Haseddeki Kötülükler Hakkındaki Hâdiseler 6    *

Hasedin Mahiyeti 7

Hayırda Yarışmak Hased Değildir 8

Hasedin Dereceleri 8

Hasedın Sebepleri 9

Hasedin Çokluğunun Sebebi Kuvvetli Veya Zayıf Olması 10

Hasedin Tedavisi 10

Hased Edilenin Din ve Dünya Yönünden Avantajı 11

Hased İhtiyari Olmadığına Göre İnsan Neden Sorumlu Olur?. 12

Yahudilerin Müslümanlara Şüphe Vererek Dinden Döndürme Çabaları 12

Mû'tezile'nin Halk-ı Ef’alKonusunda Te'vili Ve Onun Tenkidi 13

Yahudilerin ve Hristiyanlann Cenneti Kendilerine Mahsus Saymaları 14

Birinci Mesele. 14

İkinci Mesele. 14

"Vech" Kelimesinin Mânaları 15

Ayetteki İhsan, Korku ve Hüzün Olmama Kavramlarının Tahlili 15

İhlasın Önemi 16

Niyetin Mahiyeti ve Fazileti 16

İkinci Mesele. 16

Mû'minin Niyeti Amelinden Hayırlıdır" Hadisinin Şerhi 16

Niyeti Şümûllendirmekle Sevabı Artırma Yolları 17

Niyyetîn Gerçek Mahiyeti 17

Mükâfaatin Nevi Niyete Göre Değişik Olur 18

Birinci Mesele. 18

Ayetin Nüzul Sebebi 18

Üçüncü Mesele. 18

"Allah onların arasında hükmedecektir" Sözünün Mânası 19

Câmi ve Mescidleri Kuranlar Ve Onları Âtıl Bırakanlar 19

Ayetin Mâkabliyle Münasebeti 20

Maksad Sadece Kabe mi Yoksa Bûtün Mescidler midir?. 20

Dördüncü Mesele. 21

Mescidi Tahrip Etmek İki Şekilde Olur 21

Altıncı Mesele. 21

Mescide Korkarak Girme. 21

Korkarak Mescide Girmek Hakkında Farklı Tefsirler 21

Mescidler Hakkındaki Hükümler Mescidlerin Fazileti Hakkındaki Ayet Ve Hadisler 22

Mescidlerin Fazileti Hakkında Hadisler 22

Mescidlere Gitmenin Fazilet ve Sevabı 23

Mescidleri Süslemek Hakkında Üçüncüsü, mescidleri süsleme konusundadır: 25

Tahiyyetu'l-Mescid Namazı Hakkında. 25

Beşincisi: Mescide Giren Kimsenin Ne Okuyacağı 25

Altıncısı: Mescidde Namazı Beklemenin Sevap ve Fazileti 26

Yedincisi: Mesciddlerde Alış-Veriş Yapma Mekruhtur 26

Sekizincisi: Mescidde Uyumanın, Tükürmenin Hükmü. 26

Dokuzuncusu:Mescidlere Tükürmenin Mekruh Olduğu. 27

Onuncusu: Soğan Sarmısak Yiyen Kimsenin Mescide Girmesi 27

Onbirincisi: Evlerdeki Mescidler Hakkında. 27

Gayr-i Miislimin Mescide Girmesinin Hükmü. 28

Bakara, 115 Âyetinin Nüzul Sebebi: 29

Âyetin Kıble Hakkında Olduğu Görüşü. 29

Namaz ve Kıble İle İlgili Olmadığı Görüşü. 30

İkinci Mesele. 31

Üçüncü Mesele. 31

Ayeti Yanlış Anlayan Mücessimeyi Red. 31

Beşinci Mesele. 32

Allah'a Çocuk İsnad Eden İnançlar ve Tenkidi 32

Kunut Kelimesinin Mânaları 34

İkinci Mesele. 34

Üçüncü Mesele. 34

Allah, Göklerin ve Yerin Yaratıcısıdır 35

Bedî İsminin Mânası 35

İkinci Mesele. 35

Kadâ Kelimesinin İştikakı ve Mânası Hakkında Tafsilat 35

Kadâ Kelimesinin Kuran-ı Kerim'de Kullanılışı 36

Üçüncü Mesele. 36

Hakkında Kıraat Farkı Ve Bu Tabirin Tefsiri 36

Beşinci Mesele. 36

Birinci Mesele. 38

Kâfirlerin istedikleri Mucizeyi Allah Niçin Ortaya Koymadı?. 38

Birinci Mesele. 40

İkinci Mesele. 40

Kitap Verilenler Kimlerdir Ve Tilâvet Hangi Mânâlara Gelir?. 41

İslâm'ı Tebliğ Gayesiyle Hz. İbrahim (a.s) Kıssasına Geçiş. 41

Birinci Mesele. 42

İkinci Mesele. 42

Neticeleri Bilmesine Rağmen Allah'ın, Kulunu İmtihanı Caiz midir?. 42

Arapçada Zamirin Mercii Konusunda Tafsilât 44

Dördüncü Mesele. 44

Hak Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s)'i İmtihanı 45

İmtihan Hz. ibrahim'in Nübüvvetinden Önce mi Sonra mı Vaki Oldu?. 45

Yedinci Mesele. 46

Ayette Geçen "İmam" Tâbirinden Maksad?. 46

Hz. İbrahim (a.s)'in Kıyamete kadar Süren İmameti 47

İmamet İçin Nas Şart mıdır?. 47

Dördüncü Mesele. 47

Zûrriyet Lâfzının Mânası 47

İkinci Mesele. 47

Üçüncü Mesele. 48

Allah'ın Ahdi 48

Birinci Mesele. 48

Cenâb-ı Hakkın Hz. İbrahim'e Verdiği Ahid Nedir?. 48

Üçüncü Mesele. 48

Râfızîlefin Bu Ayetle İlgili Tutarsız İddaları 48

Fasıkın İmameti Caiz midir?. 49

Bu Konuda İmam Ebû Hanife'nin İçtihadı 50

Ayet, Peygamberlerin İsmet Sıfatına Delâlet Eder 50

Allah Teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât 50

Kabe'nin Bazı Vasıfları, Mekke'nin Emin Olması 52

Kabe'nin Toplayıcı Vasfı 52

Mesabe Ve Sevab Kelimelerinin İştikakı 52

İkinci Mesele. 53

Üçüncü Mesele. 53

Mescid-i Haram'ın Emniyet Yeri Olması 53

Mescid-i Haram'a Sığınan Suçluların Durumu. 54

Makam-ı İbrahim'de Namaz Emri 54

Birinci Mesele. 54

Makam-ı İbrahim Nerededir?. 54

Musalla (Namazgah)'dan Maksad Nedir?. 55

Kabe'nin Fazileti 56

Hacer-i Esved İte Makam-ı İbrahim'in Faziteti Hakkında. 57

Beylullah'ın Her Türlü Pislikten Temizlenmesi 58

Kabe'de Tavaf, İtikâf Ve Namaz. 58

İkinci Mesele. 58

Üçüncü Mesele. 58

Hz. İbrahim'in Mekke İçin Duası 59

Birinci Mesele. 59

Hz. İbrahim'in Mekkeliler İçin Dünyevî Refah İstemesinin İzahı 59

İkinci Mesele. 60

Üçüncü Mesele. 60

Mekke'nin Hz. İİbrahim'in Duasından Önce de Emin Olup Olmadığı 60

Beşinci Mesele. 60

Kâfirlerin Dünya Nimetlerinden İstifadeleri 61

Birinci Vecih: 61

İkinci Vecih: 61

Birinci Mesele. 61

İkinci Mesele. 61

Kabe'nin Bina Edilmesi 62

Birinci Mesele. 62

İkinci Mesele. 62

Üçüncü Mesele. 62

Hz.İbrahım ile Hz. ismail'in  Üç Duası: İbadetin Kabulü İçin Aynca Duaya Lûlum Var Mı?. 63

Birinci Mesele. 63

İkinci Mesele. 63

Üçüncü Mesele. 64

Birinci Mesele. 64

Kulun Mutluluğu Yalnız Allah'a  Teslim Olmaktadır 66

Üçüncü Mesele. 66

Cebrail'in Hac Menasikini Öğretmesi 67

Birinci Mesele. 67

Menasik Hakkında Geniş Bilgi 67

Üçüncü Mesele. 68

Peygamberler Küçük Günah Dahi İşlememiştir 68

Birinci Mesele. 68

Ayet Kulların Fililerini de Allah'ın Yarattığına Delildir 69

Hz. İbrahim'in Gelmesini İstediği Zat Resul-i Ekrem'dir. 70

Ümmet-i Muhammed'in Hz. İbrahim'e Salât ve Berekât Dilemesinin Hikmeti 70

Gelecek Peygamberin Vasıflarından Bazıları 70

Hikmet Ne Demektir?. 71

Hz. Peygamberin İnsanları Tezkiyesi (Arındırması) Nasıl Olur?. 71

Esma-i Hüsnadan Aziz ve Hakîm'in Tefsiri 72

Zatî Sıfatlarla Fiilî Sıfatlar Arasındaki Farklar 72

Bu Ayetin Önceki Kısım İle Münasebeti 73

İ'râb. 73

Hz. Muhammed'in Şeriatı İle Hz. İbrahim'inki Arasındaki Fark. 73

Üçüncü Mesele. 74

Birinci Mesele. 75

Hz. İbrahim "Müslim ol" Hitabına Ne Zaman Mazhar Oldu?. 75

Birinci Mesele. 76

İkinci Mesele. 76

Hz. İbrahim'm Vasiyetinin İncelikleri 76

Edatı Hakkında Geniş Bilgi 77

Birinci Mesele. 78

İkinci Mesele. 78

Birinci Mesele. 78

İkinci Mesele. 78

Ayeti Yanlış Anlayan Mukailidlerle Ta'lîmiyye Fukahâsına Cevap. 78

İkinci Mesele. 79

Üçüncü Mesele. 79

Dede, Baba Mesabesinde Sayılır mı? (Miras Konusu) 79

Ayet Taklidin Bâtıl Okluğunu Gösterir 80

İkinci Mesele. 81

Neseple Öğünmenin  Yersizliği 81

Dördüncü Mesele. 81

Kesb Meselesi Hakkında Geniş Bilgi 81

Yahudi ve Hristiyanların Yeni Şüphelerine Cevaplar 82

Hanîf Tabiri Hakkında İzahat 83

Birinci Mesele. 83

İkinci Mesele. 83

Birinci Mesele. 84

Peygamberler Arasında Ayırım Yapmak Doğru Değildir 85

Ayetteki Misi Kelimesinin îzahı 85

Ayetteki Şikak (İhtilâf)ın İzahı 86

Sıbgatullah Hakkında Geniş Bilgi 87

İkinci Mesele. 88

Birinci Mesele. 88

İkinci Mesele. 88

Birinci Mesele. 89

İkinci Mesele. 89

Kıble'nin Değiştirilmesine ve Neshe Yönelen Yahudi İtirazı 91

Birinci Mesele. 92

Değişmeden Önce Kıblenin Neresi Olduğu Meselesi: 92

Üçüncü Mesele. 92

Allah'ın Emirlerinin Sebeblerini Araştırmak Gerekmez. 93

Kıblenin Varlığındaki Hikmetler 94

Kıblenin Değiştirilmesindeki Hikmet 95

Mutezilenin Bu Konudaki İzahı 95

deki Benzetme Yönü Nedir?. 96

"Vasafın Mânası". 96

Bu Ayet İcma'ın Delillerinden Biridir 97

İcmâ'ı Reddedenlere Cevabımız. 98

Ümmet-i Muhammed'in Öbür Ümmetler Hakkındaki Şahitliği 99

Altıncı Mesele: 100

Yedinci Mesele. 100

Birinci Mesele. 101

Neticeyi Bilen Allah'ın İnsanları Sınaması Nasıl Anlaşılmalı?. 101

Üçüncü Mesele. 102

Dördüncü Mesele. 103

Edatının Arapçadaki Çeşitleri 103

Birinci Mesele. 103

İkinci Mesele. 103

"Allah İmanlarınızı Boşa Çıkarmaz" Demenin Manası 104

Birinci Mesele. 104

İkinci Mesele. 105

Amel Hakkında İman Tabiri Kullanılmasının İzahı 105

Dördüncü Mesele. 105

Allah Ra'ûf ve Rahîmdir 105

Birinci Mesele. 106

İkinci Mesele. 106

Üçüncü Mesele. 106

Dördüncü Mesele. 106


Haseddeki Kötülükler Hakkındaki Hâdiseler                Başa Dön

 

Birinci mesele, "Hased"i kınamak hakkındadır. Hasedin mezmum olduğuna birçok haber delalet et-

mektedır:

a) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hased de iyilik ve hasenatı yiyip bitirir "[1].

b) Enes (r.a) şöyle demiştir: Biz bir gün, Hz.Peygamber (s.a.s)'in yanında oturuyor idik. Derken, O, "Şu uzak yoldan, şu anda size cennetliklerden bir adam gelecek ..." Çok geçmeden, abdestinden ötürü sakalını sıvazlayan ve nalinlerini de sol tarafına asmış olarak, ensardan bir adam çıkageldi ve selâm verdi. Ertesi gün olunca, Hz.Peygamber (s.a.s) aynı sözü söyledi ve yine aynı adam geldi. Üçüncü günde de Hz.Peygamber (s.a.s) daha önce söylemiş ol­duğu sözleri söyledi, yine o adam çıkageldi. Hz.Peygamber (s.a.s) meclisten kalkıp gidince, Abdullah ibn Amr ibn el-As (r.a) o adamı izleyerek ona şöyle dedi: "Ben, babama darıldım, bunun için üç gün yanına varmamaya yemin ettim; beni senin evine götürmeyi uygun görürsen, ben buna hazırım!" Adam Duna "evet!" dedi. Böylece Abdullah o adamın yanında üç gece kaldı. Abdullah, o adamın geceleyin hiç bir şeye kalkmadığını, ancak yatağında sağa ;ola döndükçe Allah'ı zikrettiğini, geceleyin sadece sabah namazı için kalktı­ğını gördü; ondan da sadece hayırlı sözler duymuştu.

Üç gün geçince, onun amelini neredeyse küçümseyerek, {Abdullah sö­züne devamla) dedim ki: "Ey Allah'ın kulu, benimle babam arasında bir dar­gınlık ve ayrılık yoktur. Ancak Allah Resulünün şöyle dediğini duydum da, bunun üzerine senin amellerini öğrenmek istedim. Fakat çok bir şey yaptığını görmedim; seni bu makama ulaştıran şey nedir?" O adam: "Gördüğünden başka hiçbir şey değildir" dedi. Ben çıkmak üzere döndüğümde, o beni çağı­rarak şöyle dedi: "Beni bu dereceye yükselten, senin gördüğünden başka bir şey değildir, ne var ki ben kendimde müslümanlann herhangi birine karşılık bir kusur, bir ayıp ve Allah'ın o kimseye vermiş olduğu nimetlere karşılık hiç kıskançlık duymam." Bunun üzerine Abdullah, "Seni bu dereceye ulaştıran şey gerçekten büyük şey; buna takat getirilemez" der.

c) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Sizden Önceki ümmetlerin hased, buğz ve kin hastalıkları size de geçti. Bun­lar kökünden kazıyan şeylerdir. "Saçı kökünden kazıyan şeyler" demiyorum,

fakat "dini kökünden kazıyan şeyler" (diyorum) "[2]

d) Resûl-i Ekrem (s.a.s) söyle buyurmuştur:

''ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı bulaşacaktır. "Sahabe: "Üm­metlerin hastalığı nedir?" diye sordular. O şöyle dedi: " Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden uzak­laşmak ve hasedleşmek. Öyle ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi olur."

e) Hz.Mûsâ (a.s), Rabbiyle konuşmaya gittiği zaman Arş'ın gölgesinde gıbta ettiği bir adam gördü ve, "Bu adam Rabbi katında şereflidir" diyerek, Rabbinden onun ismini kendisine bildirmesini istedi. Cenâb-ı Hak, o adamın ismini bildirmedi fakat şöyle dedi: "Sana o adamın fiillerinden üçünü söyleye­ceğim: O, Allah'ın kendilerine verdiği lûtuflar hususunda insanlara hased et­mez, ana babasına âsî olmaz ve koğuculuk yapmazdı."

f) Hz Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ki Allah'ın nimetlerinin düşmanları vardır." "Bunlar kimlerdir? diye soruldu. O, "Allah'ın İnsanlara verdiği nimetlere hased edenlerdir buyurdu.

g) Peygamberimiz (s.a.s) buyurmuştur ki:

A/fi feş/t kimse hesaptan önce cehenneme girerler: Zulümleri sebebiyle ida­reciler, ırkçılıkları sebebiyle Araplar, kibirleri sebebiyle mahallî yöneticiler, hı­yanetleri sebebiyle tüccar, cahillikleri sebebiyle mahalle sakinleri ve hasedleri sebebiyle âlimler."

Bu husustaki diğer haberlere gelince bunlar şunlardır:

1) Hikaye edildiğine göre Avf b. Abdullah, el-Fadl b. Muhalleb'in yanı­na girer. O esnada el-Fadl Vâsıt şehrinde bulunuyordu. Ona, "Sana bir hu­susta Öğüt vermek istiyorum; kibirden sakın, çünkü kibir iblisin Allah'a isyanına sebeb olan ilk günahtır" dedi ve şu âyeti okudu:

Hanı biz, meleklere "Adem'e secde edin" dediğimizde; onlar iblis müstes­na, hemen secde etmişlerdi. O (secde etmekten) kaçınmış ve büyüklenmek istemişti" (Banara, 34). "İhtirastan da sakın çünkü o Adem'i cennetten çıkardı. Allah onu, genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennete yerleştirmiş iken, o sünnetteki yasak ağaçtan yedi de Allah onu cennetten çıkardı" dedi ve sonra "(Sizin ikiniz) ininiz oradan" (Tahâ, 123) âyetini okudu ve son olarak, "Üasedden de sakın çünkü Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Hâbili ona lased ettiği zaman öldürdü" deyip şu ayeti okudu:

Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku" (MAMe. 27).

2) İbnu'z-Zübeyr (r.a) şöyle demiştir: Ben dünya işine dâir herhangi bir hususta hiç kimseye hased etmedim. Çünkü eğer o kimse cennetliklerden ise, ıetin yanında hiç değeri olmayan dünyadan ötürü ona nasıl hased edeyim? Yok eğer o, cehennemliklerden ise, cehenneme gidecek birisi için dün­ya işi hususunda ona nasıl hased edeyim?"

3) Bir adam Hasan el-Basri (r.a)'ye: "Mü'min hased eder mi?" dedi. O da cevaben: "Yakub (a.s)'un oğullarını unuttun mu? (Eder,) ancak sen onu eline ve diline bulaştırmadıkça sana zarar vermez" demiştir.

4) Muaviye fr.a) şöyle demiştir: "Hased edenden başka her insan mem­nun edilebilir. Çünkü hased edeni ancak kıskandığı nimetin yok olması mem­nun eder."

5) Denildi ki: Hased eden kimse, bulunduğu topluluklardan ancak kına­ma ve zemme, meleklerden lanete ve buğza, diğer varlıklardan gam ve kede­re, kıyamette korku ve dehşete, mahşer yerinde de rüsvaylık ve cezaya nail olur." [3]

 

Hasedin Mahiyeti               Başa Dön

 

İkinci mesele hasedin hakikati hakkındadır. Allah, mü'min kardeşine bir nimet ihsan ettiğinde, eğer sen o nimetin yok olmasını istersen, işte bu haseddir.

Eğer o nimetin bir benzerinin kendin için olmasını arzu edersen, bu da gıbta ve iyilikte yarışmadır. Hasede gelince, bu her halü­kârda haramdır. Ancak bir tacirin (günahkârın) veya bir kâfirin elde edip, şer ve bozgunculuk yoluna yardımda kullandığı nimet müstesna. Bu nimetin yok olmasını istemek günah değildir. Çünkü sen, bu nimetin yok olmasını, bir ni­met olduğu için değil, o nimet ile fesada, şerre ve kötülüklere yol açıldığı için istiyorsun. Hasedin söylediğimiz mânaya geldiğini gösteren âyetler şunlardır:

1) Şu anda tefsir ettiğimiz âyettir ki o da şudur: "Ehl-i Hitap'tan birçoğu, içlerindeki hasedierinden Ötürü, imân etmenizden sonra sizi küfre döndürmek istediler" {Bakara. 109). Cenâb-ı Hak bu âyette, Ehl-i Kitab'ın, imân nimetinin yok olmasını istemesinin bir hased olduğunu bildirmiştir, gibi sizin de inkâr etmenizi böylece onlarla aynı olmanızı istediler' ' (Nisa, 86)

 "Eğer size bir iyilik dokunsa, bu on/an endişelendirir. Ama eğer size bir kötülük isabet edeıse, buna da sevinirler " (Ali-imran,ıao). Bu sevinç, onların (müslümanların) başına ge­len musibete sevinmektir. Buna göre hased ile başkasının başına gelen be'â-ya sevinmek birbirinden ayrılmayan iki vasıftır.

4) Cenâb-ı Hak, Yûsuf (a.s)'un kardeşlerinin hasedini anlatarak onların kalblennaeki bu duyguyu şöyle bildirmiştir:

"(O kardeşler) şöyle demişlerdir: 'Yusufla kardeşi, babasının yanında muhal kak bizden daha sevgilidir. Halbuki biz bir cemaatız. Babamız her halde açıl bir yanlışlık içindedir. YusuCu öldürün. Yâhud onu (ıssız) bir yere atın ki, be banızm teveccühü yalnız size has olsun" (Yûsuf, 8-9) Böylece Cenâb-ı Hak, Yû suf'un kardeşlerinin Yûsuf'a olan hasetlerinin, Yûsuf'un o nimetlere mazha olmasından hoşlanmamalarından ibaret olduğunu açıklamıştır.

5) "Ve onlar, onlara veriL şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu hissetmezler" (Haşr, 9) âyetidir Yani, onların kalbleri daralmaz ve kederlenmezler demektir. Böylece Allah on lan, hased etmemekle övmüştür.

6)  Hak Teâlâ yine hasedi kabul etmeme sadedinde:

"Yoksa onlar, Allah'ın onlara vermiş olduğu fazlından dolayı insanlara haset mi ediyorlar?" (Nisa, 54) buyurmuştur.

7) Cenâb-ı Hak: İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere pey fpmberler yolladı ve -ihtilâf ettikleri hususta aralarında hükmetsinler diye- be2perlerinde hak olarak kitaplar indirdi. Bu kitap hususunda ancak, kendilerine raçık âyetler geldikten sonra kendilerine kitap verilmiş olanlar aralanndal -setlerinden dolayı, ihtilâf etmişlerdir" (Bakara, 213) buyurmuştur. Bir tefsire göre kelimesinin mânasının, demek olduğu söylenmiştir.

8) Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü ayrılığa düştüler" (Şûra 14)âyeti. Allah, onların aralarını, kendisine itaat içinde onların kalblerini birbi­rine ısındırmak için, itmi indirmiştir. Onlar ise, birbirlerine hased edip, ayrılığa düşmüşlerdir. Çünkü onların her biri tek başına lider olmayı ve yalnız kendisi­ne müracaat edilmesini istemiştir.

9) Abdullah ibn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler, Hz.Peygamber (s.a.s)'r bî'setinden önce bir kavim ile savaştıktan zaman, "Biz, bize göndermeyi va -adettiğin peygamber ve indireceğin kitap hürmetine, senden ancak bize yar­dım etmeni istiyoruz" diyorlardı. Böylece oniar, Allah'ın yardımına na oluyorlardı. İsmaîl (a.s)'in soyundan olan Hz.Peygamber (s.a.s) gelince, onlar O'nu tanıdılar. Ama, O'nu tanıdıktan sonra, O'nu inkâr ettiler. İşte bunun üzer -ne Cenâb-ı Hak:

"Halbuki onlar daha önce, inkâr edenlere karşı, (gelecek olan nebi'yi vesile* ederek) fetih istiyorlardı. Ama ne zaman, tanıdıkları şey onlara gelince, O 'ı inkâr ettiler. İşte Allah 'm laneti kâfirleredir. Hased ederek Allah m indirdiğin inkâr etmeleri suretiyle karşılığında nefislerini sattıkları şey ne kötüdür!" (Ba­kara. 69-90) buyurmuştur. Buradaki1 mânasına gelir.

Safiyye binti Huney (r.anha), Hz.Peygamber (s.a.s)'e şöyle demiştir: "1 bam ve amcam senin yanından gelmişlerdi. Babam, amcama, "O'nun hak­kında ne dersin?" dedi. Amcam, "O, Hz.Mûsâ (a.s)'nın müjdelemiş olduğa peygamberdir derim, ya sen ne dersin?" deyince, babam, "Hayatta olduğur sürece, ona düşmanlık yapmayı düşünürüm" dedi. İşte, böyle bir karar ver- mek, haset neticesinde verilen bir hükümdür. [4]

 

Hayırda Yarışmak Hased Değildir

 

Hayırda yarışmaya (münâfese) gelince, bu haram değildir. Bu kelime (nefis olmak) kökünden müştaktır. Bunun haram olmadığına delâlet eden pekçok husus bulunmaktadır.

a) Cenâb-ı Hakk'ın: "yarışacaklar işte bunda

b) Hak Teâlâ'nın: "Habbinizden olan bir mağfirete doğru yarışınız" (Hadid,2i) âyetidir. "Müsabaka" ancak birşeyi elden kaçırmak korkusu olduğu zaman olur. Bu, efendilerine hizmet hususunda ya­rışan iki kölenin durumuna benzer; çünkü onlardan her birisi, arkadaşının ken­disini geçip de, efendisi nezdinde kendisinin elde edemiyeceği bir mertebeye ulaşmasından endişe eder.                                                                              

c)  Hz.Peygamber (s.a.s), şöyle buyurmuştur:

"Ancak  /ki kimseye hased (gıbta) edilir: Allah'ın, kendisine bir mal verip de, bunu Attan yolunda harcayan kimse ile; yine Allah'ın, kendisine bir üim verip de onunla amel ederek, onu insanlara Öğreten kimse..."[5] Bu hadîs, hased lafzının, bazan yarışmak mânasına alınabileceğini gösterir.

Sonra biz deriz ki, yarışmak duruma göre vâcib, mendûb veya mubah otur. Yarışmanın vâcib olmasına gelince bu, imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi, nimetler dinî ve vacib nimetler olduğu zamandır. İşte bu durumda kişinin bu gibi şeyleri elde etmeyi istemesi, kendisine vâcib olur. Çün­kü bu vâcib olmazsa, o kimse günah işlemeye razı olmuş olur ki, bu da ha­ramdır.

Ama, nimetler, Allah yolunda İnfak etmek, insanlara bir şeyler öğretmek için kollan sıvamak gibi mendûb olan faziletler nevinden olursa, bu nimetler­de yarışmak mendûb olur.

Nimetler, mubah olan nimetler cinsinden olursa, bu nimetlerde yarışmak da mubah olur.

Özet olarak diyebiliriz ki, kınanmış olan şey, nimetin başkasının elinden çıkmasını istemek ve arzulamaktır, ama o nimetin kişinin kendisi için de ol­masını arzulaması ve kendisindeki eksikliğin gitmesini istemesine gelince, bu kınanacak birşey değildir. Ancak burada bir incelik vardır. Bu incelik de şu­dur: Başkasına nisbetle, bir kimseden noksanlığın gitmesinin iki yolu vardır

1) Başkasında olan şeylerin, kendisinde de olması;

2) Başkasında olan şey kendisinde olmadığı zaman, o şeyin o başkasının elinden çıkması. İki yolun birinden ümit kesildiği zaman, kalb diğer yolu arzu lamayı sürdürür. İşte burada eğer o kişi, kalbini yokladığında, "Şayet ben bı üstünlük ve fazileti öteki şahıstan gidermeye kadir olmam halinde, mutlaka giderirdim" hissini bulursa, mahzurlu olan hased içinde olduğu anlaşılır. Eğe o kalbini, "Takvası, onun kalbini, başkasından bu nimetin izâlesini istemek­ten alıkoyacak" biçimde bulursa, bu durumda Allah'ın bunu affetmesi umu­lur. Belki de bu, Hz.Peygamber (s.a.s)'in:

"Üç şey vardır ki, mü 'min bunlardan kurtulamaz. Hased, zan ve bir şeyden uğursuzluk sezmesi'' Sonra Hz.Peygamber (s.a.s) sözüne devamla şöyle de­di: "Kişinin bunlardan bir kurtuluş yolu vardır. Bu şudur: Hased ettiğin za­man, onun gereğini yapma!.." Yani kalbinde hased hususunda herhangi bir şey hissedersen, onu tatbikat sahasına koyma. Hasedin hakikati hususunda söylenecek sözler bunlardır ki, bunların hepsi Şeyh Gazzali'nin (Allah ona rah­met etsin) sözlerindendir. [6]

 

Hasedin Dereceleri              Başa Dön

 

Üçüncü mesele, hasedin mertebeleri hakkındadır, Allan rahmet etsin Gazali (rahmetullahi aleyh) hasedin dört mertebesi olduğunu söylemiştir:

1) O nimet kendisinde bulunmaması halinde insa­nın, başkasındaki nimetin yok olmasını arzu etmesidir ki, bu hasedin doruk noktasıdır.

2) İnsanın bir nimetin başkasından zail olup, kendisine gelmesini arzu et­mesidir. Bu, meselâ kişinin, başkasının elinde olan güzel bir ev, güzel bir ka­dın veya itibarlı bir makama karşı arzulu olmasıdır. Bu insan, o şeylerin kendisinin olmasını ister. Buna göre bizzat istenen, o şeylerin kendisinin ot-nasıdır. O nimetler elinde olan kimseden onların zâii olmasını istemek arızî ;başka bir sebebten dolayı) matlûbdur.

3) İnsanın, nimetlerin sahibinin elinden gitmesini arzu etmeyip, aynı ni­metlerin kendisi için de olmasını istemesidir. Eğer o nimetlerin aynısını elde etmekten âciz olursa, o zaman onun kendisinden farklı olmaması için, o insa­nın da bu nimetleri etinden kaçtrmasınt ister.

4) İnsan, aynı nimetlerin kendisi için de olmasını arzular, ama elde ede­mediği zaman da başkasının elindeki o nimetlerin zail olmasını istemez. Bu ?eşid hased, dünyevî nimetler hususunda olursa, Allah bunu affeder; eğer di-ıî hususta olursa, bu daha da güzeldir.

Sayılan bu hased mertebelerinden üçüncüsü bazan kınanır, bazan kınan-naz. İkinci çeşit ise, üçüncüsünden daha hafiftir. Birinci mertebe tamamen nezmûm (kınanmış) tır. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Allah’ın bazınıza, diğerlerinize nazaran üstün kıldığı şeyi temenni etmeyiniz" (Nisa, 32) buyurmuştur. Binaenaleyh o nimetlerin benzerini temenni etmek mezmûm değil, ama o nimetin bizzat kendisini temenni etmek mezmûmdur. [7]

 

Hasedın Sebepleri            

 

Gazzali (rh.a) hased için yedi sebeb zikretmiştir:

1) Düşmanlık ve Öfke: Çünkü, insanın kalbi kendisine eziyet veren kimseye bugzeder ve ona karşı of-

kefenir. Bu öfke, kini doğurur. Kin ise, düşmanını

yenme ve ondan intikam alma hissini doğurur. Eğer buğzeden kimsenin ken­disi, düşmanını yenmekten âciz olur ise, düşmanını zamanın yenmesini arzu­lar. Düşmanının başına bir belâ ve musîbet geldiği zaman sevinir, onun eline bir nimet geçtiğinde ise, bu nimet hased edeni üzer. Bu böyledir, çünkü bu onun istediğinin aksidir. O hâlde hased, buğz ve düşmanlığın (evâzımındar olup, bunlardan ayrı düşünülemez. Bu konuda mümkün olan en ileri şey, in sanın içindeki düşmanlığı ortaya koymaması ve içindeki hasetten hoşlanma-masıdır. İnsanın, birisine buğzedip, sonra da buğzettiği şahsın belâ ve hayırlarını aynı karşılaması   imkânsızdır. Hasedin bu birinci çeşidiyle Allah Te âlâ kâfirleri vasfetmiştir. Çünkü şöyle buyurmuştur:

"Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler, sizin yanınızdan ayrı dıklanndar size olan öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. (Habibim) de ki: Ki nlntzden geberiniz. Şüphesiz Allah kalblerin sahib olduğu (düşünceleri) biliı Size bir iyilik dokunduğunda, bu nimet o kâfirleri üzer. Eğer başınıza bir kötü iük gelir ise, onlar buna sevinirler" (aı-i imrar, 119- no y

Yine Hak Teâlâ: "Onlar size sıkıntı vereceh şeyleri arzu ederler. Hakikaten onların buğzlan ağızlarından (taşıp) dışı vurmuştur" (Ai-ıimran, 118) buyurmuştur. Bil ki hased çoğu zaman çekişmeye ve vuruşmaya sevkeder.

2) Üstünlük: Çünkü insanın; emsalinden biri kendisine üstünlük taslaya bileceği yüksek bir makama ulaştığı zaman, ona üstünlük sağlar. İnsan bune tahammül edemez. Bu yüzden bu makamın onun elinden gitmesini arzu eder.

Halbuki onun maksadı tekebbür etmek değil, aksine onun kibrini savuşturmak­tır. Çünkü bu insan eşitliğe razı olmuş, fakat onun üstünlük sağlamasına razı olmamıştır. [8]

 

Hizmetinde Kullanma Duygusu:                  Başa Dön

 

3) İnsanın tabiatında, başkasını hizmetinde kullanma duygusu bulunup, bu maksadını elde etmek için başkasının elindeki nimetin zail olmasını iste­mesidir; Ekseri kâfirlerin Hz.Peygamber (s.a.s)'e karşı olan hasedleri bu tür­dendir. Çünkü onlar, "Bir yetim nasıl bizim başımıza geçer de, biz nasıl ona baş eğeriz?"

Bu Kuran M ?ehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhmf, 3i) derler. Cenâb-ı Allah Kureyşlilerin şöyle dediklerini nakletmiştir: "Allah, bula bula içimizden lütfedecek bunlan mı buldu?" (En'am. 53). Bu, müslümanları hakir görmek ve onlara karşı taassuba kapılmaktır.

4) Kendini Beğenme (Ucûb): Nitekim Cenâb-ı Hak, geçmiş milletlerin kendilerini beğenerek şöyle dediklerini haber vermiştir: 'Siz (peygamberler) ancak bizim gibi bir insansınız" (Yasin, 15);

bizhn gibi insan olan ve kavimleri kullarımız olan iki insana (Mûsâ ve Harun'a) mı inanacağız" (Mûminûn. 47);

ederseniz, yemin olsun ki hüsrana erenlerden olursunuz" {MO'minûn, 34);

"Allah insan olan bir peygamberi gönderir mi?" ((«i, 94) ve: "Bfe/m üzerimize melekler indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 21). Cenâb-ı Allah ise şöyte buyurmuştur:

"Size Rabbintzden, sizden bir adam   (vasıtasıyla), o korkunç akibeti haber vermek için bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti?" (Arat, 69).

5) Gayeyi Elde Edememe Korkusu: Bu aynı gayede birleşen kimselere mahsustur. Çünkü bunlardan herbiri, gayesinde yalnız kalmasını sağlayacak her nimet hususunda arkadaşına hased eder. Kocalarıyla ilgili durumlarda ku­maların birbirini kıskanmaları; mal ve ikrama ulaşmak için ana-babanın yanında hir mov/k-i olrlo fitmp maksadında hirlespn kardeşlerin ve maksadlan mâl elde edip, insanlarca hüsn-ü kabul görmeK olan aynı beldedeki vaizlerin birbirine hasedi bu tür haseddir.

6) İnsanın, herhangi bir menfaatine ulaşmakta kullanmayı düşünmek­sizin, mücerret makam isteği ye önderlik sevgisidir: 8u, herhangi bir ilim dalında, kendisi gibisinin bulunmamasını isteyen adam gibidir. Çünkü o, dün­yanın öbür ucunda kendisinin bir benzeri olduğunu duysa, bu onu üzer ve ben­zerinin ölüm ile kahramanlık, ilim, zühd ve servet gibi makam itibarıyla ortak olduğu ve kendisinin tek olduğunu zannettiği için sevindiği o nimetin onun elin­den gitmesini arzu eder.

7) Nefsin, mal hususunda, Allah'ın kullarına karşı cimriliği: Çünkü sen önderlikle, kibirle ve herhangi bir malı istemekle meşgul olmayan birisini bul­duğunda, onun yanında Allah'ın bir kulunun iyi halinden bahsedilse bu ona güç gelir. Ona insanların işlerinin zorlaştığından, ters gittiğinden, geçimleri­nin daraldığından bahsedilse, bundan sevinç duyar. Böyle bir insan devamlı surette başkasına sırtını dönmeyi sever. Allah'ın nimetleri hususunda sanki onun kendi mülk ve hazinesinden alıyorlarmış gibi, Allah'ın kullarına karşı kıs­kançlık eder. "Bahil (cimri), başkasının malı hususunda da cimrilik edendir" denilmiştir. Buna göre, bu insan, Allah'ın verdiği nimetlerde, kendisi ile arala­rında herhangi bir düşmanlık ve alâka bulunmayan kullara karşı cimri olandır. Bunun, nefsinin pisliği ve tabiatındaki cibilliyetinin rezaletinden başka zahir bir sebebi yoktur. Çünkü hasedin diğer çeşitlerinin sebebleri ortadan kalkın­ca, o çeşit hasedler de ortadan kalkar. Bu çeşit hased ise, ârizî bir sebebten dolayı değil, kişinin huyundaki bir pislikten ötürüdür. Dolayısı ile bunun izâle­si zordur.

İşte bütün bu saydıklarımız, hasedin belli başlı sebeplerini teşkil ederler.

Bunlardan bir kısmı veya çoğu veyahut hepsi bir insanda olabilir. Böyle­ce onun hasedi büyür ve artık sahibinin içinde o derece kuvvet kazanır ki giz­lemeye ve muhataba iyi muamelede bulunmaya güç yetiremez. Aksine zahirî nezaket perdesini de yırtıp, düşmanlığını açığa vurur.

Hasedleşmelerin çoğunda, bu sebeblerden çoğu bulunur. Ama nadiren bu sebeblerden biri tek olarak bulunur. [9]

 

Hasedin Çokluğunun Sebebi Kuvvetli Veya Zayıf Olması      

 

Beşinci mesele, hasedin çok olması, az olması, kuvvetli veya zayıf olması hakkındadır. Bil ki saydığımız, sebebler kendisinde çok bulunan bir topluluk için- de, hased de çok olur. Çünkü yalnız bir kimsenin de, mütekebbirin sözünden imtina ettiği, kendisi te­kebbür ettiği, kendisi düşman olduğu ve başka sebeplerden ötürü hased et­mesi caizdir. Bu sebepler, ancak, kendilerini birtakım bağların bir araya getir­diği, bu bağlardan dolayı söz meclislerinde bulundukları ve çeşitli gayelere hep beraber olarak yöneldikleri fertlerden oluşan bir topluluk içerisinde çoğa­lır. Münakaşa, birbirinden nefret etmeyi doğurur. Birbirinden nefret etmekse, kişiyi hasede götürür.

İnsanlarla biraraya gelip buluşulmayan yerlerde, hased etme bulunmaz. İki ayn kentte bulunan iki şahıs arasında herhangi bir ilgi bulunmadığı için, aralarında da herhangi bir hasedleşme de bulunmaz. İşte bu sebepten ötürü âlimin, âbide değil, âlime; âbidin, âlime değil de âbide; tacirin tacire; hattc ayakkabıcının, manifaturacıya değil de ayakkabıcıya hased ettiği görülür.

İnsan, kardeşine ve amcasının oğluna, yabancılara duyduğundan daha fazla hased eder. Kadın kumasını ve kocasının cariyesini, kaynanasını ve üvey kızını kıskandığından daha çok kıskanır. Çünkü manifaturacının gayesi, ayak­kabıcının gayesinden başkadır. Dolayısıyla onlar aynı gayede birleşmezler. Son ra, manifaturacının kendine yakın olan manifaturacıyla olan amaç birliği, çarşının öte ucunda bulunan ve kendisinden uzak olan kimseyle olacak olan amaç birliğinden daha fazladır.

Özet olarak, hasedin aslı düşmanlıktır; düşmanlığın aslı ise aynı maksad-da birleşmektir. Aynı gaye ise, birbirine uzak olan iki şeyi değil, tam aksine birbirine uygun olan iki şeyi bir araya getirir. İşte bu sebepten dolayı onlar ara­sında haset çok olur. Evet, yüksek bir makama ve dünyanın her tarafında şöhret sahibi o'maya ihtirası çok olan kişi, aynı özellikte birleşen ve bu özellikle övü nen yeryüzünde bulunan herkesi kıskanır.

Ben derim ki, hasedin gerçek sebebi şudur: Kemâl, bizzat sevilen bir hal­dir. Sevilenin zıddı ise, mekruh olan ve istenmeyendir. Kemâlde yalnız olmak kemâl çeşitlen cümlesindendir. Bu sebeple, kemâlde ortak olan, kemâl konu­larının en büyüğünden olan teklikte, kendisine rakîb olduğu için başkasına bu zeder. Ancak kemâlin bu çeşidinin meydana gelmesi sırf Allah için mürnkü-olup, bu tür kemâle karşı insanların ümitsizliği ortaya çıkınca, hased sadece dünyevi işlere mahsus kalır. Bu böyledir, çünkü dünya aynı amaç için vuru­şanların hiçbirine kalmaz.

Âhirete gelince, orada darlık yoktur. Âhiret, ilim nîmeti gibidir. Bu sebep­le, Allah'ı, sıfatlarını ve meleklerini tanımayı arzu eden kimse, bunları iyice öğ­rendiği zaman, başkasına hased etmez. Çünkü, bilgi alanı kimseye dar gelmez. Hatta tek bir malûmatı, bir milyon kimse öğrenir, onun bilgisiyle sevinip, bun­dan lezzet alır; hiç kimsenin lezzeti de bir başkası sebebiyle eksilmez; tam aksine ariflerin çoğalmasıyla ünsiyet artar. İşte bu sebepten dolayı din âlimle­ri arasında hasedleşme otmaz. Çünkü onların gayeleri marifetullâhtır. Marife-tullâh ise, herkesi içine alan geniş bir deryadır. Bunların maksatları Allah katında bir derece almaktır ki, burada bir darlık olmayıp, herkesi içine alır. Evet, âlimler ilmiyle mâl ve makam elde etmeyi kastederlerse, hasedleşirler. Çün­kü mâl, aynî bir şeydir; birisinin elinde bulunursa, başkasının elinde bulunmaz.

Makamın mânası, kalbleri doldurmaktır. Bir kimsenin kalbi, bir âlimi ta'-zim ve yüceltme duygusuyla dolduğu zaman, o kalb başkasını ta'zim etmez. Ama kalb, marifetullâhtan meydana gelen bir huzur ile dolduğu zaman, bu, başkasının kalbinin de bununla dolmasına ve onunla sevinmesine mâni de­ğildir. İşte bu sebeple Allahu Teâfâ onları, hased etmemekle niteleyerek şöy­le buyurmuştur:

"Biz onların kalblerindeki kint söküp alacağız. Onlar kardeşler halinde tahta­lar üzerinde karşı karşıya otururlar" (Hicr, 47). [10]

 

Hasedin Tedavisi                Başa Dön

 

Altıncı mesele, hasedi tedavi edip gideren ilâç hakkındadır. Bu iki şeydir: İlim ve Amel..                                                   

İlme gelince, bunda icmali ve tafsili olmak üzere ıki makam vardır. İcmalî olana gelince bu, kişinin var­lık âiemine dahil olan her şeyin Allah'ın kaza ve kaderinin levazımından oldu­ğunu bilmesidir. Çünkü mümkün olan varlık Vacibu'l-Vücûd olan zâta varma­dıkça, durmaz. Böyle olunca, ondan nefret etmekte bir fayda yoktur. Allah'ın kaderine razı olma tahakkuk ettiğinde, hased yok olur.

Tafsili makama gelince bu, senin, hasedin dinî ve dünyevî hususlarda sane zararlı olduğunu; bunda hased ettiğin şahsa karşılık dinî ve dünyevî hususlar da bir zararın olmadığını, tam aksine onun,bununla dinî ve dünyevi hususlar da istifade ettiğini bilmendir. Hasedin, dinî vönden sana zararlı olduğuna gelince, bu birkaç bakımdandır:

a) Sen hasedinle, Allah'ın kulları arasında yapmış olduğu taksimatı ve gizli hikmetiyle kulları arasında kurmuş olduğu adaleti hususunda Allah'ın hükrr ünü beğenmeyip, O'nunla münazaaya girmişsin demektir. Bu ise, tevhidin göz bebeğine karşı işlenmiş bir cinayet ve imân gözünde de bir lekedir.

b) Sen bir mü'mini aldattığın zaman, Allah'ın kullan için hayır isteme hu­susunda Allah'ın dostlarını bırakıp, mü'minler için musibetler arzu etmeleri hu susunda iblis ve diğer kâfirlerle ortaklık kurmuş olursun.

c) Bu, hased sebebiyle, ahirette karşılaşılacak büyük bir ceza. Hasedin, dünyevî bakımdan senin için bir zarar olmasına gelince, bu hased sebebiyle senin devamlı gam ve keder içinde olmandır. Öte yandan, senin düşmanları­nı Allah çeşitli nimetlerle donatmıştır, bu sebeple gördüğün her nimetten do­layı azâb görür, onlardan savuşan her belâdan ötürü de acılar duyarsın. Böylece de, hep gamlı ve hep kederli olursun. Düşmanların için olmasını iste­diğin şey ile, düşmanlarının senin başına gelmesini istedikleri şey senin başı­na gelivermiştir. Böylece sen, düşmanların için darlık ve sıkıntıların meydana gelmesini istediğin hâlde, sen bu çilenin senin başına gelmesi için çalışmış oldun. Sonra bu keder seni sarınca, vücudunu hastalandırır, sıhhatini bozar, seni vesveselere düşürür, yediğin, içtiğin şeylerin lezzetini duyamaz olursun

Bunun, hased edilenin dini ve dünyası hususunda zarar olmamasına ge linçe, bu meydandadır. Çünkü o kimsedeki nimet, senin hasedinle zaîl olmaz. Tam aksine Allah'ın ona takdir etmiş olduğu kısmet ve nimet, mutlaka Allah'­ın takdir etmiş olduğu bir zamana kadar devam edecektir. Çünkü her şey Al­lah katında bir kadere göredir. Her işin de muayyen bir vâdesi vardır. Hased ile nimet zâii olmayınca, hased edilen kimseye dünyevî bakımdan herhangi bir zarar gelmez, uhrevî bakımdan da ona herhangi bir günah terettüp etmez. Belki de sen, "Keşke o nimet benim olsaydı ve hasedim sebebiyle, haset edi­lenden gitseydi!..." diyorsun.. Bu son derece büyük bir cehalettir. Çünkü o, ilk önce kendin için istediğin bir belâdır.

Yine sen, hased eden bir düşmanın olmasından kurtulamazsın. Şayet ha­sed sebebiyle nimet zail olsaydı, senin üzerinde Allah'ın verdiği ne dinî, ne dünyevî hiçbir nimet kalmazdı. Eğer sen hasedin sebebiyle, insanların elin­den nimetlerin yok olmasını; başkasının hasediyle elindeki nimetlerin ise git-' memesini istersen, bu da bir cehalettir. Çünkü hased eden ahmaklardan herbiri, böyle bir özelliğin sadece kendisine ait olmasını arzu eder. Halbuki o böyle bir özelliğe başkasından daha lâyık değildir.

Hasede rağmen Allah'ın sana verdiği nimetin devam etmesi, şükretmen gereken nimetlerdendir. Sen ise cehaletin sebebiyle bu nimeti hoş görmü­yorsun. [11]

 

Hased Edilenin Din ve Dünya Yönünden Avantajı                Başa Dön

 

Kendisine hased edilen kimsenin, bu hased sebebiyle dinî ve dünyevî bakımdan istifadeli olmasına gelince bu açıktır. Dinî bakımdan istifâdesi, senin zulmüne uğramış olmasıdır. Bilhassa sen, gıybet ederek hasedini söz ve fiil caline dönüştürüp, bu hususta ta'n ederek, hased ettiğin kimsenin sırlarını ihlâl edip, kötülüklerini dile getirince, bu âdeta Allah'ın ona verdiği hediyeler gibi olur. Ben, böylece senin iyiliklerini ona hediye etmiş olduğunu söylemek stiyorum. Çünkü sen, her nezaman onu kötülükle anarsan, onun amel defte-

ine senin hasenatın aktarılır ve senin günahların artar. Böylece aslında sen, Allah'ın nimetlerinin ondan zail olup, sana gelmesini arzulamış iken, Allah'ın nimetleri senden ona geçmiş ve böylece dem be dem bedbahtlığını artırmış olursun.

Dünyevî bakımdan hased edilen kimsenin istifadeli oluşu, birkaç yön­lendir:

a) İnsanların en önemli maksadı, düşmanlarının kötü duruma düşüp, dâi-na kederli ve sıkıntılı olmalarıdır. Halbuki senin içine düştüğün hased elemin-ten daha büyük bir azab yoktur. Hatta akıllı otan, düşmanının ölümünü değil, aksine her an Allah'ın kendisine verdiği nimetlere bakıp da kalbi üzüntüden parçalansın ve hased azabına düşsün diye uzun müddet yaşamasını ister. İş­te bu mânada şu şiir söylenmiştir:

Düşmanların ölmesin, bilâkis senden keder verecek şeyleri görünceye ka-ar yaşasınlar; sen ise, nimetten ötürü hep hasede hedef ol. Bil ki kâmil kime kendisine hased edilendir,"

b) İnsanlar hased edilen kimsenin mutlaka nimet sahibi olduğunu bilirler. Jöylece insanlar, hased edenin bu hasediyle, kendisine hased edilmiş şah­sın Allah katından karşı konulamıyacak biçimde çeşitli faziletlere, üstünlükle­re ve en büyük değerlere tahsis edilmiş olduğuna istidlalde bulunurlar. Bu da, nasedi doğurur. Böylece hased, kendisine hased edilen şahsın çeşitti fazilet /e üstünlüklerle muttasıf olduğuna delâlet eden delillerin en güçlülerinden ol-tıuş olur.

c) Hased eden kimse, halk arasında mezmûm , Allah katında da mel'ün Dİmuş olur ki, bu kendisine hased edilen kişi için başlıca gayelerdendir.

d) Hased, iblisin sevincinin çoğalmasına sebep olur. Bu böyledir, çünkü hased eden kimse kıskanılan şahsın kendisinde bulundurduğu faziletlerden uza* olunca, bu durumda o ya buna razı olur, ki bu durumda büyük bir mükâ-faat hak etmiş olur; böylece de iblis onun bu duruma razı olup büyük sevaba nail olmasından korkar; o buna razı olmayıp, tam aksine hasedini ortaya koy­duğu zaman bu sevabı elden kaçırarak ikâba müstehak olur; böylece de ibli­sin sevinmesine, Allah'ın da gadab etmesine sebep olur.

e) Belki de, ilim ehlinden birisine hased ediyor, Allah'ın dini hususunda hata etmesini arzu ediyor, rezîl ve rüsvay olsun diye hatasının ortaya çıkması­nı istiyor, konuşamayacak kadar dilsiz olmasını, bilip öğrenemeyecek kadar hasta olmasını istiyorsun...Bundan daha büyük günâh var mıdır? Hangi dere­ke bundan daha düşük olabilir? Ey çekemeyen kimse, bütün bu izahlardan, senin şöyle birisine benzediğin ortaya çıkar. Düşmanını can evinden vurmak için ona taş atıp da, isabet ettiremeyip, aksine taşın geri dönmesiyle kendi gözbebeğine isabet edip onu çıkaran; böylece kızgınlık ve hiddeti artan; mü­teakiben, birincisinden daha şiddetli biçimde taş atan, ama bu sefer de ikinci gözünü çıkararak onu kör eden ve gittikçe öfkesi kabaran; üçüncü kez de taş attığında kendi başını yaran ve bütün bu durumlarda, düşmanı sapasağlam kalan; etrafındaki düşmanları, başına gelene sevinip kendisine gülerken, yap­tıklarının vebali hep kendisine dönen bir kimse!.. Evet, senin durumun bun­dan farksızdır. Hatta, başkasına hased eden kimsenin durumu bundan da kötüdür; çünkü kendisi ve dönen taş ancak onun gözüne isabet etmiştir. Şa­yet, o taş gözüne isabet etmeseydi, kişinin gözü ölümle yok olacaktı. Ama ki­şinin hasedine gelince, bu, o kimseyi Allah'ın gazabına ve ateşine götürür. Onu dünyada kör olması; gözünün sağlam olup da hasedden dolayı cehen­neme girmesinden daha hayırlıdır.

Hased eden kimse, çekemediği kimsenin nimetlerinin gitmesini isterken, Allah'ın bu hasedçiden nasıl intikam aldığına bir bak!.. Allah, kendisine ha­sed edilenin nimetlerini yok etmemiş, tam aksine kendi şu sözünü doğrula­mak için, hased eden kimsenin nimetini izâle etmiştir:

"Kötü tuzak ancak onu yapanın basma gelir" (Fatır, 43).

İşte bu ilmî tedavileri insan ne zaman tam bir açıklık ve huzurlu kalb ile düşünürse, onun kalbindeki hased ateşi söner.

Faydalı amele gelince, bu hased eden kimsenin hasedinin gerektirdiği şeylere zıt olan işleri yapmasıdır. Meselâ başkasını çekemeyen kimseyi,hase-di, kıskandığı kimseyi ta'n etmeye sevkettiği zaman o, lisanına onu medhet-meyi teklif eder; eğer onu hasedi, hased edilen kimseye karşı büyüklenmeye sevkederse, o kendi nefsini mütevazi olmakla sorumlu tutar; eğer hasedi onu, çekemediği şahıstaki hayırların sebeplerinin kesilmesini istemeye zorlarsa, ha­sed eden kimse kendi nefsini, kıskandığı kimsenin hayırlarını istemeye zorlar; hased edilen kişi bu durumu bildiği zaman, onun kalbi de hoş oiur; kendisini çekemeyen adamı sevmeye başlar.

Bu da işin sonunda, iki bakımdan, hasedin yok olması neticesine götürür:

a) Kendisine hased edilen şahıs, kıskanan adamı sevdiği zaman, hased eden kimsenin arzuladığı şeyleri yapmaya başlar. Bu durumda da hased eden kimse, kendisine hased etmiş olduğu kimseyi sevmeye başlar. Böylece de ha­sed ortadan kalkmış olur.

b) Hased eden kimse, hasedinin gerektirdiği şeyin zıddını yapmaya nef­sini mükellef tutup yaptığında, bu durum işin sonunda onun bir tabiatı haline gelmiş olur ki, bu yolla da hased yok olmuş olur. [12]

 

Hased İhtiyari Olmadığına Göre İnsan Neden Sorumlu Olur?                     Başa Dön

 

Bil ki, hased edilene karşı onu çekemeyen şahsın kalbinde meydana gelen nefret, hased eden kimsenin ihtiyatı dahilinde olmayan bir şeydir, o hâlde o bundan dolayı nasıl cezalandırılır? Hased eden kim­senin gücü dahilinde olan ancak iki şeydir: Biri bu nefretten memnun olması, diğeri bu nefretin neticelerini ortaya çıkarması, ya­ni hased ettiği kimseyi ta'n edip Allah'ın nimetlerinin onun elinden çıkmasını ve sevilen durumların kendisine gelmesini arzu etmesidir. İşte mes'uliyeti ge­rektiren hususlar bunlardır (Şu halde insan bu iki hissi bastırmaya çalışmalıdır). [13]

 

Yahudilerin Müslümanlara Şüphe Vererek Dinden Döndürme Çabaları

 

Yine tefsire dönelim. Cenâb-ı Hakk'ın: Ehl-i Kitap'tan pekçok kimse, imanınızdan sonra sizi kâfir yapmayı ister.ıiş-tir." âyetine gelince, bundan maksat ehl-i kitabın, mü'minlere imânın gerçek »e hak olduğu hususu ortaya çıktıktan sonra, onların imândan dönmelerim istemeleridir. Kendi dışındakinin hak üzere olduğunu bilen kimsenin, kalbine atacağı bir şüphe olmadan, onu haktan döndürmeyi istemesi doğru değildir. Çünkü hak üzere olan kimse, ancak bir şüphe sebebiyle haklan dönebilir. Şüp­he ise iki kısımdır:

a) Dünya ile alâkalı olan şüphe: Bu, o mü'minlere şöyle denilmesidir: "Memleketlerinizden sürüp çıkarılmak, işlerinizin sıkışması ve daima korku içinde bulunmanız gibi başınıza gelen şeyleri tattınız, o halde sizi böyle şey­lerle yüzyüze getiren imânınızı terkedin..."

b) Din ile ilgili olan şüphe: Bu, mu'cizeler hususunda şüpheler uyandır­mak veya Tevrat'taki şeyleri tahrif etmekle olur.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Yanlarından bir haset olmak üzere" âyetine gelince, bu konuda bir mesele vardır: [14]

 

Mû'tezile'nin Halk-ı Ef’alKonusunda Te'vili Ve Onun Tenkidi          

 

Allahu Teâİâ, yahûdilerin, mü'minlerin imânlarından dönmesini arzulamalarının ancak hasedden dolayı olduğunu açıklamıştır. Cübbaî şöyle demiştir: Allah: ifadesiyle, yahûdilerin bunu, Allahu Teâlâ tarafından olmak üzere yapma­dıklarını beyan etmiştir. Onların küfürleri muhakkak ki, onların kendi fiilleridir; bu, Allah'ın küfrü onlarda yaratmış olmasından değildir.

Buna şu şekilde cevap veririz: Allahu Teâlâ'nın, buy­ruğu hakkında iki görüş bulunmaktadır:

1) Bu ifâdedeki, harfi, ifâdesine mütealliktir. Buna göre mâ­na şöyle olur: Onlar sizin, dininizden dönmenizi isterler...Onların bunu iste­meleri, dindarlıklarından dolayı değil, kendi arzuları sebebiyle ve haktan mey­letmiş olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar bunu, sizin hak üzerinde olduğunuz ayan beyân ortaya çıktıktan sonra arzulamışlardır. O halde, onların bu temen­nileri, nasıl hakkı talep etmek cihetinden olabilir?

2) Bu, 'in, âyetteki, lâfzına taalluk etmiş olmasıdır. Buna gö­re mâna, "Onların nefislerinden neş'et eden büyük bir hasetten ötürü" de­mek olur. .

Cenâb-ı Hakk'ın: "Affedin ve İlişmeyin" buyruğuna ge­lince bu, yahûdilerin mü'minleri imânlarından küfre çevirmeyi istemelerinden sonra, onların bu hususta, izah ettiğimiz gibi kalblere şüpheler atma çabası­na girdiklerini gösterir. Allahu Teâlâ'nın, onların bu yaptıklarına razı olurcasına, müslümanlara onları affetmelerini emir buyurduğunu düşünemeyiz. Çünkü bu, küfürdür.

Bu sebeple bu emri şu iki şeyden birine hamletmek gerekir:

Birincisi: Bundan maksat, onlara mukabele etmeyi bırakmak ve onlara cevap vermemektir. Çünkü bu, o anda öç alma duygusunu yatıştırmaya daha uygundur. Buna göre Allahu Teâlâ sanki, Resulüne yahûdileri affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir.

Yine aynı şekilde:

"İman edenlere söyle, Allah'ın günlerini ummayanian bağışlasınlar" ve, "Güzel bir terkedtşle onları terket!" (Mûzzemmii, 10) ayetleriyle, Peygamberine müşrik Arapları da affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir.

İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı hak, bu affı Peygamberine devamlı ola-rak emretmemiş,aksine bunu bir vâdeye bağlayarak emrini getirinceye kadar.." buyurmuştur. Âlimler bu hususta, bazı izahlar ge­tirmişlerdir:

1) Allah onları kıyamet gününde cezalandırıncaya kadar... Bu Hasan el-Basri'den rivayet edilmiştir.

2) Bu ifâdenin mânası, peygamberin güçlenmesi ve ümmetinin çoğal-nn asıdır.

3) Bu görüş ki, sahabe ve tâbiûnun çoğunun görüşüdür, buna göre bu ifâdenin mânası onlara savaş emrinin gelmesidir. Çünkü savaş emri geldiği zaman, muhakkak ki şu iki şeyden birisi ortaya çıkar: Ya İslâm'a girmek veya­hut da cizye vererek, zillet ve horluğu yüklenmeyi kabul etmek. İşte bu sebepten dolayı âlimler bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın!'" rrevbe. 29) âyetiyle men-sûh olduğunu söylemişlerdir.

Bakır (r.a)'dan şu rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s) Allah'ın:

Kendileriyle savaşılanlara, zulmedilmelerinden dolayı izin verildi" (Hac, 39) âyetini indirinceye kadar, herhangi bir savaşla emrolunmamıştır. Bu âyet inince, Hz.Peygamber (s.a.s) kılıç kuşanmıştır. Hz.Peygamber (s.a.s) ilk savaşında. Batn-i Nahl'da Abdullah ibnCahş m taraftarlarıyla savaşmış.daha sonrada Bedir gazvesi olmuştur. Burada iki soru bulunmaktadır:

a) Bu âyet, tıpkı Allah'ın:     "Soma, geceye kadar orucu tamam edin" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibi, bir vâdeye rapte-dilmişken nasıl mensûh olabilir? Gecenin gelmiş olması, nasıl nâsih olamaz­sa, burada da durum böyledir. Bu soruya şu şekilde cevap veririz:

Emrin kendisine taalluk ettiği vâde (aaye), ancak şer'an bilindiği zaman, şer'an gelen şey nâsih olabilir; bu durumda da Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, âdeta şu mânaya gelir: "...Onu sizden nesh edinceye kadar (yeni bir emre kadar) onlara mukabele etmeyin, ilişmeyin".

b) "Kâfirler, saltanat, güç, kuvvet sahibi iken mü'minlerin onları affedip, yaptıkları şeyleri bağışlamaları nasıl düşünülebilir? Halbuki bağışlama bir kud­retin olduğunu ifâde eder."

Buna şu şekilde cevab verilir: Müslümanlardan birisi çeşitli eziyetlere dü-çâr oluyor, bu durumda düşmanları toplanmadan önce kendisine eziyet ede­ni savuşturabiIİyor, arkadaşlarından yardım isteyebiliyordu. İşte bunun üzerine. Cenâb-ı A ;ah, bu durumda herhangi bir fitne ve savaşa sebebiyet vermeme­leri için bu mü'minlerin affedip bağışlamalarını emretmiştir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın: ayeti, güzel bir şekilde da­vet etme, ve bu hususta gerekli olan nasihat, şefkat ve işi sıkı tutma gibi şey­leri kullanma manasınadır. Bu tefsîre göre, bu ayeti mensûh saymak doğru olmaz. Ayetin neshedildiğini söylemek ancak birinci tefsire göre caiz olabilir.

Allahu Teâlâ'nın: "Allah herşeye hakkıyla ka­dirdir" âyeti, ister savaş ile ilgili emre.ister başka bir emre hamledilsin, onlar için bir vaîddir.

.

"Namazı kılın, zekatı verin. Kendiniz İçin, önden ne hayır yollarsanız Allah katında onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne yaparsanız kemâliyle görendir" (Bakara, 110).

Bil ki Cenâb-ı Allah, yahûdileri affedip bağışlamayı emretti; peşisıra da: "Namazı kılın, zekâtı verin" diyerek, onlara başkasının faydası ve iyiliği için affetmeyi ve vazgeçmeyi mecburi kıldığı gibi, yine o mü 'mirilere kendi nefisle­rinin yararı ve salâhı için vâcib olan namazı ve zekâtı ifâ etmelerine; yine bu iki şeyin dışındaki diğer vâcib olan şeylere dikkat çekmiş, bundan sonra da: buyurmuştur. Daha zahir olana göre, bu buyruk­tan maksat, namaz ve zekâtın nafile olanlarıdır.

Yine Cenâb-ı Hak, onların bu amellerin karşılıklarını bulacaklarını beyân etmiş, bundan maksadın, onların amellerinin aynısını bulacakları olmadığını açıklamıştır. Çünkü bu ameller bakî değildir, bir de amellerin aynısını bulmak istenmez. Geriye, onun sevabını ve karşılığını bulacakları hususu kalır. Sonra Cenâb-ı Hak: "Muhakkak ki, Allah sizin yaptığınız şey­leri hakkıyla görür" buyurmuştur. Yani, amellerin azı da çoğu da Allah'a gizli kalmaz. Bu ifâde, Allahu Teâlâ'nın çok amellere mükâfaat verdiği gibi, az amel­leri de karşılıksız bırakmıyacağına delâlet etmesi bakımından bir teşvik, bu­nun aksi olan serden de bir sakındırmadın

Âyetteki "hayr" kelimesine gelince bu, en güzel faydalarla bunlara götüren şeylerdir. Kişinin yapmış olduğu taatlar büyük faydalara götürdüğü için, du kelimeyle vasfedilmesi gerekmiştir. İşte bu inceliğe binaen Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ve, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz"  (Hac. 77)[15]

 

Yahudilerin ve Hristiyanlann Cenneti Kendilerine Mahsus Saymaları                Başa Dön

 

"Cennete ancak yahûdi veya hristiyan olanlar girecektir, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: Eğer, iddianızda doğru iseniz, getirin delilinizi...Evet kim, muhsin olarak özünü Allah'a teslim ederse, işte

onun mükâfaah Rabbi katındadır. Böylelerine bir korku yoktur, onlar hüzünlenmiyeceklerdir de..." (Bakara, 111-112).

Bu, yahûdilerin hakkı karıştırmalarının ve müslümanlann kalblerine şu; he atmalarının dördüncü çeşididir. Bil ki, yahûdiler, hristiyanlar hakkında, "Onlar cennete gireceklerdir" demiyorlar; hristiyanlar da yahûdiler hakkınd "Ontar cennete gireceklerdir" demiyorlar. Binaenaleyh sözü şöyte ayırma gerekir, Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur;  "Yahudiler, cennete ancak yahûdi olanlar girecektir dediler; hristiyanlar de cennete ancak hristiyan olan girecektir dediler." Biz her fırkadan herbirinr diğerini küfre nisbet ettiklerini bilip dururken, sözü başka şekilde takdir mümkün değildir. Bunun bir benzeri Hak Teâlâ'nın:

"Ya, yahûdi veya hristiyan olunuz, dediler" (Bakara, 135) âyetidir. kelimesi, kelimesinin ve, kelimesinin de, şeklinde çoğul olması gibi, kelimesinin çoğuludur. Buna göre şayet, nasil isin-müfred , haber cemî olmak üzere, denilmiştir denilirse, biz deriz ki: "İsim, kelimesinin lâfzına; haber de, 'in mânasına hamledilmiştir. Bu Hasan el-Basri'nin:  "Ancak, cehenneme yaslananlar hariç"[16] (SaHat, 163) kıraatinde olduğu gibidir. Ubeyy ibn Ka'b ise İ[şeklinde okumuştur. Al-lahu Teâlâ'nın: "öu, onların kuruntularıdır " buyruğuna gelin­ce, bu onların temenni ettiği şeylerdir, demektir. Sonra onlar bunu çok fazla arzuladıkları için, kendileri bakımından bizatihi bir hak olarak kabul etmişlerdir.

Şayet, "Onların, demeleri tek bir arzuyu ifâde ederken, niçin Cenâb-ı Hak, cemî şeklinde olmak üzere, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki bununla önceki arzularına da işaret edilmiştir. Bu da on­ların, mü'minlere Rableri katından herhangi bir hayrın indirilmemesi, onların yeniden küfre dönmelerini istemeleri ve cennete kendilerinden başkalarının girmemelerini arzulamalarıdır. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Budatıl kuruntu;> lar, onların arzuladıkları şeylerdir" demektir. Hak Teâlâ'nın, sözü (mâna bakımından) Allah'ın: sözüne bitişiktir. ifâdesi ise, bir ara cümledir. Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Zeki kimse, nefsini terbiye edip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz ise, nefsini nevasının peşine takıp, Allah hakkında (kendileri için) bâtıl şeyler tasavvur edendir'[17].Hz.Ali (r.a) de"Kuruntularına güvenme, çünkü bunlar aslı çıkmayan, yalancı emtia gibidirler" demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın:  "Deki: Delillerinizi getirin- âyetine gelince, bunda bazı meseleler vardır: [18]

 

Birinci Mesele     

 

 kelimesi, (hazır et, getir) mânasında olan,  gibi  bir sestir. [19]

 

İkinci Mesele      

 

Âyet, bir şey iddia eden kimsenin, ister birşeyi ispat etmek.isterse nefyetmek istesin, mutlaka bir delili­nin bulunması gerektiğini gösterir. Bu ise, taklit ile

hükmetmenin yanlış olduğunu gösteren en doğru delillerdendir. Nitekim şair şöyle demiştir:

'Şahidsiz bir şey iddia eden kimsenin iddiası, mutlaka geçersiz kılınır."

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesine gelince, bu hususta Dazı ızahtm vanfcr

a) Bu ifâde, yahûdilerin, kendilerinden başkasının cennete gırmeyeceğ iddiasının aksini isbat içindir.

b) Allahu Teâlâ, yahûdilerin delilleri olmadığını ortaya koyunca, özünü Al­lah'a teslim etmiş kimselerin delilinin olabileceğini isbat etmiştir.

c) Onlara sanki şöyfe denilmiştir: Siz, bu hâl üzere olduğunuz sürece ce~ neti elde edemezsiniz. Ama. yolunuzu değiştirir, özünüzü Allah'a testim ede ve iyilikte bulunursanız sizin için cennet vardır. Bu, onları İslâm'a arzulandır ma, üzerinde bulundukları halden vazgeçerek bu yola dönmeleri için, onlarır durumunun cennete gireceklerin durumundan farklı olduğuna bir açıklama olur. [20]

 

"Vech" Kelimesinin Mânaları                Başa Dön

 

 O ifâdesinin mânasına gelince, bu nefsi Allah'ın itaatine teslim etmek demektir. İfâdede ezellikle, birçok sebepten dolayı (yüz, zât, öz) sözü zikredilmiştir.

1) Yüz, duyguların, düşüncelerin ve hayallerin kaynağı olması bakımın­dan, uzuvların en şereflisidir. Uzuvların en şereflisi Allah'a itaat edince, onun dışındakilerin itaati daha evlâdır.

2) "Yüz" kelimesiyle, bazan "zât" ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

 zâtI hariç, her şey yok olucudur" (Kasas, ss): ve "Ancak yüce Rabbinin zâtım istemek..." (Leyl,20) buyurmuştur.

3) İbâdetlerin en büyüğü secdedir, ki bu da ancak "yüz" vasıtasıyla ifâ edilir. İşte bu sebepten dolayı, özellikle "yüz" kelimesi zikredilmiştir. İşte bun­dan ötürüdür ki, Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl:

"Özümü, ağır kayaları taşıyan yeryüzünün kendisine inkiyâd ettiği zata tes­lim ettim. Özümü tatlı, akıcı ve buz gibi sulan yüklenmiş olan bulutun kendi­sine boyun eğdiği zâta teslim ettim" demiştir.

Böylece kişi, nefsini bezlederek onu bu işe vermiştir. Aİlah, ayetinde, sözünü zikredip bununla bir "şeyin kendisini" kastetmiştir. Bu da ancak boyun eğmek, mütevazi olmak, Allah'a itaat hususunda nefsin arzularını kırmak ve onun günah işlemesinden kaçınmakla olur.

ifâdesinin mânası ise, kendisine hiçbir şirk bulaşmamış olduğu hal­de, sırf Allah için demektir. Böylece kişi, Allah'la beraber bir başkasına ibadet etmiş ve ümidini Allah'tan başkasına bağlamış olmaz. Bu ifâdede, kişinin ame­liyle, onu ancak, ihlâs ve ibadet hususunda Allah için bir ibadet tarzında yap­tığı zaman faydalanabileceği hususuna bir delâlet bulunmaktadır. [21]

 

Ayetteki İhsan, Korku ve Hüzün Olmama Kavramlarının Tahlili

 

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun mânası, "Onun Allah'a karşt ibadet ve tevazuunun, kötü bir fiille değil, güzel bir fiille, olması gerekir" de­mektir. Çünkü Hindularda Allah'a karşı mütevazî olurlar, ama bu teyazûlarını kötü fiillerle ifâde ederler, ifâdesi, cümledeki yer bakımından, hal ifâde eder. Bu senin tıpkı, "Falanca, binitli olduğu halde geldi" demen gibidir. Bu aynen, de­mektir, Sonra Cenâb'ı Hak, bu iki hususiyeti bir arada bulunduran kimseye, katında mükâfaat olduğunu beyan etmiştir. Bu mükâfaattan maksat, onun bü­yük ecridir.

Sonra bu nimetlerle beraber, onlara korku ve hüznün arız olmayacağını beyan buyurmuştur.

Korkuya gelince, bu istikbâle aittir.

Hüzün ise, bazan hâlde, bazan de geçmişe ve bazan de geleceğe ait olur. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bu iki husus (yani korku ve hüznün olmaması) ile saa­detin sonsuzluğuna dikkat çekmiştir. Çünkü büyük nimet devamlı ve çok kor­kudan ve hüzünden de uzak olup kişi elde ettiğine veya elde edemediklerine üzülmeyip, içinde bulunduğu halin sona ermesinden ve değişmesinden kork-mayınca, işte o zaman nimet zirveye ulaşmış olur. İşte bu ifâdede, bu yola teşvik ve daha önce zikredilmiş olan ve bu yolun zıddı olan kâfirlerin yolun dan bir sakındırma mevcuttur.

Bil ki Allah Teâlâ ilk önce zamirleri müfred söyle­yip, sonra da cemî olarak getirmiştir. Ce­nâb-ı Hakk'tn şu ayetleri de, ifâde bakımından tıpkı bunun gibidir. Cenâb-ı Hak önce: "Göklerde nice melekler vardır..." (Necm,26) buyurmuştur, bundan sonra da  "Onların şefeâtleri..." (Necm, 26) buyur­muştur; yine Allah'u Teâlâ, bir yerde, "Onlardan seni dinleyen vardır"(Enâm, 25)buyurmuştur, bir başka yerde de, "Sana kulak verirler" (Yunus, 42) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak:

"Onlardan seni dinleyen vardır. Senin yanından çıktıkları zaman..." (Munammed 16) buyurmuştur. Cenab-ı Hak ayette, "çıktılar" buyurmuş, fakat   (çıktı) dememiştir.

Bil ki biz, Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğunu ihlâs diye tef­sir edince, burada İhlasın hakikatinden bahsetmemiz uygun olacak. Bunun izahı ise, ancak birkaç mesele altında yapılabilir. [22]

 

İhlasın Önemi

 

Niyetin Mahiyeti ve Fazileti       

 

Birinci mesele niyetin fazileti hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a.s), "Ameller ancak niyetlere göredir" buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s):

"Muhakkak ki Allah sizin şekillerinize ve amellerinize bakmaz. Allah ancak sizin kalblerlnize ve niyetlerinize bakar!"[23] buyurmuştur.

İsrâilî haberlerin birisinde anlatıldığına göre bir adam, ıssız bir çölde eğri büğrü bir kum yığınına rastlamış ve kendi kendine şöyle demiş: Bu kum yığını şayet yiyecek olsaydı, onu insanlara taksim ederdim!.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onların peygamberine şöyle vahyeder: "Ona de ki, Allah senin sadakanı kabul etti, güzel niyyetini şükranla karşıladı ve sana, şayet kum yığını yiyecek olsaydı,sen de onu tasadduk etseydin, elde edecek olduğun sevabın aynısını verdi." [24]

 

İkinci Mesele                       Başa Dön

 

İnsan yaptığı fiillerde bir fayda temini veya bir zararı savuşturmanın bulunduğunu bilip veya zannedip yahut da böyle olduğuna inandığı zaman, onun kal­binde o fiile karşı bir temayül ve istek belirir. Bu, bir şeyin varlığını yokluğuna tercih etmeyi gerektiren bir sıfattır ki, irâdedir. Bu İrade de, niyyettir. Kişiyi bu niyyete sevkeden sebep ise, bu ilim veya bu zan veyahut da bu itikâddır. Bu­nu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bir fiile sevkeden sebep ya bir veya iki saik olur. İkinci duruma göre, bu iki sebepten her biri sevketme hususunde ya müstakildir veyahut da bu iki sebep müstakil değildir. Veya, bu ikisinden biri müstakil, diğeri ise müstakil değildir. İşte bu dört kısımdır:

a) Sevkeden sebebin tek olması.. Bir insana yırtıcı bir hayvan hücum etti ğinde insan o hayvanı gördüğü zaman yterinden fırlar. Onu kalkmaya şevke den şey, kaçmasında bir faydanın, kaçmamasında ise bir zararın bulunduğuna inanmış olmasıdır. İşte bu tek sebep, bunun gibidir. İşte bu niyyet halis; bu­nun gereği ile amel etmek de ihlâs olarak isimlendirilir.

b) Bir fiilde, iki müstakil sebebin bulunmasıdır. Nitekim, bir insandan, fa­kir bir dostunun ihtiyacını karşılamasını istediğinde, o da bu ihtiyacı, o kimse arkadaşı olduğu için ve fakir olduğu için karşılar. Bu iki sebepten herbiri tek olarak bulunsaydı, ihtiyacın giderilmesini istemede müstakil sebep olurlardı. Buna sebeplerin uyuşması (Muvâfakatü'l-Bâis) denir.

c) Eğer bu sebepler tek tek bulunsaydılar, herbiri müstakil (bağımsız) ol­mazdı. Ancak bunlar hep beraber bulunurlarsa müstakil bir sebep olurlar. Buna da "müşareket" denir.

d) Bu iki sebepten herbiri müstakil olup, diğerinin onu takviye edici olma­sıdır. Meselâ, insan pekçok taatta buiunmuş ve o taatlan edâ ederken, bir grup insan onu görmüş olabilir. Böylece bu fiil ona, insanların görmelerinden dolayı daha kolay gelir. İşte bunun adı da "muavenet" tir. [25]

 

Mû'minin Niyeti Amelinden Hayırlıdır" Hadisinin Şerhi       

 

Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Mü'minin niyeti amelinden hayırlidır"[26] hadisinin izahı hakkındadır.

Alimler bu hususta birkaç açıklamada bulunmuş­lardır:

a) Niyet gizli, amel ise aşikârdır. Gizlide itaat etmek, açıkta itaat etmekten daha efdaldir. Bu tutarlı bir izah değildir. Çünkü bu namazın niyetinin bizzat namazdan daha hayırlı olmasını gerektirir.

b) Niyet amelin (ibadetin) bitişine kadar sürer. Ameller ise devam etmez. Devamlı olan, devamlı olmayandan daha hayırlıdır. Bu da tutarlı bir açıklama değildir. Çünkü bu, çok amelin az amelden daha hayırlı olduğu manasma ge­lir. Yine namaz ibâdetinin niyeti birkaç saniyede olur. Halbuki ameller devam eder.

c) Tek başına niyet, tek başına olan amelden (niyetsiz amelden) daha ha­yırlıdır. Bu görüş de zayıftır. Çünkü niyetsiz amelde hiç hayır yoktur. Hayırlı olma hususunda müşterek olan şeyler arasında tercih yapılabilir.

d) Hayırdan murad, daha efdal olanı tesbit etmek değil, aksine bundan murad şudur: Niyet, amellerden doğan hayırlardan daha hayırlıdır. Bu görüş de zayıftır. Çünkü hadîsi bu manada almak, açık olan bir manayı izah etmeye kalkmaktan başka birşey ifâde etmez.

Hadîsin izahı hususunda en güzel vecih, şöyle denilmesidir: Niyet her tür­lü gevşeklikten uzak olmadığı müddetçe, kesin olmaz. Gevşekliklerden uzak olunca, bir mâni olmazsa, niyetin peşinden o fiilin yapılması vacib olur. Du­rum böyle olunca niyetin fiilden kesin olarak ayrılmadığı sabit olur. İşte bu sebepten dolayı niyetin amelden daha efdal olduğu söylenmiştir. Bupu birkaç yönden izah edebiliriz:

1) Amellerin hepsinde maksad, marifetullah ile kalbi nurlandınp, Allah'-dan başka herşeyden temizlemektir. Niyet, kalbin sıfatıdır, fiil ise kalbin sıfatı değildir. Kalbte, kalbin sıfatının tesiri, azaların sıfatının tesirinden daha güçlü­dür. Bu sebeple mü'minin niyeti hiç şüphe yok ki amelinden daha hayırlıdır.

2) Niyetin amelleri, Allah'a taat ve inkîyâd olsun diye meydana getirmeye kastetmekten başka bir manası yoktur. Ameller, tekrarı ile hatırda tuLma de­vam etsin diye yapılır. Binaenaleyh kalbte mevcud olan, zikir ve niyet, amele nisbetle, sebebe nisbetle gaye gibidir. Gaye şüphesiz sebepten daha şereflidir.

3) Kalb, bedenden daha şereflidir. Bu sebeple kalbin fiili bedenin fiilinden daha şerefli olur. Binaenaleyh niyet amelden daha üstün olur. [27]

 

Niyeti Şümûllendirmekle Sevabı Artırma Yolları                       Başa Dön

 

Bil ki ameller üç kısımdır: Taat olanlar, isyan sayılanlar ve mubah olanlar.

a) Günahlar, nıyyet sebebiyle günah olmaktan çıkmaz. Bu sebeple cahil, Hz. Peygamber (s.a.s) in: "Ameller ancak niyetlere göredir"[28] hadisinin niyet sebebiyle günahın taata dönüştüreceğini sanmasın. Meselâ başkasının malından bir fakire yedirmek ve haram maldan bir cami yaptırmak gibi...

b) Taat olan fiiller, fiilin aslında ve fazilet bakımından niyetlere bağlıdır. Fiilin aslında bunun niyete bağlı olması, kişinin taat ile Allah'a ibâdet etmeye niyet etmesidir. Buna göre eğer insan riyaya (gösteriş) niyet ederse, bu taat değil, masıyet (günah) olur. Bunun fazilet bakımından niyete bağlı olması, ço-ğclrr asıyla sevapların çoğalmasıdır.

Nitekim mescidde oturup pekçok niyetler eden kimsenin durumu da böy­ledir. Mesela:

1) Bir kimse mescidin Allah'ın evi olduğuna inantr ve orada bulunmakle Mevlâsını ziyaret niyeti besler. Hz. Peygamer (s.a.s) de bu manada şöyle bu­yurmuştur: "Mescid­de oturan kimse, Allah'ı ziyaret etmiş olur. Ziyaret edilen zatın, ziyaretçisine ikram etmesi gerekir."

2) Bu kimse, namazından sonra diğer namazı bekter. Bu bekleyiş hali namazda olan kimsenin halt gibidir.

3) Bu kimse, gözünü, kulağını ve diğer azalarını uygun olmayan işlerden çekmiştir. Çünkü itikâf, "men etmek" demektir. Men etmek de oruç manası­nadır. Bu hal bir nevi ibadet maksadıyla inzivaya çekilmektir. İşte bu sebep-ten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s):  "Ümmeti­min ruhbanlığı, mescidlerde oturmalarıdır" buyurmuştur.

4) Bu kimse, kalbini ve gönlünü tamamıyla Allah'a çevirmiştir.

5) Bu kimse, Allah'dan başkasını kalbinden atmıştır.

6) Bu kimse, bir ilmi söylemeye, bir mâ'rufu (iyiliği) emretmeye veya bir münkerden nehyetmeye niyet etmiştir.

7) Bu kimse Allah için, bir kardeş edinmeyi istemiştir. Çünkü bu din ehli­nin ganimetidir.

8) Bu kimse, Allah'dan utandığı için günahları terketmiştir.

İşte niyeti çoğaltmanın yollan bunlardır. Diğer taatleri de buna kıyas et.

c) Mubahlar: Hiçbir mubah yoktur ki güzel ibâdet olmasına sebep olacak bir veya birkaç niyet taşımasın. Bunun farkında olmayan ve o mubah fiilleri ibâdete çeviremeyen kimsenin zararı ne büyüktür.

Bir hadiste şöyle vârid olmuştur: "Allah rızası için koku sürünen kimse

kıyamet gününde, miskten daha güzel koktuğu hâlde gelir. Allah'ın rızası di şmda koku sürünen kimse de kıyamet gününde, leşten daha pis kokarak gelir.'

Eğer, "Bu niyetin nasıl olduğunu bana izah et" dersen, bi! ki: Koku sürünmekten maksad dünya lezzetlerine ulaşmak veya malının çokluğu Üe övün­düğünü ortaya koymak veyahut insanlara gösteriş yapmak veyahut da bununla kadınların kalblerini çalmak olursa, bütün bu niyetlerle koku sürünmek günahtır.

Eğer koku sürünmekten insanın maksadı Hz. Peygamber (s.a.s)'ın sün­netini ifâ etmek, Allah'ın kullarına eziyet verecek kokuları bertaraf etmek ve mescide saygısını ifâde etmek olursa, bu tam manasıyla bir ibâdet sayılır. Bu­nu iyice anladınsa, diğer mubah fiilleri buna kıyas et.

Bu hususta kaide şudur: Yaptığın her bir şeyi Allah rızası için yaparsan, bu gerçekten ibâdettir. Allah'dan başkasının rızası için her ne yaparsan, helâl olanından hesaba çekilir, haram olanından azab görürsün. [29]

 

Niyyetîn Gerçek Mahiyeti       

 

Bil ki cahil kimse, niyetin gerekli olduğu hususundaki aklî ve naklî izahları dinleyince, eğitimi ve tica-

reti esnasında,"Allah için okumaya. Allah için ticaret yapmaya niyet ettim' der ve bunun tam bir niyet ol­duğunu sanır. Heyhat! Bu, onun içindeki bir kuruntu ve dilinin söylediği bir sözdür. Niyet bütün bunlardan uzaktır. Niyet ancak nefsin ya dünyevi ya uh-revi olarak kendisinde maksûdunun açıkça bulunduğunu anladığı şeye mey-letmesidir. Bu meyil olmadığı zaman insan, o fiili yapamaz. Bu tıpkı doyan kimsenin, "Yemek yemeye arzu duymaya niyet ettim" demesi veya hanımıy-la işini bitiren kimsenin, "Ben sevişmeye niyet ettim" demesi gibidir. Hatta bir şeye temayül etmenin yolu bile, ancak bu meylin sebeplerini elde etmekle mümkün olur. Bu sebepler de ancak o işteki menfaatleri bilmekle elde edilir. Sonra bu bilgi o meyil ve temayülü, kalb diğer meşguliyetlerden hâlî olursa, o zaman meydana getirebilir. Cinsî arzu galebe çalıp da, insan çocuk husu­sunda ne uhrevî, ne dünyevî sağlam bir maksada inanmaz ise; o kimsenin çocuğu olması niyetiyle cinsi münasebette bulunması mümkün olmaz. Aksi­ne o şehveti teskin etmek niyetiyle yapılmış olur. Çünkü niyet, sebebi meyda­na getirmektir. Sebeb ise, bu hadisede, şehvetten başka birşey değildir. O halde o, çocuğu olmasına nasıl niyet edebilir? Böylece niyetin, dil ile veya kalb ile söylemekten ibaret olmayıp, aksine bu meylin meydana gelmesinden iba­ret olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ise gayba bağlı bir iş olup, bazan kolayca meydana getir, bazan ise meydana gelmesi imkânsız olur. [30]

 

Mükâfaatin Nevi Niyete Göre Değişik Olur                                 Başa Dön  

 

Bil ki ibadetlerde insanların niyetleri çeşit çeşittir. Bazı insanların amelleri korku sebebiyle olur. Bu, insanın cehennemden korkmasıdır.

Bazı, insanların ameli ise ümid sebebiyle olur. Bu, insanın cennete ulaşma ümîdidir. Cenneti elde et­mek için çalışan kimse kötü işçi gibi, karnını doyurmak ve şehvetini gidermek için çalışmıştır. Bunun derecesi, ahmak insan derecesidir. Ama gerçek akıl sahihlerinin ibâdetine gelince, onlar Allah'ın celâlini sevdikleri için, ibâdetleri Allah'ı zikir ve O'nu tefekkür maksadından başka bir gaye taşımaz. Bunların diğer amelleri, sadece bu zikir ve fikiri te'kid içindir. Bu kimseler: "Rablertnin rızası için sabah aksam ibâdet edenlerdir" (Kehf, 28). İnsanların mükâfaatları ni­yetlerine göredir. Binaenaleyh mukarrebler Allah'ın zâtını seyretmekle nimet-lenecekler. Cennet nimetleri ile mükâfaatlandırılanların şerefi, mukarreblerin makamı ile nimetlendirilenlerin şerefine nisbetle, Na'im cennetlerinin Cenâb-ı Hakk'ın zâtına nisbeti gibidir. [31]

 

"Yahudiler: "Hristiyanlar (saymaya değer) bir şeye sahib değil" dediler. Hristiyanlar da: "Yahudiler bir şeye sahtb değil" dediler. Halbuki onların hepsi de Kitab'ı okuyorlar. Bilmeyenler de aynen onların söyledikleri gibi

söylediler. Allah ihtilâfa düşmekte oldukları hususlarda, Kıyamet günü onların arasında hüküm verecektir" (Bakara. 113).

Bil ki Allahu Teâlâ yahudi ve hristiyanları daha önce bir olarak zikretmiş, bu ayette ise onları ayırarak, herbtrinin diğeri hakkında söyledikleri şeyi ve -er grubun diğerinin dinini nastl değersiz saydığını beyan etmiştir. Burada oirkaç mesele vardır: [32]

 

Birinci Mesele     

 

Cenâb-ı Hakk'ın: "Hristiyanlar bir şeye sahip değil" buyruğunun manası, "Onlar, değer verilen ve itibar edilen bir şey üze­rinde değiller" demektir. Bu, büyük bir mübalağadır. Yine bu ifâde aynen Arap­ların Bir şey olmamaktan da daha az"demeleri gibidir. Bu­nun bir benzeri de Allah Teâlâ'nın:

"De ki: Ey Ehi-i Kitab, siz aranızda Tevrat'ı hükümrân kılmadıkça, değer ve­rilecek bir şey üzerinde değilsiniz" (Mâıde, 67) ayetidir. Buna göre, şayet "Her iki din mensubları da, bir Yaratıcıyı ve O'nun sıfatlarını kabul ettikleri halde, nasıl böyle söyleyebilmişlerdir, halbuki böyle söylemelerinin bir manası yok­tur?" denilirse, buna iki bakımdan cevab veririz:

a) Onlar bu güzel söze, asılsız bir sözü ekledikleri zaman, bu asılsız söz, eklendiği güzel sözün mükâfaatını da yok eder. Bu nedenle onlar sanki hak olan bu sözü söylememiş gibi olurlar.

b)  Bu umûmî olan ifâde, onların ihtilaflı oldukları hususlara tahsis edil­miştir. Bu da peygamberlik meselesiyle ilgili şeylerdir. [33]

 

Ayetin Nüzul Sebebi  

 

Rivayet edildiğine göre Necran hristiyanları heyeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına gelince, yahudî  alimleri de gelip onlara katılmıştı. Böylece onlar kendi aralarında münakaşaya tutuştular ve sesleri yük­selmeye başladı. Bunun üzerine yahudiler, o hristiyanlara: "Sizler dinî bakım­dan, hiçbir hak üzerine değilsiniz" deyip Hz. İsâ (a.s) ve İncil'i inkâr etmişler; hristiyanlar da onlara aynı şeyi söyleyip Hz. Musa (a.s) ve Tevrat'ı inkâr et­mişlerdir. [34]

 

Üçüncü Mesele     

 

Âlimler bu ayette Allah Teâlâ'nın kastettiği insanların  kimler olduğu hususunda,  "Bunlar Hz.  İsâ (a.s)'nın peygamber olarak gönderilmesinden o gü­ne kadar gelenler midir, yoksa sadece Hz. Peygamber {s.a.s) zamanındakiler midir?" diye ihtilâf etmişlerdir. Her nekadar ayeti Hz. İsâ (a.s)'nın peygam­berliğinden beri mevcud olan bütün yahudi ve hristiyanlara hamletmek evlâ ise de, açık ve hak olan, âyetin zahirinde bunu gösteren bir delil bulunmadığı­dır. Ayetin sebebi nüzul olarak, bir yahudinin, hristiyanlara böyle söylemesi üze­rine Allah Teâlâ'nın bu ayeti indirdiği rivayeti, (ayeti zahirine hamletmek nümkün olduğunda) ayetle sebeb-i nüzul dışındaki şeylerin murâd edilmeme­sini gerektirmez.

Cenâb-ı Allah'ın, ifâdesi de umûm fâde eder. Bunu tahsis etmenin, (Hz. Peygamber zamanındaki yahudilere nahsus kabul etmenin) izahı nedir? Çünkü yahudi ve hristiyanların, tâ baştan seri herbirinin diğeri hakkındaki sözlerinin bu olduğu bilinmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar halbuki kitabı okuyorlardı" sözünde j ,(vav) hâl ifade eder.  kelimesi, bütün kitap cinsini ifâde eder. Buna göre mana şöyledir: Onlar ilim ehli ve kitap okuyan kimselerden olduktan halde bunu söylediler; Tevrat'ı, İncil'i veya bunlar dışındaki diğer se­mavi kitapları öğrenmiş ve onlara inanmış olan kimseye yakışan, geriye kalan semavi kitapları inkâr etmemesidir. Çünkü iki kitaptan herbiri diğerini tasdik etmekte ve doğruluğuna şahid olmaktadır. Binaenaleyh Tevrat, Hz. İsâ (a.s)'yı; İncil de Hz. Musa (a.s)'yı tasdik etmektedir.

Allah Teâlâ'nın: 'Bilmeyenler de böyle söyler­ler" sözü, daha önce bahsedilmiş olan kimsenin, âlim olmasını gerektirir. Çün­kü onların "bilmeyenler"den farklı olmaları gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, bil­gili ve okur-yazar oldukları halde onlar böylesi bir ihtilâfa düşünce, cahillerin halinin nice olacağını beyan etmiştir.

Bil ki bu hâdise bizzat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti hakkında vâki olmuştur. Onlar Kur'an'ı okumak hususunda ittifak etmiş olmalarına rağmen her grup diğerini küfre nisbet etmiştir.

Âlimler ayette bahsedilen "bilmeyenler" in kim oldukları hususunda ihti­lâf ederek, şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

a) Bunlar, müstümanların önem verilecek bir şey üzere bulunmadıklarını söyleyen kâfir Araplardır. Böylece Cenâb-ı Hak, Kitâb'ı okudukları halde ya­hudi ve hristiyanlann sözünün kabul olunmaya ve iltifat edilmeye lâyık olma­dığını beyan edince, kâfir olan Arapların sözüne iltifat edilmeyeceğini açıklamıştır.

b) Hak Teâlâ'nın, ayetini, Hz. Muh­ammed (s.a.s) zamanında mevcut olanlara hamlettiğimiz zaman, O'nun, ifâdesini de inatçı olan kimselere hamlederiz. Bu­nun aksi de muhtemeldir.

c) Allah'ın, buyruğunun bunların âlimlerine; ifâdesinin ise, havasları ile avamlarını ayırdetmek için, onların avamlarına hamledilmesidir. Birinci görüş doğruya daha yakındır; çünkü yahudi ve hristiyanların hepsi ayetin   hükmüne dahildirler Onlardan, sözüyle ayrılan kimselerin, onların dış­ındaki kimseler olması gerekir. [35]

 

"Allah onların arasında hükmedecektir" Sözünün Mânası

 

Allah'u Teâlâ'nin: "Ve Allah, onların aralarında hükme­der" sözüne gelince, bu hususta dört görüş vardır

a) Hasan el-Basrî, "Allah, onların hepsini yalanlar ve onlart cehennemi­ne sokar" demiştir.

b) Allah, zalim ve yalancı kimseden, mazlum ve yalanlanmış olan kimse­nin hakkını alır ve ona verir.

c) Allah onlara cennete ve cehenneme girenleri açıkça gösterir. Bu, Zec-câc'ın görüşüdür.

d) Hakkında ihtilâf etmiş oldukları şeyler hususunda Allah, hakka isabet edenle etmeyen arasında hükmeder. Allah en iyisini bilendir. [36]

 

"Allah'ın mescidlerinde, O'nun isminin zikredilmesini engelleyip, onların harab edilmesi için çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? Bunlar için, oraya ancak korkarak girmeleri uygundur. Onlara dünyada rezillik,

ahirette de büyük bir azab vardır" (Bakara, 114).

Bu ayette birkaç mesele vardır: [37]

 

Câmi ve Mescidleri Kuranlar Ve Onları Âtıl Bırakanlar                       Başa Dön    

 

Müfessirler, bu âyetten maksadın sırf şartın ve cezânın, yani, "Kim böyle yaparsa, Allah da ona böyle yapar" şeklinde beyan edilmesi olmadığından; tam aksine bundan maksadın, o insanlardan bazılarının mescidlerin onarımını men edip, onları harâb etmeye çalıştıklarını, sonra Allahu Teâlâ'nın ayette bahsedildiği biçimde on­ları cezalandırdığını beyan etmek olduğu hususunda müfessirler ittifak etmiş­lerdir. Ne var ki müfessirler mecsidleri tamir etmeye mâni olup onları harap etmeye çalışanların kim olduğu hususunda ihtilâf ederek, bu konuda dört gö­rüş ileri sürmüşlerdir:

a) İbn Abbas şöyle demiştir: Hristiyantardan bir hükümdar, Beyt-i Mak-dis'i istilâ ederek orayı harap etmiş, orayı leşlerle doldurmuş, halkını kuşat­mış, bir kısmını öldürerek geriye kalanları esir almış ve Tevrat'ı da yakmıştır. Hz. Ömer (r.a) zamanında, müslümanlar onu onarıncaya kadar Beyt-i Makdis narab bir haldeydi.

b) Hasan el- Basrî, Katade ve Süddî şöyle demişlerdir: Bu âyeti kerime Buhtunnasr hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Beyt-i Makdis'i harab etmiş, bazı hristiyanlar da yahudilerde olan öfkelerinden dolayı Buhtunnasr'a yar­dımcı olmuşlardı.

Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'an'ında şöyle demiştir: Ayetin sebeb-i nüzulü olarak yukarıda belirtilen bu iki görüş de yanlıştır. Çünkü siyer âlimleri arasında Buhtunnasr'ın zamanının, Hz. İsa'nın doğumundan çok önce oldu­ğu hususunda bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Hristiyanlık, Mesîh'den sonra olmuştur. O halde onlar Beyt-i Makdis'i tahrib konusunda, Buhtunnasr ile -asıl beraber olmuş olabilirler? Hem yine hristiyanlar da yahudiler gibi, Beyt-i Vakdis'e tazim gösterileceğine inanırlarjhatta onlardan daha fazla... Binaeleyh, Beyt-i Makdis'in tahribi hususunda, onlar tahripçilere nasıl yardım etmiş olabilirler?...

c) Ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mekke'de Allah'a davetten men ederek, O'nu hicret etmeye zorlayan Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Böylece o müşrikler hem Hz. Peygamber (s.a.s)'e hem de O'nun ashabı­na Mescid-i Haram'da, Allah'ı anma hususunda mâni olmuşlardır. Hz. Ebu Bekr (r.a) evinin yanında bir mescid yapmış, ancak buradan da men olunmuştu.

Ona eziyyet edenler arasında Kureyş'in çocukları ve kadınları da bulunuyordu.

Cenâb-ı Hakk'ın "Namazında sesini yükseltme, o kadar da kısma!" (Isra, 110) ayetinin bu konuda nazil olduğuda

söylenmiştir. İşte bu sebepten ötürü kendisine eziyet edilmesin diye, Hz.Peygamber cehren Kur'an okumaktan men edilmiştir. Ebu Cehil de Hz.Peygamber (s.a.s)'in sırtına insan pislikleri atıyordu. İşte bunun üzerine, Allah'ı birteşe O'na herhangi bir şeyi ortak koşmayan, huşu ve hudû içinde O'nun için na­maz kılan, O'nu tefekkür etmek için kalblerini Mâsivaullah'tan boşaltan, dille­rini Allah'ın zikriyle, bedenlerini O'nun azamet ve saltanatından duyulaca lezzetle meşgul eden müslümanları engelleyen şu müşriklerden daha zalim kim olabilir? denilmiştir.

d) Ebu Müslim şöyle demiştir: Bundan maksat, Hudeybiye senesinde Me­dine'den Mescid-i Haram'a gittiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mescid-i Ha-ram'dan men eden kimselerdir. Ebu Müslim bu görüşüne, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Onlardan inkâr eden ve sizi Mescid-i Haram'dan men edenler..." (Feth,25) ayetiyle:

''Onlar Mescid-i Haram 'dan men ediyortarken, Allah onlara niçin azâb etme­sin?" (Enfâl, 34) ayetini delil getirmiş, Allah'ın, "Ancak korkarak" buyurduğunu da Allah'ın peygamberin gücünü yüceltmesine ve kelimetullâhı üstün kılmasına hamletmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, münafıklar hakkında,

''Andolsun ki biz seni onlara musallat kılacağız; sonra da onlar seninle ancak az bir zaman komşu olabilirler. Lanetlenmiş olarak... Nerede ele geçirilirterse yakalanırlar ve Öldürüldükçe de öldürülürler" (Ahzâb, 60-61) buyurmuştur.

Bana göre bu hususta beşinci bir izah tarzı daha bulunmaktadır ki, bu nazmın gözetilmesi bakımından daha uygundur. O da, şöyle denilmesidir:

Kıble Ka'be'ye çevrilince, bu, yahudilere çok zor geldi. Bunun üzerine on­lar, insanları Ka'be'ye yönelerek namaz kilmaktan men etmeye yöneldiler. Öyle ki bazı kâfirleri Kabe'yi tahrip etmeye kışkırtmak suretiyle de, Kabe'yi tahrip etmek hususunda çaba harcamışlardır. Yine onlar, içinde kıbleye mütevecci­hen namaz kılmasınlar diye, Hz. Peygamber (s.a.s)'in mescidini tahribe de çalışmışlardır. Böylece Allahu Teâlâ onları bu konuda kınamış ve onların bu konudaki tutumlarının kötülüğünü beyan etmiştir. Bu açıklama, öncekinden daha uygundur. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu ayetten öncek: ayet erde yahudi ve hristiyanlartn fiillerinin çirkinliğinden bahsetmişti' Bu ayetten son­ra da onların fiillerinin çirkinliğini bildirmiştir. O halde bu tek ayeJe kastedilenin, müşıikterin Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mescid-i Haram'dan men etmeleri husu­sundaki kötü fiilleri olması nasıl uygun olabilir? Ayeti, hristiyanların Beyt-i Makdis'i tahrip etme çabalarına,-Ebu Bekr er-Razi'nin de izah ettiği gibi-, hamletmek zayıftır. Binaenaleyh, geriye ancak bizim dediğimiz kalır. [38]

 

Ayetin Mâkabliyle Münasebeti

 

Bu ayetin mâkabliyle ilgisi hususunda, bazı izahlar bulunmaktadır. Ayeti hristiyanlara ve Beyt-i Makdis'-in tahribine hamleden kimseler şöyle demişlerdir: Bu âyet kendinden öncekiyle, hristiyanların sadece ken­dilerinin cennet ehli olduklarını iddia etmeleri sebebiyle onlara, "Mescidleri tahrip etme işinde böylesine çalıştığınız halde nasıl olur da cennet size mah­sus olabilir?" denilmiş olması itibariyle irtibatlıdır.

Ayeti Mescid-i Haram'ın ve diğer mescidlerin tahrip edilmesine hamle­den kimselere gelince onlar şöyle demişlerdir: Müşrik Arapların zikri Cenâb-ı Hakk'ın, "ayetinde geçmişti. Burada, bü­tün kâfirlerin zikrîyle onların kınanmasının da geçmiş olduğu söylenmiştir. Böy­lece, zem ve kınama, bir kere yahudî ve hristiyanlara; bir başka kere de müş­riklere yöneltilmiştir. [39]

 

Maksad Sadece Kabe mi Yoksa Bûtün Mescidler midir?                    Başa Dön

 

Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi umum ifâde eder. Buna göre bazı alimler bununla bütün mescidlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bazıları da, bizim zikrettiğimiz Mescid-i Haram ve Mescid-i Haram'ın dı­şındaki  Mekke  mescidlerine  hamlederek  şöyle

demişlerdir: Hz. Ebu Bekr'İn Mekke'de.içinde Allah'a ibadet ettiği bir mescidi vardı.. Onlar, hicretten önce burayı tahrip etmişlerdi.

Alimler içinde, bu ifâdeyi sadece Mescid-i Haram'a verenler de vardır ki, bu Ebu Müslim'in görüşüdür. Çünkü Ebu Müslim, ayette geçen, keli­mesini Hudeybiye senesinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Mescid-İ Haram'dan men etmekle açıklamıştır. "Şayet, çoğul olan lâfzını, tek bir mescide ham­letmek nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki: bu hususuta bazı izahlar bulunmakladır;

1) Bu, tek bir salih kimseye eziyyet edene şu sözü söyleyen kimsenin, Salih kimselere eziyyet edenden daha zalim kim vardır?" sözüne benzer.

2) Mescid, secde edilen yer demektir. Buna göre Mescid-i Haram, te mescid değil, birçok mescid olmuş olur. [40]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ns:  mahallindedir. Alimler, bunda âmil olan kelime- -ne olduğu hususunda görüşler belirterek, etmişlerdir:

a) Bu, fiilinin ikinci mefûlüdür. Çünkü sen, fiiilini, "Onu şundan men ettim" diyerek iki mefûl olacak biçimde kullanabilirsin.

nun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: ( İsra 59) (isra. 94) ayetidir.

b) Ahfeş şöyle demiştir: Bu cümleden harf-i cerrinin hazfedilmiş alması caizdir. Sanki şöyle denilmiştir: mescidlerini, oralardan Allah 'm isminin zikredilmesinden men eden..

c) ifâdesinden bedel olmasıdır.

d) Zeccâc kendisinde fiili âmil olmak üzere, takdirin, "Kendilerinde Allah'ın isminin zikredilmesini istemeyerek, haşi; mayarak" mânasında olmasının caiz olduğunu da söylemiştir. [41]

 

Mescidi Tahrip Etmek İki Şekilde Olur

 

Mescidi tahrib etmeye çalışmak, şu iki sebepten olay olabilir:

a) Namaz kılanları, ibâdet edenleri ve oranın almış olan kimseleri, oralara girmeten men etmektir. İşte bu, mescidlerin bir bakırm tahribi olur.

b) Onları yıkmak ve tahrip etmek suretiyle olur.

Bir kimse şöyle diyemez: "Kendisinde tahrip olunma emareleri olmadan Beyt-i Haram'ı tahrip etmek manasına almak nasıl doğru olabilir?" Çünkü. p sanları orada dini ibadetlerini yerine getirmekten men etmek, bir baklma  tahrip etmek gibi olur. Ebu Bekr (r.a)'in, Mescid-i Haram'da namaz kıldığı b bölümü bulunduğu, hicret ettiği zaman Kureyş'in bunu tahrip ettiği de söy'er mistir. [42]

 

Altıncı Mesele      

 

Ayetin zahiri, bu fiitin zulüm çeşitlerinin en büyüğü olmasini iktiza eder. Bu, şöyle bir müşkil arzeder: Cenâb-ı Hakk'ın; (Muhakkak ki bir zulümdür" (Lokman, m buyurduğuna göre de şirk bir zulümdür. Şu kadar var ki, şirk bu fiilden daha büyük bir günahtır. Zina, adım öldürme de bu fiilden daha büyüktür. Bu müşkile şu şekilde cevap veririz: Bu mevzuda en ileri de­recede söylenecek söz şudur: Bu, kendisine tahsis girmiş olan umumi bir lâ­fızdır; dolayısıyla bu konu eleştirilemez. [43]

 

Mescide Korkarak Girme

 

Cenâb-ı Hakk'ın: "İşte banlara, bura­lara ancak korkarak girmeleri yaraşır" buyruğuna gelince, bil ki bu ayette bir­kaç mesele bulunmaktadır. [44]

 

Korkarak Mescide Girmek Hakkında Farklı Tefsirler                Başa Dön

 

Sözün zahirine göre, iman edip de mescidlerin tahribine çalışan kimselere, korkarak girmelerinin dışında, oralara girmek haram kılınmıştır.

Bunun herkes için umumi olduğunu söyleyenler ise,

bu korkunun tefsiri hususunda birkçok vecih zikretmişlerdir:

a) Onların mescidleri istilâ etmeleri ve mü'minleri mescidlerden men et­meleri şöyle dursun, mü'minlerin kendilerini kıskıvrak yakalamalarından gö­ğüs kafesleri tir tir titrtyerek girmeleri, uygun düşer. Buna göre mana, şayet kafirlerin zulmü ve isyanları olmasaydı, olması gereken ancak bu olurdu, şek­lindedir.

b) Bu, Allahu Teâlâ tarafından müslümanlar için, Allah'ın müslümanlan Mescid-i Haram'a ve diğer mescidlere hükümran kılacağını ve O'nun müşrik­lerden tek bir kimsenin dahi yakalanmadan, böylece azâb edilmekten veya müslüman olmazsa öldürülmekten korkarak girmesi durumu müstesna, on­lardan hiç kimsenin Mescid-i Haram'a giremiyeceğine ve onları zelil kılacağı­na dair, bir müjdedir. Allah bu va'adinin doğruluğunu tahakkuk ettirerek, onları Mescid-i Haram'a girmekten men etmiştir. Ve onlar hakkında, Hz. Ebu Bekr-in haccettiği yılda şöyle nida etmiştir: "Dikkat, bu yıldan sonra hiçbir müşrik Kabe'yi haccedemez!.." Hz. Peygamber (s.a.s), yahudilerin Arap yarımada­sından çıkartılmasını emretmiş, böylece ertesi yıl galip ve hâkim olarak ziya­ret etmiş ve hiçbir müşrik O'nun haccetmesine, Mescid-i Haram'a girmesine mani olamamıştır. İşte bu, Ebu Müslim'in "Mescidlerden men'"i müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'i Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan men etmele­rine hamletmesinin izah tarzıdır. Ebu Müslim, ayetteki "korku" yu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dâvasının hâkimiyetine ve müşriklerin Hz. Peygamber ve O'nun ümmetinden korkacak biçimde, Hz. Peygamber'in onlara galip gelme sine hamletmiştir.

c) Ayetteki korkunun, müşriklerin başına gelen hakirlik, cizye vererek ze­lil olmak ve zillet içinde bulunmak manasına hamledilmesidir.

d) Müşriklerin Mescid-i Haram'a girmeleri, hasımlaşmak, muhakeme edmek ve karşı deli! getirmek için girmek gibi, korku ihtiva eden bir halin dışır da, haram kılınmıştır. Çünkü bütün bunlar korkuyu ihtiva eder. Bunu delili ise ''Kendi aleyhlerinde küfre şahid oldukları halde, müşriklerin Allah 'm mescid-lerini imâr etmeleri uygun değildir" (Tevbe, 17) ayetidir..

e) Katâde ve Süddî "Allah'ın: Ancak korkar oldukları halde ifâdesi, hristiyanlar Beyt-i Makdis'e ancak korkarak girerler, orada bir hristi-yan bulunsa dövülerek eziyet edilir manasınadır" demişler. Bu te'vil kabule şayan değildir. Çünkü Beyt-i Makdis, zamanımızda hükümdar Salahaddin Eyyübî (rh.a) tarafından kurtartlıncaya kadar, yüz seneden daha fazla bir müd­detle, hiçbir müslümanın oraya korkmadan girme imkânı bulamayacağı bir şekilde, hristiyanların elinde kalmıştı.

f) Gerçi Cenâb-ı Allah 'in: "Onlar oralara ancak korkarak girerler" buyruğu, haber şeklinde bir ifâdedir, fakat bundan murad, onları oraya girmekten nehyetmek ve onları mescidlercten uzak tut-

maktır. Nitekim Hak Teâlâ, bu manada: Sizin, Allah'ın peygamberine ezâ vermeniz (doğru) değildir" (Ahzâb, 53) buyurmuştur.

Cenâb-ı Allah'ın: "Onlar için dünyada hizy vardır" ayetine gelince, alimler ayetteki "hizy" hakkında ihtilâf ederek, bazıları, "Mescidlerden menettikleri için onlara verilen zillet cezası vardır" demişler; diğer­leri ise, zimmîler için bu kelimeyi "cizye" diye, harbîler için ise "katledilmek" diye tefsir etmişlerdir. Bil ki bütün bunlar muhtemel manalardır. Çünkü "hizy" ancak ceza yerine geçen, rüsvaylık, hor ve hakir kılma şeklinde olur. Kendin­de hor ve hakir kılma manası bulunan herşey bu kelimenin muhtevasına da­hildir. Bu, onların küfürde ısrarlarını Allah'ın bir reddedişidir. Çünkü mevcud olan rüsvaylık, hizyin gerektirdiği durumu anlatmaya ihtiyaç bırakmaz.

"Büyük azab" a gelince, Allahu Teâlâ onu, son derece ileri bir mübalağa yerine geçecek bir şekilde tavsif etmiştir. Çünkü daha önce bahsedilen ve sı­fatları sayılan kimseler en büyük zulmü yapan kimselerdir. Binaenaleyh onla­rın büyük cezaya müstehak olacakları meydandadır. Bu ayette iki mesele vardır:

Birinci mesele mescidterin ahkâmı hakkındadır. Bu hususta birçok vecihler vardır: [45]

 

Mescidler Hakkındaki Hükümler Mescidlerin Fazileti Hakkındaki Ayet Ve Hadisler

              

 

Birincisi, mescidlerin fazi|etj hakkındadır. Mescidlerin faziletine Kuran, hadis, ve akıl delalet etmektedir.

Kur'an birçok delalet ayette buna delalet eder:

1) Alla h'u Teâlâ:"Mecidler Allah'ındır. Öyleyse Allah ile birlikte hiçbirşeye tapmayınız" (Cin, 18) buyurarak, sadece ona ait ol­duğunu ifâde eden lam-ı ihtisas ile, mescidleri kendi zatına izafe etmiş ve bu has oluşu, "Allah ile birlikte (oralarda) hiçbirşeye tapmayınız" buyruğu ile kuvvetlendirmiştir.

2) Cenâb-ı Hak: "Allah'ın mescfdlerinf ancak Allah 'a ve Ahiret Cünü'ne iman edenler imâr ederler" rrev-be, 18) buyurmak suretiyle mescidleri imâr etmeyi imanın bir delili kılmıştır. Hat­ta ayet zahiri ile, imanın sadece bu kimselere münhasır olduğunu göstermektedir. Çünkü ayetin başındaki uJ] (Ancak) kelimesi hasr içindir.

3) Allah Teâlâ, "O evlerde Allah' yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin vermiş (emretmiştir). On­lar buralarda sabah akşam O (Allah)'ı teşbih ederler" (Nür, 36) buyurmuştur.

4) Tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayette Cenâb-ı Allah:

"Allah 'in mescidlerinde, O 'nun adının anılmasını menedenlerden daha zâlim kim olabilir!..," buyurmuştur.

Bu ayetin zahiri, mescidleri harâb etmeye uğraşmanın, müşriklerin en kötü hali olduğunu gösterir. Çünkü, Cenâb-ı Allah, "Şirk hiç şüphesiz büyük zulümdür" (Lokman, 13) buyurduğu için, "Daha zâlim kim olabilir!" ifâdesi müşrikler için kullanılır. Mescidleri harab etmeye koşmak ftskın (günahın) en ile-derecesınue olunca, mescidleri imar etmeye, canlandırmaya koşmak ve gay-'ret e'menin de imânın en ileri derecesi olması gerekir. [46]

 

Mescidlerin Fazileti Hakkında Hadisler                Başa Dön

 

Mescidlerin faziletini gösteren hadislere geünce:

1) Buhârî ve Müslim Sahih'lerinde şunu rivayet etmişlerdir: Hz.Osman b. Affân (r.a) bir mescid (cami) yaptırmak istedi. Müslümanlar bunu hoş karşı­lamadılar ve bu işten vazgeçmesini istediler. Bunun üzerine o, "Hz. Peygam­ber (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum" dedi:

"Kim Allah İçin bir mescid blnâ ederse, Allah o kimse için o mescid şeklinde cennette bir bina yapar." Bir başka rivayette de, "Allah o kimse için cennette bir ev yapar."

2) Ebu Hureyre (r.a)'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.ş) şöyle bu­yurmuştur: 'Allah'a beldelerin en sevimli gelen yerleri oraların mescidteridir, en sevim-sizgelen yerleri ise oraların çarşılarıdır"[47]. Bil ki bu haber mescidlere sayg, duyma hususunda akli bir hikmete dikkat çekmektedir. Bunun izahı şöyledir Yerler ve zamanlar ancak Allah'ın zikri ile şeref kazanırlar. Buna göre mes­cid, Allah'ı zikretmenin bir mekânı olup, Allah'ın zikrinden gafil olan kimse bi­te oraya girdiğinde Allah'ı hatırla/. Çarşılar ise, bunun aksinedir. Zira oralar dünyaya yönelme yeri olup, Allah'tan gafil olmaya yöneltir ve Allah yolunda tefekkür etmekten uzaklaştırır. Öyle ki Allah'ı zikreden kimse bile çarşıya gir­diğinde Allah'ı hatırlamaktan gafil hale gelir. İşte bundan dolayı şüphesiz mes-cidler yerlerin en şereflisi, çarşılar ise en kıymetsizidir. [48]

 

Mescidlere Gitmenin Fazilet ve Sevabı

 

 İkincisi, mescidlere gitmenin fazileti hakkındadır. Ebu Hureyre (r.a)'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivaye: edilmiştir:     

"Kim evinde temizlenir ve Allah 'm farzlarından bir farzı yerine getirmek üze re, Allah'ın evlerinden birine giderse, onan her adımından biri bir günahır düşürür, diğeri ise derecesini yükseltir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir

2) Ebu Hureyre (r.a), Hz.Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Kim sabah akşam mescide devam ederse, Allah her gidip gelişinde onun için cennette bir makam hazırlar." Bu hadisi, Buhâri ve Müslim Sahih'lerinde zik­retmişlerdir.

3) Übeyy b. Kâb şöyle demiştir: Medineli müslümanlardan öyle bir adam biliyorum ki evi, mescide en uzak olan zat olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.s)'in arkasında cemaata devam eder, hiçbir namazı kaçırmazdı. Ona: "Sı­cakta ve karanlıkta binip geleceğin bir eşek satın alsan" denildi. O: "Allah'a yemin olsun ki evimin mescidin yanında olmasını istemem" dedi. Hz. Pey­gamber (s.a.s)'e bu durum haber verilince, ona bunu sordu. O adam da: "Be­nim izlerim, adımlarım, aileme gidip gelmem, hep amel defterime yazılsın diye böyle yapıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Umduğum herşey senin için olacaktır" buyurdu. Bu hadisi Müslim Sahih'inde nakletmiştir.

4) Câbir (r.a) şöyle buyurmuştur: "Mescidin yanında boş bir af«a vardı. Selameoğulları Mescid-i Nebi'nin yanına göçmeyi istediler. Bu durum Hz. Pey­gamber (s.a.s)'e ulaşınca, O, onlara: "Sizin mescidin yakınına gelmeyi dü­şündüğünüzü haber aldım?" diye sordu. Onlar da: "Evet biz bunu istemiştik" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ey Selameoğulları evinizi terketmeyin, zira mescide gelirken attığınız her adıma sevab yazılır" buyurmuştur. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Sa'id el-Hudrî (r.a)'den,

 "Hakikat ölüleri biz diriltiriz biz ve(onlann)önden yapıp gönderdikleri şeyleri ve eserlerini yazarız" (Yasin. 12) ayetinin bunlar hakkında nazil olduğu'[49] rivayet edilmiştir.

5) Ebu Musa el-Eş'arî (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"İnsanların namaz bakımından en fazla ecir alanları, camilere yol bakımından en uzakta olanlarıdır. Cemaatta namaz kılmak için namaz vaktini bekleyen kimsenin ecri namazını evde kılıp da yatıp uyuyan kimsenin ecrinden daha fazladır." Bu hadisi de hem Buharı, hem Müslim Sahihlerine almışlardır.

6) Ukbe b. Âmir el-Cühenî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İnsan temizlenip, namazı beklemek içffi mescide gittiği zaman, sevablanni yazan bir veya iki kâtib meleği mescide her adımına karşılık on iyilik yazar. Nescidde namazı beklerken oturan kimse, Allah 'a ibâdet etmekte olan kimse gibi kabui edilir. Bu kimse evinden çıkıp tekrar evine dönünceye kadar namaz kılmakta olan kimselerden yazılır."

7) Sa'id b. Müseyyeb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ensardan birisi­nin ölümü yaklaştı. Bunun üzerine o, ailesine: "Evde kimler var?" diye sordu. Onlar: "Senin çoluk çocuğun. Fakat kardeşlerin ve yanında oturup kalkanlar mesciddeler" dediler. Bunun üzerine o: "Beni kaldırınız" dedi. Orada bulu­nanlardan biri, onu kendisine yaslayarak kaldırdı. O iki gözünü açıp, orada bulunanlara selâm verdi. Onlar da adamın selamını alıp ona hayır duada bu­lundular. Bunun üzerine o adam: "Bugün Hz. Peygamber (s.a.s)'den duyup da daha önce Allah rızası için hiç kimseye söylemediğim bir hadisi size miras bırakıyorum, Bu hadisi söylerken de yine Allah rızası için söylüyorum. Hz. Pey­gamber (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:

"Kim evinde güzelce abdestini alır, sonra müslümanlarla birlikte namazı ce­maat halinde kılmak için mescide giderse, o sağ ayağını her kaldırışında Allah ona birsevab yazar, sol ayağını bastığında buna karşılık da, mescide gelince­ye kadar, bir günahını siler. İmamla birlikte namazını kılınca günahları bağış­lanmış olarak döner. Eğer o namazın bir kısmına yetişip bir kısmına yetişemezse de durum aynı olur.[50]

8) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini Ebu Hureyre (r.a) nakletmiştir:-

"Kim güzelce bir abdest alır, sonra mescide gider, insanları namazı bitirmiş

olarak bulursa, Allah ona o mescidde cemaatle namaz kılıp orada bulunanla­rın sevabının aynısını verir. Bu durum, onların sevablarından hiçbirşey eksiltmez.[51]

9) Ebu Hureyre (r.a), Hz. Peygamber {s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Dikkat edin. Size Allah 'm kendisi sebebiyle günahları affedip, dereceleri yük­selttiği şeyi haber vereyim mi?" Sahabe, "Evet, ya Resûlallah," dediler. O da şöyle buyurdu: "Zorluklara karşılık tastamam abdest almak, mescidlere çokça adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra diğerini beklemek, işte sizin nöbetiniz budur, işte sizin nöbetiniz budur "[52].Bu hadisi Müslim rivayet et­miştir.

10) Ebu Seleme b. Abdurrahman, Dâvûd b. Salih'e:

"Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın ve nöbet beklesin..." (Ali imran,200) ayetinin kim hakkında nazil olduğunu biliyor musun?" diye sordu, 0, "Hayır ey kardeşimin oğlu" cevabını verdi. Ebu Seleme şöyle dedi: Ebu Hureyre (r.a)'nin ,"Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında nöbet tutulan bir savaş yoktu, fa­kat bir namazdan sonra diğer namazı bekleme vardı" dediğini duydum.

11) Büreyde (r.ah), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Karanlıkta mescide yürüyen kimselere, kıyamet gününde tam nurları olacağım müjde­le"[53] Nehâ'î kendilerinin, karanlık gecede mescide gitmenin bu sevabı ge­rekli kıldığı görüşünde olduklarını söylemiştir.

12) Evzâ'î şöyle demiştir: Muhammed ashabının ve iyilik yolunda onlara tâbi olanların beş özelliğinden bahsedilirdi. Cemaata devam etmek, sünnete uymak, mescid yapmak, Kur'an okumak ve Allah yolunda cihad etmek."

13) Ebu Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Kim Allah için, ne/a/ malından Allah'a ibâdet edilen bir bina (cami) yaparsa, Allah da onun için cennette inci ve yakuttan bir bina yapar "[54]

14) Ebu Zer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir: Şayi "Kim Allah için bağırtlak kuşu folluğu kadar da olsa bir mescid bina ederse, Allah cennette ona bir ev yapar "[55]

15) Ebu Sa'id el-Hadri (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir:  "Bir adamın mescide gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini görürseniz, onun mü'min olduğuna şehâdet edi­niz "[56].Çünkü Allah Teâlâ: "Allah'ın mesddlerini ancak Allah'a ve ahtretgü­nüne inananlar imâr ederler" (Tevbe. 18) buyurmuştur.

16) Ashab-ı Kiram'ın bazılarının şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Mescidler Allah 'in evlendir. O mescitlerde Allah 'ı ziyaret eden kimselere Cenab-ı Allah mutlaka ikram eder."

17) Enes (r.a). Peygamberimiz (s.a.s) "Allah'ın evlerini imâr edenler, Allah'a ait evler (olan mesddlerin) sakinleridir" buyurduğunu rivayet etmiştir.

18) Enes (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'tn şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Verdekf/ere sanki azab etmeye karar veriyorum ama evlerimi imâr edenlere, Allah İçin birbirini sevenlere ve seher vakitlerin­de istiğfar edenlere baktığımda bundan vazgeçiyorum."

19) Enes (r.a), Peygamberimizin, Gökten bir büyük belâ indirildiği zaman, mescidleri imâr edenlerden (namaz­larını mescidlerde cemaatle kılan kimselerden) o belâ çevrilir" buyurduğuna rivayet etmiştir.

20) Selman (r.a), Ebu'd Derda (r.a)'ya mektubunda şöyle yazmıştır: "Ey kardeşim, kalacağın yer mescidler olsun. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in şunu dediğini duydum:"Mescidler, her müttakinin evidir. Allah, mescidleri evleri sayan kimselerin rahatlık, rahmet ve sırattan geçip Allah 'in rızasına ulaşmasına kefil olmuştur."

21) Sa'id b. Müseyyeb, Abdullah b. Selâm (r.a)'dan şunu nakletmiştir: "İnsanların mescidlerde birer makamı ve bu makamda beraber oturdukları me­lek arkadaşları vardır. Melekler onları yerlerinde bulamadıkları zaman, onları soruştururlar. Eğer hastalanmış iseler, onları ziyaret ederler. Eğer bir sıkıntı içinde iseler onlara yardım ederler."

22) Hasan el-Basrî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisini nakletmiştir: "İnsanlara, mescidlerindeki konuşmalarının dünya işleriyle ilgili olacağı bir zaman gelecektir ki siz onlarla oturmayınız. Allah 'm onlara ihtiya­cı yoktur."

23) Ebu Hureyre (r.a), Hz. Peygamber {s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nak­letmiştir:

Münafıkların kendisiyle tanındıkları alâmetleri vardır: Onların selamları la­net, yemekleri yağma, ganimetleri ihanettir. Onlar mescidlere ancak hemen geri gitmek için, namaza da sonunda gelirler. Ne ülfet ederler, ne ülfet olunur-iar. Onlar gece kötülük kurarlar, gündüz de böbürlene böbürlene dola­şırlar "[57]

24) Ebu Sâid el-Hudri ile Ebu Hureyre (r.a)'nin rivayet ettikleri hadiste. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Allah yedi kısım kimseyi kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı (kı­yamet) gününde gölgelendirir: Âdil devlet adamı, Allah'a ibâdetle büyüyen genç, mescidden çıktığı andan dönünceye kadar gönlü mescide bağlı kalan adam, Allah için birbirini seven ve Allah için bir araya gelip ayrılan iki kimse, hiç kimsenin olmadığı yerde Allah 'l anıp gözlen yaşla dolup taşan insan, gü­zel ve hoş bir kadın kendisini (zinaya) davet ettiği halde, "Ben Allah'dan korkarım" diyen adam ve sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka veren birkimse." Bu hadisi Buhâri ve Müslim Sahih'lerin-de rivayet etmişlerdir.

25) Ukbe b. Amir, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: "Mescide gitmek için evinden çıkan kimsenin her adımına mukabil sevap­larını yazan melek on iyilik yazar. Cemaatta namaz kılmak için mescidde bekleyen, sanki ibâdet etmekte olan insan gibidir. Bu kimse evine dönünceye kadar namaz kılmakta olan kimselerden sayılır."

26) Abdullah b. Mübarek, Hakim b. Züreyh b. el-Hakem'den şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir: Sa'id b. Müseyyeb'e babamın şöyle sorduğunu duydum: "Cenazede bulunmak mı daha çok hoşuna gider, mescidde oturmak mı?" O şöyle cevap verdi: "Cenaze namazı kılana bir kırat sevab vardır. Cenazeye kabre konuncaya kadar teşyîeden kimseye ise iki kırat sevab vardır. Mescid-lerde oturmak benim daha çok hoşuma gider. Çünkü sen orada Allah 7 fesi?? eder, tevhidi okur ve Allah'dan mağfiret dilersin." Melekler de: "Allah'ım, onun duasını kubul et ve onu bağışla" derler. Böyle yaparsan sen de, "Allah'ım, Sa'id b. Müseyyeb'i bağışla"de."[58]

 

Mescidleri Süslemek Hakkında Üçüncüsü, mescidleri süsleme konusundadır:                Başa Dön

 

1) İbn Abbas (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.Ben, mescidlerin yükseltilmesi ile emrolunma-dım "[59].Hadiste geçen teşyîd (yükseltme) den murad, binanın yüksek ya­pılmasıdır. Cenâb-ı Allah'ın,   "Yüksek burçlarda..." (Nisa,78) , yani "yüksek olarak yapılmış yerlerde" ayeti de bu manayadır.

2) Hz. Ömer (r.a), bir mescid yapmayı emretti ve mimara şöyle dedi: "İn­sanların yağmurdan koruyacak bir bina yap, kırmızı sarı renklerle onu süsle­mekten sakın. Yoksa o zaman insanlar fitneye düşer."

3) Hz. Osman (r.a), mescidde alçıdan yapılıp asılmış bir portakal gördü de onun kesilmesini (kırılmasını) emretti.

4)Ebu'd. Derdâ(ra), "Mushaflannızı süsleyip, mescidlerinizi tezyin etti­ğiniz zaman, helak olursunuz" demiştir.

5) Ebu Kılâbe, Enes b. Malik (r.a) ile erkenden Zaviye'ye[60] doğru çık­tık. Sabah namazı vakti girdi. Derken bir mescide rastladık. Hz. cnes (r.a): Keşke bu mescidde namaz kılsaydık" dedi. Bunun üzerine bazi kimseler, "Baş-. ka bir mescide gidelim" dediler. Enes (r.a): "Hangi mescide?" deyince, onlar "Yeni yapılan bir mescide.." dediler. Enes (r.a) ise, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmu dedi: "Ümmetimin mescidler hususunda birbirine öğündükieri halde, pek azı müs­tesna, (namaz kılarak) onları, imâr etmeyecekleri bir zaman gelecektir "[61]

 

Tahiyyetu'l-Mescid Namazı Hakkında

 

Dördüncüsü, Tahiyyetü'l-Mescid (mescide girince kılınması mendub olan iki rekâttık namaz) hakkındadır. Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Ka-tâde es-Sülemi'den rivayet edilen hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz, camiye girdiğinde, oturmadan önce iki rekat namaz kıtsın. '"Bil ki bu hüküm, Hasan el-Basri, Mekhûl, İmâm Şafiî, İmam Ahmed ve İshâk'ın mez­hebidir. Bazı âlimler, mescide girenin namaz kılmadan oturabileceğini söylemislerdir. Bu görüşe İbni Sîrin, Atâ b. Ebî Rebâh, Nehâi ve Katâde zâh: olmuşlardır. İmâm Malik, Sevrî ve Haneliler (Ashab-ı Rey) de bu görüştedr[62]

 

Beşincisi: Mescide Giren Kimsenin Ne Okuyacağı

 

Hz.Fatma (r.anha)'nın babasından (are) rivayet ettiği hadise göre, Hz.Pey-gamber (s.a.s) mescide girerken, Muhammed'e salat-u selam okuyup, "Ya Rabbi! Günahlarımı bağışlayı-bana rahmet kapılarını aç" der, çıkarken de yine Muhammed'e salat-u selarr okuduktan sonra  Rabbl, günahlarımı bağışlayıp, bana fazlının kapılarını aç" derdi.[63]

 

Altıncısı: Mescidde Namazı Beklemenin Sevap ve Fazileti

 

Altıncısı namazı beklemek için mescidlerde oturmanın fazileti hakkındadır.

1) Ebu Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'tn şöyle buyurduğunu nak-

letmiştir: "İçinizden herhangi biriniz, abdestii olarak devam ettiği müddetçe namaz kıl­dığı yerde oturup beklerse melekler onun için şöyle dua ederler: "Ya Rabbi, onu, ya Rabbi ona merhamet et"der [64]

2) Rivayet edildiğine göre Osman b. Maz'un (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek. "Kendimi hadım ettirmeme müsaade et" dedi. Hz.Peygamber (s.a.s): "Hadım eden ve kendisini hadım ettiren bizden değildir. Ümmetimin hadımlığı oruç tutmadır" buyurdu. Bunun üzerine Osman b. Maz'ûn: "Ya Resuiallah, ibadet için gezmem hususunda bana izin ver" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihâd etmeleridir" dedi. Bunun üzerine Osman (r.a), "Bana ruhbanlık hususunda müsaade et" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ümmetimin ruhbanlığı, cemaatle namazı beklemek için mescidlerde oturmaktır" buyurdu.[65]

 

Yedincisi: Mesciddlerde Alış-Veriş Yapma Mekruhtur                Başa Dön

 

Yedincisi mescidlerde alış-vertş yapmanın mekruh olduğu hakkındadır. Amr b. Şuayb'ın babası vasıtasıyla dedesinden (yani Abdullah b. Amr b. As1dan) rivayet ettiğine göre Hz.Peygamber (s.a.s), mescidlerde karşılıklı şiir söy­lemekten, alış-veriş etmekten, cum'a günü namazdan önce halka kurup oturmaktan nehyetmiştir. Bil ki ilim ehlinden bazıları mescidlerde alış veriş yapmayı mekruh görmüşlerdir. Bu görüş Ahmed b. Hambel, İshâk ve Atâ b. Yesâr benimsemiştir. Atâ b. Yesâr, mescidde birşeyler satan kimselere rastladığında şöyle dedi: "Dünya pazarlarına git, burası sadece âhiret pazarı­dır." Safim b. Abdullah b. Ömer b. el-Hattab (r.ah)'ın, Mescid-i Nebi'ye biti­şik "Bethâ" dediği geniş bir arsası vardı. Bu zat şöyle derdi: Şamata yapmak, şiir söylemek veya gürültü yapmak isteyen şu arsaya çıksın. Bil ki bizim riva­yet ettiğimiz hadis camide halka kurup oturmanın ve cuma günü namazdan önce ilim müzakere etmek için toplanmanın mekruh olduğuna delâlet eder. Allah'ı zikirle namazla meşgul olmak ve hutbeyi dinlemek ise mekruh değil­dir. Namazdan sonra bir araya gelip halka kurmakta bir beis yoktur.

Mescidde kaybettiği eşyasını sorup aramak ve zikir dışındaki hususlarda yüksek sesle konuşmak da mekruhtur. Ebu Hureyre (r.a) şöyle buyurmuştur: Mescidde yitiğini bulmak için arayıp soran kimseyi dinleyen, "Altah onu sana geri vermesin (onu bulamayasın!) Çünkü mescidler bunun için yapılmamıştır" desin.*

Yine Ebu Hureyre (r.a)'den, Hz. PeygamberıtS-a.sVin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mes-cidde birşey satan veya alan birisini gördüğünüzde, "Allah alış verişini kârlı kılmasın" deyiniz."[66]

Ebu Süleyman el-Hattabi (r.h) şöyle demiştir: "Buna, mescidin yapılış gayesine uygun olmayan, insanların muamele ve haklarıyla ilgili herşey girer?

Seleften bazıları, mescidde dilencilik yapmanın mekruh olduğunu söyle­mişlerdir. Bazı selef, mescide dadanan dilenciye sadaka verilmeyeceğini de söylemişlerdir.

Keza mescidlerde hadlerin (şer'î cezaların) uygulanması nehyedilmiştir. Hz. Ömer (r.a), had cezası gereken iki kimsenin mescidden çıkarılmasını söy­lemiştir. Hz. Ali(r.a)'nin de böyle söylediği rivayet edilmiştir.

Mu'az b. Cebel ise şöyle demiştir: "Mescidler beş şeyden uzak tutulmuş­tur: İçinde cezaların uygulanmasından, haraç alınmasından, şiirlerin okunma­sından, yitik eşyaların aranmasından ve çarşı pazar haline getirilmekten."

Seleften bazıları, mescidde hüküm vermede bir sakınca olmadığına kânî olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Aclân ile hanımı arasında mescidde mülâane[67] (lanetleşrne) yaptırmıştır. Hz. Ömer de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in minberinde mülâane yaptırmıştır.

Kadı Şureyh, Şa'bi ve Yahya b. Ya'mer mescidde hüküm vermişlerdir. Hasan Basrî ile Zürâre b. Evfâ mescidin dışındaki geniş alanda hüküm ve­rirlerdi.[68]

 

Sekizincisi: Mescidde Uyumanın, Tükürmenin Hükmü

 

Sekizincisi, mescidde uyuma hakkındadır. Sahihayn'da Abbâd b. Temim, amcasından, onun, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir ayağını diğerinin üzerine koy­duğu halde mescidde sırt üstü uzandığını gördüğünü rivayet etmiştir. İbni Şi-hab'dan da, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın aynı şeyi yapmış olduklarını söylediği rivayet edilmiştir. Bunda, evde müsaade edildiği gibi, mescidlerde de yasla­narak, bağdaş kurarak veya çeşitli istirahat şekillerinde oturmanın caiz oldu­ğuna delil vardır. Ancak yüz üstü yatmayı Resûlutlah (s.a.s) yasaklamış ve, "Bu, Allah'ın buğzettiği bir yatış şeklidir"[69] buyurmuştur. Nâfi'den rivayet edilmiştir ki Abdullah b. Ömer bekâr bir delikanlı iken Hz. Peygamber (s.a.s)'in mescidinde yatardı. Bazı alimler mescidde yakabileceğini söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas (r.ah) ise: "Mescidleri gece yatılacak veya öğle uy­kusuna yatılacak yerler haline getirmeyiniz" demiştir. [70]

 

Dokuzuncusu:Mescidlere Tükürmenin Mekruh Olduğu[71]

 

Enes (r.a),Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği hadise göre, O şöyle buyurmuştur: "Mescide tükürmek bir gü­nahtır, onun kefareti ise onu toprağa gömmektir.[72]

Buhari'nin Sahihinde Ebu Zer (r.a)'den rivayet edilgine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyur­muştur:

"Ümmetimin iyi kötü bütün amelleri bana gösterildi. Yolda yürüyene eziyet verecek şeylerin temizlenmesini, onların iyi amelleri arasında; mescidde tü-kürülüp de gömülmeyen balgamı da onların kötü amelleri arasında buldum" Diğer bir hadiste : "Mescld, derinin ateşte büzüldüğü gibir balgamdan dola­yı (adetâ) büzülür" buyurulmuştur. Bazı âlimler bu ifâdeden maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: O yerin mescid oluşu saygıyı gerektirir. Balgamı oraya tükürmek ise hakaret manasına gelir. Bu ikisi arasında zıtlık vardır. İşte bun­dan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) bu tezadı "büzülür" ifadesiyle anlatmıştır.

Diğer bazı alimler ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu sözle mescidde bulu­nan meleklerin durumunu anlattığını söylemişlerdir. Sahîhayn'da Hammam b. Münebbih'in şöyle dediği yer almıştır: "Bu, Ebû Hureyre'nin Resulullah'-dan bize rivayet ettiği şu şeydir:

"Sizden biri namaz kılmak için kalktığında önüne tükürmesin. Çünkü o cami­de olduğu müddetçe Allah'a münacaatta (ibâdette) bulunur. Sağına da tükür­mesin. Çünkü sağında bir melek vardır. Soluna veya ayaklarının altına tükürsün ve tükrüğünü toprağa gömsün." Enes (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in kıble ta­rafında bir balgam gördüğünü ve bunun çok ağırına gittiğini, hatta yüzünde bu hoşnudsuzluğunun belli olduğunu ve kalkıp eliyle o balgamı yok ettikten sonra:

"Sizden biri namaza kalktığında, o Rabbine münacaat halindedir. Bundan do­layı kıblenize tükürmeyin. Sol tarafınıza veya ayaklarınızın altına gelen yere tükürün" buyurduğunu sonra cübbesinin eteğini tutarak içine tükürdüğünü, sonra onu aralayıp, "Böyle yapsın" dediğini rivayet etmiştir. Bu hadisi Buhâ-rî Sahih'inde rivayet etmiştir.[73]

 

Onuncusu: Soğan Sarmısak Yiyen Kimsenin Mescide Girmesi                Başa Dön

 

Sahihi Buhari ve Müslim, Enes b. Ömer ve Câbir (r.ah)'den, Hz. Peygambber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

"Kim 6u kofcan bitkiden yerse, mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler insanların rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar." Cabir (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Kim soğan, sarmısak yerse, mescidimizden uzaklaşsm" dediğini; Hz .Peygamber (s.a.s)'e, içi sebze bulunan bir tencere getirildiğini, Peygamberimiz (s.a.s)'in onda bir koku hissettiğini ve onun ne olduğunu sorduğunda, baklagillerden bir sebze olduğunun haber verildiğini, bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s)'in buradakilerden birine verin' dediğini ve o kimseye: "Ye.Çünkü ben, senin huzurunda bulunamayacağın zatın (Allah'ın) huzurundayım" dediğini rivayet etmiştir. Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahih'lerinde zikretmişlerdir. [74]

 

Onbirincisi: Evlerdeki Mescidler Hakkında

 

Hişâm b. Urve'nin, babasından, onun da Hz.Aişe (r.anha)'den rivayet ettiğiine göre o şöyle demiştir: Hz, Peygamber (s.a.s) evlerde mescid yapmayı, oraları temiz-güzel tutmayı emretmiştir." Enes b. Malik (r.a) de şöyle demiş tir: Hz. Peygamber (s.a.s), ashabıyla birlikte mescidde iken bir bedevi Arab gelerek, mescidin bir kenarına bevletmiştir. Bunun üzerine Ashab ona, "Ha, hişt yapma" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s): "Bırakın ona manî olmayın" dedi ve bilahare o adamı çağırıp, "Bu mescidler abdest bozmaya, bevletmeye ve tuvalet gibi kullanılmaya uygun değildir. Bunlar ancak Kur'an okumak, Allah'ı zikretmek ve namaz kılmak içindir "[75] dedi ve sonra da bir kova su i tedi. Ashab onun bevlettiği yere o suyu dökerek orayı temizlediler. [76]

 

Gayr-i Miislimin Mescide Girmesinin Hükmü            

 

Fakîhler, kâfir bir kimsenin mescide girmesi hususunda ihtilâf ettiler. Ebu Hanife bunu mutlak olara caiz gördü, İmam Mâlik ise mutlak olarak gayr-i câiz gördü. Şafiî (r.a): "Kâfirin Mescid-i Haram'ave Harem mahalline girmesine mani olunur" dedi ve görüşüne birçok bakımdan delil getirdi:

Cenâb-ı Allah: 

"Müşrikler ancak pisliktirler. Bundan dolayı, bu senelerinden sonra onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevt», 28) buyurmuştur. İmâm Şafiî şöyle dedi: "Ayetteki Mescid-i Haram'dan murad harem mahallidir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Mescid-i Haram'dan bir gece kulu (Muhammed)'i gece yürüten (Allah) ne yü­cedir!" (isrâ i) buyurmuştur. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s)'i, Hz. Hatice (r.a)'nin evinden yürütmüştür. Binaenaleyh ayet "Mescid-i Haram'ırç hem sa­dece Mescid-i Haram manasına, hem de bütün Harem mevkii manasına gel­diğine delâlet etmektedir. Her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. Çün­kü ihtilâf her ikisi hususundadır.

Şayet: Bu yasaktan maksad sadece hac vaktidir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah, "Bu senelerinden sonra" buyurmuştur. Çünkü hac ancak se­nede bir kere yapılır denilirse, biz deriz ki: Bu görüş birkaç bakımdan zayıftır:

a) Bu, gereksiz yere ayetin zahirî manasını terketmektir.

b) Fıkıh Usûlü'nde de sabit olan kaideye göre bir hükmün bir vasfa da­yanması, o vasfın, hükmün illeti olduğunu gösterir. Bu ise, onların Mescid-i Haram'a yaklaşmalarına mâni olan şeyin, necis olmaları olduğunu gösterir. Bu da, onların, müşrik oldukları sürece Mescid-i Haram'dan uzak tutulmaları­nı gerektirir.

c) Eğer Allah Teâlâ, bu ayeti ile bu yasağın sadece hac mevsiminde ol­duğunu murâd etmiş olsaydı, haccın rükünlerinin çoğunun ifâ edildiği bir mın­tıkayı zikrederdi ki bu Arafat mıntıkasıdır.

d) Bundan muradın sadece hac mevsiminde Harem'e girme olmadığının

delili, sıkıntısından korkarsanız, Cenâb-ı Allah sizi yakında kendi fazlından zenginleştirecek" (Tevbe 28) ayetidir. Buna göre, Allah Teâlâ bununla, ticaret maksadıyla Harem'e girmeyi kastetmiştir.

2) Cenâb-ı Allah, “Onlar oralara ancak korka korka girerler" (Bakara, 114) buyurmuştur. Bu ifâde, onların Mescid-i Haram'a girme­melerini, fakat bu delilin ifâde ettiği hükme rağmen eğer girerlerse oradan çı­kartılmaktan korkmalarını gerektirmektedir. Şayet: "Bu ayet Beyt-i Makdîs'i tahrib eden veya Allah'ın Resulünü Ka'be'de İbâdet etmekten alıkoymuş olan kimselere mahsustur. Yine Allah 'in, "Onlar oraya ancak korka korka girerler" ayetinden maksad, oradan sadece çıkartılma korkusu değil, hem çıkartılma hem de cizye ödeme korkusudur" denilirse, biz deriz ki:

Birinci kısma cevabımız: "Allah'ın mescidlerinden meneden kimseden daha zâlim kim var" (Bakara. 114) hükmü umum ifâde etme bakımından zahirdir.-Bu sebeple bunu bazı durumlara tahsis et­mek zahirin hilâfına bir harekettir" diye cevab veririz. İkincisine ise: "Zahir olan Allah'ın, "Onlar oraya ancak korka korka girerler" sözü, bu korkunun ancak oraya girmeden dolayı meydana geleceğini gerektirir. Onların iddiası­na göre ise, korku Mescid-i Haram'a girmeden dolayı olmayıp, başka birşeyden dolayı meydana geliyor. Bu izahla onların sözü düşer" diye cevap veririz.

3) Allah Teâlâ, "Müşrikler, kendi küfürlerine bizzat kendileri şâhid ikenr Allah'ın mescidlerini imâr etmezler" (Tevbe, 17) buyurmuştur, Mescidleri imâr etmek iki türlü olur:

a) Onları yapıp tamir etmek;

b) Oralarda bulunup, oralara devam etmek. Nitekim, "Falanca, falanca mescidi imâr ediyor" denilir, bunun manası, "O, orada bulunuyor, oradan ayrılmıyor" demektir.

Hz. Peygamber (s.a.s) de "Bir insanın mescidlere gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini görürseniz, onun mü'min oliuguna şâhid olun" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak:

"Allah'm mescidlerini ancak Allah'a ve ahlret gününe imân edenler imâr ederler" (Tevbe, ıs> buyurmuş ve mescidlerde bulunmayı, oraları imâr etme (tamir, şenlendirme, yaşatma) diye kabul etmiştir.

4) Harem mahalline, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı şu duadan dolayı, saygı göstermek vacibtir: "Ey Al­lah'ım! Bu evin (Ka'be'nin) şerefini sayılmasını, tazimini ve mehabetini ar­tır. " Buna göre Harem'i küçük düşürecek şeylerden korumak vacibtir. Kâfir­lerin oraya girmesine müsaade etmek, Harem'i onların hakaretine sunmak demektir. Çünkü onların Harem hususundaki inançları bozuk olduğu için, ço­ğu kez ona değer vermez, onu kirletmeye ve pisletmeye cüret ederler.

5) Hak Teâlâ, "Evimi, onu tavaf edenler için fe-mizle" (Hac, 26) ifadesiyle, Beytullâh'ı temiz tutmayı emretmiştir. Halbuki müşrikler, Cenâb-ı Allah'ın "Müşrikler ancak pisliktirler" (Tevbe, 28) ifâdesinden do­layı pisliğin kendisidirler. Harem'i pislikten temizlemek ise vâcibtir. Buna göre kâfirleri oradan uzak tutmak da vâcibtir.

6) Biz cünübün mescide giremeyeceğinde icmâ ettik. Buna göre kâfirin öncelikle oraya girememesi gerekir. Fakat bu görüş İmâm-ı Malik'in mezhebi­nin gereğidir. Onun mezhebine göre kâfirler hiçbir mescide giremezler.

Ebu Hanife, (rh.a) kendi görüşüne bazı deliller getirmiştir:

1) Hz.Peygamber (s.a.s)'in, kendisine Yesrib heyeti geldiğinde, onları mes-cidde konaklattığı rivayet edilmiştir.

2) Hz.Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim Ebû Sufyan'ın evine girerse emniyettedir, kim Ka'be'ye girerse emni­yettedir. " Bu hadis, kâfirlerin Ka'be'ye girmelerinin mubah olduğunu gösterir.

3) Kâfirin diğer mescidlere girmesi caizdir. Müslümanlar gibi onun Mescid-i Haram'a girmesi de caizdir. Ebû Hanife'nin ilk iki hadisine şöyle diyerek ce­vap veririz: O iki rivayetin hükmü İslâm'ın ilk yılları için geçerlidir, bu âyetle neshedilmişlerdir. Ebû Hanife'nin yaptığı kıyasa da şu şekilde cevap veririz: Mescid-i Haram kadr-ü kıymet bakımından diğer mescidlerden yücedir. Böy­lece aradaki fark ortaya çıkmış olur. En doğrusunu Alfah bilir. [77]

 

"Doğu da, batı da Allah'ındır. Onun için nereye dönersen, Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe yok ki Allah vâsî ve hakkıyla bilicidir' (Bakara. 115).

 

Bil  ki bu ayette bazı mes'elefer vardır;

 

Bakara, 115 Âyetinin Nüzul Sebebi:                Başa Dön

 

Alimler bu âyetin sebeb-i nüzulü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Önemli olan husus şudur: Ekseri âlimer bu âyetin, namazla ilgili bir hadiseden dolayı nazil olduğunu iddia etmişlerdir.

Bazı âlimler ise bu âyetin, namazla ilgili olmayan bir hâdiseden dolayı nazil olduğunu iteri sürmüşlerdir.

Birinci görüş, şu iki bakımdan daha kuvvetlidir:

a) Bu, bütün sahabe ve tabiinden rivayet edilen görüştür. Selef-i Salihin'-in sözleri ise dinde hüccet kabul edilir.

b) Allah Teâlâ'mn: "Nereye dönersen/' sözünün zahiri, namazda kıble­ye yönelmeyi ifâde eder. İşte bu sebebten dolayı, Allah'ın: "Yüzlerinizi... çevirin" (Bakara. 144) âyetinden de ancak bu mâna anlaşılır. [78]

 

Âyetin Kıble Hakkında Olduğu Görüşü

 

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu görüşte olanlar da bir­kaç şekilde kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir:

1) Allah Teâlâ bu âyetle, mü'minlerin Beyt-i Makdis'e yönelmeyi bırakıp Ka'be'ye dönmelerini istemiştir. Böylece Hak Teâlâ, doğunun, batının ve bü­tün yön ile tarafların kendisinin mülkü ve yarattığı şeyler olduğunu beyân et­miştir. Binâenaleyh Allah'ın yönelmenizi emrettiği yer kıbledir. Çünkü kıble, zatından dolayı kıble olmamıştır. Aksine Allah onu kıble tayin ettiği için kıble olmuştur. Binaenaleyh eğer Altah Ka'be'yi kıble yapmış ise bunu kabul etmemezlik etmeyin. Zira Allah Teâlâ kullarını dilediği gibi yönetir. O, rahmeti ge­niş olan ve kullarının menfaatlerini daha iyi bilendir. Cenâb-ı Allah bu hususu, sanki ktblenin neshedilip bir taraftan diğer tarafa değiştirilebileceğini beyân etmek için zikretmiştir. Böylece bu âyet, Allah'ın kıbleyi değiştirme hususun­daki muradının bir mukaddimesi (hazırlaması) olmuş olur.

2) Kıble Beyt-i Makdis tarafından çevrilince, yahûdiler bunu hoş karşıla-mamışlardır. İşte bunun üzerine, yahûdilerin görüşünü reddetmek için bu âyet inmiştir. Bu, Abdullah b.Abbas (r.a)'tn görüşüdür. Bu âyet, aynen şu âyet gibi:

"De ki "Doğu da batı da Allah'ındır.  O dilediğini, -dosdoğru yoia hidayet eder" (Bakara, 142).

3) Ebû Müslim'in görüşüdür. Ona göre, yahûdi ve hristiyanlardan her bi­ri cennetin başkalarına değil kendilerine ait olduğunu iddia etmişler de bu­nun üzerine, Allah Teâlâ bu âyet ile onları reddetmiştir. Çünkü yahûdiler, Allah'ın oradaki kayanın üzerinden göğe yükseldiğine inandıkları için, kıble olarak ancak Beyt-i Makdis'e; hristiyanlar da, Allah'ın:

"Kîtap'ta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafta bir yere çekilmişti" (Meryem, i?)âyetinde de naklettiği gibi, Hz.İsâ (a.s) sadece doğuda doğduğu için kıble olarak o tarafa yönelmişlerdir. Buna göre bu iki din sahip­lerinden herbiri, mâbudlarının bir mekâna hulul ettiğine inanmışlardır. Mekâ­na hulul etmiş olan bir varlık ise, yaratıcı değil mahlûktur. Onlar Hafik ile mahlûku birbirinden ayıramazken, nasıl otur da cennet sırf kendilerinin olabilir?

4) Bir kısım âlimler şöyle demişlerdir: Allahu Teâlâ, bu âyet ile, istediği bir yöne yönelme hususunda insanları serbest bırakmak suretiyle, Beyt-i Mak-dis'e yönelmelerini neshetmiştir. Buna göre, müslümanların, namazda iste­dikleri yöne dönebilecekleri ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Hz.Peygamber (s.a.s)'in de dilediği bir yöne dönme imkânı olduğu halde O, yine Beyt-i Makdis'e dön­meyi tercih ediyordu. Sonra Allah Teâlâ, bu hususu da kıble olarak bizzat Ka'-be'yi tâyin etmekle neshetmiştir. Bu, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşüdür.

5) Âyetten maksad, Ka'be'yi görmekte olan kimselerdir. Buna göre, bu durumda olan kimsenin Ka'be'nin istediği yönüne dönmesi caizdir.

6) Abdullah b. Âmir b. Rebi'a'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Biz, Hz.Peygamber (s.a.s) ite birlikte, karanlık bir gecede, savaşta idik. Dolayısıy­la kıble yönünü tâyin edemedik. Bu sebeble, herbirimiz önüne rastlayan bir taşı kıblesi kabul etti. Sonra herbirimiz namazını kıldı. Sabah olunca kıbleye yönelmeden namaz kılmış olduğumu2u anladık. Durumu Hz.Peygamber (s.a.s)'e haber verince, Allah Teâlâ işte bu âyeti indirdi." Bu hadis, onların o esnada Ka'be'ye dönderilmiş olduklarını gösterir. Çünkü savaş Beyt-i Mak-dis'in kıble oluşu neshedildikten ve hicretten sonra farz kılınmıştır.

7) Âyet, bineğinin yöneldiği tarafa doğru, bineğinin üzerinde nafile namaz kılmakta olan yolcu hakkında nazil olmuştur. Sa'id b.Cübeyr'in İbn Ömer (ra)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Bu âyet, yolculukta bineği­nin istediği yöne dönen ve bineğin üzerinde namaz kılan kimse hakkında na­zil olmuştur.   Hz.Peygamber (s.a.s).   Mekke'den  döndüğünde,  bineğinin üzerinde, başı ile imâ ederek Medine'ye doğru nafile namaz kılmış idi." Buna göre "nereye yönelirseniz," âyetinin mânası, "yolculukta nafile namaz kılar­ken, yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. İstediğini­ze ulaşmış olursunuz. Şüphesiz Allah lütfü geniş ve zengin olandır. Bu hususta size ruhsat vermesi de onun fazlının geniş oluşundan ve zenginliğindendir. Bu gibi durumlarda, şayet o, kıbleye yönelmenizi farz kılsaydı, şu iki zarardan arkadaşlarınızdan ayrılmanız... Farz namazlar böyle değildir. Çünkü bunlar vakitleri belli ve sınırlı olan namazlardır. Buna göre onları edâ ederken, binek­lerinizden inmenizi ve farz namazlarda kıbleye yönelmenizi farz kılmak her­hangi bir güçlüğe götürmez. Nafile namazlar böyle değildir. Çünkü bunların vakti sınırlı değildir. Bu durumda kıbleye yönelmenizi teklif etmek bir güçlüğe götürür" demektir.

Eğer, "Bu görüşlerden hangisi doğruya daha yakındır?" denilirse, deriz ki: "Allah Teâlâ'nın, buyruğu bir muhayyerliği imâ eder. Muhayyer (serbest) bırakmak ise ancak iki hususta olur.

a) Binek üzerinde nafile namaz kılma hususunda;

b) Karanlık vb. sebeblerden dolayı, yolculukta kıbleyi tayin etmede icti-hâd etmek imkânsız olunca. Çünkü bu iki durumda, namaz kılan muhayyer olur. Bunların dışındaki hallerde ise muhayyerlik söz konusu değildir" Allah Teâlâ, bu âyetle mükellefleri istedikleri yöne dönmede serbest bırakmıştır.

"Müslümanlar Beyt-i Makdis'i şart olduğu için değil, efdal ve evlâ olduğu için, tercih etmişlerdir" diyenlerin görüşü, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Ka'be'ye döndürülmezden önce, Beyt-i Makdis'in şeriatta önemli bir mevkii olduğunda bir ihtilâf yoktur. Eğer durum bu görüşte olanların dediği gibi olsaydı, böyle bir şerefli mevkii olmamış olurdu. Yine şöyle denilmesi gerekirdi: Beyt-i Mak-dis, Ka'be'nin kıble olmasıyla neshedilmiştir. Bu delil, âyetin üçüncü ve dör­düncü görüşe hamledilmesini gerektirir. Âyeti birinci görüşe hamledenlerin ise şöyle demeleri gerekir: "Kıble değiştirilince, yahûdiler, hem Hz.Peygamber (s.a.s)'in hem de mü'minlerin daha önce Beyt-i Makdis'e yönelmiş olarak kıl­dıkları namazlar hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Allah Teâlâ da bu âyetle, o vakitte o kıbleye yönelmenin, bu vakitte ise Ka'be'ye yönelmenin doğ­ru olduğunu beyân ederek, onların bu iki kıbleden herbirine yönelişlerinin izinle olduğunu ve o yönde Allah'ın kıblesinin olduğunu açıklamıştır. Bu görüşte olan­lar, âyeti bu mânaya hamletmenin daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu her namaz kılanı içine alır. Âyet birinci görüşe hamledilirse umûmî olmaz. Çünkü o zaman, farzları değil, sadece nafile namazları ve mukim olanların namazını değil, husûsi bir durumda olan yolcuların namazını içine alır. Umû­mî bir lafzı, umûmî mânasına hamletmek mümkün olduğu zaman, böyle yap­mak onu tahsis etmekten daha uygundur.

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu te'vile göre, mutlaka birtakım kayıtar koymak gerekir. Bu da, âyetin tefsiri hususunda şöyle denilmesidir: "Emredildiğiniz yönlerden hangisine dönerseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır." Fa­kat böyle bir takdir, her halükârda gerekmektedir. Çünkü Hak Teâlâ'nın: "Kendi arzunuza göre nereye dönseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır" demesi imkânsız­dır. Öyle ise, bizim zikrettiğimiz takdirin mutlaka yapılması gerekir. Durum böyle olunca, muhayyer bırakma yolu ortadan kalkmış olur. Bunun bir benzeri de içimizden birisinin, birbirine bağlı birçok işleri çocuğuna emretmiş iken, ona yönelip, "Nasıl hareket edersen, rızama uymuş olursun" demesidir. Bu du­rumda, onun bu sözü, çocuğuna sıkıştırma veya serbest bırakma gibi, emret­tiği üslublara göre bir emir mânasında anlaşılır. Bu söz, mutlak muhayyer bırakma mânasına hamledilemez. İşte burada da böyledir. [79]

 

Namaz ve Kıble İle İlgili Olmadığı Görüşü                Başa Dön

 

İkinci görüş, bu âyetin namazın dışında bir hâdise sebebiyle nazil oldu­ğunu iddia edenlerin görüşüdür. Bunların da bazı izahları vardır.

a) Âyetin mânası şudur: Kendisinde ismimin anılmasına manî olmaları ve oraların harab edilmesine gayret etmeleri sebebiyle, mescidlerime engel ola­rak zâlim olan şu kimseler için şöyle şöyle cezalar vardır. Hem onlar benden ve benim hükümranlığımdan kaçarak nereye yönelirlerse yönelsinler, muhak­kak benim hükümranlığım onların yakasına yapışacak ve, benim kudretim onları aşacaktır. Ben onları bilirim, oldukları yer bana gizli değildir." 

Âyetin böyle anlaşılmasında, günahlardan sakındırma ve onları işleme­den insanları alıkoyma vardır. Allah Teâlâ'nın: "Hiç şüphesiz Allah vâsî ve âlimdir" buyruğu tıpkı,

"Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi ge­çin. Fakat bir kudret olmadıkça asla geçemezsiniz" (Rahman. 33) â.yeti gibidir. Bu­na göre âyetten maksad, Allah'ın ilminin genişliğidir. Bu da Allah'ın: “nerede olursanız olun, sizin yanınızdadır (Haoid. 4), "Üç kişinin  bir gizli konuşması  olsa,   muhakkak  O (Allah)  onların dördüncüsüdür" (Mücâdele, 7); "Ey Rabbimiz, sen herşeyt rahmetin ve ilminle kuşattın" (Mü'min, 7); ve, "O (Allah) herşeyi ilmen kuşattı" (Tâhâ, 98) âyetlerinin bir benzeridir. Yani Al­lah ilmiyle, idaresiyle, kuşatmasıyla ve herşeye üstün oluşu ile bütün varlıkla­rı kaplamıştır.

b) Katâde şöyle demiştir: Hz.Peygamber (s.a.s) buyurmuştur ki: "Karde­şiniz Necâşî Öldü. Onun için cenaze namazı kılın"[80] Ashab da: "Müslüman olmayan bir kimse için cenaze namazı mı kılalım?" dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

"Hakikaten Ehl-i Kîtab arasında Allah'a ve hem size hem de kendilerine indi­rilene, Allah a saygı göstererek inanan kimseler vardır. Onlar Allah 'm âyetle­rini verip az bir pahayı almazlar. îşte onlar öyledir. Onlara Rableri yanında ecirler vardır. Muhakkak ki Allah hesabı çabuk görendir" (aı-i imran. 199). Saha­be, "O, kıblenin dışındaki yönlere doğru namaz kılıyordu" dediler. O zaman da Hak Teâlâ, âyetini indirdi. Buna göre âyetin mânası, "Doğu, batı ve bunlar arasında ka­lan milletlerin yönelip namaz kıldıkları bütün yönler bana aittir. Bu nedenle kim yönünü benim rızamı kastederek, bana itaat niyetiyle, bu yönlerden han­gisine dönerse orada beni, yani sevabımı bulur" şeklindedir. Böylece bu izah tarzında, doğuya yönelmiş olarak ibâdet edip ölen Necâşî ve arkadaşları için bir mazeret kapısı açılmış olur. Bu, Allah Teâlâ'nın: "Allah sizin imânlarınızı, yani namazlarınızı boşa çıkarmaz" (Bakara, 143)âyeti gibidir.

c) "Bana duâedintduânızı kabul edeyim" {Mü’min, 60)

âyeti nazil olduğu zaman, insanlar, "Ona nerede duâ edelim?" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu Hasan el-Basri'nin, Mücâhid'in ve Dahhâk'ın görüşüdür.

d) Bu müslümanlara bir hitapdır. Mânası şöyledir: "Allah'ın mescidlerini tahrib edenlerin tahribi sizi, Allah'ın yeryüzünün neresinde olursanız olun, Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Çünkü doğu da, batı da, bütün yönler de Al­lah'ındır." Bu, Ali b.İsâ'nın görüşüdür.

e) Bazıları, bu âyetin, içtihadın şartlarını yerine getirerek, ister namaz is­ter başka bir hususta olsun, ictihad yapan kimseler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bundan murad, müctehid içtihadın şartlarına hâiz olarak bir hüküm ortaya koymuş ise, doğruya isabet etmiştir. [81]

 

İkinci Mesele

 

Eğer âyeti, "İstenilen herhangi bir yöne dönmenin caiz olduğuna delâlet ediyor" diye tefsir edersek, bu âyet mensûh olur. Eğer, "Kıble'nin Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye döndüğünü gösteriyor" diye tefsir edersek, bu durumda da âyet nâsih olur. Eğer bu iki şeklin dışında başka şekillerle açıklarsak, âyet ne nâsih ne mensûh olur. [82]

 

Üçüncü Mesele                     Başa Dön

 

Allah'ın, âyetindeki "lâm" harfi ihtisas (aidiyet, mülkiyet bildiren) lamıdır. Yani, "Al­lah doğu ve batının yaratıcısı ve sahibidir" demek­tir. Bu, doğunun ve iki batının Rabbidir" {Rahman, in). ve, "Doğuların ve batıların Rabbitne (yemin ederim)" (Meânc, 40); ve, "Doğu ve batının Rabbi" {Müzzemmil, 9) âyetleri gibidir. Hem sonra Hak Teâlâ, bu iki yönü zikretmekle ikisi arasında yer alan bütün mahlûkata işaret etmiş­tir. Nitekim O şöyle buyurmuştur:

"Sonra göğe yöneldi. O gök bir duman halinde idi. Ona ve yeryüzüne: "İki­niz ister isteyerek, ister kerhen gelin" buyurdu. Onlar da isteyerek geldik" dediler" (Fussliet, 11). [83]

 

Ayeti Yanlış Anlayan Mücessimeyi Red           

 

Âyet, tecsimi (Allah'tn cisim olduğu iddiasını) nefyetmeye, tenzihi isbât etmeye delâlet eden en güçlü delillerdendir. Bunun izahı iki bakımdandır:

a) Allah Teala, “Doğu ve batı Allaha aittir” buyurmu ve böylece bu iki yönün mülkü olduğunu açık­lamıştır. Bu böyledir, çünkü, yön, vehimde uzunluğuna, enine ve derinliğine uzayıp giden bir şeydir. Böyle olan her şey bölünmeye müsaittir. Bölünen şey ise, parçalardan meydana getirilmiş şey demektir. Bu durumda olan her şe­yin mutlaka bir yaratıcısı ve mucidi vardır. Bu delil, bütün cihetler için geçerli­dir. Bütün cihetlerden, altı, üstü de kastediyorum. Böylece Hak Teâlâ'nın bütün yönlerin (cihetlerin) yaratıcısı olduğu ortaya çıkmış olur. Yaratan, şüphesiz ya­ratılanlardan öncedir. Buna göre Hak Teâlâ, âlemi yaratmadan önce de yön­lerden ve mekânlardan münezzeh idi. Binaenaleyh hakikatlerin ve mahiyetlerin değişmesi mümkün olmadığj için, Aliah Teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra da önceki haliyle kalmış olması gerekir.

b) Hak Teâlâ, "Her nereye dönerseniz, Allah 'm yüzü (kıblesi) oradadır" buyurmuştur. Eğer O, cisim olsaydı ve cisimden bir yüzü bulunsaydı, şüphesiz ki yüzü belli bir tarafta ve yönde bulunurdu. Bu durumda da, "Her nereye dönerseniz, Allah'­ın yüzü oradadır" ifadesi doğru olmazdı. Allah Teâlâ, açıkça bunu ifâde etti­ğine göre, O'nun cisim olmaktan münezzeh olduğunu anlamış olduk.

Hasmımız bu âyeti iki bakımdan delil getirmiştir:

1) Âyet, Allah'ın yüzünün olduğunu gösteriyor. Yüz ise ancak cisim olan kimselerde bulunur.

2) Allah Teâlâ, kendisinin vâsî (geniş) olduğunu bildirmiştir. Genişlik ise cisimlere âit sıfatlardır.

Hasmımızın birinci deliline şu şekilde cevap veririz: Yüz, aslında her ne-kadar belli bir uzuv mânasına ise de, biz, şayet burada bu kelimeyi bir uzuv oradadır" beyanının yalan olmuş olacağını açıklamıştık. Çünkü yüz, eğer do­ğu tarafına yönelik olsa, aynı anda batıya da yönelik olması imkânsızdır. Bu sebeple burada mutlaka bir te'vil yapmak gerekir. Bu te'vil de bir kaç şekilde olabilir:

a) "Vechu'llah" (Allah'ın yüzü) izafet terkibindeki tamlama, "Beytu'llah (Allah'ın evi) ve Nakatu'llah (Allah'ın devesi) izafetle rinde ki gibidir. Bu tamlamanın mânası, Allah'ın onları yaratmasını ve icâd etmesini bir şeref verme üs­lubuyla bildirmektir. Bu sebeple Allah'ın, "Allah'ın yüzü oradadır" buyruğu, "Sizin kendisine yöneldiğiniz Allah'ın zâtı oradadır" manasınadır. Çünkü do­ğu ve batı tamamıyla Allah'a aittir. Kıble, ancak Allah onu kıble olarak tayin ettiği için kıble sayılmıştır. Buna göre, yaratma ve icâd etme yoluyla Allah'a nisbet edilen, Ailah'ın tâyin ve tesbit ettiği âlemin herhangi bir yönü kıbledir.

b) "Vecih" (yüz) den murad, kast ve niyettir. Nitekim Şâir:

"Sayamadığım günahlardan Allah'a istiğmr ederim. O, niyetler ve ameller sa­dece kendisine yapılan ve kulların Rabbi olandır" demiştir.

Bu âyetin bir benzeri de: "Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim (yani Ona yöneldim.) (En'am, 79) âyetidir.

c) "Vech" den maksad, Allah'ın rızasıdır. Bunun bir benzeri de:

"Biz ancak Allah'ın yüzü için (rızası için) sizi doyuruyoruz" (İnsan, 9); yüzünden başka, yani Allah'ın rızası için yapılandan başka, hersey yok olacaktır" (Kasas, ee) âyet­leridir. Bu ikisi arasındaki benzeme yönü şudur: Bir insana gitmek isteyen kim­se, şüphesiz onun yüzüne ve önüne doğru yaklaşır. Bir kimsenin rızasını elde etmek isteyen kimse de böyle yapar. Çünkü onun rızasına yaklaşmak ister. İşte bu sebepten ötürü birisinin rızasını istemek, "onun yüzünü istemekle" ifâde edilmiştir.

d) "Vech" kelimesi, Allah'ın , ifâdesinde olduğu gi­bi, zâiddir (mânada etkisi yoktur). İnsanlar, başka bir mâna murad etmedikle­ri halde, "Bu işin vechi şudur" derler. Bu sözle onlar, "Burada şu kastedilmiştir" demek istemişlerdir. Bil ki bu açıklama lügat bakımından doğ­rudur. Fakat burada sözün devamı var. Çünkü böyle diyen kimseye, Allah'a mekân isbât etmek caiz olmadığı halde, "Allah'ın yüzü (ora­dadır)" âyetinin mânası nedir?" denilir. Bu sebeple, "Bundan murad şudur" diye, âyeti te'vil etmek gerekir. "Allah'ın yüzü oradadır" ifâdesinin mânası, kendisine dönülüp Allah 'a ibadet edilen kıble oradadır; veya Allah 'm rahme­ti, nimeti, mükafaahnı ve masını elde etmenin yolu oradadır" şeklindedir."

Hasmın ikinci deliline de şu şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ, kendi­sinin "Vâsî" (geniş) olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu sözü zahirî mâna­sında almak imkânsızdır. Aksi halde, Allah'ın, parçalanması, cüzlerine ayrılması gerekir. Böylece de bir yaratıcıya muhtaç olmuş olur. Bu kelimeyi zahirine ham-letmeyip, aksine mutlaka Allah'ın kudreti ve mülkünün genişliği mânasına; veya rahmet ve mağfiretinin genişliğine, yahut da kulları,rızasını elde edebilsinler diye kullarının faydasına olan şeyleri beyan etmesi hususundaki lütfunun ge­nişliği mânasına alınması gerekir. Bu izah, söze daha uygun gelmektedir.

Bu kelimeyi Allah'ın ilminin genişliğine hamletmek caiz değildir. Aksi hal­de "vâsî" sıfatından sonra, ayette "âlim" sıfatının zikredilmiş olması, lüzum­suz bir tekrar olurdu. HakTeâlâ'nm bu âyette "âlim" sıfatını getirmesi, namaz kılan kimseye Allah Teâlâ'nın gizli ve aşikâr herşeyi bildiğini, Allah'a hiçbirşe-yin gizli kalmadığını düşünmesi itibarıyla tefritten kaçınsın diye bir tehdid gibi­dir. Böylece, namaz kılan kimse gaflet etmekten sakınır. (vâsi'un atîm) ifâdesinin, "şartlarına uyarak namaz kılan kimseye mükafâatını; namaz kılmayan kimseye de cezasını tastamam verme hususunda Allah'ın kudreti geniştir" mânasına olması da muhtemeldir. [84]

 

Beşinci Mesele      

 

Birisi geldiğinde veya gittiğinde,fiili kullanılır. Bu kelime hem gelmek hem de gitmek mânasına

geldiği için "ezdâd" dandır. Bu âyette, bu kelime "yönelmek, gelmek" mânasına kullanılmıştır. Hasan el-Basri, "tevelli" masdarından olmak üzere, "te" harfini fetha ile okuyarak, "Nerede, kıbleye yö­nelirseniz " mânasını murad ederek kelimeyi, şeklinde okumuştur. [85]

 

Allah'a Çocuk İsnad Eden İnançlar ve Tenkidi                Başa Dön

 

"Onlar (yahûdi ve hristly'anlar), "Allah kendine çocuk edindi" dediler. Allah (bu gibi şeylerden) münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, hepsi O'nun emrine amadedir. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeye hükmettiği zaman, ona ancak "o!" der, o da oluverir" (Bakara, 116-117) .

Âyette bahsedilen söz, yahûdi, hristiyan va müşriklerin kötü fiillerinden onuncusudur. Yine bil ki, Hak Teâlâ'nın, âyetinin zahirî mânası, "Allah’ın mesdcidlerinden menedenden daha zalim kim vardır" (Bakara, mjâyetiyle ilgilidir. Bazı âlimlerin bu sözü sadece hristiyanlara, bazısının ise, sadece müşrik Araplara ait saydıkla­rını zikretmiştik. Biz ise bu sözün sadece yahûdilere ait olduğunu söylemiştik. Bu üç grup kâfir de Allah'ın çocukları olduğunu iddia etmişlerdir. Çünkü ya-hûdiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" (Tevbe, 30); hristiyanlar, "İsâ Allah'ın oğludur" (Tevbe.ao), müşrik Araplar İse, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demişlerdir. Bu se-beble, şüphesiz bütün bu takdirlere göre, âyette onlardan bu sözü nakletmek doğru olmuştur. İbn Abbas (r.a), bu âyetin Kâb b.Eşref, Kâb b.Esed ve Vehb b.Yahûdâ hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü bu üçü, Üzeyr (a.s)'in Allah'ın oğlu olduğuna inanıyorlardı.

Allah Teâlâ'nın, "Allah (bu gibi şeylerden) münezzehtir" ibaresine gelince, bu Allah'ın kendisi onların söylediği sözlerden tenzih ettiği, ve ten­zihi ifâde eden bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyette: "Allah, kendisinin çocuğu olmaktan münezzehtir" (Nisa, 171) buyurmuştur. Allah bir keresinde bunu açıkça ifâde et­miş, bir başka kere ise, orada o mânayı gösteren karineler bulunduğu için kı­saca, "O, münezzehtir" buyurmuştur. Bu tenzihe, Hak Teâlâ'nın: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" esasını delil getirmiştir. Kâfirlerin bu husustaki itikadlannın yanlışlı­ğına bu âyetle birçok bakımdan delil getirilmiştir:

1) Vacibu'l-Vücud olan (Allah'ın) dışında kalan bütün varlıklar, lî-zâtihî mümkin (zatı gereği mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olan varlıklar ise sonra­dan yaratılmıştır. Sonradan yaratılmış olanlar Vacibu't-Vücûd'un mahlûkudur­lar. Mahlûk olan ise Vâcibu'l-Vücûd'un çocuğu olamaz.

Vâcibu'l-Vücûd'un dışında kalanların , zatı gereği mümkin varlıklar oluşu şöyle izah edilir:

Eğer zatları gereği vâcib olan (Vâcibu'l-Vücûd) iki varlık bulunmuş olsay­dı, bunlar şüphesiz varlıklarının vâcib olması bakımından müşterek olur, ve herbiri diğerinden kendilerine mahsûs olan özelliklerle ayrılmış olurdu. Müş­terek olan hususiyetleri, birini diğerinden ayıran hususiyetlerden başkadır. Bu iki varlıktan herbirinin iki parçadan meydana gelmiş olması gerekir. Par­çalardan meydana gelen her bütün, parçalarının herbirine muhtaçtır. Parçalardan herbiri ise, bütünden başkadır. O halde her mürekkeb (bütün) başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise zâtı gereği mümkin olan varlıklardır. Bi­naenaleyh zâtı gereği vâcib sayılan bu iki varlıktan herbiri aslında zâtı gereği mümkin varlıktırlar. Bu ise hulf (tenakuz) dur.

Sonra biz diyoruz ki: Eğer bu iki parçadan herbiri vâcib olur ise, bu hu­susta geçen taksim geri döner, ve bu o varlığın sayısız parçalardan meydana geldiği neticesine bizi götürür ki bu da imkânsızdır. Bunun imkânsız olmadığı­nı kabul edersek maksad hâsıl olur. Çünkü her çoklukta fertler bulunur. Bu fertler zatları gereği vâcib olurlarsa, yukarıda anlatıldığı gibi, mürekkeb (bü­tün) olurlar. Buna göre basit de mürekkeb olur. Bu da hulf (tenakuz) dur. Eğer bu fertler (parçalar) mümkin olurlarsa, bu fertlere muhtaç olan bütün (mürek­keb) de, öncelikle mümkin olur. Böylece bu aklî delil ile Vâcibu'l-Vücûd olanın dışındaki bütün varlıkların zatları gereği mümkin oldukları ortaya çıkmış olur. Zatları gereği mümkin olan her varlık, bir yaratıcıya muhtaçtır.

Bu mümkin varlıkta yaratıcı olan varlığın tesiri, ya bu mümkin varlık he­nüz yok iken olur veya meydana geldiğinde olur. Eğer birinci ihtimal söz ko­nusu olursa, bu mümkin varlık muhdes (sonradan olma)dır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu varlığın müessir (yaratıcı) varlığa muhtaç oluşu ya var­lığını sürdürürken veya meydana gelirken olur. Birincisi imkânsızdır. Çünkü bu var olanın yeniden yaratılmasını gerektirir. Böylece ikinci ihtimal kesinleş­miş olur ki, bu da o mümkin varlığın sonradan yaratılmış (muhdes) olmasını gerektirir.

Böylece Allah'dan başka her şeyin, daha önce yok olduğu halde sonra­dan var olan (muhdes) bir varlık olduğu, varlığının ise ancak Allah Teâlâ'nın yaratması, yoktan var etmesi ve icâd etmesiyle meydana geldiği ortaya çık­mış olur. Bu sebeble, Allah dışındaki bütün varlıkların Allah'ın mülkü ve kulu olduğu anlaşılır. İşte bundan dolayı da O'nun dışındaki varlıkların O'nun ço­cuğu olması imkansız olur.

Bu aklî delili biz, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan elde ettik. Yani, mülkü, mahlûku, icâd ettiği şey ve yoktan yarat­tığı şey olması bakımından Allah'ın dışındaki herşey O'na aittir.

2) Allah'a çocuğu olarak nisbet edilen bu şey, ya kadîm (ezelî)dir veyahut muhdes (sonradan yaratıl m ış)tir. Eğer o ezelî olursa, ezelî olan şeylerden biri­ne "çocuk", diğerine "baba" dememiz, aksini söylememizden daha uygun olmaz. Bu sebeple, bu şekilde söylenecek söz, delile dayanmayan bir hüküm olur. Eğer çocuk muhdes olursa, o zaman bu çocuk o kadîm zatın ancak mah­lûku ve kulu olur. Bu sebeble de O'nun çocuğu olmaz.

3) Çocuğun babanın cinsinden olması gerekir. Eğer biz Allah'ın bir çocu­ğu olduğunu farzetsek, bu çocuk bazı bakımlardan Allah'a benzer, bazı ba­kımlardan da ondan ayrı olması gerekir. Böyle birşey de onların herbirinin hem mürekkeb hem de muhdes olmasını gerektirir. Bu ise imkânsızdır. Bu neden­le Allah ile onun için farzedeceğimiz çocuğun aynı cinsten olması imkânsız­dır. O halde Allah'ın çocuğunun bulunması imkânsızdır.

4) Çocuk, babanın kendi işlerini yerine getirmede âciz kaldığı durumlar­da, onun yardımı umulduğu ve yaşlılıkta kendisine ihtiyaç duyulacağı için is­tenir. Buna göre, çocuk yapmak ancak kendisine fakirlik, acizlik ve ihtiyaç arız olacak kimseler için düşünülür. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak için muhal olunca, Allah'ın çocuk edinmesi de muhal olur.

Bil ki Hak Teâlâ, kendisine çocuk nisbet eden kimselerin sözlerini birçok ye.çde nakletmiş ve onlara karşı şu delili getirmiştir: "Yerde ve göklerde mev-cuâ olan herkes Allah'ın kuludur."

Yine Allah, "Birşeyin olmasına hükmettiği zaman O, ona sadece "ol" der, o da ohrverir" esasını delil getirmiştir. Hak Teâlâ, M«ryem sûresinde:

"İşte hakkında şek (ve ihtilâf) etmekte oldukları Meryem oğlu İsâ Hak sözün­de budur. Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. O bir İşin (olmasını) isteyince ona "ol" der, o da oluverir" (Meryem, 35-36) buyurmuş­tur. Yine bu sûrenin sonunda:

' 'Dediler ki: Rahman bir evlâd edindi.'' Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söy­lediniz. Onlar o Rahman (olan Allah'a) bir evlâd iddia ettiler diyer bu sözden neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp çökecekti. Halbuki Rahman 'm bir evlâd edinmesi asla uygun değildir. Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, O Rahmana mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 89-94) buyurmuştur.

Eğer, 'Allah'ın, konumuz olan âyette göklerde ve yerde olan herşeyin mâ­liki olduğuna; Meryem sûresinde: "Göklerde ve yerde olan herkes istisnası O Rahman'a mutlaka kul olarak gelecektir" buyurduğu gibi, göklerde ve yer­de olan kimselere mâlik olduğuna delil getirmesindeki hikmet nedir?" denilir­se, biz deriz ki Allah Teâlâ'nın bu sûrede: "Ak­sine göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır" buyurması daha mantdârc-Çünkü, U kelimesi canlı cansız herşeyi içine alır. [86]

 

Kunut Kelimesinin Mânaları             Başa Dön

 

Allah Teâlâ'mn, "Hepsi ona itaat eder" âyeti ile ilgili bir­kaç mesele vardır:

"Kunût" masdarıntn asıl mânası "devam etmek'tir. Bu kelime dört mânada kullanılmıştır:

a) Taat mânasında...Meselâ: "Ey Meryem, Habblne itaat et" (Al-i imran, 43) âyetinde oluğu gibi.

b) Uzun müddet kıyamda (ayakta) durmak mânasında... Meselâ, Hz.Peygamber (s.a.s)'e: "Hangi namaz daha efdaldir?" diye sorulduğunda O'nun, "Kunuta uzun olan"[87] cevabını vermesi gibi.

c)  Susmak mânasına.. Nitekim Zeyd b. Erkam (r.a.), Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın (divanında) tam huşu ile (sessiz olarak) durun" (Bakara, 238)âyeti nazil oluncaya kadar biz namazda konuşurduk. Bu na­zil olunca artık konuşmadık.

d)  Devam etmek mânasına..

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki bazı müfessirler, âyetini, "Yerde ve gökte olan herşey Allah'a boyun eğip itaat ediyor" diye tef­sir etmişlerdir. Buna göre, lâfzındakitenvin, muzafun ileyhden bedel ola­rak gelmiştir. Bu Mücâhid ve İbn Abbas'ın görüşüdür. Buna göre bu kâfirler için, "Onlar itaat edici kimseler değiller" denilmiş olmaktadır. Bu durumda da diğer görüşte olanlar âyetin mânasının, "Kâfirler kıyamet gününde itaat eder­ler " şeklînde olacağını söylerler. Bu sonraki de Süddi'nin görüşüdür. Buna göre o şekilde tefsîr edenlere: "Bu, mükelleflerin sıfatıdır. Halbuki, 'Gökler­de olan herşey O'nundur" ifâdesi mükellef olmayan varlıkları içine almaktadır" denilince, bu durumda rnüfessirler "kunût" kelimesine başka mânalar ver­me cihetine gitmişlerdir:

a) "Yerde ve göklerde bulunan Allah'ın sanatının eserleri, bu varlıkların sonradan olma emareleri ve Allah'ın Rab olduğuna delil olan şeylerden dola­yı, yer ve gökler bir yüce yaratıcının var olduğuna şehâdet ediyorlar."

b) "Yerde ve göklerdeki herşey Allah'ın mülkünde ve O'nun ezici kudreti altındadır. O, onlar üzerinde dilediği gibi tasarruf eder." Bu Ebu Müslim'in görüşüdür. Her iki izaha göre de âyet umûmîdir.

c) "Allah, bu ifadesiyle melekleri Üzeyr (a.s)'i ve Hz.İsâ (a.s)'yı kastet­miştir. Yani, "Kendilerine Allah'ın çocukları denilen bu varlıklar, Allah'a itaat etmektedirler" demektir. Hz. Ali b.Ebi Tâlib (r.a)'in bir hristiyana şöyle dediği nakledilmiştir. "Şayet Hz. İsâ, Allah'a ibâdet etmekte isyan etmemiş olsaydı, ben onun dininde olurdum". O, hristiyan: "Hz.İsâ Allah'a itaatte son derece ciddi olduğu halde böyle birşey, onun hakkında nasıl söylenebilir?" deyince, Hz.Ali (r.a) şu cevabı vermiştir: "Eğer Hz.İsâ İlâh ise, kendisinden başkasına nasıl itaat eder. İbadet etmek ancak kula yakışır." Hristiyan cevab veremedi. [88]

 

İkinci Mesele

 

"Kunût", lügatte "devam etmek" mânasını ifâde ettiğine göre, âyetin mânası şöyle olur: "Mümkin olan varlıkların bekası, ancak Cenâb-ı Allah saye­sinde ve O'ndan dolayıdır." Bu da âlemin devam etmesi ve hayatiyyetini sür­dürmesi için Hak Teâlâ'ya muhtaç olmasını gerektirir. Böylece mümkin var­lıkların ne meydana gelirlerken, ne de varlıklarını sürdürürlerken bir müessire olan ihtiyaçlarının kesilmeyeceği sabit olur. [89]

 

Üçüncü Mesele   

 

Burada kelime, şeklinde, akıl sahiplerini gösteren bir cemî olarak getirilmesine rağmen aynı âyette, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılan, niçin getirilmiştir? denilebilir. Cevab: Burada değil de, getirilmesi, onların durumlarını tahkir etmek içindir. [90]

 

Allah, Göklerin ve Yerin Yaratıcısıdır

 

Allah Teâlâ'nın: "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır " âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: [91]

 

Bedî İsminin Mânası              

 

Bedî ve mübdî aynı mânaya gelir. Kaffâl, kelimesinin (elem verici); kelimesinin (hakkıyla yapan) mânasına gelmesi de (yaratan) manasınadır. Fakat nor­mal şekil olan, bırakılıp, (Bedî) sıfatına geçildiği için bir müba­lağa manası vardır. Çünkü "Bedî" kelimesi, Allah birşeyi yapmazken de, ya­ratmanın onun şanından olup bu sıfata müstehak olduğunu gösterir.[92]

Bu tıpkı, bu hususta sâmî ve semi  kelimeleri gibidir.

Bazen de, bedî, mübdî mânasına gelir. "İbda" inşa etmek, yoktan var etmek manasınadır. Bunun zıddı ise, "Bir örneğe bakarak yaratmaktır." İşte bu sebepten ötürü insanlar daha önce olmayan bir şeyi söyleyen veya yapan kimseye "mübtedî", bidatcı demişlerdir. [93]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki bu ifâde, kendinden önceki âyetin mânasını tamamlamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ: "Aksine göklerde ve yer­de olan herşey O'na aittir" buyurmuş ve kendisinin gökte ve yerde olan her-şeyin sahibi olduğunu beyân etmiş, bunun peşisıra da bizzat göklerin ve ye­rin de sahibinin kendisinin olduğunu bildirmiş, sonra da birşeyi nasıl yoktan var edeceğini açıklayarak: 

"O, birşeye hükmettiği zaman, ona ancak "ol " der, o da oluverir" buyur­muştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: [94]

 

Kadâ Kelimesinin İştikakı ve Mânası Hakkında Tafsilat             Başa Dön

 

Bazı edibler şöyle demişlerdir: aslında mastardır, ama sonradan isim olarak kullanılmıştır.

Bu sebebten ötürü, kelimesinin şeklinde çoğul yapılması gibi, bu kelime de şeklinde çoğul yapılmıştır. Kaziyye de bu mânada­dır, ülsü kelimesinin cemî ise dır. kelimesi fiilinden müş­tak olarak veznindedir. kelimesinin aslı ise, idi. Fakat ye harfi, zâid eliften sonra kelimenin sonunda yer aldığı için i'lâl yapılarak elife çevrildi. Sonra bu elif, vezninin zâid elifi ile biraraya gelince, iki elifin lâfzen birarada bulunması imkânsız olduğu için, hemzeye çevrildi.  fiilinden olan kelimesi; fiilinden olan fiilinden gelen fiilinden gelen  kelimeleri de bunun birer benzeri­dir.

Kelimenin sonundaki harfin aslının hemze değil de "yâ" olduğunun delili kelimenin fiilinin çekiminin çoğunda  harfinin bulunmasıdır. Sen, dersin. Bu sonuncusundaki ya, muhataba zamiridir.

Kadâ kelimesinin mânasına gelince, terkibinin delâlet ettiği asıl mâna, "kat'etmek, kesip atmak, kesin karar vermek " mânâsıdır. Meselâ Arapların, hakim bir karara vardığı zaman, "Ha­kim, falanca için filanca aleyhine şu şekilde hüküm vermiştir" demeleri bu mâ­nadadır. İşte bundan ötürü davaları sona erdiği zaman hâkime, denilir.

İbnü'l-Enbâri, dilcilerin şöyle dediklerini nakietmiştir:kelimesinin mânası, işleri sona erdiren, işleri sağlam yapan demektir. Birşey tamamlanıp sona erdiğinde; muhtaç olanın ihtiyacını giderdiği zaman ve birisi borcunu ödediği zaman denilmesi bu kökten­dir. Sanki buna göre, mahkemeleşmeyi ve birinin kendini haklı gör­mesini sona erdirdiği veya mankem el e seri I erden herbirini diğerinden ayırdığı için bu ismi almıştır. Arapların, birşeyi tamamlayıp sağlamca yaptığı zaman, demeleri ve Hak Teâlâ'nın; "Onları, yedi gök olarak sapasağlam yaptı" (Fussilet, 12) buyruğu hep bu mâ­nayadır. Bir işi tamamlayıp sapasağlam yapmak da bu mânayadır. Çünkü bir işi tamamlamada da, onu sona erdirmek, ve onu bitirmek mânası vardır. Bu mânada olmak üzere, birisi bir işi sağlamca yapıp bitirdiğinde, denilir. Birisi öldüğünde Arapların: ve  demeleri ve birisi birisini öldürdüğünde, demelerine ge­lince, bu yukarıda geçen mânanın mecazi kullanılışıdır. Aralarında bulunan müşterek nokta ise, zahirdir. "Şahin süzüldü" ifâdesindeki fiile gelince, bu kökten değildir. Bu terkibin düzeninin (harflerinin yeri) değiştirile­rek meydana getirilen kelimelerin mânası da bu görüşü destekler. Bu değiş­tirme ile ve kelimeleri elde edilir. Bunların birincisi ile, yardı ve yarıldı mânasında denilir. Yumurta, kabuğunun üstün­den çatladığı zaman aynı kökten ;duvar kendiliğinden yıkıldığında denilir. Kesmek, yarmak, yarılmak ve yıkılmak birbirine yakın o-lan mânalardır. JJjalî terkibi ve bundan müştak olan kelimelerin de kes­mek mânasına delâlet etmeleri açıktır. Bu böyledir, çünkü birşey kesilince da­ralır, veya daralınca kesilir. Bu terkibe yakın olan kelimelerin de kesmek mâ­nasına delâlet etmeleri de bu hususu kuvvetlendirir. Bunlardan birincisi, insan birşeyi kestiği zaman ta* denir. Btrşeyi masdarıyla adlandırmak suretiy­le, yaş hurma toplamak, denilmesi, mef'ûl mânasında fâit vez­ninde olarak, kesilmiş dal mânasında denilmesi ve tırpan gibi ken­disi ile kesilen şey mânasında denilmesi bu köktendir.

İkincisi, dişlerin ucuyla yeme mânasına gelen kelimesidir. Çün­kü bu kelimede de yenen şeyi koparma (kesme) vardır. Ucu kırılmış ve kör­lenmiş kılıca da bu kökten denilir.

Üçüncüsü, incelik mânasına gelen, kelimesidir. Zayıf olan ada­ma, denilir. Çünkü azlık, zayıflık da kesmenin neticesidir.

Dördüncüsü, fesâd mânasına gelen ilii veznindeki, keli­mesidir. Su kırbası koktuğunda ve içindeki şey bozulduğunda, denilir.Birşeyin soyunda bir kusur bulunduğu zaman da, denilir Bütün bunlar kesme sebeb ve neticesi olan şeylerdendir. İşte, ke­limesinin lügat bakımından asıl mânası hususunda söylenecek söz bundan ibarettir. [95]

 

Kadâ Kelimesinin Kuran-ı Kerim'de Kullanılışı                  Başa Dön

 

Kur'an'da, kelimesinin kullanıldığı mânalar hakkındadır. Âlimler bu kelimenin Kur'an'da değişik mânalarda kullanıldığını söylemişlerdir:.          

a) Yaratma mânasında... Mesela:

'Allah onları yedi gök olarak yarattı" (Fussilet, inayetinde olduğu gibi.

b) Emretmek mânasında... Meselâ:    

"Rabbin, sadece kendisine ibadet etmenizi emrediyor" (İsra, 23) âyetinde oldu­ğu gibi..

c) Hükmetmek mânasında... İşte bu mânadan dolayı hâkime,  da denilmiştir.

d) Haber vermek mânasında...Nitekim Cenâb-ı Hak,

"Kitap (Tevrat)' da İsrâilogullanna haber verdik ki... " buyurmuştur. Ke­lime ancak, harf-i ceri ile kullanıldığında, bu mânaya gelir.

e) Birşeyi tamamlama mânasında...Nitekim Allah Teâlâ:

"Bu iş bitince onlar, İnzâr ediciler olarak kavimlerine döndüler" (Ahkâf, 29) bu­yurmuştur. Yine Hak Teâiâ, bu mânada:

"İş temamlandı ve o dadının üzerinde durdu" yani "Ka­firleri helak işi bittiği zaman " demektir. Yine,

"Sonra kirlerini gidersinler" (Hacc.29), yani ondan kurtulsunlar, temizlenmeyi tamamlasınlar manasınadır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın, "Bir İşe hükmetti zaman" ifadesiyle ilgili olarak, "Birşeyi yarattığında", "Bir­şeyi yapmaya karar verdiğinde," "Birşeyi sapasağlam yaptığında" mânaları verilmiştir. Nitekim şâir şöyle demiştir:

"Onların üzerinde Davud'un güzelce yaptığı iki zırh vardır. Veya Tubba'm yap­tırdığı geniş zırhlar vardır." [96]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âlimler, kelimesinin, husûsî bir söz hakkında hakîkî mânada kullanıldığında ittifak etmişlerdir. Bu, fiil veya gerçek iş hakkında hakikat olarak kullanılır mı? Evet, bu âyette "emir" kelimesinden murad budur. Bu konuda uzun izah Usûl-û Fıkıh'da geçmektedir. [97]

 

Hakkında Kıraat Farkı Ve Bu Tabirin Tefsiri                   

 

İbn Âmir, iki yer hâriç, bütün Kur'an'da geçen bu gibi âyetleri, şeklinde okumuştur. Müstesna olan iki yer ise Al-i İmran sûresinin başında- âyetidir. O, buradaki, kelimelerini merfü okumuştur. Kisâi'nin, bu kelimeyi Nahl ve Nasin sûrelerinde mansub olarak, Kur'an'tn diğer yerlerindeki-ni ise merfu olarak okuduğu rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise bu ifâdeleri Kur'an'da her geçtiği yerde,  şeklinde merfu okumuşlardır.

Bunun mansub okunmasının sebebi, emre cevab kabul edildiği içindir. Bu mâ­nanın uzak ihtimal olduğu da söylenmiştir. Merfu okunmasının sebebi ise, mös-te'nef bir cümle kabul edilmesidir, takdirindedir. [98]

 

Beşinci Mesele                    Başa Dön

 

Bil ki Cenâb-ı Allah'ın, "Ancak ona "ol" derr o da oluverir" âyetinden murad, "Allah'ın olmasını istediği o şeye bizzat "ol" dediği ve o anda o şeyin meydana geldiği" mânası değildir. Çünkü bu yanlış­tır. Bunun yanlış olduğuna birçok şey delâlet eder:

1) Cenâb-ı Allah'ın, "ol" sözü ya ezelî (kadîm) ya muhdes (sonra­dan) dır. Her İki ihtimal de fâsiddir. Böylece eşyanın meydana gelmesinin, (ol) sözüne dayandığını iddia eden görüş bâtıl olur. Biz, sözü­nün bazı bakımlardan dolayı kadîm olması caiz değildir dedik:

a) kelimesi kâf harfinin önce gelmesi şartıyla kâf ve nün harflerin­den meydana gelen bir lâfızdır. O halde kâf kendisinden önce geldiği için, nün harfinin mutlaka muhdes olması gerekir. Kâf harfi de muhdesten hemen Ön­ce geldiği için, onun da muhdes olması gerekir.

b) (...diği zaman) kelimesi ancak müstakbele dâhil olur. Bu neden­le Allah'ın bu hükmetmesinin, kendisine harfi dâhil olduğu için, mut­laka sonradan olması (muhdes) gerekir. Hak Teâlâ'nın "ol" sözü ta'kibiyye için olan fâ harfi sebebiyle, Allah'ın hükmüyle alakalı kabul edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O zaman ona ancak "ol" der" buyurmuş­tur. Muhdesten sonra gelen de muhdestir. Binaenaleyh lâfzının kadîm olması imkansızdır.

c) Allah Teâfâ, fâ-i takibiyye ile, mahlûkatın meydana gelişini sö­züne bağlamıştır. Bu sebeble O'nun, 'demesi, mahlûkatın meydana gel­mesinden az bir zaman öncedir. Muhdesten hemen önce olanın da muhdes olması gerekir. Bu sebeble, Cenâb-ı Allah'ın, sözünün kadim olması ca­iz olmaz. Yine Allah'ın, sözünün muhdes olması da caiz değildir. Çün­kü her muhdes (sonradan olan), Allah'ın, demesine muhtaç olursa ve lâfzı da muhdes olursa, bu durumda,  lâfzının bir başka, lâfzına muhtaç olması gerekir. Böylece de ya teselsül veya devr-i fâ-sid gerekir ki bu ikisi de muhaldir. Böylece de delil ile, sonradan olan varlıkla­rın yaratılmasının, Allah'ın, "ol" demesine dayanmasının caiz oimadığı ortaya çıkmış olur.

(94)   Müste'net, mâna bakımından kendisinden öncesiyle alâkalı olduğu halde nahiv bakımından müstakil olan cümledir.

2) Allah Teâlâ, mahlûkâta, ya onlar henüz var olmazdan önce veya varlık âlemine girerlerken, (ol) demiştir. Henüz onlar yok iken onlara,  demiş olması görüşü bâtıldır, çünkü mevcud olmayana, mevcud olmadığı za­manda hitap etmek akılsızlıktır. İkinci ihtimal de bâtıldır, çünkü bunun netice­si de, Allah'ın mevcud olan varlıklara, mevcud olmalarını söylemiş olduğu neticesine götürür ki, bunun mânası yoktur.

3) Yaratılmış olanların bazısı cansızdır. Cansızı mükellef tutmak ise abestir. Hakîm olan Allah'a yakışmaz.

4) Kadir, irâdelerine göre bir şeyi yapabilen ve terkedebilen kimsedir. Biz, Allah'ın, ifâdesinden ayrılmış, irâde sahibi bir kadir varlığın olduğunu farzetsek, O ya yaratıp icad edebilen bir varlıktır veya buna kadir değildir. Eğer O yaratmaya imkânı olan birisi ise, bu durumda O'nun yaratması, Allah'ın, lâfzına dayanmaz. Eğer O yaratmayan birisi ise, bu durumda da ka­dir olan bu zatın ancak, demekle bir fiiti yapmaya kadir olması gerekir. Böylece de bu sizin, kudreti, diye isimlendirmeniz neticesine götürür. Bu da lâfzî bir münakaşadır.

5) lâfzının, şayet yaratmada (tekvin) de bir tesiri olsaydı, biz de bu kelimeyi söylediğimizde, aynı tekvînî tesirin meydana gelmesi gerekirdi. Biz bu hususun fesadını (bozukluğunu) açıkça bildiğimiz için, bu kelimenin yarat­mada bir etkisi olmadığını anlamış olduk.

6) kelimesi, kâf harfinin nûn'dan önce olması şartıyla, kâf ve nûn'-dan meydana gelmiş bir kelimedir. Buna göre müessir olan ya bu iki harfte biridir veya her ikisidir. Eğer biri ise, kelimesinin bir tesiri yoktur, tesir bu iki harften birisine aittir. Eğer tesir her ikisine birden ait ise, bu da imkân­sızdır. Çünkü her ikisinden meydana gelen toplamın bir varlığı yoktur. Çünkü birinci harf meydana gelirken, ikincisi meydana gelmemiştir. İkincisi meyda­na gelirken de birincisi bitmiştir. Bu iki harfin toplamı meydana gelmezse, bu toplamın bir tesiri kesinlikle olmaz.

7)  Cenâb-ı Allah:

"Muhakkak ki Allah indinde, İsâ'nm hâli, Âdem'in hâli gibidir. Allah o Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi o da oluverdi" (Al-i imran. 59) buyurmuş ve "ol" deyişinin, Hz. Âdem'i yaratmasından sonra olduğunu göstermiş­tir. Çünkü birşeyden sonra olan, kendinden öncekinde müessir (etkili) olamaz. Böylece biz birşeyin meydana gelmesinde Allah'ın, sözünün bir etkisi olmadığını anlamış olduk. Bu sebeble de, bu izahlara göre, bu görüşün yan­lışlığı ortaya çıktı. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyeti te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de birkaç şekilde yapılabilir:

a) En güçlü olan lefvil şöyledir-. Cenâb-ı Allah'ın, "ol" demesin­den maksadı, eşyanın yaratılmasında kudret-i İlâhi'nin sür'atle nüfuz ettiğini göstermektir.

Bir de bu, Hak Teâlâ'nın eşyayı, düşünmeksizin, yardım olmaksızın ve denemeksizin yarattığını gösterir. Bunun bir benzeri de, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışını anlattığı şu sözüdür:

"Allah o (göğe) ve arza "ister isteyerek, ister istemeden (kerhen) gelin " de­di. Onlar da "İsteyerek geldik" dediler" (Fussiiet, n). Bu, onların söylediği bir söz olmadığı halde, o yer ile göğün yaratılmasında ilâhî kudretin, hiçbir mani­ayla karşılaşmaksızın süratli bir şekilde nüfuz edişini göstermektedir.

Arapların şu sözü de;bunun bir benzeridir: Duvar, kazığa: "Beni niye ya­rıyorsun?" demiş, o da: "Beni çakana sor. Çünkü arkamda olan peşimi bırak­mıyor."

Şu âyet de bunun bîr benzeridir:

"Herşey Allah'ı   hamdiyle  teşbih  ediyor.  Fakat siz  onların   teşbihini anlamazsınız" (44).

b) "ol" sözü, Allah'ın melekler için yaptığı bir alâmettir. Melekler bu sözü duydukları zaman, bir işin, bir şeyin meydana geleceğini anlarlar. Bu görüş Ebû'l-Huzeyl'den nakledilmiştir.

c) Bu, Allah'ın kendilerine: "Hor ve hakir maymunlar olun" (Bakara. 65) dediği ve benzeri durumda olan mevcud insanlar için söylediği bir sözdür. Bu, Esam'ın gördüşüdür.

d) Bu, diriler için bir ölüm, ölüler için ise, bir dirilme emridir. Bu görüşle­rin hepsi zayıftır, kuvvetti olanı, birinci görüştür. [99]

 

"Bilmeyen kimseler: "Allah bize (açıkça, yüzyüze) konuşsa ya.. Yahut bize bir mucize gelse ya..." dediler. Onlardan önceki insanlar da tıpkı onlar gibi söylemişlerdi. Kaibleri birbirine ne kadar benziyor. Biz, hakikatleri İyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi açıkladık" (Bakara, 116).

Bu âyette bahsedilen husus, yahûdi, hristiyan ve müşriklerin kabin, çir­kin işlerinden onbirincisidir. Bu âyetle ilgili meseleler vardır. [100]

 

Birinci Mesele                  Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah, yahûdi, hristiyan ve müşriklerin tev hid inancını yaralayan bir inançlarını -ki o da Allah'­ın çocuk edindiği inançlarıdır- anlatınca, bu âyette de peygamberlikle ilgili yanlış inanışlarını anlatmıştır. Çoğu tefsirciler: "Bu âyet­te bahsedilenler müşrik Araplardır. Buna, Allah Teâa’nın:

"Onlar,   "Bizim için şu topraktan bir pınar akıtmadan sana katiyyen inanmayız" (isra eoj;

"Evvelki (peygamberlere) gönderildiği gibi o (Muhammed) bize de bir muci­ze getirsin" (Enbiya, 5); ve: '

"Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi. Veya Babbimizi görmeli değil miydik?" dediler" burkan. 21) ayetleri delâlet etmektedir" dediler. Çoğu müfes-sirlerin görüşü budur, fakat Ehl-i Kitab'dan olanların da bu isteklerde bulun­dukları sabittir. Cenâb-ı Allah'ın,

"Ehl-t Kttab, senin, üzerlerine gökten bir kitab indirmeni isterler. Onlar Mu­sa'dan, daha büyüğünü istemişlerdi" (Nisa, 153) ayeti buna delildir.

Eğer, "Ayetten muradın Arap müşrikleri olduğuna, bahsedilen kimsele­rin "bilmeyen kimseler" olarak tavsif edilmesi delâlet etmektedir. Çünkü Ehl-i Kitab, İlim ehli oian kimselerdir" denilirse, biz deriz ki: Müşrikler tevhidi ve nübüvveti (Peygamberlik müessesesini) gerektiği şekilde bilmiyorlardı. Ehl-i Kitab da bunları gerektiği şekilde bilmiyorlardı. [101]

 

Kâfirlerin istedikleri Mucizeyi Allah Niçin Ortaya Koymadı?

 

Kâfirlerin tutundukları bu şüphenin izahı şudur: Ha: Kim Olan Allah, birşeyi meydana getirmek istediğin­de, mutlaka, ona götüren en kestirme, şek ve şüpheden en uzak yolu tercih eder. Bunun böyle ol­duğu sabit olunca, biz deriz ki:"Allah Teâlâ, melek­lerle konuşur, Hz. Musa (a.s) ile konuşmuştur. Halbuki sen Ey Muhammed

Allah'ın sana konuştuğunu iddia ediyor, delil olarak da, "Kuluna vahyettiğini vahyetti" (Necm, ıo) ayetini ileri sürüyorsun. Öyle ise, O Allah niçin bize bizzat hitap edip, itikadımızın kuvvetlenmesi ve ortadaki şüp­helerin gitmesi için senin peygamber olduğunu açıkça İfâde etmiyor? Allah Teâlâ böyle yapmadığına göre, niçin sana has ayet ve mucizeler vermiyor?"

Bu, iddia Kur'an'ın bir mucize ve delil oluşuna müşriklerin bir tân'ıdır. Çün­kü o müşrikler, O'nun bir mucize olduğuna ikrar etmiş olsalardı, "O, bize bir ayet getirmeli değil miydi?" demeleri mümkün olmazdı. Sonra Hak Teâlâ bu şüpheyi, şu buyruğu ile cevaplandırmıştır:

Bu cevabın özü şudur: Biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünü, mucizelerle kuv­vetlendirdik, sözünün doğruluğunu ayetlerimizle yani Kur'an ve diğer muci­zelerimizle beyân ettik. Bu sebeple, danasını istemek işi yokuşa sürme babmdandır. Durum böyle olunca, bazı sebeblerden dolayı, onların bu isteği­ne icabet etmemek gerekir.

a) Tek bir delil bile bulunduğu zaman, mükellef istediğini elde etmiş olur. Eğer mükellefin maksadı hakkı bulmak İse, bu tek delil yeter. Bununla yetinil-meyip fazlası istenirse, böyle bir talebin inâd ve diretme babından olduğunu anlarız. Bundan dolayı, böyle bir isteği yerine getirmek gerekmez.

Bunun bir benzeri de.

"Onlar, "Ona Rabbtnden (başka) ayetler indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki; ' 'O ayetler ancak Allah 'm nezdindedir. Ben sadece bir apaçık haber vere­nim." Sana indirdiğimiz ve kendilerine devamlı okunan kitap onlara yetmi­yor mu?" (Ankebût, 50-51) ayetidir. Böylece Cenâb-t Hak, onları Kur'an'dan sadra şifâ veren delillerle susturmuştur.

b) Eğer Allah Teâlâ, bu mucizeyi indirmesi halinde onların imân edecek­lerini bilseydi, onların isteğini yerins getirirdi. Fakat Allah, onların istediklerini yerine getirse de bunun sadece onların inâdlarını artıracağını biliyordu. Bun­dan dolayı onların isteklerini yerine getirmedi ve şöyle buyurdu:

"Eğer Allah onlarda bir hayır olabileceğini bilseydi, onlara bunu işittirirdf. Fa­kat onlara işittirse bile (bu hallerinde), onlar yüz çevirici olarak arkalarını dönerlerdi" (Enfal.23).

c) Bu mucizelerle ilgili olarak çeşitli zararlar meydana çıkmıştır. Bu muci­zelerin meydana gelmesi, bundan sonra da tekziblerine devam etmeleri ha­linde, çoğu kez onların helak olmalarını ve köklerinin kazınmasını gerektirirdi. Bu mucizelerin bir kısmı, mükellefiyeti ihlâl eden, iman etmeyi mecburî hale getiren bir özelliğe sahiptir. Bunların çok sayıda olması ve peşpeşe gelmesi, mucize oluş durumlarını bozabilirdi. Çünkü harikulade şeyler peşpeşe geldi­ğinde, harikulade olmaktan çıkar, normal görülmeye başlarlar. Bu durumda da mucize olmaktan çıkar. Bütün bunlar Allâmu'l Guyûb (gaybları en iyi bilen) Allah'dan başka hiç kimsenin bilemiyeceği hususlardır. Böylece münkirlerin bu olur olmaz isteklerinin yerine getirilmemesinin Peygamber (s.a.s)'in pey­gamberliğini yaralamayacağı sabit olmaktadır.Cenâb-ı Allah'ın: Kalblerl birbirine ne kadar benziyor!" buyruğundan murad, peygamberleri yalanlayan bütün milletlerin söz ve fiille­rinin birbirine benzemesidir. Cenâb-ı Allah onların, Biz tek bir çeşit yemeğe tahammül edemeyiz" (Bakara, 61) Onların putları gibi bize de bir put yap " (A'râf, 128); "Bizimle alay mı ediyorsun?" (Bakara, 67) ve, "Allah'ı bize açıkça göster" (Nisa, 153) dediklerini naklettiği şeklide, Hz.Musâ (a.s)'nın kavminin devamlı inadlaşıp bâtılı istemeleri gibi, müşrik Araplar da devamlı inâd, diretme ve bâtılı, isteme hususlarında aynıdırlar.

Hak Teâlâ'nın, "Bîz hakikatleri iyice bilmek isteyenlere ayetlerimizi açıkladık" ifâdesinden murad, Kur'an'tn yanısıra ağacın yürümesi, kurdun konuşması ve az bir yemekle büyük kala­balıkları doyurma gibi Hz. Peygamber (s.a.s)'in gösterdiği mucizelerin, yakînî imanı elde etmek isteyenler için kuvvetli birer delil olduğunu bildirmektir. [102]

 

"Şüphe yok ki biz seni kâmil bir müfded ve gerçek bir korkutucu olarak Hak İle gönderdik. Sen cehennemliklerden mes'ul değilsin" (Bakara, 119).

Bu kâfirler inadlarında, bâtıl diretmelerinde ısrar edip, işi yokuşa sürmek için yeni mucizeler isteyince, Allah Teâlâ, peygamberine, onların dinî fayda­ları için, daha fazla mucize getirmeyeceğini beyan etmiştir. Allah Teâlâ bu şe­kilde açıkladığı gibi, onların küfürde ısrar etmelerinden dolayı peygamberinin üzüntüsü artmasın diye, tebliğ ve ikaz konusunda Hz. Peygamber (s.a.s)'in daha fazla bir şey yapamayacağını da açıklamıştır.

Ayetteki,    "Hak ile" buyruğu hakkında bazı izahlar yapılmıştır

a) Bu ifâdedeki "be" harf-i cerri,  fiilinden anlaşılan,  masdarına müteallikdir. Yani, "Biz seni hak bir irsal (gönderiş) ile gönderdik" de­mektir.

b) Bu harf, "beşir" ve "nezir" kelimelerine mütealliktir. Yani, "Sen Hak ile müjdeleyici (beşir), Hak ile korkutucusu (nezir)sin" manasınadır.

c) "Hak" kelimesinden murad, din ve Kur'an'dır. Yani ayet, "Biz seni Kur'an, Allah'a itaat eden kimseleri sevapla müjdeleyici, O'nu inkâr edenleri de ikâbla korkutucu olsun diye gönderdik" manasınadır.

Uygun olan, "beşir" ve "nezir" kelimelerinin (Kur'an'ın değil) peygam­berin bir sıfatı olmasıdır. Cenâb-ı Hak  sanki şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, sana uyup dinine girenleri müjdeleyesin, seni inkâr edip dininden sapanları korkutasın diye seni hak ile gönderdik."

Allah Teâlâ'nın, 'Sen, cehennemliklerden mes'ul değilsin" ayetinin iki kıraat şekli vardır. Ekseri kıraat alimleri fiildeki "te" ve "lâm" harflerini, cümleyi haber cümlesi kabul ederek, ötüreli, şek­linde; Nâfi ise "te" harfini fethalı, lâm harfini de meczum okuyarak ve cümle­yi inşâî cümle (nehiy cümlesi) kabul ederek, şeklinde okumuştur.

Birinci kıraata göre âyetin birkaç türlü izahı vardır:

a) Onların varacakları yer cehennemdir, bu sebeple onların inkârları sa­na zarar vermez. Sen bundan mes'ul değilsin. Bu, aynen, Hak Teâlâ'nın, "Sen ancaetmekle sorumlusun. Onların hesabı bize ait" (Rad, 40) ve, "O, peygamber, kendisine yüklenen görevden, sizler de size yüklenen (mü­kellefiyetlerden sorumlusunuz" (Nur, 54) ayetleri gibidir.

b) "Sen doğruyu bulmuşsun. Sana başka birşey gerekmez. Binaenaleyh onlartn inkârlarından ve azâb-ı İlâhi'ye düşmelerinden dolayı üzülüp kederlenme." Bunun bir benzeri, Allah  "O halde nefsin, onlara üzülmesin" (Fatır. 8) ayetidir.

c) Şu anda itaat edene ve isyan edene bakma. Çünkü durum bazan deği­şebilir. O halde bu, gayba ait bir husustur. Binaenaleyh sen bundan mes'ul olmazsın. Ayette, yakın uzak hiç kimsenin, başkasının günahından mes'ul ol­mayacağına ve onun yaptıklarından sorumlu tutulmayacağına bir delil vardır.

İkinci kıraat şekline göre de ayetin iki türlü izahı vardır:

a) Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s): "Keşke ana-babamın ne yaptıklarını bilebilseydim" demiş, bunun üzerine kâfir olanların durumunu öğrenmek istemekten nehyedilmiştir. Bu rivayet akla uygun değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), ebeveyninin kâfir olduklarını, kâfirlerin ise azaba du­çar olacaklarını biliyordu. Buna rağmen O'nun, "Keşke ana-babamın ne yap­tıklarını bilseydim" demesi nasıl mümkün olur ?[103]

b) Ayetteki nehyin manası, kâfirlerin içine düştükleri azabın büyüklüğünü ifâde etmektir. Nitekim bir musibete uğrayan kimsenin durumunu sorduğun­da sana bu manada, "Onu hiç sorma!" denilir. Azabın büyüklüğünü ifâde edişin izahı şudur: "Sorulan kimse, içine düştüğü şeyin çirkinliği sebebiyle dillere düşmesinden dolayı sızlanır. Binaenaleyh bunu,ona sorma, ve onun canını sıkan şeyi ona yükleme", veya, "Ey haber soran kimse, sen, duyanı dehşete düşüreceği ve canını sıkacağı için, onun haberini duymaya dayanamazsın. Binaenaieyh sorma."

Übey (f şeklinde, Abdullah b. Mes'ud (r.a)'in şeklinde kıraatleri birinci kıraati güçlendirmektedir. [104]

 

"Ne yahudiler, ne de hristiyanlar, sen onların dinine uymadıkça, asla senden hoşnûd olmazlar. De ki; Allah'ın hidayeti (İslâm), doğru yolun tâ kendisidir. Eğer sana gelen (bunca) ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, yemin olsun ki senin için Allah 'dan başka n  bir dost, ne de bir yardıma bulunmaz"

(Bakara, 120).

Allah'u Teâlâ geçen ayette peygamberini sabra davet edip illetin onlar ta­rafından değil de peygamber tarafından zail olduğunu, onların Hz. Peygam­beri tekzibe devam etmede bir mazeretleri kalmadığını beyân edince, bunların bâtılda diretmeleri ve küfürde ısrarları hususundaki durumlarının, peygambe­rin kendi dinlerine uymasını isteme derecesine, peygamberin getirdiği kitaba razı olmayacaklarına, tam aksine peygamberin onların dininde kendilerine uymasını isteme derecesine vardığını peşisıra getirdi. Böylece bununla onların Hz. Peygambere ne derecede düşman olduklarını beyan ederek, Hz. Peygam­ber (s.a.s)'in onlara uymayacağını açıkladı.

"Millet" din demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ın hidayetinin kişileri İs­lama götüren gerçek  buyur­muştur. "Hidayet" ismiyle adlandırılabilecek tek şey Allah'ın hidayetidir. Bu, hidayetin hepsidir. Onun dışında hidayet yoktur. Ehl-i Kitab'ın uymaya davet ettikleri şey hidayet olmayıp, aksine hevâ-vü hevestir. Sen, Allah'ın şu sözü­ne baksana: Katî delillerle doğruluğu bilinen dine dâir, "ilim sana geldikten sonra", onların "heva" ve bid'at olan görüşlerine "uyarsan", seni koru­yacak ve seni müdafaa edecek, "Aİlah'dan başka hiçbir dostun ve yardımcın olmaz. " Aksine ona taate devam edip, O'nun ipine sımsıkı sarıldığın zaman insanlardan seni koruyacak olan Allah’ dır.

Alimler ayetin bazı şeylere delalet etttiğini söylemişlerdir.

 1) Allah'ın bir kuluna, yapmayacağını bildiği bir iş hususunda, va'îdde bu­lunması caizdir. Çünkü ayetten alınan bazı şeylere delâlet ettiğini söylemişlerdir:

misalde, Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yahudî ve hristiyanların hevâ-vü heveslerine uymayacağını biliyordu. Bunun­la beraber, onu bundan dolayı tehdid etmiştir. Bunun bir benzeri de Allah'ın, "Eğer müşrik olursan amellerin boşa gider" (Zûmer, 65) ayetidir. Peygamberi bu fiilden men edenin veya men eden şeylerden birinin bu tehdit olması ihtimalinden dolayı, bu tehdidin yapılması yerinde olmuştur.

2) Allah'ın, "İlimden sana geldikten sonra.." ifâdesi, tehdidin ancak delil getirmeden sonra caiz olacağını gösterir. Bu doğru olunca, tehdidin ancak kud­retten (güç yetirmeden) sonra olması daha uygundur. Bu sebeple, teklif-i mâ­la yutâkı (güç yetirilemeyen şeyle mükellef tutmak) caiz görenlerin iddiası geçersizdir.

3) Bu ayette, hevâ-vü hevese uymanın ancak bâtıl birşey olduğuna delil vardır. İşte bu yönden ayet, taklidin bâtıl olduğuna delâlet eder.

4) Ayette, azabı haketmiş kimselerin şefaatçisinin olmadığına delil var­dır. Çünkü hevasına uyduğunda bir şefaatçi ve yardımcı bulabilecek olsaydı, Peygamber öncelikle bulurdu. Bu son görüş zayıftır. Çünkü Ehl-i Kitab'ın ne­valarına uymak küfürdür. Bize göre ise, küfür için şefaat yoktur. [105]

 

"Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler onu, hakkını vererek okurlar, ona imân edenler bunlardır. Kim onu inkâr ederse, onlar en büyük za. uğrayanların tâ kendileridir" (Bakara, 121).

Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır: [106]

 

Birinci Mesele                   Başa Dön

 

kelimesi birinci mübteda,      kelimes, de ikinci mübteda olmak üzere ref mahallindedirie-<u ötUti ifâdesi ise, iI nin haberidir. [107]

 

İkinci Mesele      

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine kitab verdiğimiz kımseler..." ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunca iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bunlar, Allah'ın Kur'an'ı kendilerine verdiği mü'minlerc Bu görüşte olanlar, şu delilleri getirmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, hakkını vererek okurlar" ifâdesi, bu kitabı o ı maya bir terğîb ve teşvik, bu okuyuşu da bir medihtir. Bu durumda olan kıta. Tevrat ve İncil değil Kur'an'dır. Çünkü Tevrat ve İncil'i okumak caiz değilc

b) Hak Teâlâ'nm, "İşte ona İman edenler bunlardır" ifâdesi, imanın bu­lara hasredildiğini gösterir. Eğer Ehl-i Kitab'tan bahsediliyor olsaydı, böyle olmazdı.

c) Allah Teâlâ, ' Kim onu inkâr ederse, onlar en büyük zarara uğrayanla nn tâ kendileridir" buyurmuştur. Hakkında böyle hüküm verilecek kitap ise ancak Kur'an'-ı Kerim'dir.

İkinci Görüş: Allah'ın kendilerine kitap verdiği kimselerden maksad, yahudilerden Hz. Muhammed (s.a.s)'e imân etmiş kimselerdir. Bunun delili ş-dur. Daha önce bahsedilenler sadece Ehl-i Kitap'tır. Cenâb-ı Hak, Ehl-i Kitab1 r gittiği yolu zemmedip yaptıkları çirkin işleri haber verince, bunun peşisıra yahudilerin yolunu bırakan, hatta Tevrat'ı tefekkür edip, onu tahrifi terkederek, ondan Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayan kim­seleri medhetmiştir. [108]

 

Kitap Verilenler Kimlerdir Ve Tilâvet Hangi Mânâlara Gelir?

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, hakkını vererek okurlar" sözüne gelince, oku­manın (tilâvetin) iki manası vardır:

a) Kıraat (okumak);

b) Bilfiil uymak. Çünkü başkasına uyan kimse için,Ona bilfiil uydu" denir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu izleyen aya yemin olsun" (Şems,2)buyurmuştur. A, jtin zahirine bakılırsa, bu ifâde her iki manayı da içine alır, her iki manada da m'übalağa etmek doğru olur. Çünkü başkasına uyan, bazan uymayı hakkıyla yapar, ondan birşey aksatmaz. Oku­yan da, okumanın hakkını îfâ eder, okumada gerekli hiç birşeyi ihlâl etmez.

Buradaki tilavet kelimesini okuma manasına alanlar da değişik izahlar yapmışlardır:

1) Onlar Kur'an'ı düşünüp, gereğiyle amel edip, helâl, haram ve diğer hu­suslarda O'nun hükümlerine sımsıkı sarılmışlardır.

2) Onlar, namazda ve yalnız başlarına iken Kur'an okuduklarında, huşu ve huzû'ya girerler.

3) Onlar, Kur'an'ın muhkem ayetleriyle amel edip, müteşâbih ayetlerini tasdik ederek, kendilerine müşkü gelen ayetler hususunda bir fikir yürütmez, onları Allah'a havale ederler.

4) Onu Allah'ın indirdiği şekilde okurlar, kelimelerini yerlerinden oynatıp tahrif etmezler ve O'nu doğru olmayan şekillerde tefsir etmezler.

5) Ayet bu izahların hepsine birden hamledilebilir. Çünkü bu izahlar tek bir manada birleşiyorlar ki o da, Kur'an'ın ayetlerine saygı duymak ve bunla­rın hem lâfızlarına hem de manalarına uymaktır. Bu sebeple Allah'ın kelâmı­nın faydalarını çoğaltmak için, lâfzı müşterek olduğu manalara hep birden hamletmek gerekir. Allah en iyisini bilendir. [109]

 

"Ey İsrâiloğullan size ihsan ettiğim (bunca) nimetimi ve sizi (bir zamanlan âlemler üzerine hakikaten üstün kılmış olduğumu hatırlayın. Hiçbir kimsenin kimseden yana birşey ödeyemeyeceği, kimseden bedel kabul olunmayacağı, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği, o (kâfirlere) yardım da edilmeyeceği bir günden sakının" (Bakara. 122-123).

Bu iki ayetin tefsiri, daha Önce geçmiş olan benzeri iki ayette geçmiştir (Bakara. 47-48). [110]

 

İslâm'ı Tebliğ Gayesiyle Hz. İbrahim (a.s) Kıssasına Geçiş             Başa Dön

 

"Ve hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Seni insanlara imam (önder) yapacağım" buyurmuş. (İbrahim): "Zürriyetimden de.." demiş, Allah ise: "Zâlimler ahdime eremez" demişti" (Bakara. 124).

Bil ki Allah Teâlâ, İsrailoğullanna çeşitti nimetlerini ve onlartn dinleriyle fiilleri hususundaki kabahatlarını sonuna kadar sayıp bu bölümü, söze baş­ladığı,   (Bakara, 47-48) ayetleriyle bitirince, bir başka izaha başlamıştır. Bu da Hz. İbra­him (a.s)'in kıssasının ve çeşitli hallerinin anlatılmasıdır. Bunun hikmeti şudur: Hz. İbrahim (a.s), faziletini bütün milletlerin ve grupların kabul ettiği bir kimse­dir. Meselâ müşrikler, onun faziletli olduğunu kabuf edip, onun soyundan gel­me, Harem'inde yerleşmiş olma ve onun yaptığı Ka'be'ye hizmet etme ile şeref duyarlardı. Yahudi ve hristiyaniar gibi Ehl-i Kitab olanlar da onun faziletini ik­rar edip, onun soyundan olduklarını söyleyerek iftihar ederlerdi. İşte bu ne­denle Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, müşriklerin, yahudi ve hristiyanların Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünü kabul etmelerini, dinini tasdiki ve şeriatine uymalarını gerektiren birtakım işlerinden bahsetmiştir. Bunu birkaç türlü izah edebiliriz:

a) Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'e bazı mükellefiyetleri emredip, o da bun­ları yerine getirince ve sorumluluğundan kurtulunca, nübüvvet ve imamete nail olmuştur. Bu da yahudî, hristiyan ve müşriklerin dikkatini, dünya ve ahirette hayrın ancak isyan ve inadı bırakarak, Allah'ın ahkâm ve tekliflerine uymakla meydana geleceğine çekmiştir.

b) Hak Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in imameti, soyu için de istediğini nakle­derek, "Zalimler ahdime eremez" buyurmuştur. Bu ifâde dini husustaki ima­met (önderlik) ve reislik makamının zalimler için söz konusu olamayacağını gösterir. İşte bu sebeple zalimler, bu makamı elde etmeyi istediklerinde, on­lara inadı, diretmeyi ve bâtılda taassubu terketmeleri vâcib olur.

c) Haccetmek Hz.Muhammed (s.a.s)'in dininin hususiyetlerindendir. Bun­dan dolayı Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uymanın vâcib olduğu konu­sunda, yahudî ve hristiyaniar için adetâ bir hüccet olsun diye, Hz. İbrahim'in de hacc yaptığını nakletmiştir.

d) Kıble, Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilince bu, yahudî ve hristiyanla­rın gücüne gitmişti. Hak Teâlâ, Ka'be'nin, kendisine saygı duymanın ve uy­manın   vâcib   olduğunu   kabullendikleri   İbrahim'in   de   kıblesi   olduğunu açıklamıştır. Böylece bu, onların kalblerinde bu husustaki öfkenin gitmesini sağlayacak hususlardan olmuştur.

e) Müfessirlerden, Allah'ın kendisiyle Hz. İbrahim'i imtihan ettiği kelime­leri, neticeleri beden temizliğine varan birtakım emirlerle tefsir edenler vardır. Bu da, müşriklerin İslam yolunu tercih etmelerini gerektiren hususlardan sa­yılır. Çünkü onlar da, Hz. İbrahim'in faziletini kabulleniyorlardı. Bu yine onla­ra, buraya kan sürme ve temizliğe dikkat etmeme gibi alışkanlık edindikleri şeyleri bırakmalarını gerektirir. Bazı müfessirler de, "ayette geçen "Kefne­ler"!, Allah'ın dini hususunda Hz. İbrahim'i denediği şeylere karşı, İbrahrim (a.s)'in sabrı" diye açıklamışlardır. Bu şeyler de onun, yıldızlara, aya ve güne­şe bakması, putlara tapanlarla münazara etmesi, sonra da oğlunun kesilmes ve kendisinin ateşe atılmasına rağmen Allah'ın hükümlerine inkiyâd etmes -dir. Bütün bunlar, Hz. İbrahim (a.s)'in faziletini kabullenen yahudi, hristiya* ve müşriklerin bu konuda, Hz. İbrahim'e benzemelerini; hasedi, taassubu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e uymayı hoş görmemeyi bırakma hususunda, Hz. It-rahim'in yoluna girmelerini gerektirir. İşte bütün bu sebeblerden ötürü Alla" Teâlâ, Hz. İbrahim'in kıssasını burada zikretmiştir.Bil ki Cenâb-ı Allah, Hz. İbrahim'den bazısı onu mükellef tuttuğu güç iş­ler, bazısı da ona has kıldığı büyük teşrifler olan birçok hususu nakletmiştı Biz, inşaallah bunları hep izah edeceğiz. Bu ayet, kendisinden sonra bir şeref­lendirme meydana gelen bir teklif-i ilâhi'den bahsetmektedir. Bu teklif, Cenâb-

Allah'ın şu buyruğunda bahsettiği şeydir:"Hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince.." Bu ayette bazı meseleler vardır: [111]

 

Birinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Ayetteki da âmil olan ya mukadder bir fiildir, meselâ bu şu şekillerde olabilir,"Onu imtihan ettiğinde şöyle şöyle oldu" veya, ifadesidir: [112]

 

İkinci Mesele 

 

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e olan mükellefiyetlerini, mânâda genişlik olsun diye "belâ" olarak isimlen­dirdi. Çünkü bu gibi şeyler, kimin emrettiği bilinme­mesi bakımından, bizim tarafımızdan, belâ, tecrübe ve mihnet gibi görülür. [113]

 

Neticeleri Bilmesine Rağmen Allah'ın, Kulunu İmtihanı Caiz midir?             Başa Dön

 

Örfte böylesi kullanış çok olunca, Hak Teâlâ'nın emir ve yasaklarını me­cazî olarak bu şekilde isimlendirmesi caiz olur. Çükü Allah Teâlâ hakkında imtihan etme ve deneme fiillerinin kullanılması caiz değildir. Zira Allah Teâlâ, ezelden ebede kadar olan, nihayetsiz tafsilatı olan bütün malûmatı bilir. Hi-şam b. Hakem : "Allah Teâlâ, ezelde sadece eşyanın hakikatini ve mahiyetini bilir. Ama bu mahiyetlerin meydana geliş ve varlık alemine girişlerini ise an­cak bunlar meydana gelirken bilir" demiş ve görüşüne nakfî ve aklî deliller getirmiştir. Onun naklî detili işte bu ayettir. O, bu ayetin delil oluşunu, Allah Teâlâ'nın kullarını imtihan edip denediğini açıkça ifâde edişinden ve bunun benzerini diğer ayetlerde de zikretmesinden çıkarmıştır. Mesela Allah Teâlâ,

"Sizden cfhâd edenlerle, sabredenleri bilelim diye sizi İmtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); "Hanginizin ameli daha güzel olacak diye, sizi imtihan etmek için" (Mûlk, 2) ve Bakara suresinde ileride gelecek olan ayetinde "Muhakkak ki sizi. korku veaçlık türü birşeyle imtihan edeceğiz" (Bakara, ısa) buyurmuştur. Yine Hişam,gö-rüşünü kuvvetlendiren şu ayetleri de zikretmiştir:"Siz ikiniz ona yumuşak söz söyleyin, belki o düşünür veya (Allah'dan) kor­kar " (Taha, 44). kelimesi tereccî (ummak manasını ifâde etmek) içindir.

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edinr umulur ki ittikâ edesiniz " (Bakara, 21). Bu ve benzeri ayetler, Hak Teâlâ'nın eşya mey­dana gelmezden önce, onların meydana geleceğini bilmediğini gösterir.Hişam bazı aklî deliller de ileri sürmüştür:

1) Eğer Allah Teâlâ, eşya meydana gelmezden önce, eşyanın meydana geleceğini bilmiş olsaydı, o zaman hem Hâlik'ta hem mahlûkta kudretin ol­madığını söylemek gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de aynıdır. Bu ikisinin birbirini gerektirmesinin izahı şöyledir: Allah Teâlâ'nın mey­dana geleceğini bildiği şeylerin meydana gelmemesi imkansız olur. Çünkü bir-şeyin meydana geleceğini ve gelmeyeceğini bilmek, iki zıt durumdur. İki zıddın arasını bulmak ise muhaldir. Allah'ın meydana gelmeyeceğini bildiği şeyle­rin, aynı bu delilden ötürü meydana gelmesi imkânsızdır. Buna göre şayet Allah Teâlâ, cüzî şeylerin tamamını, onlar olmazdan önce bilseydi, o şeylerin bazısının meydana gelmesi vâcib, bazısının meydana gelmesi mümtenî (im­kânsız) olurdu. Halbuki kesinlikle ne vacib olan için, ne de mümtenî olan için kudrete gerek yoktur. Binaenaleyh böyle olan şeylere Yaratıcı Teâlâ'nın ve yaratılanın kudreti olmadığını söylemek gerekir. Biz bunun imkânsız olduğu­nu söyledik. Yaratıcı için bunun imkansız olduğunu söyledik, çünkü âlem muh-des (sonradan olma) dır. Ona bir tesir eden (yaratan) vardır. Bu müessirin mutlaka kadir olması gerekir. Çünkü bu tesir, müessirin zatı gereği olsaydı, müessir kadîm olduğu için alemin de kadim olması veya âlem hadis olduğu için müessirin de hadis olması gerekirdi.Bu kudretin mahlûk için imkânsız olduğunu söyledik, çünkü biz, birşey, yapmak istediğimizde ona kadir olduğumuz, birşeyi yapmamak istediğimizde de onu yapmamaya kadir olduğumuz manasında, kendimizde bir işi yapma veya yapmamaya açıkça bir güç buluyoruz. Buna göre bu iki şeyden birisi va-cib, diğeri mümtenî olsaydı, açıkça varlığı bilinen bu güç söz konusu olmazdı.

2) İlmin, bilinen iki şeyden birine taalluk etmesi, o İlmin diğerine taalluk etmesinden başkadır. Bu sebepten ötürü bizi, diğerine taallukunun farkında olmamızla beraber, bu ikisinden birini düşünebiliyoruz. Eğer bu iki taalluk tek bir taalluk gibi olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü tek bir şeyin aynı anda hem bilinebilmesi, hem de bilinememesi imkânsızdır. Bunun böyle olduğu sabit olun­ca biz deriz ki eğer Hak Teâlâ, cüz'iyyatın tamamını bilmiş olsaydı, sınırsız ilmi olurdu. Veya onun İlminin taalluk ettiği sayısız şeyler olurdu. Her iki halde de aynı anda sayısız mevcudat meydana gelirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü o za­man bu eşyanın toplamı, on eksiğinden daha fazla olurdu. Noksan olabilen şey sonludur. Fazla olan da, sonlu olandan on fazlasıdır. Sonlu olana, sonsuz olan eklendiği zaman toplam sonlu olur. Bu durumda sonsuz eşyanın var ol- ' ması imkânsızdır.

Şayet, "Mevcut olan ilimdir. İlmin taalluk ettiği şeyler ise haddizatında varlıkları olmadığı halde a'yânda bulunan nisbi işlerdir" denilirse, biz deriz ki: İlim bir malûma taalluk ederse ancak ilim olur. Binaenaleyh eğer bu taalluk haddizatında mevcut olmasaydı, ilmin de aslında ilim olmaması gerekirdi ki bu da imkânsızdır.

3) Bu nihayeti olmayan malumatın sayısını Allah bilir veya bilmez. Eğer Allah onların sayısını bilirse, bu malumat sınırlı demektir. Çünkü belli bir sayı­sı olan herşey sınırlıdır. Eğer Allah Teâlâ, bu malumatın sayısını bilmez ise, onları tafsilatıyla bilmiyor demektir. Bizim sözümüz de bu konudadır.

4) Her malum, zihnimizde diğerinden ayırdedilmiştir. Başkasından ayır-dedilen herşeyin dışındakiler, ondan hariçtir. Ondan hâriç olan herşey ise on­dan başkadır. O halde bu şey, sonlu ve sınırlıdır. Bu sebeble her malum sınırlıdır. Binaenaleyh sınırsız olan şeylerin malum olması imkansız olur.

5) Birşey, ancak ilmin ona taalluku ve nisbeti bulunursa malûm olur. Bir-şeyin birşeye nisbet edilmesi, haddizatında tahakkuku muteber bir haldir. Çün­kü birşeyin kendisinde bir belirginlik olmazsa, o, o olması bakımından, başkasının ona nisbet edilmesi imkânsız olur. Müşahhas bir şey, varlık alemi­ne girmezden önce, kesinlikle müşahhas olamaz. Bu sebeble onun ilme ko­nu olması imkânsız olur.

Şayet, "Bu görüş muhal ve mürekkeblerin varlık âlemine girmezden ön­ce (bilinebilir olmasıyla) bâtıl olur. Çünkü biz, onların belirginlikleri olmadığı halde, onları bilebiliyoruz" denilirse, biz deriz ki: Senin bu söylediğin, bizim sözümüzle bir tezad eder, bu ise bizim sözümüze bir cevap değildir. Böyle bir durum ise, şek ve şüpheyi izale etmeyecek şeylerden sayılır. Hişâm sözü­ne devamla: "İşte bütün bu akfî izahlar, bu kabil ayetlerin zahirî manaların­dan mecazî manalarına geçilmesine gerek olmadığına delalet eder" demiştir.

Bit ki bu Hişâm, Rafizilerln reisidir. Bundan dolayı eski Rafizilar bedâ[114] görüşüne sahiptirler.

Müslümanların çoğu ise Allah Teâlâ'nın, cüz'î şeyler meydana gelmeden önce de, onları bildiğinde ittifak etmiş ve görüşlerine şu şekilde delil getirmiş­lerdir:

Cüz'îyyâtın meydana gelmezden önce de, Allah'ın malûmatı dahilinde ol-nalan doğrudur. Biz, bu cüz'iyyâtı Allah'ın bilmesinin doğru olduğunu söyle­dik, çünkü biz de, onlar meydana gelmezden Önce onları bilebiliyoruz. Zira biz, güneşin yarın doğudan doğacağını bugünden bilebiliyoruz. Meydana gel­meleri o şeylerin, mümkün olduklarını gösterir. Biz, cüz'îyyâtın bilinebilmesin-den dolayı, Allah'ın onları bilmesi gerektiğini söyledik. Çünkü Allah'ın ilminin malumata taalluk etmesi, Allah'ın zatı gereği olması gereken bir husustur. Bu sebeple, Allah'ın ilminin, bilinebilecek şeylerin bazısına taalluk etmesi, diğer bazısına taalluk etmesinden daha evlâ değildir. Buna göre bir tahsis bulun­saydı, bu durumda bir muhassise (tahsis edecek olana) ihtiyaç olurdu ki bu imkânsızdır. Bu sebeple de Allah'ın ilminin, hiçbir malumata (bilinebilecek şeye) taalluk etmemesi gerekirdi. Eğer onun ilmi, malumatın bazısına taalluk eder­se, hepsine de eder ki, zaten bizim söylemek istediğimiz de budur.Hişam'ın ileri sürdüğü birinci şüpheye gelince, buna şöyle cevap veri­riz: Birşeyin meydana geleceğini bilmek, onun meydana gelmesine bağlıdır. Meydana gelme de kudrete bağlıdır. O halde bağlı olan şey, bağlandığı şeye ters olmaz. Bu sebeple ilim, kudretten müstağnî kılmayan, ondan ayrılmayan bir sıfattır. O'nun İkinci şüphesine (deliline) şöyle cevap veririz: Senin bu şüp­hen, sonu olmayan sayı dizileri ile bozulur.

O'nun üçüncü şüphesine de şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah eş­yanın sayısını bilmez. Bu durum, Allah'a cehalet isnâd edilmesini gerektirmez. Çünkü cehalet, eşyanın muayyen bir sayısının olduğudur. Allah Teâlâ onun sayısını bilmez.[115].Fakat eşyanın aslında belli bir sayısı olmadığı zaman, "Al­lah eşyanın sayısını bilmez" dememizden, Allah hakkında bir cahilliğin söz konusu olması gerekmez.

O'nun dördüncü şüphesine cevabımız ise şöyledir; Alimin, onun baş­kasından farklı olduğunu bilmesi malûmun şartından değildir. Çünkü malu­mun başkasından farklı olduğunu bilmek, o başka şeyi de bilmeye dayanır. Buna göre, birşeyi bilmek, o şeyi başkasından ayırdetmeye ve birşeyin baş­kasından farklı olduğunu bilmek de o başkasını bilmeye dayanmış olsaydı, o zaman insanın hiçbirşey bilememesi, ancak sayısız şeyleri bildiği zaman bir­şeyi bilebilmesi gerekirdi.O'nun beşinci şüphesine de, yukarıda bahsettiğimiz nakz (hükümsüz il­letin bulunması) deliliyle cevab veririz. Şüphe nakzolunduğunda ortadan kal­kar. Böylece Allah'ın ilminin umumiliğine delâlet eden bu bahsettiğimiz delillermuarızlardan salim kalır. Muvaffakiyet Allah'dandır. [116]

 

Arapçada Zamirin Mercii Konusunda Tafsilât                            Başa Dön    

 

Bil ki zamirin mutlaka kendinden Önceki birşeye râcî olması gerekir. Buna göre zamir merciinden lâfzen ve manen ya önce olur, veya sonra olur, veyahut lâfzen önce, manen sonra olur. veyahut da bunun

aksine olur.

Birinci kısma gelince ki bu, zamirin lafzen ve manen merciinden önce ol­masıdır, nahivcilere göre meşhur görüşte bu caiz değildir. İbnu Cinnî bunun caiz olduğunu söylemiş ve buna hem nakli (şiirden), hem de aklî delil getir­miştir. Şiirden delili şairin şu sözüdür:

"O'nun Rabbt benim için Adiy b. Hatim uluyan köpekleri cezalandırdığı gibi cezalandırsın, nitekim böyle yaptı da..."Aklî delile gelince, bu caizdir çünkü fail müessir olan, mef'ul ise onun et-

İmametin güç olmasına gelince, burada bundan maksad nübüvvet (peygamberlik)tir. Bu mükellefiyet ise büyük zorlukları ihtiva eder. Çünkü Peygam­bere, risaletini tebliğ hususunda bütün meşakkat ve yorgunlukları yüklenmesi, bu yüzden öldürülse de peygamberliğin herhangibir tebliğini yerine getirme­de hıyanet etmemesi gerekir. Şüphe yok ki bu en büyük güçlüklerdendir. İşte bu sebepten ötürü peygamberlerin mükâfaatının, başkalarınkinden çok büyük olduğunu söyledik.Ka'be'nin yapılması, temizlenmesi ve temellerinin yükseltilmesinin güç oluşuna gelince, bu hususta Beytullah'tn nasıl yapıldığını gösteren rivayetle­re vâkıf olan kimse, bunlardaki zorluğun fazlalığını anlamış olur. Sonra bu ifâ­de, Hacc menâsıkını edâ etmeyi de içine alır. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i mevkıfta şeytan ile, onu taşlamak v.b. şeylerle imtihan etmiştir.Hz. İbrahim (a.s)'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'i Allah'ın âhir zamanda pey­gamber olarak göndermesi için dua etmesinin zorluğu, bunun sırf Allah rızası için ihlâsla yapılması gereken ve kalbten hasedin tamamıyla yok olmasına bağlı olan şeylerden olduğu içindir.Böylece bu ayetin peşinde zikredilen bu emirlerin güç ve zor mükellefi­yetler olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de Allah'ın Hz. İbrahim (a.s)'i ke­limelerle imtihan etmesinden muradın bu şeyler olması mümkündür. Muradın bu olduğuna, Allah Teâlâ'nın bunu atıf harflerinden herhangi birisiyle ayırmak-sızın zikretmiş olması, demeyip de, dikür demiş olması da delâlet eder. Böylece bu, bu imti­hanın saydığımız şeylerle mükellef tutmadan başka birşey olmadığını gösterir.Kâdî bu görüşe itiraz ederek şöyle demiştir: "Sizin bu söylediğiniz, an­cak Allah'ın bu ayeti,  şeklinde buyurup, bundan sonra da demesi halinde caiz olur. Fa­kat ayetin tertibi böyle değildir. Aksine Cenâb-ı Hak, l ifâ­desini,  ifâdesinden sonra zikretmiştir. Bu da Hak Teâlâ'nın Hz. İb­rahim (a.s)'i kelimelerle imtihan edip, onun da onları tam olarak yaptığına, Al­lah Teâlâ'nın bundan sonra, buyurduğunu gösterir."Kâdî'nin bu itirazına şöyle cevap verilebilir: Kelimelerden maksad, sade­ce imamet (önderlik, liderlik) değildir. Tam aksine imamet, Beytullah'ı bina et­mek, temizlemek ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesi için dua etmektir. Allah Teâlâ sanki Hz. İbrahim'i bu sayılan şeylerin tama­mıyla imtihan etmiş, bunu müteakiben de Hz. İbrahim'i birtakım şeylerle imti­han ettiğini icmâlî (özet) olarak haber vermiş. Hz. İbrahim'in bu şeyleri yerinekişini alandır. Fiilin hem faile hem de mefule taalluku güçlüdür. Dolayısıyla bunlardan herbirinin lâfzen diğerinden önce gelmesi uzak görülmez. Sonra biz (nahivciler), mansub olan kelimenin merfu olana lafzen takdim edilmesi­nin caiz olduğunda ittifak ettik. Takdim caiz olduğu hatde takdimin yapılma­ması da böyledir.İkinci kısma gelince, ki bu zamirin lâfzen ve manen merciinden sonra gel­mesidir, bunun doğru olduğunda herhangi bir münakaşa yoktur. Mesalâ, se­nin, (Zeyd, kölesin! dövdü) demen gibiÜçüncü kısma gelince, ki bu zamirin lâfız bakımından merciinden önce gelip mana bakımından sonra olmasıdır.Bu senin ^"Kölesini Zeyd dÖvdü"'demen gibidir. İşte burada zamir, her nekadar lâfız bakımından önce gelse bile, mana bakımından sonradır. Çünkü mansub olan şey, takdir bakımından merfudan sonra gelir. Böylece sanki sen şöyie demiş oldun: "Zeyd kölesini dövdü.." şüphesiz bu da caizdir.Dördüncü kısma gelince, ki bu zamirin mana bakımından merciinden ön­ce, lâfız bakımından ise sonra olmasıdır, bu, Allah Teâlâ'nın şu ayetinde oldu­ğu gibidir: Çünkü merfû (fail) mana bakımından mansub-dan (mefulden) öncedir. Buna göre ayetin takdiri, şeklinde olmuş olur. Fakat durum mana bakımından bu şekilde ise de, lâfızda zamir önce değil de sonra olduğu için böyle olması şüphesiz caiz ve yerinde olmuştur. [117]

 

Dördüncü Mesele                Başa Dön

 

İbn Âmir, he harfi ile min arasına bir elif getirerek, şeklinde, diğer kıraat imamları iseşeklinde okumuştur. Bu iki okunuş da lügata uygun­dur. İbn Abbas (r.a) ve Ebu Hayve (r.a), "İbrahim" kelimesini merfû, "Rab" kelimesini de mansub okuyarakjâ'tirjşeklinde okumuşlardır. Bu­na göre ayetin manası, "Hz. İbrahim, Rabbine bazı dualarla, deneyen birisi­nin deneyişi gibi, Allah onları kabul edecek mi kabul etmeyecek mi diye dua etmiştir" şeklinde olur. [118]

 

Hak Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s)'i İmtihanı       

 

Müfessiıier, lâfzın zahirinin bu manalara delâlet edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: Lâfız bu manalara delâlet eder. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın imamet, Beytullah'ı temizleme, onun temellerini yükseltme ve Hz. Muhammed(s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesi hususundaki duaları gibi, zikrettiği şeylerdir. Çünkü bütün bunlar güç şeylerdir.getirdiğini bildirmiş. Daha sonra bu hususları tafsilâtlandırmıştır. Bu, uzak gö­rülecek şeylerden değildir.

Diğer bazı müfessirlerse şöyle demişlerdir: Ayetin zahirinde, bu kelime­lerden ne murad edildiğini gösteren birşey yoktur. Bu görüş iki manaya getir:

1) Allah, Hz. İbrahim (a.s)'î, mükellef tuttuğu birtakım kelimelerle imtihan etti. Bunlar Allah'ın emirleri ve yasaklarıdır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Ha­ni Rabbi, İbrahim'i dilediği şeyleri emretmekle imtihan etti" buyurmuştur

2) "Hz. İbrahim (a.s)'in kavmine ulaştıracağı kendi kelimeleri (sözleriyle), onu imtihan etti." Birinci görüşte olanlar bu teklifin hangi surette olduğu hu­susunda birtakım görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir:

a) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bunlar onun şeriatında farz, bizim şe­riatımızda sünnet sayılan on özelliktir. Bunların beşi baş ilef beşi de bedenle ilgilidir. Baş ile ilgili olanlar, ağza su vermek, burna su vermek, saçları tepe­den ortadan yarmak, (ikiye ayırmak), bıyıkları iyice kısaltmak ve misvak kul­lanmak. Bedenle ilgili olanlar ise sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, koltuk altı kıllarını yolmak, tırnakları kesmek ve su ile istincâ etmek."

b) Bazıları da, Allah'ın Hz. İbrahim'i İslâm'ın özelliklerinden otuzuyla im­tihan etmiştir. Bunlardan onu.Berae (Tevbe) süresindeki,"Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû eden­ler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten nehyedenler ve Allah'ın sınırla­rını (hükümlerini) koruyanlar (yok mu?) Sen (bu) mü'minleri (cennetle) müjdele" (Tevbe, 112) ayetinde belirtilen; on tanesi, Ahzab süresindeki,

Müslüman erkek ve kadınlar, mü'min erkek ve kadınlar, itaat eden erkek ve kadınlar, doğru erkek ve kadınlar, sabreden erkek ve kadınlar, huşûlu er-kek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadın­lar, ırzlarım muhafaza eden erkek ve kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar için Allah bir bağışlama ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır"  (Ahzab,35) ayetinde belirtilen; on tanesi de Mü'minûn süresindeki,

"Namazlarında huşûya riayet eden, boş ve faldesiz şeylerden yüz çeviren, ze­katlarım veren, zevceleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) müstesna, ırzlarını koruyan—çünkü bu hususta kınanmazlar; bundan ötesini isteyen de haddi aşanlar olur— emânetlerine ve verdikleri sözlere riayet eden, namazla­rına devam eden mü'minler muhakkak ki, felah buldular. İşte bunlar (cenne­te) vâris olanların tâ kendileridir" {Mü'minun 1-10) ayetlerinde belirtilen hususlardır.Ibn Abbas (r.a)'dan Meâriç süresindeki,

"Onlar namazlarına devam ederler" (Meâriç, 34) ayetine kadar bahsedilen on hu­susiyeti de geçen hususiyete ilâve ederek bu mükellefiyetlerin sayısını kırka çıkardığı rivayet edilmiştir.

c) Allah, Hz. İbrahim'e tavaf, sa'y, şeytan taşlama ve ihrama girme gibi hac menâsikini emretmiştir. Bu Katâde ve İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.

d) Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'i, güneş, ay, yıldızlar, yaşlı iken sünnet olma, ateşe atılma, çocuğunu kurban etmesi ve hicret şeklinde yedi şeyle im­tihan etmiş, o da bunlart tamamem yerine getirmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ıAllah, "Vazifesini tastamam yerine getiren İbrahim..." (Necm, 37) buyurmuştur. Bu görüş Hasan el-Basri'den rivayet edil'miştir

e) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbi ona "Teslim ol" dediği zaman o, "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti" (Bakara, 131) ayetindebahsettiği durumdur.

f) Onun, babasıyla, kavmiyle ve Nemrud'la tevhid hususundaki mücade­leleri, namaz, zekat, oruç, ganimetlerin taksimi, misafir ağırlama ve bunlara devam etmesi gibi hususlardır.

Kaffâl (r.h) şöyle demiştir:Sözün özü şudur: "İmtihan: Yapılmasında bir külfet, zorluk ve sıkıntı olan şeyleri yapmak zorunda bırakma" manasını ifâde eder. Binaenaleyh bu lâ­fız, bütün bu anlatılanları içine aldığı gibi, herbirini tek tek de ifâde edebilir. Bu sebeble bütün bunlar hakkında rivayet sabit olmuşsa, bütününün var ol­duğunu söylemek gerekir. Şayet bunlardan bazısı hakkında rivayet var ise o zaman, rivayetler arasında bir çelişki meydana gelir ki bu takdirde söz söyle­memek gerekir. Allah en iyi bilendir. [119]

 

İmtihan Hz. ibrahim'in Nübüvvetinden Önce mi Sonra mı Vaki Oldu?                   Başa Dön

 

Kâdî şunu söylemiştir: Bu imtihan, O peygamber olmazdan önceydi: Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in bunları yapmış olmasının, onu imam yapma- sına sebep olduğuna dikkat çekmiştir; sebeb ise ne­ticeden önce gelir. Bundan ötürü bu imtihanın, Hz. ibrahim'in imâm oluşundan önce var olmuş olması gerekir. Yine bu aklın pren­siplerine de uygundur. Bu böyledir, çünkü, nübüvvetin şartlarından olan vefa, ancak, dünyanın bütün lezzet ve şehevî arzularından yüz çevirmek, insanlara müdahane yapmayı terketmek, içinde bulundukları bâtıl dinler ile yanlış inanc­an takbih etmek ve her türlü mahlûkat tarafından gelebilecek eziyetlere kat­lanmakla meydana gelir. Şüphe yok ki bu, meşakkatlerin en büyüğü ve insanı bitkin düşüren şeylerin en ağtrlanndandır. İşte bu sebebten dolayıdır ki pey­gamberlerin ecri, ümmetlerininkinden daha büyüktür. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ Hz. İbrahim'i meşakkatli mükellefiyetlerle imtihan etmiştir. Hz. İb­rahim bu mükellefiyetleri yerine getirince Allah Teâlâ, ona nübüvvet ve risalet elbisesini giydirmiştir.

Diğer bazıları ise bu imtihanın nübüvvetten sonra olduğunu, çünkü Hz. fcrahim (a.s)'in bu mükellefiyetlerle mes'ul olduğunu ancak vahiy yoluyla bi­leceğini, binaenaleyh vahyin, kendisinin böyle mükellef olduğunu bilme­den önce gelmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'e bu güç -ukellefiyetleri (Cebrail (a.s)'in diliyle vahyetmişolması muhtemeldir. Cenâb-ıHak, o bunları tamamlayınca, onu insanlara gönderilmiş bir peygamber yap­mıştır."Sen bu meseleyi iyice anladığın zaman deriz ki: Kâdî şöyle demiştir: "Ke­limelerden kastedilen şey, Hasan el-Basri'nin zikrettiği yıldız, güneş ve ay ile ilgili hadistir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i, peygamberlikten önce bunlar­la imtihan etmişti. Çocuğunu kurban etmesine, hicret etmesine ve ateşe atıl­masına gelince, bütün bunlar peygamberlikten sonra olmuştur. Sünnet olması da böyledir. Çünkü rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim yüzyirmi yaşında iken kendi kendisini sünnet etmiştir." Kâdî sonra da şöyle demiştir: "Eğer "kelimeler" ile murâd edilenin bu şeyler olduğuna dâir katî nakli bir delil bu­lunursa, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları tamamladı" sözünden maksadı şu olur: Allah, onun durumundan, bu şeyleri tamamlayacağını ve peygamberlik­ten sonra bunları yerine getireceğini anladı da, ona imamet (önderlik) ve pey­gamberlik elbisesini giydirdi. [120]

 

Yedinci Mesele

 

i faili gösteren gizli zamir iki kıraattan birine göre; "Onları hakkıyla yaptı, eksiklik ve gevşek­lik göstermeksizin en güzel bir şekilde edâ etti" ma­nasında olmak üzere Hz. İbrahim'e aittir. 'Vazifesini tastamam yerine geti­ren İbrahim,." (Necm. 37) ayeti de böyledir.

Diğer kıraate göre ise, "Allah ona dilediği şeyleri verdi, hiç birşeyi eksik bırakmadı" manasında olmak üzere Allah'a aittir.Allah'ın. Seni insanlara imam (önder) yapacağım" sözünde geçen "imam" kelimesi, sırta giyilen şeye "izâr" denilmesi gibi, ken­disine uyulan kimseye verifen isimdir, "Dininde insanlar sa­na uyarlar" manasına olur. Burada birkaç mesele vardır: [121]

 

Ayette Geçen "İmam" Tâbirinden Maksad?  

 

Muhakkik  âlimler  şöyle  demişlerdir:   Buradaki "imâm" kelimesinden maksad "nebî" dir. Buna bir-kaç husus delâlet etmektedir:            

1) Cenab-ı Hakk m insanlara imam sozu, Hz. İb­rahim (a.s)'i bütün insanlara imâm yapmış olduğu­nu gösterir. Bu durumda bulunan kimsenin ise Allah katından gönderilmiş, müstakim bir şeriatı olan bir peygamber olması gerekir. Çünkü şayet o, bir başka peygambere tâbi olmuş olsaydı, o zaman o peygamberin imâmı değil de, uyanlarından birisi olurdu ki, bu umûmî ifâde bâtıl olurdu.

2) Lâfız, Hz. İbrahim (a.s)'in her hususta imâm (önder) olduğuna delalet eder. Bu durumda olan kimse, ancak bir peygamberdir.

3) Bütün peygamberler (a.s), insanların kendilerine uyması vâcib olduğu için imâm, (önder) dirler. Cenâb-t Allah bu manada, "Biz o peygamberleri em­rimizle (insanları) hidâyete ulaştıran imamlar (önderler) kıldık" (Enbiya, 73) bu­yurmuştur.

Halifeler de imâm sayılırlar. Çünkü onlar insanların kendilerine tâbi olma­ları, söz ve hükümlerini kabul etmeleri gereken bir mevkidedirler.

Kadılar ve fâkihler de bu manada imamdırlar.

İnsanlara namaz kıldırana da imâm denilir. Çünkü onun arkasında namaza duranın ona uyması gerekir.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"İmâm, ancak kendisine uyulsun diye imam yapılmıştır. Binaenaleyh o rükû yaptığında, siz de rükû yapınız. Secdeye vardığında siz de secdeye varınız ve imamınıza muhalefet etmeyiniz"[122] .Böylece imâm isminin, dinî bakımdan kendisine uyulması lâyık olan kimseye verildiği sabit olmuştur.

Bazan bâtıl hususunda kendisine uyulan kimseye de "imâm" denilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz o (Firavun hanedanını), ateşe :ağıran imamlar (önderler) yaptık" (Kasas,41.) Ancak imâm ismi mutlak olarak kullanıldığında bu manaya gelmez, daha doğrusu mukayyed (kayıdlı) olarak kullanıldığında bu manaya gelebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sapıklığın imamları­nı zikrettiği zaman bunu, "Ateşe (cehenneme) çağırırlar" sözü ile kayıdlamışr. Nitekim ilâh ismi de ancak Hak olan Mabud'u ifâde eder. Bâtıl olan mabud -.Kkında ilâh ismi ancak kayıdlı olarak kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Allah’ı bırakıp taptıkları ilahları, onlara hiçbir fayda vermemiştir" (hud, 101); ve: "Şimdi sen kendisine hep taptığın ilahına, bak"(Taha, 97) buyurmuştur.[123]

İmam isminin zikrettiğimiz manayı ifâde ettiği ve peygamberlerin de imâm-ç n en yüksek mertebesinde oldukları sabit olunca, ayette geçen "imâm" i-zını,"nübüvvet" manasına hamletmek gerekir. Çünkü Hak Teâlâ, "imâm" lâfzını burada büyük bir ihsan tarzında zikretmiştir. Bu sebeple minnet edilen bir ihsan olması için onun, en büyük nimetlerden olması gerekir. Bundar  layı da "imâm" lâfzını "peygamberlik" (nübüvvet) manasına almak vâcib olur. [124]

 

Hz. İbrahim (a.s)'in Kıyamete kadar Süren İmameti                Başa Dön

 

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e, onu insanlar için bir imâm yapacağını va'adettiği zaman, kıyamet kopuncaya kadar bu va'adinde durmuştur. Çünkü çok büyük ihtilâflarına ve birbirlerinden son derece uzak olmalarına rağmen, bütün dinlerin mensubları hz İbrahim (a.s)'e saygı göstermekteler ve hem neseb, hem de din ile şeriat ba­kımından ona mensub olmakla şeref duymaktadırlar. Öyle ki putperestler d-le, Hz. İbrahim'e saygı duymaktadırlar. Cenâb-ı Hak, kitabında bu hususta şov* buyurmuştur: "Sonra biz sana, "Hanif olarak İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik" (Nahl, 123); "Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden çevirir?" (Bakara, 130); ve: "Babanız İbrahim'in dini.. O sizi önceden, müslür lar diye isimlendirdi" (Hacc, 78). Bütün ümmet-i Muhammed namazlarının so­nunda şöyle dua eder: "Allah'ım, İbrahim'e ve İbrahim'in âline merhamet edip onları mübarek kılıp, onları bağışladığın gibi, Muhammed'e ve âline (as) na, ümmetine) de merhamet et." [125]

 

İmamet İçin Nas Şart mıdır?     

 

İmâm'ın ancak bir nas ile imâm (lider) olabileceğin söyleyenler bu ayete tutunarak şunu söylemişlere  Cenâb-ı Hak, imâm olacağı hususunda açık bir nas (ayet) göndermek suretiyle, ancak Hz. İbrahim'i imâm olacağını açıklamıştır. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın: "Ben, mu hakkak ki yeryüzünde bir halife yaratacağım " (Bakara, 30) ayetidir. Bu ayet Cenâb-ı Allah, Hz. Adem (a.s) için halifelik makamının, ancak buna delâta eden açık bir nas ile meydana geleceğini göstermiştir. Bu görüş zayıftır. Çün kü biz, ayetteki "imâm"lıktan maksadın peygamberlik olduğunu beyân etmiştik Sonra imametten maksadın, mutlak imamlık (önderlik) olduğunu kabul etse bile, ayet imametin yolunun nas olduğuna delâlet etmektedir. Bu konuda d bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Anlaşmazlık sadece imametin, bir na olmaksızın sabit olup olmayacağı hususundadır. Bu ayette ise, gerek olurr suz, gerek olumlu yönden meselenin bu tarafından bahsedilmemiştir. [126]

 

Dördüncü Mesele   

 

Allah Teâlâ'nın, "Seni insanlara imâm yapacağım kavli, İbrahim (a.s)'in bütün günahlardan masum oduğuna delalet eder. Çünkü imâm kendisine uyılan ve yolundan gidilen kimsedir. Şayet o günah işleyecek olursa, bu hususta bizim ona uymamız gerekir. Neticede bizim aynı fiili işlememiz gerekir. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir fiilin günah olması, yapılması yasak olduğu içindir. Bir fiilin vacib olması ise, terkedilmesi yasak olduğu içindir. Bu ikisinin aynı anda olması imkânsızdır.

Allah Teâlâ'nın, "Zürriyetimden de.." sözü ile ilgili birçok me­sele vardır: [127]

 

Zûrriyet Lâfzının Mânası       

 

"Zürriyet" kelimesi, insanın evlâdı ile evlâdının çocukları manasınadır. Bu kelime, "Alllah canlıları yarattı (saçtı)" ifâdesinden alınmıştır. Araplar, (canlılar) kelimesinde olduğu gibi, kolaylık olsun diye, kelimenin aslındaki hemzeyi terketmişierdir. Bu kelime hak­kında şöyle bir açıklama daha vardır: Bu kelime, kelimesinin ism-i men­subudur. [128]

 

İkinci Mesele

 

"Zürriyetimden de.." sözü ayette daha önce geçen, deki, Û harfine atıftır. Hz. İbrahim (a.s) sanki

şöyle demiştir: "Zürriyetimden bir kısmını da (imâm) kıl." Nitekim sana, "Sana ikramda bulunacağım" denildiğinde sen "Zeyde de.." dersin. [129]

 

Üçüncü Mesele             Başa Dön

 

Bazı alimler şöyle demiştir: Hak Teâlâ, Hz. İbrahim'e  zürriyetinden peygamberler çıkaracağını bildirince, o, bunun bütün zürriyeti için mi, bir kısmı için mi ola­cağını; hepsinin bu işe lâyık olup olamayacağını öğrenmek istemiştir. Bunu üzerine Allah Teâlâ, ona, zürriyeti içinde bu işe müsaid olmayan zalimlerin de bulunacağını bildirmiştir.

Bir kısım alimler de şöyle demişler: Hz. İbrahim (a.s), bunu, öğrenmek istemek niyetiyle söylemiştir. Soru yoluyla Hz. İbrahim bunu öğrenmeyince, Allah Teâlâ ona açıkça, "Nübüvvetin, onun kavminden zalim olan kimseler için söz konusu olmadığını.." söyleyerek cevap vermiştir.

Eğer, "Hz. İbrahim, "zürriyetimden de..." sözünü söylemeye izinli miydi yoksa izinli değil miydi? Şayet, Allah bunu istemesine izin vermiş ise, niçin isteğini reddetti? Yok eğer ona bu konuda izin vermemiştir. O halde bu bir günahtır "denilirse, biz deriz ki: Allah'ın "Zürriyetimden de ..." ayeti, Hz. İb­rahim'in soyundan bazılarının insanlara imam (önder, peygamber) olmasını istediğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Allah da, onun duasına zürriyetinden mü'min olan İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Ey-yub, Yûnus, Zekeriyya, Yahya ve İsâ (a.s) gibileri hakkında icabet etmiş, peygamberlerin sonuncusunu da, soyundan olan ve peygamberler ile imam­ların en faziletlisi bulunan Hz. Muhammed (s.a.s) kılmıştır. [130]

 

Allah'ın Ahdi

 

Allah Teâlâ'ın: "(Allah) "Ahdim zalimlere ulaş­maz" dedi" ayetiyle ilgili birçok meseleler vardır: [131]

 

Birinci Mesele     

 

Hamza ve Asım'dan rivayetinde Hafs, ye harfinin sükûnu ile kelimeyi, diğer kıraat imamları ise fethası ile, şeklinde; bazıları ise ayeti, şeklinde yani, "Senin zürriyetinden zalim olanlar, be­nim ahdime nail olamaz.." manasında okumuşlardır. [132]

 

Cenâb-ı Hakkın Hz. İbrahim'e Verdiği Ahid Nedir?                           Başa Dön    

 

"Ahd" kelimesi hususunda âlimler birkaç izah tarzı zikretmişlerdir.

1) Bu   ahd , daha önce zikredilmiş olan   imamlıkdır. Eğer imamlık tan murad edilen nübüvvet ise, işte

budur; aksi halde, bu değildir.

2) Atâ'dan rivayet edildiğine göre "ahdim" demek, "rahmetim" manası­na gelir.

3) Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre, "benim taatim" manasınadır.

4) Ebu Ubeyd'den bunun, "benim emânım" manasında olduğu rivayet edilmiştir.

Birinci görüş daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "benim zürriyetim-den de" kavli, O'nun "Ben seni, insanlar için bir imâm yapacağım" sözüyle va'adettiği bu imameti talep etmeyi ifâde eder. Bundan dolayı "Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz" ifâdesi bu soruya ancak, "ahd" bü imamet mânasında olduğu zaman cevâp olabilir. [133]

 

Üçüncü Mesele    

 

Ayet Allahu Teâlâ'nın onun çocuklarından bazısına istediği şeyi vereceğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hz. İbrahim'in isteğine (cevap) "hayır!" şeklinde olurdu; yahutta Cenâb-ı Aliah, "Benim ahdim senin zürriye-tine ulaşmaz! derdi..

Eğer, "İbrahim (a.s) peygamberliğin zâlimlere uygun olmadığını bilmiyor muydu?" denilirse, deriz ki: "Evet, ama zürriyetinin durumunu bilmiyordu da, bunun için Cenâb-ı Allah, zürriyeti içerisinde durumu böyle olan kimselerin bulunacağını ve peygamberliğin ancak, zâlim olmayan kimseler için söz ko­nusu olacağını beyan etmiştir. [134]

 

Râfızîlefin Bu Ayetle İlgili Tutarsız İddaları

 

Rafizîler, bu ayetle, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a)'in imametlerinin geçersiz  olduğu hususunda, üç yönden ihticâc etmişlerdir.

1) Ebubekir ve Ömer kâfirdiler. Kâfir olduklan için de zalim idiler. Binaenaleyh bu durumda, onların imamet ahdine lâyık olmadıklarını kesinlikle söylemenin doğru olması gere­kir. Onların ne o vakitte ne de herhangi başka bir vakitte, imamet ahdine ke­sinlikle nail olmadıkları doğru olunca, onların imamete lâyık olmadıkları sabit olmuş olur.

2) Batınen günahkâr olan kimse, zâlimlerden olur. Ebu Bekir ve Ömer'in zahiren ve bâtınen günahkâr olan zalimlerden olmadıkları bilinmediği zaman, onların imametlerine hükmedilmemesi gerekir. İmamet ancak, ismeti sübût bulmuş olan kimse için söz konusu olabilir. İttifakla bu ikisinin masum olma­dıkları bilinince, bunların imametlerinin hak olmaması gerekir.

3) RâfiziIer şöyle demişlerdir: Bu ikisi, müşriktirler. Her müşrik de zâlim­dir. Zâlim ise, imamet ahdine nail olamaz. Bundan dolayı bu ikisinin imamet ahdine nail olmaması gerekir. Bunların müşrik olmalarına gelince, bu ittifakla böyledir. Müşrikin zalim oluşu ise, Cenâb-ı Allah'ın: "Muhakkak ki şirk, bü­yük bir zulümdür" (Lokman,13) ayetinden dolayıdır. Zâlimin imamet ahdine nail olamamasına gelince, o da tefsir etmekte olduğumuz bu ayetten dolayıdır.

Şöyle söylenilemez: "Onlar kâfir oldukları durumda zalim idiler; küfür on­lardan gidince, bu zalim ismi de onlardan gitmiştir." Çünkü biz, "Zâlim, ken­disinde zulüm bulunan kimsedir" diyoruz. Bizim, "kendisinde zulüm bulunan kimse" ifâdemiz "geçmişte veya şimdi kendisinde zulüm bulunan kimse" ifâ­desinden daha umumidir. Çünkü bu mefhûmu, bu iki kısma taksim etmek müm­kündür. İki kısma ayrılması mümkün olan bir şey, o iki kısım arasında müşterektir. İki kısım arasında müşterek olanın ise, bu iki kısımdan birisinin rulunmaması sebebiyle, ortadan kalkması gerekmez. Binaenaleyh, onun şu anda zalim olmaması, hiç zalim olmamış olmasını gerektirmez. Şer'î delillere : akıldığı zaman şu husus buna delâlet etmektedir: İman, tasdik olduğu halde .e tasdik de uyku halinde bulunmadığı halde, uyuyan kimseye mü'min denilebilmektedir. Bu.dahaönce kendisinde iman bulunduğu için, o kimseye mü­min adı verildiğini gösterir. Bu böyle olunca, daha önce kendisinden zulüm sâdır olmuş bir kimsenin, zalim addedilmesi gerekir. Aynı şekilde, kelâm (söz) birbirini takip eden harflerden yürümekte; ardarda gelen yer ve mekânlarda, peşipeşine bulunmaktan ibarettir. Muhakkak ki bütün bunların toplamının bir varlığı yoktur. "Kendisinden türetilmiş olan ismin" var olması, türetilmiş is­min hakîki olması için bir şart olsaydı, bu durum "konuşan", "yürüyen" ve benzeri isimlerin herhangi bir şey hakkında asla hakikat ifâde etmemeleri ge­rekirdi ki, bu kesinlikle yanlıştır. Böylece bu izah, türetilmiş ismin hakiki ma­nayı ifâde edebilmesi için, kendisinden türetilmiş olduğu ismin bizzat bulunmasının şart olmadığını gösterir.

Buna şu şekilde cevap veririz: Sizin zikretmiş olduğunuz bu husus, şu durumla bir çelişki teşkil eder: Bir kimse kâfire selâm vermeyeceğine yemin etse de, daha önce uzun yıllar kâfir olduğu halde şu anda mü'min olan birisi­ne selâm verse, bu kimse yeminini bozmuş olmaz. İşte bu husus, bizim söy­lediğimize delâlet eder. Bir de küfründen tevbe eden kimse kâfir; günahından tevbe eden kimse de âsî, günahkâr diye adlandırılamaz. Hüküm, bu misalle­rin benzerlerinde de aynıdır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerine bakmaz mısın?

"Zâlim olanlara meyletmeyiniz" (Hûd, 113).

Cenâb-ı Hak burada, onlar zulüm üzere bulundukları sürece, müslümanları zâlimlere meyletmekten nehyetmiş ve, "İyilik edenlere karşı (muâtıaze için) bir sebep yoktur" (Tevbe. 91) buyurmuş­tur. Bunun mânası, "Onlar ihsanlarını sürdürdükleri sürece..." demektir. Bu, bu ayetteki "imâmef'ten maksadın, peygamberlik olduğunu açıklamış olma­mıza binaendir, bu sebeple Allah'ı bir an bile inkâr eden kimsenin nübüvvete liyâkati olamaz.. [135]

 

Fasıkın İmameti Caiz midir?                    Başa Dön

 

Fakîh ve kelâmcıların çoğu şöyle demişlerdir: Fâsıkın devam ettiği sürece ona imameti vermek caiz değildir.

Bu âlimler, imamet esnasında meydana gelen fış­kın, imameti iptal edip etmiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlimler, fâsıka imametin verilmesinin doğru olmayacağı hususunda bu ayeti delil ge­tirmişlerdir. Bu ayetle iki bakımdan istidlal etmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk'tn, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğunun Hz. İbrahim'­in, "Benim zürriyetimden de" isteğine karşı söylenmiş bir cevap olduğunu izah etmiştik. Hz. İbrahim'in, "Benim zürriyetimden de" ifâdesi Allah'ın zik-retmiş olduğu imameti istemektir. Bu sebeple ayette bahsedilen "ahid" den maksadın, cevâp suale uygun olsun diye imamet olması gerekir. Binaenaleyh ayet, Allahu Teâlâ'nın sanki şöyle söylemiş olduğunu gösterir: "Benim ima­metim, zâlimleri içine almaz." Buna göre Allah'a İsyan eden herkes kendi nef­sine zulmetmiş olur. Binaenaleyh ayet, bizim söylemiş olduğumuz şeye delâlet eder.

Şayet, "Ayetin zahiri onların iç ve dışlartyla zalim olmamalarını gerektirir; bu da imamlar ve kadîler hakkında doğru olmaz" denilirse, biz deriz ki: Şîa, bu ayetle masumiyetin hem zahirî hem de bâtını olarak vacib olduğu husu­sundaki görüşlerinin doğruluğuna istidlal etmişlerdir. Biz ise, ayetin mukteza-sının böyle olduğunu, ne var ki bâtına itibar etmeyi terkettiğimizi söyleriz. Böylece geriye, zahirî adalete itibar edilmek kalır.

Savet, "Yunus (a.s),  "Sent tenzih ederim " Aîlahım! Ben, zâlimlerden idim" (Enbiya, 87); Hz. Adem de, "Rabbimlz, biz canlarımıza zulmettik" (A'raf. 23) dememişler miydi?" denilirse, biz deriz ki, ayette zikredilen zulüm, mutlak anlamda zu­lümdür. Bu ise, Hz. Adem ve Yunus (a.s) hakkında söz konusu değildir.

b) Allah'ın kitabında "and", bazan emir manasına kullanılır. Nitekim Cenâb-ı ben size, şeytana ibadet etmemenizi emretmedim mi?" (Yasin, 60) ve,  "Dediler ki, Allah bize... emretti"

(Ah imran, 183) buyurmuştur. Halifelerin ümerâ ve hakimlerine olan ahidleri de bu anlamdadır. Allah'ın ahdinin, "O'nun emri" manasına geldiği sabit olunca, nun, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğu her halükârda, zalimlerin ilahî emre muhatap olmadıklarını ve onların Allah'ın emirlerinin alınacağı ma­kamda bulunmalarının caiz olmadığını gösterir.

Birinci şık, müslümanların, Allah'ın emirlerinin, başkalarına lüzumlu ol­ması gibi, zalimlere de lüzumlu olduğu hususunda ittifak etmelerinden dolayı geçersiz olunca, geriye diğer şık kalmaktadır. Bu da, zalimlerin Allah'ın emir­leri hususunda güvenilir olmadıkları ve bu hususta da onlara uyulmayacağı hususudur. Binaenaleyh onlar, dinî hususta imâm olamazlar. Bu şekilde aye­tin delaletiyle fâsık kimsenin imametinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Yaratıcıya İsyan hususunda, yaratılmışa itaat edilmez[136]' buyurmuştur. Bu da fâsıkın hâkim olamayacağına, hükmetme mevkiine geldiğinde hükümlerinin geçersiz oldu­ğuna delâlet eder. Aynı şekilde şehâdeti, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayeti ve fetva verdiğinde de fetvası kabul edilmez. Namaz kıldırması için, öne geçi­rilmez. Eğer kendisine iktidâ okunmuş olunursa, onun kıldırdığı namaz fasit olmaz. [137]

 

Bu Konuda İmam Ebû Hanife'nin İçtihadı

 

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: Bazı kimseler, Ebu Hanife'nin mezhe­bine göre O'nun fâsıkın imâm ve halife olmasını caiz gördüğü halde, kadî ol­masını caiz görmediğini sanmışlardır. Bu yanlış bir zandır. Ebu Hanife, her ikisinin şartının adalet olması hususunda halife ile hâkimi birbirinden aytrmamıştır. Rivayeti makbul olmayıp hükümleri geçersiz olduğu halde, fâstk olan kimse nasıl halife olabilir? Ve böyle bir şeyin Ebu Hanife hakkında iddia edil­mesi nasıl doğru olabilir?

Halbuki Emevîler zamanında İbn Hubeyre O'nu kadî olmaya zorlamış ve onu dövdürmüştür. Ama O, bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine hapso-lunmuş; İbn Hubeyre de isteğinde diretmiş ve onu her gün kamçılatmıştır. Ebu Hanife'nin öleceğinden korkutunca, zamanının fakîhleri ona, seni döv­melerinin sona ermesi için, İbn Hubeyre'nin herhangi bir işini deruhte et!" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife, onun ithal edilen saman balyalarını say­ma işini üzerine aldı; böylece de İbn Hubeyre,Ebû Hanife'nin yakasını bırak­tı.. Sonra, Halife Mansur, Ebu Hanife'yi kadılık görevine çağırdı; bunun üzerine Ebu Hanife de, Mansur'un şehrinin surları için dökülen kerpiçleri sayma işini üzerine aldı. Ve buna benzeyen diğer şeyler...

Ebu Hanife'nin Zeyd İbn Ali'nin işi hususundaki kıssası, ona mal taşı­ması ve insanlara gizlice, Zeyd İbn Ali'ye yardım etmek ve onun yanında sa­vaşmanın vâcib olduğu hususunda fetvalar vermesi meşhurdur.

Yine Ebu Hanife'nin Abdullah İbn el-Hasen'in iki oğlu olan Muhammed ve İbrahim'le olan işi de böyledir.

Ebu Bekr er-Razî sözüne devamla şöyle demiştir: Ebu Hanife'nin şu gö­rüşte olduğunu rivayet eden kimseler, rivayetlerinde yanılmışlardır: "Kadının bizzat kendisi âdil olup da, zâlim imamdan hüküm ve yargıyı üzerine alması halinde, onun hükümleri geçerli olup, arkasında namaz kılmak da caizdir. Çün­kü kadı, bizzat âdil olup hükümlerini icra etmek de mümkün olunca, onun verdiği hükümler geçerli olur, burada, onu tayin eden kimse itibare alınmaz. Çünkü onu bu göreve atayan kimse, kadının diğer yardımcıları gibidir. Kadînın yar­dımcılarının âdil olmaları şart değildir. Görmez misin ki, hükümdarı olmayan bir ülke halkı, içlerinden âdil olan bir kimseyi kadılık mevkiine getirmek husu­sunda anlaşsalar; sonra da, onun hükmünü kabul etmeyenlere karşı onun yar­dımcıları olsalar, her ne kadar ona bir sultan ve bir imam tarafından velayet (kamu) yetkisi verilmemiş olsa dahi, onun hükümleri geçerli olur. [138]

 

Ayet, Peygamberlerin İsmet Sıfatına Delâlet Eder             Başa Dön

 

Ayet-i kerime, iki yönden peygamberlerin masum olduklarına delâlet eder:       

a) Bu "ahd   den maksadın imamet olduğu sabit olmuştur. Şüphesiz her nebi, imam (önder) dır. Çün­kü imâm, kendisine uyulan kimsedir. Nebî ise, insanların en üstünüdür. Ayet imâmın fâsıktardan olmayacağına delâlet ettiği zaman, Peygamberin, fâsık, günahkâr ve mâsiyet sahibi olmasının caiz olma­dığını öncelikle gösterir.

b) Allah: "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur. Buna göre ayet­te bahsedilen "ahd" eğer peygamberlik ise, zalimlerden hiç kimsenin ona ulaş­maması gerekir. Eğer imamet ise durum yine aynıdır. Çünkü her peygamberin mutlaka kendisine uyulan bir imâm (lider) olması gerekir. Her fâsık kendisine zulmetmiştir. Binaenaleyh peygamberliğin günahkârlardan hiçbiri için söz ko­nusu olmaması gerekir. Allah en iyi bitendir. [139]

 

Allah Teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât             

 

Bil ki Allah Teâlâ, senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine ria- yet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak: "Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yeri­ne getirin, ben de size olan ahdimi yerine getireyim

(Bakara. 40) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ah­dini, veya sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle bu­yurmuştur: "Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara, 177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn, 8); "Ey iman edenler, ahidîerinizi yerine getirin" (Mâide1) ve: "Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Sai. 2-3). Allah Teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'-adi) hususunda ise şöyte buyurmuştur: "Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, m). Sonra O, babamız Hz. Adem'e nasıl ahidde bulunduğu­nu beyân ederek: "Daha önce Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak: "Ey Ademoğuİlan, ben size ahdetme­dim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur. Daha sonra İsrailoğullanna nasıl ahidde bu­lunduğunu, "Allah, bize hiçbir peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)" (al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmek­te olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir.

Bu muahede (ahidleşme) hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor. Buna göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), an­cak hizmet ve kulluk sözüdür. Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür (ahdidir).

Sonra akıllı kimse bu ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ah­dini devamlı surette bozduğunu, Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gös­terdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun temel noktalarına değinerek şöyle deriz:

a) Allah'ın sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, dirilt­mek, akıl ve onu kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nite­kim "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad etmekten tenzih ederek:

"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz onları ancak bir hak ile yarattık" (Dühan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zanmdır" (Sad, 27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü’minun, 115) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler di­ye yarattım" (zariyat, 56)buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ, seni yaratmış, di­riltmiş; sana her türlü nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış olmast bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.

b) Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Sen­den olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı teşbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine kesinlikle vefa göstermedin.

c) Allah'ın verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun.. Sonra bu nimet, Allah tarafındandtr. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur. Bu ni­met O'ndan olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahu Te-âlâ bu nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küf­re sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allah'u Teâlâ ahdini yerine getirdiği hal­de sen ahdinde durmadın..

d) Onun nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki sen bunu yapmadın.

muhakkak ki insan, kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).

e) Fakirlere lütufta bulunasm diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim O,    "Ve ihsan edin; muhak­kak ki Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu

nsanlara eziyyet etmek ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edin­din. Nitekim  (on/ar, cimrilik .aparlar ve insanlara cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.

f)  Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir bak bakalım; büyük bir hüküm-:ar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse.. Sonra sen de onun huzurunda :-dan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle meşgul olsan.. Söyle baka-ım. sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada da böyledir. Şunu : -nek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine nasıl vefa gösterdi-; -ı ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.

Sonra biz O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun ni­metlerinin farkına varıp, onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanı­yamadık.

Sonra, Allahu Teâlâ, bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından so­nuna kadar sadece noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecele­rimizi fazlalaştırdık. Halbuki Ailahu Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olur­sa, bundan sonra O'nun bize olan nimeti daha fazta müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin otur. Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.

Sonra Allahu Teâlâ bu ayette, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyur­muştur. Bu, şiddetli bir tehdittir. Ancak biz şöyle deriz: Ya Rabb, senden, sa­na yakışan kerem, af, rahmet ve ihsanın sudur etmiştir; bizdense, bize yakışan kusur, cehalet, zulüm ve tembellik sâdır olmuştur. Böylece biz, senden senin hakkın için ve senin bütün âlemi kaplayan fazlınla bizi bağışlamanı istiyoruz; ey merhametlilerin en merhametlisi... [140]

 

Kabe'nin Bazı Vasıfları, Mekke'nin Emin Olması             Başa Dön

 

(Hatırla, hant biz'Kâ'be'yi insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet vesilesi yapmıştık. Siz, Hakam-ı İbrahim'i bir namazgah edinin! Biz, İbrahim ve İsmail'e, "Evimi tavaf edenler, Vtikaf edenler,, rükû ve secde edenler için temizleyin" diye emretmiştik!" (Bakara, 125).

Bil ki Allahu Teâlâ, imametle mükellef kıldığı zaman İbrahim (a.s)'in du­rumunun nasıl olduğunu açıklamıştır. Bu, ikinci teklifin şerhedilmesidir. Bu tek­lif, Kabe'nin temizlenmesi vazifesidir.

Sonra biz şöyle deriz: Ayetle geçen "Beyt" ile Cenâb-ı Allah, el-Beytu'l Haram ı kastetmiş; ahd veya cins için olan elif lâm bulunduğu için, "Beyt" kelimesini mutlak olarak zikretmekle yetinmiştir. Muhataplar, Allah'ın bunun­la cinsi kasdetmediğini bildiği için, bu ifade onlarca bilinen bir manaya dö­nüşmüş olur ki, bu da o Beyt'ten kastedilenin Kabe olmasıdır.

Sonra biz, Beyt'ten maksadın bizzat Kabe olmadığını söylüyoruz; zira Al­lahu Teâlâ o Beyt'i "emniyet vesîlesi" olarak nitelendirmiştir ki bu sadece Kâ'-be'nin sıfatı değil, bütün Harem'in sıfatıdır. Beyt'in mutlak olarak zikredilip de, ondan maksadın bütün "Harem" olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ka­be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere.." (Maide, 95) kavlidir. Bu ifâdeden maksad ise, bizzat Kabe'nin kendisi değil, Harem'in tamamıdır; çünkü bu kurban ne Kabe'de, ne de Mescid-i Haram'da kesilmemektedir. Allah'ın, "Bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" çrevte,28) kavli de böyledir. Allah en iyisini bilir ya, bundan maksat müşrikleri kurban kesilen yerlerde bulunmak­tan men etmektir. Hak Teâlâ, bir başka ayette; "Mekke'yi emin bir yer kıldı­ğımızı görmediler mi? (Ankebût, 66) buyurmuştur. Allah Teâlâ, bir başka âyetinde,

Hz. İbrahim (a.s)'den haber vererek,

"Rabbtm bu beldeyi emniyetli kıl" (Bakara, 126) buyurmuştur. Böylece bu, Al­lah Teâlâ'nın, beytini (evini) "emniyetli" diye vasfettiğine delâlet eder. Bu da, beyt'ten maksadın bütün Harem bölgesi olmasını gerektirir. Hak Teâlâ'nın "beyt" lâfzını mutlak olarak zikredip, bununla bütün Harem'i kastetmesinde-ki sebeb, Harem'e duyulması gereken saygı, beyte bağlanınca, Harem'e beyt" demesi caiz olmuştur. [141]

 

Kabe'nin Toplayıcı Vasfı

 

Allahu Teâlâ'nın, "İnsanlar için bir toplanma yeri" sözüne gelince, bu -ususta birkaç mesele vardır: [142]

 

Mesabe Ve Sevab Kelimelerinin İştikakı                            

 

Dilciler şöyle demişlerdir: Ayette geçen, kelimeşinin aslı,"dönmek"manasına gelen, kelimesinden gelmektedir.

Su, kesildikten sonra akıp (tekrar) nehre vardığında  denilir. Yine, "aklı başına geldi" manasında, insanlar birisinin yanından ayrılıp sonra topluca ona geri döndükleri zaman, denilir.

Sevâb da bu kökten alınmıştır, Sevâb, sanki kişinin mal ve benzeri şeyle­ri infâk edip çıkardığında kendisine geri dönmesi manasınadır. Kuyunun di­binde suyun birikmesine, denilir.

Kaffâl şöyle denildiğini iddia etmiştir: ve kelimeleri, ve gibi, ikisi de doğru olan birer kullanıştır. Bu Ferrâ ve Zeccâc'ın gö­rüşüdür.  lâfzına, "te" harfinin mübalağa için dahil olduğu da söylen­miştir. Nitekim Araplar aynı şekilde mübalağa ifâde etmek için,   ve derler, Kelimesinin aslı, vezninde olan, kelimesidir. [143]

 

İkinci Mesele      

 

Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu kelimenin manaşı, "insanlar heryıl oraya dönerler" şeklindedir." İbn Abbas (r.a) ve Mücahid'den ise, bunun (ora­dan) ayrılan herkes, tekrar oraya dönmeyi ister" manasında olduğu rivayet

edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 7"Artık sen İnsanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir" (ibrahim, 37) bu­yurmuştur. "Mesâbeten" kelimesinin şu manaya geldiği de söylenmiştir: "İn­sanlar oraya haccederler, bundan dolayı sevab kazanırlar." "Şayet:" Beyt'in "mesabe" olması, ancak insanların oraya yönelmesiyle olur ki, bu da Allah'ın yaratmasıyla değil, insanların fiiliyle olmuş olur. Öyle ise, Allah Teâlâ'nın, ifâdesinin manası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu ayet, "Kulun fiilini de yaratan Allah'dır" şeklinde olan bizim itikadımı­za bir delildir. Mu'tezile'nin görüşüne göre ise bunun manası, "Onların bir ke­re daha oraya dönmelerine sebeb olsun diye, Allah oranın saygısını insanların kalbine attı" demektir. Allah bunda dünyevî ve uhrevî faydalar bulunduğu için böyle yapmıştır. Dünyevî menfaatler, doğu ve batıdaki insanların orada bir ara­ya gelmeleri, böylece büyük menfaatlerin ve dünyevî kazançların elde edildi­ği ticâretlerin yapılmasıdır. Bu sebeble hac yolculuğundan dolayı, yollar ve beldeler mamur hale gelir ve çeşitli dünyevî durumlar müşahede edilir.

Dinî menfaatlere gelince, bu şu sebebten olur: Arzulu olarak Allah'ın emirlerine uymak ve O'na yaklaşmak, kulluğunu ortaya koymak, umre ve tavafa devam etmek, şerefti Mescid-i Haram'da namaz kılmak ve orada itikafa gir­mek için Beytullah'a niyetlenen (yönelen) kimse, bu niyetiyle Allah katında, büyük sevab elde etmiş olur. [144]

 

Üçüncü Mesele                   Başa Dön

 

Bazı alimlerimiz, umrenin vâcib oluşu meselesinde, Allah Teâlâ'nın, ifâdesini delil getirmişlerdir. Bu ayetin delâlet vechi şudur: Allah Teâlâ bu buyruğu ile kendisinin bu Beyt'inin, insanların "mesabesi" olduğunu haber vermiştir. Ancak ayeti bu manada anlamak müm­kün değildir. Çünkü Beyt'in insanlar için bir mesabe olması, insanların tercih­lerine bağlı olan bir durumdur. İnsanların tercihlerine bağlı olan bir şeyin cebr ve zorlama ile elde edilmesi mümkün olmaz. Ayeti zahirine hamletmek im­kânsız olunca, onu vücûba hamletmek gerekmiştir; çünkü biz ayeti vücûba hamlettiğimizde bu, umrenin hükmünün mendub olmaktansa vâcib olduğu so­nucuna götürmüş olur. Böylece Cenâb-ı Allah'ın, bize tekrar tekrar Beytullah'a dönüp, gelmeyi vâcib kılmış olduğu sabit olmuş olur. Biz, bu vücûbiyyetin, ta­vafın dışındaki herhangi bir şeyde tahakkuk etmediği hususunda ittifak ettik; bundan ötürü de bu vücûbiyyetin tavafta tahakkuk etmesi vâcib olmuş oldu. İşte, bu ayetle istidlal ediliş şekli budur. Kur'an'ın hükümleri hususunda ko­nuşanların çoğu, bu ayetin bu mânaya delâlet etmesi hususunu eleştirdiler. Biz ise, bu ayetin, açıkladığımız bu yönden, bu mânaya delâlet ettiğini ortaya koyduk. [145]

 

Mescid-i Haram'ın Emniyet Yeri Olması

 

Cenâb-ı Allah'ın,  "Ve bir emniyet vesilesi" kavline gelince, bu­nun mânası "güven ve emniyet yeri" dir. Sonra şüphe yok ki, "Biz Kâbe'yi insanlar için bir toplanma ve emni­yet yeri yaptık" ifâdesi bir haberdir. Bazan, bunu zahiri üzere bırakıp, "bu bir haberdir" deriz; bazan da onu zahirinden çevirerek, "bu bir emirdir" deriz.

Bu husustaki birinci görüş şudur: kelimesinden murad, "Cenâb-ı Al­lah Harem beldesinin halkını, "Bfzfm, Mekke'yi harem ve emniyetli bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebut, 67) ;ve: "Tarafımızdan bir rızık olarak, on­ları çeşitli birçok mahsûllerin gelip toplanacağı emin bir harem'de yerleştir­medik mi?" (Kasas, 57) ayetlerinde buyurduğu gibi, kıtlık ve kuraklıktan güvenli kılmıştır." Bundan muradın, Harem beldesinde öldürme hâdisesinin bulunma­dığını haber vermek olması mümkün değildir. Çünkü Harem'de, bazen hak­sız ve haram olan öldürme hâdisesinin vuku bulduğunu, bazan da mubah olan öldürme cezasının orada uygulandığını görmekteyiz. Cenâb-ı Allah, "O kâfk ler, orada sizinle savaşmadıkcar sizlerde Mescfd-i Haram'm yanında oniaris savaşmayın. Eğer onlar sizinle savaşırlarsa, onları o zaman Öldürün" {Bakara 191) buyurmuş, orada öldürme hâdisesinin vuku bulduğunu haber vermiş: -

Bu husustaki ikinci görüş: Biz bunu te'vil ederek, emir anlamına hamle­debiliriz. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Allahu Teâlâ insanlara, bu yeri baskın ve öldürmeden emin olunan bir yer yapmalarını emretmiştir. Buna gö­re, Beytullah Allah'ın hükmü ile saygın ve muhterem bir yer olmuştur. Cahiliy-ye devri insanları da O'nun saygınlığına inanıyorlardı. Bundan dolayı oraya sığınan bir kimseye saldırmazlardı. Kureyşlileri de, Beytullah'a olan saygıla­rından dolayı, "Ehlullâh-Allah'ın halkı" diye isimlendirmişlerdi.

Sonra sen, oradaki avlanma işini düşün.. Meselâ köpek, HarenVin dışın­da ceylanı avlamak ister; ceylan ondan kaçınca, köpek onun peşine düşer: eğer ceylan Harem mıntıkasına girerse, köpek artık onu izlemez..

Mekke'nin haremliği hususunda birçok hadis rivayet edilmiştir: Peygam­berimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Allah muhakkak ki, Mekke'yi haram kılmıştır. O, ne benden önce herhangi bir kimse için helâl kılınmıştır; ne de benden sonra herhangi bir kimseye helâl kılınacaktır. O bana, sadece bir günün bir saatinde helâl kılınmış, sonra da haramlığı, eskisi gibi geri dönmüştür.[146] Şafiî (r.a), bu hadisin şu mânada olduğunu söylemiştir: Mekke'de, hiç kimseye harp yapmak helâl kılınmamış­tır; bu ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'e helâl kılınmıştır. [147]

 

Mescid-i Haram'a Sığınan Suçluların Durumu

 

Kendiferine had uygulanması gereken kimselerden Beytullah'a sığınan­lara gelince, bu hususta Şafiî (r.a), şöyle demiştir: "Devlet başkanı o şahsın, Harem'den çıkmasına sebep olacak biçimde, sıkıştırılmasını emreder. O kim­se. Harem bölgesinden çıkınca, "hıll" (Harem'in dışında kalan bölgler)'de ona ceza tatbik edilir. Öldürülmedikçe Harem'den çıkmazsa, bu caizdir; Harem'-de başkasını öldüren kimsenin durumu da böyledir, onun da orada öldürül­mesi caizdir".

Ebû Hanife (rh.â) "Onun orada öldürülmesi caiz değildir" demiştir.

Şafiî (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in Ebu Süfyan, Asım İbn Sabit İbn el-Eflâh ile Hubeyb'i öldürdüğü zaman, onun Mekke'deki evinde, eğer müm­kün olursa, suikast ile öldürülmesini emretmesini delil getirmiş ve şöyle de­miştir: Bu, Mekke Harem olduğu halde emredilmiştir; binaenaleyh bu olay, Mekke'nin kendisine bir ceza uygulanması gereken bir kimseye ceza uygu­lanmasına mani olmadığına, fakat başka yerlerde uyulduğu gibi, orada harb edilmesine manî olduğuna delâlet etmektedir.

Ebu Hanife (rh.a) bu âyeti kendi görüşüne delil getirmiştir.

Ebu Hanife'ye Şöyle cevap verilir: Ayetteki, ifâdesinden, Cenâb-ı Hakk'ın Harem bölgesini hangi konuda emin kıldığına dâir bir açıklama bu­lunmamaktadır; binaenaleyh bunun, "kıtlıktan emin olmak", "harp yapılmak­tan emin olmak" ve "ceza uygulanmasından emin olmak" manalarına olması mümkündür. Lâfız umûmî bir ifâde olmadığı için, hepsine hamledilemez; bel onu kıtlıktan ve âfetlerden emin olmak mânasına hamletmek daha evlâdır. Çünkü bu tefsire göre biz, haber ifâde eden lâfzı, emir manasına hamletme htiyacını duymayız. Diğer izah şekillerinde ise, buna muhtaç olunur. Bundan dolayı Şafiî (r.a.)'nin izahı daha uygundur. [148]

 

Makam-ı İbrahim'de Namaz Emri             Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Siz Makam-ı İbrahim'. : namazgah edinin" kavlinde bazı meseleler bulunmaktadır: [149]

 

Birinci Mesele 

 

İbn Kesir, Ebu Artır, Hamza, Âsim ve Kisâî, emir   sigası olarak ha harfinin kesresi ile kelimeyi, şeklinde; Nâfi ve İbn Âmir, haber (fiili ma- sigası olarak ha harfinin fethası ile, şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraata göre,  "edininiz" ifâdesi neye atfedilmiştir? Bu hususta bazı görüşler vardır:

a) Bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın,

 atfedilmiştir.

b) Bu ifâde, Allah'ın, sözüne atıftır. Buna göre ma­sa şöyle olur: "Allah Hz. İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip, o da o *e -neleri yerine getirince, Hz. İbrahim yapmış olduğu bu fiillerine mükâfaat Larak, "Ben seni insanlara imâm kıldım ve İbrahim'in makamını namazgah edininiz" buyurdu. Allah Teâlâ'nın bunu Hz. İbrahim'in soyuna emretmiş ol­ması da caizdir. Fakat Cenâb-ı Allah bu hususu açıkça beyan etmemiş, sade­ce bu kadar söylemiş. Bunun bir benzeri de, "Onlar hakikaten bu (dağın), üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. (İşte o vakit): "Size verdiğimiz (Hitabı) kuvvette tutun" (demiştik)" (A'râf, 171) ayetidir.

c) Bu ifâde, Allah tarafından ümmet-i Muhammed'e, Hz. İbrahim (a.s)'ir makamını namazgah edinmeleri için bir emirdir. Bu izaha göre ayet, Hz. İbra­him kıssasının araşma girmiş bir cümle-i itiraziyyedir. Ayetin tertib ve manas sanki şöyledir: "Biz Beytullah'ı insanlar için sevab kazanma yeri kıldık. O hai-de ey ümmet-i Muhammed, İbrahim'in makamını namazgah edininiz." Buna göre ayetin takdiri de şöyle ofur: Biz o Beyt'i şereflendirip, insanların sevab kazanacağı ve emniyette olacağı bir yer olarak vasıflandırdığımız için, ey ümmet-i Muhammed, orayı kendinize kıble edininiz." Her nekadar, fiilinin başına fâ harfi getirmek daha açık olsa da bu yerde hem vav hem de fâ harfi (atıf harfi olarak) getirilebilir,

İkinici kıraate göre ise, bu, Hz. İbrahim (a.s)'in zürriyetinin orayı bir na­mazgah edindiklerini haber vermektedir. Buna göre bu söz, "Biz Beyt'i se-vâb kazanma yeri kıldık," buyruğuna atfedilmiştir. Yani, "Biz Beyt'i sevab kazanma yeri kıldık da onun zürriyeti orayı namazgah edindiler" manasınadır. Yine bg kıraate göre bu ifâdenin, takdirinde olmak üze­re,  ifâdesine atfedilmiş olması da caizdir. [150]

 

Makam-ı İbrahim Nerededir?

 

Âlimler, Makam-ı İbrahim'in ne olduğu hususunda bazı görüşler söylemişlerdir;

Birinci Görüş: Hz. İbrahim (a.s) m üzerine çıktığı ta­şın yeridir. Bu görüşte olanlar da iki değişik izah yapmışlardır:

a) Bu Hz. İsmail (a.s)'in hanımının, İbrahim (a.s)'in başını yıkarken onun ayağının altına koyduğu taştır. Hz. İbrahim (a.s) bineği üzerinde olduğu halde bir ayağını o taşın üzerine koymuş, böyiece gelini, Hz. İbrahim (a.s)'in başının bir tarafını yıkamış. Sonra Hz. İbrahim (a.s)'in ayağının üzerinde iz bıraktığı o taşı diğer ayağının altına koymuş, o ayağı da taş üzerinde iz bırakmıştır. Al­lah bu iz bırakmayı, onun mucizelerinden biri olarak yaratmıştır. Bu, Hasan Basrî, Katâde ve Rebi' b.Enes'in görüşüdür.

b) Sa'id b. Cübeyr'injbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği şu husustur: Hz. İbrahim (a.s), Ka'be'yi inşâ ediyor, Hz. İsmail (a.s) de ona taş veriyordu. Her ikisi de bu esnada: "Ya Rabb, bizden kabul et. Muhakkak kt sen hakkıyla işi­ten ve bilensin" (Bakara, 127) diye dua ediyorlardı. Binanın duvarları yükselip, Hz. İbrahim taş koymak için yetişemeyince, bir taş üzerine çıkmıştır ki Makam-ı İbrahim işte bu taşın bulunduğu yerdir.

İkinci Görüş: Hz. İbrahim'in makamı, Harem bölgesinin tamamıdır. Bu, Mücâhidin görüşüdür.

Üçüncü Görüş: Makam-ı İbrahim, Arafat, Müzdelife ve şeytan taşlama yerleridir. Bu, Atanın görüşüdür.

Dördüncü Görüş: Haccın tamamı' (hacc mahallerinin tamamı) Hz. İbra­him'in makamıdır. Bu görüş, İbn Abbas (r.a)'a aittir.

Muhakkik âlimler birinci görüşün daha uygun olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna pekçok şey delildir:

a) Câbir (r.a)'in rivayetine göre, Hz. Peygamber tavafı bitirip Makam-ı İb­rahim'e gelince, "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ayetini okurdu. Bu ifâdenin, bu yerde okunması Makam-ı İbrahim'den maksadın, bu yerin oldu­ğuna açıkça delâlet eder.

b) Bu isim örfte, bu belli yere hastır. Buna delil ise şudur: Bir insan, Mek­ke'de bir Mekkeliye Makam-t İbrahim'i sorsa, o ona bu yerden başka bir yer göstermez, ve başka bir şey de anlamaz.

c) Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), yanında Hz. Ömer (r.a) olduğu halde Makam'a geldi. Hz. Ömer (r.a): "Ey Allah'ın resulü, bu atamız İbrahim'in makamı değil midir?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) "Evet" cevabı­nı verdi. Hz. Ömer de: "Biz orayı namazgah edinemez miyiz?" deyince de Hz. Peygamber (s.a.s): "Bununla emrolunmadım" dedi. O gün henüz sona ermemişti ki bu ayet-i kerime nazil oluverdi.

d) Taş, Hz. İbrahim (a.s)'in ayağının altında, onun ayakları üzerinde iz bı­rakacak şekilde çamur gibi yumuşak oldu. İşte bu Allah'ın birliğine ve Hz. İb­rahim (a.s)'in mu'cizesine apaçık delâlet eden şeylerdendir. Bu sebeple, bu makamın Hz. İbrahim'e has kılınması, başkalarına has kılınmasından daha uy­gundur. Binaenaleyh oraya Makam-ı İbrahim demek daha evlâ olur.

e) Hak Teâlâ, "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" buyurmuştur. Hal­buki namazın, bu yerin dışında ne Harem ile ne diğer yerler ile bir bağlantısı yoktur. Binaenaleyh Makam-ı İbrahim'in burası olması gerekir.

f) Makam-ı İbrahim, O'nun ayakta durmuş olduğu yerdir. Hz. İbrahim'in yıkanırken başkasının değil, bu taşın üzerinde durduğu rivayetlerle sabit olmuştur. Bundan dolayı bu taşın bulunduğu yere Makam-ı İbrahim demek daha uygundur.

Kaffâl şöyle demiştir: Makam-ı İbrahim'i bu taşın bulunduğu yer olara anlayanlar, Allah Teâlâ'nın, "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ifâdesini, insanın, "Falancayı arkadaş edindim. Allah bana falancanın yerine b sâlih kardeş verdi ve senin yerine müşfik bir dost hibe etti" sözündeki me câzî manada anlamışlardır. Ayetteki, jkelimesi ancak, bu manada nama: gâh edinilen yeri açıklamak ve onu başkalarından ayırmak için getirilmisti,-Allah en iyisini bilendir. [151]

 

Musalla (Namazgah)'dan Maksad Nedir?             Başa Dön

 

Alimler, Allah'ın, "Namazgah" ifadesiyle neyi murâd ettiği konusunda bazı açıklamalarda bu-

lunmuşlardır:

a) Musalla, dua edilecek yer demektir. Bunu söyle­yenler bu kelimeyi "dua" manasına olan, âfzından almışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu manada,

"Ey iman edenler ona duâ edin" (Ahzâb, 56) buyurmuştur. Bu, Mücâhidin gö­rüşüdür. Mücahid bu görüşe, "Harem'in tamamı Makam-ı İbrahim'dir" şek­lindeki görüşüne uygun düşsün diye zâhib olmuştur.

b) Hasan el-Basri, "Allah Teâlâ bu buyruğu ile, kıble manasını kastetmiştir" demiştir.

c) Katâde ve Süddî, "İnsanların orada namaz kılmaları emrolunmuştur" diye açıklamışlardır.

Muhakkik ulemâ: "Bu son görüş daha uygundur. Çünkü "salât" lâfzı mut­lak olarak zikredildiği zaman, rükû ve secdesiyle kılınmış olan namaz akla ge­lir. Görmüyor musun, bir şehrin musallası, bayram namazlarının kılındığı yerdir. Hz. Peygamber (s.a.s), Üsâme b. Zeyd (r.a)'e, "Musalla, senin önündedir" buyurmuş, bu ifâdeyle kılınan namazın yerini kastetmiştir. Buna, yine Hz. Pey­gamber (s.a.s)'in, bu ayeti okuduktan sonra, bu makamda namaz kılmış ol­ması da delâlet eder. Bir de bu kelimeyi,bildiğimiz namaz manasına hamletmek daha evlâdır. Çünkü bu, ayet hakkında yapılan diğer tefsirlere de şâmildir.

Burada fıkhî bir mesele vardır: Tavafın iki rekat namazı farz mıdır,sünnet midir? Bu durumda bakılır, eğer tavaf farz olan tavaf ise, Şafiî (r.a)'nin bu hu­susta iki görüşü vardır:

1) Bu namaz, Allah'ın "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" ifâdesin­den dolayı farzdır. Çünkü ayetteki emir, vacib oluşu ifâde eder.

2) Hz. Peygamber (s.a.s), bedevîArabın, "Bana, bundan başka şey ge­rekiyor mu?" dediğinde, ona, "Hayır. Ancak nafile olarak yapacakların müs­tesna.." buyurmuştur. Eğer tavaf, kudüm tavafı gibi nafile bir tavaf ise, iki rekat tavaf namazı da sünnettir. Bu meselede Ebu Hanife'den de değişik görüşler rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir. [152]

 

Kabe'nin Fazileti

 

Dördüncü mesele Beytullah'ın fazileti hakkındadır.

İmam Ahmet el-Beyhaki Şu'âbü'l-İmân kitabında Ebu Zer (r.a) in şöyle dediğim rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) e:   Ey Allah m peygamberi, yeryüzünde ilk yapılan mescid hangisidir?" dedim. O, "Mescid-i Haram" di­ye cevab verdi. "Daha sonra hangisidir?" dedim. O, "sonra Mescid-i Aksa'dır" diye cevab verdi. Ben: "İkisinin yapılışları arasında kaç sene geçmiştir?" de­yince de, "Kırk yıl" cevabını verdi ve sözüne şunu ekledi: "Namaz vakti ne­rede gelirse hemen namazını kıl çünkü orası mesdddir." Bu hadisi Buharı ve Müslim, Sahih'lerine almışlardır.

Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Beytullah, yeryüzünden bin sene önce yaratılmıştır. Sonra yeryüzü oradan geniş­letilip bu hale getirilmiştir."

İbn Abbas (r.a)'dan da rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Yeryüzünde yaratılan ilk yer, Kabe'nin yeridir. Daha sonra buradan yeryü­zü genişletilmiştir. Allahu Teâla 'nm yeryüzünde dikmiş olduğu ilk dağ ise, Ebu Kubeys Dağı'dır. Daha sonra diğer dağlar buradan uzayıp gitmiştir."

Vehbİbn Münebbih'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Adem (a.s) yer­yüzüne indirilince, orayı uçsuz bucaksız görüp, bir de kendisinden başka kimse göremeyince, oradan ürkerek şöyle dedi: "Rabbim, senin bu yerin çok güzel .e mâ'mûr; orada benden başkası da seni teşbih ve takdis etsin!"Bunun üze-- ne Hak Teâlâ: Ben orada senin zürriyetinden, bsni hamd ve takdis eden kim­seleri yaratacağım ve orada, içinde zikrimin yüceltildiği evler yapacağım.. Böylece, içinde yarattığım insanlar beni teşbih edecekler. Ben seni, orada, *endi nefsim için seçmiş olduğum ve ikramıma tahsis ettiğim bir"ev"(in yanına) yerleştireceğim. Ve onu, ismim ile, ismime nisbet ederek (Beytullah-Allah'ın evi), bütün evlere tercih edeceğim. Ben onu "Beytî-Evim" diye adlandırıp, aza­metimle yücelteceğim, onu, bana olan ihtiram ve saygıyla kuşatacağım, onu bütün evlerin içinde benim zikredilmeme en lâyık ve en uygun olanı yapaca­ğım ve onu kendim için seçtiğim bir bölgeye yerleştireceğim. Çünkü ben bu evin yerini gökleri ve yeri yarattığım gün seçtim ve onu, sen ve senden sonra­kiler için, üstündekini, altındakini ve etrafındakiler! hürmeti sebebiyle saygın kılmış olduğum emniyetli ve muhterem kıldım. Kim benim muhterem kılmam sebebiyle ona saygıda bulunursa, muhakkak ki beni ta'zim etmiş olur; kim ona saygısızlığı mubah görürse, bana saygısız davranmayı da mubah görmüş olur. Kim oranın halkına güven ve emniyet verirse, bununla benim güvenimi elde etmiş olur; kim de oranın halkını korkutursa, beni korkutmaya çalışmış olur; kim oranın şanına saygı gösterirse, o kimse de benim gözümde büyümüş ve kim de oranın halkını küçümserse, benim gözümde küçülmüş olur. Oranın sa­kinleri benim komşularım; orayı imâr edenler benim heyetlerim ve orayı ziya­ret edenler benim misafirlerimdir.

Orayı insanlar için yapılan ilk beyt olarak yaratıyorum ve orasını, üstleri başlan tozlu olduğu halde bölük bölük gelen yeryüzü ve gökyüzü sakinleriyle ma'mûr hale getiririm. Nitekim O,

"İnsanlar içinde hacet ilân et. Gerek yaya olarak, gerek de bütün uzak yerler­den gelen arık develer üstünde sana gelsinler!" (Hac, 27) buyurmuştur. İnsan­lar bana olan tekbiriyle ortalığı doldurur ve sellerin çağlaması gibi telbiye söylerler. Buna göre, kim benden başkasını bir gaye ve maksad edinmeksi­zin, orayı ziyaret ederse beni ziyaret etmiş, bana misafir olmuş, benim yanım­da konaklamış ve bana heyet olarak gelmiş demektir. Böylece, ona ikram ve kerametimi sunmam üzerime hak olur. Yine kerim olan kişiye, kendisine ge­len heyete, misafirlerine ve ziyaretçilerine ikram etmesi ve onlardan herbiri-nin ihtiyacını gidermesi hak bir vazifedir.

"Ey Adem, hayatta olduğun sürece orayı ma'mûr et; sonra senin zürriye-tinden peşpeşe ve ardarda gelen ümmetler, milletler ve peygamberler de orayı ma'mûr etsinler.. Sonra bu iş, senin zürriyetinden olan, kendisine Muhammed adı verilen ve peygamberlerin de sonuncusu olan bir nebî ile son bulsun.. Bi­naenaleyh, ben o Muhammed'i oranın sakinlerinden ve orayı ma'mûr eden, orayı koruyan ve oranın idaresini üstlenen birisi olarak yaratacağım. Böylece o hayatta bulunduğu müddetçe evime karşı benim "eminim (güvenilir ada­mım) olur. Birisi bana yöneldiğinde, beni, kendisiyle bana yaklaşabileceği bir karşılığı ona hazırlamış olduğum halde bulur.

Ben bu "beyi" in ismini, yâdını, şerefini, mecdini, övgüsünü ve onun kad­rini, senin zürriyetinden olan bir nebîye veriyorum, ki bu nebî, Muhammed'-den önce otup, O'nun atasıdır ve ona İbrahim denilir. Kabe'nin temellerini onun için yükseltiyor, onun ümranını onun elleriyle yerine getiriyor, ona oranın ku­rallarını ve ibadet şekillerini öğretiyor, ve onu, itaatkâr, emrimi yerine getiren, yoluma çağıran tek bir ümmet yapıyor, onu seçip Sırat-ı Müstakim'e iletiyo­rum. Onu imtihan ediyorum, o da sabrediyor; ona afiyet ve sıhhat veriyorum, şükrediyor; ona emrediyorum, yapıyor ve bana adaklarda bulunuyor, sonra da adağını yerine getiriyor. Bana dua ediyor, ben de onun kendisinden sonra gelecek olan zürriyeti ve çocukları hakkındaki duasını kabul ediyorum. Onu onlar hakkında şefaatçi kılıyor ve onları, onlar değiştirmediği ve tagyîr etmedi­ği müddetçe bu evin halkı, onu idare eden, onu himaye eden, oradakileri su­layan, oraya hizmet eden, orayı bekleyen ve oranın perdedârlan yapıyorum.. İbrahim'i bu "ev"in imamı ve bu şeriatın ehli kılıyorum. Orada bulunan bütün insanlar ve cinler, ona tâbi olur."

Atâ'dan da söyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Adem Hindistan'a indirildi­ği zaman, "-Ya Rabbi, bana ne oluyor da, cennette duymuş olduğum gibi, burada meleklerin sesini duymuyorum?" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Senin hatan sebebiyle, ey Adem" dedi. Şimdi sen Mekke'ye git, orada, me­lekleri tavaf ederken gördüğün Beyt-i Ma'mûr gibi, bir ev inşa et! Bunun üze­rine o da Mekke'ye gidip, orada Kabe'yi inşa etti. Böylece Hz. Adem'in iki ayağını bastığı yerler köy, nehir ve bağlık bahçelik; adımları arasında kalan yerler ise, çöller ve tenha yerler oldu. Bu şekilde Hz. Adem, kırk yıl Hindis­tan'dan gelerek Kabe'yi ziyaret etti.

Hz. Ömer, Kâ'bu'l-Ahbâr'a bu hususta soru sorup da, "Bana bu evden haber ver" dediğinde, Ka'bu'l-Ahbâr şöyle demiştir: "Bu evi, Allahû Teâlâ gökyüzünden, içi boş yakut şeklinde, Hz. Adem'le beraber indirdi ve Adem'e şöyle dedi:"Ey Adem bu benim evimdir, melekleri Arşımın etrafında tavaf eder ve istiğfarda bulunurken görmüş olduğun gibi, sen de benim evimin etrafını tavaf et ve orada namaz kıl.I" Sonra Hz. Adem'le beraber melekler inerek, Kabe'nin taştan temellerini yükselttiler; derken Kabe temelleri üzerine bina edildi. Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'un kavmini tufanda boğduğu zaman, Allah Ka­be'yi göğe yükseltti; geriye Kabe'nin temelleri kaldı..

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Beyt-i Ma'mur, se­mâda bir evdir. Ona Durak adı verilir. Kabe'nin tam üzeri hizasındadır. Onun gökyüzündeki hürmeti, Kabe'nin yeryüzündeki hürmeti gibidir. Orada hergün yetmişbin melek namaz kılar ve bir daha oraya dönmezler." Hz. Ali'nin anlattığına göre, Hz. İbrahim'in inşasından sonra uzun zaman geçti ve bundan do­layı Kabe harap oldu. Amâlika topluluğu onu yeniden inşa etti. Aradan uzun zaman geçince Kabe yine yıkıldı. Bu sefer onu Cürhüm kabilesi yeniden in­şa etti. Aradan uzun zaman geçince, onların inşa ettiği Kabe yine yıkıldı.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in gençliğinde Kureyş kabilesi Kabe'yi bir kere daha onardılar. Sıra Hacer-i Esved'i yerine koymaya gelince, bu konuda ihtilâfa düştüler, ve "Şu sokaktan ilk çıkıp gelecek kimse aramızda hükmetsin" dedi­ler. O sokaktan ilk çıkan Hz. Peygamber (s.a.s) oldu. Böylece O (s.a.s), onla­rın bu taşı bir örtünün üstüne koymalarını, sonra bütün kabilelerin birer ucundan tutarak, onu kaldırmalarını söyledi. Bütün kabileler onu kaldırdılar. Daha son­ra da Hz. Peygamber (s.a.s), onu kucaklayıp yerine koydu.

Zühri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana ulaşan bilgilere göre, Ku-reyşliler Makam-ı İbrahim'de, üzerlerinde yazı bulunan üç levha gibi taş bul­dular. Birincisinde, "Ben, Bekke'nin (Mekke'nin) sahibi olan Allah'ım, Onu, güneşi ve ayı yarattığım gün yarattım. Ben onu, yedi mülk ile kuşattım ve et ve süt hususunda ora halkına bereket verdim"; ikincisinde: "Ben, Bekke'nin sahibi olan Allah'ım. Ben, sıla-i rahmi yarattım ve ona kendi (Rahman) ismim­den bir isim verdim. Her kim sıla-ı rahmi yerine getirirse beni ziyaret etmiş, her kim de onu keserse benimle olan münasebetini kesmiş olur"; üçüncüsünde de: "Ben, Bekke'nin sahibi olan Allah'ım, hayrı ve şerri yarattım. Elinde hayır bulunan kimseye ne mutlu! Elinde şer olan kimseye de yazıklar olsun!" ibare­leri yazılıydı. [153]

 

Hacer-i Esved İte Makam-ı İbrahim'in Faziteti Hakkında                           Başa Dön

 

Beşinci mesele, Hacer-i Esved ile Makam-ı İbrahimin fazileti hakkındadır. Abdullah b. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmistir:

"Rükün ve Makam-ı İbrahim cennet yakutlarından iki yakuttur. Allah bunla­rın ışıklarım silmiştir. Eğer böyle olmasaydı, onlar doğu ile batı arasını aydın­latırlardı: Onlara dokunan salgın hastalıklı ve hasta olan herkesr mutlaka şifâ bulur "[154]

İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen bir hadiste ise Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Hacer-i Esved kârdan daha beyaz idi. Fakat müşriklerin günahları onu ka­rarttı "[155]

İbn Abbas (r.a)'dan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir:

"Kıyamet günü, Hacer-i Esved, gören iki gözü, konuşan bir dili olduğu halde gelir. O, kendisini hak ile selâmlayan herkese şahadet eder "[156]

Hz. Ömer (r.a)'in Hacer-i Esvedin yanına varıp şöyle dediği rivayet edil­miştir: "Seni öpüyorum. Fakat zararı ve faydası olmayan bir taş olduğunu da kesin olarak biliyorum. Hz. Peygamber (s.a.s)'in seni öptüğünü görmüş olma­saydım, seni ben de öpmezdim." Bunu Buharı ve Müslim, Sahih'lerinde ri­vayet etmişlerdir. [157]

 

Beylullah'ın Her Türlü Pislikten Temizlenmesi

 

Cenâb-ı Allah'ın, İbrahim ve İsmail'e ah­dettik.. " ayetine gelince, evlâ olan bundan muradın: "Biz o ikisine bunu ge­rekli gördük, onlara emrettik ve bu konuda onlara güvendik" şeklinde olması­dır. Ahd ve Misâk'ın ne manalara geldiği daha önce geçmişti.

Allah'ın, "Evimi temizleyin diye.." ifâdesinden maksadın, "Beytullah'a yakışmayan herşeyden onu temizlemek" manası olması gere­kir. Beyt'in bulunduğu yer ve etrafı namaz kılınan yer olunca, pisliklerden te­mizlemek gerekir. Burası, Allah'a ibâdet ve ihlâs yeri olduğu için Beyt'i, şirkten ve Allah'dan başkasına ibâdetten de temizlemek gerekir. Bütün bunlar bu aye­tin ifadesine dahildirler. Sonra müfessirler bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:

a) "Evimi temizleyiniz" sözünün manası, "onu bina edin, şirkten temiz­leyin ve temellerini takva üzerine kurun" şeklindedir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Allah'­ın, "Binasını Allah korkusu üzerine kuran kimse mi?..." (Tevbe, 1O9) ayeti gibidir.

b) "İnsanlara benim beytimin (evimin) onu ziyaret edip, orada bulunduk­ları zaman onları temizlediğini bildirin." Bu ifâdenin mecazî manası ise, "O beytimi insanlara göre temiz hale getirin" şeklindedir. Nitekim "Şafiî (r.a) fa­lan şeyi temiz sayıyor, Ebû Hanife ise necis sayıyor denir.

c) "O beytimi (evimi) yapın, ziyaretçilerine'zahmet verecek şek ve şirk ehlinden kimseyi orada bırakmayın, hatta şek ve şirk ehlinden onun temiz olu­şunu iyice sağlama alın." Nitekim, "Allah, yeryüzünü falancadan temizledi" denilir. Bu izahlar, orada Beytullah'ı putlardan ve şirkten temizlemeyi gerekti­ren bir şeyin bulunmaması durumuna göre yapılmıştır. Bu tıpkı Allah Teâlâ'nın, "O mü'mtnler için orada (cennette) temizlenmiş eşler vardır" (Bakara, 25) ayeti gibidir. O eşlerin necasetten temizlenmiş olmadıkları, aksine tertemiz ola­rak yaratılmış oldukları herkesin malûmudur. Temizlenmesi bu ayette emre­dilen ev de aslında tertemiz olarak yaratılmıştır. Allah en iyisini bilendir.

d) Bunun manası, "İnsanlar bu hususta size uysunlar diye, beytimi (evi­mi) putlardan, şirkten ve günahlardan temizleyin" demektir.

e) Bazı kimseler de henüz inşâ edilmeden önce Beytulİah'ın yerine pislik ve leşlerin atıldığını, bundan dolayı Hak Teâlâ'mn Hz. İbrahim'e bu pislikleri temizleyip orada bir bina yapmasını emrettiğini söylemişlerdir. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Beytullah inşâ edilmeden önce, orada bir bina yoktu. Bu se­beple bir arsayı temizlemek, oraya yapılacak olan evi temizlemek sayılmaz. Buna şöyle de cevap verilebilir: Hak Teâlâ, oranın gelecekte Beytulİah'ın yeri olacağını bildiği için, oraya "beyt" (ev) demiştir. Fakat bu mecazî bir adlandı-rıştır.

Hak Teâtâ'nın, "Tavaf edenlerr i'tikafa girenler ve rükû edip secde edenler (namaz kılanlar) için..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [158]

 

Kabe'de Tavaf, İtikâf Ve Namaz

 

veya, fiillerinin masdarıdır. Birşeye devam edip, insan ondan   ayrılmadığı zaman, denir. Yine insan birşeye yönelip, ondan yüzünü çevirmediği zaman da böyle denileceği rivayet edilmiştir. [159]

 

İkinci Mesele      

 

Ayette geçen üç vasıf hakkında iki görüş vardır:

a) Doğruya yakın olan görüşe göre, bu üç grub in­sana hamledilir. Çünkü ma'tufun, atfedildiği şeyden başka olması gerekir. Bu sebeple, atfın bir manası olsun diye tavaf eden kimselerin, itikafa girenlerden başka olması; i'tikafa girenlerin ise nama2 kılan­lardan başka olması gerekir. Buna göre tavaf edenlerden maksad, Beytullah'a hacc veya umre niyetiyle gelip ziyaret eden kimseler; i'tikâf edenlerden mak­sad, orada kalan ve Beytullah'a komşu olarak yerleşmiş olan; rükû ve secde edenlerden maksad ise orada namaz kılan kimselerdir.

b) Atâ'ya âit olan bu görüşe göre, kişi tavaf ettiği zaman "taifîn" den, orada oturduğu zaman i'tikaf edenlerden, orada namaz kıldığında da rükû ve secde edenlerden olur. [160]

 

Üçüncü Mesele                   Başa Dön

 

Bu ayet bazı şeylere delâlet eder:

1) Biz, tavaf edenleri, dışarıdan gelen ziyaretçiler ma­nasına tefsir ettiğimizde, ayet tavafın yabancılar için

orada namaz kılmalarından efdal olduğunu gösterir. Çünkü Allah Teâlâ Mek­ke dışından gelen ziyaretçileri tavaf etme vasfı ile tahsis edince, bu, tavafta onlar için bir hususiyetin bulunduğuna delâlet eder. Nitekim İbn Abbas, Mücahid ve Atâ'dan, Mekke dışından gelenler için tavafın, Mekkeliler için ise ora­da namazın efdal olduğu rivayet edilmiştir.

2) Ayet, Beytullah'da i'tikâf edilebileceğini gösterir.

3) Ayet, Beytullah'da farz veya nafile namaz kılınabileceğine delâlet eder. Çünkü ayet, bu iki namaz arasında ayırım yapmamıştır. Bu, İmam-ı Malİk'in Kabe'nin içinde farz namazın kılınabileceğini söylemekten kaçınma şeklinde­ki görüşünün aksine olan bir görüştür. Binaenaleyh şayet,' 'Ayetin buna delâ­let ettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Allah Teâlâ, "Beytte rükû ve secde edenler" dememiştir. Ayet Beytullah'm içinde tavaf fiilinin caiz olacağına delâlet etme­diği, ancak etrafında yapılabileceğine delâlet ettiği gibi, namaz fiifinin de an­cak Beytullah'a müteveccihen dışından kılınabileceğine delâlet etmektedir" denilirse, biz de deriz ki: Ayetin zahiri, ister Beytullah'tn içinde, ister dışında olsun, Beyt'e doğru kılınan bütün namazları ifâde eder. Biz tavafın Beytullah'm dışından yapılması gerektiğini söyledik. Çünkü onu tavaf etmek, onun etrafın­da dolaşmaktır. Beyt'in içinde dolaşan kimseye, beyti tavaf etti denilmez. Hak Teâlâ, onu sadece tavaf etmeyi emretmiş.onun içinde dolaşmayı emretmem iştir. Çünkü Hak Teâlâ: Beyt-iAtik'i, (en eski ev olan Ka'be'yî) tavaf etsinler" (Hacc, 29) buyurmuştur. Yine tefsir etmekte olduğumuz ayetten maksad, sadece na­maz için oraya gitmek olsaydı, Beytullah'ı rükû ve secde edenler için temizle­meyi emretmenin bir manası olmazdı. Çünkü namazda ona yönelme emri, hem Mekke ahalisi, hem de dışarıdan gelenlere şâmildir. İmâm Malik, Allah Teâ-tâ'nın, "Yüzünü Mescid-i Harama çevir" (Bakara, gayetini, görüşüne delil getirmiştir ve "Mescid-i Haram'ın içinde olan kimse, Mescid-i Haram'a değil, onun bir parçası olan {Kabe'ye) yönelmiş olur" demiştir. Buna şöyle cevap veririz: Bir tek yönelenin, mescidin her taratma aynı anda yönelmesi imkânsızdır. Ak­sine o, ancak onun bir tek parçasına (tarafına) yönelebilir. Beyt'in içinde olan da böyledir. Binaenaleyh onun da ayetin manasına dâhil olması gerekir.

4) Ayetteki, "Tavafedenler," ifâdesi, ister Kur'an'da, mesela "Beyt-iAtîk'i tavaf etsinler" (Hacc, 29) ayetinde olduğu gibi açıkça ifâde edilsin, ister sünnet­le sabit olsun, isterse mendub olan tavaflardan olsun, bütün tavafları içine alır. [161]

 

Hz. İbrahim'in Mekke İçin Duası

 

"Hani İbrahim: "Ya Habbi, burasını (Mekke'yi) emniyetli bir şehir yap ve ahalisinden Allah'a ve ahirete inananları çeşitli mahsullerle nzıklandır" demişti. (Allah da) Kâür olanlarını dahi kısa bir zaman için fâidelendirecegim. Sonra onu cehennem azabına zorla sokacağım. (O cehennem) ne kötü bir varış yeridir" buyurmuştur" (Bakara, 126).

Bil ki, bu, Cenâb-ı Allah'ın bu ayetlerde hikâye ettiği Hz. İbrahim'in halle­rinden üçüncüsüdür. Kâdî şöyle demiştir: Bu ayetlerde takdim (Öne alma) ve te'hir (sonraya bırakma) vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap" sözü, ancak belde vücûd bulduktan sonra mümkün olur. Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğundan sonra gelen. "Hatırla, hani İbrahim Evin temellerini yükseltiyordu" ayeti, hernekadar oku­nuşta sonra gelmiş ise de, mânâ bakımındanöncedir. Burada birkaç mesele vardır: [162]

 

Birinci Mesele     

 

Bu ayettten murad, Hz. İbrahim'in Mekke'de oturan mü'minler için emniyet ve onları Mekke'ye çekecek

rızık genişliği hususunda dua etmeleridir. Çünkü

Mekke, ziraat yapılamayan ve çokça ağaç bulunmayan bir yerdir. Eğer orada bir emniyet olmasaydı, civar yerlerden buraya insanlar gelmez ve burada ya­şamak güç olurdu. Sonra Allah Teâlâ, O'nun duasını kabul ederek, orayı be­lâlardan emin bir belde kılmış, oraya geten her zalimin belini kırmıştır. Nitekim Ashab-ı Fil'e de böyle yapmıştır. Burada iki soru vardır:

Birinci Soru: Haccâc, İbn Zübeyr ile savaşarak Ka'be'yi tahrip edip Mek-kelilere hertürlü kötülüğü yapmaya niyetlenip bunu yapmamış mıdır?

Cevap: Onun maksadı, bizzat Ka'be'yi yıkmak değil, başka birşey idi. [163]

 

Hz. İbrahim'in Mekkeliler İçin Dünyevî Refah İstemesinin İzahı             Başa Dön

 

İkinci Soru: Allah Teâlâ'dan istenen, bu beldeyi emniyetli ve bereketli bir yer kılmasıdır. Bu ise, dünyevi menfaatlarla ilgili bir istektir. Binaenaleyh büyük peygamber Hz. İbrahim (a.s)'in bunu istemesi ona nasıl uygun düşer? Bu soruya birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Dünya, kendisiyle dinî konuda korunmak için talep edildiğinde, bu di­nin en büyük temellerinden birisi olur. Bir ülke emniyetli olup orada bolluk ve refah hüküm sürerse, o ülkenin insanları Allah'a itaat hususunda daha bol vakit butur, böyle olmadığı zaman ise oranın halkı bu durumda olmaz.

2) Allahu Teâiâ Mekke'yi insanların sevap elde edeceği bir yer kılmıştır. İnsanlar ise oraya gitmek imkânını ancak, yollar güvenlik içinde olup ve ora­daki yiyecekler ucuz olduğu zaman bulurlar.

3) Emniyet ve bolluğun insanları bir memlekete gitmeyi özendiren şeyler­den olması, uzak görülecek bir ihtimal değildir. O zaman muazzam dini alâ­metler ve şerefli menziller müşahede edilir ve emniyet ile bolluk insanın bu taati ifa etmesinin sebebi olur. [164]

 

İkinci Mesele      

 

"Emin bir belde" ifâdesi iki mânâya muhtemeldir:

1) Cenâb-ı Allah'ın, (Razı olunmuş) mana­sına olmak üzere, "Razı edici (memnun edici) bir hayat için­de" (Karia,7) buyurduğu gibi, bu kelime, kendisinden emin olunulan yer anlamına gelir.[165]

2) Cenâb-ı Allah'ın "Köy halkına sor" yerine, "Köye sor!" (Yusuf, 82) buyurduğu gibi, buradaki beldeden murad, beldenin halkıdır. Bu me­cazî bir kullanıştır, çünkü emniyet ve korku hissi, beldeye arız olmaz. [166]

 

Üçüncü Mesele    

 

Alimler, bu ayeti kerimede Hz. İbrahim tarafından Cenâb-ı Allah'dan istenen emniyet hususunda, de­ğişik görüşler belirterek, ihtilâf etmişlerdir.

1) Hz. İbrahim, Cenâb-ı Hakk'tan bu beldenin kıtlıktan emin olmasını is­temiştir. Çünkü o, ailesini hiçbir şey bulunmayan bir vadiye yerleştirmişti.

2) Hz. İbrahim (a.s) Cenâb-ı Allah'tan o beldeyi yere batmaktan ve insan suratlarının değiştirilmesinden emin olunulan bir yer yapmasını istemiştir.

3) O, orantn öldürülmekten emin olunulan bir belde yapılmasını istemiş­tir. Bu görüşü, Ebu Bekr er-Razî belirtmiştir. Ebu Bekr er-Razî bu görüşüne şunu delil getirmiştir: "İbrahim (a.s) Cenâb-ı Allah'dan, önce emniyet, daha sonra da rızık istemiştir. Eğer istenen emniyet kıtlıktan emin olmak olsaydı,

bunun peşi sıra rızık istemek bir tekrar olmuş olurdu. Binaenaleyh bu ayet-i kerimede İbrahim (a.s), "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir kıl, ora ehlini çeşitti mahsullerle nzıklandır." Diğer bir ayette, "Va Rabbi, bu beldeyi emin kıl" (ibrahim. 35); ve bu kıssanın sonunda da, "Rabbimiz, muhakkak ki ben zür-riyetimin bir kısmını ekin bitmeyen bir vadiye, senin mukaddes evinin yanına yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye.. Sen artık, insanlar­dan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları, mahsullerle nzıklan­dır, umulur ki şükrederler" (ibrahim. 37) demiştir." Bil ki bu delil zayıftır, çünkü bir kimse şöyle diyebilir: Talep edilen emniyet, yere batırılma ve şekillerin de­ğiştirilmesinden emin olmadır veyahut da kıtlıktan emin olmadır. Hem sonra, kıtlıktan emin olma, ancak ihtiyaç hissedilen gıda maddelerinin yeterli miktar­da bulunmasıyla mümkün olur. Buna göre İbrahim (a.s), birinci duâsıyla kıtlı­ğın giderilmesini, ikinci duâsıyia da büyük bir bolluğun olmasını istemiştir. [167]

 

Mekke'nin Hz. İİbrahim'in Duasından Önce de Emin Olup Olmadığı     

 

Alimler, Mekke'nin Hz. İbrahim'in bu duasından önce Yoksa bu duası sebebiyle mi emîn ve saygı-

değer,   muhteşem   olduğu   hususunda   İhtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demiştir: Mekke ezelden

beri böyleydi, çünkü Hz. Peygamber, "Muhakkak ki Allah, Mekke'yi gökle­ri ve yeri yarattığı gün harem kılmıştır"[168] buyurmuştur, İbrahim (a.s) de, "Ya Babbi soyumun bir kısmını, ekin bitmeyen bir vadiye, mukaddes evinin yanma yerleştirdim" demiştir. Bu ifâde, orasının İbrahim (a.s)'in duasından Önce harem ve saygın olmasını gerektirir. Sonra İbrahim (a.s) bu harem ve saygın oluşu, yaptığı duâ ile kuvvetlendirmiştir.

Diğer âlimierse şöyle demişlerdir: Orası İbrahim (a.s)'in duası sebebiyle harem ve emîn olmuştur. Bundan önce, diğer beldeler ve yerler gibiydi. Buna delil Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hacjisidir:

" Ey Allah'ım, İbrahim'in Mekke'yi harem kılması gibi, ben de Medine'yi barem kıldım."

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki o da şudur: Mekke; Hz. İbra­him'in duasından önce, duasından sonra harem olmasından başka bir. şekil­de harem idi. Buna göre bu şu şekildedir: Duadan önce harem oluşu, Allah'ın ora halkını helak olmaktan korumuş olması ve, gönüllerde bir tâ'zîm duygusu yaratmış olması bakımındandır. Duadan sonra harem olması, bunun peygam­berlerin ağzından emredilmesi suretiyle olmasıdır. [169]

 

Beşinci Mesele                    Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah bu sûrede nekire olarak, Emin bir belde"; İbrahim sûresinde ise marife (elif-lamlı) olarak, "Bu beldeyi emin (kıl)" buyurdu. Bunun iki İzahı vardır:

1) İlk dua henüz o yer bir belde kılınmadığı zamanda yapılmıştır. Hz. İbra­him sanki şöyle dua etmiştir: "Allah'ım bu vadiyi emin bir belde kıl." Çünkü Oenâb-ı Allah, Hz. İbrahim (a.s)'in şöyle dediğini hikâye etmiştir: "Rabbimiz, muhakkak ki ben ailemden bir bölümünü ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim" (ibrahim, 37). Tefsir ettiğimiz bu ayette de:"Bu vadiyi emin bir belde kıl" demiş­tir. İkinci duâ ise, o vâdî bir belde kılındıktan sonra yapılmıştır. Hz. İbrahim sanki şöyle demiştir: "Allah'ım , bir belde haline getirdiğin bu yeri emin ve selâmetti kıl." Bu ifâde senin şöyle demene benzer: "Bu adamı emin kıldım."

2) Her iki dua da o mekân bir belde haline getirildikten sonra yapılmıştır. Buna göre, "Bunu emin bir belde kıl" sözünün takdiri şöyledir: "6u beldeyi emniyetli bir belde kıl." Bu senin şu sözüne benzer: "Gün çok sıcak bir gün idi." Sen "gün"kelimesini ne kadar aşın sıcak olduğunu anlatmak için tekrar zikrettin. Çünkü kelimenin nekire getirilmesi mübalağaya delâlet eder. Buna göre, "Ya Rabbi, onu, emin bir belde kıl" sözünün manası, onu emniyet hu­susunda mükemmel olan beldelerden kıl" demektir.

Ama, "Ya Rabbi, bu beldeyi emin kıi" sözüne gelince, bu sözde bir mü­balağa arzusu olmaksızın, sadece emniyet isteği vardır. "Ve onun ehlini çe­şitli mahsullerle nzıklandır" sözünün manası ise şudur: İbrahim (a.s), Allah'ın,

Mekke sakinlerine nzık yağdırmasını istemiş, Allah Teâlâ da onun bu duasına icabet ederek, Mekke her türlü mahsûlün kendisine akıtıldığı bir yer haline gel­miştir. [170]

 

Kâfirlerin Dünya Nimetlerinden İstifadeleri

 

Allah'ın, "Onlardan iman edenlere.." kısmı ayette geçen ili*    sözünün delaletiyle, "Onun ehlinden bilhassa mü'min olanları rızıklandır" manasındadır. Bu, Allah Teâlâ'nın,

"O (Beyhıllah'a) yol bulanların, Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Ali Imran, 97) ayetine benzer. Bil ki Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'e, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" ayetiyle, onun soyundan kâfir kavimler de çıka­cağını bildirince, Hz. İbrahim sadece mü'mınler için dua etmiştir.

Bu tahsisin sebebi nas ve kıyastır.

Nastan olan sebebe gelince, bu Allah Teâlâ'nın şu ayetidir:  "Kâfir kavim için üzülme" (Mâide, 68).

Kıyastan olan sebeb ise iki vecihtendir: [171]

 

Birinci Vecih:

 

Hz. İbrahim, Hak Teâlâ'dan, imamlığı kendi soyuna vermesini isteyince, Allah ona, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurdu. Bu bir nevîduâ etme husu­sunda terbiye etme yerine geçti. Allah Teâlâ, imamet (önderlik, peygamber­lik) konusunda mü'minleri kâfirlerden ayırdedince, Hz. İbrahim (a.s) de bu duasını kâfirlere değil de mü'minlere hasretti. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfir olan­lara gelince, onu az bir süre faidelendiririm" sözü ile, nübüvvet ile dünya ni­metleri arasındaki farkı bildirdi. Çünkü peygamberlik ve imamet makamı fâsıklara uygun değildir. Zira imamet ve nübüvvet görevinde, Allah'ın emir ve nehiylerini edâ edebilmek için azm ile çeşitli meşakkatlere katlanma gücü ve din hususunda kınayanın kınamasından, zalimin sultasından çekinilmemesı gerekir. Dünya rızkına gelince, onun itaatkâr, kâfir, doğru ve münafık olan kim­selere ulaştırılması nahoş karşılanamaz. Ama imân edenin meskeni ve vara­cağı yer cennet, kâfirin ise durağı ve barınağı cehennem olur. [172]

 

İkinci Vecih:

 

Muhtemeldir ki Hz. İbrahim (a.s) zann-ı galibi ile, eğer bütün herkes için dua ederse zenginlik ve güvenin kâfir ülkelerde artacağını, onların üstünlük ve çokluklarının insanların hacca gitmelerine zarar verip engel olacağını bili­yordu. İşte bundan dolayı, sadece mü'minler için dua etmiştir.

Allah Teâlâ'nın, "Kâfir olanlara gelince onları az bir süre faidelendfritim" buyruğu ile ilgili iki mesele vardır: [173]

 

Birinci Mesele      

 

İbn Âmir, kelimesinden olmak üzere, şeddesiz olarak, şeklinde, diğer kıraat imamları ise, cJui kelimesinden olmak üzere, şeddeli ola­rak, mim harfinin fethasıyla, şeklinde okumuşlardır. Şeddeli okuyuş, şeddesiz okuyuşun aksine "çokluk" manasına delâlet eder. [174]

 

İkinci Mesele      

 

Ayetteki "faidelendiririm"; "rızık vermek suretiyle" yahut "dünyada beka vermekle" faidelendiririm' de­mektir. Yahut da, "Muhammed'in zuhuruna kadar,

mezkûr iki tarzda faidelendiririm. O çıkınca küfürde ısrar ederse kâfiri öldürür veya bu beldeden sürer" demektir. Bunun mânâsı şudur: Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ey İbrahim, sen hernekadar sadece mü'minlere dua etmiş olsan da, ben kâfir olanları da dünya rızkı ile faydalandırır, mü'mine nimet verdiğim sürece, o kâfirin ömrü sona erip de onun canını alarak daha sonra ahirette ateş azabına dûçâr edinceye değin bu rızkı ondan menetmem." Böylece kâfi­re, dünya hayatında rızık olarak verilen şey az oldu. Zira bu rızıklandırma onun hayatı boyunca olmuştu. Ezel ve ebed arasındaki sonsuz süreye nisbetle onun ömrü son derece azdır. Netice olarak Allah Teâlâ, mü'minin dünyadaki nime­tinin ahirette de devam edeceğini, kâfirin ise böyle olmayıp, dünyada istifâde ettiği nimetlerin ölümü ile sona erip, ahirette ondan ayrılacağını açıklamıştır.

Alllah'ın, 'Sonra onu zorla cehennem azabına sokarım" ayetine gelince, bil ki, kelimesi hakkında iki görüş vardır:

a) Kişiye, kurtulamayacağı bir şeyi yapmaktır ki bu ayette bu manadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak şu ayetlerde şöyle buyurmuştur:

"O gün onlar cehennem ateşine öyle bir itilişle tilirler ki..." (Tûr. 13); ve,   " O gün onlar yüzleri üstü cehenneme sürüklenirler" (Kamer, 48) .Birisini istemediği halde, bir çe zorlayıp bunu ona mecbur ettiğin zaman,  dersin.

Dilciler bu kelimenin aslının, "birşeyi birşeye yaklaştırmak" manasına olan, masdarından olduğunu söylemişlerdir. Kadın'a yakınlığı ve karabeti sebebiyle kumasına da denilir.

b) Izdırâr, korkutma ve tehdit yoluyla bir kimseye bir şeyi, kendi isteğiyle kırmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti bu manadadır: saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla, (bunlardan yemeye) mec-- kalırsa" (Bakara, 173) .Bu ayette Allah Teâlâ, o kimseyi hernekadar bu yeme işi onun kendi fiili olsa da "ölü hayvanın etini yemeye mecbur kaimi-diye vasfetmiştir. Buna göre tefsir ettiğimiz ayetin manası şöyle olur: Allah Teati onu, ona şayet ondan kurtulmak istese bile engelleneceğini bildirmek  tiyle, ateşi seçmeye ve orada kalmaya zorlanmaktadır. Çünkü bu di olan kimse cehennemde bulunmaya zorlanmıştır. Sonra Hak Teâlâ, o yeni çok kötü bir varış yeri olduğunu, çünkü güzel bir varış yerinin, nimetlere a mutluluklara erilen bir yer olduğunu, kötü bir varış yerinin ise bunun aksi olduğunu açıklamıştır. [175]

 

Kabe'nin Bina Edilmesi             Başa Dön

 

"Hani, İbrahim İsmail ile birlikte Beytin temellerini yükseltiyordu. "Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, muhakkak ki sen, hakkıyla duyan ve bilensin.. Ey Rabbimiz, bizleri sana teslim olmuş iki kimse, zürriyetimizden de sana teslim oimuş bir ümmet yap! Ve bize, ibadet mahallerini göster, tevbeierimizi de kabul buyur. Muhakkak ki sen, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti çok olansın. Ey Rabbimiz, onların içinde, onlara ayetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı temizleyece. onlardan bir peygamber gönder. Muhakkak ki yegâne galib ve sonsuz

hikmet sahibi olan ancak sensin" (Bakara, 127-129).

Bil ki bu, Allah'ın İbrahim ve İsmail (a.s)'den nakletmiş olduğu şeyleri dördüncüsüdür. Bu da, o ikisinin, Kabe'yi inşa ederken üç çeşit duada bulunmalarıdır. Sonra burada birkaç mesele bulunmaktadır: [176]

 

Birinci Mesele

 

Hak Teâlâ'mn, buyruğu,geçmiş bir durumun ifadesidir. kelimesi, kelime­sinin çoğuludur, üstünde bulunan şey­lerin temeli ve esası demektir. Bu, mevsüfu zikredilmeden kullanılan ve isim yönü ağır basan bir sıfattır. Manası ise, sabit ve kalıcı olan demektir. "Allah seni, orada oturtsun, sabit kılsın" ifâdesi de bu köktendir. Yani, Allah'tan seni oturtmasını ve sabit kılmasını isterim, demektir. Temelle­rin yükseltilmesi, onun üzerine bir şeylerin yapılması demektir. Çünkü bu te­meller üzerine bir şe^r yapılınca bu temeller atçak iken yüksek hale gelir. Böylece kısa iken uzamış olur. Bununla, binanın duvarındaki dizilmiş kerpiç ve taşların kastedilmesi de caizdir, çünkü her taş ve kerpiç, üzerine konulan ve inşa edilen her taş ve kerpiç için bir temel teşkil eder. Temellerin yükseltil­mesinin manası o temelterin yapılarak yükselmesi demektir. Çünkü bir taş, bir kerpiç birbiri üzerine konulduğu zaman, bu taş ve kerpiçler yükselmiş olur­lar. Allah en iyisini bilendir. [177]

 

İkinci Mesele

 

Tarihçilerin pek çoğu, bu hususta rivayet ettiğimiz hadislere dayanarak, bu Beyt'in Hz. İbrahim'den ön­ce mevcut olduğu kanaatindedirler. Onlar bu görüş­lerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim Beyt'in temellerini yükseltiyordu" (Ba­kara. 127) ayetini delil getirmişlerdir, Çünkü bu ayet, temellerin yıkılmış vaziyet­te var olduğunu göstermek hususunda, sarih bir ifâdedir. Ne var ki İbrahim (a.s), o temelleri yükselterek, onu tamir etmiştir. [178]

 

Üçüncü Mesele    

 

Alimler, Hz. İsmail'in Beyt'in temellerinin yükseltilmeşinde ve Beyt'in yapılmasında, Hz. İbrahim'e yar­dımcı olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Alimlerin pekçoğu Hz. İsmail'in bu konuda Hz. İbrahim'e yardımcı olduğunu söylemektedirler. Buna göre ayetin takdiri şudur: "Hz. İbrahim ve İsmail Beyt'in temellerini yükselttikleri zaman.." Bunun delili ise,Cenâb-ı Hakk'ın,, kelimesini, lâfzına atfetmiş olmasıdır. Binaenaleyh mutlaka, bu at­fın zikri geçen fiillerden birisi hakkında olması gerekir. Daha önce de, Beyt'in temellerinin yükseltilmesi işi geçmişti. Binaenaleyh İsmail lâfzının, bu husus­ta İbrahim lâfzına atfedilmiş olması gerekir. Sonra, onların bu işte ortak olma­larının iki hususa ihtimali bulunmaktadır:

a) Onların, Beyt'i yapma ve duvarlarını yükseltme hususunda müşterek olmalarıdır..

b) O ikisinden birisinin Beyt'in ustası, diğerinin ise ona taş, çamur ver­mesi, alet ve edavâtı hazırlamış olmasıdır. İşte bu iki izaha göre de, "yükseltme" işinin, bu ikisine nisbet edilmesi uygun olur. Ne var ki birinci açık­lama, gerçekle daha çok iç içedir. Bazılarrysa, Hz. İsmail'in o vakitte küçük bir çocuk olduğunu zannetmiş­lerdir. Bu Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre, Hz. İbrahim Beyt'i yaparken, arkasında Hz. İsmail ve karısı Hacer olduğu halde, evden çıkar. Bu­nun üzerine bu ikisi: "Bizi kime bırakıyorsun?" derler. Hz. İbrahim (a.s), ce­vaben, "Allah'a!" der. Derken Hz. İsmail susar, fakat su bulamaz. Hemen Cebrail onlara seslendi ve parmağıyla yeri kazdı; derken yerden zemzem su­yu fışkırdı.. Bövle diyen âlimler. kelimesinde vakf yapıp, daha son­ra da, ifadesiyle söze yeniden başlarlar. Buna göre mâna şöyle olur: "Ey Rabbimiz, bu Beyt'i yapmakla gösterdiğimiz taatimizi kabul et!" Bu takdire göre Hz. İsmail, yapmak işinde değil, sadece duada ortak olmuş olur. Bu te'vil zayıftır; çünkü Allah'ın, buyruğunda Altahu Teâlâ'nın neyi kabul ettiğine dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Binaenaleyh, bunu zikredilen hususa, yani Beyt'in yapılmasına hamletmek gerekir. Beyt'in yapıl­ması Hz. İsmail'in fiilinden olmazsa, bunu kendisinden kabul etmesini Allah'­tan nasıl isteyebilir? O halde, böyle bir görüş, Kur'an'ın zahirinin hilâfına olup, bu sebeple de reddedilmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir. [179]

 

Hz.İbrahım ile Hz. ismail'in  Üç Duası: İbadetin Kabulü İçin Aynca Duaya Lûlum Var Mı?                                  

 

"Hani, İbrahim, temelleri, Bevt'in temellerini yükseltiyordu" buyurmuş, "Beyt'in temellerini yükseltiyordu"

dememiştir. Çunku, temeller sozunu önce kapalı söyleyip, sonra da bu kapalılığı açıklamada, başka bir ifâdede bulunmayan bir ta'zim ve onun şanını yüceltme bulunmaktadır. Böy­lece Cenâb-ı Hak, bundan sonra onların üç çeşit duasını nakletmiştir:

Birincisi: Allah'ın, "Rabbimiz bizden kabul buyur; muhakkak ki sen en iyi işiten ve en iyi bilensin" ayetindedir. Bunda birkaç mesele bulunmaktadır: [180]

 

Birinci Mesele                   Başa Dön

 

Alimler, "Bizden kabul buyur!" sözünün tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. Kelâmcıfar şöyle demişlerdir: Ka­bul ettiği her amelin sahibini Allah mükâfaatlandırır ve onun o amelinden hoşnut olur. Allah'ın kendisine mukâfaat vermediği ve razı olmadığı amel ise merduttur. Burada, birbirinden ayrılmayan iki şeyin bi­risinden, diğerinin ismiyle söz edilmiştir. Buna göre, kabul edilme lâfzı zikre­dilmiş, bununla Allah'ın sevabı ve rızası kastedilmiştir. Çünkü kabul buyurma, kişinin kendisine hediye edilen şeyi kabul etmesidir. Böylece kulun fiili atiyye ve bağışa; Allah'ın rızası ise ifâdenin genişliği yoluyla (tevessül), kabule ben­zetilmiştir. Arifler şöyle der: "Kabul ile tekabbül arasında fark vardır." Çünkü "tekabbül, insanın onu kabul ettirme hususunda zorlamada bulunmasından ibarettir. Bu ise ancak, amel noksan olup, kabul edilmeye müstehak görülmediği zaman olur. Bu, Hz, İbrahim ve İsmail tarafından, amellerindeki kusurun, acizliklerinin ve yetersizliklerinin itirafıdır. Böylece maksat, o amele mükâfaat vermek olmaz.. Çünkü, kendisine hizmet edilen kimse yanında fiilin kabul gör­mesi, akıllı olan biı hizmetçiye göre, ona mukabil bir mükâfaat almaktan daha hoştur. Bunun iyice incelenmesi, Allah'u Teâlâ'ıın,

"İman edenler ise, Allah'ı daha çok sever" (Bakara. 165)ayetindeki "muhabbet" sözünün tefsirinde gelecektir. Allah en iyisini bilendir. [181]

 

İkinci Mesele      

 

Onlar, kelâmcıların dediğine göre, bu ibâdetlerini Allah'a ihlâs ile yaptıktan sonra, kabulü için Allah'a yalvarıp yakardılar ve ibâdetlerine karşı mükâfaat is­tediler. Allah'a ihlâs ile yapılan işe sevab vermesi vacib olsaydı, bu dua ve yakansın bir mânâsı olmazdı. Çünkü bu, insanın Allah'a yakarıp şöyle demesi mânâsına gelir: "Allah'ım, ateşi yakıcı, buzu da soğuk kıl." Hatta böyle dua etmesi diğerinden daha yerindedir. Çünkü konuşana göre, ateşin yanıp ışık verirken soğuk bir hale gelmesi, yine aynı şekilde buzun da donmuş ve beyaz bir halde iken sıcak bir hale gelmesi uzak bir ihtimal değildir.

Mu'tezile'ye göre bu gibi fiillere sevabın terettüp etmemesi imkânsızdır. Binaenaleyh burada ayrıca dua etmenin çok lüzumsuz birşey olması gerekir. Bu böyle olmadığına göre, biz (Ehl-i Sünnet), kul hakkında Allah'a hiçbirşeyin vâcib olmadığını, Allah'ın buna mecbur olmadığını anlamış olduk. Allah en iyi bilendir. [182]

 

Üçüncü Mesele

 

Hz. İbrahim (a.s) bu duasının peşine, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demiştir. O sanki "Ey Rabbimiz sen,

bizim dua ve yakarışlarımızı duyuyor, kalbimizdeki ihlâsımızı ve senden baş­kasına değer vermediğimizi biliyorsun" demek istemiştir. Buna göre eğer "Hz. İbrahim (a.s)'in, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demesi hasr ifâde eder. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah'dan başka varlıklar da bazan işiti-ci olur" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ'nın bu sıfatı kâmil (tam) olduğu için, sanki başkası değil de sadece O'na bu sıfat has kılınmıştır.

"Hz. İbrahim (a.s)'ın yaptığı ikinci dua, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olanlardan kıl" demesidir. Bununla ilgili bir­kaç mesele vardır: [183]

 

Birinci Mesele    

 

Alimlerimiz insanın fiillerinin yaratılması meselesinde, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olanlardan kıl ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü İslam'dan maksad ya din ve itikaddır, veyahud da teslim olup inkiyâd etmektir. Hz. İbrahim ile İsmail (a.s)'in, kendileri zaten teslim olma ve Allah'a baş eğmeye arzulu ol­dukları halde, İslam kelimesinin bu manaya alınması nasıl doğru olabilir? Onlan bu sıfat üzere kılmanın mânâsı, bunu onlarda yaratmak demektir. Çünkü "kılmak", "yaratmak" manasındadır. Nitekim Allah Teâlâ, "O (Allah) karan-liklan ve ışığı kıldı" (En’âm, 1) yani yarattı" buyurmuştur. Böylece bu müslüman olma sıfatını Allah'ın yarattığını gösterir.

Buna göre eğer, "Bu ayetin zahirine göre mânâ verilmemiştir. Çünkü aye­tin zahiri, onların böyle bir istekte bulundukları esnada müslüman olmamala­rını gerektirir. Çünkü eğer onlar o anda müslüman olsalardı, Allah'ın kendilerini müslüman kılmalarını istemeleri, var olan birşeyi elde etmek (tahsil-i hâsıl) is­teği oturdu ki bu bâtıldır. Çünkü müslümanlar, o ikisinin bu dua esnasında da müslüman oldukları hususunda ittifak halindedirler. Bir de onların böyle bir duada bulunmaları, ancak müslüman oldukları halde uygun düşer. Buna gö­re ayetin zahirinin bırakılması gerektiği sabit olunca, bununla delil getirmek doğru olmaz. Ayetin zahirinin bırakılmadığını kabul etsek bile, "kılma" fiilinin sadece yaratmak ve icâd etmek mânâsına geldiğini kabul etmiyoruz. Çünkü bu kılmak,   843a   fiili, başka mânâlara da gelir:

a) Yapmak mânâsına... Nitekim Hak Teâlâ, "O (Allah) geceyi elbise, uykuyu dinlenme vakti, gündüzü de bir hayat (faali­yeti) yapandır" (Furkân, 47) buyurmuştur.

b) Hîbe etti, bağışladı manasına... Biz, " Bu eşyayı, bu kaleyi, bu atı sa­na kıldım," yani" bağışladım" deriz.

c) Birşeyi tavsif etme ve o şey ile hükmetmek manasına... Meselâ,

 "O (Kafirler) Rahman Allah'ın kulları olan melekleri dişiler diye zavsif etmiş, dişi olduklarına hükmetmişlerdir'' (Zuhruf, 19) ve, "° (kâfirler), cinlerin Allah'ın ortaklan olduğuna hükmettiler" (Enam, 100)ayetlerinde olduğu gibi.

d) Emretmek manasına... Meselâ,   Biz onlara, o peygamberlere uymayı emrettik" (Enbiya, 73) ve, "Muhakkak ben seni insanlara imâm (önder) kılıyorum" (Bakara, 124) buyurulmuştur. Bu ise emir ile olur.

e)  Öğretmek manasına... "Falancayı kâtib ve şâir kıldım" demek, "Bu işleri ona öğrettim" demektir.

f) Açıklamak ve göstermek manasına,.. Birşeyin bâtıl olduğunu gösteren deliller getirdiğin zaman, "Falancanın sözünü geçersiz kıldım" dersin.

Bütün bunlar sabit olunca biz deriz ki ayette geçen, fiilinden mak­sadın, "Hz. İbrahim ile İsmail'i müslüman olmakla niteleyip, onların müslü-man olduğuna hükmetmek" manası olması niçin caiz olmasın? Nitekim bu­nunla birisi başkasını vasıfladığı zaman, "Falanca beni hırsız kıldı," veya "Falanca beni faziletli ve edib kişi kıldı" yani "böyle kabul etti" denilir. Biz, den maksadın "yaratma" manası olduğunu kabul etsek bile, "Onları İslam'a götüren ilâhi lütufları yaratmak ve onları müslüman olmaya muvaffak kılmak" manasında olması niçin caiz olmasın? Buna göre "Allah'ın bu işlere muvaffak kıldığı ve böylece de bu işleri yapan kimseyi, Allah kendisine teslim olmuş kimse kılmış olur. Meselâ çocuğunu edib oluncaya kadar terbiye eden kimse çocuğuna, "Ben seni edib kıldım" diyebilir. Böyle yapmamış olan kim­se için ise, "O,çocuğunu hırsız ve hilekâr kıldı, yaptı" denilir. Biz ayetin zahi­rinin Allah'ın müslüman olma sıfatını yaratmış olduğunu ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu aklî delillerin hilâfınadır. Bu sebeble böyle hükmetmemek gere­kir. Biz bunun aklî delillerin hilâfına olduğunu söyledik. Çünkü kulun fiili Allah Teâlâ'nın mahlûku olsaydı, kul bu fiili sebebiyle ne bir övgüye, ne zemme, ne sevaba ne de ikâba müstahak olmazdı. Bu durumda kulun değil de Allah'­ın müslüman ve itaatkâr olması gerekirdi" denilirse şöyle cevap veririz:

Onun, "Ayetin zahirine göre mânâ verilmez" sözüne karşılık biz deriz ki: Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü:

a) İslâm, kalbde bulunan bir araz olup iki zamanda devam etmez. Buna göre onların, "Biz ikimizi, sana teslim olanlardan (müslümanlardan) kıl" sö­zü, "Bu arazı, gelecek zamanda bizde devamlı olarak yarat" demektir. İslam'ın gelecek zamanda yaratılmasını elde etmeyi istemek, şu anda onun mevcut olmasına ters değildir.

b) Bundan maksad, müslümanlık sıfatının artmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Al­lah, 'İmânlarına imân katmaları için..," (Fetih, 4); ve: "O hidayete erenlerin hidayetini artırır" (Muhammed, 17) buyurmuştur. İbrahim (a.s) de "Fakat kalbimin mutmain olması için..." (Bakara, 260}. demiştir. Buna göre sanki Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s), yakînlerinin ve tasdiklerinin artması için Allah'a böyle dua et­mişlerdir, Birşeyin artmasını taleb etmek, o anda aslının mevcud olmasına ters değildir.

c) İslam sözü mutlak olarak zikredildiğinde, imân ve îtikadı ifâde eder, ama lam harf-i cerri ile meselâ, 1ÜJJ&J* (Senin için iki müslüman)şeklinde kul­lanıldığı zaman, "O'na teslim olmak, inkiyâd etmek, takdir ettiği herşeye razı ol­mak ve O'nun hükümleri ve takdiri hususunda çekişmeyi bırakmak" manası­na gelir. Buna göre yemin olsun ki o iki peygamber Allah'a işte bu manada teslim olup inkıyad etmiş ve Allah'ı tanımışlardı. Fakat insan oldukları için kalblerinde bir tür çekişme (mücadele) katmıştı. Bundan dolayı Allah'ın kazasına rızâ makamı kâmil bir şekilde meydana gelsin diye, Allah'ın bu çekişmeyi kalblerinden tamamen silip yok etmesini istemişlerdir.

Böylece bütün bu izahlar ile ayetin zahirî manasının terkedilmeyeceği or­taya çıkmıştır. O muarızın "kılma" fiili, "Birşeye hükmetmek veya birşeyle hükmetmek" manasına da hamledilir" görüşüne gelince, biz deriz ki: "Bu bazı bakımlardan kabule şayan değildir:

a) Mevsuf için bir sıfat meydana geldiği zaman, sıfatta herhangi bir fayda yoktur. Dua ile taleb edilen sırf bu sıfatın kendisi olmayınca, bunu sıfatı elde etme manasına hamletmek gerekir. "Allah Teâlâ'nın bu şekilde onu vasfet-mesi bir övgü ve medihtir" denilemez. Halbuki o aslında istenen birşeydir." Biz yine deriz ki: "Evet, birşeyin bizzat kendisini elde etme hususundaki is­tek., o şevje tavsif ediliç övjece hükmedilmedi elde etme hususundaki istek­ten daha çoktur. Binaenaleyh onu birinci mânâya hamletmek daha uygundur.

b) Hz. İbrahim ile İsmail (a.s);de İslâmiyet bulunduğu zaman, onlar "müslüman" diye adlandırılmaya müstehaktırlar. Halbuki Allah Teâlâ'nın ya­lan söylediği düşünülemez. Binaenaleyh bu vasfın onlarda zaten bulunması gerekir. Öyle ise bu vasfı dua ile yeniden taleb etmede ne fayda var?

c) Eğer bundan maksad sadece isimlendirilme olsaydı, o zaman İbrahim (a.s)'e "müslüman" diyen herkes için "Onu müstüman kıldı" denilmesi caiz olurdu.

Hasmın, "Bu kılma, lütuf fiillerini yaratma manasına hamledilir" şeklin­deki görüşüne gelince, biz deriz ki: "Bu da bazı bakımlardan kabul edilemez:

1) "Kılma",   jif lâfzı "İslânV'a izafe edilmiştir. Binaenaleyh onu "İs-lâm"dan başka bir şeye çevirmek ayetin zahirini terketmek olur.

2) Bu ilâhî lütufları Mu'tezile'ye göre, Allah yapmış, O İcâd etmiş ve onla­rı varlık âlemine O çıkarmıştır. Bu sebeble onları istemek de tahsîl-i hâsıl (zaten mevcud olanı tekrar elde etmeyi) istemek olur ki bu da caiz değildir.

3) Bu lütufların, meydana gelme tarafını, gelmeme tarafına tercih eden bir tesirleri ya vardır veya yoktur. Eğer bu tercihte lütufların bir tesiri yoksa buna lütuf denmez. Eğer bu lütufların, fiilin meydana gelme tarafını tercihte bir tesiri varsa, biz deriz ki: Tercih meydana geldiği zaman, o fiilin meydana gelmesi vacib olur. Bu böyledir. Çünkü tercihin bu kadarıyla meydana gelme­nin yanında fiil, ya vâcib olur, veya imkânsız olur veya ne vacib ne de imkân­sız olur. Eğer fiilin meydana gelmesi vâcib ise, bu elde edilmek istenen neticedir. Eğer imkânsız olur ise, lütuflar müreccih (müessir) değil, manî ol­muş olur. Eğer ne vacib ne de imkânsız değilse, bu durumda fiilin o müreccih ile beraber meydana gelmesi bazan mümkin, bazan imkânsız olur. Meydana geldiği vakti, meydana gelme vakti olarak ona has kılmak, ya o vaktin, kendi­sinden ötürü, meydana gelme ile terneyyüz ettiği bir hususiyet onda vardır veya böyle değildir. Eğer birincisi söz konusu ise, bu müreccih bu hususiyetle bir­likte lütufların tamamı olur veya tercihte bu lütufların asla bir tesiri olmaz. Biz onun böyle olduğunu farzedersek, bu,akla ters düşer. Eğer ikincisi söz konu­su ise, bu durumda mümkinin,eşit olan iki tarafından birinin bir müreccih ol­maksızın diğerine tercihi gerekir ki bu imkânsızdır. Böylece böyle bir lütfün bulunduğuna hükmetmenin makul olmadığı sabit olur."

Hasmımızın, "Akli deliller, kulun fiilini Allah'ın yaratmasının imkânsız ol­duğunu gösteriyor. Bu ise medhi ve zemmi ayırır" şeklindeki görüşü husu­sunda biz deriz ki: Bu, yukarıda izahı defalarca ve çeşitli vesilelerle geçtiği gibi, ilmi ve sebeblerir.i isteme meselesiyle tezad teşkil eder.

Bil ki bu ayetle ilgili en meşhur sual şudur: O iki peygamber müslüman oldukları halde, niçin Allah'ın kendilerini müslüman kılmasını istemişlerdir? Biz bu suali de yukardaki meseleye kattık ve ona yeterli, sadra şifâ veren cevap­lar verdik. Bundan dolayı Allah'a hamdolsun. Onların Allah'a teslim olup bo­yun eğdiklerine aklî bakımdan delâlet eden şey ancak Allah'dan olur. Müslüman olmaya elverişli olduğundan bahsettiğimiz kudret, müslüman ol­mamaya da elverişli midir yoksa değil midir? Eğer o kudret İslam'ı bırakma­ya elverişli değilse, o kudret İslam'ın mutlaka meydana gelmesini gerektirir. Böylece de o iki peygamberde, müslüman olmalarını gerektiren kudret yara­tılmış demektir. Eğer bu kudret İslam'ı bırakmaya, yani müslüman olmamaya elverişli olur İse bu bâtıldır. Bunun mümkün olduğunu kabul edersek, mak-sad hâsıl olur. Onun bâtıl olmasına gelince, bu böyledir. Çünkü terk, bir şeyin asıl yokluğu hali üzere bırakılmasından ibarettir. Yokluk, sırf yokluktur. Bu ne­denle kudretin o yoklukta müessir olması imkânsızdır. Bir de o devamlı yok­tur. Yokluğu devamlı olan şey ise kudrete konu olamaz. Böylece bu izahla, devamlı yok olan şeye kudretin tesir etmeyeceği sabit olmuş olur. Binaena­leyh kudret ancak mevcud olan şeyler için söz konusudur. O halde kudret sa­dece vücud bulabilecek şeylere elverişlidir. Kudretin hem varlığa hem de yokluğa elverişli olduğunu kabul etmemiz durumunda maksad hasıl olur. Bir de elverişli bir kudret varlığa ancak bir müreccihten ötürü tahsis edilir. Tesel­süle imkân vermemek için, müreccihler zincirinin Allah'ın fiilinde son bulması gerekir. Allah tarafından bir tercih söz konusu olduğu zaman, fiilin mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu sebeble Hz, İbrahim (a.s)'in: "Babblmiz, biz iki­mizi sana müsiüman (testim) olanlardan kıl" sözünün, aklî delillere göre de doğru ve yerinde bir dua olduğu ortaya çıkmaktadır. [184]

 

Kulun Mutluluğu Yalnız Allah'a  Teslim Olmaktadır                   Başa Dön      

 

Hz. İbrahim (a.s)'in: "Rabblmiz, biz ikimizi, sana müslüman (teslim) olanlardan kıl" sözü hasr ifâde   eder. Yani "Biz başkasına değil sadece sana teslim olanlardan olalım" demektir. Bir kulun tam saadetinin, Allah'ın hükümlerine, kazasına ve kaderine (takdirine) teslim olup, O'nun dışında hiçbir varlığa gönlünün kaymamasına bağlı olduğunu gösterir. Hz. İbrahim'in bir başka yerdeki sözünden kastedilen de budur. Nitekim Hz. İbrahim,    "Onlar bana düşmandırlar; âlemlerin Rabbi değil!.." (Şuara, 77)demiştir.

Sonra burada iki görüş vardır:

1) "Ey Rabbimiz, bizi sana teslim olmuş kimseler kıl"; yani, "Seni bir bi­len ve sana ihlâsta bağlananlardan kıl; biz ancak sana ibadet ederiz" demektir.

2) "İslam şeriatının tamamını yerine getirenlerden kıl." Daha kapsamlı olduğu için, makbul olan görüş budur. [185]

 

Üçüncü Mesele    

 

Kulun dua ederken, Allah'a ancak, diye dua etmesi hususuna gelince, bunun izahı, inşaallah, Cenâb-ı Hakk'ın,

"Rabbiniz şöyle dedi: "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Gafir, 60) ayetinin tefsirinde, duânrn şartlarının anlatılmasında gelecektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Zihniyetimizden de sana bo­yun eğmiş bir ümmet) kavline gelince, bunun manası, "Bizim evlâdımızdan., kıl" demektir. Ayetteki, teb'îz (kısmîlik) içindir. Hz. İbrahim, ifâdesinde zürriyetinin bir kısmını söyledi. Çünkü Cenâb-ı Hak, ifa­desiyle, İbrahim ve İsmail'in zürriyetinin içerisinde zalimler olacağını bildirmiştir. Bazı âlimler de, "Hz. İbrahim bununla Arapları kastetmiştir, çünkü onlar da bu ikisinin zürriyetindendir" demiştir.

"Ümmet" sözüne gelince, Hz. İbrahim'in, "Onların içinde, onlardan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) ayetinin delaletiyle, bunun "ümmet-i Muhammed" olduğu söylenmiştir. Burada birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci Soru: Allah'u Teâlâ'nın, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" (Ba­kara. 124) buyruğu, onun zürriyetinin içinde zalim olanlar bulunduğuna delâlet ettiği gibi, zalim olmayanların da bulunduğuna delâlet eder. Böylece onun zür­riyetinin bir kısmının müslüman bir cemaat olduğu bu ayetle bilinmiş oldu. Binaenaleyh, böyle bir ümmetin teşekkülünü ikinci kez duâ ile istemenin fay­dası nedir?

Cevap: Bu delâlet katî değildir. Ama, "Şefkat­li kimse, sû-i zanna çok düşkündür." (Yani Hz. İbrahim, şefkatinden dolayı, ne olur ne olmaz diye duâ etmiştir).

İkinci Soru: Hz. İbrahim, niçin kendisiyle Hz. İsmail'in neslini duaya tahsis etmiştir'? Bu hususunda bir cimrilik olmaz mı?

Cevap: Zürriyet, şefkate ve faydalarının düşünülmesine daha lâyıktır. Ni-tekim Cenâb-t Hak, "Kendinizi ve ehlinizi öyle bir ateşten koruyunuz id..." (Tahrim, 6) buyurmuştur. Bir de peygamberlerin çocuk­ları iyi halli kimseler oldu mu, diğerleri de onlar vasıtasıyla iyi halli ve sâlih olur; hayırlar konusunda onlara uyarlar. Görmüyor musun, önce geçen âlim ve büyük kimseler, istikamet üzere (doğru) oldukları zaman, arkalarında olan kimselerin de müstakim olmaları için nasıl canla başla çalışmışlardır?

Üçüncü Soru: Cahiliye Devri Arapları Hep Müşrik İdi. Öyleyse Hz. İb­rahim ve Hz. İsmail'in Duası Kabul Edilmemiş miydi?

Görünen şudur ki, Allahu Teâlâ, şayet bu duayı reddetmiş olsaydı, O bu reddini açıkça belirtirdi. Allahu Teâlâ, reddini açıkça belirtmeyince, O'nun bu duaya icabet etmiş olduğunu anlamış olduk. Bu durumda da bir müşkil orta­ya çıkar, çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'in ecdâdt zamanında Araplardan hiç­birisi müslüman değildi. Hz. İbrahim ve İsmail'in zürriyeti sadece Araplardır.

Cevap: Kaffâl şöyle demiştir: "O ikisinin zürriyeti içinde, bir olan Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler, devamlı olarak buluna-gelmiştir. Peygamberler de Hz. İbrahim'in soyundandırJCahiliyye çağında Zeyd ibn Amr İbn Nüfeyİ, Kus İbn Sâ'ide -bunun, Hz. Peygamberin dedesi olan Ab-dul Muttalib İbn Hâşim- ofduğu da söylenir ve Âmir İbn ez-Zureb gibi İslâm dini üzere olup da, Allah'ın yoktan yaratmasını, öldükten sonra tekrar yarata­cağını, sevâb ve ceza vereceğini kabul edip, Allah'ı birleyenler; leşleri yeme­yen ve putlara tapmayan kimseler bulunmaktaydı. [186]

 

Cebrail'in Hac Menasikini Öğretmesi

 

Allah'u Teâlâ'nın, "Ve bize, ibadet yerlerimizi göster" kavline gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [187]

 

Birinci Mesele                   Başa Dön

 

Allah'ın, (Bize göster) ifâdesi hakkında iki görüş vardır:

1) Bunun mânası, "Bize, haccımızın hükümlerini öğret" demektir, "çünkü, haccedelim ve insanları orayı haccetmeye davet ede­lim diye, bize Beyt'i yapmamızı emrettin. O halde, bize haccın kanunlarını ve orada yapmamız gereken fiil ve kavilleri bize öğret!" Bu, ilmen görmek manasında bir mecazdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Görmedin mi, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (Furkan, 45) ve:

"Görmedin mi, Rabbtn, Fil ashabına ne yaptı?" (Fil, 1) buyurmuştur.

2) "Onu bizzat gözlerimiz önüne koy." Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Hz. Cebrail, Hz. İbrahim (a.s)'e haccın bütün kurallarını gösterip, Arafat'a vardı­ğında Cebrail, "-Ey İbrahim, sana gösterdiğim kuralları öğrendin mi?" diye sordu. Hz. İbrahim de, " Evet!" dedi. Böylece oraya, bundan ötürü "Arafat" adı verildi- Kurban bayramının ilk günü olunca, Hz. İbrahim Kabe'yi ziyaret etmek istedi. Bu sırada önüne iblis çıkıp, yolunu kesti, Bunun üzerine Hz. Ceb­rail Hz. İbrahim'e, şeytana yedi taş atmasını emretti. O da yaptı, bunun üzeri­ne şeytan oradan gitti. Sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü gün tekrar göründü.

Hz. Cebrail Hz. İbrahim'e aynı şekilde şeytanı taşlamasını söyledi...

Burada üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da, ifâdesinden, hem gör­menin hem de bilmenin (ilmin) beraberce kastedilmiş olmasıdır. Bu, Kâdî'nin görüşüdür. Çünkü hacca dair şeylerin bir kısmı bilinir, fakat görülmez, bir kıs­mı ise, sadece görülür.. Bu sebeple lâfzı, bu iki durumun her ikisine birden hamletmek gerekir. Bu görüş zayıftır. Çünkü bu lâfzı aynı anda hem hakiki hem de mecazî manaya hamletmeyi gerektirir, ama caizdir.

Böylece, geriye muteber görüş olarak ilk iki götüş kalır. İkinci görüşü sa­vunanlar şöyle demişlerdir: Haccın menâsiki iki vakfe yapılan yerler, haccın kaidelerinin ifâ edilmiş olduğu Mina, Arafat, Müzdelife ve benzerî yerlerdir.

Birinci görüşte olanlar ise şöyle demişlerdir: Haccın menâsiki, hacca ait olan tavaf, sa'y ve vakfeler gibi işlerdir..[188]

 

Menasik Hakkında Geniş Bilgi     

 

kulluk demektir. İbadet eden kimseye, bu kelimeden gelmek üzere, denilir. Sonra, boğazlanacak erkek kurban,  dişi kurban, hacca ait işler ise, diye adlandırılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s):

Hacca ait işlerinizi, ibadet kurallarınızı benden alm. Şu yılımdan sonra, belki de ben,arhk sizinle karşılaşmam!"[189] buyurmuştur.

Hacca ait kuralların ifâ edildiği yerler de "menâsik" diye adlandırılır. Sin -arfinin fethasıyla, iş; sin harfinin kesresiyle, meselâ, ve, kelimeleri gibi- bu fiillerin yapıldığı yer anlamı­na geldiği de söylenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz her ümmete, yerine getirmeleri gerekli bir ibadet yolu gösterdik" (Hac 67) buyurmuştur. Ayetteki ilgili kelime, sin'in hem fethası hem de kesresıyle okunmuştur. Sözün zahiri, bunun iş, fiil manasına geldiğine delâlet eder. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, İfâdesi bunu gösterir. Peygamber (s.a.s), onlara hacda yapılacak fiilleri öğrenmelerini emretmiştir; yoksa Hz. Pey­gamber (s.a.s), "Benden hacca ait ibadetlerinizin yapılacağı yerleri alın" mâ­nâsını kastetmemiştir.

Bu hususu iyice kavrayınca biz deriz ki, "menâsik" sözünü, "haccın menâsik" ine hamlederek onu hacdaki fiiller manasına alırsak, ayette geçen, Ujl ifâdesi, bu amellerin tarifini göstermeyi ifâde eder. Eğer onu, haccın fiil­lerinin yapıldığı yerler manasına alırsak, bu durumda, Ujl ifâdesi, yerlerin tanıtılması için kullanılmış olur.Bazı müfessirter de, "menâsik" sözünü, sade­ce kurban kesmeye hamletmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü boğazlanan kurban, kulluğun muhtevasına girdiği için, îlU diye adlandırılmıştır. Bu se­bepten dolayı, yemek için4(esilen kurbanlara du isim verilemez. İbadet mak­sadıyla kesilen şey ise, İJÜJ diye adlandırılır. Bunun hac işlerinden bir iş olması diğer amellerin yerine geçer. Bu sebeple hepsinin bu kelimenin muh­tevasına girmesi gerekir. Eğer biz "menâsik" sözünü, bu kelimenin aslıntn ifâde etmiş olduğu ibâdet, Allah'a yaklaşma ve O'nun razı olduğu şeylere ya­pışma manasına hamleder ve bu kelimeyi, Allahu Teâlâ'nın Hz. İbrahim (a.s) için vaz etmiş olduğu her kanunu içine alan bir kelime kabul edersek, bu du­rumda Hz. İbrahim'in, USL*tfi tf*lj demesinin manası; " Sana nastl iba­det edeceğimizi, nerede ibadet edeceğimizi ve, kölenin efendisine hizmet et­mesi gibi bizim de sana hizmet etmek üzere hangi yolu tutacağımızı, hangi vesile ile sana yaklaşacağımızı bize öğret!" demektir. [190]

 

Üçüncü Mesele                   Başa Dön

 

İbn Kesir ve bazı rivayetlerde Ebu Amr, Kur'an'ın her yerinde râ harfinin sükûnu ile olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Bu ikisine Âsim ile İbn Amr,  "Bizleri saptıran o iki kimseyi bize göster" (Fussilet, 29)

ayetinde muvafakat etmişlerdir.

Ebu Amr'den yapılan zahir rivayetlerin bazısında ise o, bütün Kur'an'da 'işbâsız" olarak râ harfinin kesresinin "ihtilâsıyla"[191] okumuştur. Diğer­leri ise, kesrenin işbâsıyla (tam kesreyle) okumuşlardır. Bu kelimenin aslı, mek-sûr olan hemze ile, b'ji dır. Hemzenin kesresi râ harfine nakledilerek, böy­lece hemze de hazfedilmiştir. Bu kıraat şekli, tercih edilendir. Çünkü kurrânın çoğu böyle işba ile okumuşlardır. Bir de, kelimenin aslından hemze düştüğü için, kelime noksanlaşmasın ve hemzeye delâlet eden kesre yok olmasın diye râ harfinin sükûnuyla okuma, güzel olmaz.

Râ'nın sükûnuyla okunan kıraat şekline gelince, bu hem hemzenin, hem de harekesinin hazfediimesi ve sakin olan şeylere benzetilmesi suretiyledir. Meselâ, kelimesinin ve kelimesinin de, şeklinde okunması gibi...

"İhtilas" a gelince bu, hemzenin hazfedildiğine dair delâletin bırakılma­sıyla beraber, telâffuzu nafifleştirme gayesiyle yapılır. [192]

 

Peygamberler Küçük Günah Dahi İşlememiştir

 

Cenâb-ı Hakk'ın,  "Ve, tevbemizi kabul buyur" ifâdesine gelince, bu husuota birkaç mesele vardır: [193]

 

Birinci Mesele     

 

Peygamberlerin günah işleyebileceklerini söyleyen kimseler, bu ayetle istidlal ederek, şöyle demişler­dir: Tevbe, daha önce günahın bulunmasına bağlı­dır. Şayet önceden günah bulunmamış olsaydı, tevbe talebinde bulunmak, im­kânsız olan bir şeyi taleb etmek olurdu.

Mutezile ise şöyle demiştir: Biz, peygamberlerin küçük günah işleyebi-eceklerini tecviz ediyoruz. Buna göre bu tevbe küçük günahlardan dolayı ya­pılmış bir tevbe olur. Bir kimse şöyle diyebilir: Küçük günahlar, bunları işleyenin sevaplarıyla affedilmiş olur. Bunlar affedilince, onlardan dolayı tevbe etmek .de anlamsız olur. Çünkü tevbenin tesiri, günahları yok etme hususundadır. Zaten yok olan bir şeyi yok etmeye çalışmak imkânsızdır.

Burada peygamberler için, küçük günahları tecviz edip etmeyenlere verirek diğer cevaplar da vardır. Bu cevaplar birkaç yöndendir:

a) Tevbenin, günahlardan kaçınmak hususunda aşırı dikkat göstermek maksadıyla yapılmış olması da caizdir. Çünkü nefsini, günahlardan iyice ka-: imaya azmetmiş ve son derece pişman olmuş vaziyette tasavvur eden kimse, günahları terketmeye daha fazla yakın olur, böylece bu, günahları terketmeye götüren ve sevkeden bir lütuf olmuş olur.

b) Kul, her nekadar Rabbine itaata çalışsa bile, o sehven veya evlâyı tü­ketmekten dolayı bazı kusurlar işlemiş olabilir. Binaenaleyh, işte mezkûr dua bu sebepten ötürü olmuş olabilir.

c) Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim'e soyu içinde zâlim ve âsî kimselerin olaca­ğını bildirince, şüphesiz Hz. İbrahim de orada, o zürriyetinin bir kısmını müs-lüman bir topluluk yaratmasını istemiş, sonra da Allah'tan bu günahkâr olanlan tevbeye muvaffak kılmasını talep ederek, yani,"zürriyetimizden gü­nahkâr olanların tevbelerini kabul buyur" demiştir. Çocuğu bir suç işlediğin­de, ona şefkatli olan baba, çocuğundan dolayı özür beyan ederek, "Ben bi* suç işledim, kusur ettim, özür dilerim!" der. Onun bundan maksadı, şunu de­mek istemesidir: "Çocuğum bir hata işledi, onun özrünü kabul et!".. Bu böy­ledir, çünkü insanın çocuğu, bizzat insanın kendisinin yerini tutar.  Bu açıklamayı te'yid eden bazı hususlar da bulunmaktadır:

1) Allahu Teâlâ İbrahim suresinde, O'nun şöyle dediğini nakletmiştir:

"Allah 'im, beni ve oğullarımı, putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim, putlar İn­sanlardan pekçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana tâbi olursa, muhakkak ki o bendendir. Her kim de bana âsi olursa, muhakkak ki sen mağfiret sahibi­sin, çok merhametlisin" (ibrahim, 35-36). Manânın şöyle olması da muhtemeldir. "Kim bana âsi olur da tevbe ederse, sen, onun tevbesini kabul etmeye ve geç­miş günahlarını bağışlamaya muktedirsin."

2) Abdullah İbn Mesûd'un kıraatinde, onun,

"Ve onlara, İbadet yollarını göster ve onları tevbeye muvaffak kıl" şeklinde okuduğu zikredilmiştir.

3) Hz. İbrahim O'nu, "Rabbimiz, onların içinde onlardan olan bir peygam­ber gönder"   (Bakara, 129) sözüne atfen söylemiştir.

4) Müfessirler, Hak Teâlâ'nın,

"Andolsun ki biz sizi yarattık ve sonra sizlere suret verdik" (avıı. m ayetini, Allah'ın Hz. Adem'i yaratmasını, insanlar ondan geldiği için, insanları yarat­ması şeklinde te'vil etmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Hz. İbrahim'in "Bize, ibadet yollarımızı göster" demesinin, "züniyetimize göster" şeklinde olması da uzak bir ihtimal değildir. [194]

 

Ayet Kulların Fililerini de Allah'ın Yarattığına Delildir             Başa Dön

 

Alimlerimiz Hz. İbrahim'in, ifadesiyle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal ederek şöyle de-    mislerdir: Hz. İbrahim (a.s) Allah'tan, tevbesini kabul etmesini istemiştir. Şayet tevbe etmek kulun yaratmasıyla olsaydı, onu Allah'dan istemek hem imkânsız, hem de cehalet olurdu. Mutezile ise şöyle demiştir: Bu, Allah'ın bizden tevbe etmemizi isteye­rek, "İ'man edenler, tevbe-i Nasûh ile Allah'a tevbe ediniz" (Tahrim, 8) buyurmasıyla çelişir. Tevbe şayet Allah'ın fiili olsaydı, bu tevbeyi kuldan istemesi muhal ve bir cehalet olurdu. ifâdesini, Allah'ın tevfikına, O'nun lütuf fiillerine veya kuldan olan tevbeyi kabul etmesine hamledebitmemiz mümkün olunca da âlimlerimiz, "tercih bizimle be­raberdir; çünkü, aklî delil de, bazı bakımlardan bizim bu görüşümüzü te'yîd eder" demişlerdir. Şöyle ki:

1) Allahu Teâlâ tevbeyi gerektiren bir sebebi yaratmadığı müddetçe, tev-benin bulunması imkânsız olur. Bu sebeple tevbe, kuldan değil, Allah'dan ol­muş olur. Bu sebep olma delilinin izahı, defalarca geçmiştir.

2) Allâme Gazafî(rh.a.)'nin özetlediğine göre tevbe, sıraya konulmuş olan şu üç şeyin, ilmin, halin ve amelin toplamından ibarettir. Buna göre ilim birin­ci, hal ikinci -ki ilim bunu gerektirir- amel ise üçüncüsüdür ki bu da halin neti­cesidir. İlim, günahın zararının büyük olduğunu bilmektir. Bu bilgiden faydalı ofan şey elden kaçırılıp, zararlı olanın da meydana gelmiş olması sebebiyle, kalbte bir acı meydana gelir. Kalbteki bu acıya, nedamet, pişmanlık denilir. Sonra bu pişmanlıktan, irâde denilen bir sıfat meydana gelir ki, bunun hal, mazî ve istikbâl ile bir münasebeti vardır. Hal ile münasebeti, onun işlemiş .duğu günahı bırakmasıdır. İstikbâl ile ilgisine gelince, terketmiş olduğu bu - ı Ailah rızası için ömrünün sonuna kadar yapmamaya azmetmekle olur. Mazie ilgisine gelince, eğer telâfi imkânı olan cinsten ise, cebr (onarma) ve kaza e kaçırmış olduğu şeyleri telâfi etmekle olur. Buna göre ilim ilk derecededir. O, hayırların kendisinden doğduğu kaynaktır. Ben, burada ilim ile, iman ve . akîni kastediyorum. Çünkü iman, günahların öldürücü zehir olduğunu tasdik »sekten ibarettir. Yakîn ise, bu tasdiki te'kid ve ondan şekki bertaraf ederek,  olmasından ibarettir. Sonra bu yakîn kalbe hükümran olduğu sürece pişmanlık ateşi yanar; böylece kalb, iman nurunun aydınlatrr la, daha önce karanlıklar içerisinde iken üzerine güneşin ışıktan aoğan, böylece sevgilisinin helak olmak üzere olduğunu görüp de kalbinde onun sevgi. ateşleri tutuşan ve bu tutuşmadan dolayı'da onu kurtarmak için ileri atılma arzusu duyan kimse gibi, kendisinin, sevgilisinden zedelenmiş olduğunu gör­düğü zaman elem ve acı duyar.

Bunun böyle olduğunu bildiğin zaman biz deriz ki; fiilin iradeye daya ması zarurîdir. Çünkü, muarızı bulunmayan kesin bir irade neticesinde, laka fiil meydana gelir. İradenin kalbin duymuş olduğu acıya terettüp et' de zarurîdir. Çünkü hoşa gitmeyen bir durumu müşahede etmesinden dola., kalbi elem duyan kimsenin, kalbinde mutlaka onu savuşturma iradesinin me. dana gelmesi gerekir. Bu elemin, bu şeyin zarar getirici, faydaları da götürü cü olduğunu bilmeye dayanması da zarurî bir durumdur. Binaenaleyh, bütir bu derecelemeler zarurîdir. O halde, daha nasıl bir tecrübe ve zorlama altır-da meydana gelmiş olur?.

Geriye, teklifin muhtevasına giren şeyin, yalnız ilim olduğunu söyleme kalır. Ne var ki, bunda da bir müşkilât vardır. Çünkü bu ilim, ya zarurî veya nazarî olur. Eğer ilim zarurî ise, bu da bir imtihan ve mükellef tutmanın muh­tevasına dahil olmaz. Eğer nazarî olursa, bu da zarurî ilimlerden elde edilmiş­tir. O halde, ilk nazarî ilmi meydana getiren bu zarurî ilimlerin toplamı, bL neticeyi meydana getirmede yeterli olur veya başkası yeterli olur. Eğer bu ye­terli olursa, bu ilk elde edilen nazarî ilmin, zarurî ilimlere terettüp etmesi vacib olur. İrade dışı olan bir şeye terettüp etmesi vacib olan şey de, irade dışı olur. Eğer o yeterli olmazsa, mutlaka bir başka şeyin bulunması gerekir ki, bu baş­ka şey eğer zarurî ilimlerden olur ve bu da bulunursa, bu durumda yeterli ol­duğu halde onu yetersiz kabul etmiş oluruz ki, bu imkânsız bir şeydir (hulf).

Eğer nazarî ilimlerden olursa, ilk nazarî ilim, kendisinden önce bulunan başka bir nazarî ilme muhtaç olur. Bu durumda, nazarî ilimlerin ilki, nazarî ilimler için bir ilk ve başlangıç olmaz, ki bu akta aykırıdır (hulf). Sonra bu ilk hususunda söylenecek söz, ondan önce olan "ilk" hususunda söylenecek söz gibidir. Bu sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkânsızdır. Binaenaleyh bi­zim en son olarak zikrettiğimiz hususla, Allahu Teâlâ'nın, buyruğu­nun zahirine hamledilmiş olduğu ortaya çıkar. Bu,aklî delillere mutabık olan bir gerçektir. Bu ayetle tenakuz içindeymiş gibi gözüken diğer ayetlerin tevil edilmesi daha evlâdır.

eden ve çok merhamet eden ancak sensin" kavline gelince, bu ayetle ilgili açık­lama daha önce geçmişti.

Hz. İbrahim'in yapmış olduğu üçüncü dua ise, O'nun, "Rabbimiz, onla­rın içinde onlardan bir peygamber yolla" şeklinde söylemesidir. Bil ki, Hz. İbrahim'in niyazıyla, "Ve zürriyetimizden de, sana teslim olmuş bir ümmet" duasında kasdettiği kimseyi murad ettiğinde şüphe yok­tur. Çünkü bu daha önce zikredilmiştir. Onun zürriyetini bu şekilde nitelemiş olması, ancak Hz. Muhammed (s.a.s)'e yakışır. Böylece O, sözünü de önceki ifâdesine atfetmiştir. Bu duâ, O'nun zürriyetinin iki yönden mükemmelliğini gösterir:

1) Onların içinde, onların dinlerini ve şeriatlerini ikmâl eden ve onların İs­lam üzere sebatlarını sağlayacak bir şeye davet eden bir resulün bulunması...

2) Gönderilen bu peygamberin, bazı sebeplerden dolayı, başkalarından değil de onlardan olmasıdır. Şöyle ki:

a) İzzet, şeref ve dinleri hususunda, onların mertebeleri ve mevkilerinin en üstün olması için... Çünkü hem peygamber, hem de kendilerine peygam­ber gönderilenler aynı soydan oldukları zaman, peygamberin isteğine uyul-duğunda, bu onun isteğine daha fazla şeref kazandırır.

b) Peygamber onlardan olduğu zaman, onlar onun doğumunu, soyunu-sopunu ve menşeini tanırlar; böylece de onun doğruluğunu ve emîn bir kimse olduğunu bilmek kolaylaşır.

c) Peygamber onlardan olduğu zaman, o peygamber onlara, yabancılara gönderilmiş olması hâlinde,yabancılara karşı olacağından daha şefkatli ve on­ların iyiliği için daha istekli olur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, Hz. İbrahim'in maksadı hem halde, hem de istikbalde dini yaşatmak olduğu ve, zann-ı galibince de bunun ancak, o kavmin kendi zürriyeti içinden çıktığı zaman daha tam ve mükem­mel olacağını düşündüğü için, böylece din konusunda elde edilebilecek en son mutluluğa nail olmak ve, kendi zürriyeti içinde olması sebebiyle de, bü­yük bir sürür ve neşeye ulaşmak amacıyla, bunu murad etmiş olması son de­rece güzel olmuştur. Çünkü, bu rütbeden daha yüce olan bir izzet, bir şeref ve bir rütbe yoktur. [195]

 

Hz. İbrahim'in Gelmesini İstediği Zat Resul-i Ekrem'dir.             Başa Dön

 

Burada bildirilen peygamberin Hz. Muhammed (s.a.s) olduğuna gelince, buna bazı hususlar delâlet etmektedir:

a)  Müfessirlerin icma'ı, bunun başta gelen hüccetidir.

b) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğinin rivayet edilmesidir:

"Ben İbrahim'in duası, İsa'nın ise müjdesiyim"[196] Resul-i Ekrem "da'vet, duâ" sözüyle bu ayeti, "müjde" sözüyle de Saf sûresinde zikredilen,. "Benden sonra gelen ve adı Ahmed olan bir peygamberi müjdelemek üzere..." (Saf, 6) ayetini kastet­miştir.

c) Hz. İbrahim (a.s) Mekke ve civarında bulunan soyu için, Mekke'de bu duayı yapmıştır. Allah Teâlâ da Mekke ve civarında olanlara sadece Hz. Mu­hammed (s.a.s)'i peygamber olarak göndermiştir. [197]

 

Ümmet-i Muhammed'in Hz. İbrahim'e Salât ve Berekât Dilemesinin Hikmeti

 

Bu meseleyle ilgili bir soru vardır. O da şudur: Hz. İbrahim (a.s)'in na­mazlarda Hz. Muhammed (s.a.s)'le birlikte,

"Allah im! İbrahim 'e ve İbrahim 'in ehline merhamet ettiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in de merhamet et"[198] diye zikredilmesindeki hikmet nedir?

Alimler bu soruya şu şekillerde cevap vermişlerdir:

1) Hz. İbrahim (a.s), Hz. Muhammed (s.a.s) için, "Rabbimiz, onlara içle­rinden, ayetlerini okuyan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) öyle dua etti. Ha-lilullah Hz. İbrahim için, Habîbullah Hz. Muhammed (s.a.s)'in güzelce dua etmesi gerekince, Allah Teâlâ, onun isminin zikrini kıyamete kadar ümmet-i Muhammed'in dilinde sürdürmek suretiyle Hz İbrahim (a.s)'in Hz. Muhammed (s.a.s) üzerinde olan hakkını îfâ etmiş oldu.

2) Hz. İbrahim (a.s), Rabbinden, "Sonraki insanlar içinde benim için bir lisan-ı sıdk (yâd-ı cemll, güzel nâm) kıl" (Şuara, 34), Yani "Ümmet-i Muham­med içerisinde benim için güzel bir isim (nâm) bırak" sözü ile, bunu Rabbin­den istedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun duasını kabul etti ve, Muhammed ümmeti içerisinde ona güzel bir nâm bırakarak, onun adını Habîbi Muham­med'in ismine bitiştirdi.

3) İbrahim (a.s), Cenâb-ı Hakk'ın, "Atanız İbrahim'in milletine, dinine..." (Hacc, 78) ayetine binaen millet-i İslâm'ın babasıdır. Muhammed (s.a.s) rahmetin

babasıdır. Abdullah b. Mes'ud (r.a)'un kıraatinde ise, 'Su peygamber müminlere, kendi nefislerinden daha ileridir; O onların babasıdır" (Ahzab, 6. ayetin değişik kıraati) şek­linde geçmektedir.

Hz. Peygamber ile ilgili olan diğer bir ayette ise,  "(O) mü'minlere çok şefkatli ve merhametlidir" (Tevbe, 128) buyurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, yani şefkat ve merhamet husu­sunda, "Ben sizin babanız gibiyim[199] buyurmuştur. Bu ikisinden herbiri için bir bakıma babalık hakkı tahakkuk ettiği için, Allah Teâlâ da her ikisini övgü ve duada beraber zikretmiştir.

4) İbrahim (a.s), hacc hususundaki ahkamı ilân ediyordu: "İnsanlar için­de haca ilân et" (Hacc, 27). Hz. Muhammed (s.a.s) ise dinin münâdisi idi: "İma­na davet eden bir münâdiyi duyduk" (Ai-imran, 193). Böylece Cenâb-ı Hak, güzel nâm hususunda her ikisini de birleştirmiştir. [200]

 

Gelecek Peygamberin Vasıflarından Bazıları             Başa Dön

 

Bil ki Cenâb-ı Hak onlara içlerinden bir peygamber göndermeyi murad ettiğinde, bu peygamberin bazı vasıflarını zikretmiştir:

a) "O onlara senin (Allah'ın) âyetlerini okur." Bu ayetle ilgili iki vecih vardır:

1) Bu ayetler, Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiş olan Furkân (Kur'an)'dır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara okuduğu sadece bu idi. Binaenaleyh "ayetlerini" lâfzını Furkân'a hamletmek gerekir.

2) Bu ayetlerin yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delâlet eden işaretler ol­ması da mümkündür. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu ayetleri onlara okumasının manas) şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, bunları hatırlatıyor, onları bunlara davet ediyor ve bunlara imân etmeye sevkediyordu.

b) "O on/ara kitabı öğretir." Bundan maksad, "O, onlara kitabı okuma­larını emrediyor ve kitabın manaları ile hakikatlerini öğretiyor" demektir. Bu böyledir, çünkü okumak, bazı sebeplerden dolayı matlûbtur.

Bu sebeblerden birisi, Kur'an'ın lâfzının tevatür derecesine ulaşan ka­labalık sayıda insanların dillerinde devam edip gitmesidir. Böylece de tahrif ve tasniften (kelimeyi yanlış yazma ve okumadan) korunmuş olur.

Bu sebeplerden bir başkası da, onun lâfzının ve nazmının Hz. Muham-med'in bir mucizesi olmasıdır.

Bir diğer sebepse, onun okunmasında bir nevi ibâdet ve taatın bulun­masıdır. Ayrıca onun namazlarda ve şâir ibadetlerde okunmuş olması da, bir başka çeşit ibadettir. İşte okumanın hükmü budur.

Ne var ki en büyük hikmet ve en yüce gaye, O'ndaki delil ve hükümleri öğrenmektir. Çünkü Kur'an'da bulunan mana, hikmet ve sırlardan dolayı Cenâb-ı Hak Kur'an'ı "Hidayet" ve "Nûr" olarak vasıflamıştır. Allahu Teâlâ ilk önce okumayı zikredince, bundan sonra da onun hakikat ve sırlarını öğ­renmeyi, öğretmeyi zikrederek,"Ve onlara Kitab't öğretir" buyurmuştur.

c) Hz. Peygamberin üçüncü sıfatı O'nun "hikmeti öğretmesidir." Yani O, hikmeti öğretiyordu. "Hikmet", söz ve amelde isabet etmek demektir. Ancak bu iki özelliği kendisinde bulunduran kimseye "hakim" denir. Bu kelimenin aslının, "Onu alıkoydum, menettim" manasına olan, ifâde­sinden olduğu da söylenmiştir. Buna göre "hikmet", "sanki cehalet ve hata­dan alıkoyan şey" demektir. Hikmetin bu manaya gelmesi ancak bizim söyle­diğimiz gibi, söz ve fiilde isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak ile olur. Kaffâl şöyle demiştir: "Bazı felsefeciler, hikmeti, "İnsan gücü ntsbetinde Al­lah'a benzeme" diye tarif etmişlerdir." [201]

 

Hikmet Ne Demektir?

 

Müfessirler bu ayetteki "hikmet" ten ne murad edildiği hususunda ihti­lâf ederek şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1) İbn Vehb, İmam Malike, "Hikmet nedir?" diye sordum, O, "Dini bil­mek, onu anlamak ve oha uymaktır" cevabını verdi.

2) Şafiî (r.a) ise, "Hikmet, Allah'ın Resulünün sünnetidir" demiştir. Bu aynı zamanda Katâde'nin görüşüdür. Allah kendilerinden razı olsun, Şafiî'­nin arkadaşları şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Allah Teâlâ'nın bu ayette ön­ce Kur'an'ı okumayı, ikinci olarak onu öğretmeyi zikrederek, daha sonra "hikmet" kelimesini buna atfetmesidir. Binaenaleyh hikmetten maksad, Kur'an dışındaki birşeyin olmast gerekir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sünnetin­den başka birşey değildir.

Buna göre şayet, "Bu hikmet kelimesini, tevhid, adalet ve nübüvvete de­lâlet eden aklı delilleri öğrenme manasına hamletmek niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Akıllar bu hususta müstakildir. Bu sebeple bu lâfzı, şeri­attan etde edilmeyen bir şeye hamletmek daha evlâ olur.

3) Hikmet, hak ile bâtılın arasını ayırmak demektir. Hikmet,  «jiih  ve>  vezninde olup "hüküm" manasına gelen bir masdardır. Buna göre

mana, "O, senin onlara indirdiğin kitabını onlara öğretiyor ve senin ona öğ­retmiş olduğun hüküm ve kazalarını onlara beyan ediyor" olur. Hikmetin, ka­lıp itibariyle hüküm mânasına gelmesinin misali, ve, ve, ve, ve, ve,  kelimeleridir.

4) Onlara kitabı öğretmesinden maksat, muhkem olan ayetleri; "Hikmet" i öğretmekten maksadı ise, müteşabih ayetleri öğretmeyi kastetmiş olmasıdır.

5) Onlara kitabt öğretmesinden maksat, onlara Kitab'daki hükümleri; hik-met'İ öğretmesinden maksat ise, onlara bu hükümlerin hikmetini ve bu hü-kümlerdeki muhtelif faydaları öğretmiş olmasıdır. Bazı âlimler ise, bütün bunların Kur'an'ın nitelikleri olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki o Kitab'ı, "Ayetler, Kitab ve Hikmet" diye vasıflandırmıştır. [202]

 

Hz. Peygamberin İnsanları Tezkiyesi (Arındırması) Nasıl Olur?             Başa Dön

 

Peygamberin dördüncü sıfatı, onları "tezkiye etmesi" dir. Bilmek ge­rekir ki, insanın mükemmelliği şu iki hususta ortaya çıkar:

1) Onun, bizzat Hakk'ı, Hak olduğu için tanıması;

2) Hayrı da, onunla amel etmek için tanımasıdır.

Eğer insan, bu iki şeyden birini ihlâl ederse, rezillik ve noksanlıklardan temizlenemez ve bunlardan arınamaz..

Cenâb-ı Hak, fazi ve kemâl sıfatlarını zikredince, peşinden rezillik ve ek­sikliklerden temizlenmeyi zikrederek, buyurmuştur.

Bil ki, peygamberin mükellef kimselerin (kulların) içinde tasarrufta bulun­maya gücü yoktur. Böyle bir gücün O'nda var olduğunu kabul etsek bile, O onlarda yine tasarruf sahibi olamaz. Aksi halde, bu temizleme işi o mükellef­lerde seçmeye bağlı olarak değil de, cebrî olarak meydana gelmiş olur. Bu durumda bu tezkiyenin iki açıklaması bulunur:

a) Hz. Peygamberin okuması Kitab'ı ve Hikmeti öğretmenin dışında, yap­mış olduğu şeylerdir. Böylece bu iş, onların temizlenmelerinin adeta bir sebebi olur. Okuma, Kitap ve Hikmeti öğretmenin dışında onun yapmış olduğu işlerse, ona va'adde bulunması, uyarması, va'zû nasihati, hatırlatmalarda bu­lunması ve bunları onlara sık sık tekrarlamasıdır. Ayrıca, onlar iman edip hal­lerini iyi leştir inceye kadar, dünya işleriyle ilgitenmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s), onları iman edip sâlih amel işlemeye götüren sebebierin kuvvetlenmesi için, bu cinsten, yani dünyevî işlerle ilgili pekçok şey yapmıştır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak O'nu, "En büyük bir ahlâk üzerine olmakla, ve O'na en güzel ahlâkın verilmiş olduğunu belirtmekle" methetmiştir.

b) Hz. Peygamberin onları tezkiye etmesinin manası, tezkiyecinin şahid-leri temize çıkarması gibi, kıyamet gününde her nefse yaptığı hususlarda şehâdette bulunduğu zaman, onların temiz olduklarına şehâdet etmesidir. Birinci şıktaki izah, daha güzeldir. Çünkü bu, O'nun duasından maksadının bu olma­sına daha yakın görünmektedir. Çünkü O'nun duadan maksadı, zürriyetinin cenneti elde ederek kemâle ermesidir. Bu da ancak Kitab'ı ve Hikmeti öğret­mekle, daha sonra da amel hususunda son derece teşvik edip, ameli ihlâl et­mekten sakındırmayla olur ki, işte tezkiye budur. Bu ayet hakkında kısaca özet olarak söylenecek söz budur.

Müfessirler, ifâdesi hakkında, bazı açıklamalarda da bulunmuş­lardır:

1) Hasan el-Basrî, "Peygamberin onları temizlemesi,onları şirkten temiz­lemesi demektir" demiştir. Böylece ayet, İsmail'in zürriyeti içinde kendilerin­de hikmet ve Kitab bulunmayan cahil kimselerin olacağına; şirkin onları iyice kirleteceğine ve Allah'u Teâlâ'nın onların İçinde onlardan olan, onları temizle­yen ve cehaletlerinden sonra kendilerini yeryüzünün hükemâsı kılacak bir pey­gamberi göndereceğine delâlet eder.

2) Tezkiye, Allah için itaatta bulunmak ve O'nun için amel etmek demek­tir. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

3) Hz. Peygamber onları şirkten ve diğer piştiklerden temizliyor demek­tir. Tıpkı,"Güzel şeyleri onlar için helâl; kötü, pis şeyleri de onlara haram kılar..." (Arâf, 157) buyurması gibi. [203]

 

Esma-i Hüsnadan Aziz ve Hakîm'in Tefsiri             Başa Dön

 

Bil ki Hz. İbrahim (a.s) bu dualarını yapınca, bunu -Altahu Teâlâ'yı övgüyle-bitirerek, "Sensin ancak azîz've hakim olan" buyurdu.

"Aziz", kendisine galip gelinemeyen, "kadir" kimse demektir.

"Hakim" ise, hiçbir şeyin câhili olmayan, her şeyi bilen âlim demektir. Allahu Teâlâ Alîm, Kaclîr olunca,O'nun yapmış olduğu bütün şeyler doğru; abes ve anlamsız olmaktan ise uzak olur. Allah böyle olmasaydı, O'nun duaları ka­bul etmesi, peygamberler göndermesi ve Kitap indirmesi doğru olmazdı.

"Azîz", Allahu Teâlâ'nın eşyaya iktidarı ve O'nun ezilip ve zillete düşü­rülmesinin imkânsızlığı kastedildiğinde, zatî sıfatlardan olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ihtiyaçlardan münezzeh olduğu vakit, muhtaç olmak zilleti O'na gele­mez. O'nun muradına mani olmak mümkün olmadığı için, böylece O (köşeye) sıkıştırılamaz da.. Binaenaleyh O, seksiz ve şüphesiz Azizdir.

Allah'ın "Hakîm" olmasına gelince, bununla "Alîm" olduğu manası murad edilirse, bu da zatî sıfatlardan olur. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın azizliğiyle, O'­nun izzet ve azametinin kemâli, başkasının O'na hükümran olamayışı; hikmetiyle de O'nun hikmetli fiilleri kastedildiği zaman azîz ve hakîm sıfatları, zatî sıfatlarından değil, fiilî sıfatlarından olmuş olur. [204]

 

Zatî Sıfatlarla Fiilî Sıfatlar Arasındaki Farklar

 

Bu iki tür sıfat arasında bazı farklar vardır:

a) Zatî sıfatlar ezelî olduğu halde, fiil? sıfatları böyle değildir.

b) Zatî sıfatlarının hiçbir vakit zıtlarının olabileceği düşünülemez. Fiilî sı­fatlar ise böyle değildir.

c) Fiilî sıfatlar, tahakkukunda failden birtakım eserlerin (işlerin) meydana gelmesi düşünülebilen nisbî şeylerdir. Zatî sıfatlar ise böyle değildir.

Nazzâm, Allah Teâlâ'nın kabih olan (çirkin olan) şeylere kadir olmadığr-na şöyle istidlal etmiştir: "İlah olanın zâtı gereği hakîm olması gerekir. İlah, zâtı gereği hakîm olunca çirkin şey O'nun kudreti dahilinde olamaz. Hikmet zâtı gereği çirkin fiillere ters olur. O halde İlah'dan kabîh fiilin sudur etmesi imkânsız olur. İmkânsız olan şey kudret dahilinde olamaz.

Biz İlâhın hakîm olması gerektiğini söyledik, çünkü İlâhın bu vasıfta ol­ması vâcib olmasaydı, O'nun bu vasfın zıddını alması caiz olurdu. Bu durum­da da İlahın hikmetsiz olması gerekirdi ki bu ittifakla imkânsızdır. Hikmetin sefeh (akılsızlık, cahillik, hafiflik) fiiline de zıd olduğu aşikâr bir şekilde malumdur. Zıddını gerektiren şeyin de zıd olduğu apaçık bilinir. Binaenaleyh ulûhiyyetin sefeh fiiliyle beraber olması imkânsızdır. İmkânsızın kudret dahilinde olmamasına gelince, bu da açıktır. İşte bu sebebte İlahın kabîh olan işe kadir ola­mayacağı sabit olur."

Nazzam'ın bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: "Bizim itikadımıza gö­re, Allah'ın hiçbir fiili sefeh (hikmetsiz, boş,abes) değildir. Böylece, bu görüş zail olur." Allah en iyisini bilendir. [205]

 

Bu Ayetin Önceki Kısım İle Münasebeti             Başa Dön

 

"Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişiz. O şüphe yok ki ahirette  de nâlihierdendir." (Bakara, 130).

Bil ki Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in durumunu, Beytullah'ı yapmak, Al­lah'ın kullarına orayı ziyaret etmelerini emretmek gibi Allah'ın Hz. İbrahim'i denediği yüce şeriatından onun eliyle icra ettiği şeyleri, kulların maslahatları­na ve onlar için hayır duada bulunmaya olan düşkünlüğü gibi Allah'ın ona ver­diği huyu ve şu geçen ayette bulunan diğer şeyleri zikrettikten sonra, insanların hayrette kalmaları gerektiğine işaret ederek, "İbrahim'in dininden ve getir­miş olduğa şeriata iman etmekten kim yüz çevirir?" buyurmuştur. Böylece bu ifâdede yahudî, hristiyan ve müşrik Araplar azarlanrmştır. Çünkü yahudi-ler, Hz. İbrahim (a.s) ile övünüyor ve Yakub (İsrail) (a.s)'un soyundan oldukla­rı için, kendileri ile Hz. İbrahim (a.s) arasında bulunan alâkaya tutunuyorlardı. Hristiyanlar da, Hz. İsâ (a.s), annesi tarafından Yakub (a.s)'a dayandığı hâl­de, Hz. İsâ ile iftihar etmemiş, (İbrahim (a.s) ile iftihar etmişler) dir. Kureyş müşrikleri ise, câhiliyye döneminde her türlü hayra, Hz.İbrahim (a.s)'in inşâ etmiş olduğu Kabe sayesinde nail olmuşlardır. Bu sebepten dolayı bunların hepsi bu şekilde Allah'ın kitabına davet olunmuşlardır. Kureyş kabilesi dışın­da kalan Adnanî Arapların soyu da Hz. İsmail (a.s)'e dayanır. Bunlar da Hz. İsmail'in peygamberliği ile Kahtanî Araplarına karşı övünürlerdi. İncelendiğin­de hepsinin, Hz. İbrahim ile övündükleri ortaya çıkar.

Ahir zamanda Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilme­sini Allah'dan isteyen ve bu maksadının meydana gelmesi için Allah'a yalva­rıp yakaran zâtın Hz. İbrahim (a.s) olduğu sabit olunca, en büyük iftiharları ve faziletleri Hz. İbrahim'in soyundan gelmek olduğunu söyleyenlere şaşmak gerek. Onlar böyle söyledikleri halde, Hz. İbrahim'in duası ve Allah'a yalvarıp yakarmadaki maksadı olan o peygambere iman etmiyorlar. Şüphe yok ki bu husus gerçekten şaşılacak şeylerdendir.

Allah Teâlâ'nın, "Kendini bil­meyen kimseden başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?" buyruğuna ge­lince, bunda birkaç mesele vardır. [206]

 

İ'râb

 

Birşeyden hoşlanmadığın zaman, birşeyi arzu ettiğin zaman ise, dersin. Ayetteki birinci,  istifham-ı inkârîdir, ikincisi ise, manasına ism-i mevsuldür. Keşşaf sahibi, ifâdesinin, fiilinin mukadder faili olan zamirden bedel olarak, mahallen merfu olduğunu söylemiştir. ifâdesi, tıpkı, "Sana Zeyd'den başka hiç kimse geldi mi (gelmedi)" ifâdesinde olduğu gibi, olumsuz oluduğu için,  bedel olabilmiştir. [207]

 

Hz. Muhammed'in Şeriatı İle Hz. İbrahim'inki Arasındaki Fark   

 

Birisi şöyle diyebilir: Burada bir soru vardır. O da, "Hz. İbrahim'in milleti" sözünden murad, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği dindir. Çünkü bu ifâdeden maksad, insanları bu dini kabul hususunda

teşviktir. Binaenaleyh ya "Bu din (millet) usûl ve furû bakımından Hz. İbrahim'in milletinin (dininin) aynısıdır" denilir, veyahut da "Bu millet (din), usûl yani tevhid, nübüvvet ve güzel ahlâka riayet etme bakı­mından Hz. İbrahim'in milletinin (dininin) aynısıdır; fakat bu ikisi, şeriatın fu-rû'unda (ahkarnında) ve amellerin yapılış keyfiyeti bakımından farklıdırlar" denilir?

Birincisi bâtıldır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) kendi şeriatının, bütün geç­miş şeriatları neshettiğini söylemiştir. O halde nasıl "Bu şeriat, Hz. İbrahim'in şeriatının aynısıdır" denilebilir?

İkincisi de matlubu tam ifâde etmez. Çünkü usûlü tasdik etmek, yani tevhidi, adaleti, iyi ahlâkı ve ahiret inancını tasdik, Hz. Peygamber (s.a.s)'in pey­gamberliğini kabul etme manasına gelmez. O halde nasıl bu neticeyi ifâde etmek için, bu söze tutunulabilir?

Diğer bir soru da şudur: Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. İbrahim (a.s)'in seri-atinin mensuh olduğunu söyleyince, "millet" lâfzı da bir dinin usul (inanç) ve furû'u (ahkâmı) manasına gelince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de onun dinin­den yüz çevirmiş olması gerekir. Böylece kâfirlere gereken şey ona da gerekir?

Cevab: Allahu Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in kendisine yalvarıp yakardığını, kendisinden Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderip, O'na yardım et­mesini, ve güçlendirmesini ve O'nun şeriatını yeryüzüne yaymasını istediğini anlatınca, bütün bu manaları, " İbrahim'in milleti" diyerek ifâde etmiştir. Ya­hudi, hristiyan ve müşrik Araplar Hz. İbrahim (a.s)'in doğru söylediğini kabul edince, Hz. İbrahim'in arzusu olan şu şahsın peygamberliğini kabul etmeleri gerekir.

Soru soran şöyle der: Yahudi ve hristiyanlar, Hz. İbrahim (a.s)'în Allah'­tan bu peygamberi istemiş olduğunu kabul etmezler. Ancak, Hz. Muhammed (s.a.s), kendisinin nübüvvetini tasdik etmelerini sağlamak için, bu haberi İbra­him (a.s)'den rivayet etmiştir. Binaenaleyh, bu rivayet fesbı'f edilmediği müd­detçe O'nun nübüvveti sabit olmaz, O'nun nübüvveti sabit olmadığı müddetçe de bu rivayet sabid olmaz.. Bu ise, devre (devr-i fâsid'e) götürür; "devr" in ise, sözde yeri yoktur.

Biz, yahudi ve hristiyanların bu rivayetin doğruluğunu kabul ettiklerini ka­bul etsek bile, ancak bu rivayette, Hz. İbrahim'in Allah'tan kendi ve İsmail'in zürriyetinden bi* peygamber göndermesini talep ettiği zikredilmektedir. O halde nasıl, Hz. İbrafVm'in talep ettiği peygamberin bu şahıs olduğuna kesin olarak hükmedilebilir? Belki de, bundan sonra bir başka şahıs gelebilecektir. Hz. İb­rahim'in duasına icabet etmek, Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed (s.a.s) arasın­daki zaman olarak ikibin yıl gecikince, Hz. İbrahim'in duâsıyla talep olunan şu muayyen şahsın dtşında bir başka şahsın gelmesi için üç bin yıl kadar ge­cikmesi niye caiz olmasın?

Birinci soruya şöyle cevap veririz: Belki de Tevrat ve İncil bu rivayetin doğruluğuna şehâdet ederler. Eğer böyle olmasaydı, yahudi ve hristiyanlar peygamberlik davasında Hz. Peygamber'i yalanlamaya koşan insanların en şiddetlileri olurlardı.

İkincisine de şöyle cevap veririz. Hz, Peygamber'in nübüvvetini isbat hu­susunda dayanılan şey, onun elinde tezahür eden mucizelerin varlığıdır. Ki bunlar da Kur'an-ı Kerim ile benzerini Peygamberden başka kimsenin bilemeyeceği, gaybî haber ve olaylardan haber vermesidir. Sonra bu hüccet, maksad ve gayeyi pekiştiren bir hüccettir. Atlahu Teâlâ, en iyisini bilendir. [208]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayette geçen,  lâfzını neyin nasbettiği husuşundadır. Bu hususta iki görüş vardır:

1) Kelime, meful olduğu için mansubdur. Müberred,   kelimesinin, hem lâzım hem de müteaddî olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre, bazı izahlar vardır:

a) Bunun manası, "nefsini sıkıntıya soktu ve onu ezdi" olur. kelimesinin aslı, hafifliktir. elde tutulması zor yular" ifâdesi de bu köktendir. Bunun delili. kelimâoin hadiste şu şekilde kullanılmış olmasıdır: "Kibir, Hakk'ı hafife alman ve insanları küçük görmendir"[209] Bu böyledir. Çünkü bir kimse, hiç bir akıllının asla ken­disinden yüz çevirmediği birşeyden yüz çevirdiğinde, böyle yapmakla bütün akıllılara muhalefet ettiği için, nefsini yok etme ve acze düşürme hususunda çok ileri gitmiş olur.

b) Hasan el-Basrî, iâ*kelimesinin, ."bilmedi" manasına olduğunu söy­leyerek, ifâdesini "nefsini tanımayıp, onu zarara sokan" diye tefsir etmiştir. Buna göre, bu ifâdenin gerçek manası şöyle olur: "Hz. İbra­him'in dininden ancak kendini (nefsini) bilmeyen ve nefsi üzerinde tefekkür etmeyen kimse yüz çevirir. Eğer bu kendi nefsi üzerinde düşünseydi, kendi­sinde Allah'ın sanatına dâir bulduğu izlerle, Allah'ın birliğine ve hikmetine is­tidlal eder, böylece de Hz. Muhammed (s.a.s)'in hak peygamber olduğuna delil bulmuş olurdu.

c) "Nefsini helak edip, yok eden kimse" manasındadır. Bu görüş, Ebu Ubeyde'nindir.

d) "Nefsini saptıran kimse" manasındadır.

2) Ayetteki, kelimesi mef'ûl değildir. Alimler bu ihtimale binaen bazı izahlar yapmışlardır:

a) Bu kelime, başındaki harf-i cer hazfedildiği için mansub kılınmıştır. As­ında, şeklindedir.

b) Bu kelime tefsir (temyiz) olarak mansubtur. Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Bunun manası, "Nefis cihetinden kendini bilmez..." şeklindedir. Daha sonra zamire muzaf kılınmıştır. Ayet, "ancak sefih müstes­na..." takdirinidedir. Burada, kelimesi te'kid için getirilmiştir. Nitekin-te'kid için, "Şu işin bizzat kendisi" denilir. Bundan maksad ise bir kişinin sefihliğinin ileri derecede olduğunu beyan etmektir.

c) Bu kelime fâ harfinin şeddesiyle, şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Hak, daha sonra Hz. İbrahim (a.s)'in dininden yüz çeviren kirr-selerin sefih (akılsız) olduğuna hükmedince, bunun sebebini açıklamak üzere şöyle buyurdu: "Yemin olsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişiz" buyur­muştur. Allah Teâlâ'nın bu sözünden maksadı şudur: "Diğer insanları değ de onu peygamberlik için seçip, ona tevhidi, adaleti, şeriatı ve kıyamete ka­dar devam eden bakî bir imâmet'e şâmil olan dini ona tanıtıp, sonra da bı seçme işinin Allah'ın hükmüyle olduğu beyan edilince, Allah Teâlâ onu, dün­ya hükümdarlarından birisinden alındığında bile alan kimse için en nihâî b yücelik ifâde eden bu lâkabla şereflendirdi. Bir de, bu lâkabı, hükümdarlar hü­kümdarından ve şeriatların meliki olan Allah'dan alan kimse nastl mesrur olur. varın düşünün! Binaenaleyh her kalb ve akıl sahibi, Hz.İbrahim (a.s)'in dinin­den yüz çevirenin sefih (akılsız) olduğunu anlasın. Cenâb-ı Hak daha sonra da, aynı makam elde edilsin diye, aynı yola girmeye teşvik için, Hz. İbrahim'ir mertebesinin büyük olduğunu beyân etmiştir.

Ayette takdim ve te'hirin olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre ayetir takdiri: "Biz andolsun k, onu dünyada da ahirette de seçtik. O salihlerdendir." Aslında takdim ve te'-hir var sayılmaksızın söz doğru olduğu için, bunu yapmamak daha uygundur Hasan el-Basrîde şöyle demiştir: "Hz. Ali (k.v) de, Allah'ın ikramını ve güze mükâfaatını hakeden kimselerdendir." [210]

 

"Habbi onar '(Kendini Allah'a) teslim et" dediği zaman, o "Alemlerin Habbine teslim oldum" demişti (Bakara, 131).

Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s) ile ilgili olarak naklettiği şeyie-rin beşincisidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır;[211]

 

Birinci Mesele                   Başa Dön

 

il edatı, nasb mahallindedir. Onu nasb eden âmil hususunda iki görüş vardır:

1) Bu, cümlesiyle mansubtur. Yani "Biz onu, Rabbi ona "teslim ol" dediği zaman seçmiştik" demektir. Allah Teâlâ sanki önce "seçmesini zikretmiş, peşisıra da onu seçmesinin sebebini germiştir. Buna göre Hz. İbrahim (a.s) özünü Allah'a kulluğa teslim edip, iba­detleri yerine getirerek O'na inkiyâd edince, Hak Teâlâ, onun halinden, sonuna kadar değişmeyeceğini ve hep bu yol üzere devam edeceğini bilmiştir. Hz. orahim (a.s) aynı zamanda bütün günahlardan da temizlenmiştir. İşte o zaman Allah onu peygamberlik görevr için seçmiş ve sadece ona vermiştir. Çünkü Ailah, bu risalet görevine ancak hali başta da sonda da böyle olan, değişme­yen kimseleri seçer. Onun, Allah'a teslim olup güzelce icabet etmesi ayetin 'âdesinden açtkca anlaşılmaktadır.

Eğer Allah'ın' "Andolsun ki biz onu seçtik" sözü, cemî olan mütekellim sığası ile haber vermektir, "Rabbi ona "teslim ol" dediği zaman" sözü de ;aib sîgası ile haber vermektir. O halde bu tertibin, bir bütün olduğu nasıl dü-

ılebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu daha önce birçok defa zikrettiğimiz iltifat" üslûbudur.

2) Bu, edatı, gizli olan bir, (Hatırla) fiili ile mansubtur. Burada sanki şöyle d'enilmektedir: "İbrahim'in,O'nun dini gibi bir dinden yüz çevril­meyen sâlih ve seçkin bir kimse olduğunun bilinmesi için o vakti an." [212]

 

Hz. İbrahim "Müslim ol" Hitabına Ne Zaman Mazhar Oldu?       

 

Âlimler, Allah'ın ona "teslim ol" dediği zaman hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu problemin menşei şudur: : Hz. İbrahim (a.s)'e henüz muslini olmadığı (teslim olmadığı) bir zamanda "teslim ol (müslim ol)" deniliyor. Acaba Hz. İbrahim, bir zamanlar müslü-değil miydi de, ona "Müslüman ol" denildi. Ekserî alimler, Hak Teâlâ'-bu sözü ona, balîğ otmadan ve peygamberliğinden önce söylediğini, bu-Hz. İbrahim (a.s)'in yıldızlar, ay ve güneş ile istidlalde bulunduğu, bu fıklardaki sonradan yaratılma emarelerini anladığı ve bu varlıkların, cisim ie sonradan yaratılma hususlarında, kendilerinden tamamen ayrı bir mü-)ire (yöneticiye) muhtaç olduklarını kavradığı zaman vâkî olduğunu ifâde nşlerdir. Hz. İbrahim (a.s), Rabbini tanıyınca, O ona "Teslim ol (Müslüman dedi. Hz. İbrahim de,"Alemlerin Rabbine teslim oldum" dedi. Buna göre ı'ın bu sözü O'na onun Rabbini tanımadan önce söylemesi caiz değildir.

Yine "Teslim ol" sözü, onun istidlallerinden önce de söylenmiş olabilir. Buna göre bu sözden murad, sözün bizzat kendisi değil, bilâkis sözün delâlet ettiği başka manalardır. Şâirin şu sözünde de olduğu gibi bu Arapların bir anlatma üslûbudur:

"Havuz doldu ve şöyle dedi: (Su doldurmayı) yavaşça ve usulca kes. Çünkü karnım doldu."

Bundan daha açık delâlet eden ise Allah'ın şu ayetidir:

"Yoksa biz onlara bir delil indirdik de, Allah'a şirk koşmalarını bu delil m söylüyor? (Rum, 35). İşte bu ayette, delilin delâlet ettiği şey, sanki bir söz gib kabul edilmiştir.

Bazı alimler ise, bu emrin Hz. İbrahim (a.s)'e peygamberlikten sonra ol­duğunu ve "Teslim ol" sözünden maksadın İslam'a girip imân etmek olma­yıp başka şeyler olduğunu söyleyerek, bu şeyleri şöyle sıralamışlardır:

a) Allah'ın emirlerine inkiyâd etmek, onları hemen kabul edip benimse­mek ve hem kalb ile hem de dil ile yüz çevirmeyi bırakmak. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s) lerin: "Ey Rabbimiz, biz ikimizi sana müslüman (teslim) olan­lardan yap" (Bakara, 128) sözlerinden maksadları da budur.

b) Esam'ın söylediğine göre bunun manası şudur: "İbadetinde ihlâslı ol ibâdetine şirk ve riya karıştırma."

c)  İslam üzere dosdoğru ol ve tevhid inancında sebat et:

 " Allah'dan başka ilah yoktur" (Muhammed, 19)

İman kalbin sıfatıdır. İslam ise uzuvların sıfatıdır. Hz. İbrahim.AJlah'ı daha önce kalbi ile tanımış, Allah da onu "Teslim ol (Müslüman ol)" sözü ile, uzuv­ların ve bedenin amelleri ile mükellef kılmıştır. [213]

 

"İbrahim, bunu oğullarına da vasiyet etti. Yâ'kûb da: "Ey oğullarım, Allah sizin İçin bu dini seçti. O halde siz de ancak müsîümanlar olarak can verin " (Bakara, 132).

Biliniz ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s)'den naklettiği güzel şeyle­rin altıncısıdır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [214]

 

Birinci Mesele     

 

Nâfî ve İbn Âmir ilk kelimeyi elifli olarak,  şeklinde okumuşlardır. Medine ve Şam mushaflannda da böyledir. Diğer kıraat imamları ise, elifsiz ve şeddeli olarak, şeklinde okumuşlardır. O imamların mushaflarında okudukları şekildedir. Her iki kıraate göre de mana aynıdır. Ancak, şeklinde mübalağa ve çokluk manası vardır. [215]

 

İkinci Mesele      

 

İkinci mesele, daki zamirin nereye râcî olduğu meselesidir. Bu hususta iki görüş vardır.

1) Zamir,onu "bir kelime" veya "bir cümle" gibi saymak üzere, sözüne râcîdir. Allah'ın (Zühruf,28)ayetindeki,  zamirinin,   (Zuhruf, 26) sözüne râcî olması da bunun gibidir. Ayetteki, kil sözü, za­mirin müennes olmasının, bir önceki ayetin bir "kelime" gibi sayıldığına de­lâlet ediyor.

2) Zamir, Allah Teâlâ'nın ayetindeki, ke­limesine râcîdir. Bu görüşü Kâdî söylemiştir. Bu görüş iki sebebten dolayı, birincisinden daha güzeldir:

a) Zamirin merci'i açıklanmamıştır. Bu durumda zamiri mümkün ise da­ha önce zikredilmiş olan birşeye râcî kılmak, sözün medlulü ve mefhûmuna râcî kılmaktan daha evladır.

b) "Millet" kelimesi, "Alemlerin Rabbine testim oi-dum" sözünden daha kapsamlıdır. Malumdur ki Hz. İbrahim zürriyetine an­cak, onların felahını ve âhiret sevabını kazanmalarını sağlayacak olan birse vasiyet ve tavsiye etmiştir. Allah'ın Rab olduğuna şehâdet etmek ise tek başı­na bunu sağlamaz. [216]

 

Hz. İbrahim'm Vasiyetinin İncelikleri             Başa Dön

 

Bil ki bu kıssa, dini kabule teşvik eden birçok incelikleri ihtiva etmektedir:

a) Cenâb-ı Hak, sadece, "İbrahim oğullarına em­retti" dememiş, aksine "Onlara vasiyet etti.." bu­yurmuştur. Vasiyet, emretmekten daha güçlüdür. Çünkü vasiyet Ölümün ba­şa gelmesi beklendiği zaman yapılır. O esnada insan, her zamankinden dahs fazla dinine dikkat ve itina gösterir. Hz. İbrahim (a.s)'in, o vakitte bu işle ilgi­lendiği ve bu hususta çok dikkatli olduğu bilinince, onun sözü kabule daha yakındır.

b) Hz. İbrahim (a.s), bu vasiyeti yalnızca oğullarına yapmıştır. Bunun se­bebi şudur: Babanın evlâdlarına şefkati, başkalarına olandan daha fazladır Hz. İbrahim (a.s) ömrünün sonunda oğullarına özellikle bunu vasiyet edince anlıyoruz ki, onun buna olan ilgi ve ihtimamı başka şeylerden daha fazladır

c) İbrahim (a.s) bu vasiyyetini bütün oğullarına teşmil etti ve bunu, onlar­dan herhangi birisine tahsis etmedi. Bu da, O'nun bu şeye ne kadar önem verdiğini gösterir.

d) İbrahim (a.s) bu vasiyyeti belli bir zaman ve belli bir mekânla sınırla­madı. Sonra oğullarını, ancak müslüman olarak ölmeleri hususunda iyice uyar­dı. Bu da aynı şekilde İbrahim (a.s)'in, bu şeye ne kadar fazla ehemmiyet verdiğini gösterir.

e) İbrahim (a.s), bu vasiyyetine başka bir vasiyyeti ilâve etmedi. Bu da, O'nun bu işe ne kadar önem verdiğine delildir. İbrahim (a.s), fazileti, güzei tavrı ve güzel ahlâkı müşahede edilen bir zât olup, bundan sonra onun bu işe son derece ehemmiyet verdiği anlaşılınca, o zaman bu işin, kendisine önem verilmeye ve riâyet edilmeye lâyık en önemli bir iş olduğu da anlaşılır. İşte İbra­him (a.s)'in ailesine ve oğullarına sırf bu vasiyyeti yapmasının sebebi budur. Yoksa, İbrahim (a.s)'in bütün herkesi daima İslâm'a ve gerçek dine davet etti­ği malûmdur...

Cenâb-ı Allah'ın, ayette geçen,   kelimesiyle ilgili iki görüş var­dır:

1) Meşhur olan görüşe göre bu kelime, piüjfl kelimesi üzerine ma'tuf olup, manası, "İbrahim'in vasiyyet ettiği gibi o da vasiyyet etti" demektir.

2) kelimesi, kelimesine atfedilerek, mansûb okunmuştur. O zaman mana şöyle olmaktadır: "İbrahim, oğullarına ve torunu Yakûb'a va­siyyet etti..ifâdesi, Basralılara göre, gizli bir fiilinin mef'ûlü; Kûfe-lilere göre ise,  manasında olduğu için ayetteki, fiiline müteallik­tir. Ubeyy İbn Ka'b ve Abdullah İbn Mesûd'un kıraatinde, şek­linde varid olmuştur.

Cenâb-ı Allah'ın, "Allah, sizin İçin dini seçti" buyru­ğundan murad, "Allahu Teâlâ, onun hakkında apaçık ve net deliller ikame et­mek, sizi ona davet etmek ve başka dinlerden de yasaklamak suretiyle, o dini seçmiştir" şeklindedir.

Cenâb-ı Allah'ın, 'Öyleyse sizler, ancak müs-lümanlar olarak ölün" sözünden murad, onları İslâm'a teşvik etmektir. Bu böy­ledir, çünkü insan hiçbir an ölümden emin olamayıp, ölümden önce bir şey yapmakla emredilmiş olunca, sanki her an o şey ile emredilmiş gibidir. Çünkü o, eğer o işi hemencecik yapmazsa ölümün derhal başına geleceğinden, böy­lece kurtuluşa nail olmayı elden kaçırarak helak olacağından, neticede de ken­disini bir tehlike ve aldanış içine sokacağından korkar. [217]

 

"Yoksa sizler, Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mıydınız? Hani O, oğullarına şöyle demişti: ''Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Onlar da şöyle demişlerdi: "Senin Tanrına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'm bir tek Tanrı olan İlahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur." İşte onlar bir ümmetti, geçti. Onların kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir; ve siz onların yaptıklarından sorulmayacaksınız" (Bakara, 133-134).

Bil ki, Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s)'in oğullarına, dini ve İslâm'ı vasiyyet hususundaki hassasiyet ve ihtimamını anlatınca, yahudî ve hristiyanlar aley­hine olan delili kuvvetlendirmek ve onu çok daha iyi beyan etmek için, bunun peşisıra Yaküb (a.s)'un da oğullarına aynı vasiyyeti yaptığını zikretti. Bu ayet­lerle ilgili birkaç mesele vardır: [218]

 

Edatı Hakkında Geniş Bilgi                        Başa Dön

 

Bilmek gerekir ki, edatının mânası ya istifham harfi veya atıf harfi manasındadır. Bu harf, atıf harflerinden,  harfine benzer ve iki şekilde gelir: Ken- dişinden önceki ifadeye bağlı olarak (muttasıla) veya ayrı olarak (munkatı'a)... Muttasıl olarak gelişine ge­lince, bu senin, "Yanında Zeyd mi vardı, yoksa Amr mı?" demen gibidir. Sen bu ikisinden birisinin onun yanında olduğunu bilmeyip de "Bu ikisinden birisi senin yanında mıdır?" diye sorduğun zaman, muhakkak ki onun cevabı "evet" veya "hayır" olacaktır. Ama, bu ikisinden birisinin onun yanında olduğunu, fakat Zeyd'in mi, Amr'ın mı olduğunu bilmediğin zaman, bunu tayin etmek için, dersin.. "Yani, ben, bu ikisinden birisinin senin yanında olduğunu biliyorum. Fakat şu mu, bu mu?" demektir.

Munkatı' olana gelince, nahivciler bu harfin istifhâm-hemzesiyle beraber bulunduğunda,  anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bunun Örneği şu­dur: Bir kimse, "O, muhakkak ki bir devedir... yok, yok ko­yun galiba!" dediğinde, sanki bu sözü söyleyenin gözü bazı nesnelere takıl­mış ta, o onların deve olduğuna karar vermiş; bu zannı üzerine de onların de­ve olduğunu haber vermiş... Sonra, ona bir şüphe geldiği için, bu haberinden vazgeçmek ve, onların koyun olup olmadığını sormak istemiştir. Önceki ha­berinden vazgeçmesi, harfinin ifâde ettiği manadır. Onların koyun olup olmadığını sorması ise, istifham hemzesinin ifâde ettiği mânadır.

ifâdesi, (Bunlar muhakkak ki devedir.. Onlar yoksa koyun mudurlar?) ifâdesinin yerini tutmaktadırlar. sö­zün, sözüne bağlı olmayan müste'nef (lâfzen müstakil) bir söz­dür. Bu nasıl olmasın ki? Muttasıl olanın hilafına, burada, ifâdesin­den vazgeçilmiştir (idrâb). Senin, ifâden, "Onlardan han­gisi senin yanındadır? anlamındadır. Bu cümlede, den sonraki kısım, s: den önceki kısımdan ayrı değildir; çünkü bunun delili şudur: Amr, Zeyd'in eşidir. Buna delil olarak senin, onlardan tek bir isimle bahsederek, diyebilmen kâfidir. Kur'an'ı Kerim'de, edatının bu her iki çeşidi de çok gelmektedir.

Muttasıl olanına gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi yaratmak mı zor, yoksa semâyı yaratmak mı? Allah onu bina etti, tava­nım da yüksetti" (Nazi'at, 27-28) ayetinde olduğu gibidir.. Yani, "Hangisinin ya­ratılışı daha zor?" demektir.

Munkatı' olana gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde geldiği gibidir:

"Elİf-lâm mîm.. Kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı bu kitabın indirilişi, âlem­lerin Rabbi kalındandır.. Yoksa onlar, "Onu kendisi uydurdu" mü diyorlar?" (Secde, 1-3).

Allah sanki şöyle demektedir: "Allah en iyisini bilir.. İşin doğrusu şu ki, onlar "O, onu uydurdu" diyorlar." Bu da, önceki sözden vazgeçilip, sonrasın­dan istifhamın vaki olduğuna delâlet eder. Çünkü bu ifâdede, )  sözündeki gibi bir mâna bulunmamaktadır.

Tahkik ehli olmayan bazı müfessirler, buradaki, fı edatının istifham hem­zesi gibi olduğunu söylemişlerdir ki bu, daha önce zikretmiş olduğumuz gi­bi, munkatı'a olan, edatı,' mânasını taşıdığı için, doğru değildir.

Bu mukaddimeyi iyice anladığın zaman biz deriz ki, bu ayetteki, eda­tı, muttasıl mıdır, munkatı' mıdır? Bu hususta iki görüş vardır:

1) Bunun öncesiyle irtibatı yoktur (munkatı*). Buradaki istifham hemzesi­nin mânası "inkârı" dir. Yani, "Daha doğrusu sizler, orada bulunmuyordunuz" demektir.

 kelimesi, "hazır olan, bulunan" mânasında olmak üzere, kelimesinin çoğuludur. Buna göre ayetin mânası, "Yakub (a.s)'a ölüm geldi­ğinde siz, O'nun yanında bulunanlardan değildiniz" olur. Ayetteki hitâb, Ehl-i Kitâb'adır. Cenâb-ı Allah, üzerinde bulundukları şeyin peygamberlerin dini ol­duğunu iddia etmeleri hususunda, onlara sanki şöyle demiştir: Siz, peygam­berlerin din hususundaki vasiyyetlerine şahid olsaydınız, bunu nasıl derdiniz? Siz eğer peygamberlerin vasiyyetlerine şahid olsaydınız, üzerinde bulundu­ğunuz dini terkeder, İbrahim, Yakub ve O'ndan sonraki diğer peygamberlerin üzerinde bulunmuş oldukları dinin ta kendisi olan Muhammed'in dinine rağ­bet ederdiniz.

Şayet: " İnkâr yoluyla yapılan istifham, ancak bâtıl olan söze yöneltilir.. Halbuki bu ayette Yakub fa.s)' dan nakledilen söz, bâtıl olmayıp hak bir sözdür. İnkâr yoluyla istifham bu söze nasıl tevcih edilebilir?" denilirse, biz de deriz ki: "İnkâr yoluyla getirilen istifham, onların yalnız Yakûb (a.s)'un vefatı esnasında hazır bulundukları iddiasına mütealliktir. Cenâb-ı Allah'ın inkâr et­tiği, işte budur. Bundan sonra, Cenâb-ı Allah'ın Yakûb (a.s)'un sözü olarak naklettiği ise, ısmıdır. Bu müstakil bir sözdür. Daha doğ­rusu Cenâb-ı Allah sanki, onların bu ölüm esnasında hazır bulunmalarını in­kâr edince, bundan sonra bu vasiyyetin keyfiyetini beyan etmiştir."

2) Bu ayetteki, muttasıldır. Bunun izahı, bundan önce düşmüş olan bir ifâde takdir etmektir. Burada sanki şöyle denilmektedir:

Yani, "Sizin atalarınız olan daha önceki İsrailoğulları, Hz. Yakûb, oğullarını İslâm milletine ve tevhîde davet ettiği zaman buna şahid olmuşlardı.. Bunu siz de biliyorsunuz.. Öyleyse size ne oluyor da, peygamberlere berî oldukları şeyleri isnâd ediyorsunuz?.."

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinde iki mesele vardır: [219]

 

Birinci Mesele     

 

Kaffâl ifâdesinde ki birinci  harfi, şâhidlerin şahidlikleriyle ilgili vak­ti; ikinci harfi ise, Yakub (a.s)'a ölümün geldiği vakti gösterir" demiştir. [220]

 

İkinci Mesele      

 

Bu ayet, peygamberlerin (a.s) evlâdlarına olan şefkat ve merhametlerinin din konusunda olduğunu, gayretlerinin, başka şeylere değil ancak dine mü­teveccih olduğunu gösterir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinde iki mesele bulunmakta­dır: [221]

 

Birinci Mesele     

 

lâfzı, akıllı olmayan varlıklar için kullanıldığı halde, Yakûb (a.s) bunu Hak Mabûd'u ifâde için na­sıl kullanmıştır?

Buna iki yönden cevap verilir:

a) lâfzı her şey hakkında kullanılıan "âmm" bir lâfızdır. Buna göre, bu ifâdenin mânası, "Hangi şeye ibadet edeceksiniz?" demek olur.

b) ifâdesi, senin tarifini ve tasvirini öğrenmek istediğinde söy­lemiş olduğun, "İnsan nedir?" sözün gibidir. [222]

 

İkinci Mesele                     Başa Dön

 

sözüyle ilgilidir. Cenâb-t Hakk'ın, sözüne gelince, burada birtakım meseleler vardır: İki câhil fırka, bu ayete tutunmuşlardır: [223]

 

Ayeti Yanlış Anlayan Mukailidlerle Ta'lîmiyye Fukahâsına Cevap        

 

1) Mukallidler. Onlar şöyle demişlerdir: Yakûb (a.s,)’un oğulları, taklitle yetinmişlerdir. O da, oğullarının bu sözlerini yad ırgamam ıştır. Bu, taklidin kâfi olduğuna yeterli bir delildir.

2) Tâ'limiyye fırkası.. Onlar şöyle demişlerdir: Allah'ı bilmenin yolu an­cak, peygamber ve imâmın tâ'lîmijöğretmesidir. Bu ayet buna delâlet etmek­tedir. Çünkü Yakûb (a.s)'un oğullan, "Aklın delâlet ettiği İlâha ibâdet ederiz, demediler de, "Senin ve atalarının ibadet ettiği İlaha ibadet ederiz" dediler. Bu, Marifetullâh'ın yolunun ancak tâ'lîm olduğuna delâlet eder.

Buna cevap: Ayeti kerimede, Yakûb (a.s)'un oğullarının İlâhı aklî delille bildiklerine bir delâlet olmadığı gibi, aynı şekilde bu İlâhı, bir taklid ve bir ta'lim yoluyla tanıyıp kabul ettiklerine de bir delâlet bulunmamaktadır. Taklit ve a'lim görüşü bir delil ile bâtıl olunca, bu topluluğun imanının bu yolla olma­yıp, istidlal yoluyla meydana geldiğini anlamış olduk..

Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Madem ki böyle, o halde onlar istidlal yolunu niye zikretmediler?

Bu soruya birkaç yönden cevap verilir:

1) Bu ifâde, Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını O'nun tevhidi, ilmi, kudreti ve adaleti ile açıklamaktan daha veciz ve özlü bir ifâdedir.

2) Bu, Yakûb (a.s)'un nefsini rahatlatmaya daha yakın olan bir ifâdedir.. Buna göre oğullan sanki şöyle demişlerdir: "Biz ancak, senin yoluna benze­yen bir yol üzerinde gideriz!.. Kendisine ibadet edip, ibâdeti yalnız kendisine tahsis edeceğimiz İlâh konusunda, sana herhangi bir muhalefetimiz yoktur..."

3) Belki de bu, bu surenin başlarında Hak Teâlâ'nın,

"Ey insanlar sizi ve sîzden Öncekileri yaratan Habbinize ibâdet (kulluk) ediniz" (Bakara, 21) ayetinde bahsettiği, Yaratıcının varlığına dâir delilin zikrine işarettir. İşte burada onların, "Senin ve atalarının İlahına ibadet ederiz" sözlerinden maksadları budur. Yani, "Senin ve ecdadının varlığı ken­disine delâlet eden ilaha ibâdet ederiz" demektir. Bu izaha göre, bu,taklide  istidlal ettiklerine işarettir. [224]

 

İkinci Mesele

 

Kaffâl şöyle demiştir: Bazı tefsirlerde, "Yakub (a.s) Mısır'a geldiğinde, ora halkının ateşe ve putlara tap­tığını gördü. İşte bu sebeble, vefatından sonra oğul­larının halinin ne olacağı hususunda endişelenerek, onları Allah'a kulluğa teşvik etmek için bu sözü söylemiştir" diye yer almıştır.

Kâdî de İbn Abbas (r.a)'dan şunu nakletmiştir: "Yakub (a.s), oğulları put­lara ve ateşe taptıkları için, ölürken onları etrafına toplayarak: " Ey oğulla­rım! Benden sonra neye tapacaksınız?" dedi. Onlar: "Senin ve atalarının İlahına kulluk edeceğiz" cevabını verdiler."

Sonra Kâdî bu rivayetin iki bakımdan uzak bir ihtimal olduğunu söylemiştir:

a) Onlar, ilim ve yakîn bulunan kimseler gibi hemen tevhidi tasdik etmiş­lerdir.

b) Hak Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Yakub (a.s)'un evlâdının durumunu zikretmiş ve onların sâlih kimseler olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla bu riva­yet, onların durumu ile bağdaşmaz. [225]

 

Üçüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, ifâdesi, (Babaların) ifâdesinin atf-ı beyânıdır. Kaffâl şöyle demiştir: "Hz. İsmail, İshâk (a.s)'dan da­ha yaşlı olduğu için, ayette daha önce zikrediidiği söylenmiştir." [226]

 

Dede, Baba Mesabesinde Sayılır mı? (Miras Konusu)             Başa Dön

 

Şafiî (r.a) "Baba-anne bir, veya baba bir erkek ve kız   kardeşler,   dedeleri   olduğu   için   mirastan düşmezler" demiştir. Bu, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. AH, Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd (r.ah)'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İmam Malik, İmâm Ebu Yusuf ve İmâm-ı Muhammed'in de görüşüdür. Ebu Hanlfe ise, bu çocukla­rın, dedeleri sebebiyle mirastan mahrum olacaklarını söylemiştir ki bu Hz. Ebu Bekir, İbn Abbas ve Hz. Aişe (r.ahm)'nin görüşüdür. Tabiînden Hasan el-Basrî, Tavus ve Atâ'nın görüşü de böyledir.

Bu, çocukların dedeleri hayatta olduğu için mirastan mahrum edilmeye­ceklerini söyleyenlerin iki izahları vardır:

1) Dede için iki hayırdan biri vardır: Ya onlarla beraber eşit hisse alır veya malın üçte birini alır, sonra kalan mal erkeklere iki hisse, kızlara bir hisse olmak üzere kardeşler arasında bölüştürülür. Bu aynı zamanda Zeyd b. Sabit (r.a)'in rr.ezhebi ve Şafiî (r.a)'nin görüşüdür.

2) Dede, eşit paylaştıklarında hissesine altıda birden eksik mal düşmedi­ği zaman, bir erkek kardeş gibi sayılır. Eğer, eşit paylaşma durumunda malın altıda birinden azı onun hissesine düşer ise, bu durumda dedeye altıdabir ve­rilir, bundan eksik verilmez.

Ebu Hanife, dedenin baba mesabesinde olduğunu, babanın erkek ve kız kardeşleri mirastan hacbettiğini (mahrum ettiğini), dolayısıyla da, dedenin de onları.mirastan mahrum bırakması gerektiğine delil getirerek şöyle dedi: "Biz ayet ve hadisten dolayı dedenin baba mesabesinde olduğunu söyledik. Bu hususta iki ayet vardır: Birisi tefsir etmekte olduğumuz, "Biz senin ve babala­rın İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlahına ibâdet ederiz" ayetidir. Bu ayette Cenâb-ı Hak, "baba" lâfzını "dede" için kullanmıştır.

Şayet, "Hz. İsmail onların babası olmadığında ittifak olduğuna göre, "baba" lâfzı "amca" hakkında da kullanılmıştır" denilirse, biz deriz ki: "Kul­lanış zahirî olarak hakikî mananın delilidir. Mevcud olan bir delilden dolayı bu kelimenin amca hakkında kullanılması bırakılmıştır. Dolayısıyla ayette bizim sözümüze delil vardır.

Bu hususta ikinci ayet delilimiz ise, Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf (a.s)'dan hikaye edip haber verdiği,

"Ben babalarım İbrahim, İshâk ve Yaküb'un dinlerine uydum" (Yusuf, 38) sözüdür.

Bunun hadisten deliline gelince bu, Atâ'nın İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği şu sözüdür: "Dedenin baba mesabesinde olduğu hususunda dileyen kim­se ile Hacer-i Esved yanında lânetleşebilirim (yeminleşirim)."

Yine İbn Abbas (r.a): "Zeyd b. Sabit Allah'dan korkmuyor mu?, Oğulun oğlunu (torunu) oğul gibi sayıyor da, babanın babasını (dedeyi) baba mesabe­sinde saymıyor" demiştir.

Dedenin baba mesabesinde olduğu sabit olunca, baba hayatta olduğu tak­dirde, kardeşlerin değil de babanın mirasın üçte ikisine hak kazandığı gibi, kardeşlerin değil de dedenin de malın üçte ikisine hak kazanması hususun­da, Allah Teâlâ'nın, Ona ebeveyni vâris olur. Annesi için miras malının üçte biri vardır" (Nisa, 11) ayetine dedenin de girmesi gerekir.

Şafiî (r.a) ise, "Dedenin baba mesabesinde oiduğunu kabul etmiyoruz" demiştir. Onun buna delili şunlardır:

a) Siz bu ayeti, dedenin baba mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz gi­bi, biz de dedenin baba gibi olmadığına, "İbrahim oğullarına vasiyet etti ve Yakub'a.."    (Bakara, 132)    ayetini delit getiririz. Çünkü Hak Teâlâ, bu ayette Hz. Yakub'u, İbrahim (a.s)'in oğullarına dahil etmemiş, onu onlardan ayrı say­mıştır. Babalık hususunda, bütün dedeler baba sayılsaydı, oğul olma husu­sunda bütün torunlar da hakîkî manada oğul mesabesinde sayılırdı. Hal böyle olmadığına göre, dedenin baba mesabesinde sayılamayacağı sabit olur.

b) Eğer dede, hakîkî manada baba mesabesinde olsaydı, babası ölüp de dedesi hayatta olanlar için, "Babası yoktur" denilemezdi. Nitekim bu husus, en yakın dede için de doğru olmaz. Bu doğru olmayınca, dedenin gerçekte baba mesabesinde sayılmadığını anlarız.

Buna göre şayet, "Baba ismi her nekadar bunların hepsi için kullanılsa bile, en yakın baba, dedenin derecesi en uzak olana nisbetle daha yakındır. İşte bundan dolayı, böyle bir nefiy (yoktur sözü) doğru olmuştur" denilirse biz deriz ki: İsim hem baba, hem de dede hakkında hakîkî olarak kullanılır ise, varoluştaki sıra "baba" isminin dededen alınmasına sebeb olmaz.

c) Eğer dede, hakîkî manada "baba" mesabesinde olsaydı, "O öldü ve geriye bir anne ile birçok babalar bıraktı" denilmesi doğru oturdu. Bu ise hiç­bir fakîh, dilci ve müfessirin kullanmadığı bir ifâdedir.

d) Eğer dede, baba mesabesinde olsaydı, şüphesiz Arap dilini bilen sa­habe, dedenin miras payı hususunda ihtilâf etmezlerdi. Eğer dede baba mü-sâbesinde olsaydı, nine de ana mesabesinde sayılırdı. Eğer böyle olsaydı, ninenin mirası meselesinde şüphe meydana gelip de, Hz. Ebu Bekir (r.a) as­haba bu meseleyi sormazdı. İşte bu deliller dedenin, baba mesabesinde ol­madığını gösterir.

e) Allah Teâlâ'n.n, "Allah, çocuklarınız hakkında, erkek çocuklarınıza, kız çocuklarınıza verece­ğinizin İki mislini vermenizi emrediyor" (Nisa, 11) ayetidir. Eğer dede, baba gibi olsaydı, o zaman oğlun oğlu (torun) da şüphesiz oğul gibi olurdu. Bu aye­te göre de oğlun yanısıra, oğlun oğlunun (torunun) da miras alması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, dedenin baba gibi olmadığını anlamış olduk.

Dedenin, baba mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz ayetlere tutun­manız hususunda size şunlarla cevap veririz:

1) Ubey (r.a), ayeti, şeklinde, (babaların) lâfzını çıka­rarak okumuştur. Bu kıraat, sizin maksadınıza zarar vermez. Çünkü şazz kı­raatler mütevatir kıraatleri kaldıramaz. Aksine cevap olarak şöyle denilmeli­dir: Allah Teâlâ, (Baba) lâfzını hem dede için, hem de amca için kullanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, amcası Hz. Abbas (r.a) hakkında, "Bu, babalarımdan hayatta kalandır" ve, "Ba­bama veriniz" buyurmuştur. Bu da bize, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, amcası­na, mecazî olarak "baba" dediğini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ona meca­zî olarak "baba" dediğine delilimiz ise, biraz yukarıda zikrettiğimiz gibi, baba isminin "dede" ye verilmemesinin doğru oluşudur. Eğer hakîki manada de­deye baba denilseydi, bu böyle olmazdı.

İbn Abbas (r.a)'ın sözlerine gelince: o, bu ismi lügavî isimlere değil, şer'î hükümlere bakarak böyle demiştir. Çünkü dil alimleri arasında, kelimeler hu­susunda ihtilâf olmaz. Allah en iyisini bilendir.

Hak Teâlâ'nın,  (Tek ilâh) ifâdesi, tıpkı, 'Onun perçeminden, yalancı perçemden..." (Alak, 15-16) ayetinde olduğu gibi, "Babalarının İlahı" ifâdesinden bedeldir veya ihtisas olmak üzere mansubtur. Yani, "Babalarının ilahı sözü­müz ile, tek ilahı kastediyoruz" demektir.

Allah'ın, "Biz ona tealim olanlarız..." buyruğu ile ilgi­li bazı görüşler vardır:

a) Bu, fiilinin failinden veya, daki zamir bu fiilin mef'ulüne racî olduğu için, fiilinin mef ûlünden haldir.

b)  Bunun, üzerine atfedilmiş bir cümle otmasi da mümkündür.

c) Bunun, te'kid eden bir cümle-i i'tiraziyye olması da caizdir. Yani "Biz o İlah'a inkiyâd etmiş, ibadeti O'na has kılmış ve O'nu tanımış haldeyiz" de­mektir.

Cenâb-ı Allah'ın, ümmet idir geçti..." buyruğu bir Önceki ayette zikretmiş olduğu kimselere işaret etmektedir. Bunlar İbra­him, İsmail, İshak, Ya'kûb (a.s) ve O'nun mü'min olan oğullandır. "Ümmet" sınıf (topluluk), kelimesi ise "geçti" ve "son buldu" manasınadır. Bu­na göre ayetin manası şöyledir: "Ben sizlere, onların haberlerini, dinleri olan İslam'ı ve onların İslam'a nasıl davet ettiklerini anlattım. Binaenaleyh onlar gi­bi yapmadığınız müddetçe, onların gidişatlarını bilmenizin size bir faydası ol­maz. Eğer onlar gibi yaşarsanız, bunun size faydası olur. Şayet bunu kabul etmez, diretirseniz, onların amellerinin size bir faydası olmaz. Ayet birkaç me­seleye delâlet eder: [227]

 

Ayet Taklidin Bâtıl Okluğunu Gösterir          

 

Ayet taklidin bâtıl (geçersiz) olduğuna delildir. Çünkü, "Kazandıkları onlara aittir" buyruğu, herkesin kazancının (kesbinin) kendisine ait olduğunu, başkasına fayda vermediğini gösterir. Eğer taklid caiz olsaydı, kendisine taklid ile uyulan kimsenin kesbi (kazancı) uyana fayda verirdi. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: "Ben, sizin onları taklid etmeniz için, onların durumlarını an­latmadım. Ancak size gereken şeye dikkat edesiniz ve istidlal ile, onların dini­nin, hak din olduğunu bilesiniz diye anlattım." [228]

 

İkinci Mesele

 

Ayet, onların iman edip, Hz. Muhammed (s.a.s)'e muhalefetten kaçınmaları hususunda teşvik edildik­lerini gösterir. [229]

 

Neseple Öğünmenin  Yersizliği                Başa Dön

 

Bu ayet, yahudilerin, ataları iyi ofan kimselere, bu iyiliğin fayda vereceği görüşlerinin aksi olarak, ba- balarının yaptığı taatlardan dolayı evlâtlarının sevab  kazanamayacaklarına delâlet eder. Bunun izahı, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu hadîste var­dır: O (s.a.s) şöyle demiştir:

"Ey liuhammed'in halası Saüyye, Ey Muhammed'in kızı Fanma, kıyamet gü­nü bana amellerinizle geliniz, neseblerinizle değil Biliniz ki ben, Allah'ın ve-rece0 hiçbir şeyi sizden gideremem" ve: "Ameli kendisini yavaşlatan kimseyi, nesebi hızlandırıp (cennete götür­mez)"[230] '.Nitekim Cenâb-ı Hak: "Ogün, onların arasında neseb bağlan ol­madığı gibi, (birbirinin halini de) soruşturmazlar (Mû'minun, 101); "(İş) ne sizin, ne de Ehl-i Kitabın kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa cezasını  görür" (Nisâ, 123). "Herkes kendi aleyhine kazanır" (Ervam, 164): "Hiç kimse, baş­kasının yükünü (günahını) çekmez" (isra, 15); ve: "Eğer yüz çevirirseniz, biliniz kf o (peygambere) onun mükellef olduğu, size de sizin mükellef olduğunuz şey vardır" (Nur, 54) buyurmuştur. [231]

 

Dördüncü Mesele

 

Ayet, "çocukların babalarının inkârından dolayı azab göreceklerini" iddia edenlerin görüşünün bâtıl oldu­ğuna delâlet eder. Yahudiler, atalarının buzağıya tapmaları sebebiyle kâfir oldukları için, kendilerinin de cehennemde azab gö­receklerini söylüyorlardı. Bu da Allah Teâlâ'nın onlardan naklettiği şu sözleri­dir: "Onlar, "cehennem azabı bizi ancak sayısı beüigünlerce yakar" dediler" (Bakara, 80). Bu, atalarının buzağıya taptıkları günler sayısıncadır. Cenâb-ı Allah ise, bu iddianın geçersiz olduğunu açıklamıştır. [232]

 

Kesb Meselesi Hakkında Geniş Bilgi

 

Ayet kulun kesb sahibi olduğuna (iktisâb ettiğine) delâlet eder. Ehl-î Sünnet ve Mu'tezile "kesb"in  tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, "Kulun mevcut olmayan birtakım arazları kendi kud­retiyle varlık alemine sokma" manasında müktesib olmadığında ittifak etmiş­lerdir. Bu prensipte anlaşmış olmakla beraber, kesbi şu üç değişik şekilde açık­ladılar:

a) Bu, Allah kendisinden razı olsun, İmâm Eş'arî'nin görüşüdür: Buna göre, "kudret makdûrda (güç yetirilen, uygulanan şeyde) bir tesiri olmaksı­zın, makdûra taalluk eden bir sıfattır. Hatta dahası, kudret ile makdûr, ilim ile malûmun Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesi gibi, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmişlerdir. Fakat Allah'ın yaratmastyla meydana gelen bu şey, ha­dis kudretin taalluk ettiği birşeydir ki, bu da kesbtir.

b) Fiilin bizzat kendisi, Allah'ın kudretiyle meydana gelir. Sonra o fiil için "taat" veya "günah" vasfı oluşur. İşte sonradan oluşan bu sıfat, hadis olan kudret (Allah'ın kulda yarattığı sonradan olma kudret) İle meydana gelmiştir. Bu, Ebu Bekr el-Bâkıllânî'nin görüşüdür.

c) Sonradan meydana gelen kudret (kulun kudreti) ite kadîm kudret (Al­lah'ın kudreti) aynı şeye taalluk ettikleri zaman, o şey bu iki kudret sebebiyle meydana gelmiş olur. Sanki kulun fiili, Allah'ın yardımıyla meydana gelmiş olur. İşte kesb budur. Bu görüş de Ebu İshâk el-İsferâyinî'ye nisbet edilir. Çünkü onun, "Kesb bir yardımcı ile meydana geten fiildir" dediği nakledilmiştir.

Kulun sonradan olma kudretinin fiilinde müessir olduğunu söyleyenler de İki fırkadır:

a) Sebeb ile birlikte bulunan kudretin, fiili meydana getirdiğini söyleyen­ler... Buna göre, Hak Teâlâ, fiillerin var olmasına götüren sebebleri yaratan zât olması manasına, herşeyin yaratıcısıdır. Kul ise, fiillerinin meydana gel­mesinde, kendisinde bulunan kudret ve sehebin müessir olması bakımından müktesib (kesb edendir). Bu İmamu'l Haremeyn el-Cüveyni'nln mezhebi-dir.O, bu görüşünü Nizamiye adını verdiği kitabında yazmıştır.Ebu'l-Huseyn el-Basrînin görüşü de, açıkça belirtmemiş olsa da, buna yakındır.

b) Bunlar Mu'tezile'dir. Onlar şöyle demişlerdir: Sebeb ile birlikte bulu­nan kudret, fiilin meydana gelmesini gerektirmez. Aksine kul yapmaya da yap­mamaya da kadirdir. Bu ikisi de ondan sudur edebilir. Dilerse yapar, dilerse yapmaz. İşte fiil ve kesb budur."

Mutezile İmam-ı Eş'arî'ye şöyle demiştir: Kulun kudreti, Allah'ın yarat-masıyla meydana geldiği ve Allah Teâlâ o kulda bu kudreti yarattığı zaman kulun bu fiili yapmadığını söylemek imkânsız olur. Allah kulda bu kudreti ya­ratmadığı zaman, kulun bu fiili yaptığını söylemek imkânsız olur. Durum böy­le olunca, kesinlikle kul bir şey yapma veya yapmama imkanı bulamaz. Kadir'in manası budur. Binaenaleyh buna göre kul kesinlikle kadir olamaz. Yine kulun müktesebi sayılan şu şey, ya Allah'ın kudretiyle meydana gelmektedir veya kesin olarak Allah'ın kudretiyle meydana gelmemektedir veyahut da hem Al­lah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte meydana gelmektedir. Eğer bir fiil Allah'­ın kudretiyle meydana geliyor ise, kul onda müessir değildir. O halde kul nasıl bu fiilin kesbedicisi olabilir? Eğer bu fiil kulun kudretiyle meydana geliyorsa, mesele yok, zaten bizim dediğimiz de budur. Şayet fiilin, her iki kudret ile bir­den meydana geldiği söyleniyorsa işte bu imkânsızdır. Çünkü Allah'ın kudreti birşeyi (fiili) yaratmada tek başına yeterlidir. Allah'ın kudreti birşeye taalluk ettiği zaman, o şeyde kulun kudretinin tesirinin de olduğu nasıl söylenebilir?

Bakıllânî'nin görüşü de zayıftır. Çünkü gasbedilen evde oturmanın ha­ram oluşu, o mekânı işgal etmekten başka bir şey değildir. Buna göre bu iş­gal, eğer Allah'ın fiili ile meydana gelmişse, bizzat yasaklanan şeyi Allah o kulda kendisi yaratmıştır ki, bu da "teklif-i mâlâyutak"ın ta kendisidir!Eğer kulun kudretiyle meydana gelmişse, mesele yok, zaten bizce matlûb olan da bu neticedir.

İsferavînl'nin görüşü de zayıftır. Çünkü Allah'ın kudretinin tek başına mü­essir olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh, Allah'ın kudretinin yanında, kesin- kulun kudretinin tesiri söz konusu olamaz.

Mu'tezile'nin mezkûr iddiasına karşı Ehl-i Sünnet şöyle demiştir: Yalnız başına kulun yaratması ve icad etmesi, şu sebeplerden dolayı imkânsızdır:

1) Kul, şayet fiillerinin yaratıcısı olsaydı, o fitlerinin detaylarını da bitmiş olurdu. Halbuki kul, fiililnin detaylarını bilemez; o halde kul, fiilinin yaratıcısı değildir.

2) Eğer kul, fiilinin bizzat yaratıcısı olsaydı, ancak onun istediği şeyler olur­du. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü kâfir, itim elde etmek istediği halde cehaletten başka bir şey elde edememektedir.

3) Eğer kul kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı, bu fiilinin yaratıcısı olması, bu fiilin ve bu kudretin zâtına bir ilâve olurdu. Çünkü, kulun o fiilin yaratıcısı oldu­ğunu bir tarafa bırakarak biz o fiilin ve o kudretin bizzat kendisini düşünebili­riz; oysaki, düşünülen şey o gaflet edilenden başka bir şeydir.

Sonra bu icad etme işi (mûcidiyyet) hadistir; eğer onun sonradan oluşu kuldan ötürü ise, onun bir başka icâd etmeye muhtaç olması gerekir; bundan da teselsül meydana gelir ki; teselsül de imkânsızdır.. Eğer Allahu Teâlâ ve O'nun eserinin bu yaratıcılık esnasında meydana gelmesi vâcib olursa, bu du­rumda fiilin Allah'a isnad edilmesi gerekir. Halbuki Allah'ın yaratıcılığı husu­sunda bu bize gerekmez. Çünkü O, kadîmdir, o halde O'nun yaratıcılığı da kadîm olur. Bu sebepte de bu yaratıcılığın başka bir yaratıcılığa muhtaç olma­sı gerekmez. İşte, her iki tarafın görüşü, özetle bundan ibarettir. Lâfızlar ve manalar hususunda iki grub arasındaki çekişme çok fazladır. Hidayet ancak Allah'tandır. [233]

 

"Yahudi veya nasranî olun ki hidayete eresiniz" dediler. De ki: "Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine... O,  şirk koşanlardan değildir" (Bakara, 135).

Allahu Teâlâ önce geçmiş olan delillerle İslâm dininin doğruluğunu be­yan edince, bundan sonra İslâm dinine ta'n edip ona muhalif olanların kimi şüphelerini nakletmiştir. [234]

 

Yahudi ve Hristiyanların Yeni Şüphelerine Cevaplar             Başa Dön

 

Birinci şüphe: Allah Teâlâ onların, "Yahu­di veya nasarâ olunuz ki, hidayete eresiniz" dediklerini ve bunu ifâde eder­ken herhangi bir şüphe beyan etmediklerini; tam aksine taklitte ısrara devam ettiklerini nakletmiştir. Böylece Allahu Teâlâ bu şüphelerden dolayı onlara bazı bakımlardan cevap vermiştir:

1) Cenâb-ı Hak "ilzamî" bir cevap vermiştir ki, o da O'nun, "De ki, "Hayır, muvahhid olarak ibrahim'in dinine buyurmasıdır. Bu cevâbın açıklanması şu şekildedir: Eğer dinin yolu taklit ise. bu hususta evlâ olan Hz. İbrahim'in dinini taklit etmektir. Çünkü şu ihtilâf eden­ler dahi, Hz. İbrahim'in dininin doğruluğunda ittifak etmişlerdir. Eğer din hu­susunda taklide dayamlacaksa, ittifak edileni almak ihtilâf edileni almaktan evlâdır. Buna göre Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer dinî hususta is­tidlal ve tefekküre dayanılacaksa, işte biz delilleri sunduk... Eğer taklide da­yamlacaksa, Hz.İbrahim'in dinine dönüp yahudilik ve hristiyanlığı terketmek daha uygundur."

Buna göre şayet, "Yahudi ve hristiyanlardan herbiri Hz. İbrahim'in dinin­de olduklarını iddia etmiyorlar mı?" denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrahim'in "tevhîd" i savunduğu, hristiyanların "teslîs"e (Baba, oğul ve Rûhul-Kudüs üç­lüsünün ulûhiyyetine inanmak), yahudilerin de "teşbih" e inandıktan kesin olun­ca, onların Hz. İbrahim'in dininde olmadıkları; Hz. Muhammed (s.a.s)'in ise tevhide davet ettiği için İbrahim'in dini üzere olduğu ortaya çıkmış olur.

Biz tekrar, lâfızların tefsirine dönelim. Buna göre Allah'u Teâlâ'nın, buyruğundan muradın, muhayyerlik olması caiz değildir. Çünkü, yahudilerin bilinen durumu, Hristiyanlığı Yahudiliğe tercih etmedikle­ri, tam aksine bunun küfür olacağını iddia etmeleridir. Hristiyanların durumu da böyledir. Tam aksine ayetten kastedilenin yahudîlerin, Yahudiliğe; hristi-yanların da Hristiyanlığa davet etmeleridir. Buna göre her grub kendi dinine davet etmiş ve kendi dininin bîr hidayet kaynağı olduğunu iddia etmiştir ki, böyle bir inanış onların, "hidayete eresiniz!.." demelerinin mânâsı­dır.. Yani, "Siz bunu yaptığınızda hidayete erer ve istikâmet üzere olursunuz" demektir.

Allahu Teâlâ'nın, buyruğuna gelince, kelimesini nasbeden şeyin ne olduğu hususunda dört görüş vardır:

a) Mana bakımından, sözüne atfedildiği için.. Bu­na göre ayetin takdiri,' 'Onlar, Yahudiliğe tâbi olun dediler. Habîbim, sen de, "Hayır, İbrahim'in dinine tâbi olunuz" de!" şeklindedir.

b) Hazfedilen bir kelimeden ötürü... Buna göre ayetin takdiri, "Tam aksi­ne biz, İbrahim'in dinine tâbi oluruz" şeklinde olur.

c) Takdirin, "Tam aksine biz, Hz. İbrahim'in-milletinin ehli oluruz" şeklinde olmasıdır. Buna göre muzaf olan "ehl" hazfe­dilmiş, muzâfın ileyh olan,  (millet) kelimesi onun yerine geçmiştir. Ce-nâb-ı Hakk'ın tıpkı,    (Yusuf, 82) "Köye sor"yani,"köyün halkına sor!" sözünde olduğu gibi..

d) Takdirin, "Tam aksine Hz. İbrahim'in dinine uyunuz!   şeklinde olmasıdır. A'rec, ifadesindeki, kelimesini, O'nun dini bizim.dinimizdir" veya/'bizim dinimiz, İbrahim'in milletidir, dini­dir" manasında olmak üzere, merfû okumuştur. Özet olarak sen, onu mübte-dâ veya haber tufma konusunda muhayyersin... [235]

 

Hanîf Tabiri Hakkında İzahat

 

Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, bu hususta iki mesele vardır: [236]

 

Birinci Mesele

 

Dilcilerin, kelimesi hakkında iki görüşleri vardır:

1) dosdoğru olan kimse" demektir. Nite­kim, iyi olması için uğur getirir düşüncesiyle, topal kimseye, denilme­si; yine insanları diliyle inciten kimseye "tefe'ül için (onun iyi olmasını ümid ederek) "incitilen" ve, helak edici bir yere de "kurtuluş yeri" denilmesi de bu manadadır. Buna göre dilciler, Allah'a inkıyad etmiş ve hiçbir hususta O'ndan inhiraf etmemiş olan kimseye "Hanîf" demişlerdir. Bu görüş Muhammed bn Ka'b el-Kurazî'den rivayet edilmiştir.

2) Hanîf, meyleden demektir. Çünkü, iki ayağından her birinin Darmaklarının diğerine meyletmiş olduğu kimse için kullanılır. Bir kimse bi-şeye meylettiği zaman, denilir. Buna göre mana, "İbrahim (a.s), Al ah'ın dinine meyletti" şeklinde olur. Binaenaleyh Allah'ın, ifâdesinin manası, "Yahudi ve hristiyaniara muhalif t 'an, onlardan yüz çevirmiş olan İbrahim'in dinine tâbi oluruz" şeklinde olu Müfessirler ise bu hususta bazı ifâdeler kullanmışlardır. Şöyle ki:

a) Bu, İbn Abbas, Mücâhid ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Buna göre   Hanîflik" Kabe'yi ziyaret etmektir.

b) Hanîflik, Hakk'a uymaktır.." Bu, Mücâhid'den nakledilmiştir

c) "İslâm'ın kanunları olan şeriatında, Hz. İbrahim'e uymaktır.."

d) "Amelde ihlâslı olmaktır.." Buna göre ayetin takdiri, "Biz İbrahir  ı dini olan tevhide ittibâ ederiz" şeklindedir. Bu görüş, Esamm'dan naktecfl mistir.

Kaffâl ise şöyle demiştir: Özet olarak Hanîf, diğer dinlerin vermiş olduğı lâkablar gibi, İslâm dinine giren herkese verilen bir lâkab ve unvandır. Bunun kaynağı ise, Hz. İbrahim'dir. [237]

 

İkinci Mesele                    Başa Dön

 

 kelimesinin mansûb oluşu hakkında iki görüş vardır:

1) Zeccâc'a göre, kelimesinden hal  ğu için mansûb olmuştur. Senin tıpkı, "Ayakta old.iı. durumda Hind'in yüzünü gördüm" demen gibi...

2) "Kat1'üzere (mevsûfundan ayrılması üzere) mansûb olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile, demeyi murad etmiştir. Ancak, kelimesindeki elif-lâm düşünce, belirsiz olan, kelimesi, marife olan, kelimesine uymamış, böylece ondan kopmuş tur. Bundan dolayı da mansûb kılınmıştır. Bu görüşü, Küfe nahivcileri söyle mislerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın,  ifâdesi hakkında bazı açıklamalar bulunmaktadır:

1) Bu, yukarıda açıklamış olduğumuz gibi, yahudî ve hristiyanların inanç larında şeriklerin bulunduğuna dikkat çekmedir. Çünkü Cenâb-ı Hak bazı . s-hudilerin: "Uzeyr, Allah'ın oğludur" (Tevbe,30); hristiyanların da: "Mesih (isâı Allah'ın oğludur" (Tevbe. 30) dediklerini nakletmiştir ki, bu sözler şirktir.

2) Hanîf, Hz. İbrahim (a.s)'in dininde olan kimselere verilen isimdir. Hz. İbrahim (a.s)'in Kabe'yi ziyaret, sünnet olmak v.s gibi hususî bir şeriat getirc-ği bilinen bir husustur. İşte bunları din olarak kabul eden kimseye "Ha denmiştir. Araplar da bu hükümleri kendilerine din olarak kabul etmişler, daha sonra müşrik olmuşlardır. Bundan dolayı, "O (İbrahim) hanîfdir; müşriklerden değildir" (Bakara. 135) denilmiştir.

Şu ayetler de de bunun benzeridir: "Allah'a hanifler olarak ve O'na şirk koşanlar olmayarak..." (Hacc, 31) ve,

 "Onların çoğu, 'ancak şirk koşarak Allah'a inanırlar" (Yusuf, 106).

Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayet, içimizden birisinin başkasına, hernekadar aslında delil olmasa da, onu susturmak için, onun sözüne ters düşecek birşe-yi delil gibi söyleyebileceğini gösterir. Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s)ıin, peygam­berliğine bu gibi sözlerle delil getirmediği, tam aksine elinde zuhur eden apaçık mucizeleri delil getirdiği malûmdur. Fakat O (s.a.s), bu mucizeleri delil geti­rip, sebebleri ortadan kaldırıp, daha sonra da onların inâdla bâtıllarında de­vam ettiklerini görünce, onlara üzerinde oldukları şey cinsinden deliller getirerek şöyle demiştir: "Eğer din ittibâ ile oluyorsa, üzerinde ittifak edilen Hz. İbrahim'in dini uyulmaya daha lâyıktır."

Birisi şöyle diyebilir: Yahudî ve hristiyanlar, eğer Hz. İbrahim'in faziletini kabul ediyor ve O'nun teslîs ve teşhibe taraftar olanlardan olmadığını itiraf edi­yorlarsa, onların bunu söylemeleri mümkün olmaz; aksine, onların tenzîh ve tevhid'den yana olmaları gerekir. Onlar teslîs ve teşbihi savunduklarına göre, onları buna davet etmede herhangi bir fayda yoktur. Eğer onlar Hz. İbrahim'­in üstünlüğünü inkâr veya ikrar etseler, fakat O'nun teslîs ve tecsim akidesini kabul etmemiş olduğunu inkâr etseler, bu üzerinde ittifak edilmiş bir husus olmaz. Bu durumda da, bu hususun üzerinde ittifak edilen bir şey olduğuna hükmetmenin mecburîliği doğru olmadığı için, bu görüşü benimsemek uygun olmaz... Buna şöyle cevap verilir: Hz. İbrahim (a.s)'in Allah'a çocuk nisbet et­mediği tevatüren bilinen bir husustur. Yahudî ve hristiyanların da bunu kabul ettikleri gerçek olunca, bu şekilde onların yolunun Hz. İbrahim'in yoluna aykı­rı olduğu ortaya çıkmış olur. [238]

 

"Deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve, peygamberlere Rableri katından verilen her şeye iman ettik! Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olmuşlarız" (Bakara, 136).

Cenâb-ı Allah önce cedelî bir yolla cevap verdikten sonra, bu ayette de bürhanî delil getirerek cevap vermiştir. Bu cevap da şudur: Peygamberlerin (a.s) nübüvvetlerini bilmenin yolu, onların ellerinden mucizelerin sâdır olma­sıdır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinden mucize sudur edince, Hz. Peygambe­rin nübüvvetini itiraf edip, O'nun peygamberliğine inanmak vâcib olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek, de­lilde bir çelişki meydana getirir ki, bu da aklen imkânsızdır. İşte bu ayetten de kastedilen budur. Bu ayetin zikredilmesinin esas maksadı da budur.

İmdi, "Şeriatlarının mensûh olduğunu söylediğimiz halde Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya iman etmek nasıl caiz olur?" denilirse, deriz ki: Biz, bu şeriatlardan herbirinin kendi zamanlarında hak olduğuna inanıyoruz. Dolayı­sıyla bizden yana bir çelişki meydana gelmemiş olur. Ama yahudî ve hristi-yanlar, elinde mucizeler zuhur eden kimselerin yani peygamberlerin bir krsmına inanıp, elinde mucizeler bulunmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.s)'in pey­gamberliğini inkâr edince, onlar çelişkiye düşmüşlerdir. Böylece aradaki fark, kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Sonra biz deriz ki, bu ayette birkaç mesele, vardır: [239]

 

Birinci Mesele             Başa Dön

 

Allahu Teâlâ onların: dedeklerini nakledince, buna mukabil Hz. Peygamber için, daha sonra da O'nun ümmeti için,    buyurmuştur. Bu Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.

Kâdî, Cenâb-i Hakk'ın, ifâdesinin bütün mükellefleri, ı yani Hz. Peygamber ve ümmetini içine aldığını söylemiştir. Buna iki şey delâ­let etmektedir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Deyiniz!" buyruğu, umumi bir hitaptır. Böy­lece herkesi içine atır.

2) Yine O'nun, "Bize indirilene..." ifâdesi, ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'e uygun düşer. En azından O'nun, bu ifâdenin içine dahil olmuş olması gerekir.

Hasan el-Basrî görüşüne şu iki hususu delil olarak getirmiştir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s), daha önce Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ile emrolunmuştu..

b) Hz. Peygamber (s.a.s) şerefin zirvesindedir. Binaenaleyh, zahire göre ona müfred olarak hitap etmek gerekir.

Bunun cevabı şöyledir: Her nekadar bu karineler ihtimal dahilinde olsa da, Allah Teâlâ'n, "Allah'a iman ettik deyiniz" ifâdesinin umûmî oluşunu, tahsis edecek bir kuvvete ulaşamazlar.

Allah Teâlâ, "Allah'a imân ettik" sözünü önce getirmiş­tir. Çünkü Allah'a iman bütün şer'î hükümlere imânın temelidir. Binaenaleyh Allah'a iman edip tanımayan kimsenin, peygamberi ve Allah'ın kitabını tanı­ması imkânsızdır. Bu da, "Allah'ı tanımanın yolu sadece Kitap ve Sünnet'tir" diyen Mukallide ile Ta'lîmiyye fırkalarının görüşlerinin bozukluğuna delâlet eder.

Hak Teâlâ'nın, (Torunlan) sözü hususunda, Halil şöyle demiş­tir: "İsrailoğullan hakkında 'Sıbt", tıpkı Araplar için kullanılan kabîle kelimesi gibidir."

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Sıbt, torun manasınadır. Hz. Hasan ile Hü­seyin (r.ah), Hz. Peygamber (s.a.s)'in iki sıbtıdır (torunudur). Buna göre ayet­teki, "torunlar" manasınadır ve kastedilenler Hz. Yakub (a.s)'un to­runları ve oniki oğlunun zûrriyetleridir. [240]

 

Peygamberler Arasında Ayırım Yapmak Doğru Değildir

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız" ayetiyle ilgili iki izah tarzı vardır:

a) Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmeyiz. Çünkü biz böyle yaparsak, delilimizde tenakuza düşmüş oluruzl. Bu ise caiz değildir.

b) ifâdesinin manası: "Biz o peygamberlerin, di­nin esası olan îtikadda birbirinden farklı olduklarını kabul etmiyor, aksine hep­sinin, neticesi İslam olan temeller üzerinde ittifak ettiklerini söylüyoruz. Nite­kim Cenâb-ı Hak, "O dini doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin..." diye din hususunda hem Nuh'a tavsiye ettiğini, hem sana vahyettiğimizi, hem İbrahim'e, Musa'ya ve tsâ ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat yaptı" (şûra, 13) buyurmuştur. Birin­ci izah ayetin siyakına (devamına) daha uygundur.

Allahu Teâtâ'nın, ifâdesinin manası şöyledir: "Bizim müslümanlığımız, heva-vü hevesimiz için değil, Allah'a itaat etme arzusuyla-dır. Durum böyle olunca, bu bir mucize meydana geldiğinde ona inanmayı ge­rektirir. Ama mucize gösteren bazı peygamberleri kabul edip, bazısını kabul etmemek, bu imanın Allah'a itaat ve boyun eğme için olmayıp, aksine heva-vü hevese ve nefsin arzularına tabî olma manasına geldiğine delâlet eder. [241]

 

"Eğer onlar, sizin imân ettiğiniz gibi iman ederlerse muhakkak hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman onlar ancak ayrılık (ihtilâf) içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. O, hakkıyla işiten ve bilendir" (Bakara, 137).

Bil ki Allah Teâlâ, din hususunda en açık yolu -ki bu yol insanın, peygam­berliğine delil bulunan kimsenin peygamberliğini tasdik edip, bu hususta çe­lişkiye düşmekten kaçınmaktır - izah edince, onları böyle bir imana teşvik ederek: "Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hida­yete ermiş olurlar" buyurmuştur. [242]

 

Ayetteki Misi Kelimesinin îzahı

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Sizin iman ettiğinizin misline (iman ederlerse)..." buyruğunda bir müşkil vardır. O da şudur: Mü'minlerin kendisine imân ettiği şeyin misli (benzeri, gibisi) yoktur. Buna birkaç bakımdan cevab verilir:

a) Bundan maksat, onları bulundukları inanç üzere tutup, tesbit etmek, sağlamlaştırmaktır. Buna göre mâna, "Doğruluk ve sıhhat hususunda dinimiz gibi, yani ona müsavi olan bir başka din bulurlarsa, onlar hidayete ermiş olurlar" şeklindedir. Doğruluk bakımından onların dinine müsavî bir dinin bu­lunması imkânsız olunca, onun dışında herhangi bir dinle hidâyete ulaşmak imkânsız olur.

Bunun bir benzeri de, kendisine öğüt verdiğin kimseye şöyle demendir: "En doğru görüş ve fikir budur. Fakat senin kafanda bundan daha isabetli bir şey varsa onu uygula." Kendi kanaatinden daha doğru bir görüşün olma­dığını bildiğin halde, arkadaşını kendi kanaatin üzerinde tutmak ve fikrinden öteye bir fikir olmadığını ona göstermek için böyle dersin. Biz, doğruluk bakı­mından bu dine denk olan bir başka dinin bulunamayacağını söylüyoruz. Çünkü bu din, elinden mucizeler zuhur eden herkesin peygamberliğini itiraf etmenin vâcib olduğu prensibine dayanır. Bu dine ters düşen herşey, tezadı içinde ta­şır. Tezâdlı olan bir şeyin ise, doğruluk ve sıhhat bakımından, içinde tezâd bulunmayan bir şeye denk olması imkânsızdır.

b) Ayetteki, kelimesi zaidedir. Bu, aynen Cenâb-ı Allah'ın, "Onun gibi hiçbirşey yoktur "(şûra, 11) ayetindeki, kelimesi gibidir. Bu, 'Onun gibi olan birşey yoktur" manasınadır. Nitekim şâir, demiş, teşbih edatı kullanmıştır).

Ümmü'l-Ahnef de oğlunu hoplatarak şöyle derdi:

"Allah'a yemin olsun ki onun ayağında paytaklık, ve zayıflıktan ötürü bacağı da ince olmasaydı, sizden hiçbiri onun gibi olamazdı."

c) Siz, Furkan'a (Kur'an'a), kelimelerini bozup tahrip etmeden inandınız. Eğer onlar da, Kur'an gibi olan Tevrat'a aynı şekilde, kelimelerini bozmadan ve tahrif etmeden inansalardı, onlar da hidayete ererlerdi. Çünkü bu sayede onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini tanımaya yol bulurlardı.

d) Cenâb-ı Allah'ın, buyruğunun manası: "Eğer onlar, kendisi ile mü'min olduğunuz şeyin misline inanırlarsa, hidayete ermiş olurlar." Buna göre ayetteki temsil (benzetme), iki iman ve iki tasdik ara­sındadır.

Muhammed b. Cerir et-Taberî, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Sizler, bu âyeti, kendisi ne iman ettiğiniz şeyin misline imân ederler­se.." şeklinde tefsir etmeyiniz. Çünkü Allah'ın bir misli (benzeri) yoktur. An­cak bunu, "İmân ettiğiniz şeye iman ederlerse..." şeklinde tefsir ediniz."

Kâdî şöyle demiştir: "Manası müşkil ve karışık olacak diye ayetin müte-vatir olan kıraatini terketmenin bir izahı yoktur. Çünkü insan bunu adet edinir­se, bütün müteşâbih ayetlerin kıraatini değiştirmesi gerekir ki bu çok mahzurludur." Bu meselenin cevaplarından itimâd edilecek olan, birincisidir.

Hak Teâlâ'nın, "Hidayete ermiş olurlar" buyruğundan mak sad, "Onlar, kendisine iletildikleri şeyi yapmış ve onu kabul etmiş olurlar" ma­nasıdır. Bu durumda olan kimse, Allah'ın velisi (dostu) ve rıza-i İlâhi'ye nail olanlardan biri olur. Buna göre ayet, hidayete ermeden önce, hidayetin mevcud olduğuna delâlet eder. Bu hidayeti, "Allah'ın belirlediği, üzerindeki örtü­leri açtığı ve delil olma yönlerini beyan ettiği deliller manasına hamletmek mümkündür. Sonra Cenâb-ı Hak, eğer yüzçevirirlerse, başlarına gelecek şey­den onları menedercesine açıklayarak, "Eğer yüz çevirirlerse, o zaman onlar ancak ayrılık (ihtilâf) içindedirler" buyurmuştur. [243]

 

Ayetteki Şikak (İhtilâf)ın İzahı              Başa Dön

 

Şikâk (ihtilaf, ayrılık) hususunda iki mesele vardır:

Birincisi: Lügatçiterden bazıları, lâfzının, kökünden alın­dığını söylemişlerdir. Buna göre sanki o, aradaki düşmanlıktan ötürü, arkada­şının bulunduğu yerden (gruptan) başka bir yer (grup) içinde imiş gibi olur. Bir insan, onların cemaatini dağıtıp, onlardan ayrıldığı zaman; denilir. Bunun bir benzeri de cedelleşme, mücâdele etme manasına gelen, kelimesidir. Bu cedelleşme birisinin bir had­de (stnırda),diğerinin ise bir başka hadde (çizgide, sınırda) olması manasına­dır. (karşılıklı düşmanlık beslemek) kelimesi de böyledir. Çünkü şu adam ona, o da buna karşı düşmanlık içinde olmaktadır. (taraf ol­mak) kelimesi de böyledir. Çünkü şu bir cânibte, beriki de bir başka cânibtedir.

Diğer bazı lügatciler ise, kelimesinin "meşakkat" kökünden alındığını söylemişlerdir. Çünkü şikâkta (ihtilâfta) olanların herbiri karşısında­kine güçlük çıkarmaya ve eziyet vermeye arzuludurlar. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer, o İkisinin arasında (kan-koca arasında) bir ihtilâf çıkmasından korkarsamz..." (Nisa, 35), yani "Aralarında ihtilâftan dolayı bir ayrılık olup da birinin diğerine meşakkat vereceğinden.korkarsanız..."bu­yurmuştur.

İkincisi: Allah Teâlâ'mn, sözü, "Eğer onlar böyle bir imanı bırakırlarsa, tezada düşmeleri kaçınılmaz olur. Halbuki akıllı olan kimse, tezada düşmeyi gerektirecek şeyi yapmaz" de­mektir. Onlar bu tezada düştükleri için, biz onların maksadlarının dini istemek ve Hakk'a boyun eğmek olmadığını, maksadlarının ancak çekişme ve düşman­lığı ortaya koyma olduğunu anlarız.

Bu hususta müfessirler değişik izahlar yapmışlardır:

1) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Onlar haktan ayrılıp, bâtıla sarıldıktan müddetçe bir ayrılık içindedirler. Bundan dolayı onlar, Allah'a muhalefet eden kimseler olmuşlardır.

2)  Ebu Ubeyde ve Mukâtii , "Şikâk" kelimesinin "dalâlet" manasına olduğunu söylemişlerdir.

3) İbn Zeyd,  tfÜi Jt  ifâdesinin "bir çekişme ve bir savaşma içinde­dirler" manasında olduğunu söylemiştir.

Hasan el-Basrî, bunun "bir düşman içindedirler" manasında olduğunu söylemiştir.

Kâdî ise şöyle söylemiştir: "Hak üzre düşmanlık yapmak veya günah ol­mayan bir şekilde muhalefet göstermeye, denilmez. Bu isim ancak, sahibini Allah'a düşmanlığa, O'nun gazabı ile lanetine götüren ve cehenne­mi haketmeye sebebiyet veren büyük bir muhalefet hakkında kullanılır. Böy­lece bu söz, onlar için Allah'tn bir tehdîdi olmuş olur. Ve, Allah'ın onları bu şekilde nitelemesi, bu kavmin Hz. Peygamberin düşmanı olduklarına, içlerin­den daima O'na soru sormayı geçirdiklerine ve O'nu sıkıntılara düşürmek için fırsat beklediklerine bir delil olur.jşte bundan ötürü Allahu Teâlâ onların hile­lerinden Resulünü, onların şer ve tuzaklarından da mü'minleri emin kılarak, hem Resulünün hem de mü'minlerin kalbini takviye etmek üzere, "Onlara karşı Allah, sana yardım konusunda yetecektir" buyurmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ bir şey hususunda, kendisinin yeteceğini tekeffül edince, bu hususta büyük bir güven meydana gelmiş olur.

Kelâmcılar, bunun gaybden haber vermek olduğunu, böylece de Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nübüvveti hususunda, sıdkına delâlet eden bir mu'cize olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: Biz, bunun gaybden haber vermek olduğunu söyledik. Çünkü; biz bu sözün haber verdiği şeyi, haber verildiği gi­bi aynen bulduk. Zîrâ, Allahu Teâlâ, yahudî ve hristiyanların şerrine karşı Pey­gamberine kifayet etmiş ve onlara karşı ona yardımda bulunmuştur. Böylece de müslümanlar onlara galib gelmiş, onların yurtlarını istîlâ etmiş ve mallarını ele geçirmişlerdir. Bu sebeple de onlar, müslümanların elinde, müslümanlara haraç ve cizye ödeyen zelil kimseler olmuşlar, ya da müslümanların elinden kurtulmaya kesinlikle güç yetirememişlerdir. Biz, bunun bir mu'cize olduğu­nu söyledik.çünkü tahminde bulunan kimse, bu gibi hususlarda detayına va­rıncaya kadar isabet edemez.

Mülhidler de şöyle demişlerdir: Biz bunun mucize olduğunu kabul etmi­yoruz. Çünkü mucize fevkalâde bir şeydir. Halbuki örf ve adette başkasının eziyyetine duçar olan herkes için, "Sabret, çünkü Allah, onun şerrine karşılık yardımcı olarak sana yeter!" denilegeimiştir. Sonra yetme işi ise, bazen ta­hakkuk eder, bazan etmez. Bu durum mûtad bir şey olunca, arttk nasıl muci­ze olduğu söylenebilir? Belki de o, görmüş olduğu bir rüya sebebiyle buna ulaşmıştır. Bu ise, karşı konulamayacak şeyler cümlesindendir. Çünkü mü­neccimler şöyle demektedirler: Kimin talihinde kendisine gayb okunun çıka­cağı varsa, o kimse nebî olmasa da, bu tür haberleri söyleyebilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bizim, "bu mucizedir" sözümüzden maksadımız, "bu haberler, yalnız başına mucizedir!" şeklinde değildir; tam aksine bizim mak­sadımız, "Kur'an, bu tür pekçok şey ihtiva eder. Yalancı bir tahminciden mey­dana gelmesi mümkün olmayan şeyler cinsinden olmak üzere, pekçok şeyi detaylı şekilde haber vermiştir" demektir.

Sonra Allahu Teâlâ peygamberine maddî ve manevî yardımını va'adedin-ce, bunun peşinden, onların bu hususta açığa vurdukları ve gizledikleri hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmayacağına delâlet eden şeyi getirerek, "O, her şeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, onlar için bir tehdittir.. Buna göre ayetin mânası, Allah onların giz­ledikleri ve söyledikleri şeyi ihata eder; O, her şeyi bilendir, binaenaleyh, on­lardan meydana gelebilecek herşey hususunda, peygamberine kâfi gelmeye kadirdir.

b) Allahu Teâlâ peygamberine va'adde bulunmuştur. Yani, Allah senin duanı duyar, niyetini bilir, sana icabet eder ve seni maksadına ulaştırır...

Alimlerimiz, Allahu Teâlâ'nın ifadesiyle, O'nun duymasının ve işitmesinin, mesmûatı (işittiği şeyleri) bilmesine itâve başka bir sıfat olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü ayetteki, (bilicidir) ifâdesi, müba­lağa ifâde eden bir kalıptır. Böylece bu kalıp, Cenâb-ı Hakk'ın bütün malûmatı bildiğini gösterir. Binaenaleyh, şayet Cenâb-ı Hakk'ın Semî (işitict) olması, işi­tilecek şeyleri bilmesi manasına olsaydı, o zaman manasız bir tekrar yapılmış olurdu ki bu da caiz değildir. Bundan dolayı Allah'ın Semî oluşunun "alîm" sıfatına ilâve başka bir sıfat olması gerekir. Allah doğruyu en iyi bilendir. [244]

 

'Allah'ın boyası... Allah'dan daha güzel boyaması olan kimdir. Biz ona kulluk edenleriz" (Bakara, 138).

Bil ki Allah Teâlâ, İslâm dininin sıhhatine delâlet eden şeyi ikinci cevap olarak zikredince, bunun peşisıra bu dinin delillerinin çok açık ve seçik oldu­ğunu gösteren şeyleri zikrederek, demiştir. Bu ayette bir-iki mesele vardır: [245]

 

Sıbgatullah Hakkında Geniş Bilgi             Başa Dön

 

"Sıbg" elbisenin kendisiyle boyandığı şeydir. Ba harfinin fethast, kesresi ve ötresi ile, ve, şeklinde üç türlü mazisi, Sâd harfinin fethası ve kesresi ile de ve olmak üzere iki şekilde masdarı yardır. Bütün bu şekiller "elbiseyi boyadı" şek­linde kullanılır. kelimesi, nin masdarı olan, gibi, dan vezninde gelmektedir. Sıbgâ, boyanın üzerinde bulunduğu duru­ma denir.

Alimler, ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda şu farklı görüşleri ileri sürmüşlerdir:

a) "Allah'ın dini" manasınadır. Böyte diyenler, Allah Teâlâ'nın, dinini Sıbgatullah" diye isimlendirmesi hususunda şu delilleri ileri sürmüşlerdir:

1) Hristiyanlar, çocuklarını "vaftiz" dedikleri sarı bir suya batırıyor ve bunun o çocukları manen temizlediğini söylüyorlardı. Onlardan biri çocuğunu vaf­tiz ettirince: "İşte şu anda bu, hristiyan oldu" derdi. Bundan dolayt Cenâb-ı Hak, "Onların boyasını değil, Allah'ın boyasını isteyiniz" demiştir. Allah'ın bo­yası da din ve İslâm'dır."Sıbgâ" lâfzının, "din" manasına kullanılmasının se­bebi "müşâkele"[246] yoludur. Nitekim sen ağaç dikmekte olan kimseye cömertliği öğütleme kasdı ile, devamlı cömertlik yapan bir adama işaret ede­rek: "Falanca adamın ağaç dikişi gibi (cömert oluşu gibi) ağaç dik (cömert ol)" dersin. Bunun bir benzeri de Allah Teâ\â'run:'(Münatiklar) "Biz ancak is­tihza etmekteyiz" (dediler). Halbuki Allah da onlarla istihza ediyor (yani is­tihzalarını cezalandırır)" (Bakara, 14-15); "(Onlar)-Allah'a hile yaparlar. Halbuki Allah onlara hile yapar (yani hilelerine ceza verir) (Nisa, 142); "Onlar hile yaptı­lar, Allah da hile yaptı (Yani onların hilelerine karşılık ceza verdi) (Ali imran,54); "Kötülüğün cezası aynısı ile kötülüktür (yan! ona denk bir cezadır)" (şûra, 40); ve "Eğer siz bizimle alay ederseniz, biz de sizinle alay ederiz (yani onun ce­zasını veririz)" (Hûd, 36) ayetleridir.

2) Yahudiler evlâdlannı Yahudilik ile, hristiyanlar da Hristiyanlıkla boyu-yoriardı. Yani bu din o çocukların kalblerinde iyice yer etsin diye, onları kendi dinlerine sokup adetâ onunla onları Doyuyorlardı. Bu izah Katâde'den rivayet edilmiştir.

İbnu'l-Enbâri şöyle demiştir: "Falanca falancayı, falanca şeyde boyuyor" denir. Bunun manası, boya elbiseden nasıl ayrılmaz, onunla birlikte kalırsa, "O adam, o falancayı o işe sokuyor ve ondan ayrılamaz hale getiriyor" de­mektir.

Sa'leb şöyle şiir nakletmiştir:

"Seni bir kimse şerre sokmadığı zaman, şerri bırak ve çekinerek kurtulu­şa er."

3) Din, "boya" olarak isimlendirilmiştir; çünkü dinin görünüşü temizlik ve namaz gibi alâmetlerin müşahede edilmesiyle ortaya çıkar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:   "Secde izinden olan alâmetleri onların yüzündedir" (Feth; 29).

4) Kadî şöyle demiştir: "kelimesi, diye başlayan 136. ayete bağlıdır. Cenâb-ı Hak onlardan meydana gelen bu imanı, hiss-i selim sahibi olan bir kimse nezdinde renkler arasındaki fark nasıl hemen an-laşılıyorsa, bunun gibi, Allah'ın seçmiş olduğu bu din ile bâtıla tutunmuş olan kimsenin seçmiş olduğu din arasında da, apaçık bir farkın bulunduğunu ifâde stmek için, "Allah'ın boyası" olarak vasfetmiştir."

b) "Allah'ın boyası" O'nun yaratışıdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı şu ayeti­ne benzer:  insanları yaratmış olduğu fıtratına., (yönel). Allah'ın yaratmasında hiçbir de­ğişme yoktur!" (Rûm, 30). Buna göre mana şöyle olmaktadır. Terkibi ve bünye­si itibarıyla insan, acz ve ihtiyaç içindedir. Onun sonradan yaratıldığına ve bir yaratıcıya muhtaç olduğuna delâlet eden bu alâmet ve izler, onun için bir bo­ya ve ayrılmaz bir mühür, nişan gibidir..

Kadî, şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, sözünü "fıtrat" mâ-nasına hamleden kimse, mana itibarıyla, ifâdesinin "din" olduğu­nu söyleyen kimseye yaklaşmıştır. Çünkü müslümanların emrolunmuş oldu­ğu "fıtrat", aklî ve serî delillerin iktiza ettiği şeydir ki, bu da "din" dir. Fakat, "din" daha açık ve nettir; çünkü, daha önce açıklamış olduğumuz üzere bu­rada murad, "Deyiniz ki biz Allah'a... iman ettik" ayetinde kendilerini niteledikleri şeydir.. Cenâb-ı Hak bu hususta sanki şöyle söylemiş­tir: "Size, kendisine sarılmanızı emrettiğim ve kendisinden faydalanmanızı zo­runlu tuttuğum bu din, hem dinen, hem de dünya yönüyle galib ve üstün gelecektir; tıpkt boyanın güzelliğinin kendini göstermesi gibi..." Söz zikrettiği­miz bu mânaya hamledildiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, "Çocuklarının vaftizi esnasında boya kullanmak şeklinde carî olan yahudi ve hristiyan gele­neği itibarıyla söylemiştir" diyen kimsenin bu sözünün bir yeri ve mânası kal­maz. Çünkü söz, izahların en güzeline hamledilince, onun dışındakileri zikretmekte bir fayda bulunmaz.

Biz yine, müfessirlerin bu husustaki görüşlerini anlatmaya devam edelim:

c) "Allah'ın boyası" sünnet olmak demektir. Sünnet olmak bir temizlen­medir. Hristiyanlara mahsus olan vaftiz, nasıl onlar için bir temizlenme ise, sünnet olmak da müslümanlar için bir temizlenmedir. Bu görüş Ebu'l-Âliye'den rivayet edilmiştir.

d) Esamm'dan rivayet edildiğine göre, "Allah'ın hüccet ve delili" demektir.

Ebû Ubeyde'den rivayet edildiğine göreyse, onun "Allah'ın kanunu", "Sünnetutlâh" olduğu söylenmiştir. En güzel görüş, birinci görüştür. Allah en iyi bilendir. [247]

 

İkinci Mesele             Başa Dön

 

kelimesinin mansûb olması hususunda birkaç görüş vardır:

1) Bu kelime, kelimesinden bedel olup, onu tefsir etmektedir.

2) "Allah'ın boyasına tâbi olunuz," demektir.

3) Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre, bu kelime te'kîd edici bir masdar olduğu için, (Bakara, 136) lâfzından ötürü rnansub olmuştur. Nitekim, (Nisa. 122)ayeti de kendisinden önceki ifâdeden dolayı mansub ol­maktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, 'Boyaması Allah ınkinden daha güzel olan kim vardır?" kavline gelince, bundan maksat Allah'ın kulla­rını iman ile boyamak ve onları küfrün pisliklerinden temizlemektir. Bu itibar­la, O'nun boyamasından daha güzel bir boya olamaz!.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz Ona ibâdet ediciyiz" kavline ge­lince, bu hususta Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Bu, sözüne atfedilmiştir.

Bu, ifâdesinin, buyruğundan bedel olduğunu; veya, "Allah'ın boyasına yapışınız!" anlamında olmak üzere, "iğra" olarak mansub olduğunu iddia eden kimsenin sözünü reddeder; çünkü bu durumda nazmın tertibi bozulur. ifâdesinin te'kîd edici masdar olması bakı­mından mansûb olduğunu söyleyen ise, Sîbeveyh idi.. Görüş, Hüzâm'ın söy­lediğidir.. [248]

 

"De ki "Siz, Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O, sizin de Rabbinİzdir, bizim de.. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz Ona tam gönülden bağlanmışız" (Bakara, 139).

Bu ayette de birkaç mesele vardır: [249]

 

Birinci Mesele

 

Ayette geçen mücadele hususunda âlimler bazı farklı görüşler zikretmişlerdir:

1) Bu onların, daha önce içlerinde peygamberler zu­hur ettiği için, hakka ve nübüvvete daha lâyık olduklarını söylemeleridir. Bu­na göre mana şöyle olur "Siz, Allah'ın, sizden değil de Araplardan bir pey­gamber seçmesi hususunda bizimle mücadele ediyor ve, "şayet Allah bir kimseye vahiy gönderseydi bunu bize gönderirdi" diyor, böylece peygamber­liğe kendinizi bizden daha mı lâyık görüyorsunuz?"

2) Onların, "Biz imana, putlara tapan Araplardan daha müstehakız" de­meleridir.

3) Bu onların, ''Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" (Maide. 18);  “Cennete ancak, yahudî veya hristiyan olanlar girebilecek"(Bakan, 111);"Yahudi veya hristiyan olunuz ki hidayete evesiniz" (Bakara, 135) demeleridir.

4) ’nin manası, "Bizimle Allah'ın dini konusunda müca­dele mi ediyorsunuz?" demektir. [250]

 

İkinci Mesele             Başa Dön

 

Bu hüccetleşme ve bu mücadele kiminle olmuştur? Bu hususta birkaç görüş zikretmişlerdir:

1) Bu, yahudî ve hristiyanlara bir hitâbtır.

2) Bu, "Bu Kur'an, iki beldeden birinin Önde gelen adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf. 31) dedikleri zaman, müşrik Araplara hitaptır. Araplar yaratıcıyı kabul ediyorlardı.

3) Bu, hepsine yöneltilen bir hitaptır. Bunlardan birinci görüş, ayetin naz­mına daha uygundur.

Hak Teâlâ'nın, "O, sizin de, bizim de Rabbimizdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki açıklama vardır:

1) "Allahu Teâlâ, maklûkâtının yönetimini, peygamberliğe kimin daha uy­gun olup olmadığını en iyi bilendir. Binaenaleyh, Rabbinize itiraz etmeyiniz. Çünkü, kulun Rabbine itiraz etmesi uygun düşmez. Tam aksine, onun bütün işleri Allah'a havale etmesi gerekir."

2) Sizin Allah'a nisbetiniz, ancak kulluğunuz ile mümkündür. Bu nisbet ise, sizinle bizim aramızda müşterektir. O halde ne diye kendinizi bize üstün görüyorsunuz? Daha doğrusu, bizim üstün olmamız gerekir.. Çünkü biz kul­luk hususunda Allah'a karşı daha samimiyiz, oysaki siz böyle değilsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden kastedilen de budur. İşte bu açıkla­ma, doğruya daha yakındır.

Allah'u Teâlâ'nın, ifâdesine gelince, bundan murad, din konusunda yapılan bir nastfıat olduğudur, Cenâb-ı Hak peygamberi­ne sanki, "Onlara bu sözü bir şefkat ifâdesi ve nasihat olmak üzere söyle, yani sizin kötü fiillerinizden bana bir zarar gelmiyor ki, benim bu maksadım böyle bir zararı savuşturmak olsun! Benim bu sözden maksadım ancak, size nasihat etmek ve sizi en doğru olana yöneltmektir" de demiştir.. Hülasa ola­rak insantn sözü dünyevî beklentilerden uzak olduğu zaman kabule şayan olur. Ama, herhangi bir dünyevî şey için söylendiğinde, o kimsenin sözü kesinlikle kalbe nufûz etmez.. İşte burada kastedilen de budur. Böylece burada, insan­ları tefekküre, istidlale ve hakkı kabule sevkeden bir teşvik ve tenbih bulun­maktadır. İhlasın manası ise daha önce geçmişti. [251]

 

"Yoksa siz, muhakkak ki İbrahim, İsmail İshâk, Ya'kûb ve torunları yahudî idilier mi diyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Yanında Allah'tan olan bir şehadeti saklayandan daha zâlim kim olabilir? Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara, 140).

Bil ki bu ayette iki mesele vardır: [252]

 

Birinci Mesele

 

İbn Amir, Hamza, Kİsâî ve Hafs'ın rivayetine göre Âsim muhatab sîgası üzere tâ harfiyle olmak üzeşeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Siz benimle, mücadele mi ediyorsunuz, yoksa... diyor­sunuz?"

Diğer kıraat imamları ise, bu ifâdenin yahudî ve hristiyanlardan bir haber veriş olmak üzere, yâ harfiyle, okumuşlardır. Birinci kıraate göre lâfzının muttasıl (bitişik) olması muhtemeldir. Buna göre mana bakı­mından takdir şöyle olur: İşimiz hakkında iki hüccetten hangisine tutunursu­nuz? Tevhide mi? Eğer tevhide sarıltyorsanız, biliniz ki biz de muvahhidiz. Yok­sa, peygamberlerin dinine ittibâ etmeye mi? Eğer ittibâ ediyorsanız, biliniz ki biz de ittibâ ediyoruz...

"Daha doğrusu siz, ... diyor musunuz?" manasında olmak üzere, "munkatı'a" olmasi da muhtemeldir. Hemze yine inkârî olur..

İkinci ktraata göre ise, cümlenin manası birincisinden başka bir hüc­cet getirmeye geçtiği, intikâl ettiği için, munkatı'adır. Sanki şöyle denilmiştir: Siz peygamberlerin Tevrat ve İncil inmeden Önce yahudî veya hristiyan ol­duklarını mı söylüyorsunuz?" [253]

 

İkinci Mesele             Başa Dön

 

Allahu Tealâ, şu sebeplerden dolayı onların bu sözlerini yadırgamıştır:

1) Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği diğer

mucizelerle de sübût bulmuştur. Allahu Teâlâ onların bu hususta yalan söyle­diklerini haber vermiştir. Binaenaleyh, onlar bu hususta kesinlikle yalancıdırlar.

2) Peygamberlerin tevhîd ve Hanîflik üzere olduklarına Tevrat ve İncil şe-hadet etmektedir.

3)  Tevrat ve İncil, peygamberlerden sonra nazil olmuştur.

4) Onlar bunu herhangi bir delit getirmeksizin iddia etmişlerdir. Böylece Allahu Teâlâ onları, bu sözlerinden dolayı "İstifham-ı İnkarî "ile kınamıştır. (Yani "o demeyiniz...) Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, onları böyle yap­maktan menedip kınamak ve, söyledikleri hususlarda yalancı olduklarını biz­zat kendilerine itiraf ettirmektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün manası, "Allah en iyi bi­lendir ve O'nun haberi en doğru olandır" demektir. Halbuki Cenâb-ı Hak Tev-rat'da, İncil'de ve Hz. Muhammed'in lisanı ile tebüğ edilen Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin müslüman olduklarını, yahudî ve hristiyanlıktan münezzeh ol­duklarını haber vermiştir.

Buna göre şayet, "Bu söz bilmeyen kimseler hakkında söylenir, halbuki onlar bunu biliyor ve saklıyorlardı. O halde onlar hakkında böyle söylenmesi nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki: onların böyle bir zan ve vehim içinde olduklarını söyleyenlere göre, ifâde açıktır. Ama, onlar bilmekle beraber inkâr ediyorlardı, diyenlere göre ise bunun mânası, "Sizin durumunuz Allahu Teâ-lâ'nın haber verdiği şeyi bilip, O'nun en bilgili olduğunu da itiraf ettiği halde, bu bilgisi kendisine fayda sağlamayan itirazcıların durumuna benzer.

Hak Teâîâ'nın "Yanında Allah'dan olan bir şahadeti saklayandan daha zalim kim olabilir? ayeti hakkında üç gö­rüş vardır:

a) Bu ayette bir takdim ve te'hir vardır. Buna göre ayetin takdiri, "Allah katında, yanında bu­lunan şahadeti gizleyenden daha zalim kim vardır?" şeklinde olur. Bu, tıpkı senin, "Şehâdeti saklayanlar topluluğundan olan Zeyd'den daha zalim kim olur?" sözün gibidir. Buna göre ayetin manası şöyledir: "Şayet İbrahim ve oğulları yahudî veya hristiyan olsalardı, sonra da Allah bu şahidliği gizlemiş olsaydı, şehâdeti gizleyenlerden herhangi biri, ondan daha zalim olmazdı. Fakat O'nun adaleti ve yalandan münezzeh olması sebebiyle bu imkânsız olun­ca biî durumun böyle olmadığını anladık."

b) Ayetin manası şöyledir: "Ey yahudî ve hristiyan topluluğu, Allah'dan olan bu şahadeti gizlediğiniz için, sizden daha zalim kim olabilir?" Buna gö­re, ibaresindeki, harfi cerri şahadeti gizleyenle; ikinci görüşe göre de şahadetin kendisinden gizlendiği kimse ile alâkalıdır. Cenâb-ı Hak, sanki şöyle buyurmuştur "Yanında bir şahidlik bulunup da onu Allah katında yerine getirmeyip, aksine gizleyip saklayan kimseden daha zalim kim vardır?"

c) ibaresindeki, harf-i cerri, âilfi lâfzına müteallik­tir. Buna göre ayetin manası: "Kendisine Allah katından gelen şahadeti gizle­yip inkâr edenden daha zalim olan kimdir?" şeklinde olur. Bu tıpkı birisinin başkasına, "Benim yanımda senden olan bir şahadet vardır" demesi gibidir. Yani "O, şahadeti senden duydum. O, şahadet senin tarafından geldi" de­mektir.

Allah Teâlâ'nın,   "Allah yaptıklarınızdan gâftl değildir" buyruğu, hertürlü va'idi içine alan bir sözdür. Cenâb-ı Hakk'ın, ken­disinin gizlediğini ve açıktan yaptığını bildiğini, hiçbir şeyin O'na gizli kalma­dığını, her işinin gerisinde Allah'ın mücâzâtının olduğunu, işi iyi ise iyilikle, yap­tığı kötü ise kötülükle cezalandırılacağını düşünen kimse, göz açıp kapayacak kadar bir zaman bile korkusuz ve endişesiz olamaz. Görmüyor musun ki içi­mizden birisini hükümdar adına gözetleyen birisi bulunup da, o onun adetâ nefeslerini sayarsa, bu gözetleyen zahiri şeylerden başka bir şey bilemeye­ceği hatde, gözetlenende bundan dolayı devamlı bir endişe bulunur. Buna göre, gizliyi ve en gizliyi bilen, herşeyi gözetleyen Rabb karşısında, o Rab böyle bir söz ile tehdid edip korkuttuğu zaman, onun halinin nasıl olacağını artık siz düşünün... [254]

 

" Onlar bir ümmet idi geçti. Onların kazandıkları kendilerine ait sizin kazandığınız da size ait. Siz onların yaptığı şeylerden mesul olmazsınız" (Bakara. 141).

Biliniz ki Hak Teâlâ, bu peygamberler hakkında yahudilerin iddialarını de­lillerle çürütünce, bunun peşisıra bazı sebeblerden dolayı bu ayeti getirmiştir:

1) Bu, onlara bir va'z-u nasihat olsun ve onlar için caydırıcı birşey olsun, böylece de babalarının üstünlüğüne güvenmesinler diye getirilmiştir. Binae­naleyh herkes kendi yaptıklarına göre hesaba çekilir.

2) Hak Teâlâ, maslahatlar (menfaatler) değiştiği için, size farz olan şeyle­rin aynısının onlara da farz kılınmasının yadırganamayacağı gibi, maslahatla­rın değişmesinin ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in sizi bir dinden başka bir dine geçirmesinin de yadırganamayacağını beyân etmiştir.

3) Allah Teâlâ, bu ayetlerde bahsettiği peygamberlerinin yolunun güzelli­ğini anlatınca, delilin bununla tamam olmayacağını, tam aksine her insanın yaptığından mesul olacağını, öncekilerin isabet mi, hata mı ettikleri belli ol­madığı için, öncekilerin yoluna tutunduğu vehmine düşerek hakkı terketme konusunda mazur sayılamayacaklarını beyân etmiştir. Çünkü öncekilerin yap­tıklarının onlara ne faydası ne de zararı olur. Cenâb-ı Hak bunu, dinin yolunun taklid olduğu sanılmasın diye, açıklamıştır.

Eğer "Ayet niçin tekrar edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta İki görüş vardır:

a) Cenâb-ı Hak, daha önce geçen ayet ile, Hz. İbrahim'i ve onunla birlik­te zikredilenleri kastetmiştir. Bu ayet ile ise, Yahudilerin atalarını kastetmiştir. Bunu Cübbâî söylemiştir.

Kâdî ise: "Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü yahudi ve hristiyanların atatan açıkça bu ayetlerde zikredilmemiştir. Bu görüşte şüphe edilecek nokta şudur: Yahudiler, Hz. ibrahim ve oğullarının Yahudi dini üzere olduklarını söyleyin­ce, sanki şöyle demiş oldular: "Onlar, yahudi olan atalarımızın yolunda idi­ler." Böylece onların ataları adetâ ayette zikredilmiş gibi oldu. Bundan dolayı da, "Onlar bir ümmet idi, geçti..." demesi ve onları belirlemesi caiz olmuştur" demiştir. Fakat bu izah, zoraki bir izahtır. Çünkü daha önce zikredilmiş olan­lar Hz. İbrahim (a.s) ve onun oğullarıdır. Binaenaleyh Allah'ın, buyruğunun bu zikredilenlere âit olması gerekir.

b) Zamanlar, durumlar ve mekânlar değişince, bir ayeti tekrar etmek abes olmaz. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir. "Bu, ancak bir serdir. Bu sebeble, dinî konularda peygamberlerin vasıfları herhangi bir kimseyi taklit et­melerinin caiz olmamasıdır. Binaenaleyh bu peygamberler topluluğu hakkın­da size söz düşmez. Çünkü onların kazandıkları onlara aittir. Hz. Muhammed (s.a.s) sizi neye davet ediyorsa, siz ona bakın, çünkü sizin için bu daha fayda­lı ve daha yararlıdır. Sizler ancak yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız. [255]

 

Kıble'nin Değiştirilmesine ve Neshe Yönelen Yahudi İtirazı             Başa Dön

 

'İnsanlardan kimi beyinsizler, "Onları, üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler.. De ki: Doğu da Allah'ındır, batı da.. O, dilediğini dosdoğru olan yola iletir" (Bakara. 142).

Bil ki bu, yahudî ve hristiyanların, İslâm'ı tenkit etmek için zikretmiş olup da, daha sonra, "Nesh, ya cehaleti gerektirir veya cehalete nisbet edilmeyi.. Bu iki durum da Hakîm olan Allah'a yakışmaz... Bu böyledir, çünkü iş, ya ka­yıttan hâlî olur veya devam etmeksizin mukayyet olur.. Veyahut da devam kaydı ile mukayyed olur. Eğer kayıddan hâli ise iş, ancak bir defa gerekir. Bu takdir­de de bundan sonra işin, öncekinin aksine gelmesi nâsih olmaz. Eğer "de­vam etmeme" kaydı ile kayıdlı ise, o zaman da birşeyden sonra, onun hilâfına gelenin onu neshedici (nâsih) olmayacağı açıktır. Eğer "devamlı olma" kaydı ile birşey mukayyed ise ve o şeyin, uzun müddet kalacağına ve sonra Cenâb-ı Allah'ın onu kaldıracağına delâlet eden bir lâfız zikredilerek, onun devamlı kalacağına inanılır İse, bu durumda Allah'ın bunu bilemeyip de, daha sonra bu işin farkına varmış olması gerekir. Eğer Allah Teâlâ, bunun devamlı olarak kalacağına delâlet eden bir lâfız zikrettiği halde, devamlı olarak kalmayacağı­nı biliyor idi ise, bu Allah'a cehalet nisbet etmeyi gerektirir. Böylece neshin ya câhil olmayı veya cahil sayılmayı gerektirdiği ortaya çıkar ki her ikisi de Al­lah hakkında imkânsızdır. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın bir hükmü neshetmesi imkânsız olur. Binaenaleyh Hak Teâlâ'nın ahkâmında neshin bulunduğunu söy­leyen kimsenin batıl bir görüşe tutunmuş olması gerekir" diye ifâde ettikleri, ikinci şüpheleridir.

Bu yolla yahudî ve hristiyanlar. kıblenin değiştirilmesi hususundaki ten-kidleri ile İslam'ı tenkide yönelmişlerdir. Sonra onlar, bu gerekçelerini birçok şüpheye dayayarak şöyle demişlerdir: "Biz neshi caiz görürsek, ancak mas­lahatların (menfaatlerin) değişmesi durumunda caiz görürüz. Bu hususta ise, diyebiliriz ki: Bütün yönler, Allah'ın mülkü ve mahlûku olmaları bakımından eşittirler. Bundan dolayı kıblenin bir yönden başka bir yöne çevrilmesi, fayda­sı olmayan bir iştir. Bu sebeble de o, abesle iştigal sayılır. Abes ile iştigal et­mek ise Hakim olan Allah'a yakışmaz. Bu da, bu değiştirmenin Allah tarafından olmadığını gösterir." Onlar, bu izahları ile, İslâm dinini tenkidi gaye edinmiş­lerdir. Biz şimdi ayetin lâfızlarının tefsiri hususunda konuşup, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de açıkladığı şekilde bu şüpheye cevap vereceğiz.

Cenâb-ı Allah'ın,  "Beyinsizler şöyle diyecekler.." buyru­ğu hususunda iki izah vardır:

1) Bu Kaffâl'ın tercihidir. Buna göre, bu fiil her nekadar gelecek zaman için ise de bazan geçmiş zaman için de kullanılır. Bu, tıpkı bir iş yapıp da, o hususta arkadaşlarından birisinin tenkidine maruz kalan bir insanın durumu gibidir.O, bu,tenkide karşı şöyle der: 'Ben onların yapmış olduğum iş husu­sunda, beni tenkid edeceklerini biliyorum." Bu, sözün tekrar ve iade edilecek bir pozisyonda olduğunu ifâde eder. Buna göre onlar, bu sözü bir kere söyle­miş oldukları halde, ileride tekrar söyleyecekler. Bu izaha göre şöyle denilebi­lir..."İnsanlardan kimi akılsızlar bunu söyleyecekler ..." Nitekim o yahudiier bu sözü söyledikleri zaman bu ayetin nazil olduğuna dâir bazı rivayetler gel­miştir.

2) Allah Teâfâ, onlar bu sözü söylemeden Önce, onların böyle söyleye­ceklerini haber vermiştir. Bunun bazı faydaları vardır:

a) Hz. Peygamber (s.a.s) bu sözü, söylemeden önce haber verince, bu gaybtan haber verme olur ki, bu bir mucizedir.

b) Allah Teâlâ, önce bu hususu haber verip, sonra da Hz. Peygamber (s.a.s)'in onu duyması, önceden haberi olmaksızın bu sözü duymasından da­ha az eziyet verici olur.

c) Cenâb-ı Hak, önce bu sözü ona haber verip, sonra da bu sözle bera­ber cevabını zikrettiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlardan bu sözü duy­duğunda, onlara karşı cevabı hazır olmuş olur: Bu da, cevabı henüz hazır de­ğilken bu sözü onlardan duymasından daha münasiptir.

"Sefeh"kelimesinin aslına gelince.bunu, (Baka­ra, inayetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak diyebiliriz ki lehine ve aley­hine olan şeyleri birbirinden ayırdedemeyip, faydalı şeyleri bırakarak, kendi­sine zarar veren şeylere yönelen kimse hafiflik ve "sefeh" ile vasfedilir. Din hususundaki cehalet (sefeh), dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlı olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple dünya işleri konusunda apaçık görüşten sapan kimseye "sefih" {akılsız beyinsiz) denilince, dininin işleri hususun­da böyle olan kimse bu isme daha çok müstehaktır. Binaenaleyh, hiçbir kâfir yoktur ki "sefih" olmasın...

Bu ismi, yahudilere, müşriklere, münafıklara ayrı ayrı ve hepsine birden vermek mümkündür. Müfessirlerden bir grub, bu görüşleri ayrı ayrı söylemiş­lerdir:

1) İbn Abbas (r.a) ve Mücâhid'e göre, bunlar yahudilerdir. Çünkü onlar.Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendi kıblelerine yöneldiğine seviniyorlar ve O'nun ken­dileriyle aynı kıbleye yönetmesinin, belki de bütün hususlarda kendilerine mu­vafakat etmeye yönelteceğini zannediyorlardı. Ne zaman ki kıble değiştirildi, onlar bunu yadırgadılar ve kederlenerek: "Muhammed (putperest) atalarının yoluna döndü, o onların dinine meyletti. Şayet o, bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi, onun beklenen ve Tevrat'ta müjdelenen peygamber olduğu­nu anlardık" dediler. Bunun üzerine, Allah Teâlâ'nın bu tefsir ettiğimiz ayette söyleyeceklerini bildirdiği sözü söylediler.

2)  İbn Abbas (r.a) Berâ b. Azib (r.a) ve Hasan el-Basrî ile Esamm'ın söylediğine göre, bunlar müşrik Araplardır. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.s), Mekke'de iken Beytu'l-Makdis'e yönelmiştir. Müşrikler bu sebeple bundan sıkıntı duyuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelip Kabe'ye yönelmeye başladığı zaman onlar, "Bize muvafakat etmeye mecbur kaldı. Eğer bu hal (kıble) üzere sebat ederse, onun için daha iyi olur" dediler.

3) Bu ayette kastedilenler münafıklardır. Bu görüş Süddî'ye aittir. Müna­fıklar bu sözü yönlerden birinin, Kıble'nin Kudüs'e çevrilmesini gerektirecek makul bir sebeble diğer yönlerden ayrılamayacağını ileri sürürek, alay etme gayesiyle söylemişlerdir. Buna göre kıblenin değiştirilmesi, sırf abesle iştigal ve şahsî görüş ve arzu ile hareket etmektir.

Biz "Süfeha" kelimesini münafıklara hamlettik. Çünkü bu isim münafık­lara has bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi bilin ki onlar (miinaûklar)dırsefihlerin tâ kendileri. Fakat bunu bilmezler..." (Bakara. 13).

4)  "Süfeha" kelimesine, bu sayılanların hepsi dahildir. Çünkü ayetteki bu lâfız, başında umûm ifâde eden eliflâm bulunan âmm bir lâfızdır. Biz, bu kelimenin bütün kâfirler için kullanılabileceğini aklî delil ile açıklamıştık. Ayet de buna delâlet eder. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın,

"Kendini bilmez (sefth)den başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir?" (Bakara, 130)sözüdür. Buna göre, bu kelimenin bütün bu kimselere şâ­mil olması gerekir.

Kâdî ise şöyle demiştir: "Ayetten maksad, bu sözün onların hepsinder çıktığını açıklamaktır. Durum böyle olunca, (süfehâ) lâfzının umûmî olduğum söylemek uzak bir ihtimal sayılmaz."

Biz de deriz ki: Bu kadar bir şey, lâfzın ne umumî olmasına manidir, ne de hususî olmasını gerektirir. Daha doğrusu akla en yakın olan, bu gruplar­dan hepsinin bu sözü söylemiş olduğudur. Çünkü İslam düşmanları, dini ya­ralamak ve tenkid etmek karakterindedirler. Onlar fırsat buldukça, söyleyeceklerini mutlaka söylerler.

Hak Teâlâ'nın, "Onları üzerinde ol­dukları kıbleden çeviren nedir?" ayetinde birçok mesele vardır: [256]

 

Birinci Mesele     

 

onu ondan çevirdi, dönderdi manasınadır.   ifâdesinin,zıddı mana ta­şır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim öyle bir günde onlara arka çevirirse.." (Ental, 16) ayeti de bu manadadır. Tefsir et­tiğimiz ayetteki, sözü, istihza ve taaccüb yollu bir sorudur. [257]

 

Değişmeden Önce Kıblenin Neresi Olduğu Meselesi:                         Başa Dön                        

 

Buradaki "yüz çevirme" hususunda iki görüş vardır:

1) Bu goruş mufessırlerın üzerinde ittifak ettikleri  meşhur bir görüştür: Kıble, Beytu I-Makdıs den Ka be yonune çevrilince, kafirler muslumanları kınaya­rak  şöyle   dediler:   "Onları   üzerinde   oldukları Kıblelerinden dönderen sebep nedir?" Buna göre ayetteki, ifâdesindeki,    zamiri Peygamber (s.a.s) ve mü'minlerin yerini tut maktadır.

Müslümanların daha önce yöneldikten kıble Beytü'l-Makdis idi. Hz. Pey­gamber (s.a.s)'in, Medine'yö gittikten sonra kıbleyi ne zaman değiştirdiği hu­susundaki rivayetler çok çeşitlidir. Enes b. Malık (r.a)'den rivayet edildiğine göre, hicretten dokuz veya on ay sonra; Muaz (r.a)'dan rivayet edildiğine gö­re, onüç ay ay sonra; Katâde'den rivayet edildiğine göre onaltı ay sonra ve İbn Abbas (r.a) ile Bera b. Âzib (r.a)'den rivayet edildiğine göre onyedi ay sonradır. Bu son görüş bizce, diğerlerinden daha sağlam ve mazbuttur. Bazı kimselerden ise kıblenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye hicretinden on-sekiz ay sonra tahvil edildiği, rivayet edilmiştir. Vâkıdî, kıblenin onyedinci ayın başlagıcında, Receb ayının ortasında Pazartesi günü tahvil edildiği söyle­miştir. Diğer bazıları ise, hicretten iki sene sonra kıblenin değiştirildiğini söy­lemişlerdir.

2) Ebu Müslim'in görüşüdür: Buna göre, Hak Teâlâ'nın kıbleyi, Beytü'l-Makdis'den Kâ'be'ye çevirdiğine dâir haber sahih olunca, kıblenin değiştiril­diğine hükmetmek gerekir.Şayet bu olmasaydı, ayetteki, (üzerinde oldukları) ifâdesi ile, "Yani sefihlerin üzerinde oldukları" manası murad edil­miş olabilirdi. Çünkü onlar ancak yahudiierin ve hristiyanlann kıblesini biliyor­lardı. Yahudilerin kıblesi batıya, hristiyanlarınki ise doğuya doğru idi. Herhangi bir yöne yönelmedikçe, kendi namazlarını kılmak adetleri değil idi. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kâ'be'ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, bu yadırga­makta oldukları birşey olduğu için şöyle dediler: "Bir kimse bizce kıble olarak bilinen şu iki yönden başka bir yöne naşı! yönelebilir?" Bunun üzerine, Allah Teâlâ onlara cevaben "De ki: doğu da Allah'ındır, batı da.." (Bakara. 142) buyurdu.

Bil ki Ebu Müslim, gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü bu zahir rivayet­ler olmasaydı, bu ifâde başka manalara da gelebilirdi. [258]

 

Üçüncü Mesele    

 

Kaffâl şöyle demiştir: "Kıble, insanın yüzünü dönderdiği cihet, yön demektir. Bu kelime, masdarından gelmektedir. Kıble'ye "kıble" denme­sinin sebebi, namaz kılan kişi o yönü, o yön de namaz kıian kimseyi karşısına aldığı içindir."

Kutrub ise şöyle demiştir: "Araplar konuşmalarında, "onun sığınacak bir yeri yoktur" manasında, derler." Yine bu kelimenin, istikbâle (yönelme) masdarından alındığı da söylenmiştir. Bir başkası şöyle de­miştir: İki adam karşı karşıya (yüz yüze) geldikleri zaman, herbiri, diğerinin kıblesi olur. Muhdesûn[259]  grubuna giren bir şair,

"Senin sığınağını kendime bir durak ve sığındığım her yerde orayı kıble edindim." [260]

 

Allah'ın Emirlerinin Sebeblerini Araştırmak Gerekmez             Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın, "De ki doğu da batı da Al­lah'ındır" buyruğu, bu şüpheye verilen ilk cevaptır. Bü sözün anlattığı şudur: Bütün yönler mülk ve milk itibarıyla Allah'ındırlar. Bu sebeple onlardan hiçbi­risi zâtı gereği kıble olmaya hak kazanamaz. Ancak Allah onlardan birini kıble yaptığı için, o kıble olabilir. Durum böyle olunca kıbleyi bir yönden diğer bir yöne döndürmesi hususunda Hak Teâlâ'ya itiraz edilemez.

Eğer, "Kıblenin önce belirlenip, daha sonra da başka bir cihete döndü-rülmesindeki hikmet nedir?" denirse, deriz kî: Kıblenin önceden tayini (belir­lenmesi) meselesinde Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasında şiddetli bir anlaşmazlık vardır. Ehl-i Sünnet Allah Teâİâ'nın hükümlerinin sebeblerini araş­tırmak gerekmediğini söyleyip, buna birkaç yönden delil getirmişlerdir.

1) Bir maksaddan dolayı bir iş yapıldığında, ya bu işi yapan kimse için bu maksadın bulunması, bulunmamasından daha evlâdır, veyahut da böyle olmayıp o maksadın olması ile mevcud olmaması, bu kişiye nisbetle müsavidir. Şayet birinci ihtimal söz konusu olursa, o işi yapanın zâtı eksik olmuş ve başkasıyla tamamlanmış olur ki bu Allah hakkında imkânsızdır. İkinci yani müsavat ihtimali söz konusu olması takdirinde ise maksad ve müreccih olması mümkün olmaz.

Biri çıkıp şöyle diyebilir: "Ona göre bu gayenin varlığı veya yokluğu müsâvî olabilir. Fakat bir başkası için varlığı yokluğundan daha faydalı ise, hik­metli kimse, başkasına fayda sağlamak için onu yapar." Cevaben deriz ki: Faydanın başkasına râci olması ile kendisine raci olmaması Cenâb-ı Allah'a göre müsavi midir, değil midir? İşte o zaman yine mezkûr taksim tekrar geri gelir (aynı yere dönülür).

2) Bir gaye için, bir iş yapan kimse, o vasıta olacak iş olmaksızın, maksa­dını elde etmeye ya kadirdir veya kadir değildir. Eğer kadir ise, bu işi ona va­sıta yapması abes olur. Eğer kadir değilse, bu, aciz olmak manasına gelir ki, bu Allah Teâlâ hakkında düşünülemez.

3) Cenâb-ı Hak, bir gayeden ötürü bir iş yaptığında, eğer bu maksad (ga­ye) kadim ise, o kadim olduğu için, fiilin de kadim olması gerekir ki bu imkân­sızdır; Eğer bu maksad muhdes (sonradan olma) ise, onun sonradan tahakkuk ettirilmesi bir başka maksada (gayeye) dayandırılmış olması gerekir ki bu devr-i fâsid ve teselsülü doğurur. Bunlar da imkânsızdır.

4) Alemin ihdasının daha önce veya daha sonra değil de, muayyen bir akte tahsis edilmesi,eğer önce veya sonra değil de onun bu vakte tahsis edilmeşini gerektiren bir hikmetten doayı ise, bu hikmetin niçin başka bir vakitte değil de bu vakitte meydana geldiğinin sebebini sormak gibidir. Bunlardan birisi, bir müreccihten müstağni olursa, diğeri de böyle olur; bir müreccihe muh­taç olursa, diğeri de böyle olur. Eğer bu bir hikmete dayanmazsa, bu durum­da Allah'ın fail ve yaratıcı oluşunun bir hikmet ve maksada dayanması geçersiz olur.

5) Meydana gelen bütün hayr, şer, küfr, iman, taat ve isyanın, Allah'ın kudreti ve iradesi ile meydana geldiğine delâlet, daha önceden geçmiş olan delillerde Allah'ın her fiilinin bir maksada mebnî olduğu görüşünü iptal eder. Çünkü, kulda küfrün yaratılması ve bu küfürden dolayı da ona devamlı olarak azab edilmesi hususunda Allah'ın kula ait bir maksad (kulun lehine bir fayda) güttüğü söylenemez.

6) Ezelde, muayyen bir fiili yaratmasına Allah'ın kudret ve iradesinin taal­luk etmesi, ya caiz veya vâcib olur. Eğer bu caiz olursa, bu başka bir müessi­re muhtaç olur ki, burada teselsül gerekir; bir de kadîm olana yokluğun nisbet edilmesinin doğru olması gerekir.. Eğer vâcib olursa, vâcib zaten sebeplendi-rilemez.

Binaenaleyh, bu izahlar ışığı altında bize göre, Allah'ın fiil ve hükümlerini bir takım sebeb ve geyelere bağlamanın imkânsız olduğu ortaya çıkar.[261] Durum böyle olunca, O'nun fâîliyyet ve yaratıcılığı, sırf ilâh oluşu, kudreti, hük­münün geçerliliği ve hükümran olmast ile tahakkuk eder İşte Allah'u Teâlâ'nın, "De ki, doğu da Allah'ındır, batı da!" sözünün açıkça delâlet ettiği husus budur. Çünkü Allah, neshin mümkün olmasını Kendisinin doğu ve batının mâliki olmasına bağlamıştır.

Mülkiyyet ise, Allah'ın Mutezilenin dediği gibi, hikmete bağlanamaz.. Böylece bu ayetin bütün açıklığıyla bizim görüş ve kanaatimizin delili olduğu ortaya çıkmış olur.

Mu'tezile'ye gelince, onlar şöyle demişlerdir: Deliller, Allah'u Teâlâ'nın hakim olduğuna delâlet edip, hakîm olanın fiillerinin ise maksad ve gayelerden hali olması caiz olmayınca, biz Hak Teâlâ'nın bütün fiil ve hükümlerinde bir hikmet ve maksadın olduğunu anlamış oluruz.

Sonra bu hikmet ve maksatlar bazan bize açık olur, bazan da kapalı olur. Kıblenin bir cihetten başka bir cihete döndürülmesinin bizim için açık olma­yan, birtakım gizli ve saklı maksatlardan dolayı olması mümkündür. Durum böyle olunca, Kıble'nin bu tahvilinden dolayı İslâm dinini ta'n etmek imkânsız olur. [262]

 

Kıblenin Varlığındaki Hikmetler                  Başa Dön

 

Bu hükmün tafsilâtlı olarak açıklanmasıyla ilgilidir.

Bitmek gerekir ki bu gibi konular, katî olamazlar. Tam aksine, olsa olsa ihtimali olan birtakım şeyler olurlar.

Namazda kıblenin tayini hususuna gelince, âlimler bu hususta bazı hik­metler zikretmişlerdir.

a) Allahu Teâlâ insanda mücerred ve aklî olan şeyleri idrak edecek bir aklî meleke ile bedenler âleminde etkin olan bir tahayyül kudreti yaratmıştır. Bu aklî kuvvet, hayalî kuvvet ile beraber olup, ondan pek nadir olarak ayrılır. İnsan, mücerred ve aklî her şeyi zihninde hazır tutmaya çalıştığında, onun bu aklî manalar için zannettiği birtakım hayalî şekiller meydana getirmesi gere­kir. Böylece bu hayalî şekiller, o aklî manaları kavramaya yardım etmiş olur­lar. İşte bu sebepten dolayı mühendis bir proje yapmak istediği zaman, onun, his ve hayâlin bu kültî hükmü idrak etmeye yardımcı olabilmeasi için, muay­yen bir şekil ve belirli bir biçim meydana getirmesi gerekir.

Zayıf bir kul, azametli bir hükümdarın meclisine girdiğinde, onun yüzünü mutlaka o melike dönmesi, ona arka dönmemesi, onu en güzel şekilde tavsif îtmesi ve ona son derece hizmet ve itaatta bulunması gerekir... Binaenaleyh amazda kıbleye teveccüh etmek, bu kimsenin hükümdara yönelip, ona sırt jönmemesi gibi olur. Namazda okunan dualar da, ona övgü ve medh yerine; rükû ve sücûd ise, melîke hizmet etmek yerine geçer..

b) Namaz kılmaktan maksat, kalbin huzuru, yani Allah'ın huzurunda ol­duğunu bitmesidir. Bu huzur ise, ancak sükûnet, başka şeylere iltifat etme­mek ve kıpırdamamakla olur. Bu da ancak, kişinin bütün namazlarında muayyen bir istikâmete yönelmesiyle elde edilir. İnsanların vehminde bazı yön­lerin diğerlerinden daha şerefli olduğu yerleşince, o cihete dönmek daha uy­gun olur.

c) Allahu Teâlâ mü'minlerin birbirleriyle ülfet ve uyum içinde olmalarını sever. Bu nimetini onlara, şu ayetinde hatırlatmaktadır:

"Allah’ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani siz düşmanlar idiniz de, Al­lah kaiblerinizi birleştirdi; O'nun nimeti sayesinde siz de kardeş oldunuz." (A.imran, 103). Eğer onlardan herbiri namazında başka başka yöniere yönelmiş olsaydı, bu onlar arasında açık bir ihtilâf bulunduğu vehmini verirdi. İşte böy­lece Cenâb-ı Hak, bu sebeple aralarında bir uyum meydana gelsin diye, onla­ra muayyen bir yön tesbit etmiş ve onların hepsinin o tarafa yönelmelerini ermetmiştir. Burada, Allahu Teâlâ'nın, hayırlı fiiller hususunda kulları arasın­da bir uyum olmasını sevdiğine bir işaret vardır.

d) Allahu Teâlâ Kâ'be'yi, "Evim" diyerek kendine nisbet etmiştir. Mü'minleri de, kulluk sıfatıyla yalnız kendisine nisbet etmiştir. Bu.her iki iza­fet de, tahsis ve tekrim, şereflendirmek içindir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki, "Ey mü'min, sen benim kulum; Kabe evim, namaz bana yapılan hizmetimdir. Binaenaleyh, bana hizmet hususunda, yüzünle benim evime; kalbinle de ba­na yönel!" demiş olmaktadır.

e) Alimlerden bazıları, "Yahudiler kıbleye yöneldiler.. Çünkü Allah'ın Mu­sa'ya olan nidası o cihetten gelmişti.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen batı yakasında değildin..." (Kasas, 44) ayetinde zikredilen durumdur. Hristiyanlar da, doğuya yönelmişlerdi. Çünkü Hz. Cebrail, "Kitab'da Meryem'i an! Hani O, ailesinden ayrılarak doğudaki bir yere çekilmişti!'' (Meryem, 16) aye­tinin de gösterdiği gibi, doğu tarafından Hz. Meryem'in yanına gelmişti.

Mü'minler ise Kabe'ye yönelmişlerdir; çünkü bu Kabe, Allah'ın dostunun, Hz. İbrahim'in kıblesi; Allah'ın sevgili habibi Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğdu­ğu yer, bir de burası, Allah'ın saygın kıldığı bir yerdir." demişlerdir.

Bazılarıysa şöyle demiştir: "Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmiş­lerdir. Biz müslümanlarsa nurların efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğ­duğu yere yöneldik.. Değil mi ki bütün nurlar O'nun nurundan yaratılmıştır."

f) Alimler şöyle demişlerdir: "Kabe yerin göbeği ve ortasıdır. İşte bu se­bepten dolayı Allahu Teâlâ bütün kullarına namazlarında yerin ortasına yö­nelmelerini emretmiştir. Bu da, her şeyde adaletin gerekli olduğuna işarettir, fşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak yerin ortasını maklukâtının kıblesi kılmıştır."

g) Allah'u Teâlâ Kabe'ye yönelmeyi emrederek, Hz. Muhammed (s.a.s)'i sevdiğini ortaya koymuştur. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), yahu-dilere muhalefet etmek için, uzun bir müddet bunu arzulamıştı. Bundan ötürü de Cenâb-ı Hak: Biz, yüzünü çokça semaya doğru çevirdiğini görüyoruz.. Andolsun ki biz se­ni, hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz.. Şimdi sen, yüzünü Mescid-i

Haram tarafına çevir" (Bakara, 144) ayetini indirmiştir.

Halk deyişinde, bir kimse bir başkasını sevmekle nitelendirildiği zaman temsilî olarak şöyle denilir: "Falanca falancaya sevgisinden dolayı kıblesini değiştirdi.." Allahu Teâlâ da sevdiği Hz. Peygamber (s.a.s) için kıbleyi hakîkî manada değiştirdi ve, "Seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz" bu­yurdu da; "Benim razı (memnun) olacağım bir kıbleye seni döndüreceğim" demedi. Burada, Hak Teâlâ'nın sanki şöyle dediğine bir işaret vardır: "Ya Mu-hammed, herkes benim rızamı talebederken, ben her iki dünyada da seni hoş­nud etmeyi istiyorum. Dünyada seni hoşnud etmenin delili, şu zikrettiğimiz kıblenin değiştirilmesi meselesidir. Ahirette seni hoşnud etmeyi istemem ise, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın" (Duha, 5) ayetinde beyân edilen haldir." Burada fakirlerin şerefli olduğuna da bir işaret vardır. O da şudur; Al­lah Teâlâ fakirleri kovma ile kıbleden yüz çevirmeyi bir tutarak fakirleri kovma hususunda Cenâb-ı Hak: "Sen o (fakirleri) yanından kovarsan zalimlerden olur­sun." (Enam.52) buyurmuştur; Kıbleden yüz çevirme hususunda "Sana itim gel­dikten sonra, eğer onların neva ve heveslerine uyarsan, şüphesiz zalimlerden olursun" (Bakara. 145) buyurmuştur. Sanki Hak Teâlâ, "Kabe senin yüzünün (rı­zanın) kıblesi, fakirler ise benim rahmetimin kıblesidir. Binaenaleyh senin yü­zünün kıblesinden yüz çevirmen zalim sayılmanı gerektiriyor, O halde benim rahmetimin kıblesinden yüz çevirmek ya nasıl olur?" buyurmuştur.

h) Arş, Arşı yüklenen meleklerin; Kürsî Berere (Mukarreb) meleklerin; Beyt-i Ma'mûr, kâtib meleklerin; Kâ'be mü'minlerin; Hak da mütehayyir mü'minle-rin kıblesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nereye dönerseniz, oradadır Allah'ın yü­zü (rızası, razı olduğu kıblesi)"'(Bakara. 115) buyurmuştur.

Arş'ın nûr (ışık) dan; Kürsî'nin inciden ; Beyt-i Ma'mûr'un yakuttan; Ka­be'nin ise beş dağdan yaratılmış olduğu sabit olmuştur. Bu beş dağ Sîna, Zey-tâ, Cûdî, Lübnan ve Hira dağlarıdır. Buradaki incelik şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki şöyle buyurmuştur: "Eğer üzerinde bu dağlar kadar günahın olsa ve hac niyetiyle Kâ'be'ye gelsen veya Ka'be'ye müteveccih olarak namaz kılsan, sen günahlarını affettirmiş ve bağışlatmış olursun." Bu konuda söylenen gö- hpnsi bunlardan ibarettir. Kuvvetli olan görüş birincisidir. [263]

 

Kıblenin Değiştirilmesindeki Hikmet                Başa Dön

 

Birinci mesele, kıblenin bir yönden başka bir yöne döndürülmeşindeki hikmet hakkındadır. Biz, bu döndürmenin yadırgandığı hususunda, kâfirlerin şüphe­lerinden bahsetmiştik. Bu şüphe şudur: "Yönler, hertürlü sıfat bakımından eşit olduğu için, kıblenin bir yönden diğerine dön­dürülmesi sırf abestir ki bu Hakîm Allah'ın fiillerinden değildir." Buna şu şe­kilde cevap veririz: Ehl-İ Sünnet'e göre, Allah Teâlâ'nm hükümlerini herhangi bir hikmete bağlamak gerekmez. Buna göre durum açıktır. [264]

 

Mutezilenin Bu Konudaki İzahı

 

Mu'tezile'nin bu hususta iki izahı vardır:

a) Farklı cihetlere göre farklı faydaların bulunması imkânsız değildir. Bu birkaç bakımdan izah edilebilir:

1) Bazı insanların kafalarında, mesela Kâ'be'yi Hz. İbrahim'in yaptığı ve ona saygı duyduğu için, Kâ'be cihetinin, diğer yönlerden daha şerefli olduğu fikri yerleşince, bu insanlar oraya yöneldikleri zaman, daha saygılı ve huşûlu olurlar ki bu da elde edilmek istenen bir faydadır.

2) Kâ'be'nin inşa edilmesi Araplar için büyük bir devlet (servet ve prestij) sebebi olduğu için, Araplar oraya daha fazla saygı duymuşlardır.

3) Yahudiler, "Biz size kıbleyi öğretmeseydik, siz kıblenin ne olduğunu bilmezdiniz" diyerek, müslümanlar Beyt-i Makdis'e yönelirken ayıplayınca bu, müslümanların zihinlerinin bulanmasına sebeb olmuştur. Bu bulanma da hu­şu ve huzûu bozan bir husustur. İşte bu sebebten dolayı, o kıbleyi değiştir­mek münasib olmuştur.

4) Kâ'be, Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğup büyüdüğü yerdir. Bundan do­layı Kâ'be'ye saygı duymak, Hz. Peygamber (s.a.s)'a saygı duymayı gerekti­rir ki, bu güzel bir şeydir. Çünkü onların kalelerinde Hz. Muhammed (s.a.s)'e olan saygıları kök salınca, din ve şeriat hususunda Resûlullah'ın emir ve ya­saklarını daha kolay ve çabuk kabul ederler. Matluba götüren şey de matlub-tur. Binaenaleyh kıblenin değiştirilmesi yerinde olmuştur.

5) Allahu Teâlâ bunu, "Sentn üzerinde olduğun (Ka'be'yi) kıble yapma­mız ancak, peygambere uyanları (uymayıp) ökçesi üzere dönenlerden ayır-detmenîz içindir" (Bakara, 143) ayetiyle açıklamıştır. Böylece Allah Teâlâ onlara, Mekke'de iken müşriklerden ayrılsınlar diye Beyt-i Makdis'e yönelmelerini; Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine'de de yahudiler bulunduğu için yahudilerden ayrılsınlar diye Kâ'be'ye yönelmelerini emretmiştir.

Allah Teala'nın, O dilediğini sıratı müsta­kime hidâyet eder" buyruğuna gelince, "hidayet" ile ilgili izah daha önce geçmiştir. Mutezile şöyle demiştir: "Hidayet; ulaştıran bir delâlet etmedir. Bu­na göre ayetin manası: "Allah Teâlâ, kulları kendileri için en faydalı olan şeye götürür" şeklinde olur. Sırat-ı Müstakim, insanların tutması halinde, onları cen­nete ulaştıran yoldur." Ehl-i Sünnet alimleri ise: "Bu hidayetten maksad, ya davettir, ya delâlet (yol gösterme) veya o konuda bir ilim meydana getirmek­tir. İlk ikisi bâtıldır. Çünkü ilk iki husus bütün mükellefler için yapılmıştır. Bu sebeble bu hidayeti üçüncü manada anlamak gerekir. Bu da hidayet ve delâ­letin, Allah tarafından olmasını gerektirir. [265]

 

"Böylece sizi (Ey Muhammed Ümmeti) vasat (orta, mutedil) bir ümmet   yaptık, tâ ki insanlara karşı siz şahidler olasınız ve bu peygamber deksize tam bir şâhid olsun diye..." (Bakara, 143)

Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır: [266]

 

deki Benzetme Yönü Nedir?             Başa Dön

 

 ifâdesindeki kâf harfi teşbih (benzetme) kâfidir. Öyle ise, kendisine benzetilen nedir? Bu hususta bazı görüşler vardır:

a) Bu, manası ile ilgilidir. Yani "Size, hida­yetimizle in'amda bulunduğumuz gibi, sizi vasat bir ümmet olarak yaratarak da in'amda bulunduk" demektir.

b) Ebu Müslim'in görüşüne göre mana şu şekilde otur: "Sizi kıblelerin en ortası bir kıbleye çevirdiğimiz gibi, aynı şekilde orta (vasat) bir ümmet yap­tık."

c) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki biz onu dünyada seçtik" (Bakara, 130) ayetinde, Hz. İbrahim hakkında söylediği hususa râcîdir. Yani, "Biz onu dünyada seçtiğimiz gibi, aynı şekilde sizi de orta bir ümmet kıldık" demektir.

d) Bana göre ayetin takdiri şu şekildedir: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Bu yönler Allah'ın mülkü ve milki olmaları bakımından müsavi oldukları hal­de, Cenâb-ı Hak bir lüftu ve ihsant olmak üzere bir kısmını, kıble yaparak da­ha fazla şereflendirip yüceltmiştir. Aynen bunun gibi, bütün insanlar da Allah'ın kulu olma bakımından müşterektirler. Ancak Cenâb-ı Hak bu ümmet-i Muham-med'e, -mecbur olmaksızın- kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak, daha çok şeref verip, daha çok ibâdete tâytk görmüştür.

e) Zamirin merci'i meşhur ve ma'rûf olunca, bu merci' bazen zikredilmek-sizin de, zamir zikredilebilir. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki biz onu. Kadir gecesinde inzal ettik" (Kadir, 1) ayetinde olduğu gibi sonra Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimseleri azîz ve istediği kimseleri zeltl kıl­maya kadir olan bir zât olduğu herkesçe bilinen ve meşhur olan bir husustur. Buna göre O'nun, ifâdesi, yani, "Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şu hayret verici meydana getirme ve yaratması gibi, aynı şekilde biz sizi orta bir ümmet yaptık, kıldık" anlamına gelir. [267]

 

"Vasafın Mânası"             

 

Bil ki,  (el-vasat) kelimesi, isim olduğu zaman Hak Teâlâ'nın tıpkı, (Bakara, 143) ayetinde olduğu gibi ortadaki sin harfi harekelenir. Zarf olduğu zaman ise, ortası sakin olur. Mesela  "Topluluğun ortasına oturdum" ifâdesinde olduğu gibi...

Alimler, kelimesinin açıklanması hususunda ihtilâf ederek, şu hu­susları zikretmişlerdir:

1) (âdil, dosdoğru) demektir. Bunun delili ayet, haber, şiir, rivayet ve mânadır.

Ayetten delile gelince bu, Hak Teâlâ'nın, "Yani "en âdilleri dedi..." (Kalem. 28) kavlidir.

Haberden delile gelince bu Kartal'ın Sevrî'den; Sevrî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den; onun da Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayetine göre, Hz. Peygam­ber, ifâdesini, diyerek tefsir etmiştir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "işlerin en hayırlısı en vasat olanıdır"[268] yani en doğru ve dengeli olan... buyurmuştur. Hz. Peygam­ber (s.a.s)'in neseb cihetinden Kureyş'in en vasatı, yani en âdil ve dengeli. en    seçkin    olanı    olduğu    söylenirdi.    Hz.    Peygember   (s.a.s) da şöyle buyurmuştur: "En adil ve en dengeli metoda yapışın.)

Şiirden bunun delili Züheyr'in şu sözüdür: "Onlar, gecelerin birinde büyük belalar geldiğinde halkın, hükümlerine razı olduğu âdil kimselerdir."

Bunun nakilden (dilden) olan deliline gelince, Cevheri, Sıhâh adlı lüga­tinde, ayetindeki, kelimesini, âdil manasına almıştır. Aynısını Ahfeş, Halil ve Kutrûb da söylemişlerdir.

Bunun mana bakımından delili, bir-kaç yöndendir:

a) her iki uçtan uzak olma manasında hakikat olarak kullanılır. Şüphe yok ki iki aşırı uç olan ifrat ve tefrit, kötüdürler. Buna göre ahlâkî ba­kımdan mutavassıt olan, her iki uçtan uzak olur, böylece de dengeli ve fazilet­li olmuş olur.

b) Allah, adaleti "vasat" diye adlandırmıştır. Çünkü adalet, iki davalıdan birine meyletmez. O halde âdil kimse, iki taraftan birisine meyletmeyen kimsedir.

c) Cenâb-ı Allah'ın, "Aynı şekilde sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık" buy­ruğu ile maksadı, hiç şüphe yok ki ümmet-i Muhammed'i övmektir. Çünkü O'nun, bir vasfı zikredip onu, kendisi için onları şahidler kılmasına adetâ sebeb kılması, daha sonra da Resûlü'nün şahadetini buna atfetmesi, bu ancak bir-medih olursa caizdir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, lâfzından maksadının, din huşunda medhi ifâde eden birşey olduğu ortaya çıkmış olur. Hak Teâlâ-nın onları "şahidler" kabul etmesi, ancak onların âdil olmaları durumunda ca­iz olur. Bu sebeble, (vasat) kelimesinden, "adalet" manasının kaste­dilmiş olması gerekmiştir.

d) Birşeyin en dengeli yeri, onun ortasıdır. Çünkü onun diğer uçlara na­zaran durumu, düz ve denge üzere oluşudur. Uçlara (kenarlara) gelince, on­lar daha çabuk bozulur ve dengesini kaybeder. En orta kısım ise korunmuş ve kuşatılmış vaziyettedir. Orta hakkında bunları söylemek doğru olunca, o, sanki hiçbir tarafa meyletmeyen, tamamen dengeli olan şeyden ibaret olmuş olur.

2) (vasat), herşeyin seçkini ve iyisi manasınadır. Alimler bu açık­lamanın bazı sebeblerden ötürü, bu ikinci görüşün daha evlâ olduğunu söyle­mişlerdir:

a) "Vasat" lâfzı cansızlar için de kullanılır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Mekke'de, haccımı yapabilmek için, bedevi bir Araptan bir deve kiraladım. O bana, "yani, bana dinarların en iyilerinden ver, dedi." Halbuki adalet vasfı cansız varlıklarda bulunmaz. Binaenaleyh,  (va­sat) kelimesini "iyi" manasına almak daha uygundur.

b)  "Vasat" kelimesini iyi, güzel manasına almak, Hak Teâlâ'nın,

''Sizte? insanlar İçin çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz" (a. imran, 110) ayetine de uygundur.

3) Bir kimse, dediği zaman, bunun manası, "O bizim en faziletlimizdir" yani o adam, onların içinde, tıpkı gerdanlığın ortasındaki kıy­metli mücevher gibidir. Bu benzetmenin aslı şudur: Tebaa, ortalarında bulu­nan reislerinin etrafını sarar ve onu aralarına alırlar.. İşte bu manadan dolayı,  (vasat) lâfzı kullanmıştır.

4) Ümmet-i Muhammed'in din hususunda ifrat ile tefrit arasında; hâdise­ler hususunda da çok ileri gitmekle çok geri kalmak arasında mutedil ve den­geli olmaları manâsında onlara, denilmesi caizdir. Çünkü ümmet-i Mu-hammed, hristiyaniarın çok aşırı giderek Allah'ı bir oğul ve ilâh tutmak; yuhu-dilerin de peygamberleri Öldürüp, kitapları değiştirmek, vb. hususlarda günahlar irtikâb etmek gibi kusurları işlememişlerdir.

Bu görüşler birbirine zıt olmayıp, birbirine yakın olan görüşlerdir. Allah en iyisini bilir.

Alimlerimiz bu ayetle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal etmişlerdir. Çünkü bu ayet, bu ümmetin adaletinin ve onların hayırlı olmalarının, Allah'ın yapması ve yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu mezhebimiz için açık bir delildir.

Mutezile ise şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın bu "yapması, kılmasından murad, ümmet için onları yarattığf zaman, gerek sözlerinde, gerekse amelleri hususunda onların doğruyu tercih edeceklerini bildiği lütuf ve ikram fiilleridir.

Âlimlerimiz buna şu açıklamalarla cevap vermişlerdir:

1) Bu, ayetin zahirini terketmektir. Bu ise, ayeti zahirine hamletmenin mümkün olmadığına deliller bulunduğu zaman kendisine müracaat edilecek bir yoldur.

Ancak biz, aklî delillerin sadece bizden yana olduğunu beyan etmiştik. Bu konuda Mu'tezile'nin söyleyebileceği en son söz, onların medh-zem, sevâp-ikâb gibi hususlara tutunmalarıdır. Biz defalarca, bu yolun onlartn kendi esas­larına göre "ilim ve sebep" meseleleriyle çelişki teşkil ettiğini açıklamıştık. Çe­lişkili olan söze ise kesinlikle iltifat edilmez.

2) Allahu Teâlâ bu ayetten önce, "Dilediğini dosdoğru olan yola iletir" (Bakara, 142) buyurmuştur. Allahu Teâlâ'nın di­lediği kimseleri hidâyete iletip, dilediği kimseleri de iletmemesi hususunda, bu ayetin bizim görüşümüz için delil teşkil ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh, bu iki ayetten herbiri diğerinin manasını te'kid etsin diye, bu ayeti de aynı mâ­naya hamletmek gerekir.

3) Bütün varlıklar için Allahu Teâlâ'nın kudreti dahilinde olan lütuf fiilleri­nin hepsini, Allah halketmiş, yaratmıştır. Durum böyle olunca, bunu, bu ma­nayı sırf mü'minlere tahsis etmenin hiçbir manası yoktur.

4) Allahu Teâlâ bunu, bu ümmete verilmiş bir lütuf sadedinde zikretmiş­tir. Lütuf fiilleri ise vâcibtir. Vacib olan şeyin ise, bir nimet olarak zikredilmesi caiz değildir. [269]

 

Bu Ayet İcma'ın Delillerinden Biridir                Başa Dön

 

Gerek bizim âlimlerimizin ve gerekse Mu'tezile'nin çoğu bu ayetle, icmâ-ı ümmetin bir delit olduğuna istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Allahu Teâlâ bu ümmetin âdil ve hayırlı olduğunu haber vermiştir.

Buna göre şayet onlar mahzurlu ve yasak bir şey üzerinde olsalardı, adalet ve iyilikle vasıflandınImazlardı. Ümmet-i Muhammed'in mahzurlu olan herhangi bir şeye yönelmeyecekleri kesinlik kazanınca, onların görüşlerinin de bir hüc­cet olması vâcib olur. Buna göre eğer, "Ayetin zahiri bırakılmıştır, çünkü üm­meti   adaletle   vasıflandırmak,   ümmetin   fertlerinin   herbirinin   adaletle vasıflandırılmasın) gerektirir; halbuki, zarurî olarak bunun böyle olmadığı bili­nir. Bu sebeple ayeti, ümmetin ihtiva ettiği fertferin tamamına değil de bir kıs­mına hamletmek gerekir, bu sebeple biz ayeti, masum imamlara hamlediyoruz. Biz, ayetin zahirinin terkedilmediğini kabul etsek bile, ancak biz herşeyin "va­satının önün en seçkin ve en iyisi olduğunu kabul etmiyoruz. Sizin zikretmiş olduğunuz vecihler de, iki bakımdan çelişki meydana getirirler.

a) İnsanın âdîl olmast, onun vâcibleri yerine getirip, haramlardan kaçın­masından ibarettir. Bu, kulun fiilindendir. Halbuki Allahu Teâîâ onları, vasat bir ümmet yaptığını haber vermiştir. Binaenaleyh bu, onların vasat olmaları­nın, Allah'ın fiili olmasını gerektirir. Bu da, onlar âdil olmadan da onların "vasat' olmalarını gerektirir. Aksi halde, bir makdûrün (güç yetirilen şey, fiil) iki kâd ile meydana gelmesini gerektirir ki, bu da imkânsızdır.

b) ''Vasat", iki şeyin arasında ortada bulunan, mutavassıt olan şeyin adı­dır. Binaenaleyh bu kelimeyi hem adalet hususunda hem de hayırlı olmak an­lamında hakikî (mecazî değil) kılmak, müşterekliği gerektirir ki, bu aslolanın hilâfına bir durumdur. Biz onların "hayırlı olmakla" vasıflandırılmış olmalarını kabul etsek bile, ancak bu vasfın meydana gelmesi için, niçin sadece büyük günahlardan kaçınmak kâfi olmasın? Durum böyle olunca, ümmetin ittifak et­miş olduğu şey, her ne kadar hata olsa dahi, bununla beraber o, küçük gü­nahlardan olur. Bu da onların haytriı ümmet olmalarına zarar vermez..

İnsanlara şahitler olsunlar diye, Allahu Teâlâ'nın onların âdil olduklarına hükmetmiş olması da, bu ihtimali güçlendiren hususlardandır. Küçük günah­ları işlemek ise, şehâdete mâni değildir. Biz onların küçük ve büyük günahlar­dan kaçınmış olmalarını kabul etsek bile, ne var ki Allahu Teâlâ, onlar insanlara şahidler oldukları için, onların işte bundan ötürü bununla vasıflanmış oldukları­nı beyan etmiştir. Bu şehadetin ancak ahirette tahakkuk edeceği malûmdur. Bu sebeple, onların adaletinin orada tahakkuk etmesinin vâcib olması gere­kir. Çünkü şahitlerin adaletine, şahidlik etmeyi üzerlerine aldıkları zaman de­ğil, ancak şehadette bulunurken itibar edilir. Bunun böyle olduğunda bir münakaşa yoktur. Çünkü ümmet ahirette masum olur. O halde, daha niçin onlar "dünyada da böyledir" dedin?

Biz onların dünyada da âdil olmalarının vâcib olduğunu kabul etsek bile, ancak bu ayetle hitâb olunanlar, bu ayet nazil olduğu sırada mevcud olan ki­şilerdir. Çünkü bulunmayan kimselere hitap etmek imkânsızdır. Durum böyle olunca, bu ayet o zaman bulunanların adaletli olmalarını gerektirir, onların dı­şında kalanların ise mutlaka olmalarını gerektirmez.. Bu ayet, o kimselerin ic-mâının hak olduğuna delâlet eder. [270]

 

İcmâ'ı Reddedenlere Cevabımız             Başa Dön

 

Binaenaleyh, onlardan herbirinin bu hususta bir görüşü olduğunu bildiği­miz zaman, bizim tcmâ'ya tutunmamız vâcib olur. Ne var ki bu, bu kavimler­den herbirini bizzat, onlardan her birinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonraya kaldığını ve bu icmâda onların hepsinin görüşünün bulunduğunu bil­memiz mümkün olur. Bütün bunlar adeta imkânsız gibi olunca, icmâya yapış­mak da imkânsız olur" denilirse:

Muarızımızın, "Ayetin Zahiri terkedilmiştir" sözüne şöyle diyerek cevap veririz: Biz Allahu Teâlâ'nın, "İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık" ifâ­desinin, onlardan herbirinin başkalarıyla bulunduğu zaman bu sıfat ile mutta-sıf kıldığını gerektirmiş olmasını kabul etmiyoruz. Bize göre, ümmetin fertlerinden herbiri, üzerinde ittifak ettikleri bir işte âdildirler. Daha doğrusu onlar ihtilâf ettiği zaman, bu durumda çirkini işlemiş olurlar. Biz, bunun onlar bir fikir üzerinde bir araya geldikleri zaman, yöneltilmiş bir hitap olduğunu söy­ledik. Çünkü Allah'ın, 'ifâdesi, onların herbirine yalnız başına değil, hepsine birden hitaptır. Biz bunun, ümmetten hirbir ferdin âdil olmasını ge­rektirdiğini kabul etsek bile, biz bu hususta başka bir delil bulunduğu için ayetle ümmetin bir kısmı hakkında amel edilmediğini söylüyoruz. Bu sebeple üm­metin geriye kalan kısmı hakkında amel etmek gerekir. Bu ayetten maksadın; ümmetin hepsi böyle değildir; tam aksine bundan murad, onlar arasında bu sıfatı taşıyan kimselerin mutlaka bulunmasıdır, diyen âlimlerin sözünün ma­nası da budur.

Biz, bizzat onları tanımadığımız zaman, kıyas yapanların da ontarın sınıfı­na dahil olması için, onların bir görüş ve bir fiil üzere içtima etmelerine ihtiyaç duyarız. Bunun misali şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), falancanın çocukların­dan birinin görüşünde ve tefekküründe mutlaka isabet edeceğini söylediği za­man, biz bizzat o kimsenin kendisini tanıyamayıp da onun çocuklarının bir fikir üzerinde ittifak ettiklerini gördüğümüzde, o fikrin hak olduğunu anlanz. Çün­kü onların içinde, artık hakka isabet eden bir kimse mutlaka vardır. Ama, Hz. Peygamber'in belirttiği kişinin dışında olan bir görüş üzerinde ittifak ettikleri zaman, biz o fikrin hak olduğuna hükmedemeyiz. Çünkü doğrunun, muhale­fet eden o tek şahsın yanında olması caizdir. İşte bundan dolayı ulemâdan pekçoğu, şöyle demiştir: Ümmetin içinde hakka isabet edeni hata edenden ayırdığımız zaman, hüccet hakka isabet edenin görüşündedir. Biz kesinlikle hata eden kimsenin görüşüne itibar etmeyiz. Muarızımızın: "Onların vasat ol-marından maksat, onların âdil olmaları olsaydı, kulun fiilin'in Allah'ın mahlûku olması gerekirdi" şeklindeki sözüne gelince biz deriz ki, yukarıda izahı geçtiği gibi, bu bizim mezhebimizdir.

Muarızımızın, "Niçin, Allahu Teâlâ'nın onların âdil ve hayırlı olduklarını haber vermesi, onların küçük günahlardan kaçınmalarını gerektirir dediniz?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki, Allah'ın verdiği haber sadece doğru­dur. Sırf doğru haber ise, kendisinden haber verilen şeyin meydana gelmesi­ni gerektirir. Küçük günahları işlemek, hayır değildir. O halde ikisini bağdaştırmak bir çelişki meydana getirir.

Bir kimse şöyle diyebilir: Bir şahsın hayırlı olduğunu söylemek, onun bü­tün şeylerde veya bazısında hayırlı olduğunu haber vermekten daha genel bir ifâdedir. İşte bu sebepten ötürü, bunu iki kısma ayırmak doğru olur. Buna gö­re de şöyle denilir: Hayır, ya bazı şeylerde hayır olur, veyahut de hepsinde hayır olur.. Taksimi yapılan şey, iki kısım arasında da müşterektir. Buna göre bazı bakımlardan hayırlı olan kimseye, bu hayırlıdır!" denilmesi yerindedir. Bi­naenaleyh, Allahu Teâlâ'nın bu ümmetin hayırlı olduğunu haber vermesi, on­ların bütün şeyler hususunda hayırlı olduklarını söylemiş olmayı gerektirmez. Bu sebeple bu, onların küçük günahları işlemeleri şöyle dursun, büyük güna­ha yönelmelerine de ters düşmediği ortaya çıkmış olur. Biz bu delili, usûl-i fı­kıhta pekiştirmiştik. Ne var ki, bu delâletin aleyhine yine de böyle bir suâl varid olmuştur.

Diğer soruya da, Hak Teâlâ'nın, 'İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık" buyruğu, ümmetin evveli ve sonrası, ayet nâzii olurken mevcut olan­larla, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanların hepsine bir hitaptır,

diyerek cevâp verilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın. 'Size kisas tarz kılındı" (Bakara, 178} ;ve  Oruç size farz kıtındı" (Bakara, 183) ayetleri de herkesi içine alır, sadece o zaman bulunanlara tahsis edi­lemez. Allah'ın diğer teklifleri, emir ve yasakları da ümmetin hepsine yöneltil­miş bir hitaptır.

İmdi şayet, "Eğer durum böyle olsaydı, bu kıyamete kadar var olacak her­kes için bir hitap olurdu. Böylece de Cenâb-ı Hak o toplumların hepsi hakkın­da adaletle hükmetmiş olurdu. Buna göre daha sen, nereden her asır halkı için adaletli olduklarına hükmediyor, böylece de onları kendilerinden sonra ge­lenlere hüccet yapıyorsun?" denilirse, deriz ki: Allahu Teâlâ onları, insanlar üzerine şahid tutunca, bu durumda hiz ümmetin ilkini ve sonunu, hepsini baş­kasına hüccet olarak kabul edersek, bir fayda elde edemeyiz... Çünkü ümme­tin hepsini hüccet kabul etmemiz durumunda geriye bunların, aleyhine hüccet olacakları bir toplum kalmaz. Böylece de bununla maksadın, her asırda bulu­nan insanlar olduğunu anlamış oluruz. Bir asrın insanlarını "ümmet" diye isim­lendirmek caizdir, çünkü "Ümmet", aynı yöne yönelen bir cemaatın ismidir. Her asrın halkının böyle olduğunda şüphe yoktur. Bir de Cenâb-ı Hak, buyurmuş, onları belirsiz bir lâfızla ifâde etmiştir. Ki bunun da, her asrın halkını içine aldığında şüphe yoktur. [271]

 

Ümmet-i Muhammed'in Öbür Ümmetler Hakkındaki Şahitliği             Başa Dön

 

Alimler Allahu Teâlâ'nın, "İnsanlara şahitler olasınız diye" ayetinde zikredi- len şehadetin ahirette mı dünyada mı meydana geleceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Birinci Görüş: Bu şehâdet ahirette meydana gele çektir.. Bu görüşü benimseyenlerin iki izah şekli bulunmaktadır.

1) Çoğunluğun benimsediği görüştür ki, buna göre bu ümmet peygam­berlerin lehine olmak üzere onları yalanlayan toplumların aleyhine şehadet ederler. Ümmetlerin, peygamberlerin tebliğini inkâr ettikleri, bunun üzerine de Hak Teâlâ'nın çok iyi bilmesine rağmen, peygamberlerden tebliğde bu­lunduklarına dair bir delil talep edeceği, böylece ümmet-i Muhammed (s.a.s)'in getirileceği bunların şehadette bulunacağı, bunun üzerine diğer ümmetlerin "Siz bunu nereden öğrendiniz?" diyecekleri, böylece de ümmet-i Muhammed'-in, "Biz bunu Allah'ın, sadık peygamberinin lisanı ile tebliğ edilen Kitab'ında (Kur'an) verdiği haberlerle öğrenmiştik" diyecekleri; bunu müteakiben de Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirileceği ve kendisine ümmetinin durumunun sorula­cağı, O'nun da ümmetini tezkiye edip, onların âdil olduklarına şehadette bu­lunacağı rivayet edilmiştir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın,

'Her ümmetten bir şahid getirdiğimizde, seni de onlann üzerine şahit tuttuğumuzda onların hali nice olacaktır?" (Nisa, 41) kavlinde zikredilen husustur. Kâdî, bu rivayeti bazı ba­kımlardan tenkit etmiştir.

a) Ümmetlerin peygamberlerini yalanlayacakları rivayetinin dayanağı, kı­yamet ehlinin yalan söyleyeceklerine dayanır. Bu, Kadiye göre geçersizdir. Ancak ne var ki biz, bu mesele üzerinde, En'âm sûresinde Cenâb-ı Hakk'ın,

' Sonra, onların başvuracakları yol ancak ' 'Rabbtmiz olan Allah a yemin ederiz ki, biz ortak koşanlar değildik'' demeleri olmuştur. Bak, kendilerine karşı nasıl da yalan söylediler?" (En-âm, 23-24) ayetinin tefsirinde duracağız.

Ümmetin ve Hz. Muhammed'in şehadetleri, ahirette Allahu Teâlâ'nın, pey­gamberlerinin doğruluğuna dair şehâdetine dayanır. Durum böyle olunca, ni­çin Allahu Teâlâ doğrudan peygamberleri lehine şehadette bulunmasın? Bu husustaki hikmet, fazilet bakımından Hz. Muhammed'in ümmetini, hemence­cik Allah'ı, O'nun bütün peygamberlerini doğrulamaya ve onların tamamına iman etmeye yöneldikleri için, diğer ümmetlerden ayırmaktır. Bunlar diğer üm­metlere nisbetle âdil bir kimsenin fâsık bir kimseye nisbeti gibidir. İşte bu se­bepten dolayı Allahu Teâlâ, diğer ümmetlerin aleyhine olarak onların şehadetlerini kabul etmiş, onların adaletlerini göstermek, fazilet ve üstünlük­lerini ortaya koymak için, onların aleyhine olarak diğer ümmetlerin şehadetle­rini kabul etmemiştir.

c) Bu gibi haberler, şehâdet diye adlandınlamaz. Kâdî'nin bu görüşü de zayıftır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), "Bir şeyi güneş gibi (çok iyi) bildiğin zaman, şehâdet et!" diye buyurmuştur. Aliahu Te­âlâ'nın haber verdiği şeyler ise, güneş gibi açık seçik olarak bilinir. Binaena­leyh bundan dolayı şehadette bulunmanın.cevâzı, vâcib olur.

2) Alimler ayetin mânasının "Kendisiyle hakka muhalefet etmiş oldukları fiilleri sebebiyle, insanların aleyhine şehadette bulunasınız diye!" şeklinde ol­duğunu söylemişlerdir.

İbn Zeyd dört türlü şahidin olduğunu söylemiştir:

a) Kulların amellerini tesbit etmekle görevli meleklerin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur:   "Her ne­fis, yanında bir sürücü ve şahid olduğu halde gelir" (Kaf, 21),

Her soz söylediğinde onun yanında hazır bir gözcü bulunur" (Kâf, 18); ve: "Muhakkak ki sizin üzerinizde, bekçiler vardır, kirâmen kâtibin melekleri.. Yaptığınız şeyleri bilirler" (İnfitar, 10-12).

b) Peygamberlerin şehâdeti.. Bu Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İsa(a.s)'dan nakle­derek, söylediği,

"Ben onların arasında olduğum sürece, onlar üzerinde bir gözcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni çekip aldın, onların üzerinde şahid yalnız sen kaldın!" (Maide, 117); Hz. Muhammed ve ümmeti hakkında söylemiş olduğu tefsirini yap­mış olduğumuz bu ayet ile, yine başka yerde buyurduğu, "Her ümmetten bh şahid getirdiğimizde, seni de onların üzerine şahit tuttuğumuzda onların hal. nice olacaktır?" (Nisa. 41) ayetleridir.

c) Özellikle Hz. Muhammed'in ümmetinin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak. "Ve, peygamberler ve şahidler getirilir..." (zümer, 69); ve  "Şahidlerin dikileceği gün" (Mümin ) buyurmuştur.

d)  Uzuvların şehâdeti.. Bu ikrar mertebesindedir, hatta ondan daha da ilerde.. Nitekim Cenâb-ı Hak,

ti ve ayaklan, yapmış oldukları şeyler hususunda onların aleyhine şehâdette bulunurlar" (Nür, 24) ;ve,

biz onların ağızlarını mühürleriz; onların elleri bize söyler ve kazandıkları şeyler hususunda ayakları şehâdet ederler" (Yasin, 65) buyurmuştur.

İkinci Görüş: Bu şehâdet ancak dünyada yerine getirilir. Bunun izahı şöy­ledir: Şehadet, müşahede ve şühûd, görmek demektir. Meselâ bir şeye bakıp onu iyice gördüğün zaman, j£ ÖJıaUi "Şunu müşahede ettim!" denilir. Göz ile görmek ve kalb ile bilmek arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu için, kafbteki marifet de, muhakkak ki bazen müşahede ve şûhûd olarak; bir şeyi bilen ise, şâhid ve müşâhid diye adlandırılır. Sonra bir şeye delâlet de, o şeye şahidlik olarak adlandırılır. Çünkü bu delâlet, kendisiyle şahidin şahid vasfını kazandığı bir şeydir. Bir şeyi haber veren, o şeyin durumunu ortaya koyan, o şeyin delili sayıldığı için, bu haber veren kişi de şahid diye adlandırılır. Son­ra bu lâfız şeriat örfünde, "Husûsî lâfızlarla, husûsî bir tarzda insanların hak-annı haber veren kimseye" tahsis edilmiştir.

Sen bunu iyice anladığında, biz deriz ki: Birşeyin durumunu iyice bilebi­len, onun durumunu ortaya dökebilen herkes, o şeyin şahidi olabilir. Allah Te-âlâ, bu ümmeti "şahidler" diye vasıflamıştır. Bu şehâdet ya ahiret veya dün­ya hususunda olabilir. Fakat bunun dünya hususunda olmast caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ onları dünyevi hususta' 'âdil kimseler" kılmıştır. Bu da on­arın, dünyevî hususta şahid olmalarını gerektirir. Biz, Hak Teâlâ'mn

Muhammed'i dünya hususunda âdil kimseler kıldığını söyledik. Çünkü O, "İşte bu şekilde biz sizi mutedil (âdil) bir ümmet kıldık" (Bakara, 142) buyurmuştur. Bu geçmişten haber vermektedir, Binaenaleyh en azından şu anda bu halin mevcut olması gerekir. Biz, "Muhakkak ki bu onların dünyada iken şâhid ol­malarını gerektirir" dedik. Çünkü Hak Teâlâ: "İnsanlara şahid olasınız diye İşte bu şekilde bizr sizi orta (âdil) bir ümmet kıldık" buyurmuş, böylece onla­rın şâhid oluşlarını, cezanın şarta terettüb edişi gibi, orta (vasat) bir ümmet olmalarına terettüb ettirmiştir. Onların bu dünyada "mutedil bir ümmet" ol­ma vasfı tahakkuk edince, "şahidler" olma vasfının da bu dünyada tahakkuk etmesi gerekir.

İmdi eğer, "Şahadet etmeyi üzerine almak ancak dünyada olur. Her ne-kadar şahitliğin edâst kıyamette olsa dahi, şahadeti üzerine alan kimse de ba-zan "şâhid" diye adlandırılır" denilirse, biz deriz ki: Muteber olan şahadet, şahidliği yapmaktır, yoksa onu üzerine almak değildir. Bunun delili, Allah Te-âlâ'nın şahitlikle adalete itibar etmiş olmasıdır. Kendisinde adalete itibar edi­len şahadet, onu üzerine almak değil, edâ etmektir. Binaenaleyh ayetin,' ümmet-i Muhammed'in, şahadeti bu dünyada yerine getireceklerini ifâde etti­ği sabit olmuştur. Bu da bütün ümmetin bir şeyden haber verdiklerinde, onla­rın sözlerinin hüccet olmasını gerektirir. Bizim, "İcmâ bir hüccettir" sözümüzün manası da işte budur. Böylece ayetin, icmâın bu bakımdan da bir hüccet ol­duğuna delâlet ettiği sabit olur. Bu görüşün doğruluğuna dair zikrettiğimiz de­lilin ilk iki,görüşü iptal etmez. Çünkü biz, bu delâletle ümmetin mutlaka bu dünyada şâhid olmaları gerektiğini beyan etmiştik. Bu, onların kıyamet gününde de, haberlerde geldiği şekilde, şahid olacaklarına ters değijdtr.

Netice olarak, Allah Teâlâ'mn, "Tâ ki insanlara şâhid olasınız diye.." ifâ­desi, ümmet-i Muhammed'in, icmâ ettikleri görüşleri insanlara hakkı açıkladı­ğı için, icmâ halindeki görüşlerinin bir hüccet (delil) olduğuna işarettir. Buna Hak Teâlâ'mn: "Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun diye",yani "Bu şa­hadeti edâ etsin ve hakkı ortaya koysun diye" ayeti de bunu te'kid etmekte­dir. Bununla birlikte, ümmet-i Muhammed için ahirette de bu şahidliğin söz konusu olması imkânsız değildir. Böylece onlardan bu dünyada sudur eden şehâdet, "şehâdeti üzerine almak" manasına gelir. Çünkü ümmet-i Muham-med,hakkı isbat ettikleri zaman, bu isbat esnasında kabul edeni etmeyenden ayırdedip tanımış olurlar. Sonra kıyamette de buna şâhidlik ederler. Nitekim bir anlaşmaya şâhid olan kimse, hangi şeyin yerine getirilip, hangi şeyin yeri­ne getirilmediğini bilir, sonra hâkimin huzurunda bunlara şahadet eder. [272]

 

Altıncı Mesele:                  Başa Dön

 

Ayet, Müşebbihe, Hariciler ve Rafızîle ve fâsıklığı açık olan kimselerin icmâlanna edilmeyeceğini gösterir.,Çünkü Allah Teâlâ cak kimselerin âdil ve hayırlı olmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu hükümfe.« zü veya fiili ile fâsık veya kâfir olan ile, ayeti reddetmek veya te'vil etmek suretiyle kâfir olan kimseler arasında fark yoktur. [273]

 

Yedinci Mesele    

 

Allah Teâlâ, "İnsanlar üzerine şahid..." buyurmuştur, "İnsanlar üzerine şahid" buyurmarruştır. Çünkü ümmet-i Muhammed'in sözü ya fiilî veya kavlî bir mükellefiyeti gerektirir. Bu da o anda kar dakinin lehine değil aleyhine olmuş olur.

Buna göre eğer, "Önceki şahadetin sılası sonraya bırakılmış, ikine şehahâdetinki ise takdim edilmiştir" denilirse, biz deriz ki: Birincide maks? rın şahadetlerinin diğer ümmetlerin aleyhine olduğunu göstermek, ikine ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in sadece ümmet-i Muhammed'e şahid göstermektir.   [274]                                                                               

 

"(Habibim) senin hâlâ üzerinde bulunduğun (kıbleyi) kıble yapmamız, O peygambere (sana) uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden (uymayanlardan) ayırdetmemiz içindir. Gerçi (bu) elbette büyük bir şeydir. Ancak bu, Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler hakkmdc değildir, Allah imanınızı boşa çıkarmaz. Çünkü Allah insanlara çok şefkat ve merhametlidir" (Bakara, 143)

Bil ki Allah'ın, ifâdesi, tıpkı "Allah Bahîyre (olan deveyi) kılmamışhr" (Maide, 103) yani "onu meşru kılıp dinî bir hûküm saymamıştır " ayetinde olduğu gibi, "Biz meşru kılmadık ve hükmetme dik"|manasınadır.O'nun, ifâdesinin manası ise, "Senoraya yönele­ceğine inanıyordum" şeklindedir. Bu, tıpkı bir insanın,  "Falanın falanca üzerinde bir borcu var" demesi gibidir. Ayetteki,

İfâdesi, "kıble" nin sıfatı olmayıp, nin ikinci mefulüdür. Buna göre, Allah Teâlâ, "Biz kıbleyi, senin üzerinde olduğun cihet yapmadık" manasını murad etmiştir. Sonra burada iki açıklama vardır:

a) Bu sözü, kıblenin belirlenmesi hususundaki hikmeti beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke'de Kâ'be'ye doğru namaz kılıyordu; daha sonra, yahudilerin kalbterini islam'a ısındırmak İçin hicretten sonra Beyt-i Makdis'e namaz kılmakla emrolunmuş, daha sonra da Kâ'be'ye döndürülmüştür. Buna göre, biz ayeti şöyle anlarız: "Biz kıbleyi, daha önce üzerinde olduğun (yöneldiğin) cihet yapmadık..." Yani biz, seni oraya ancak insanları imtihan edip denemek için döndürdük.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin üzerinde olduğun" ifâdesinin, Beyt-i Makdis'i kıble kılma hususundaki hikmetin bir anlatımı olması da caiz­dir. Yani, "Senin işin astl olan hüküm Kâ'be'ye dönmektir. O Beyt-i Makdis'e yönelmen, bir maksad sebebiyle olan geçici bir durum idi. Biz, kıbleyi bundan önce üzerinde olduğun cihet kılmıştık ki bu cihet de Beyt-i Makdis idi. Bu, in­sanları imtihan etmek, kimin Hz. Muhammed (s.a.s)'e ittiba edip kimin etme­yeceğini ve ondan nefret edeceğini görmek için idi."

Burada Ebu Müslüm'in yaptığı üçüncü bir izah daha vardır O şöyle de­miştir: Eğer bu husustaki rivayetler olmasaydı, ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yöneldiği kıblelerden hiç birisine delâlet etmezdi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,  "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz" (Al-i imran. 110) ayetinde olduğu gibi, bazan, manasına olmak üzere, "Allah aziz ve hakimdir" (Nisa, 165) ayetinde olduğu gibi, manasına olmak | üzere, (mâzî füi) kullanılır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden muradının "Senin hep üzerin­de olduğunkıbleyi (yani Kâ'be'yi) ancak şöyle şöyle yaptık" olması imkânsız değildir. [275]

 

Birinci Mesele

 

Hak Teâlâ'.nın,ayetine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır.

Allahu Teâlâ'nın  buyruğundaki lâm, gâye ve maksat ifâde eden lamdır, (lâmu'l-garaz). Al­lah hakkında maksad gütmenin doğru olup olmadı­ğı; doğru olmadığını farz etmemiz durumunda, bu sözün nasıl te'vil edileceği hususu, daha önce geçmişti. [276]

 

Neticeyi Bilen Allah'ın İnsanları Sınaması Nasıl Anlaşılmalı?             Başa Dön

 

"Biz ancak şunu bilmek için şöyle şöyle yaptık" sö zü, o şeyi bilmenin henüz gerçekleşmediğini, bu bil-

 ginin meydana gelmesi için de Cenâb-ı Hakk'ın o fiili işlediği vehmini verir. Bu da, Allahu Teâlâ'nın, meydana gelmeden önce, bu eşyayı bilmemesini gerektirir.. Müşkillik arzetme hususunda bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizsiz den cihâd edenleri ve sabredenleri bilmek için, muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); Allah siz­den hafifletti ve sizde bir zayıflık olduğunu bildi;" (Enfâl, 66)

Belki o öğüt alır veya korkar. (Taha, 44)

"Allah, doğru olanları muhakkak ki bilecektir." (Ankebut. 3);

"Yoksa sizr Allah içinizden cihâd edip sabredenleri ortaya çıkarmadıkça, cen­nete gireceğinizi mi zannettiniz "(A. imran, 142) ve:

"Oysaki onun, onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu.. Bu ancak, ahirete inanan kimseyi ortaya çıkarmanız için idi" (Sebe, 21) ayetleridir. Bu meseleye dair sö­zümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Allah sınamıştı..." (Bakara, 124) ayetinin tefsirinde iyiden iyiye geçmişti...

Müfessirler bu hususu birkaç yönden cevaplamışlardır.

1) Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 143) ayetinin manası, "Bizim peygam­berler ve mü'minlerden meydana gelen taraflarımız bilsin diye..." olur. Nite­kim kral, onu dostlarımız fethetti manasında, "Biz, falanca beldeyi fethettik" der. Yine Hz. Ömer Irak topraklarını fethetmiştir, denilmesi de bunun gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in Cenâb-ı Hakk'tan rivayet ettiği kudsî hadiste şöyle buyurulması da bu manadadır:

"Kulumdan bana borç vermesini istedim, fakat o bana borç vermedi ve be­ni kınadı. Oysaki onun beni kınaması hakkı değildi.. O, "ah zaman!" der; bilmez ki zaman Benim.."[277] Hadiste, "Kim be nim bir dostumu küçümserse, muhakkak ki beni küçümsemiştir" şeklinde vâ-rid olmuştur.

2) Bunun manası, "olmayan şey ortaya çıksın da, böylece o mevcut olsun" demektir. Sonra o mevcut olduğu zaman, Allah o şeyi mevcut olarak bilir; çünkü Allah'ın o şey mevcut olmazdan önce, onu mevcut olarak bilmesi imkânsız­dır." Buna göre Hak Teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Biz onu mey-dana gelmiş şekliyle bilelim diye.." şeklinde olur.

Buna göre şayet, "Bu, Allah'ın ilminin hadis olmasını gerektirir" denilir ise biz deriz ki âlimler, bir şeyin meydana geleceğini bilmenin, o şey meyda­na geldiği zaman onun varlığını bilmek gibi olduğu hususunda ihtilâf etmişler­dir. Bu konudaki ihtilâf oldukça meşhurdur.

3) "Biz, kalblerindeki ihlâsveya nifakın ortaya çıkmış olması sebebiyle şunları şunlardan ayırd edelim diye..."

Böylece mü'minler kendi dost ve düşmanlarını tanımış olurlar. İşte bu sebeple "ayırdetme" işi, ilim olarak isimlendirilmiştir. Çünkü, bu ayırdetme işi de ilmin fayda ve neticelerinden birisidir.

4) nin manası, "Ancak biz görelim... diye" demektir. Bunun anla­mı şudur: Araplar, ilmi, rüyet (görmek), görmeyi de bilmek yerinde kullanarak mecaz yapmaktadırlar. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,. 'medin mi, na-sti... " gayetinde olduğu gibi..  kelimeleri, birbirinin yerini tutan kelimelerdir.

5) Ferrâ'nın taraftar olduğu görüştür. Buna göre bu âyette ilim hüdüsü, (sonradan olması) muhataplar itibariyledir. Bunun misâli şudur: Ca­hil ile akıllı bir kimse bir araya geldiklerinde cahil şöyle der: "Odun ateşi ya­kar.." Akıllı olan da, "Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için, onları biraraya getirelim" der. Ki bunun manası, "Hangimizin cahil oldu­ğunu bilelim diye..."demektir.İşte, Cenâb-ı Hakk'tn.[buyruğunun ma­nası budur. Yani, "sizler bilesiniz diye..." demektir. Bu tür sözlerden maksat, hitabta yumuşaklık ve gönülleri yumuşatma ve cezbetme arsuzudur. Tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki ya biz ya da siz hida­yet üzerindesiniz' (Sebe, 24) ayetinde olduğu gibi. Böylece Cenâb-ı Hak şüphe vehmi veren sözü, hitabı inceltmek ve muhatabın gönlünü almak için, kendi nefsine nisbet etmiştir.. Cenâb-ı Hakk'ını ifâdesi de işte böyledir.

6)"Biz, size sanki, hiçbir şey bilmeyen bir imtihan edicinin muamelesi gibi muamele ediyoruz." Çünkü adalet bunu gerektirir.

7) ilim, (ifâdesi), mânada etkisi olmayan bir kelimedir. Buna gö­re Cenâtn Hak, ifâdesinin mâ­nası, "Peygambere uyanların rttibâsı, yüz çevirenlerin de sırt dönmeleri mey­dana gelsin, hâsıl olsun diye..." şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, senin, kendinden nefyedip kabullenmediğin bir şey hakkında söylediğin şu sözdür: "Bunun benden olduğunu bilmedi!.." Yani, "bu iş benden sadır olmadı" de­mektir. Buna göre, "Yani bu iş olsaydı, onu o Allah kesinlikle bilirdi " demektir. [278]

 

Üçüncü Mesele                 Başa Dön

 

Âlimler, bu imtihanın kıblenin tayini sebebiyle mi, yoksa değiştirilmesi sebebiyle mi meydana geldiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demiş­tir: Bu, kıblenin değişmesi sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.s), Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Medine'ye gelince Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Bu, Hz. Peygamber'in onların kıblesini terketmiş olması bakımından, müşrik Araplara zor geldi. Daha sonra da yeniden Kabe'ye tev­cih edilince, bu sefer de yahudilerin kıblesini terketmiş olması bakımından, bu iş, yahudilere zor geldi.

Muhakkik âlimlerden ekserisi ise şöyle demişlerdir: "Bu imtihan kıblenin tahvili sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü yahudiler, "Muhammed eğer pey­gamberliği konusunda kesin bir bilgi ve yakîn üzere olsaydı, fikri böyle değişmezdi" demişlerdir."

Kaffâl, İbn Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bana, müslüman olan kimselerden bazı kimselerin, "Hz. Muhammed de bir şaşkınlık içerisin­de; bir oraya dönüyor, bir buraya!.." diyerek, İslâm'dan ayrıldıkları haberi ulaş­tı..."

Süddî de şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) Mescid-i Haram'a yöne­lince, insanlar ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine münafıklar: "Bunların derdi ne; daha önce bir kıbleye yöneliyorlardı, sonraysa orayı terkettiler!" demişlerdir.

Müslümanlar ise, "Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmış olarak ölüp giden kar­deşlerimizin durumu nasıl olacak bilemiyoruz..." dediler. Başkaları da, "Ba­basının kentine ve doğduğu şehre öztem duydu., (da ktbleyi çevirdi)" dedi. Müşrikler ise, "O, dini konusunda iyice şaşırdı" dediler. Bil ki bu son söz, da­ha uygundur. Çünkü nesh konusunda iteri sürülen şüphe, kıblenin tayini se­bebiyle öne sürülen şüpheden daha büyüktür. Halbuki Allahu Teâlâ, kıblenin tayini sebebiyle olan şüpheyi "kebîre" olarak vasfetmiş ve,

"Bu, muhakkak ki, Allah'ın kendile­rine hidayet ettiği kimseler hariç, (başkalarına) ağır gelmiştir" buyurmuştur. Binaenaleyh, bunu müşriklerin sözüne hamletmek daha evlâ olur. [279]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu bir istiâredir.Bunun mânası şudur:"Allah'ı ve peygambe­rini inkâr eden kimselerden ayırdetmek için.."isti­are ve vechi şudur: Ökçesinin üzerine geri dönen kimse, önündeki şeyi terkederek ona sırtını dönmüştür. Buna göre bu kimseler imanı ve dellileri terke-dince, önündeki şeye sırt çeviren kimse gibi olmuş oldular da, bunun için bu şekilde nitelendirildiler.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra ar­kasını döndü ve büyükienmek istedi" (Müddessîr, 23); ve, ve arkasım döndü" (Kıyâme. 32) buyurmuştur. Bütün bunlar birer teşbihtirler. [280]

 

Edatının Arapçadaki Çeşitleri

 

Allah'ın, ifâdesinde birkaç mesele bulunmaktadır: [281]

 

Birinci Mesele

 

harfi, den hafifletilmiş bir harftir. Bu, dört şekilde ele alınmaktadır,

a) Ceza, b) jı den hafifletilmiş,

c) Olumsuzluk (nâfiye) ve; d) Zaide.

Bu harfin ceza oluşuna gelince, bu iki cümleden birisini diğerine bağla­mayı ifâde eder. Buna göre, gerektiren şart; gereken de ceza, demektir. Se­nin tıpkı, "Eğer bana gelirsen, sana ikramda bulunurum" demen gibidir.

İkincisine, yani,  den muhaffefe (hafifletilmiş),  'e gelince bu, şeddeli, yerinde olmak üzere, cümlede mânanın te'kid edilme­sini sağlar. Senin tıpkı, "Muhakkak ki Zeyd ayaktadır" demen gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ''Muhakkak ki her nef­sin üzerinde bir bekçi vardır" (Tarık. 4); ve, "Muhakkak ki Rabbimizin va'adi yerine getirilecektir" (isrâ, 108) buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'-ı de bunun pekçok misâli vardır, üj yi muhaffefeden maksat, kendisinden sonra gelmesi uygun olmayan leri ru getirilebiImesi içindir. Bu muhaffefe olan, nin, hazfedilen şeyden bedel olmak üzere "lâm" harfiyle kullanılma­sı gerekmiştir. Bir de bununla Hak Teâlâ'nın,"Kafirler ancak bir aldanış İçindedirler," "Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum" (Ahkaf,  9) ayetlerindeki olumsuz, jj inden ayırmak için, lamın gelmesi gerekmiştir. Çünkü bunlardan herbirini, anlattığımız gibi, hem isim hem de fiil izlemektedir.

Olumsuzluk ifâde, eden gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, 'Hüküm ancak Allah'ın hükmüdür." (En'âm,57): "Siz ancak zanna uyuyorsunuz" (Enam, 148) ve ki eğer onlar (yer İle gök) zeval bulurlarsa, onları... kimse tutamaz..." (Fâtır, 41) ayetlerinde olduğu gibi... Yani, "Onları kimse tutamaz" de­mektir.

Zâid olan,e gelince bu, senin, "Ben Zeyd'i gör­medim" demen gibidir. Bu hususu iyice anladığın zaman biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki, kendisine lâm harfinin ge­rekmiş olduğu,  'den muhaffefe, dir. Bundan maksat ise, cümle­deki manayı te'kid etmektir. [282]

 

İkinci Mesele      

 

Cenâb-ı Hakk'ın,  ifâdesinin zamirin neye ait olduğu hussundadır.   Bu hususta iki görüş bulunur:

a) Bu zamir, ayetteki "kıble" lâfzına aittir. Çünkü zamirden önce mutlaka bir merciin geçmesi gerekir ki bu da Cenâb-ı Hakkın   ifâdesindeki lâfzıdır.

b) Bu zamir, daha önce geçmiş olan sözün defâlet ettiği şeye aittir. Bu da, kıblenin tahvili meselesidir. Zamirin müennes olması ise, fiilinin masdarı olan, lâfzından dolayıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, buyurmuş sonra da atfederek, buyurmuştur. Yani "Muhakkak ki bu yüz çevirme ağır gel­di..'." demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi,( kelimesi­ne delâlet etmektedir. Nitekim 'nun;

"Üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeylerden yemeyiniz; bu muhakkak ki bir fiskftr" (Enam, 121)ayetinde Duyurulduğu gibidir. Manânın, "Muhakkak bu fiil... idi" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu ifâdenin bir benzeri de, 'Tan, "(Eğer şunu yaparsan), onu yap; o iş ne güzeldir"[283] sözüdür.

Bil ki bu konu, daha önce zikretmiş olduğunuz, şu meseleyle alâkalıdır: Bu da, bu imtihanın ve sınamanın bizzat kıblenin kendisinden ötürü mü, yok­sa kıblenin değiştirilmesinden dolayı mı olduğu hususudur. Biz, ikincisinin daha uygun olduğunu beyan etmiştik. Çünkü nesh sebebiyle ortaya çıkan zorluk kıbleler sebebiyle ortaya çıkan zorluktan daha kuvvetlidir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, âyetinde bu işi "güç ve ağtr" olarak nitele­miştir.

Hak Teâlâ'nın,  ayetinin manası "ağır, güç ve yadırganmış" de-mektir. O'nun tıpkı.; Ağızlarından ve büyük (ne cüretıkâr) söz çıktı!" (Kehf, 5), yani, bu iftira ne kadar büyüktür!" "Seni tenzih ederim, bu büyük bir bühtandır" (Nûr 16);ve,  "iyi biliniz ki bu muhakkak Allah katındi büyük bir günahtır" (Ahzâb, 53) ayetteri gibidir.

Sonra biz imtihanın kıble sebebiyle olduğunu söylersek, onu terketme nin onlara ağır ve zor geldiğini söylemiş oluruz. Çünkü bu, alışılmış olan âde ve tavırları, terketmeyi, ecdâd ve ataların yolundan vazgeçmeyi gerektirir. Eğer "İmtihan, kıblenin tahvili sebebiyle olmuştur" dersek, bunun insanın o seyir hak olduğunu, ancak nesh meselesini bilmesinden ve bu konudaki sorular dan kurtulmasından sonra mümkün olması itibariyle, ağır olduğunu söylemi; oluruz. Bu ise, Allah'ın kendisine hidayet ettiği kıblenin bir cihetten başka bi cihete çevrilmesinin, yadırganacak bir şey olmadığını bilen kimselere zor gel mez. Nitekim onların, meselâ sıhhat, hastalık, zenginlik ve fakirlik gibi hususlarda, bir durumdan başka bir duruma geçirilmeleri de yadırganacak bir şey değildir. Böyle bir görüşe ulaşan bir kimsenin, basîreti artar. Akılsız olan ve hevâsıyla işlerin zahirine tutunan kimselere ise, bu mesele ağır ve zor gelir.

Cenâb-ı Allah'ın, buyruğunu Ehl-i Sünnet1 amellerin Allah tarafından yaratıldığı meselesine delil getirerek şöyle demişlerdir: Hida­yetten murat, ya davettir veya yol göstermedir, yahut da o husustaki bilgiyi yaratmadır. Burada ilk iki ihtimal düşer, çünkü Cenâb-t Allah, kıblenin tahvili­nin kendisinin hidayet ettiklerinin dışındaki bütün insanlara ağır geldiğini bil­dirmiştir. Bundan dolayı şöyle denilmesi gerekir: Allah'ın hidayet ettiği kimseye, bu ağır gelmez. Davet etmek ve delilleri ortaya koymak manasında olan hida­yet, herkes için umumîdir. Binaenaleyh, bunun kâfirlerden hiçbirine ağır gel­memesi icab ederdi. Onlara ağır geldiğine göre, buradaki bu hidâyetten muradın, onun bilgi ve marifetini yaratmak olduğunu anlıyoruz. Bizim söyle­mek istediğimiz de budur.

Mu'tezile ise şöyle demiştir: Buna üç yönden cevap verilir:

1) Cenâb-ı Allah onları övgü yoluyla zikretmiştir; işte bu sebeple bunu mü'-minlere tahsis etmiştir.

2) Cenâb-ı Hak, bununla "hidayete ermeyi" murad etmiştir.

3) Allah'ın hidayetinden faydalanan onlardır. Onların dışındakilere sanki değer verilmemiştir.

Mu'tezile'ntn bu görüşlerinin hepsine şu şekilde cevap veririz: "Bu, aye­tin zahirî manasını bırakmaktır. Bu ise aslolanın hilâfına yapılan bir hareket­tir." Allah en iyisini bilendir. [284]

 

"Allah İmanlarınızı Boşa Çıkarmaz" Demenin Manası             Başa Dön

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Allah sizin imânlarınızı boşa çıkaracak değildir" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: [285]

 

Birinci Mesele

 

Müslümanlardan Ebu Ümâme, Sad İbn Zurâre, Berâ İbn Âzİb, Berâ İbn Ma'rûr ve benzeri kişiler, ilk kıbleye yönelik namaz kıldıkları zamanda ölmüşler­di. Onların akrabaları, kıble tahvil edilince, "Ya Resulullah, kardeşlerimiz ilk kıbleye namaz kılmış olarak öldüler. Onların hali ne olacak?" dediler de, Cenâb-ı Allah bu ayeti indirdi. Bil ki böyle bir sebebin mutlaka olması gerekir. Aksi halde sözün irtibatı kaybolur. Bu müşkil, şöyle izah edilir:

Neshi ancak Allah için bedâ (birşeyi -ak caiz görenler şöyle derler: Hüküm değişince, hükmün müâmû ol­muş olması gerekir. Böylece de bu sorudan dolayı onlann katoteone. Beyti Makdis'e doğru kılmış oldukları namazlarının boşa gittiği düşüncesi gefcv Sonra Hak Teâlâ bu müşktli cevaplayarak neshin bir faydadan diğer bir faydaya, bir mükellefiyetten diğer bir mükellefiyete geçme olduğunu, yerine getirenin di­ne uygun hareket etmiş olması bakımından birinci hükmün ikincisi gibi oldu­ğunu, bu durumda olanların mükâfaatlarının zâyî olmayacağını açıklamıştır.

Bunun bir benzeri de, içkinin (Maide, 90-91) haram kılınmasından sonra, daha önce içki içmiş olup bu haram kılmadan önce ölmüş olan kimselerin du­rumunu sordukları zaman Cenâb-ı Allah'ın indirdiği şu ayettir:

"İmân edip salth ameller işleyen­lere... günah yoktur" (Mâide, 93). Bu ayette Allah Teâlâ, daha önce mubah kılmış olduğu için içki içenlere bir günah olmadığını onlara bildirmiştir.

İmdi şayet, "şüphe, ancak Allah hakkında "bedâ" mümkün görülürse söz konusudur. O halde böyle birşey sahabeye nasıl yakışır?" denirse, biz deriz ki: Buna şu yönlerden cevap veririz:

1) Bu şüphe bir münafığa arız olmuştur. Böylece müslümanlar, bu müna­fığın sorusuna cevap versinler diye, Hak Teâlâ bunu zikretmiştir.

2) Belki de onlar Kâ'be'ye yönelerek namaz kılmanın daha efdal olduğu­na inanmışlar da, bundan dolayı onlar, "Daha önce ölmüş olan kardeşlerimiz de keşke bu günlere yetişselerdi" demişlerdir. Böylece Hak Teâlâ, buna ce­vap olmak üzere bu ayeti indirmiştir.

3) Belki de Cenâb-ı Hak, bu ayeti, onların hatırlarına böyle bir şüphe gel­diği zaman onu defetmek için, zikretmiştir.

b) İbn Zeyd'in görüşü şöyledir: Allah Teâlâ sizin Beyt-i Makdis'den Kâ'­be'ye çevrilmenizdeki faydayı bildiği halde, sizi Beyt-i Makdis'e yönelik na­maz kılmaya devam ettirseydi bu, Ö'nun tarafından namazlarınızın boşa çıkarılması demek olurdu. Çünkü böyle bir durumda namazlarınız faydasız olur­du, böylece de boşa gitmiş olurdu. Halbuki Allah Teâlâ bunu yapmaz.

c) Allah Teâlâ kıblenin değiştirilmesinin onlara güç geleceğini haber ve­rince, bunun peşisıra onlara vereceği sevabını ve onların daha önce yaptıkla­rını boşa çıkarmayacağını zikretmiştir.  Bu,  Hasan Basrî'nin görüşüdür.

d) Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Namazlarınız boşa gitmesin diye, si­zi bu mükellefiyeti kabul etmeye muvaffak kıldım." Çünkü onlar bu hükmü reddetmiş olsalardı, kâfir olacaklardı. O zaman da imânları boşa giderdi. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Allah sizin imanlarınızı boşa çıkarmaz." Bunun için, şüp­hesiz sizi bu teklifi kabul etmeye muvaffak kılmış ve bu hususta size yardım etmiştir." [286]

 

İkinci Mesele                    Başa Dön

 

Alimler Hak Teâlâ'nın, ifâdesinin kime hitab olduğu hususunda ihtilaf et­mişler; iki değişik görüş belirtmişlerdir:

a) Bu hitab, mü'minleredir.

Kafffll, bu görüşün dört değişik izahını zikretmiştir:

1) Allahu Teâlâ, o gün hayatta olan mü'minlere hitab etmiştir. Bu, onların daha önce sordukları sorularının cevabıdır.

2) Onlar kıblenin neshinden (değiştirilmesinden) önce ölen müslümanla-rın durumunu sormuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah da, diye cevap vermiştir. Yani, "Kıblenin değiştirilme­sinden önce kıldığınız namazları, Allah boşa çıkarmaz. Bundan önce ölenle­rin durumu da aynıdır."

3) Kıble değiştirilince hayatta olanlar, önceki namazlarının bâtıl olduğu vehmine kapılıp, bundan sonra Kâ'be'ye yönelik kıldıkları namazların, o daha önceki namazları için keffâret olduğunu sanmışlar ve bu anlayışlarından do­layı kendi durumlarını sormaya lüzum görmeyip, daha önceki namazlarına keffârette bulunma fırsatı   bulamayan   ölmüş   müslümanların   durumunu sormuşlardır. İşte bunun üzerine, buyurulmuştur. Buradaki "İmanlarınızdan" maksad, "dindaşlarınızın namazları" demektir. Bu,

tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani siz bir şahsı öldürmüştünüz" (Bakara, 72) ;ve: "Hani sizin için denizi ayırmıştık" (Bakara, 50) ayetlerinde olduğu gibidir.

4) Bu, sorunun hem hayattakiler, hem de o esnada ölmüş olan mü'min-ler için sorulmuş olması da mümkündür. Çünkü onlar namazlarının mûkafaa-tının yok olmamasına son derece dikkat eder ve titrerlerdi. Bu dikkat her iki grup hakkında da söz konusudur. İşte bundan ötürü hem hayattakiler, hem de ölmüş olanlar için, (imanınız, namazınız) ifâdesi kullanılmıştır. Çünkü Araplar muhatab ve gâibten müştereken haber verdikleri zaman, hita­bı tağlib ederek (yani gaibi de onun içinde sayarak),

"Sen ve falanca bunu siz yapmıştınız" derler­di. Allah en iyi bilendir.

b) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bunun, Ehl-i Kitab'a bir hitab olması da muhtemeldir. Ayetteki "İmân" sözünden maksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazları ve taatlarıdır. Daha sonra bunlar neshedilmiştir." Ebu Müslim, şeriatımızda neshin bulunmadığı­nı kabul ettiği için, bu görüşü seçmiştir. [287]

 

Amel Hakkında İman Tabiri Kullanılmasının İzahı            

 

ifâdesi imânın taat fiillerinin ismi olduğuna delil getirmiş ve, "Çünkü Allah Teâlâ,  burada iman sözü ile namazı kastetmiştir" demişlerdir. Onların bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Biz, bu ayetteki "iman" lâf­zından maksadın (sadece) namaz olduğunu kabul etmiyoruz. Bundan mak­sad tasdik ve ikrardır. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Allah'u Teâlâ, sizin namazın farz olduğunu tasdik etmenizi boşa çıkarmaz." Burada­ki "imarv"dan maksadın namaz olduğunu kabul etsek bile, namaz imanın en büyük rüknü, en şerefli neticesi ve semeresidir. Bu sebeple, işte bu bakım­dan, istiare yolu ile "iman" kelimesinin "namaz" manasında kullanılması caizdir. [288]

 

Dördüncü Mesele 

 

Allah Teâlâ'nın ayeti,  "Sizin imanlarınızın mükâfaatını boşa çıkarmaz" de­mektir. Çünkü iman sona erer ve biter. Böyle olan şeyin muhafaza edilmesi ve boşa çıkarılması imkânsızdır. İman sona erdikten sonra da sevab hak edilebilir. İşte bu sebepten ötürü "mükâfaat! muhafaza etmek veya boşa çıkarmak" sözü doğru olur. Bu, tıpkı Hak Teâlâ'nın, "Ben, sizden ibadet eden hiçbir kimsenin iba-ietini boşa çıkarmam" (ali İmran, 195) ayeti gibidir. [289]

 

Allah Ra'ûf ve Rahîmdir

 

Allah Teâlâ'nın, "Hiç şüphesiz Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: [290]

 

Birinci Mesele                   Başa Dön

 

Kaffâl (rh.a), "Allah ona rahmet etsin şöyle demiştir: "Re'fet ile rahmet arasında fark vardır. Çünkü

re'fet, bilhassa rahmette ileri bir dereceyi ifâde eder

ki, bu da "hoşa getmeyeni defedip zararı gidermek" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın, "O ikisine karşı, Allah'ın dini hususunda bir re Tef (acıma) sizi tutmasın" (Nur, 2) ayetinde olduğu gibi. Yani, "O ikisine zarar gelecek, kötülük dokunacak diye acıyıp da onlardan (zina) celdesini (sopasını) kaldırmayınız" demektir. Rahmete gelince, bu, daha şu-mûllü bir kelimedir. Re'fet'in manası ile birlikte, ikram edip lûtufda bulunma manaları da rahmette vardır. Allah Teâlâ, yağmura da "rahmet" ismini ver­miş ve, " O Allah’ın rahmetinin (yağmurunun) önüsıra müjdeleyid olarak rüzgârları gönderendir" (Arat, 57) bu­yurmuştur. Çünkü yağmur da Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. Buna göre Allah Teâlâ, onların amellerini boşa çıkarmayacağı, sıkıntılarını hafifleteceği mana­sında olmak üzere, "re'fetini;" sonra da daha umûmi ve kapsamlı olsun diye rahmetini zikretmiştir. O'nun rahmeti sadece bu meseleyle ilgili olmayıp, re'-fet kelimesiyle ifâde edilen zararları da defedip, aynı zamanda faydaları celbedici olması bakımından da rahîmdir. [291]

 

İkinci Mesele      

 

Âlimler bu iki ismin, ayetin daha öncesi ile ilgisinin ne oiduâu hususunda bazı görüşler zikretmişlerdir:

1) Allah Teâlâ, onların namazlarını boşa çıkarmaya­cağını haber verdiği için, "Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" buyurmuştur. Allah ra'ûf ve rahim iken, onun namazları boşa çıkaracağı nasıl düşünülebilir.

2) O, ra'ûf ve rahîm olduğu için, sizi bir hükümden diğer bir hükme geçir­miştir. İşte bu sizin için hem dinî hem dünyevî bakımdan en faydalı ve uygun olanıdır..

3) Allah Teâlâ, "Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerin dışındakilere ağır gelir" buyurmuştur. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ancak ra'ûf ve rahîm olduğu için onların hidâyete erdirmiştir." [292]

 

Üçüncü Mesele     

 

Amr, Hamza, Kisâ! ve Asımdan rivayet eden Ebu Bekir kelimeyi, hemzeli olarak ve işbâ'sız, şeklinde, vezni üzerine okumuşlardır. Diğerkıraat imamları ise, vezninde, med ile, hemzeli ve işba'lı, şek­linde okumuşlardır. Bu kelimenin dört şekli vardır. Diğer ikisi, gibi, ve gibi şeklidir. [293]

 

Dördüncü Mesele             Başa Dön

 

Mutezile bu ayeti, Allah Tealanın ne küfrü ne fesadı yarttığına delil getirerek şöyle demiştir: Allah Teala, kendisinin insanlara karşı ra’uf ve rahim olduğunu bildirmiştir rahîm olmuş olması ya götüren küfrü teklif etmiş olursa böyl masının yanısıra ra'ûf nin nasıl olacağı d en iyisini bilir.

bu ayeti, Altah Teâlâ'nın ne küfrü ne fe-delil getirerek şöyle demiştir: Allah insanlara karşı ra'ûf ve rahîm ol-Bu sebeble onlara karşı da ra'ûf ve onları devamlı azaba ve ebedî ceza-ı onlara güçlerinin yetmeyeceği şeyi Çünkü Allah Teâlâ bu küfür zararına sok- masının O'nun ra'ûf ve rahîm olmaması halinin nasıl olacağı düşünülemezdi. bu husustaki izah, defalarca geçti. Allah en iyisini bilir. [294]

 

             Başa Dön

[1] Ibn Mâce. Zühd, 22 (2/1408).

[2] Müsned.1/165,167.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/321-324.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/324-326.

[5] Buhâri, İlim, 15.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/326-328.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/328-329.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/329-330.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/330-331.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/332-333

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/333-334.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/335-337.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/337.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/337-338.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/341.

[16] Asım kıraatine göre âyet, şeklinde okunur.

[17] Tirmizî, Kıyamet. 25 (4/638).

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/342-343.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/343.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/343-344.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/344-345.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/345-346.

[23] Müslim, Birr, 34 (4/1987); İbn Mâce, Zühd 9(3/1288).

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/346.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/346-347.

[26] Taberanî, (Kaşfu'l-Haîa. 2/324).

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/347-348.

[28] Buhâri'nin ilk hadisinden bir cümle.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/348-350.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/350.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/351.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/351.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/352.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/352.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/352-354.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/354.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/354.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/355-357.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/357.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/357-358.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/358.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/358.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/359.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/359.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/359-360.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/361-362.

[47] Müslim, Mesâcid. 208 (1/464).

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/362.

[49] Bu sözüyle Ebu Saîd (r.a) ayetin, bunlara da şğmit olan bir yönü olduğunu kasdetmiş olmaktadır ki sele­fin ıstılahında bu duruma cok rastlanır. Yoksa bu konuşmayı müteakip ayetin indiğini düşı'ınmemıliyız.

[50] Ebu Davud, Salat. 50 (1/54).

[51] Ebu Davud, Salat. 51 (1/155).

[52] Müslim, Taharet, 14 (1/219).

[53] Ebu Davud. Salât, 49 (1/154).

[54] Buna yakın bir hadis için bkz. Müslim, Mesacid, 24 (1/378).

[55] İbn Mâce. Mesâcid, 1 (1/243).

[56] Tirmizî, Tefsir, Tevbe, 18 (V/277).

[57] Ahmed ibn Hanbel. 11/293.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/362-368.

[59] Ebu Davud, Salât 12(1/122).

[60] Zaviye: Medine-i Münevvere yakınında bir yer adı (Taci'l-Arus, 10/166).

[61] Buhari, Salat, 64.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/369.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/369-370.

[63] Ibn Mâce. Mesâcid, 13 (1/253-254)

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/370.

[64] Buharı, Salat. 36.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/370.

[66] Tirmızi, Buyu, 75(3/611).

[67] Mûlâane, karısına zina isnadında bulunup, bu hususla dört şahid' olmayan kocanın doym söylediğine, kadının da kocasının yalan söylediğine dâir yemin edip. Allah'ın lanetinin yalancının üzerine olmasın? bed­dua etmeleridir.

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/370-372.

[69] İbn Mâce Edeb, 27 (2/1227).

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/372.

[71] islâmın başlangıcında mescidlerde sergi yoktu ve genellikle toprak üzerinde namaz kılınırdı.

[72] Buhârî, Salat. 37; Müslim, Mesâcid. 55-58 (1/390).

[73] Mescide tükürmemek şimdi bize tabu gelmektedir. Bu hadis-i şeriflerden ise, İslâmiyet'in insanların nasıl terbiye ettiğinin numunesini görüyor. ve bu sjrecin nasıl gerçekleştiğini anlayabiliyoruz. Geniş kitleleri ıslah etmek hiç de öyle kolay bir iş değildir. Sadece şuna bakalım: Mescide tükürmekten men eden İslam, yollara da tükürmeyi yasakladığı halde, mensuplarının mühimce bir kısmı on dört asırdan ben hâlâ buna alışamamıştır. Tükürmeyi önleme İslam terbiyesinin bin şubesinden biri sayılır. Camilerin abdest yerleriyle hergün binlerce insanın pisliğini, kirini giderip onları temizlemesi, camilere binlerce insan girip çıktığı hal­de işin hadisesi?, kirletmeksizin cereyan etmesi islam inkılabının. terbıye-İ nebeviyenin binlercesinden bi­ridir ki o olmasaydı hiçbir idare bunları gerçekleştiremezdi. O mürşidimize ebediyyen salatü selam olsun. Fen ve cemiyetleri tırnağını kesmekten, burnunu temizlemekten, taharetten, yatıp kalkmadan.ta örnek top­lum nizamı kurmaya ve cennete lâyık insan yetiştirmeye yönelen İslamın cihanşümul hidayeti, sen ne mü­bareksin! (Çev.)

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/372-373.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/374.

[75] Benzeri bir hadis için bkz. Ibn Mâce, Taharet, 78 (1/176).

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/374.

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/374-377.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/377-378.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/378-381.

[80] Müslim, Cenâiz, 66-67 (2/657); Tirmizi, Cenâiz. 48 (3/357); Müsned. 2/241.

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/381-383.

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/383.

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/383.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/384-386.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/386.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/386-390.

[87] Müslim, Müsafirin, 164-165 (1/520).

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/390-391.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/391.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/391.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/391.

[92] Mubdî ism-i fail olduğu halde, Bedî sıfat-ı müşebbehe vezinlerinden olması itibariyle sübul ve mübalağa mânası taşır. Mûfessır buna işaret ediyor.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/392.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/392.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/392-394.

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/394-395.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/395.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/395-396.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/396-398.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/399.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınlanı: 3/399-400.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/400-402.

[103] Ayette bahsedilen cehennemlikler, tutumları belirtilen yahudi ve hristiyanlardır. Ehl-i Fetret'ten olan ebeveyn-ı ResuMlah ve benzerlerinin bu siyakla ilgileri yoktur. Onların necatlarını alimler tartşmış b iirçok sûnnî alim ehl-i necat olacakları neticesine varmışlardır Müfessir Alûsî (rh.a) bu konuda es-Sehâvrnin şu hükmünü nakleder: "Benim inancıma göre, en iyisi, onların (ebeveynin) meselesine gir­memektir." Bunu naklettikten sonra kendisi de şöyle der: Benim inancıma göre ise, onlat, küfür zama­nında muvahhid olarak vefat etmişlerdir. Nitekim İmam Ebu Hanife'nin -şayet sahih ise- bu konudaki sö­zü de buna ha,T\tedi\w. Hatta neı deyse öVyelytörim ki onlar Aliyyü'l-Kari ve benzerlerinden daha etdaldirier" (Ruhu'l-Maanî Tefsiri, 1/371). Aliyyu'l-Karî ebeveyn konusunda bir risale telif ederek onların necat ehli olmadığını iddia etmesi sebebiyle çok tenkid edilmiştir (çev).

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/402-404.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/404-406.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/406.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/406.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/406-407.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/407.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/408.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/408-410.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/410.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/410.

[114] Beda: Daha sonraki gelişmeye göre, önceden verdiği hükmü bırakıp yeni bir görüş sahibi olmaktır.(Çev.)

[115] Doğrusu, burada gideremediğimiz bir muğlaklık vardır. (Çev)

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/410-414.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/414-416.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/416.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/416-419.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/419-420.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/420.

[122] Aynı manada daha uzun bir hadis için bkz: BuhaıT, Taksirü's-Satat. 17; Müslim, Salat, 81-84 (1/309).

[123] Bu ayetlerde ilah lâfzı muzaftır. İzafet ise kayıt nevilerinden biridir (Çav.).

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/420-422.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/422.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/422.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/422-423.

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/423.

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/423.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/423-424.

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/424.

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/424.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/424.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/424-425.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/425-426.

[136] Müsned, 1/129; Müslim, jmâre, 39 (3/1469); Nesâi, Bi'al, 34 (7/160).

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/426-428.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/428-429.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/429.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/429-432.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/332-333.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/333.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/434.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/434-435.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/435.

[146] Buharı, İlim, 37. (Aynı manada daha uzun bir hadis).

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/435-436.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/436-437.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/437.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/437-438.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/438-440.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/440-441.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/441-444.

[154] Tirmizi. Hac. 49 (3/226).

[155] Tirmizi. Hac. 49 (3, 226).

[156] İbn Mâce. Menâsik, 27 (2/982).

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/444-445.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/445-446.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/446.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/446-447.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/447-448.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/448.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/449.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/449.

[165] Burada ism-i failin, ism-i mef'ul manasına geldiğini söylemek istiyor çev.)

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/449-450.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/450.

[168] Nesai, Menâsik, 2/203.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/450-451.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/451-452.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/452.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/452.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/452-453.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/453.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/453-454.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/454.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/455.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/455.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/455-456.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/456.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/456-457.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/457.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/457.

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/458-462.

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/462-463.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/463-464.

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/464.

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/464-465.

[189] Müsned, 3/318, 366.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/465-466.

[191] Harekenin belli beiirsiz okunuşuna ihtilas denilip, t-urada harekenin üçde biri bırakılır, ikisi ise izâle edilir.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/466-467.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/467.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/467-469.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/469-471.

[196] Müsned, 5/262.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/471-472.

[198] Buharı. Ahzâb Sûresinin Tefsiri, (6/151).

[199] Ebû Davud, Tahare, 4 (1/3).

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/472-473.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/473-474.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/474-475.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/475-476.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/476-477.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/477-478.

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/478-479.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/479.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/479-481.

[209] Çok yakın bir hadis için bakınız: Müsned, 2/170.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/481-482.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/482.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/483.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/483-484.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/485.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/485.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/485-486.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/486-487.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/487-488.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/488-490.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/490.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/490.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/490.

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/491.

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/491.

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/492.

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/492.

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/492-496.

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/496.

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/496.

[230] Ebu Davud, İlim 1 (3/317)

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/496-497.

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/497.

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/497-499.

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/499.

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/500-501.

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/501.

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/501-502.

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/502-503.

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/504.

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/504-505.

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/505-506.

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/506.

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/507-508.

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/508-511.

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/511.

[246] Mâna bakımından lamamen farklı, hatta zıt muhtevası olmakla birlikte karşıdakinın kullandığı kelimeyi kullanmak suretiyle onunla bir benzerlik ortaya koymakır. Beliğ kelâmda bazan başvurulan bir üslûb olup Kur'an-t Kerim'de de müteaddit defalar kullanılmıştır. Mesela kâfirler ehl-i iman için tuzak kurar, Allah Teâlâ ise onların Uzaklarına kendilerim düşürür, boşa çıkarır; bu gerçeği ifâde için buyurur. Karşıdakini tehdit için Tijrkçede "Sen gül, ben de sana gülerim!" derken de muşakele yapmış oluruz. (Çev.)

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/511-514.

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/514.

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/515.

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/515.

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/515-516.

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/517.

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/517.

[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/518-519.

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/519-520.

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/521-524.

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/524.

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/524-525.

[259] Arap edebiyat tarihçileri, şairleri; Câhiliyyûn, Muhadremun İslâmiyyûn, Muvelledûn, Muhdesûn devre­lerine ayırırlar. İlk üç grubun şiirleri ile istişhad edilebileceğinde ittifak vardır. Takriben hicri üçüncü asırdan sonraki şairlere muhdesûn (yani, son şairler) denir. (Çev.)

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/525.

[261] Bu mesele bir yönü ila İlahî irade, bir yönü ile hüsün ve kubüh ile ilgili olup uzun süren bir konudur Ehl-ı Sünnet, Mu'tezile'ye aykırı olarak eşyada zatî olan hûsun ve kubühü (güzellik veya çirkinliği) red­dettiği, bunu Allah'ın emredip yasaklamasına bağladığı için, imam Eş'arî ile beraber Ehl-i Sünnet'in mühim bir kısmı, felsefi temel olarak hadd-i zatında bir sebep ve maksad arama fikrini reddetmişlerdir ki Râzî de onlardan biridir. Yoksa Cenâb-ı Hakk'a ait fiillerde -illet ve sebep değil de- hikmet aramak caizdir. Bunun vaki olduğunu, hükümlerin hikmetlerini gösteren yüzlerce ayet göstermektedir. Nitekim işi bu yönden ele alan İmam Mâturidî, bu işte, Eş'arî ile Mutezile arasında bir konumu benimseyerek Allah Teâlâ'nın tüllerinin hikmetlerle deveran ettiğini söylemiştir. Vallahu Teâlâ â'lem. (Çev.)

[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/526-528.

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/528-530.

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/531.

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/531-532.

[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/532.

[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/532-533.

[268] Hadis hakkında bakınız: Keşfu'l-Hafâ, 1/391.

[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/533-536.

[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/536-537.

[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/538-540.

[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/540-543.

[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/544.

[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/544.

[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/544-545.

[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/546.

[277] Müsned. 2/300, 509.

[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/546-548.

[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/548-549.

[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/549.

[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/549.

[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/549-550.

[283] ez-Zemafışeri, Esâsu'l-Belâğa, mad.

[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/550-552.

[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/552.

[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/552-554.

[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/554-555.

[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/555.

[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/555.

[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/555.

[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/555-556.

[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/556.

[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/556.

[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/557.