanlara karşı ra’uf ve rahim olduğunu bildirmiştir
rahîm olmuş olması ya götüren küfrü teklif etmiş olursa böyl masının yanısıra
ra'ûf nin nasıl olacağı d en iyisini bilir.
bu ayeti, Altah
Teâlâ'nın ne küfrü ne fe-delil getirerek şöyle demiştir: Allah insanlara karşı
ra'ûf ve rahîm ol-Bu sebeble onlara karşı da ra'ûf ve onları devamlı azaba ve
ebedî ceza-ı onlara güçlerinin yetmeyeceği şeyi Çünkü Allah Teâlâ bu küfür
zararına sok- masının O'nun ra'ûf ve rahîm olmaması halinin nasıl olacağı
düşünülemezdi. bu husustaki izah, defalarca geçti. Allah en iyisini bilir.
[294]
[1] Ibn Mâce. Zühd, 22 (2/1408).
[2] Müsned.1/165,167.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/321-324.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/324-326.
[5] Buhâri, İlim, 15.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/326-328.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/328-329.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/329-330.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/330-331.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/332-333
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/333-334.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/335-337.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/337.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/337-338.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/341.
[16] Asım kıraatine göre âyet, şeklinde okunur.
[17] Tirmizî, Kıyamet. 25 (4/638).
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/342-343.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/343.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/343-344.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/344-345.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/345-346.
[23] Müslim, Birr, 34 (4/1987); İbn Mâce, Zühd 9(3/1288).
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/346.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/346-347.
[26] Taberanî, (Kaşfu'l-Haîa. 2/324).
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/347-348.
[28] Buhâri'nin ilk hadisinden bir cümle.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/348-350.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/350.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/351.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/351.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/352.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/352.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/352-354.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/354.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/354.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/355-357.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/357.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/357-358.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/358.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/358.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/359.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/359.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/359-360.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/361-362.
[47] Müslim, Mesâcid. 208 (1/464).
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/362.
[49] Bu sözüyle Ebu Saîd (r.a) ayetin, bunlara da şğmit
olan bir yönü olduğunu kasdetmiş olmaktadır ki selefin ıstılahında bu duruma
cok rastlanır. Yoksa bu konuşmayı müteakip ayetin indiğini düşı'ınmemıliyız.
[50] Ebu Davud, Salat. 50 (1/54).
[51] Ebu Davud, Salat. 51 (1/155).
[52] Müslim, Taharet, 14 (1/219).
[53] Ebu Davud. Salât, 49 (1/154).
[54] Buna yakın bir hadis için bkz. Müslim, Mesacid, 24
(1/378).
[55] İbn Mâce. Mesâcid, 1 (1/243).
[56] Tirmizî, Tefsir, Tevbe, 18 (V/277).
[57] Ahmed ibn Hanbel. 11/293.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/362-368.
[59] Ebu Davud, Salât 12(1/122).
[60] Zaviye: Medine-i Münevvere yakınında bir yer adı
(Taci'l-Arus, 10/166).
[61] Buhari, Salat, 64.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
3/369.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/369-370.
[63] Ibn Mâce. Mesâcid, 13 (1/253-254)
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
3/370.
[64] Buharı, Salat. 36.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/370.
[66] Tirmızi, Buyu, 75(3/611).
[67] Mûlâane, karısına zina isnadında bulunup, bu hususla
dört şahid' olmayan kocanın doym söylediğine, kadının da kocasının yalan
söylediğine dâir yemin edip. Allah'ın lanetinin yalancının üzerine olmasın? beddua
etmeleridir.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/370-372.
[69] İbn Mâce Edeb, 27 (2/1227).
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/372.
[71] islâmın başlangıcında mescidlerde sergi yoktu ve
genellikle toprak üzerinde namaz kılınırdı.
[72] Buhârî, Salat. 37; Müslim, Mesâcid. 55-58 (1/390).
[73] Mescide tükürmemek şimdi bize tabu gelmektedir. Bu
hadis-i şeriflerden ise, İslâmiyet'in insanların nasıl terbiye ettiğinin
numunesini görüyor. ve bu sjrecin nasıl gerçekleştiğini anlayabiliyoruz. Geniş
kitleleri ıslah etmek hiç de öyle kolay bir iş değildir. Sadece şuna bakalım:
Mescide tükürmekten men eden İslam, yollara da tükürmeyi yasakladığı halde,
mensuplarının mühimce bir kısmı on dört asırdan ben hâlâ buna alışamamıştır.
Tükürmeyi önleme İslam terbiyesinin bin şubesinden biri sayılır. Camilerin
abdest yerleriyle hergün binlerce insanın pisliğini, kirini giderip onları
temizlemesi, camilere binlerce insan girip çıktığı halde işin hadisesi?,
kirletmeksizin cereyan etmesi islam inkılabının. terbıye-İ nebeviyenin
binlercesinden biridir ki o olmasaydı hiçbir idare bunları gerçekleştiremezdi.
O mürşidimize ebediyyen salatü selam olsun. Fen ve cemiyetleri tırnağını
kesmekten, burnunu temizlemekten, taharetten, yatıp kalkmadan.ta örnek toplum
nizamı kurmaya ve cennete lâyık insan yetiştirmeye yönelen İslamın cihanşümul
hidayeti, sen ne mübareksin! (Çev.)
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
3/372-373.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/374.
[75] Benzeri bir hadis için bkz. Ibn Mâce, Taharet, 78 (1/176).
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/374.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/374-377.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/377-378.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/378-381.
[80] Müslim, Cenâiz, 66-67 (2/657); Tirmizi, Cenâiz. 48 (3/357); Müsned. 2/241.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınlanı: 3/381-383.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/383.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/383.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/384-386.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/386.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/386-390.
[87] Müslim, Müsafirin, 164-165 (1/520).
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınlanı: 3/390-391.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/391.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/391.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/391.
[92] Mubdî ism-i fail olduğu halde, Bedî sıfat-ı müşebbehe vezinlerinden olması itibariyle sübul ve mübalağa mânası taşır. Mûfessır buna işaret ediyor.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/392.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/392.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/392-394.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/394-395.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/395.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/395-396.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/396-398.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/399.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınlanı: 3/399-400.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/400-402.
[103] Ayette bahsedilen cehennemlikler, tutumları belirtilen
yahudi ve hristiyanlardır. Ehl-i Fetret'ten olan ebeveyn-ı ResuMlah ve
benzerlerinin bu siyakla ilgileri yoktur. Onların necatlarını alimler tartşmış
b iirçok sûnnî alim ehl-i necat olacakları neticesine varmışlardır Müfessir
Alûsî (rh.a) bu konuda es-Sehâvrnin şu hükmünü nakleder: "Benim inancıma
göre, en iyisi, onların (ebeveynin) meselesine girmemektir." Bunu
naklettikten sonra kendisi de şöyle der: Benim inancıma göre ise, onlat, küfür
zamanında muvahhid olarak vefat etmişlerdir. Nitekim İmam Ebu Hanife'nin
-şayet sahih ise- bu konudaki sözü de buna ha,T\tedi\w. Hatta neı deyse
öVyelytörim ki onlar Aliyyü'l-Kari ve benzerlerinden daha etdaldirier"
(Ruhu'l-Maanî Tefsiri, 1/371). Aliyyu'l-Karî ebeveyn konusunda bir risale telif
ederek onların necat ehli olmadığını iddia etmesi sebebiyle çok tenkid
edilmiştir (çev).
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/402-404.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/404-406.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/406.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/406.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/406-407.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/407.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/408.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/408-410.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/410.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/410.
[114] Beda: Daha sonraki gelişmeye göre, önceden verdiği
hükmü bırakıp yeni bir görüş sahibi olmaktır.(Çev.)
[115] Doğrusu, burada gideremediğimiz bir muğlaklık vardır.
(Çev)
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/410-414.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/414-416.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/416.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/416-419.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/419-420.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/420.
[122] Aynı manada daha uzun bir hadis için bkz: BuhaıT,
Taksirü's-Satat. 17; Müslim, Salat, 81-84 (1/309).
[123] Bu ayetlerde ilah lâfzı muzaftır. İzafet ise kayıt
nevilerinden biridir (Çav.).
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/420-422.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/422.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/422.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/422-423.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/423.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/423.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/423-424.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/424.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/424.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/424.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/424-425.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/425-426.
[136] Müsned, 1/129; Müslim, jmâre, 39 (3/1469); Nesâi,
Bi'al, 34 (7/160).
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/426-428.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/428-429.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/429.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/429-432.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/332-333.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/333.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/434.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/434-435.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/435.
[146] Buharı, İlim, 37. (Aynı manada daha uzun bir hadis).
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/435-436.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/436-437.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/437.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/437-438.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/438-440.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/440-441.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/441-444.
[154] Tirmizi. Hac. 49 (3/226).
[155] Tirmizi. Hac. 49 (3, 226).
[156] İbn Mâce. Menâsik, 27 (2/982).
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/444-445.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/445-446.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/446.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/446-447.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/447-448.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/448.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/449.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/449.
[165] Burada ism-i failin, ism-i mef'ul manasına geldiğini
söylemek istiyor çev.)
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/449-450.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/450.
[168] Nesai, Menâsik, 2/203.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/450-451.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/451-452.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/452.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/452.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/452-453.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/453.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/453-454.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/454.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/455.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/455.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/455-456.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/456.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/456-457.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/457.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/457.
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/458-462.
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/462-463.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/463-464.
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/464.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/464-465.
[189] Müsned, 3/318, 366.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/465-466.
[191] Harekenin belli beiirsiz okunuşuna ihtilas denilip,
t-urada harekenin üçde biri bırakılır, ikisi ise izâle edilir.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/466-467.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/467.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/467-469.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/469-471.
[196] Müsned, 5/262.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/471-472.
[198] Buharı. Ahzâb Sûresinin Tefsiri, (6/151).
[199] Ebû Davud, Tahare, 4 (1/3).
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/472-473.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/473-474.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/474-475.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/475-476.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/476-477.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/477-478.
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/478-479.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/479.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/479-481.
[209] Çok yakın bir hadis için bakınız: Müsned, 2/170.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/481-482.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 3/482.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/483.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/483-484.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/485.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/485.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/485-486.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/486-487.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/487-488.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/488-490.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/490.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/490.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/490.
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/491.
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/491.
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/492.
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/492.
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/492-496.
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/496.
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/496.
[230] Ebu Davud, İlim 1 (3/317)
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/496-497.
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/497.
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/497-499.
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/499.
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/500-501.
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/501.
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/501-502.
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/502-503.
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/504.
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/504-505.
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/505-506.
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/506.
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/507-508.
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/508-511.
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/511.
[246] Mâna bakımından lamamen farklı, hatta zıt muhtevası
olmakla birlikte karşıdakinın kullandığı kelimeyi kullanmak suretiyle onunla
bir benzerlik ortaya koymakır. Beliğ kelâmda bazan başvurulan bir üslûb olup
Kur'an-t Kerim'de de müteaddit defalar kullanılmıştır. Mesela kâfirler ehl-i
iman için tuzak kurar, Allah Teâlâ ise onların Uzaklarına kendilerim düşürür,
boşa çıkarır; bu gerçeği ifâde için buyurur. Karşıdakini tehdit için Tijrkçede
"Sen gül, ben de sana gülerim!" derken de muşakele yapmış oluruz.
(Çev.)
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/511-514.
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/514.
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/515.
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/515.
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/515-516.
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/517.
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/517.
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/518-519.
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/519-520.
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/521-524.
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/524.
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/524-525.
[259] Arap edebiyat tarihçileri, şairleri; Câhiliyyûn,
Muhadremun İslâmiyyûn, Muvelledûn, Muhdesûn devrelerine ayırırlar. İlk üç
grubun şiirleri ile istişhad edilebileceğinde ittifak vardır. Takriben hicri
üçüncü asırdan sonraki şairlere muhdesûn (yani, son şairler) denir. (Çev.)
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/525.
[261] Bu mesele bir yönü ila İlahî irade, bir yönü ile hüsün
ve kubüh ile ilgili olup uzun süren bir konudur Ehl-ı Sünnet, Mu'tezile'ye
aykırı olarak eşyada zatî olan hûsun ve kubühü (güzellik veya çirkinliği) reddettiği,
bunu Allah'ın emredip yasaklamasına bağladığı için, imam Eş'arî ile beraber
Ehl-i Sünnet'in mühim bir kısmı, felsefi temel olarak hadd-i zatında bir sebep
ve maksad arama fikrini reddetmişlerdir ki Râzî de onlardan biridir. Yoksa
Cenâb-ı Hakk'a ait fiillerde -illet ve sebep değil de- hikmet aramak caizdir.
Bunun vaki olduğunu, hükümlerin hikmetlerini gösteren yüzlerce ayet
göstermektedir. Nitekim işi bu yönden ele alan İmam Mâturidî, bu işte, Eş'arî
ile Mutezile arasında bir konumu benimseyerek Allah Teâlâ'nın tüllerinin
hikmetlerle deveran ettiğini söylemiştir. Vallahu Teâlâ â'lem. (Çev.)
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/526-528.
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/528-530.
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/531.
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/531-532.
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/532.
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/532-533.
[268] Hadis hakkında bakınız: Keşfu'l-Hafâ, 1/391.
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/533-536.
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/536-537.
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/538-540.
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/540-543.
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/544.
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/544.
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/544-545.
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/546.
[277] Müsned. 2/300, 509.
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/546-548.
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/548-549.
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/549.
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/549.
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/549-550.
[283] ez-Zemafışeri, Esâsu'l-Belâğa, mad.
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/550-552.
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/552.
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/552-554.
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/554-555.
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/555.
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/555.
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/555.
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/555-556.
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/556.
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/556.
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 3/557.