Sabnn Mahiyeti ve Önemi
Başa Dön
Sabrın Fazileti ve Değeri Hakkında Ayetler
Sabrın Değeri Hakkında Hadis-i Şerifler
Başa Dön
Sabır ve Şükürden Hangisinin Efdal Olduğu Hakkında
Ayet-i Kerimeden Alınacak Bazı Dersler
Başa Dön
Sahibimiz Allah'tır ve Ona Döneceğiz
Allah'tan Gelen Ve Kulların
Kesbinden Gelen Musibetler
Allah'a Teslimiyet Hakkında Hadisler
Allah'ın Kazasına (takdirine) Rıza Ne Demektir?
Başa Dön
Safa İle Merve'nin Mânâsı
Başa Dön
Hacc Kelimesinin Mânası:
Başa Dön
Tavaf Kelimesinin Manâsı
Başa Dön
Nafile Olarak Hayır İşleyen Kimse
Başa Dön
Esma-yı Hüsnadan Şâkir ve Alîmin Mânası
Başa Dön
Apaçık Delilleri ve Hidayeti Gizleyenlere Lanet
Ayetin Kimler Hakkında Nazil Olduğu
Hakkı Gizleme Mefhumundan Maksad
Başa Dön
Ayet İlim Öğretme İçin Ücret Almanın Doğru Olmadığına Delalet Eder
Başa Dön
Samimî Tevbenin Şartları
Başa Dön
Kâfir Olarak Ölenlere Ebedî Azab
Başa Dön
Allah'tan Başka İlâh Yok
Başa Dön
Vâhid Yani "Bir" Mefhumu Hakkında Felsefi İzah
Allah Teâlâ'mn Birliğinin Mahiyeti Hakkında
Başa Dön
Birliğin Mahiyetiyle İlgili Müşkillerin Cevabı
Başa Dön
Cümlesinin Tatil Ve Onda Tezahür Eden Mükemmel Tevhid
Başa Dön
"Hüve" Kelimesinin Manevi Sırları Hakkında İzahat
Başa Dön
Allah Teâlâ'nın En Şerefli İsmi: Hû (O) İsmidir
Başa Dön
Düşünenler İçin İbretler, Âyetler
Birinci Fasıl Feleklerin Tertibi Hakkındadır
Felekleri Bilme Hakkındadır
Başa Dön
Feleklerin Hareketlerinin Miktarları Hakkındadır
Başa Dön
Bu Durumlar İle Yaratıcının Varlığına Nasıl İstidlal Edileceği
Hakkındadır.
Başa Dön
Yeryüzünün Hallerinin İzahı Hakkındadır.
Başa Dön
Dünyanın Küre Şeklinde Olduğunun Delilleri
Başa Dön
Dünyanın Küre Şeklinde Olmadığını İleri Sürenler
Dünyanın Yaratıcıya Delâleti
Başa Dön
Gece-Gündüzün Nöbetleşe Ard Arda Gelmesi
Felek Kelimesinin Mânaları
Başa Dön
Denizdeki Gemiler Allah'ın Varlığını Nasıl Gösterir?
Başa Dön
Su Ve Yağmurun Allah'ı Göstermesi
Allah'ın Ölmüş Yeryüzünü Diriltmesi
Başa Dön
Her Çeşit Canlının Yeryüzüne Yayılması da Onu Gösterir
İnsanın, Yaradana Muhtaç Okluğunun Delili
Delillerin Yedinci Nev'i Rüzgârlar
Başa Dön
En Muhtaç Olunan Nimetin En Bol Yaratılması
Sekizinci Nevi Delil: Bulutlar
Başa Dön
"Düşünenler İçin Birçok Âyetler Vardır"
Dînî Nimet, Dünyevî Nimet
Başa Dön
Müşrik Allah'ı Sever mi?
Başa Dön
Kulun Allah'ı Sevmesinin Mahiyeti
Allah Teâlâya İştiyak Duymanın
Mânası
Başa Dön
Mü'minlerin Allah'ı Pek Çok Sevmeleri
"Zâlimler Azabı Gördükleri Zaman..."
Başa Dön
Müşriklerin Âhiretteki Halleri ve Pişmanlıkları
Teberrî (birbinden uzaklaşma) Hakkında Tefsir
Müşriklerin Aralarındaki Bağların Kopması
Başa Dön
Müşriklere Amellerinin Pişmanlıklar Halinde Gösterilmesi
Başa Dön
Ebediyyen Cehennemde Olanlar Kafirlerdir
Helâl Kelimesinin Mânası Baklanda Geniş Bilgi
Şeytanın İnsana Karşı Yedi Düşmanlığı
Allame Gazali (rh.a)
şöyle der: "Bil ki sabretmek, insanın özelliklerin dendir. Sabır, ne
hayvanlar ne de melekler hakkında düşünülemez. Hayvanlar hakkında
düşünülmemesine gelince, bu onların noksanlıklarından dolayıdır. Melekler
hakkında düşünülmemesine gelince, bu da onların kâmil ve mükemmel varlıklar
olmalarındandır.
Bunu şu şekilde de
açabiliriz: Hayvanlara şehvet musallat olmuştur. Ancak, onlarda bu şehvete karşı
koyacak akıl melekesi olmadığı için, bu kuvvetin, şehvetin muktezâstna karşı
koyması "sabır" diye adlandırılmaz...
Meleklere gelince,
onlar rablerinin huzurunda sırt şevk duymak ve bu huzura yakınlık derecesiyle
sevinmek için, diğer bütün şeylerden soyutlandıkları, onları bu huzur-u
İlâhî'den men edecek bir şehvet duygusu da musallat olmadığı için, onlar,
kendilerini zülcelal olan Allah'ın huzurundan men edecek şeylere başka bir
orduyla karşı koymaya gerek duymazlar.İnsana gelince o, çocukluğunun tam
başlangıcında, diğer canlılar gibi noksan olarak yaratılmıştır. O vakitler
onlarda, muhtaç oldukları beslenme ve gıda arzusundan başka bir şey
yaratılmamıştır. Daha sonraysa onlarda oynama arzusu belirir. Bunu izleyen
zamanlarda, onda evlenme arzusu görülür. Çünkü sabır, hedefleri başka olduğu
için, aralarında savaş patlak vermiş olan iki ordunun birbirlerine karşı
durmasından ibarettir.Bülûga ermiş olan kimseye gelince, onda, kendisini
dünyevî lezzetlere yöneltip âhiretten yüz çevirten bir şehvet ile, onu dünyadan
yüz çevirmeye ve devamlı olan manevî lezzetleri istemeye davet eden bir akıl
vardır. Akıl, bu dünyevî lezzetleri istemekle meşgul olmanın ebedî lezzetlere
ulaşmaya mani olduğunu bilince, onun çağrısı şehvetin davet ettiği işe engel
teşkil eder. İşte bu engel ve mâni olma da sabır diye adlandırılır.
Sonra bil ki sabır iki
kısımdır:
a) Bedenî
olan sabır. Meselâ, bedene güç şeyleri yüklemek ve bunlara katlanmak gibi. Bu
da, ya güç şeyleri yapmak gibi fiil ile olur veyahut da şiddetti dayağa ve
büvük bw acrça Katlanmak gibi, sıkıntılara göğüs germekle olur.Ruhanî, manevî
sabır... Bu da nefsi şehvet ve tabiatın iktizası olan ve arzu duyulan
şeylerden alıkoymaktır.Sonra bu manevî sabır, eğer mide ve fere şehvetine karşı
bir sabır olursa iffet diye adlandırılır. Eğer arzu olunmayan şeylere katlanmak
hususunda olursa, kendisine sabredilme ihtiyacı duyulan kötü şeylerin
değişmesiyle, insanlarca buna verilecek isim de farklı farklı olur.Eğer bu
sabır, bir musibete karşı otursa, "sabır" işte ancak buna denilir; feryadü figan etme ve sabırsızlık gösterme,
sızlanma ise cez' ve hel' denilen bir hal olup sabrın zıddıdır. Bu sabırsızlık
da, hevânın kişiyi sesini yükseltmeye, yüzünü gözünü döğmeye,üstünü başını
parçalamaya sevkettiği şeye denilir.Eğer bu ruhanî sabır zenginlik hususunda
olursa, kendine hakim olma diye isimlendirilir.Şımarıklık durumu bunun
zıddıdır.Eğer bu manevi sabır harb ve savaş hususunda olursa, buna Şecaat denilir
ki, bunun karşıtı korkaklıktır.Eğer sabır, öfke ve kızgınlığı bastırma, yenme
hususunda olursa, buna "hilm" denilir ki, bunun karşıtı da
hafifmeşrebliktir.Eğer bu sabır zamanın getirdiği musibetlerden can sıkıcı bir
musibete karşı olursa bu, kalb genişliği diye isimlendirilir. Ki gönül darlığı,
pişmanlık ve sıkıntı bunun karşıtıdır.Eğer bu sabır bir sözü gizleme hususunda
olursa, bu "kitmânu nefs" diye adlandırılır; bu kimseye de
"ketum" denilir.Eğer bu sabır çeşidi, bolluk içinde yaşamaya karşı
yapılırsa, buna "zühd" denilir; bunun zıddı da hırstır.Eğer bu sabır,
malın azlığına karşılık oluyorsa, kanaat diye isimlendirilir ki bunun zıddı
açgözlülüktür. Allah'u Teâlâ bütün bu kısımları bir araya getirerek hepsine
birden "sabr" adını vermiş ve, Yani "musibetlere sabredenler,
yani "fakirliğe sabredenler, "yani savaşa dayananlar"
buyurmuştur."İşte doğru olanlar bunlardır ve miittakilerin ta kendileri
bunlardır"(Bakara, 177). Kaffâl (rh.a),
"Sabır, İnsanın kötülüğün elemini hissetmemesi ve bunu çirkin
görmemesi şeklinde değildir. Çünkü bu, imkânsızdır. Sabır, ancak nefsi, feryâd
ü figânı ortaya koymamaya hamletmektir.Kişi hüznünü içine atıp, kendisini.onun
emarelerini dışarı vurmaktan alıkoyunca,her ne kadar o kimsenin gözünde yaş
belirip rengi değişse de, bu kimse sabretmiş olur.Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)
: ile 'Sabır, İlk çarpma esnasındadır "[1]buyurmuştur.Bu böyledir, çünkü başlangıçta kişiden,
kendisi sebebiyle sabredenlerden sayılamıyacağı bir hal zuhur edip, sonra da
sabrederse, bu teselli olmak diye isimlendirilir ki bu da mutlaka yaptlması
gereken bir husustur. Çünkü Hasan el Basrl, "İnsanlara, devamlı feryâdü
figan etmekle mükellef kılınmış olsalardı, buna güç yetiremezlerdi"
demiştir. Allah en iyi bilendir. [2]
Sabrın fazileti hususunda, Allah'u Teâlâ sabredenleri
birçok vasıflarla nitelemiş ve sabrı, Kur'an-ı Ke-rim'de yetmiş küsur yerde
zikretmiş, birçok hayrı da sabra bitiştirerek şöyle buyurmuştur:"Btz
onlardan, sabrettikleri zaman, emrimizle hidâyete ileten imamlar yaptık"
(Secde, 24); "Sabretmelerinden dolayı Rabbinİn en güzel kelimesi
İsraİloğullan hakkında tamamlanmıştır" (Araf, 137)"Muhakkak ki Allah
sabredenlere yaptıktan şeylerin en güzeliyîe mükâfaat verecektir" (Nahl,
96). "İşte bunlara mukâfaatlan, sabretmelerinden dolayı, iki defa verilecektir"
(Kassas, 64) ve, "Sabredenlere ecirleri, muhakkak ki hesapsız
verilecektir" (Zümer. 10).Sabır hariç, her taatın belirlenmiş bir
mükâfaatı vardır. Oruç, sabırda olduğu için Cenâb-ı Hak, "Oruçbenim
İçindir" buyurmuş, böylece orucu kendisine nisbet etmiştir. Allah
sabredenlerle beraber olduğunu vaadederek, "Sabrediniz, muhakkak ki Allah
sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 46) Yine Cenâb-ı Hak, yardımı
sabretmeye bağlayarak,''Evet, eğer siz sabreder ve A) size gelecek olurlarsa,
Allah size beşbin melekie yardım edecektir " (A.İmran 125)
buyurmuştur.Yine Allah, sabredenlere vermiş olduğu birçok şeyi, başkalarına
vermeyerek, onlara-Râblerinden mağfiretler ve rahmet vardır. Onlar, hidâyete
ermiş olanların ta kendileridir" (Bakara, 157) buyurmuştur. [3]
Bu husustaki haberlere
gelince, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sabır, imanın
yansıdır."[4]Bunun izahı şöyledir: İman, ancak söz amel ve inanç
hususunda uygun olmayan şeyleri terketmek ve uygun olanları yapmakla kemâle
erer. O halde, uygun olmayanları terketmeye devam etmek, sabırdır. Bu da,
imanın diğer yarısıdır. Bu izaha göre, imanın tamamının sabır olması gerekir.
Ne var ki uygun olmayanları terkedip uygun olanı yapmak, bazan şehvete muvafık
olur ki burada sabra ihtiyaç yoktur.Bazan da bu husus şehvete ters düşer ki, bu
durumda sabretmeye ihtiyaç hissedilir. İşte bu sebepten ötürü şüphesiz sabır,
imanın yarısı sayılmıştır.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)."Size verilen şeylerin en krymetlüerinden bazıları, yakîn ile
sabretmek azmidir. Kime bu ikisinden pay verilirse, o kimse (nafile olarak),
gece kılamadığı namaza ve gündüz tutamadığı oruca aldırmasın..."
buyurmuştur.Hz.Peygamber başka bir hadiste"İman, sabrın ta kendisidir"
buyurmuştur. Hz. Peygamberin bu ifâdesi O'nun; "Hacc, Arafat'tan
ibarettir"[5] sözüne benzer. [6]
Sabrın mı, yoksa
şükrün mü daha faziletli olduğu hususundadır. Atlame Gazali (r.h.a) şöyle
demiştir: Sabnn daha üstün olduğuna delâlet eden haberler daha kuvvetlidir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s): "Size verilen şeylerin en kıymetlilerinden
bazıları, yakın ile sabretmek azmidir. Kime bu ikisinden pay verilirse, o kimse
(nafile olarak) gece kılamadığı namaza ve gündüz tutamadığı oruca
aldırmasın" buyurmuştur. Yine O,"Allah 'm huzuruna, yeryüzünün en
çok şükreden kulu getirilir de, Allah ona, şükredentere vermiş olduğu mükâfaatı
verir. Sonra, yeryüzünün en çok sabreden kulu getirilirde onar "Şu
şükreden kimseye verdiğim mükâfaatı sana da vermemi ister misin?" denilir.
Kul bunun üzerine, "Evet Ya Rabbi" der. Bunun üzerine de Allah'u
Teâlâ "Andolsun ki sana nimetler verdim, sen de buna mukabil şükrettin.
Seni çeşitli belâlarla sınadım, dayandın. Andolsun ki ben de şimdi sana,
mükâfaatı kat kat vereceğim'' der. Böylece o kula, şük-redenlere verilen
mükâfaatin kat kat fazlası
verilir" buyurmuştur.Hz. Peygamber'in, "Yeyip de şükreden kimse oruç
tutup da sabreden kimse gibidir[7]sözüne gelince bu da sabrın üstün olduğuna delildir.
Çünkü bu ifâde, ancak mübalağa sadedinde zikredilmiş olan bir ifâdedir. Bu ise
ancak, müşebbehün bih,. müşebbehten derece bakımından daha üstün olduğu zaman
meydana gelir. Hz. Peygamber'in tıpkı, "İçki içen kimse, puta tapan kimse
gibidir"[8].Yine rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman,mülkünün
mertebesine göre peygamberlerden kırk yıl sonra cennete girecektir. Sahabe
içinde cennete en son girecek olan ise, zenginliğinden dolayı Abdullah İbn
Avf'tır. Haberde rivayet edildiğine göre, sabır kapısı hariç, bütün cennet
kapıları iki kanatlıdır. Sabır kapısının ise tek kanadı vardır.. Sabır
kapısından girenlerin ilki, çeşitli belâlara mübtelâ olanlardır ki, bunların da
önderi Hz. Eyyûb (a.s)'dur. [9]
Bu ayet, birçok hususa
delâlet etmektedir:
a) Bu
meşakkatlerin bir ceza kabul edilmemesi gerekir; çünkü Allah'u Teâlâ bu
belâları Hz. Peygamber ve O'nun ashabı gibi mü'minlere va'adetmiştir.
b) Bu
sıkıntılar sabtr ile beraber bulunduğunda, dinî bakımdan çok yüksek dereceler
ifâde ederler,
c)
Hastalıkları v.b. şeyleri başka sebeplere nisbet eden "Seneviyye"nin
ve bunları yıldızların uğur ve uğursuzluğuna veren müneccimlerin aksine, bütün
bunlar Allah'tandır.
d) Ayet gösteriyor ki insanı doyuran gıda
değildir, kandıran su değildir, aksine doyma ve kanma gibi neticeler, gıdayı ve
suyu sebep yapan Allah'ın yapmayı âdet ettiği bir nizam ile meydana gelir.Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu bütün bu işlerin Allah'a nisbeti hususunda sarîh bir
hüküm ifâde eder. "Allah'u Teâlâ sebepleri yarattığı zaman da, föjfelj
demesi doğru olur" diyen kimsenin görüşü ise, zayıftır.Çünkü ayete
bu şekilde mâna vermek mecazî bir ifâde otur. Halbuki, mecazi ifâdelere, hakiki
manâ imkânsız olduğunda başvurulur. [10]
"Ki onlara bir
musibet çattığı zaman, "sahibimiz Allah'tır, döneceğimiz yer de O'nun
huzurudur." derler. İşte onlara, Rablerinden mağfiretler ve rahmet vardır..
Ve onlar, hidayete erenlerin ta kendisidir"(Bakara, 156, 157).
Bil ki Allah'u Teâtâ,
huyurunca, bu ayette de insanın nasıl sabredeceğini ve bu müjdenin nasıl
olacağını beyan etmiştir. Bu ayet hakkında birkaç mesele vardır: [11]
Bil ki bu musibetler
bazan Allah tarafından, bazan da kul tarafından olur. Allah'tan olan korkuya
gelince bu, meselâ boğulmaktan, yangından, yıldırımdan, vb. şeylerden korkmak
gibidir.Kullardan olan korkuya gelince, bu Arapların Hz. Peygamber (s.a.s)'e
düşmanlık hususunda birleşmeleridir.Açlık, fakirlik sebebiyle olur. Fakirlik
bazan, Allah'ın insanların mallarını telef etmesi suretiyle, Allah'tan olur.
Bazan da, insanların insanları yenip mallarını telef etmeleri suretiyle, kul
tarafından meydana gelir. Allah tarafından malların noksanlaştırılması ise,
ancak mal ve mahsûllere zarar veren musibetler sebebiyle olur. Malların,
düşman tarafından noksanlaştırılması ise, insanların savaşla
meşguliyetlerinden dolayı topraklarını işleyememelerinden dolayı olur.Allah
tarafından canların noksanlaştırılması, O'nun insanları öldürmesi, kullar
tarafından noksanlaştırıİması da birbirlerini öldürmesi ile olur. [12]
Kâdî şöyle
demiştir:Allah'u Teâlâ bu musibeti ken- di nefsine nisbet etmemiş, tam aksine
umumî kılarak.buyurmuştur. Ayet-i kerimenin zahirine göre, âyetin muhtevasına,
Allah tarafından ve kul tarafından olan her türlü zarar girmektedir. Çünkü, her
iki durumda da, kula bir mükellefiyet tereddüp etmektedir. Eğer kul, bu
mükellefiyetten onun aksine olan bir şeye dönerse, o kimse onun edasını
terketmiş olur. Allah'u Teâlâ tarafından kula gelen musibetlerde bir hikmetin,
bir sevabın, bir adaletin, bir hayır ve maslahatın bulunduğuna inanmak gerekir.
Bu durumda yine kula vâcib olan, buna rıza göstererek feryâdü figânı
terketmektir. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın,"Sahibimiz Allah'dır"
kavlinin muhtevasına girer. Çünkü insanların Allah karşısındaki kulluklarını
ikrar etmelerinden, her şeyi O'na bırakmak ve insanları imtihan etmiş olduğu
şeylerde O'nun kazasına rıza gösterme yardır. Çünkü Allah'u Teâlâ, ancak hak
ile hükmeder. Nitekim O "Allah, hak ile hükmeder; onların Allah'tan başka
taptığı şeyler ise hiçbirşey ile hükmedemez" (Mü'min,20)buyurmuştur.
Kulun başına Allah'tan başkası tarafından bir musibet geldiğinde, kula düşen
mükellefiyet, intikam hususunda bu işi Allah'a havaie etmek, kinine ve öfkesine
hakim olmak, kininin tatmini için helâl olmayan bir yola başvurmamaktır. Bu da
yine Allah'ın, ifâdesinin muhtevasına girer. Çünkü Allah'ın emrinin dışına
çıkmaması, onu bu yola girmeye mecbûf etmiştir. Birincisi hususunda kul sanki
şöyle demiştir: "Biz Allah'a aidiz; O, hakkımızda dilediği şekilde
hareket eder!..."İkincisi hususundaysa kul'Biz, Allah'a aidiz; O, bizim
için dilediği biçimde intikam alır" der.Bazı rivayetlere göre Kisâî,
ifâdesinin lamında, "imâle" yapmıştır. Diğer kıraat imamları ise,
"tefhîm" (kalın okumak) yapmışlardır. Çok kullanıldığı ve bir de
kesre olduğu için, nın elifinde imâle yapmak caiz olmuştur. Böylece bu iki
kelime, adeta tek kelime gibi kabul edilmişlerdir.Ferrâ ve Klsaî, lâfza-i
celâlenin dışındaki kelimelerle geldiğinde, da "imâle"yapılmayacağını
söylemişlerdir. Bunun böyle olması gerekir; çünkü, harflerde ve o harflerin
hükmündeki kelimelerde aslolan "imâle" yapılmamasıdır. Bunun gibi,
de imâle yapmak caiz değildir.[13]
Allah Teâlâ'nın ayetinde bazı meseleler vardır:
Ebu Bekir el-Varrak
şöyle demiştir."Sahlbimiz Allah'dır" kısmı, bizim, Allah'ın mülkü
olduğumuzu itirafdır. "Döneceğimiz yer de Onun huzurudur" kısmı ise
Öleceğimizi ve fâni olduğumuzu ikrardır."Bil ki Allah'a dönmek ve mekana
veya cihete geçmek manasında değildir. Çünkü bu Allah hakkında muhaldir. Daha
doğrusu bundan murad, kulun, Allah'dan başka hiç kimsenin hüküm sahibi
olamayacağı bir yere varacağıdır. Bu da âhiret yurdudur. Çünkü o zamanda,
onlara hiçbir kimse ne bir fayda verebilecek, ne de bir zararı
savuşturabilecektir. Dünyada bulundukları müddet esnasında ise, zahire göre Allah'dan
başkaları onlara zarar ve fayda verebilir. İşte Cenâb-ı Hak bunu, kendisine
bir rücû (dönüş) olarak kebul etmiştir. Nitekim, "Melik'e ve devlete
dönülür, varılır" denilir. Bundan maksat,"ona intikal edilir,
gidilir" manası olmayıp, "onun kudretine başvurulur ve anlaşmazlık
ona götürülür" demektir. [14]
Bu ifade kulun,
öldükten sonra dirilmeyi kabul ettiğini Cenâb-ı Allah'ın sabredenleri hâk
ettikleri şekilde mükâfaatlandıracağını
ve katında İhsan sahibi (iyi) kimselerin ecrini zayi etmeyeceğini ikrar ve
itiraf ettiğine delâlet eder. [15]
Allah Teâlâ'mn, sözü
kulun o anda basma gelen bütün musibetlere razı olduğuna; sözü de kulun o anda,
ileride başına gelecek olan herşeye razı olduğuna, kendisinden sâdır olacak
fiile karşılık Allah'ın kendisini mükâfaatlandıracağına, bu nedenle başına
gelen musibetlerde işin neticesini Allah'a havale etmeye, O'nun kendisine
zulmedenlerden intikamını alacağına inandığına delâlet eder. Böylece O, Allah'ın
âhirette kendisine vaadettiği mükâfaattan razı olarak nefsini zelil kılar. [16]
Bu konudaki haberler
çoktur.
a) Hz.Peygamber(s.a.s)'den.
"Kim, bir musibet esnasında, (Sahibimiz Allah'tır döneceğimiz yer de
O'-nun huzurudur) derse, "istircâ " yaparsa, Allah onun musibetini
sarar, tedavi eder. O 'nun âkibetint güzel yaparak, ona kendisinden hoşnut
olacağı güzel bir bedel, bir halef verir."
b) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in kandilinin söndüğü, bunun üzerine "innâ lil-lahi ve
innâ ileyhi râciün" dediği, buna karşılık "bu bir musibet midir"
diye sorulduğunda, "Evet mü'mine eziyet veren, üzen herşey, onun için
musibettir. "fîI' [17]diye cevab verdiği rivayet edilmiştir.
c) Ümmü Seleme
(r.anha) şöyle demiştir: Ebu Seleme, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Basma bir belâ gelen
herhangi bir müs/û'man, "İnnalillahi ve inna ileyhi raciun" diyerek
Allah'm emrine sığınır ve "Ey Allah'ım, bu musibetin senden geldiğini biliyorum.
O halde ona karşılık bana mükâfaat ver ve ondan daha hayırlısını bana nasib
et" derse, Allah onu o belaya karşılık mükafaatlandmr ve ona daha
hayırlısını bedel olarak verir"[18] dediğini bana anlattı. Ümmü Seleme devamla, "Ebu
Seleme ölünce ben bu hadisi hatırladım ve istircâ'da bulundum (yani
"İnnalillahi ve innâ ileyhi raciûn" dedim). Daha sonra Cenâb-ı Hak
Ebu Seleme'nin yerine bana Hz. Peygamber'i (koca olarak) nasib etti"
demiştir.
d) İbn Abbas
şöyle demiştir: Allah, mü 'minler Allah'ın emrine teslim olup, ona yönelerek,
başına cjelen bir musibet esnasında istircâda bulunduğu zaman, kendisinin
onlara o mü'min için üç Özellik, yani Allah'dan mağfiret, rahmet ve hidayet
yolunu gerçekleştirme nimetlerini takdir ettiğini haber vermiştir.Hz. Ömer (r.a)'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şu iki denk ne güzeldir! Bunlar,
ayetindeki, ifâdeleridir. Ve bunlar
üstüne olan şu ilâve de ne güzeldir! Bu ilâve de Allah Teâlâ'nın, sözüdür. İbn
Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'ın takdir ettiği bir şey için, "Keşke
bu olmasaydı!" demektense gökten düşmem bana daha sevimlidir."Allah
Teâlâ'nın, ayetine gelince, bil ki
Allah'ın salâtı, medh-ü sena etmesi ve bir kimseyi yüceltmesi manasınadır.
Onun rahmeti ise önce dünyada, sonra da âhirette verdiği nimetleridir.Hak
Teâlâ'nın, ayetinin bazı değişik izahları vardır:
a) Onlar, sahibini bütün hayırlara ileten şu
yola hidayet edilmişlerdir.
b) Onlar,
cennete iletilmiş ve sevaba kavuşmuşlardır.
c) Onlar, kendilerine lâzım olan diğer şeylere
ulaşmışlardır.Bu hususta doğruya en yakın olan, va'ad-i İlâhi'ye dahil olan
şeydir. Ancak o zaman bu ifâdenin, üzerine affedilmesi doğru olur. Bu ise
ancak, ayetten murad, "Onlar sevab'a ve cennete ve cennete götüren yola
nail olmuşlardır" manası olursa böyle olabilir. Çünkü bütün bunlar
"ihtida" kelimesinin manasında vardır. Bununla beraber bu. ifâde ile,
"Onlar, Allah'ın âdabı ile edeblenmişler, kendilerine gerekli kılınan ve
emredilen şeylere tutunmuş kimselerdir" manasının murad edilmiş olması da
imkânsız değildir.Ebu Bekr er-Râzî, bu ayetin iki hüküm ihtiva ettiğini, bu
hükümlerden birisinin farz, diğerinin ise nafile olduğunu; farz olan hükmün,
Allah'ın emrine teslim olup, takdirine razı olmak, farz kıldığı şeyleri edâ
hususunda sabır göstermek ve dünya musibetlerinin o farzları edaya mânı
olmaması olduğunu; nafile olan hükmün ise (Sahibimiz Allah'tır ve döneceğimiz
yer de O'nun huzurudur) sözünü açıkça söylemede birçok faydalar bulunduğu için,
bu sözü açıkça söylemek olduğu; bu sözü duyduklarında başkalarının onunla
beraber aynı şekilde söylemeleri, kâfirlerin bundan dolayı öfkelenmeleri;
kâfirlerin, o kimsenin Allah'ın dini hususunda ne kadar ciddi ve gayretli
olduğunu, ve dini ile Allah'a itaatta sebatını bilmeleri gibi şeylerin bu
faydalar cümlesinden olduğunu söylemiştir.Davûd et-Tâî'nin şöyle dediği
nakledilir: "Dünyaya karşı zühd, orada kalmaktan hoşlanmamaktır.
Amellerin en üstünü de Allah'ın takdirine razı olmaktır. Hiçbir müslüman için
hüzünlenmek yakışık almaz. Çünkü o müslüman, herbir musibet için bir sevabın verileceğini
bilir." [19]
Bu ayetin tefsirini,
Allah'ın kazasına razı olmanın ne demek olduğunu açıklayarak bitirelim : Biz
deriz ki: Kul, Allah'ın kazasına razı olarak, iki şekilde sabreder:
a) Tasarruf
yoluyla,
b) Cezb yoluyla.Tasarruf yoluyla olan sabır, şu
şekillerde olur:
1) İnsanın
kalbi birşeye meyledip, gönlü ona yönelince o şey, bazı âfet ve belâların
kaynağı haline gelir. Bu durumda, kalb hâdiseler âleminden (maddi âlemden),
kutsi âlem tarafına döner. Çünkü Hz. Adem (a.s)'in kalbi cennete
bağlanınca, Allah Teâlâ cenneti ona bir imtihan vesilesi kılmıştır. Cennet
nimeti zail olunca, Hz. Adem (a.s), Allah'ın zikri ile başbaşa kalmıştır. Yine
Hz. Yakûb, Yûsuf (a.s)'a sevgisi
fazlalaşınca, Cenâb-ı Hak onların arasına ayrılığı sokmuştur. Böylece
Hz. Yakûb (a.s), Hakk'tn zikri ile başbaşa kalabilmiştir. Yine Hz. Muhammed
(s.a.s), Mekkelilerden maddi ve manevi yardımda bulunmaların* arzutayınca, onlar
herkesten çok ona düşman olmuşlardır. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber
(s.a.s): "Hiç bir peygamber benim çektiğim kadar eziyet çekmemiştir "
demiştir.
2) O şeyin
bir belâ sayıl maması, fakat kulun onu aradan kaldırmasıdır. Böylece ortada ne
bir belâ ne bir rahmet kalır. Bu durumda kul Allah'a yönelir.
3) Kul,
herhangi bir taraftan herhangi bir şey beklediğinde (umduğunda), Allah ona
vasıtasız olarak o beklediği yerden o hayrı ona verir. Böylece kul, utanır ve
Allah'ın rahmet kapısına yönelir.
Cezb yoluyla olan
sabır, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,'Hak cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin bütün ameline denk olur[20] hadisinde buyurduğu gibidir. Hakk'ın.kendisine
cezbettiği (çektiği) kimse, mağlûb olur. Çünkü Hak mağlüb değil, galibtir.
Rabbin sıfatı rubûbiyyet, kulun sıfatı İse ubudiyyet (kulluk) tur.
Rubûbiyyet ubûdiyyete
galibtir, bunun zıddı olamaz. Hakk'tn sıfatı hakikât, kulun sıfatt ise
mecazdır. Hakikat, mecaza galibtir. Bunun zıddı olamaz. Galib olan, mağlubu,
bulunduğu bir sıfattan ona yakışan başka bir sıfata çevirir. Kul, heybetti bir
hükümdarın huzuruna çıktığında, kendisini unutur; bütün kalbi, fikri ve hissi
ile ona yönelir, onunla meşgul olur, başkalarını gözü görmez. O halde gözü,
bütün başkalarının O'na nisbetle değersiz olduğu Hz. Sultan'a (Allah'a) dönen
kimsenin hali nasıl olur? Bu durumda kul o huzurda, kendi nefsinden, nefsinin
zevklerinden tamamen uzaklaşmış olur da, orada Hak Subhânehû ve Teâtâ'nın
kazasına,taat hususunda herhangi bir çekişme şüphesi kalmaksızın O'nun hükümlerine
razı olmuş olur. [21]
"Safa ve merve
Allah'ın nişânelerindendir. Kim deytullah'ı hacc ve umre niyetiyle ziyaret
ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde bir beis yoktur.Kim nafile olarak bir
hayır İşlerse, (bilsin ki) Allah şâkir ve alimdir"(Bakara, 158).
Bu ayetle ilgili bazı
meseleler vardır; Bil ki bu ayetin, makabli (öncesi) ile irtibatı birkaç
bakımdandır:
a) Allah
Teala, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ümmetine, Hz. İbrahim'in şeriat ve dinini
ihya ettirmek suretiyle nimetini tamamlamak için, kıbleyi Kabe tarafına
çevirdiğini beyân etmiştir. Nitekim Hz.Muhammed'e verdiği bu nimeti 'Sizin üzerinize olan nimetini tamamlamak
için.." (Bakara, 1505) ayetiyle beyan etmiştir.Safa ve Merve tepeleri
arasında sa'y etmek, Ka'be'nrn yapılması kıssasında da zikredildiği ve
Hz.Hacer'in bu iki dağ arasında sa'y ettiği (koşarak gidip geldiği)
belirtildiği gibi, Hz. İbrahim'in nişânelerindendir. Durum böyle olunca, Allah
Teâlâ buyurunca, bunun peşinden, bu ayeti getirmiştir. Allah bu ayette Safa
ile Merveyi Allah'ın nişanelerinden saymıştır. Çünkü bu iki tepe, Hacer ve
İsmail'in başlarına gelen belânın işaretlerindendir. Bundan dolayı alimler bu
ayeti, sıkıntılara sabreden kimselerin mutlaka en yüksek derecelere ve en yüce
makamlara erişeceğine delil getirmişlerdir.
c) Allah'ın,
kullarına yüklediği mükellefiyetler üç kısımdır:
1) Daha işin
başında güzel olduğuna (yerinde olduğuna) aklın karar veriği şeyler.Cenâb-ı
Hak bunu ilk önce "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; ve bana şükredin,
nankörlük etmeyin. " (Bakara, 152) ayetiyle belirtmiştir.Her akıllı insan
lütufta bulunmanın medh ve sena ile zikredilmesinin ve ona şükretmeye devam
edilmesinin aklen güzel sayılan bir şey olduğunu bilir.
2) Aklın
daha baştan kabîh (kötü) olduğuna karar verdiği, ne var ki, onu şeriat
getirdiği için iyi olduğu kabul edilen şeydir... Bu, meselâ acıların, fakrû
zaruretlerin, mihnet ve meşakkatlerin başa gelmesi gibi... Çünkü bütün
bunlar.aklen kötü gürülmüş gibidirler. Çünkü Altah Teâlâ bununla bir fayda elde
etmez; bilakis Kul bundan acı duyar. Böylece bu kötü görülmüş gibi olur. Fakat
şeriat onu getirip hikmetini açıklayınca -ki bu hikmet "Andolsun ki biz sizi
biraz korku, biraz açlık... ile imtihan edeceğiz" ayetinde ifâdesini bulduğu
gibi, bir iptilâ ve imtihandır- müslüman bunun güzel, hikmetli ve doğru
olduğuna inanır.
3} Ne hasen (güzel, yerinde) olduğuna ne de kabin
(yersiz, kötü) olduğuna akıl ile ulaşılamayan, aksine aklın hem faydadan hem
zarardan uzak abes (boş) gördüğü hükümlerdir. Mesela hacc menasikinden olan
Safa ile Merve arasında sa'y gibi.. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu kısmı
mükellefiyetin bütün kısımlarına dikkat çekmek, istifa ve istiksâ metoduyla
(tam ve tekmi olarak) hepsini hatırlatmak için, ilk İki kısmın peşinden getirmiştir.
Allah en iyisini bilendir. [22]
Bil ki Safa ve Merve,
belli iki tepenin Özel ismidir. Fakat alimler bu iki kelimenin hangi kökten
iştikak ettiği (türetildiği) konusunda epeyce konuşmuşlardır.Kaffâl (r.h.a.)
şöyle demiştir: "Safa kelimesinin müfred olduğunu ve kelimesinin şeklinde, kelimesinin şeklinde cemî oluşu
gibi, kelimesinin de ve şeklinde cemî
olduğu söylenmiştir.Râciz şöyle demiştir: Sırtına vuran sudan dolayı sanki
onun sırtı,dümdüz kayalar üzertndekikuşlann inip kalktığı yerler
gibidir," kelimesi bazan cemî manasına olur. Bunun müfredidür.Cerir şöyle
demiştir: "Düşman bizim kayalıklarımıza vurup dayandığı zaman, şunu iyice
bilsinler kif bizim sözlerimiz taşlardan bile serttir".Halil'in
kitabında: büyük pürüzsüz kaya parçası
manasınadır. A-raplar bir kaya parçasını nitelerken ve
kelimelerini kullanırlar. Bizzat o kayadan bahsettiklerinde ise derler.
Buna göre ve kelimeleri sanki aynı
manadadırlar. Müberred kendisine çamur
gibi şeyler bulaşmamış, veya toprak karışmamış her kayaya denir. Bu kelimenin
kökü ise, "saf olmak" manasına gelen
fiilidir." demiştir. (Merve) kelimesine gelince, bunun hakkında
Halil şöyle demiştir: "Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara
"Merve" denir." Başkaları da "O, küçük bir taş manasına
gelir. Cem-i kıliet olarak şeklinde,
Cem-i kesret olarak ise şeklinde cemilenir. Ebu Züeyb şöyle demiştir."Öyle
ki hadiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile her gün dövülen beyaz kara
parçası gibiyim."[23]
(şeâirillah) lâfzına geîince, bu "Allah'a
itaatin alâmetleri, nişaneleri" manasınadır. Allah'a itaatin nişanesi
kılınan her şey Allah'ın şeâi-rindendir. Nitekim Hak Teâlâ,kurbanlık develeri
de sizin için Allah in sedirinden kıldık'' (Hacc,36) yani "Allah'a
yaklaşma nişanesi ve alâmeti kıldı ve "Bu, böyledir. Kişinin
Allah'ınşeâtrinehürmetgöstermesi, kalblerin takvasın-dandır " (Hacc, 32)
buyurmuştur.Haccın nişaneleri (şeâiri) ise, hacc ahkâmının esaslarıdır. Meş'ar-i
Haram ve kurbanlıkk devenin bıçakla alâmetlendirilmesi bunlardandır. Böylece
bu, o devenin sahibinin ihrama girdiğinin, o deveyi Beytullah'a kurban edeceğinin
emaresi olur. Harpte kullanılan şeâir de bu manadadır. Bu şeâir, savaşan
tarafların birbirinden ayırdedilmesine yarayan alâmet (bayrak)tır. Bu kelime,
bildirme manasına olan (iş'ar) kökünden
alınmıştır. "Bildim" manasına
demen de bu köktendir. [24]
Biz, şeâiri, ibâdetler
veya haccın ahkamı manası- na hamlederiz. Veyahut da "ibadetlerin
yapıldığı yer ve ahkâmı" manasına alırız. Buna göre eğer biz birincisini
tercih edersek, ayette bir hazif söz konusu olur. Çünkü bu iki dağın bizzat
kendisi "din" ve "ahkâm" olarak nitelendirilemez. O halde
şeâirden maksad, "O ikisi arasında tavaf ve sa'y etmenin Allah'ın dininden
olduğu" dur.Eğer ikinci manayı tercih edersek sözün zahiri doğru olur.
Çünkü bu iki dağın ibâdet ve ahkâmın tahakkuk yeri olması mümkündür. Nasıl
böyle olmasın? Çünkü bu iki dağ arasında sa'y etmek Allah'ın şeâirinden, dininin
nişâ-nelerindendir. Allah Teâla bu sa'yi ümmet-i Muhammed için ve Hz. İbrahim
ümmeti için dinî bir hüküm kılmıştır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın
Hz.İbrahim'den"Bize, menâsiktmizi göster" (Bakara, 128) dediğini
naklettiği, menâsik (hacc ahkâmı)ndandtr.Sa'y, baştıbaşına bir ibâdet değildir.
O, haccın bir parçası olduğu zaman ancak ibâdet otur. İşte bu incelikten
dolayı, Hak Teâlâ, kendisinde sa'yin İbâdet olduğu yeri açıklayarak, umre
ntyettyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde bir beis yoktur "
buyurmuştur. [25]
Sa'yin dinî bir hüküm
kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hz. İsmail'in annesi Hâcer, hem
kendisinin hem de oğlu
İsmail'in susaması neticesi başı dara düştüğünde, Allah Teâlâ hem onun için hem
de yavrusu için yerden su kaynatarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece
mahlûkâtına, dünya yurdunda her nekadar Allah dostları çeşitli belâlarla
mübtelâ olsalar, kendisine yalvanp yakaran kimseleri genişliğe çıkarmasının
yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, kendisinden yardım isteyenlere yardım
eder. O halde, Hz. Hâcer ile İsmail'in hallerine bir bak, Allah onlara nasıl
yardım ve dualarını kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri
bütün mükelleflere kıyamete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin
olanların (iyi kullarının) mükâfaatlarını zâyî etmeyeceği bilinsin diye,
onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır. Bütün bunlar,
Cenab-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz açlık, biraz da mal,
can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan edeceğini, bütün bunlara
sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve saadete erişip en yüce maksadı elde
edeceklerini haber vermesinden dolayı bir gerçektir. [26]
Kaffal "hacc kelimesinin iştikakı (turedığı kok)
hususunda bazı görüşler zikretmiştir:
a)
Arapça'da, "birşeyin yanına çok gidip gelmek" manasınadır. Buna göre
hacc niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret eden kimsejlk önce onu tanımak için ona gelir, sonra
tavaf etmek için yine dönüp ona gelir, sonra Mina'ya gider. Sonra ziyaret
tavafı için yine Kâ'be'ye gelir. Sonra veda tavafı için yine ona geri gelir.
b) Kutrub, "hacc"ın tıraş olmak
manasına geldiğini, meselâ,
yaranın etraftm tıraş ettim" denir. Çünkü
o yaraya fitilin girebilmesi (tedavi edilebilmesi) için, etrafındaki saç ve kıl
tıraş edilir. Buna göre, ifâdesinin manası "Falan tıraş etti"
olur.Kaffâl, Cenâb-ı Hakk'ın, İnşaallah Mescid-i Haram a, saçlarınızı tamamen
kazımış veya kısaltmış olarak, emniyet içinde gireceksiniz" (Fetih, 27),
yzni "Haccedenler ve umre yapanlar olarak gireceksiniz" ayetinden
dolayı, bu mananın muhtemel olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Allah,
haccı "tıraş" ile ifâde etmiştir. Binaenaleyh bu manadan dolayı,
haccın, "hacc" diye isimlendirilmiş olmast pek uzak ihtimal değildir
c) Bazı
âlimler de "hacc" kelimesinin, "kastetmek, yönelmek" manasına
olduğunu söylemişlerdir. Mesela, niyet edilip kendisine yönelindiği zaman, bir
kimseye veya yere; denilir. "ana yol"
tabiri de bu manadandır. Buna göre Kâ'be, bu çeşit ibâdetler sebebiyle niyet
edilip ona doğru dönüldüğü İçin bu yönelişe "hacc" denmiştir. Kaffâl,
birinci görüşün doğruya daha yakın olduğunu söylemiştir. Çünkü Arapların, sözü,
kendisine çokça gidilip gelinen kimse hakkında kullanılır, ifâdesi de, çok gidilip gelinen yol
manasınadır. [27]
"Umre"
lâfzına gelince, dilciler, kelimesinin de kasd (niyet) etmek, ve ziyaret etmek
manalarına geldiğini söylemişler.A'şfi şöyle demiştir:"Onlara kendi
cemaatları ve, Teslisten ziyaretçi olarak gelen bir binici gelince, kalbleri
coştu ve sevindi."Kutrub da şöyle demiştir: "Abd-i Kays kabilesinin
dilinde "umre", mes-cid, havra ve kilise manasındadır."Kaffâl,
"Umre, kelimesinin, Kâ'be'ye nisbet edilerek kullanıldığında, ziyaret
manasına geldiğinde şüphe yoktur. Çünkü umre yapan kimse Kâ'be'yi, Safa ve
Merve'yi tavaf eder, sonra da bir ziyaretçi gibi döner" demiştir. [28]
f\£ lâfzı, Arapların
bir şeye birisi meylettiğinde söyledikleri, demelerinden alınmıştır. Nitekim
Hak Teâlâ,"Eğer
onlar barışa
yanaşırlarsa, sen de yanaş" (Enfai, 61) buyurmuştur. Gemi suda durup,
hareket etmediği zaman, denir. Birisi
birşeye kalbi ile temayül ettiği zaman, denilirolduğu için kaburgalara
da, denilmiştir.(Kuşun kanadı) tâbiri de
bu manadadır. Çünkü kanat kuşun bir tarafında meyilli olarak bulunur ve kuş,
kanadını dümdüz tutarak uçmaz. Böylece bu kelimenin aslının
"meyletmek" manasına olduğu ortaya çıkmış olur.Alimlerden bu mananın
Kur'an ıstılahında da aynı kaldığını söyleyenler vardır. Buna göre, Kur'an'ın
neresinde zikredilirse zikredilsin, nin manası "Hiç kimsenin o şeye,
birşey istemek için bir meyli yoktur" şeklindedir.
Bazıları da bunun,
sadece "bâtıla ve günah olan şeye meyletme" manasında olduğunu
söylemişlerdir. [29]
Cenâb-ı Hakk'ın, "O ikisini tavaf etmesinde"
buyruğundaki, kelimesinin aslı, dür.
"Te" harfi "Ti" harfine idğam edilmiştir. Nitekim, ve,
ayetlerindeki son kelimelerin aslı, ve,
dür. Aynı manada olmak üzere, ve
fiilleri de kullanılır. [30]
Allah Teâlâ'nın,
sözünün zahiri,"Ona günah yoktur" manasına gelir."Yapılmasında
günah yoktur" denilebilecek şeylerin içine, vâcib, mendûb ve mubah olan
fiiller girer. Sonra bu üç çeşitten her-biri, diğerinden bir başka kayıd ile
(delil-i munfasıl ile) ayrılır. O halde ayetin zahiri Safa ve Merve arasında
sa'y etmenin vacib olup olmadığını göstermez. Çünkü bu üç kısım arasında müşterek
noktaya delâlet eden lâfızda, kesinlikle bu kısımlardan birine bilhassa
delâlet eden bir şey bulunmaz. O halde Safa-Merve arasındaki sa'yin vacib olup
olmadığını anlamak için mutlaka başka bir delil gerekir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: Şafiî'ye göre sa'y etmek haccın bir rüknü (farzı) dır.
Yapılmadığı takdirde, kurban kesmek onun yerini tutmaz.Ebu Hanife (r.h.a)'ye
göre ise, bu haccın bir rüknü değildir ve kurban kesmek onun yerini tutar.İbn
Zübeyr, Mücâdid ve Atâ'dan rivayet edildiğine göre, sa'yi terkeden kimseye
hiçbirşey gerekmez.Şafiî (r.a) görüşüne şunları delil getirmiştir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'den, "Allah size sa'y etmeyi farz kılmıştır. O halde
sa'y ediniz" dediği rivayet edilmiştir. Buna göre, şayet "Bu hadisin
zahirî manasına göre amel edilmez. Çünkü hadisin zâhiri,sa'yin vâcib olmasını
gerektirir ki bu sa'y de koşar gibi yürümektir. Halbuki bu vâcib değildir"
denilirse, biz deriz ki: Sa'yİn koşar gibi yürümekten ibaret olduğunu kabul
etmiyoruz; çünkü Cenâb-ı Allah, "Allah'ın zikrine koşunuz" (Cuma,
9)buyurmuştur. Halbuki cumaya koşarak gitmek vâcib değildir. Yine Hak Teâlâ,
"İnsana, ancak say ettiği (yaptığı) şeyler vardır" (Necm, 30)
buyurmuştur. Bu ayetteki sa'yden maksad da koşma değil, maksad ve niyette ciddi
olup gayret göstermektir.Biz "sa'y" in koşma manasında olduğunu kabul
etsek bile, koşmak kendisi ile amel edilmesi terkedilen bir manayı ihtiva
eder. Bu mana terkedilince geriye sadece yürüme vâcib olarak kalır.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in sa'y ettiği, hacc esnasında Safâ'ya yaklaştığında,"Safâ
ve Merve Allah'ın şeâirinden (nişanelerinden) dir. Siz de Allah'ın önce
zikrettiği ile başlayın" dediği ve Safa tepesinden başlayarak, Kâ'be'yi
görünceye kadar onun tepesine çıktığı sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in sa'y
ettiği sabit olunca, âyet ve hadisten dolayı bizlerin de sa'y etmesi vacib
olur.Kur'an'dan buna delil, "O'na,
(Peygambere) uyun" (Araf.,158)(Al-i,İmran. 31); ve "Celâlim hakkı
içinAllah'ın resulünde size güzel bir numûne-t imtisal (tutunulacak örnek) var"
(Ahzâb, 21)
ayetleridir.Hadisten buna delil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hacc
menâsiktnizi benden alın, öğrenin" hadisidir. Emir, vücûb ifâde eder.
c) Sa'y
Harem'in bir parçasında, meşru kılınmış turlardır. Yahut da o tam bir ihram
içinde yapılan bir şeydir. Bu durumda, onun cinsi, ziyaret tavafı gibi, bir
rükün olur. Bundan, veda tavafının da rükün sayılması gerekmez. Çünkü bir cins
fiilin vâcib olduğunu söylemek, onu bir kere yapmanın vâcib olduğu manasına
gelir.
Ebu Hanife,
(radiyallahu anh), ise şu iki şeyi görüşüne delil getirmiştir:
a) Bu ayettir. O da Hak Teâiâ'nın, "O ikisini
tavaf etmesinden dolayı o kimseye günah yoktur" ifadesidir. Bu ifâde,
vâcib olan şeyler için kullanılmaz. Sonra Cenâb-ı Hak bu hususu aynı ayette,
"Kim nafile olarak bir hayır yaparsa..." buyruğu ile te'kid etmiş ve
bunun vacib değil, nafile olduğunu beyan etmiştir.
b) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hacc, Arafat' (da vakfe durmak)
tır"[31] hadisidir. Bu, "Kim Arafat'taki vakfeye
yetişirse, onun haccı tamam olur" demektir. Bu da her bakımdan tamam
oluşu gösterir. Bu hadis ile haccın bazı hususlarında amel edilmemiş, sadece
sa'y hususunda amel edilmiştir.
Ebu Hanife'nin birinci detiline, şu şeylerle cevap verilir:
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesinde sadece, "Onu yapan kimseye günah yoktur"
manasının bulunduğunu, bu mananın ise hem vacib hem de mendub ile mubah
arasında müşterek olduğunu beyân etmiştik. Bu ifâdede, sa'yin farz olmadığına
herhangi bir delil yoktur. Bunu Hak Teâiâ'nın,"Eğer korkarsanız, namazı kısaltmanızda,
size bir günah yoktur" (Nisa, 101) âyeti de ortaya koymaktadır. Halbuki
namazı kısaltmak Ebu Hanife'ye göre de, Allah Teâlâ bu hususta da "bir
günah yoktur" demesine rağmen, farzdır. Sa'yde de böyledir.
b) Safa ile
Merve tepelerinin tavaf edilmesinde günah olmadığı beyân edilmiştir. Safa İle
Merve arasında sa'y etmekten bahsedilmemiştir. Bize göre birincisi vâcib
değil, ancak ikincisi yani sa'y etmek vacibtir.
c) Ibn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Safa ve Merve tepelerinin üzerinde birer put vardı.
Cahiliyye Arapları onların
etrafında tavaf
ediyor, onlara ellerini yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman
olanlar, bu iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar.
Cenâb-ı Allah bunun üzerine bu ayeti vruiirdi."Bunu anladığın zaman, biz
deriz ki: Bu sa'yin mubah oluşu, tavaf esnasında o iki putun oralarda
bulunuşuna rağmendir; yoksa tavafın kendisinden dolayt değildir. Nitekim,
elbisede, size göre az bir pislik, bize göre ise pire kanı bulunsa, o kimseye
"Bununla namaz kılmanda bir günah yoktur" denilebilir, Bu durumda
günahın olmaması, pisliğin veya kanın bulunmasına rağmendir, yoksa kılınan
namazdan dolayı değildir.
d) Urve'den,
Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben: "Safa ile
Merve'yi tavaf etmemede bana bir günahın olmayacağı kanaatindeyim" dedim.
Bunun üzerine Hz. Aişe (r.anha): "Ne kötü bir söz söyledin. Eğer senin
dediğin gibi olsaydı, Cenâb-ı Hak, 'Onlan tavaf etmemede insana bir günah
yoktur" şeklinde söylerdi" demiştir. Urve bu rivayetin peşine, İbn-i
Abbas'tan yukarıda nakledilen iki putla ilgili hikayeyi anlatmıştır. Hz.
Aişe'nin tefsiri, tabiînin tefsirine tercih edilir.Eğer, Hanefiler, İbn Mes'ud,
ayeti şeklinde okumuştur.Aynı zamanda lafzın, tıpkı, Allah saparsınızdiye, yani
sapmayasmız dtyer (bunları) sizin için açıklıyor" (Nisa, 176); ve, Kıyamet
günü dersiniz diyeryani böyle demeyesiniz dtye" (Araf. 172)ayetlerinde
olduğu gibi bu manaya olması muhtemeldir" derlerse, biz de deriz ki:
Kur'an'tn şazz kıraatine itibar edilemez. Çünkü sazz kıraatin doğru olduğunu
söylemek, Kur'an'ın mütevatir oluşunu zedeler[32].
e) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ona günah yoktur" sözü, vacib i-çin kullanılamayacağı gibi,
mendub için de kullanılamaz. Halbuki sa'yin men-dûb olduğunda şüphe yoktur. O
halde ayetin zahirine göre amel edilmemiştir.Onların, "Kim de nafile olarak bir hayır
işlerse..." ayetine tutunmalan da zayıftır. Çünkü bu ayette bahsedilen
nafileden maksadın, bu ifâdenin önünde
zikredilmiş olan tavafın
olması gerekmez.Bundan başka bir
şey kastedilmiş olması da caizdir. Cenâb-ı Hak,"Orucu güç belâ tutabilen
kimselere, bir fakirin yemeği nisbetinde fidye gerekir" buyurmuş, bunun
peşisıra da,"Kim nafile bir hayır işlerse, o onun İçin daha hayırlı
olur" (Bakara. 184) buyurarak, oruç tutmaya güç yetiremeyenlere fidyeyi
vacib kılmış, sonra bu fidyeyi fazlasıyla nafile ibadet olarak vermeye onları
teşvik etmiştir. Buna göre bu ayetin manası, "Kim nafile olarak daha fazla
hayırda bulunur ve bir kişilik yiyecekten daha fazlasını fidye olarak verirse,
bu onun için daha iyi olur" şeklinde olur. İşte bu ayette olduğu gibi,
sa'y meselesinde de bu fazlalığın (nafilenin), başka bir ibadetle ilgisi
olması muhtemeldir ve bu, iki şekilde olabilir:
1) Bu
nafile, tavaftaki nafile (fazladan yapılan tavaflar) dır. Buna göre tavaf eden
farz olan tavaftan yani yedi tavaftan fazlasını, sekizincisini ve daha
fazlasını yapar.
2) Farz olan
hac ve umreden [33] sonra, ikinci kezhacc ve umre yaptp, böylece nafile
olarak Safa vs Merve'yi tavaf etmiş olur. Hanefilerin delil getirdikleri hadis
hususunda biz deriz ki: Bu hadis umûmîdir. Bizim delil getirdiğimiz hadis ise
hâsstır. Hâss olan delil, umûmî olan delilden önce nazarı itibara alınır. [34]
Allah Teâlâ'nın,
buyruğunda birkaç mesele vardır:
Hamza Asım ve Kisâî,
ayn harfini sakin kılarak, şeklinde olduğunu, mahreçlerinin yakınlığından
dolayı "te" harfinin "ti" harfine çevrilip birbirine idğam
edildiğini kabul ederek bu kelimeyi, şeklinde o-kumuşlardı. Bu kıraat daha
uygundur. Çünkü istikbâle âit olan şart ve ceza cümlelerinde, en güzel olanın
her ikisinin de muzari fiil ile ifâde edilmesidir. Gerçi ceza (yani cevab) da
mazi fiili muzârî fiil yerine koyarak,"Kim bana gelirse ona ikram ederim"
şeklinde denilebilir-se de, lâfzın manaya uygun olması daha güzel olur.Diğer
kıraat imamları bu kelimeyi, mazi olarak, vezninde, şeklinde okumuşlardır. Bu
kıraat iki değişik manaya gelebilir:
a) mahallen meczumdur.
b) kelimesinin başındaki, harfi, şart edatı değil, manasında ism-i mevsûldür. Bu durumda, mübteda, daha sonra gelip başında, bulunan
cümle ise mahallen merfûdur ve haberdir. Buna göre mânâ, mübteda haber
cümlesine verilecek manadır. Fakat bu j harfi, mevsûl ismin haberinin başına
veya nekire bir kelimeyi sıfat olarak almış kelimenin haberinin başına geldiği
zaman, birinci cümlenin hükmü vâcib olduğu için, ikinci cümlenin hükmünün de
vâcib olmasını gerektirir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Size gelen bir nimet,
mutlaka Allah'tandır" (Nahl, 53) ayetinde, U is'm-i mevsul olup
mübtedâdır, kısmı da fâ harfi ve devamıyla beraber onun haberidir.Bunun bir
benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleridir:Maliarımgece ve gündüz, gizli ve
aşikâr olarak infak edenler yok mu? Onlara ecirleri
verilecektir"(Bakara,274)."Gerçekte mümin erkeklerle mü'min
kadınları belâya uğratıp da sonra tevbe etmeyenler yok mu? Onlara cehennem
azabı vardır" (Burüc, 10)."Her kim tekrar yaparsa, Allah ondan
intikam alır " (Maide. 95); "Her kim kafir olursa, ben de onu azıcık
faideiendirtrim..." (Bakara, 126) "Her kim bir iyilik yaparsa, ona
onun on misli vardır" (Enam, 160) ve, "Dileyen iman etsin, dileyen de
küfretsin " (Kehf, 29)... Bu meseleyi biz, Allah nasîb ederse, Cenâb-ı
Hakk'tn, (Bakara, 274) ayetinde tekrar ele alacağız. [35]
Ebû Müslim
"tefe'âle" vezninde olan,
kelimesinin "ta'ât" kökünden olduğunu söylemiştir. Birisi,ister
isterse, desin farketmez..
Nitekim, denilir.
"Tefe'ale"vezninde, bir şeyi çok yapmak mânası vardır, kelimesi ise,
inkıyâd ve sana bizzat vacib olmadığı halde, nefsinin arzusuyla ve kendisine
istek duyduğun şeydir. [36]
Sa'yin farz olduğunu
söyleyenler, bu "nafileyi", vacib olan sa'yin mikdarına ziyâde edilen
sa'y olarak açıklamışlardır.Alimlerden bir kısmı da, bunu, vâcib olmayan ikinci
haccdaki sa'y ile açıklamışlardır.Hasan elBasrî de, bundan maksadın bütün
taatler olduğunu söylemiştir ki, bu daha uygundur; çünkü bu, lâfzın umumî
olmasına daha muvafıktır. [37]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Muhakkak ki Allah, şükredenlerin şükrünü kabul eden ve herşeyf hakkıyla
bilendir" ayetine gelince, bil ki, Arapça'da, kendisine yapılan ikramı izhâr eden,
gösterendir. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. Binaenaleyh Allah'ın
"şâkir" olması mecazîdir.. Bunun mecazi manası, "Allah sizin
taatlarınıza şükrederidir" şeklindedir. Taâta karşılık ve mukabelede
bulunmak, aşağıdaki sebeplerden dolayı, şükr diye isimlendirilmiştir:
1) Şükür
lâfzı, onlara ihsanda bulunma hususunda mübalağayı ifâde etmesi için, Allah'ın
kullarına lûtufta bulunması sadedinde zikredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Her kim ki Allah'a güzel..." (Bakara.245) buyurmuştur. Halbuki
Atlah'u Teâlâ, herhangi bir borç talebinde bulunmaz. Ne var ki O, insanları
borç vermeye davet etme hususunda nezaket göstererek böyle buyurmuştur. Böylece
sanki şöyle denmek istenmiştir: "Kim borç veren bir kimsenin yaptığı borç
verme işini yaparsa, verdiği şeyin kat kat fazlasını alır.."
2) Şükür, nimete bir mukabil veya o nimete bir
karşılık olunca, karşılık olan her şey, teşbih yoluyla, şükr diye
adlandırılmıştır.
3) Allah
sanki şöyle buyurmuştur: "Benim her ne kadar sizin taâtferinize ihtiyacım
yok ise de, ne var ki ben sizin o taatlerinize bir k4ymet veriyorum ki, şayet
benim onlardan faydalanmam doğru olsaydı, onun derecesi bundan daha fazla
olmazdı..." Özet olarak, Cenâb-ı Makk'ın maksadı, kulunun taâti-nin Allah
katında makbul olduğunu ve en yüksek derecede kabul gördüğünü beyan
etmektir.Hak Teâlâ'nın, (alîm) vasfına
gelince, bunun mânası, Allah'u Teâlâ'nın mükâfaatların tam miktarını bildiğini,
bu sebeple de hak edenin hakkını eksiltmediğini ifâde etmektir. Çünkü Allah'u
Teâlâ mükâfaatın mikdannı ve mükâfaata ne kadar fazlalık yaptığını bilendir. Bu
mâna Cenâb-ı Hakk'ın, (alîm)
sözünün, (şâkir) sözüyle bir
münasebeti olması için, söze en uygun düşen mânadır.
Yine mânanın,
"Allah'u Teâlâ kulun neler yaptığını,ibadet ve ihtâs hususunda kendi
hakkını yerine getirdiğini ve bu şekilde yapmış olduğu şeyleri de
bilendir" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu da, kulu kendisine vâcib olan
şeyleri şartlarına uygun yapmaya teşvik etmek ve aksini yapmaktan
sakındırmaktır. [38]
"Muhakkak ki,
indirmiş olduğumuz apaçık delilleri ve hidâyeti, onu Kitab'ta İnsanlara
açıklamamızdan sonra gizleyenler yok mu? İşte bunlara Allah lanet eder; bunlara
lanet edebüen herkes de lanet eder"(Bakara, 159)
Burada Birçok Mesele
Vardır:Cenâtn Hakk'ın, buyruğu hakkında
iki görüş bulunmaktadır:
1) Bunun
"müste'nef" bir kelâm olması ve, din hu-Nâzıi Okluğu susunda herhangi bir şeyi gizleyen herkese
şamil olmasıdır...
2) Umûm
yönünden ifâde, zahiri ne hamledilmez.. Sonra âlimlerden bir kısmı, bunun bilhassa yahudiler hakkında olduğunu
öne sürmüşlerdir.İbn Abbas şöyle demiştir: Ensardan bir grup, yahudilerden bir
topluluğa Tevrat'ta Hz. Peygamberin sıfatları ve bazı hükümler hususunda
sorduğu zaman, onlar bunu söylemeyip gizlemişler, bunun üzerine de bu ayet-i
kerime nazil olmuştur.Bunun, bütün ehl-i kitap, yani yahudî ve hristiyanlar
hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Bu görüş de, İbnu Abbas, Mücahid, Hasan
el- Basri, Ka-tâde, Rebî, Süddi ve Esamm'dan rivayet edilmiştir.Birinci görüş,
aşağıdaki sebeplerden dolayı doğruya daha yakındır:
a) Lâfız
umumîdir. Ayetin muayyen bir sebebe göre inmesi demek olan mevcut bir hadise,
usûl-î fıkıhta yer alan, "itibâr lâfzın umumîliğinedir, sebebin
hususîliğine değil" şeklindeki kaideye göre, hususîliği gerektirmez.
b) Yine
usûl-i fıkıhta bulunan kaideye göre, hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün
illeti olduğunu gösterir; bilhassa vasıf, hükme muvafık düşerse!.. Şüphe yok
ki dini gizlemeye uygun düşen ceza, Allah tarafından lanetlenmedir, buna
müstehak olmadır. Bu vasıf bu hükmün illeti olunca, vasıf umûm ifâde ettiği
için, şu hükmün de umûmî olması gerekir.
c) Sahabeden
bir grup insan, bu lâfzı umûma hamletmişlerdir.Hz. Aişe (r.anha)'nin ise şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Kim Hz. Muhammed'in vahye dair herhangi birşeyi
gizlediğini iddia ederse, muhakkak ki o Allah'a en büyük iftirayı atmış olur.
Halbuki Allah Teâlâ, 'Muhakkak ki bizim indirmiş olduğumuz apaçık delilleri ve
hidâyeti gizleyenler yok mu..."(Bakara, 159) buyurmuştur. Böylece ayet-i
kerime, umûma hamledilir.Ebu Hureyre, (r.a)'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Kendisi hakkında insanlar, "Ebû Hureyre ne çok hadis rivayet
ediyor" dedikten sonra, Ebu Hureyre, "Allah'ın kitabındaki iki ayet
olmasaydı, hiçbir söz söylemezdim" diyerek, ayetini okur.Âyetin hükmünü
ehl-i kitaba tahsis edenler şöyle demişlerdir: Gizlemek, onlar hakkında ancak
Hz. Muhammed'in peygamberliğinin meşruluğu hususunda olur. Kur'an'a gelince,
Kur'an mütevâtirdir. Binaenaleyh, O'nu gizlemek mümkün olamaz.Bizim delilimiz
de şudur: Kur'an'ın mütevâtir olmadan önce gizlenmesi mümkündür. Kur'an'daki
mücmel ayetlerin izahı tek bir kimsenin bilgisinde olunca, onun onu gizlemesi
mümkündür, Mükellefin muhtaç olduğu aklî deliller hususundaki söz de bunun
gibidir. [39]
Kadî şöyle demiştir:
Gizlemek, kendisine ihtiyaç duyulup, onu ortaya koyma vesilesi de bulunduğu hal
de, bir şeyi ortaya Koymayıp saklamaktır. Çünkü Maksad böyle olmadığı zaman o iş, ketmetme ve
gizlemek sayılmaz. Allah'u Teâlâ, dinî bakımdan en çok ihtiyaç duyulan apaçık
deliller ve hidâyet vesilelerini indirdiğinde, onu bilip de izhâr etmeyen
kimseyi, ketum olmakla nitelemiştir. Nitekim, içimizden bir kimse de.bir şeyi
ortaya koyup izhar etmeye çok kuvvetli sebepler bulunduğu halde, bu şeyi izhâr
etmezse, dünyevî hususlarda ketum olmakla nitelendirilir. İşte bu şekilde, sim
gizleyebilen kimseler de övülür. Çünkü saklamak, gizlemek nefse zor gelen
şeylerdendir. [40]
Bu ayet mükellefin muhtaç
olduğu dinî şeylerin giz- ienmesinin caiz olmadığını gösterir. Kim onu gizlerse,
günahı büyük olur. ayetin bir benzeri de Cenâb-t Hak'ın, "Hani Allah kitab
verilenlerden, onu insanlara açıklayıp gizlemeyeceklerine dâir misâk (ahd)
almıştı" (Al-i imran, 187) ayetidir.Şu ayet de bu iki ayete yakın
manadadır:
kitabı gizleyip, onu
az bir fiyata satanlar..." (Bakara, 174).İşte bütün bu ayetler, insanları
uyarmak ve onları Allah'ın ayetlerini gizlemekten men etmek için, dinî
ilimlerin açıklanmasının vâcib olduğunu gösterir.Dinî ilmi beyân etme
(açıklama) hususunda bu ayetin bir benzeri de, her-nekadar onda bir va'îd
zikredilmemişse de, şu ayettir:"Müslümanların her cemaatinden bir grup,
dinde derinleşmek ve kendilerine geri döndüklerinde sakınsınlar d/ye,
kavimlerini uyarmak için (sefere çıkmamalı) değil mi? (Tabii ki gerekir)"
(Tevbe, 122).
Haccac'ın Atâ'dan, Ata'nın da Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:gizlerse, kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak gelir. "[41]
Cenâb-ı Hakk'ın, "İndirmiş olduğumuz apaçık deliller...
" ifâdesinden murad, peygamberlere, aklî deliller dışında indirmiş olduğu
semavî kitaplardır. Mak Teâlâ'nın,
"ve hidayet" sözüne ise, aklî ve naklî deliller girmektedir. Çünkü
(Bakara, 2) ayetinin tefsirinde, hidayetin deliller manasına olduğunu ve bütün
delillere şamil olduğunu açıklamıştık. Eğer, "Cenâb-ı Hak, "Ve
hidayeti, onu insanlara açıklamamızdan sonra (gizleyenler)..." buyurup
birinci kısma dönmüştür" denilirse, biz deriz ki: Birinci kısım indirilen
ayetlerdir, ikinci kısım ise indirilen şeylerin verdiği faydalardır.Bil ki
Kitab (Kur'an), haberi vâhid, icmâ ve kıyasın şer'i bir hüccet olduğuna
delâlet ettiği için, bunlardan herhangi birinin delalet ettiği şeye, bu
bakımdan Kitab'ın kendisi de delâlet etmiş olur. Bundan dolayı o şeyi gizlemek
de adetâ bir âyeti gizlemek gibi olur. Böylece Cenâb-ı Hakkın nakli ve akli
delilleri gizlemeye büyük bir ceza tehdidinde bulunduğu ve her iki tür delili
gizlemeye de aynı tehdidi yönelttiği ortaya çıkmış olur. Bu sebeble denilebilir
ki, "Bu ayet, dinin temel kurallarını, ona ihtiyacı olan kimseye akli
delillerle açıklamaya muktedir olduğu halde bunu gizleyene veya, çok şiddetli
ihtiyaç olduğu halde şeriatın hükümlerinden herhangi birini gizleyene büyük bir
ceza olduğuna delâlet eder. [42]
Bu ilmi izhâr etme,
açıklama işi farz-ı kifâyedir,fa- kat bu farz-ı kifâye belli kimseler için
değildir. Çünkü bir kısım insanlar bu ilmi açıklayınca, bu ilim herkesin elde
edebileceği bir duruma gelmiş ve saklanmamış olur. İşte ilim gizlenilmediği
zaman, diğer insanların onu tekrar ortaya koymaları gerekmez. [43]
Bazıları, bu ayetleri,
haber-i vahidin kabul edileceğine delil getirerek söyle demişlerdir: "Bu
ayetler,bu hükümlerin izhâr edilmelerinin vâcib olduğuna delâlet etmektedir.
Şayet bu hükümlerle amel etmek vâcib olmasaydı, bunları izhâr etmek de vâcib
olmamdı." Bu husustaki izahı gelen, ''Ancak tevbe eden, ıslah-ı ne/s eden
ve (hakikati giziemeyip) iyice açıklayanlar müstesna./' (Bakara, ıeo)ayeti ile
tamamlanmaktadır. Burada, Allah Teâlâ, onların haber vermesi ile açıklamanın
yapıldığına hükmetmiştir.
Eğer, "Haber
verenlerin sayısının çoğalıp da haberin mütevatir olması için, herkesin
hakikati gizlemekten nehyolunup onu beyân etmekle emrolunmuş olması niçin caiz
değildir?" denilirse, deriz ki: Bu yanlıştır. Çünkü onlar, ancak hakikati
gizlemeleri caiz olan kimselerden oldukları taktirde hakikati gizlemekten
nehyolunmuşlardır. Hakikati gizleme hususunda anlaşabilecek kimselerin, haber
uydurma ve iftirada bulunma hususunda da anlaşmaları mümkündür. Bu sebeple
onların verdiği haber, zarurî (kesin) bir ilim ifâde etmez. [44]
Bazı zatlar bu ayet-i
kerimeyi, ilim öğretmeye karşılık bir ücret almanın caiz olmayacağına delil
getirmişlerdir. Çünkü ayet-i kerime bu öğretme işinin Doğru Olmadığına Delâlet
Eder vâcib olduğuna delâlet ettiği için,
buna mukabil alınan ücret, vacibi edâ etmeye mukabil ücret alma gibi olur. Bu
ise caiz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti yine bu hususa delâlet etmektedir:
Allahın indirdiği kitabı gizleyenler ve onu az bir değer karşılığı
satanlar,.." (Bakara, 174). Bu ayetin zahiri, ilmi hem açıklamaya hem de
gizlemeye mukabil bir ücret almanın yasaklandığını gösterir. Çünkü "Onu az
bir değer karşılığı satanlar "ayeti, her yönden, öğretme işine mukabil bir
ücret almayı yasaklar.Allah Teâlâ'nın,"Onu kitapta İnsanlara
açıklamamızdan sonra..." sözünden maksadın, Tevrat ve İncil'deki, Hz.
Mu-hammed (s.a.s)'in sıfatları ve diğer hükümler olduğu; ve yine âyette ilk
indirildiği beyan edilen şey ile, daha önceki peygamberlerin kitabiannda
bulunan hükümleri, ikinci kısım ile de Kur'an'da bulunan hükümlerin murad
edildiği söylenmiştir. [45]
Allah Teâlâ'nın,"İşte
bunlara Allah lanet eder" buyruğuna gelince, "lanet" dilin
aslında "uzaklaştırma" manasındadır. Şeriat örfünde ise sevabtan
uzaklaştırmaktır. "Lanet edebilen herkes de bunlara linet ederler"
ayetine gelince, "lanet ediciler"in, lanetinin bir tesiri olan
kimselere ham (edilmesi gerekir. Âlimler, meleklerin, peygamberlerin ve salih
kimselerin böyle olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu nedenle onlar
muhakkak ki bu umûmi ifâdeye dahildirler.
Bunu şu ayet de te'kid
etmektedir:"İnkâr edip de kâfir olarak ölenler (yok mu?) İşte Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onlar üzerinedir " (Bakara,
i6i).Âlimler, başka izahlar da yapmışlardır:
1) Lanet
ediciler, yeryüzündeki bütün canlılar ve haşerâttır. Çünkü onlar şöyle derler:
"İnsanoğlunun günahları yüzünden bize yağmur yağdırılmadı." Bu görüş
Mücahid ve İkrime'den rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hak, ayette, buyurmuş, fakat haserât ve diğer canlıları
ifâde edecek şekilde, denilmemiştir.
Çünkü, Güneş ve ayır bana secde ederken gördüm" (Yusuf,4) "Eş
karıncalar, yuvalarınıza giriniz " (Neml,18)"Onlar dertlerine,
"Niçin Azim aleyhimize şahtdlik ettiniz" dediler" (derler)"
(Fussilet, 21) ve, "Hepsi bir yörüngede yüzerler" (Yasin, 40)
ayetlerinde olduğu gibi, cansız varlıkları ve hayvanları, akıl sahibi varlıklar
için kullanılacak sıfatlarla nitelemiş, akıt sahibi varlıklar için kullanılan
cemî sîgalan ile cemt yapmıştır.
2) Lanet
edenler insanlar ve cinler dışındaki herşeydir. Eğer, "Hayvanların ve
cansızların lanet etmesi nasıl doğru olur?" denirse, biz de deriz ki:
"Bu iki şekilde olur:
a) Bu,
mübalağa yoluyladır. Yani, "şayet onlar akıllı olsalardı, onlar bile
kâfirlere lanet ederlerdi" demektir.
b) Bu lanet, o hayvanlar ve cansızlar âhirette tekrar
diriltilip, akıllı varlıklar haline getirildikleri vakit olacaktır. Onlar,
dünyada bu işi yapan ve bu iş üzre ölen kimselere lanet edeceklerdir.
3) Cehennemdekiler
de, kendilerinden dini gizledikleri için, onlara lanet edecektir. Buna göre bu
ifâde, umûm ifâde etmektedir.
4) İbn Mesûd
(r.a) söyle demiştir: Lânetleşen iki kimse birbiriyle lânetleş-tiğinde,
lanet,müstehak olana isabet eder. Eğer laneti hakeden bulunmazsa, bu lanet,
Allah'ın indirdiğini gizleyen yahudîlere döner..
5) İbn
Abbas'dan, onlar hakkında iki çeşit lanetin bulunduğu; birisi Allah'ın laneti,
diğeri ise mahlûkâtın laneti olduğu rivayet edilmiştir. İbn Abbas, sözüne
devamla şöyle dimiştir: "Bu, kişi kabrine konulup, "Dinin nedir, Peygamberin
kimdir ve Rabbin kimdir?" diye
sorulup da kulun da "Ben bilmiyorum" dediği zaman; bunun üzerine de,
insanlar ve cinlerin haricinde, herşeyin duyacağı bir biçimde dövüldüğü ve
sesini duyanherkesin ona lanet ettiği zaman meydana gelir." Melek ona o
zaman şöyle der: "Ne bildin, ne de haber verdin! Sen, dünyada da
böyleydin!"
6) Ebu
Müslim, lanet edenlerin Allah'a iman
eden kimseler olduğunu, söylemiştir. İman edenlerin lanetinin manası ise, lanet
edilen kimseyi Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmak, ona buğzedip ondan uzak
durarak, ona muhalefet edip onunla mücadele etmektir.Kadî şöyle demiştir:
Ayet, bildiği şeyi gizlemenin büyük günaYılaröan olduğunu gösterir. Çünkü
Allah'u Teâlâ böyle kimseye laneti vâcib kılmıştır. Yine ayet, peygamberlerden
hiçbirisinin üstlenmiş olduğu risalet görevinden hiçbir şeyi gizlememiş
olduklarına delâlet eder. Aksi halde, bu kimse de ayetin hükmüne girmiş
olurdu. [46]
"Tevbe eden,
hallerini düzelten ve beyan edenler hariç.. İşte ben onların tevbesint kabul
ederim.. Ben, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olanım "(Bakara.
160).
Allah'u Teâlâ,
indirdiğini gizleyenler hakkında büyük bir tehdit olduğunu beyan edince, bu
tehdidin onlara her durumda isabet edeceğini düşünmek uygun olmuştur. İşte
bunun üzerine Allah'u Teâlâ, tevbe ettiklerinde, tehdit edilen kimselerin
hükmüne dahil oldukları halde, hükümlerinin değişebileceğini beyan etmiştir.
Biz tevbenin, başka bir maksattan ötürü değil, çirkin bir fiilden dolayı
pişmanlık duymaktan ibaret olduğunu açıklamıştık.Çünkü emâneti yerine
vermeyen, sonra da insanlar kendisine kızar veya hâkim şehadeti-ni reddeder
düşüncesiyle yaptığına pişman olursa, o kimse bu durumda tevbe etmiş olmaz.
Yine böylece, şehâdeti kabul edilsin veya öğülsün diye hertürlü emâneti yerine
getirmeye ve her türlü vacibi edâ etmeye karar verse yine tevbe etmiş olmaz..
İşte tevbedeki İhlasın mânası budur..Daha sonra Cenâb-ı Hak, kişiye, tevbesini
müteakip, bozduğu şeyi Islâh etmesinin gerekli olduğunu beyan etmiştir. Meselâ
bir kimsenin kalbine ve kafasına şüpheler atarak, onun dinini bozctn kimsenin,
o şüpheleri ortadan kaldırması gerekir.Daha sonra Cenâb-ı Hak üçüncü kez,
gizleme işinin zıddı olan beyân etme işini o kimsenin yapmasının vâcib
olduğunu belirtmiştir. Ki bu da, O'nun, lj5j ifâdesinden elde edilen bir
hükümdür.. Böylece bu ayet, tevbenin ancak caiz olmayan her türlü şeyi terketmek
ve caiz olan her şeyi yapmakla meydana geleceğine delâlet eder.Mu'tezile şöyle
demiştir: Ayet, bazı günahları ısrarla işlerken, bazı günahlardan tevbe
etmenin doğru olmayacağına delâlet eder. Çünkü Hak Teâlâ'nın, ( = hallerini düzelten..) ifâdesi, bütün
günahlar hakkında umumî bir lâfızdır.Buna şu şekilde cevap veririz: Mutlak
lâfzın manasının doğruluğunun tahakkuk edebilmesi için, bu mutlak lâfzın
kapsadığı fertlerden birinin bulunmuş olması kâfidir... Âlimlerimiz şöyle
demiştir: Bu ayet, tevbenin kabul edilmesinin, aklen vâcib olmadığına delâlet
eder. Çünkü Allah'u Teâlâ bunu, kendisini medh ve övgü sadedinde zikretmiştir.
Eğer tevbeleri kabul etmek Allah'a vacib olsaydı, bu övgü yerinde ve uygun
olmazdı.Ayetteki,ifâdesinin mânası "onların tevbelerini kabul ederim"
demektir. Tevbenin kabul edilmesi ise, kendisinden tevbe edilen suçtan dolayı
bir cezanın bulunmamasını ifâde eder. Buna göre şayetin manasının, nitekim
"taâtları kabul hususunda" dediğiniz gibi, Cenâtn Hakk'ın
"mükâfaat ve sevâb verme manasında" tevbeyi kabul etmek olduğunu
söylemeli değil miydiniz?" denilirse, biz deriz ki, taâtı kabul etmek,
sevaba hak kazanma, müstehak olma mânasını ifâde eder. Çünkü, bu taât
sebebiyle, bir başkası bu mükâfaata müstehak olamaz.. Zaten bu taâtı yapmaktan
maksat da, sevâb elde etmektir. Halbuki tevbe böyle değildir. Çünkü
tevbe,azabı düşürmek için konulmuştur. Her ne kadar, hata yapmayan kimsenin
tevbesine karşılık sevaba müstehak olması gerekirse de, tevbe etmenin maksadı,
işte budur. Cenâb-ı Hakk'ın, kavlinin
mânası, "Her tevbe edenin tevbesini kabul ederim" demektir.Tevvâb
kelimesi bu konuda, mübalağa ifâde eder. Cenâb-ı Hakk'ın, bu buyruğu peşinden,
(Rahîm) kelimesini getirmesinin mânası, O'nun mükellef kullarına rahmet
edeceğine, onların çok büyük kusurlarının olmasından sonra bile, onların
tevbelerini kabul edeceğine dikkat çekmek içindir. [47]
"Gerçekte
küfredip de, kâfir oldukları halde Ölenler yok mu? İşte, Allah'ın, meleklerin
ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Onlar, o ateşte ebedi
kalıcıdırlar. Onların, ne gördükleri azâb hafifletilir, ne de onlara
mühlet
verilir"(Bakara, 161-162).
Bilmek gerekir ki, bu
ayet hakkında birkaç mesele vardır: [48]
Hak Teâtâ'nın yetinin zahiri böyle olan herkese şamildir.
Bunun, böyle olanlardan bir kısmına tahsis edilmesinin mânası yoktur. Ebu
Müslim şöyle demiştir. "Bu âyeti daha önce zikredilen kimselere, yani
ayetleri ketm eden, gizleyen kimselere hamletmek gerekir."O, bu görüşünü
şu şekilde açıklamıştır "Allah'u Teâlâ, ayetlerini gizleyen kimselerin durumunu
açıklayıp, daha sonra da onlardan tevbe edenlerin durumunu beyân ettikten
sonra, böylesi kimselerden tevbesiz olarak ölenlerin durumunu zikretmiştir.Yine
Allah'u Teâlâ, ayetleri ketm eden kimselerin bu dünya hayatında yaşarlarken
"mel'ûn" olduklarını zikrettiği için, bu ayette onların öldükten
sonra da "mel'ûn" olduklarını beyan etmiştir."Ebû Müslim'in bu
görüşüne şu şekilde cevap verilir: Bu ancak, tevbesiz olarak ölen kimseler
birinci ayetin muhtevasına girmediği zaman doğru olur. Ama bunlar, birinci
ayetin muhtevasına dahil oldukları zaman, onları tekrar zikretmeye gerek
kalmaz. Bu sebeple de sözü (ayeti), yeni bir işe hamletmek gerekir. [49]
Ayeti kerimede bir
insan küfür üzere öldüğü zaman,herhangi bir şarta bağlanmaksızın ona, ilahi
tehdit gerekli olur. Şart bulunmadığı zaman şarta bağlı olan şey de
bulunmayacağı için, biz ölmezden önce kâfir kimsenin tevbe etmesi durumunda,
durumunun böyle olmayacağını anlamış olduk. [50]
Eğer, "Kendi
dindaşları ona lanet etmediği halde, nasıl bütün insanlar ona lanet
ediyor?" denilirse, biz de buna şu şekilde cevap veririz:
a) Onun
dininde olanlar, ona lanet ederler.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sonra kıyamet
gününde siz birbirinizi İnkâr eder ve birbirinize lanet edersiniz"
(Ankebût, 25) buyurmuştur.
b) Katflde
ve Rebî, Cenâb-ı Hakk'ın, "bütün insanlar" sözüyle mü'min-leri
kastettiğini, sanki onlardan başkasına itibar etmediğini ve sadece mü'min-lerin
insan olduğuna hükmettiğini söylemişlerdir.
c) Herkes
cahil ve zâlime lanet eder. Çünkü cahilliğin ve zulmün kötü olduğu (kabih
olduğu) akıllarda yerleşmiştir. İnsan kendisinin de böyle olduğu-
nu bilmese bile,
kendisi haddi zatında câhil veya zâlim olduğu zaman, câhile ve zâlime laneti
kendisine de şamit olur. Bu görüş Süddîye aittir.
d) Lanetin
yapılması, lanete müstehak olma manasına hamledilebilir. Bu durumda ayet umûm
ifâde eder.
[51]
Ebu Bekr er-Râzî şöyle
demiştir: "Ayette, müslümantarın kâfir olarak ölen kimseye lanet
edebilecekleri, her nekadar kâfirden ölümü ile mükellefiyetleri
kalksa bile ondan
lanetin sakıt olmayacağı ve lanetten kurtulamayacağı hükmüne delâlet vardır.
Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Ve bütün insanlar" ifâdesi, o kâfirin
ölümünden sonra, ona lanet etmemiz manasını ifâde eder.
Bu âyet bir kâfir
delirdiği zaman, delirmesinden dolayı mükellefiyetinin düşmesinin, ona laneti
düşürmediğini ve onun o lanetten kurtulamayacağını gösterir. İmân ve iyi hal
gibi övgüyü ve dostluğu gerektiren diğer şeyler hususunda da bu böyledir.
Çünkü böyle olan kimsenin ölümü veya delirmesi, bunlardan önceki durumunun
hükmünü değiştirmez." [52]
Muvâfât görüşünde olan
(insanı son nefesindeki durumuna göre değerlendiren) kimseler, bu ayeti görüşlerine
delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ kâfire lanet etmeyi, onun
küfür üzere ölmesi şartına bağlamıştır. Buna göre eğer o kâfir, ölümünden önce
lanete müstehak olsaydı, bu şarta bağlanması doğru olmazdı. Binaenaleyh insan
ancak küfür üzere ölürse lanete müstehak olur. İman da böyledir. Kişi ancak
imanlı öldüğü zaman medhe müstehak olur."
Bunların görüşüne
şöyle cevap verilir: Küfür üzere ölen kimselere teret-tüb eden hüküm, bir çok
şeyi ihtiva eder. Meselâ onun ölmesi halinde lanet edilmesi, cehennemde ebedî
kalacak olması bunlardandır. Bize göre bunların hepsine birden
"lanet" denir. O halde daha niçin o kimse hakkında ancak lanet olur
diyorsunuz?
[53]
"Küfr"
kelimesinin de şeriatın kullandığı ıstılahlardan olduğunu ve lüğav asıl manası
üzere kaldığını söyleyen Mu'tezile bu görüşlerine, "Onlar, kâfirler
oldukları halde ölenler..." ayetini delil getirmişlerdir. Halbuki Hak
Teala, o kâfirleri öiüm esnasında "kâfirler" diye nitelemiştir,
Örtmek ve gizlemek manasına olan küfrün, ölüm esnasında onlarda kalmadığı
malumdur. Çünkü hakikati örtmek, ancak diri ve akli başında olan kimseler hakkında
sözkonusudur. [54]
Ayet, te'kîde rağmen
umûmî bir ifâdenin tahsis edilebileceğinı gösterir. Çünkü Allah Teâiâ'nın Ve
bütün insanlar" ifâdesi, "Ayetteki nâs'tan murad, insanların hepsi
değil uır kısmıdır " diyenlerin görüşüne göre (nâs) kelimesi tahsis
edilmiştir.
[55]
Allah Teâiâ'nın,
"Orada ebedi kalıcılar oldukları halde.." buyruğu ile ilgili birkaç
mesele vardır: [56]
Mulûd, uzun müddet
kalış manasınadır. Bir insan bir şeye iyice yapışıp, ona meylettiği zaman
söylenen ifadesi de bu köktendir. [57]
Allah Teâlâ'nın
ifâdesindeki âmil zarfıdır. Çünkü bu zarfta, lanet için istikrar manası vardır.
kelimesi, buna göre, deki zamirinden
hâldir. Bu, tıpkı senin Onların, zelil oldukları halde, mallan vardır"
demen gibidir. [58]
daki zamiri, lanete
râcîdir. Bu zamirin kelimesine râcî olduğu, fakat, bu (Cehennem) in
korkunçluğunu ortaya koymak ve büyük bir şey olduğunu göstermek için, zahiren
gelmemiş, mukadder olmuş olduğu da söylenir. Bu, Hak Teâiâ'nın tıpkı:
"Şüphesiz biz onu (yani Kuranı), Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1)
ayetinde, Kur'ân'ın açıkça değil de zamiriyle gösterilmesi gibidir.
Zamirin lanete râcî
olduğu görüşü, şu sebeblerden dolayı daha tercihe şayandır:
a) Zamir
için, eğer daha önce açıkça zikredilen bir merci varsa, zamiri ona râcî kılmak,
daha önce zikredilmemiş bir şeye vermekten evlâdır.
b) Zamiri
tânete râcî kılmak, cehenneme (nâr'e) râcî kılmaktan daha fazla mana ifâde
eder. Çünkü lanet, ahirette ikâb ederek İnsanı sevabtan uzaklaştırmak ve onun
mükâfaatını dünyada vermektir. Buna göre lanetin içerisine cehennem fazlasıyla
dahildir. O halde zamiri lanete vermek daha evlâdır.
c) "Onlar,
orada ebedî kalıcı oldukları halde..." ifâdesi, onların durumlarını haber
vermektir. Zamiri lanete götürmede, bunun o anda olduğu manası vardır. Zamiri
cehenneme râcî kılarsak, bu o anda olmaz, o zaman tevil edilmesi gerekir. Bu
durumda da zamiri lanete râcî kılmak daha evlâ olur.
Allah Teâlâ bu azabın
üç sıfatını belirtmiştir:
1) Hulûd:
Bu, bize göre uzun bir müddet kalmaktır. Mu'tezile'ye göre ise, (Bakara, 81)
ayetinin tefsirinde de geçtiği gibi, devamlı katmaktır.
2) Azabın
hiç hafifletilmeyeoeği. Bu, onların başına gelen.ilahi azabın her zaman aynı
şiddette olacağı, zaman zaman azalmayacağı, manasınadır.
Şayet "Bu aynı
oluş şu sebeblerden dolayı imkânsızdır:
a) Kişi
başkasının durumunu, meselâ azab gibi bir meşakkat içinde olduğunu
düşündüğünde, bu kendisi için adetâ azabı bir hafifletme olur.
b) Allah
Teâlâ, onlara önceden yapılmamış azabları tamamen verir, daha sonra bu önceden
yapılmamış cezalar tükenir, esâs cehennem azabı kalır. Bu da bir nevî
hafifletme olur.
c) Onlar,
her nezaman ayette olduğu gibi. küıp gidin o cehenneme, bana btrşey
söylemeyin." (Mu'minun, 108) diye hıtab olunduklarında, onlann kederleri
artar" denirse, buna alimler şöyle cevap verir:
Bu durumlar arasındaki
farklılık çok azdır. Azabın içine batmış kimse bu azıcık eksilmenin farkına
varamaz. Ayet bu ilâhî azabın hep aynı şiddette kaldığını gösterdiğine göre,
azabın devamlı olması gerekir. Çünkü onlar azabın kesilebileceğini söylemiş
olsalardı; onlar bu kesilmeyi tasavvur ettiklerinde bu bir nevî onlardan azabı
hafifletmek olurdu. Bunun izahı şöyledir: Dünyada büyük bir sıkıntıya düşen
kimse, günler sonra azabtan kurtulacağına dâir müj-detendiğinde, sevinir,
neşelenir ve düştüğü bu sıkıntı ona daha kolay gelir. Mihneti ne kadar büyük
olursa, azabın kesileceğini tasavvur etmenin ona verdiği sevinç ve hafiflik o
nisbette çok olur.
3) Allah'ın
Onlara mühlet de verilmez" sözüdür. İnzâr, geri bırakmak ve tehir
etmektir. Nitekim Cenab-ı Hak "geniş bir zamana kadar bir mühlet..."
{Bakara, 28O) buyurmuştur. Buna göre mana, "Onların azabları tehir
edilmez, aksine günahlarının dengi bir azaba hemen dücar kılınırlar"
şeklinde olur.
Allah Teâlâ sanki,
bize azâb ve sevâb yurdunun durumunun, dünyanın aksine olduğunu; insanlara
dünyada Allah'ın takdir ettiği bir zamana kadar mühlet verildiğini; ahirette
ise böyle bir mühletin olmayacağını; Allah'tan mühlet istedikleri zaman onlara
mühlet verilmeyeceğini; yardım istediklerinde, yardım olunmayacaklarını;
hoşnud edilmeyi istediklerinde hoşnud edilmeyeceklerini ve kendilerine
"Yıkılın gidin o cehenneme, bana birsey söylemeyin." (Müminim, 108) denileceğini bize haber vermiştir. Bütün
bu hallere düşmekten Allah'a sığınırız. Netice olarak, Allah'ın, bu ayette
ikab hakkında zikrettiği bu üç sıfat, kâfirlerin, azabın kesileceğinden,
hafifletileceğinden ve tehir edileceğinden ümidleri olmadığına delâlet eder. [59]
Hepinizin tanrısı tek
olan tanrıdır. Ondan başka tanrı yoktur. O, rahman ve rahimdir" (Bakara,
163).
"İlâh"
kelimesinin izahı besmelenin tefsirinde geçmişti.
"Vahid"
(Tek) kelimesine gelince., bununla ilgili bazı meseleler vardır: [60]
Ebu Ali soye demiştir:
Arapların (vâhid) kelimesi, dillerinde iki şekilde kullanılan bir
kelimedir:
a) Onun isim
olarak kullanılması,
b) Sıfat
olarak kullanılması. Sıfat olmayan bir isim
olan kelimesi
(bir, iki, üç...) diye kullandıkları gibi, sayıda kullandıkları (bir)
kelimesidir. Bu sıfat değil isimdir. Diğer sayı isimleri de böyledir.
kelimesinin sıfat olarak kullanılışı, senin (Bit adama uğradım ) ve "Şu şeydir" demen gibidir.
Bu isim Cenab-ı Hak
için söylendiğinde, "âlim", "kadir" gibi bir sıfat olması
caiz olabileceği gibi, isim olması da caizdir. Bu, meselâ bizim "şey"
dememiz gibidir. Bunun bir sıfat olduğu görüşünü, ayetteki "Hepinizin tanrısı tek olan tanrıdır
"buyruğu da takviye etmektedir. Ben derim ki: Bu sözün aklen izahı şudur:
"Kendisine "bir" denilen şeyler, bir oluşta müşterek,
mahiyetleri hususunda ise farklı olurlar. "Mahiyetleri" sözü ile, ben
eşyanın cevher, veya araz veya cisim veya mücerred oluşlarını kastediyorum.
Eşyanın bir olduğunu düşünmeksizin de mahiyetini, mahiyetini düşünmeksizin de
bir olduğunu düşünmek doğrudur. Buna göre, cevherin cevher oluşu başkadır, bir
oluşu başkadır. Bu ikisinden meydana gelen de başkadır. Binaenaleyh
"vâhid" kelimesi, onun sırf bir olduğu manasını ifâde eder ki, o
zaman "vahid" kelimesi isim olur. Bazan da, başka bir şeyin sıfatı
olduğu zaman "bir" oluşu ifâde eder. "Vâhid"kelimesinin
sıfat olmasının mânası budur. [61]
"Tek
oluş"zâta ilâve bir sıfat mıdır, yoksa değil midir? Bu hususta âlimier
ihtilâf ettiler. Bazıları' 'Onun, zâta ilâve bir sıfat olduğunu"
söylediler ve buna şöyle delil getirdiler: "Biz, "şu cevher
birdir!" dediğimizde, onun cevher oluşundan anlaşılan şey, bir oluşundan
anlaşılan şeyden ayrıdır. Çünkü cevher, bir oluş itibariyle arazla müşterektir,
ama, cevher oluş itibariyle onunla müşterektir. Ve yine, bir olduğu
düşünüimeksizin, cevherin cevher olduğu düşünülebilir. Bilinense bilinmeyenden
başkadır.
Ve yine, onun bir
oluşu, cevher oluşuyla aynı olsaydı, bizim, "cevher birdir" sözümüz,
"cevher cevherdir " sözümüz gibi oturdu. Öte yandan cevherin karşıtı
araz; birin karşıtı ise, çokluktur. Bu sebeple, onun bir olmasından anlaşılan,
yâ selbî veya subûti olmasıdır. Onun selbî olması caiz değildir, çünkü o selbî
olsaydı, o zaman kesreti selbetmiş olurdu. Kesret de ya selbî veya sübûtî olur.
Buna göre, eğer kesret selbî olur, vahdet de kesreti selbederse, vahdet selbi
selbetmiş olur. Selbin selbi ise, sübüttur. O halde, birlik, (vahdet) subûtîdir
ki, elde edilmek istenen netice de budur.
Eğer kesret sübûtî
olup, kesretin de birlerin toplamından başka bir mânası olmasaydı ve vahdet de
kesret ile beraber selbî olsaydı, o zaman bütün yoklukların mevcut olması
gerekirdi ki bu da imkânsızdır. Binaenaleyh, vahdetin ilâve ve sübûtî bir
sıfat olduğu ortaya çıkmış olur.
Sonra bu zâid (ilâve)
sıfatın ya sadece zihinde veya sadece zihnin dışında bir hakikatinin olduğu
söylenebilir. Birincisi bâtıldır. Aksi halde zihinde olan, hariçte olana
mutabık gelmez. Bu durumda da tek bir şeyin haddi zatında bir olmaması gerekir
ki bu da muhaldir. Çünkü biz, bir olduğu söylenen şeyin, zihnî, farazi ve
itibari olarak bulunmazdan önce de onun haddi zatında bir olduğunu kesin olarak
biliriz. O halde birşeyin bir olmasının, zât ile bulunan zâtına ilâve bir
sübûtî sıfat olduğu ortaya çıkmış olur.
Vahdetin sübûtî bir
stfat olduğunu kabul etmeyenler şu şekilde delil getirmişlerdir: Eğer vahdet
zâta ilâve bir sıfat olsaydı, o zaman "birler", mahiyetlerinin bir
olması hususunda eşit; bizzat zâtları itibariyle de farklı olurlardı. Böylece
de, vahdet için bir başka vahdetin bulunması gerekirdi; bu da sonsuza kadar
varır ki, bu imkânsız bir şeydir. [62]
"Bir",
kendisine "bir" denilmiş olması bakımından bölünmeyen bir şeydir.
Meselâ buna göre, tek bir insanın, insan olması bakımından iki insana taksim
edilmesi imkânsızdır.
Tam aksine o
"bir", bazen cüzlerine ayrılır. Mevcudatın parçalan ise
"bir-lik"ten ayrılmaz. Hatta sayılar da böyledir. Meselâ bir onluğa,
bir onluk olması bakımından, "bir" olmak vasfı arız olmuştur. Buna
göre, meselâ sen iki onluk dediğin zaman, bu iki onluk da bir kerrelik ifâde
eder. Bu iki onluğa bu bakımdan, birlik ânz otmuş olur. Binaenaleyh,
mevcudattan olan hiçbir şey birlikten ayrılmaz. İşte bu sebepten dolayı,
onlardan bir kısmı, vahdeti mevcutla karıştırmış, böylece kendisine
"bir" denildiği için, her mevcudun varlığının, bizzat birliğin
kendisi olduğunu sanmıştır. Halbuki gerçek böyle değildir, çünkü varlık
birliğe ve çokluğa ayrılır. Bir şeye bölünen ise, bölenden başkadır. [63]
Cenâb-ı Allah iki
bakımdan birdir:
a) O'nun
zatı, birçok şeyin bir araya gelmesinden meydana gelmemiştir.
b) Var
oluşta vâcibu'l-vücûd olması ve bütün mümkin varlıkların mebde'i olması
hususunda O'na ortak olan hiçbir şey yoktur. Buna göre atom, onu var sayanlara
göre, a-şıkkına nazaran birdir ama, b-şıkkına göre bir değildir.
Birinci izaha göre
Cenâb-ı Hakk'ın tek olduğunun delili şudur: Şayet Cenâb-ı Hak mürekkeb bir
varlık olsaydı, meydana gelmesi için, her bir cüz'-ünün meydana gelmesine
ihtiyaç duyardı. Onun cüzlerinden herbiri de ondan başka olurdu. O halde
mürekkeb olan her varlık, kendisinden başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç
olan her varlık, zatı itibarıyla mümkin, başkası itibarıyla da vâcibtir. O
zaman o, kendisinden başkasına muhtaç ve zatı mümkin olan mürekkeb bir varlık
olurdu. Böyle olmayanın ise mürekkeb olması imkânsızdır. O halde, Allah
Teâlâ'nın hakikati, teklik ve birlik hakikati olup, O'nun hakikatinde,
cisimlerde olduğu gibi ne bir çokluk ne de adedî bir kesret vardır. Yine O'nun
hakikatinde fasıl ve cinslerden meydana gelen nevilerde olduğu gibi, veya
mahiyet ve kimlikten meydana gelen "şahıs" ta olduğu gibi manevi bir
çokluk da bulunmaz. Fakat bu, bazı kimseiere zor gelmiştir. Bunun sebebi
şudur: Cenâb-t Hak, âlim, kadir, hayy (diri) ve irâde sahibidir. Bu sıfatlardan
anlaşılan, ya O'nun zatından anlaşılanın kendisidir, yahut da böyle değildir.
Birincisi birkaç yönden yanlıştır:
a) Bizim, bu
sıfatların herbirini düşünmeksizin, O'nun zatını düşünmemiz mümkündür. Eğer bu
mümkün olmazsa, şüphe yok ki, O'nun kendine mahsus zâtını düşünmeksizin, bu
sıfatların herbirini düşünmemiz mümkün olur. Hatta bu, "O'nun kendine
mahsus olan zatı" bilinemez, sıfatları ise bilinir. "Bilinen ise
bilinmeyenden başkadır. Buna göre bu sıfatlar, O'nun zâtına ilâve olan
hallerdir" diyen kimseye göre vâcibtir.
b) Bu
sıfatlar şayet zâtın bizzat kendisi olsaydılar, bizim zât hakkındaki, "O
âlimdir" veya "âlim değildir" şeklindeki sözümüz, "zât
zâttır" veya "zât zât değildir" dememiz gibi olur ve bunun da,
araştırmada zâtın nefyi ve isba-tına delil ikâme edilmesi ihtimali imkânsız
olmazdı.Çünkü "zât zâttır" diyen kimsenin doğru söylediğini herkes
açık olarak bilir. "Zât, zât değildir" diyen kimsenin de yalan
söylediğini yine herkes açık olarak bilir. Bizim "zât âlimdir" veya
"zât, âlim değildir" sözümüz, "zât; zâttır" veya"zât,
zât değ ildir!'sözümüz gibi olmayınca, bu sıfatların zâta ilâve (yani zâttan
başka) şeyler olduğunu anlarız.
c) Eğer bu
sıfatların mercii sadece O'nun zâtı ise, ve zâtı tek bir şey ise, bu sıfatların
mercii tek bir şey olmuş olurdu.O zaman O'nun kadir olduğuna delil getirme,
O'nun âlim olduğuna ve hayy olduğuna delil getirmeye İhtiyaç bırakmazdı. Böyle
olmayıp, aksine her sıfat için ayrı bir delile muhtaç olunca, o sıfatların
merciinin O'nun zâtı olmadığını anlıyoruz.
Bu sıfatların zâta
ilâve (zattan başka) şeyler olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki: Bu sıfatlar
ya selbî olur, ya subûtî olur. Bunların selbî olması caiz değildir. Çünkü selb,
sırf olumsuzluktur. Sırf olumsuzlukta ise bir hususiyet kazanma özelliği
yoktur. Ve bir de, biz Allah'ın âlim ve kadir olmasını, cehalet ve aczin onda
olmamasından ibaret olduğunu söylemiştik. Cehalet ve acziyyetin mercii ya
yokluk olur, o zaman "O âlim değil, kadir değil" demek olur. Veya
bunların mercii subûtî bir şey olmuş olur ki, bu da cehaletin vakıaya mutabık
olmayan bir İnançtan, aczin ise kudretin durumunun bozulmasından ibaret
olduğudur. Birincisi olursa, bu takdirde ilim ve kudret yokluğun yokluğundan
(setbu's-selb) ibaret otur. Bu durumda da subûtî berşey olurlar; Eğer ikincisi
olursa, bu manada cehalet ve aczin bulunmamasından dolayı, ilmin ve kudretin
tahakkuk etmesi gerekmez. Çünkü cansız nesneler ilim ve kudret ile vasıflanmamış
oldukları halde, bu manada cehalet ve acziyetten de uzaktırlar. Böylece Allah
Teâiâ'nın sıfatlarının, O'nun zâtına ilâve ve O'nun zattyla kâim haller olduğu;
ilahın ise zat ve sıfatların toplamından ibaret olduğu ortaya çıkmış olur.
Böylece söz, dönüp dolaşıp tekrar, Allah Teâiâ'nın hakikatinin, birçok
şeylerden mürekkeb olduğu hususuna varır. Böyle bir meselede ise nasıl
konuşulabilir?
Diğer bir müşkil
şudur: Biz, daha önce "vahdet" sıfatının zâta ilave ve zât ile kâim
bir sıfat olduğunu delilleriyle açıklamıştık. Hak Teâiâ'nın hakikati
"bir" olunca, ortaya üç mesele çıkar: Bu hakîkat, bu tek oluş vasfı
ve bu hakikatin bu tek oluş niteliği ile vasıflanması. Bu ise, üçün
üçüncüsüdür (yani teslistir), öyleyse tevhîd nerede kaldı?
Üçüncü müşkil şudur:
Bu hakikat vâcibu'l-vücûd olan bir mevcûd mu, yoksa değil mi? Eğer o mevcûd
ise, kendi varlığı itibarıyla diğer mevcudlarla aynı, mahiyeti itibarıyla
diğer mevcudlardan ayrıdır. Bu takdirde burada, var oluş ve mahiyet sebebiyle
meydana gelen bir çoktuk bulunmuş olur. Eğer bu hakîkat mevcûd değilse, bu
yokluğa işarettir. Vâcib olma hususundaki söz de bunun gibidir. Çünkü bu
hakîkat zâtı gereği vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu) ise, varlığının vâcib
olmasının kendi zâtının aynı olması imkânsız otur. Çünkü vâcib olmak, mevsûfun
sıfata onunla vasıflanma itibarıyla bağlı olmasından dolayı, bir sıfattır. İki
şey arasındaki bağ (irtibat), o, kendisi olduğu için (yani kendine has varlığı
olduğu için) onların her ikisinden de başka bir şeydir. Buna göre, o bağın
sıfatının o iki şeyden de başka olması daha evlâdır. Yine aynı şekilde zât
kendi kendine kâimdir ve vâcib diye isimlendirilen şeyin kendi kendine kâim bir
şey olması imkânsızdır. Çünkü biz zâtı, "vâcib" oluş ile sıfatlandırıyoruz.
Halbuki bir şeyin yine kendisiyle nitelenmesi imkânsızdır. Böylece sabit olur
ki eğer vâcibu't vücûd olan şeyin varlığı vâcib olsaydı, mevcudiyetinin vâcib
oluşu zatına ilâve bir şey olurdu. O zaman da ortada iki şey olurdu: Bu vücûb
İle beraber olan, ve bu vücûb ile mevsûf olan bir zât. Bu takdirde ise teslis
meselesi geri gelirdi.
Dördüncü müşkil şudur:
Bu hakîkat "basit" tir (yani mürekkeb değildir). Öyle ise ondan haber
vermek ve bahsetmek mümkün müdür, değil midir? Birinci ihtimal imkânsızdır.
Çünkü haber vermek ancak bir şeyden başka bir-şey ile haber vermek suretiyle
olur. Kendisinden haber verilen şey, verilen haberden başkadır. Bu ikisi, tek
bir şey değil, iki ayrı şeydir. Ne menfî, ne müsbet olarak onun hakkında
kesinlikle bir haber (bahsetme) yok ise, o zaman, o bilinmiyor demektir. İşte
bütün bunlar, bu hususta sorulabilecek soruların tamamıdır. [64]
Birinci probleme
cevap: Allah Teâlâ, bu sıfatlarla mevsûf olan bir zâttır. Şüphe yok ki bir
şeyin toplamı, gerçekleşebilmek için, cüzlerinin gerçekleşmesine muhtaçtır.
Ancak Allah'ın zâtı kendisiyle kâim ve zâtı gereği vâcibtir. Bu "zât"
rütbe itibarıyla vâcib oluşundan sonra, bu sıfatları gerektirmektedir. Bu ise
aklen imkânsız olmayan şeylerdendir.
İkinci probleme cevap:
Bu problem şöyle idi: "Vahdet", zâta ilâve bir sıfattır. Zâta, onun
tek oluşu itibarıyla baktığında, üç şey ortaya çıkar, birşey değil?
Buna şöyle cevap verilir: Söylediğin şey doğrudur. Fakat, O'na "o" olması itibarıyla bakmak ile, hakkında "tek" olarak hükmedilmiş itibarıyla bakmak arasında fark vardır. O'nun tek olduğunu nazar-ı itibara almayarak, "o" olması itibarıyla baktığında, vahdet gerçekleşir. Burada çok dikkat çekici bir durum vardır. Çünkü akıl vahdete itibâr ve iltifat ettiği sürece, henüz vahdet âlemine ulaşamamıştır; vahdeti bu zaman ancak vahdete ulaşır. Sen, işte bu nüfuz edici anlayışınla bu durumu değerlendir . Belki o zaman bunun sırrına ulaşırsın. Bu aynı zamanda varlık ve varlığın zorunluluğu problemine de bir cevaptır.[65]
Dördüncü probleme
cevap: Bu problem şöyle idi: "Onu ifâde etmek mümkün müdür?" Gerçek
şu ki, O'ndan haber vermek mümkün değildir. Çünkü ne zaman O'ndan bahsetsen,
başka birşey ile O'ndan haber veriyorsun. Halbuki kendisinden haber verilen
şey ile, kendisi ite haber verilen şey mutlaka farklıdır. O halde burada bir
tevhid (birlik) yoktur. Şayet şen Allah hakkında "O'ndan haber vermek
imkânsızdır" diye bir haber verirsen, o zaman husûsî bir setb ile birlikte
bir zât bulunuyor demektir. O takdirde burada bir "tevhid" söz konusu
olmaz. Ama sen O'nu, O'ndan ne müsbet ne menfî olarak bir haber vermeksizin, o
"o" olduğu için nazar-ı itibara alırsan işte o zaman tevhid aleminin
başlangıcına ulaşman gerçekleşebilir. Sonra bu sadece O'na yöneliş, ancak,
sözüyle ifâde edilebilir. İşte bundan dolayıdır ki tevhid denizlerine dalmış
olan kimseler nezdinde, kelimesinin tesiri büyük olmuştur. Biz bu ayetin
tefsirinde, Allah'ın yardımı ile, kelimesinin hakikatlerinden bir nebze
bahsedeceğiz.
Allah'ın var oluşta,
varlığının vâcib oluşu itibarıyla kendisine ortak ve benzer hiçbir şeyin
olmaması manasında vahdetine gelince, bu vahdet Allah Te-âlâ'nın zâtına mahsus
bir vahdettir. Bunun delilleri, Cenâb-ı Hakk'ın, a illi (Enbiya, 22) ayetinin
tefsirinde zikredilecektir. Birinci tefsire göre "vahdet1 e gelince, bu
Allah'u Teâlâ'nın zâtının hususiyetlerinden değildir. Çünkü mevcut varlıkların
var oldukları hususunda bir şüphe yoktur; bu mevcut varhklarsa, ya
müfreddirler, ya da mürekkeb.. Mürekkeb-de, müfredlerin bulunması gerekir;
böylece mümkinât âleminde müfredlerin varlığını İsbat etmek zorunludur. Buna
göre birinci manaya göre "bir oluş" vasfı, kendisiyle Hak
Subhânehu'nun birlenmiş olduğu, tevhîd edildiği şeylerden değildir. İkinci
mânada "bir oluş" vasfına gelince, Hak Subhânehu ve Te-âlâ hazretleri
bununla birlenir; bununla tevhîd edilir.. Bu sıfatta O'na, O'ndan başka hiçbir
şey ortak olamaz.. Cenâb-ı Hakk'ın, fikirlerin ve vehimlerin tasarrufundan,
aklın ve anlayışın münasebetlerinden münezzeh olduğunu itiraf etmekle beraber,
beşer aklı ve onun eksik anlayışına uygun olacak bir biçimde, bu hususta
söylenebilecek sözün özü budur. [66]
Cübbaî şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hak, dört bakımdan "bir"(vâhid)olarak vasıflandırılırO'nun
kısımları yoktur, O'nun cüzleri yoktur; O, kıdem yönünden birdir; O, ulûhiyyet
yönünden birdir; O, zâtıyla âlim ve zâtıyla kadir olmak gibi zâtının sıfatları
yönünden tekdir."
Ebû Haşim ise, bunu
üçe indirmiş, Allah'ın kıdem yönünden bir oluşuyla, zâtının sıfatları yönünden
bir oluşunu tek bir şey kabul etmiştir. Kadî ise şöyle demiştir: "Bu
ayette sadece, Allah'ın ulûhiyyet yönünden birliği murad edilmiştir, çünkü
Allah, tevhidi buna nisbet etmiştir. Bunun içindir ki, bu ifâdenin peşinden,
(lâ ilahe illâ hû) kavlini getirmiştir."
Ehl-i Sünnet âlimleri
ise şöyle demiştir: Allah'u Teâlâ birdir, O'nun bir cüz'ü yoktur; O,
sıfatlarında birdir, O'nun bir benzeri yoktur; O, fiillerinde birdir, O'nun
ortağı yoktur...
O'nun zâtı bakımından "bir"
olmasına gelince, bu şundandır: Kendisine, "O, Hak Subhânehu ve
Teâlâ'dır" sözümüzle işaret ettiğimiz bu husûsî zât, ya kendisinden başka
diğer bir şahısta bulunur veya bulunmaz. Eğer birinci durum olursa, O'nun kendi
muayyen zâtının başka bir mânadan ayrılması (imtiyaz) nın, fazladan bir
kayıtla olması gerekir, ki o zaman o kendi nefsinde, kendisiyle hem
müşterekliğin hem de ayrılmanın (imtiyaz) meydana geldiği şeyden mürekkeb olmuş
olur. Bu takdirde de mümkin, ma'lûl (netice) ve başkasına muhtaç bir varlık
olmuş olur ki, bu ise imkânsızdır.. Eğer böyle olmazsa, o zaman Csnâb-ı
Hakk'ın, bir cüz1 ü olmayan, zâtında "tek" (vâhid) olduğu sabit olur.
O'nun sıfatlarında
"bir olması"na gelince bu, şundan dolayıdır: Cenâb-ı Allah'ın
sıfatlarla mevsuf oluşu, başkalarının bazı sıfatlarla mevsuf oluşundan birçok
yönden farklıdır.
a) Cenâb-ı Allah'ın
dışındaki her şey fanidir, çünkü o fanî varlıkların sıfatlarının bulunması
kendi zâtlarından olmayıp, başkasındandır. Cenâb-ı Allah ise sıfatlarının
bulunmasına, başkası sebebiyle değil, kendi zâtından dolayı müstehaktır.
b) Allah'tan
başka varlıkların sıtattan, herhangi bir zamana hastır,
bu sıfatlar sonradan
meydana gelmedir. Cenâb-ı Allah'ın sıtatlarıysa böyle değildir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın sıfatları, taalluk ettiği şeyler bakımından sonsuzdur. Çünkü o'nun
ilmi, bütün malûmata; kudreti bütün makdûrâta kendisine güç yetirilen, kudretle
yapılacak bütün şeylere taalluk etmektedir. Öyleki O,sınır-sız malumatın
herbirinde, sınırsız malûmat sahibidir. Çünkü O,şu atomun halinin, sonsuz
mekânlardan ve sonsuz itibarofte önce hangi durumda olduğunu ve ileride nasıl
olacağını biftr. İşte Cenâb-t Allah bu yönden, sıfatları hususunda
"tek" dır.
6) Cenâb-ı
Allah'ın zatının bu sıfatlarla mevsuf oluşu, bu sıfatların Cenâb-ı Allah'ın
zâtına hulul ettiğini, zâtının da bu sıfatlara mahal olduğu manasına gelmez.
Yine bu, Allah'ın zâtının bu sıfatlarla tamamlandığı mânasına da gelmez. Çünkü
biz, Zât-ı İlâhinin bu sıfatların mebdei olduğunu açıklamıştık. Eğer zât-ı
İlâhi bu sıfatlarla tamamlanmış olsaydı, mebde' zâtından dolayı eksik ve zâtı
itibariyle mümkün olan şeylerle tamamlanmış olurdu ki bu imkânsızdır. Aksine
Cenâb-ı Allah'ın zâtı, zâtından dolayı tamdır ve kemâl sahibidir.. Bu zatî
tanrılığın iktiza ettirdiği şeylerden birisi de, kemâl sıfatlarının O'nunla beraber
tahakkuk etmesidir. Ancak ne var ki bu sefer yukarda yapılan taksimat, kemâl
sahibi olmanın bizzat kendisine yönelir; o vakit bu taksimat da, lâfızların
tâm ifâde edemeyeceği bir yere ulaşır.
e) Akıllar,
Cenâb-ı Allah'ın zâtının künhünden habersiz olduğu gibi, sıfatlarının
künhünden de habersizdirler. Bu böyledir, çünkü Allah'ın ilmine dair bildiğimiz
tek şey, sadece onun varlıktaki muhkem san'atın ve ince nizamın varlığına sebep
oluşudur. Allah'ın ilmine dair bilinen sadece onun ne olduğunu
bilmeyişimiz,fakat şu idrâk edilen (algılanan) âlemin varlığı için şart
olduğudur. Cenâb-ı Allah'ın kadir ve hayy oluşu hususundaki izah da böyledir.
İzzetinin nuru ile akıl ve anlayışların nurlarını koyan Allah'sa noksan sıfatlardan
münezzehtir.
Cenâb-ı Allah'ın
fiillerinde "bir" oluşuna gelince, bu açıktır. Çünkü mevcut olan
varlık, ya vâcibu'l vücûttur, ya da mümkînü'l-vücut.. Vâcibu'l-vücûd olan ancak
Odur; mümkinul vücûd olan ise O'nun dışında olan herşeydir. Mümkin olan her
şeyin, vâcib olana bitişmediği sürece, meydana gelmemesi mümkündür. Bu hüküm,
ister mülk,ister milk, ister kulun fiili, isterse başka bir şey olsun,
mümkinâtın kısımlarının değişmesiyle hiçbir değişikliğe uğramaz. Buna göre
Allah'tan başka her şeyin Allah'ın milki, mülkü, tasarrufu, ezici gücü, kudreti
ve hükümranlığının içinde bulunduğu sabit olur. İşte bu anda, Allah'ın kaza ve
kader sırlarının kokularından bir nebzesini hissedersin. Cenâb-ı Allah'ın,
"Muhakkak ki biz, her şeyi bir kader ile yarattık" (Kamer, 49)
ayetinin hakikatlarından bir şeyler sana tecelli eder ve sen, mevcut olanın
ancak O ve, O'na ait olan şeylerden ibaret olduğunu anlarsın. Düşünce gemisi
bu denize dalınca, sonsuza kadar yol alsa bile, hedefine varamaz. Çünkü
yolculuk, bir şeyden bir şeye yapılır, yani önceki şey terkedilir, ikincisi
arzulanır.. Bu ikisi birbirinden farklıdır. Ve sen, ferdiyyet ve vahdâniyyet
âleminden çtkıp da, hudûs alemiyle kıdem âleminin sınırına varınca, burada
hareketler sükûna kavuşur, bütün alâmetler ve işaretler silinir; akıllarda ve
gönüllerde, sadece "O, ancak O'dur!" hakikati kalır. "Ey O, ey
kendisinden başka O olmayan O! (ya men lâ huve illa hû!).Bu zayıf kuluna İhsan
et! Muhakkak ki senin kulun, senin rahmet avlundadır; senin yoksul ve zayıf kulun,
senin kaptndadır!" [67]
Eğer, (sizin ilâhınız)
hitabındaki izafetin manası nedir? Bu izafet bütün mahlûkat hakkında caiz
midir, yoksa sadece mükellef olanlar için mi doğrudur?" denilirse, biz
deriz ki: "İlah, mabud olmaya (tapınılmaya) müste-hak olan ve bu vasıfla
mâbud olmaya lâyık olan varlık olunca, bu,yani ilâhiık ancak, kendisinden
Allah'a ibâdet etmesi tasavvur olunan bir kimseye nisbetle gerçekleşir. O zaman
bu nisbet etme, bütün mükelleflere ve, takdiren mükellef olması uygun olan
bütün varlıklara nisbetle doğrudur. [68]
Allah'u
Teâlâ'nın, kavli, ilah mefhumuna
izafetin dahil olabileceğine delâlet eder. Şayet "ilah" in mânâsı,
"kadir" olsaydı, o zaman mâna, "Sizin kadiriniz tek bir
kadirdir" şeklinde olurdu. Malumdur ki böyle bir ifâde eksik ve kusurlu
bir ifâdedir. Bu da "ilah" kelimesinin ma'bûd manasına geldiğine
delâlet eder. [69]
Allah'u
Teâlâ'nın, kavlinin mânası, "O,
ilâhlıkta birdir" demektir. Çünkü, kelimesinin, (ilah) lâfzından sonra gelmesi, bu
vahdetin,birliğin başka hususta değil, ilâh olma hususunda geçerli olduğuna
delâlet eder. Bu, bir kimsenin, (Bir efendidir, bir âlimdir) şeklinde nitelendirilmesi
gibidir. Cenâb-ı Allah, buyurunca, bir kimsenin şunu söylemesi mümkün olabilir:
"Farzet ki bizim ilâhımız birdir, öyleyse belki de bizim ilâhımız
başkasının ilâhından başkadır!.." Hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Allah bu vehmi,
"O'ndan başka bir ilâh yoktur" buyurarak mutlak tevhidi açıklamak
suretiyle gidermiştir. Bu böyledir, çünkü bizim, "Hiç kimse yoktur"
sözümüz, bu mâhiyetin hiç bulunmadığını ifâde eder. Bu mahiyet bulunmadığı
zaman da, bu mahiyetteki fertlerin hiçbirisi de bulunmamış olur. Çünkü, bu
mahiyetin fertlerinden birisi mevcut olsa, ve bu fert bulunsa, mahiyet de
meydana gelmiş olur. Bu ise mahiyetin hiç bulunmadığına delâlet eden lâfızla
bir tenakuz teşkil eder. Binaenaleyh bizim, (Hiç kimse yoktur) sözümüzün umûmî
ve şümullü bir nefyi, (olumsuzluğu) iktiza ettiği sabit olmuş otur. Bu sözün
peşisıra, "Zeyd hariç!.."
denilmiş olsa, bu söz tam ve kesin birliği, yani sadece Zeyd'-in bulunduğunu
ifâde eder.
Kelime-i Tevhid'le
ilgili olarak bazı konular bulunmaktadır:
1)
Nahivcilerden bir grup şöyle demiştir: "Bu, kendisinde bir harf ve
"ızmar" (gizleme, kapalı bırakma) bulunan bir sözdür. Bunun takdiri
şudur: veya, "Bizim Allah'tan başka hiçbir ilâhımız yoktur" veya,
"Varlık âleminde Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
Bil ki bu söz, hakîkî
tevhide uygun değildir. Bu böyledir, çünkü, eğer sen, "bu sözün takdiri,
şeklindedir" dersen, o zaman bu, bizim ilâhımızın birliğini ifâde eder.
Mutlak ilâhın birliğini değil... Bu takdirde de, Cenâb-ı Allah'ın, sözü ile,
sözü arasında bir fark kalmayıp, bu yalnız bir tekrar olur. Bu ise, caiz
değildir. Ama biz, "Bu sözün takdiri, şeklindedir" dersek, bu problem
ortadan kalkar; ama bu sefer başka bir müşkil ortaya çıkar.
Çünkü sen, dersen, bu
ikinci bir ilâhın varlığını nef yetmek olur. Bu tzmâr yapılmamış olsaydı, o
zaman senin, sözün, ikinci bir ilâhın mâhiyetini nefyetmek olurdu. Malûmdur ki,
mahiyeti nefyetmek, gerçek tevhid hususunda verlığı nefyetmekten daha
kuvvetlidir. Buna göre sözü zahirine göre amel ettirmek ve böyte bir
"izmâr" in varlığından sarf-t nazar etmek daha uygundur.
Eğer, "Mahiyeti
nefyetmek nasıl düşünülebilir? Çünkü sen, "siyah, siyah değildir"
dediğin zaman bu, siyahın siyah olmadığına hükmetmek olur. Bu ise, makûl bir
şey değildir. Fakat, "siyah, mevcut değildir" dediğin zaman, bu makul,
düzenli ve doğru bir ifâde olur" denilirse biz deriz ki, mahiyeti
nefyetmek zorunlu olun bir şeydir. Çünkü sen, "siyah mevcut değildir"
dediğin zaman, mevcut olmayı nefyetmiş oluyorsun; halbuki bir şeyin, kendisi
olması bakımından mevcut oluşu, mâhiyetin mevcut olduğu mânasına gelir. Sen
mevcudiyeti nefyedince, bu mevcudiyetle isimlendirilmiş olan mahiyeti
nefyetmiş oluyorsun.. Bir şeyin, kendisi olması itibariyle mahiyetinin
nefyedileceği dü-şünülebildiği zaman, bu mahiyetin de nefyedileceği niçin
düşünülmesin? Bu düşünülebildiği zaman, (Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka
ilâh yoktur) sözümüzü, bir îzmâra (gizli ve hazfedilmiş birşeyin bulunmasına)
ihtiyaç hissedilmeksizin, olduğu gibi anlamak doğru olur.
Eğer "Biz,
"siyah mevcud değildir" dediğimizde ne mahiyet nefyedilmiş, ne de
varlık nefyedilmiş olur, fakat bu mahiyetin var oluş ile nitelenmiş olması
nefyediliyor" dersen, ben de derim ki: Mahiyetin var oluş ile nitelenmiş
olması, mahiyetten ve var oluştan ayrı bir şey midir, yoksa değil midir? Eğer
ayrı bir şey ise bu takdirde, nitelenişi nefyetmek, mahiyeti nefyetmek olur.
Mahiyetin ise, kendisinin kendisi olması bakımından, nefyi mümkün olmuş olur.
O zaman da yukarıda zikredilen "takrib" söz konusu olur. Eğer bu
niteleniş, mahiyetten ayrı bir şey değilse, nefyi ona yöneltmek ancak ya
mahiyete, ya da var oluşa nefyi yöneltmekle mümkün olur. O zaman da yukarıda
sözünü ettiğimiz takrtb (yani meseleyi akla yaklaştırarak anlatma) metodu geri
gelir. Bu durumda bizim, (lâ ilahe illa hû O'ndan başka ilâh yoktur )
sözümüz,kesin olarak herhangi bir izmâra ihtiyaç olmaksızın gerçek ve doğru
olur.
2) Nefyin
tasavvur edilişi, isbatın (müsbet bir hükmün) tasavvur edilişinden sonra
gelir. Sen önce birşeyin var olduğunu düşünmedikçe, yok olduğunu düşünemezsin.
Çünkü sen, yokluk hakkında ancak varlığın olmadığını tasavvur edersin. Varlığın
tasavvuru ise yokluğun tasavvuruna muhtaç değildir. Yokluğun tasavvurundan
önce ise, varlığın tasavvuru bulunur.
Eğer "durum
böyleyse, niçin biz bu meseleyi bu sözde ters çevirdik de, nefyi önce zikredip
isbâtı sona bıraktık?" denilirse; buna şöyle cevap verilir:
Durum aklen senin
zikrettiğin gibidir, ancak ne var ki nefyi isbâttan önce zikretmek, tevhidi
isbât, şürekâ ve ortaklarını da nefyetmek içindir. [70]
kelimesi hakkındadır.
Bil ki, yb kelimesine taalluk eden iâtif konular daha önce, (besmele'nin)
tefsirinde geçmişti. Bunun manevi sırlarına gelince, biz bu hususta deriz ki,
bil ki lâfızlar iki kısımdır: Zahir olanlar, zamir olanlar.. Zahir olan
lâfızlar, "siyah, beyaz, taş, insan" kelimeleri gibi, bizzat
kendileri olması itibarıyla, hususî ve muayyen mahiyetlere delâlet eden
lâfızlardır.
Zamirler ise,
mütekellim, muhatab ve gaib olan şeye, bu şeylerin mahiyetine delâlet
etmeksizin delâlet eden lâfızlardır. Bunlar da üç tanedir: (ben), (sen) (o).
Bunların en iyi bilineni sonra; daha sonra
da dir. Bu tertibin doğru olduğunun delili şudur: Benim, kendimin kendim olması
itibariyle, kendimi tasavvur etmem, kendisine hiçbir şüphe bulaşmamış olan bir
tasavvurdur. Çünkü, kendimi başkasıyla veya başkasını kendimle karıştırmam,
zamirinin aksine, mümkün değildir. Çünkü "sen" ifâdesi, aklımda ve
zannımda, sen'den başkasıyla; senden başkası da seninle karışabilir. zamiri de
zamirinden daha iyi bilinendir. Netice olarak zamirlerin en iyi bilineni, üt
(ben); en az bilineni de (o) dir. ise, bu ikisinin arasındadır. Eksiksiz bir
düşünce, bu hükmün doğruluğunu ortaya koyar.
Benim," sözümün
zamirlerin en iyi bilineni olduğuna" delâlet eden şeylerden birisi şudur:
Mütekellim tek olduğu zaman, bir ayırım olmaksızın müzekker ve müennesliği
müsavî olan bir lâfız onu ifâde eder. Çünkü müzek-ker ve müennes ayrımı yapmaya
ancak, bir iltibas (karıştırma endişesi) olduğu zaman başvurulur. Halbuki
burada böyle bir karışıklık ihtimali bulunmamaktadır: Binaenaleyh böyle bir
ayırım yapmaya ihtiyaç yoktur. Mütekellim tesni-ye (ikil) ve cemi (çoğul)
olduğu zaman, lâfız aynıdır. Muttasıl (bitişik) zamir olursa, Uİ^i. "Biz
içtik" sözünde olduğu gibi olur, munfasıl (ayrık) olunca, -A (Biz) sözünde
olduğu gibi olur. Bu, karışıklıktan emin olunduğu za -man böyle olur.
Zamir muhatab olduğu
zaman, müennes ile müzekkeri birbirinden ayır-dedilir; bunların tesniyesi ve
cemisi yapılır. Çünkü, mütekellimin karşısında bazan müennes (dişil) ve
müzekker (eril) iki varlık bulunur; bu kimse onlara yönelerek, onlardan birine
hitap eder de, bunu bir işaretle beyan etmedikçe, onun hangisine hitap ettiği
bilinemez. Muhatap zamirinin tesniye ve cemî olması, işte bu sebepten dolayı
yerindedir.
Ama hazır olanın
(muhatap) gâib olandan daha İyi bilinmesine gelince, bu zarurî derecesinde bir
şeydir. Sen bunu kavrayınca biz deriz ki: Böylece iyice anlaşılmıştır ki bir
şeyin kendi kendisini bilmesi, başkasını bilmesinden daha mükemmeldir, o gayr
ister hazır (muhatap), ister gaib olsun. Demek ki Allah hakkında tam bilgi
sahibi olmak, ancak Allah'a mahsustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, kendisi için,
diyor, ve lâfzı, bu üç kısım zamirin en iyi bilinenidir. Zamirlerin en iyi
bilineni olan ut ile o ulûhiyyet hakikati cihetine gitmek, yani o hakikate
ulaşmak hiç kimse için mümkün olmadığı için, Atlah'u Teâlâ'yı hakkıyla
bilmenin, ancak Allah'u Teâlâ'ya mahsus olduğunu anlıyoruz.
Bu konuda
"ittihâd"ı caiz gören bir topluluk daha vardır. Onlar şöyle derler:
"Beşeri ruhlar, bu hakikatin ma'rifet nuriarıyla nurlandıkları zaman, âkil
(düşünen) mâkul (düşünülen) ile birleşir ve bu birleşme anında arif olan kimsenin,^!
uî"Ben, Allah'ım" demesi doğru olur." Ancak ne var ki, bu
ittihâd görüşü makul değildir. Çünkü ittihâd hali, ikisinin veya ikisinden
birisinin fani olması durumunda, ittihâd sayılmaz. Eğer bu ikisi bakî
olurlarsa, bunlar tek bir şey değil, ayrı iki şeydirler. İşaret hususunda
yolların en mükemmeli ofan bu yol kapanınca geriye diğer iki yol kalıyor ki
onlar da ile, (o) dir. 'ye gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Yunus (a.s)'un
hâdiseler ve sonradan meydana gelme (hudûs) izlerinden kurtulup, şuhûd makamına
ulaşınca,
"Derken o,
karanlıklar içinde seslendi: 'Senden başka hiçbir ilâh yoktur!"(Enbiya,
ar, dediğini naklettiğine göre, beşe-riyyetin bütün nazlarından kurtulan ve
mükâşefe ve müşahede makamlarında bulunan kimseler içindir. Bu senin
dikkatini, müşahede ve hitab olunma makamına ulaşmanın yolunun.ancak Allah
dışında her şeyden ilgiyi kesmekte olabileceği hususuna çeker. Nitekim Hz.
Muhammed (s.a.s), "Ben seni hakkıyla ve lâyıkıyla övemem.. Sen, kendini
nasıl sena etmişsen öylesin"[71] buyurmuştur. ye gelince bu, gâib olanlar için
kullanılır. Sonra burada bir incelik vardır. O da şudur: [72]
Buna şu aşağıdaki hususlar
delâlet etmektedir:
1) İsim, ya
küllî olur veya cüz T. Külli ile, bizzat manasını düşünmenin birçok varlığın
iştirak etmesine mani bulunmadığı şeyi kasdediyorum. Cüz'î ile de, o şeyi
sadece düşünmenin iştirake mâni olduğu şeyi kasdediyorum. Bu da, onun bu
muayyen varlık olması bakımından ona delâlet eden lâfızdır. Buna göre eğer
birincisi olursa, kendisine bu isimle işaret edilmiş olan, bizzat Cenâb-ı
Hakk'ın kendisi değildir. Çünkü, bu isimden anlaşılan, müşterekliğe mâni
olmayan bir husus oiup; oysaki Cenâb-ı Hakk'ın muayyen zâtı ise, ortaklığa ve
şirke mâni olunca, kendisine bu isimle işaret edilenin bizzat Cenâb-ı Hak
olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. O takdirde er-Rahmân, er-Rahîm,
el-Hakîm, el-Kadîr, el-Alîm gibi bütün müştak isimler Cenâb-ı Hakk'ın kendine
mahsus,zâtına şâmil olmazlar, kesinlikle buna da delâlet etmezler.
Eğer ikincisi (yani
cüz'î mefhumu) olursa, bu O'nun özel isimle isimlendirilmiş olması demektir.
Özel isim ise, işaret yerine geçmektedir. Binaenaleyh, senin, (Ey Zeyd..) demen
ile, veya, "Ey sen, ey o.." demen arasında bir fark yoktur. Özel
isimler işaret yerine geçince, bu durumda özel isim "fer" (ikinci
derecede), işaret ismi "asi" olur. Asi ise.fer'den daha üstündür.
Buna göre, bizim, veya, şeklinde hitab et-memiz, diğer bütün isimlerden daha
üstündür. Ne var ki, nin hazır olana, nin ise, gaibe şamil olan bir lâfız
olması bakımından, aralarında bir fark bulunmaktadır.
Burada başka bir sır
daha vardır. O da şudur:
yt ile ancak, bir
şeyin sureti aklımızda meydana geldiği zaman o şey ifâde edilir. O halde senin,
sözün, o şeye, haztr olması durumunda şamil olur. Böylece neticede
"hüve" de, sadece hazıra (muhataba) şamil olmuş olur.
2) Biz
Hakk'ın hakikatinin bütün terkib hususiyetlerinden münezzeh olduğunu
söylemiştik. Halbuki mutlak ferdin tavsif edilmesi mümkün değildir. Çünkü bir
şeyi nitelemek, sıfat ile mevsûf arasında bir başkalığın bulunduğunu gösterir.
Başkalık bulununca da, geriye "teklik" ten bir şey katmaz.
Cenâb-ı Hak'tan haber vermek
de mümkün değildir. Çünkü haber vermek, kendisinden haber verilen (muhber)
ile, kendisi ile haber verilen (muh-berunbih) in bulunmasını gerektirir.. Bu da
ferdânıyyete terstir. Böylece bütün müştak isimlerin Hakk'ın hakikatinin
künhüne ulaşmaktan kasır (noksan) olduğu ortaya çıkmış olur. (hüve) lâfzına
gelince, bu, hertürlü çokluk ve kesret cihetinden uzak ve münezzeh olan o tek
hakikatin künhüne ulaşabilir. Bu lâfzın, hakikatin künhüne ulaştığı için, o
hakikatin künhüne ulaşması mümkün olmayan diğer lâfızlardan daha şerefli
olması gerekir.
3) Müştak lâfızlar, zâtın bir sıfatının
bulunduğuna delâlet eder. Sonra Hakk'ın sıfatının mahiyetleri de ancak, hudûs
âleminde ortaya çıkan neticeleriyle bilinir. Mesela Cenâb-ı Hakk'ın ilminden
sadece âlemdeki muhkem sanat ve mükemmel nizamı gerçekleştiren bi- sıfat,
O'nun kudretinden sadece fiil veya terkine (istediğini yapıp istediğini
yapmamasına) esas olan bir sıfatın varlığını bilebiliriz. O halde bu sıfatları
düşünmek ancak, hadiseler âleminde çeşitli durumlara dikkatli bir bakışla
mümkün olur. Oysa müştak lâfızlar sadece tek olan Allah'a işaret etmez; aksine
hem O'na, hem de hâdiseler âlemine birlikte işaret ederler. İki şeye aynı anda
bakan kimse, onlardan herbiri hakkında mükemmelliğe haiz olamaytp, tam aksine
noksan ve kusurlu olur. O halde bütün müştak isimler Hakk'ı tanıma makamında,
tam bir ihata (her yönü ile bilme) ifâde etmezler, tam aksine onlar, Rabbini
tanıma hususunda, kul ile ihata vechi ile O'nu tanıması arasında perde olurlar.
(Hüve) ye gelince o,
Cenâb-ı Hakk'a, O'na arız olan bir nisbet veya hadiseler âlemine kıyasla bir
oranın meydana gelmiş olması bakımından değil, bizzat O, O olması bakımından
O'na delâlet eden bir lâfızdır. Binaenaleyh hüve lâfzt, seni Hakk'a
ulaştırarak, O'nun dışındakilerte olan ilgisini keser. Hüve'nin dışındaki
isimler ise O'nun dışındakilerle oian ilgisini kesemezler. O hâlde hüve lâfzı,
en kıymetli ve muhtevalı bir lâfızdır.
4) Yukarıda
zikredilen aklî deliller, celâl ve izzetin kaynağının bizzat O zât olduğuna
delâlet etmektedir. O'nun zâtı ise sıfatlarla tamamlanmaz; tam aksine O'nun
zâtı kâmil olduğu için, kemâl sıfatlarını gerektirmiştir. "Hüve"
lâfzı seni rahmet, izzet ve yüceliğin kaynağına ulaştırır ki bu da O'nun
zâtıdır. Diğer lâfızlar ise seni ancak sıfat ve nitelikler makamında tutar. O
halde hüve lâfzı en şerefli bir lâfızdır. Hüve lâfzının sırlarını çözme
hususunda hatırımıza gelen şeyler bunlardır. Bu hâdiseler (hudûs) âleminin
darlığından kurtulup ka-dîmlik (kıdem) basamaklarının genişliğine ulaşmak,
beşeriyyet karanlıklarının eteklerinden nurlar semâlarına yükselmek için,
göğüslerimizi ve sırlarımızı bu kelimenin ışıltılarıyla aydınlatması ve bu
kelimeyle akıl ve ruhları genişletmesi hususunda niyaz ve arzumuz sadece
O'nadır. Bu ise Allah'a güç gelmez. [73]
Nahivciler Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü hakkında nin merfû olduğunu söylemişlerdir. Çünkü hüve kelimesi,
ismi ile beraber, nın mahallinden
bedeldir. Biz, Arapların, "Bana Zeyd'den başka kimse gelmedi" sözü
hakkında biraz konuşalım.. Bu misaldeki, (illâ Zeydün) ifâdesi, bedel olmak
üzere merfûdur. Çünkü bedel olmak birincisinden vazgeçip, ikincisini almak
demektir. Buna göre sen san- demiş olursun. Makul olanı da budur. Çünkü bu
"Zeyd 'den başka hiç kimsenin gelmediğini" ifâde eder. Ama, ifâdesine
gelince, burada bedel olma durumu mümkün değildir. Çünkü bu ifâde, "Bana,
Zeyd hariç, herkes geldi" takdirindedir. Bu da, Zeyd'den başka herkesin
gelmiş olmasını gerektirir.. Kİ, Zeyd'in dışındaki bütün herkesin gelmesi
imkânsızdır. Böylece fark ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
sözüne gelince, bu iki kelimenin açıklaması daha önce geçmişti. Biz Cenâb-ı
Hak için rahmetin nimet olduğunu, o nimeti verenin ise "rahim"
olduğunu açıklamıştık. Rahmetin çokluğunu ifâde etmek istediğimizde, er-Rahîm
vasfını kullanırız. Ancak Cenâb-ı Hak için olabilecek bir mübalağayı
kastettiğimizde ise.er-Rahman ismini kullanırız.
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
burada hususiyle bu iki ism-i şerifi zikretmesinin sebebi şudur: Ulûhiyyet ve
ferdâniyyetin (bir olma) nın zikredilmesi, kahr ve yüceliği ifâde eder.
Binaenaleyh Cenâb-ı Hak ulûhiyyet heybeti ve ferdâniy-yet izzeti karşısında
kalbleri rahatlatmak, rahmetinin gazabını geçtiğini ve tüm maklûkatı ancak
rahmet ve İhsan etmek için yarattığını bildirmek gayesiyle rahmet hususunda
mübalağa ifâde eden bu iki kelimeyi zikretmiştir. [74]
"Muhakkak ki
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde,
insanlara yararlı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'u Teâlâ'nın
gökten indirip de kendisiyle, ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda,orada
her türlü canlıyı yaratıp yaymasında, yer ile gök arasında boyun eğmiş rüzgâr
ve bulutları evirip çevirmesinde düşünen insanlar için nice âyetler
vardır" (Bakara, 164).
Bil ki Cenâb-ı Hak
Sübhânehû ve Teâlâ,birliğine ve tek olduğuna hükmedince, ilk önce varlığına,
sonra da birliğine ve ortaklarının olmadığına istidlal edilmesine vesile olan
sekiz çeşit delil zikretmiştir. Bu delilleri size açıklamaya başlamadan önce
birkaç meseleyi izah etmek gerekir: [75]
Alimler, (halk)
kelimesinin ism-i mef'ûl mânasına mı, yoksa başka mânaya mı geldiği hususun-- da
ihtilâf etmişlerdir. İnsanlardan bir grup, halk kelimesinin "mahluk"
mânasına geldiğini söylemişler,
buna dair aklî ve
nakfî deliller getirmişlerdir. Aklî delilleri işte bu ayettir. Bu böyledir,
çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizlerde akıp den
gemilerde, Allah 'u Teâlâ 'nın gökten indirip de kendisiyle ölümünden sonra
yeryüzünü dirilttiği suda, orada her türlü canlıyı yaratıp yaymasında, yer gök arasında boyun eğmiş rüzgâr ve bulutlan
evirip çevirmesinde düşünen insanlar için nice ayetler vardır" (Bakara,
im» buyurmuştur.
Ayetlerin ancak
mahlûklar hakkında olduğu bilinen bir husustur. Çünkü mahluk, Yaratıcının
varlığına delâlet edendir. O halde bu ayet halk kelimesinin mahluk mânasına
geldiğini gösterir.
Aklî delilleri ise
şunlardır:
a) Halk, bir
şeyi yokluktan varlığa çıkartmaktan ibarettir. Bu çıkarmak işi şayet O'nun
kudret ve eserinden başka birşey olursa, bu durumda o bu başka şey, yani
yokluktan varlığa çıkarmak ya kadîm veya hadis olur. Eğer kadîm olursa, ezelde
de yokluktan varlığa çıkarma ismi bulunmuş olur. Halbuki, yokluktan varlığa
çıkarma işinden önce, yokluk bulunur. Ezel ise, önceliği olmayan demektir. O
halde, eğer ezelde bu çıkarma işi bulunmuş olsaydı, o zaman iki ztddın bir
arada bulunması gerekirdi ki, bu da imkânsızdır. Eğer bu çıkarma işi muhdes
otursa, yine onu yokluktan varlığa çıkaran başka bir çıkarıcının bulunması
gerekir. Bunun için de başka bir çıkarma fiili gerekir... Bu husustaki söz
ise, öncekinde söylenen sözün aynısıdır. Böylece de teselsül gerekmiş olur.
b) Allah'u
Teâlâ ezelde, eşyayı yokluktan varlığa çıkarıcı olmamıştır. Sonra ezelde O, bir
şey ihdas etmiş midir, etmemiş midir? Eğer bir şey ihdas etmişse, bu yeni
meydana gelen iş, işte mahlûktur (yani yaratılmıştır). Eğer bir şey ihdas
etmemişse, Allah'u Teâlâ kesinlikle hiçbir şey yaratmamıştır.
c)
Müessiriyyet, müessir olan zât ile, eserin bizzat kendisi arasındaki bir nisbet
ve münasebettir. İki şey arasındaki nisbetin izahı ise, bir intisâb eden
olmaksızın imkânsızdır. Buna göre bu müessiriyyet, eğer hadis olursa teselsül
gerekir. Eğer kadîm olursa, bu müessiriyyet Allah'ın zâtından ayrılmayan bir
hususiyyet olur. Bu kadîm sıfatın levazımından olan bu eser de, ya o anda veya
istikbâlde bulunur. Lâzımın lâzımı, lâzımdır. Binaenaleyh, eserin Cenâb-ı
Hakk'ın zâtının levazımından olması gerekir. Binaenaleyh Allah'u Teâtâ kadir
ve irade sahibi olamaz, tam aksine O, bu tesire mecbur edilmiş ve zorlanmış
olur. Böylece de bu tesir bir 'illeti mucibe", (gerektirici sebep) olmuş
olur ki, bu da küfürdür.
"Halk"
kelimesinin "mahlük'Vnanasına gelmediğini söyleyenler ise, şu delilleri
ileri sürmüşlerdir:
1) Allah
Teâlâ'nın esyâyı yaratmadan önce de Hâlİk olarak nitelendirilmiş olduğu
hususunda bir münakaşa yoktur. O halde Halik, "halk" ile nitelendirilmiştir.
Binaenaleyh "halk" tan "mahlûk" manası anlaşılmış olsaydı,
Cenâb'ı Hakk'ın şeytanlar, iblisler ve pislikler gibi mahlûk olan şeylerle de
tavsif edilmiş olması gerekir. Bunu ise hiç kimse söylememiştir.
2) Biz daha
önce yok iken bilahare meydana gelen bir şey gördüğümüz zaman, "Yok iken,
bu şey nereden ortaya çıktı?" deriz.. Bu sebeple bize, "Allah'u
Teâlâ onu yarattı ve onu icad etti" denildiği zaman, biz bunu kabul eder
ve, "O hak ve gerçektir" deriz. Eğer "O kendi kendine meydana
geldi" denilirse, biz deriz ki,
"Bu bir küfür ve çelişkidir." O halde, bir şey yok iken o
şeyin meydana gelmesini Allah'ın yaratmasına bağlamak doğru olup, kendi kendine
meydana gelmesine bağlamak doğru olmayınca biz, Allah'ın onu yaratmasının onun
kendi kendine meydana gelmesine ters olduğunu anlamış oluruz. O halde
"halk" "mahlûk" manasına gelmez.
3) Biz
kulların fililerini, Allah'ı ve Allah'ın kudretini biliyoruz, fakat kulların
fiillerinde müessir olanın ne olduğunu bilemiyoruz. Bu Allah'ın kudreti midir,
yoksa kulun kudreti midir? Bilinen, bilinmeyenden başkadır. O halde makdû-run
meydana gelmesinde kadirin kudretinin müessiriyyeti, o kudretin ve o makdurun
bizzat kendilerinden başka bir şeydir.
Sonra bu başkalığın
selbi (olumsuz) olması imkânsızdır. Çünkü o, yokluk denen başka bir
müessiriyyetin zıddıdır. Buna göre bu müessiriyyet hem müessirin,hem de eserin
kendisine ilâve olan subûtî bir sıfattır ki elde edilmek istenen öe
4) Nahivciler
şöyle demişlerdir: Biz, "Allah âlemi yarattı" dediğimizde, âlem
masdar değil, aksine bir mef ûlün bih'tir. Bu da âlemi yaratmanın âlemden
başka olduğuna delâlet eder.
5) "Allah
siyahı,beyazı, cevheri ve arazı yaratmıştır" denilmesi doğru olur. Buna
göre yaratma mefhûmu hepsinde aynıdır, fakat yaratıcılığın " cevher hakkında
yaratıcılık" ve "araz hakkında yaratıcılık" şeklinde taksim
edilmesinin doğru olması deliliyle, şu muhtelif mahiyetlerden başkadır.
Taksimat yapılan şey, kısımlar arasında müşterektir. Böylece "halk"
in mahlûk mânasına gelmediği ortaya çıkmış olur. İşte bu meselede söylenecek
sözlerin tamamı budur. [76]
Ebu Müslim (rh.a)
şöyle demiştir: "Halk" kelimesinin Arapça'daki esas manası,
"takdir etmek"tir. Bu kelime daha sonra, Cenâb-ı Allah'ın bütün
fiilleri yerli yerinde Olduğu için, O'nun bu fiillerine bir isim olmuştur.
Cenâb-ı Atlah, "Ve, her şeyi yarattı da, onu yedi yerinde yaptı"
(Furkân. 2) buyurmuştur. İnsanlar da, sağlam yapılan her iş hususunda, "o,
bir ölçü içinde, takdir üzere yapılmıştır" derler. [77]
Bu ayet, aklî deliller
ife Yaratıcı'nın varlığına istidlâlde bulunulması gerektiğine ve taklidin bu
maksada ulaşmak için, muhakkak ki bir yol olmadığına delâlet eder. [78]
İbn Cerir, bu ayetin
sebeb-i nüzulü olarak Atâ'dan şunu zikretmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)
Medineye geldiğinde, ayeti nazil oldu.
Bunun üzerine
Mekke'deki Kureyş kâfirleri, "Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl
yetiyor?" dediler. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah bu âyeti (Bakara. 164)
indirdi!'
Yine İbn Cerir, Saîd
İbn Mesrûk'dan, onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kureyştiler yahudilere
şöyle bir soru sordular: "Hz. Musa'nın size getirdiği ayetlerden bize
bahsedin." Yahudiler de onlara, Hz. Musa (.s)'nın mucizesi olarak, asâ ve
yed-i beyzâ (Beyaz, parlayan el) mucizelerini anlattılar.
Kureyşliler,
hristiyanlara da Hz. İsâ (a.s)'nın mucizelerini sordular. Onlar, Hz. İsâ
(a.s)'nın anadan doğma körleri ve alaca hastalığını iyileştirme ile ölüleri
diriltme mucizelerini anlattılar.
Bunun üzerine
Kureyşliler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Allah'a Safa tepesini, bizim için
altın kılması için dua et de, sana yakînî olarak inanalım ve düşmanımıza karşı
gücümüz artsın" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s), bundan dolayı, bunu
Rabbinden isteyince, Ailah TeâlâO'na/'Kureyşlilere bunu vereceğini, fakat eğer
onlar buna rağmen tekzibe düşerlerse, hiç kimseye yapmadığı bir şekilde onlara
azab edeceğini" bildirdi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s): "Beni
ve kavmimi helak etme. Ben onları günbegün İslâm'a davet ederim" dedi.
İşte bu sebeble Allah Teâlâ bu ayeti, "Eğer onlar yakinî inançları artsın
diye Safa tepesini onlar için altın kılmamı istiyorlarsa, bilsinler ki gökleri,
yeri ve ayette geçen diğer varlıkları yaratmak yakinî imanı artırma bakımından
daha büyüktür" diye açıklamak İçin indirmiştir. [79]
Bil ki bu sekiz çeşit delil
hakkındaki sözlerimiz, birkaç kısma ayrılır:
Birinci Kısım;
bunlardan tafsilâtlı olarak tek tek bahsetmektir: Bu delillerden birincisi,
göklerin durumlarına bakarak istidlalde bulunmaktır. Biz bu hususu, Cenâb-ı
Hakk'ın, ... (Bakara,22)ayetinin tefsirinde kısmen zikretmiştik. Burada ise
meseleyi bir başka yönden ele alalım:
Rivayet olunduğuna
göre Ömer b. el-Hüsâm, Ömer el-Ebherî'ye Kitabu'l-Mucesta'yı okudu. Bazı
fakihler bir gün, "Ona ne okuyorsun?" diye sorunca o,
"Kuran'dan şu ayeti açıklıyorum:
"Göklere, gökleri
nasıl btnâ ettiğimize bakmıyorlar mı" (Kaf, 6). Ben, semânın nasıl bina
edilmiş olduğunu izaha çalışıyorum" dedi. Ebherî.o ne dese tasdik
ediyordu. Çünkü Allah'ın mah-lûkât deryalarına daha çok dalan herkes, Allah'ın celâl
ve azametini daha çok bilir. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki: Bu makama
yakışan muhtasar (kısa) bir şekilde, göklerin durumlarından bahsetmem iz,birkaç
fasıla göre tertib edilmiştir: [80]
Bu işin
mütehassısları, "Feleklerin dünyaya en yakını, Kamer (ay) küresidir. Onun
üzerinde Utarid küresi yer alır. Daha geride Zühre, daha geride Güneş, daha
geride Merih, daha geride Müşteri daha sonra Zühal, daha sonra sabit küreler,
daha sonra da en büyük felek yer alır" demişlerdir.
Bil ki bu konuda bazı
bahisler vardır:
Birinci Bahis: Bu
kimseler, bu felek sırasını bilmenin yolu hususunda üç görüş beyân etmişlerdir:
1)
Feleklerin hareketine bakarak... Çünkü en aşağıdaki yıldız, bizim gözümüzle en
üstteki yıldız arasına geldiği zaman, o iki yıldız tek bir yıldız gibi görünür.
Örten yıldız, örtülenden kendisinde galib olan rengi ile ayrılır. Meselâ
Utarid sarı rengi ile, Zühre beyaz rengi ile, Merih kırmızı rengi ile, Müşteri
parlaklığı ile, Zühal de solgunluğu ile diğerlerinden ayrılır.
Sonra eski
astronomiciler Ayın, burçlarını dolaşırken altı gezegeni ve birçok sabit
yıldızı perdelediğini (tuttuğunu); Utarid'in Zühre'yi. Zühre'nin Merih'i,
diğerlerinin de bu tertip üzere birbirini perdelediğini söylemişlerdir. Bu
istidlal yolu, Güneş, Ay ile tutulduğu için, Ay'ın Güneş'in altında olduğunu
gösterir ama, güneşin diğer gezegenlerin üstünde veya altında olduğunu göstermez.
Çünkü güneş, bu yıldızlardan hiçbiri ile güneşin ışığı karşısında onların ışıkları
görünmediği için tutulmaz. Binaenaleyh bu istidlal yolu, güneş açısından
geçersizdir.
2)
Gezegenlerin (yörüngedeki) görünme noktalarının değişik oluşu... Çünkü Ay,
Utarid ve Zühre'nin (yörünge) yerleri farkedilir, Merih, Müşteri ve Zühal'in
(yörünge) yerleri farkedilmez, (gözle görünmez). Güneş hakkında bu, gerçekten
azdır. Bu sebeple güneşin görünme noktaları farkedilenlerle farke-dilemeyenler
arasında bir yerde olması gerekir. Bu istidlal yolu, gezegenlerin (yörünge
üzerindeki) görünme noktalarının değiştiğine itibar edip, bunu anlattığımız
şekilde müşahede eden kimseler için, açık bir yoldur. Fakat bunu iyice bilmeyen
kimseler, bu hususta mukallid olur. Bu sanatın üstadı olan Ebu'r-Reyhân,
el-Fergâni'nin "Fusûl" adlı kitabını özetlerken, bu görünme noktalarının,
Ay dışındaki gezegenlerde farkedilmediğini özellikle zikretmiştir.
3) Batlamyus
şöyle demiştir: "Zuhal, Müşteri ve Merih bütün uzaklıklarında, güneşten
daha uzaktır.Utarid ile Zühre'ye gelince, bunlar diğer uzaklıklar şöyle
dursun, "tesdîs" ten sonra bile güneşten daha uzak olmazlar. Bu
ebeple, güneşin bu iki kısım arasında bir yerde bulunması gerekir." Bu
delil zaytfttv. Çünkü bu.aym dutumu ile sakıt olmuştur. Çünkü ay, hepsinin
altında olduğu halde, güneşten iyice uzaklaşabilmektedir. [82]
İkinci Bahis,
feleklerin sayısı hakkındadır. Astronomiciler, sadece dokuz feleğin olduğunu
söylemişlerdir. Doğrusu, gözetleme (rasat), bu dokuz feleğin olduğunu
gösterdiği için, biz onları dokuz olarak kabul etmişiz. 8u dokuzun dışında
olabilecek feleklere gelince, gözetleme ile onlar tesbit edilemediği için, biz
onların varlığına veya yokluğuna kesin hükmedemeyiz. İbn Sina,
"Şifa"sında şöyle demiştir: "Şu âna kadar ben, sabit yıldızların
tek birer yıldız mı, yoksa, birbiri üzerine rastlayan küreler mi olduklarını
kestireme-dim." Ben de, bu ihtimalin her halükârda söz konusu olduğunu
söylüyorum. Çünkü kendisi ile sabit kürelerin aynı olduğuna delil getirilen
şey, "Çünkü onların hareketleri birbirine eşittir. Durum böyle olunca,
sabit kürelerin tek bir küre içinde bulunmaları gerekir" denilmesinden
başka birşey değildir. 8u iki mukaddime de zayıftır.
Birinci mukaddimenin
zayıf oluşu, o sabit kürelerin hareketlerinin, herne-kadar bizim hislerimize
göre aynı ise de, hakikatte belki de böyle olmaması sebebiyledir. Çünkü biz,
onlardan birinin otuzaltıbin yılda yörüngesindeki devrini tamamladığını, bir
diğerinin ise devrini sadece ondan on gün eksik olan bir müddette tamamladığını
kabul etsek ve bu on günü otuzaltıbin senenin günlerine taksim etsek, şüphesiz
her günün hissesi, her senenin, hatta her bin senenin payı nerede ise
farkedilmeyecek kadar az bir zaman olur. Bu böyle olunca, sabit kürelerin
hareketinin aynı olduğunu kesin söylemek mümkün olmaz.
İkinci mukaddime, ki
bu "sabit kürelerinin hareketlerinin aynı oluşunun, onların tek bir küre
içinde bulunmalarını gerektirdiği" mukaddimesidir, bu da kesin değildir.
Çünkü muhtelif şeylerin,tek bir gereklilikle müşterek olmaları uzak görülmez.
Hatta, ben derim ki, İbn Sina'nın sabit küreler hakkında söylediği bu ihtimal
bütün gök küreleri için söz konusudur. Çünkü her kürenin aynı olduğuna götüren
yol, bizim yukarıda nakledip geçersiz olduğunu beyân ettiğimiz şeyden başka
birşey değildir. Bu durumda günlük hareketi olan kürenin tek olduğuna kesinkes
hükmetmek mümkün değildir. Belki de onlar çok az bir nisbetle hareketleri
farklı olan birçok kürelerdir. Bu farklılığı kavramaya ömrümüz yetmez. Bütün
"mümesilât" ve "havâmil" hususunda söylenecek şey de budur.
Bazıları, sabit
yıldızların üstünde (ötesinde) ve büyük felekin altında bir yıldızın daha
bulunduğunu söylemiş, bu hususta şu delilleri getirmişlerdir:
a) En büyük
meyli (Dünya ekseninin meylini) gözetleyenler, onun değişik miktarlarda
olduğunu görmüşlerdir. Onu daha önce gözetleyen herkes, bu büyük meylin daha
büyük olduğunu söylemiştir. Çünkü Batlamyus bu meyli 23 derece 51 dakika olarak
bulmuş. Daha sonra Me'mun zamanında bu meyi 23 derece 35 dakika olarak
hesaplanmıştır Me'mun'dan sonra, bir dakika daha eksik olarak hesaplanmıştır.
Bu şunu gösterir: İki kutbun meyli bazan artar bazan eksilir. Bu durum ise,
ancak gezegenler ile yıldızlar arasında, kutbu gezegenlerin kutuplarının
etrafında dönen ve yıldız kürelerinin kutupları da kutbunun etrafında döndüğü
bir küre mevcud olduğu zaman mümkün olur. Böylece o kürenin kutbu için, bazan
kuzey tarafa eğilme, bazan da güney tarafa yükselme arız olur. Böylece de
gündüz doğrusu (ma'delü'n nehâr)ın, burçlar mıntıkasına denk gelmesi (yani
onunla çakışması) gerekir. Bazan da güneye doğru ondan ayrılır.
b) Rasatçılar,
"Mutavvalât" kitabında da açıklandığı gibi, güneşin hareketinin
miktarı hususunda çok zorlanmışlardır. Hatta Batlamyus, Eberhas'ın güneşin
hareketinin eşit hızda mı değişik hızlarda mı olduğu hususunda şüphe ettiğini
anlatmıştır.
Sonra insanlar bu
ihtilâfın sebebi hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
1) Bu,
güneşin en yüksekte bulunduğu noktanın hareket ettiğini (değiştiğini)
söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşte olanlar, bu iki nokta arasındaki tepe
noktası değiştiği için, bu cihetten güneşin hareketinin iki i'tidal noktası
arasında değiştiğini, bundan dolayı güneşin hareketinin değiştiğini iddia etmişlerdir.
2) Hindliler, Çinliler,
Babilliler ile Eski Roma, Mısır ve Şam âlimlerinin çoğunun görüşü... Buna
göre, bunun sebebi burçların yörüngelerinin yer değiştirmesi ve onun iki
kutbunun yükselip alçalmasıdır.. Eberhas, bu görüşü benimsediğini hikâye
etmiştir. Barba el-İskenderânî tılsımcılann da buna inandığını, burcun
yörüngesinin kutbunun bulunduğu yerden sekiz derece ileri geldiğini veya geri
gittiğini ve onların şöyle dediğini zikretmiştir: Hareketin başlangıcı 22
derece balık burcundan kuzu burcuna doğrudur.
3) Batlamyus
sabit yıldızları gözlemiş ve onların her yüz senede bir derece katettiklerini
görmüştür. Daha sonra gelenler ise, onları yine gözetlemişler ve her yüz senede
bir buçuk derece katettiklerini görmüşlerdir. Bu, bu sanatta inceden inceye
araştırma yapan mahir kimselerin kullandıkları aletlerdeki farklılığa ham
(edilmesi uzak olan büyük bir farklılıktır. Bunun, onların meylinin artmasına
ve eksilmesine hamledilmesi gerekir. Bu da, yukarda zikrettiğimiz,
"feleklerin yörüngelerinin sabit olduğu" görüşünü iktiza eder.
Üçüncü Bahis:
Felek ilmi mensupları sabit yıldızların bu yedi yıldızın yörüngelerinin
üstünde bir felekte toplanmış olduklarına delil getirerek şöyle dediler: Biz
bu yedi feleğin şu sabit yıldızların hareketlerinden daha süratli bir harekete sahip
olduklarını müşahede ettik... Böylece yıldızların ancak feleklerinin
hareketiyle hareket ettiği kesinlik kazanmış oluyor. Bu durum, bu sabit
yıldızların bu yedi feleğin dışında bir kürede toplanmış olmalarını gerektirir.
Onların daha büyük bir felekte toplanmış olması caiz değildir. Çünkü onun
hareketi çok fazladır; öyle ki yaklaşık olarak bir günde tam bir devir yapar.
Sonra bunlar şöyle
demişlerdir: Bu sabit yıldızlar bu yedi feleğin kürelerinin üstünde bir kürede
toplanmışlardır. Çünkü bu yedi yıldız, bu sabit yıldızları perdeler
(tutulmalarına sebep olur). Tutan ise, tutulanın altında olur. Binaenaleyh bu
yedi yıldızın kürelerinin, sabit yıldızlar kürelerinin altında olması gerekir.
Bu usûl de birçok
yönden zayıftır.
1) Biz,
yıldızların ancak felekî bir hareketle hareket ettiklerini kabul etmiyoruz. Bu
görüşte olanlar görüşlerini, feleklerde harikuladeliği imkânsız görme üzerine
bina etmişlerdir. Halbuki biz, onların bu husustaki görüşlerinin delillerinin
zayıflığını açıklamıştık.
2) Bu sabit yıldızların
da başka kürelerinin bulunması gerektiğini kabul ediyoruz. Fakat sizin,
"yedi küreden her bir küre birçok kısımlara ayrılır; bunların toplamı
"felek-i mümessel" (yıldızlar sistemi) dir. Bu sistemin hareketi sabit yıldızların
küresinin hareketine uygun
olarak yavaştır" şeklindeki görüşünüze mukabil şöyle denilmesi
niçin caiz değildir? Bu sabit yıldızlar, hareketi yavaş mümessil feleklerde
toplanmışlardır, fakat gezegenler merkezin dışında olan feleklerde (havâmil)
toplanmıştır. Buna göre, sabit yıldızların küresi olduğunu isbat etmeye gerek
yoktur.
3) Farzet ki
başka bir kürenin mevcut olması gerekmemektedir. Buna göre burada birisi Zühal
küresinin üstünde, diğeri de Ay küresinin üstünde iki kürenin bulunması niçin
caiz olmasın? Bu böyledir çünkü, bu gezegenler ancak kendi yolları üzerinde
bulunan sabit yıldızlarla hareket ederler. Gezegenlerin iki kutbuna yakın olan
sabit yıldızlardan gezegen uzaklaşmaz ve onları perdelemez.. Bu gezegenlerle
perdelenen sabit yıldızlara gelince, farzet ki biz nların Zühal küresi üzerinde
bir kürede toplanmış olduklarına hükmettik. Bu gezegenlerle tutulmayan sabit
yıldızlara gelince, onların gezegenlerin altında olmadığını nasıl bilebiliriz?
Binaenaleyh, onların söyledikleri şeyin delile dayalı olmayıp, ihtimali olduğu
sabit olmuş olur.
Dördüncü Bahis:
Astronomi âlimleri, en büyük feleğin hareketinin, hareketlerin en süratlisi
olduğunu, çünkü onun yaklaşık bir günde tam bir devir yaptığını ve doğudan
batıya doğru hareket ettiğini, bu en büyük feleğin altında bulunan sekizinci
feleğin, son derece yavaş olduğunu, hatta Batlamyus'a göre yüz senede bir
derece, daha sonraki astronomi alimlerine göre de (66) senede bir derece
hareket ettiğini ve onun hareketinin öncekinin hareketinin tersine olarak
batıdan doğuya olduğunu iddia etmişler ve buna "Biz bu sabit yıldızlan
gözetlediğimiz zaman, onların, günlük hareketin aksine bir hareketleri
olduğunu gördük" diye delil getirmişlerdir. Bil ki bu da zayıftır, çünkü
şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "En büyük felek her gün doğudan batıya
doğru tam bir devir yapmaktadır.Sekizinci felek de her gün batıdan doğuya
doğru, on saniye kadar eksiğiyle, tam bir devir yapmaktadır. Hiç şüphesiz biz
sekizinci feleğin hareketinin en büyük feleğin hareketinden azıcık farklı olduğunu
ve en büyük feleğin hareketinin ters istikametinde olduğunu görüyoruz. Bu az
miktarlar birleşince sanki sabit yıldızın çok yavaş bir hareketle, büyük feleğin
güntük hareketinin ters yönünde döndüğü hissedilir." Bu ihtimal vardır.
Onlar bunun aksini göstermek için delil getirememişlerdir. Sonra bunun doğru
olduğuna iki şey delâlet eder:
a) Bu
bürhanîdir. Çünkü sekizinci feleğin hareketi eğer en büyük feleğin hareketinin
aksi istikametinde olsaydı, o, bir cihete en büyük feleğin hareketiyle hareket
ettiğinde, ya kendi hareketiyle bu yönün aksine hareket etmiş olur veya bu
esnada kendi hareketi gereği hareket etmemiş olur. Eğer birinci ihtimal söz
konusu olursa, bu durumda bir şeyin aynı anda iki yöne hareket etmiş olması
gerekir. Aynı anda iki yöne hareket aynı anda iki ayrı yönde bulunmayı
gerektirir. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, felekî hareketin inkıtaa
uğraması gerekir. Halbuki onlar bunu kabul etmiyorlar.
b) En hızlı
hareket, en büyük felektedir; en fazla sükûnet de yeryüzüne aittir. Bu durumda
akla en yakın olan şöyle söylenmesidir: En büyük feleğe en yakın olan, en
sür'atli olandır; en uzak olan da en yavaş olandır. Binaenaleyh sabit
yıldızların yörüngeleri en büyük feleğe en yakın yörüngeler olduğu için, hiç
şüphesiz onun hareketiyle bu sabit yıldızların hareketleri arasında çok az bir
farklılık vardır. Bu da, her yüz senede, bu azıcık farklılıkların bir araya
gelmesinden meydana gelen bir derecelik farktır. Bu sabit yıldızları Zühal
feleği takib eder. Çünkü o, sabit yıldızlardan daha yavaştır. Muhakkak ki onun
büyük felekten geri kalışı, daha fazla olacaktır. Hatta onun bu az
farklılıklarının miktarı toplandığı zaman, her otuz senede tam bir devir
miktarına denk gelir. Bu söze göre, en büyük felekten daha uzak olan her gök
cisminin hareketi daha yavaştır. Binaenaleyh, en uzak olanın hareketinin en
büyük feleğin hareketinden farklılığı, daha çok olur. Hatta, bu feleklerden
hareketi en yavaş olan Ay feleğine kadar varır. Ay feleği her gün, en büyük
felekten 13 derece geri kalır. Şüphesiz ay, devrini bir ayda tamamlar. Bu
durum, en büyük felekten en uzak şey olan yeryüzüne varıncaya kadar böyle
devam eder. Hiç şüphesiz yeryüzü son derece sakindir.. Böylece onların bu
esaslar hakkındaki sözlerinin bozuk ve zayıf olduğu, aklın onların söyledikleri
şeytere ulaşmasına imkânı bulunmadığı sabit olur. [83]
Astronomi alimleri,
kendileri için iki zannî mukaddime tesbit etmişlerdir:
1) Gök cisimlerinin
hareketleri eşit ve süreklidir.. Onlar bazan yavaşlayıp, bazan süratlenmezler.
Yöneldikleri yönden geri dönmeleri de söz konusu değildir.
2) Yıldızlar
kendiliklerinden değil, feleklerin hareketiyle hareket ederler. Sonra bunlar,
bu iki mukaddimeye başka bir mukaddimeyi bina ederek şöyle demişlerdir:
Yıldızları taşıyan feleğin merkezi ya yeryüzü merkezidir, ya değildir. Eğer
onun merkezi yeryüzünün merkezi ise, bu durumda yıldız ya o feleğin
ağırlığında temerküz etmiş olur veyahut da o feleğin ağırlığında yerleşmiş bir
kütlede bulunur. Eğer birincisi olursa, yıldızın yere uzaklık ve yakınlığının
ve o yıldızın o feleğin enlem ve boylamlarını katetmesinin farklılığının
feleğin veya yıldızın hareketindeki farklılık gibi farklı olması da imkânsız
olur. Biz bu ikisinin kesinlikle olmayacağını varsayarsak, geriye diğer şu iki
kısım kalır:
a) Yıldızın,
hareketi dairevî olan ve de yeri kuşatan feleğin ağırlığına gömülmüş küre
şeklinde olan bir kütlede bulunmuş olmasıdır ki, işte bu kütleye biz
"dairevî felek" adını veriyoruz. O zaman o feleğin hareketi sebebiyle
ona, yere nisbetle bazen yakınlık uzaklık, bazen dosdoğru gidiş, geri dönüş, bazen
de görünüşte büyüklük ve küçüklük gibi, yıldızın durumundaki farklılıklar arız
olur.
b) Veyahut
da, yeri kuşatan feleğin merkezinin yerin merkezine denk olmamasıdır. Bu da,
merkezi başka olan bir felektir. Bu feleğin burçlarının feleğinin iki
yarısından birisinde bulunan yörünge yarımın birinden daha büyük, diğer
yarısında ise, o yarımdan daha küçüktür. İşte bu sebeple, yere yakınlık ve
uzaklık meydana getir. Burçlar feleğinin iki yarısından birisinin bir yarıyı,
diğer bir yarısını katetme süresinden daha fazla bir zamanda katettiği ortaya
çtkar. Böylece yıldızların küçüklük ve büyüklük, hızlılık ve yavaşlık, yere yakın
ve uzak olmak gibi değişik durumlarının ancak şu iki şeyle, yani dairevî dönüş
ve merkezi hariç bir felek ile meydana geldiği ortaya çıkar.
Bunu iyice kavradınsa,
şimdi astronomların felekler hakkındaki görüşlerini izaha başlayalım. Onlar
şöyle demişlerdir: Bu dokuz felekten tek bir küre olanlar vardır ki bu en büyük
felek ile sabit olan feleklerdir. Yine bunlardan iki küreli olanlar vardır ki,
bu güneş feleğidir. Bu böyledir; çünkü bu güneş feleğinden, merkezi en üst iki
yüzeyleri 'eve" (zirve) diye isimlendirilen ve ayrılan feleğe en uzak
olan bir noktaya; yine en alt noktalarının yüzeyleri, bu ayrılan feleğe en
yakın uzaklık ofan ve kendisine "hadîd" (en alt yer) denilen bir
noktaya temas edecek durumda bulunan, gerçekteyse ikisi aynı felek olan, merkezi
dünyanın merkezinden başka bir felek ayrılır. Ne var ki, buna mecazî olarak iki
felek denilmiştir. Kendisinden ayrılman feleğe "felek-i mümessel",
merkezi hariç olana ise "Eve feleği" denilir. Halbuki güneşin kütlesi
ise, sathı iki sathına temas edecek biçimde, bu feleğin içine batmıştır. Yine
bu feleklerden üç küreli olanlar da vardır. Bunlar yıldızların felekleri ile
Zühre'nin feleğidir. Çünkü bunlardan her birinin, güneşin feleği gibi, iki
felek ile, merkezin dışındaki yeri, güneşin kütlesinin kendi feleğine nisbetle
olan yeri gibi olan başka bir feleği vardır ki, buna da "tedvîr"
feleği denilir. Yıldızda, onun sathına temas edecek biçimde, bunun içine
batmıştır. Bu hariç merkez, "felek-i hâmil" olarak isimlendirilir. Bu
dokuz felekten dört küreli olanlar da vardır. Bunlar Utarid ve Kamer feleğidir.
Güneşin iki feleği olduğu gibi, Utaridin de iki feleği vardır. İkincisinden,
merkezi iki merkezden hariç olduğu için, "haricû'l-merkez" (merkezi
dışta olan) feleğin mümessel'den (sistemden) ayrılışı gibi, bir başka felek
ayrılır. Bu feleğin, merkezi dışta olan feleğin merkezinden uzaklığı; merkezi
dışta olan feleğin merkezi, mümessel feleğin merkezi arasındaki uzaklığın
yarısı kadardır. Kendisinden ayrılmana "felek-i müdîn, ayrılana ise
"felek-i hâmil" denir. Tedvir feleği ile Utarid feleği bu ikinci
çeşittendir. Burada söylenilecek şey, dört küre hakkında daha önce söylenilmiş
olan şeylerdir. Ay feleği de, birbirine paralel olan iki küreye ayrılır.
Büyüğüne "felek-i mümessel", küçüğüne "felek-i mail"
denir, "Felek-i mail" de, daha önce geçen dört yıldızda olduğu gibi,
üç küreye ayrılır. Güneş feleği hakkında bildiğin şekilde, kendisinden başka
bir felek ayrılmış olan her felek, kendisinden aynlı-nan felekten, ağırlıkları
farklı olan ve esas feleği tamamlayıcı olarak adlandırılan ki küre olarak
görünür. Bu feleklerden herbiri, merkezi üzerinde, Allah'ın olmasını takdir
ettiği bir zamana kadar durmadan hareket eder. İnsanlar, daha önce
naklettiğimiz mukaddimelere binâen bu küreleri tanıyabilmişlerdir. Şüphesiz,
eğer bu mukaddimeler doğru olursa, bunların da doğru olduğuna hükmedilebilir.
Bu husustaki durum...[84]
Cumhur-u ulemâ şöyle
demişlerdir: "Feleklerin tamamı, en büyük felek, Utarid'e bağlı olan
"felek-i mü'dir" "felek-i mümessel", "felek-i
mail" ve Ay feleğine bağlı olan felek-i müdir hâriç, batıdan doğuya doğru
hareket eder. Buna göre doğuya doğru olan hareket "el-hareketü
ila't-tevâli (peşipeşine olan hareket) diye; batıya doğru olan hareket ise
"el-hareketü ilâ hilafı't-tevali" (peşipeşine olan hareketin zıddına
olan hareket) diye isimlendirilir. En büyük felek, her gün, "âlemin iki
kutbu" diye adlandırılan kutuplar üzerinde bir devrini tamamlayacak
şekilde süratli döner ve bütün felekler ile yıldızları da döndürür. İşte bu
hareket ile, yıldızların doğup batması meydana gelir. Buna "ilk
hareket" denir. Sonraki astronomicilere göre, sabit felekler, çok yavaş
hareket ederek, "burçlar feleğinin iki kutbu" denen iki kutup
üzerinde otuzaltı yılda sadece bir derece hareket ederler. Bu iki kutup da,
âlemin iki kutbu etrafında, ilk hareket ile dönerler ve hareket eden bütün
felekler, bu harekete göre hareket ederler. Yine bu hareket ile (gök
cisimlerinin) tepe noktaları yerlerini değiştirirler. Buna da "ikinci
hareket" ve "tepenoktası hareketi" denir. Bu aynı zamanda sabit
yıldızların da hareketidir. Sabit yıldızlara, "sabit" denmesinin
birkaç sebebi vardır:
a)
Hareketlerinin çok yavaş olması.. Çünkü bunların hareketleri, gezegenlerin
hareketine nisbetle sanki yok gibidir.
b)
Gezegenler, sabit yıldızlara doğru hareket ettikleri halde, sabit yıldızlar, gezegenlere
doğru hareket etmezler. İşte bu sebeple, sabit yıldızlar, gezegenleri adetâ
bekledikleri için, böyle isimlendirilmişlerdir.
c) Bunların enlemleri, hiç değişmeyen bir ölçüde
olduğu için...
d) Bunların
aralarındaki uzaklıklar, üzerinde düşünülen kırksekiz şekli de değişmediği, tek
hal üzere sabit kaldığı için...
e) İnsanların
avamının çoğuna göre, zamanlar, ancak asırlara ve devirlere nisbetle farklılık
arzedecek biçimde, bu sabit yıldızların doğup batmasına bağlanmıştır.
Hâricetü'l-Merkez felekleri
günlük olarak şu şekilde hareket ederler: Zühal, (2) derece (1) dakika ;
Müşteri, (4) derece (59) dakika; Merih, güneşin delâlet ettiği gibi (31)
derece, (220) dakika; Zühre (59) derece, (3) dakika; Utarid, (59)derece (8)
dakika ; Ay (13) derece (13) dakika (46) saniye,.. Bu hareketlere "merkez
hareketi" ve "orta hareket" denir ki bunlar, tedvir feleklerinin
merkezlerinin ve güneş merkezinin hareketleridir. Tedvir felekleri şu nisbette
hareket ederier: Zühal (250) derece (8) dakika; Müşteri, (54) derece (9) dakika;
Merih, (220) derece (42) dakika; Zühre, (36) derece (59) dakika; Utarid, (3)
derece (6) dakika (24) saniye, Ay (13) derece, (3) dakika (54) saniye.. Bunlara
da "husûsî hareket" ve yıldızların merkezlerinin hareketi olan
"hareketü'l-ihtllâf" denir. Bil ki bu farklı hareketler sebebiyle,
yıldızların farklı durumları ortaya çıkar:
1) Ay'n,
dünyaya nisbetle, aynı olmayan çeşitli uzaklıkları vardır. Ay'ın aynı utan dört
değişik hareketi vardır:
a) Ay'ın,
tedvir feleğine en yakın; tedvir feleğinin merkezinin de haricü'l-merkez
feleğine en yakın mesafede olmasıdır. Buna "En yakın uzaklık" denir.
Bu da, yaklaşık olarak yeryüzünün çapının yansınır) otuz üç rrislidir.
b) Ay'ın,
tedvir feleğine en uzak noktada; tedvir feleğinin merkezinin ise, haricü'l-merkez
feleğine en yakın uzaklıkta olmasıdır. Bu da "En uzaktaki cismin en yakın
yeri, noktası denir. Ki bu, yeryüzünün yarıçapının kırküç mislidir.
c) Ay'ın,
tedvir feleğine en yakın uzaklıkta; tedvir feleğinin merkezinin ise
haricü'l-merkez feleğine en uzak noktada olmasıdır. Buna da "en yakındaki
cismin en uzak olduğu nokta" denir. Bu da yeryüzünün yarıçapının ellidört
katıdır.
d) Ay'ın,
tedvir feleğine en uzak noktada; tedvir feleğinin merkezinin ise,
haricü'l-merkez feleğine en uzak noktada olmasıdır ki buna da
"et-bu'du'l-eb'ad" (En büyük uzaklık) denir. Bu da yeryüzünün
yarıçapının 64 mislidir. Sonra, ayın bu dört değişik durumu ifâde edennoktalar
arasında bulunan durumlar, Ebu'r-Reyhan'ın da şerhettiğine göre çeşit çeşittir.
2) Bütün yıldızlar, şöyle veya böyle, güneşe
bağlıdırlar. Ulvî (yani daha üstte) olan yıldızların merkezlerinin, onların
tedvir feleklerinden çıkan feleklerden uzaklığı her zaman güneşin merkezinin o
ulvi .yıldızın tedvir feleklerinin merkezlerine uzaklığı kadar olur. Bu durumda
güneş onları yakar. Ulvî yıldızlar, en alt noktada olursa, onlar tam güneşin
karşısında olurlar. Bu durumda güneş de onların karşısında olur. Böylece
güneş, istikâmet çizgisinin yansında onlara yaklaşır, dönüş çizgisinin
yarısında da onların karşısında olur. Merih'in tedvir feleğinin yarıçapının,
güneşin mümessel feleğinin yarıçapından daha büyük olduğu söylendi. Buna göre
o felek güneşin yakınında olduğu zaman, merkezinin, güneşinin merkezinden
uzaklığının, güneşin karşısında olduğu zamandan daha büyük olması gerekir.
Süflî (yani daha aşağıda olan) yıldızlara gelince, bunların tedvir feleklerinin
merkezleri her zaman güneşe yakındtr. Böylece güneşin de onlara yakın olması
gerekir. İstikâmet ve rucû (dönüş) yanlarında en üst ve en alt noktalarının
güneşe olan en büyük uzaklıkları, bu ikisinin tedvir feleklerinin yarıçapları
kadardır. Bu da yaklaşık olarak, zühre için (45) derece; Utarid için İse (25)
derecedir. Güneşin merkezi her zaman, Ayın en uzak noktası ile, Ayın tedvir
feleğinin merkezi arasında ortada olur. İşte bu sebebten dolayı, Ay'ın tedvir
feleğinin merkezinin, en uzak noktaya olan uzaklığına Bu'du'l-Müdâ'at"
{Katmerli uzaklık) denir. Çünkü bu, Ay'ın tedvir feleğinin merkezinin güneşten
olan uzaklığının bir kaç katıdır. Böylece Ay'ın tedvir feleğinin merkezinin,
en uzak noktada bulunması durumunda, ya güneşin karşısında olması veya güneşe
yakın olması gerekir. Ay'ın tedvir feleğinin merkezi en yakın uzaklıkta olduğu
zaman ise, güneş ayın dört (halinden) birinde olur İşte bu sebepten ötürü, ay
en uzak noktada güneşle bir hizada ve onun karsısında, en yakın noktada ise
güneşle birlikte,dört halinden birinde olur. [85]
Bu, şu şekillerde olur:
1) Felek
olmada müşterek olmalarına rağmen, feleklerin değişik ölçülerine bakmak
suretiyle..Çünkü bunlardan herbiri aklen, olduğu miktardan azıcık daha fazla
veya daha az olmaları mümkin iken, herbirinin belli bir ölçüsü vardır. Akıl
açıkça, bu ölçülerin (mikdarların) hepsinin eşit olabileceğine hükmettiğine
göre, bunların herbirine ayrı ayrı miktarlar tahsis edip, onları düzenleyen
birisine muhtaç olduklarına da hükmetmiş olur.
2) Bu
feleklerin bulundukları yerlere bakarak istidlal etmek.. Çünkü bunlardan
herbiri, en üst noktası ile üzerindeki bir felek; en alt noktasıyla da altında
bulunan bir felek ile temas halindedir. Sonra bu feleğin parçalan ya aynıdır,
veyahut da en sonunda parçaları aynı olan bir cisim haline gelecektir, Parçalan
aynı olan o cismin tabiatının iki tarafından herbirinin diğer tarafına denk
olması gerekir. Üst noktası ile bir cisme temas etmesi doğru olduğu gibi, alt
noktası ile de o cisme temas etmiş olmasının doğru olması gerekir. Durum böyle
olunca, üst tarafının altta, alt tarafının da üstte bulunması mümkün olur. Bu
da böyle olunca, fetekferden herbirinin muayyen bir yere yerleştirilmesi mümkün
bir iş olmuştur. Bunun bu şekilde olması, aklen bir muktaziye, yani bunu icab ettiren
varlığa muhtaçtır.
3) Her
yıldızın, kendisiyle başka taraflarına değil de o feleğin bir tarafının o
yıldıza has olan bir alt noktada bulunmasıdır. Sonra o feleğin yıldıza has
kılınan bu noktası, diğer taraflarına denktir. Çünkü felek o noktada da, parçaları
diğer yerleri gibi olan bir cisimdir. O halde diğer tarafların değil de bu alt
noktanın o yıldıza tahsis edilmesi mümkün ve caiz bir iş olur ki, akıl bu işin
bir tahsis ediciye muhtaç olduğuna hükmeder.
4) Her küre,
belli iki kutup üzerinde döner. Feleğin bütün cüzleri birbirine benzer olunca,
onun üzerinde var kabul edilen bütün noktalar da denk olur. Yine onun üzerinde
farzedilen bütün daireler de eşit olur. İki belli noktanın, tabiat olarak diğer
noktalarda müsavi oldukları halde, kutub olarak tahsis edilmesi, yine caiz ve
mümkün bir durumdur. Yine akıl, onun, bunun böyle olmasını gerektiren bir
varlığa muhtaç olduğuna hükmeder. O yıldızın dairelerinden muayyen her bir
dairenin bir mıntıkada bulunmaya tahsis ve tayin edilmeleri hususundaki hüküm
de böyledir.
5)
Felekiyyet karakterinde aynı olmalarına rağmen, felekî kütlelerin herbirinin
hızlı ve yavaş olma bakımından belli bir harekete tahsis edilmiş olmalarıdır.
Buna göre, s"on derece büyük ve geniş olmasına rağmen, en büyük feleğe bir
bak! O, bir günde tam bir devir yapmaktadır. Halbuki ondan daha küçük olan
sekizinci felek, tam bir devrini, cumhurun dediğine göre, ancak 36 ytlda
tamamlamaktadır. Sonra onun altında bulunan yedinci felek de, devrini otuz
yılda tamamlar. Buna göre, aklın aksine hükmetmesi, yani yörüngesinin
genişliğinden dolayı en
geniş olanın, en yavaş
hareket etmesi, yörüngesinin küçük olması bakımından da, en küçük olanın
en hızlı hareket etmesi gerekirken, en büyük olanın en fazla sürate, en küçük
olanın da en yavaş hıza tahsis edilmiş olması, ancak bir rnuhassıstan dolayı
olur. Akıl, bunlardan herbirinin, kendisine has olan durumun azîz ve yüce olan
Allah'ın ölçüp biçmesiyle olmasını gerektirir.
6) Felek-i
mümesselden hâricu'l-merkez feleği ayrılınca, geriye iki tamamlayıcı kalır.
Bunlardan birisi içten, diğeri dıştandır. Bu, yapısı aynı olan bir kütledir.
Sonra bunun iki tarafından birinin son derece kalın, diğerinin ise birinciye
nisbetle son derece ince olmasıdır. Durum böyle olunca, gerek kalının,gerek-se
incenin kütlenin yapısına nisbetle eşit olması gerekir. Bunlardan birinin bir
tarafının ince, diğerinin ise kalın olmasının, mutlaka hür bir irâde sahibi
olan bir muhassısın tahsis etmesiyle olmuş olması gerekir.
7) Bu
felekler hareket ettikleri yönler bakımından da farklıdırlar. Feleğe nisbetle
bütün yönler aynı olmakla beraber, bunların bir kısmı doğudan batıya, bir kısmı
batıdan doğuya hareket ederler; bir kısmı şimalî, bir kısmı ise cenubîdir...
Binaenaleyh bunların bir müdebbire (idareciye) muhtaç olmaları gerekir.
8) Hiç
şüphesiz biz şu anda felekleri hareket halinde görüyoruz. Onların ezelde de
hareket halinde olduklarını veya hareket halinde olmayıp sonradan harekete
başladıklarını söylemek imkânsızdır. Ezelde hareket halinde olduğunu söylemek
imkânsızdır, çünkü hareketin mahiyeti, ondan önce bir başka şeyin bulunmasını
gerektirir. Çünkü hareket bir halden başka bir hale geçmektir. Ezelî olmak
ise, bir başka şeyin kendisinden önce bulunmasına aykırıdır. O halde hareket
ile ezelî oluşu bağdaştırmak imkânsızdır. İster onların bu hareketten önce
mevcut olduklarını,ister hareketsiz bulunduklarını, veyahut da onların bu
hareketten önce asla bulunmadıklarını söyleyelim, eğer biz o feleklerin ezelde
hareket halinde olmadıklarını söylemiş olursak, hareketin bulunmamasından sonra
hareketin başlaması, o feleklerin hareketlen bulun-muyorken veyahut da onlar
sakin halde iken onları hareket haline geçirmek için kadîm bir müdebbire muhtaç
olmalarını gerektirir ki, bu da Allah'u Teâlâ'-dır. Bu, delillerin en güzeli ve
en güclüsüdür.
9) Şöyle
denilmesidir. Bu feleklerin hareketi, onların belki de kendilerine has
cisimliklerinden neş'et etmiştir; ne var ki biz onların bu belli cisim oluşlarının
o hareketin parçalarının herbirinden ayrıldığını müşahede ediyoruz. Bu durumda
onun hareketinin parçalarından her birinin o feleğin kendine has yapısından
kaynaklanmadığı ortaya çıkar. Bu durumda da felekler hareketleri hususunda,
haricî bir muharrike muhtaç olurlar. Bu da hareket edebilen şeyleri hareket
ettiren, sabit yıldız ve gezegenlerin durumlarını ayarlayan müdebbirdir ki, bu
da Allah'u Teâlâ'dır.
10)
Feleklerin bir araya gelmelerinde ve hareketlerinin uyum içinde bu-lunmasındaki
şu inceliğin bir hikmete mebnî olduğunu kabul ediyor musun, yoksa bunun
tesadüfi ve gelişigüzel meydana geldiğini mi sanıyorsun? İkinci kısım bâtıl
olup, aklen çok uzak bir ihtimaldir. Eğer şu yüksek bina ve şu sağlam saray
hakkında, toprakla suyun bir araya gelip, sonra da onlardan kerpiçlerin meydana
geldiği, daha sonraysa o kerpiçlerin şu muhkem saray ile şu yüksek yapıyı
meydana getirdikleri mümkün görülürse, bu, onu mümkün sayan kimsenin deli
olduğunu gösterir. Halbuki biz bu feleklerin yapısının ve onlarda bulunan yıldızların,
onların hareketlerinin bu binalardan daha basit olmadığını görüyoruz. Bu
sebeple hiç şüphesiz, bu hususta bir hikmetin gö -zetilmiş olduğu hususu ortaya
çtkar.
Sonra şöyle denilmesi de
mümkündür: Bu felekler ya canlı ve konuşan birer varlıktırlar, binaenaleyh
kendi kendilerine hareket ederler; veyahut da bunları güçlü bir müdebbir
hareket ettirir. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü bu feleklerin hareketleri ya
kendilerini tamamlamak maksadıyla olmuştur veya böyle bir maksat güdülmemiştir.
Eğer bu hareket, bir mükemmeliyeti elde etmeleri için feleklerin hareketini
istemişse, o zaman bu felekler zâtları bakımından noksan olup mükemmel olmayı
arzulamaktadırlar. Veyahut da böyle bir maksattan dolayı hareket etmiş
değillerdir. Zâtı bakımından noksan olan için mutlaka bir kemâle erdiricinin
bulunması gerekir. O halde bu felekler, bir mükemmele muhtaçtırlar. Eğer
felekler, hareketleriyle mükemmel olmayı istemiyorsa, bu felekler kendi fiilleri
hususunda abes bir şeyle iştigal etmişlerdir. Bu durumda da iş, aklî bakımdan
bu büyük kütlelerin ve devamlı hareketlerinin abes ve hikmetsizliğe dayanmış
olmasının, aklen uzak bir ihtimal olarak görüleceği neticesine varır.. Geriye,
aklen kendisine müracaat edilmeye en lâyık bir görüş kalır ki bu da,
"dehr"e ve zamana hâkim olan hakîm bir müdebbirin, birtakım gizli
sırlardan ve ilmini kendisine ayırıp yalnız kendisinin muttali olduğu ince
-iKmetlerden ötürü, bu felekleri hareket ettirdiğidir. Bize, Cenâb-ı
Hakk'ın,"Ve onlar gökler ile ı yaratılışı hususunda düşünürler de şöyle
derler:" Rabbimiz, bunu boşuna yaratmadın "(Am imran, 191)
ayetinde de buyurulduğu gibi, icmâlî olarak
bun-ara iman etmek yaraşır.
11) Biz bu
feleklerin renklerinin de farklı olduğunu görüyoruz. Meselâ Utarid'in rengi
sarı, Zühre'ninki beyaz, güneşinki ışık rengi, Merih'inki kırmızı,
Müş-teri'ninki parlak inci rengi, Zühal'inki ise soluktur.. Sabit yıldızlardan
herbirinin ;arklı olduklarını ve kendilerine mahsus büyüklükte, renkte ve
yapıda bulunduklarını görüyoruz. Yine onların uğur ve uğursuzluk bakımından da
farklı ol-auklarını görüyoruz. Yine biz gezegen yıldızların en üstte olanının
en uğursuz, en altta olanının ise, en uğurlu olduğunu görüyoruz. Biz
yıldızların gücünün Dazı münasebetlerde mutluluk, bazı münasebetlerde mutsuzluk
verdiğini görüyoruz. Yine biz yıldızların yüz, yanak, diş etleri, erkeklik ve
dişilik bakımından farklı olduklarını; bir kısmının gece, bir kısmının gündüz
göründüğünü; bir kısmı giderken, bir kısmının geri döndüğünü; bir kısmının
dosdoğru gittiğini; bir kısmı yükselirken, bir kısmının alçaldığını
görmekteyiz. Bütün bu farklılıklara rağmen, onlar şeffaflık, saflık ve
cevherdeki duruluk bakımından müşterektirler. Bu sebebten ötürü akıl, onlardan
herbirine kendilerine has bu özelliklerin tahsis edilmesinin ancak bir
muhassisin (tahsis edenin) tahsisi ile mümkün olduğuna hükmeder.
12) Bu
yıldızların bu âlemde bir tesiri vardır. Bu yıldızlar ya birbirleri ile
mücadele eder veya yardımlaşırlar; veyahut birbirleri ile ne mücâdele ederler
ne de yardımlaşırlar. Eğer onlar birbirleriyle mücâdele ediyorlarsa, ya onlardan
bir kısmının daha kuvvetli olması veya hepsinin eşit kuvvette olması gerekir.
Eğer bir kısmı daha kuvvetli ise, kuvvetli olan daima galib, zayıf olan ise
daima mağlûb olur. Böylece de bu âlemin durumunun bu galib yıldızın tabiatı
üzere devam etmesi gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Eğer onlar birbiriyle
mücadele ettikleri halde, kuvvet bakımından eşit iseler, onların hepsinin
hareketsiz ve fiilsiz kalmast gerekir. Bu takdirde âlemde görülen hareketlerin
bu yıldızların dışında bir kaynaktan sâdır olması gerekir ki o zaman da bu
âlemin müdebbiri (idare edicisi) bu yıldızlar olmayıp, bunların dışında bir
varlık olmuş olur. Eğer bu yıldızlar, birbirleriyle yardımlaşıyor iseler, âlemin
de asla değişmeksizin tek bir hal üzere kalması gerekirdi. Eğer bazan
yardimlasıp, bazan da birbirleriyle mücadele ediyorlarsa, onların sevgiden
buğ-za, buğzdan sevgiye geçmeleri, bu yıldızların sıfatlarında bir değişiklik
ile olur ki yıldızlar bu değişikliklerin meydana gelmesinde güç ve kuvvetle
onlara hâkim olan bir yaratıcıya muhtaç olur.
13) Bu
yıldızlar cisimdirler. Her cisim ise mürekkebtir. Her mürekkeb ise, kendisini
terkib eden (meydana getiren) her cüzüne muhtaçtır. Onun her cüzü ise, o
cisimden başkadır. Binaenaleyh her cisim, kendisinden başkasına muhtaç olup,
mümkinu'l-vücûd bir varlıktır, Her mümkin varlık ise, kendisinden başkasına
muhtaç olup zatı gereği mümkindir. Zatı gereği mümkin olan her varlığın bir
müessiri (tesir edeni) vardır. Müessiri olan herşeyin, müessirine ihtiyacı
ise, ya varlığını sürdürdüğü esnada, veya meydana geldiği esnada veyahut da
henüz yok iken olur. Birincisi bâtıldır Çünkü bu, var olanın yeniden var
edilmesi manasına gelir ki bu imkânsızdır. Geriye diğer iki ihtimal kalır.
Bunlar da yaratıcının varlığına delâlet eden varlıkların hudûsunu (sonradan
meydana gelmiş olmalarını) gösterir.
14)
Cisimler, cisim olma bakımından müsavidirler. Çünkü cisimlen fetekî ve unsurî,
kesîf ve lâtîf, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru diye taksim etmek uygundur. Bu
taksimin illeti (sebebi) bütün cisimlerde müşterektir. Buna göre cisim olma
hali, bütün bu sıfatlarda ortak bir noktadır. Mahiyet İtibarıyla aynı olan
şeylerin, sıfatları kabul etme hususunda da eşit olmaları gerekir. Öyle ise bir
cisim hakkında doğru olan şey, başka her cisim hakkında da doğru olur. O zaman
bir cismin, kendine has miktar, konum, şekil, karakter ve sıfatı gibi şeylere
tahsis edilmesinin mutlaka caiz olan şeyler cümlesinden olması gerekir. Bu ise,
celâli yüce, isimleri mukaddes ve kendisinden başka hiç ilâh olmayan kadîm bir
yaratıcıya muhtaç olunduğu neticesine götürür.
İşte bu anlatılanlar,
gök ve yer cisimlerinden elde edilen ve Yaratıcı Allah'ın varlığını gösteren
önemli delillere işarettir.
"Eğer yerdeki
ağaçlar kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz daha ken-dtsineyardım
ederek(mürekkeb) olsa yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman, 27).
Delillerin İkinci
Çeşidi, yeryüzünün halleridir. Bu hususta iki fasıl vardır: [86]
Bil ki yeryüzünün
hallerinin değişmesinin birçok sebebi vardır:
Birinci Sebeb:
Yeryüzünün hallerinin, feleğinin hareketi sebebiyle değişmesidir. Bu da birkaç
kısımdır:
Birinci Kısım:
Enlemi olmayan yerler. Bunlar ekvator çizgisinde olan yerlerdir. Bu yerler,
dünyanın iki kutbuna tevâfuk ettiği için (aynı mesafede bulunduğu için)
"Ma'delû'n nehâr"ı bir dik açı ile keserler. Bunların bütününün
meridyenlerini (medârât) iki eşit parça olmak üzere keserler. Felek, dairevi
olarak hareket eder. Bu yerlerde, herhangi bir yıldızın gecesi ile gündüzü
değişmez. Burada devamlı görünen veya devamlı görünmeyen bir yıldız
düşünülemez. Dünya üzerinde, iki kutbun dışındaki her noktanın bir doğuş, bir
batış yeri vardır. Burç feleği, "semtü'r re'se" (yani başucu
noktasına), bir tam devrinde, iki defa uğrar. Bu da, onun iki kutbunun ufuk
dairesine ulaştığı zaman olur. Güneş, başucu noktasına senede iki defa uğrar.
Bu da, güneşin iki i'tidal noktasına yetiştiği zaman olur.
İkinci Kısım:
Enlemi olan yerler. Kuzey kutbu, bu yerlerde ufuktan yükselir, güney kutbu ise
ufukta alçalır ve ufuk buralarda yalnız 'ma'delû'n ne-har"ı iki yarım
daire halinde keser. Fakat diğer meridyenlere (medârât) gelince, bunlar o
yerleri değişen nisbetlerde, iki parça halinde keserler. Bu parçalardan kuzey
küresinde görüleni, görünmeyenden daha büyüktür. Güneyde ise, bunun aksine
olur. İşte bu sebebten ötürü, kuzeyde gündüzler daha uzun, güneyde ise bunun
aksine olur. Buradaki hareket "hamaili" olur. Buralarda yıldızın
gecesi ile gündüzü, ancak"ma'delu'n-nehâr'da"eşit olur. Kuzey kutbuna
yakın olan yıldızlar devamlı görünür, güney kutbuna yakın olanlar ise hiç
görünmezler. "Ma'delu'n-nehâr" dan kuzeye olan uzaklığı, o yerin enlemi
kadar olan iki noktada güneş başucu semtine uğrar."
Üçüncü Kısım:
Kendisinde, kutub yüksekliğinin en büyük eğim gibi olduğu yerlerdir. Buralarda
burçlar feleğinin iki kutbunun batması ve doğması imkânsızdır. Fakat onun iki
kutbu ufka temas ederler. Bu durumda burçlar feleği, başucu noktasından geçer,
güneş ise ancak yaza ait geçişlerde başucu noktasına uğrar.
Dördüncü Kısım:
Enlemleri en büyük meyilden fazla otan yerler. Burada gerek burçlar feleğinin,
gerekse güneşin, başucu noktasına uğraması imkânsız olur. Böylece burada,
burçlar feleğinin kuzey kutbu devamlı görülür, güney kutbu hiç görülmez.
Beşinci Kısım:
Enlemleri, eğimin tamamı kadar olan yerler. Buralarda yaz mevsiminde güneş hiç
batmaz. Kışın da hiç doğmaz. Fakat bu iki kutup ufuk ile temas halindedirler.
Bahar mevsiminin i'tidal çizgisi doğuya; sonbahar mevsiminin i'tidal çizgisi
de batı ufkuna ulaştığı zaman, kuzeyde mevsim yaz, güneyde ise kış olur. Bu
durumda burçlar-feleği ufukta çakışır. Sonra o, Oğlak burcunun başından Yengeç
burcunun başına kadar bir kere doğar ve buna mukabil bir kere batar. Sonra
doğan burçlar batmaya, batan burçlar ise daha önceki haline gelinceye kadar
doğmaya başlar. Burada yaz mevsiminde devamlı gündüz, kışın ise devamlı gece
olur.
Altıncı Kısım:
Enlemi, en büyük eğimden (meyl-i a'zam'dan) daha fazla
olan yerler. Bu
durumda, burçlar feleğinin bir yayı, yaz gündönümünden itibaren ve yaz
gündönümü onun ortasında olacak biçimde devamlı gözükür. Güneşin bu yayı kesme
müddetinde ise, devamlı gündüz olur. Aynı şekilde kış gündönümünün bulunduğu
yerlerde ise burçlar feleği hiç görünmez. Güneşin o feleği kesmesi müddetinde
ise devamlı gece olur. Burada bazı burçlar için bir eğim meydana gelir. Oğlak
burcu güney taraftan gündüzün yarısına denk geldiği zaman, Yengeç burcunun
evveli de kuzey taraftan gündüzün diğer yarısına denk gelir. Bahar i'tidal
noktası da doğu ufka denk gelir. Bu durumda Yengeç burcu, Oğlak burcundan;
Oğlak burcu Öküz burcundan; Öküz burcu da Koç burcundan önce doğmuş olur. Sonra
burçlar feleği hareket ettiği zaman, mecburen Balık burcunun sonunda doğar, bu
durumda Balık burcunun başlangıcı dünyanın öbür yüzüne rastlar. Her burç
doğduğunda onun mukabili oian burç batar. Doğan burçlar, eğimlidir. Mukabilleri
de aynı şekilde batar.
Yedinci Kısım:
Kutub yüksekliğinin 90
derece olmasıdır. O zaman orada ma'delu'n-nehâr çizgisi ufukla çakışır. Hareket
de değirmi olur. Doğup batmak, tamamiyle yok olur. Burçlar feleğinin kuzey
yarısı devamlı gözükürken, güney yarısı ise devamlı gözükmez.. Böylece senenin
yarısı gece, yarısı da gündüz olur.
İkinci Sebep: Yeryüzü
durumlarının "imâre" (iskân olunma ) sebebiyle değişmesidir. Bil ki
ekvator çizgisi, yeryüzünü kuzey ve güney diye ikiye ayırır. Buna göre sen
ekvatoru dik açıyla kesen büyük bir daire daha farzettiğin zaman, yeryüzü
küresi bu iki daire sebebiyle dört parçaya ayrılmış olur. Yeryüzünün ma'mûr
olarak bulunan kısmı, kendisinde bulunan dağlar, denizler ve çöllerle beraber,
bu dört parçadan kuzey yarım kürede bulunan iki parçanın birisi olur. Allah en
iyisini bilir ya, bu yeryüzünün dörtte üçünün su olduğu söylenir. Ekvator
çizgisi üzerinde boylamı 90 derece olan yer, "yeryüzünün kubbesi"
diye adlandırılır. Hintli astronomlardan rivayet edildiğine göre; orada,
şeytanların yuvası olan bir adada yüksek bir kale vardı.. İşte bundan dolayı
bu nokta, "kubbe" diye adlandırılmıştır. Sonra dünyanın ma'mur
yerinin boylamı, bu dairenin yarısına yakın olarak bulunmuştur. Bu,adeta
ittifak edilmiş bir husus gibidir. Yine astronomlar, bu ma'mur yerin batıdan
başladığı konusunda ittifak halindedirler. Ne var ki onlar, bu yeri belirleme
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı burayı okyanus sahilinden
başlatırken, bir kısmı ise "Cezâiru'l-hâlidât" adı verilen Vağle
adalarından başlatırlar. İlk astronomlar eski zamanlarda burasının ma'mûr
olduğunu iddia etmişlerdir. Buranın sahilden uzaklığı "20 cüz"dür.
Bundan, bu mıntıkanın en son noktası hakkında da ihtilâfı bulunduğu neticesi
ortaya çıkar. Bu ma'mûr yerin enlemi, ekvator çizgisinden başlamak üzere, ancak
66 derecelik bir uzaklığa varıldığı zaman bulunur. Ne var ki Batlamyus, ekvator
çizgisinin altında da,16 derecelik uzaklıkta da ma'mûr ve meskûn yerlerin
bulunduğunu iddia etmiştir. Böylece ma'mûr yerlerin enlemi yaklaşık 82
dereceye varır.
Sonra o astronomlar bu
ma'mur olan miktarı, ekvator çizgisine paralel olarak, uzanan yedi bölgeye
ayırmışlardır ki, buna, "iklimler" adını vermişlerdir. Bu bölgenin
başlangıç noktası ekvator çizgisinden başlar. Astronomlardan bazıları da,
"iklımler"in başlangıcını, ekvator çizgisine 23 derecelik bir
yakınlıktan başlatırlar. Bu yedi iklimin son noktası ise, ekvator çizgisine 50
derecelik bir uzaklığa varır. Bunun ötesinde kalan yerler ise, kendisindeki
meskûn ve ma'mur yerlerin azlığından dolayı, "iklimler" den
sayılmamıştır.
Üçüncü Sebep:
Yeryüzünün bir kısmının kara, bir kısmının deniz, bir kısmının ova, bir
kısmının dağlık, bir kısmının kayalık, bir kısmımın kumluk ve çöl, bir kısmının
bataklık; bir kısmının da tepelik ve yamaçlık olmasıdır. Bu kısımların bazısı
diğer bazısıyla bir araya gelir de, böylece yeryüzünün durumları alabildiğine
değişir. Yeryüzünün bu durumunu ilgilendiren konuları, Allah'u Teâlâ'nın
"O (Rabbiniz) ki sizin için yeryüzünü bir döşek, semâyı da bir bina
yapmıştır' (Bakara, 22) ayetinin tefsirinde iyice anlatmıştık. [87]
Yeryüzünün durumlarıyla
ilgili hususlardan birisi de, onun küre oluşudur.
Birinci Delil:
Yeryüzünün doğu ile batı arasındaki çizgilerinin boylam; kuzey ile güneş
noktaları arasında uzayan çizgilerin ise, enlem diye adlandırıldığını
öğrenmiştin. Buna göre biz diyoruz ki, yeryüzünün boylamı ya dosdoğru, ya alt
veya üst nokta olur. Birincisi bâtıldır; aksi halde yeryüzünün tamamı güneş
doğarken aynı anda yeryüzünün tamamı güneş doğarken aynı anda aydınlık,
batarken de aynı anda karanlık olurdu.. Ne var ki durum böyle değildir. Çünkü
biz, ayın bizatihi bir kere tutulduğunu ve bununla beraber onun küsû-fun evveli
ve tamamı açılmasının evveli ve tamamı olan dört durumundan düzenli bir
durumunu nazar-ı dikkate aldığımızda, bu tutulma, enlemleri aynı olan
beldelerde, aynı anda bulunmaz ve doğu memleketlerinde gecenin süresi, batı
memleketlerinde olduğundan daha uzun olurdu.
İkinci ihtimal de
geçersizdir; aksi halde batı memleketlerindeki gecenin süresi, doğu
memleketlerindekinden daha çok olurdu. Çünkü batı memleketleri en alt noktanın
ilk önce batısında, daha sonra da ikinci olarak doğusunda, bulunur. İki kısım
da geçersiz olunca, yeryüzü boylamlarının kavisli ve eğik olduğu ortaya çıkar.
Çünkü bu eğri, ya tam kürevî veya elips şeklinde olur. İkincisi geçersizdi,
çünkü biz, dairenin cüzlerindeki farklılığa göre, aynı ay tutulma zamanları
arasında farklılıklar bulmaktayız. Öyle ki, gecenin başlangıcında doğu
memleketlerinin en uç noktasında görülen ay tutulması, batı memleketlerinin en
uç noktasında bulunan yerlerde gündüzün başlangıcında görülür. Böylece bu
kavisin, boylamlar hakkında kûrevî olduğu ortaya çıkmış olur.
Yeryüzünün enlemine
gelince, bu enlemler ya düz olur. ya içbükey (mu-ka'ar) veyahut da dışbükey
(muhaddeb) olur Birincisi bâtıldır, aksi halde güneyden kuzey kutbuna doğru
yola çıkan bir kimse için kutbun başucu noktasının yüksekliği artmazdı. Ve
böyle olmadığı müddetçe o kimse, kutubda devamlı olarak görülen yıldızlardan
hiçbirini göremezdi. Fakat biz daha önce, yeryüzünün durumlarının,
enlemlerinin değişmesiyle değişmekte olduğunu açıklamıştık.. İkincisi de
geçersizdir, aksi halde bu kimse bu iç bûkeyden aşağıya doğru devamlı indiği
müddetçe, devamlt görünen yıldızlar ona gözükmez olur. Oysa ki biz, daha önce
beldelerin enlemlerinin değişmesine göre meydana gelen yedi mertebe
hususundaki açıklamalarımıza binâen, kutup yüksekliğini bitiremiyoruz ve
bittiğini sandtğımtz her noktada yanılıyoruz. Bu delil güzel anlatılırsa, son
derece ikna edici bir delildir.
İkinci Delil:
Yeryüzünün gölgesi yuvarlaktır. Bu sebeple, yeryüzünün de yuvarlak olması
gerekir.
Birincinin İzahı: Ayın tutulması yeryüzünün gölgesinin bizzat kendisidir. Çünkü ayın
tutulmasının, yeryüzünün ay ile güneş arasına girerek ayın cevherinden nurun
gitmesinden başka bir şey değildir. Sonra biz diyoruz ki ayın tutulması
dairevîdir. Çünkü ayda,ayın tutulan miktarını yuvarlak olarak görüyoruz. Bunun
böyle olduğu sabit olunca, yerin de yuvarlak olması gerekir. Çünkü gölgenin
uzaması, güneşin aydınlattığı bölge ile yerin ay üzerine düşen gölgesi arasında
ortak bir sınır şeklinde olur. Gölge yuvarlak olunca, her gölgeyi kendi
şeklinde şekillendiren ortak çizginin de yuvarlak olması gerekir. Böylece
yerin yuvarlak olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra bu söz yerin herhangi bir
yanına tahsis edilmemiştir. Çünkü güneşin tutulmasını gerektiren görülebilen
kısmı, ay tutulmasının şekli devamlı yuvarlak olduğu halde, burçlar feleğinin
cüz'lerinin tamamında bulunur. Buna göre, yeryüzünün şekli her tarafından
yuvarlaktır.
Üçüncü Delil:
Yeryüzü, felekten uzaklaşma temâyülündedir. Yeryüzünün her tarafının durumu
böyle olunca, yeryüzünün yuvarlak olması gerekir. Çünkü gölgenin uzanımı da küredir. [88]
Yüryüzünün küre
olmadığını savunan kimse ise, şu iki delili ileri sürmüştür:
a) Yeryüzü
şayet küre şeklinde olsaydı, onun merkezi âlemin merkeziyle çakışırdı. Eğer
böyle olsaydı, yeryüzünün her tarafını su kaplardı. Çünkü suyun
terkibi,toplanacağı bir merkezin bulunmasını gerektirir. Bu durumda da suyun
yeryüzünün tamamını kaplamış olması gerekirdi.
b) Yeryüzünde tepeler, büyük dağlar ve
alabildiğine çukur yerler görüyoruz.
Birincisine şöyle
cevap verilmiştir: İlahî gaye yeryüzünün bir tarafının, meselâ canlıların
yaşaması için, denizlerdeki adalar misâli, sudan yukarı çıkmasını
gerektirmiştir. Yine suyun yeryüzünün bir tarafından, onun alçak olan yerlerine
doğru akması da uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda, yeryüzünün bazı
bölgeleri sudan yüksekte kalmış olur.
İkincisine ise şu
şekifde cevap vermişlerdir: Yeryüzündeki bu iniş ve çıkışlar, yeryüzünü küre
olmaktan çıkarmaz. Devamla şöyle demişlerdir: Biz, çapı bir "zira"
olan odundan bir küre yapsak, sonra o küre üzerine dağlar, tepeler gibi
çıkıntılar yerleştirip, öte yandan onda göller ve çukur bölgeler gibi çukurlar
açsak, bu onu küre olmaktan çıkarmaz. Dağların ve bu çukur yerlerin yeryüzüne
nisbeti, bu küre üzerinde bulunan noktaların o küreye olan nisbe-tinden daha
aşağıdır. [89]
Yeryüzünün değişik
durumlarıyla bir yaratıcının varlığına istidlal etmek hakkındadır.
Bil ki, yeryüzünün
çeşitli durumlarıyla yaratıcının varlığına istidlalde bulunmak, göklerin
durumlarıyla bir yaratıcının varlığına istidlal etmekten daha kolaydır. Bu
böyledir, çünkü muarızımız göklerin bu miktar, mekân ve konumlan ile muttasıf
olmasının lizâtihî vâcib, değişmesi imkânsız birşey olduğunu, böylece de bir
müessire ihtiyaç hissetmediğini iddia eder. Binaenaleyh bu görüşü iptal etme
hususunda yeryüzündeki cisimlerin birbirine benzediklerine dair delil getirmek
gerekir. Biz yeryüzünün bütün vasıflarının, yani bir mekânda olmasının,
renklerinin, tadlarının ve karakterlerinin değiştiğini; dağların ve çok büyük
kaya parçalarından herbirinin kırılmalarının, bulundukları yerlerden kayıp
gitmelerinin ve alt üst olmalarının "mümkün" olduğunu görüyoruz. Durum
böyle olunca, yeryüzü cüzlerinin her birinin bir mekân, bir yer işgal etme,
bazt cisimlerle temas ederek onlara yaklaşma, bazılarındansa uzaklaşma, değişme
ve tebeddül etmelerinin "mümkin" olması gibi hususlara tahsis
adil-miş olduğu ortaya çıkmış olur. Bu kütlelerin "mümkin" olan
birtakım sıfatlarla muttasıf oldukları ortaya çıkınca bu kütlelere bütün bu
hususların tahsis edilmesinde bunların kadîm, alîm ve zalimlerin sözlerinden
yüce ve münezzeh olan bir müdebbire muhtaç olmaları gerekir. Sen sözün
kaynağını iyice kavradığın zaman, bu hususla ilgili diğer teferruatlar sana
kolay gelir. [90]
Delillerin Üçüncü
nev'i ise, gece ile gündüzün değişmesine dairdir. Bu hususta iki mesele vardır: [91]
Âlimler, kelimesi
hakkında iki açıklama da bulunmuşlardır:
1) Bu
kelime, birincisi gidip arkasından ikincisi gel-
diği zaman söylenilen,
kelimesinden ifîiâl vezni üzere bir kelimedir. Buna göre gece ile gündüzün ard
arda gelmesi, gidip gelme hususunda birbirlerini izlemeleridir. Birisi
birisinin yanına gidip onun yanından geri geldiği zaman, ifâdesi de bu
köktendir. Binaenaleyh o kimsenin gidişi gelmesini, gelmesi de gidişini arkada
bırakmıştır. Bir şey bir şeyden sonra geldiği zaman, o şey onun halefi olmuş
olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gece ile gündüzü ard arda getiren O'dur".
(Furkan, 62) ayeti de işte bu mana ile tefsir edilmiştir.
2) Cenâb-ı
Hak bununla, gece ve gündüzün uzayıp kısalması, aydınlık ve karanlık olması,
fazlalık ve noksantaşma hususundaki farklılıkları murad etmiştir.
Kisâî ise şöyle
demiştir:. "Muhtelif olan iki şeye,
denilir."
Bence bunda bir üçüncü
vecih daha vardır ve o da şudur: Gece ve gündüz, zaman bakımından uzayıp
kısaldığı gibi, yerleri bakımından da farklıdırlar. Çünkü yeryüzünün küre
şeklinde olduğunu söyleyen kimselere göre, senin belirleyeceğin herhangi bir
saatte, yeryüzünün bir yeri sabah, başka bir yeri öğle, üçüncü bir yeri ikindi,
dördüncü bir yeri akşam, beşinci bir yeri yatsı vakti, vb. dir. Bu, boylamları
farklı olan beldelere göre böyledir. Fakat enlemleri farklı olan beldelere
gelince, kuzey enlemleri daha fazla olan her beldenin, yazın gündüzleri daha
uzun, geceleri ise daha kısadır. Kış gündüz ve geceleri ise bunun tersinedir.
Şehirlerin boylam ve enlemlerinin farklı olmasına göre, gece ve gündüzlerin
farklı oluşu, çok değişik ve enteresan bir iştir. Allah Teâlâ, gece ve gündüzün
durumundan, kitabı Kur'an-ı Kerim'de, pek çok yerde bahsederek, mülkün maliki
olduğunu açıklama hususunda, "O, geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye
sokar" (Hac, 61)
Kasas suresinde; De
ki: ' 'Eğer Allah üzerinizde geceyi tâ kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse
Allah'dan başka size bir ışık getirecek tanrı kimdir, bana haber verin. Halâ
dinlemeyecek misiniz?" De ki: "Eğer Allah gündüzü, kıyamet gününe
kadar hep devam ettirirse, size, dinleneceğiniz bir geceyi Allah 'dan başka getirebilecek
kimdir? Bana haber verin. Halâ görmüyor musunuz? Sizin faydanız için ve içinde
sükûn bulup istirahat edesiniz diye geceyi ve fazlından (rızkınızı) arayasınız
diye gündüzü yaratması, O'nun rahmetindendir. Ta ki şükredesiniz" (Kasas,
71-73)
Rum sûresinde,
"Gece ve gündüz uyumanız ile Onun fazlından (nasib) aramanız yine O (Allah'ın)
âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, duyan kimseler için nice ibret alınacak
şeyler vardır " (Rum, 23):
Lokman sûresinde,
"Görmüyor musun, Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye sokuyor, güneşi ve
ayı musabhar kılmış,herbiri belli bir ecele doğru akıyor" (Lokman, 29);
Melâike (Fâtır)
sûresinde, O, geceyi gündüze, gündüzü geceye katıyor. Güneşi ve ayı musahhar
kılmış, herbiri belli bir müddete kadar akıp gidiyor. İşte bu sizin Rabbiniz
(bunları yapan) dtr" (Fâtır. 13);
Yasin sûresinde,
"Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir
de ba karlar ki onlar karanlığa girmişlerdir " (Yasın, 37);
Zümer sûresinde,
"O, geceyi gündüze sarıyor, gündüzü de geceye sarıyor. Güneşi ve ayı musahhar
kılmış, herbiri muayyen bir vakit için akıp. gitmektedir" (Zümer, 5):
Gâfir sûresinde,
“Allah sinesinde istirahat edesiniz diye geceyi yaratan ve gündüzü aydınlık
yapandır" (Mümin,61) ve, Nebe suresinde, 'Biz' geceyi bir örtü, gündüzü de
bir maişet vakti kıldık" (Nebe, 10-11) buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de bu
tür ayetler çoktur.
Netice-i kelâm gece ve
gündüzün durumlarının değişmesi, birçok bakımdan bir yaratıcının olduğunu
gösterir:
a) Gece ve
gündüzün durumlarının değişmesi, güneşin hareketlerine bağlıdır. Bu da büyük
delillerdendir.
b) Bazan
gündüzlerin, bazan da gecelerin uzaması sebebi ile, ilkbahar, yaz, sonbahar,
kış mevsimleri değişir. 8u da büyük delillerdendir.
c)
Gündüzleri kazanç ve geçimlerini sağlamaları, geceleri de istirahat ve uykuya
gitmeleri sebebiyle, insanların hallerinin bir nizam içinde olması da büyük
delillerdendir.
d)
Birbirlerine zıt ve ters olmalarına rağmen, gece ile gündüzün, insanların
maslahatını meydana getirmede, birbirlerine yardımcı olmaları da büyük
ayetlerdendir. Çünkü iki şey arasında bulunan zıddiyet, bir maslahatı meydana
getirmede yardımlaşmalarını değil, birbirini ifsâd etmelerini gerektirir.
e) Gecenin
başında insanların uykuya yönelmesi, sûra ilk üflenişte bütün mahlûkatın
ötmesine; güneş doğarken bütün canlıların uyanması da, sûra ikinci üflenişte
herkesin yeniden diriltilişine benzer. İşte bu da büyük delillere işaret eden
büyük bir ayettir.
f) Gecenin
karanlığının, sabahın yayılan aydınlığı ile yarılması da büyük ayetlerdendir.
Sanki bu, art ve duru olanın, bulanık olan ile; bulanık olanın da arı ve duru
olan şey ile birbirine karışmaksızın, bulanık bir denize akan, berrak bir su
akıntısı gibidir. Bu, Hak Teâlâ'nın şu ayetindeki muradıdır:
"O, sabahı yarıp
çıkaran, geceyi bir sükûnet vakti kılandır" (Enam, 96).
g) Gece ve
gündüzün insanların maslahatına uygun bir biçimde, dengeli bir ölçü içinde
ayarlanmış olması da büyük delillerdendir. Nitekim biz, kutbun başucu noktasında
bulunduğu yerlerde, senenin altı ayı gündüz, altı ayı da gece olur. Bu yerlerde
ne bir bitki yetişir, ne canlıların yerleşmesine tam elverişli olur, ne de
oralarda geçim yolları kolay olur.
h) Havada
ışığın belirmesinin, Allah Teâlâ'nın sünnet-i ilâhiyesini güneş doğarken havada
ışığı yaratmak suretiyle icra ettirmiş olması bakımından, güneş doğduğu zaman
vasıtasız olarak Allah'ın kudretiyle olduğunu söylersek, geriye söylenecek söz
kalmaz. Fakat, güneşin, kendisinin hizasında bulunan cisimlerde ışığını meydana
getirdiğini söyleyecek olursak, bütün cisimler birbirine benzer olduğu halde
bu özelliğin sadece güneşte bulunması bir yaratıcının varlığına delâlet eder.
Eğer, "Gökteki
ecrâmı hareket ettiren, çok büyük ve güçlü bir melektir. Binaenaleyh "gece
ve gündüzün durumlarının değişmesi, bir yaratıcının bulunduğunu
göstermez" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:
Bizim görüşümüze göre delil, kulun kudretinin bunu meydana getirmeye yeterli
olmadığını göstermektedir. Bu durumda böyle bir sual ortadan kalkar.
Mu 'tezile'ye göre,
Ebu Hlşam böyle bir ihtimali naklî delil ile reddetmiştir. [92]
Delillerin Üçüncü
Çeşidi: Cenâb-ı Allah'ın, "Ve denizde, insanlara fayda verecek şeyleri
taşıyan gemilerde..." ayetinde belirttiği delildir. Bununla ilgili birkaç
mesele vardır: [93]
Vahidî şöyle dedi:
(Felek) kelimesinin asıl manası "dönmek" tir. Her dönen, deveran eden
şeye, (felek) denir. Gökteki "felek," içinde yıldızların dönüp
durduğu yedi yörüngenin ismidir. Göğüsleri tomurcuklandığı zaman, kız çocuğu
için, denir. (iplik bükme aleti) nin dönüşü ifâdesi de b'u köktendir. Gemilere
de "fülk" denmiştir. Çünkü o gemi su sebebiyle çok kolay dönüp
dolaşmaktadır."
Vahidi devamla şöyle
der: "(fülk) hem müfred hem de
cemidir. Bu kelime ile tek bir gemi kastedilirse, kelime müzekker sayılır. Eğer
birçok gemi kastediliyorsa, kelime müennes sayılır. Bunun örneği, Arapların şu
sözleridir: "iyi dişi deve ve iyi dişi develer" ve, "Parlak zırh, parlak zırhlar."
Sibeveyh de şöyle
demiştir:" (fülk) kelimesi ile
müfred (tek) bir gemi kastedildiğinde fe harfinin ötüre okunuşu, (bürd) kelimesindeki be harfinin ve, (hurc)
kelimesindeki hâ harfinin ötüre okunuşu gibidir. Eğer bu kelime ile cemî
manası murad edilir ise, fe harfinin ötüresi, (humr) kelimesindeki ha ve, (sufr) kelimesindeki sad'tn ötüresi gibidir.
Her nekadar bu ikisi,(âfızlan bakımından aynı ise de manaları bakımından farklıdırlar." [94]
el-Leys şöyle
demiştir: "Deniz, çok geniş ve yaygın olduğu için, (bahr) diye
adlandırılmıştır. Bir kimse ilimde çok ilerleyip, onunla iyice haşır neşir olduğunda, (Filân ilimde, mütehahhir oldu)
denilir. Malı çok olduğu zaman da. (Filân malda mütebahhir oldu) denilir."
Başka alimler,
"Denize, yeryüzünün bir parçası olduğu için, (bahr) denmiştir, (bahr)
parça manasına gelir. kelimesi de bu köktendir" demişlerdir. [95]
Cübbâî ve diğer
alimler denizlerin bulunduğu yerlerden bahsetmişlerdir. Bilinen denizler beş
tanedir:
a) Hind
Denizi ki buna "Çin Denizi" de denilir.
b)
Bahrü'l-Mağrib (Mağrib Denizi),
e) Şam, Rum
ve Mısır Denizi.
d) Bahr-u
Nitaş.
e) Cürcân
Denizi.
Hind Denizi'nin
uzunluğu batıdan doğuya, Habeşistan toprağının güneyinden Hind ve Çin
toprağının en uzak noktasına kadar uzanır ve (yüzölçümü) sekizyüzbin mildir.
Eni ise ikibinyediyüz mildir. Bu, ekvator çizgisinden binyediyüz mi! aşağıdan
geçer. Bu denizin .birçok körfezi vardır:
1) Habeşistan
topraklarında bulunan körfez: Bu, Berberilerin bölgesine kadar uzanır. Buna
"Berberi Halici (körfezi) denir.Bunun uzunluğu beşyüz mil, eni ise yüz
mildir.
2) Eyle
Denizi'nin halîci: Bu Kulzum denizidir. Bunun uzunluğu bindört-yüz mil, eni
iseyediyüz mildir. Bu, kendisine Yeşil deniz denen denize kadar uzanır. Bir
tarafında Kulzum denilen yer vardır. Bundan dolayı, "Bahru'l-Kulzum"
diye adlandırılmıştır. Doğusunda Yemen ve Aden, batısında Habeşistan bulunur.
3) İran
toprağının denizinin körfezi: Buna "Halic-i Fârisî" de denir. Bu Basra
ve İran denizidir. Doğusunda Tîz ve Mekrân, batısında Umman bulunur; uzunluğu
bindörtyüz mil, eni beşyüz mildir. Bu iki haliç (körfez) yani Eyle (Kizildeniz)
ile İran halici (Basra Körfezi) arasında Hicaz, Yemen ve diğer Arap beldeleri,
binbeşyüz millik bir alanda yer alırlar.
4) Bir başka
haliç de, Hind beldelerinin en yukarı noktasına varır ki, buna "Halic-i
Ahdar" denir. Bunun, uzunluğu da binbeşyüz mildir. Alimler, Hind denizinin
adalarından, meskûn olanlar olduğu gibi, kimsenin yaşamadığı adaların da
bulunduğunu söylemişlerdir. Bu adalar binücyüzyetmiş tanedir. Bunlar içinde,
denizin çok uzağında, bir hayli büyük olan bir ada vardır. Bu Çin'in doğusunda,
Hind topraklarının karşısındadır. Bu, Serendib adaşıdır. Bu adanın etrafı
ücbin mildir ve üzerinde büyük dağlar ve birçok nehirler vardır. Bu adada
kırmızı yakut çıkartılır. Bu adanın etrafında, meskûn olan ondokuz ada vardır.
Bu adalarda ma'mûr şehirler ve birçok köyler vardır. Bu denizin adalarından
biri de, kurşun madeni çıkarılan "Kile adası" ile, kâfur çıkartılan
"Şerire adası" dır,
Mağrib denizine
gelince, bu kendisine "Muhit" denilen, Yunanlıların
"Okyanus" dedikleri denizdir. Hind denizi bununla birleşir. Bu
denizin, ancak Rusya ve Polonya topraklarının hizasında bulunan, doğu ve kuzey
sınırları bilinir. Güneyde, Sudan toprağının hizasından, "Sus"
beldesinin en uç sınırından. Tanca, Tâhert beldelerinin kıyısından, sonra
Endülüs, Celâlikâ ve Sekâlibe sınırlarından geçer. Sonra buradan, geçit
vermeyen dağlar ve meskûn olmayan yerlere kadar uzanır. Mesela Doğu Denizi
gibi. Bu denizde gemiler ancak kıyılara yakın yerden giderler. Burada
Habeşistan topraklarının karşısında altı ada vardır. Bunlara "Cezâiru'l-Halidât"
denir. Bu denizden, Sekâlibe bölgesinin Kuzey Rusya ve Polonya topraklarının
kuzeyinde büyük bir haliç (kör* fez) bulunur. Bu körfez,
"Bulgari'l-Müslimin" topraklarına kadar uzanır. Bunun doğudan batıya
uzunluğu üçyüz, eni ise yüz mildir.
Rum, Afrika, Mısır ve
Şam Denizine gelince, bunun uzunluğu beşbin mil, eni ise altıyüz mildir. Bu
denizden kuzeye uzanan, uzunluğu beşyüz, eni ise altıyüz mil olan ve Roma'ya
yakın bir haliç (körfez) çıkar. Yine "Serîn" toprağına kadar uzanan,
uzunluğu ikiyüz mil olan bir başka körfez çıkar. Bu denizde yüzaltmışiki
meskûn ada vardır. Onlardan ellisi büyük
adalardır.
Nitaş denizi,
Lazkiye'den İstanbul'un arkasına kadar uzanan ve Rusya toprağı ile Balkanlar
arasında kalan uzunluğu binüçyüz mil, eni üçyüz mil olan denizdir.
Cürcân denizinin
(Hazar Denizi) boyu, doğudan batıya üçyüz mil, eni ise altıyüz mildir. Bu
denizde, daha önceki zamanlarda meskûn olan iki ada vardır. Bu deniz,
"Âbiskon denizi" diye de bilinir. Çünkü Âbiskon onun bir limanıdır.
Sonra bu deniz Taberistan'a, Deylem'e, Nehrevân'a, Bâbu'l-Ebvâb'a, ve Aran
bölgesine kadar uzanır. Bu, başka bir denizle birleşmez. İşte bu saydıklarımız,
en büyük denizlerdir. Bunların dışında kalanlar ise küçük denizler, Harzem
denizi, Taberiyye denizi gibi göllerdir. Aristo'nun şöyle söylediği hikaye
edilmiştir: 'Okyanus, yeryüzünü kuşatmıştır ve yeryüzünün bir mıntıkası
gibidir." İşte, denizler hakkında, özet söz budur. [96]
Gemilerin denizlerde
akıp gitmesi ile, Yaratıcı Allah' in varlığına şu bakımlardan delil getirilir:
a) Her
nekadar gemiler, insanların yapmış olduklan şeyler ise de, bu gemileri yapma
imkânı veren,
âletleri, vasıtaları
yaratan Allah'dır. Eğer Allah bu şeyleri insanlar için yaratmamış olsaydı, bu
mümkün olmazdı.
b) Gemileri
hareket ettirmek için muayyen rüzgârlar olmasaydı, gemilerle sağlanacak olan
fayda tam olmazdı.
c) Bu
rüzgarlar ve onların esmesi olmasaydı, ortada gemi falan olmazdı.
d) Bu
gemileri yapan kimselerin kalblerini Allah takviye etmiş olmasaydı, maksat tam
hasıl olmazdı. Böylece Cenâb-ı Hak o gemileri bu yönlerden, kulları için bir
maslahat ve onların fayda ve ticâretleri için bir vasıta kılmıştır.
e) Allah'u
Teâlâ, âlemin her tarafına muayyen özellikler vermiş ve hepsini böylece
birbirine muhtaç kılmıştır. Böylece bu, onların yapmış oldukları seferler
sırasında bu tür tehlikelere atılmaya sevk eden bir sebep olmuştur. Cenâb-ı
Hak, âlemin her köşesine muayyen bir özellik vermeseydi ve bunların hepsini
birbirine muhtaç kılmasaydı, o insanlar bu gemileri yapmazlardı. Böylece gemici
taşıdığı şeyden kâr elde etmek suretiyle, bu malların kendisine getirildiği
kimse de, bizzat bu mallardan istifâde etmiş otur.
f) Allah,
coştuğu zaman denizin gücüne rağmen rüzgârları göndererek dalgalan harekete
geçirip, suyunu da altüst ettiği zaman oradaki dehşetin büyüklüğüne rağmen,
denizi yük taşımak için uygun hale getirmiştir.
g) Meselâ
Ceyhun ve Seyhun gibi büyük nehirler, küçük olmasına rağmen Harezm denizine
akarlar. Sonra Harezm denizi kesinlikle ne fazlalaşır, ne de genişler. Böylece
buraya dökülen şu büyük suların keyfiyyetini ancak Allah'u Teâlâ bilir.
i) Denizde
bulunan büyük canlılardır. Sonra Cenâb-ı Hak, gemileri bu hayvanlardan
kurtarıp kurtuluş sahiline ulaştırır.
j) Denizlerdeki
ilginç durumlardır, ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "O birbirine komşu olmak
üzere, iki denizi salıvermiştir; aralarında bir perde olup, birbirlerinin
sınırını aşmazlar " (Rahman, 19-20); Şu deniz tatlıdır, susuzluğu keser,
içimi kolaydır, şu ise çok tuzludur, acıdır" (F«br, 12) ayetleridir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
kendi kudretiyle bunların birbirine karışmasını önlemiştir. Bütün bunlar
akılları ve gönülleri, bunların, bir tedvir ve tedbir edenin ve onları koruyan
bir takdir edicinin varlığına muhtaç olduğu neticesine götürür. [97]
Hak Teâlâ'nın,
ifâdesi, gemiye binmenin, gemiyle kazanç sağlamanın, ticaret yapmanın ve güzel şeylerden
faydalanmanın mubah olduğuna delâlet eder.
Bir yaratıcının
varlığına delâlet eden delillerden beşinci nev'i de, O'nun, "Ve Allah' ın
gökten indirip de, öldükten sonra'yeryüzünü kendisiyle dirilttiği'suda..'
kavlidir.
Bil ki, bu buyruğun
bir yaratıcının varlığına delâleti birkaç yöndendir:
1) O
cisimler ve o cisimlerde bulunan yoğunluk, nem ve tatlılık sıfatlandır.
Bunları yaratmaya, Allah'tan başka hiç kimsenin gücü yetmez. Nitekim Cenâb-ı
Hak,
"De ki söyleyin
bakalım: Eğer sizin suyunuz batarsa, kim size fişkıran bir su
getirebilir?" (Mûlk. 30).
2) Allah
Teâlâ, suyu insan hayatının sebebi kılmıştır. Faydası çok olduğu için de,
"Söyleyin bakayım, o içtiğiniz suyu, bulutlardan siz mi indiriyorsunuz,
yoksa indi-renler biz miyiz?" (vakra, 68-69) ve, "Biz, canlı olan her
şeyi sudan yarattık. Onlar inanmazlar mı?"(Enbiya, 30) buyurmuştur.
3) Hak
Teâlâ, suyu insanın hayatını sürdürmesinin sebebi kıldığı gibi/rızkının sebebi
de kılarak şöyle buyurmuştur:
"Rızkınız ve
va'adolunduğunuz şeyler göklerdedir" (Zâriyat, 22)'
4) Büyük
vadileri dolduracak çok su bulunan bulutlar, gökte muallâkta dururlar. Bu
durum da en büyük ayetlerdendir.
5)
Bulutlardan, bu suların,mahlûkatın ihtiyacı esnasında insanlar dua ettiği
zaman, menfaatIarına uygun miktarda yağması da büyük ayetlerdendir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh (a.s)'dan naklederek, ''Ve (onlara) Rabbmizden mağfiret
taleb edin. Çünkü Ö, gaffar (çok bağışlayıcı) dır. Böylece size bo! yağmur
göndersin dedim" (Nûh, 10-11)buyurmuştur.
6) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz o bulutu ölü bir beldeye sürüp götürdük" (Fatır, 9) ve,
"Ve, yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz, ona yağmuru indirdiğimiz zaman,
o hareketlenir, kabam ve her güzel çiftten nice bitkiler bitirir" (Hacc,
5) buyurmuştur.
Şayet "Su, hakiki
manada gökten veya buluttan iniyor der misiniz? Veya, bazılarının güneş
yeryüzüne tesir ediyor, ondan göğe doğru yükselen buharlar çıkıyor, bu
buharlar soğuk bir havaya ulaştığında dolu haline geliyor, böytece ağırlaşıyor,
bunu müteakiben de kuşatan havanın boşluğundan merkezin darlığına doğru
iniyor, böyle buharlar bir araya geliyor; neticede, bu zerrelerin de
birbirleriyle birleşmesinden, yağmur damlaları olan damlalar oluşuyor"
şeklindeki sözlerini uygun bulur musun?" denilirse, biz deriz ki: Daha
doğrusu biz diyoruz ki: Allah'u Teâlâ'nın da bahsettiği gibi -ki O, haberinde
sadıktır - yağmur semâdan iniyor. Allah'u Teâlâ suyu bulutta tutmaya kadir
olunca, bu suyu semada tutması nasıl garip görülebilir?
O yağmurun yeryüzü
buharından meydana geldiğini söyleyenlerin görüşüne gelince, bu haddizatında
mümkün bir iştir. Fakat, bunun kesinkes böyle olduğunu söylemek, ancak hür ve
irâde sahibi bir Yaratıcı'nın olmadığına, âlemin de kadîm olduğuna hükmetmekle
mümkün olur ki, bu da küfürdür. Çünkü biz cisimleri yaratmaya kadir otan, hür
ve irade sahibi bir Yaratıcı'nın bulunduğuna hükmettiğimize göre btzim, bunun
böyle olması mümkün olduğu halde, onların dedikleriyle hükmetmek nasıl mümkün
olur? [98]
Cenâb-ı Hakk'ın,
sözüne gelince, bil ki buradaki hayat
birkaç yöndendir:
a) Olmaması
halinde yeryüzü canlıların yaşaması mümkün ofmayan kuru, yeşil ve benzeri
bitkilerin bitmesidir.
b) Eğer bu
böyle olmasaydı, kulların rızkı meydana gelmezdi.
c) Allah'tı
Teâlâ herşeyi ihtiyaç olduğu kadarıyla bitirir. Çünkü Cenâb-t Hak, canlıların
rızkını, "yeryüzünde
bulunan bütün
canlıların rızkı Allah'a aittir" (Hud, 6)sözüyle, teminat altına almıştır.
d) Bu
bitkilerde renk, tad, koku ve elbiseler için elverişli olan kısımlar bulunmaktadır.
Bütün bu şeylere de, Allah'dan başka hiç kimse kadir olamaz.
e) Bitkiler
sayesinde yeryüzü güzelleşir, manzarası hoş olur, göze hoş görülür ve göz
alıcı bir hal alır. Ki, işte bu da hayatın bir ifadesidir.
Cenâb-ı Hakk'tn,
Ölümünden sonra yeryüzünü diriltmekle nitelemiş olması, bir mecazdır. Çünkü
hayat ancak, idrâk eden ve bilme kaabiliyeti olabilecek varlıklar için söz
konusu olabilir. Ölüm de böyledir; ne var ki cisim diri olunca, kendisinde bir
tür güzellik, göz alıcılık, gösteriş, dirilme ve gelişme gözlenir. İşte bundan
dolayı bu şeylerin bulunmasına hayat kelimesi ıtlak edilmiş olur. Bu da,
kısalığına rağmen birçok manalarını ihtiva eden, fasih bir sözdür.
Bil ki, ölümünden
sonra yerin diriltilmesi, birçok bakımdan bir yaratıcının varlığına delâlet
eder:
a) Biten
bitkinin bizzat kendisi.. Çünkü buna, bu şekilde hiç kimse kadir olamaz.
b) Bu bitkilerin,
neredeyse sayılamayacak ve tahdit edilemeyecek kadar çeşitli renklere sahip
olmalarıdır.
c) Bitkileruc ve ağaçlarda muhtelif tadlar..
d) Hep kendi muayyen zamanlarında bitmeleri.. [99]
Ayetlerin altıncı
nev'i Hak Teâlâ'nın, "Ve Allah orada, her türlü canlıyı yaydı"
kavlidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve bu ikisinden birçok erkekler ve kadınlar
yaydı" (Nisa, 1) ayetinde olduğu gibi, bütün insanların ve diğer
canlıların yaratılmasına delâlet eden bütün ayetler de buna benzer.
Canlıların meydana
gelmesi, bazen doğurtmak, bazen de birbirlerinden doğması yoluyla otur. Her iki
duruma göre de, bu hususta hâkim bir yaratıcının bulunması gerekir. Biz bu
hususu, önce insanlar, sonra da diğer canlılar hakkında olmak üzere izah
edeceğiz. [100]
İnsana gelince, onun
meydana gelmesinde, bir yaratıcıya muhtaç olduğuna pekçok şey delâlet eder:
a) Rivayet
edildiğine göre birisi, Hz. Ömer'in yanında, "Ben, satranç oyununa
şaşıyorum.. Satranç tablası bir kare şeklindedir. Şayet insan milyon kere
satranç oynasa, aynı oyunu ikinci kere tekrarlayanı az" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer: "Bu hususta ondan daha ilginç olanı vardır. O da şudur
Yüzün alanı, bir karış karelik bir alandtr. Sonra kaşlar,gözler, burun ve ağız
gibi, yüzde bulunan uzuvların yerleri de hiç değişmez... Buna karşılık sen,
doğuda ve batıda birbirine benzeyen iki kimse göremezsin.. Bu küçücük tablada
sınırsız olan bu yaratılışları meydana getiren hikmet ve kudret ne büyüktür!"
b) İnsan
nutfeden meydana gelmiştir. Nutfenin şekillenmesinde ve meydana gelmesinde müessir
olan, nutfede mevcut olan bir kuvvet midir, yoksa böyle bir kuvvet değil midir?
Buna göre eğer o nutfede müessir ve şekillendirici bir kuvvet bulunuyorsa, bu
enteresan şekli meydana getirebilmesi için bu kuvvetin bir şuuru, idrâk gücü,
ilmi ve bir hikmeti bulunur; veya bu kuvvet böyle olmaz; aksine bu nutfenin
tesiri sırf yapısı ve sebep olması ile olur. Birinci ihtimalin bozuk olduğu
açıktır. Çünkü insanın, mükemmel olduğu zaman, ilmi ve kudreti daha fazladır.
Sonra bu insan, bu
ilim ve kudretiyle beraber, bir kılı, olduğundan başka şeye dönüştürmek istese,
buna gücü yetmez. O halde, son derece güçsüz olduğu zaman, (nutfe halinde
iken), buna nasıl kadir olacak?
Ama bu kuvvetin,
tabiatı itibariyle müessir olması durumuna gelince, bu onun haddizatında parçaları
birbirine benzeyen veya benzemeyen bir cisim olmasıyla olur. Eğer parçaları
aynı olursa, bu durumda tabiî kuvvet basit maddelerde iş gördüğü zaman, ondan
mutlaka aynı fiiller meydan gelir; ki bu, bir tekrarlanıştır. Böylece insanın
aynı şekil üzre olması ve, bu tekrar ediliş içinde bulundukları varsayılan
cüzlerin tamamının da, aynı karakterde olması gerekir. İşte bu, âlimlerin
kendisiyle, basit varlıkların mutlaka avdet ettiklerine delil olarak
getirdikleri şeydir. Buna göre, mutlaka nutfenin (meninin) et, kan ve insan
şekline dönüşmesi için, nutfenin parçalarını, kuvvetini ve yapısını ölçüp
biçen bir müdebbirin bulunduğu ortaya çıkar. Bu müdebbir de yaratıcı Hak
Teâlâ'dan başkası değildir.
c)
Canlıların bedenlerinin anatomisinin çeşitli halleri, yapı ve terkiblerin-deki
harikulade durumlara bakarak istidlal etmek.. Bu hususu, burada anlatmak, çok
uzun olacağı için ve alimler bu konuda yazılmış kitaplarda, ilgili meseleleri
enine boyuna ele aldıkları için, âdeta imkansızdır.
d) Mü'minlerin
emiri Hz. Ali (r.a)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir yağ parçası
ite insanı gördüren, bir kemik parçası ile işittiren ve bir et parçası ile onu
konuşturan (Allah) ne yücedir!"
İnsanın, bedenin
terkibinin hayranlık veren şeylerden birisi de tabiatla uğraşan ilim
adamlarının söylediği şu sözdür: "Maddeyi meydana getiren unsurların en
üstününün ateş olması gerekir. Çünkü o sıcak ve kurudur. Yoğunluk bakımından
ateşten sonra gelen ise havadır. Daha sonra su gelir. Toprağın ise,
ağırlığı,kesafeti ve kuruluğundan dolayı bunların hepsinin altında olması
gerekir." Sonra bu alimler, bu kaziyyeyi insan bedeninin terkibine
uygulamışlardır. Çünkü insanın uzuvlarının en üstte olanı, kafatası kemiğidir.
Bu kemik ise, toprağın yapısındaki gibi, serin ve kurudur. Bunun altında beyin
bulunur. Bu ise, suyun yapısındaki gibi, soğuk ve ıslaktır. Onun da altında
nefs (can) bulunur. Bu ise, havanın yapısındaki gibi, sıcak ve ıslaktır.
Hepsinin altında ise kalb bulunur. Kalb de, ateşin yapısındaki gibi, sıcak ve
kurudur. Kudret eliyle karakterleri (yapıları) evirip çevirerek, onları
dilediği gibi tertib ve terkib eden Allah'ın şanı ne yücedir!
Bu konuda
zikrettiğimiz şeylerden biri de şudur: Her usta güzel bir nakış yapar. Onu yok etmesin
diye sudan, güzelliğini ve latifliğini kaybettirmesin diye havadan, yakmasın
diye de ateşten korur. Hak Teâlâ ise, kendi yaratmasının nakşını eşya üzerine
vurup şöyle buyurmuştur:
"Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in hâli
gibidir. (Allah)\o (Adem1 i) topraktan yarattı" (Al-i imran, 59) ve,
"biz, canlı olan her şeyi sudan yarattık"(Enbiya, 30).
Hava hakkında ise
söyle buyurmuştur: " (Adem'e) ruhumuzdan üfledik" (Tahrim, 12)
"HanVbenim
iznimle, çamurdan bir kuş şeklinin benzerini yapıyordun ve İçine
ütürüyordun..." (Maide 110); ve
" Ve Ona (Adem'e) ruhumdan üûedim" (Hicr,29).
Ateş hakkında da
Cenâb-ı Hak, "Cin-nin atası olan iblisi dumansız ateşten yarattı"
(Rahman, 15) buyurmuştur.
Bu, Allah Teâlâ'nın
yaratışının, yapmasının, herkesin yapmasından farklı olduğuna delâlet eder.
e)
Annesinden doğan çocuğun haline bir bak! Eğer sen, onun ağzına ve burnuna
nefesini kesecek bir bez kapatsan, çocuk derhal ölür. Buna karşılık o, nefes
almaksızın, o daracık ana rahminde uzun bir müddet kalmış ve ölmemiştir. Sonra
o annesinden doğar doğmaz, varlıkların en zayıfı ve anlayıştan en uzak
olanıdır. Öyle ki o, su ile ateşi, sıkıntı veren ile lezzet vereni ve annesi
ile başkalarını birbirinden ayırdedemez. İnsan, dünyaya yeni geldiğinde canlıların
en cahil ve bilgisizi iken, gelişmesini tamamlayıp kemâle erdikten sonra da, -
bunun kadir ve hakim olan bir yaratıcının atiyyesi olduğunu bilsin
diye-anlayış, akıl ve idrak bakımından canlıların en mükemmeli olur. Çünkü, şayet
durum, yaratılış gereği olsaydı, yaratılışının başlangıcında çok zeki olan her
varlığın kemalini tamamladığı zaman daha anlayışlı oturdu. Durum böyle olmayıp,
aksine (bunun zıddına) olunca, anlıyoruz ki bütün bunfar yaratıcı ve hakîm olan
Allah'ın insana bir ihsanıdır. .
f) İnsanların
lisanlarının, huy ve mizaçlarının farklı farklı oluşu, en kuvvetli delillerden
biridir. Biz, karada ve dağlarda yaşayan hayvanların birbirlerine son derece
benzediklerini görürüz. İnsanların da yüz şekli bakımından birbirlerinden son
derece farklı olduklarını görürüz. Eğer böyle olmasaydı hayat bozulur, herkes
birbiriyle karıştırılırdı; böylece insanlar birbirinden ayırdedilemez ve hayat
altüst olurdu. Bu konuda sözü uzatmak istemiyoruz. Çünkü bu, sahili olmayan
bir denizdir. [101]
Yedinci çeşit delil,
rüzgârları evirip çevirmesidir. Bunda birkaç mesele vardır: [102]
Bununla istidlalde
bulunma şekli şöyle olur: Rüzgârlar evirip çevirmeyi kabul edecek bir şekilde
yaratılmıştır. Bu da incelik ve letafet kaabiliyetidir. Sonra Cenâb-ı Hak,
rüzgârları, insanlara, hayvanlara ve
bitkilere büyük
faydalar sağlayacak biçimde idare edip çalıştırmaktadır. Bu birkaç yöndendir:
a) Bu,
canlıdan bir an kesilecek olsa, ölümüne sebebiyet verecek olan, nefesin
maddesidir. Hatta bu hususta denilmiştir ki: "En fazla ihtiyaç duyulan
nimet, en fazla miktarda yaratılıp en kolay bulunacak durumda
kılınmıştır." İnsanın, havaya olan ihtiyacı, ihtiyaçların en büyüğü
olduğu, hatta bir an ondan kesilse, bu onun ölümüne sebebiyet verdiği halde,
insanın havayı elde edişi, diğer bütün şeyleri bulmasından daha kolaydır.
Havadan sonra su
gelir. Çünkü suya olan ihtiyaç da, havaya olan ihtiyacin biraz altında, yine
şiddetti bir ihtiyaç olduğu halde, suyu elde etmek de kolaydır. Fakat havayı
elde etmek; bulmak daha kolaydır. Çünkü, havanın aksine, suyu bir yerde tutmak
gerekir. Zira suyu getirmek ve çekmek için, her zaman bu iş için âletler
gerekmiştir.
Sudan sonra, yiyeceğe
olan şiddetli ihtiyaç gelir. Fakat yiyeceğe olan ihtiyaç, suya olan ihtiyaçtan
daha azdır. Buna karşılık yiyeceği elde etmek, suyu elde etmekten daha zordur.
Yiyecekten sonra, az
bulunan bazt ilaçlan ve karışımları elde etme ihtiyacı gelir. Bu şeyler
gerçekten az miktardadırlar. Bu ilaçlardan sonra, yine son derece az ve nâdir
bulunan yakut ve benzeri kıymetli taşlar gibi muhtelif madenlere olan ihtiyaç
gelir. Böylece, en fazla ihtiyaç duyulan şeyi bulmanın en kolay; en az ihtiyaç
duyulan şeyi bulmanın ise en zor şey olduğu hususu ortaya çıkar. Bu ise, ancak
Allah'dan kullarına bir rahmettir. Allah'ın rahmetine olan ihtiyaç, insanların
en muhtaç oldukları şey olunca, onu bulmanın herşey-den daha kolay olmasını
Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ederiz. Şair bu manayı şöyle ifâde etmiştir:
"Onların muhtelif
çeşitlerinden insanlar müstağni olabildiği halde, pek az bulunan şeye fazla bir
kıymet tahsis eden; canlı her varlığın da kendisine muhtaç olduğu halde,
havayı teneffüs etmeyi son derece kolaylaştıran Allah'ın şanı ne yücedir!."
b) Eğer
rüzgârlar olmasaydı, gemiler hareket edemezlerdi. Bu ise, ancak Allah'ın
kudretiyledir. Şayet kâinattaki bütün insanlar, rüzgârları kuzeyden güneye
çevirmeyi isteselerdi, veyahut da ortada rüzgâr yok iken, bir rüzgâr meydana
getirmeyi isteselerdi, buna güçleri yetmezdi. [103]
Vahidî, "O'nun,
rüzgârları evirip çevirmesi" manasının kastedildiğini; böylece masdarın
mef'ulüne muzaaf kılınmış olduğunu ve bu şekilde kullanışın Arapça'da çok
olduğunu söylemiştir. [104]
kelimesi,
kejimesinin çoğuludur. Ebu Ali şöyle demiştir: Kelimesi, vezninde bir
isimdir. Kelimenin, ikinci harfi aslında "vâv" olduğu halde,
müfredinde bir önceki harf kesreli olduğu için, "yâ" harfine
çevrilmiştir. Nitekim bu kelimenin cem-i kıfleti, şeklinde gelir. Bu böyledir,
çünkü bu cemide i'lâli gerektirecek bir şey yoktur. Görmüyor musun, cemîsindeki
(çoğulundaki) "râ" harfinin sakin oluşu, vâvın i'lalini gerektirmez.
Bu, aynen, (kavm), (kavi) kelimelerindeki vâv harfinin durumu gibidir. Cem-i
kesretinde ise vâv harfi, kendisinden önceki kesreden dolayı yâ harfine
çevrildiği için, şeklinde gelmiştir. Bu, tıpkı, kelimesinin, ve, kelimesinin,
şeklinde cemılenmesi gibidir."
İbnu I-Enbâri şöyle
demiştir: "Rüzgâra, estiği zaman, genellikle bir genişlik ve rahatlık
getirdiği için, ve esintisinin kesilmesi esnasında da bir sıkıntı ve gam
meydana geldiği için, denilmiştir. Buna göre kelimenin asit, (genişlik,
rahatlık) kelimesidir. Kelimenin asimin bu şekilde vâvlı oluşunun delili ise,
Arapların bunun cem-i kılletinde, demeleridir." [105]
Âlimler rüzgârların dört
çeşit olduğunu söylemişlerdir: Kuzey, güney, sabâ (doğu rüzgârı) ve debûr (batı
rüzgârı).
Kuzey rüzgârı,
kuzeyden; güney rüzgârı, güneyden; sabâ, doğudan; debûr da, batıdan esen
rüzgârlardır.
Debûru istikbâl ettiği
için sabâ (doğu) rüzgârına "kabul" adı da verilmiştir. Bu
rüzgârların aralarından esen rüzgârlara ise "nekbâ" (ara rüzgârlar)
denilir. [106]
Kıraat alimleri, (riyâh) kelimesinin okunuşunda ihtilâf
etmişlerdir. Ebu Amr, Âsim ve İbn
Âmir, cemî kalıbında
olmak üzere, on yerde, yani
Bakara, A'râf, Hicr,
Kehf, Furkân, Nemt, Rûm (iki yerde), Casiye ve Fatır sûrelerinde, şeklinde
okumuşlardır. Nâfi ise oniki yerde, ki on tanesi saydığımız bu yerler, diğer
iki yer ise İbrahim sûresinde, "Rüzgârların kendisini havaya savurduğu kül
gibi" (ibrahim. 18) ve diğeri de Şûra suresinde, "Eğer Allah dilerse rüzgârları
hareketsiz hale getirir" (Şûra, 33) olmak üzere, cemi kalıbında olmak
üzere kelimeyi, şeklinde okumuştur.
İbn Kesir de beş yerde
yani Bakara, Hicr, Kehf, - iki yerde olmak üzere-Rûm sûrelerindekt kelimeyi
cemî kalıbında olmak üzere, şeklinde okumuştur.
Kisâî ise, üç yerde
yani Hicr, Furkan ve Rûm süresindeki geçtiği ilk yerde kelimeyi cemi kalıbında
olmak üzere şeklinde okumuştur.
Bilmek gerekir ki.
Allah'ın birliğine delâlet etme hususunda bu rüzgârların herbıri diğerine
benzemektedir.
Kelimeyi müfred
olarak, şeklinde okuyanlar ise, bununla
cinsi kastetmişlerdir. Arapların şu sözünde de olduğu gibi; "İnsanlar,
dinarı ve dirhemi harcadılar." Eğer kelimesiyle cins murad edilirse,
kelimeyi müfred olarak okuyanın kıraati de, cemî olarak okuyanın kıraati gibi
olur.
Bir rüzgâr estiğinde,
Peygamber efendimizin söylemiş olduğu rivayet edilen, "Allah'ım, bunu
riyâh (rüzgârlar) kıl, rîh (rüzgâr) kılma" şeklindeki hadîse gelince, bu
rahmetin söz konusu olduğu yerlerin, cemî olarak getirilmesinin daha evlâ
olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun ayetlerinden birisi de,
müjdeciler olmak üzere rüzgârlar göndermesidir" (Rum,46)buyurmuştur.
Burada rüzgârlar, ancak rahmetin müjdecisi olmuşlardır. Müfred olarak geldiği
yerde ise, meselâ, "Âd kav minde de ibretler vardır. Hani biz onların
üzerine kısır rüzgâr salıvermiştik" (zariyat. 41) buyurmuştur. Kur'an'da
lâfız bazen birşeye tahsis edilir de, böylece o lâfız o şeyin bir belirtisi
haline gelir. Meselâ Kur'an-ı Kerim'de bulunan,
"Nerden
bileceksin, belki de kıyamet yakındır?" {sura, 17)ve, kelimesinin geçtiği
bütün yerler böyledir.lâfzı tayin edilmemiş olan bir mübhem manayı
açıklamaktadır. Meselâ, "Bilir misin Kârla nedir?" (Kâria,
3)
ve, (Kâria-10) ayetinde olduğu gibi.. [107]
Bir yaratıcının
varlığına delâlet eden delillerin sekizinci nev'i ise Alah'u ın."Gök ile
yer arasında musah-har kılman bulutlarda..." ayetidir. Bulut, havada
sürüklenmesinden dolayı, diye adlandırılmıştır. "Teshîr"in mânası
ise, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Allah, birkaç bakımdan, bulutu
"musahhar" olarak adlandırmıştır .
a) Suyun
karakteri, inmesini gerektiren bir ağırlığa sahip olmasıdır. Binaenaleyh, onun
hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Bu sebeple onu buna
zorlayan ve buna mecbur eden birisinin bulunması gerekir. İşte bu sebepten
ötürü Cenâb-ı Hak onu, "musahhar" diye adlandırmıştır.
b) Şayet bulut, devamlı aynı yerde kalsaydı,
güneşin ışıklarını örteceği, yağmuru ve nemi arttıracağı için, zararı büyük
olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasaydı, yine zararı büyük olurdu. Çünkü
bu da kıtlığa, bitki ve ekinlerin bitmemesine sebep olurdu. Binaenaleyh, onu
ancak belli bir ölçüde tutmak faydalı olurdu.. Böylece o, Cenâb-ı Hak onu
ihtiyâç anında getirip ihtiyâç kalmayınca götürdüğü için, Allah'ın emrine
amade kılınmış gibidir.
c) Bulut,
muayyen bir yerde durmaz. Bilâkis Allah'u Teâlâ, rüzgârları hareket ettirmek
suretiyle, bulutu dilediği yere sevkeder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.
Bu delillerle muhtelif şekillerde istidlalde bulunmaya işte böylece işaret
edilir. [108]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Akleden (düşünen) topluluklar tçtn birçok ayetler vardır" sözüne
gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [109]
Cenâb-ı Hakk'ın,
(leâyâtin) sözü cemî olan bir lâfızdır. Bu sebeple bunun yukarda sayılan delillerin
hepsiyle ilgili olması muhtemeldir. Yani bütün bu sayılanların hepsi birer
ayettir. Bunun, yukarda adı geçenlerden her-biriyle ayrı ayrı ilgili olması da
muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, yukarda okumuş olduğumuz ayetin
herbir kelimesinde, birçok ayetler ve deliller bulunduğunu beyan etmiştir.
Bunun izah edilmesi birkaç yöndendir:
a) Biz, bu
sekiz şeyden herbirinin, hakîm olan yaratıcının varlığına pek-çok yönden
delâlet ettiğini açıkladık.
b) Bu
ayetlerin her biri, birçok mânaya delâlet eder. Buna göre bu âyetler, daha
önce mevcut değillerken, sonra meydana gelmiş olmaları bakımından, bir
müessirin varlığına ve O'nun muktedir bir varlık olduğuna delâlet ederler.
Çünkü müessir, şayet mûcib olsaydı, eser de o mûcib varlık devam ettiği sürece
devam eder; herhangi bir değişiklik de meydana gelmezdi. ,
Yine bu ayetler, çok
sağlam ve yerli yerinde meydana gelmiş olmaları bakımından, yaratıcının
ilmine; bunların herhangi bir vakitte meydana getirilmiş olmaları itibariyle, o
yaratıcının iradesine ve Cenâb-ı Hakk'ın,"Şayet gökler ve yerlerde,
Allah'tan başka ilâhlar olsaydı gökler ve yerler bozulurdu" (Enbiya. 22)
ayetinde de belirttiği gibi, kendilerinde herhangi bir bozukluk bulunmadan tam
bir nizâm ve ölçü içerisinde bulunmaları bakımından da yaratıcının birliğine
delâlet ederler
c) Bu
ayetler, yaratıcının varlığına ve O'nun sıfatlarına delâlet ettiği gibi,
"in'âmda bulunana şükretmek aklen vâcibtir" diyen kimselere göre,
bizim O'na itaat etmemizin vâcib olduğuna da delâlet eder. Çünkü nimetin çokluğu,
şükürde ihlâslı olmayı gerektirir.
d) Bu sekiz
delilden herbiri, başlı başına büyük şeylerdir. O halde bunlar, artık daha da
bölünmeyen parçalardan meydana gelmiştir. İşte hissin, vehmin ve tahayyül
gücünün anlamaktan âciz olduğu bu cüzde bu delillerin tamamı bulunmaktadır.
Çünkü bu cüz hadis
(sonradan meydana gelmiş) olması bakımından muayyen bir zamanda meydana
gelmiştir. Yine aklen onun, bulunduğu şekilden başka bir şekilde bulunması da
caiz iken, ona mutlaka muayyen bir sıfat tahsis edilmiştir; bu ise onun
yukardaki sıfatlarla nitelenen bir yaratıcıya muhtaç olduğunu gösterir. Bu
cisimlerin parçalarından ve sıfatlarından her bm yarsftv-cının varlığına bir
delil olduğu için, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunların her birinin birer âyet
olduğunu belirtmiştir.
Özet olarak
diyebiliriz ki: Var olan şey ya kadîmdir, ya da muhdestir. Kadîm olan, Allah
(c.c)'tır.Muhdes olan ise, O'nun dışında bulunan her şeydir. Her muhdeste
yaratıcının varlığına bir delil olunca, Cehâb-ı Hakk'ın dışında kalan herşey,
O'nun varlığına bir şâhid, birliğinin ikrârcısı ve lisân-ı hâl ile O'nun
ulûhiyyetinin bir İtirafçısı olur. İşte bu da Cenâb-ı Hakk'ın,
"Var olan her
şey, hamd ile Allah'ı teşbih ederler. Fakat sîz onların teşbihini
anlayamazsınız" (isrâ, 44) ayetinden murad edilmiştir. [110]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Akleden kimseler için" kavline gelince, Cenâb-ı Hak ayetlerini,
düşünen kimselere tahsis edilmiştir. Çünkü, bu hususta düşünebilecek olanlar
ve bununla, O'nun şükrünü ifâ edebilmeleri için, kendilerine vâcib olan,
Rablerinin birliğine, O'nun adaletine ve hikmetine; bir de, O'na ibadette ve
taatte bulunmanın farz olduğuna istidlalde bulunabilecek olanlar onlardır. [111]
Bil ki nimetler iki
kısımdır: Dinî nimetler ve dünyevî nimetler. Cenâb-ı Hakk'ın ayette saydığı
sekiz şey, zahiren dünyevi nimetlerdir. Fakat akıllı bir kimse, bunlar üzerinde
düşünüp, bunlar vasıtasıyla bir yaratıcının olduğuna istidlal ettiğinde, bunlar
aynı zamanda dinî nimet olurlar. Ne varki bunlar dünyevî birer nimet oldukları
için, onlardan istifâde, ancak hisler ve mîzaç sağlam ve sıhhatli olduğunda tam
olur. Tıpkı bunun gibi, bunların birer dinî nimet olmaları bakımından,
bunlardan istifade de ancak akıllar sağlam ve basiretler açık olduğunda tam
olur. İşte bundan dolayı HakTeâlâ "Akleden kavim için ayetlerdir.."
demiştir.
Kâdî Abdulcebbâr şöyle
demiştir: "Bu âyet bazı hususlara delâlet etmektedir:
a) Şayet
hak, taklid, atalara uyma ve örfe göre hareket etmekle bilinebilecek olsaydı,
bunlarla istidlal etmek doğru olmazdı.
b) Şayet bilgiler, zarurî (kesin) olarak bilinse
ve ilhamlarla elde edilmiş olsaydı, ayette sayılan şeyleri delil diye
nitelendirmek doğru olmazdı. Çünkü kesin olarak bilinen şeyi tanımada, delile
ihtiyaç duyulmaz.
c) Diğer
cisim ve arazlar, hernekadar bir yaratıcının varlığına delâlet ediyorlarsa da,
Cenâb-ı Hak özellikle bu sekiz şeyi zikretmiştir. Çünkü bunlar, birer delil
olma ve en bol biçimde insanlar için birer nimet olma hususiyetini kendilerinde
toplamışlardır. Bir delil bu özellikte olunca, kalblerde daha tesirli ve
kuvvetli olurlar.[112]
"Bazı
insanlar,,Allah'dan başka O'na şerikler (ortaklar) koşarlar ve Allah'ı sever gibi
onları severler. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (herşeyden) sağlamdır.
(Şirke düşerek) zulmedenler, azabı gördükleri
zaman, bütün kuvvet
(ve kudretin) Allah'ın olduğunu ve Allah'ın gerçekten pek çetin azabh olduğunu
bir bilselerdi!.." (Bakara. 165).
Bil ki Cenâb-ı Allah
kesin ezici ve çok gücü delillerle tevhidini iyice ortaya koyunca, bunun peşi
sıra tevhidine zıd olan şeylerin çirkinliğini ifâde eden şeyleri getirmiştir. Çünkü
birşeyin zıddını kötülemek, o şeyin güzel olduğunu te'-kidli bir şekilde
anlatır. İşte bu sebebten Ötürü şâir, "Herşey zıddı İle ortaya çıkar"
demiştir.
Âlimler, "Nimet
bilinmez, ancak kaybettiğin zaman onun nimet olduğunu anlarsın. İnsanlar
sıhhatin kıymetini bilemezler. Hastalanıp, sonra tekrar sıhhate erince, işte o
zaman sıhhatin kadrini anlarlar" demişler. Bu hüküm bütün nimetler için
geçerlidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, tevhide delâlet eden ayetinin
peşinden bu ayeti getirmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [113]
Ayette geçen, (nidd)
kelimesi, çekişen eş manasınadır. Biz bunun ne demek olduğunu, bu sûrenin
başlarındaki, (Bakara. 22) ayetinin tefsirinde ortaya koymuştuk. Alimler endad
(ortaklar, eşler) ile ne murad edildiği hususunda ihtilâf ederek şu değişik
görüşleri söylemişlerdir:
1) Onlar,
müşriklerin, kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ilâh edindikleri, fayda
ve zararını umup bekledikleri, başları dara düştüğünde kendilerine yöneldikleri,
adaklarda bulunup kurban kestikleri putlardır. Bu, çoğu müfessi-rin görüşüdür.
Bu görüşe göre, putlar birbirlerinin endâdı (eşi, ortağı) dır; Allah'ın
ortakları değil...
Yahut bunun manası,
"o müşriklerin bozuk zanlannca bu putlar, Allah'ın birer eşi ve ortağı
(nid) dirler."
2) Onlar,
müşriklerin kendilerine itaat edip, onlara itaat ettikleri zaman Allah'ın
haramlarını helâl, helâllannı da haram saydıkları başkanlarıdır. Bu görüş,
Süddî'den rivayet edilmiştir.
Bu görüşte olanlar, şu
sebeblerden dolayı bunu birinci görüşe tercih etmişlerdir:
a) Ayetteki,
"Onlar, onlara Allah'ın sevgisi gibi sevgi beslerler."
Buradaki, 1^ (nüm) zamiri, akıllı varlıklar için
kullanılan bir zamirdir.
b) O
müşriklerin, putların herhangibir zarar ve faydası olmadığını bile bile,
Allah'ı sever gibi o puttan sevmeleri uzak bir ihtimaldir.
c) Allah
Teâlâ bu ayetten sonra, "Hani tabi olunanlar, kendilerine tâbi olanlardan
hızla uzaklaşınca... (Bakara, 166) ayetini getirmiştir. Bu da, ancak
mü'minlerin Allah'a boyun eğmeyi kendilerine gerekli görüşü gibi, reislerine
boyun eğip onlara son derece saygı duymayı kendilerine gerekli görüp, onları
Allah'ın eşi ve ortağı edinen kimselere uygun düşer.
3) Bu,
safilerin ve ariflerin görüşüdür: Buna göre, Allah'dan başka kalbini meşgul
eden herşeyi sen kalbinde Allah'ın birer niddi (eşi-ortağı) kabul etmişsin
demektir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hevâ-ü hevesini ilahı edinen kimseyi
gördün mü?"(Casiye, 23) ayetinde murâd ettiği manadır. [114]
Hak Teâlâ'nın,
"Onlar, onlara Allah'a olan sevgi gibi sevgi beslerler" ayetine
gelince, bil ki bundan murad, Allah'ın zatını sevme değildir. Bu sebeple
burada bir mahzufun (hazfedilmiş, görünmeyen bir kelimenin) bulunduğunu görmek
lazım. Bu mahzuf şöyle takdir edilir: "Onlar kendi âdetlerini veya o eş
koştukları şeylere yaklaşmayı ve onlara itaat etmeyi veya bunların hepsini,
Allah'ı sever gibi severler.
(Allah'ı sever gibi) ifâdesi hakkında da üç
görüş vardır:
a) Bu,
"Allah'ı sevdikleri gibi..." manasınadır.
b) Bu, " Onların Allah'ı sevmeleri gereken bir
sevgi ile.." manasınadır.
c) "Bu,
"Mü'minlerin Allah'ı sevdikleri gibi..." manasınadır
Alimler, bu ihtilâfa,
müşriklerin Allah'ı bilip bilmedikleri hususunda düştükleri ihtilâftan dolayı
düşmüşlerdir.
Buna göre,
"Müşrikler put edindikleri halde Allah'a inanıyorlardı" görüşünde
olanlar, bunu "Allah'ı sevdikleri gibi..." manasında almışlardır.
"Müşrikler
Allah'a inanmıyorlardı" görüşünde olanlar ise bunu, diğer iki manada yani,
"Onların Allah'ı sevmeleri gereken bir sevgi ile..." ve "Mü'minlerin
Allah'ı sevdikleri gibi..' manalarında anlamışlardır.
Birinci görüş doğruya
daha yakındır. Çünkü Allah Teâlâ'nın, ifâdesi, daha önce bahsedilmiş olan
kimselerle ilgilidir. ifâdesinin zahiri ise, o müşriklerde yer etmiş olan bir
Allah sevgisinin olduğunu gösterir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, geçen ayette
tanrının tek olduğunu açıklamış, bunun delillerine dikkat çekmiş, sonra da
Allah'a
şirk koşanlara yer
vermiştir. Bu da, onların Allah'ı kabul etmiş olmalarını gerektirir.
Eğer, "Akıllı bir
kimsenin, Allah'ı sever gibi putları sevmesi imkânsızdır. Çünkü aklın da açıkça
göstereceği gibi, bu putların herhangi bir faydası ve zararı olmayan, işitmeyen,
görmeyen ve aklı olmayan birer taş olduğu bilinir. Bunlar, bu âlemin bir
yaratıcısının ve hakîm bir müdebbirinin bulunduğunu kabul ederler. İşte bundan
dolayı Allah Teâlâ, Eğer onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye
sorsan, muhakkak "Allah (yarattı)"
derler"(Lokman, 25)buyurmuştur. Böyle inandıkları halde, onların putlarını
Allah'ı sevdikleri gibi sevecekleri nasıl düşünülebilir ?
Ve yine Cenâb-ı Hak
onların şöyle dediklerini nakletmiştir: "Biz bu putlara, sadece bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer 3). Durum böyle
olunca, onların esas maksadları Allah'ın rızasını elde etmektir. O halde
onların böyle söylemelerinin yanında, Allah'a olan sevgileri ile putlara olan
sevgilerinde bir eşitliğin olduğu nasıl düşünülebilir?" denirse, biz de
deriz ki: "Cenâb-ı Allah'ın, ifâdesinin manası, "onlara itaat ve
saygı duyma hususunda..." demektir. Bu görüşümüze göre sevgideki eşitlik,
sizin zikretmiş olduğunuz şeylere ters düşmez. [115]
Allah'u Teâlâ'nın,
"İman edenlerin, Allah'a sevgisi ise (her şeyden) sağlamdır" buyruğu
hakkında ise birkaç mesele vardır: [116]
Bu mesele, kulun
Allah'ı sevmesinin mahiyetini araştırmaya dairdir. Ümmet arasında, muhabbet lâfzının
bu şekilde kullanılması hususunda herhangi
bir ihtilâf yoktur.
Çünkü kul bazan Allah'ı tam olarak sevebilir. Bu ayette ve, "Allah onlan,
onlar da Allah'ı severler' (Maide, 54) ayetinde old'uğu gibi, Kur'an bunu
belirtmektedir. Haberler de bunu bu şekilde belirtmektedir.
Rivayet edildiğine
göre, Hz. İbrahim (a.s), canını almak için yanına gelen ölüm meleğine (Azrail),
"Dostunun canını alan hiçbir dost gördün mü?" dedi. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim'e, "Dostuyla yüzyüze, gözgöze gelmeden
hoşlanmayan hiçbir dost gördün mü?" dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
"Ey ölüm meleği, şu andacanımı al!" dedi.
Yine bir bedevi Hz.
Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, kıyamet ne zaman?" diye
sordu. Bunun üzerine Hz. Resul, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Buna
karşılık bedevî, "Çok namazım ve orucum yok; ne var ki ben, Allahı ve
Resulünü seviyorum" dedi. Bunun ûzerine Hz. Peypamber (s,a.s.)
Kişi sevdiği ite
beraberdir"[117]buyurdular.
Bunu müteakiben Enes
(r.a) şöyle dedi: 'İslâm'dan sonra müslümanların bununla sevindikleri kadar,
başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim."
Yine rivayet
edildiğine göre, Hz. İsa, (a.s) bedenleri zayıflamış, renkleri solmuş üç kişiye
rastladı da, onlara, "Sizi -gördüğüm- bu hale ne düşürdü?" dedi.
Bunun üzerine onlar, "Cehennem korkusu" deyince, Hz. İsa,
"Allah'a, korkanları korktukları şeylerden emin kılması yakışır"
dedi. .
Sonra onları
terkettiğinde başka bir topluluğa rastladı. Bir de ne görsün, onlar da
alabildiğine zayıf, renkleri de solgun.. Bunun üzerine onlara, "Sizi bu hale
ne getirdi?" diye sorunca, onlar, "Cennet iştiyakı!" diye cevap
verdiler. Bunun üzerine Hz. İsa, "Allah'a umduğunuz şeyi size vermesi
yaraşır" dedi. Sonra onları terkedince, başka bir üç kişiye rastladı.. Bir
de ne görsün, onlar daha çok zayıf ve renkleri de daha çok soluk..Öyle ki
onların yüzleri sanki nurdan meydana gelmiş birer ayna gibi... Bunun üzerine de
Hz. Isa onlara, "Siz bu makama nasıl ulaştınız?" dediğinde, onlar,
"Muhabbetullah ile..." dediler. Bunun üzerine de Hz. İsa, "Siz
kıyamet gününde Allah'a yaklaştırılacak olan kimselersiniz" dedi.
Süddî'den rivayet
edildiğine göre o, şöyle demiştir: Kıyamet gününde ümmetler, peygamberleriyle
beraber çağrılırlar da onlara, kendilerini muhabbetul-laha vermiş olan kimseler
hariç, "Ey Musa, ey İsa ve ey Muhammed ümmeti!" denilir.
Muhabbetullah'a sahip olanlar ise, "Ey Allah'ın dostları!" diye
çağrılırlar.
Bazı'kitaplarda ise
şöyle geçmektedir: "Kulum, senin hakkına yemin olsun ki, ben seni
seviyorum! Benim senin üzerindeki hakkım için, sen de beni sev!"
Bil ki ümmet, muhabbet
lâfzının kullanılması hususunda her ne kadar ittifak etmişlerse de, ne var ki
onlar bunun mânasında ihtilâf etmişlerdir.
Buna göre kelâmcıların
ekserisi şöyle demiştir: Muhabbet, iradenin çeşitlerinden bir çeşittir.
İrâdenin ise, ancak mümkün olan şeylerle alâkası bulunmaktadır. Buna göre
muhabbetin Allah'ın zatı ve sıfatıyla ilgili olması imkânsız olur. Buna göre,
"Biz Allah'ı seviyoruz" sözünün mânası, "O'na ita-atta bulunmayı
ve O'na hizmet etmeyi; veya O'nun mükâfaat ve ihsanlarını seviyoruz"
demektir.
Sufiler ise şöyle
demişlerdir: Kul, Allah'ı zâtından ötürü sevebilir. O'na hizmet etmeyi ve O'nun
mükâfaatını sevmek ise aşağı bir derecedir.
Sufiler görüşlerine
şöyle delil getirmişlerdir: Biz, lezzetin zâtından kemâlin de zâtından dolayı
sevildiğini görüyoruz. Lezzete gelince; bize "niçin çalışıyorsunuz?"
denildiğinde, biz "mal elde etmek İçin" deriz. Buna göre eğer,
"Niçin mal elde etmek istiyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki,
"Yiyecek ve içecek bir şeyler bulmak için." Eğer onlar yine,
"Niçin yiyecek içecek şeyler bulmak istiyorsunuz?" derlerse, biz
deriz ki, "Lezzetlerin elde edilip, acıların-sa yok edilmesi için!"
Yine bize, "Niçin lezzetleri arzuluyor, acıları istemiyorsunuz?"
denilirse, biz deriz ki, Bu, herhangi bir sebebe bağlanamaz. Çünkü, şayet
herşey ancak bir başka şeyden ötürü istenir olmuş olsaydı,ya teselsül veyahut
da devr-i fasit gerekirdi ki bunlar imkânsızdır. O halde, zâtı gereği sevilen
bir şeye varmak gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz, lezzetin lizâtihî
elde edilmesi talep edilmiş bir şeye; âlemin ise, başka bir sebepten dolayı
değil, lizâtihî savuşturulması talep edilmiş bir şey olduğunu anlamış oluruz.
Biz, mesela Rüstem ve İsfendiyar gibi kahramanların hikayelerini dinleyip,
onların ne kadar kahraman olduklarını gördüğümüzde, kaiblerimiz onlara doğru
meyleder. Hatta bu temayül bazan, onlara olan saygıyı göstermek için bu yolda
mal sarfetmeye kadar varır. Bazan bu temayül ve sevgi, insanın canını
tehlikeye atacak bir dereceye ulaşır. Lezzetin, zatından dolayı (yani lezzetin
sırf lezzet olduğu için) sevilir bir şey olması, kemâlin de zatından dolayı
sevilen bir şey olmasına aykırı değildir.
Bu sabit olunca deriz
ki: Muhabbetullah'ı, Allah'a taati sevmek veya Allah'ın sevabını sevmek manasına
hamledenler, lezzetin lezzet olduğu için sevilen bir şey olduğunu kavrayıp,
kemâlin de zâtından dolayı sevilen bir şey olduğunu anlayamamış kimselerdir.
"Allah Teâlâ, zâtında ve zâtı için sevilir" diyen sûfîlere gelince,
bunlara, kemâlin zâtından dolayt (kemâl olduğu için) sevilir bir şey olduğu
hakikati tecelli etmiştir. Bu böyledir; çünkü, kâmil varlıkların en mükemmeli
sadece Hak Teâlâ hazretleridir. Çünkü O, vâcibu'l-vucûd olduğu için, kendi
dışındaki bütün varlıklardan müstağnidir. Herşeyin mükemmelliği, kemâli
O'ndandır. Cenâb-ı Hak ilim ve kudret hususunda en kâmil varlıktır. Biz, bir
âlimi, ilmindeki kemâlinden; bir cesuru, üstün cesaretinden ve bir zahidi de
yapılmaması gereken fiillerden uzaklığından dolayı seversek; bütün ilimler, ilmine
nisbetle adeta bir yokluk, bütün kudretler, kudretine nisbetle bir hiçlik ve de
kutlardaki bütün noksan sıfatlardan uzak olma hali, münezzeh oluşundan dolayı
adetâ O'nun için yok mesabesinde olduğu halde, nasıl olur da biz Allah'ı
sevmeyiz? Böylece gerçek manada sevilen varlığın ancak Allah Teâlâ olduğuna ve
O'nun, - başkası O'nu sevsin veya sevmesin- zâtında ye zâtı için sevilen bir
varlık olduğuna kesin olarak hükmetmemiz gerekir.
Bil ki sen bu konuda
bu nükteye vakıf olduysan, biz deriz ki kulun başlangıçta Hakk Subhanehu'ya
muttali olması imkânsızdır. Hatta bundan öte, O'nun melekûtu hususunda
tefekkürde bulunmaksızın, onun bu makama ulaşması imkânsızdır. Binaenaleyh
şüphesiz Allah'ın hikmetinin inceliklerine ve O'nun yaratıkları hakkındaki
kudretine ıttılâı, nüfuzu daha mükemmel olan herkesin, O'nun kemâlini bilmesi
de o nisbette mükemmel olur. Böylece O'nun sevmesi de daha tâm ve kâmil olur.
Kulun Allah'ın hikmetinin inceliklerine vakıf olmasının mertebeleri sonsuz
olunca, şüphesiz kulun Cenâb-ı Hakk'ın celâlini sevme mertebeleri de sonsuz
olur.
Sonra burada başka bir
durum da meydana gelir ki, o da kulun Allah'ın hikmetinin inceliklerini
mütâlâası çok olunca, onun muhabbetullah makamındaki terakkisi de çok olur. Bu
çok olunca, bu da muhabbetullahtn kulun kalbini istilâ etmesine ve o sevginin,
çok büyük bir kaya parçasına düşen, onca letafetine rağmen, bu büyük kaya
parçasını delen katreler misâli, bu kalbin derinliklerine girmesine sebep olur.
Muhabbetullah kulun kalbine bu şekilde girince, kalb o muhabbetuIIahin
keyfiyyetiyle hemhal olur ve muhabbetullaha ülfeti çoğalır. Ülfet ne kadar
güçlü olursa, Allah'ın dışında kalan şeylerden nefret de o nisbette güçlü
olur. Çünkü Allah'ın dışında kalan şeylere iltifat etmek, kulu Allah'a
yönelmekten alıkor. Sevgilinin huzurunda bulunmaya mâni olan şey ise,
istenmeyen bir şeydir. Böylece kalbte, muhabbetullah ve O'nun dışında kalan
şeylerden nefret etme hep devam eder. Böylece bunların herbiri, kalb
Mâsivâullah'tan nefret edinceye kadar, bir diğeriyle kuvvetlenir. Nefret,
Masivaullah'dan yüz çevirmeyi gerektirir. Yüz çevirme ise, Allah'ın dışındaki
her şeyle olan ilgiyi sona erdirmeyi gerektirir. Böylece kalb kudsî nurlarla
nur-lanır, ismet âleminin ışıklarıyla ziyalamr, hâdiseler âlemine taalluk eden haz-tara
da tamamen ilgisiz kalır ki, işte bu makam derecelerin en üstünüdür.
O kimsenin bu âlemdeki
durumu, herhangi bir şeye karşı şiddetli bir aşk duyan kimsenin hali gibidir.
Sen kendisini iyice mal elde etmeye vermiş bir kimsenin, bu malın muhafazasına kendisini
iyice verip yemesini, içmesini ve açlığını unutan nice tüccar görürsün! Bu
değersiz makama karşı bu ilgi düşünülünce, Samed olan Hazreti Allah'ın
celâlini mütâlâa ederken böyle bir halin meydana gelmesi nasıl akıldan uzak
olur? [118]
İkinci mesele Allah'a
iştiyak duymanın mânası hakkındadır. Bil ki şevk, ancak bazı yönlerden idrâk
edilip bazı yönlerden
edilemeyen bir şey
için düşünülebilir. Asla idrâk edilemiyen şeye gelince, ona iştiyak
duyulmaz. Çünkü şahsını görmediği ve
vasfını dinlemediği
kimseye iştiyak duyulması düşünülemez. Kemâlini idrak etse bile, ona müştak
olamaz. Ma'şûka iki yönden iştiyak duyulur:
a) Onu önce
görüp, sonra ondan uzaklaştığında, daha önce onu görmesi sebebiyle, onun
hayalini zihninde canlandırmaya çalışır.
b)
Sevgilisinin yüzünü görüp, fakat saçlarını ve diğer güzel yerlerini görmediği
zaman, hiç görmediği diğer güzel yerlerin kendisine tecellisine iştiyak duyar.
Bu iki husus da Allah
hakkında tasavvur olunabilir, hatta her arif kimseye, bu husus zarurî olarak
gerekmektedir. Çünkü, her arife tecelli eden ilahî emirler, her ne kadar çok
vazıh (açık) olsalar da, yine de hayâl şaibesine bulaşmıştır. Çünkü hayâller,
bu âlemdeki benzeşme ve benzerliklerden uzak olamaz. Öte yandan bunlar, manevî
bilgileri ve hakikatleri idrak ettirirler. Tecellinin tamamtysa ancak ahirette
meydana gelin Bu da hiç şüphesiz iştiyakın, dünyada bulunmasını gerektirir.
Yukarda açıklayabildiğimiz kadarıyla bu, iştiyakın iki çeşidinden birisidir.
c) İlahî
durumlar sonsuzdur. Her bir kula ise, bunların bir kısmı tecelli eder. Geriye
ise, sonsuz olan gizli şeyler kalır. Arif olan kimse aklına gelmeyenlerin, aklına
gelenlerden daha fazla olduğunu bildiği zaman, o kimse hatırına gelmeyen bu
şeyleri öğrenmek için devamlı bir arzu içinde olur. Birinci tefsire göre şevk,
görmek, karşılaşmak ve müşahede etmek şeklinde adlandırılan anlamda, ancak
ahiret yurdunda sona erer; bunun bu dünyada tahakkuk etmesi düşünülemez.
İkinci tefsire göre
ise şevkin sanki nihayeti yok gibidir. Çünkü bu şevkin had noktası kul için
ahirette, Allah'ın celâlinin, sıfatlarının ve fiillerindeki hikmetinin tecelli
etmesi ile tahakkuk eder. Bunlar sonsuzdur; sonsuz olana tafsilâtlı bir
biçimde muttali olmak ise imkânsızdır.
İşte böylece sen,
Allah'a iştiyak duymanın hakikatini anlamış oldun. Bil ki bu şevk, çok
lezzetlidir. Çünkü kul mertebeleri kat ettiği zaman, birtakım şeyleri bulmak
veya bulamamak; birtakım şeylere ulaşmak veya ulaşamamak sebebiyle, elemler,
lezzetlere kavuşmuş olur. Lezzetler mahrumiyet ve bulamamak ile kuşatılınca,
bunlar daha lezzetli olur. Böylece lezzetin bir çeşidi.ancak beşerin elde
edebileceği şeylere benzemiş olur. Çünkü meleklerin mükemmellikleri bilfiil
mevcuttur. Hayvanlar ise, mükemmelliğe kabiliyetli değildirler. Beşere gelince
o, yücelme ile alçalma arasında bulunan bir varlıktır. [119]
Üçüncü mesele, Allah'ı
her şeyden çok seven mü'mirilerin açıklanması hakkındadır. Kelâmcılar şöyle
demişlerdir: Müminller Allah’ ı iki bakımdan severler:
a) Onlardan
sudur eden saygı, övgü, sena ile şirk
ve itikada muvafık
olmayan şeylerden uzak olan ibâdet ile olur. Mü'minlerin dışındaki kimselerin
sevgileri ise böyle değildir.
b)
Mü'minlerin Allah'ı sevmeleri ümit, mükâfaat, makamının büyük olmasını
arzulama, Allah'ın azabından korkma ve bu azaptan kurtuluş yoluna girme ile
olur. Allah'a bu şekilde ibâdet edip, O'na ta'zimde bulunan kimsenin Allah'ı
sevmesi çok güçlüdür.
Arifler ise şöyle
demişlerdir: Mü'minler, beşeri kuvvetleri nisbetinde Allah'ı tanıyan
kimselerdir. Biz, Allah'ı sevmenin ma'rifetin ayrılmaz bir parçası olduğunu
söylemiştik. Kişilerin irfanı ne kadar mükemmel olursa, onların muhabbetleri
de o nisbette güçlü olur.
Buna göre şayet,
"Mü'minlerin Allah'ı sevmeleri nasıl güçlü olabilir? Çünkü biz Hintlilerin
müslümanlardan hiçbirinin yapamayacağı çok meşakkatli taat-lar ifa ettiğini,
bunu da ancak Allah için yaptıklarını; sonra da Allah sevgisinden dolayı
kendilerini öldürdüklerini görüyoruz" denilirse, biz buna aşağıdaki
şekillerde cevap veririz:
a) İman eden
kimseler, müşriklerin aksine, ancak Allah'a tazarru ve yakarışta bulunurlar.
Çünkü o müşrikler ihtiyaç hissettikleri zaman Allah'a yönelirler, ihtiyaçları
ortadan kalkınca da putlarına dönerler. Nitekim Cenâr» Hak,
"Cemiye
bindiklerinde, dini yalnız O'na tahsis ederek, Allah 'a yakarırlar. Allah
onlan karaya çıkarıp kurtardığında İse, bir de bakarsın ki Allah'a şirk
koşuyorlar" (Ankebût, 65) buyurmuştur. Halbuki mü'min ne sıkıntıda, ne
sevinçte, ne darlıkta, ne bollukta, Allah'tan yüz çevirmez. Kâfir ise,
Rabbinden ba-zan yüz çevirebilir. O halde mü'minin sevgisi daha güçlü olur.
b) Allah'tan
başkasını seven kimse de O'nun hükmüne razı olur. Ve O'-nun mülkünde tasarruf
sahibi değildir. Buna göre bu câhil kimseler, kendilerini Allah'ın izni
olmadan öldürmüşlerdir. Mü'minlere gelince bunlar bazen Allah'ın izni ve
müsaadesiyle kendilerini öldürürler ki, bu da cihâdda olur.
c) İnsan çok
şiddetli bir azaba duçar olduğunda, onun, Rabbinin marifetiyle meşgul olması
mümkün olmaz. O halde bu Hintlilerin yapmış olduğu şey geçersizdir.
d) İbn Abbas
şöyle demiştir: "Müşrikler putlara taparlar, onlar o puttan daha güzel bir
şey gördüklerinde, onu bırakıp en güzeline ibadet etmeye koşarlar.
e) Mü'minler
Rablerini birlerler. Kâfirler ise, bir putun yanında daha birçok putlara
taparlar. Böylece bir puta tahsis edilen sevgi noksanlaşmış olur. Tek ilâha
gelince, hepsinin sevgisi onda toplanır. [120]
"Zâlimler, azabı
gördükleri zaman kuvvetin tamamıyla Allah'a ait olduğunu bir bilselerdi!"
(Bakara, 165) kavline gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:
Bu ayetin kıraatine
dair birkaç bahis söz konusudur: [121]
Nâfi ve İbn Âmir,
hitabın Hz. Peygamber (s.a.s)'e tevcih edilmesi üzere, şeklinde okumuşlardır.
Buna göre Allah'u Teâlâ sanki, "Ya Muhammed, o zâlimleri bir
görseydin!.." demiştir.
Diğer kıraat imamları
ise, yukarıda adı geçmiş kimselerden haber vermek üzere, şeklinde okumuşlardır. Buna göre Allah'u
Teâlâ sanki, "Putlar edinmek suretiyle kendilerine zulmeden o kimseler
keşke görselerdi!.." demek istemiştir.
Daha sonra bazı
âlimler, bu kıraatin mânasının daha etkili olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
gerek Hz. Peygamber ve gerekse müslümanlar kâfirlerin karşılaşacakları şeyin
mikdannı biliyor ve kıyamet gününde onların baştna gelecek olan azabı bizzat görür
gibi oluyorlardı. Ama bu ayette tehdit edilenlere gelince, onlar bunu
bilemiyorlardı. O halde, bu fiili onlara isnad etmek gerekir.
İkinci Bahis;
Kıraat âlimleri, fiilinin okunuşunda da ihtilâf etmişlerdir. İbn Amir bu
kelimeyi müteaddî olmak üzere, şeklinde okumuştur. Delili ise, Cenâb-ı
Hakk'ın, "İşte böylece Cenâb-t Hak
onların amellerini hasretler olarak gösterecek" (Bakara, 167) ayetidir.
Diğer kıraat imamları
ise, görme işini zâlimlere nisbet ederek, kelimeyi, şeklinde okumuşlardır.
Üçüncü Bahis:
Yine kıraat âlimleri ayetteki, nin okunmasında da ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları, "müste'net" bir
cümle
olmak üzere hemzenin kesresiyle, şeklinde okurlarken, yedi kıraat imâmı da,
hemzenin fethasıyla, şeklinde okumuşlardır.
Dördüncü Bahis:
Ayette geçen, ifâdesinde, bazan,
bazan, şeklinde okunmuştur. Bunu sen
biliyorsun. ifâdesinin bazan, bazan
da, şeklinde okunduğunu öğrendin.
Burada böylece dört ihtimal söz konusu olmuş otur.
Birinci İhtimal: şeklinde okunması. Buna göre âlimler, kelimesini, lâfzında âmel
ettirmişlerdir. Buna göre cümlenin takdiri, şeklinde olur. Buna göre mâna,
"Eğer o zâlimler Allah'ın azabının şiddetini ve kuvvetini görselerdi,
(Allah'dan başka putlar edinmezlerdi)" şeklinde olur. Bu takdire göre, in
cevâbı düşmüştür.
Bunun örneği,
Kur'an'da çokça bulunmaktadır. Meselâ, "Ateşin karşısına dikildiklerinde
onların halini görseydin..." "Zalimler ö-lümün sarhoşluğunda iken bir
görseydin" (Enam, 93) ve, "Şayet dağlan yürütecek bir Kur'an
olsaydı..'. ayetleri gibi... Yine Araplar,
"Kamfi/ar sırtında şaklarken falancayı görseydin... " derler.
Alimler, bu lâfzın çok
müessir ve çok manidar olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu takdire göre muhatabın
zihni her türlü tehdidi tahayyül edebilir. O zaman da onun duyduğu korku, bu
va'îd ona has kılındığında duygu, korku gibi bir korku olur.
İkinci İhtimal:
Ayetin, şeklinde okunmasıdır. Bu kıraate göre ayetin takdiri, "Zalimler,
Allah'ın azabını gördükleri zaman, ne kadar âciz kalacaklarını bilselerdi,
"şüphesiz kuvvet Allah'a aittir" derlerdi" şeklinde olur.
Üçüncü İhtimal:
Âyetin, şeklinde okunmasıdır. Bu Nafi ve İbn Âmir'in kıraatidir. Ferra,
"Bu okunuşun hususiyeti, görmenin tek andır. Buna göre takdir, "O
zalimler azabı gördükleri zaman sen onları gör-seydin, bütün kuvvetin Allah'a
ait olduğunu görmüş olurdun" şeklinde olur.
Dördüncü İhtimal: Âyetin, şeklinde okunmasıdır. Buna göre takdir, "Zalimler azabı
gördüklerinde, sen o zalimleri görseydin, şüphesiz güç ve kuvvetin Allah'a ait
olduğunu söylerdin" şeklinde olur. Bu da açık ve güzel bir izahtır. [122]
Eğer, "Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesi, istikbale âit olduğu halde, geçmiş zamanı ifâde eden,
İfâdesi ile, birlikte nasıl elmiştir?" denilirse, biz de deriz ki: Bu
geçmiş zamani anlatan bir tarzda gelmiştir, çünkü kıyametin kopması yakındır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kıyamet hadisesi de ancak bir göz kırpma kadar,
hatta daha yakındır" (Nahl, 77) ve,
"Belki kıyamet yakındır "(Şûra, 17) buyurmuştur. Vuku bulması yakın
olan her-şey, sanki olmuş ve meydana gelmiş gibidir. Bu te'vile göre de Cenâb-ı
Hak, "Cennetlikler şöyle seslendiler..." (Araf,.44) buyurmuştur.
Müezzinin, vakti iyice yaklaştığı için, henüz namazın tekbiri alınmadan önce,
"Namaz kılındı" diye kâamet getirmesi de bu manadadır. Kur'an-ı
Kerim'de bu şekilde olan birçok ayet bulunmaktadır. Meselâ, Allah, (En’am-27 ), En’am, 93), (Sebe, 51), (Enfal
50) buyurmuştur. [123]
"O zaman
(görürler ki) kendilerine tabî olanlar, kendilerine uyanlardan hızla
uzaklaşmıştır. (Hepsi) o azabı görmüşlerdir. Aralarındaki bağlar kopmuştur. Ve
o tabî olanlar şöyle demiştir:
"Eğer bizim için dünyaya bir
defa dönme İmkânı
olsaydı, (bugün) bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan
uzaklaşırdık." Böylece Allah, onların bütün amellerini pişmanlıklar
halinde kendilerine gösterecektir. Onlar cehennemden
çıkacak da
değiller" (Bakara, 166-167).
Bil ki AHah'u Teâlâ,
tehdid üslûbu ile, "O zalimler azabı gördüklerinde, sen onları bir
görsen.." diyerek, Allah'dan başka ilahlar edinen kimselerin halini
anlatınca, bu va'îdin peşisıra, "o zaman, kendilerine tâbi olunanlar,
kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşır" cümlesini getirerek, bu tehdidini
artırmış ve böylece, onlara ibadet etmek suretiyle ömürlerini tüketen, ve onlar
kendilerine ihtiyaç duydukları bir sırada kendilerinden uzaklaştıkları hâlde,
onların, kendilerinin kurtuluşu için en güçlü vesileler olduğuna inanan
kimselerin halini anlatmıştır. Bunun bir benzeri de,
"Siz birbirinizi
(tanıdığınızı) İnkâr eder ve birbirinize lanet okursunuz" (Ankebut, 25);
"Muttaküer
dışındaki bütün dost-larr o gün birbirine düşmandırlar" (Zuhruf, 67), ve,
"Her ne zaman o (cehenneme) bir ümmet girerse, dindaşlarına lanet
eder" (Araf,38) ayetleridir. Yine iblisten, ayette, "Sizin daha Önce beni Allah'a ortak koşmanızı
da tanımamıştım" (ibrahim. 22) dediği nakledilmiştir.
Tefsir ettiğimiz
ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [124]
Hak Teâtâ'nın, ifâdesi
hakkında İki görüş vardır:
a) Bu, ifâdesinden
bedeldir.
b) Buradaki,
edatında âmil olan, lâfzının manasıdır. Hak Teâlâ buna göre sanki şöyle
demiştir: "Tâbi olanlarla önderlerin birbirinden ayrılma zamanında O,
azabı şiddetli olandır." [125]
Ayetin manası, "Kendilerine
tâbi olunanlar, ahirette tâbi olanlardan uzaklaşırlar." Böylece Cenâb-t
Hak, onların,
kendilerine tâbi olanlardan ayrılış se-beblerini beyân etmiştir ki bu da
kendilerine tâbi olunanların, tâbi olanların gördüğü azabtan onları
kurtaramamalarıdır Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Aralarındaki bağlar
kopmuştur" ifâdesinin içine, onların ne kendilerini, ne de kendilerine
uyanları ilâhî azabtan kurtarmaya bir yol bulamayışları da girer. Kendilerine
ve dostlarına gelen belâdan kurtulmaktan tamamen ümit kesmiş kimse için
/'Aralarındaki bütün bağlar kopmuştur" denir.
Alimler, "tâbi
olan kimseler" ile murad edilenler hakkında şu şekilde ihtilâf
etmişlerdir:
a) Bunlar,
müşrik insanların lider ve reisleridir. Bu görüş, Katâde, Rebî ve Atâ'dan
rivayet edilmiştir.
b) Bunlar,
vesvese verdiği için kâfirlerin kendilerine uyduğu cin şeytanlarıdır. Bu
görüş, Süddî'den rivayet edilmiştir.
c) Bunlar,
ins ve cin şeytanlarıdır.
d) Bunlar,
onların ilah kabul ettikleri putlarıdır.
Doğruya en yakın olan
görüş, birincisidir. Çünkü "kendilerine tâbi olanlar" için en uygun
mana, kendilerine tâbi olma mümkün olsun diye, emir ve nehiy sâdır olan
kimselerdir. Bu mana putlara uygun düşmez.
Yine onları,
insanların liderleri manasına almak gerekir. Çünkü o liderler, şerefti
oldukları için haklarında, "onlar, onlan Allah'ı sever gibi severler"
denebilecek kimselerdir. Şeytanlar böyle değildir. Bunu, Hak Teâlâ'nın,
"Biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettiK onlar da bizi yoldan
saptırdılar"(Ahzab, 67) ayeti de te'yid eder.
Mücâhtd bu iki fiilden
birincisini malûm, ikincisini de meçhul olarak okumuştur. Buna göre mana
"Tabî olanlar, reislerinden hızla ayrılırlar" şeklinde olur. [126]
Alimler, ayetteki
"teberrf" kelimesinin tefsiri hususunda birkaç görüş ileri
sürmüşlerdir:
a) Bu
teberri onlardan sözlü olarak vuku bulmuştur.
b) Bu,
onlara azabın gelmesi ve onların bu azabı savuşturamamalarıdır. Binaenaleyh
onlar, bu azabı başkalarından nasıl savuşturabilirler? Bundan dolayı onlardan
ayrılırlar.
c) Bu,
onların Allah'ı inkâr edip, peygamberlerinden yüz çevirmeleri gibi şeylerden
dolayı pişmanlık duymaları manasındadır. Buna göre pişmanlık, te-berrî diye
beyân edilmiştir.
Doğruya en yakın olan
birincisidir, çünkü o hakîkî manadır (mecazi değil).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ve o azabı görmüşlerdir" ifâdesindeki vâv, vâv-ı hâliyedir. Yani,
"onlar azabı gördüklerinde ayrılmışlardır" demektir. Bu, diğer
görüşlerden daha evlâdır. Çünkü bu durumda korku ve dehşet artar. [127]
Allah Teâlâ'nın,
ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: [128]
Bu ifâde, üzerine
atfedil mistir. Alimler, kelimesinin tefsirinde yedi görüş belirtmişlerdir:
1) "Bunlar,
o kâfirlerin vasıtasıyla birbirleriyle münasebet kurdukları vesilelerdir."
Bu görüş, Mücahtd, Katâde ve Rebî'den nakledilmiştir.
2)
"Bunlar, kendileri birbirlerine merhametli davranmalarına sebeb olan
akrabalık bağlarıdır." Bu görüş, İbn Abbas ve Ibn Cürayc'ten
nakledilmiştir.
3) "Bunlar,
yapmayı âdet haline getirdikleri amelleridir." Bu görüş, İbn Z«yd ve
Süddl'nindir.
4)
"Bunlar, aralarında bulunan ve birbirlerine karşı sevgilerine sebeb olan
ahid ve yeminleridir." Bu görüş, İbn Abbas'tandır.
5) "Aralarında
bulunan inkâr bağlarıdır." Onlar, ahiretle işte bundan koparlar. Bu görüş
Esamm'dandır.
6)
"Bunlar, onların dünyadaki mertebeleridir." Bu Dahhâk, Rebî ve İbn
Enes'ten rivayet edilmiştir.
7) Bu, kurtuluş,
sebeblerinin tamamen onlardan kopup yok olması manasınadır.
En açık olan görüş,
bütün bunların ayetin şümulüne girmesidir. Çünkü bütün bunlar, menfî birer
durumdur; dolayısıyla ayet hepsini içine alır. Buna göre sanki Hak Teâlâ şöyle
demiştir: "Bulunabilecek hertürlü sebeb ve vesile onlardan uzaklaşmıştır.
Onlar, makam, sebeb, neseb, yemin, anlaşma ve ahid gibi çeşitli sebeblerden
istifâde edemezler. Bu ise ümidsizliğin had noktasıdır." Buna göre bu
ayette son derece büyük bir zecr vardır. [129]
ifâdesindeki
"bâ" harfi, manası nadir. Bu
tıpkı, "Ondan, Habir olan (Allah'a) sor"(Furkan,59) ayeti gibidir.
Buradaki, manasınadır.
Alkame b. Abede de
şöyle demiştir:
"Eğer öana
kadınlardan sorarsanız, bilin ki ben kadınların dertlerini bilirim, ben
doktorum."
Bu şiirdeki,
manasınadır. [130]
Arapçada, (sebep) ip manasınadır. Araplar ipe ancak,
kendisine tutunularak inilip çıkıldığında "sebep" derler. Cenab-ı
Hakk'ın "Semaya (tavana) bir ip
uzatsın.." (Hacc, 15) ayeti de bu manadadır.
Daha sonra,
vasıtasıyla bir yere veya istenen bir şeye ulaşılan her şeye "sebeb"
denilmiştir. İki kişi arasında bir sevgi ve muhabbet olduğu zaman "Benim
ile senin aranda bir sebeb var" denir.
Yola da, sen kendisine
girmekle istediğin bir yere ulaştığın için, "sebeb" denilmiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "O da bir
sebep yani yol tuttu"(Kehf, 85) buyurmuştur.
ifâdesi, göğün kapıları manasınadır. Çünkü
göğe ulaşmak, göğe girmekle olur. Nitekim Allah Teâlâ, Firavun'dan,
"Belki ben, kapılara, göğün kapılarına ula şınm" (Mümin,
36-37)dediğini naklelmiştir.
Züheyr de şöyle demiş:
Kim öfflm
sebeplerinden korkarsa, o korktuğu (ölüm), merdivenle gök kapılarına çıksa dahi
o kimseye ulaşır."
İnsanlar arasındaki
sevgiye de "sebeb" denmiştir. Çünkü insanlar sevgi ile, birbirleri
ile ilgi alâka kurarlar.
Allah Teâlâ'nın,
"Ve o tabi olanlar şöyle demiştir: "Eğer bizim için dünyaya bir defa
daha dönme imkânı olsaydı, (bugün) bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşırdık" ifâdesi, onların bir daha dünyaya ve mükellefiyete dönme imkânının
kendilerine verilmesi için bir temennileridir. Böylece dünyaya gönderilmeleri
halinde bu tâbi olmuş kimselerin, tâbi olunanların kıyamet gününde
kendilerinden ayrılışı gibi, o tâbi olduklarından dünyada ayrılma imkânı verilmiş
olur. Sözün özü, onlar dünyada bir azabın olmasını temenni etmişlerdir. Böylece
o uyanlar, reislerinden ayrılacaklar, onları bu azabtan kurtarmayacak ve onlar
yardım etmeyeceklerdi, tıpkı o reislerinin, kendilerine kıyamette yaptıkları
gibi. Buna göre ayetin takdiri: "Bizim için bir dönüş olsaydı, onların
burada bizden ayrılışları gibi, onların başına böyle felâketler geldiğinde de
biz onlardan ayrılırdık." İşte durum budur, çünkü onlar kurtulmuş
oldukları halde onlardan uzak olmayı temenni etmiş olsalardı bile, bunun hiçbir
faydası olmazdı. [131]
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [132]
Hak Teâlâ'nın, sözünde
iki husus vardır:
a) Onların
birbirlerinden uzak olmaları gibi, Allah onlara amellerini birer hasret ve
nedamet olarak gösterir. Bu böyledir,çünkü herkesin ümidi kesilmiştir.
b) Allah
onlara azabını gösterdiği gibi, onlara amellerini de bir nedamet sebebi olarak
göstermiştir. Çünkü onlar, kesinlikle helak olacaklarına inanmışlardır. [133]
Bu âyette geçen,
(a'mâl) den ne kastedildiği hususunda bazı görüşler vardır:
a) Bunlar,
kâfirlerin zây ettiklerine pişmanlık duydukları taattarıdır. Bu, Süddî'nin
görüşüdür.
b) Bunlar, o
kâfirlerin yaptıklarına pişman oldukları günahları ve kötü fiilleridir. Bu,
Rebî ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.
c)
Kâfirlerin yapıp da, küfürleri sebebiyle iptal ettikleri taatlarının sevabıdır
Bu Esamm'dan rivayet edilmiştir.
d) Bu,
kâfirlerin reislerine yakınlaşmak için yapmış oldukları saygıları ve
reislerinin emirlerine canla başla itaati şeklindeki amelleridir.
Zahir olan, bu
amellerden maksat, o kâfirlerin reislerine Uydukları küfür ve isyan gibi
amelleridir. Bundan pişmanlık, bu amelleri amel defterlerinde görmeleri ve
onlara, bu amelleri terkedip, onun yerine taat yapmaları mümkünken, bunlardan
dolayı cezayı hak ettiklerini iyice anlamaları sebebiyle olur. Bu izahta
bulunan nisbet hakikidir. Çünkü onlar bunu bizzat yapmışlardır.
İkincisine göre ise
mecazîdir. Yani, bu onlara gerekli iken, onlar bunu yapmamışlardır, demektir. [134]
kelimesi, fiilinin üçüncü mefulüdür. [135]
Zeccâc, şöyle
demiştir: Hasret, şiddetle duyulan pişmanlıktır. Kendisinde hiçbir fayda bulunmayan
hayvan gibi, pişman
olan kimse de, öylece kalakalır. maddesi, kişinin elden kaçırdığı bir iş
hakkında son derece pişman olduğu zaman kullanılır.
Kelimenin esas manası
"açmak" demektir. İki kollarını açtığı zaman, Arapçada, denilir.
Hasret de, nedamet halinden kurtulmadır.
(husûr) kelimesi ise yorgunluk ve acizlik
anlamına gelir. Çünkü bu da, uzun yolculuğun icab ettirdiği meşakkatli
durumlardan sıyrılıp çıkmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Onun huzurunda
bulunanlar, O'na ibadetten asla kaçınmazlar, yorulmazlar da" (Enbiya, 19)
buyurmuştur.
Süpürgeye, yerin
yüzünü ortaya çıkardığı için, denilir. denilir; çünkü kuş, tüylerinin
dökülmesiyle meydana çıkar. [136]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesine gelince, âlimlerimiz bununla ehl-i kıbleden olan büyük günah sahiplerinin
ateşten çıkacakları hususuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesi, hasr üslubuyla, onların asla çıkamıyacaklarını ifâde
etmektedir. Bu sebeple, bu çıka-mama durumunun, kâfirlere mahsus olması
gerekir. Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Muhakkak facirler alevli bir ateştedirler.
Din gününde ona yaslanacaklar.. Ve, ondan hiç çıkmayacaklar" [İnfitar,
14-16) âyetleriyle neyin murad edildiğini ortaya koymaktadır. Böylece,
buradaki jl*âN ile murad edilenin, şu ayet de ona delâlet ettiği için, kâfirler
olduğu ortaya çıkmıştır. [137]
"Ey insanlar!
Yeryüzündeki şeylerden, helâl ve temiz olanlarından yeyiniz. Şeytanın
adımlarına uymayınız. Çünkü o, gerçekten sizin için apaçık bir düşmandır. Şeytan
size sadece kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a
karşı (Allah hakkında)
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder" (Bakara, 168-169).
Bil ki Cenâb-ı Allah
tevhidi, tevhidin delillerini ve muvahhidlere verilecek sevabı açıkladıktan
sonra, şirki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a eş koşanları ve kâfir
başkanlarına uyanları zikretmiş, bunun peşisıra da her iki gruba (yani hem
mü'minlere, hem kâfirlere) olan nimetleri ile ihsanını ve, Allah'a karşı günah
işleyenin günahı ile Allah'ı inkâr edenin inkârının, ilâhî ihsanların ve nimetlerin
kesilmesinde müessir olmadığından bahsetmiş ve, "Ey insanlar yeryüzündeki
şeylerden yeyiniz" buyurmuştur. Bu ayette birçok meseleler vardır: [138]
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: Bu ayet, kendilerine "sâibe" (adak olarak salıverilen),
"vasile" (putlara adanan) ve "bahire" (kulağı yarılıp
salıverilmiş) olan hayvanları haram edenler hakkında nazil olmuştur. Bunu
yapanlar Sakif, Be-nû Amir b. Sa'sa'a, Huza'a ve Benû Müdlic kabileleri idi. [139]
"Helâl"ukendisinden,
mahzurluk düğümü çözülen mubah" demektir. Bu kelimenin aslı,
"akd" (düğümlemek) kelimesinin zıddı olan "hail" (çözmek)
masdandır. Birisi bir yere geldiğinde söylenen,
(Mekana, yere indi,
konakladı) ifâdesi bu köktendir. Çünkü o şahıs, oraya inmek için yükünün ipini
çözmüştür. Müddetinin bitmesi ile düğümü çözüldüğü için, ödenmesi gerektiği
zaman borç hakkında, "Borcun ödenmesi gerekti" denilmesi; ihramının
ipini çözdüğü için ihramdan çıkana, (ihramından çıktı) denilmesi; azaba manî
olan düğümün çözülmesini ifâde etmek için, "ona ceza vacib oldu"
manasında, denilmesi; giyilmek üzere
katlanmış şeklin açılmasıyla elde edilen izâr ve ridâya, yani vücudun üst ve
altını örten elbiseye (hülle) denilmesi ve, yemin bağı kendisi ile çözüldüğü
için, yemin editen şeyi helâl kılan şeye, denilmesi, hep bu aslî manaya raci
olur.
Bil ki haram, bazan
ölü eti, kan ve domuz etinde olduğu gibi, harama konu olan şeyin pis olması
sebebiyle haram olmuştur. Bazan da, başkasının malının, sahibi tarafından
yenmesine izin verilmediği zaman haram oluşu gibi, pis olmadığı halde (başka
bir sebeble) haram olur. Helâl hakkında böyle iki şart yoktur. [140]
Allah'ın, "helâl ve temiz olanlardan" kelimelerini,
istersen ifâdesinin hali olarak mansub oku, istersen mefûl sayarak mansub oku. [141]
"Tayyib"
kelimesi lügatta bazan "temiz" manasına olur ve, haramın
"pis diye vasıflandırılması gibi,
helal, tayyir (temiz) diye vasıflandırılır. Cenab-ı Allah, "De ki:
"Pis (olan haram) ile temiz (olan helâl) bir değildir" (Maide, 100)
buyurmuştur.
"Tayyib"
aslında, kendisinden lezzet duyulan ve hoşa giden şeydir. Temiz ve helâl olan
şeyler, teşbih yolu ile,' 'tayyib" diye tavsif edilmişlerdir. Çünkü nefis,
pis olan şeyden hoşlanmaz ve ondan lezzet duymaz.
Haram olan şeyden de
lezzet alınmaz. Zira şeriat ondan men eder.
Âyette geçen
"tayyib"den muradın ne olduğu hususunda iki vecih söylenmiştir:
1) O, lezzet
duyulan şey manasınadır. Çünkü biz, bu kelimeyi "helâl" manasına
alırsak, bu bir tekrar olmuş olur. Buna göre de helâl ancak, arzu edilen bir
şey cinsinden olursa "tayyib" olur. Zira "arzu duyulmayan
şey" manasına kullanılsa haram olmuş olurdu. Bu ise, akıllı bir kimsenin
ancak bir şüphe olduğu zaman, söyleyeceği şeydir.
2) Bundan
murad "mubah" dır.
Birinci görüş
sahibinin; 'Bunu helâl manasına alırsak tekrar olmuş olur" sözünü kabul etmiyoruz.
Çünkü Allah'ın, (helâl olanlardan) ifâdesinden murad, cinsi helâl olan şeydir.
temiz olanlardan"
ifâdesinden murad ise, içinde başkasının hakkı olmayan şeydir. Çünkü haram
olan şeyi yemek, hoşa gitse de, sonunda insanın cezalandırılmasına sebeb olacağı
için zararlıdır ve binaenaleyh hoşa gitmemesi gerekir. Nitekim Cenâb-ı Allah,
'yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarında ancak ateş yemiş
olurlar" (Nisa, 10) buyurmuştur. [142]
Cenâb-ı Allah'ın, mu
"Şeytanın adımlarına uymayınız" ayeti hususunda bazı meseleler
vardır: [143]
İbn Âmir ve Kisâi,
kendisinden gelen iki rivayetten birine göre İbn Kesir ve.Hafs'ın rivayetine
göre
Âsim, kelimesini hâ
ve tâ harflerinin zammesi ile, şeklinde, diğer
kıraat imamları da tâ harfinin sükûnu ile, şeklinde okumuşlardır. Tâ harfini
zamme okuyanlar, kelimenin mûfredi, olduğu, cemî yapıldığı zaman
ayne'l-fiilinin (yani ikinci harfinin) cemiden dolayı harekeli kılındığı için
böyle okumuşlardır. Nitekim bu vezinde olan isimlere böyle yapılır. Meselâ,
kelimesinin cemisi de, ilijt gelir.
Benzeri cemilerde yapıldığı gibi, cemî olduğu için kelimenin ayne'l-fiilinin
harekelenmesi ise, bu kökten olan isim ile sıfatı birbirinden ayırmak içindir.
Bu şöyledir: İsmi cem yaptığın zaman kelimelerinde de olduğu gibi, bunun için
ayne'l-fiillerini cemilerinde harekelersin. Sıfat ise ayne'l- fiili sükun
kılınarak cemî yapılır. Mesela: (cüssesi büyük) ve, (büyük) kelimeleri
gibi, (adım) kelimesi, sıfat değil
isimdir. Bundan dolayı bu kelime ayne'l-fiili harekeli olarak cemî yapılır.
Ama, şeklinde, ayne'l-fiili sükûn
olarak okuyanlar, kelimeyi aslı gibi bırakmışlar ve hafiflik, kolaylık olsun
istemişlerdir. [144]
İbnu's-Sıkkît,
Cübbâî'nin ondan rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: kelimeleri aynı manadadır. Ferrâ'dan şöyle
dediği nakledilmiştir:
(Bir adım attım)
denilir. iki ayak arasında kalan mesafedir. Aynı şekilde, "Bir avuç
toprak attım" denilir. Buradaki, kelimesi avuçlanan şeyin ismidir. de
aynı manaya gelir. de avuca alınan şey manasınadır. Durum böyle olunca avuç-la
avuçlanan şeye denildiği gibi, bir
adımın atıldığı mekana da, denilir. Buna göre ayetin manası şöyle olur:
"Şeytanın yoluna uymayın, yolunu tutmayın." Çünkü "Hatve"
yer ismidir. Bu Zeccâc'ın ve İbn Ku-r teybe'nin de görüşüdür. Çünkü onlar
"Şeytanın hatveleri (adımları), yolları demektir" demişler. Eğer,
kelimesini, Cübbâi'nin dediği gibi, kelimesi ile aynı sayar (yani adım manasına
alır) isen o zaman ayetin takdiri şöyle olur: Şeytanı önder edinmeyin, onun
izinde durmayın, olmayın. Takdirler birbirinden farklı ise de, her iki mana da
birbirine yakındır. Bu, lügat ile ilgili olan izahtır.
Ama ayetin manasına
gelince, burada Allah'ın muradı, lügat ile ilgili olan şey değildir. Aksine bu
ayette sanki, bahsedildiği şekilde yemesi mubah kılınan kimseye şöyle
denilmektedir: "Helâli bırakıp da şeytanın seni davet ettiği şeye
yönelerek, haddi aşmaktan sakın." Bu söz ile Allah Teâlâ, mükellefi harama
yürümekten menettiği gibi, helâlden şüpheliye yürümesini (geçmesini) de men
etmiştir. Çünkü şeytan insanın kalbine şüphe yerine geçen (şüpheli olan)
şeyleri atar ve bununla ona helâi olmayan şeyi süslü gösterir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Allah, bu şüpheli şeylerden men etmiş ve sonra bu sakındırmanın
sebebini açıklamıştır. Bu sebeb de, şeytanın apaçık bir düşman, düşmanlığını
ortaya koyan bir düşman olmasıdır. [145]
Bu böyledir, çünkü
şeytan, düşmanlık hususunda yedi şeyi kendisine gerekli saymıştır. Onlardan
dördü "Onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara düşüreceğim ve onlara
emredeceğim de davarlarının kulaklarını (putlarına adadıklarını göstermek
için) yaracaklar. Onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını
değiştirecekler" (Nisa, 119) ayetinde; üçü de,
"Muhakkak senin
sırat-ı müstakimine oturacağım, sonra o İnsanların önlerinden, arkalarından,
sağlarından, sollarından sokulup (onları saptıracağım), sen onların çoğunu
şükredici bulamayacaksın" (A'râf, 16-17) ayetinde zikredilmiştir.
Şeytan bu şeyleri
yapmayı kendisine prensip edindiğine göre, düşmanlığını ortaya koyan bir
düşmandır. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ onu "apaçık bir düşman"
diye tavsif etmiştir.
Cenâb-ı Allah'ın,
"Şeytan size sadece
kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder" ayeti, şeytanın düşmanlıklarının tafsilâtı gibidir. Bu ayet üç
şeyi ihtiva etmektedir:
a) (kötülük).
Bu kelime, ister uzuvlara ait, ister kalbe ait fiillerin ma'siyeti olsun, bütün
günahları ifâde eder.
b) Bu da
kötülüğün bir çeşididir. Çünkü bu, kötülüğün en çirkin çeşididir, ve büyük
günahlardan olup yüz kızartıcı sayılan şeylerdendir.
c) "Allah'a
karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeniz." Sanki bu da, fuhşiy-yâtın (yani
yüz kızartıcı günahların) en çirkinidir. Çünkü Hak Teâlâ, bunu da büyük
günahlardan saymıştır. Bu izaha göre, bu ayet,
"Şeytanın
adımlarına uymayınız" ayetinin bir tefsiri gibi olmuştur. Böylece ayete,
şeytanın küçük ve büyük günahlara, inkâra ve Allah'ı bilmemeye davet edişi de
dahil olmaktadır. Burada birkaç mesele vardır: [146]
[1] Buharı, Cenâiz. 32.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/86-88.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/88.
[4] Câmiu’s-sagîr, 11/49.
[5] İbn Mâce Menâsik, 57 (11/1003).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/89.
[7] Tirmizi. Kıyâme. 43 (İV/653).
[8] el-Câmr'u-s-Sağir, 2/39.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/89-90
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/90-91.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/91-92.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 4/92.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/93.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/93.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/93.
[17] el-Câmi'us-Sağir, 2/93,
[18] İbn Mace, Cenâiz. 55 (1/509).
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/93-95.
[20] Keşfu'l-Hafâ, (1/332).
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/95-96.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/97-98.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/98-99.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/99.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/99-100.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/100-101.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/101.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/101.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/101-102.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/102.
[31] Ebu Davud, Menâsik, 68 (2/196); İbn Mace. Menasik. 57
(2/1003).
[32] Şaz kıraatte tilâvet ve ibadet (namaz) sahih
değildir. Fakat rivayeti sahih senedte olunca hadis delerinde olan, tefsirde
ve fıkıhta delil olur. Binaenaleyh İbn Mes'ud (r.a)'dan rivayet sahih olunca,
en azından bir fakin şahabının içtihadı olur. (Çev.)
[33] Şafiîlere göre umre de farzdır.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/102-106.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/107.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/107.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/107-108.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/109-110.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/110.
[41] İbn Mâce, Mukaddime 24 (1/96-97).
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/111-112.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/112.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/112.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/112-113.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/113-114.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/115-116.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/116-117.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/117.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/117.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/117-118.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/118.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/118.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/118-119.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 4/119.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/119.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/119.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/119.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/119-121.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/121.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/121-122.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/122-123.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/123.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/123-126.
[65] Böylece üçüncü işkâl cevaplandırılma olmaktadır.
(Çev.)
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/126-127.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/127-129.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 4/129.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/129-130.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/130-132.
[71] Müslim Salat. 222 (1/352); Tirmizi Da'avât, 76
(S/624); Ibn MAce, Dua, 3 (2/1263).
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/132-133.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/133-135.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/135-136.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/136-137.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/137-139.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/139.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/139.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/139-140.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/140.
[81] Feleklerle ilgili bu bölümlerdeki izahların çoğu
modern astronomiye uygun düşmeyebilir. Müfessİrlmiz bu bilgileri, görüleceği
gibi, kendi zamanındaki ve kendinden önceki astronomi alimlerinden ve
Kitablanndan nakletmektedir. Yani o, burada bir naktodlci durumundadır. Bu
bakımdan onun tenkid edilmesi insafa sığ maz. Bu kısımları, onun zamanındaki
astronomi bilgilerinin ve inançlarının durumunu göstermesi bakımından önemli
bulduğumuz için, "Günümüz bilgilerine kıyasla çok tutarsız görünüyor"
gibi bir düşünce ile, tercüme etmeme yolunu tercih etmedik. Fakat şunu da ifâde
etmek gerekir ki, bu kısımların tercümesi oldukça güç olup, daha ziyade
ıstılahlara dayandığı için, doğru tercüme edilmiş olsa bile, ancak erbabının
anlayabileceği konulardır. Kaldıkı biz. bu kısımları tercümede de elimizden geleni
yaptığımız hakle, birtakım hatalar olabileceğini zannediyoruz. Fakat her
halükârda, bu kısımlarda da bazı gerçekler anlaşılmaktadır. Müfessirimiz
nakili olduğu bu bilgileri, Allah'ın varlığına istidlal için kullanmaktadır,
Aslında modern astronomiden öğrendiğimiz bilgilen de aynı yolla, Allah'ın
varlığına, kudretine ve azametine delil getirebiliriz. Bu bakımdan Fahrettin
RazT(r.h) bize güzel bir istidlal örneği vermektedir. Binaenaleyh bu kısımları,
bu açılardan değerlendirmek ve anlamsız tenkıdlere girmemek gerekir.
(Çevirenler.)
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/140-142.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/142-146.
[84] Eserin Arapçasında da belirtildiği gibi. burada metinde
bir eksiklik bulunmaktadır. "Bu kısım, elimizin altındaki asıl nüshalarda
da beyaz bırakılmıştır" denilmektedir.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
4/46-148.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/148-150.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/150-155.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/155-158.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/158-159.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/159-160.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/160.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/161.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/161-164.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/164.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/164-165.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/165.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/165-167.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/167-168.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/168-169.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/170.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/171-173.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/173.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/173-174.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/174.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/174-175.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/175.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/175-176.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/176-177.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/177.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/177-178.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/178.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/178-179.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 4/179-180.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/180-181.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/181-182.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/182.
[117] Buhârir Edeb, 96; Müslim, Birr, 165 (4/2034).
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/182-185.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/186-187.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/187-188.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/188.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/188-190.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/190.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/191.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/192.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/192-193.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/193.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/193.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/193-194.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/194.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/194-195.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/195.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/195.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/196.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/196.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/197.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/197.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/197-198.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/198.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/198.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/198-199.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/199.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/199-200.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 4/200.