Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Ayetlerin
Önceki Ayetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Ayetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Oluyu Diriltme Mucizesi Ve Bakara (Sığır) Kıssası
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Ayetlerin Önceki Ayetlerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Ayetlerin Öncekilerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Ayetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Öncekilerle
Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Âyetlerin Önceki Âyetlerle Münasebeti
Bu, sûre'nin tamamının medine'de indiğine. dair ittifak vardır. medine'de ilk inen sûrelerdendir. 286 âyettir.
Bakara sûresi, Kur'an'ın en uzun süresidir. Bu sûre, Medine'de inen diğer sûreler gibi teşri (hukuk) yönü ağır basan sûrelerdendir. Medine'de inen sûreler, genellikle müslümanların sosyal hayatlarında ihtiyaç duydukları prensipleri ve hukukî esasları ihtiva eder.
Bu mübarek sûre itikat, ibadet, muamelât, ahlak, evlenme, boşanma, iddet ve benzeri şer'i hükümlerin büyük bir bölümünü kapsar.
Sûrenin ilk âyetleri, bahtiyar ve bedbaht kişiler arasında bir mukayese yapmak için, mü'min, kâfir ve münafıkların sıfatlarından bahseder; imanın, küfür ve nifakın hakikatim açıklar.
Sonra insanın İlk yaratılışını ele alır ve insanlığın babası Adem (a.s.)'in kıssasını ve o yaratılırken meydana gelen ve Allah'ın insanoğluna yapmış olduğu lütfa delâlet eden enteresan olaylara değinir.
Daha sonra, Ehli kitap, özellikle İsrail oğulları "Yahudiler" konusunu geniş bir şekilde ele alır. Zira Yahudiler Medine-i Münevvere'de müs-lümanlara komşu idiler. Bu sebeple sûre, onların hile ve desiselerine, şerir ruhlarının hususiyetlerinden olan alçaklık, gaddarlık, hainlik,sözde durmama ve ahdi bozma gibi kötü huylarına karşı müminleri uyarır. Ayrıca bu fesatçı ırk tarafından işlenen ve onların büyük zarar ve tehlikelerini gösteren kötülüklerine ve çirkin davranışlarına karşı dikkat çeker. Bu mübarek sûrenin üçte birinden fazlası Yahudilerden bahseder. Onlarla ilgili olan bölüm, "Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın[1] mealindeki âyetle başlar ve "bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle denemişti de, o da onları tam olarak yerine getirmişti.[2] mealindeki âyete kadar devam eder.
Sûrenin diğer bölümleri hukukî mevzuları ele alır. Zira müslümanlar İslam devletini yeni kurmakta oldukları için, gerek ibadet, gerekse muamelat sahalarında hayatlarında takip edecekleri ilâhî esaslara ve semavî kanunlara daha fazla muhtaç idiler. Bundan dolayı sûrenin büyük bir kısmı hukukî mevzuları ele alır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: "Oldukça geniş bir şekilde oruçla ilgili hükümler, hacc ve umre ile ilgili hükümler, Allah yolunda cihatla ilgili hükümler; evlenme, boşanma, süt emzirme, iddet, putperest kadınlarla evlenmenin yasaklığı, ay halinde kadınlara yaklaşmanın sakıncaları ve aile hukuku ile igili diğer konular. Çünkü aile toplumun ilk nüvesini teşkil eder."
Yine bu mübarek sûre toplumu tehdid eden ve onun yapısını bozan "faiz güm»hı"ndan bahseder ve faizcilere şiddetle hücum eder. Faizle işlem yapan veya ona teşvik edenlere karşı Allah ve Rasulu tarafından harp ilan edildiğini bildirir ve şöyle der: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, halen mevcut faiz alacaklarınızı bırakın. Şayet (faiz hak.Km^a söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasulu tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vaz geçerseniz, sermayeniz sizindik ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.[3]
Fai#le ilgüi âyetlerin peşinden, insanların amellerine göre, hayırsa hayır, şer 'se £er muamele görecekleri o korkunç günden sakındırma ile ilgili âyette1" gelir. "(Hep birden) Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da her şahsa haK ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacak1 bîr günden sakının.[4] Bu âyet, Kur'an-ı Kerim'in son inen âyeti ve kökten vere ınen vanyin sonuncusudur. Bu âyetin inişi ile vahy kesilmiş ve RasulıiUah (s.a.v.) risalet görevini îfâ edip emaneti tebliğ ettikten sonra vefat etmiştir.
Bu mübarek sûre müminleri tevbe etmeye, Allah'a yönelmeye, üzerlerindeki ağır yüklerin kaldırılması için O'na yakarmaya, kâfirlere karşı zafe*" istemeye ve iki cihan saadeti için dua etmeye teşvik ile sona erer: "Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlamızsm, kafirler topluluğuna karşı bize yârdım et.[5]
İste bu şekilde, bu mübarek sûre, başı ile sonu arasında güzel bir insicam sağl^ak ve sûreyi en güzel bir şekilde derli toplu olarak göstermek için, mü'fflinlerin güzel vasıflarını anlatarak başlamış ve onların duaları ile sona ermiştır. [6]
Hz. Musa (a.s.) zamanımda vuku bulan parlak bir mucizenin hatırasını yaşatmak için bu mübarek sûreye "Bakara sûresi" adı verilmiştir. Olay şöyle cereyan etmiştir: îsrailoğullarmdan bir şahıs öldürülmüş, fakat katili bu'unamamıştı. Belki katili bulabilirler diye durumu Hz. Musa (a.s.)'ya itz ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Musa (a.s.)'ya onların bir sığır kesin ve sığırın bir parçasını maktule vurmaları emrini bildirdi.
Böylece Allah'ın izniyle maktul dirilecek ve katilin kim olduğunu onlara bildirecekti. Bu da, mahlukatin öldükten sonra tekrar diri İtileceklerine dair, Yüce Allah'ın kudretini gösteren bir delil olacaktı. Yeri gelince bu kıssa inşaallah genişçe ele alınacaktır. [7]
Bu sûrenin fazileti hakkında Rasulullah (s.a.v.)'den şöyle bir hadis rivayet olunmuştur: "Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz Şeytan, Bakara sûresi'nin okunduğu evden kaçar.[8] Başka bir hadiste de şöyle buyurul-muştur: "Bakara sûresini okuyunuz. Çünkü onu okumak bereket, terketmek ise pişmanlıktır. Sihirbazlar ona güç yetiremezler.[9]
1. Elif,
Lâm, Mim!
2.
Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan bu kitap, müttekiler için bir hidayet
kaynağı ve yol göstericidir.
3. O
müttekîler ki, görülmeyene inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz
mallardan Allah yolunda harcarlar.
4. Yine
onlar, sana indirilene ve senden önce in -dirilene iman ederler ve ahiret günününe kesinkes inanırlar.
5.
İşte onlar, Rabblerinden gelen
bir hidayet üze-rindedirler ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Rayb, kuşku ve şüphe demektir. Araplar, kişi bir şeyden kuşkulandığında "kuşkulandı", kuşkulu bir iş içinde tabirim kullanırlar. Zemahşeri bu kelimeyi şöyle açıklar: Rayb, fiilinin nıasdandır. Bir şey, bir kimseyi şüpheye düşürdüğünde "Onu kuşkulandırdı" denir. Raybe", nefsin sıkıntı ve ızdıraba düşmesidir. Zamanın musibetlerine de "Raybu' z-zaman" denir.[10]
Takva kelimesi, kötü şeyden sakınmak mânâsına gelen ittikâ kelimesinden alınmıştır. Takva, kişi ile kötü şey arasında bir engel kabul edilir. Meşhur câhiliye şâiri Nâbiğa ittikayı bu mânâda kullanmıştır: "Kadın düşürmek istemediği halde baş örtüsü düştü. Onu aldı ve bizden eliyle korundu" Buna göre muttakî, zarar veren şeylerden kendini koruyandır. Bu mânâda itaat vesilesiyle Allah'ın azabından korunan kimseye muttaki denir. Genel olarak takva "kulun Allah'ın emirlerinden ayrılması ve yasaklarından sakınması manâsına gelir."
Gayb, duyu organlarının idrakinin dışında kalan şey demektir.
Gizli ve saklı olan herşeye gayb denir. Cennet, cehennem, haşr ve neşir bu kabildendir. Râgıb el-İsfehani gaybı: "duyu organlarının algılayamayacağı şeydir[11] diye tarif eder.
Felah, başarmak ve kazanmak demektir. Ebu Ubeyde: "Bir miktar hayır elde eden herkese müflih denilir[12] der. Beyzavi de bu kelimeyi şöyle açıklar: "Müflih, zafer yolları kendisine açılmışçasına, istediğini elde eden kimse demektir.[13] Felah, lügatte: "Yarmak ve kesmek mânâlarına gelir. Arapların "Demir demirle yarılır", sözünde felah kelimesi bu manada kullanılmıştır. Yeri, sabanla yardığı için, çiftçiye de "fellah" denilmiştir. [14]
1. Bu
mübarek sûre, müttekilerin vasıflarını anlatarak başlar. sûrenin, huruf-i
mukattaadan olan şeklindeki heca harfleriyle başlaması, Kur'an'dan yüz
çevirenlerin dikkatlerini çeker. Zira ilk anda, kendi aralarındaki
konuşmalarında alışık olmadıkları lafızlar, bir tokmak gibi kulaklarına
vurmakta ve kendilerine söylenecek olan âyetlere karşı dikkatleri
çekilmektedir. Bu harfler ve
benzerlerinde Kur'an'm i'cazını gösteren işaretler vardır. Çünkü bu kitap,
onların kendi aralarında konuştukları harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Buna rağmen Kur'an'ın bir benzerini getirememeleri O'nun i'câzına büyük bir
delildir. Büyük âlim İbn Kesir şöyle der: "Sûre başlarında bu harflerin
zikredilmesi, Kur'an'ın i'câzını açıklamak ve insanların kendi konuşmalarında
kullandıkları harf ve kelimelerden meydana geldiği halde Onun bir benzerini
getirmekten âciz olduklarını göstermek içindir." Araştırmacıların çoğunun
görüşü böyledir. Zemahşerî bu görüşü Keşşaf adlı tefsirinde şiddetle savunmuş,
Ibni Tey-miyye de bunu kabul etmiştir. İbn Kesir, şöyle devam eder; Bundan
dolayı , bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'an'ın zaferi, i'câzı ve
azameti zikredilir. Mesela: ve benzeri âyet-i kerimeler Kur'an'ın i'câzını
gösteren âyetlerdir.'[15]
2. Ey Muhammedi Sana indirilen bu Kur'an öyle bir kitaptır ki, hiçbir kitap ona denk gelemez, Düşünüp tefekkür eden veya hazır bulunup da onu dinleyen kimse, onun Allah katından geldiğinden şüphe etmez.: Allah'ın emirlerine sarılmak, nehiylerin-den sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de O'nun azabından kurtulan müttakî mü'minleri için bir yol göstericidir. İbn Abbas, müttekîleri: "Şirkten sakınan ve Allah'a itaat eden kimselerdir." diye tarif eder. Hasan-ı Basr-î, bu müttekîleri açıklarken "onlar, kendilerine haram kılınandan sakındılar ve kendilerine farz kılmanı yerine getirdiler" demiştir.
Daha sonra Allah Teala bu müttekilerin vasıflarını şöyle anlatır. [16]
3. Onlar görmedikleri ve duyu organları ile algılayamadıkları yeniden dirilme, cennet, cehennem, sırat, hesap, ve bunların dışında Kur'an'ın veya Peygamber (s.a.v.)'in haber verdiği her şeyi tasdik ederler. Şartlan, rükünleri, edebleri ve huşu ile en mükemmel bir şekilde namazlarını eda ederler. İbn Abbas Şöyle der: Namazı ikame etmek, rükû , sucûd, tilavet ve huşuunu tam yapmak demektir.[17] Kendilerine verdiğimiz mallardan iyilik ve ihsan yollarında harcar ve sadaka verirler. Âyetin manâsı umûmî olup zekat, sadaka ve diğer harcamaları ihtiva eder. İbn Cerir'in tercihi budur. İbn Abbas1 tan rivayet edildiğine göre , bu âyetteki infaktan maksat, malların zekatını vermektir. İbn Kesir de şöyle der: Allah Teala çok defa, namaz ile mallardan yapılan infakı bir arada zikretmiştir. Zira namaz Allah'ın hakkı olup, kendisini birlemeyi, ona saygıyı ve onu övgüyü kapsar. İnfak ise kulun hakkı olup, Allah'ın kullarına bir iyiliktir.
Vacip olan harcamalar ile farz olan zekatın her ikisi de bu âyetin manasına dâhildir. [18]
4. "Onlar, Allah'tan sana gelen ve senden önceki peygamberlere gelen herşeye inanırlar. Allah'ın kitapları ve peygamberleri arasında bir ayrım yapmazlar. Onlar, hiçbir şek ve şüpheye yer vermeksizin, bu dünyadan sonra gelecek olan âhiret yurduna, orada vuku bulacak olan yeniden dirilme, ceza, cennet, cehennem, hesap ve mizana kesin olarak inanırlar. Âhirete, dünyadan sonra geldiği için âhiret ismi verilmiştir. [19]
5. " Yukarıda geçen bu yüce sıfatları taşıyan o kimseler, Allah tarafından ihsan edilen bir nur, delil ve basiret üzeredirler. İşte onlar, naim cennetlerinde yüksek dereceleri elde edenlerdir. [20]
Bu mübarek âyetler beyan ve bedi'den birçok edebî sanatı ihtiva eder. Bunları şöyle özetleyebiliriz.
1. "Müttekîler için kılavuz" ifadesinde mecaz-ı aklî vardır. Çünkü burada hidayet, Kur'an'a isnad olunmuştur. Bu ise, sebebe isnad kabi-lindendir. Gerçekte hidayete erdiren Allah Teala'dır. Dolayısıyle burada mecâz-ı aklî vardır.
2. "Bu kitab" ifadesinde, Kur'an'ın sânının yüceliğini ve mertebesinin yüksekliğini ifade etmek için, uzaklık ifade eden düikelimesi ile yakına işaret edilmiş ve mertebenin erişilmez derecedeki yüceliği, hissî uzaklık menziline indirilmiştir.
3.
"Onlar bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa ermişler
ancak onlardır." âyetinde
müttekilerin şanının
yüceliğini vurgulamak için dîljl ism-i işareti iki defa zikredilmiştir. zamiri ise hasr ifade etmek için
getirilmiştir. Sanki, "kurtuluşa erenler onlardır, başkaları değildir,
denilmiştir.[21]
6.
Gerçek şu
ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir, iman
etmezler.
7. Zira Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Onların kulaklarına ve gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azab vardır.
Küfür, lügatte nimeti örtmek manasına gelir. Kâfire, nimeti inkâr ettiği ve onu örttüğü için "kâfir" denilmiştir. Tohumu toprağa gömene ve geceye kâfir denilmesi de bu kabildendir. "Ziraatçıların da hoşuna giden bitkisi gibi[22] mealindeki âyette de kelimesi bu manada kullanılmıştır. Gece de, karanlığı ile herşeyi örttüğü için "kâfir" diye isimlendirilmiştir.
Inzâr, korkutarak haber vermektir. Korkutma olmazsa buna inzâr değil, i'lâm ve ihbar denilir.
Hatm, içine herhangi bir nesne girmesin diye, birşeyi kapatıp üzerine mühürlemek demektir. Kitabı hatmetmek de bu kelimeden gelir.
Gışâvet, perde demektir. Araplar, bir kimse bir şeyin üzerine perde çektiğinde "ğaşşâhu" derler. Kıyamet manasına gelen gâşiye de bu köktendir. O da verdiği korkularla insanları sarar. [23]
Allah Teala bundan önceki âyetlerde müminlerin vasıflarını zikrettikten sonra, iki sınıf arasındaki farkı açıkça göstermek için bu âyetlerde de kâfirlerin vasıflarını anlattı. Esasen iyilerle kötüleri mukayese etmek ve bahtiyarlarla bedbahtlar arasındaki farkı göstermek hususunda Kur'ân-ı Kerîm'in üslubu da budur. "Zira eşya zıddıyle bilinir. [24]
6. Ey Muhammedi Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve senin peygamberliğini yalanlayanlar var ya, "Sen onları Allah'ın azabından korkutarak sakmdırsan da, onlar için farketmez" Onlar senin getirdiğine inanmazlar. Boşuna onların iman etmelerini bekleyip de kendini yıpratma. Bu âyette, kavminin kendisini yalanlamasına karşı Peygamber (s.a.v.)'e bir teselli vardır. Sonra, Allah Teala onların iman etmemelerinin sebebini şu şeklîde açıklar:[25]
7. Allah onların kalblerini mühürlemiştir. Artık o kalplere herhangi bir nur girmeyeceği gibi, onlarda iman nuru da parlamaz. Müfessirler şöyle der: "Hatm, kapatıp mühürlemek demektir. Bu da şöyle olur: Kalplerdeki günahlar çoğalınca, onlardaki basiret nuru silinir. Artık, böyle kalplere iman, girecek bir yol bulamadığı gibi, küfür de bunlardan çıkış yolu bulamaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Tam aksine, küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur"[26] "Onların kulakları ve gözleri üzerinde perde vardır." Dolayısıyle hidayet nurunu göremez, hakkı işitemez, anlayamaz ve idrak edemezler. Zira onların gözleri ve kulakları sanki kaim perdelerle kapatılmıştır. Bundan dolayı hakkı görüp de ona uyamazlar, işitip de onu koruyamazlar. Ebu Hayyân şöyle der: "Allah, hakkı kabul etmedikleri için kulaklarını ve hidayet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini, menfezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi bir şeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti. Yani bu organlar sıhhatli olmalarına ve idrak güçlerinin yerinde olmasına rağmen, hayrı görme, işitme ve onu kabul etme melekelerinden mahrumdurlar.
Bu âyette istiare sanatı vardır.[27] Allah'ın âyetlerini yalanlamaları, küfürleri ve cürümleri sebebiyle, onlar için âhirette şiddetli ve sonsuz bir azap vardır. [28]
1. "Onları korkutsan da korkutmasan da aynıdır, onlar iman etmezler." âyetinde, Hz. Peygamber (s.a.v.)' in kâfirlerin iman etmesini beklememesi ifade edilmektedir. Bu cümle onların küfür ve taşkınlıktaki aşırılıklarına ve iman kabiliyetlerinin olmayışına dikkat çekmektedir. Onların kesinlikle iman etmeyecekleri vurgulanmıştır.
2. "Allah onların kalplerini mühürledi." ifadesinde latif bir "istiâre-i tasrîhiyye" vardır. Allah, hakkı kabul etmedikleri çin onların kalplerini, kurtuluşa çağıran peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını, ve hidayet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini, menfezleri kapatılmış, kendisine yaran olan herhangi bir şeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti. Allah Teala, istiâre-i tasrîhiyye yoluyla, "hatm" ve "gışâve" kelimelerini müstear olarak kullandı.[29]
8.
insanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve âhiret
gününe inandık" derler.
9. Onlar
{kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve mü'minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak
kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.
10. Onların
kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elem verici bir azap
vardır.
11. Onlar;
"Yeryüzünde fesat çıkarmayın"
denildiği zaman: "Biz ancak ıslâh edicileriz" derler.
12. Şunu
bilin ki, onlar bozguncuların tâ kendileridir, lâkin anlamazlar.
13. Onlara,
"insanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiği vakit
"Biz hiç, sefihlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz?" derler. Biliniz
ki, gerçek beyinsizler onlardır, fakat
bunu bilmezler.
14. (Bu münafıklar)
mü'minlerle karşılaştıkları vakit
iman ettik" derler. Halbuki şeytanları ile başbaşa kaldıklarında:
"Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz" derler.
15.
Gerçekte, Allah onlarla alay
eder,azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş
dolaşırlar.
16. İşte
onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti
kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.
17. Onların
durumu, {karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misâlidir. O ateş yanıp da
etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları
karanlıklar içinde bırakır, göremezler.
18. Onlar
sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.
19. Yahut
gökten sağnak halinde boşanan, içinde yo-
ğun karanlıklar, gürültü ve
yıldırımlar bulunan yağmur {a tutulmuş
kimselerin durumu) gibidir.
O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah,
kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
20. Şimşek sanki gözlerini çıkaracaknıış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada biraz yürürler, karanlık, üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.
Allah Teâlâ, sûrenin başında önce mü'minlerin, sonra da kâfirlerin vasıflarım, burada da münafıkların vasıflarını anlattı. Bunlar üçüncü sınıfı teşkil eden ve küfrünü gizleyip mü'mın görünen kimselerdir. Allah, bunlardan gelecek tehlikenin büyüklüğüne ve verecekleri zararın çokluğuna dikkat çekmek için 8. âyette uzun uzun açıklama yaptı. Ayrıca münafıkların durumlarını daha iyi açıklamak, ruhlarında taşıdıkları dalâlet ve nifak karanlığını izah etmek ve bunların hallerinin varacağı helak ve felaketi göstermek için bu âyetlerde iki de darb-i mesel getirmiştir. [30]
Tuzak kuruyorlar. Hıdâ'; hile, tuzak ve riya manalarında kullanılır. Asıl itibariyle, "gizlemek" manasına gelir. "Zaman", belâ ve musibetleri gizlediği için, ona da hâdi') ismi verilir. Ev halkını içinde, koruyup muhafaza ettiği için, küçük eve de (mihdâ1) denir.
Maraz, hastalık demektir. Sıhhatin zıddidır. Maraz, ya vücut hastalığı gibi fiziki olur veya nifak, haset ve riya gibi manevî olur. İbn Fâris şöyle der: "İnsanın sağlığını yok eden herhangi bir illet, veya münafıklık veya, herhangi bir şeydeki eksikliğe maraz denir."
"Fesat çıkarmayınız". Fesat, doğruluktan sapmak manasına olup salâhın zıddıdır.
"Süfeha" Bu kelime, sefih kelimesinin çoğuludur Sefih, câhil, dar görüşlü ve kâr ve zarar gelecek şeyler hakkında bilgisi az olan kimse demektir. Kelimenin aslı, hafiflik manasına gelen sefehür. Sıfat olarak sefih, aklı az demektir. Luğat âlimleri sefeh kelimesini akıl noksanlığını gerektirecek şekilde hafiflik ve dar görüşlülük olarak açıklarlar. Bunun zıddı hilirndir.[31]
Tuğyan, her hususta haddi aşmaktır. "Su taştığı vakit sizi gemide biz taşıdık"[32] mealindeki âyette de tuğyan kelimesi yükselmek ve haddi aşmak manalarında kullanılmıştır. Bu kelimeden türemiş olan (Tâğiye) kelimesi de inatçı ve zorba demektir.
"Şaşkmlaşıyorlar" Ameh, bir şey hususunda tereddüd ve şaşkınlığa düşmektir. Bunun sıfatı olan kelimesi ise şaşkın kimse ma-nasına gelir. Ru'be: "Şaşkın ve mütereddidler yüzünden doğru yolu bulamıyorum" ifadesinde ameh kelimesini bu manada kullanmıştır. Fahr-i Râzi şöyle der: "Ameh ile amâ eş anlamlıdır. Ancak amâ kelimesi daha umumi olup hem maddî, hem de manevî körlük için kullanılır. Ameh ise, ne tarafa gideceğini bilmeyen kimsenin tereddüd ve şaşkınlığı manasını ifade edip sadece manevî körlükte kullanılır.[33]
"Değiştirdiler" İştiranın asıl manası değiştirmek demektir. Bu da, istenilen şeyi elde etmek için değerini vermektir. Araplar, bir kimse birşeyi başka birşeyle değiştirdiğin de (işterâhu) derler. Şâir şöyle der:
Sizin aranızda benim halâ cahil olduğumu sanıyorsan, bilesin ki ben senden sonra cehaleti hilimle değiştirdim. (esamm) kelimesinin çoğulu olup sağırlar demektir.
(ebkem) kelimesinin çoğuludur. Konuşamayan dilsizler demektir.
(A'rna) kelimesinin çoğuludur. Körler demektir.
Sayyib, bol yağmura derler. (savb) kelimesinden türetilmiştir. Savb ise, şiddetli olarak inmek demektir. Şair şöyle der:
"Sicim gibi yağmur indiren bulutlar seni suladı" demiştir.
Savâik, saika) kelimesinin çoğuludur. Saika ise, değdiği herşeyi yakan ateştir, Şiddetli ses manasına gelen sa'k kelimesinden türemiştir.
Semâ, lügatte kişinin üstünde olan ve onu gölgelendiren her şeye denir. Evin tavanına sema denilmesi de bundandır. Yağmur semadan indiği için yağmura da semâ denir. Şâir şöyle der:
Bir kavmin toprağına yağmur yağdığı zaman, onlar kızsalar da biz orada hayvanlarımızı otlatırdık.
"Yakalar" Hafif, sür'atle yakalamak demektir. "Ancak bir söz kapan olursa onu delen ve yakan bir alev takip eder[34] âyette de bu manaya kullanılmıştır. Sür'atinden dolayı kırlangıca "huttaf" denilmiştir. Hatif, bir şeyi son derece hızlı yakalayan demektir. [35]
İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle nakledilmiştir: "Bu âyetler Abdullah b. Ubey b. Selül, Muattib b. Kuşeyr ve Cidd b. Kays gibi Ehl-i kitab münafıkları hakkında inmiştir. Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman iman ve tasdik eden kimseler olarak görünüyorlar ve: "Biz Muhammed (s.a.v.)'in vasıf ve özelliklerini kendi kitabımızda görüyoruz, diyorlardı.[36]
8. "İnsanlardan bir grup vardır ki, dilleriyle, Allah'ı ve O'nun peygamberini indirdiği açık âyetleri tasdik ettik, öldükten sonra yeniden dirilmeye iman ettik derler, "Halbuki onlar gerçekten tasdik etmiş ve inanmış değillerdir." Çünkü onlar bu sözleri, inanca ve tasdike dayanmayan bir söz ile söylerler.
Beyzâvî şöyle der: Bunlar, mü'minlerle kâfirler arasında kalan üçüncü sınıftır. Bunlar, kalben inanmadıkları halde, ağızlarıyla "inandık" diyenlerdir. Kâfirlerin en kötüsü ve Allah'ın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Çünkü onlar hile ve istihza yoluyla küfrü gizleyip onu imanla karıştırmışlardır. Onun içindir ki Yüce Allah onların kötülük ve cahilliklerini geniş bir şekilde açıkladı. Onlarla ve onların yaptıklarıyla alay etti. Onların sapıklık ve azgınlıklarını tescil etti. Ve haklarında bir darb-ı mesel getirdi.[37]
9. İnkârda ısrar etmelerine rağmen iman etmiş görünmekle hilekarlarm yaptığını yapıyorlar o cahil kafalarıyla Allah'a hile ettiklerine, bu durumlarının onun katında kendileri için fayda sağlayacağına ve bazı mü'minleri kandırdıkları gibi Allah'ı da kandıra-bileceklerine inanıyorlar. Bilmiyorlar ki, Allah aldatılamaz. Zira hiçbir şey ona gizli kalmaz. İbn Kesir şöyle der: "Nifak, hayır gösterip arkasında bir şer gizlemektir. Nifak itikadı ve amelî olmak üzere iki nevidir. İtikaden münafık olan kimse ebedî cehennem de kalır. Amelen münafıklık ise en büyük günahlardandır. Çünkü münafığın sözü fiiline, içi dışına uymaz. Münafıkların vasıflarını anlatan âyetler, Medenî sûrelerde inmiştir. Çünkü Mekke'de münafıklık yoktu, tam aksine açıkça küfür vardı.[38]
Gerçekte onlar sadece kendilerini aldatırlar, çünkü yaptıklarının vebali kendilerine dönecektir. Ancak bunun farkına varamaz ve anlayamazlar. Zira onlar sürekli hamakat ve gaflet içindedirler. [39]
10. Onların kalplerinde şüphe ve nifak vardır. Allah onların pisliklerini ve sapıklıklarını daha da arttırsın. Bu cümle dua cümlesidir. İbn Eşlem, bu hastalığın dinî bir hastalık olduğunu, bedenî bir hastalık olmadığım ifade eder ve şöyle tarif eder: "Nifak hastalığı, insanlar arasında İslam döneminde ortaya çıkan bir şüphedir. Allah, bu hastalığı taşıyanların hastalığını ve kuşkularını daha de artırmıştır.[40]
Mü'min olduklarını iddia ederek yaları söylemeleri ve Allah'ın âyetleriyle alay etmelerinden dolayı onlar için
elem verici bir azap vardır.
Sonra Yüce Allah
onların çirkin davranışlarını ve şeni durumlarını beyan etmeye başladı ve şöyle
buyurdu:
[41]
11. İbn
Mesud şöyle der: Yeryüzünde fesat çıkarmak küfürdür ve masiyetle amel etmek
demektir. Kim Allah'a isyan ederse yeryüzünde fesat çıkarmış olur. Buna göre
âyetin manası şöyledir: Bazı müminler onlara "fitne ve küfrü tahrik etmek
ve Allah yolundan insanları alıkoymakla
yeryüzünde fesat çıkarmayın" dediği zaman, : "Onlar, fesat çıkarmak
asla bizim işimiz değildir. Biz sadece ıslah edici kimseleriz. Hayır ve iyiliğe
koşarız. Bize bu şekilde hitap etmeniz doğru
değildir" derler. Beyzavi şöyle der: Onlar, kalplerindeki hastalık
sebebi ile, fesadı salah şeklinde tasavvur
ettiler. Allah, bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: Kötü işi
kendisine güzel gösterilip de
onu güzel gören kimse, (kötülüğü
hiç istemeyen kimseye benzer)
mi?[42] Bundan dolayı Allah
onların bu cevaplarını, cümleye iki pekiştirme edatı ile başlayarak şiddetli bir şekilde reddeder ve şöyle
buyurur:
[43]
12. Ey insanlar! Dikkatli olunuz ve biliniz ki, gerçek fesatçı başkaları değil, onların kendileridir. Fakat kalplerinden iman nuru silindiği için bunu hissedip anlayamazlar" Bu âyete, dikkat çekme edatı olan VI (elâ) ve pekiştirme edatı olan jl (inne) ile başlanmıştır.
Ayrıca haberin marife olması, mübteda ile haber arasında zamir-i fasl girmesi ve onların şuursuzluklarını ifade etmek için istidrak manası ifade eden (lâkin) edatının gelmesi cümleyi daha da pekiştirmiştir.[44]
13. Münafıklara: "Siz de, Peygamber (s.a.v.)'in arkadaşlarının inandığı gibi nifak ve riya karıştırmadan sadakatle iman ediniz ve Allah'a iman ve itaatimzda samimi olunuz." denildiği zaman "Aklı kısa ve dar görüşlü olan câhiller gibi iman mı edelim?" derler. Münafıklar bu sözleriyle Süheyb-i Rumî, Ammâr b. Yâsir, Bilâl-i Habeşî ve benzeri ashab-ı kiramı kasdetmişlerdir. j-«£i î (enu'minu) kelimesindeki hemze, alay ve istihza ile birlikte inkar manası ifade eder. Beyzâvî şöyle der: Münafıkları, mü'minlerin görüşlerinin yanlış olduğuna inandıkları veya onları küçümsedikleri için, onlara câhil beyinsiz dediler. Çünkü mü'minlerin çoğu fakir idiler. Suheyb ve Bilal gibi köleler bu fakirlerdendir.[45] "Dikkatli olunuz ve biliniz ki, gerçek beyinsizler onlardır. Çünkü bâtıl yola giren, kuşkusuz beyinsizdir. Fakat onlar cehalet ve sapıklık içerisindeki bu durumlarım bilmezler" Allah Teala'nın bu sözü, onların körlüklerini ve hidayetten uzaklıklarını en beliğ bir şekilde ifade etmektedir. Zira onların durumlarını pekiştirerek ve uyararak ifade etmekte ve beyinsizlerin ancak onlar olduğunu vurgulamaktadır.
Bundan sonra onların yapmacık davranışlarına ve münafıklıklarına dikkat çekerek şöyle buyurdu. [46]
14. Mü'minleri gördükleri ve onlara tesadüf ettikleri zaman münafıklık ve riyalarından dolayı, mü'min ve dost görünürler. Sapıklık ve nifak ehli olan reislerinin ve ileri gelenlerinin yanlarına dönüp onlarla başbaşa kaldıklarında da: Biz sizin dininizdeyiz ve sizin inandığınız gibi inanıyoruz. Biz onlara, iman etmiş görünmekle onlarla alay edip eğleniyoruz, derler. Allah Teâlâ onlara şöyle cevap vermektedir: [47]
15. Allah onlara Önce mühlet verip sonra da istihzaları yüzünden onları ibret olacak bir şekilde cezalandıracaktır. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: Allah, ilerde onları cezalandırmak için onlarla alay eder ve onlara mühlet verir. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyurulrnuştur: "Onlara mühlet veririm; ama benim cezam çetindir[48] İbn Kesir de şöyle der: Bu, Allah'ın alay etmelerine ve hilelerine karşılık olarak onları cezalandıracağını bildiren bir haberdir. Yani Allah, "Allah onlarla istihza eder" ifadesiyle, onların, yapmakla cezaya müstehak oldukları fiili vurgulamıştır. Her iki cümlede istihza lafzı kullanılmış olmakla birlikte, mana farklıdır.[49]
Müfessirler, Kur'an-ı Kerim'deki nazireleri (lafızları aynı, manaları farklı kelimeleri) bu şekilde yorumlamışlardır. Meselâ "Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır.[50] "Kim size saldırırsa, siz de ona saldırın.[51] buyurulmaktadır. Burada birinci saldırı zulüm, ikincisi adalettir. Mühlet vermek ve onları sapıklık ve küfürleri içinde serbest bırakmak suretiyle, terüddüd ve şaşkınlıklarını artırır. Bu şaşkınlıktan kurtulamazlar. Çünkü Allah, onların kalplerini mühürlemiş ve gözlerini kör etmiştir. Dolayısıyle doğruyu göremezler ve hidayete eremezler. [52]
16. "Onlar, imam küfürle değiştirenler ve hidayeti verip dalâleti alanlardır. "Bu değiştirme ve ahş-verişte kazançları olmadı. "Bunu yapmakla hidayete ermiş de değillerdir." Çünkü onlar dünya ve âhiret saadetini kaybetmişlerdir.
Sonra Allah Teâlâ onların zararlarının büyüklüğünü açık bir şekilde ifade etmek
için iki darb-ı mesel getirerek şöyle
buyurdu:
[53]
17. "Onların nifaktaki nitelikleri ve acâip
durumları, ısınmak ve aydınlanmak için ateş yakan kimseye benzer" ki, o
ateş yanar yanmaz söner ve o kimseyi
zifiri karanlık ve şiddetli korku içerisinde bırakır. "Ateş o
şahsın etrafını aydınlatıp, o da etrafı görerek korkudan emin olup ateşle
ünsiyet kazanınca, Allah onu tamamen söndürür, ateş dağılır, aydınlık yok
olur" "Onları yoğun karanlıklar ve şiddetli korkular için de bırakır
da, şaşkın şaşkın dolaşırlar ve doğru yolu bulamazlar" İbn Kesir şöyle
der: Allah, münafıklar hakkında bu darb-ı meseli getirerek, hidayet yerine
sapıklığı ve basiret yerine körlüğü tercih etmeleri hususunda, onları, aydınlanmak
üzere ateş yakan bir kimseye benzetti. Ateş onun çevresini aydınlatıp ta ondan yararlanmaya, onunla ünsiyet kazanmaya
ve sağını ve solunu görmeye başlayınca, evet işte o bu haldeyken , birdenbire
ateşi söner, zifiri karanlık içinde kalır, artık ne görebilir, ne de yolu
bulabilir. İşte münafıklar da hidayet yerine dalâleti alma doğruluk yerine
eğriliği tercih etme hususunda böyledir.Bu darb-ı mesel onların önce iman edip
sonra kâfir olduklarını göstermektedir.
Onun içindir ki Allah, onların nurlarını gidermiş ve onları küfür,
şüphe ve nifak karanlıklarında, hayır yolunu bulamaz ve kurtuluş yolunu bilemez
bir halde bırakmıştır.[54]
18. "Onlar sağır gibidirler, hayrı işitmezler-, dilsiz gibidirler." kendilerine menfaat sağlayacak şeyleri konuşamazlar; kör gibidirler, hidayeti göremez ve o yola giremezler. Dolayısıyla onlar içinde bulundukları eğrilik ve sapıklıktan dönemezler.
Yüce Allah, onların
durumlarını daha fazla açıklığa kavuşturmak ve izah etmek için ikinci bir misal
getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
[55]
19. Veya onların tereddüd ve şaşkınlık
içerisindeki durumları, zifiri
karanlıkta gök gürültüleri,
şimşekler ve yıldırımlarla birlikte yağan şiddetli yağmura yakalanmış
kimsenin durumu gibidir. bulutlar
içerisinde zifiri karanlıklar, şiddetli gökgürültüleri ve göz kamaştıran
şimşekler vardır. İşte bu gürültülerin tehlikelerinden korunmak için parmaklarını
kulaklarına sokarlar. Bu da aşırı derecedeki dehşet ve korkudan meydana gelmektedir. O helak edici
gürültülerin neticesinde ölümden korktukları için, sanki bu
davranışlarının kendilerini
kurtaracağını zannederler. Bu cümle, muteriza cümlesidir. Yani Allah Teâlâ gücü
ile onları kuşatmıştır. Onlar Allah'ın iradesi ve dilemesi altındadırlar. Etrafı düşman tarafından
kuşatılan kimsenin kurtulamadığı gibi , onlar da Allah'ın iradesinden
kurtulamazlar.
[56]
20. Çok parlak, kuvvetli ve şiddetli olan şimşek, nerdeyse onların gözlerini süratli bir şekilde alacaktır. O şimşek yolu her aydınlattıkça onun ışığında yürürler. Sönüp de parıltıları yok olunca yürüyemez ve oldukları yerde kalırlar. Bu âyetler, onların ne derecede cehalet ve şaşkınlık içerisinde olduklarını tasvir eder. Gözlerinin nurunu giderip yok edeceğinden korkmalarına rağmen, bir şimşek çakıp da; parladığmda fırsatı ganimet bilip birkaç adım atarlar, şimşek kesilip de parıltıları yok olunca, herhangi bir çukura düşme korkusuyla yürüyemez, oldukları yerde çakılıp kalırlar.
"Allah dikseydi, gürültünün şiddetini artırır da onların kulaklarını patlatır ve sağır ederdi; şimşeğin ışığını artırır, gözlerinin nurunu giderir ve onları kör ederdi. Allah Teâlâ herşeye kadirdir, gökte ve yerde hiçbir şey onu âciz bırakamaz.
İbn Cerir şöyle der: Yüce Allah, münafıkları şiddet ve satvetinden sakmdırmaya, onları çepeçevre kuşatmaya ve gözlerini ve kulaklarını gidermeye kadir oduğunu bildirmek üzere, bu âyette kendisini herşeye kadir bir varlık olarak vasıflandırmıştır. [57]
Bu âyet-i kerimeler birçok edebî sanatlar ihtiva etmektedir.Onları şöyle özetleyebiliriz:
1. "Onlar inanmış değillerdir" ifadesinde, münafıkların inkarlarında mübalağa vardır. Zira bunun ifadesine uygun şekli dur. Fakat Yüce Allah onları müminler grubunun dışında tutmak için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanmış ve onların iman etmediklerini vurgulamak için haberin başına tekit edatı olan harf-i çerini getirmiştir.
2. "Allah'a tuzak kuruyorlar" cümlesinde istiâre-i temsiliye vardır. Yüce Allah burada, münafıkların, Allah karşısında küfrü gizleyerek inanmış görünmelerini, padişahını aldatmaya kalkışan tebaanın durumuna benzetmektedir. Burada müşebbehun bihin ismi, istiare yoluyla müşebbeh yerine kullanılmıştır.
3. Ul "Biz ancak ıslâh edicileriz" cümlesinde de kasr sanatı vardır. Bu, mevsufun sıfata hasrı nevinden bir kasrdır. Yani, "biz sadece ıslâh edicileriz, başka bir şey değiliz, demektir.
4. "kalplerinde hastalık vardır" cümlesinde latif bir kinaye vardır. Zira maraz (hastalık) beden için kullanıldığında hakikattir. Burada nifaktan kinaye edilmiştir. Çünkü maraz, beden için, nifak da kalb için bir fesat unsurudur.
5. "Dikkat edin. Şüphesiz onlar, fesatçıların kendileridir." cümlesinde manayı kuvvetlendiren bir çok tekit türü vardır. Cümle, dört kuvvetlendirme edatı ile vurgulanarak söylenmiştir. Bu edatlar şunlardır: Uyarı manası ifade eden te'kit İçin kullanılan zamir-i" fasıl olarak ve cümlenin haberi durumunda olan lafzının marife olmasıdır. Te'kit açısından bu âyetin bir benzeri de âyetidir. Yüce Allah bu âyet ile onların sözlerini en açık ve en kuvvetli bir şekilde reddetmektedir.
6. "Allah onlarla alay eder" âyetinde müşâkele sanatı vardır. Müşâkele yolu ile, istihzanın cezası da İstihza olarak isimlendirilmiştir. Müşâkele; "lafızların aynı, manaların farklı olmasıdır. "
7. "Hidayeti sapıklıkla değiştirdiler." Âyetinde istiare-i tasrihiyye vardır. Maksat, onların doğruluğu eğrilikle, imanı da küfür ile değiştirmelerini vurgulamaktır. Bundan dolayı alışverişlerinde kazanamadılar, aksine zarar ettiler. Yüce Allah "satın almak, lafzını "değiştirmek" manasında istiare olarak kullandı ve buna "onlar ticaretlerinde kazançlı olmadı" sözü ile bir açıklık getirdi. Bu, açıklamaya edebiyatta "teşrih" sanatı denir ki, bu istiareyi en yüksek zirveye ulaştırır.[58]
8. cümlesi ile cümlesinde teşbih-i temsilî vardır. Yüce Allah birinci misâlde münafığı, ateş yakan birisine, onun dışardan mü'min görünmesini aydınlığa, o aydınlıktan gördüğü faydanın kesilmesini de ateşin sönmesine benzetmiştir. İkinci misalde ise, toprağın yağmurla hayat bulduğu gibi kalblerinde İslam ile hayat bulmasından dolayı İslam'ı yağmura, kâfirlerin şüphe ve tereddüdlerini karanlıklara, Kur'an'daki vaad ve vaîdleri de gök gürültüsü ve şimşeğe benzetmiştir.[59]
9. "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir." cümlesinde teşbih-i beliğ vardır. Yani onlar bu uzuvlardan faydalanmama hususunda sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Cümleden teşbih edatı ve vecb-i şebeh hazf edildiği için teşbih-i beliğ olmuştur.
10. "Parmaklarım kulaklarına tıkarlar" cümlesinde mecaz-ı mürsel vardır. Bu mecaz-ı mürsel, bir bütünü söyleyip de onun bir cüz'ünü murat etme kabilindendir. Yani, "parmak uçlarını kulaklarına sokarlar" demektir. Çünkü parmağın tamamının kulağa girmesi mümkün olmaz.
11. Ayet sonlarındaki uygunluğu sağlamak için fasıla harfleri aynı gelmiştir. Bu, kulağa hoş gelir ve ruhta güzel bir tesir bırakır. âyetlerinde olduğu gibi.Bu uygunluk da edebî güzelliklerdendir.[60]
1. Darb-ı meselden maksat, duyu organlarıyla hissedilebilecekmiş gibi uzağı yakınlaştırmak ve manadaki kapalılığı gidermektir, parb-ı mesellerin ruhta fevkalade tesiri vardır. "İşte biz, insanlara bu! darb-ı meselleri getiriyoruz; fakat bunları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.[61]
2. Yüce Allah bu âyetlerde münafıkları, onların dalâlete saplandıklarını gösteren ve herbiri son derece çirkin ve âdi olan on sıfatla nitelemiştir. Bu sıfatlar: Yalancılık, aldatma, hile, beyinsizlik, alay etme, yeryüzünde fesat çıkarma, cehalet, sapıklık, şüphe ve tereddüt içinde bulunma ve mü'minlerle alay etmedir. Allah bizi, münafıkların bu hususiyetlerinden korusun.
3. Münafıklar, aslında inanmamış olmalarına ve Rasulullah (sı.a.v.)'m da onların ileri gelenlerini bilmesine rağmen, öldürülmelerine müsaade etmemesinin bir hikmeti vardır... Buharî'nin rivayet ettiği şu hadis de bu hikmeti açıklamaktadır. Rasulullah (s.a.v.) Hz. Ömer (r.a.)'e şöyle demiştir: "Arapların, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor, şeklinde konuşmalarını istemem.[62]
Büyük âlim İbnu'l-Kayyim şöyle der: Yüce Allah'ın, :"Allah hemen onların aydınlığını giderir." mealindeki sözü üzerine iyice düşünmek gerekir. Burada Cenab-ı Hak :"Allah onların ateşini giderir" buyurmuyor. Halbuki âyetin evvelinde geçen, "bir ateş yakan kimse" lafzına uygun olması için, "Allah onların ateşini giderir" denmeliydi. Bunun izahı şudur. Ateşte aydınlatma ve yakma özelliği vardır. Allah "Allah, onların nurunu giderdi" buyurmakla, bu özellliklerden aydınlatma özelliğini giderdiğini ve yakma özelliğini bıraktığını ifade etmiş oluyor. Yine düşünmeli ki, Allah niçin "onların nurunu" buyurdu da "onların ziyalarını" buyurmadı. Bunun sebebi şudur: Ziya, nurda bulunan bir fazlalıktır. Eğer "Allah onların ziyalarını giderir" buyrulmuş olsaydı, bu, asıl nurun değil de, onda bulunan fazlalığın giderilmiş olduğu vehmini verirdi.
Şunu da düşünmeli ki, Allah niçin buyurarak "nûr" kelimesini müfret zikretti de, “onları karanlıklarda bıraktı" buyurmak suretiyle, "zulmet" kelimesini çoğul olarak kullandı.'Çünkü hak yol tektir. O da Allah'ın doğru yoludur. Ondan başka Allah'a ulaştıran hiçbir yol yoktur. Bunun tersine birçok bâtıl yol vardır ve çeşitli dallara ayrılmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah birçok âyet-i kerimede "Hak" kelimesini müfret, "bâtıl" kelimesini çoğul zikretmiştir. Meselâ: "Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır[63] Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur.[64] ve "Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Şu halde ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır[65] mealindeki âyetlerde bâtıl yollar çoğul, hak yolu tekil olarak zikretmiştir. [66]
21. Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki,
böylece korunmuş olursunuz.
22. O Rab
ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, sîze besin olsun dîye
çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah' a şirk koşmayın.
23. Eğer
kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun
benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayrî şahitlerinizi
{yardımcılarınızı) da çağırın.
24. Bunu
yapamazsanız, ki, elbette yapamaycaksınız Yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.
25. İman
edip iyi hareket ve davranışlarda bulunanlar için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine
rızık olarak yedirildiği vakit, "Bundan önce bize verilenlerdendir
bu" derler. Bu rıziklar onlara birbirine benzer olarak verilmiştir. Onlar
için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
Yüce Allah önceki âyetlerde insanları nıü'minler, kâfirler ve münafıklar olarak üç sınıfa ayırdı, onların hususiyetlerinden olan saadet veya bedbahtlığı, iman veya nifakı ve onlarla ilgili darb-i meselleri anlatıp sapıklık yollarını açıkladı. Bu âyetlerde de kendisinin birliğini gösteren de-1İ1 ve şahitleri zikretti. Kendisine şükretmeleri için insanlara nimetlerini tanıttı ve hepsine birden "Ey insanlar!" diye hitap etti. Bu hitap, yaratmak ve rızık vermek suretiyle insanlara yapılan ihsanları sayıp dökerek bütün gruplara yöneltilen bir hilap şeklidir. Yüce Allah insanların kalplerinden şek ve şüphe tohumlarını çıkarıp atmak için, Kur'an mucizesini en açık delil ve en parlak bir ifade İle onlara açıkladı. [67]
Sizi yarattı. Halk, icat etmek ve örneği olmaksızın yaratmaktır. Bu kelimenin luğat manası "ölçmek" demektir. Bir kimse takunyayı ölçü aleti ile ölçüp düzgün bir şekilde yaptığında Araplar Haleka'n-na'le) derler. Tulum yapmak için deriyi Ölçtüğünde de (Haleka'I edime) derler. Haccâc şöyle der:
"Ne Ölçtüysem onu kestim, ne vadettiysem onu yerine getirdim."
Firâş, üzerinde insanların oturduğu ve yatıp uyuduğu yatak ve beşik demektir .
Bina; kubbe, çadır veya ev gibi bina edilen şeylerdir.
Bu kelime, denk, benzer ve nazir manalarına gelen nidd kelimesinin çoğuludur. Kelâm âlimleri, "Allah'ın benzen ve zıddı yoktur" derler. Şâir Hassan da şöyle der:
"Sen onun dengi olmadığın halde onu hiciv mi ediyorsun? İkinizden kötü olanı iyi olana fedadır.[68]
Zemahşerî bu kelimeyi şöyle açıklar: Nidd, misil yani benzer demektir. Bu kelime ancak muhalif ve muarız için kullandır. Cerir şöyla der:
Teym'i bana denk rni sayıyorsunuz?[69]
Vekûd, ateşte yakılan odundur. Kurtubî şöyle der: Vekûd isim olup odun, Vukûd ise, mastar olup yanmak manasınadır.[70]
Hazırlanmış manasına olup i'dâd masdanndan gelmektedir. Beyzâvî şöyle der: "Bu kelime, onlar için hazırlanmış ve onlara azap için malzeme yapılmış" manasınadır.[71]
Bu kelimenin ismi olan beşaret, sevinçten yüz hatlarının değişmesine sebep olan sevindirici haber, müjde manasına gelir. Kötü bir haber için kullanıldığında, şu âyette olduğu gibi "alay" manası ifade eder: "Altın ve gümüşü yığıp da, onları Allah yolunda harcamayan 1 arın var ya, işte onlara acıklı bir azabı müjdele[72] âyeti bunu ifade eder.
"Eş" manasına gelen kelimesinin çoğulu olup erkek ve dişi için kullanılır. "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin[73] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır. Kadın erkeğin,1 erkek de kadının zevcidir. Asmaî, "Araplar, müennes olarak zevce kelimesini hemen hemen hiç kullanmamışlardır." der.
"Sürekli olarak kalırlar" demektir. [74]
Yüce Allah, birlik ve kudretini gösteren delillere kulların dikkatini çekerek şöyle buyuruyor:
21. "Ey
Ademoğulları! Allah'ın size verdiği değerli nimetleri hatırlayınız." Sizi
yoktan var eden ve büyütüp besleyen Rabbiniz Allah'a ibadet ediniz. O'nu
birleyerek, şükrederek ve itaat ederek O'na kulluk ediniz .Sizi kudretiyle
yoktan var eden ve sizden önceki milletleri yaratan O'dur. İşte O Allah'a
ibadet edin ki, Müttekîler zümresinden yani hidayet ve felaha kavuşanlar zümresinden olasınız. Beyzâvî der ki: Yüce Allah
önceki âyetlerde mükellef grupları sıra ile zikrettikten sonra bu âyetlerde,
dinleyiciyi tahrik etmek ve gayrete getirmek, ibadetin önemini ve onun şanının
büyüklüğünü göstermek için üçüncü şahsa hitaptan ikinci şahsa hitaba dönerek
doğrudan doğruya "Ey insanlar!" diye hitap etti. şeklindeki nida
edatı , müstekil olarak te'kit manalarını ifade ettiği için Kur'an'da çok kullanılmıştır.
Önemine binâen Allah'ın kullarına nida etliği her şeyin vurgulu ve açık bir
şekilde nîda edilmesi gerekir. İnsanların bunu iyice anlamaları, bütün kalp-
leriyle ona yönelmeleri lâzımdır. Halbuki insanların birçoğudir.[75] Bundan sonra Yüce Allah insanlara verdiği nimetleri sayarak şöyle
buyurur:
[76]
22. "O,
yeryüzünü sizin için bir beşik ve karargah kıldı" Yuvarlak olmasına rağmen, açılmış bir yaygı gibi
üzerinde yaşar ve karar kılarsınız. Eğer Allah, arzı bu şekilde yaralmasaydı,
sizin için onun üzerinde durmak ve yaşamak
mümkün olmazdı. Beyzâvî şöyle der: Allah yerküresini, yayılmış bir
döşek gibi insanların üzerinde oturmalarına
ve uyumalarına elverişli kıldı. Bu durum, yerin düz olmasını gerektirmez. Zira
onun hacmi büyük olduğu için, küre şeklinde olması, üzerinde yaşamaya mani
değildir.[77] "Göğü de yeryüzünün üstünde kub-bemsi
bir şekilde ona tavan yaptı" "Kudretiyle bulutlardan tatlı su
şeklinde yağmur yağdırdı." "O yağmurla size gıda olarak çeşitli
meyveler ve sebzeler bitirdi "O halde, ibadet hususunda putları ve
insanları Allah'a ortak koşmayınız" Halbuki siz onların hiçbir şeyi
yaratamayacaklarını ve rızık veremeyeceklerini; Allah'ın tek başına yaratıcı,
rızık verici, güç ve kudret sahibi
olduğunu biliyorsunuz. İbn Kesir şöyle
der:. Yüce Allah tek ilah olduğunu açıklamaya, kullarını yoktan yaratması ve
onlara bunca nimetler vermesi
sebebiyle, nimet verenin sadece kendisi olduğunu ifade ederek başladı.
Burada semadan maksat bulutlardır. İnsanların ihtiyacı anında buluttan yağmuru
indiren de Yüce Allah'tır. O. bu yağmurla,insanlar ve hayvanlar için rızık olarak birçok ürün ve meyveler yaratır. Bu şu demektir.
Allah Teâlâ yaratandır, rızıklandirandır, dünyanın ve o dünyada yaşayanların
sahibi ve rızıklarmı verendir. İşte bunun içindir ki, ibadete layık olan sadece
odur, başkası O'na ortak koşulamaz.[78] Yüce Allah bir olduğunun delillerini
zikrettikten sonra, peygamberliğin gerçek oluşunu anlatmak için Kur'an'ın
mu'cize oluşunu delil getirdi.
[79]
23. "Ey
insanlar! Eğer siz, kulumuz ve rasülümüz Muhammed'e indirmiş olduğumuz, ifadesi,
kanun koyması ve dizilişinde mu'ciz olan Kur'an'm doğruluğunda şek ve şüphe
ediyorsanız.ihtiva ettiği belagat, fesahat ve beyan sanatlarında, bu
Kur'an'm benzeri bir sure getiriniz "Kur'an'a
benzer getirme hususunda size yardım edecek, Allah'tan başka yardımcılarınızı
da çağırınız" Yani Allah'tan başka dilediğiniz kimseden yardım isteyiniz.
Beyzâvî şöyle der:
Bunun manası şudur: Kur'an'm benzerini getirmek için yapınızda-bulunan veya Allah'tan başka yardımlarını
umduğunuz insanlar, cinler ve tanrılarınızı yardıma çağırınız. Bilinmeli ki
Allah'tan başka hiç kimse onun benzerini getiremez.[80] "Eğer onun uydurma ve beşer sözü olduğu
hususundaki iddianızda doğru iseniz, haydi buyrun, bir benzerini getirin.
"Bu cümlenin cevabı metinden kaldırılmış olup önceki cümle bunu göstermektedir.
[81]
24. "Eğer yapamazsanız" açık ve yerli yerinde konuşan yüksek edebî şahsiyetlerinizden yardım almanıza rağmen eğer bu Kur'an'm surelerinden birinin benzerini getiremiyorsanız, geçmişte de bunun dengi veya buna yakın bir şey getirmekten âciz kaldıysanız "Ki, gelecekte de bunun benzerini asla getiremeyeceksiniz" Öyleyse Cehennemden sakınınız. Bu cümle, ara cümlesi olup insanların şu anda ve gelecekte Kur'an'm bir benzerini getirmekten aczine işaret eder. Nitekim: "Birbirlerine destek olsalar da onun benzerini ortaya koyamazlar[82] mealindeki âyette de buna işaret edilmiştir. İbn Kesir der ki: "Araplar milletlerin en güzel konuşanı olmalarına rağmen Kur'an kendilerine meydan okuduğunda ona karşı çıkmaktan âciz kaldılar. edatı, gelecekte sürekli olumsuzluk ifade eder. Manası: "Ebediyyen onun bir benzerini getiremeyeceksiniz" demek olur. İşte bu da başka bir mucizedir. Zira Yüce Allah kesin bir şekilde ve hiçbir şeyden asla korkmak sızın, ebediyyen ve sonsuza değin bunun bir benzerinin getirilemeyeceğini haber vermiştir. Durum O'nun haber verdiği gibi olmuş ve o tarihten zamanımıza kadar bir benzeri getirilememiştir. Kim Kur'an üzerinde düşünürse, onda i'câz yönlerinden, gerek lafız, gerekse mana yönünden açık ve gizli birçok sanat bulur.
Arap dilini bilen ve kelamın çeşitli kalıplara göre aldığı manayı anlayan kimseler, Kur'an'm tamamının son derece açık olduğunu görürler.[83] Mademki Kur'an'm bir benzerini getiremeyeceksiniz, o halde Allah'ın azabından korkunuz ve O'nun inkarcılar için hazırlamış olduğu Cehennem ateşinden sakınınız. Yani, tutuşturma maddesi olarak kâfirlerin ve onların, Allah'ı bırakarak tapmış oldukları putların kullanıldığı cehennem ateşinden sakınınız. Nitekim: "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler "cehennem yongasıdır[84] mealindeki âyette bu mana vurgulanmıştır. Mücâhid, buradaki (biçâre) kelimesini şöyle açıklar: " Leşten daha fena kokulu kükürt taşıdır ki", kâfirler ateşle birlikte bununla azab görürler". "Bu cehennem kâfirler için hazırlanmıştır" ve onlar için pusuda beklemektedir. Onlar orada her çeşit horlayıcı azabı tadarlar.
mak için Kur'an'm özendirme ve korkutma üslubuyla bu
âyetlerde de dostlarına hazırlamış olduğu şeyleri anlattı ve şöyle buyurdu:
[85]
25. "Ey Muhammedi Dünyada güzel iş yapan, iman ile güzel işleri birlikte yürüten müttakî mü'minleri müjdele" "Onlar için, içinde köşkler ve ağaçlar bulunan bahçeler ve bostanlar hazırlanmıştır. O köşklerin ve meskenlerin altından cennet ırmakları akmaktadır.[86] "Onlara bir nimet ve cennet meyvelerinden bir nzık verildikçe" "Bu nimet bize, daha önceki yemeğin bir benzeridir" derler. "Müfessirler şöyle der: Cennet ehline nzık olarak cennet meyveleri verilir. O rızkıonlara melekler getirir. Onlara ikinci defa sunulduğunda: "Bu, daha önce bize getirdiğiniz şeydir" derler. Melekler: "Ey Allah'ın kulu, ye. Rengi aynı olmakla beraber tadı farklıdır." derler.[87] Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlara , tat ve lezzetinde değil, şekil ve görünüş bakımından birbirlerine benzeyen rızıklar verilir." İbn Cerir şöyle der: Renk ve görünümünde bir Öncekine benzemekle birlikte, tat bakımından benzemez. İbn Abbas (r.a.) da: " Cennette olan hiç bir şey dünyadakilere benzemez. Sadece isimleri birbirine benzer" der. "Onlar için cennette, maddî ve manevî pislik ve kirlerden temizlenmiş iri gözlü hurilerden eşler vardır." İbn Abbas(r.a.) :Bu eşler pislik ve hayızdan temizlenmişlerdir, der. Mücahid ise: "Hayız, nifas, büyük abdest, küçük abdest, sümük ve balgamdan temizlenmiştir." der. Hadiste, dünyadaki mü'min hanımların kıyamet gününde irigözlü hurilerden daha güzel olacağı haber verilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Gerçekten biz hurileri yepyeni bir yaratılışla yarattık. Onları bakireler kıldık. Eşleriyle yaşıt ve onlara düşkündürler.[88] "Onlar orada devamlı kalacaklardır. " İşte bu, tam bir saadettir. Mü'minler bu nimetler içinde emin bir yerdedirler. Eşleriyle birlikte, kesintiye uğramaksızm ebedî bir mutluluk içerisinde yaşarlar. [89]
1. "Rabbinize ibadet edin" cümlesinde, Rabb kelimesinin muhatab zamirine muzaf olarak zikredilmesi, Allah'ın şanını yüceltme ve ona saygıyı ifade eder..
2. "Kulumuza" terkibinde, kelimesinin li zamirini tamlaması, peygamberi şereflendirmek ve şerefi ona tahsis içindir. Bu, Rasulul-lah (s.a.v.)'m en şerefli vasfıdır.
3. "Bir sure getirin" cümlesinde, karşısındakini âciz bırak -ma vardır. Burada emir kipi âciz bırakmak manasında kullanılmıştır. Sûre kelimesinin nekre olarak getirilmesi de kapsam ifade eder.
4. "Yeryüzünü sizin için bir yatak, göğü de tavan kıldı" cümlesinde ince bir mukabele sanatı vardır. Zira âyette 'in mukabilinde 'in mukabilinde de * tu zikredilmiştir. Bu da güzel edebî sanatlardandır.
5. "Yapamayacaksınız" cümlesi, mu'teriza cümlesi olup geçmişte ve gelecekte meydan okumayı ifade etmekte ve bütün asırlarda muhatapların tam bir acz içinde olacaklarını vurgulamıştır.
6. "Ateşten sakının" cümlesinde ise, kinaye yoluyla güzel bir icaz vardır. Yani : "Kur'an'm benzerini getirmekten âciz kaldıysanız, onun hak olduğunu tasdik ederek cehennem ateşinden sakınınız" demektir. [90]
26. Şüphesiz
Allah sivrisinek ve ondan daha büyüğü
ile misâl getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misâllerin
Rabblerinden gelen bir hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise,
"Allah böyle misâl vermekle ne murad eder?" derler. Allah
onunla birçok kimseyi saptırır,
birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği
misâllerle Allah ancak
fâsıkları saptırır.
27. Onlar
öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler,
Allah'ın, ziyaret edilip hâl ve
hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde
fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.
28. Ey
kâfirler! Siz (henüz yokken) size (hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr
ediyorsunuz? Şunu bilin ki, sonra sizi O öldürecek, tekrar O diriltecektir.
Tekrar O'na döndürüleceksiniz..
29. O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.
Sonra semâya yöneldi,
onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O, herşeyi hakkıyla bilendir.
Yüce Allah kesin ve parlak delillerle, şüphe getirmeyecek şekilde, Kur'an'ın Allah kelamı ve son peygambere indirilmiş mucize kitap olduğunu açıkladıktan ve Kur'an'ın en kısa surelerinden birinin benzerini getirmeleri için muarızlarına meydan okuduktan sonra, bu âyetlerde, Kur'an'ı tenkit maksadıyla kâfirlerin ileri sürdüğü bir şüpheyi ortaya getirmektedir. Bu şüphe, Kur'an-ı Kerim'de arı, sinek, örümcek,karınca ve benzeri, şeylerin zikredilmiş olmasıdır. Onlara göre, bu gibi şeylerin, Allah kelamında değil, fasih Arapların sözlerinde bile zikredilmesi uygun değildir. Allah, onların ortaya attığı bu şüpheye şöyle bir red cevabı verdi: Verilen misal yüce bir hikmeti ihtiva ediyorsa, bu şeylerin küçüklüğü, Kur'an'ın fesahat ve i'cazı için bir kusur değildir. [91]
"Bırakmaz" Haya, ayıplanma ve kınanma korkusundan insanda meydana gelen değişikliktir. Burada, bu değişikliğin gereği kasdedil-mektedir ki, o da "bırakmak"tır. Zemahşerî şöyle der: Yani Allah, hakir görüldüğü için utanarak sineğin adını anmayan kimse gibi, sivrisinekle darb-ı mesel getirmeyi terketmez.[92]
"Ondan daha küçük"
Arap dilinde fısk kelimesinin asıl manası, bir şeyden çıkmak demektir. Allah'a itaatten çıktığı için münafığa fâsık denir. Ferra bu kelimeyi şöyle açıklar: Fâsık, çıkan manasına olup, Arapların "hurma kabuğundan çıktı" manasına gelen sözünden alınmıştır. Fâsığa Allah'a itatten çıktığı için fâsık denilir. Fareye de, zarar vermek maksadıyla, deliğinden çıktığı için küçültme ismi olarak füveysika denir.[93]
Bozarlar. Nakz, diziyi dağıtmak, yapılan bir binayı veya bükülmüş bir ipi veya verilen bir sözü bozmak demektir. Nakz kelimesi Kur'an'ı Kerim'de bu manalarda zikredilmiştir. "İpliğini sağlamca büktükten sonra bozan kadın gibi olmayın[94], "Sözlerinden dönmeleri sebebiy-le....[95]
Ahd, insanın başkasına verdiği teminattır. Jl ilâ harf-i çeri ile kullanıldığında "tavsiye etmek" manasına gelir..
Misâk, yeminle pekiştirilerek verilen sözdür. Bu, ahidden daha kuvvetlidir.
İstiva aslında, itidal ve istikamet manasına gelir. Bu kelime doğru ve düzgün ağaç için kullanıldığı gibi, "Ona ok gibi gitti" teşbihinde de bu manada kullanılır. Sa'leb: "İstiva, bir şeye yönelmek manasına gelir" dedi.[96]
Onları muhkem ve sağlam bir şekilde yarattı. Bir başka görüşe göre bunun manası: "Onları çeşitli hallere soktu." demektir. [97]
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de sinek ve örümceği zikredip bunlarla müşriklere darb-ı mesel getirince Yahudiler buna güldü ve şöyle dediler: "Bu, Allah kelâmına benzemiyor. Allah bu âdi şeyleri anlatmakla ne kas-dediyor? Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu.[98]
Yüce Allah, yahudi ve münafıkların iddialarını reddetmek üzere
şöyle buyurur:
26.
"Şüphesiz
Allah, küçük olsun büyük olsun, herhangi bir şeyle darb-ı mesel getirmekten
sakınıp çekinmez." "Bu mesel,ister sivrisinek, isterse hakirlik ve
küçüklükte ondan daha aşağı derecede olan başka bir şeyle getirilsin,
farketmez" Allah, sineği yaratmaktan çekinmediği gibi onunla darb-ı mesel
getirmekten de çekinmez. "Mü'minler Allah'ın hak olduğunu, haktan başka
bir şey söylemeyeceğini ve bu darb-ı meselin de Allah'tan olduğunu bilirler. "Kâfir
olanlara gelince, bu darb-ı mesellere hayret ederler ve : "Bu hakir
şeyleri darb-ı mesel getirmekle Allah ne kasdediyor?" derler" Yüce
Allah onlara cevaben der ki "Allah bu darb-ı meselle, onu inkâr ettikleri
için birçok kâfiri saptırır; ona inandıkları için de birçok mü'mini onunla
hidayete erdirir. " Böylece kâfirlerin dalâleti, mü'minlerin de hidayeti
artar. "Allah bu darb-ı meselle veya bu Kur'an'la, kendisine itaatten
ayrılan ve âyetlerini inkâr edenlerden başkasını saptırmaz"
Daha sonra Yüce Allah
bu fâşıkların vasıflarım sayarak şöyle buyurur:
[99]
27. Allah'ın, semavî kitaplarda, Mu-hammed (a.s.)'e iman edeceklerine dair kendilerinden almış olduğu sağlam ahdi bozarlar, veya Allah'a iman, peygamberleri tasdik ve şeriatlerle amel hususunda Allah'a verdikleri her türlü söz ve ahdi bozarlar.
"Allah'ın,
ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını
istediği akrabaları ziyareti terkederler. "
Âyette geçen "L"
kelimesinin manası umumî olup peygamberler ve yakın akrabalarla ilgiyi
kesmek, mü'minlerle dost olmayı terketmek gibi Allah'ın razı olmadığı her türlü
ilgiyi kesmeyi kapsar, Masiyet,fitne, imandan men etme ve Kur'an etrafında
şüphe yayma gibi davranışla yeryüzünde
fesat çıkarırlar. "İşte bunlar, bu çirkin vasıflarla vasıflananlar,
"ziyana uğrayanların kendileridir." Çünkü onlar hidayet yerine
dalaleti, mağfiret yerine azabı tercih ettiler. Böylece ebedî cehenneme
gittiler.
[100]
28. Bu
âyetteki soru edatı, kınama ve inkar içindir. Manası şöyledir: "Yaratan
Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" Halbuki siz babalarınızın sulbünde ve
annelerinizin rahimlerinde, yokluk aleminde bir nutfe idiniz de, sizi yaratıp
dünya yüzüne çıkarttı Sonra eceliniz geldiğinde sizi öldürecek" Daha sonra
sizi kabirlerinizden yeniden dinletecek "Sonra da, kıyamet gününde hesap
ve ceza için O'na döndürüleceksiniz."Daha sonra Yüce Allah, öldükten
sonra dirilmenin mümkün olduğunu gösteren delili zikretti.
[101]
29. O, faydalanmanız ve Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu bilmeniz için yeryüzünü ve onda bulunanları sizin için yaratandır. Sonra iradesini semaya yöneltti ve onları muhkem bir şekilde yedi sema olarak yarattı. İşte bu, O'nun yüce kudretinin delilidir. "O, yarattığı ve icat ettiği herşeyi bilicidir" Bu gökler sizden daha büyük olduğu halde, onları yaratmaya kadir olan Allah'ın sizi yeniden diriltmeye kadir olacağını düşünemiyor musunuz? Evet, O herşeye kadirdir. [102]
1. "Terketmez" kelimesi, zikr-i melzum irade-i lâzım kabilinden bir mecazdır. "Terketmez" manasınadır. Allah "terk" yerine "haya" kelimesini kullandı. Çünkü terk, hayanın neticesidir. Bir kimse birşeyi yap maktan haya ederse onu terkeder.[103]
2. "Allah'a verdikleri sözü bozarlar" cümlesinde istiare-i mekniyye vardır. Zira burada ahd ipe benzetilmiş, müşebbehun bih olan ir. hazfedilmiş ve istiâre-i mekniyye yoluyla, onun levazımından olan naks (çözme) ile ona işaret edilmiştir.
3. "Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz" Cümlesinde iltifa sanatı vardır. Kınama ve azarlama ifade eden. Yüce Allah kelamı, dalı; Önce üçüncü şahıs kipi ile söylerken, burada onu bırakarak ikinci şahıs kipine dönmüştür. Bu da bir edebî sanat nev'idir.
4. kelimesi, mübalağa kalıplarmdandır. Manası: "İlmi, herşeyi kuşatacak şekilde geniş olan" demektir. Ebu Hayyân şöyle der; Yüce Allah kendini "âlim", "alîm" ve "allâm" vasıflarıyla vasıflandırdı. Bu son iki vasıf mübalağa ifade eder. Araplar, aşırılığı pekiştirmek için "allâm" kelimesinin sonuna "tâ" ilave ederek "allâme" derler. Kelimenin bu şekliyle Allah için kullanılması caiz değildir.[104]
1. Zemahşerî şöyle der:Darb-ı mesel manayı açtığı ve anlatılmak istenen maksadı açıkça ortaya koyduğu için ona başvurulur. Kendisiyle darb-ı mesel getirilen şeyin büyüklüğü ve küçüklüğü, kendisi için darb-ı mesel getirilen şeyin durumu neyi gerektiriyorsa ona göre değişir. Görmüyor musun? Hak apaçık olduğundan, Yüce Allah onun için ziya ve nur ile misal getirdi. Bâtıl, hakkın tam zıddı bir vasfa sahip olduğundan onun için de "zulûmat"ı misâl verdi. Kâfirlerin, Allah'a ortak koştukları ilâhların durumundan daha hakir ve daha düşük bir şey olmadığından, zayıflık ve gevşeklik hususunda, onlar için darb-ı mesel olarak örümcek ağım getirdi: "Onların durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir[105] ki, Örümcek o yuvayı sinekten daha zayıf ve daha değersiz yapmıştır. Yüce Allah bir başka âyette de şöyle buyurur: "Allah'ı bırakıp ta taptıklarınız, bir sinek yaratmak için bir araya gelseler bile, yaratamazlar. Sinek onlardan birşey kapsa, onu ondan geri alamazlar" [106]Asıl şaşılacak şey, insanlar sürekli olarak hayvanlarla, kuşlarla, böcekler ve zehirli haşerelerle darb-ı mesel getirirken onların bunu nasıl inkâr ettikleridir, tşte Arap darb-ı meselleri, şehirlisinin de bedevisinin de dillerinde yaşamaktadır.[107]
2. "Allah onunla birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola iletir." cümlesinde, onların kulağına gelen ilk cevabın, onların maneviyatını bozacak ve güçlerini kıracak korkunç bir şey olduğunu vurgulamak için "saptırmak" ifade eden "idlâl" kelimesi, "hidayet" kelimesinden önce zikredilmiştir. Yenilenme ve devamlılık ifade ettiği için geniş zaman kipi tercih olunmuştur. Ebussuûd bunu böyle açıklamıştır.[108]
3. İbnul-Cüzeyy, "Teshil" adlı eserinde şöyle der: "O, yerde ne varsa-hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi" mealindeki âyet, Yüce Al lah'ın gökleri yerden sonra yaratmış olmasını gerektirir."Ondan sonra da yer küreyi döşedi[109] mealindeki âyetin zahiri bunun aksini göstermektedir.
Zahiren ihtilaflı görünen bu âyetleri iki şekilde uzlaştırmak mümkündür. 1.Yerküresi, göklerden önce yaratılmış, fakat göklerin yaratılmasından sonra döşenmiştir. Bu durumda aralarında bir çelişki yoktur. 2. âyetinde kelimesi, haberleri tertib ile vermek için kullanılmıştır.[110]
30. Hatırla
ki: Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi.
Onlar, "Bizler hamdinle seni
teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesad çıkaracak, orada
kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?" dediler, Allah da onlara
"sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim" dedi.
31. Allah
Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip:
"Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunlarm isimlerini bana bildirin"
dedi.
32. Melekler
"Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif
ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz
alîm ve hakim olan ancak Sensin" dediler.
33. (Bunun
üzerine) "Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat" dedi. Âdem
eşyanın isimlerini onlara anlatınca, "Ben
size, muhakkak semâvat
ve arzda görülmeyenleri bilirim.
Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş
miydim?" dedi.
Yüce Allah, kullarına,
yaratma, icat etme, yeryüzünde bulunan herşeyi onların emrine verme ve onları
yokluktan
varlık âlemine çıkarma gibi nimetlerini sayıp döktükten sonra onların yaratılışını anlatmaya başladı ve onların babalarını halife kılmak, cennete yerleştirmek ve sânını yüceltmek için melekleri ona secde ettirmek gibi nimetlerle şereflendirdiğini ve ona itibar kazandırdığını insanlara bildirdi. Şüphe yok ki, babaya yapılan ihsan, çocuklarına da ihsandır. Babalara verilen nimet, çocuklara da nimettir. Bundan dolayı Allah'ın Âdemoğullarma bunu hatırlatması uygun olmuştur. Çünkü hatırlatmak da, Allah'ın insanlara ihsan ettiği nimet tüderindendir. [111]
"İz" kelimesi zaman zarfıdır, metinde bulunmayan bir fiil ile man-subtur. Takdiri veya şeklindedir. Bazan âyetinde olduğu gibi, mahzuf fiil sarahaten zikredilir. Müberred şöyle der: "İz edatı, geniş zaman fiili ile birlikte kullanıldığında , geniş zamanın manası geçmiş zaman olur. Âyetinde böyledir. Bunun manası: "Kâfirlerin sana tuzak kurdukları zamanı hatırla" demektir. İzâ edatı da, mazinin başına geldiğinde onun manasını gelecek zamana çevirir, liü iulkll lil âyetlerindeki » manasınadır.[112]
Halife, başkasının arkasından gelen ve onun yerine geçen kimse demektir. Bu kelime (faîl) kalıbında olup (fail) manasınadır. Sonundaki tâ mübalağa için gelmiştir. İnsan, Allah (c.c.)' m hükümlerini icra etme ve O'nun rabbanî emirlerini uygulama hususunda O'na vekalet ettiği için " halife" diye isimlendirilmiştir. Nitekim: "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık.[113] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır.
Döker. Sefk, dökmek ve akıtmak demektir. Kan akıtmanın dışında kullanılmaz. Misbah adlı kitabın müellifi şöyle der: Kanı sefk etmek, onu akıtmak demektir.,Darabe babından gelir.
"Teşbih ederiz" Teşbih, Allah'ı kötülükten uzak tutmak ve tenzih etmektir.[114] Bu kelime koşmak, gitmek ve yüzmek manalarına gelen sehh kelimesinden türemiştir. "Zira gündüz vakti senin uzun boylu koşuşturman (meşguliyetin) vardır[115] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır. Teşbih eden kimse, Allah'ı tenzihe koşan kimse demektir.
Takdis ederiz" Takdis, temizlemek, demektir. "Arz-ı mukaddese" ve "Ruhu'1-Kuds" terkiplerinde de bu manada kullanılmıştır. Bu kelimenin zıddı tencis (pislctmek)tir. Allah'ı takdis etmek dernek, onu yüceltme, ululama ve şanına lâyık olmayan şeylerle O'nu anmaktan uzak durma demektir. Müslim'in Sahih"inde şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) rükû ve sücudunda: O, çok teşbih edilen çok takdis edilen, meleklerin ve Ruh'un Rabbi'dir." derdi.[116]
Bana haber verin" demektir. Nebe'de, büyük faydası olan önemli "haber manasınadır. "O, büyük bir haberdir."81 mealindeki âyette de bu manayadır.
"Açığa çıkarıyorsunuz" demektir.
"Gizliyorsunuz" demektir. Ketm-i ilimde, bu kökten olup "ilmi gizlemek" manasınadır. [117]
30. "Ey
Muhammedi Rabbi-nin meleklere:"Ben yeryüzünde bana vekaleten hükümlerimi
uygulayacak birini yaratacak ve onu kendime halife edineceğim" dediği
zamanı hatırla" ve bunu kavmine anlat. Bu halife Âdem(a.s.) veya asırdan
aşıra, nesilden nesile birbirlerinin yerine geçecek ve Allah'ın hükümlerini
icra edecek bir kavimdir, Melekler hayret ve şaşkınlıkla şöyle dediler: Onları
nasıl halife ediniyorsun!...Onların içinde isyanla yeryüzünde fesat çıkaracak,
taşkınlık ve zulümle kan dökecek kimseler vardır, Halbuki biz sana hamd ile
birlikte, layık olmayan şeylerden seni tenzih ediyoruz. Sana saygı gösteriyoruz
ve inkarcıların sana isnad ettiği şeylerle anmaktan seni tenzih ediyoruz.
Yüce Allah onlara
şöyle cevap verdi: "Size gizli kalan birçok yararlı şeyleri ben
bilirim" Halife yaratmada, sizin bilmediğiniz, fakat benim bildiğim
hikmetler vardır.
[118]
31. Allah
Adem'e (a.s.) isim verilen bütün varlıkların isimlerini öğretti. İbn Abbas:
Allah Âdem'e herşeyin ismini öğretti..Hatta çanak çömleğin ismini bile
öğretti."der. Sonra o varlıkları meleklere gösterdi ve onları susturmak
maksadıyla sordu: ve dediki: Hilafete, benim halîfe tayin ettiğim kimseden,
sizin daha layık olduğunuz hususundaki iddianızda doğru iseniz, bu gördüğünüz
mahlukatm isimlerini bana bildirin. Kısacası, Allah Teâlâ Âdem( a.s.)'e,
meleklerin bilmediği şeyleri öğretmek, eşyayı, isimlen, cinsleri ve dillen
meleklere değil de, özel olarak ona tam bir şekilde
tanıtmakla, onun meleklere karşı
Üstünlüğünü gösterdi. Bunun üzerine melekler acz ve kusurlarım
itiraf ederek:
[119]
32. Dediler
ki: Ey Allah'ım! Seni noksanlıktan tenzih ederiz. Bizim, senin bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Sana hiçbir şey gizli kalmaz,
kuşkusuz sen herşeyi bilirsin. Sen
hikmetinin gerektirdiği şeyden başkasını yapmazsın.
[120]
33. Bunun üzerine Yüce Allah Âdem ( a.s.)'e: Ey Âdem, bunların bilmekten âciz kaldıkları ve bilgilerinin o mertebeye ulaşamadığını itiraf ettikleri o isimleri kendilerine bildir. Âdem (a.s.) bütün eşyayı bildirip isimlerini ve yaratılış hikmetlerini söyleyince Yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: Göklerde ve yerde sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim, diye size bildirmemiş miydim? Sizin açığa vurduğunuzu ve Allah'ın sizden daha üstün bir varlık yaratmayacağına dair içinizde sakladığınız iddianızı da bilirim dememiş miydim?
Rivayet edildiğine göre, Yüce Allah Âdem (a.s.)'i yaratınca melekler onun enteresan yaratılışını gördü ve şöyle dediler: "Rabbimiz ne isterse yaratsın. O, kendisi katında bizden daha şerefli bir mahluk yaratmayacaktır. [121]
1. "Hani, Rabbin demişti" ifadesinde, Rabb kelimesinin Rasule tamlayan olarak gelmesi, peygamberin şerefini ve makamının yüceliğini göstermek içindir. lafzının, ifadesinden önce gelmesi, meleklere önem verildiğini ve yaratılacak halifeye dikkatlerinin çekildiğini göstermektedir
2. "Bana haber verin" emir kipi, hakikî manasında değil, âciz bırakmak ve susturmak için kullanılmıştır.
3. "Adem onlara eşyanın isimlerini haber verince cümlesinde hazif yoluyla mecaz vardır. Takdiri: "Onlara onları haber ver. Adem onlara haber verince" şeklindedir. Manası anlaşıldığı için hazfedilmiştir.
4. "Sonra onlara arzetti" Bunda tağlîb sanatı vardır. Zira zamiri, erkek akıl sahipleri için kullanılan bir zamirdir. Eğer tağlib sanat olmasaydı, şeklinde olurdu.
5. "Ben, göklerdeki ğaybı bilirim" cümlesindeki cümlesinde tekrar zikredilmiştir. Bu da verilen haber* önem vermek ve Allah' m ilminin bütün eşyayı kuşattığına dikkat çekme! içindir. Buna "ıtnâb sanatı" denilir.
6. Bu âyetin sonundaki kelimelerinde bedi' ilminde "tıbâk" denilen sanat vardır. [122]
1. Bazı ilim adamları şöyle der: Yüce Allah'ın meleklere Âdem (a.s.)'i yaratacağını ve onu yeryüzünde kendine halife kılacağını haber vermesi, kullarına, işlerine girişmeden önce danışmayı Öğretmek içindir.
2. Âdem (a.s)'in halife kılınmasındaki hikmet, Allah' m halifeye muhtaç olması değil, kullara bir rahmettir. Zira kulların vasıtasız olarak, hatta melek vasıtasıyla Allah' in emir ve yasaklarım almaları mümkün değildir. Peygamberlerin beşerden gönderilmesi, Allah'ın insanlara rahmet, lütuf ve ihsanıdır.
3. Hafız İbn Kesir şöyle der: "Meleklerin, "yerüzünde fesat çıkaracak... insanı mı yaratıyorsun!.." şeklindeki sözleri Allah'a karşı bir itiraz ve Âdemoğullanna karşı bir kıskançlık için değildir. Sadece bu husustaki hikmetin açıklanmasını istemek ve öğrenmek için bir sorudur. Şunu demek istiyorlar: "Onların içinde yeryüzünde fesat çıkaracak kimseler bulunduğu halde, yaratıl mal arın daki hikmet nedir?[123] İbnu'l-Cizzi: Meleklerin, Âdem oğullarının fesat çıkaracağını bilmeleri, Allah'ın bu hususta kendilerine bilgi vermesiyle olmuştu" der. Bazıları da şöyle der: "Yeryüzünde cinler vardı.Fesat çıkarttılar. Allah onlara melekler gönderdi de melekler onları Öldürdü. Bunun için, melekler Âdemoğullarını onlara kıyas etmişlerdir.[124]
4. Şa'bîye,"Şeytan'm eşi var mıydı?" diye soruldu. O da, "Ben böyle bir düğün görmedim" diye cevap verdi. Şa'bî diyor ki, Biraz sonra "Şimdi sîz, beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz?[125] mealindeki âyeti okuyanca anladım ki, eş olmadan zürriyet olmaz. Bunun üzerine: "Evet, onun eşi vardır. " dedim.[126]
34. Bir zamanlar biz meleklere "Âdem'e secde edin" dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
35. Biz,
"Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin, orada kolaylıkla
istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
her ikiniz de zâlimlerden olursunuz" dedik.
36. Şeytan
onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları cennetten onları çıkardı. Bunun üzerine
"Birbirinize düşman olarak i-niniz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak
vardır. " dedik.
37. Daha
sonra Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar
aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol
olandır.
38. Dedik
ki: "Hepiniz Cennetten inin! Eğer Benden size bir hidâyet gelir de her
kim hidâyetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü
çekmezler.
39. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.
Yüce Allah önceki âyetlerde meleklerin ulaşamadığı derin bilgiyi sadece Âdem( a.s.)'e verdiğini bildirdiği gibi hilafeti de yalnız ona verdiğini bildirdi. Bu âyet-i kerimeler de de Allah, ona lütfettiği başka bir şerefi de açıklamaktadır. O da, Allah'ın meleklere Âdem (a.s.)'e secde etmelerini, emretmesidir. Bu şeref, bütün beşeriyetin babası olan Âdem (a.s.)' in [şahsında, insan nevine verilen en yüce şereftir. [127]
Secde aslında, kendisine secde edilen kimse için eğilmek ve yüceliğini belirtmek demektir. Şer'î mânâsı, alnı yere koymaktır.
İblis, şeytanın adıdır. Arapça değildir. Bir görüşe göre, ümitsizliğe düşmek mânâsına olan iblâs kelimesinden türemiştir.
Kaçındı. îbâ, birşeyi yapma imkânı olduğu halde yapmaktan kaçınmak demektir.
Kibirlendi. İstikbâr, kendini büyük görmek ve böbürlenmek demektir,
Meşakkatsiz olarak bolca demektir. Rağad: Bolluk içinde yaşamak manasınadır. Toplum, bolluk içinde yaşadığında Araplar, derler. Şâir aşağıdaki beytinde kelimesini bu manada kullanmıştır.
Kişiyi müreffeh, hadiselerden emin bir şekilde bolluk içerisinde yaşarken gördüğün zaman....
"Onların ayağını kaydırdı" İzlâl, ayak sürçmesi mânâsına gelen zelel kelimesinden türemiştir. Birisinin ayağı kaydığında denilir. Daha sonra bu kelime, mecaz olarak, hata etmek mânâsında kullanıldı. Kişi, hata ettiği ve yapmaması gereken bir şeyi yaptığında denilir. Bu hatanın işlenmesine başkası sebep olursa denilir.[128]
Müstekarr. Yerleşme yeri demektir.
Meta'; yenilecek, içilecek, giyilecek ve benzeri faydalanılabilecek şeydir.
Telakki, aslında karşılamak manasınadır. Arapların, "Hacıları karşılamak için çıktık" şeklindeki sözlerinde bu mânâda kullanılmıştır. Bu kelime daha sonra, birşeyi alıp kabul etme mânâsında kullanıldı. Araplar, "Falandan mektup aldım ve kabul ettim" mânâsına, derler.
Tevbe etti. Tevbe, lügatte dönmek demektir. (an) edatı ile kullanıldığında isyandan dönmek mânâsına gelir edatı ile kullanılırsa, tevbeyi kabul etmek mânâsını ifade eder. [129]
34. Ey Muhammedi Kavmine, bizim meleklere "Âdem'e ibadet secdesi ile değil de, selam ve hürmet secdesi ile secde ediniz, dediğimiz zamanı hatırlat İblis hariç hepsi secdeye kapanmışlardı. O, kibirlendi ve kendisine emrolunanı yapmaktan kaçındı. "Böylece o kibri ve kaçınması yüzünden kâfirlerden oldu" Zira o, Allah'ın Âdem'e secde edin, emrini çirkin buldu. [130]
35. Siz dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin Havva, birlikte ebedî cennete yerleşiniz. "Cennetin mevyelerinden istediğiniz yerden, istediğiniz kadar bol bol yeyiniz"Şu ağaca yaklaşmayın, aksi takdirde Allah'a isyan ederek kendilerine zulmedenlerden olursunuz" İbn Abbas (r.a.) bu ağacın üzüm ağacı olduğunu söyler. [131]
36. deki zamirin ağacı göstermesi halinde âyetin mânâsı şöyle olur: "Şeytan, ağaç sebebiyle onları hataya düşürdü ve ondan yedirerek yoldan çıkardı" Zamirin, cenneti göstermesi halinde ise mânâ: "Şeytan, onları cennetten çevirdi ve uzaklaştırdı" şeklinde olur. Ve şeytan onları, içinde bulundukları cennet nimetlerinden çıkarttı. 3 : Biz de onlara, "birbirinize düşman olarak, şeytan size, siz de ona düşman olduğunuz halde cennetten yeryüzüne ininiz" dedik. "Kuşkusuz şeytan sizin düşmanmızdır. Siz de onu düşman sayın" mealindeki âyet te bu mânâyı desteklemektedir. " İniniz" emrinin muhatabı Âdem, Havva ve İblis'tir. "Sizin için dünyada ikamet edebileceğiniz yerleşme yeri" ve ecelleriniz gelinceye kadar yeryüzünün nimetlerinden faydalanma imkânınız vardır. [132]
37. "Âdem, Rabbi'nin kendisine ilham ettiği bazı duaları aldı " ve onlarla Allah'a dua etti. Bu dualar, A'raf suresinde "(Adem ile eşi) dediler ki: "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik...[133] mealindeki âyette olup, yerinde açıklanacaktır. "Rabbi de onur tevbesini kabul etti: "Zira O, tevbeyi çok çok kabul edei ve kullarına bolca rahmet edendir. [134]
38.
"Dedik ki, hepiniz cennetten inin" Yüce Allar emrini pekiştirmek ve
Âdem ile soyunun ikametinin cennete olmayıp Bu
görüş, Celâleyn Tefsirinin yazarları Suyutî ve Mahallî1 nin görüşüdür. Bakınız
Celâlcyn Tefsiri, 1/7, Taberî birinci görüşü tercih eder. 1/180 vd. Mısır, 1321
yeryüzünde olduğunu beyan etmek için "inin" emrini tekrarladı. Eğer benden size bir hidayet, yani göndereceğim bir peygamber ve size indireceğim bir kitap gelir de "her kim hidâyetime tâbi olur, bana iman ve itaat ederse" Onlar için âhirette her hangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmezler. [135]
39. "İnkâr edip indirdiğim âyetleri ve gönderdiğim peygamberleri yalanlayanlara gelince "Onlar cehennemliktir. Orada ebedî kalacaklardır." Allah bizi o cehennemden korusun. [136]
1. "Biz dedik" fiilinin çoğul olarak gelmesi saygı ifade etmek içindir. Bu fiil "Hani Rabbin söylemişti" üzerine atfedilmiştir. Burada, heybeti artırmak ve azameti göstermek için üçüncü şahıstan birinci şahısa dönüş vardır.
2. "Secde ettiler" deki »ti (fâ) onların, gecikmeden, süratle Allah'ın emrine uyduklarını ifade eder. Bu âyette, hazif yoluyla icaz vardır. Takdiri: şeklindedir. "kabul etmedi" kelimesinde de aynı durum olup tümleci düşürülmüştür. Takdiridir.
3. "Bu ağaca yaklaşmayın" ifadesinde mübalağa sanatı vardır. Burada asıl yasaklanan ağacın mevyesinden yemektir. fiili ile, ağaca yaklaşmayı yasaklamak, onun meyvesinden yemeği şiddetle nehyetmek içindir. Çünkü bir işe yaklaşmayı yasaklamak, o işi yapmayı aşırı bir şekilde yasaklamak demektir. Nitekim "zinaya yaklaşmayın[137] mealindeki âyette de bu mânâ kasdedilmiştir. Çünkü zinaya yaklaşmayı yasaklamak, zina fiiline götüren yollan kesmek demektir.
4. "İçinde bulundukları şeylerden" ifadesi, içinde bulundukları nimetlerin büyüklüğünü gösterme bakımından, ifadelerinden daha vurguludur. Zira, bir şeyin büyüklüğünü göstermek için, o şeyi müphem ifade etmek belagat üsluplarından birisidir. Nitekim âyetinde de böyle olmuştur. Bundan maksat, dinleyen kimsenin, o şeyin büyüklük ve kemalini, mümkün olan en yüksek seviyede tasavvur etmesini sağlamaktır.
5. kelimeleri de mübalağa kiplerindendir. O, tevbeyi çok çok kabul eden ve rahmeti bol olan demektir. [138]
1. Soru: Allah'tan başkasına secde etmek doğru olur mu?
Cevap: Meleklerin Âdem ( a.s.)'e secdeleri, namaz ve ibadet secdesi
gibi bir secde olmayıp tazim, hürmet ve selam secdesidir. Zemahşerî şöyle der: Allah'a secde ibadet için olur. O'ndan başkasına secde ise hürmet ve tazim için olur. Meleklerin Âdem (a.s.)'e secdesi, Yakup (a.s.) ve oğullarının Yusuf (a.s.)'a secdesi bu kabildendir.[139]
2. Ariflerden biri şöyle der: Önceden ilahî lutfa mazhar olmuş kimseye, sonradan işlediği suç tesir etmez ve onu velilik makamından indirmez. Çünkü Âdem (a.s.)'in cennetten çıkarılmasına sebeb olan suçu onu ilahî lutuftan mahrum etmemiş ve hilâfet rütbesini de soyup almamıştır. Bilakis, Allah ona ihsanını bol vermiş ve hakkında: "Sonra Rabbi onu seçkin kıldı[140] buyurmuştur. Şâir de şöyle der:
Sevgili bir günah işlerse, onun iyiliklerini bin şefaatçi getirir.[141]
3. Soru: İblis meleklerden midir?
Cevap: Müfessirler bu konuda iki farklı görüş belirtmişlerdir.
Bir kısmı, âyetindeki istisnayı delil göstererek, onun meleklerden olduğu görüşünü savunmuşlardır. Diğerleri ise, buradaki istisnanın, istisna-i munkati' olduğunu, dolayısıyla İblis'in meleklerden değil, cinlerden olduğu görüşünü savunmuşlardır. Hasan-ı Basrî ile Katâde bu görüştedirler. Zemahşerî de bu görüşü tercih eder. Hasan-ı Basrî: "İblis, bir an bile meleklerden olmamıştır." der. Biz de, aşağıdaki delillere dayanarak ikinci görüşü tercih ediyoruz:
1.
"Onlar, Allah' in kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler[142]
mealindeki âyette de ifade edildiği gibi melekler isyandan münezzehtir.İblis
ise Allah’ın emrine karşı gelmiştir.
2. Nurdan , İblis ise ateşten yaratılmıştır. Dolayısıyla, yaratılışları farklıdır.
3. Meleklerin zürriyeti yoktur. İblis'in ise, "şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz[143] mealindeki âyette de ifade edildiği gibi, İblis'in zürriyeti vardır.
4. "İblis cinlerdendi. Rabbi'nin emrinden dışarı çıktı[144] mealindeki âyette, onun cinlerden olduğu açık bir şekilde ifade edilmiştir. Allah'ın bu sözü hüccet ve delil olarak yeter. [145]
40. Ey îsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi
hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi
vereyim. Yalnızca benden korkun.
41. Elinizde
(Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim
(Kur'ân'a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın,
yalnız benden korkun.
42. Bilebile
hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
43. Namazı
tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.
Bu âyetlerden itibaren 142. âyete kadar olan kısım, İsrailoğullarından bahseder. Kur'an-ı Kerim, tam bir cüze yakın bölümünde, geniş bir şekilde bunlardan bahseder. Bu durum, Kur'an'ın Yahudilerle ilgili hakikatleri meydana çıkarmak ve onların kötü ruhlarının özelliklerinden olan kötülük, düzenbazlık ve yıkıcılık gibi kötü huylarını ortaya koymak hususuna ne derece önem verdiğini gösterir, ta ki müslümanlar onların şerlerinden sakınsınlar.
Bu âyetlerin önceki âyetlerle münasebetine gelince: "Yüce Allah önce insanları kendisine ibadete, birliğini kabul etmeye çağırdı, varlığına ve birliğine delâlet eden apaçık delilleri gösterdi. Sonra da onlara babalan Âdem (a.s,)'e vermiş olduğu nimetleri hatırlattı ve özel olarak İsrailoğullarım-ki bunlar yahudilerdir- son peygambere iman etmeye, onun Allah'tan getirdiği kitabı tasdik etmeye davet etti. Çünkü onlar, o peygamberin vasıflarını, ellerinde bulunan Tevrat'ta yazılı olarak buluyorlardı. Yüce Allah onlara farklı şekillerde hitab etti. Bazan yumuşaklıkla, bazan korkutarak, bazan kendilerine ve babalarına vermiş olduğu nimetleri hatırlatarak, zaman zaman da kötü davranışlarını kınayarak ve bu konuda hüccetler getirerek onları, İslâm'a çağırdı. Böylece Yüce Allah insanlığın babası Âdemi şereflendirmekle, insanoğluna verdiği nimetleri hatırlattıktan sonra, İsrailoğullarına verdiği özel nimetleri hatırlatmaya başladı. [146]
İsrâîl, yabancı bir isim olup, "Allah'ın kulu" demektir. Yakup (a.s.)'un ismidir. Yüce Allah bunu, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyler hariç[147] mealindeki âyette açıkça ifade etmiştir.
"Yerine getiriniz" Vefa, bir şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yapmak demektir. Bir kimse birşeyi tam olarak yerine getirdiğinde "evfâ" ve "veffâ" denilir.
"Karıştırırsınız" Lebs, karıştırmak demektir. Araplar, "bir şeyi bir şeye karıştırdıkları zaman derler. "Bir şey bir şeye karıştı" demektir. "Onları yine düşmekte oldukları kuşkuya rdüşürürdük.[148] mealindeki âyette ise "kuşku vermek" manasına kullanılmıştır. Misbah'ta şöyle yazılıdır: Bu fiil babından "elbiseyi giymek", babından edatı ile kullanıldığında "şüpheye düşürmek", babından ise " karışık olmak, şüpheli olmak" mânâlarım ifade eder. : Zekât. Zekâ kelimesinden türemiştir. Ürün arttığında araplar derler. Zekât vermek de bereketi celbettiği için bu adı almıştır. Veya temizlik manasına zekât kelimesindendir. Zira zekât, malı temizler. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur: "Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin, onları arıtıp yüceltesin.[149]
40. Ey salih peygamber Yakup( a.s.)'un evladı!. Size ve babalarınıza sayılamayacak ve hesaba gelmeyecek kadar ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayınız. iman ve itaat hususunda bana verdiğiniz sözü yerine getiriniz ki, Ben de size söz verdiğim güzel mükâfatı vereyim "Başkasından değil, benden korkunuz. [150]
41. Tevhid ve nübüvvet hususunda yanınızda bulunan Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an-ı Kerim'e iman ediniz, Ehl-i Kitap'tan Kur'an'ı inkâr edenlerin ilki olmayınız. Size, ona iman edenlerin ilki olmanız yaraşır, Size indirdiğim apaçık âyetlerimi fani olan dünya malı ile değiştirmeyiniz, "Başkasından değil, benden korkunuz." [151]
42. Allah tarafından indirilmiş olan hakkı, uydurduğunuz bâtıl ile karıştırmayın ve sizin uydurduğunuz yalanlarla Tevrat'ı tahrif etmeyin. Muhammed (s.a.v.)'in evsafı ile ilgili kitabınızda bulunan bilgileri bile bile gizlemeyin. Halbuki siz, bu bilgilerin hak olduğunu biliyorsunuz. [152]
43. Üzerinize farz olan namaz ve zekâtı edâ ediniz, namazı cemaatle veya Muhammed (s.a.v.)'in ashabı ile birlikte kılınız. [153]
1. "Benim nimetim" nimet kelimesinin Allah'a izafesinde, nimetin değerinin büyüklüğüne, bolluğuna ve güzelliğine işaret vardır. Çünkü bu tür izafet , Allah'a izafe edilen şeyin şereflendirildiğini gösterir. Beytul-lah (Allah'ın evi), Nâkatullah (Allah'ın devesi) izafetlerinde olduğu gibi .
2. "Âyetlerimi satmayın" cümlesindeki hakiki manasında değil, istiare yoluyla kullanılmıştır. Nitekim daha önce geçen "işte onlar, hidayeti satıp, sapıklığı satın alanlardır.[154] mealindeki âyette de istiare yoluya kullanılmıştır.
3. cümlelerinde hak kelimesinin tekrarı, yasaklanan şeyin aşırı derecede çirkinliğini ifade eder. Çünkü açık isimdeki kuvvetlilik zamirde yoktur. Bu itnab, i'câza, diğer itnablardan daha yakındır.
4. Bu cümlede " bir bölüm" zikredilerek "bütün" kas-dedilmiştir. Rükû zikredilmiş, namaz kasdedilmiştir. Bunda mecaz-i mürsel vardır. Mânâsı "Namaz kılanlarla beraber siz de kılın" demektir.
5. "Yalnız benden korkun" ve "Yalnız benden sakının" cümlelerinde, mefulün öne alınması hasr ifade eder. [155]
Bazı arifler şöyle der: Nimetin kulları çok, nimeti verenin kulları ise azdır. Yüce Allah "nimetimi hatırlayın" mealindeki emri ile İsrail oğul lan'
na- verdiği nimetleri
hatırlattı ki, onlara verdiği nimetin kadrini bilsinler. Muhammed (s.a.v.)'in
ümmetine gelince, "Öyleyse siz beni anın ki, ben de sizi anayım[156]
mealindeki âyetle onlara, nimeti vereni hatırlattı ki, nimeti vereni düşünerek
nimetin kadrini bilsinler. İkisinin arasında ne kadar fark var!..
[157]
44. Sizler
Kitab'i okuduğunuz halde, insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
45. Sabır ve
namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz bu (namaz) Allah'a saygıdan kalbi
ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.
46. Onlar, kesinlikle Rabblerine kavuşacaklarına
ve ona döneceklerine inanan kimselerdir.
47. Ey
Israiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı
hatırlayın.
48. Öyle bir günden korkun. O günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz, hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.
Bu âyetler, İsrailoğullarından bahsetmeye devam ediyor. Âyetlerde, yaptıkları kötülüklerden dolayı onlar yerilmekte ve kınanmaktadır. Çünkü onlar iyiliği emrediyor, fakat kendileri yapmıyorlardı, insanları hidayete ve doğru yola çağırıyorlar, kendileri buna uymuyorlardı. [158]
Birr, bol hayır ve iyiliktir. Genişliğinden dolayı yeryüzüne de berr ve berriyye denilmiştir. Bu, bütün hayırlı işleri kapsayan bir isimdir.
Birru'l-vâlideyn demek, ana-babaya itaat etmek demektir. Hadiste de "İyilik kaybolmaz, günah da unutulmaz[159] buyurulmuştur.
"Terkediyorsunuz" Nisyan, terketmek mânâsına gelir. Nitekim, "Onlar Allah'ı terkettîler. Allah da onları terketti[160] mealindeki âyet te de nisyandan maksat, terketmektir. Ayrıca bu kelime, "Ne var ki, Âdem ahdi unuttu. Onda azim bulamadık.[161] mealindeki âyette olduğu gibi unutmak mânâsına da kullanılır.
"Okuyorsunuz" ders görüyorsunuz demektir.
"Boyun eğenler" Hâşi', mütevâzi manasına gelir. Aslında boyun eğmek ve zillet manasınadır.. Zeccâc şöyle der: Hâşi', üzerinde zillet ve sükûnet alâmeti görülen kimse demektir. "Artık çok merhametli Allah hürmetine sesler kısılmıştır[162] mealindeki âyette de sükûnet manasına kullanılmıştır.[163]
Burada zan, şek manasına değil yakîn manasınadır. Zıd manâlı kelimelerdendir. Ebu Ubeyde şöyle der: "Araplar hem kesin, hem de şüpheli bilgiye zan derler[164] Arap dilinde bu kelime, kesin bilgi mânâsında çok kullanılmıştır. Nitekim aşağıda mealleri verilen âyetlerde de bu mânâda kullanılmıştır: "Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı kesin olarak biliyordum[165] "Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını kesin kes anladılar.[166]
"Şefaat", tek mânâsına gelenin zıddı, %Lz (çift)ten alınmıştır. Şef ise, kişinin başkasını, yanma ve himayesine alması demektir. Dolayısıyla buna şefaat denilmiştir. O halde şefaat, şefaati kabul edenin katında, şefaat edenin mertebesini gösterir.
Adi, fidye demektir. Kesre ile (ıdl) şeklinde okunursa benzer ve denk manâsına gelir. Araplar, birşeyin benzer ve misline ıdl ve adîl derler. [167]
Bu âyetler, bazı Yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, müslüman olmuş yakınlarına: "Muhammed'in dininden ayrılmayınız şüphesiz o hak dindir, diyerek, insanlara, Muhammed (s.a.v.)'e iman etmey emrediyorlar, fakat kendileri yapmıyorlardı. [168]
Yüce Allah, Yahudi
âlimlerine tenkit ve kınama yoluyla hitap ederek şöyle buyurur:
44. İnsanlan iyiliğe ve Hz.Muhammed (s.a.v.)' e imana çağırıyorsunuz da "Kendinizi unutuyor musunuz?" Kendiniz iman etmiyorsunuz ve hayır yapmıyorsunuz. Halbuki siz, Hz. Muhammed (s.a.v.)' in vasıflarını ihtiva eden Tevrat'ı okuyorsunuz. Bu yaptığınız çirkin bir şey olduğunu anlayıp da ondan
vazgeçmiyor musunuz?!..
Sonra
yüce Allah nefsanî ve şehevî arzulan yenme, riyaset ve saltanat sevgisinden
kurtulma yollarını açıklar ve şöyle buyurur:
[169]
45. Bütün işlerinizde, nefse ağır gelen dinî yükümlülüklere katlanarak ve
dinin direği olan namazı kılarak Allah'tan yardım isteyiniz. :Şüphesiz ki namaz, Allah için ruhları
tertemiz olmuş itaatkâr ve mütevazi kimselerin dışındakilere ağır ve meşakkatli
gelir.
[170]
46. Allah'ın bu saf kullan, seksiz ve şüphesiz bir şekilde haşr
gününde Rablerine kavuşacaklarına,
amellerinin hesabını vereceklerine, ve kıyamet gününde ona döneceklerine kesinkes
inanırlar. Yüce Allah, tekrar, İsrailoğullanna verdiği birçok nimeti hatırlatır
ve şöyle buyurur:
[171]
47. "Ey Tsrailoğulları, size verdiğim nimetlere karışılık bana itaatle şükrederek, nimetimi hatırlayın" Yine hatırlayın ki, babalarınızı, içlerinden peygamberler göndermek, onlara kitaplar indirmek ve onları efendiler ve melikler kılmak suretiyle, yaşadıkları zamandaki diğer toplumlara üstün kıldık. Kuşkusuz babaları üstün kılmak, onların çocukları için şereftir. [172]
48. Hiçkimsenin, başka birinin yerine bir hak ödeyemeyeceği o korkunç günden sakınınız. gün, Allah'ı inkâr eden hiçbir kimse hakkında asla; şefaat kabul edilmez., ve o kâfir nefisten hiçbir fidye alınmaz, Kâfirler için, onları Allah'ın azabından koruyacak ve kurtaracak hiçbir kimse yoktur. [173]
1. 'Emir mi veriyorsunuz?" kelimesindeki soru edatı, hakiki manasında değil, kınama ve tenkit manasında kullanılmıştır.
2. 'Onlar bu fiilleri geçmişte yaptıkları halde fiil şimdiki zaman olarak kullanılmıştır. Zira geniş zaman kipi yenilenme ve sonradan olma ifade eder. cümlesinde, Yüce Allah, onların yapmaları gereken şeyleri terketmelerini "unuttular" şeklinde ifade etmiştir. Bu ise, akıllarına hiç gelmiyormuş gibi, aşırı derecede terkettiklerini gösterir. "Onların aşırı derecede gaflette olduklarını vurgulamak için "enfüs" kelimesini zikretmiştir. Hal cümlesi olan ifadesindeki kınama, tenkit etme ve susturma mânâları açıktır.
3. Bu cümle, mükemmeliyet ifade etmek için, hususî olan bir şeyi umumî olan bir şeye atıf kabilindendir. Çünkü âlemlere üstün kılma, nimeti, daha önce umumî olarak zikredilmiş olan nimetin içinde zaten vardır. Yüce Allah, "nimetimi hatırlayın" dediğinde, bütün nimetler kasdedilmiştir. "Ben sizi üstün kıldım" ifadesini ona atfetti. Bu atıf, hususî bir şeyin umumî birşeye atfı kabilindendir.
4. Öyle bir günden korkun" cümlesindeki kelimesi, o günün korkunçluğunu ifade etmek için nekre olarak getirilmiştir. terkibinde de, genellik ifade etmek ve tam bir ümitsizliği göstermek için nefs kelimesi nekre getirilmiştir. [174]
1. Kurtubî şöyle der: Yüce Allah, namazın şanını yüceltmek için burada, diğer ibadetlerin arasından özel olarak onu zikretti. Rasulullah (s.a.v.), üzücü bir olayla karşılaştığında namaz kılardı.[175] Bilâl (r.a.)'e: 'Ya Bilâl! Onunla bizi ferahlandır.[176]
2. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Benim belimi iki adam kırmıştır: Birincisi, ilmi ile amel etmeyen âlim, ikincisi amel eden câhil."
Başkasını hidayete çağırıp, kendisi onunla amel etmeyen kimse insanları aydınlatıp kendisini yakan kandile benzer. Şâir şöyle der:
Nasihata önce nefsinden başla. Onu kötülükten nehyet. O kötülüğe sen verirse, işte o zaman sen hakîm bir kişi olursun, senin nasihatin tutulur ve görüşüne uyulur. Öğretmek de fayda verir.
Ebu'l-Atahiyye de şöyle der:
Sanki sen, takva sahibi imişsin gibi takvayı anlattın. Halbuki senin elbiselerinden günah kokuları yayılıyor. Bir diğer şâir şöyle demiştir:
Takva sahibi olmayıp
da insanlara takvayı emreden kişi, kendisi hasta olduğu halde, insanları
tedavi eden doktor gibidir.
[177]
49. Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından
kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan
erkek çocuklarınızı kesiyorlar, kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir
imtihan vardı.
50. Bir
zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un
taraftarlarını da siz bakıp dururken denizde boğduk.
51. Kırk gece
için Musa ile sözleşmiştik O ayrıldıktan sonra, kendinize kötülük ederek
buzağıyı tanrı edindiniz.
52. O davranışlarınızdan sonra şükredersiniz diye
sizi affetttik.
53. Doğru yolu bulaşınız diye Musa'ya. Kitab'ı ve
hak ile batılı ayıran hükümleri verdik.
54. Musa
kavmine demişti ki: Ey kavmim. Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle
kendinize kötülük ettiniz. Onun için yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Öyle yapmanız
yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul
etmiş olur, Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O' dur.
Yüce Allah, İsrailoğullarına vermiş olduğu nimetleri özet olarak hatırlattıktan sonra, hatırlatmada daha uyarıcı ve şükre daha çok sevkedici olması için, bu âyetlerde de, adı geçen nimetlerin çeşitlerini geniş bir şekilde anlatır. Sanki şöyle buyurur: Nimetimi hatırlayınız, hatırlayınız ki sizi Firavun taraftarlarından kurtardık. Ve yine hatırlayın ki, bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık... Ve böyle devam eder. İşte bütün bu nimetler nimeti veren Yüce Allah'a karşı küfür ve isyanı değil, şükrü gerektirir. [178]
"Âl" kelimesinin aslı ehldir. Hâ, elife çevrilerek "âl" şeklini almıştır. Bunun içindir ki, Âl, kelimesinin küçültme ismi "Üheyl" şeklinde gelir. Bu kelime, özellikle, kral ve benzeri önemli ve şâm yüksek kimseler hakkında kullanılır. Herhangi bir kimse için kullanılmaz. Meselâ ayakkabıcı ve yularcının âli denmez.
Rum meliklerine kayser , İran meliklerine Kisra denildiği gibi Amâlika meliklerine de özel olarak Firavun denilir. Firavunlar çok kibirli ve zorba oldukları için, Araplar Firavun kelimesinden türeterek, kibirlenen kimseler için "Tefer'ane", "Firavunlaşü" kelimesini kullanırlar.[179]
"Size tattırıyorlar" Bu kelime, "kötü bir şey tattırmak" mânâsında olan U fiilinin geniş zamanıdır. Taberî: "Sizi getirip kötü azabı tattırıyorlardı." der.
"Kızları hayatta bırakıyorlardı."
Belâ, imtihan ve deneme demektir. Bu kelime, "Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz[180] mealindeki âyette olduğu gibi, hem hayır hem şer için kullanılır.
Fark, ayırmak demektir. "Biz,onu Kur'an olarak ayırdık[181] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Burada ayırmaktan maksat, onu tafsilatlı bir şekilde açıkladık demektir.
Bari daha önce benzeri
olmaksızın bir şeyi yaratan demektir. “Beriyye” mahlukat demektir.
[182]
49. Ey İsrailoğullan, atalarınızı zorba Firavun ve taraftarlarının zulmünden kurtararak size vermiş olduğum nimetimi hatırlayın. Bu hitap, Peygamber (s.a.v.) zamanındaki İsrailoğullarınadır. Ancak babalara verilen nimet, oğullar için de bir nimettir.
Size
azabın en şiddetlisini ve en çirkinini tattırıyorlardı" "Erkek
çocuklarınızı kesiyorlar "Kızlarınızı, hizmet için hayatta
bırakıyorlardı. Erkek çocukların kesilmesi, kızların hayatta bırakılması gibi,
zikredilen horlayıcı azap ile Allah sizi büyük bir imtihan ve denemeye tabi
tutmuştu. Allah, iyilerin kötülerden ayrılması için onları size musallat
kılarak, sizi böyle bir imtihana tabi tutmuştur.
[183]
50. Yine hatırlayınız ki, denizi sizin için yardık ve sizin için kuru yer göründü de oradan yürüyerek geçtiniz.
"Böylece
sizi boğulmaktan kurtardık, Firavun ve kavmini boğduk. "Siz de olayı
görmüştünüz" Bu olay, Allah'ın, dostlarını kurtarmak ve düşmanlarını helak
etme hususundaki mucizelerinden apaçık bir mucizedir.
[184]
51. Hatırlayınız ki, kırk gece sonra kendisine Tevrat'; vermek üzere Musa
ile sozleşmiştik. O, bu vadedilen.
zamanda Rabbi ile sözleşmeye gitmek üzere sizden ayrıldıktan sonra, siz
buzağıya taptınız. Siz buzağıya tapmakla haddi aşan ve nefislerine zulmeden
kişiler oldunuz. Bu olay, sizin
kurtuluşunuz ve Fir-avun'un helakinden sonra meydana gelmiştir.
[185]
52. Siz bu son derece çirkin işi yaptıktan sonra, Allah'ın vermiş olduğu
nimetlere şükredip, artık O'na itaa-ta devam edesiniz diye, bu çirkin suçunuzu
bağışladık.
[186]
53. Musa'ya hakkı batıldan ayıran Tevrat'ı verdiğimiz ve onu mucizelerle desteklediğimiz zamanda ki nimetimi de hatırlayın Umulur ki, o kitabın âyetlerini düşünmek ve ondaki hükümlerle amel etmek suretiyle hidayete erersiniz. Sonra Yüce Allah, bu zikredilen atfın nasıl olduğunu açıklar ve şöyle buyurur: [187]
54. Hatırlayınız ki, Musa Rabbi ile buluşmasını tamamlayıp döndükten sonra onların buzağıya taptıklarını görünce kavmine: Ey kavmim, buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Sizi kusursuz ve noksansız yaratan Allah'a tcvbe ediniz. *SL*ül I^JlsU : Kendinizi öldürünüz. Yani suçsuzlarınız suçlularınızı öldürsün. Allah'ın hükümüne razı olarak birbirinizi öldürmeniz ve O'nun emrine uymanız, Yüce yaratıcınızın nezdinde sizin için daha hayırlıdır. Böyle yaparsanız, O, tevbenizi kabul eder Çünkü o, tevbeyi çok çok kabul eden ve mağfireti bol olandır. [188]
1. İbn Cezzi
şöyle der: "Sizi azaba tabi tutuyorlardı." demektir. Buradaki »^
fiili, satış için malı arzetmek manasına olup müstear olarak kullanılmıştır.
Yüce Allah bu azabı "erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı da
diri bırakıyorlardı" şeklinde açıklamıştır.
Bu cümle bir öncekinin tefsiri olup onun üzerine atfedilmiş, eklenmiş bir cümle
değildir.[189]
2. kelimelerinden herbiri, musibetin büyüklüğünü ve şiddetini göstermek için nekre getirilmiştir.
3. cümlesindeki mufâale kalıbı, iki taraf arasında müşareket ifade etmez. şeklindeki sülasi fiil manasınadır.
4. Ebussuûd şöyle der: ifadesinde onların cehalet ve sapıklıkta son derece ileri gittiklerini göstermek için, yaratıcı manasına gelen bârî kelimesi zikredilmiştir. Çünkü onlar, latif hikmeti ile kendilerini yaratan, alîm ve hakîm olan Allah'a ibadeti bırakıp, aptallıkla örnek gösterilen sığıra tapınışlardır.[190]
1. ifadesi, sıfatların birbiri üzerine atfı kabilindendir. Çünkü kitap ve furkânm her ikisi de Tevrat demektir. Bu atıf çok güzel olmuştur. Çünkü bunun manası: "Allah, Musa'ya inen kitabı ve hakkı bâtıldan ayıran Furkan'ı vermiştir" demektir.[191]
2. Müfessirlerin rivayet ettiklerine göre, İsrai loğu Harından erkeklerin öldürülmesinin sebebi şudur: Firavun bir gün şöyle bir rüya görür: Beyt-i Mukaddes tarafından bir ateş çıkar ve Mısır'ı kuşatır. Mısır'daki bütün kıbtîleri yakar. Fakat İsrailoğullarına dokunmaz. " Bu rüya onu korkutur ve rüyayı kâhinlere sorar. Onlar da: "İsrailoğullarından bir çocuk doğacak, bu çocuk senin helakine ve mülkünün elinden gitmesine sebep olacaktır." şeklinde yorumlarlar. Bunun üzerine Firavun, İsrail o ğullarmda doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini emreder.
3. Kuşeyrî der ki: Kim, Allah uğrunda O'nun hükmüne sabrederse, Allah da ona, veli kullarıyla arkadaş olmayı nasib eder. İşte İsrailoğullan, Firavun ve taraftarlarının şiddetli işkencelerine sabrettikleri için, Allah on
ların soyundan
peygamberler ve krallar gönderdi ve alemde hiçbir kimseye vermediği şeyi onlara
verdi.[192]
55. Bir
zamanlar, "Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana
inanmayız" demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.
56. Sonra
ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
57. Sizi
bulutla gölgeledik, size kudret helvası
ve bıldırcın indirdik ve "Verdiğimiz güzel nimetlerden
yeyiniz" (dedik). Onlar bize değil sadece kendilerine kötülük ediyorlardı.
58.
Hatırlayın ki biz, "Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yeyin kapısından secde
ederek girin. "Hıtta!" (Yâ Rabbi bizi affet" deyin ki, sizin
hatalarınızı bağışlayalım; zira biz, muhsinlere ziyadesiyle vereceğiz"
demiştik.
59. Fakat
zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine
biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten acıklı
bir azap indirdik.
Yüce Allah, İsrailoğullarına, nimetlerini hatırlattıktan sonra, onların taşkınlıkları inkarları, Allah'ın emirlerini değiştirmeleri, kendilerine lütuf ve ihsan ile muamele edildiği halde küfür ve isyan içerisinde bulunmaları gibi kötü hallerinden bazılarını anlattı. Ne kötü ve ne rezil toplum bu!!..
Taberî şöyle der:
İsrailoğulları buzağıya tapmalarından dolayı Allah'a tevbe edince, Allah
kendisinden özür dilemek üzere buzağıya tapanlardan bir grup erkeği seçip
huzuruna getirmesini Hz. Musa'ya emretti. Bunun üzerine Hz. Musa
İsrailoğullarının ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçti. Nitekim Yüce Allah
bu hususu şöyle açıklamıştır: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte kavminden
yetmiş adam seçtim[193] Musa (a.s.) onlara, oruç tutmalarını,
temizlenmelerini, elbiselerini temizlemelerini emretti. Onlar da bu emri yerine
getirdiler. Hz. Musa onları Tur-ı Sina'ya götürdü. Onlar Hz. Musa'ya:
"Bizim için, Rabbimizden O'nun kelâmını işiteceğimiz şekilde hitap
etmesini iste" dediler. O da "İsteyeyim" dedi. Hz. Musa dağa yaklaşınca
üzerine bir bulut çöktü, her tarafını kuşatacak şekilde dağı sardı. Bu seçkin
grup gelerek bulutun içine girdiler ve secdeye kapandılar. Hz. Musa' ya emir ve
nehiyler veren Yüce Allah'ın kelamını işittiler. Bulut dağılınca Hz. Musa
onlara döndü. Onlar Hz. Musa'ya: "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe
sana asla inanmayacağız" dediler.[194]
Cehre, alenî demektir. Cehr kelimesi, aslında "açığa çıkmak" demektir. Cehren Kur 'an okumak ve cehren yani açıkça isyanda bulunmak bu kabildendir. Araplar bu manada: Emiri, bir şeyle örtünmemiş, açıkça gördüm" derler. İbn Abbas da, cehreten kelimesini ıyânen (açıkça) şeklinde tefsir etmiştir.
Saika, azabın şiddetli sesi veya yakıcı ateş demektir.
"Sizi dirilttik" demektir. Taberî şöyle der: "Ba's kelimesi aslın da, birşeyi yerinden oynatmak ve kaldırmak" demektir.
Gamam, kelimesinin çoğuludur. Vezin ve mânâ yönünden sehâbenin çoğulu olan sehâb gibidir. Bulut semayı örttüğü için ona bu isim verilmiştir. Her örtülü şeye de "mağmum" denilir. Bulut ayı kapatıp ta, ay görünmez hale geldiğinde denilir.
Hıtta, fiilinin masdarıdır. İstiğfar için kullanılır. Mânâsı, "günahlarımızı bağışla" demektir. Günahlarımızı bağışla" da bu kabildendir.[195]
Ricz, azab demektir. "Eğer bizden azabı kaldırırsan[196] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır.
Çıkıyorlar. Fısk, daha önce geçtiği gibi, taatten çıkmak demektir. [197]
55. Ey İsrailoğulları! Buzağıya tapmanızdan dolayı Allah'tan özür dilemek üzere Musa (a.s.) ile beraber Tur-ı Sina'ya çıktığınız zamanı düşünün. Hani o zaman demiştiniz ki "Allah'ı açıkça görmedikçe, bu işittiklerimizin Allah kelamı olduğuna dair seni asla tasdik etmeyeceğiz" Allah da gökten üzerinize bir ateş göndererek sizi yakmıştı. Siz başınıza gelene bakıp dururken.
Sonra
onlar ölünce Hz. Musa ağlamaya ve Allah'a şöyle dua etmeye başladı. "Ey
Rabbim! Sen İsrailoğullarınm ileri gelenlerini helak ettin. Şimdi ben onlara ne
diyeceğim?!. Allah onları diriltinceye kadar Musa (a.s.) duasına devam etti.
[198]
56. Bir gün bir gece ölü olarak kaldıktan sonra sizleri yeniden dirilttik. Umulur ki, ölümden sonra diriltmek suretiyle size vermiş olduğu nimete karşılık Allah'a şükredersiniz. Böylece ölüler dirilip yaşamaya başladılar. Bu esnada da, birbirlerinin nasıl diril-diklerine bakıyorlardı.
Sonra
Yüce Allah, onlara, Tîh çölünde iken kendilerine vermiş olduğu nimeti hatırlattı.
Zira onlar zorbaların şehrine girmekten, onlarla savaşmaktan çekinerek, Hz.
Musa'ya: "Sen ve Rabbin, gidin savaşın, biz burada oturacağız[199]
demişler ve bunun üzerine kırk sene oraya girmekten mahrum bırakılarak,
yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmakla cezalandırılmışlardı. Yüce Allah
şöyle buyurur:
[200]
57. Bulutları üzerinize gölge yaparak, sizi güneşin sıcağından koruduk. Yorulmadan ve meşakkat çekmeden size bıldırcın ve kudret helvası gibi birçok yenilecek ve içilecek nimetler verdik.
Gökten üzerlerine bal gibi kudret helvası iniyor ve onu suyla karıştırıp içiyorlardı.[201] Selva, eti lezzetli ve bıldırcına benzeyen bir kuştur.[202]
"Allah'ın lezzetli nimetlerinden size rızık olarak verdiklerimizden yeyiniz" dedik.
Onlar
bu değerli nimetlere nankörlük etmekle
bize değil, kendi nefislerine zulmediyorlardı. Çünkü nankörlüğün, vebâli
kendilerine aittir.
[203]
58. Tîh çölünden çıktıktan sonra, "Kudüs'e girin" dediğimiz
zaman size vermiş olduğumuz nimetimi hatırlayınız. O zaman size demiştik ki:
Oranın nimetlerinden dilediğiniz yerden afiyetle bol bol yeyin. Çölden
kurtulduğunuz için şükran-ı nimet olarak, şehrin kapısından Allah'a secde
ederek girin ve Ey Rabbimiz! günahlarımızı affet, hatalarımızı bağışla deyin.
Böyle yaparsanız "Günahlarınızı siler ve kötülüklerinizi bağışlarız Güzel
amel işleyenlerin büyük Ölçüde sevaplarım artıracağız ve onlara bolca mükafat vereceğiz.
[204]
59. Ama zâlimler Allah'ın emrini değiştirerek, kendilerine söylenenden başka bir söz söylediler. Onlar dübürleri üstüne sürünerek, istihza eder bir şekilde, "Bizi bağışla" yerine diyerek Allah 'm emirleriyle alay ettiler. Biz de o zâlimlerin isyanları ve Allah'a itaat etmemeleri sebebiyle, gökten üzerlerine taun hastalığı ve musibet indirdik. Rivayet olunduğuna göre taun hastalığı sebebi ile bir saat içinde onlardan yetmişbin kişi ölmüştür. [205]
1. "Sonra sizi, öldükten sonra tekrar dirilttik." cümlesinde, onların gerçekten öldüğünü vurgulamak ve baygınlıktan veya uykudan sonra diriltmiş olmaları vehmini ortadan kaldırmak için, ^Uiu "sizi dirilttik" fiilinden sonra öldükten sonra" kaydını getirdi.
2. "Yeyin" "bize zulmetmediler" ifadelerindeki hazif-ler dolayısıyle âyette i'câz vardır. Bunların takdiri şöyledir: "İnkâr etmekle kendilerine zulmettiler. Bununla bize zulmetmediler" dir. Nitekim "lakin kendilerine zulmediyorlardı" ifadesi buna delâlet etmektedir.
ve ifadelerinde, onların zulüm ve inkârda devam ettiklerini göstermek için geçmiş ve şimdiki zaman kipleri birlikte kullanılmıştır.[206]
3. şeklinde zamir yerine açık isim getirilmesi, onların yaptıklarının son derece çirkin olduğunu göstermek ve onları şiddetle kınamak ve azarlamak içindir kelimesinin nekre olarak getirilmesi ise musibetin büyüklüğünü ve şiddetini gösterir.[207]
Rağıp el-İsfehânî
şöyle der: ifadesinde Ricz'in semaya tahsis edilmesi, iki türlü azab olduğunu
gösterir. Birincisi, yıkmak ve boğmak gibi, insanlar veya diğer mahlukat
vasıtasıyla gelen ve defedilme-si mümkün olan azaptır. İkincisi ise, taun,
gökten inen ateş ve Ölüm gibi, insan gücüyle def edilmeyecek azaptır.
Âyetindeki azaptan maksat da budur.[208]
60.
Hatırlayın ki Musa, kavmi için su istemişti de biz ona "Değneğinle taşa
vur!" demiştik. Derhal (taştan) oniki pınar fışkırdı. Her bölük, içeceği
pınarı bildi. "Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde
bozgunculuk etmeyin" dedik.
61. Hani siz
"Ey Musa! Bîr tek yemekle yetinenleyiz, bizim için Rabbine dua et de
yerin bitirdiği şeylerden;
sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından
bize çıkarsın" dediniz. Musa ise "Daha iyiyi daha kötü
ile değiştirmek mi istiyorsunuz. O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin
için orada var" dedi. Onlara aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu.
Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başına), Allah'ın
âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle
geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.
62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sahillerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rablerİ katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Bu âyetler, Yüce Allah'ın, İsrailoğullanna vermiş olduğu nimetleri saymaya devam etmektedir. Tîh çölünde bulundukları sırada Allah'ın onlara vermiş olduğu büyük nimetlerden biri de bu âyette anlatılmaktadır. Onlar bu çölde şiddetli bir şekilde susadılar, neredeyse susuzluktan helak olacaklardı, Hz. Musa, kendilerine yağmur yağdırması için Allah'a dua etti.
Bunun üzerine Yüce Allah ona, asasını taşa vurmasını vahyetti. O da vurunca, taştan, kabilelerin sayısı kadar göze fışkırdı. İsrailoğullan oniki kabile idi. Her bir kabile için özel bir ark akıtıldı. İhtiyaçlarını ordan temin ediyorlar ve kimse kimsenin suyuna karışmıyordu. Bu suların fışkırma konusu Hz. Musa'ya verilmiş apaçık bir mucize idi. Buna rağmen İsrailoğulları Allah'ın âyetlerini İnkâr ederek kâfir oldular. [209]
"İsteska" kavmi için yağmur istedi, demektir. Zira bu kelimedeki sin ve tâ harfleri , (yardım istedi) ve (haber sordu) fiillerinde olduğu gibi talep içindir. Ebu Hayyan şöyle der: İstiska, su bulunmadığında veya az.olduğu zaman su istemek demektir. Bu fiilin mefulü mahzuftur takdirindedir.[210]
Açıldı. İnficar, açılmak manasınadır. Aydınlığı açılıp etrafa yayıldığı için sabaha fecr denmiştir. aynı mânâyadır. Bir başka âyette, Yüce Allah: "Derhal ondan oniki pınar fışkırdı[211] buyurmuştur.
Su içecekleri yer ve taraf demektir.
"Bozgunculuk yapmayınız" Asy, aşırı bozgunculuktur. Birin ci ve üçüncü bablardan bozgun çıkarmak, fesat çıkarmak mânâsında kul lanılır.[212] Taberî; "Bu kelime "taşkınlık yapmayın" demek olup asıl itibar ile aşırı bozgunculuk mânâsmdadır" der.
Fûm, sarımsak demektir. Bir görüşe göre de buğdaydır.
"Değiştirirsiniz" İstibdal, bir şeyi başkasına verip, onun ye rine başka birşey almaktır.
Ednâ , daha düşük, daha âdi demektir. Âdı işler peşinde koşan kimeseye de denî adam denir,
Zillet; zelillik, horluk ve hakiri ik demektir.
Meskenet, fakirlik ve boyun eğmek demektir. Bu kelime, sükûn kelimesinden alınmıştır. Bu mânâda fakirliğinden dolayı < hareket eden kimseye "miskin" denir.
Bâû, "döndüler" demektir. Râzi, bu fiilin sadece şer için kulanıldığını söylemiştir.
"Sının aşarlar" İ'tida, her hususta haddi aşmak olup daha ziyade zulüm ve isyanda kullanılır. [213]
60. Ey İsrailoğulları! Atalarınızın Tih çölünde susuz kaldıklarını ve Hz.
Musa'nın onlar için yağmur istediği zamanı hatırlayınız. Biz Musa'ya dedik ki:
"Asam herhangi bir taşa vur ki, kudretimizle ondan gözeler fışkırsın"
Mûsâ asasını bir taşa vurunca ondan, kabilelerinin sayısınca, kuvvetli bir
şekilde oniki göze fışkırdı. Çekişmemeleri için, her kabile kendi içecekleri
suyun mahallini öğrendi, Onlara, Allah'tan bir rızık olarak kudret helvasını
ve bıldırcını yeyiniz, Bu sudan da içiniz, dedik. İşte bu nimetler size
yorulmaksızın ve meşakkat çekmeksizin sırf Allah'ın bir ikramı olarak
verilmiştir. Çeşitli fesat ve taşkınlıkla yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın[214]
61. Ey İsrailoğulları! Hatırlayın ki siz çölde kudret helvası ve bıldırcın yerken, Peygamberiniz Musa'ya şöyle demiştiniz: Biz, kudret helvası ve bıldırcın gibi, aynı yemeği devamlı yemeğe tahammül edemeyeceğiz. pili: Bizim için Rabbi'ne dua et de, bize bunlardan başka rızıklar versin. Kudret helvası ve bıldırcından bıktık, usandık. Toprağın bitirdiği hububat ve baklagillerden istiyoruz. Mesela nane, kereviz ve pırasa gibi sebzelerden, salatalığa benzer kabağından, sarımsağından, mercimek ve soğanından istiyoruz. Hz. Musa, onların bu tekliflerini yadırgayarak: "Yazıklar olsun size" dedi. Değerli nimeti, değirsiz olanla mı değiştiriyorsunuz? Soğanı, sarımsağı ve sebzeyi, kudret helvası ve bıldırcına tercih mi ediyorsunuz? Şehirlerden herhangi birine, beldelerden herhangi bir beldeye gidiniz. Orada bu gibi şeyleri mutlaka bulursunuz...
Sonra
Yüce Allah, onların sapıklık, fesat, azgınlık ve düşmanlıklarına dikkat
çekerek şöyle buyurur: Onların üzerine zillet, horluk, alçaklık ve hayat boyu
onlardan ayrılmayacak ebedî bir rezillik damgası vurulmuştu. Ve Allah'ın
şiddetli gazabı ve hışmma uğradılar. Onların uğramış olduğu bu zillet, horluk,
hışım, gazab, işlemiş oldukları çirkin suçlardan dolayıdır. Çünkü onlar
kibirlenerek Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler ve zulüm ve düşmanlıkla
gönderdiği peygamberleri öldürdüler, İşte bütün bunlar, onların Allah'a
isyanları, taşkınlıkları ve Allah'ın hükümlerine inat göstererek hakkı
aşmalarından dolayıdır. Sonra Yüce Allah
mü'minler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîler gibi çeşitli din mensuplarını, sadakatle kendisine
imana ve ihlas ile amele çağırdı. Bu daveti haber sıygasıyle yaparak şöyle
buyurdu.
[215]
62. Muhammed'e iman edenler, Musa'ya uyanlar, İsa'ya tabi olanlar Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrılarak meleklere tapanlar var ya, İşte bu gruplardan kim sadakatle iman eder, Allah'ı tasdik eder ve ahirete kesin bir şekilde inanır ve dünyada Allah'a itaatle salih amel işlerse zerre miktarı kaybolmaksızm Allah katında onlar için mükafat vardır. Kâfirlerin azaptan korktuğu, ömrünü boş yere harcayıp da sevap alma fırsatını kaçıranların üzüldüğü bir anda, bu mü'minler için âhirette ne korku vardır, ne de bir tasa. [216]
1. "Allah'ın rızkından yeyin ve için" cümlesinde, rızkın Allah'tan olduğunun bildirilmesi, nimet ve ihsanının büyüklüğünü göstermekte ve bu rızkın, yorulmadan ve meşakkat çekmeden elde edilen bir rızık olduğuna işaret etmektedir.
2. "Yeyüzünde fesat çıkarmayın" ifadesinde Arz kelimesinin açıkça zikredilmesi, fesadın çirkinliğini göstermek de mübalağa ifade eder. kelimesi, hâl-i müekkidedir. Bu üslubun fesahat yönü öyledir:
Konuşan bazan, etrafında hiçbir şek ve şüpheye meydan vermeyecek bir şekilde emir vermeye ve yasaklamaya dikkat eder. İşte bu vurgu da, o dikkatten kaynaklanmaktadır. lafzı, fesadı yasaklamayı pekiştirir ve o yasağa karşı gafil davranma ve onu unutma gibi mahzurları da ortadan kaldırır.
3. "Yerin bitirdiklerinden" ifadesinde mecaz vardır. Zira gerçekte bitirici Allah'tır. Bu tür mecazlara mecâz-ı aklî denir. Mecazın alakası sebebiyyedir. Zira arz, bitkinin bitmesine sebep olduğu için, bitirme fiili ona isnad olunmuştur.
4. "Onlar üzerine zillet ve miskinlik damgası vuruldu" cümlesi bir çadırın, içindeki kimseyi her taraftan kuşattığı gibi, zillet ve meskenet de onları kuşatmadan kinayedir.[217] Nitekim şâir şöyle der:
Yücelik, mürüvvet ve cömertlik, İbn Haşrec'i kuşatan bir çadır içindedir.
5. Peygamberlerin hiçbir zaman haklı olarak öldürülmeleri söz konusu olmadığı halde kaydıyle, onların öldürülmelerinin haksız yere olduğunun kayitlanması, onların peygamberlere karşı düşmanlıklarının büyük bir çirkinlik ve adilik olduğunu göstermekedir. [218]
1. Hz. Musa'nın asâsmı vurarak su fışkırttığı taşın ne gibi ve nasıl bir taş olduğu hususunda tefsirciler birçok rivayet nakletmişlerdir. Biz bu görüşleri nakletmeyeceğiz. Taştan suyun fışkırmasının bir mucize olarak gerçekleştiğini ve Hz. Musa'nın asasının vurmuş olduğu taşın sert bir kaya olduğunu ve bunun su fışkırtmasının mümkün olmadığını bilmek âyetin mânâsını anlamak için yeterlidir. Burada mucizenin daha açık, delilin daha parlak olduğu ortaya çıkar.
Hasan-ı Basrî şöyle der: Yüce Allah Hz. Musa'nın belirli bir taşa değil, herhangi bir taşa vurmasını emretti. Bu da, Allah'ın parlak delilini ve kudretini apaçık göstermektedir.[219]
2. Soru: Suyun oniki göze halinde akıtılınasmm hikmeti nedir? Cevap: Musa'nın kavmi kalabalık idi ve çölde yaşıyorlardı.İnsanlar
için suya şiddetle ihtiyaç hissedip de sonra onu bulurlarsa suyu elde etmek için aralarında çekişme ve kavga olabilir. En iyisini Allah bilir. Yüce Allah onların aralarında çıkabilecek bir kavgayı önlemek için her kabileye bir göze tahsis ederek bu nimeti tamamladı. İsariloğulları, Hz. Yakub'un oniki oğlunun soyundan gelen oniki kabile halinde idiler.
3. Bazı tefsirciler l^İj terkibindeki fûm kelimesinin buğday olduğu kanaattindedirler. Fakat tercih olunan görüş onun sarımsak olduğudur. İbn Mesud kıraatmda okunması, ayrıca soğan mânâsına gelen uUw m da bununla birlikte zikredilmesi bu görüşün delilidir. Fahr-i Razi: "Sarımsak, mercimek ve soğana buğdaydan daha uygun düşmektedir" der. Kurtubî bu görüşü teyid etmek için şâir Hassân'm şu beytini zikreder:
Siz asaletsiz alçak
insanlarsınız. Yedikleriniz soğan ve sarımsaktan ibarettir.[220]
63.
Hatırlayınız
ki sizden sağlam bir söz almış, Tûr'u üzerinize kaldırmış, size verdiğimizi
kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki, korunursunuz
(demiştik).
64.
Ondan
sonra sözünüzden döndünüz Eğer size Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı,
muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65.
İçinizden
Cumartesi günü azgınlık edenler olmuş da bu yüzden kendilerine "Aşağılık
maymunlar olun!" dediklerimizi
bilmektesiniz.
66.
Biz onu hâdiseyi
bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakiler için de bir
öğüt vesilesi kıldık.
Yüce Allah İsrail oğulların a, verdiği büyük ve değerli nimetleri hatır -lattı ve hemen arkasından Allah'ın emirlerine isyan etmelerini, inkâr ve inatlarına karşılık olarak başlarına gelen musibetleri açıklamaya başladı. Çünkü Allah'ın verdiği nimetlere karşılık nankörlük ettikleri, O'na verdikleri ahdi bozdukları, cumartesi gününün hürmetini ihlal ettikleri için Yüce Allah onları maymuna çevirdi. Bu bir ilâhi kanundur. Allah'ın emirlerine karşı gurur ve kibir gösteren ve gönderdiği peygamberlere isyan eden her toplumun durumu budur. [221]
"Yemininiz "Misâk, yemin ve benzeri şeylerle pekiştirilen a-hittir. Buradaki ahitten maksat, Tevrat'ın hükümleri ile amel etmektir.
Tur, Hz. Musa'nın Yüce Allah ile konuşmak üzere gittiği dağdır.
Azim ve temkinle.
"Yüz çevirdiniz." Tevellî, bir şeyden yüz çevirmek ve ona arka dönmek demektir.
Hasiîn, horlanmış ve hakir mânâsına gelen hâsi kelimesinin çoğuludur. Dilciler: Hâsi, insanlara yaklaştığında, hoşt denilerek kovulan köpek gibi, kovulmuş, uzaklaştırılmış, alçak kimse demektir." derler.
Nekâl, caydırıcı, şiddetli ceza demektir. Caydırıcı ve önleyici olmadıkça her cezaya nekâl denmez. [222]
63. Ey İsrailoğulları! Tevrat'taki emirlerimi uygulamak Üzere sizden yeminle söz aldığımız zamanı hatırlayınız. O
zaman Tur dağını, siyah bir bulut gibi üzerinize kaldırdık ve size Tevrat'taki
emirlerimizi azim ve ciddiyetle alıp onlarla amel edin, Onda olan emirleri koruyun, unutmayın ve onlardan gafil
olmayın dedik. Emirlerimize uyarsanız,
dünyada helakten, âhirette de azaptan kurtulursunuz. Bu cümlenin bir başka
mânası, "umulur ki siz müttakiler zümresinden olursunuz" demektir.
[223]
64. Daha sonra siz, bize
verdiğiniz ahitten yüz-çevirdiniz. Tevbelerinizi kabul etmek ve hatalarınızı affetmek suretiyle Allah size
lütufta bulunmasaydı, dünya ve âhirette helak olanlardan olacaktınız.
[224]
65. Kendilerini cumartesi günü avlanmaktan yasaklamış olduğumuz halde, emirlerimize
uymayıp bize isyan ederek o günün hürmetini ihlal edenlere ne yaptığımızı
biliyorsunuz,
[225]
Daha önce insan iken, "zillet ve horluk içerisinde maymunlar olunuz" diyerek biz onları maymuna çevirdik.
66. Onları, bu olayı görenler için caydırıcı bir azab; daha sonra gelip de görmeyenler için bir ibret ve muttaki, sâlih kullar için bir öğüt olsun diye maymunlara çevirdik. [226]
1. "Size verdiğimizi kuvvetle tutun" cümlesinde hazif yoluyla î'câz vardır. Takdiri: ... "Onlara.... tutun dedik" şeklindedir. Zemahşerî de bu şekilde takdir etmiştir.
2. Aşağılık maymunlar olunuz" cümlesindeki emir kipi, hakiki mânâsında değil, horlama ve hakaret etme mânâsında kullanılmıştır. Bazı müfessirler şöyle der: Bu emir, teshir ve tekvin emridir. Yani bu emir, onların gerçek insanlıktan gerçek maymunluğa nakledilmeleri için, Allah'ın kudretinin üzerlerinde tecellî etmesinden ibarettir.[227]
3. "Öncekilere ve sonrakilere" cümlesi, bu olaydan önce ve sonra gelen milletler ve mahlukattan kinayedir. Veya bu olayın öncekilere ve sonrakilere bir ibret olduğunu ifade eder. [228]
1. Keffâl şöyle der: Yüce Allah, onların her birinden bir and aldığını vurgulamak için kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Nitekim: "Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarır[229] mealindeki âyette de tıfl kelimesi tekil olarak kullanılmıştır.[230]
2. Bazı araştırıcılar şöyle der: Israiloğullarının ruhları, isyanları sebebiyle karardığı için, hiçbir nizam tanımadan hareket ediyorlar; kibir, gurur ve taşkınlıklarından dolayı kendilerini büyük görüyorlardı. Kendilerine Tevrat'taki hükümlerle amel etmeleri emre dil di ğin de onları ağır buldular ve Allah'a isyan ettiler. Bundan dolayı Allah, onların üzerine Tûr dağını kaldırınca, bunu Tevrat'taki emirlerden daha ağır buldular ve Tevrat'ın hükümleri ile amel etmek onlara hafif geldi. Şâir şöyle der:
İsyankâr, Allah'a mucizelerle çağrılır. Kabul etmezse, o zaman onu keskin kılıçlar çağırır.[231]
3.
"Takva sahipleri için bir öğüt" ifadesinde, Öğüt, müttekilere tahsis
edilmiştir. Zira öğüt ve nasihatten yararlananlar onlardır. Nitekim Yüce Allah
"Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü'minlere fayda verir[232]
buyurur.
[233]
67. Musa
kavmine "Allah bir sığır kesmenizi emrediyor" demişti de,
"Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. O da "Câhillerden
olmaktan Allah'a sığınırım" demişti.
68.
"Bizim adımıza Rabbine duâ et, bize onun ne olduğunu açıklasın"
dediler. "Allah diyor ki, o, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arası bir inek.
Sîze emredileni hemen yapın" dedi.
69. Bu defa
"Bizim için Rabbine duâ et, bize onun rengini açıklasın" dediler.
"O diyor ki,
bakanların içini açan sapsarı bir
inektir" dedi.
70. "(Yâ Musa) Bizim için, Rabbine duâ et de
onun nasıl bir sığır
olduğunu bize açıklasın,
çünkü inek ineğe benzer. Biz,
inşaallah emredileni yapma yolunu buluruz"
dediler.
71. (Musa)
dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: O, henüz
boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan,
renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. "İşte şimdi gerçeği
anlattın" dediler ve bunun üzerine onu kestiler, ama az kalsın
kesmiyorlardı.
72. Hani siz
bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki
Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya
çıkaracaktır.
73. "Haydi
şimdi öldürülen adama, bir parçasıyla
vurun" dedik. Böylece Allah
ölüleri diriltir ve düşüne-siniz diye size âyetlerini gösterir.
74. (Ne var
ki) bunlardan sonra yine kalbleriniz katılaştı. Artık kalbleriniz taş gibi,
hatta daha da katı. Çünkü taşlardan öylesi var ki, çatlar da ondan su fışkırır.
Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah
yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
Yüce Allah, Yahudilerin ahitlerini bozma, cumartesi gününün hürmetini ihlal etme ve indirmiş olduğu Tevrat'ın hükümlerine uymayarak Allah'a karşı gelme gibi çirkin suçlarını anlattıktan sonra, bu âyetlerde de diğer suçlarını anlatmaya devam eder. Ki bunlar da; peygamberlere muhalefet, onları yalanlama, Allah'ın vahyettiği emirlere süratle sarılmama, peygamberlere karşı inatla mücadele etme, peygamberleri Musa (a.s.) ile konuşurken edepsizce davranış ve kötülükleridir. [234]
Hüzü', zâ'nın ötresi ve hemzenin vav'a çevrilmiş şekliyle alay etmek demektir. kelimesindeki hemzenin vava çevrilerek olması da bunun gibidir. Metinde zikredilmeyen tamlayanı da nazar-ı itiban alarak mânâsı: "Bizi alay konusu mu ediniyorsun?" demektir veya mastar. ism-i meful mânâsı vermek suretiyle: "Bizi, kendileriyle alay edilen kirrseler mi ediniyorsun?" demek olur.
Fârid, yaşlı ve ihtiyar demektir. Lisânu'l-Arap'ta böyle açıklanmıştır.
Bikr, küçük olduğu için-erkekle cinsî temas etmemiş ve doğurmamış genç demektir. Şâir şöyle der:
Vallahi! sen, misafirine yürüyemeyecek derecede yaşlı bir hayvan verdin. Ona, hoşuna gidebilecek tavlı bir hayvan vermedin. Sana nasıl dost luk gösterilip ihsanda bulunacak?[235]
Avân: Ne yaşlı, ne küçük, orta yaşta demektir. Bir başka görüşe göre, bir veya, iki defa doğurmuş hayvan demektir.
Fükû, sapsarı olmak demektir. Kıpkırmızı olan şeye, denildiği gibi, sapsarı olan şeye de denilir. Taberî der ki: Bu kelime, aşırı beyazlığı ifade eden nüsü' kelimesinin benzeridir.
Zelûl, ise alıştırılmış demektir Serkeşliği giderilerek işe alıştırılan hayvana denilir. Burada geçen kelimesi tarla sürmee alıştırılmamış demektir.
Müselleme, selâmet kökünden olup ayıp ve kusurdan arınmış demektir.
Siye, asıl renge uymayan alacalıktır. Taberî: nin mânâsı, o hayvanda asıl rengine uymayan ne beyazlık, ne de siyahlık vardır" demektir der.[236]
Çekiştiniz ve ihtilâfa düştünüz demektir. Bu kelimenin aslı dur. Tâ, dala idgam edildi. Sakin harfle konuşmaya başlanüamadığı için başına bir hemze-i vasıl getirildi ve oldu.. in mânâsı savmak ve def etmek demektir. Her iki grup da suçu birbirlerinin üzerine attığı için bu kelime kullanılmıştır. Hadiste Şüpheli hallerde had cezalarını def ediniz[237]. yani düşülünüz şeklinde kullanılmıştır.
Kasvet, sertlik demektir. Zıddı rikkattir.
Teşakkuk, uzunluğuna
veya genişliğine yarılmak demektir.
Hübût, yukardan aşağı iniş demektir.
[238]
İbn Ebî Hâtim'in rivayetine göre, Ebu Ubeydc es-Selmanî şöyle demiştir: "İsrailoğullarından çocuksuz, zengin bir adam vardı. Kardeşinin oğlu bu şahsın vârisi idi. Mirasına konmak için adamı öldürerek, geceleyin, yine İsrailoğullarından olan bir başkasının kapısının önüne götürüp koydu. Sabahleyin de, amcasını, onların öldürdüğünü iddia etti. Neticede her iki taraf da silahlanıp birbirlerine girdiler. İçlerinden akıllı ve ileri görüşlü birisi: "Aramızda Allah'ın Rasulu varken niye birbirimizi öldürüyoruz?" dedi. Bunun üzerine kavgayı bırakarak, Musa (a.s.)'ya gelip meseleyi ar-zettiler. Musa (a.s.) onlara: "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor" dedi. Râvî diyor ki: İsrailoğulları herhangi bir sığır kesmeye razı olup itiraz etmeselerdi, basit bir sığır onlar için kâfi gelecekti. Fakat onlar işi zora sokunca, Allah da onlara karşı işi güçleştirdi. Nihayet işi, kesmekle emrolundukları sığıra kadar götürdüler ve sığırı, ondan başka sığırı olmayan bir adamın yanında buldular. Sığırın sahibi, "Vallahi, derisinin dolusu altın vermedikçe onu size vermem" dedi. Böylece hayvanı, derisinin dolusu altın karşılığında satın aldılar. Hayvanı kesip bir parçasıyla öldürülen adama vurdular Adam dirilince, "seni kim Öldürdü?" diye sordular. Kardeşinin oğlunu göstererek: "Katilim budur" diye cevap verdi, sonra tekrar öldü.. Bunun üzerine, onun malından kardeşine hiçbir şey verilmedi. Bu olaydan sonra da, murisini öldüren hiçbir katile onun malından miras verilmedi.[239] Başka bir rivayatte de , "katili yakalayıp öldürdüler" denilmektedir. [240]
67. Ey İsrailoğulları! Peygamberiniz Hz. Musa'nın "Allah size bir sığır kesmenizi
emrediyor" dediği zamanı
hatırlayınız. Siz utanmadan peygamberinize "Ya Musa, bizimle alay mı
ediyorsun?" diye cevap
verdiniz, Musa da "alaycı, câhil
zümreden olmaktan Allah'a
sığınırım" dedi.
[241]
68. Dediler ki:"Bizim için Rabbine dua et de, bu sığırın mahiyetini ve
ne gibi özellikleri olduğunu bize açıklasın. Hz- Mûsa dedi ki: Allah, o sığırın
ne çok yaşlı, ne de erkekle temasta bulunmayacak kadar küçük olmamasını, bu
ikisinin arasında, orta yaşta olmasını
emrediyor, Artık size emredileni yapın. İnat edip de işi zora koşmayın. Aksi
halde Allah işinizi zorlaştıracaktır.
[242]
69. Dediler ki, bizim için Rabbine dua etde, onun rengini bize açıklasın. Beyaz mı, siyah mı, yoksa başka bir renkmi olduğunu bilelim. Hz. Musa dedi ki: Yüce" Allah onun rengi sapsarı, görenlerin hoşuna gidecek güzel bir görünümü olan bir sığır olmasını emrediyor. İsrailoğullan, sığırın yaşını ve rengini öğrendikten sonra, özellikleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için, sığırın durumunu tekrar sorarak: [243]
70. Dediler ki: bizim için Rabbine dua et, o sığırın mahiyetini bize
açıklasın. Sonra, orta yaşlı ve sapsarı
birçok hayvanın olduğunu ileri
sürerek özür beyan ettiler. Ve "Bizim için iş karıştı. Kesilmesi emredilen
sığırın ne olduğunu anlayamadık."
Ancak, Allah dilerse biz onu anlayabiliriz,
dediler. Hadiste bildirildiği gibi, eğer
böyle dememiş olsalardı,
ebediyyen o hayvanın mahiyetini
anlayamayacaklardı.
[244]
71. Hz. Musa dedi ki: Yüce Allah, bu sığırın tarla sürmeye ve ekini sulamaya alıştırılmamış, kusurlardan salim, renginde alacalık bulunmayan baştan aşağı sapsarı bir sığır olmasını emrediyor. Dediler ki: İşte şimdi gerçeği anlattın ve bize bütün açıklığıyla hayvan hakkında yeterli bilgi verdin. Yüce Allah, onların daha sonraki durumlarım bize şöyle bildirir. Onu kestiler. Ama pahalı olduğu için veya rezil oldukları için neredeyse kesmeyeceklerdi.
Bundan
sonra Yüce Allah onlara sığır kesmelerini emretmesinin sebebini ve şahit
oldukları, Allah'ın parlak mucizelerini bize şöyle anlatır.
[245]
72. Ey İsrail oğullan! Hatırlayın ki, siz bir adam öldürmüştünüz de onun
hakkında birbirinizle çekişmiş ve ihtilafa düşmüştünüz. Her grup suçu kendi üzerinden atıp diğerine
yüklemeye çalışıyordu. Halbuki Allah, gizlemekte olduğunuz şeyi ortaya
çıkaracaktı.
[246]
73. Bunun içindir ki biz, "sığırın bir parçası ile maktule vurun" dedik. O dirilir ve size katili bildirir. Allah bu maktulü gözlerinizin önünde dirilttiği gibi, ölüleri de diriltip kabirden çıkaracak ve düşünüp tefekkür edesiniz ve Allah'ın herşeye kadir olduğunu anlayasanız diye size kudretinin delillerini gösterecektir.
Sonra
Yüce Allah onların kötülüklerini ve kalplerinin katılığını şöyle bildirir:
[247]
74. Sonra Ey Yahudi topluluğu! Bu parlak mucizeleri gördükten sonra, yine
de kalpleriniz o şekilde katılaştı ki, onlara ne bir öğüt, ne de bir nasihat
tesir etmiyor. Artık kalpleriniz taş gibi, veya daha da katıdır. Yani
bazılarınızın kalbi" taş gibi, bazılarınızın
ki taştan daha da katı, demir gibi Zira taşlardan öylesi var ki, içinden bolca
nehirler kaynar. öylesi de var ki, Allah korkusundan yarılır da ondan su
fışkırır. Yine Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan parçalanarak dağlardan
aşağı iner. Yani, ey Yahudi topluluğu, taşlar yumuşar ve Allah'ın emrine boyun
eğer de sizin kalpleriniz ne yumuşar ne etkilenir. Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir. Yani Allah yaptıklarınızı gözetlemektedir. O'na hiçbir şey gizli
kalmaz. Kıyamet gününde de amellerinize göre sizi cezalandıracaktır. Bu âyette
Yahudiler için bir tehdit ve uyarı
vardır.
[248]
1. "Onu kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı" cümlesinde hazif vardır. Bu cümlenin başından, mânâları kelimelerin dizilişinden anlaşılan iki cümle hazfedilmiştir. Bu tür bir hazif, Kur'an-'m i'câzmdandır. Takdiri şöyledir: "İsrailoğullan, yukarıda zikredilen vasıfları taşıyan sığırı bulup satın aldılar. İstenilen sığırın bu sığır olduğunu anlayınca onu kestiler. Bu, hazif yoluyla i'câz kabilindendir.
2. "Allah, gizlemekte olduğunuz şeyi çıkancıdır" Bu cümle, "ihtilafa düşmüştünüz"ona vurun dedik" arasında bir ara cümlesidir. Birbirlerini takip eden iki cümle arasına gelen "ara cümle", beliğ kelâmın güzelliğini daha da artırır. Cüm-le-i mu'terizanın buradaki faydası, hakikatin kuşkusuz meydana çıkacağını muhataplara bildirmektir.
3. "Sonra kalpleriniz katılaştı"Bu cümlede istiâre-i tasrîhiyye vardır. Kalplerin sertlik ve katılıkla vasfedilmesinden maksat, onların öğüt ve ibret almaktan uzak olduklarını bildirmektir.
Ebussuûd şöyle der: Kasvet; Taşın sertliği gibi bir sertlik ve katılık demektir. İsrailoğullarınm kalpleri öğüt almaktan ve dağları eritip kayaları yumuşatan nasihat ve uyarılardan uzak olduğu için, kasvet kelimesi, bu uzaklık yerine müstear olarak kullanılmıştır.[249]
4. "Onlar taş gibidir" Bu cümlede teşbih vardır. Bu teşbihe, teşbih-i mürsel ve mücmel denilir. Çünkü teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh ise hazfedilm iştir.
5. "Ondan ırmaklar fışkırır" Bu cümlede de mecâz-ı mürsel vardır. Zira, "ondan nehirler fışkırır" demek, "nehirlerdeki su fışkırır" demektir. Araplar mahalli zikredip, o mahalde bulunanı kasdederler. Nitekim nehrin zikredilip, içinde akan suyun kasdedilmesi de bunun gibidir. Karine açıktır. Zira nehir değil, içindeki su fışkınr.[250]
1. "Musa: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" dedi. Bu âyet-i kerime, dinî konularla alay etmenin büyük bir cehalet olduğuna dikkat çekmektedir. Muhakkik âlimler âyet-i kerimelerin mizah ve şaka yerinde darb-ı mesel olarak getirilmesini men etmişler ve : "Kur'an sadece tefekkür ve itaat için indirilmiştir. Şaka, mizah ve efkar dağıtma için inmemiştir," demişlerdir.
2. "Hani siz bir şahsı Öldürmüştünüz." Bu âyet, Rasulullah (s.a.v) zamanındaki Yahudilere hitap etmektedir. Bu hitap şekli toplumlar arasında bilmen hitabet üslubuna uygundur. Zira, sonra gelenler öncekilerin izinden gidiyorlarsa ve onların yaptıklarına razı oluyorlarsa, öncekilerin yaptıkları, sonrakilere de isnat olunur. Bu âyet, hem geçmişteki, hem de Rasulullah'a muasır olan Yahudileri de kınamakta ve tenkit etmektedir.
3. Adam öldürme olayı her ne kadar daha sonra anlatılsa da, İsrailoğullarına, sığır kesmeleri emredilmeden Önce meydana gelmiştir. Bundaki sır, sığırın kesilmesinin sebebini bilmeye teşvik, İsrailoğullarım tekrar tekrar kınama ve tenkit etmektir.
Büyük âlim Ebussuûd şöyle der; Burada tertibin bozulmasının sebebi, tekrar tekrar kınama ve tenkittir. Çünkü Öldürülmesi haram olan bir şahsı öldürmek, Hz. Musa gibi bir peygamberle alay etmek ve onun emrini yerine getirmemek, şiddetle kınanması gereken büyük bir cinayettir.[251]
4. Yüce Allah bu müberek sûrenin beş yerinde ölüleri diriltmeyi zikretti: Bunlar a) "Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik.[252] b) "Bu kıssada geçen "Haydi şimdi adama, kesilen ineğin bir parçası ile vurun" dedik, böylece Allah ölüleri diriltir.[253] c) Binlercesi birden ölüm korkusundan yurtlarından çıkanların kıssasındaki "Allah onlara ölün dedi. Sonra onları diriltti[254] âyetinde, d) Üzeyr kıssasındaki, "Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı, sonra tekrar diriltti.[255] âyetinde ve e) Hz. İbrahim kıssasında geçen, İbrahim Rabbine, "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demişti[256] âyetinde[257] geçmektedir.
5. Âyetinde jl edatı Jj edatı yerinde kullanılmıştır. "Hatta daha katı" demektir. "Yunus'u yüzbin hatta daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik[258] mealindeki âyette de edatı bu mânâda kullanılmıştır. Bazıları bu edatın terdît için olup "veya" mânâsına geldiğini, yahut tahyîr için olup tercih mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre, kalplerin durumunu bilen kimse, onları taşa veya ondan daha katı olan demir gibi bir şeye benzetir. Kalplerin durumunu bilmeyen kimse ise onları taşa benzetir veya: "Onlar taştan daha katıdır" der.
6. Bazı
müfessirler, bu âyette geçen İ--Ü. (korku) kelimesinin hakiki mânâsında
kullanıldığını ve Yüce Allah'ın bu taşlara kendilerine göre bir korku verdiğim
söylerler. "Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur[259]
mealindeki âyette de hamd ve teşbih bu kabilden olup, hakiki mânâda
kullanılmışlardır. Bazıları da, haşyet kelimesinin mecaz olarak kullanıldığı
kanaatindedirler. Bu, şu atasözüne benzer: Duvar çiviye: "Beni niçin
yarıyorsun? diye sordu. O da: "Beni çakana sor" dedi. En iyisini
Allah bilir.
[260]
75. Şimdi
(ey mü'minler) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan
bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler
de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.
76. (Münafıklar)
inananlarla karşılaştıklarında
"iman ettik" derler.
Birbirleriyle yalnız kaldıkları vakit ise "Allah'ın size
açtıklarını (Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet
getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları düsünemiyor.
77. Onlar
bilmezler mî ki, gizlediklerini de
açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir.
78. Onlardan
ümmîler vardır ki bir takım kuruntular hariç Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Onlar sadece zan ve tahminde
bulunurlar.
79.
Elleriyle Kitab'ı (Tevrat'ı) yazıp sonra onu az bir para karşılığında satmaları
için "Bu Allah katın-dandır"
diyenlere yazıklar olsun!
Elleriyle yazdıklarından ötürü
vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!
80. İsrailoğulları "Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır." dediler. De ki (onlara): Siz
Allah katından bir söz
mü aldınız? Aldıysanız Allah sözünden asla caymaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz.?
81. Hayır!
Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini
çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada
devamlı kalırlar.
82. İman
edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı
kalırlar.
Yüce Allah Yahudilerin inatlarını, Allah'ın emirlerine sarılmamala-rını, peygamberlerle mücadele etmelerini ve onların emirlerine boyun eğmemelerini zikrettikten sonra, bu âyetlerde de yine onların, Allah'ın kelamını tahrif etme, Allah'ın dostları -olduklarını ve cehennemde birkaç günden fazla yanmayacaklarını iddia etme, babalarından ve atalarından kendilerine intikal eden yalancı kuruntularla avunma gibi bazı cürüm ve çirkin fiillerinden bahseder. Yüce Allah bu âyetlere, müslümanlarm, Yahudilerin imana geleceklerini ümit etmemelerini bildirerek başladı. Zira onların fıtratlarında sapıklık vardır ve mayaları inat ve kibirle yoğrulmuştur. [261]
Şiddetle isyiyor
musunuz? Tama nefsin bir şeyleri şiddetle istemesidir. İstek az olursa bına
reca ve rağbet denir.
Ferîk, cemaat
demektir. Rant ve kavm kelimeleri gibi, tekili olmayan topluluk ismidir.
"Onu tahrif ederler" Tahrif, aslında bir şeyden yüz çevirmek manasına gelen inhiraf kökünden olup değiştirmek ve tebdil etmek manasınadır.
"Onu anladılar" bir şeyi akılla idrak etmek demektir. Maksat, "onu anladılar ve tanıdılar" demektir.
kelimesinin çoğulu olup, okuma yazma bilmeyenler demektir. Annesine nisbetle kişiye bu vasıf verilmiştir. Zira o, annesinden doğduğu gibi kalmış, okuma yazma Öğrenmemiştir.
Emânî, ümniye kelimesinin çoğulu olup, insanın istediği ve arzu ettiği veya kendi nefsinde var kabul ettiği kuruntudur. Bundan dolayı bu kelime yalan mânâsında da kullanılır. Bedevinin birisi, birine şöyle demiştir: "Bu dediğin gördüğün bir şey mi? Yoksa uydurduğun bir yalan mıdır? Bu kelime, bazan da "okumak" mânâsında kullanılır. Nitekim şâir Hassan "İlk gece Allah'ın kitabını okudu" diyerek, bu kelimeyi okumak mânâsında kullanmıştır.
Veyl, helak ve yok olma demektir. Bir başka görüşe göre, rezillik ve rüsvaylıktır. Bu kelime, şer ve azabta kullanılır. Kadî şöyle der: Bu kelime "Hilekârlara yazıklar olsun[262] âyetinde olduğu gibi şiddetli tehdit ve uyarı ifade eder. Sibeveyh de şöyle açıklar: "Veyl, helake düşen kimse için, veyh ise, ona yaklaşan kimse için kullanılır. [263]
1. Bu âyetler Ensar hakkında nazil olmuştur. Ensarla Yahudiler arasında dostluk, komşuluk, süt bağları ve ittifak vardı. Dolayısıyla onların müslüman olmalarını istiyorlardı. Bunun üzerine " (Ey mü'minler)! Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?.,." mealindeki âyet nazil oldu.[264]
2. Mücahid, İbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: Yahudiler diyorlardı ki: Bu dünyanın ömrü yedibin senedir. Biz her bin sene karşılığında birgün cehennemde yanacağız. Bunlar da, sayılı yedi gündür. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ve Israiloğulları "sayılı bir kaç gün hariç, bize ateş dokunmayacaktır" dediler." mealindeki âyeti indirdi.[265]
Yüce Allah, mü'min
kullarına hitap ederek buyurur ki:
75. Ey mü'minler topluluğu! Yahudilerin müslüman olup sizin dininize gireceğini mi umuyorsunuz?
Halbuki
onların âlim ve bilginlerinden bir grup, Allah'ın kitabı Tevrat'ı okuyor, onu
açık bir şekilde dinliyor da Anlayıp idrak ettikten sonra Tevrat'taki bu
âyetleri, tebdil ve tevil etmek suretiyle değiştiriyorlardı. Yani onlar bu
suçu, hata Ve unutmaktan dolayı değil, bile bile işliyorlardı.
[266]
76. Yahudi münafıklar, Peygamber (s.a.v.)'in ashabı ile bir arada
bulunduklarında: "Sizin doğru yolda olduğunuza ve Mu-hammed (s.a.v.)'in
Tevrat'ta müjdelenen peygamber olduğuna
inanıyoruz derler" de mü'minlerden ayrılıp birbirleriyle başbaşa kaldıklarında,
Diğerleri bunu söyleyenleri kınayarak: Doğruluğunu bildiğiniz halde Peygambere uymamanız
âhirette mü'minler tarafından aleyhinize
delil olarak kullanılsın diye mi Muhammed'in Tevrat'ta açıklanan
vasıflarını arkadaşlarına haber
veriyorsunuz? Onlar tarafından aleyhinize delil olarak kullanılabilecek şeyleri,
onlara anlatmaktan sizi sakındıracak kadar aklınız yok mu? derlerdi. Bu sözü, Yahudilerden münafık olmayanlar
münafık o-lanlara söylemişlerdir. Yüce Allah, onları kınayarak şöyle cevap verir:
[267]
77. Bu Yahudiler bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bu şekilde söyledikten sonra, nasıl iman ettiklerini iddia ediyorlar?!!..
Yüce
Allah, Tevrat'taki âyetleri tebdil ve tahrif eden âlimlerin durumunu
anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da anlatır ve
her iki grubun aynı derecede sapıklık içerisinde olduğunu vurgulayarak şöyle
buyurur:
[268]
78. Yahudilerden cahil avam tabakasından bir grup da vardır ki, kendi
kendilerine Tevrat'ı okuyup anlayacak ve tetkik edecek derecede okuma yazma
bilmezler. Ancak onların bildikleri, âlimlerinin kendilerine vermiş oldukları
kuruntulardır ki, bunlar, Allah'ın kendilerini af ve merhamet edeceği,
cehennemin kendilerini, sayılı birkaç
günden fazla yakmayacağı, peygamber olan babalarının kendilerine şefaat
edeceği, kendilerinin, Allah'ın oğlu ve dostu olduğu ve daha bir çok boş kuruntulardan
ibarettir, Onlar, zandan başka bir şeye
tabi olmazlar. Yani onların bu hususta kesin bir bilgileri yoktur. Bilakis aptalca
ve körükörüne babalarını taklit ederler. Sonra Yüce Allah, dünya malı elde
etmek için avam halkı sapıklığa düşüren
o âlimlerin işledikleri suçu şöyle açıklar:[269]
79. Tevrat'ı tahrif edip tahrif ettikleri bu âyetleri elleriyle yazan Sonra da onu az bir para karşılığında satmak için: "Bu,
Allah kalındandır" diyenlerin vay
haline! Helak ve azap onlar içindir. Çünkü onlar, tahrif ettikleri o âyetler karşılığında fani olan dünya malını elde etmek
için kendi elleriyle yazdıkları ve yalan ve iftira olarak Allah'a nisbet
ettikleri âyetleri göstererek "İşte gördüğünüz bu âyetler, Allah'ın
Tevrat'ta Musa'ya indirdiği âyetlerdir." derler Kitab'ı tahrif ettikleri
için uğrayacakları şiddetli azaptan dolayı vay hallerine! İşledikleri haramdan
dolayı vay hallerine!
[270]
80. Durum
böyle olduğu halde: "Biz, sayılı birkaç günden fazla asla cehenneme
girmeyeceğiz" derler. Bu sayılı günlerden maksat, buzağıya taptıkları süre
veya sadece yedi gündür. Ey Muhammedi Onları reddederek ve kınayarak de ki: Bu
hususta Allah size ahid ve söz mü verdi? Eğer Allah, bu konuda size söz
verdiyse Allah kesinlikle sözünden dönmez. Yoksa , Allah hakkında bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz? Allah'a karşı iftira edip O'nun söylemediklerini mi
söylüyorsunuz? Böylece hem Allah'ın kelamını tahrif etme suçunu işliyor, hem de
O'na karşı yalan ve iftira atıyorsunuz.
Daha
sonra Yüce Allah, Yahudilerin
yalanlarını açıklar ve onların, cehennemin kendilerini sayılı birkaç
günden fazla yakmayacağına ve orada
ebedî olarak kalmayacaklarına dair iddialarını boşa çıkararak şöyle buyum r :
[271]
81. Hayır kâfir olarak büyük ve küçük günahları işleyen kimseler ebediyyen cehennemde
kaldıkları gibi, siz de orada ebediyyen kalacaksınız ve ateş sizi yakacaktır.
Çünkü ey Yahudiler! Kim sizin yaptığınız gibi günah işler, günahları her
taraftan onu kuşatır ve bütün kurtuluş yollarını kapatırsa, İşte onlar cehennem
ehlidir, cehennem onların yakasını bırakmayacak ve oradan ebediyyen
çıkamayacaklar.
[272]
82. İman edip amel-i sâlih işleyenlere gelince, işte cehennem bunları yakmayacak ve bunlar mutluluk içinde cennet bahçelerinde yaşayacaklar.İşte bunlar, cennet ehli olup, orada ebediyyen kalacaklar ve hiç çıkmayacaklardır.
Ey, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım! Bizi bunların zümresinden eyle. [273]
1. "Bildikleri halde" ifadesi, onların yaptıklarının son derece çirkin olduğunu göstermektedir. Çünkü onlar Tevrat'ı, bilgisizlik ve unutmaktan dolayı değil, kasden ve bile bile tahrif ediyorlardı. Bilerek günah işleyen bir bıri elleriyle yazarlar" ifadesinde "elleriyle" kaydı, ifadenin mecaz olmadığını vurgulamak ve doğrudan doğruya, bizzat kendi elleriyle yazdıklarını bildirmek içindir. Nitekim: "Onu sağ elimle yazdım", " onu kulağımla işittim", denir ki, bu ifadeler de hakiki mânâlarında kullanılmıştır.
3. "Gizlediklerini ve açığa vurduklarını" ifadesinde, edebî sanatlardan tıbâk vardık. Zira burada fiilleri bir arada zikredilmiştir. Bu sanata tıbâk-ı icâb denir.
4. âyetlerinde "veyl" kelimesinin tekrar edilmesi, onları kınamak, tenkit etmek ve adilik ve çirkinlikte son dereceye ulaşan günahlarını açıklamak içindir.
5. "Günahları onu kuşattı" cümlesinde istiare vardır. Çünkü Yüce Allah, onların günahlarını, bileziğin bileği kuşattığı gibi, bir toplumu her taraftan kuşatan düşman ordusuna benzetmiştir. Allah, "onların kötülükleri iyiliklerine galip geldi" yerine müstear olarak, "kötülükleri onları kuşattı" tabirini kullanmıştır. Sanki kötülükleri, her taraftan onları kuşatmış gibidir.[274]
1. "Allah'ın kelâmını tahrif" ifadesi, o kelamın fasit bir şekilde te'vilini ve bir kelamın yerine başka bir kelamı getirerek değiştirilmesini ifade eder. Yahudi bilginleri, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in vasıfları hakkında yaptıkları gibi, her iki mânâda da tahrifatta bulunmuşlardır.
Büyük âlim Ebusuûd şöyle der: Rivayet olunduğuna göre Yahudi bilginleri, riyasetlerinin elden gideceği korkusuyla, Rasulullah (s.a.v.)'in Tevrat'taki vasıflarını kasıtlı olarak tahrif ettiler. Rasulullah (s.a.v.)'m vasıfları Tevrat'ta şöyle yazılıydı: O'nun yüzü ve saçları güzel gözleri sürmeli, teni beyaz ve orta boyludur. Bunları değiştirerek: "Uzun boylu, mavi gözlü ve düz saçlı" yazdılar. Halk, peygamber (s.a.v.)'in vasıflarını onlara sorduklarında, kendi yazdıklarını okuyorlardı. Böylece halk, Hz. Muham med (s.a.v.)'in vasıflarını Tevrat'takine aykırı bulup onu yalanlıyordu.[275]
2. Tahrif, yukarda geçen her iki manâsıyla Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplarda meydana gelmiştir. "Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler[276] mealindeki âyette bu mânâda kullanılmıştır. Kur'an'a gelince: Câhil ve kâfirler, bâtıl te'vil yoluyla tahrif ederek ona mânâ vermişlerdir. Ama, bir âyeti kaldırıp yerine başka bir kelamı getirmek mânâsmdaki tahrif Kur'an'da olmamıştır. Zira "Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik.
yine biz koruyacağız.[277] mealindeki âyet gereğince Yüce Allah diyerek kitabı böyle bir tahriften korumuştur.
3. Buharı, Ebu Hureyre'nin (r.a.) şöyle dediğini rivayet eder: Hayber kalesi fethedüdiğinde Rasulullah (s.a.v.)'a zehirli bir koyun (eti) sunuldu. Durumu anlayan Hz. Peygamber (s.a.v.): Burada bulunan Yahudileri toplayıp bana getiriniz" dedi. Rasulullah (s.a.v.) ile, gelenler arasında şöyle bir konuşma geçti:
-Babanız kimdir?
-Falan kimsedir?
-Yalan söylüyorsunuz Bilakis babanız falan şahıstır.
-Doğru ve iyi söyledin
-Size bir şey sorsam, bana doğru cevap verir misiniz?
-Evet, ey Ebe'l-Kâsım. Eğer biz yalan cevap verecek olursak, babamız hakkındaki yalanımızı yakaladığın gibi, bu hususta da yakalarsın.
-Peki, cehennem ehli kimdir?
-Biz o cehennemde az bir müddet kalacağız, bizden sonra oraya siz gireceksiniz.
-Haydi ordan. Vallahi, biz oraya asla girmeyeceğiz.
-Size başka bir şey sorsam, doğru cevap verir misiniz?
-Evet,ey Ebe'l-Kâsım.
-Bu koyunun etine zehir kattınız mı?
-Evet.
-Sizi buna iten sebep neydi?
-Eğer yalan
soylüyorsan senden kurtulmak istedik. Yok eğer bir peygamber isen, sana zarar
vermeyeceğini düşündük.[278]
83. Vaktiyle
biz, İsrailoğullarından: "Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz,
ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, miskinlere iyilik edeceksiniz" diye
söz almış ve "İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın zekâtı verin"
diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.
84.
"Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan
çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Bütün bunlara şahit olarak sonunda
kabul etmiştiniz.
85. Bu
misakı kabul eden
sizler, birbirinizi
öldürüyor, aranızdan bir
zümreyi yurtlarından
çıkarıyor, kötülük ve
düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları
yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor, hem
de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz.
Yoksa siz Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden
öyle davrananların cezası dünya hayatında rüsvaylık; kıyamet günün de ise en
şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil
değildir.
86. İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını
satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek, ne de kendilerine
yardım edilecektir.
Bu âyet-i kerimeler, İsraİloğullarmm cürümlerini saymaya devam eder. Bu âyetlerde İsrailoğullarının zulümlerini, taşkınlıklarını ve yeryüzünde fesat çıkarttıklarını gösteren güçlü misaller vardır. Zira onlar, Tevrat'ta kendilerinden alman ahdi bozmuşlar, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymışlar, bâtıl yollarla insanların mallarını yemeği mubah saymışlar, din kardeşlerine zulmederek onları yurtlarından çıkarmışlar ve böylece lanetlenmeye, rüsvaylık ve helake müstehak olmuşlardır. [279]
Misak, yeminle pekiştirilen ahid demektir. Yeminsiz verilen söze de ahid denir.
Husn, hayır mânâları kapsayan umumî bir isimdir. Tatiı söz, güzel terbiye ve güzel ahlâk gibi, güzellik ifade eden herşeye şâmildir. Bunun zıddı, çirkinlik mânâsına gelen kubh kelimesidir. kelimesi âyette zikredilmeyen bir masdarın sıfatı olarak geçmektedir. "Güzel söz söyleyin" demektir.
"Yüz çevirdiniz" Tevellî, bir şeyden yüz çevirmek, kabul etmemek, terketmektir.[280] mealindeki âyette de bu rmmâda kullanılmıştır. Bazı âlimler, tevellî ve i'raz kelimelerine farklı mânâlar vererek: "Tevellî cism ile, i'raz ise kalb ile olur" demişlerdir.[281]
Yardımlaşiyorsunuz demektir. Bu kelimenin aslı şeklinde fiil-i muzârî olup tâ harflerinden biri düşürülmüştür. Birbirlerine yardım edenler. Sanki sırtlarım birbirlerine dayıyorlar demektir. Bu kökten gelen zahîr kelimesi de yardımcı demektir.
İsm, işleyeni, kınanmaya müstehak kılan günah demektir. Çoğulu dir.
Udvân, zulümde aşırı gitmek demektir. : Hızy, horlanma, azab ve işkence demektir. [282]
83. Ey İsrailoğulları! Atalarınızdan yeminle ahid aldığımız zamanı hatırlayınız. Onlardan şu emirleri yerine getireceklerine dair söz almıştık: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.
Anne
ve babanıza iyilik edin. Akrabalara, anasız-babasız küçük yetimlere ve
maişetini kazanamayan fakirlere de yardım edin. İnsanlara tatlı söz, güleryüz
ve tevazu ile güzel bir şekilde hitap edin. İslâm'ın iki temel rüknü olan namaz ve zekâtı,
Allah'ın size emrettiği şekilde edâ
edin. Çünkü bunlar, bedenî ve malî ibadetlerin en büyüğüdür, Sonra siz ve atalarınız verdiğiniz bu sözden kesin bir şekilde
döndünüz. Sözünde duran küçük bir grup müstesna, hepiniz ahdin gereğini yerine
getirmekten yüz çevirdiniz.
[283]
84. Ey tsrailoğulları! Birbirinizi öldürerek kan dökmeyeceğinize ve
zulmederek yurdunuzdan sürgün edip çıkarmayacağınıza dair sizden sağlam bir
ahid aldığımız zamanı düşününüz. Siz, bu ahdi ve bunun korunması gerektiğini
itiraf etmiş ve-lüzumuna dâir şahitlik etmiştiniz.
[284]
85. Ey Yahudiler! Siz bu ahdi ikrar etmişken bilâhere onu bozdunuz. Din kardeşlerinizi öldürdünüz ve Allah'ın yasaklamış olduğu adam öldürme suçunu işlediniz, Verdiğiniz bu sağlam ahde bakmaksızın sizden bir grubu yurtlarından sürgün ettiğiniz gibi, Onlara karşı zulüm ve kötülük etmede, birbirinize yardım ettiniz.
Fakat Esir olduklarında yardım için size gelirlerse onları esaretten kurtarmak için fidye verirsiniz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size yasak edilmişti. Şu halde, onları esir olarak düşman elinde bırakmayı mubah görmüyorsunuz da, onları öldürmeyi ve yurtlarından çıkarmayı nasıl mubah görüyorsunuz? Tevrat'taki hükümlerin bir kısmına İnanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bu sorudan gaye onları azarlamadır. Çünkü onlar, imanla küfrü birleştirdiler. Halbuki, Allah'ın âyetlerinin bir kısmını inkâr etmek, hepsini inkâr etmek demektir. Onun içindir ki, Yüce Allah bundan sonra şöyle buyurur:
Sizden
bunu yapanların, yani Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlerin
dünya hayatındaki cezası zillet, horluk, gazap ve azaptan başka bir şey
değildir, Onlar, âhirette de bundan daha şiddetli bir azaba
çarptırılacaklardır. Zira oradaki azap, kesilmeyen, sonsuz bir azaptır. Allah,
yapmakta olduğunuz şeylerden asla ğâfü değildir. Bu âyette, Allah'ın emirlerine
isyan edenler için şiddetli bir tehdit vardır. Daha sonra Yüce Allah, bu isyan
ve zulmün sebebini açıklayarak şöyle buyurur:
[285]
86. İşte yukarda anlatılan bu çirkin vasıfları taşıyanlar, âhiret hayatını dünya hayatı ile değiştirenler, yani dünya hayatını âhiret hayatına tercih edenlerdir. Onun içindir ki, onların azabı bir an bile hafifletilmeyecek ve onlara yardım da edilmeyecektir. Yani, onlara yardım edecek herhangi bir yardımcıları olmayacağı gibi, onları Allah'ın acıklı azabından kurtaracak bir kurtarıcıları da yoktur. [286]
Medine'de Benî Kureyza ve Benî Nadir isminde iki Yahudi kabilesi vardı. Beni Kureyza Araplar'dan Evs kabilesinin ; Beni Nâdir ise Hazrec kabilesinin müttefiki idi. Taraflar arasında bir savaş çıktığında , yahudi kabilelerinden her biri kendi müttefiki ile birlikte savaşa girerdi. Dolayısı ile, bir taraftaki yahudiler diğer taraftaki yahudileri öldürür, evlerinden çıkarır, evlerinde bulunan kapkacak, eşya ve maldan ne .varsa yağma ederlerdi. Halbuki bu onların dinlerinde ve Kitapları Tevrat'ta haram kılınmıştı. Savaş sona erdiğinde, Tevrat'ın hükmü ile amel ederek mağlup taraftaki Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. İşte bunun içindir ki Yüce Allah "Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" diye onları azarlamıştir.[287]
1. Allah’tan
başkasına ibadet etmeyeceksiniz. İfadesi nehy manasında bir haber cümlesidir.
Bu tür bir ifade, açık nehiyden daha beliğdir. Nitekim Ebussuûd şöyle der:
Böyle bir ifadede, yasaklanan şeyin hemen sona erdirilmesi gerektiğine işaret
vardır. Sanki muhatap, yasaklanan şeyi hemen terketmiştir. İşte bu mânâyı
vurgulamak için, haber sıygası getirilmiş
fakat nehy murad edilmişitr.[288]
2. "İnsanlara güzel söz söyleyin" ifadesinde, mastarı, mübalağa ifade etmek için sıfat-i müşebbehe yerinde kullanılmıştır. Takdiri, şeklindedir. Zira Araplar mübalağa maksadıyla, mastarı ism-i fail veya sifat-ı müşebbehe yerinde kullanırlar ve birisinin çok âdil olduğunu ifade temek için yerine derler.
3. "Dünya hayatında bir rezillik" ifadesinde kelimesinin nekre getirilmesi, bu cezanın şiddetini ve büyüklüğünü gösterir.
4. cümlesinde, "başkasını öldürüyorsunuz" yerine, kendinizi Öldürüyorsunuz" tabiri kullanılmıştır. Zira başkasının kanını akıtan, sanki kendi kanını akıtmış gibidir. Böyle bir ifade, basit bir alâkadan dolayı mecaz kabilindendir.
5. "İnanıyor musunuz?" cümlesinde, soru edatı olan hemze inkâr ve kınama ifade eder. [289]
1. Âyette konular önem sırasına göre tertip edilmiştir. Gerçekte kullarına nimeti veren Allah olduğu için önce Allah hakkı zikredildi. Bundan sonra anne-baba hakkı belirtildi, çünkü çocuğun büyütülüp beslenmesinde en büyük hak anne-b abanın dır. Bunlardan sonra akrabaların hakkı zikredildi. Zira akrabalar arasında da rahim bağı; sıla-i rahim ve ihsandan dolayı gerçekleşecek büyük mükafat vardır. Bunları, yetimlerin ve miskinlerin hakkı takip etti. Çünkü yetimler çaresizlik, miskinler zaaf ve acz içerisindedirler.
2. Yüce Allah, "kardeşlerinize veya mü'minlere güzel söz söyleyin, yerine "insanlara güzel söz söyleyin" dedi. Bu, emrin umumi olduğunu; iyi, kötü, mü'min, kâfir bütün insanları içine aldığını ifade etmek içindir. Bu âyette güler yüzlü, tatlı dilli, terbiyeli ve edepli olma gibi güzel huylara teşvik vardır. Ediplerden birisi şöyle der:
Yavrucuğum, iyilik
etmek kolay bir şeydir. Güler yüz ve tatlı dilden ibarettir.
[290]
87. Andolsun
biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem
oğlu İsa'ya da mu'cizeler verdik. Ve onu, Rûhu'1-Kuds ile destekledik. (Ne
var)ki gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı
büyüklük tasladınız. Peygamberlerden
bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.
88. YahudiIer"Kalplerimiz perdelidir" dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle
Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden
çok az inanırlar.
89. Daha
önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki
(Tevrat'ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri
gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah'ın laneti böyle inkarcılaradır.
90. Allah'ın
kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini (Kur'an'i) inkâr
etmeleri, buna mukabil
kendilerini satmaları ne kötü
bir şeydir! Böylece
onlar, gazap üstüne Allah'ın
gazabına uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
91.
Kendilerine, "Allah'ın indirdiğine iman edin" denilince, "Biz
sadece bize indirilene inanırız" derler ve ondan başkasını inkâr ederler.
Halbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş Hak
kitaptır. Onlara, "şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce
Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" deyiver.
92. Andolsun
Musa size apaçık mu'cizeler getirmişti. Sonra O' nun ardından, zâlimler olarak
buzağıyı (tanrı) edindiniz.
Bu mübarek âyetler de, yine İsrailoğullarından bahsetmeye devam eder. Yüce Allah'ın onlara lütfettiği bazı nimetleri, onların da bu nimetlere nankörlük, küfür ve cürümle karşılık verdiklerini hatırlatır. Zira iyiliğe karşı kötülük ve nimete karşı nankörlük etmek onların âdetlerindendir. [291]
Kitap, Tevrat demektir.
Takip ettirdik, arkasından getirdik demektir. Bu kelimenin ash US dır. Bir kimse başka birisini takip ederse birine birisini takip ettirirse denilir.
Dilsizleri, alaca hastalığına yakalananları iyileştirmek ve ölüleri diriltmek gibi açık mucizeler demektir.
Kuvvet manasına gelen jo! den alınmış olup, "onu destekledik" demektir.
Ruhu'1-Kuds, Cebrail (a.s.)'dır. Kuds, temizlik ve bereket manasınadır.
İstiyor" İstemek, arzu etmek manasına gelen fiilinin mu-zariidir. Mastarı dir.
Gulf, tilel kelimesinin çoğulu olup "perdeli" mânâsına gelir. Bu kökten gelen gılâf kelimesi perde demektir. Kınında olan kılıç için » anlayışsız ve temyiz gücüne sahip olmayan kalbe de denilir. Bu tabir, "Sünnet edilmemiş, kabuklu" mânâsına gelen ağlef kelimesinden müsteardır.[292]
"Onlara la'net etti.." La'n, Arap dilinde asıl itibariyle kovmak ve uzaklaştırmak mânâsına gelir. Kovulmuş ve uzaklaştırılmış kurda denilir. Âyetteki mânâsı, "Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı" demektir,
Bu kelime, feth ve zafer istemek mânâsına gelen istiftah mastarından şimdiki zaman fiili olup, mânâsı: "Zafer istiyorlar" demektir.
Bu kelime, ve ism-i mevsul olan kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. (ne güzel) kelimesi övmek için kullanıldığı gibi, (ne kötü) kelimesi de yermek için kullanılan bir fiildir.
Bağy, hased ve zulüm demektir. Bu kelimenin aslı fesat manasınadır. Yara kötüleştiğinde, denilir. Asmaî böyle açıklamıştır.[293]
"Döndüler" demek olup çoğu kez serde kullanılan bir kelimedir.
Mühin, zillet mânâsına gelen kelimesinden türemiş olup, alçaltıcı ve rezil edici demektir. [294]
87. Andolsun, biz Musa'ya kitabı yani Tevrat'ı verdik. Onun arkasından da peşpeşe birçok peygamber gönderdik.:Meryem oğlu İsa'ya, onun peygamberliğini gösteren apaçık âyetler ve mucizeler verdik. Onu Ruhu'1-Kuds yani Cebrail (a.s.) ile de destekleyip kuvvetlendirdik.
Fakat
siz, ey İsrailoğulları! İsteklerinize uymayan şeyleri söyleyen bir peygamber
geldikçe, ona karşı hep kibirli davranıp ona uymayacak mısınız? Zira, gelen
peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz. Yüce
Allah, bundan sonra, Peygamber (s.a.v.)'e muasır olan Yahudilerden bahseder,
onların atalarına uymalarından dolayı içerisine düştükleri sapıklığı açıklar ve
onların ağzından naklen şöyle buyurur.
[295]
88. ”Kalplerimiz perdelidir, dolayısıyla senin söylediklerini kavrayıp muhafaza edemez, Ey Muhammed" dediler. Bu âyetlerle Yüce Allah, Yahudilerin iman edeceklerini ümid etmemesini Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bildirmektedir.
Yüce
Allah, onların bu sözlerini reddederek buyurur ki Bilakis, küfür ve dalâletleri
yüzünden Allah onları kovdu ve rahmetinden uzaklaştırdı, Onlardan iman eden
pek azdır. Veya "pek az iman ederler" demektir. Yani kitabın bir
kısmına inanıp diğer bir kısmını inkâr ederler.
[296]
89. Kendilerine Allah katından, ellerindeki Tevrat'ı doğrulayan bir kitap
yani son peygambere indirilen Kur'an-ı Kerim gelince onu inkar ettiler.
Halbuki o kitap gelmeden önce, onunla
düşmanlarına karşı zafer istiyorlar ve: "Ey Allah'ım! Tevrat'ta vasıflarını
gördüğümüz, gönderilecek âhir zaman peygamberi ile bize yardım et" diye
dua ediyorlardı, Muhammed (s.a.v)
gönderilince de onu hakkıyle tanıdıkları halde, peygamberliğini inkar ettiler,
Allah'ın laneti son peygamberi inkar eden Yahudilerin üzerine olsun.
[297]
90.
Bu Yahudilerin, karşılığında
nefislerini vererek satın aldıkları şey ne adi, ne kötü şeydir. Bu da,
kıskançlıkları ve kendilerine ait olmayan bir şeyi talep etmeleri dolayısıyle
Allah'ın indirdiği Kur'an'ı inkâr etmeleridir. Zira onlar, Allah'ın kulları
arasından seçerek dilediğine peygamberlik vermesini çekemediler, Böylece onlar
gazap üstüne gazaba uğradılar. Yani daha önce uğramış oldukları gazaptan fazla
olarak, yine Allah'ın gazabına uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı ve zelil
edici şiddetli bir azab vardır. Onları inkâra götüren şey kibir ve hased olduğu
için, kendilerine, alçaltıcı ve küçültücü azap ile karşılık verildi.
[298]
91. Onlara, Allah'ın indirdiği Kur'an'a iman edip, tasdik edin ve ona uyun
denildiğinde, "Biz, bize inen Tevrat'a inanırız. O bize yeter" derler Ondan başkasını inkar ederler. Kur'an, onların ellerinde bulunan Allah kelamına muvafık ve onu tasdik edici olduğu halde onu inkâr ederler, Ey
Muhammed onlara : "Eğer siz gerçekler inanıyor idiyseniz, daha
önce Allah'ın peygamberlerini neden
öldürüyordunuz?" deyiver.
Yani, "Siz Tevrat'taki âyetlere gerçekten inanıyor ve inandığınızı
yaşıyor idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini niçir
öldürüyordunuz?" de.
[299]
92. Musa da size apaçık mucizeler getirmişti Sonra Onun Tûr Dağı'na gidişinin ardındar buzağıya tapmaya başladınız. Halbuki yaptığınızla kendinize zulmediyor dunuz. [300]
1. "Bir grubu yalanladınız "Bir grubu öldürüyorsunuz" cümlelerinde kendisinden sonra gelecek olan şeyin önemine binaen ve dinleyiciyi de kendisine söylenecek şeye karşı uyarmak için mefuller öne alınmıştır.
2. cümlesinde fiil geçmiş zaman olarak, cümlesinde ise şimdiki zaman olarak gelmiştir. Zira belagat üsluplarında alışılageldiği gibi, nıâzîde cereyan etmiş son derece korkunç olayları ifade etmek için, mâzî yerine muzârî kullanılır. Böylece Yüce Allah, peygamberlerin öldürülmesi olayını dinleyicilerin gözleri önüne seriyor ve sanki onları, olayı seyreder hale getiriyor. İşte bu durumda dinleyici bu olayı daha çok yadırgar ve daha korkunç bulur.
3. Allah'ın la'neti kâfirler üzerinedir cümlesinde, şeklindeki zamir yerine, denilerek zahir ismin getirilmesi, onların, küfürleri sebebiyle lanete uğradıklarını göstermektedir.
4. "Musa, size mucizeler getirdi." cümlesinde, Hz. Musa'nın mucizeler getirdiğini bildirmekten maksat, peygamberlere tabi olmamaları sebebiyle onları kınamak ve susturmaktır.
5. "Horlayıcı azap" terkibinde ihanetin azaba isnadı, onun azap sebebiyle meydana gelmesinden dolayıdır. Fiilleri sebeblerine isnat etmek belagat usluplarmdandır. [301]
Hasan-ı Basrî şöyle
der : Cebrâîl (a.s)'e Rûhu'1-Kuds ismi şunun için verilmiştir. Kuds, Allah
demektir. O'nun Ruhu ise Cebrâîl (a.s)'dir. Do-Iayısıyle Rûhu'1-Kuds demek,
Allah'ın ruhu demek olur. Buradaki izafet, Cebrâîl (a.s.)'i şereflendirmek
içindir. Râzî şöyle der: "Nahl sûresinde bulunan "De ki: "Onu,
Rûhu'1-Kuds, Rabbinin katından hak olarak indirdi.[302]
mealindeki âyet, Rûhu'1-Kuds'ün Cebrâîl olduğunu gösteren delillerdendir.[303]
93.
Hatırlayın ki, Tûr'u üzerinize kaldırarak sizden söz almış, "Size
verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri dinleyin" demiştik. Onlar
"İşittik ve isyan ettik" dediler. Küfürleri sebebiyle kainlerine
buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne
kötü şeyler emrediyor!"
94. Onlara
"Şayet âhiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size
aitse ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin" de.
95. Onlar,
kendi elleriyle önceden yaptıkları işler sebebiyle hiç bir zaman ölümü temenni
etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri iyi
bilir.
96. Yemin olsun ki, sen onları, yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Putperestlerden daha düşkündürler. Her biri de arzular ikibin sene yaşasın. Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştır m az. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz
görür.
97. De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi
bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı
senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve
mü'minler için de müjdeci olarak O indirmiştir.
98. Kim,
Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e düşman olursa, bilsin ki,
Allah da inkarcı kâfirlerin düşmanıdır.
Bu âyetler, Yahudilerin işledikleri diğer günahları anlatmaktadır. Onlar, yeminle Allah'a verdikleri ahdi bozdukları için Tûr Dağı üzerlerine kaldırıldı ve Tevrat'ı kabul etmeleri emredildi. Bunun üzerine onu kabul ettiklerini ve itaat ettiklerini açıkladılar. Ancak bir müddet sonra tekrar inkâr ve isyana dönerek Allah'ı bırakıp buzağıya taptılar. Buna rağmen Allah'ın dostları olduklarını, cennetin diğer insanlara değil, kendilerine ayrıldığım, kendilerinden başkasının oraya giremeyeceğini iddia ettiler. Başta Cebrâîl (a.s) olmak üzere, günahsız tertemiz meleklere düşman oldular ve peygamberleri inkâr ettiler. İşte, tarih boyunca Yahudilerin durumu budur. [304]
Mîsâk, yeminle pekiştirilmiş ahittir.
Tûr, üzerinde Allah'ın Hz. Musa ile konuştuğu dağdır. : Azim ve ciddiyetle.
"Onlara içirildi" Üşribe, içirildi manasınadır. Yani, kalpleri onu içer duruma getirildi demektir. Arap dilinde darb-ı mesel olarak "Onun kalbine, şu şeyin sevgisi içirildi" denilmektedir. Şair Zu-heyr, bu kelimeyi şöyle kullanmıştır.
Önce içimde bulunan aşk hastalığından kurtuldum. Çünkü kalbine içirdiğin sevgi bir hastalıktır.[305]
Hâlisa, akibet ve afiyet kelimeleri gibi mastar olup, hulûs manasınadır. Yani, "Size mahsus, hiç kimse onda size ortak olmayacak" demektir.
Hırs, bir şeye düşkünlük demekitr. Hadiste: "Sana fayda veren şeyi şiddetle ara, peşine düş.[306] şeklinde kullanılmıştır. Uzaklaştırmak, kenara çekmek demektir. Nitekim: Uzaklaştırmak, kenara çekk "Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o gerçekten kurtuluşa ermiştir.[307] mealinedki âyette de bu mânâda gelmiştir. Şâir de, bu kelimeyi şöyle kullanmıştır:
Dostlarım! Bu gece karanlığı niçin uzaklaşıp gitmiyor? "Sabah aydınlığına ne oldu da gelmiyor?[308]
93. Ey İsrailoğullan! Tevrat'taki hükümlerle amel edeceğinize dair, sizden
yeminle and aldığımız zamanı hatırlayınız. O zaman, Tûr Dağı'nı üzerinize
kaldırarak: Size verdiğimizi azim ve ciddiyetle alıp kabul ve itaat ederek dinleyiniz. Aksi takdirde
dağı üzerinize atacağız" demiştik. Onlar "Sözünü işittik ve emrine
isyan ettik" dediler. Küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi
içirildi. Yani buzağı sevgisi kalplerine karıştı, ve kara sevda haline geldi.
Bu şu demektir: Buzağıya ibadet sevgisi, boyanın elbiseye ve suyun vücuda
girdiği gibi, onların kalplerine girdi ve kanlarına karıştı. Onlara alay
yoluyla de ki : "İmanınız size ne kötü şey emrediyor!" Buzağıya tapmayı
emreden imanınız, ne kötü bir imandır. Eğer iman ettiğinizi iddia ediyorsanız,
bu yaptığınız ne kötü şeydir. Yani, siz
mü'min değilsiniz. Zira iman, buzağıya
ibadeti emretmez.
[309]
94. Ey Muhammedi Onlara de ki: İddia ettiğiniz gibi, âhiret yurdu cennet,
Allah katında başkalarına değil de, sadece size ayrılmış ise ve oradaki
nimetlerde hiç kimse size ortak olmayacaksa,
Eğer bu iddianızda doğru iseniz,
sizi cennete ulaştıracak olan ölümü isteyiniz.
Çünkü bu dünya nimetleri,
âhiret nimetleri yanında hiçbir değer ifade etmez. Kendisinin cennet ehlinden
olduğunu kesinlikle bilen kimse elbette oraya gitmeyi ister. Yüce Allah onların bu
yalancı iddialarım reddederek şöyle buyurur:
[310]
95. İşlemiş oldukları günah ve
cürümler sebebiyle onlar, yaşadıkları müddetçe ölümü asla istemezler.
Allah o zâlimler ve yaptıkları zulmü bilir. Ona
göre cezalandırır.
[311]
96. Cennete gideceklerini iddia ettikleri halde Yahudileri, insanların hayata en düşkünü olarak
görü sün. Nefislerine müşriklerden daha düşkündürler. Onların bu düşkünlükleri,
işledikleri suçlardan dolayı cehenneme gideceklerini bilmelerinden ileri
gelmektedir. Onlardan herbiri biner sene yaşamak ister. Ne kadar yaşarsa
yaşasın, ömrün uzunluğu onu Allah'ın azabından uzaklaştırıp kurtaracak
değildir. Allah onların yaptıklarını görmektedir ve ona göre cezalandıracaktır.
[312]
97. Ey Muhammedi De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa, o, Allah'ın da düşmanıdır. Çünkü Allah Onu, kendisiyle peygamberleri arasında bir vasıta kılmıştır. Ona karşı kim düşmanca davranırsa, Allah'a düşmanlık etmiş olur. Cibrîl-i Emîn'e düşmanlık eden bilmeli ki, bu Kur'an'ı Senin kalbine Allah'ın emriyle o indirmektedir. Bu Kur'an önce gelmiş semavî kitapları tasdik edici; mü'minler için bir hidayet ve bir müjdedir. Yani bunda tam bir hidayet ve cennet nimetleriyle mü'minleri sevindirecek bir müjde vardır. [313]
98. Kim Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine, özellikle Cebrail ve Mikail (a.s)'e düşmanlık ederse, o, Allah'ın düşmanı bir kâfirdir. Kuşkusuz, Allah da kâfirlerin düşmanıdır. Çünkü Allah, dostlarından herhangi birine düşmanlık eden kimseye buğzeder, onlara düşmanlık edenlere düşmanlık eder.
Bu âyette şiddetli tahdit ve uyarı vardır. Bu son iki âyetin nüzul sebebi şudur: Rivayet edildiğine göre, Yahudiler Hz. Peygamber (s.a.v)'e dediler ki: "Risalet ve vahyi, her peygambere, Allah katından bir melek getirir. Sana vahyi getiren kimdir? Söyle ki sana tabi olalım. "Rasulullah (s.a.v): "Cebrail'dir" diye cevap verdi. Bunun üzerine dediler ki: O, harp ve savaş getiren bir melektir. O bizim düşmanımızdır. Eğer, yağmur ve rahmet getiren "Mîkâil"dir deseydin sana uyardık. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Kim Cebrail'e düşman ise, şunu iyi bilsin ki, o, Kur'an'ı senin kalbine Allah'ın emriyle indirmiştir..." mealindeki âyetleri indirmiştir. [314]
1. "Kalblerine buzağı sevgisi içirildi." cümlesinde istiâre-i mekniyye vardır. Buzağıya ibadet sevgisi, kolay içilen, lezzetli bir meşrubata benzetilmiştir. Müşebbehün bih meşrub kelimesi hazfedilmiş, onun levazımından olan işrab kelimesiyle, istiâre-i mekniyye yoluy'la ona işaret edilmiştir. Şerif Râdî şöyle der: Bu bir istiaredir. Maksat, onların kalplerini, buzağıyı aşırı derecede sevmekle vasıflandırmaktır. Sanki kalpler buzağı sevgisini yudum yudum içtiler de bu sevgi, meşrubatın ve lezzetli bir şeyin karıştığı gibi kalblere karıştı.[315]
2. "De ki: İmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür" cümlesinde, "emr"in "inıan"a isnadı, onlarla bir nevi alaydır. Nitekim, "Dediler ki: "Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı... namazın mı sana emrediyor[316] mealinde ki âyette "emr"in "namaz"a isnadında alay vardır. İmanın Yahudilere izafesi de böyledir. Zemahşerî bu şekilde açıklamıştır.
3. "Hayata" terkibinde hayat kelimesi, bu hayatın özel bir hayat olduğunu göstermek için nekre getirilmiştir. Bu hayat, kişinin binlerce sene yaşatılacağı uzun bir hayattır.
4. "Allah kâfirlerin düşmanıdır." cümlesi şartın cevabıdır. Onların yaptıklarının ne kadar çirkin olduğunu göstermek için isim cümlesi tercih edilmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder. terkibinde, şeklinde zamir kullanma yerine, zahir isim getirilmiştir. Bu da, küfür sıfatını onlara tescil etmek ve onların meleklere düşmanlıklarından dolayı kâfir olduklarını vurgulamak içindir.
5. Daha önce bütün melekler zikredilmişken, sonra Özel olarak Ceb-râîl ve Mîkâil zikredildi. Bu, âmmdan sonra hassın zikredilmesi kabilin-dendir. Şereflendirme ve yüceltme ifade eder. [317]
1. "Dinleyin" kelimesinde, "dinleyin" emrinden maksat, badece sözü anlamak değildir. Bilakis maksat, Tevrat'ta emredilen Şeyleri, düşünme, itaat etme ve uyma şeklindeki dinlemedir. Âyetini "Size verdiğimizi kuvvetle alın" mealindeki bölümü de bu mânâyı pekiştirmiştir.
2. Kur'an'ı senin kalbine o indirdi, âyetinde, özellikle kalp zikredilmiştir. Çünkü kalp, anlama, bilme ve bilgi alma yeridir.. Nitekim "Onların kalpleri vardır, onlarla kavrayamazlar,[318] mealindeki âyet de bu mânâyı vurgular.
3. Bu sûrede "onu asla istemeyecekler" cümlesinde ^ edatının, Cuma Sûresinde onu asla istemezler, âyetinde edatının getirilmesindeki hikmet şudur: Onların buradaki iddiaları, oradaki iddialarından daha büyüktür. Zira Yahudiler burada cennetin kendilerine ayrıldığım, orada ise sadece kendilerinin Allah'ın dostu olduklarını iddia
etmişlerdir. Dolayısıyle burada onların ölümü temenni etmeyeceklerini, hem şimdiki zamanı, hem de gelecek zamanı olumsuzlaştıran ^ edatı ile tekit etmek, orada ise sadece nefy edatı ile yetinmek uygun düşmüştür.[319]
4. Bu âyet-i
kerime mucizelerdendir. Çünkü gaybı haber vermiş, o-lay, haber verdiği gibi
gerçekleşmiştir. Rasulullah (s.a.v.)'ın zamanındaki Yahudilerden hiçbirisinin
ölümü istememiş olması, bu mucizenin gerçekleştiğini göstermek için kâfidir.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Yahudiler ölümü isteselerdi,
mutlaka ölecekler ve cehennemdeki yerlerini göreceklerdi.[320]
99. Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onları
ancak fâsıklar inkâr eder.
100. Ne
zaman onlar bir andlaşma yaptılarsa,
yine kendilerinden bir gurup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.
101. Allah
tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince
Ehl-i kitaptan bir gurup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına
atıp terkettiler.
102. Onlar
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine ve Hârût
ve Mârût adındaki iki meleğe indirilene tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü
yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular, çünkü insanlara sihri
öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: "Biz ancak imtihan için
gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız" demeden hiç kimseye
öğretmezlerdi. Onlar, o iki me-lekden karı ile koca arasını açacakları şeyi
öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar
veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler.
Sihri satın alanların âhiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında
kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke anlasalardı!
103. Eğer
iman edip kendilerini kötülükten korusalardı, şüphesiz, Allah tarafından
verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke anlasalardı!
Yüce Allah, Yahudilerin fıtratında bulunan kötü niyet, ahdi bozma, Allah'ın peygamberlerini yalanlama Allah ile kullan arasında elçilik, görevini îfa eden Cebrail (a.s.)'e kadar varacak şekilde, O'nun dostlarına düşmanlık etme gibi kötü huylarını açıkladıktan sonra, yaptıkları akitlere vefasızlık, peygamberleri yalanlama, göz bağcılık ve sapıklık yollarına girmenin Yahudilerin âdetlerinden olduğunu açıkladı. Bu ayetlerde Hz. Mu-hammed (s.a)'i teselli vardır. Zira Yahudiler ona karşı da aynı davranışta bulunmuşlar, Allah'ın kitabı Tevrat'la o nurlu Peygamberin geleceğini müjdeleyen, ona iman etmenin, ona uymanm gerekli olduğunu bildiren âyetleri kabul etmemişler ve bunları arkaya atmışlardır. Bununla da kalmamışlar sihir ve göz bağcılık kitaplarından şeytanların kendilerine verdiği bilgilere uymuşlar ve bu bilgileri, onlarla hiç ilgisi olmayan Süleyman (a.s.)'a isnad etmişlerdir. İşte bütün peygamberlere karşı Yahudilerin tutumu böyle olmuştur. Bu sebeple neticede şöyle denmiştir: Öyleyse ey Muhammed! Sen onların yaptıklarından dolayı kendini üzme. [321]
"Attı." Nebz, atmak ve bırakmak demektir. Bundan türetilerek, yol üzerine bırakılan eşyaya denilmiştir. Şâir bu kelimeyi şöyle kullanmıştır.
Kendilerine adil olmalarını emrettiğin kimseler, senin kitabını attılar ve haramları helal saydılar.[322]
Okumak ve ardından gitmek mânâsına gelen "tilavet" kökünden türemiş olup, burada "konuşur" ve "rivayet eder" demektir. Taberi şöyle der: Arap dilinde sözündeki tilavetin iki mânâsı vardır. 1. Ardından gitmek. Nitekim, birisinin arkasından gidip onu takip ettiğin zaman dersin. 2. Okumak demektir. Bir kimse Kur'an okuduğunda: denilir.[323]
Cevheri diyor ki: Kaynağı ince ve latif olan herşey sihirdir. Bu kelime aynı zamanda aldatmak mânâsına gelir. "Onu aldattı" demektir.[324] Hadiste de "Öyle açık ifadeler vardır ki büyüleyicidir[325] şeklinde gelmiştir.
Fitne; denemek, imtihan etmek demektir. Altının hakiki mi sahte mi olduğunu anlamak için ateşle deneyen kimse: altını denedim" der.
Halâk; nasip, pay demektir. Zeccâc der ki: Bu kelime, hayırdan bol pay demektir. Çoğunlukla hayırda kullanılır.
Mesûbet, sevap ve mükâfat demektir. [326]
99. Ey Muhammed! Andolsun ki biz sana senin peygamberliğini gösterecek
apaçık âyetler indirdik. Bu âyetleri, Allah'a itaatten çıkan ve küfürde inat
edenlerden başkası ne yalanlar ne de inkâr eder.
[327]
100. Ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, yine onlardan bir grup bu ahdi
bozmadı mı? Yani onlar apaçık âyetleri inkâr etmediler mi? Zaten onlar ne zaman
bir ahit verdilerse, onlardan bir grup çıkıp bu ahdi bozmadı mı? Hatta Yahudilerin
çoğu Tevrat'a da gerçekten inanmaz, bu yüzden de ahitlerini ve sözlerini bozarlar.
[328]
101. Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunan Tevrat'ı tasdik
eden, dinin esaslarında onunla çatışmayan ve Hz. Musa (a.s).'nin
peygamberliğini ikrar eden elçi Hz. Muhammed (s.a.v.) geldiğinde, Ehl-i
kitap'tan bir grup, sanki, onun peygamberliğine delalet eden hiçbir şey
bilmiyormuş gibi, Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Yani Yahudi âlim ve bilginleri Tevrat'ı terkedip ondan
tamamen yüz çevirdiler. Zira o, Hz. Muhammed (s.a.v.)'ın peygamberliğini
bildiriyordu. Ondaki delilleri bilmiyorlarmış gibi, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini
inkâr ettiler ve bu inkârlarında ısrar
ettiler.
[329]
102. Süleyman'ın hükümdarlığı dönemine ait şeytanların kendilerine
anlattığı sihir ve göz bağcılık gibi Şeylere uydular. Halbuki Süleyman sihirbaz
değildi ve sihiri öğrenmekle kâfir de olmadı. ^lj Fakat şeytanlar kâfir
oldular. Çünkü onlar insanlara sihri Öğrettiler ve böylece sihir halk arasında
yaygın hale geldi. Yahudi İleri
gelenleri sihre tabi
oldukları gibi, Küfe
bölgesindeki Babil Krallığı'nda
Hârût ve Mârût adında iki meleğe indirilen
şeylere de tabi oldular. Halbuki Allah o iki meleği, insanları denemek
ve İmtihan etmek için indirmişti. Bu iki melek hiç bir kimseye "Biz ancak
imtihan için gönderildik, sakın kâfir olmayasınız" demeden (sihir)
öğretmezlerdi. Yani bu iki melek hiçbir kimseye, iyice nasihat etmedikçe ve :
"Bu sana anlattığımız, Allah tarafından sadece bir imtihan ve denemedir.
Sakın onu halka zarar vermek için kullanıp da onun yüzünden kâfir olmayasın,
demedikçe sihir öğretmezlerdi. Zira kim sihiri insanları onun zararından
korumak için öğrenirse kurtulur. Kim de insanlara zarar vermek için Öğrenirse
sapıtır ve helak olur. '.A1 Buna rağmen onlar meleklerden, eşlerin arasını
ayırmaya sebep olacak sihir ilmini öğreniyorlardı. Daha önce eşler arasında
sevgi ve muhabbet varken, aralarında ayrılık ve anlaşmazlık zuhur ediyordu.
Halbuki onlar yaptıkları sihir ile, Allah izin vermedikçe kimseye zarar
veremezlerdi. Onlar, kendilerine fayda
değif, zarar verecek şeyi öğreniyorlardı. Yani onlar sihir öğrenmekle
kâr değil, zarar ediyorlardı. Şüphesiz, Allah'ın kitabını arkaya atan ve onu
sihirle değiştiren Yahudiler, kendilerininin, ne Allah'ın rahmetinden, ne de
cennetten bir payları olmadığını bilmektedir. Çünkü onlar, sihri Allah'ın
kitabına tercih ettiler. Nefislerini vererek onun karşılığında aldıkları ne
kötü şeydir. Keşke bunu bilseler, veya anlayıp idrâk etselerdi.
[330]
103. Eğer bu sihri öğrenenler, Allah'a iman edip O'nun azabından korksalardi. Elbette Allah onlara, meşgul oldukları sihirden daha iyi bir mükâfat verirdi. Zira sihir onlara azap. ziyan ve helakten başka bir şey getirmez. Keşke bunu bilselerdi.
Rasulullah (s.a.v.), Süleyman (a.s.)'in peygamber olduğunu söyleyince bazı Yahudi alimleri "Muhammed, Davud oğlu Süleyman'ın peygamber olduğunu iddia ediyor. Buna şaşmıyor musunuz?!.. Vallahi O, sadece bir sihirbazdı" dediler. Bunun üzerine: "Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Fakat şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyoijlardı" mealindeki bölüm inmiştir. [331]
1. "Allah katından bir elçi" terkibinde, tazim' için "Rasul" kelimesi nekre olarak getirilmiştir. Rasulullah (s.a.v.)'m Allah katından geldiğinin bildirilmesi de tazimin büyüklüğünü ifade eder.
2. İfadesi bir darb-ı mesel olup bir şeyden tamamen yüz çevirmek, ona hiç bakmamak için kullanılır. Araplar, bir kimsenin bir şeyden tamamen yüz çevirdiğini ifade etmek için "Onu arkaya attı" derler. Çünkü arkaya atılan şeye artık bakılmaz. Bu ifade, Yahudilerin Tevrat'tan tamamen yüz çevirmelerinden kinayedir.
3. "Keşke bilselerdi." Bu ifade, belagat sanatların da yaygın olan bir söyleyiş şeklidir. Çünkü bir şeyi bilen bir kimse, ilminin gereği ile amel etmiyorsa, o kimse bazen o şeyi bilmeyen câhil yerine konur ve câhiller gibi bilgisiz sayılır.
4. Burada fiil cümlesi yerine, devamlılık ve istikrar ifade etmek için isim cümlesi getirilmiştir. [332]
İki meleğin, insanlara
sihir öğretmesinin hikmeti: O dönemde sihirbazlar çoğaldı ve sihirde birçok
enteresan sanatlar icat ettiler. Hatta peygamberlik iddia edenler de oldu.
Bunun üzerine Yüce Allah, bu iki meleği gönderdi ki, insanlara sihir
çeşitlerini öğretsinler de, insanlar sihirle mucize arasını ayırma imkanını
bulsunlar ve yalan söyleyerek peygamberlik iddia edenlerin, peygamber değil,
sihirbaz olduklarını anlasınlar.
[333]
104. Ey iman
edenler! "Râinâ" demeyin, "unzur-nâ" deyin (söylenenleri
)dinleyin. Kâfirler için acı verici bir azap vardır.
105.
Kâfirler de putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini
istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir, Allah büyük lütuf
sahibidir.
106. Biz,
bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha
iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
107. Bilmez
misin göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin
için Allah'tan başka ne bir dost ne de
bir yardımcı vardır.
108. Yoksa
siz de daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular
sormak mı istiyorsunuz? Kim imanın yerine küfrü alırsa şüphesiz dosdoğru
yoldan sapmış olur.
109.
Ehl-i kitapdan çoğu,
hakikat kendilerine apaçık belli
olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan
vazgeçirip küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye
kadar affedip, bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
110. Namazı kılın, zekatı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
Yüce Allah önceki âyetlerde Yahudilerin çirkin işlerini ve kendile-,rine mahsus sihirbazlık ve göz bağcılıklarını anlattıktan sonra, bu âyetlerde de, onların diğer kötülük ve serlerini açıklar. Bu kötülükler, Yahudilerin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve müslümanlara karşı kalplerinde gizlemiş oldukları kin, hased, kötüleme, nimetin mü'm inlerin elinden gitmesini temenni etme ve bazı şer'î hükümlerin neshedümesi sebebiyle İslâmiyeti hedef alıp kötüleme ve tenkit etme gibi çirkin davranışlardır. [334]
Bizi gözet, bekletmek ve mühlet vermek mânâsına gelen mastarından türemiştir. Murââtın aslı da, insanların ihtiyaçlarını gözetmek mânâsına gelen "riâyet" kelimesidir. Yahudiler bunu tahrif ederek, ahmaklık mânâsına gelen "raünet" kelimesinden türetilmiş sövgü ifade eden bir kelime haline getirmişlerdir. Bundan dolayı Yüce Allah mü'minlerin bu kelimeyi kullanmalarını yasaklamıştır.
bjJül :Bize bak, bakmak ve "beklemek" mânâsından emirdir. Bir kimse, birisini bekleyip gözetlediğinde der. Buna göre bu kelimenin mânâsı "Bizi gözet, bize mühlet ver" demek olur.
Temenni eder ister demektir.
"Gideririz" Nesh lügatte, iptal etmek ve gidermek demektir. Güneş ışınları gölgeyi giderdiğinde denilir. Istılahı mânâsı: Şer'î bir hükmü, yine şer'î başka bir hükümle değiştirmek ve kaldırmak demektir.
"Unuttururuz." Unutturmak mânâsına gelen inşâdan geniş zamandır. Aslı ise zikrin zıddı olan nisyandır. O âyeti kalplerden sileriz, demektir.
Veli, insanların ihtiyaçlarının ve işlerinin idaresini üstlenen
kimse demektir.
Nasîr, nasara fiilinden türetilmiş mübalağa ifade, eden bir sıfattır. "Yardımcı" demektir. Bir kimse birisine yardım ettiğinde derler.
"Yoksa" mânâsına gelen ile aynı mânâdadır. Bir cümleden di-ğer cümleye geçişte kullanılır. Nitekim, "Yoksa Kur'an'ı kendisi mi uydurdu diyorlar?[335] mealindeki âyette de mânâsına kulanılmıştır.
"Değiştirir" Bir kimse bir şeyi başka bir şeyin yerine koyduğunda denir. ve aynı mânâda kullanılır. İmanı küfürle değiştirmek, imanın yerine küfrü almak demektir.
Sevâe's-Sebîl, "orta yol" demektir. Her şeyin ortasına "sevâ" denir. Sebîl de yol manasınadır.
Affedin. Afv, bir günahtan dolayı sorguya çekmemek.
"Kınamayın" Safh günahtan dolayı kınamamak demektir. [336]
Rivayete göre Yahudiler şöyle dediler: Muhammed'in durumuna şaşmıyor musunuz?!.. Arkadaşlarına önce bir şeyi yapmalarını söylüyor, daha sonra onu yasaklayıp aksini emrediyor. Bugün bir söz söylüyor, yarın ondan dönüyor. Şu halde, bu Kur'an Muhammed'in kendi sözlerinden başka bir şey değildir. Çünkü bir sözü bir sözünü tutmuyor. Bunun üzerine:
Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırırsak...., âyeti nazil oldu.[337]
104. Bu, Yüce Allah'ın mü'minlere hitap ettiği bir sesleniştir. O şöyle
buyurur: "Bize okuduklarını ezberleyecek ve koruyacak kadar mühlet ver,
bizi gözet, demek için "râinâ" kelimesini kullanmayın. "Bizi
bekle, bizi gözet" mânâsına olan unzurnâyı söyleyiniz. Allah'ın emirlerine
itaat edin Yahudiler gibi olmayın. Çünkü onlar "işittik ve isyan
ettik" dediler. Peygamberi kınayıp ona söven yahudiler için acıklı,
ızdırap verici bir azap vardır.
[338]
105. Yahudi, Hıristiyan ve putperest kâfirler, sizi kıskandıkları ve size
kin kustukları için, Rabbiniz tarafından size bir hayır indirilmesini
istemezler. Allah ise kullarından dilediğine, hususî olarak peygamberlik ve
vahy verir, onu fazl ve ihsanına mazhar kılar. Allah'ın fazl ve ihsanı boldur.
Daha sonra Yüce Allah, nesh sebebiyle Yahudilerin Kur'an'a hücum etmelerini
reddederek şöyle buyurur:
[339]
106. Ey Muhammed! Biz herhangi bir âyetin hükmünü değiştirir veya onu senin
kalbinden silersek Gerek dünya, gerekse âhiret hususunda sizin için ondan daha
hayırlı ve daha faydalısını veya onun dengini getiririz. Bunu da, ya sizden
meşakkati kaldırmakla, veya mükafat ve sevabınızı artırmakla yaparız. Bilmiyor
musun ki, Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir ve herşeye kadirdir. Kullan için
O'ndan, hayır ve iyilikten başka bir şey meydana gelmez.
[340]
107. Bilmiyor musun ki Allah hakiki maliktir, mahlukâtın işlerinde tasarruf
sahibidir. İstediğini emreden ve istediğiyle hükmedendir. Allah'tan başka
sizin işlerinizi gözetecek bir dostunuz veya size yardım edecek bir yardımcınız
yoktur.Allah ne güzel bir yardımcıdır.
[341]
108. Ey mü'minler! Yoksa daha Önce Yahudilerin, peygamberleri Musa'ya
sorduğu gibi, siz de Peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? O takdirde
peygamberlerine "Allah'ı bize açıkça göster[342] demiş olan Yahudilerin durumuna düşmüş olur ve
onların saptığı gibi siz de saparsınız.
Kim hidayeti dalâletle değiştirir ve imanın yerine küfrü alırsa, ana yoldan
sapmış ve doğru yoldan çıkmış olur.
[343]
109. "Yahudi ve Hıristi yani ardan bir çoğu sizin dininizin hak
olduğuna dair apaçık delilleri gördükten sonra, kötü ruhlarının etkisiyle
kıskanarak, sizi, iman ettikten sonra küfre döndürmek isterler. Onlara karşı
savaşmak için Allah size izin verinceye kadar, onları affedin, onlardan yüz
çevirmeyin, onları cezalandırmayın. Allah herşeye kadirdir. Dolayısıyle, zamanı
gelince onlardan intikam alacaktır.
[344]
110. İslâm'ın iki esası olan namazı güzelce kılmaya ve zekatı vermeye devam ediniz. Bedenî ve malî ibadetlerle Allah'a yaklaşınız. İster farz olsun, ister nafile olsun namaz, sadaka veya amel-i salih gibi hayırlardan hangisi ile
Allah'a yaklaşırsanız, sevabını O'nun katında bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı gözetmekte ve görmektedir. Kıyamet gününde ona göre size ceza veya mükâfat verecektir. [345]
1. Rabbinizden, terkibindeki izafet, şereflendirmek içindir. Burada, Allah'ın kullarını büyütüp beslediğini hatırlatma da vardır.
2. Allah, hususi olarak verir, ve Allah, büyük lütuf sahibidir, âyetlerinin Allah lafzı ile başlaması, işin büyüklüğünü göstermektedir.
3. "Bilmedin mi?" Burdaki soru, takrir içindir. Hitap Peygamber (s.a.v.)'e olup maksat ümmetidir. "Sizin için, Allah'dan başkası yoktur" ifadesi bunun delilidir.
4. terkiplerinde, zamir yerine Allah lafzının getirilmesi ruhlardaki korku ve endişeyi artırmak içindir.
5. "Doğru yolu şaşırdı" Bu ifade, sıfatın mevsufa izafeti kabilinden olup "doğru yol" manasınadır. Bu şekilde bir ifade, hakkı gördükten sonra onu bırakıp bâtıla dönen kimsenin son derece alçaklık ettiğini ve âdî birisi olduğunu vurgular. [346]
1. Yüce Allah, hitabıyle Kur'an'm 88 yerinde mü'minlere hitap etmiştir. Bu hitap Allah'ın mü'minlere yönelerek bu surede yaptığı ilk hitaptır. Muhatapları "Ey mü'minler!" diye seslenilmesi, onlar, bu iman sahibinin, Allah'ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır.
2. Müslümanlara, Peygamber'e hitap ederken demeleri yasaklanmış, bunun yerine demeleri emrolunmuştur. Burada güzel bir davranışa dikkat çekilmektedir ki bu da, insanın konuşurken, sevgi ve saygı göstermesi gereken bir makamda, eziyet verecek veya hürmette kusur sayılabilecek sözleri kullanmaktan sakmmasıdır.
3. Yahudiler Râinâ kelimesini kullanarak sövgü ve küfür mânâsını kastediyorlardı. Rivayete göre, Sa'd b. Muaz bu kelimeyi onlardan işitmiş ve şöyle demiştir.. "Ey Allah'ın düşmanları, Allah'ın la'neti sizin üzerinize olsun. Allah'a andolsun ki, sizden birinizin bunu Rasulullah (s.a.v.)'a söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vururum, Yahudiler: "Siz de bunu söylemiyor musunuz? dediler. Bunun üzerine âyeti indi. [347]
111. (Ehl-i
kitap): "Yahudiler yahut Hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete
giremeyecek" dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen onlara "Eğer
sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." de.
112.
Bilakis, kim iyi işler işleyerek yüzünü Allah'a döndürürse onun ecri Rabbi
katındadır. Öyleleri i-çin ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.
113. Hepsi
de kitabı okumakta oldukları halde Yahudiler:
"Hıristiyanlar bir şey
üzerinde değillerdir"
dediler. Hıristiyanlar da "Yahudiler bir şey üzerinde değillerdir"
dediler. Kitabı bilmeyenler de tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah,
ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.
114.
Allah'ın mescidlerinde Allah'ın
adının anılmasına engel olan
ve onların harab
olmasın çalışandan daha zalim kim vardır? Aslında bunların o-ralara
ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de
büyük bir azap vardır.
115. Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın zatı oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve ni'meti geniştir, o her şeyi bilendir.
Bu mübarek âyetlerde yine Ehl-i kitabın batıl iddiaları açıklanmaktadır. Zira Yahudi ve Hıristiyan gruplardan her biri, cennetin kendilerine mahsus olduğunu iddia etmiş ve diğer grubun dinini kötülemiştir. Yahudiler Hıristiyanların küfür ve dalâlet içerisinde olduklarına inanmış, Hz. İsa'yı ve İncil'i inkâr etmişler. Hristiyanlar ise, Hz. İsa yahudilerin şeriatını tamamlamak için geldiği halde ona inanmadıklarından dolayı yahudileri kâfir kabul etmişlerdir. Bu çekişmeden, nefsanî arzuların şiddetlendirdiği bir düşmanlık meydana geldi. Neticede gruplar birbirinin dinini kötülemeye ve cennetin kendilerine mahsus olduğunu iddia etmeye başladılar. Yüce Allah, bu her iki grubu da yalanladı ve cenneti ancak, iyi amel işleyen takva sahibi mü'minlerin kazanacağını açıkladı. [348]
Hûd, hâid kelimesinin çoğulu olup "Yahudiler" demektir. Hâid: "Tevbe etmek" mânâsına gelen fiilinden türemiş olup tevbe eden, günahından dönen demektir. Nitekim "Biz sana döndük[349] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.
"Onların arzuları" Emanî, Ümniye kelimesinin çoğuludur. Ümniye ise, insanın temenni ve arzu ettiği şeydir.
"Deliliniz" Burhan, kesin bilgiye ulaştıran delil ve hüccet demektir.
Teslim oldu ve boyun eğdi demektir.
Harâb, yıkmak ve yok etmek demektir. Harap, maddî ve manevî olmak üzere iki kısımdır. Meselâ: Allah'ın evleri olan camileri yıkmak maddî O'nun emirlerini bu camilerden kaldırmak ise manevî tahriptir.
Hızy, zillet ve horluk demektir.
Semme, Sâ'nm üstünü ile okunduğu takdirde yer zarfı olup "orada" manasını ifade eder.
Vech, yön demektir. Burada "Allah'ın Vechi"nden murat, O'nun razı olduğu ve yönelmeyi emrettiği yön demektir. [350]
İbn Abbas (r.a.) şöyle rivayet etmiştir; Necran Hıristiyanları Resulul-lah (s.a.v.)'a geldiklerinde, Yahudi bilginleri onlara geldi ve Rasulullah (s.a.v)'ın yanında onlarla münakaşa etliler. Rafi b. Harmele Hıristiyanları: "Sizin dayanacağınız hiçbir gerçek yoktur", diyerek Hz. İsa'yı ve İncil'i inkâr etti. Necrân H iri s tiy ani arından bir adam da Yahudilere "Sizin dayanacağınız hiçbir gerçek yoktur", diyerek Hz. Musa'nın peygamberliğini ve Tevrat'ı inkâr etti. Bunun üzerine Yüce Allah yâ diye başlayan âyeti indirdi.[351]
111. Yahudiler,Yahudi olanlardan başkasının cennete asla giremeyeceğini,
Hıristiyanlar da Hıristiyan olanlardan başkasının cennete asla giremeyeceğini
söylediler. Bu onların hayalleri ve rüyalarıdır. Ey Muhammedi Onlara de ki:
Davanızda doğru iseniz, iddianıza açık bir delil geliriniz.
[352]
112. Hayır, kim inanarak ve Rasulullah (s.a.v.)'ı tasdik edip Ona
uyarak teslim olur, boyun eğer ve
Allah'a hakkıyle kulluk ederse, cennete o girer, Onun ameline karşılık
Allah katında sevabı vardır. Bu tür
kimseler için âhirette korku yoktur. Bunlar ne üzülürler, ne de kederlenirler.
Bilakis bunlar
sonsuz nimetler içinde yaşarlar.
[353]
113. Yahudiler İsâ (a.s.)'yı inkâr edip "Hıristiyanların, nazarı itibara alınacak doğru bir dinleri yoktur. Onların dinleri bâtıldır, dediler. Hıristiyanlar da Yahudiler hakkında aynı şeyi söyleyip Hz. Musa'yı inkâr ettiler ve Yahudilerin dini nazar-ı itibara alınacak sahih bir din değildir."dediler. Halbuki Yahudiler Tevrat'ı Hıristiyanlar ise İncil'i okuyorlardı. Her iki grup da bile bile birbirlerini inkâr ettiler. Hiçbir şey bilmeyen müşrik Araplar da, Ehl-i kitabın dediği gibi, yani: "Muham-med'in dini bâtıldır" dediler. Allah kıyamet gününde, Yahudilerle Hıristiyanlar arasında, ihtilâf ettikleri din hususunda hükmedecek ve âdil hükmüyle haklı ile haksızı birbirinden
ayıracaktır.
[354]
114. Allah'ın mescidlerinde, Onun adının anılmasına engel olan ve onların
harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!.. Bu soru, bu işi
yapanlardan daha zâlim birisinin
bulunabileceğinin çok uzak ve imkânsız olduğunu vurgular. Yani, insanların,
Allah'ın evlerinde O'na kulluk etmesini engelleyen ve Romalıların Beyt-i
Makdis'i yıktıkları veya Kureyş kâfirlerinin Beytul-lalı'ta ibadeti
engelledikleri gibi o mescitlerin harap olmasına çalışan kimseden daha zâlim
hiç kimse yoktur,: O kâfirlerin mescitleri yıkma veya oralarda ibadeti
engelleme cüretleri bir tarafa, oralara korku içinde ve boyun eğmeksizin girme
hakları da yoktur. İşte yukarıda adı geçenler için dünyada zillet ve zorluk
vardır. Onlar ahirette de büyük bir azab yani cehennem azabı içindedirler.
[355]
115. Doğu ve batı Allah'ındır. Güneşin doğduğu yerde, battığı yer de, yani bütün dünya Allah'ındır. Yani Allah'ın emriyle hangi tarafa yönelirseniz, Onun sizin için razı olduğu kıblesi oradadır. Allah fazl ve keremi ile bütün mahlukâtı kuşatır, onların işlerinin idaresini bilir. Onların durumlarından hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
Bu âyet, kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen ve araştırmakla bu-lamıyarak herhangi bir yöne namaz kılan kimseler hakkında nazil olmuştur. [356]
1. Bu cümle, cümle-i mu'teriza olup, onların davalarının batıl ve yalancı bir dava olduğunu vurgular.
2. "De ki, delilinizi getirin." Buradaki "delilinizi getiriniz" emri, onları susturmak ve kınamak içindir.
3. "Kim yüzünü Allah'a teslim ederse" Yüz, azaların en şereflisi olduğu için burada özel olarak zikredilmiştir. "Vech" kelimesi burada müsteâr olarak kullanılmıştır. Yani, "Kim Allah'a ibadete yönelir ve bütün vücudunu O'na çevirirse" demektir.[357]
4. "İnde" kelimesinin "Rabb"e izafeti şereflendirmek içindir. ûaic "Allah'ın katında" denmeyip de, Rabb kelimesinin fiilinin failine yani müslümana izafeti "Onun Rabbi'nin katında" denmesi, kula verilecek lutfun çokluğunu gösterir.
5. "Bilmeyenler dediler ki." Burada Ehl-i kitap ağır bir şekilde kınanmaktadır. Çünkü onlar, bilmelerine rağmen kendilerini, asla birşey bilmeyen kimselerle bir tutmuşlardır.
6. Bu soru nefy ifade eder. Yani: "Ondan daha zâlim hiçkim-se yoktur" demektir.
7. "Hızy" kelimesinin nekre olarak getirilmesi korkunçluk ifade eder. Yani onların dünyadaki cezası, şiddetinden dolayı anlatılamayacak derecede korkunç bir zillettir.
8. Alîm feîl vezninde mübalağa siygasıdır. ilmi geniş" demektir. [358]
Fahreddin-i Râzî şöyle der: Yüzü Allah'a teslim etmek, kendini Allah'a itaate vermek demektir. "Vech" kelimesi bazan, nefs (zât) yerine kinaye olarak kullanılır. Nitekim: "O'nun zatından başka herşey yok olacaktır.[359] mealindeki âyette de vech kelimesi bu mânâda kullanılmıştır. Zeyd b. Nüfeyl de bu kelimeyi şiirin de şöyle kullanmıştır.
Kendimi, ağır kayalar
taşıyan yerin teslim olduğu kimseye teslim ettim. Kendimi, tatlı saf
sular yağmur taşıyan bulutların teslim olduğu kimseye teslim ettim.[360]
116.
"Allah çocuk edindi" dediler. Haşa; O, bundan münezzehtir. Göklerde
ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
117. (O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır.
Bir şeyi dilediğinde ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir.
118.
Bilmeyenler dediler ki: "Allah
bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler
de işte tıpkı
onların dediklerini demişlerdi. Kalbleri nasıl da birbirine
benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.
119.
Doğrusu biz seni Hak ile
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu
değilsin.
120.
Sen dinlerine uymadıkça
Yahudilerde Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki,
"Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur."
Sana gelen ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacak olursan, andolsun
ki, Allah'a karşı seni koruyacak ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
121.
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü
onlar, ona iman e-derler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara
uğrayanlar onlardır.
122. Ey
İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi cümle aleme üstün kılmış olduğumu
hatırlayın.
123. Ve bir
günden sakının ki, o günde hiçkimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden
fidye kabul edilmez, hiçkimseye şefaat fayda vermez! Onlar hiçbir yardım da
görmezler.
Yüce Allah, Yahudi ve Hristiyanlann iftiralarını ve cennetin kendilerine mahsus olup başka hiç kimsenin oraya giremiyeceği iddialarını anlattıktan sonra bu âyetlerde de yine onların ve müşriklerin, Allah'ın çocuğu olduğuna dair batıl iddialarını anlatır. Zira Yahudiler Uzeyr (a.s.)'in, Hris-tiyanlar da İsa (a.s.)'nm Allah'ın oğlu olduklarını. Müşrikler ise meleklerin, Allah'ın kızları olduğunu iddia etmişlerdi. Yüce Allah onları yalanladı ve kesin delillerle iddialarını reddetti. [361]
Sübhân, mânâsına olan fiilinin mastarıdır. Mânâsı: Yüce Allah'ı, O'na lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek ve uzak tutmak demektir.
Kanitûn, itaat ve boyun eğmek mânâsına gelen "kunut" mastarından ismi fail olup "itaat edenler, boyun eğenler" demektir.
Bedi', ibda' mastarından ism-i fail mânâsında bir sıfat-ı müşeb-behe olup, yaratan demektir. İbda' ise, bir şeyi örneği olmaksızın yaratmak demektir.
Kadâ, istedi ve takdir etti demektir.
Beşîr, "mübeşşir" manasınadır. Müjdeleyen, sevindiren, doğru bir şeyi haber veren demektir.
Nezîr, Münzir manasınadır. Sakınılması için korkunç şeyleri haber veren demektir.
Cehîm; alevli, şiddetli ateş demektir.
"Onların dini" Millet, din demektir. Çoğulu "milel" gelir. Millet kelimesinin aslı, girilen yol demektir. Bilahare, Allah'ın indirmiş olduğu dine isim olmuştur.
Adi; fidye demektir. [362]
116. "Allah, kendine çocuk edindi" dediler. Bu söz Yahudi,
Hristiyan ve müşriklerin sözüdür. Yahudiler: "Uzeyr, Allah'ın oğlu;
Hıristiyanlar; "İsâ, Allah'ın
oğlu"; Müşrikler de:
"Melekler, Allah'ın
kızlarıdır" dediler. Yüce
Allah onların hepsinin
iddiasını yalanlıyarak şöyle buyurdu:
"Onların iddia ettiği şeylerden Allah uzak ve beridir. Bu cümledeki
"bel edatı, bir şeyden yüz çevirmek mânâsına gelen "idrab"
içindir. Yani, Hayır! Durum onların iddia ettiği gibi değildir. Bilakis O,
bütün mevcudatın yaratıcısıdır. Uzeyr, İsâ ve Melekler de bu varlıkların
içindedirHer şey O'na itaat eder. Hiçbir varlık O'nun dilemesine, takdirine ve
yaratmasına karşı gelemez.
[363]
117. O, örneksiz olarak göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi
dilediğinde ona "ol" der, o da oluverir. Yani bir şeyi yaratmak
istediğinde o şey emre itaat ederek hemen oluverir. Birşey istediğinde, göz
açıp kapayacak kadar bir zaman geçmeden o şey vücuda gelir. O'nun isteği hemen
yerine gelir, buyruğu geciktirilmez. Bu mânâyı Yüce Allah "Bizim
buyruğumuz, bir anlık bir bakış gibi bir tek sözden başka bir şey değildir.[364] mealindeki âyetle de teyit etmiştir.
[365]
118. Câhil
müşrikler Ku-reyş kâfirleri: "Allah, senin peygamber olduğuna dair bizimle
yüzyüze veya vahiy indirmek suretiyle konuşsa ya, veya bize senin
peygamberliğini doğrulayacak bir delil ve bir hüccet gelse ya." dediler.
Onlar bu sözleri sırf kibir ve inatlarından dolayı söylediler. Onlardan önceki
yalancılar da, peygamberlerine tıpkı onların dedikleri bâtıl ve saçma sözleri
söylemişlerdir. Körlük, inat ve peygamberleri yalanlamada, bunların kalpleri
de Öncekilerin kalplerine benzemiştir. Bu âyetle Peygamber (s.a.v.) teselli
edilmektedir.
Kuskusuz
biz hakkı ve kesin bilgiyi arayan topluluk için açıkça kati deliller
getirdik. Bu delillerin tümü, senin
getirdiğin kitab'ın doğruluğunu göstermektedir.
[366]
119. Ey Muhammedi Biz seni nurlu şeriat ve doğru bir dinle, mü'minlere naîm
cennetlerini müjdeleyici, kâfirleri cehennem azabından korkutucu olarak
gönderdik. Sen onları hakka çağırmada gayret sarfettikten sonra artık onların
iman etmeyenlerinden sorumlu değilsin. "Sana
ancak tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir.[367]
[368]
120. Yahudi ve Hıristiyan gruplar, sen nurlu İslam dinini bırakıp da
onların eğri dinine tabi olmadıkça, senden asla razı olmazlarEy Muhammed! Onlara
de ki: "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur." Yani Hak din İslâm
dinidir. Bunun dışındakiler sapıklıktır. Apaçık ve kesin delillerle sen hakkı
gördükten sonra onların bâtıl görüşleri ve fasit arzularına tabi olursan, Seni
koruyacak veya Allah'ın şiddetli azabım senden uzaklaştıracak ne bir dostun ne
de bir yardımcın bulunur.
[369]
121. Yahudi ve Hıristiyanlardan, Kur'an'ı indirildiği gibi okuyan müslüman
bir grup var ya , İşte onlar hakiki mü'minlerdir. İnatçı ve Allah'ın kelâmını
tahrif edenler değil. ile başlayan cümle mübteda, diye başlayan cümle ise
haberdir . Kim Kur'an'ı inkâr ederse, işte onlar dünyada ve âhirette hüsrana uğrayanlardır.
[370]
122. Ey îsrailoğullan! Size ve babalarınıza
verdiğim, bol nimetimi hatırlayınız. Ve yine hatırlayınız ki, ben sizi
zamanınızdaki diğer milletlere üstün kılmıştım.
[371]
123. O korkunç günden korkun ki, o gün hiçkimse başkasının yerine bir şey Ödeyemez ve Allah'ın azabından hiç bir şeyi ondan uzaklaştıramaz. Çünkü her nefis kendi kazandığının karşılığında bir rehinedir. Ondan hiçbir fidye kabul edilmez, Ona hiç bir kimsenin şefaati fayda vermez. Zira O, Allah'ı inkâr etmiştir. "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez[372] Onlara yardım da edilmez. Yani, Allah'ın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve Allah'ın azabına karşı kimse onlara eman veremez. [373]
1. Cümle-i mu'teriza olup zâlimlerin iddialarının bâtıl olduğunu açıklar. Onlar, Allah'ın çocuğu olduğunu iddia eden kimselerdir. Ebussuud şöyle der; Sübhan kelimesinin ten türemiş, tefil kalıbına nakledilmiş ve mastara dönüşmüş olmasında kimseye gizli kalmayan belli bir tenzih ifadesi vardır. Mânâsı şöyle olur: "Allah'ı ona yakışır bir şekilde tenzih ederim.[374]
2. "Hepsi ona itaat eder." Bu cümlede, akıllarına mahsus olan çoğul sıygası kullanıldığı için tağlîb sanatı vardır. Yani akıllılar, diğerlerine üstün tutulmuştur. Tağlîb sanatı, edebiyatta kabul edilen güzel sanatlardandır.
3. Kâfir ve yalancıların Cehennem ehli kelimesiyle i-fade edilmeleri bu inatçıların kalpleri mühürlenen kimselerden olduğunu, bunların küfür ve sapıklıktan iman ve iz'ana dönmelerinin umulamı-yacağmı gösterir.
4. "İşte hidayet odur" ifadesinde kelimesinin zamir-i fasih ile müptedâdan ayrılması ve takısı ile marife olarak getirilmesi, hidayetin sadece Allah'ın dinine mahsus olduğunu ifade eder. Bu ifade, sıfatın mevsufa kasrı kabilindendir. İslâmın tümü hidayettir. Bunun dışındakiler heva, heves ve körlükten ibarettir.
5. "Onların arzularına uysan": Heyecanlandırma ve uyarı kabilindendir. [375]
Kurtubî der ki: demek, tarifsiz ve örneksiz olarak gökleri ve yeri icat eden, yaratan, inşâ eden ve güzel yapan demektir. Örneği olmaksızın birşey inşa eden kimseye mübdi' denir. "Ehl-i bid'at" tabiri de bu köktendir. Bid'atı söyleyen kimse onu, herhangi bir imamın söz veya fiili olmaksızın icat ettiği için bid'at ismi verilmiştir. Buharî'de bulunan "Bu (Ramazan orucunu tutmak), ne güzel bid'attır." hadisindeki bid'at kelimesi bu manada kullanılmıştır. Kurtubî sonra şöyle devam eder: "Yaratıklardan meydana gelen her bid'atm şeriatte ya aslı vardır veya yoktur. Eğer onun şeriatte aslı varsa, o övgüye lâyık bir bid'attır. Hz.Ömer (r.a.)'m: Bu ne güzel bid'attır." Sözüde bunu pekiştirir. Eğer bid'atm şeriatte aslı yoksa, o da kınanır ve inkâr edilir. Aşağıdaki hadis-i şerif bunu açıklamıştır:
"Kim İslâm'da
güzel bir çığır açarsa, O-na, yaptığının mükafatı ve o yolda gidenlerin
mükafatı kadar mükafat verilir. Kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa Ona,
yaptığının günahı ve o yoldan gidenlerin günahı kadar günah yüklenir.[376]
124. Bir
zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmiş, onları tam
olarak yerine getirince, "Ben seni insanlara önder yapacağım demişti.
"Soyumdan da olsun" dedi.
Allah, ahdim zâlimlere ermez
buyurdu.
125. Biz,
Beyt'i insanlara toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de İbrahim'in makamından
bir namaz yeri edinin. İbrahim ve
İsmail'e: "Tavaf edenler için Evim'i temiz tutun" diye emretmiştik.
126. İbrahim de demişti ki, "Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle". Allah buyurdu ki: İnkâr edenleri de az bir süre faydalandırır, sonra onu
cehennem azabına
sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!
127.
Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber
Beytullah'ın temellerini yükseltiyor,
"Ey Rabbimiz! Bizden bunu
kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin" (diyorlardı).
128.
"Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat
eden bir ümmet çıkar, bize ibadet
usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok
merhametli olan ancak sensin."
129.
"Ey Rabbimiz! Onlara,
içlerinden senin âyetlerini
kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek
bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız
sensin."
Yüce Allah önceki âyetlerde İsrailoğull arına vermiş olduğu nimetleri hatırlattıktan ve onların bu nimetlere karşı nasıl inatla nankörlük ettiklerini ve nasıl çirkin sözler söyleyip yakışıksız davranışlarda bulunduklarını açıkladıktan sonra söz, Yahudi ve Hıristiyanların, kendisine mensup olduklarını iddia ettikleri ve faziletini kabul ettikleri, Peygamberler (a.s.) babası Hz. İbrahim (a.s.) kıssasına geldi: Eğer onlar bu sözlerinde doğru olsalardı, elbette bu Muhterem Peygamber Muhammed (s.a.v.)'e de uymaları ve Onun dosdoğru dinine girmeleri gerekirdi. Zira O, Mekke halkım İslam'a çağıran Hz. İbrahim'in izini takip etmişti. Sonra O, İsmail (a.s.)'in soyun-dandı. Dolayısıyle ona uymak ve Onun, İbrahim (a.s.)'in şeriatı ile aynı olan yüce hanif dinine sarılmak daha evlâdır. [377]
İmtihan etti demektir. İbtilâ, imtihandır. Tam ve mükemmel bir şekilde onları yaptı. İmam, sözlerinde ve fiillerinde kendisine uyulan önder demektir.
öl£« : Mesabe, merci demektir. Bu kelime birinci babtan olup, bir kimse geri döndüğünde "sabe" denilir. Yani insanlar, senden müstağni olmaksızın sürekli olarak oraya gider gelirler. Şâir şöyle der:
Beyt, onlara merci (varılacak yer) kılındı. Hiçbir zaman ondan müstağni kalamazlar.
Emn, korkudan selamet bulmak, kendi ve ehli hakkında huzur ve sükûna ulaşmak demektir.
Emrettik ve vahyettik demektir.
"Tâifîn tavaf edenler." Tâif kelimesinin çoğulu olup, birşeyin etrafında dönmek mânâsına gelen tavaf kökündendir. Kabe'nin etrafında dönenler demektir.
"Âkifîn, oturanlar." Akif kelimesinin çoğulu olup, bir yerde durmak ve ondan ayrılmamak mânâsına gelen ukûf kökündendir. ibadet maksadıyla Harem'de ibadet edenler ve ordan ayrılmayanlar demektir.
"Onu faydalandırırım." Temtî' mastarından geniş zamandır. İnsana faydalanabileceği bir şeyi vermek demektir. "De ki: Faydalanınız. Dönüp varacağınız yer cehennemdir..[378]
Kavâid, temel, esas mânâsına gelen "kaide" kelimesinin çoğuludur.
"Bizim ibadetlerimiz" İbadet ve taat mânâsına olan "mensik" kelimesinin çoğuludur.
Hikmet, kendisiyle amel edilen faydalı ilim. Burada maksat, Hz. Peygamberin Sünnet-i seniyyesidir.
Aslında, artırmak mânâsına gelen tezkiye mas tanrıdandır. Araplar, ekin büyüdüğünde f derler. Daha sonra bu kelime "nefsî temizlik" mânâsında kullanılmıştır. Burada:"Onların nefislerini temizler, demektir." Nefsini kötülüklerden arındıran, kurtuluşa ermiştir.[379] mealindeki âyet de bu mânâyadır. [380]
124. Ey Muhammedi Rabbinin, kulu İbrahim (a.s.)'i imtihan ettiği ve gerek emir, gerek nehiy bütün şer'î mükellefiyetlerle onu mükellef kıldığı zamanı hatırla. O bunları tam ve mükemmel bir şekilde yerine getirmişti, Rabbi Ona, "Kuşkusuz ben seni insanlar için bir önder ve onlara yol gösterici kıldım" dedi. İbrahim; "Ya Rabbi! Soyumdan da önderler kıl" dedi.
Yüce Allah da: Bu büyük lutfa, kâfirlerden hiçbiri nail
olamaz buyurdu.
[381]
125. Hatırla
ki, biz Kâ'be-i Muazzamâ'yı, insanların her taraftan yönelip gelecekleri bir
merci (varış noktası) ve emniyet yeri kıldık. Oraya sığman herkes
emniyettedir. Bu da Allah'ın, Bey-tullah'a karşı Arapların kalbine tazim ve
hürmet duygusu yerleştirmesindendir. İnsanlara, "İbrahim'in makamım namaz kılacak yer edinin" yani "Orada namaz
kılın" dedik. Bu makam, Kâ'be'yi bina ederken, Hz. İbrahim (a.s.)'in
üzerinde durduğu taştır, «- Biz, İbrahim ve oğlu İsmail'e, beyti pisliklerden
ve putlardan temizleyip korumalarını emrettik ki, onun etrafında tavaf
edenlere, orda devamlı ibadet edenlere ve namaz kılanlara bir sığınak olsun.
Âyet-i kerime Beyt-i Haram'da ibadet eden üç sınıfı bir araya getirmiştir.
Bunlar tavaf edenler, i'tikafta bulunanlar ve namaz kılanlardır. Yüce Allah
sonra İbrahim (a.s.)'den haber verir ve şöyle buyurur:
[382]
126. Hani İbrahim; "Ey Rabbim! Bu yeri yani Mekke-i Mükerreme'yi halkının güven ve istikrar içerisinde bulunacağı emniyetli bir şehir kıl." Ve ey Rabbim! Oranın halkından ve sakinlerinden mü'min olanları çeşitli meyvelerle rızıklandır ki sana itaata yönelsinler ve sana ibadet için vakit bulsunlar diye dua etmişti. Hz. İbrahim duasında sadece mü'minlerin nzıklandırılmasıni istedi. Buna cevaben Yüce Allah şöyle buyurdu: Mü'minleri rızıklandırdığım gibi, kâfirleri de rızıklandır irim. Mahlukâtı yaratıp sonra rızıksız mı bırakacağım?Ancak kâfiri, dünyada az bir nimetle rızıklandırırım. Bu da onun, dünyada yaşadığı kısa bir süredeki
rızkıdır. Sonra onu ahirette cehennem azabına sevke-derim. Ordan kurtuluş bulamaz,: Kâfirin varacağı yer olan cehennem ne kötü bir gidiş ve varış yeridir. İbrahim (a.s.), rızkı imametle kıyaslayarak sadece mü'minlere rızık verilmesini istedi. Bunun Üzerine Yüce Allah onu uyararak, rızkın dünyevî bir rahmet olduğunu, iyileri de kötüleri de içine aldığını, imametin ise bunun tersine olup mü'minlerin yüksek tabakasına mahsus olduğunu vurguladı.
Sonra Yüce Allah,
Kâ'be'nin bina ediliş kıssasını anlatarak şöyle buyurur:
[383]
127. Ey
Muhammed! İki büyük peygamber İbrahim ve İsmail (a.s.)'in yaptıkları önemli işi
hatırla. Onlar Beyt'in temellerini atarak onun binasını yükseltiyorlar ve
hürmet ve tazim içinde Allah'a şöyle diyorlardı . "Ey Rabbimiz, bizden
bunu kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Yani onlar Kâ'be'yi
bina edip duvarlarını yükseltirken şu mübarek duaları ediyorlar ve: Ey
Rabbimiz! Bu amelimizi kabul et, onu senin yüce rızana muvafık kıl. Zira sen
dualarımızı işiten ve niyetlerimizi
bilensin" diyorlardı.
[384]
128. Ey Rabbimiz! Bizi sana itaat eden ve senin hükmüne boyun eğen kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan ve senin azametine boyun eğen ümmet meydana getir,
Bize ibadet yollarım ve haccm yapılış şekillerini Öğret.
Tevbemizi kabul buyur
ve bize acı. Çünkü senin mağfiretin büyük, rahmetin geniştir.
[385]
129. Ey Rabbimiz! O Müslüman ümmetin içinden, onlara senin kitabının âyetlerini okuyacak, Kur'an-ı Kerim'i ve Sünnet-i Seniyye'yi öğretecek ve onları şirk pisliğinden temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü sen güçlüsün, kimse sana galip ve üstün gelemez. Hikmet sahibisin, hikmet ve maslahatın gerektirdiğinden başkasını yapmazsın.
Bu dua, İbrahim ve İsmail (a.s.)'in mübarek duaları cümlesindendir. Yüce Allah onların dualarını kabul buyurmuş ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'i peygamber olarak göndermiştir. [386]
1. "Rabbi, İbrahim'i imtihan etti" Burada Rabb kelimesinin, Hz. İbrahim (a.s.)'e ait zamire muzaf olmasından maksat, İbrahim (a.s.)'i şereflendirmek ve bu imtihanın onu yetiştirmek ve önemli bir işe hazırlamak için olduğunu bildirmektir. Mânâsı şudur: Yüce Allah ona, imtihan ediyormuş gibi muamele etti. Zira,onu büyük imamete (önderliğe) lâyık olduğunu meydana çıkaracak bir çok emir ve yasaklarla yükümlü kıldı.
2. "Emin" mastarının ism-i fail yerine kullanılması mübalağa ifade eder. Buradaki isnad mecazidir. Yani "Orayı, içine girenler için emniyetli kıldık" demektir. Nitekim, "Oraya giren emniyette olur.[387] âyeti, bunun en güzel tefsiri olup bu mânâyı kuvvetlendirmektedir.
3. Evimi temizle "cümlesinde, beyt kelimesinin Allah'a ait bir zamire izafeti, o eve şeref ve yücelik vermek içindir.
4. "İbrahim yükselttiği zaman" Bu âyetle, mâzîde cereyan eden bir olay şimdiki zaman sıyğasıyla ifade edilmiştir. Bu sanat, Arap edebiyatında bilinen güzel sanatlardandır. Burada geçmişte olan bir olay, şimdi gözler önünde cereyan ediyormuş gibi tasvir edilmekte ve gözler önüne serilmektedir. Dinleyici sanki, İbrahim ve İsmail (a.s.) binayı yükseltirken, binanın yükselişine bakıyor ve onu görüyormuş gibi olur. Ebussuûd şöyle der: Geçmiş bir olayı nakletmek için muzâri sıygasının kullanılması, o olayın apaçık bir mucizeyi haber veren fevkalade bir olay olduğunu gözler önüne sermek içindir.[388]
5. "Tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet eden" Bu iki kelime, mübalağa ifade eder. Çünkü Fa'âl ve faîl kalıpları mübalağa sıygalarındandır. [389]
1. "Rabbi, İbrahimi imtihan etti" cümlesinde, tümlecin öne alınması gereklidir. Çünkü, mef ûle ait bir zamir faile bitişik gelmiştir. Eğer fail öne alınmış olsaydı, zamirin, hem lafzan hem rütbeten, kendisinden sonra gelen bir isme âit olması gerekirdi.
İbn Mâlik, bu nahiv kaidesini şöyle açıklar:
"Ömer, Rabbindan korktu" şekli yaygındır. "(Ağacın) nuru, ağacı süsledi" şekli şazdır.
2. İhtibar, aslında şahsın doğruluk ve yalancılığını anlamak için, onu bir şeyle imtihan etmek manasınadır. Fakat bu, Allah hakkında muhaldir. Çünkü Allah, imtihan etmeden önce de bunu bilir. Maksat, Allah ona imtihan eden kimse gibi muamele etti ki, insanlar durumu anlasınlar.
3. Allah'ın, İbrahim (a.s)'i imtihan ettiği kelimeler hakkında müfes-sirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların en doğrusu, ibn Abbas'tan rivayet edilen şu görüştür: "Allah'ın İbrahim'i imtihan ettiği ve onun da yerine getirdiği yükümlülükler şunlardır: Kavminden ayrılması emredil-diğinde, Allah yolunda onlardan ayrılması, Allah hakkında Nemrud ile mücadelesi, kendisini yakmak için ateşe atmalarına sabretmesi, kavminden ayrılması emredildiğinde vatanını terk etmesi ve oğlu İsmail'i kesmekle imtihan edilmesi[390]
4. Âyet-i kerimede geçen "İmamlık"tan maksat, "din hususunda ön-derlik"tir. Bu da, Allah'ın zâlimlere nasip etmediği peygamberlik şerefidir Eğer imamlıktan maksat, dünyevî önderlik olsaydı, gerçeğe aykırı olurdu. Çünkü zâlimlerden bir çoğu dünyevî liderliği elde etmiştir. Buradan da: âyetteki imamlıktan maksadın, özellikle din hususunda olduğu anlaşılır.
5. Büyük âlim İbnu'l-Kayyim der ki: Beytullah'm faziletli kılınmasının sırrı kalpleri cezbetmesi ve gönüllerin onu sevmesi ve onu görmey arzu etmesi hususunda açıkça görülür. Onun, kalpleri kendine çekmesi mıknatısın demiri çekmesinden daha kuvvetlidir. İnsanlar dünyanın dört bi tarafından onu ziyarete gelir fakat ziyarete doymazlar. Hatta, ne kadar faz lâ ziyaret ederlerse, ona karşı arzuları o kadar artar.
Şâir şöyle der:
Göz onu görünce, ona
bakmaktan başka tarafa dönemez. Arzu ve iştiyakla sürekli olarak ona bakar.[391]
[392]
130. İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden »aşka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada önder seçtik, şüphesiz O, âhirette de, iyilerdendir.
131. Çünkü Rabbi ona: "Müslüman ol"
demiş, O da "Âlemlerin Rabbine boyun eğdim demişti.
132. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet |etti. Ya'kub da: "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz" (dedi).
133. Yoksa
Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman Ya'kub oğullarına:
"Benden sonra neye tapacaksınız"
demişti. Onlar," Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın
ilahı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim
olmuşuzdur." dediler.
134. Onlar
bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların
yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
Yüce Allah, Halil İbrahim (a.s.)'in yaptığı güzel işleri ve tevhid meşalesi olan Beytullah'ı yapmasını anlattıktan sonra, Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden onun dinine muhalif olanları şiddetle kınadı. Zayıf görüşlü, aklı az ve şeytanın adımlarına uyan her kötü kimseden başkasının onun dininden yüz çevirmeyeceğini vurguladı. [393]
Kendini düşürdü, nefsini alçaktı, Sefeh'in asıl mânâsı hafifliktir. Hafif yulara denir.
Onu kirşiz, tertemiz kıldık. Bu kelime "safvet" kelimesinden türemiştir. Mânâsı: "En temizini seçmek" demektir. Maksat, Yüce Allah'ın peygamberliğe, dostluğa ve büyük imamete Hz. İbrahim (a.s.)'i seçmesidir.
Tavsiye, başkasına, kendisinde iyilik ve Allah'a yakınlık olan şeyi göstermektir.
Şüheda, hazır ve mevcut mânâsına gelen "şâhid"in çoğuludur.
Geçti, yok oldu demektir. [394]
130.
"İbrahimin dininden ve onun yüce şeriatından, kendini bilmez, alçak ve sefihten başkası yüz çevirmez.
Peygamberlik ve önderliğe, insanların arasından onu seçtik.: Şüphesiz o,
âhirette de salih kullarımızdan, yani bize yakın, yüksek derecelere nail olan
kullarımızdandır.
[395]
131. Hatırla
ki, Rabbin ona: "Rabbinin emrine teslim ol ve O'na candan kulluk et"
demişti de, "O, âlemlerin Rabbi Allah'ın emrine teslim oldum ve hükmüne
boyun eğdim" diye cevap vermişti.
[396]
132. İbrahim
(a.s.) oğullarına kendi dinine tabi olmalarını vasiyet etti. Aynı şekilde Yakup
(a.s.) da İbrahim (a.s.)'in dinine uymaları hususunda oğullarına vasiyette
bulundu. Her ikisi de dediler ki:: Ey oğullarım! Allah size din olarak İslam'ı
seçti. Öyleyse siz de, size ölüm
gelinceye kadar İslam'da sebat edin ve bu dine bağlı olarak ölünüz.
[397]
133. Yoksa
Yakup ölmek üzere olup ta Ona ölüm geldiği ve oğullarına Hz. İbrahim'in dinine
tabi olmalarını vasiyet ettiği zaman siz orada hazır mıydınız?
Hani Yakup,
oğullarına, "Benden sonra neye tapacaksınız?" demişti Onlar:
"Biz tek ilah olan, âlemlerin Rabbi, Allah'tan başkasına tapmayız. O,
senin babalarının ve geçmiş ataların İbrahim, İsmail ve İshak'm ilahıdır. Biz
sadece O'na itaat eder ve O'na boyun eğeriz" demişlerdi. Maksat, şirkten
uzak olduklarını ifade etmektir. Yüce Allah, bu temiz nesle işaret ederek şöyle
buyurur:
[398]
134. Onlar, yani İbrahim ve oğulları gelip geçmiş bir cemaat ve bir nesildir. Onların kazandıklarının sevabı kendilerinin, sizin kazandığınızın sevabı da sizindir. Kıyamet gününde onların dünyada yaptıkları size sorulmaz. Bilakis herkes, kazanmış olduğu kötülüğün yükünü tek başına taşıyacaktır. [399]
1. Buradaki soru, inkâr ve kınama ifade eder. Olumsuz mânâsı vardır. Yani, "Kendini bilmezden başkası, İbrahim'in dininden yüz çevirmez" demektir. Cümle, kafirleri kınamak için söylenmiştir.
2. O,"Ahirette salih kişilerdendir" cümlesi, ile tekit edilmiştir. Çünkü bu olay, ahirete ait gaip bir şeyden haber verdiği için tekide ihtiyaç duyulmuştur. Dünyanın durumu buna benzemez. O bilinmekte ve müşahede edilmektedir.
3. Hani, Rabbin ona "müslüman ol" demişti. Bu cümlede iltifat sanatı vardır. Çünkü âyetin akışı denilmeyi gerektirir. İltifat sanatı, belagatın güzelliklerindendir <uj terkibinde, rububiyet unvanının kullanılması, verilen lutfun ve Hz. İbrahim'in yetiştirilmesine gösterilen itinanın fazlalığım ifade eder. Nitekim Hz. İbrahim'in "Âlemlerin Rabbinin emrine teslim oldum" şeklindeki cevabı da bu minval üzerine gelmiştir. Hz. İbrahim'in: "Sana teslim oldum demeyip de, "âlemlerin Rab-bine teslim oldum" demesi onun müslümanlığmın kemalini gösterir ve âlemlerin Rabbi olan bir zatın emrine boyun eğme ve O'na güzel bir şekilde itaat etmenin gereğine işaret eder.
4. "Babaların" Bu ifade, amca baba ve dedeyi kapsar. Dede İbrahim (a.s.), amca İsmail (a.s.), baba ise İshak (a.s.)'dır. Burada tağlîb sanatı vardır. Bu sanat, fasih kelamda bilinen mecazlardandır. [400]
Ebu Hayyan şöyle der: Burada, ölümün belirtileri yerine Ölümün zikredilmesi kinayedir. Çünkü Ölümün kendisi gelmiş olsa, muhtazar (yani ölmek üzere olan kişi) bir şey söyleyemez. ifadesinde, güzel bir kinaye vardır. Bu da, ölümün mutlaka gelecek olan bir gaib olmasıdır. Bundan dolayı, dua ederken şöyle denir: Olumu, gaibten gelmesini beklediğimiz en hayırlı şey kıl.[401]
Yüce Allah'ın:
"Ancak müslüman olarak ölün" mealindeki ayetinin zahirî mânâsı,
ölürken müslümanlıktan başka bir hal üzere ölmeyi yasaklar. Maksat ise, ölüm
gelinceye kadar İslam dini üzerinde sebat etmeyi emretmektir. Yani:
"İslam dini üzerinde sebat ediniz, ondan asla ayrılmayınız ve kamil bir
müslüman olarak size ölüm gelinceye kadar Onun dosdoğru nurlu yolunda yürüyünüz"
demektir. "Namaz kılarken "mutlaka huşu içinde ol" ifadesi, bu
âyetin bir benzeridir. Yani "namazda huşu içinde sebat et" demektir.
[402]
135.
"Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler. De
ki "Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden
değildi.
136.
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve
esbât'a indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere
verilenlere, onlardan hiçbiri arasında
fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk"
deyin.
137. Eğer unlar da
sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; Yüz
çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
138.
Allah'ın verdiği renk ile boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir?
Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).
139. De ki:
"Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında
bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin
yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız."
140.
"Yoksa siz, İbrahim, İsmail,İshak, Ya'kub ve esbâtın Yahudi, yahut
Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" De ki, "Siz mi daha iyi
bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir
şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir.
141. Onlar
bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız
da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
Yüce Allah Hz. İbrahim'in dininin yüce hanif dini olduğunu, ona iman etmeyen ve ondan yüz çeviren kimselerin son derece cehalet ve sefahet içinde olduklarını zikrettikten sonra, bu ayetlerde de Ehl-i kitabın, sadece Yahudilik ve Hıristiyanlığa tabi olmakla hidayete erilebileceği şeklindeki batıl iddialarını anlattı ve bu iddianın bir delile dayanmadığını veya bir •şüphe olmadığını, bilakis mücerret bir inat ve inkar olduğunu açıkladı. Bundan sonrada Hak dinin, bütün peygamberlerin dini olan İslam dini olduğunu bildirdi. [403]
Hanif, batıl dine karşılık hak dine meyleden demektir. Hanf meyletmektir. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye "ahnef" ismi verilir. Şâir şöyle der:
Biz yaratıldığımızda, bütün batıl dinlerden uzak, hanif dini üzerine yaratıldık.[404]
Esbat, "sıbt" kelimesinin çoğuludur. Torunlar demektir.
Ya'kup (a.s.)'m on iki oğlu vardı. Bunların İsrail oğulları içerisindeki durumu, Araplar içerisinde kabilelerin durumu gibidir.
Şikak, muhalefet ve düşmanlık demektir. Bunun aslı, yan mânâsına gelen "Şıkk" kökündendir. Yani, "birisi bir tarafta, diğeri başka bir tarafta olmuştur." demektir.
Korumak mânâsına gelen kifayet kökünden olup, "onlara karşı Allah sana yeter, onlara karşı seni korur" demektir.
Sıbğa, bir şeyi herhangi bir renge boyamak mânâsına olan Sabğ kökünden, alınmıştır. Buradaki maksat dindir.
Mücadele mânâsına olan Muhâcce mastarından olup "bizimle mücadele mi ediyorsunuz?" demektir.
"İhlaslı kişiler" İhlas, amelde sadece Allah rızasını gözetmektir. [405]
135. Yahudiler dediler ki: Bizim dinimiz "Yahudiliği kabul
edin ki hidayet
bulaşınız."
Hıristiyanlar da:
"Hıristiyan olun ki doğru yolu
bulaşınız" dediler. Gruplardan herbİri insanları kendi eğri dinine
çağırıyordu. Ey Muhammedi Onlara de ki: Bilakis biz yüce haniflik dinine tabi
oluruz. O, bütün dinlerden yüz çevirip doğru dine meyleden İbrahim (a.s.)'in
dinidir. İbrahim (a.s.) müşriklerden değil bilakis muvahhid bir mü'min idi. Bu
â-yette Ehl-i kitaba ta'riz edilmekte ve onların yaptıklarının şirk ve sapıklık
olduğu bildirilmektedir.
[406]
136. Ey
mü'minler! "Allah'a ve bize indirilen Kur-an'ı Kerim'e iman ettik
"deyiniz, Yine biz, İbrahim'e indirilen sahifelere ve peygamberlerin
kendisiyle amel ettiği hükümlere de inandık. Yine İbrahim ve İshak (a.s.)'m
torunlarının amel ettiği, -çünkü peygamberlik bunlarda devam etmiştir-
hükümlere de inandık. Musa'ya verilen Tevrat'a ve İsa'ya verilen İncil'e
inandık Uy Diğer bütün peygamberlere indirilenlerin hepsine inanırız ve Allah
katından getirdikleri açık âyet ve mucizeleri tasdik ederiz. Yahudi ve
Hıristiyanların yaptığı gibi bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ederek
onların birini diğerinden ayırmayız. Biz, Allah'ın emrine boyun eğer ve hükmüne
rıza gösteririz, deyiniz.
[407]
137. Ey
mü'minler topluluğu! Eğer Ehl-i kitap sizin iman ettiğiniz şeye aynen iman
ederlerse, sizin doğru yolu bulduğunuz gibi onlar da doğru yolu bulurlar Eğer,
sizin imana davet ettiğiniz şeyden yüz çevirirlerse, bil ki, onlar sana
düşmanlık ve muhalefet etmek istiyorlar. Hakkı arama hususunda herhangi bir
problemleri yoktur. Ey Muhammedi Onların kötülüğüne ve eziyetlerine karşı
Allah sana yeter. O seni, onlardan koruyacaktır. işiten ve bilendir. Onların
konuştuklarını işitir ve kalplerinde gizledikleri hile ve kötülüğü bilir.
[408]
138. Allah'ın
verdiği renk ile boyandık. Kim Allah'tan daha güzel renk verebilir? Yani bizim
inandığımız din Allah'ın dinidir. Bize bu rengi O verdi ve O bizi bu renkte
yarattı. Dolayısıyla, boyanın elbisede göründüğü gibi, dinin eseri de bizim
üzerimizde göründü. Din bakımından Allah'tan daha üstün kimse yoktur, Biz ancak
O'na kulluk ederiz. O'ndan başka hiç kimseye ibadet etmeyiz.
[409]
139. De ki:
"Siz, Allah'ın oğulları ve dostları olduğunuzu; peygamberlerin sadece
sizden geleceğini, başkalarından gelmeyeceğini iddia ederek Allah hakkında
bizimle mücadele mi ediyorsunuz?" Halbuki O, eşit olarak herkesin Rabbidir.
Hepimiz O'nun kullarıyız. Bizim amellerimizin karşılığı bize, sizin
amellerinizin karşılığı size aittir. Hiç kimse diğerinin yükünü yüklenmez. Biz
O'nun samimi kullarıyız. Din ve amel hususunda sadece Allah'ın emrine uyarız.
[410]
140. Ey Ehl-i kitap! Yoksa siz İbrahim, İsmail,
İshak, Ya'kup ve bunların torunlarının Yahudi ve Hristiyan olduklarım mı iddia
ediyorsunuz? De ki: Onların dinlerini siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah
mı? Kuşkusuz Allah onların İslam dini üzere olduklarına şehadet etmiş ve onları
Yahudilik ve Hristiyanlıktan uzak tutmuştur: "İbrahim ne Yahudi, ne de
Hıristiyan idi. Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi.[411]
Durum böyle olduğu halde, onların sizin dininizde olduğunu nasıl iddia
ediyorsunuz? Tevrat ve İncil'in âyetlerinde bildirilen Rasulullah (s.a.v.)'m
geleceğine dair müjdeyi gizleyenden daha zalim kimse yoktur. Veya
peygamberlerin, İslam dini üzere olduğuna dair Yüce Allah'ın haber verdiği
şeyleri gizleyenden daha zalim kimse yoktur. Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir. Amellerinize muttalidir, onlara göre size ceza verecektir. Bu âyette
şiddetli bir tehdit vardır.
[412]
141. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
Bu âyet, tehdit ve korkutma mânâsı ihtiva ettiği için, Yüce Allah bunu tekrarladı. Yani bu peygamberler yüceliklerine ve derecelerinin üstünlüğüne 'rağmen kazandıklarıyla hesaba çekileceklerine göre, siz bu işe daha layıksınız. Bu ayetin tefsiri daha önce geçtiği için burada tekrarlanmamıştır. [413]
1. "Yahudi veya Hıristiyan olun dediler" cümlesinde hazifle i'câz vardır. Takdiri Yahudiler "Yahudi olun"; Hıristiyanlar da "Hıristiyan olun" dediler, şeklindedir. Her iki grup da aynı şeyleri söyleyerek: "Yahudi veya Hıristiyan olun" dememişlerdir. Çünkü her grup diğerinin dinini bâtıl saymaktadır.
2. "Allah onlara karşı seni korur". Bunda i'câz olduğu açıktır. "Allah, onların şerrinden seni koruyacak" demektir. Fiilin başına değil de harfinin getirilmesi, Rasulullah (s.a.v.) onlara, yakın bir zamanda galip geleceğini gösterir.
3. Bu iki kelime mübalağa sığalarından dır. Manası: Allah'ın işitmesi ve bilgisi herşeyi kuşatmıştır, demektir.
4. "Allah'ın boyası" Bu terkipte istiare yoluyla "dine" "boya" ismi verilmiştir. Zira boyanın rengi elbisede görüldüğü gibi, dinin alâmeti de mü'min üzerinde görülür.[414]
5. "Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz?" Buradaki soru, kınama ve tenkit ifade etmektedir. [415]
1. "Allah, yaptıklarınızdan gafil-değildir". Bu ayet Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde tekrarlanmıştır. Ebu Hayyan der ki: Bu cümle, masiyet işlemeyi anlatan cümlelerin peşinden gelir. Tehdit manası ifade eder ve Allah'ın, bu isyankârları başıboş bırakmayacağını bildirir.[416]
2. İbn Abbas fr.a.) şöyle der: Hristiyanların bir çocukları doğduğunda, üzerinden yedi gün geçtikten sonra, onu temizlemek için kendilerine mahsus ma'mûdî (vaftiz suyu) denilen bir suya sokarlar ve: "Sünnet olma yerine bu bir temizliktir" derlerdi. Bunu yaptıklarında çocuğun hakkıyle Hıristiyan olduğuna inanırlardı. Bunun üzerine âyeti nazil oldu.[417]
3. Ehl-i
kitap Tevrat'ı İbranice okuyor ve müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ehl-i kitabı tasdik de
etmeyiniz, inkâr da etmeyiniz. "Biz Allah'a ve bize indirilen kitaba iman
ettik" deyiniz.[418]
142.
İnsanlardan bir kısım beyinsizler, "Yönelmekte oldukları kıblelerinden
onları çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da
Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir."
143. İşte
böylece sizi, insanlığa şahitler olmanız, Resul'ün de size şahit olması için
mutedil bir millet kıldık. Biz daha önce yöneldiğin (Kudüs'ü), ancak Peygambere
uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt-etmemiz için kıble yapmıştık. Bu,
Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin
imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve
merhametlidir.
144. Biz,
senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi, seni
memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey
Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe
yok ki, Ehl-i kitap, onun Rablerinden
gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz
değildir.
Yahudi ve Hıristiyanlar, Hz. ibrahim ve onunla birlikte diğer peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olduklarını, peygamberlerin kıblesinin Beyt-i Makdis olduğunu iddia ettiler. Rasulullah (s.a.v.)'da Mekke dönemin de Beyt-i Makdis'e dönerek namaz kılardı. Kâ'be-i Muazzama'ya dönmesi emredilince, Yahudiler onun peygamberliğine sataştılar ve İslamdan intikam almak için bunu bir vesile edinerek şöyle dediler: "Muhammed, doğduğu yeri özledi. Yakında kavminin dinine de dönecektir". Bunun üzerine Yüce Allah, sefihlerin söyleyeceği şeyi Rasulüne haber verdi ve ona kuvvetli bir delil telkin etti ki onlara cevap versin ve onlardan ansızın gelebilecek istenmeyen eziyetlere karşı kendini alıştırsın. Bu haber Kıblenin tahvilinden Önce Rasulullah (s.a.v.)'a bir mucize olarak bildirilmiş ve aynen tahakkuk etmiştir. [419]
Süfehâ, câhil, zayıf görüşlü, menfaat ve zararını iyi bilemeyen mânâsına gelen sefih kelimesinin çoğuludur. Sefehin aslı, hafiflik ve inceliktir. Dokusu hafif ve ince olan elbiseye " denilmesi bu kabildendir.
Onları çevirdi manasınadır. Bir kimseyi bir şeyden çevirmek için bir kimsenin bir şeyden dönmesi için de kelimeleri kullanılır.
Vasatan, Taberî der ki: "Arap dilinde vasat, "seçkin demektir. Bir başka görüşe göre vasat'tan maksat "âdil" demektir.[420] Bu şöyle kullanılır: "En hayırlı şey orta olan şeydir." Fazlalık ve noksanlık zemmedümiştir.
Topuk mânâsına gelen akîb kelimesinin ikilidir. : Kebîra, ağır ve meşakkatli demektir. Şatr, lügatte, cihet manasınadır. Şair şöyle der:
O, kibirli bir şekilde Necid tarafından bize saldırıyor." Bu kelime "yarı" mânâsına da gelir. Nitekim: "Temizlik imanın yarısıdır" hadisinde bu mânâda kullanılmıştır.[421]
Berâ (r.a.)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye geldikten sonra 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Namaz kılarken Kâ'be'ye doğru dönmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah: "(Ya Muhammed) biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz" mealindeki âyetini indirdi. Bu âyet nazil olunca, beyinsiz Yahudiler : Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? dediler. Yüce Allah: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır" buyurdu.[422] Bu hadisi Buharî rivayet etmiştir.[423]
142.
İnsanlardan bir kısım zayıf görüşlüler diyecek ki: Daha önce yönelerek namaz
kıldıkları, onların ve onlardan önce gelen peygamberlerin kıblesi olan Beyt-i
Mak-dis'ten onları çevirip döndüren nedir? Ey Muhammed! onlara de ki: Bütün
yönler Allah'ındır. Doğu da batı da onundur. Yüzümüzü nereye çevirsek Allah'ın
rızası oradadır. O, mü'min kullarını dünya ve âhiret mutluluğuna götüren doğru
yola iletir.
[424]
143. Ey mü'minler topluluğu! Sizi İslam dinine ilettiğimiz gibi âdil ve seçkin bir ümmet kıldık ki Siz kıyamet gününde diğer ümmetlerin peygamberlerinin onlara tebliği ulaştırdığına şahitlik edesiniz. Peygamber de size tebliğ ettiğine dair şahitlik etsin, Biz sırf insanların imanını deneyelim de peygamber (s.a.v.)'i tasdik edenler ile imanı zayıf olduğu için dinde şüpheye düşüp küfre dönenleri biribirinden ayıralım diye sana, önce Beyt-i Makdis'e yönelmeni emrettik, sonra da seni buradan Kâ'be'ye çevirdik. Kuşkusuz bu değiştirme Allah'ın hidayet nasip ettiği kimselerden başkasına güç ve zor gelir Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Yani Allah'ın Beyt-i Makdis'e doğru yönelerek kılmış olduğunuz namazları zayi edeceği doğru değildir. Bilakis Ao namazlarınızdan dolayı size sevap verecektir.
Rasulullah (s.a.v.)'e Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıp da Kıblenin çevrilmesinden Önce ölenlerin namazlarının durumu soruldu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu.
çırj Bu âyet Önceki
hükmün sebebini bildirir. Yani Yüce Allah'ın kullarına rahmeti boldur. Onların işlemiş
oldukları salih amelleri zayi etmez.
[425]
144. Ey Muhammed kıblenin değiştirilmesini arzu ettiğin için çok zaman gözlerini semâya çevirdiğini görüyoruz. İşte seni sevdiğin bir kıbleye, Ata'n İbrahim'in kıblesi olan Kâ'be'ye çeviriyoruz. Artık namazda yüzünü Kâ'be-i Muazzama yönüne çevir, Ey Mü'min-ler! Siz de nerede olursanız olunuz, namazda yüzünüzü Kâ'be tarafına çeviriniz, Yahudi ve Hıristiyanlar kıbleyi değiştirmenin Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler. Fakat onlar insanların kalplerine şüphe atarak onları fitneye düşürürler. Oysa Allah onların yaptıklarından habersiz değildir, onların amellerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz, Allah onları amellerine göre cezalandıracaktır. Bu âyette Ehl-i Kitab'ı uyarı ve onlar için tehdit vardır. [426]
1. "Ökçeleri üzerine döner" cümlesi istiare-i temsilî-yedir. Zira, dininden dönen kimseler, ökçeleri üzerine geri dönen kimselere benzetilmiştir. İmam Fahreddin Râzî bu şekilde açıklamıştır.
2. Re'fet, aşırı merhamet demektir. Burada âyetin fasılası göz önüne alınarak daha mübalağalı olan Rauf sıygası öne alınmıştır. Fasıla, âyetlerinin sonlarındaki "mîm" dir. Rauf ve Rahîm kelimelerinin her ikisi de mübalağa sıyğalarmdandır.
3. "Yüzünü çevir" Burada vech (yüz) zikredilmiş "zât" murat edilmiştir. Rabbinin zâtı bakîdir" âyetinde de durum böyledir. Bu sanata, edebiyatta mecâz-ı mürsel denilir. Zikr-i cüz, irâde-i kül kabilindendir. [427]
1. Buhârî'nin Sahih'inde rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü Nûh (a.s.) çağrılır. O da: "Ya Rabbi, emrine hazırım, buyur" der. Yüce Allah: "Dinimi tebliğ ettin mi?" diye sorar. Nûh (a.s) : "Evet" der. Ümmetine, "size tebliğ etti mi? diye sorulur. Onlar: "Bize herhangi bir uyarıcı gelmedi" derler. Yüce Allah Nuh (a.s)'a: Tebliğ ettiğine dair şahidin var mı?" diye sorar. O da: "Muhammed ve ümmeti" diye cevap verir. Bunun üzerine Muhammed ve Ümmeti, Nûh (a.s).'in, Allah'ın dinini tebliğ ettiğine şahitlik ederler. "Sizin insanlara Şahitler olmanız Rasul'un de size şahit olması için.." âyetinin mânâsı budur.[428]
2. "Allah sizin imanınızı yani namazınızı zayi edecek değildir" âyetinde Yüce Allah namaza "iman" ismini verdi. Çünkü iman ancak namazla kâmil olur. Aynı zamanda namaz niyet, söz ve amele şâmil olduğu için imanı da ihtiva etmektedir.
3. Kâ'be
yerine Mescid-i Haram tabirinin kullanılması, bizzat Ka'-be'nin kendisine değil
de, o tarafa yönelmenin vacip olduğuna işarettir. Çünkü uzaktan Kâ'be'nin
kendisine yönelmekte, insanlar için büyük bir güçlük vardır.
[429]
145. Yemin olsun kî sen Ehl-i kitaba her türlü âyeti getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer, onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen zâlimlerden olursun.
146. Kendilerine
kitap verdiklerimiz, onu
öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir
gurup, bile bile gerçeği gizler.
147. Gerçek
olan, Rabbİnden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!
148.
Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey mü'minler) Siz hayır işlerinde
yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Çünkü
Allah her şeye kadirdir.
149. Nereden
yola çikarsan çık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana
gelen gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150. Nereden yola çikarsan çık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki insanlar için aleyhinize bir hüccet bulunmasın. Ancak hiçbir hüccet kabul etmeyen inatçı zâlimler müstesna. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız.
Yüce Allah, Kıblenin Kudüs'teki Beyt-i Makdis'den Kâ'be-i Muazza-ma'ya çevrilmesi esnasında beyinsiz Yahudilerin ne söyleyeceklerini anlatıp Rasulüne, namaz kılarken Kâ'be-i Muazzama'ya dönmesini emrettikten sonra, bu âyetlerde de Ehl-i Kitab'ın, İslamı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsetti. Ve buyurdu ki: "Çünkü onlar delil getirilerek giderilebilecek arızî bir şüpheden dolay: değil, inat ve kibirlerinden dolayı muhalefet ederek senin kıbleni kabul et mediler." Burada, Ehl-i Kitab'ın inkâr ve yalanlamalarına karşı Rasulullal (s.a.v.)'ı teselli vardır. [430]
Âyet, alâmet ve delil demektir.
Onların arzulan": Ehvâ, kelimesinin çoğuludur. Nefsin hevâsı, nefsin istediği ve arzu ettiği şey demektir,
"Şüpheye düşenler." İmtirâ, şüphe demektir. Bir şey hususun da şüpheye düşen kimse için denilir. Mira ve Mirye kelimt leri de bu köktendir. "İnkâr edenler hâlâ Kur'an hakkında şüplı içindedirler[431] mealindeki âyette de "mirye" kelimesi şüphe mânâsın kullanılmıştır.
"Viche" Ferrâ şöyle der: Vichet, cihet ve vecih aynı mânâyadı Burada vichet'ten maksat kıbledir.
"O, o tarafa yüzünü çevirir" demektir. Âyette "yüz" kelime zikredilmemiştir. Ferrâ: "Ona döner" diye terceme etmiştir.
"Koşun, acele edin" demektir.
Hayrat, hayre kelimesinin çoğulu olup salih ameller demektir. Onlardan korkmayın. Haşyet, korku demektir. [432]
145. Ey Muhammedi Vallahi sen Yahudi ve Hıristiyanlara, kıble hususunda doğru olduğuna dair bütün mucizeleri getirsen, yine de sana uymaz ve senin kıblene doğru namaz kılmazlar. Allah seni onların kıblesinden çevirdikten sonra, artık sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Bu ayet Ehl-i kitabın boş ümitlerini kesmek için indirilmiştir. Çünkü Yahudiler, Rasulullah (s.a.v.)'ı aldatmak için: "Eğer sen bizim kıblemize devam etseydin, senin beklemekte olduğumuz peygamber olacağını ümit ederdik" dediler. Onlar birbirlerinin kıblelerine de dönmezler. Yani Yahudiler Hıristiyanların kıblesine dönmedikleri gibi, Hristiyanlar da Yahudilerin kıblesine dönmezler. Çünkü, her iki grup da İsrailoğullanndan olmasına rağmen, aralarında şiddetli ihtilaf ve düşmanlık vardır. Farz edelim ki, sana vahy yoluyla apaçık deliller geldikten sonra sen, onların arzulan yönünde yürüdün ve onların isteklerine uydun. Hiç şüphesiz bu takdirde, en çirkin zulmü işleyen zalimlerden olursun.
Burada bu âyet, farazi
ve takdirî bir mânâ ifade eder. Yoksa Rasulullah (s.a.v.) mücrim kâfirlerin
arzularına uymaktan uzaktır. Bu ifade, hak yolda sebat etmeye teşvik
kabilindendir.
[433]
146. Kendilerine
kitap verdiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlar, çocuklarını kesin olarak tanıdıkları
gibi, Muhammed (s.a.v.)'i de yakinen tanırlar. Onların ileri gelen ve
bilginlerinden bir grup bile bile hakkı gizlerler ve onu açıklamazlar.
Peygamber (s.a.v)'in vasıfları, kitaplarında apaçık bir şekilde yazılı
olduğu halde onları
gizlerler.
"Yanlarındaki Tevrat ve incil'de yazılı buldukları o elçiye o ümmi
peygambere uyanlar (var ya)[434]
mealindeki âyette bu husus anlatılmaktadır. Bile bile onun vasıflarını gizlerler.
[435]
147. Ey
Muhammed! Kıble ve din ile ilgili olarak Allah sana ne vahyettiyse o haktır.
Sakın şüpheye düşenlerden olma. Bu hitap peygamberedir, ancak maksat ümmetidir.
[436]
148. Ümmetlerden herbirinin, yüzlerini döndüreceği bir kıblesi vardır. Ey Mü'minler! Hayır işlere koşmaya ve onlarda acele etmeye bakınız. Siz nerede olursanız olun; ister yeryüzünün en derin yerlerinde, isterse dağların
tepelerinde bulunun,
Allah sizin hepinizi hesap için toplayacak ve doğru yolda gidenle yanlış yolda
gideni birbirinden ayıracaktır. Bedenleriniz ve cisimleriniz parçalanıp dağılsa
da, şüphesiz Allah sizin bu parçalarınızı yeryüzünden toplayıp biraraya
getirmeye kadirdir.
[437]
149. Sefere
nereden çıkarsan çık, namazda yüzünü Kâ'be tarafına çevir. Bilesin ki bu kıblenin
çevrilmesi Rabbinden gelen bir haktır. Allah sizin yaptığınızdan gafil de
değildir. Bu âyetin tefsiri daha önce geçti. Yüce Allah, kıble hususunda sefer
ile hazar halinin hükmünün aynı olduğunu bildirmek için âyeti tekrarlamıştır.
[438]
150. Ey Rasulüm! Nereden yola çıkarsan çık, namazda yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, namazda yüzünüzü o yana çevirin.
Bu âyetle, Kabe'yi Muazzama'ya dönmek üçüncü defa emredildi. Bu emrin tekrarlanmasında şu fayda vardır: Beyt-i Makdis'e dönmek, ilk nesh-edilen şer'î hükümdür. Şüpheyi gidermek, emrin muhtevasını gönüllere yerleştirmek ve tekit etmek için tekrara ihtiyaç duyulmuştur.
Allah kıble işini size öğretti ki, Yahudiler aleyhinize delil getirip de: "Dinimizi inkâr ediyor, kıblemize uyuyor" demesinler, sizin aleyhinize onların elinde bir hüccet bulunmasın. Veya Müşrikler: "Muhammed, İbrahim'in dinine uyduğunu iddia ediyor, faka: onun kıblesine uymuyor demesinler. Ancak insanlardan, Kâ'be'nin değiştirilmesi ile ilgili hiçbir sebep kabul etmeyen inatçı zâlimler müstesna. Onlara hüccet de getirseniz kabul etmezler. Onlardan da korkmayın, benden korkun, Size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız. Yani, kıblenizi Atanız İbrahim'in kıblesine çevirdik ki size olan nimetimizi tamamlayalım ve size dünya ve âhiret saadetini nasip edelim. [439]
1. "Kendilerine kitap verilenler" cümlesinde zamir yerine ism-i mevsul kullanılması, Ehl-i kitab'm, inatlarından dolayı son derece kötü bir durumda bulunduklarım açıklamak içindir.
2. "Sen onların arzularına uysan" Bu cümle, hakta sebatı sağlamak için yapılan teşvik ve tahrik kabilindendir.
3- "Sen onların kıblesine uymazsın" cümlesi, olumsuz ifadesinde: "Onlar senin kıblene uymazlar" cümlesinden daha mübalağalıdır. Çünkü birincisi isim cümlesidir. Ayrıca olumsuzluğu "U" harf-i çeri ile tekit edilmiştir. El-Futûhâtu'1-İlâhiyye Sahibi bunu böyle açıklamıştır.
4.
"Kendi oğullarını bildikleri gibi" Bu cümle de mürsel mufassal bir
teşbih vardır. Yani: "Ehl-i kitap, kendi soylarından gelen çocuklarını
nasıl tanıyorlarsa, Hz. Muhammed'i (a.s.)'da açık bir şekilde Öyle
tanırlar"
demektir. [440]
1. Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) Abdullah b. Selâm'a; "Sen çocuğunu tanıdığın gibi Muhammed'i tanıyor musun?" diye sordu. O da: "Daha iyi tanıyorum", dedi. Çünkü onun vasıflarını gökten güvenilir biri, yerdeki güvenilir birine getirdi. Ben onu tanıdım. Onun peygamber olduğunda herhangi bir şüphem yoktur. Çocuğuma gelince annesinin durumunu bilmiyorum, belki de ihanet etmiş olabilir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Abdullah'ın başını Öptü.[441]
2. Âlimlerin tehdit edilmesi, diğerlerininkinden daha şiddetlidir. Bundan dolayı Yüce Allah "Bile bile" kaydı ile Ehl-i kitab'ı aşırı derecede kınamıştır. Çünkü bilmeyerek günah işleyen kimse, bilerek işleyen gibi değildir.
3. Kâ'be'ye
yönelme emri üç defa tekrarlanmıştır. Kurtubî, bu tekrarın hikmetini şöyle
anlatır: Birinci emir Mekkeliler için, ikinci emir diğer şehirlerde olanlar
için, üçüncü emir de sefere çıkanlar içindir.[442]
151.
Nitekim kendi içinizden
size âyetlerimizi okuyan, sizi
kötülüklerden arındıran; size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi
size öğreten bir Rasul gönderdik.
152. Öyle
ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana
nankörlük etmeyin!
153. Ey iman
edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak
sabredenlerle beraberdir.
154. Allah
yolunda öldürülenlere "Ölüler" demeyin. Bilakis onlar dirilerdir,
lâkin siz anlayamazsınız.
155.
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden
biraz azaltma île deneriz. Sabredenleri müjdele!
156. O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği
zaman "Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz" derler.
157. İşte
Rablerinden bağışlamalar ve rahmet onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
Kur'an-ı Kerim, mü'minlerin ibret ve öğüt almaları için Yahudilerin birçok günahlarım saymıştır. İşte Yüce Allah, geçen âyetlerde de İsrâîl-oğullarından bahsetmiş, onların nankörlük ve küfürle karşılık verdikleri nimetleri, surenin üçte birinden daha çok bölümünde geniş geniş anlatmıştır. Yahudilerle ilgili bu geniş açıklamadan sonra, sıra mü'minlere Allah'ın yüce nimetlerini ve onların dünya ve âhiret saadetlerini temin edecekleri hikmetli kanunlarını hatırlatmaya geldi. Dolay isiyle bu mübarek âyetler mü'minlere hitapla ve son peygamberi göndermek lütfunda bulunan Allah'ın yüce nimetlerini hatırlatmakla başladı. [443]
Kitap, Kur'an-ı Kerim'dir.
Hikmet, Peygamber (a.s.)'in sünnetidir.
"Beni anın" : Zikir aslında, zikredilen şey için kalbi uyarmaktır. Dille zikir, kalben zikrin alâmeti olduğu için ona da zikir denmiştir.
"Sizi mutlaka imtihan edeceğiz". Belânın aslı imtihandır. Bu kelime bazan hayırda bazan serde kullanılmıştır. "Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz[444] mealindeki âyette her iki mânâda kullanılmıştır.
Musibet, mü'minin canına, malına veya çocuğuna isabet edip ona eziyet veren her şeydir.
Salevât, aslında dua mânâsına olan salât kelimesinin çoğuludur. Allah'tan olursa rahmet; meleklerden olursa istiğfar mânâsına gelir. [445]
151. Bu
âyet, daha önce geçen âyetiyle ilgilidir. Mânâsı şöyledir: Size nimetimi
tamamladığım gibi, içinizden size bir de peygamber gönderdim. peygamber size
Kur'an'ı okuyor, çirkin fiillerden ve
şirkten sizi temizliyor, size yüce kitabın hükümlerini ve mübarek sünnet-i
seniyyeyi, dünya ve din işlerinden bilmediğiniz daha birçok şeyi öğretiyor.
[446]
152. İbadet ve itaatla beni hatırlayın ki, ben de mağfiret ve sevabla sizi hatırlayayım. Size verdiğim nimetime şükredin, isyan ve inkârla ona nankörlük etmeyin.
Rivayete göre Hz. Musa
(a.s): Ey Rabbim! Sana nasıl şükredeyim? diye
sordu. Rabbi ona:
Beni hatırlarsın ve beni unutmazsın.
Beni hatırladığında bana şükretmiş
olursun, beni unuttuğunda da nimetlerime nankörlük etmiş olursun, dedi.[447]
Sonra Yüce Allah
mü'min kullarına "Ey iman edenler" diye seslendi-ki, mü'minler,
himmetlerini O'nun ilahî emirlerine sarılmaya yöneltsinler. Bu nida, bu mübarek sûrede gelen ikinci nidadır:
[448]
153. Ey
mü'minler! Dünya ve âhiret işlerinizde sabır ve namaz ile Allah'dan yardım
isteyin. Çünkü sabır sayesinde her türlü iyiliğe kavuşursunuz. Namaz sayesinde
de her türlü kötülükten sakınırsınız. Allah zafer, yardım, koruma ve
des-teklemesiyle sabırlılarla beraberdir.
[449]
154. Allah
yolunda şehit olanlara ölüler demeyin. Bilakis onlar diriler olup Rablerinin
katında rızıklandırılmaktadırlar. Fakat siz bunun farkına varamazsınız. Çünkü
onlar bu hayattan daha yüce olan berzah hay atadadırlar.
[450]
155.
Andolsun ki biz sizi korku, açlık, mallarınızın bir kısmının telef olması, dostlarınızın
bir kısmının ölmesi, meyve ve ekinlerinizin bir kısmının zayi olması gibi
muhtelif belalarla imtihan edeceğiz. ve musibetlere sabredenleri naîm
cennetleriyle müjdele. Sonra Yüce Allah, sabredenleri şöyle tarif etti:
[451]
156. Sabredenler
o kimselerdir ki, kendilerine bir sıkıntı, veya bir belâ veya hoşa gitmeyen bir
şey geldiğinde: lil "Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz"
derler. Yani bu davranışlarıyla Allah'a döneceklerini ifade eder, kendilerinin
Allah'ın kulları olduklarını, Onun, dilediğini yapabileceğim kabul ederler.
[452]
157. Yukanda anlatılan vasıfları taşıyanlar var ya, işte Allah onları, övmüş, şereflendirmiş ve onlara merhamet etmiştir. Saadet yoluna erenler de onlardır. [453]
1. "Gönderdik" ve "elci" kelimeleri arasında iştikak cinası vardır. Bu da edebî güzelliklerdendir.
2. "Size kitabı ve hikmeti öğretir" cümlesinden
sonra "Size bilmediklerinizi öğretir cümlesmır gelmesi, hususîden sonra umumînin zikri kabilinden olup kapsam ifade eder. Belagatta buna "İtnâb" denilir.
3. İfadesinde hazif sebebiyle icaz vardır. Takdiri: şeklindedir. Bu iki kelime arasında tibâk sanatı vardır.
4. Terkibinde şey'in kelimesinin nekre gelmesi, azlıkti Salavât ve Rahmet kelimelerindeki tenviri ifade eder. "Az bir şeyle" demektir.
5. Salavât ve Rahmet kelimelei azamet ifade eder. Rabb kelimesinin, müminlere ait bir zamire muzaf olarak gelmesi, onlara gösterilen ilginin çokluğunu ifade eder.
6. Burda kasr sanatı vardır. Bu, sıfatın mevsufa tahsisi kabilindendir. [454]
1. Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Bana gelen her musibette üç nimet buldum." Birincisi, bu musibet dinim hususunda değildi. İkincisi, olduğundan daha büyük değildi. Daha beteri olabilirdi. Üçüncüsü, Allah ona karşılık büyük bir mükâfat verecektir. Sonra şu âyeti okudu:
2. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; Kulun çocuğu öldüğünde Yüce Allah meleklere: "Kulumun çocuğunu mu öldürdünüz? der. Melekler: "Evet" derler. Yüce Allah : "Onun gönlünün meyvesini mi aldınız? der. Melekler: "Evet" derler. Yüce Allah: "Peki kulum ne dedi?" diye sorar. Melekler: "Sana hamd etti ve dedi" derler. Yüce Allah: "Öyleyse kuluma cennette bir ev yapın ve ona "Beytu'1-hamd" ismini verin" der.[455]
158. Şüphe
yok ki; Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı
ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah
yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve
(yapılanı) hakkıyla bilir.
159.
İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet
yolunu gizleyenlere, hem Allah, hem de bütün la'net ediciler, la'net eder.
160. Ancak
tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır.
Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeyi çokça kabul e-den ve çokça
merhamet edenim.
161. İnkâr
etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm
insanların la1 neti onların üzerinedir.
162. Onlar ebediyen la'net içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.
Yüce Allah kendisinin zikir edilmesini ve verdiği nimetlere şükredilmesini emredip mü'minleri sabır ve namazdan faydalanmaya çağırdıktan sonra haccın önemini ve onun, dinin esaslarından olduğunu be -yan etti. Bundan sonra da ilmi yaymanın, onu gizlememenin gerektiğine dikkat çekti. Allah'ın indirdiği hüccetleri ve hidayete götüren vesileleri gizlemenin tehlikesini anlattı. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar kitaplarındaki bu hüccetleri gizlemişler, dolayısıyla la'net, gazap ve helake müstehak olmuşlardı. [456]
Şeâir, lügatte alâmet mânâsına gelen şeira kelimesinin çoğuludur. Şiar da bu köktendir. Bir kimse kurbanlık hayvanını tanımak için ona işaret koyduğunda denilir. Şeâir: Tavaf, sa'y, ezan ve benzeri dinî işlerle Allah'a kulluk ettiğimiz her şeye denir.
Hacc, lügatte kastetmek demektir. Istılahta ise, tavaf ve sa'y gibi haccla ilgili ibadetleri eda etmek için Ka'be-i Muazzama'yı ziyaret etmektir.
Umre yaptı demektir. Lügatte umre, ziyaret manasınadır. Daha sonra ibadet maksadıyla Beytullah'ı ziyaret için özel isim olmuştur.
Cünah, günaha meyletmek demektir. Başka bir görüşe göre de günahın kendisidir. Batıla meyletmekten ibaret olduğu için bu ismi almıştır. Bir kimse bir şeye meylettiği zaman denir. İbnu'1-Esir şöyle der: Nerede gelirse gelsin, bu kelime, günah ve meyil manasınadır. : Kitman, gizlemek ve Örtmek demektir. "Onlara mühlet verilir" demektir. [457]
Enes (r.a.)'e Safa ve Merve sorulduğunda şöyle cevap verdi: Biz ikisini Câhiliye işlerinden sanıyorduk. İslam gelince, onlardan uzak durduk. Bunun üzerine âyeti indirildi.[458]
158. Safa ve
Merve, Beyt-i Hârâm'a yakın iki tepenin adıdır. Bunlar Allah'ın dininin
alâmetlerinden ve kulluğumuzu gösterme vesilelerindendir. Kim hacc veya umre maksadıyla
Beytullah'ı ziyaret ederse Bu iki tepe arasında koşmasında bir günah ve vebal
yoktur. Müşrikler bu iki tepe arasında koşuyor ve putlara el sürüyorlarsa, siz
de âlemlerin Rabbi Allah için koşunuz ve
müşriklere benzeme korkusuyla, o iki tepe arasında koşmayı bırakmayın. Kim farz
olan haccını eda ettikten sonra nafile olarak hacc ve umre yaparsa veya farz
olsun, nafile olsun hayırlı bir iş yaparsa, şüphesiz Yüce Allah onun itaatini
kabul eder ve onu en güzel şekilde mükâfatlandırır. Çünkü Allah, kullarının
yaptığı bütün amelleri bilir. Güzel amel işleyenlerin mükâfatı O'nun katında
zayi olmaz.
[459]
159.
Kendilerine Tevrat'ta veya semavî kitaplarda açıkça bilgi verdikten sonra,
Muhammed (s.a.v.)'in doğruluğunu göstermek üzere indirdiğimiz açık delil ve
hüccetleri gizleyenler var ya, İşte bu çirkin amelleri yapanlar, âyet-i
kerimede "yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye
uyanlar..." denildiği halde peygamberin vasıflarını gizleyenler,
Tevrat'ın hükümlerini tahrif edenler var ya, işte Allah onları lanetler ve
rahmetinden uzaklaştırır, melekler ve mü'mmler de onlara lanet eder.
[460]
160. Ancak,
yaptıklarına pişman olanlar, âyetleri gizlemek suretiyle ifsad ettiklerini,
gerçeği açıklayarak ıslâh edenler ve
Allah'ın indirdiği hakikati insanlara anlatanlar müstesna. Allah bunların
tevbelerini kabul eder ve bunlara rahmet eder. Ben kullarımın tevbesini çok çok
kabul ederim. Rahmetim onları kuşatmıştır, işlemiş oldukları günahları
bağışlarım.
[461]
161. Allah'ı
inkâr etmiş ve küfürde devam etmiş, nihayet bu hal üzere ölmüş olanlara
gelince, İşte onları Allah, melekler ve
yeryüzündekilerin tümü hatta kafirler lanetler. Zira kafirler de kıyamet günü
birbirlerini lanetleyeceklerdir.
[462]
162. "Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır, lafzında, zahir isim yerine zamir kullanılması, işin korkunçluğunu gösterir. Onların cehennemdeki azapları süreklidir, ne kesilir, ne de bir an hafifletilir. "Onların azabı hafifletilmeyecektir. Onlar azab içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir.[463] Onlara mühlet de verilmez veya azaptan tehir edilmez. Bilakis, dünyadan ayrılır ayrılmaz azapları onları karşılar. [464]
1. "Allah'ın alâmetlerinden" Burada hazif yoluyla icaz vardır, "Allah'ın dininin alâmetlerinden" demektir.
2. "İtaata sevap verir" demektir. Ebussuûd şöyle der: Allah kullarına bolca ihsan edeceğini bildirmek için, itaata karşı sevap verir yerine, "itaatini kabul eder" buyurdu. Şükrü zikretti, mecazın, onun karşılığı olan mükafatı kastetti.
3. "Allah onlara la'net eder". Bu cümlede, birinci şahıs zamirinden üçüncü şahıs zamirine dönüş vardır. Zira bunun aslı "Onları la'netleriz" dir. Ancak cümlesinde Allah lafzının açıkça zikredilmesi, kalbe korku ve heybet vermektedir.
4. "La'netçiler onlara lanet eder". Bu cümlede iştikak cinası vardır. Bu da edebî güzelliklerdendir.
5. Onlar la'nette veya cehennemde ebedî kalıcıdırlar. Burada işin korkunçluğunu ve şiddetini ifade etmek için cehennem ismi yerine zamir -kullanılmıştır.
6. "Onlara mühlet verilmez". Olumsuzluğun sürekliliğini ve devamını ifade etmek için isim cümlesi tercih edilmiştir. [465]
1. Safa tepesinde İsaf, Merve tepesinde ise Naile denilen bir put bulunuyordu. Müşrikler bu iki tepe arasında sa'y ettiklerinde, bu putlara sürünüyorlardı. Müslümanlar, Câhilliye ehline benzemekten korktukları için, bu iki tepe arasında sa'y etmeyi günah saydılar.Bunun üzerine bu âyet indi. Safa ile Merve'nin Allah'ın dininin alâmetlerinden olduğunu ve bu iki tepe arasında sa'yetmede, müslümanlar üzerine bir günah olmadığını açıkladı. Zira müslümanlar putlar için değil, Allah için sa'y ediyorlardı.
2. Şükrün
mânâsı, nimet ve ihsana, bunları vereni överek ve tanıyarak karşılık vermektir.
Allah hakkında bu mânâ muhaldir. Zira hiç kimsenin O'na bir iyilik ve yardımı
yoktur ki, Allah bunlara karşılık ona şükretsin. Bundan dolayı âlimler buradaki
şükrün mânâsını sevap ve mükâfat vermekle yorumlamışlardır. Yani: Yüce Allah ona sevap verir, amel edenlerin
mükâfatını zayi etmez. Kanaatimce doğru olan, Selefin "Allah'ın sıfatlarını,
âyet ve hadiste geldiği gibi kabul etme" görüşüdür. Buna göre, Allah'ın
şükrü, O'nun azamet ve kemâline lâyık bir şükürdür.
[466]
163.
İlahınız bir tek Allah'tır. Ondan başka ilâh yoktur. O, Rahmandır, Rahimdir.
164.
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden
gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden
gemilerde, Allah'ın indirip de kurumuş toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde
her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade
bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir topluluk için bir çok deliller
vardır.
165.
İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a eş tanrılar edinir de onları
Allah'ı sever gibi severler. İman edenler
ise Allah'ı daha
çok severler. Keşke zâlimler
azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın
azabının çok şiddetli olduğunu önceden
anlayabilselerdi.
166. O zaman
kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşmışlar,
azabı görmüşler ve nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.
167.
(Kötüklere) uyanlar şöyle diyecekler: “”Ah keşke dünyaya bir daha geri
gitmemeiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydık!" Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü
kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.
Yüce Allah daha önce, âyetlerini inkâr eden kâfirlerin durumunu ve onlara âhirette terettüp edecek azap ve cezayı anlattıktan sonra burada da kudret ve birliğini gösteren delilleri zikretti ve hikmet sahibi yaratıcının varlığını gösteren deliller getirdi: Bu âyetlere önce ulvî, sonra suflî âlemi zikrederek başladı. Sonra sırasıyla gece ve gündüzün ard arda gelişini, denizlerin dalgalarını yararak giden gemileri, ekinlere ve nefislere hayat veren yağmurları, yeryüzüne yayılmış acayip hayvan türlerini, rüzgarları, insanların fâidesi için emre âmâde kılınmış bulutları zikretti. Bütün bunların sonunda Allah'ın sanatının ve yaratıkların güzelliklerini düşünmeyi ve bu konularda akıllarını kullanmalarını insanlara emretti ki, aklını kullanan, eserlerine bakarak bunları yaratanın varlığına, sanata bakarak, hikmetle yaratanın büyüklüğüne delil getirsin. [467]
"İlâhınız". İlâh, hak veya batıl ma'bud demektir. Buradaki maksat hak olan ma'buddur ki, o da âlemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Fülk. büyük gemi demektir. Tekil ve çoğul için kullanılır.
Besse; yaydı, dağıttı demektir. "Yayılmış pervaneleri gibi" mealindeki[468] âyette bu mânâda kullanılmıştır.
Dâbbe, lügatte: Yeryüzünde yürüyen her türlü insan ve hayvan demektir. "Yavaş yavaş yürümek" mânâsında olan "debîb" kelimesinden alınmıştır. Ancak örfte, sadece hayvanlar için kullanılır. "Allah her hayvanı sudan yarattı, işte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde, kimi dört ayağı üstünde'yürür.[469] meak'ndeki âyet1 de bu kelimenin lügat mânâsını açıklar. Dâbbe lafzı hem sürüngenleri, hem insanları, hem de hayvanları kapsar.
"Rüzgarların çeşitli yönlere çevirmesi". Riyâh, rîh kelimesinin çoğuludur. Rîh de, hava esintisi demektir. Onun tasrifi, onu çeşitli yönlere çevirmek ve bir hâlden diğer hâle nakletmektir. Buna göre, rüzgar bazen sıcak, bazan soğuk; bazan şiddetli; bazanda hafif eser. Bitkileri bazan aşılar, bazan da kısır bırakır.
Kolaylaştırma ve zelil kılma mânâsına gelen teshir mastarından olup, emre hazır kılınmış demektir.
Denk ve mümasil mânâsına gelen nidd kelimesinin çoğuludur. Buradaki mânâsı "putlar" demektir.
Aslında "ip" mânâsına gelen sebep kelimesinin çoğuludur. Buradaki mânâsı insanlar arasında mevcut olan soy veya dostluk gibi bağlardır.
Kerre, önceki hale dönmek, avdet etmek demektir.
Haserât, hasret kelimesinin çoğuludur. Hasret ise, elde etme imkânı varken elden kaçırılan şeye şiddetli pişmanlık duymak ve üzülmektir. Âyet-i Kerimede de bu mânâda kullanılmıştır: "Kişinin "Allah'a -karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun" diyeceği günden sakının[470]
Ata b. Ebi Rabah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Medine'de "Sizin ilâhınız tek ilâhtır" âyeti nazil olunca Mekke'deki Kureyş Kâfirleri: Bir ilâh bu insanlara nasıl yetecek?" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah âyetini indirdi.[471]
163. Sizin,
ibadet edilmeye müstehak olan ilâhınız bir tek
ilâhdır. O'nun ne zatında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde bir benzeri
vardır. O'ndan başka ibadete lâyık bir ilâh yoktur. O, Rahman ve Rahimdir.
Nimetlerin sahibi, lütufların kaynağı
O'dur.
[472]
164. Sanatın inceliklerini ve kudretin delillerini gösteren göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sağlam bir nizam içinde birbirlerini takip etmesinde, gecelerin uzayıp gündüzlerin kısalmasında, gündüzlerin uzayıp gecelerin kısalmasında Allah'ın kudretini gösteren deliller vardır, İnsanların ihtiyacı olan ticaret veya diğer eşyalardan meydana gelen ağır yükler yüklenmiş olarak denizde yüzen büyük gemilerde, Allah'ın buluttan, ülkelerin ve kulların hayat sebebi olan yağmuru indirerek bununla kurumuş ve çatlamış, bitkisiz ve meyvesiz bir hale gelmiş olan yeryüzünde ekinleri ve ağaçları, canlandırmasında, yeryüzünde hacimleri, şekilleri, renkleri ve sesleri farklı birçok hayvan türlerini yaratıp yaymasında, rüzgarların esişini güneyden kuzeye, kuzeyden güneye çevirmesinde, sıcak ve soğuk, hafif ve şiddetli hallere sokmasında, Gök ve yer arasında Allah'ın kudretiyle emrine hazır hale getirilmiş bol su yüklenip yeryüzüne damlalar halinde yağdıracak şekilde Allah'ın istediği yere doğru giden bulutlarda, Kavrayacak aklı, idrak edecek ve bu işlerin kadir ve hikmet sahibi bir ilahın sanatı olduğunu düşünebilecek basireti olan bir topluluk için, Allah'ın üstün gücünü, engin hikmetini ve geniş rahmetini gösteren somuz deliller ve hüccetler vardır. Ka'bu'l-Ahbar şöyle der: "Bulutlar yağmurların kalburlarıdır. Bulutlar olmasa, yağmur düştüğü yeri harap eder.[473]
Yüce Allah bundan
sonra, kendisinden başka şeylere tapan müşriklerin kötü sonlarını haber
vererek şöyle buyurur:
[474]
165.
İnsanlardan bazılarının cehaleti o dereceye varmıştır ki, reislerini ve putları
Allah'a ortak koşmuşlardır. O putları, mü'minlerin Allah'ı sevdikleri gibi
sever, onlara hürmet gösterir ve boyun
eğerler. Mü'minlere gelince, onların
Allah'ı sevmeleri, müşriklerin putları sevmelerinden daha fazladır. Eğer
zâlimler, kıyamet gününde kendileri için hazırlanmış olan azabı gördüklerinde,
bütün gücün tek Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının şiddetli elem verici
olduğunu bilselerdi, başlarına, anlatılamayacak derecede korkunç ve şiddetli
bir azabın geleceğini anlarlardı.
[475]
166. O zaman,
azabı görürler, aralarındaki bağlar kopar, sevgi yok olur. Kendilerine uyulup
arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar.
[476]
167. Uyanlar: "Ah! Keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi bizde onlardan uzaklaşsaydık" derler. Yani, kötülükte önderlere uyanlar dünyaya bir daha geri dönmeyi isterler ki, orada kendilerini doğru yoldan saptırıp da şimdi bu şiddetli günde kendilerinden uzak duran bu Önderlerden uzaklaşsınlar. Yüce Allah, onlara azabının şiddetini göstereceği gibi, onların çirkin amellerini ve bunların neticesi olan şiddetli nedametleri ve cehennem kıvılcımları gibi zaman zaman onların kalplerini yakan pişmanlıkları da gösterecektir. Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir. Yani onlar için ateşten çıkacak bir yol yoktur. Bilakis onlar ebedî bir azap ve bedbahtlık içinde kalacaklardır. [477]
1. "Sizin ilâhınız bir ilâhtır." Bu cümlede, Allah'ı inkâr eden, inkâr etmeyen kimse mevkiine konulduğu için, haber te'kitsiz gelmiştir. Zira onların önünde güçlü ve kesin delillerden Öyleleri vardır ki, eğer onlar düşünseler, Allah'ın birliğine tam manâsıyla kanaat getireceklerdir.
2. "Âyetler." Âyet kelimesi, azamet ifade etmek için nekre getirilmiştir. Yani, "Bu sayılanlarda Allah'ın üstün gücünü ve engin hikmetini gösteren oüyük deliller vardır." demektir.
3. "Allah sevgisi gibi." Bu terkipte mürsel ve mücmel teşbih vardır. Çünkü teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh hafzedilmiştir.
4. "Allah'ı daha çok seven". Eşcddü kelimesini açıkça kullanarak, mukayese yapmak; şeklinde mukayese yapmaktan daha mübalağalıdır. Yüce Allah: "Artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katı" mealindeki âyette de: kasveti (katılığı) mukayese ederken demek uygun düştüğü halde daha aşırılık ifade etmesi için buyurmuştur.
5. "Zulmedenler görse" cümlesinde, şeklindeki zamir yerine zahir isim gelmiştir. Bu, dinleyicinin zihninde olayı canlandırmak, tasvir etmek ve şiddetli azabın sebebi olan korkunç zulmü tescil içindir.
6. "Azabı gördüler "Sebebler kesildi." âyetlerinin sonunda seci' vardır. Buna Arap edebiyatında tersîl denilir.
7. "Onlar ateşten çıkamazlar." Burada, azabın sürekli ve ebedî oluşunu ifade etmek için isim cümlesi getirilmiştir., [478]
1. Yüce Allah, eserlerinden ibret alınmasına dikkat çekmek ve birliğine delil getirmek üzere bu âyetlerde yaratıklarından harikulade sekiz türünü açıkladı: Birincisi; Göklerin ve onda bulunan ay, güneş ve yıldızların yaratılışı. İkincisi; Yerküresi ve orada bulunan dağlar, denizler, ağaçlar, nehirler, madenler ve cevherler. Üçüncüsü; Gece ve gündüzün uzayıp kısalarak birbirini takip etmesi ve havanın aydınlanıp kararması. Dördüncüsü; Sabit dağlar gibi büyük gemilerin, ağır yük ve insanlarla dolu olarak rüzgar vasıtasıyla denizde yürümesi ve ileri geri gidip gelmesi Beşincisi; Allah'ın, yeryüzündeki bitki ve diğer canlılardan oluşan yarlıklar için hayat sebebi kıldığı yağmur ve yağmurun zaman zaman belli miktarlarda indirilmesi. Altıncısı; Yeryüzüne dağıtmış olduğu renkleri, şekilleri ve suretleri farklı insan ve hayvanları. Yedincisi; Rüzgarların esişini istediği yöne çevirmesi. Hava, latif bir cisimdir. Buna rağmen o derecede kuvvetlidir ki kayaları ve ağaçları kökünden söker ve büyük binaları yıkar. Bununla birlikte o, varlıkların hayat unsurudur. Hava akımı bir an durdurulacak olsa ruh sahibi her varlık ölür ve yeryüzünde bulunan herşey kokar. Sekizincisi; İçinde büyük miktarda sıi taşıyan, yağdığında büyük vadilerden seller akıtan bulutlar. İşte bu bulutlar, tutunacakları bir bağ ve dayanacakları bir direk olmaksızın yerle gök arasında durmaktadır. Bir ve her şeye galip olan Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim.
2. Riyâh lafzı Kur'an-ı Kerim'de hem tekil hem de çoğul olarak kullanılmıştır. Rahmet için kullanıldığında çoğul, azap için kullanıldığında ise tekil gelmiştir. Rahmet için geldiğine misal: "(Hayat ve bereket) müjdecileri olarak rüzgarları göndermesi de Allah'ın alâmetlerindendir...[479] "Rüzgarları, rahmetinin önünde, müjde olarak gönderen odur...[480] Azap hakkında tekil geldiğine misâl:"Âd kavmi ise uğultulu, azgın bir rüzgar ile helak edildiler[481] "Âd kavminde ibretler vardır. Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.[482]
Rüzgar estiği zaman
Rasulullah (s.a.v.) Allahım onu bizim için hayırlara vesile olacak rüzgarlar
kıl, musibet getiren rüzgar kılma, diye dua ederek bu kelimeyi rahmet hakkında
çoğul, musibet hakkında ise tekil olarak kullanmıştır.
[483]
168. Ey
İnsanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temizlerinden yeyiniz. Şeytanın
peşinden gitmeyiniz. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
169. O size kötü ve çirkin şeyleri yapmanızı ve
Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi emreder.
170. Onlara
"Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar, "Hayır!
Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya
ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?
171. Kâfirlerin hali, bağırıp çağırma dışında bir
şey anlamayan hayvanlara bağıran çobanın haline benziyor. Çünkü
onlar sağırlar, dilsizler
ve körlerdir, düşünmezler.
172. Ey iman
edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız
Allah'a kulluk ediyorsanız; O'na şükredin.
173. Allah
size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram
kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa başkasının hakkına saldırmadan
ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah, çokça
bağışlayan çokça esirgeyendir.
174.
Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler
yok mu, işte onların yeyip de
karınlarına doldurdukları, ateşten
başka bir şey değildir. Kıyamet
günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar
için can yakıcı bir azap vardır.
175. Onlar
doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış
kimselerdir. Onîar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
176. O azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. Farklı yorum yapıp kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
Yüce Allah, önceki âyetlerde tevhidi ve delillerini zikredip takva sahibi mü'minler için verilecek mükâfat ile âsî kâfirlerin çarptırılacakları azabı açıkladıktan sonra bu âyetlerde de küfrün, nimetin kesilmesine tesir etmediğini göstermek için hem mü'mine hem de kâfire verdiği nimetleri açıkladı. Çünkü Yüce Allah, âlemlerin Rabbidir. O'nun ihsanı iyi, kötü; mü'min, kâfir ayırımı olmaksızın bütün insanlığı içine alır. Daha sonra Yüce Allah, mü'minleri, nimeti verene şükretmeye, Allah'ın mubah kıldığı temiz nimetlerden yemeğe ve haram kıldığı pis şeylerden de kaçınmaya çağırdı. [484]
Hutuvât, hutva kelimesinin çoğuludur. Hutva aslında yürürken iki ayak arasındaki bir adımlık mesafeye denir. İzlerin takibinde mecaz olarak kullanılır.
insanı üzen kötü şey demektir. Söz fiil ve itikad olacak işlenen günaha denilir. Çünkü günah, işleyeni ya hemen veya âhirette üzecektir. Fahşâ, büyük ve çirkin günah demektir. Fahşâ günahların en büyüğüdür.
Luiil : Bulduk demektir. "Kapının önünde O'nun efendisini buldular.."[485] ve "Çünkü onlar atalarım dalâlette buldular.[486]
Haykınp çağırıyor demektir. Çoban davara bağırıp onu sevk ve idare ettiğinde denir. Şâir Ahtal bu kelimeyi şöyle kullanmıştır:
Ey Cerir! Sen koyunlarına seslen. Çünkü sen yalmz kaldığında nefsin sana sadece sapıklık temenni ettirir.
İhlal, sesi yükseltmek demektir. İhrama giren kimse telbiye yaparak sesini yükselttiğinde denir. Doğduğu zaman çocuğun ağlamasına da denir. Müşrikler, hayvan kestiklerinde yüksek sesle Lât ve Uzza'nm adım anarlardı. Buna da ihlal denirdi.
Mecbur kaldı, yani zaruret onu haramlardan yemeye zorladı demektir.
Bağı, bağy kökünden; adi ise udvan kökünden gelmekte
olup her ikisi de zulüm ve haddi tecavüz etmek manasınadır.
"Onları temizlemez" temizlemek mânâsına gelen tezkiye mastarındandır. Allah onları temize çıkarmaz demektir.
Şikâk, ihtilâf ve düşmanlık demektir. [487]
168. Bu
hitap bütün insanlığa şâmildir. Yani Ey İnsanlar! Allah'ın, sizin için helâl
kıldığı bizatihi temiz, akla ve bedene zarar vermeyen nzıklardan yeyiniz.
Şeytanın süsleyip size güzel gösterdiği fuhuş ve günahlardan onun izlerine uyup
ardından gitmeyiniz. Çünkü o sizin için büyük bir düşmandır. Onun düşmanlığı
akıllı kimselere kapalı kalmayacak kadar açıktır.
[488]
169. Şeytan
size hayırlı bir şeyi emretmez. O size ancak günahları, kötü şeyleri son
derecede çirkin ve rezil şeyleri emreder, Ve Allah hakkında bilmediklerinizi
söylemenizi emreder. Yani Allah'ın size helâl kıldıklarını haram, haram
kıldıklarını da helâl sayarak kendiliğinizden helâl ve haram kılıcı hükümler
koymak suretiyle Allah'a iftira
etmenizi emreder.
[489]
170.
Müşriklere Allah'ın peygambere indirdiği vahye ve Kur'an'a tabi olun, cehalet
ve sapıklığı bırakın denildiğinde onlar: Bilakis biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yola uyarız" derler.
Yüce Allah onlara cevaben buyurur ki: babalan beyinsiz ve aptal iseler, onları kötülükten koruyacak akılları ve onların yolunu aydınlatacak basiretleri yoksa yinede onlara mı uyacaklar? Buradaki soru inkâr, kınama ve onların körü körüne babalarını taklid etme durumlarına karşı hayret ifade eder.
Sonra Yüce Allah
kafirler için son derecede açık ve vazıh misal getirerek şöyle buyurur:
[490]
171. Kur'an'dan ve onun parlak delillerinden faydalanamayan kâfirlerin ve onları hidayete çağıran kimsenin durumu, davara bağırıp onu sevk eden çobanın durumuna ve çobanın söz ve maksadından bir şey anlamaksızın sadece onun ses ve çağrısını işiten davarın durumuna benzer.
İşte bu kâfirler, mer'âdaki
hayvan sürüleri gibidir ki senin, kendilerini çağırdığın şeyi anlayıp idrâk
etmezler. Kur'an'ı işitirler fakat ona karşı kulaklarını tıkarlar.
"Gerçekten onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha da yoldan
sapmışlardır.[491] Bundan dolayı Yüce Allah
şöyle buyurur: Onlar sağırdırlar hakkı dinlemezler, dilsizdirler hakkı söylemezler,
kördürler onu göremezler. Kendilerine söyleneni anlamazlar. Çünkü onlar
sapıklıkta hayvanlar gibidirler, akılları ermez. Bu misalin creti -Allah daha
iyi bilir şöyledir: Kâfir olanların hali, mânâsını anlamaksızın , çobanın
sözünü işiten hayvanların haline benzer. İbn Abbas'm sözünün Özeti budur.
[492]
172. Yüce Allah bu âyette mü'minlere hitap etti.
Çünkü Rabbani tevcihlerden faydalananlar onlardır. Mânâ şöyledir: Ey Mü'minler!
Allah'ın size rızık olarak verdiği helâl, temiz ve lezzetli olan şeylerden
yiyiniz. Eğer siz sadece Allah'a ibadet ediyor, ondan başkasına, tapmıyorsanız
size verdiği sayılamayacak kadar nimetlerine karşı Allah'a şükrediniz.
[493]
173. Allah size ancak ölü (leş), kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar gibi domuz pis şeyleri haram kıldı. "Burada Allah'tan başkası, adına kesilenden maksat Alladın adı değil Lât ve Uzza gibi putların adı zikredilerek kesilen hayvanlardır."
Kim haram olan şeylerden yemeğe mec k şartıyla bir Kim haram olan
bur kalırsa, fesada gitmemek ve ihtiyaç miktarını aşmamak şartıyla bir
miktar yemesinde bir günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan,
merhamet edendir. O günahları bağışlar kullarına merhamet eder, haram olan
şeyleri zaruret anında mubah kılması, onun rahmetindendir.
[494]
174.
Allah'ın indirdiği kitapta yani Tevratta Peygamber (s.a.v.)'in zikredilen
vasıflarını gizleyip onu dünya malından az bir karşılıkla değiştiren Yahudiler
var ya işte onlar, başka birşey değil, kıyamet gününde karınlarında alevlenecek
ateş yerler. Çünkü bu haram malı yemek onları
ötürecektir Kıyamet gününde Allah ateşe
götürecektir. mü'minlerle konuştuğu gibi onlarla hoşnut bir şekilde
konuşmayacak, bilakis kızgın bir şekilde konuşacaktır. Nitekim âyet-i kerimede
"Orada alçaldıkça alçalm! Benimle konuşmayın artık[495]
buyurulmuştur. Allah onları günah kirinden de temizlemez. Onlar için elem
verici bir azap vardır. O da cehennem azabıdır.
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre, Yahudilerin ileri gelenleri Peygamber (s.a.v.)'in evsafını
gizledikleri zaman bu âyet onlar hakkında nazil olmuştur.
[496]
175. İşte
onlar hidayeti dalâletle, imanı küfürle,
mağfireti azapla ve cenneti cehennemle değiştirenlerdir. Cehennem ateşine karşı
ne kadar da sabırlılar! Bu âyet kâfirlerin çeşitli günahlar işlemeye
gösterdikleri cürete karşı mü'minleri hayrete düşürür. Sonra Yüce Allah bu ibret verici azabın
sebebim şöyle açıklar:
[497]
176. Bu elem verici azabın sebebi şudur: Yüce Allah hakkı açıklamak üzere kitabı Tevrat'ı indirdi de Yahudiler hakki gizlediler ve Tevrat'taki âyetleri tahrif ettiler. Kitabın yorumu ve tahrifinde ihtilafa düşenler elbette haktan ve doğrudan uzak şiddetli azabı gerektiren derin bir anlaşmazlığa.düşmüşlerdir. [498]
İbn. Abbas'dan rivayet edildiğine göre bu âyetler Kâ'b b.Eşref, Malik b. Sayf ve Huvey b. Ahtap gibi Yahudi ileri gelenleri hakkında inmiştir. "Bunlar kendilerine tabi olanlardan hediyeler alarak menfaat sağlıyorlardı Rasulullah (s.a.v.) gönderilince bu menfaatlerinin kesilmesinden korktula ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ve şeriatıyla ilgili emirleri gizlediler; Bunun üzerine.... âyeti indi.[499]
1. "Şeytanın izleri" terkibi şeytana uyma ve onun izlerine tabi olmaktan istiaredir. Telhîsu'l-beyân yazarı şöyle der: Bu ifade şeytanın emirlerine itaatten ve birşey yapmaya davet ettiği sözünü kabul etmekten sakındırma konusunda en beliğ ifadedir.[500]
2. Özel bir ifadenin genel olana atfı kabilindendir. Çünkü kötülük mânâsına olan kelimesi bütün günahları kapsar. Fahşâ ise günahların en çirkinidir.
3. "İnkâr edenlerin durumu" bu cümlede mürsel ve mücmel teşbih vardır. Edat zikredildiği için mürsel, benzetme yönü hafze-dildiği içinde mücmeldir. Kâfirler, çağıranın sesini işitip sözün mânâsını ve maksadını anlamayan hayvanlara benzetilmiştir.
4. "Sağırlar, dilsizler, körler." Burada, teşbih (benzetme) edatı veya benzetme yönü gizlendiği için, teşbih-i beliğ vardır. Yani onlar hakkı işitmede sağırlar gibi Kur'anm nurundan faydalanmada da körler ve dilsizler gibidirler.
5. "Karınlarında sadece ateş yerler" bu cümle ileride olacağı nazar-ı itibara alınarak mecazi mürsel olur. Yani onlar ancak kendilerini cehenneme götürecek haram mal yerler demektir.
terkibi ise onların hallerinin çirkinliğini ve adîliğini ifade eder ve onları cehennemin kızgın taşlarım yiyen kimseler olarak vasıflandırır. Bu da en korkunç bir işitme ve en şiddetli elem veren şeydir
6. Bu istiaredir. Maksat "iman'ı küfürle değiştirdiler" demektir. Bu istiarenin izahı sûrenin baş taraflarında geçmiştir. [501]
1. İbn-Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.v) yanında âyeti okundu. Sa'd b.Ebi Vakkas: "Ya Rasulullah! Allah'a dua et de beni, duası kabul olanlardan eylesin" dedi. Rasulullah buyurdu ki Ey Sa'd! Güzel şeyler ye ki, duası kabul olanlardan olasın. Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a and olsun ki karnına haram lokma sokan kişinin kırk gün duası kabul olunmaz. Her kim ki, haram ve faizle beslenmişse ona ateş daha lâyıktır.[502]
2. Selefden bazıları şöyle der: Allah'a karşı işlenen her günah ve masiyetlerle ilgili adanan her adak şeytanın izlerine uymaktır. Şa'bî şöyle der: Bir adam oğlunu kurban kesmeyi adadı, Mesrûk ona bir koç kesmesi için fetva verdi ve böyle bir adak, şeytanın izlerindendir, dedi.[503]
3. İbnu'l-Kayyim
E'lâmu'l-Muvakkiîn adlı kitabında "Kâfirlerin hali bağırıp çağırma dışında
birşey duymadan haykıran kimsenin hâline benzer" mealindeki âyetini şöyle
açıklar: Bu teşbihi teşbih-i mürekkep de yapabiliriz, teşbih-i mufarrak da.
Eğer teşbih-i mürekkep kabul edersek, anlamamaları ve faydalanmamaları
hususunda kâfirleri koyun sürüsüne benzetmiş ol-uruzki çoban onlara bağırır
çağırır fakat onlar çobanın sözlerinden, sadece haykırıp çağırmaktan ibaret
olan mücerred bir ses olarak işitir. Ondan birşey anlamazlar. Eğer bu teşbihi
teşbih-i mufarrak kabul edersek, bu takdirde kâfirler, hayvanlar yerinde kabul
edilir. Onları hidayete ve doğru yola çağıran kimse de bağırıp çağıran çobana,
hidayete çağrılmaları ise mânâsı anlaşılmayan haykırma ve çağrıya benzetilir.
Onların mücerred haykırma ve çağırmayı anlamaları ise hayvanların sadece
çobanın sesini işitmeleri gibidir. Allah daha iyisini bilir.
[504]
177.
İyilik, yüzlerinizi doğu
ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o
kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere
inanır. Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir. Andlaşnıa yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında
sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak
onlardır!
178. Ev iman
edenler! Öldürülenler hakkında size kısas
farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin
cezası, kardeşi tarafından bir miktar bağışlanırsa, artık sonunda iyiye
yönelmesi, öldürülenin velisine güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbinizden bir
hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için
elem verici bir azap vardır.
179. Ey akıl
sahipleri! Kısasta sizin için hayat , vardır. Umulur ki suç işlemekten
sakınırsınız.
180. Birinize
ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara
uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
181. Her kim
bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu
değiştirenleredir. Şüphesiz Allah işitir ve bilir.
182. Her
kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut
günaha meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların) aralarını bulursa kendisine
günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, hem de merhemet edendir.
Buradan itibaren bu mübarek sûrenin yaklaşık olarak İkinci yansı başlamaktadır, Sûrenin geçen yansı dinin esasları ve İsrailoğullarmm çirkinlikleriyle ilgiliydi. Bu yarısı ise genellikle dinî-hukukî hükümlerle İlgilidir. Bu âyetlerin öncekilerle ilgisi şöyledir: Yüce Allah geçen âyetlerde Ehl-i kitabın dinleri hususunda büyük bir ihtilafa düştüklerini bu yüzdende asla anlaşamadıklarını açıkladı. Bu anlaşmazlıklardan biri de kıble meselesidir. Çünkü Ehli kitap bu konuya çok eğildi ve müslüman-iarın Kâ'be'ye yönelerek namaz kılmalarını kabul etmediler. Yahudi ve Hristiyan gruplardan herbiri hidayetin kendi kıblelerine yönelmekte olduğunu iddia ediyorlardı. Yüce Allah bu âyetlerde bunların iddiaların reddederek gerçek ibadetin ve iyi amelin insanın doğuya veya batiye yönelmesinde değil, sadık ve derin bir imanla Allah'a itaat ve onun emirle rine sarılmakta olduğunu açıkladı. [505]
Bir, iyilik mânâsına olup bütün itaat ve hayırlı amelleri kapsa yan bir isimdir.
Aslında boyun mânâsına olan Rakabe kelimesinin çoğuludur. Ayn (göz) kelimesi casus yerinde kullanıldığı gibi bu kelimede beden yerinde kullanılır. Âyetteki maksat, esirler ve köleler demektir.
Be'sâ fakirlik demektir.
Darra', hastalık ve ağrı manasınadır.
Be's lügatte şiddet mânâsına olup burada savaş manasınadır.
Farz kılındı manasınadır.
Kısas, izi takip etme mânâsına gelen kas kelimesinden türemiştir. Buradaki mânâsı öldürme veya yaralamalarda misliyle cezalandırmaktır. " Annesi Musa'nın ablasına onun izini takip et dedi[506] mealindeki âyette de izlemek mânâsında kullanılmaktadır,
Katıl kelimesinin çoğuludur. "Öldürülenler" demektir. Müzek -ker ve müennes için kullanılır. Öldürülmüş adam" denildiği gibi "öldürülmüş kadın" da denir.
Elbab, Lübb'ün çoğulu olup akıllar demektir. Hurma ağacının Özü ve halisi mânâsına olan den alınmıştır.
İsm, günah demektir.
Cenef, hata ederek haktan ayrılmak demektir. [507]
Katade'den şöyle rivayet edilmiştir: Câhiliye devri insanlarında zulüm ve şeytana itaat hüküm sürüyordu. Onlardan, güçlü olan bir kabilenin kölesini başka bir kabilenin kölesi öldürdüğünde, "buna karşılık kesinlikle hür bir adamdan başkasını öldürmeyi kabul etmeyiz" derlerdi. Diğer kabilelerden bir kadın bunlardan bir kadını Öldürdüğünde de "bunun yerine bir erkekten başkasını öldürmeyi kabul etmeyiz" derlerdi. Yüce Allah, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür" mealindeki âyeti indirdi.[508]
177. Hayırlı
iş ve amel-i salih, sadece insanın namaz kılarken doğuya vaye batıya
yönelmesinde değildir. Lâkin gerçek hayır Allah'a, âhiret gününe, meleklere,
kitaplara ve peygamberlere inananların imanıdır, ve kişinin sevdiği malından
yakınlarına vermesidir. Çünkü onlar yardıma daha layıktır. Yine babalarını
yitirmiş yetimlere, malı olmayan yoksullara, malından mülkünden uzakta kalmış
ihtiyaç içindeki yolculara ihtiyaçlarını gidermek için yardım isteyen dilencilere
yardım etmesi, fidyelerini vererek köle ve esirleri hürriyetine kavuşturması
dır. Yine iyilik kişinin, İslamın en mühim esaslarından olan namazı dosdoğru
kılması ve zekatı vermesidir. Söz verdiklerinde sözlerini yerine getirip
vaadlerin-den dönmeyenlerin davranışı ile, fakirlik, hastalık ve savaş
zamanlarında şiddet ve sıkıntılara ve Allah yolunda savaşa katlananların
sabrıdır. Bunlar övgüye lâyık kimselerdir. İşte bu vasıfları taşıyanlar
gerçekten iman edenler ve takvada kemâle erenlerdir. Bu âyette iyiler
Övülmekte, ulaşacakları huzur ve güzel hayırlara işaret edilmektedir.
[509]
178. Ey iman
edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Yani zulüm ve düşmanlık
etmeksizin eşit bir şekilde muamele ederek maktulün katiline kısas uygulamanız
farz kılındı. Ancak kısası sadece suçluya uygulayınız. Hür bir erkek, hür bir
erkeği öldürürse Öldürülene karşılık siz de katili öldürün. Köle köleyi
Öldürürse siz de katil köleyi öldürün. Kadınlar için de durum aynıdır. Bir
kadın başka bir kadını öldürürse sizde ona kısas uygulayın. Kısası misliyle
uygulayınız. Suçludan başkasını
öldürerek haddi aşmayınız. Zira
suçludan başkasını cezalandırmak kısas değil
bilakis zulüm ve haddi tecavüzdür, Kime öldürülen kardeşinin kanından
birşey bağışlanırsa yani öldürülenin velisi diyet almaya razı olur da kısası
düşürürse, diyeti, şiddet kullanmadan ve kan dökmeksizin iyilikle katilden
istemelidir. Katilinde diyeti geciktirmeden ve eksiksiz olarak maktulün
velisine ödemesi gerekir, Katilin affedilip te kısas yerine diyetin alınmasını
meşru kılması sizin için Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Diyetin
meşru kılınmasında katil için kolaylık
ve hafiflik, maktulün velileri için de fayda vardır. İslam, öldürme fiilinin
cezasında adaletle rahmeti bir araya toplamıştır. Maktulün velileri istedikleri
takdirde kısas onlara bir hak olarak verilmiştir. Bu adalettir. Kısastan
vazgeçtiklerinde de diyet almaları meşru kılınmıştır. Bu da rahmettir.
Kim diyeti kabul ettikten sonra katile zulüm ederse âhirette onun için elim bir
azap vardır.
[510]
179. Ey akıl
sahipleri! Meşru kıldığım kısasta sizin için hayat vardır. Hem de ne hayat!
Çünkü bir kimse başkasını Öldürdüğünde kendisinin de Öldürüleceğini bilirse bu
işten geri çekilir, Öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendi hayatını, hem de öldürmek istediği şahısın hayatını
korumuş olur. İşte insanların kanları ve hayatları bununla korunur, Umulur ki
Allah'ın yasakladığı şeylerden sakımı ve günahlardan kaçınırsınız.
[511]
180. Birinize
ölüm geldiği vakit, bif hayır ve birçok mal bırakacaksa anaya, babaya ve
yakınlara adaletli bir şekilde yani malın üçte birini aşmamak ve zengin
akrabaları için vasiyet edipte fakirleri bırakmamak üzere vasiyet etmesi onun
üzerine farz kılındı Bu vasiyet Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur. Miras
âyeti inmeden önce bu hüküm farz idi. Sonra miras âyeti ile kaldırıldı.
[512]
181. Vâsî
veya şahitten her kim işitip öğrendikten sonra bu vasiyeti değiştirirse bunun günahı değiştirenleredir. Çünkü onlar
hıyanet etmiş ve dinin hükmüne aykırı davranmışlardır. Şüphesiz Allah her şeyi
işitir ve bilir. Bu âyette vasiyeti
değiştirenleri şiddetli bir tehdit vardır.
[513]
182. Her kim de vasiyet edenin hata ederek veya kasten günah işleyerek haktan ayrıldığını anlarsa veya öyle sanar da vasiyet edenle vasiyet edilen kişinin arasını bulursa bu değiştirmeden dolayı ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Islah ve düzeltmek maksadıyla arabuluculuk eden kimseler için Allah'ın rahmet ve mağfireti geniştir. [514]
1. Cümlesinde mübalâğa yoluyla iyilik, iman edenin kendisi sayılmıştır. Bu tür ifade edebiyatçıların sözlerinde bilinmektedir. Onlar şöyle der: Cömertlik Züheyr'dir. Yani cömertlik Ha-tim'in cömertliğidir. Şiir de Züheyr'in şiiridir, Sibeveyh de bu âyeti böyle a-çıklamıştır. Zira o kitabında şöyle deri Yüce Allah buyurdu. Ancak bunun takdiri şefcüfidedif[515] Bunun benzeri şöyledir. Cömertlik bir dirhem harcanan değildir. Fakat cömertlik binlerictır. fakat cömert binleri harcıyandff demek münasip değildir.
2. Burada hazifle vardır. Takdiri şeklindedir. Esirlerin fidyesini vermek manas Rıkab iafzmda mecazi mürsel vardır. Çünkü Rakaba (boyun) kelimesi kişinin kendisi kasdedilmiştir. Bu mecaz zikri cüz irade-i kiil bilindendir.
3. Aslında bu kelimesi, gibi merfu yani şeklinde okunması gereklidir. Ancak burada ihtisas üzere nasb okunmuştur. takdirindedir.. Özellikle savaşta sabredenleri zikrederim, manasınadır. Bu üslup edebiyatçılar arasında bilinir. Övmek veya yermek için bir takım sıfatlar zikredilir de i'râb bakımından farklılık gösterirlerse buna tefenmm (sanat çeşittemçsi) denir. B«na k,at' (kesme) denir. Çünkü alışılagelmiş şeyi değiştirmek o şeyin fazla önemli olduğunu ve onu dinlemeye teşvik edildiğini gösterir.
4. Bu cümlede haber fiil-i mâzî olarak gelmiştir. Bu, tahkik ifade etmek ve sadakatin onlardan vaki ve mevcut olduğunu ifade etmek içindir. İkinci haber ise şeklinde isim cümlesi olarak gelmiştir. Bu da takva sıfatının mü'minlerde sabit olduğunu zaman zaman meydana gelen bir olay değil rnü'minlerin karakter ve seciyeleri olduğunu göstermek ayrıca fasılaya riayet etmek içindir.
5. Burada muttakilerin zikri teşvik ve tahrik içindir.
6. kelimeleri ile kelimeleri arasında tıbak sanatı vardır. [516]
1. "Kime, öldürdüğü kardeşinin kanından bir şey bağışlanırsa" âyetinde, kardeşliğin zikredilmesi bağışlamaya sebep olan bir şefkat ifadesidir. Yüce Allah, din kardeşliğini ve insaniyeti hatırlatmak için, katili maktulün velisine kardeş kıldı ki, bunların birbirlerine karşı şefkatlerini tahrik etsin de, aralarında bağışlama, iyiliğe uyma ve güzellikle eda etme meydana gelsin.
2. İsrail oğullarında kısas vardı, fakat diyet yoktu. Hıristiy anlarda ise diyet vardı, kısas yoktu. Yüce Allah, Muhammed (s.a.v.) ümmetine lûtufta bulunup onları kısas, diyet ve affetme hususunda serbest bıraktı. İşte bu, peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in getirdiği Şeriat-ı Garrâ'nın kolaylıklarındandır.
3.
Edebiyatçılar, âyetinde, belagatın en
yüksek derecesinin bulunduğunda ittifak ederler. Bu manada Araplardan şöyle
bir atasözü nakledilmiştir. "Öldürmeyi en iyi önleyen şey katili
öldürmektir". Ancak bu hikmetli sözün Kur'an'da ifade ediliş şekli, edebî
bakımdan diğerinden üstündür. Eğer sen Kur'an'm belagatının ve mertebesinin yüksekliğinin,
edebiyatçıların söylediği sözlerin mertebesinden daha üstün olduğunu anlamak
istersen, her iki söze de bir bak. O zaman, hâlikin sözü ile mahlûkun sözü
arasındaki farkı görmeni sağlayacak i'caz esintilerini göreceksin: a) Kur'anî
hikmete gelince o, ceza olarak misli misline Öldürmekten ibaret olan kısası
hayat sebebi kılmış,
Arap atasözü ise öldürmeyi hayat
sebebi kılmıştır. Halbuki bazen zulmen öldürme olabilir. Bu takdirde öldürmek,
yaşamaya değil yok olmaya sebep olur. Buna göre Arap atasözünü şöyle tashih
edebiliriz: Zulm ile öldürmeyi en iyi önleyen şey, kısas ile Öldürmektir."
b) Âyette lafzı tekrar yoktur. Atasözünde ise "kati" lafzı tekrar
edilmiştir. Bu tekrar Arap atasözüne
ifade ağırlığı getirmiştir.
Bu ağırlık âyette yoktur, c) İki
söz arasındaki ince farklardan biri de şudur: Âyet, kısası hayat için
sebep kıldığı halde, atasözü öldürmeyi, katli önlemeye sebep kılmıştır. Katli önlemek ise, her zaman hayat sebebi
olamaz. Âlimler, Kur'an'm bu âyeti ile
Arap atasözü arasında yirmi yönden fark saymışlardır. Süyutî bu farkları
Itkân'ında anlatmıştır. Oraya bakarsan tatmin olacağın bilgiyi bulursun.
[517]
183. Ey iman
edenler! Oruç sizden önce gelip -geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de
farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
184. Sayılı
günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu
olursa diğer günlerde kaza eder. Oruç tutmağa güçleri yetmeyen (ere bir fakir
doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa,
bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır.
185. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun
ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'm indirildiği aydır.
Öyle ise sizden Ramazan ayını idrâk edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa başka günlerde
kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar,
sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allah'ı ta'zim etmeniz, şükretmeniz içindir.
186.
Kullarım sana, beni sorarlarsa ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua
edenin dileğine karşılık veririm. O halde benim davetime uysunlar ve bana
i-nansınlar ki doğru yolu bulalar.
187. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidler-de ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.
Yüce Allah geçen ayetlerde kısas ile ana, baba ve akrabalara yapılan vasiyet hükmünü anlattıktan sonra fett âyetlerde de, oruç hükümlerini geniş bir şekilde açıkladı. Zira bu rnü&Srek sûrenin bu bölümü, fıkhı hükümleri ele almaktadır. Oruç da İslaimn önemli esaslarından biri olduğu için Yüce Allah kullarım yüce makamlara ve takva sahibi iyi kimselerin yükseldiği mevkilere hazırlamak için bu âyetler de orucu anlattı. [518]
Siyam, lügatte, bir şeyden kendini tutmaktır. Ebu Ubeyde der ki; Yemekten, konuşmaktan veya yürümekten kendini tutan herkes sâimdir. Şâir bu kelimeyi şöyle kullanmıştır.
Bir grup atlar, serbest, toz duman içinde hareket halindedir. Diğer grupta ise tutulup bağlanmış, gemleri gevelemektedirler. Istılahta siyam kelimesi, kişinin niyetle birlikte gündüzün yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten kendini tutmasidır.
Güçlük ve meşakkatle oruç tutuyorlar demektir. Rağıb şöyle der: "Takat, insanın güçlükle yapabildiği şeyin miktarıdır. Bir şeyi kuşatan halkaya benzetilmiştir.[519]
Fidye, insanın kendini kurtarmak İçin verdiği mal ve benzeri şeylerdir.
Şehr, açığa çıkma mânâsında olan iştihar mastarından olup Türkçedeki karşılığı "ay" dır.
Ramazan, şiddetli sıcaklık manasına olan "Ramd" kökündendir. Güneşin ısısının şiddetine Ramda denilir. Ramazan, günahları yaktığı için bu ismi almıştır.
Refes, cima "ve sebepleri demektir. Bu kelime aslında çirkin söz manasınadır. Daha sonra çımadan kinaye olarak kullanılmıştır. Şâir de bu kelimeyi çirkin söz mânâsına kullanmıştır.
O kadınlar aşk sözleri duyduklarında zinâkar görülürler. Erkeklerin çirkin sözlerinden ise nefret duyarlar.
"Hıyanet ediyorsunuz" demektir. Lisânu'1-Arap yazarı bu ke limeyi şöyle açıklar: Bu kelime* sulâsiden hâne, iftiâl babından ihtâne vezninde kullanılır. Mimli mastar olan mehanet mastarıda da hıyanet kökündendir. Hıyanet ise emanetin zıddıdır. Birisine kılıcın ne olduğu soruldu da o, "Sana hıyütiet utşe de kardeşindir" diye cevap verdi.
Lügatte i'tikaf, bir yerde durmak ve ayrılmamak demektir. Istılahta ise, ibadet maksadıyle mescitte durmak manasınadır.
Hadd lügatte, men etmek demektir. Bu kelime aslında, birbirine karşı olan iki şey arasındaki engel manasınadır. Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı için hükümlere "hudûd" ismi verilmiştir. [520]
Rivayet edildiğine göre bedevi Araplardan bir grup Rasulallah1 (s.a.v)'a dediler ki: Ya Muhammed! Rabbimiz bize yakınsa O'na alçak sesle, yok eğer uzaksa yüksek sesle dua edelim". Bunun üzerine âyeti nazil oldu. [521]
183. Ey iman
edenler! Ramazan orucu sizden önceki milletlere farz kılındığı gibi sizin
üzerinize de farz kılındı ki, Allah'ın emirlerini uygulayanlar, yasaklarından
da sakınanlardan olasınız. Yüce Allah bu âyette mü'minlerin itaat duygularını
harekete geçirmek ve onlardaki iman ateşini tutuşturmak için "Ey
mü'minler! " diye hitap etti.[522]
184. Oruç günleri az ve sayılı günlerdir. Yükünüzü hafifletmek ve size merhamet etmek için, devamlı oruç tutmak size farz kılınmadı. Sizden kimin bir hastalığı olur veya yolcu olur da orucunu bozarsa, Ramazanın dışındaki günlerde oruç tutamadığı günlerin sayısınca kaza etmesi gerekir,
İhtiyarlık veya
zayıflıktan dolayı orucunu güçlükle tutabilenler oruçlarını bozarlarsa, her gün
için, bir fakir doyumu kadar fidye vermesi gerekir. Kim fidye hakkında
zikredilen miktardan fazla olarak birşey verirse, bu kendisi için daha
hayırlıdır, Eğer bilirseniz, orucu bozup fidye vermektense onu tutmak sizin
için daha hayırlı olur. Oruçtaki ecir ve fazileti bilseniz böyle yaparsınız.
[523]
185. Yüce Allah daha sonra orucun vaktini açıklayarak şöyle buyurur: Ey müminler! Orucu, size farz kıldığım o sayılı günler Ramazan ayından ibarettir. İnsanlar için bir hidayet vesilesi olan Kur'an, bu ayda inmeye başlamıştır. Onda hak ile batılı birbirinden ayıran açık âyetler vardır. O insanları irşâd eder, karşı çıkanları da aciz bırakır. Sizden kim bu aya ulaşırsa, oruç tutsun. Her kim hasta olur veya sefere çıkar da orucunu bozarsa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutması gerekir. "Sizden kim o aya ulaşırsa oruç tutsun" ifadesi umumî olması sebebiyle hasta ve yolcularla ilgili önceki hükmü neshettiği zannını vermemesi için âyetin bu bölümü tekrar edilmiştir. A1lan bu ruhsatı vermekle size kolaylık murat eder, güçlük murat etmez. Allah, tutamadığınızı, kaza ederek Ramazan günlerinin sayısını tamamlamanızı size dinin alâmetleri olan doğru yolu gösterdiği için O'na tazim etmenizi, O'nun lütuf ve ihsanına karşı şükretmenizi ister.
Daha sonra Yüce Allah,
kullarına, dualarına icabet edecek ve ihtiyaç sahibi olanların ihtiyacını
karşılayacak kadar yakın olduğunu açıklayarak şöyle buyurur:
[524]
186. Kullanm sana beni sorarlarsa, ben yakınım, onlarla beraberim, dualarını işitir, yakarmalarım görür ve hallerini bilirim. "Biz ona şah damarından daha yakınız.[525]
Bana iman ve kalb
huzuru ile dua edenin duasını kabul ederim. O halde kullarım da benim davetime
uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar. Yani madem ki, ben sizin
Rabbini-zim ve size muhtaç değilim, buna rağmen duanızı kabul ediyorum. Öyleyse
siz de bana iman edip itaat ederek davetime icabet ediniz ve imanda sebat
ediniz ki, doğru yolu bulan bahtiyar kimselerden olasınız. Yüce Allah, kendisinin
yakınlığını ve duayı kabul edeceğini bildiren âyetleri zikrettikten sonra,
orucun hükümlerini tamamlayan âyetleri
açıklamaya başlar:[526]
187. Ey oruçlular! Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. İbn Abbas (r.a) bu âyeti: "Onlar sizin için bir sükûnet, sizde onlar için bir sükûnet sebebisiniz" şeklinde tefsir etmiştir. Allah sizin oruç gecelerinde kadınlarınızla cima sebebiyle kendinize hiyanet ettiğinizi bildi. İslamın başlangıcında oruç gecelerinde de cima etmek haramdı. Bu hüküm sonra neshedildi. Buharî, Berâ (r.a)'nın şöyle dediğini rivayet eder: Ramazan orucu farz kılındığında mü'minler, bütün Ramazan boyu hanım -larına yaklaşmıyorlardı. Fakat bazı erkekler kendilerine hıyanet ederek emre riayet etmiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah "Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi de" ayetini indirdi, Allah tevbenizi kabul etti, hüküm kaldırılmadan önce yaptıklarınızı da affetti. Şimdi onlara yaklaşıp oruç gecelerinde onlarla cima edin ve bu cimâdan çocuk talep edin, sırf şehevî tatmine ulaşmak için onlara yaklaşmayınız. Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar, yani tanyeri ağarmcaya kadar yeyin, için.
Sonra, geceye kadar orucu tamamlayın. Yani güneş batıncaya kadar yeme, içme ve çımadan kendinizi tutun. Siz mescitlerde itikafta olduğunuz müddetçe, gece veya gündüz onlara yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın emirleri, yasakları ve sizin için koymuş olduğu hükümleridir. Onlara muhalefet etmeyiniz. İlte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar ki, haramlardan sakınsınlar. [527]
1. Buradaki benzetme mahiyet bakımından değil farz oluş bakımındandır. Yani oruç sizden önceki ümmetlere de size de farz kılındı demektir. Bu teşbihe "mürsel-mücmel" teşbih denir.
2. âyetinde hazif yoluyla icaz vardır.
Takdiri şöyledir:
Yani kim hasta olur veya sefere çıkar da orucunu bozarsa, tutmadığı günlerin sayısı kadar kaza etmesi gerekir.
3. Celâleyn Tefsir'inin yazan, burada "11" nın hazfedildiğini kabul eder ve şeklinde takdir eder. Halbuki burada "mâh-zuf bir U nın varlığını kabul edecek bir zaruret yoktur. Çünkü âyetin mânâsı, son derece güçlük içerisinde oruç tutabilenler demektir, Bunlar da ihtiyarlar gebe ve emzikli kadınlar ve benzeri kimselerdir ki, bunlar ancak çok fazla güçlükle oruç tutabilirler. Takat ise, bir şeyi güçlük ve meşakkat- le yapmaya kadir olan kimsenin gücü için verilen bir isimdir.
4. Bu âyette edebî sanatlardan "Tıbâk-i Selb" vardır.
5. Refes, cinsî temastan kinayedir. "Ulaşmak" mânâsı taşıdığı için harf-i çeri ile geçişli kılınmıştır. Güzel kinayelerdendir. "Eşini sarıp örtünce..[528] "Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın[529] ve "Şimdi onlara yaklaşın[530] meallerindeki âyetlerde de bu güzel kinayeler vardır. İbn Abbas (r.a): Yüce Allah kerimdir, halimdir, kinaye yapan[531] buyurmuştur.
6. Burada güzel bir istiare vardır. Çünkü eşlerden her biri diğerine sarılıp kucakladığı için, giyineni örten elbiseye benzetilmiştir. Telhisu'l-beyân yazarı şöyle der: "Bundan maksat, eşlerin birbirlerine yaklaşmaları; elbiselerin, bedenleri örttüğü gibi birbirlerini örtmeleridir. Libas kelimesi istiaredir.[532]
7. Şerif Râdî bu âyeti şöyle açıklar: Bu, güzel bir istiaredir. Maksat, sahanın beyazlığı ve gecenin karanlığıdır. Burada iplikler mecaz olarak kullanılmıştır. Sabahın beyazlığı, tan yeri ilk ağardığında hafif bir aydınlık şeklinde olur. Gecenin karanlığı ise yok olup gitme durumunda oldukları ve her ikisi de zayıf oldukları için ipliklere benzetilmişlerdir. Ancak beyazlık gittikçe artar, karanlık ise gittikçe azalır. Zemahşerî bunun teşbih-i beliğ olduğu görüşündedir. [533]
1. Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yüce Allah, Yahudilere de, Hıristiyanlara da Ramazan orucunu farz kıldı. Fakat Yahudiler bu ayda oruç tutmayı bırakıp senede bir gün oruç tuttular. Bu günün de Fira-vun'urt boğulduğu gün olduğuna inanıyorlardı. Hiristiyanlara gelince onlar, Ramazan ayında oruç tutmaya devam ettiler. Ancak bu ay, çok sıcak günlere tesadüf edince[534] oruç zamanını değiştirip, onu sabit bir vakte aldılar. Böyle yaptıkları için de onun süresini on gün artırdılar. Bir müddet sonra kralları hastalandı ve bu hastalıktan kurtulmak için yedi gün oruç tutmayı adadı. Bu yedi günü de ilave ettiler, Daha sonra başka bir kral geldi. Bu üç günü niçin tutmuyoruz deyip üç gün de o ilave ederek süreyi elli güne çıkardı. İşte, "Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini Rabblar edindiler[535] mealindeki âyetten maksat budur.
2. Hafız tbn Kesir şöyle der: Oruç hükümleri arasında, duaya teşvik eden âyetinin zikredilmesinde, oruç süresi bittikten.sonra, hatta her iftar anında dua etmeye bir teşvik vardır. Zira Rasulallah (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur. "İftar anında oruçlunun yaptığı dua reddolunmaz. Abdullah b. Ömer (r.a.) iftar anında şöyle dua ederdi: "Ey Allahım! Herşeyi kuşatan rahmetin ile, Senden beni bağışlamam istiyorum."
3. cümlesinin zahiri mânâsı, kulların Allah'ı sorduklarını gösterir. Halbuki zât-ı bâri'den sorulmaz, ancak O'nun işlerinden sorulur. Bunun cevabında gelen cümlesi, kulların, Allah'ın kendilerine uzaklığı veya yakınlığım sorduklarını göstermektedir. Bu cevapta, diğer âyetlerde gelen sorulara verilen cevaplarda olduğu gibi, veya Jü lafızları kullanılmamıştır. Meselâ: "Rasû-lüm, sana dağlar hakkkında sorarlar, de ki:Rabbim onları ufalayıp savuracak[536] âyetinde cevap, Jlâ ile başlamıştır. Yukarıdaki âyette ise, Yüce Allah kullarına son derece yakın olduğunu, kendisinden bir şey isteyen ihtiyaç sahipleri ile, kendisi arasında herhangi bir vasıta olmaksızın onların isteklerine cevap verecek şekilde onlarla beraber olduğunu bildirmek için, cevabı bizzat kendisi vermiştir.
4. İbn Teymiyye şöyle der: Yüce Allah Arş'ın üstünde mahlukâtını gözetmekte, onları kollamakta ve her türlü hallerini görmektedir. Allah'ın mahlukâtına yakın olduğuna inanmak da bu cümledendir. Sahih hadiste şöyle zikredilmiştir. Dua etmekte olduğunuz Yüce Allah, size üzerine bindiğiniz devenizin boynundan daha yakındır" Kitap ve sünnette zikredilen Allah'ın mahlukâta yakınlığı ve onlarla beraberliği, O'nun, mahrukatının fevkinde ve üstünde olduğuna dair zikredilen diğer nasslara aykırı değildir. Zira Yüce Allah'ın bir benzeri yoktur.
5. Yüce
Allah bize, kadınlar ve cinsiyetle ilgili konulardaki edebî öğretmek için,
eşler arasındaki cinsi münasebeti güzel bir tabir ile ifade etti. İşte bundan dolayıdır ki, İbn Abbas
(r.a): Allah (c.c) Kerîm'dir, Halîm'dir,
kinayeli söz söyler" demiştir.[537]
[538]
188.
Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bile bile, insanların
mallarından bir kısmını, haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere vermeyin.
189. Sana,
hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar insanlar ve özellikle
hacc için vakit ölçüleridir. İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip
girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan kimsenin davranışıdır. Evlere
kapılarından girin, Allah'tan korkun, umulur kî kurtuluşa erersiniz.
190. Size
karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin,
çünkü Allah aşırıları sevmez.
191. Onları
yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları
yerden siz de onları çıkarın.
Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'-da onlar sizinle
savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa
siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.
192. Eğer
onlar (savaştan) vazgeçerlerse Allah Ğafûr ve Rahîm'dir,
193. Fitne
tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla
savaşın. Şayet vazgeçerlerse zâlimlerden
başkasına düşmanlık ve saldırı
yoktur.
194. Haram
ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size
saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah'tan korkun ve
bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.
195. Allah
yolunda harcayın Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü
hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever.
Yüce Allah önceki âyetlerde oruçla ilgili hükümleri açıklayıp, Ramazan gelerinde mü'minlerin yeme, içme ve cinsî münasebette bulunmalarının mubah olduğunu beyan ettikten sonra, bu âyetlerde de, haksız yere insanların mallarını yemenin haram olduğunu açıkladı. Zira müslümanın, ne Ramazan gecelerinde, ne de başka bir zaman haram yemesi doğru değildir. Oruçtan bahsederken söz, hilâlin görülmesi konusuna geldi. Bu ise, akla hilâllerin ne olduğu sorusunu getirmektedir. Bu sebeple âyet-i kerimeler, hilâllerin, insanların oruçları ve Allah'a yaklaşmayı sağlayan diğer ibadetler için vakitleri bildirdiğini açıklıyor. [539]
Bâtil, lügatte, giden ve yok olan demektir. Giden ve yok olan bir şey için denilir. Terim mânâsı ise; gasp, hırsızlık, kumar ve faiz gibi yollarla elde edilen "haram mal" demektir.
İdla'nm asıl mânâsı, kovayı kuyuya salmaktır. Daha sonraları, fiil olsun, söz olsun yapılan veya konuşulan her şey için idlâ tabiri kullanıldı. Bir kimse delil sevkedip getirdiği zaman: denilir. Burada idlâ'dan maksat, rüşvet olarak hakime mal vermektir.
Ehille, ayın insanlar tarafından görülen ilk hali mânâsına gelen "hilâl" kelimesinin çoğuludur, Daha sonra kamer olur. Dolunay haline geldiği zaman ise "bedir" denir.
Mevâkit, mikat kelimesinin çoğuludur. Miad kelimesinin va'd mânâsına geldiği gibi, mikat da vakit mânâsına gelir. Bir görüşe göre mikat, vaktin sonudur.
Bir kimse bir şeye karşı üstünlük sağlayarak onu tutup yakaladığı zaman denilir. demek, "yaşıtlarına hemen galebe çalan kişi" demektir. Şâir şöyle der:
Eğer bana üstün gelirseniz beni Öldürün. Ben kime üstün gelirsem artık onu yaşatmam.
Tehlüke, helak olmak demektir. [540]
Rivayet olunduğuna göre Sahabeden bazıları şöyle dediler: "Ya Rasu-lallah! Hilâl niçin bazan ip gibi ince görünüyor, sonra içi dolarak her tarafı aydınlık oluyor, sonra da tekrar ilk haline dönünceye kadar ışığı azalıyor. Güneş gibi bir halde durmuyor?"
Bunun üzerine... âyeti nazil oldu.[541] Rivayete göre, Câhiliyye devrinde Ensar ihrama girdiği zaman, geri döndüğünde eve kapısından girmez, arka tarafından açtığı bir delikten içeri girer veya bir merdiven bularak onunla evin üstüne çıkar, Öyle girerdi. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. [542]
188. Mallarınızı,
aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Yani, bir kısmınız bir kısmınızın
mallarını, Allah'ın mubah kılmadığı bir şekilde yemesin. İnsanların
mallarından bir kısmını haksız yere almanız için, size yardım etsinler diye,
bâtıl yolda olduğunuz ve haram yediğinizi bile bile hâkimlere rüşvet olarak
vermeyin.
[543]
189. Ya
Muhammedi Sana, niçin hilal önce ip gibi oluyor, sonra büyüyüp yuvarlaklaşıyor,
sonrada tekrar eski haline dönünceye kadar ışığı azalıp inceliyor? diye
soruyorlar. Onlara deki: Hilalin bu
hallere girmesi, sizin ibadet vakitlerinizi gösterir. Onlar sizin, oruç, hac ve
zekat vakitlerinizi bilmeniz için birer alamettir. İyi davranış, Câhiliyye
devrinde yaptığınız gibi, evlere arkalarından girmek değildir. lâkin iyi
davranış, takva sahibi kişinin Allah'ın haramlarından korunmak suretiyle
işlediği ve sizi O'na yaklaştıran salih ameldir. İnsanların normal zamanlarda
yaptığı gibi, evlere kapılarından girin. Mesut ve bahtiyar kişiler olabilmeniz
ve Allah'ın rızasını elde edebilmeniz için O'ndan korkun.
[544]
190.
Allah'ın dinini yüceltmek için, sizinle savaşan kâfirlere karşı savaşın. Sakın
aşın gitmeyin, çünkü Allah aşırıları
sevmez. Yani onlarla savaşa önce
siz başlamayın. Zira Allah zulmedenleri ve aşın gidenleri sevmez. Bu hüküm,
İslama davetin başladığı yıllarda idi. Daha sonra "Siz de müşriklere karşı
topyekün savaşın.[545]
mealindeki âyetle kaldırıldı. Bir görüşe göre, bu hüküm, kendisinden sonra
gelen şu âyetin hükmüyle kaldmldı:[546]
191. Onları
nerede bulursanız öldürün, yani ister Harem'in
dahilinde isterse Hill'de olsun, onları
yakaladığınız yerde öldürün.
Onlar nasıl sizi Mekke'den çıkarmışlarsa, sizde onları vatanlarından çıkarıp
kovun. Mü'mini dininden çevirmek, onu öldürmekten daha kötüdür, veya kâfirlerin
küfrü, sizin onları Harem dahilinde Öldürmenizden daha kötü bir iştir. Onlar,
Harem dahilinde savaşı büyük bir günah sayıyorlarsa, bilsinler ki onların
küfrü daha büyüktür, Onlar Mescid-i Haram'da size karşı savaşı başlatmadıkça,
siz onlara karşı savaşa başlamayın, Eğer savaşı onlar başlatırsa, o zaman siz
de onlan öldürün. Çünkü oranın hürmetini onlar bozmuş olurlar. Kötülüğü başlatan daha zâlimdir. İşte,
Allah'ı inkâr eden her kâfir hakkında verilecek hüküm budur.
[547]
192. Eğer
onlar şirkten vazgeçer ve İslam'a girerlerse, onları bırakın. Zira Allah,
tevbe edip kendisine sığınan herkese mağfiret ve merhamet eder.
[548]
193.
Kâfirlerle, onların güçlerini kırıncaya, yeryüzünde şirkten eser kalmaymcaya ve
Allah'ın dini diğer bütün dinlere üstün ve galip gelinceye kadar savaşın. Eğer
sizlerle savaşmaktan veya şirkten vazgeçerlerse, siz de onlarla savaşmayı
bırakın. Kim, onlar savaşı bıraktıktan sonra savaşmaya devam ederse zulmetmiş
olur. Zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.
[549]
194. Sonra
Yüce Allah, müşriklerin düşmanlık ve saldırılarını def etmek miçin, haram aylarda müslümanların onlarla
savaşmalarının mubah kılındığını açıkladı ve şöyle buyurdu: Haram ay, haram
aya; hürmetler hürmetlere kısastır. Yani onlar haram ayda sizinle savaşırlarsa,
siz de bu ayda onlarla savaşın. Onlar ayın hürmetini ihlal edip sizin kanınızı
akıtmayı helal sayarlarsa siz de onlara aynı şeyi yapın.[550] Kim size saldmrsa, siz de ona, misliyle
saldırın. Kendinizi, haddi aşmaktan alıkoyun. Siz Mescid-i Haram dahilinde
veya haram ayda savaş açana, misliyle karşılık vererek cezalandınn, haddi
aşmayın, Allah'tan korkun. Bütün iş ve davranışlarınızda Allah'ın emrini göz
Önünde bulundurun. Bilin ki O, dünya ve âhirette yardım ve desteğiyle, daima
takva sahipleriyle beraberdir.
[551]
195. Cihad için ve Allah'a yaklaşmayı sağlayan diğer ameller için harcayın, harcarken cimri davranmayın. Eğer Allah yolunda harcamaz ve cimrilik yaparsanız belâya uğrar ve düşmana mağlup olursunuz. Bazılarına göre bu âyetin mânâsı şöyledir: Mallarınız ve çoluk çocuklarınız ile meşgul olarak, Allah yolunda cihadı terketmeyin, yoksa helak olursunuz. Bütün amelleriniz de, Allah'ı görüyormuş sunuz gibi hareket edin ki, Allah sizi sevsin ve kendisine yakın olan dostları arasına sizi de katsın. [552]
1. Âyetinde, tariz nevilerinder olan ve üslub-u hakîm adı" verilen edebî sanat vardır. Müşrikler Rasulallar (s.a.v.)'a yeni doğan ayın niçin küçük olduğunu, daha sonra ışığı artara! niçin dolunay haline geldiğini soruyorlar, Yüce Allah ise onları, hilâllerir bu şekilde olmasındaki hikmeti beyana sevkediyor. Demek istiyor ki: "Sizin için faydalı olan ayın ilk günlerinden itibaren ışığının artıp, sonun doğn yine azalmasının sebebini sormanızı değil" hilallerin yaratılışındaki hik meti sormanızdır. İşte edebiyatçılar bu sanata "uslûb-u hakîm" derler.
2. Bu cümlede, hazif yoluyla îcaz vardır. Takdiı şöyledir: Haram ayın hürme tini ihlal etmek, karşılık olarak aynı ayın hürmetini ihlal etmeyi gerektiril Bu sanata "hazif yoluyla icaz" ismi verilir.
3. cümlesinde Müşâkele sanatı vardıı Müşâkele, lafızların aynı, mânâlarının farklı olmasıdır. Bu cümlede hadc aşmanın karşılığı da haddi aşmak, diye isimlendirilmiştir. Nitekim Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür,[553] âyetinde de aynı sanat vardır. Zeccâc der ki: Araplar, kendilerine zulmeden bir kimseye ayniyle karşılık verdikleri zaman, * derler. [554]
1. Kur'an-ı Kerim'de kıtal veya cihad lafızları, daima "fî sebilillah" kelimesiyle beraber zikredilmektedir. Bu, kıtalden maksadın çok yüce ve şerefli bir gaye olduğunu gösterir ki, bu gaye de "Allah'ın dinini yüceltmek"tir. Yoksa, hükümranlık, ganimet elde etmek, yeryüzünü istilâ veya başka herhangi bir basit gaye değildir.
2. Kur'an'da gibi, sual sıyğasıyla gelen her soruya, fâ harfi kullanılmadan lafzıyle cevap verilmiştir. Sadece Tâhâ sûresinde şeklinde gelen sual sıygasına, fâ harfi kullanılarak, "De ki, Rabbim onları ufalayıp savuracak"[555] şeklinde cevap ve il mistir. Bunun hikmeti şudur: Diğer âyetlerde geçen bütün cevaplar, soru sorulduktan sonra verilmiştir. Tâhâ sûresinde ise, soru sorulmadan cevap verilmiştir. Takdiri şöyledir: "Sana dağlar hakkında soru sorulursa, de ki: "Rabbim onları ufalayıp savuracak.[556]
3.
Rivayet
edildiğine göre, müslümanlardan biri Rûm ordusuna saldırarak aralarına girdi.
Bunu görenler: "Sübhanellah! Adam kendi elleriyle kendini tehlikeye
attı" dediler. Ebu Eyyub el-Ensarî şöyle dedi: "Ey Ensar topluluğu!
Bu âyet bizim hakkımızda indi . Allah bu dini kuvvetlendirir ve yardımcıları
çoğalırken biz: "Mallarımızla meşgul olsak, da zayi olanları telâfi etsek,
dedik. Bunun üzerine: "Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmayın" mealindeki âyet nazil oldu. Buna göre asıl
tehlike, mallarla ve onların ıslâhı ile meşgul olup da, Allah yolunda cihadı
terketmektedir". Ebu Eyyup el-Ensarî, şehit oluncaya kadar Allah yolunda
savaştı ve Rûm diyarında şehit olarak oraya gömüldü.
[557]
196. Haccı
ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer alikonursamz kolayınıza gelen kurbanı
gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden
her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka
veya kurban olmak üzere fidye gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak
isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesemeyen kimse hac
günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi
tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar
içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın vereceği ceza ağırdır.
197. Hacc,
bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına
yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur, ne hayır
işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır.
Ey akıl Sahipleri! Benden korkun.
198.
Rabbinizden gelecek bir lütfü aramanızda size harhangi bir günah yoktur.
Arafat'dan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu
size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz, siz daha önce yanlış gidenlerden
idiniz.
199. Sonra
insanların (Sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin.
Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir,
200.
Hacc ibadetlerinizi bitirince,
babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde
Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki; "Ey Rabbi-miz! Bize dünyada
ver" derler. Böyle kimselerin âhi-retten hiç nasibi yoktur.
201.
Onlardan bir kısmı da "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette
de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru" derler.
202. İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir
nasip vardır. Allah'ın hesabı çok sür'atlidir.
203. Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.
Yüce Allah, önceki âyetlerde oruçla ilgili hükümleri açıkladıktan sonra, bu âyetlerde de hacc ile ilgili hükümleri açıkladı. Çünkü hacc ayları, oruç aylarından hemen sonra gelmektedir. Aradaki kıtal âyetleri ise haram aylar ve o aylardaki savaş gibi, çok önemli bir konudan bahsetmektedir. Bu âyetler Müslümanlar ihramlı iken müşriklerin saldırısına uğrarlarsa, nefislerini korumak için karşı saldırıya geçmelerinin ve haram aylarda savaşmalarının mubah olup olmadığım açıklamaktadır.
Önceki âyetler hilallerin hikmetini, onların oruç ve hacc gibi ibadetlerin vakitlerini gösteren birer alâmet olduğunu beyan ettikten sonra, müs-lümanların haram aylarda savaş durumlarını beyan etmiştir. Rasulullah (s.a.v.) umre yapmak istediği zaman, müşrikler onun Mekke'ye girmesine mani olmuşlar ve bunun üzerine Hudeybiye Sulhu yapılmıştır. Sonra ertesi yıl kaza umresi yapmak isteyince, Ashabı ihramlı iken müşriklerin ahdi bozarak kendilerine saldırmalarından korkmuşlardı. Bu âyetler, müslüman-ların, haram ayların hürmetini ilk defa kendilerinin bozmamaları gerektiğini, müşrikler bozdukları takdirde, karşılık olarak ve onların saldırılarını defetmek için bu aylarda savaşabileceklerini beyan etmiştir. Daha sonraki âyetlerde ise, haccın ve ihsarın hükümlerinden bahsedilmiştir. İşte, önceki âyetlerle bu âyetler arasındaki münasebet budur. [558]
îhsar, hapsetmek ve engel olmak demektir. Bir kimse diğerini seferden menettiği zaman denir. Bir kimse birini hapsedip ona engel olduğunda denir. Ezherî şöyle der: Bir kimse hapse atılarak hareketten men edildiği zaman Hastalık veya yolu kesilmek suretiyle seferden alıkonulursa denir.
Hedy; deve, koyun ve sığır gibi hayvanlardır. Beytullah'a götürülen hayvandır. En küçüğü koyundur.
Mahill, kurban kesmenin helal olduğu yerdir ki, burası da Ha-rem-i Şerif veya mahsur kalan kimsenin mahsur kaldığı yerdir.
Kulun, Allah için kesmiş olduğu kurban mânâsına gelen "nesike" kelimesinin çoğuludur.
Cünah, ash orta yoldan sapmak mânâsına gelen cünüh kökünden olup "günah" manasınadır.
"Ayrıldığınız zaman" demektir. Aslı, suyun dökülerek akması mânâsına gelen fiilindendir. demek, "Suyun akmasına benzer bir hızla Arafat'tan ayrıldınız" demektir.
Halâk, Allah'ın rahmetinden nasib ve pay almak demektir. : "Hesap için toplanacaksınız" demektir. [559]
1. İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yemenliler, azık ve yiyecek tedarik etmeden haccederler ve "Biz Allah'a tevekkül ediyoruz" derlerdi. Mekke'ye geldikleri zaman da, dilencilik yaparlardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Azık edinin, Bilin ki, azığın en hayırlısı takvadır" mealindeki âyetini indirdi.[560]
2. Âişe (r.a.)'m şöyle dediği rivayet olunmuştur: Kureyşliler ve onlarla aynı dinde olanlar Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. Hamâset-i diniyye iddialarından dolayı bunlara "Hums" ismi verilirdi. Diğer Araplar ise Arafat'ta vakfe yapıyorlardı. İslam gelince, Yüce Allah peygamberine Arafat'a gelip vakfe yaptıktan sonra oradan ayrılmasını emretti. Kureyşliler, Meş'a-r-i Harâm'dan bir sel gibi toplu olarak akarlardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Sonra insanların sel gibi akın ettiği yerden, siz de sel gibi akın edin" mealindeki âyeti indirdi.[561]
196. Hacc ve
umreyi, rükün ve şartlarına riayet ederek, tam bir şekilde, Allah rızası İçin
eda edin. Hastalık veya düşman sebebiyle hac veya umreyi tamamlamanız engellenirse
ve ihramdan çıkmak isterseniz kolayınıza gelen deve, sığır veya koyundan birini
kurban kesmeniz gerekir. Kurbanlık hayvan, kesileceği yere varıncaya kadar,
traş olarak veya saçlarınızı kısaltarak ihramdan çıkmayınız. Kurbanın
kesileceği yer, Ha-rem-i Şerif veya mahsur kalman yerdir.: Ey ihram giymiş
mü'minler! Sizden kimin cildinde kıllarım kesmeyi gerektiren bir hastalığı
olur da onları tıraş ederse veya başında, bit ve başağrısı gibi kendisine
eziyet verecek bir şey bulunduğu için ihramli iken başını tıraş ederse, ona
fidye vacip olur. Bu fidye ya üç gün oruç tutmak veya altı fakire üç sa'
miktarınca sadaka vermek veya en az bir koyun olmak üzere bir kurban kesmektir.
liti İşin başlangıcında emniyet içinde
iseniz veya ihsardan sonra emniyete ulaşırsanız, Bu takdirde, kim hacc aylarında umre yapar ve ihramlı olmayanların
faydalandığı güzel koku sürünme, kadınlara yaklaşma ve benzeri diğer
nimetlerden faydalanırsa, kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Bu da,
Allah'a şükrün bir ifadesi olarak keseceği bir koyundur. Kim kurbanı alacak bir
imkân bulamazsa, ongun oruç tutması gerekir. Bunun üç
gününü hacc için ihrama
girdiğinde, yedisini de
vatanına döndüğünde tutar. İşte
bu, kurban yerine geçecek on gündür. Sevabı da, eksiksiz olarak kurbanın sevabı
kadardır. Bu temettü haccı veya bu kurban, Harem-i Şerifte oturmayanlara
mahsustur. Harem-i Şerifte oturanlar haccı-ı temettü yapamazlar, onlar için
bir kurban kesme de söz konusu değildir. Allah'ın emirlerine sarılmak ve
yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından sakınınız. Biliniz ki, O'na
muhalefet edene azabı şiddetlidir. Yüce
Allah bundan sonra haccın vaktini açıklayarak şöyle buyurur:
[562]
197. Haccın
mevsimi, insanlar arasında bilinen Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının
ilk ongunudur. Kim bu aylarda ihrama girip telbiye yaparak hacca niyet ederse,
artık onun için Hacc esnasında hanımına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara
yönelmek, kavga etmek yoktur. Yani hacca niyet eden kimse kadınlara yaklaşamaz
ve onlardan faydalanamaz. Çünkü o, Allah'a yönelmiş ve O'nun rızasını
istemiştir. Dolayısıyla şehevî arzuları bırakması, masiyetleri, cedelleşmeyi ve
arkadaşlarla kavga etmeyi terk etmesi gerekir. İleriye, nefsiniz için hayırdan
ne gönderirseniz, Allah onun karşılığında size en güzel şekilde mükâfat verir.
Âhiretiniz için takva azığı hazırlayın. Çünkü o, en hayırlı azıktır. Ey akıl ve
anlayış sahipleri! Benden korkun ve azabımdan sakının.[563]
198. Rabbinizden
gelecek bir lutfu aramanızda size harhangi bir günah yoktur. Yani hacc
esnasında ticaret yapmanızda size bir günah ve bir vebal yoktur. Çünkü dünyalık
ticaret dinî ibadete mani değildir.
Daha önce müslümanlar
hacc aylarında ticaret yapmayı günah sayarlardı. Bu âyet inerek, müslümanlarm
hacc aylarında ticaret yapmalarım mubah kıldı.
Arafat'ta vakfe yapıp
oradan ayrıldığınızda dua, tazarru, tekbîr ve tehlîl ile, Müzdelife'de
Meş'ar-i Haram'ın yanında Allah'ı anınız. O'nun size gösterdiği gibi güzel bir
şekilde O'nu anınız. Hidayet ve iman nimetine karşılık O'na şükrediniz. Çünkü o
sizi hidayete iletmeden önce, siz imanı ve dinin hükümlerini bilmeyen
sapıkların içindeydiniz.
[564]
199. Sonra, Müzdelife'den değil insanlann bir sel gibi akıp gittiği Arafat'tan siz de inin.
Bu hitap Kureyşli'leredir. Zira Kureyşliler, kendilerini diğer insanlardan üstün görüyor ve onlarla birlikte Arafat'ta durmak istemiyorlardı: "Biz Allah'ın dostları ve O'nun hareminin sakinleriyiz. Oradan dışarı çıkmayız." diyorlar ve Harem sınırları içinde olduğundan Müzdelife'de duruyorlar, sonra da oradan inip gidiyorlardı. Bunlara, "dindarlar" mânâsına "hums" denilirdi. Yüce Allah Rasulüne Arafat'a çıkıp orada vakfe yapmasını, sonra da oradan inmesini emretti.
Geçmiş günahlarınızdan
dolayı Allah'tan af dileyiniz. Çünkü Allah'ın bağışlaması çok, rahmeti
geniştir.
[565]
200. Hacc işlerini bitirip sona erdirdiğinizde, babalarınızı andığınız ve övgü vesilelerini sayıp döktüğünüz gibi, hatta ondan daha fazla Allah'ı anınız.
Müfessirlerin anlattığına göre Araplar, hac menâsikini îfa ettikten sonra Mina'da Mescitle dağ arasında durarak, babalarından intikal eden övgü vesilelerini, tarihî güzel günlerini anarlardı. İşte bunun için, onlara sadece Allah'ı zikretmeleri emredildi.
Öyle insan vardır ki,
sadece dünyayı düşünür ve şöyle der: Allah'ım! Bana vereceğin mü -kâfatı ve
lütfü sadece dünyada ver. Böyle kimsenin âhirette bir payı, bir nasibi yoktur.
[566]
201. İnsanlardan
öylesi de vardır ki hem dünya ve hem de âhiretin hayrını ister ve bizi cehennem azabından koru, der. Bu, akıllı
mü'mindir. Bu dua, bütün hayırları toplar, bütün serleri de uzaklaştırır. Çünkü
dünyadaki hasene (hayır); sıhhat, afiyet, iyi bir ev, güzel bir eş, bol rızık
ve daha bir çok iyi şeyleri kapsar. Âhiretteki hayır da büyük korkudan emin
olma, hesabı kolay verme, cennete girme, Allah'ın cemalini görme ve benzeri
hayırları kapsar.
[567]
202. İşte'
hem dünya ve hem de âhiret mutluluğunu
isteyen bu kimselerin yaptıkları iyi amellerden bolca nasipleri vardır.
Allah'ın hesaba çekmesi süratlidir. Mahlukâtı, göz açıp kapayıncaya kadar
hesaba çeker.
[568]
203. Sayılı günlerde Allah'ı anın. Yani kurban kesme gününden sonra üç gün namazlardan sonra ve şeytan taşlarken tekbir getirerek Allah'ı zikrediniz. Kim acele ederek iki gün sonra Mina'dan aynhrsa ona bir günah yoktur. Kim geri kalıp da üçüncü gün, ki buna ikinci ayrılış günü denir, şeytan taşlarsa ona da bir günah yoktur. Zikredilen bu hükümler, Allah'tan korkup haccını en güzel bir şekilde tamamlamak isteyenler içindir. Allah'tan korkunuz ve biliniz ki, siz hesap için Allah'ın huzurunda toplanacaksınız da, amellerinize göre sizi cezalandıracaktır. [569]
1. Cümlesi, kurbanı ihsar yerinde kesmekten kinayedir.
2. Burada hazif yoluyla icaz vardır. Yani, kim hasta olduğu için tıraş olursa, veya başında kendisine eziyet verecek bir şey bulunduğu için tıraş olursa ona fidye gerekir, demektir.
3. Burada gâibten muhataba dönüş vardır. Bu da edebî güzelliklerdendir.
4. Burada tafsilden sonra icmal vardır. Bu, itnab kabilinden bir sanattır. Oruca devam etmenin onu basite almamanın veya günlerinin sayısını eksiltmemenin gerektiğini vurgular.
5. Cümlesinde, işin büyüklüğünü göstermek ve kalblere korku salmak için, zamir yerine, Allah lafzı açık isim olarak getirilmiştir.
6. Bu kelimelerin sıygası olumsuzluk bildirmekle birlikte, hakikatte bunlar yasaklayıcı emirlerdir. Yani, "Kimse hanımınaj yaklaşmasın ve fâsıkhk etmesin" demektir. Bu tür bir ifade, sarih bir yasaklamadan daha vurguludur. Çünkü bu ibare, böyle bir işin kesinlikle olmaması gerektiğini ifade eder. Zira hoş görülmeyen ve bizatihi çirkin olan şeyin, hacc aylarında yapılması daha çirkindir. Bir şeyi haber sıygasıyla getirip de nehyini murat etmek, daha mübalağalı ve daha açıktır.
7. Bu cümlede teşbih-i temsil vardır. Buna "Mürsel-Mücmel" denilir. âyeti arasında latif bir mukabele sanatı vardır. [570]
1. kelimesi, aslında ibadet manasınadır. Kurban kesmek de, mü'minin Allah'a yaklaşacağı şerefli ibadetlerden olduğu için, hayvanı kurban etmeye de "nüsük" denir. :
2. Dünya azığı, nefsin istek ve arzularını yerine getirmeyi temin eder. Âhiret azığı ise, ahiret nimetlerini elde etmeyi sağlar. Bundan dolayı! Yüce Allah, faydalı olan âhiret azığım zikretti. Bu mânâda el-A'şâ şu beyti söylemiştir.
Sen takva azığını
almadan göçer de öldükten sonra azığını almış kimse ile karşılaşırsan, onun
gibi olmadığına ve onun âhireti gözettiği gibi gözetmediğine pişman olursun.
[571]
204. İnsanlardan
öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider.
Hatta böylesi kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en
yamanıdır.
205. O,
dönüp gittiğinde yeryüzünde ortalığı fesada vermek; ekinleri tahrip edip
nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.
206.
Böylesine "Allah'tan kork!" denilince benlik ve gurur kendini günaha sevkeder. Ona cehennem yeter.
O ne kötü yataktır.
207.
İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızasını almak için kendini feda
eder. Allah da kullarına şefkatlidir.
208. Ey iman
edenler! Hep birden İslam'a girin. Sakın
şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanmızdır.
209. Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer saparsanız,
şunu iyi bilin ki Allah Azizdir, Hakimdir,
210. Onlar,
ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini mi
beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.
211. İsrailoğullarına
sor. Onlara nice mucizeler verdik. Kİm mucizeler kendisine geldikten sonra Allah'ın
nimetini değiştirirse, bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.
212. Kâfir
olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. Onlar, iman edenler ile alay ederler.
Oysa ki, inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah
dilediğine hesapsız rizık verir.
Yüce Allah önceki âyetlerde, oruç, zekat ve hacc gibi kalpleri temizleyen ve ruhları arındıran ibadetleri anlattı. İnsanlardan bir kısmının sadece dünyayı istediğini, ondan öteye bir gayesi olmadığını; bir kısmının ise, Allah rızasını kazanmak gibi yüce bir gayesi olduğunu bildirdi. Bu âyetlerde ise, her iki grupla ilgili örnek verdi: Bunlardan birisi, kendini şeytana kaptırmış dalâlet grubu, diğeri ise kendini Rahman'a vermiş hidayet grubudur. Daha sonra Yüce Allah, şeytanın peşinden gitmekten sakındırdı ve onun, bizim amansız düşmanımız olduğunu bildirdi. [572]
Leded, şiddetli düşmanlık demektir. Taberî, eleddü kelimesinin amansız düşman mânâsına olduğunu söyler. Hadiste "Allah katında en sevimsiz kişi, husumeti şiddetli olandır" buyrulmuştur.
Hars, ekin demektir. Çünkü tohum önce ekilir, sonra tarla sürülür.
Nesi, zürriyet ve çocuk demektir. Bu kelime, aslında, süratle çıkmak manasınadır. "Rabblerine koşarak giderler[573] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Çocuk anasının rahmine süratle düştüğü için ona nesil denmiştir.
İzzet; gurur ve haysiyet demektir.
Hasb, fiil mânâsına isimdir. "O'na yeter" demektir.
Mihâd, yatıp uyumak için hazırlanan döşektir.
"Satıyor" manasınadır.
tbtiğâ, istemek demektir.
Bu kelime, sin harfi esre okunduğunda "İslam, üstün okunduğunda "sulh" mânâsına gelir. Bunun aslı, boyun eğmek ve itaat etmek mânâsına gelen "İstislam" kökündendir. Şair şöyle der:
Kabilemi İslam'a çağırdım. Neticede gördüm ki, yüz çevirmiş kaçıyorlar.
Zelel, doğru yoldan sapmak demektir. Hakiki mânâda, ayak kayması için kullanılır. Daha sonraları manevî işlerde kullanılmıştır.
Zulel, zulle kelimesinin çoğuludur. Zulle ise, güneş ışınlarını perdeleyip görünmesine mani olan şeydir. [574]
1. Rivayet edildiğine göre Ahnes b.Şureyk Peygamberimize gelerek müslüman olduğunu bildirdi ve onu sevdiğine dair yemin etti. Halbuki görünüşte müslüman, fakat içi çirkef dolu bir münafıktı. Biraz sonra Rasu-lullah (s.a.v.)'m yanından ayrılıp gitti. Yolda mü s lüm ani ardan bir topluluğa ait ekine ve eşeklere rastladı.' Ekini yaktı, eşekleri de öldürdü. Bunun üzerine Yüce Allah ifadesiyle başlayıp yi ile sona eren âyetleri indirdi.[575]
2. Rivayet edilir ki, Suheyb-i Rûmî Medine-i Münevvere'ye hicret etmek istediğinde Kureyş müşriklerinden bir grup onu geri çevirmek için arkasından yetiştiler. Bunun üzerine bineğinden inip, çantasmdaki okları çıkarttı, yayını aldı ve şöyle dedi: Ey Kureyş topluluğu! Benim, sizin en iyi okçunuz olduğumu biliyorsunuz. Allah'a andolsun ki, çantamdaki okları atıp bitirinceye kadar bana yaklaşamazsmız. Sonra, kılıcımdan elimde bir parça kaldığı müddetçe sizinle savaşırım. Ondan sonra bana istediğinizi yapın". Müşrikler: "Sen bize geldiğinde hiçbir şeyi olmayan fakir ve zayıf birisiydin. Şimdi zenginsin!! dediler. Bunun üzerine Suheyb: "Malımın yerini size söylesem beni serbest bırakır mısınız?" dedi. Müşrikler: "Evet"
dediler. Süheyb onlara Mekke'deki malının bulunduğu yeri söyledi. Medine'ye geldiğinde Rasulallah (s.a.v.)'m huzuruna girdi. Rasulallah (s.a.v.) ona: "Alışverişin kârlı olsun Ya Suheyb!" diye dua etti. Bunun üzerine Yüce Allah âyetini indirdi.[576]
204.
Ey
Muhammedi İnsanlardan öylesi vardır ki, sözü senin hoşuna gider, tatlı dili ve
kuvvetli ifadesiyle seni hayrete düşürür. Fakat o, yalancı bir münafıktır. Onun
bu davranışı sadece dünya hayatında etkisini gösterir. Âhirete gelince, orada
hükmedecek olan sadece, kalpleri gören, sırlardan haberdar olan ve gayıplan
bilen Yüce Allah'tır. münafık, sana iman ettiğini söyler, fakat kalbindeki
küfür ve nifakla Allah'a karşı savaşır. O, amansız bir düşmandır. Görünüşte
dindar, tatlı dilli, iyi birisi olmasına rağmen bâtıl uğrunda savaşır.
[577]
205. Senin yanından ayrılıp gittiği zaman, yeryüzünde fesat çıkarır.
Bu âyet Ahnes hakkında nazil olmuştur. Fakat, diliyle kalbi birbirini tutmayan her münafık hakkında geçerli umumî bir hükümdür. Bu gibiler hakkında, şöyle bir Arap atasözü vardır: Diliyle tatlı tatlı söyler, fakat tilki
gibi sana tuzak kurar,
İnsandan veya
hayvandan türeyen nesli ve ekini helak eder. Yani onun fesadı umumîdir.
Şehirliyi de bedeviyi de kapsar. Hars, ekin ve meyvelerin yetiştiği yer
tarladır. Nesil, canlıların yavrularıdır. İnsanları ayakta tutan da bu iki
şeydir. Dolayısıyle bu ikisinin ifsadı, insanlığı yok etmek demektir. Allah
fesadı ve fesat çıkaranları sevmez.[578]
206.
Ona,
"Allah'tan kork" denilince, günahları sebebiyle benlik ve gurur onu
yakalar. Yani bu günahkâr kişilere, "Çirkin söz ve fiillerden
vazgeçin" diye öğüt verilince, benlik ve cahili gururları onları günah
işlemeye ve kibirlilik taslayarak hakkı kabul etmemeye sevkeder. Neticede
bozgunculuk çıkarma ve inat işine iyice dalarlar. Yatak ve döşek olarak cehennem ona yeter. O,
ne kötü yataktır!
[579]
207. İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah'ın rızasını elde etmek için kendini feda eder. Bunlar hayırlı ve iyi kimselerdir. Yüce Allah münafıkların kötü vasıflarını anlattıktan sonra, mü'minlerin övgüye layık güzel vasıflarını anlattı. Yani insanlar içinde hayır ve salah ehli bir grup vardır ki, sadece Allah'ın rıza ve sevabını elde etmek için kendilerini Allah yolunda feda ederler, yaptıkları amellerle O'nun rızasından başka bir şey talep etmezler.
Allah, kullarına karşı
engin rahmet sahibidir. İyilikleri kat kat mükâfatlandırır, kötülükleri
bağışlar, kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz. Sonra Yüce Allah mü'min
kullarına, hükmüne boyun eğmelerini, emirlerine uymalarını ve İslam dinine
girmelerini emretti. Zira Allah ondan başka hiçbir dini kabul etmez.
[580]
208.
Ey iman edenler! İslam'a, o-nun bütün hükümlerine
tamamen uymak suretiyle girin, bir hükümle amel edip diğerini bırakmayın,
mesela namaz kılıp zekatı vermemezlik etmeyin. İslam bir bütündür,
bölünmez. Şeytanın aldatmalarına kanarak
onun size gösterdiği bâtıl yollara girmeyin. O sizin apaçık bir düşmanmızdır.
[581]
209.
Eğer İslamın hak olduğuna dair kesin ve apaçık
deliller geldikten sonra, tökezleyip ona girmekten yüz çevirirseniz Biliniz ki
Allah galiptir, kendisine isyan edenlerden intikam almaktan âciz değildir,
yarattığı ve yaptığı her şey bir hikmete bağlıdır.
[582]
210. Onlar
yüce olan Allah'ın, mahlukâtı arasında h'üküm vermek için kendilerine
gelmesinden başka bir şey beklemezler.[583] O
gün de semâ yarılır ve buluttan gölgeler içinde Allah (c.c), Arş'ın
taşıyıcıları ve sayılarını Allah'tan başka kimsenin bilmediği melekler
buluttan gölgeler içinde inerler. Bu sırada melekler yüksek sesle şöyle teşbih
ederler; "Mülkün ve melekût âleminin sahibi olan Allah'ı noksan
sıfatlardan tenzih ederiz. İzzet ve kudret sahibi olan Allah noksan sıfatlardan
uzaktır. Hiç ölmeyen, daima diri olan Allah'ı teşbih ederiz. Mahlukâtını
öldürüp kendisi ölmeyen Allah hertürlü eksiklikten yücedir. O her kötülükten
münezzeh ve mukaddestir, meleklerin ve Ruh'un Rabbidir. Artık mahluklar
arasında hüküm vererek, iyiyi kötüden ayırma işi bitmiştir. Bir grup cennete,
bir grup cehenneme gitmiştir. Bütün insanların dönüşü bir olan Allah'adır. Yüce
Allah'ın bu şekilde buyurmasından maksat, kıyamet gününün korkunçluğunu ve
dehşetini gözler önünde canlandırmak ve o
gün, gerçek hâkimin, hüküm ve kazasına asla karşı gelinemeyen Yüce Allah olduğunu beyan etmektir. Sonra Yüce Allah,
Rasulüne hitap ederek şöyle buyurur:
[584]
211. Ey
Muhammed! İsrâîloğullarma şu soruyu sorarak onlar» kına: Musa'nın doğruluğuna
delâlet eden, ne kadar açık ve kesin deliller gördüler. Buna rağmen nasıl da
küfredip iman etmediler? Kim, mû'cizeler kendisine geldikten sonra, Allah'ın
nimetlerini bırakıp onlara karşılık küfür ve inkârı alırsa, bilsin ki, Allah'ın
ona tattıracağı azap çok şiddetli ve elem vericidir.
[585]
212. İnkâr
edip kâfir olanlara dünya hayatı süslendi.
Yani dünyanın şehvet nimetleri onlara süslü gösterildi. Kalplerini dünya
sevgisi kuşattığı için âhireti unuttular. Şerre iyice dalarak ebediyyet yurdu
olan âhiretten yüz çevirdiler. Bu yüzden de, dünyayı bırakıp âhirete yönelen
mü'minleri geri zekalılıkla itham edip, onlarla alay ederler. Nitekim onların
bu durumu, "Dünyada günahkârlar, iman edenlere gülerlerdi[586]
mealindeki âyette de anlatılmaktadır. Yüce Allah onların bu bâtıl görüşlerini
reddetmek için şöyle buyurur: Oysaki, iman edip Allah'ın azabından korunanlar,
onların çok üstünde olan mevkilerdedir. Mü'minler a'la-i illiyyînde, kâfirler
ise esfel-i sâfilîndedir. Mü'minler âhirette izzet ve ikramın zirvesinde,
kafirler ise zillet ve horluğun dibindedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık
verir. Yani, "kendilerine hesapsız rızık verilmek üzere, cennete girerler[587]
mealindeki âyette belirtildiği gibi, Yüce Allah, dostlarını bitmez tükenmez bol
nzıklarla rızıklandmr. Veya ister mü'min olsun, ister kâfir; ister iyi olsun
ister günahkâr, hikmet ve dilemesi icabı dilediği kuluna bol rızık verir. Bu hususta onu kimse hesaba çekemez.
[588]
1. Burada "izzet" lafzından sonra "ism" lafzı zikredilmiştir. Edebiyatçılar bu sanata "tetmim" (tamamlama) sanatı derler. Çünkü izzet lafzı genellikle övülen bir vasfı akla getirir. Böyle olmadığını bu izzetin yerilen bir izzet olduğunu göstermek için, ondan sonra "ism" lafzı getirilmiştir.
2. Bu, bir nevi hakaret ve alaydır. Yani, nasıl bir anne oğluna yumuşak yatak ve örtü ile hizmet edip ikramda bulunursa, cehennem de öylece onlar için hazırlanmış bir döşektir!...
3. Buradaki istifham, olumsuzluk mânâsında istifham-ı inkârîdir. Daha sonra gelen ^1 edatı bunu göstermektedir. "Beklemezler" manasınadır.
4. Burada "zulel" lafzı, korkunçluk ve heybet ifade etmesi için nekre gelmiştir. Zira bulutlar, içindekileri göstermeyecek kadar yoğun olduğu için, son derece heybetli ve korkunç görünürler, cümlesinde ki mâzî fiil, cümlesindeki muzâri fiile atfedilmiş tir. Onun sanki olmuş gibi muhakkak tahakkuk edeceğini göstermek için böyle yapılmıştır.
5. Burada heybeti artırmak ve kalplere korku salmak için, zamir yerine Allah lafzı kullanılmıştır.
6. Burada "süsleme" fiili, mâzî olarak getirilmiştir. Zira dünyanın kâfirlere süslü gösterilmesi ve dünyayı süslü görme vasfının onların tabiatlarına yerleştirilme işi tamamlanmıştır. Bu mâzî fiil üzerine, muzâri fiilinin affedilmesinin sebebi ise, onların, mü'minlerle alay etmelerinin devam etmesidir. Zira muzâri sıygası devam ve süreklilik ifade eder. [589]
İbn Teymiyye "Tedmuriyye" adlı risalesinde şöyle der: Yüce Allah zâtını, "buluttan gölgeler içinde gelmek" ile vasıflandır-mıştır. Burada "ityân" (gelmek) fiilini kullandığı gibi, başka bir âyette de aynı manada "meçi" fiilini kullanmıştır. Gerek Kur'an'da, gerekse sahih hadislerde, Allah'ın zâtı ile ilgili bunlara benzer lafızlar kullanılmıştır. Bu lafızlar hakkında söylenecek bir söz vardır. O da Selefin ve imamların görüşüdür. Onlar Yüce Allah'ı kendisinin ve Rasulünün vasfettiği gibi, aynı lafızları kullanarak tahrifsiz, ta'dilsiz, keyfiyet belirtmeden ve benzetme yapmadan vasfetmişlerdir. Zâtı hakkında ne söylenirse, sıfatlan hakkında da aynı şey söylenir. Ne zatında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde hiçbir şey O'na benzemez.
Eğer birisi:
"Yüce Allah nasıl gelir? O'nun gelmesi nasıldır?, diye sorarsa ona şöyle
denir: O'nun zâtının nasıl olduğu bilinmediği gibi, sıfatlarının da nasıl
olduğu bilinmez".[590]
213.
İnsanlar bir tek ümmet îdi. Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri
gönderdi. İnsanlar arasında,
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber
hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. İndirilen kitapta hiç kimse ayrılığa
düşmedi. Ancak kendilerine kitap
verilenler, apaçık deliller geldikten sonra,
aralarındaki kıskançlıktan ötürü
dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde
ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola
iletir.
214.
Yoksa
siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve
öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki mü'minler
"Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. Bilesiniz ki Allah'ın
yardımı yakındır.
215.
Sana ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar,
yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah, yapacağınız her
hayrı bilir.
216.
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin
için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha
kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz
bilmezsiniz.
217.
Sana
haram ayı yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük
bir günahtır. Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Ha-ram'ın
ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük günahtır.
Fitne de adam öldürmekten daha büyük günahtır." Onlar eğer güçleri
yeterse, sizi dininizden
döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden
döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de
boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.
218. İman edenler ve hicret edip Allah yolunda ci-had edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini uman kişilerdir. Allah, Ğafûr ve Rahîm'dir.
Yüce Allah bundan önceki âyetlerde insanlasın iki grup olduğunu; bir grubun, tatlı dil ve ifade gücü ile insanları sapıklığa düşürüp, yeryüzünde fesat çıkardığını, bir grubun ise, Allah rızasını gözetip O'ndan başka hiç kimseden birşey beklemeyerek kendini hak uğruna feda ettiğini anlattı. Hayır ile şer ehli arasında kavga ve münazara kaçınılmaz bir şey olduğu gibi, hak için kılıca sarılmak da mutlaka yapılması gereken bir iştir. Bundan dolayı Yüce Allah mü'minlere, hakkı müdafaa için kılıca sarılmalarını, zulüm, taşkınlık ve düşmanlığı def etmek için cihad etmelerini meşru kıldı. [591]
Bağy, azgınlık ve taşkınlık demektir.
Bu kelime, yer sarsıntısı mânâsına gelen "zelzele" kelimesinden alınmıştır. Zelzele, şiddetle sarsmak, hareket ettirmek demektir.
Kürh, nefsin hoşuna gitmeyen şey demektir. İbn Kuteybe: "Kürh, meşakkat; kerh ise zorlama, zorla istediğini yaptırma manasınadır" der.
Sadd, engellemek, mani olmak demektir. Bir kimse diğerini birşey yapmaktan men ettiği zaman denir.
Dönüyor demektir. Riddet, imandan küfre dönmektir. Rağıb el-İsfehanî şöyle der: "Irtidât ve Riddet, geldiği yoldan geri dönmek demektir. Ancak riddet, sadece küfre geri dönmek mânâsına kullanılır. İrtidat ise, küfre dönmek mânâsına kullanıldığı gibi, diğer hususlarda da geri dönmek mânâsına kullanılır. Nitekim, "Hemen, izlerinin üzerine geri döndüler.[592] mealindeki âyette de bu mânâdadır.[593]
Boşa gitti, yok oldu demektir. Lisânu'1-Arab müellifi şöyle der: Habita: "Bir amel işledi, sonra onu ifsat etti." demektir. Nitekim "Allah, onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır.[594] mealindeki âyette, bu kelime, "boşa çıkarmak, sevaplarını yok etmek" mânâsında kullanılmıştır.[595]
Umuyorlar manasınadır. Recâ, faydalı bir şeyin meydana gelmesini ummak, beklemek demektir. [596]
Rasulullah (s.a.v.), bir Kureyş kervanını gözlemeleri için, Abdullah b. Cahş komutasında bir seriyye göndermişti. Kervanda Amr b.Hadramî ve onunla beraber üç kişi vardı. Seriyye de olanlar Amr b.Hadrami'yi öldürüp iki kişi de esir aldılar. Ticaret mallarıyle birlikte kervanı alıp götürdüler.
Bu olay Recep ayının ilk günü meydana gelmiştir. Seriyyedeki müslüman-lar ise, o günün, Cemaziye'l-âhir'in son günü olduğunu zannediyorlardı. Bunu fırsat bilen Kureyşliler: "Muhammed, korkanların her türlü tehlikeden emin olduğu, insanların kazanç elde etmek için her tarafa rahatlıkla gittiği haram ayın hürmetini ihlal etti" dediler. Bu, müslümanlara zor geldi. Bunun üzerine ... o âyeti nâzii oldu. [597]
213. İnsanlar bir tek ümmetti. Yani insanlar imanlı ve doğru fıtratlı idiler. Daha sonra, ihtilaf edip birbirine düştüler. Bunun üzerine Yüce Allah, insanları doğru yola iletmek için, mü'minlere cennet nimetlerini müjdeleyen kâfirlere de cehennem azabını haber veren peygamberler gönderdi. Onlarla beraber insanlığı hidayete iletmek ve ihtilafa düştükleri din hususunda onları aydınlatmak ve aralarında hükmetmek üzere semavî kitaplar gönderdi.
Kitabın doğruluğuna
dair kendilerine apaçık ve kesin deliller geldikten sonra, kâfirlerin
mü'minleri kıskanmaları sebebiyle kendilerine kitap verilenler yine de
ihtilafa düştüler. Anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için hidayet kaynağı olan bu
nurlu kitabın verildiği kimseler, tam tersini yaptılar. Çünkü ihtilafı ortadan
kaldırmak için gönderilen kitabı o ihtilafın iyice derinleşmesine ve
kuvvetlenmesine sebep kıldılar. Bunu gaflet ve cehaletleri sebebiyle değil,
açık delilleri görerek, bile bile yapıyorlardı. Allah sapıkların ayrılığa düşüp
ulaşamadıkları hakikate, lütfederek ve kolaylık sağlıyarak mü'minleri
ulaştırır. Allah dilediğini Naîm cennetlerine götüren doğru yola iletir.
[598]
214. Ey mü'minler! Yoksa imtihan olunmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Halbuki sizden önce gelip geçen mü'minlerin başına gelenler sizin başınıza gelmedi. Onların imtihan edildiği musibetlerle imtihan olunmadınız. Onlara öylesine fakirlik, şiddetli belâ ve musibetler geldi ve zelzele sarsar gibi Öylesine sarsıldılar ki bu sarsıntılar peygamber ve beraberindeki mü'minlerin: "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" diyecekleri bir dereceye ulaştı. Zira onlar aşırı bir şekilde bunaldıkları için yardımın geç kaldığı kanaatine varmışlardı. Bu durum, imtihanın şiddetini çok güzel tasvir etmektedir. Peygamberler sabır ve sebatta daha dirençli olmalarına rağmen, sabırları taştı ve bu derecede sıkıntılı ve bunalımlı duruma geldiler. İşte bu hal, onlara gelen şiddetli musibetin son noktaya ulaştığını göstermektedir. Yüce Allah onlara cevaben, şöyle buyurur: "Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır. Size müjdeler olsun artık Allah'ın yardımının zamanı gelmiştir" "Allah kendisine yardım edenlere mutlaka yardım eder.[599]
Sahabeden bazıları, Ey
Allah'ın Rasulü! Malımızdan ne infak edelim ve nereye verelim?, dediler. Bunun
üzerine aşağıdaki âyet nazil oldu.
[600]
215. Ey Muhammed! Sana, mallarından ne harcayacaklarını ve kime harcayacaklarını soruyorlar. Onlara de ki: "Mallarınızdan harcayacaklarınızı, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere, fakirlere ve yolda kalmışlara harcayın." Şüphesiz Allah yapacağınız her iyiliği bilir ve ona karşılık size bolca mükafat verir.
Bundan sonra Yüce
Allah, savaşın meşru oluşunun hikmetini anlatarak şöyle buyurur:
[601]
216. Ey
mü'minler! Kâfirlerle savaşmak size farz kılındı. Savaşta mal heder edildiği ve
can tehlikesi bulunduğu için hoşunuza gitmez ve size güç gelir. Fakat bazen
birşey tamamen faydalı ve'hayırlı olmasına rağmen hoşunuza gitmeyebilir. Bazen
de bir şey sizin için bütünüyle tehlikeli ve zararlı olmasına rağmen hoşunuza
gidebilir. Umulur ki, hoşunuza gitmese bile, savaşta sizin için hayır vardır.
Çünkü onda ya zafer ve ganimet elde edilir veya şehitlik mertebesi ve sevap
kazanılır. Savaşı bırakmak hoşunuza gitse bile belki de sizin için kötü olur.
Zira bunda zillet, fakirlik ve sevaptan mahrum kalma vardır. İşlerin
neticesini, dünya ve âhiretiniz hususunda hangisinin daha hayırlı olduğunu
Allah sizden daha iyi bilir. Şu halde o size ne emrediyorsa onu hemen yapınız.[602]
217. Ey Muhammed! Arkadaşların sana haram aylarında savaşmanın helâl olup olmadığını soruyorlar. Onlara de ki: O aylarda savaşmak büyük bir olay olup günahı da büyüktür. Fakat ondan daha büyük ve daha önemli bir şey vardır ki o da Mü'minleri Allah'ın dininden alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, mü'minlerin Mescid-i Haram'a yani Mekke'ye girmelerini engellemek ve siz Mescid-i Haram'ın ehli ve koruyucusu olduğunuz halde sizi Mekke'den çıkarmak, işte bunların hepsi Allah katında sizin müşrikleri öldürmenizden daha büyük günahtır. Sizin haram aylarında onlara karşı savaşmanızı büyük bir olay sayıyorlarsa bilsinler ki onların Peygamber (s.a.v.) ve mü'minler hakkında işledikleri daha büyük ve daha çirkin bir olaydır. İman ettikten sonra müslümanlan küfre döndürmek için dinleri hakkında onları fitneye düşürmek, Allah katında öldürmekten daha büyüktür.
Onlar, güçleri yetse,
sizi küfür ve sapıklığa döndürünceye kadar sizinle savaşa devam etmeye
kararlıdırlar, küfür ve düşmanlıklarından vazgeçmezler Sizden kim onların
çağrısını kabul eder de dininden döner sonra kâfir olarak Ölürse onun daha önce
işlediği salih ameller hem dünyada hem de âhirette boşa çıkar ve sevabı gider. Onlar
cehennem ehlidir. Orada ebedî kalacaklar, oradan asla çıkmayacaklar.
[603]
218. Allah'ın dinini yüceltmek için ailelerini ve vatanlarım terk edip düşmanla cihad eden mü'minler var ya işte anlatılan vasıfları taşıyan o kimseler, Allah'ın rahmetini kazanmaya lâyık olanlardır. Allah'ın bağışlaması çok, rahmeti geniştir. [604]
1. Âyetinde hazif yoluyla i'caz vardır. Takdiri şeklindedir. âyeti hazf edilmiş bölümü göstermektedir.
2. Cümlesindeki edatı, munkatıadır. Hemze inkar ve uzaklaştırma içindir. Yani soru, istifhâm-ı inkârîdir. Takdiri şeklinde olup "yoksa sandınız mı" demektir.
3. Cümlesi olumsuzluk ifade eder. Ancak olumsuzlaştırılan şeyin yani öncekilerin başına gelen musibetlerin meydana gelmesi de beklenmektedir. Nitekim Zemahşerî de böyle demiştir. Mânâsı şöyledir: "Sizden öncekilerin başına gelenler sizin başınıza henüz gelmedi. Ancak yakında gelecektir. Geldiği zaman sabrediniz."
Müberred şöyle der: Zeyd bana gelmedi cümlesi "Zeyd sana geldi mi" cümlesinin olumsuz cevabıdır, denilirse bu, Zeyd henüz bana gelmedi, gelmesini bekliyorum, demek olur. Buna göre âyet mü'minlerin başına musibetlerin gelmesinin beklendiğini, yakında geleceğini ifade eder.
4. Bu cümlede yardımın gerçekleşeceğim gösteren birkaç tane tekit unsuru vardır.
a) Cümle pekiştirme ifade eden istiftah edatı, y\ ile başlamıştır.
b) Cümlede pekiştirme edatı olan [ vardır.
c) İsim cümlesi tercih edilmiştir. yakında size yardım edilecek, şeklinde fiil cümlesi kullanılmamıştır. İsim cümlesi ise pekiştirme ifade eder.
d) Yardım, herşeye gücü yeten, âlemlerin Rabbi Allah'a izafe edilmiştir.
5. Bu cümlede mübalağa ifade etmek için 6jÇ mastarı, ismi meful olan yerinde gelmiştir. Nitekim Hansa da: "Savaş bazen zafer, bazen de hezimettir" cümlesinde ikbâl ve idbâr mastarlarım ismi meful yerinde kullanmıştır.
6. Cümleleri arasında edebiyatta güzel sanatlardan sayılan "mukabele" sanatı vardır. Sevmek ile sevmemek, hayır ile şer birbirlerine karşı olarak söylenmiştir.
7. Cümlesinde tıbak bi's-selb, yani olumlu cümle ile olumsuz cümlenin birbirine uyumu vardır. [605]
Peygamberlere gönderilen kitaplar birkaç tane olmakla birlikte bunların özünde ve cevherinde tek kitap olduğuna işaret etmek için Yüce Allah peygamberlere gönderilen kitapları âyetinde tekil bir sıyga ile ifade etti. Çünkü o kitaplar aslında bir tek şeriatı ihtiva ederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah dinden Nuh'a tavsiye ettiğini size kanun yaptı...[606]
Buharı, Habbab
b.Eret'ın şö'yle dediğini rivayet etti: Rasulullah (s.a.v.) Kâ'be'nin
gölgesinde cübbesini yastık etmiş yatıyordu. Biz ona gelerek durumumuzdan
şikayette bulunduk ve "Bizim için Allah'tan yardım istemiyor musun? Bizim
için O'na dua etmiyor musun?" dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu: Sizden önceki ümmetlerde kişi yakalanır ve yerde kendisi için
kazılmış bir çukura konuı-du. Testere getirilip başından başlayarak vücudu
ikiye ayrılırdı. Demir taraklarla et ve kemiklerinden de Öteye (sinirleri
bile) taranırdı. Fakat bu işkence onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki
Allah bu işi tamamlayacaktır! (O kadar emniyette olacaksınız ki) bineğine
binip Sanâ'dan Hadramut'a giden kişi sadece Allah'dan, bir de kurtların
davarlarım yemesinden korkacak. Fakat siz acele ediyorsunuz.
[607]
219. Sana,
şarabı ve kumarı sorarlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve
insanlar için bir takını faydalar vardır. Ancak onların günahı faydasından daha
büyüktür". Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarmı sorarlar: "İhtiyaç fazlasını" de.
Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.
220. Dünya ve âhireti düşünesiniz diye... Sana yetimleri
sorarlar. De ki: "Onları iyi
yetiştirmek daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin
kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah dileseydi,
sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Çünkü Allah azizdir, hakimdir.
221. İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin.
Beğenseniz bile putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha
iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de kızlarınızla evlendirmeyin.
Beğen-seniz bile putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha
iyidir. Onlar cehenneme çağırır, Allah ise, izni ile cennete ve mağfirete
çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar.
222. Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki:
"O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak
durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit,
Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın, şunu iyi bilin ki Allah tevbe
e-denleri de sever, temizlenenleri de sever.
223. Kadınlarınız sizin için bir tarladır.
Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle
varın. Kendiniz için
önceden hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki, siz O'na
kavuşacaksınız. Mü'minleri müjdele!..
224. İyi
davranmanız, kötülüklerden korunmanız ve insanlar arasını düzeltmeniz hususunda
yeminlerinizi bozmaya Allah'ı engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.
225. Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lakin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.
Yüce Allah Önceki âyetlerde savaşın hükümlerini ve onun meşru kılmmasındaki yüce gayeyi açıkladı, O da hakka yardım, dini aziz kılmak ve ümmeti dış düşmanların yutmasından korumaktır. Yüce Allah, bu âyetlerde de yurt içinde, toplumun güzel ahlak ve fazilet esaslarına göre eğitilip ıslah edilmesi ile ilgili prensipleri anlattı. Devleti ayakta tutan unsurların sağlam temeller üzerine oturması ve kasırgaların bile tesir edemeyeceği yüksek bir saray şeklinde kalabilmesi için elbette dahilî ve haricî bir kısım ıslâhatın yapılması gerekmektedir. [608]
Hamr içkilerden sarhoş eden şey demektir. Aklı örttüğü için buna hamr denilmiştir. Bir kimse, kabm kapağını kapattığında der.
Meysir. kumar demektir. Kumar, meşekkatsiz ve yorulmaksızın kazanılan bir şey olduğu için, buna, kolaylık mânâsındaki yüsr kökünden türetilerek "Meysir" adı verilmiştir. Bir başka görüşe göre kumar zenginlik sebebi olduğu için servet mânâsına gelen "yesâr" kökündendir.
İsm, günah demektir. İçki içmek günaha sebep olduğu için ona da "ism" denilmiştir. Şâir bu kelimeyi içki mânâsında kullanmıştır. Sarhoş oluncaya kadar içki içtim. İşte içki, akılları böyle giderir.
Afv, ihtiyaç fazlası demektir.
Sizi güçlük ve meşakkate düşürür manasınadır. Anet, meşakkat demektir.
Emet, câriye demektir. Bunun zıddına hür denilir. Çoğulu şeklindedir.
Mahid, hayız mânâsına mastardır. Ayş (hayat) mânâsına gelen "maîş" de bunun gibidir. Hayzm asıl mânâsı akmaktır. Sel akıp taştığı zaman denir. Keza ağacın suyu aktığı zaman denir. Ay hali gören kadına "hâiz" denildiği gibi "hâize" de denir. Ferrâ, bir mısrasında şöyle der: Temiz değilken kendisiyle zina edilen hayızlı kadın gibi...
Hars. toprağa tohum atmaktır. Bu tarif Ragıb İsfehanî'nindir. Cevherî ise şöyle der: Hars, ekin demektir. Hariste ekini eken mânâsına gelir. Ayetteki mânâsı ise çocuğun döllenme ve gelişme yeri demektir. Burada kadın tarlaya benzetilmiştir.[609]
Urda, mani ve engel demektir. Herhangi bir şeye karşı ve ona engel olan herşeye urda denir. Güneşin görünmesine engel olduğu için buluta da urda denir.
Lağv, değeri olmayıp düşen şey demektir. Bu şeyin söz veya başka bir şey olması fark etmez. Kuşun ötmesine de denir. [610]
a) Ensardan, içlerinde Hz. Ömer'in de bulunduğu bir grup, Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek dediler ki: "İçki ve kumar hakkında bize fetva ver. Bunlar aklı giderici, malı telef edici şeylerdir." Bunun üzerine Yüce Allah sana içki ve kumarı soruyorlar..." âyetini indirdi.
b) İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet olunur: Yüce Allah, yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, tam bir iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın..,[611] mealindeki âyeti indirince, yanında yetim malı bulunanlar gidip yetimin yiyecek ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar.Yetimlere fazla fazla veriyorlardı. O da ya yiyebiliyor veya zayi oluyordu. Bu iş onlara güç gelmeye başladı. Durumu Rasulullah (s.a.v.)'e arz ettiler. Bunun üzerine "Sana yetimleri sorarlar. Deki: Onları iyi yetiştirmek daha hayırlıdır..." âyeti nazil oldu.
c) Enes (r.a.)dan şöyle rivayet edilmiştir: Yahudiler, bir kadın hayız olduğu zaman onu evden çıkarırlar, birlikte yemek yemezler, içmezler ve onunla cima etmezlerdi. Bu durum Rasulullah (s.a.v.)'e soruldu. Bunun üzerine Yüce Allah ... "Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O bir rahatsızlıktır." âyetini indirdi. [612]
219. Ey
Muhammedi Sana içki ve kumarın hükmünü
soruyorlar. Onlara de ki: içki içme ve kumar oynamada büyük bir zarar ve günah,
fakat bunun yanında insanların basit
maddî menfaatleri vardır. Ancak bunların günah ve zararı menfaatinden daha
büyüktür. Çünkü aklın gitmesi, malın heder olması, içki sebebiyle vücudun
hastalıklara maruz kalması; kumar sebebiyle ailelerin yıkılması, evlerin harap
olması ve oynayanlar arasında kin ve düşmanlıkların meydana gelmesi büyük bir
zarardır. Bu zararlar görülüp müşahade edilmektedir. Bu büyük zarar, basit
maddi menfaatte mukayese edildiğinde çirkin ve pis olan içki ve kumarın
tehlikesi daha iyi anlaşılır. Sana, mallarından hangisini hayır için harcayıp
hangisini geriye bırakacaklarını soruyorlar. Onlara de ki: ihtiyaç fazlasını
harcayınız. İhtiyacınız için temin ettiğiniz malı harcayıp ta kendinizi mahrum
bırakmayın. Allah size hükümlerini açıkladığı gibi, helâl ve haramı, yararlı
ve zararlı olan şeyleri de açıklar ki, düşünesiniz.
[613]
220. ve ve âhiret işlerinde düşünesiniz de dünyanın fânî, âhiretin bakî olduğunu anlayasınız ve bunlardan iyi olanım elde etmeye çalışasınız. Kuşkusuz akıllı kimse, kalıcı olanı geçici olana tercih eder.
Ey Muhammedi Sana yetimlerin mallarını kendi mallarına katsınlar mı katmasınlar mı? diye soruyorlar. Onlara de ki: İslah etmek üzere onlara müdahale etmeniz, ayırıp yüz üstü bırakmanızdan daha iyidir. Onlarla birlikte yaşayıp da daha yararlı olacak şekilde onların mallarını kendi malınıza katarsanız, bilesiniz ki, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Din kardeşliği ise soy kardeşliğinden daha kuvvetlidir.
Beraber yaşadığınızda, İslah edecek ve yarar sağhyacak şekilde onların mallarını sîzinkilere katmanız bu kardeşliğin hukuk undandır. Allah, yetimlerin malını, hiyanet etmek ve telef etmek maksadıyla kendi malına katanla, onlara menfaat sağlamak maksadıyla katanı bilir ve herbirine ona göre karşılığını verir. Allah dileseydi işi zora koşar, sizi güçlük ve meşakkate sokardı. Fakat o, rahme-tiyle dini, sizin için kolaylaştırdı. Kuşkusuz o galiptir. Hiçbirşey onun yapmak istediğini engelleyemez. Kulları için koymuş olduğu kanunlarda da hikmet sahibidir.
Bundan sonra Yüce
Allah semavî dine mensup olmayan müşrik
kadınlarla evlenmekten sakındırarak şöyle buyurur:
[614]
221. Ey Müslümanlar! Ehl-i kitap olmayan müşrik kadınlar Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikçe onlarla evlenmeyin. Müşrik kadınlar malları, güzellikleri ve soy, makam ve saltanat gibi diğer cazip yönleriyle hoşunuza git-selerde kuşkusuz inanmış bir cariye müşrik bir hürden daha iyi ve üstündür. Kızlarınızı, ister putperest, ister Ehl-i kitap olsun Allah'a ve Rasulüne iman etmedikçe, müşriklerle evlendirmeyin. Soy, sop ve güzellik bakımından müşrikler hoşunuza gitse bile onları mü'min bir köle ile evlendirmeniz elbette müşrik bir hür ile evlendirmenizden daha hayırlıdır, kendileriyle evlenmeniz ve evlilik yoluyla akraba olmanız haram kılman o müşrik kadın ve erkekler, sizi cehenneme götürecek şeye yani küfür ve fıska çağırırlar. Size gereken, onlarla evlenmemek ve kızlarınızı onlarla evlendirmem ektir.
Halbuki Yüce Allah sizin iyiliğinizi istiyor ve sizi mutluluğa götürecek şeye çağırıyor. O da günahların bağışlanmasını ve cennete girmeyi sağlıyan iyi ameldir, Allah, hüccet ve delillerini açıklıyor ki öğüt alsınlar da iyi ile kötüyü, pis ile temizi birbirinden ayırsınlar.
Yüce Allah bundan
sonra hayzın hükümlerini açıklayarak şöyle buyurur.
[615]
222. Ey
Muhammed! Sana ay halinde kadınlarla cinsel ilişkide bulunmanın helâl mı haram
mı olduğunu soruyorlar. Onlara de ki: O, pis bir şeydir. Bu halde kadınlarla
cinsel ilişkide bulunnıak eşler için bir eziyettir. Öyle ise, hayız halinde
kadınlarla cinsel ilişkiden uzak durunuz, Hayız kanları kesilip de boy abdesti alıncaya
kadar onlarla cinsel ilişkiye yaklaşmayınız. Bundan maksat, bu halde iken
onlarla cinsel ilişkide bulunmamaktır. Yoksa kadınları hayızlı iken Yahudilerin
yaptığı gibi yaklaşmamak, onlarla oturup kalkmamak ve birlikte yiyip içmemek
değildir, Onlar boy abdesti alıp temizlendiklerinde Allah'ın sizin için helâl değil üreme yolu olan ön taraftan onkıldığı
taraftan, yani arkadan değil, çocuk üreme yolu olan ön taraftan onlarla cinsel
ilişkide bulunabilirsiniz, Allah günahlarından tevbe edenleri, fuhuş ve
pisliklerden uzak duranları sever.
[616]
223.
Kadınlarınız ekin tarlalarınız ve
nesil üretme yerlerinizdir, çocuk
onların rahimlerinde oluşur. Dolayısıyla onlara başka bir taraftan değil,
nesil ve zürriyet üretme yolundan istediğiniz şekilde yaklaşınız. İbn Abbas,
"Bitkini, biteceği yerde sula" demiştir. "İstediğiniz
şekilde"den maksat, nesil üretme yeri olan normal yerinden olmak şartıyle
ayakta, oturarak, yatarak, nasıl isterseniz o şekilde yapınız demektir. Bu âyet
Yahudilerin, "Kişi eşiyle arka taraftan gelerek cima ederse doğan çocuk
şaşı olur." şeklindeki sözlerini reddeder. Ahirette sizin için azık olacak
salih amelleri önceden gönderiniz. Allah'a karşı günah işlemekten sakınmak
suretiyle ondan korkunuz ve biliniz ki dönüşünüz O'nadır. O, size amellerinize
göre karşılık verecektir. Mü'minleri naîm cennetlerinde büyük bir kazanç ile
müjdele.
[617]
224. Allah adına yemin etmeyi, hayır yapmaya mani bir sebep saymayın. Yani sizden biriniz: "Ben o şeyi yapmamaya Allah adına yemin ettim. Yeminimi yerine getirmek istiyorum" diyerek onu, hayra mani olan bir sebep kılmasın: Bilakis yeminleriniz için keffaret verip hayrı yapınız.[618] İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Sakın, hayır yapmamak için, yeminini bozmaya Allah'ı bir engel sayma. Fakat hayrı yap, yeminine de keffaret ver"
Allah'ı iyilik, takva
ve insanlar arasını düzeltmeye mani bir sebep kılmayın. Bu âyet Abdullah b.
Revâha hakkında nazil olmuştur. O, eniştesi Numan b. Beşir ile konuşmamaya ve
kızkardeşiyle onun arasını düzeltmemeye yemin etmişti. Bunun üzerine bu âyet
indi. Allah sözlerinizi işiten, hallerinizi bilendir..
[619]
225. Yemin kasdetmeden, sizin, "belâ vallahi" ve "lâ vallahi" şeklinde, sadece dilinizle Allah'ın adını söylemenizden dolayı, Allah sizi sorumlu tutmaz. Kastederek ve kalben yaptığınız yeminleri bozduğunuz zaman sizi sorumlu tutar. Allah'ın mağfireti geniştir. Kullarını cezalandırmada acele etmez. [620]
1. Bu cümlede hazif yoluyla i'caz vardır. Takdiri şeklindedir.
2. Bu cümle icmalden sonra tafsil kabilindendir. Belagatta buna "itnâb" ismi verilir.
3. Bu cümlede mürsel mücmel teşbih vardır.
4. Bu âyette muslih ve müfsid kelimeleri arasında "tıbâk" sanatı vardır. Bu da edebi güzelliklerdendir.
5. Burada da "cennet" ve "nar" kelimeleri arasında tıbak sanatı vardır.
6. Bu cümlede teşbih-i belîğ vardır. Çünkü benzetme edatı ile benzetme yönü gizlenmiş, böylece belîğ olmuştur. Bunun aslı şeklinde olup mübalağa ifade etmek için hazf edilmiştir. Bu Arapların "Ali aslandır" şeklindeki teşbihleri kabilindendir.
7. Onlara yaklaşmayın. Bu, cimadan kinaye olup "onlarla cima etmeyin" demektir.
8. Burada muzaf hazfediimiştir. Takdiri şeklindedir. Veya teşbih vardır. Kadın tarlaya, meni tohuma ve çocuk bitkiye benzetilmiştir. Bu takdir de hars, "ekin ekilen yer" manasınadır. Mübalağa ifade etmek için böyle kullanılmıştır. [621]
1. İçki, her türlü çirkin fiilerin sebebi olduğu için ona kötülüklerin anası mânâsına gelen "ümmü'l-habâis" ismi verilmiştir. Nesâî'nin Hz. Osman (r.a.)'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "İçkiden sakınınız. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Biliniz ki sizden öncekilerden abid bir adam vardı. Ona âşufte bir kadın musallat oldu. Ona cariyesini göndererek: Seni şahitliğe davet ediyoruz, dedi. Adam kalkıp cariye ile birlikte gitti. Eve geldiklerinde, her kapıdan girdikçe cariye arkasından kapıyı kilitledi. Nihayet güzel bir kadının yanma geldiler. Kadının yanında bir çocuk ve bir şişe şarap vardı. Dedi ki: Ben seni şahitlik için çağırmadım. Fakat seni, benimle cima etmen veya bu şaraptan bir kadeh içmen, ya da şu çocuğu öldürmen için çağırdım. Adam dedi ki: Bu şaraptan bir kadeh ver, dedi. Kadın ona bir kadeh içirdi. İçince bir kadeh daha istedi. Getirdiler. Sarhoş oluncaya kadar içti. Neticede kadınla zina etti, çocuğuda öldürdü. Onun için siz içkiden sakının. Zira, Allah'a yemin ederim ki, ayyaşlıkla iman bir arada bulunmaz. Bunlar bir araya geldiğinde mutlaka biri diğerini
çıkarır."
2. İçki aklı ve malı giderdiği halde, onda nasıl bir takım faydalar olabilir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Âyetteki menfaatlerden maksat, maddî menfaatlerdir. Zira insanlar içki ticareti yapar ve ondan aşırı kazanç sağlarlar. Veya menfaatten maksat; lezzet ve var zannedilen neş'edir. Şâir bu neş'eyi şiirinde şöyle ifade eder:
Biz o şarabı içeriz. Bizi aslanlar ve krallar haline getirir. Ölüm bizi onu içmekten engelleyemez.
Kurtubî şöyle der: İçki içen, akıllı kimselerin maskarası olur. Sarhoş, sidiği ve dışkısıyla oynar. Bazen de bunları yüzüne sürebilir. Hatta bazı sarhoşların, sidiklerini yüzlerine sürdüğü ve: Ey AUahım! Beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden kıl" dediği görülmüştür. Bazı sarhoşların da, yüzünü köpek yalarken: "Senin bana ikram ettiğin gibi, Allah da sana ikram etsin" dediği görülmüştür.[622]
3. Zemahşerî
şöyle der: Kadınlardan uzak durun, Allah'ın emrettiği taraftan ve lyls
karılarınıza istediğiniz şekilde geliniz, cümleleri, latif kinayeler ve güzel
ta'rizlerdir. Allah'ın kelamında bulunan bu ve benzeri âyetler güzel
edeplerdendir. Mü'minlerin bunları öğrenmeleri, onlarla edeplenmeleri ve
konuşma ve yazışmalarında bu tür ifadeler
kullanmaları gerekir.[623]
226.
Kadınlara yaklaşmamağa yemin edenler dört ay
beklerler. Eğer kadınlarına
dönerlerse, şüphesiz Allah çokça
bağışlayan ve esirgeyendir.
227. Eğer
boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir.
228. Boşanmış
kadınlar, kendi başlarına üç defa ay hali beklesinler. Eğer onlar Allah'a ve
âhiret gününe gerçekten
inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın
yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocalar bu arada
barışmak isterlerse, boşadıkları kadınları geri almağa daha fazla hak
sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da
erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, bu haklarda kadınlara
göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah
Azîz'dir, Hakîm'dir.
229. Boşama
iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salıvermektir.
Kadınlara ver-diklenizden bir şey almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadın evlilik işinde
Allah'ın sınırlarında tam koruyamamaktan
tatbik edememekten korkarlarsa, müstesna. Siz de karı ile kocanın,
Allah'ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının
fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur. Bu söylenenler Allah'ın
koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın.
Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerdir.
230. Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedîkçe onu tekrar alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de o-nu boşarsa, Allah'ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları, bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.
Yüce Allah bundan önceki âyetlerde toplumun bünyesini kemiren, düzeni bozan ve insanlar arasına kin ve düşmanlık sokan İçki ve kumar gibi sosyal hastalıklardan bahsetti. Sonra söz sırası, iyi ve ahlâklı bir toplumun ilk çekirdeğini teşkil etmesi itibariyle aileye geldi. Zira aile iyi ise toplum da iyi, aile bozuksa toplum da bozuk olur. Aile ile ilgili hükümlerden de, önce eşler arasındaki alâkadan bahsetti. Bu ilişkinin sevgi, merhamet ve samimiyet bağlan ile kuvvetlendirilmiş olarak devam edebilmesi için, tercihte din ve inanç esasının gözönünde bulundurulması gerektiğine dikkat çekti. Müşrik bir kadının bir müslümanın nikahı altında, mü'min bir kadının da müşrik bir erkeğin sultası altında bulunması helâl olamazdı. Bundan dolayı İslam, müşrik kadınlarla evlenmeyi ve mü'min kadınların müşrik erkeklerle evlendirilmelerini haram kıldı. Yüce Allah bu âyetlerde de ailede meydana gelen ve onun varlığını tehdit eden bazı hastalıkları açıklamaktadır. Bu hastalıklar arasında ilâ, talak ve para veya mal karşılığı hanımım boşamak mânâsına gelen hul' gibi aile hukuku ile ilgili konuları saymakta ve aile müessesesini yıkan bu müşkillerin, nasıl tedavi edilerek giderileceğini açıkladı. [624]
îlâ, lügatte "yemin etmek" demektir. kalıbındandir. Sair bu kelimeyi şöyle kullanmıştır.
"Yemin ettim, sürekli olarak, ona benden sonra mesel olacak bir kaside söylüyorum"
İlâ'nın ıstılahı mânâsı, hanımı ile cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmektir.
Tarabbus, beklemek demektir. Nitekim, "De ki: Bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim[625] mealindeki âette de bu mânâda kullanılmıştır.
Fey, geri dönmek demektir. Gölge, güneşin hareketine göre batıdan doğuya döndüğü için ona da fey' denilir. Ferrâ şöyle der: Araplar, Öfkesi hemen yatışan kimseye derler. Şâir bu kelimeyi şöyle kullanmıştır:
Kadın, istediği ihtiyacı karşılanmadan döndü, insanın bazı ihtiyaçları vardır ki, karşılanmaz.
Kuru', kar' kelimesinin çoğuludur. Kar': zıt manalı kelimelerden olup, kadınların hem temizlik, hem de hayız hallerine verilen isimdir. Kar' kelimesinin asıl mânâsı, toplanmak, bir araya gelmektir. Kan rahimde toplandığı için, hayza bu isim verilmiştir. Kâmûs müellifi şöyle der: Kar' ve Kur' kelimeleri; hayız, temizlik ve vakit mânâlarına gelir. Temizlik mânâsına çoğulu kuru', hayız mânâsına çoğulu akrâ'dır.
"Koca" mânâsına gelen "bal" kelimesinin çoğuludur. "Bu kocam da bir ihtiyar[626] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır. Müennesi ba'le şeklindedir.
Derece, yüksek mevki demektir.
Talak, nikah bağını çözmektir. Aslı; bırakmak, salıvermek demektir. Başıboş olarak meraya salıverilmiş olan deveye denir. Yolu açılıp, serbest bırakılan kadına da, bu mânâda "Talik" denilmiştir, demek, kadını boşadım, salıverdim, serbest bıraktım demektir.
Tesrîh, bir şeyi salıvermek demektir. Saçların birbirine karışmaması için salıverilmesine denir. sürüyü salıverdi demektir. Ragıb şöyle der: Deveyi salıvermek mânâsında kullanılan talâk kelimesi boşama anlamında da müstear olarak kullanıldığı gibi, yine develeri salıvermek anlamında kullanılan tesrîh kelimesi de boşamak için müstear olarak kullanılmıştır.[627]
Câhiliyye devrinde bir adam, dilediği kadar talâkla karısını boşar, sonra iddeti bitmeden onu geri alırdı. Bin defa boşasa dahi geri alma hakkı vardı. Bir adam, karısına zulüm kastiyle "seni himayeme almayacağım, serbest de bırakmıyacağım" dedi. Karısı "bunu nasıl yapacaksın?" diye sordu. Adam: "Seni boşayacağım. İddetinin bitmesine yakın tekrar alacağım" cevabım verdi. Kadın, bu durumu Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şikayet etti. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. [628]
226. Hanımlarına
zarar vermek için, onlarla cinsi münasebette bulunmamaya yemin edenler için
dört ay mühlet vardır, Eğer bu müddet
içinde, hanımlarına yaklaşmak suretiyle iyilikle onlara dönerlerse, yani
yeminlerini bozup onlarla cinsî münasebette
bulunurlarsa, şüphesiz Allah,
onların işlemiş olduğu kötülüğü
bağışlar ve onlara merhamet eder.
[629]
227. Eğer onlarla beraber olmamaya ve cinsî münasebette bulunmamaya karar verirlerse bilsinler ki, Allah onların sözlerini duyar, niyetlerini bilir.
Âyetten kastedilen mânâ şudur: Eğer koca, hanımına yaklaşmamaya yemin ederse, hanımı onu dört ay bekler. Bu müddet içinde kocası hammıyle münasebette bulunursa ne ala, iyi bir iş yapmış olur. Ancak yeminini bozduğu için keffâret vermesi gerekir. Eğer bu müddet içinde ona yaklaşmazsa, Ebu Hanife'ye göre müddet bitince talâk ve ayrılık vuku bulur. Şafiî şöyle der: Kadın meseleyi hakime aksettirir. Hakim, kocaya, ya hanımına geri dönmesini veya boşamasını emreder. Eğer koca her ikisini de kabul etmezse, hakim boşanma karan verir. İşte îlâ hükmünün hulasası budur.
Bundan sonra Yüce
Allah şer'î talakı ve iddetin hükümlerini açıklar.
[630]
228. Eşleriyle cinsî münasebette bulunmuş hür kadınlar, kocaları tarafından boşandıkları zaman üç defa ay hali beklesinler.
İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre üç temizlik müddeti, İmam Ebu Hanîfe ve İmam Ahmed'e göre üç hayız müddeti beklerler. İddet bittikten sonra, isterlerse evlenebilirler. Bu hüküm, evlendikten sonra eşleriyle cinsî temasta bulunan kadınlar hakkındadır. Cinsî münasebette bulunmayan kadmlıarın, iddet beklemeleri gerekmez. Zira Allah "Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez.[631] buyurmuştur.
Boşanan kadınlar, eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlar ve* O'nun azabından korkuyorlarsa, iddet çabuk bitsin ve kocanın geri dönme hakkı kaybolsun diye hamile veya hayızlı olduklarım gizlemeleri helâl olmaz. Bu, onların eksiksiz veya fazlasız olarak gerçeği haber vermeleri için bir uyarıdır. Zira bunlar ancak onların haber vermesiyle öğrenilebilen şeylerdir. kadınların iddeti bozulmamış olduğu halde, kocaları onlara zarar vermek için değil de İslah maksadryle tekrar geri almak isterlerse, onlarla evlenmeye başkalarından daha fazla hak sahibidirler. Bu, hüküm ric'î talâkta olur. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde, Allah'ın emrettiği iyi geçim, zarar vermeme ve benzeri davranışlara dayak haklan vardır. Ancak erkeklerin kadınlar üzerine bir üstünlüğü vardır. Bu üstünlük, Allah'ın emrettiği gibi çoluk çocuğunun işlerini görüp nafakalarını temin etmek, aile reisliğini yapmak ve verdiği emirlere uyulmak gibi üstünlüklerdir. Dikkat edilirse bunlar, sorumluluk yükleyen üstünlükler olup, şereflendirme üstünlüğü değildir. Zira "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkamnızdır.[632] mealindeki âyet gereğince, üstünlük takvaya bağlıdır.
Allah galiptir; kendisine isyan edenlerden intikam alır. Verdiği emirlerde ve koyduğu kanunlarda hikmet sahibidir.
Sonra Yüce Allah şer'î
talâkın nasıl olduğunu beyan ederek şöyle buyurur:
[633]
229. Kocanın tekrar hanımına dönebilme hakkına sahip olduğu meşru talâk ki buna ric'î talâk denir İki defadır. Bu iki talâktan sonra, ya iyi geçinme ve iyi muamele yaparak geri almak veya kadının hakkını yememek, onu kötülükle anmamak ve insanların ondan nefret etmesine sebep olacak davranışlarda bulunma-mak suretiyle salıvermek vardır. Ey kocalar! Boşadığımz kadınlara daha önce verdiğiniz mehirlerden, az da olsa, bir şeyi geri almanız helal olmaz.
Ancak eşler, Allah'ın
emretmiş olduğu karı-koca haklarına riayet edememekten ve kötü muameleden
korkarlarsa bu durum müstesna. Ey mü mınler! Sız de karı-koca arasında
geçimsizlik vuku bulup da onların, Allah'ın hadlerini yerine
getiremeyeceklerinden korkarsanız, kadın da, kocasının kendisini boşaması için
mehrini almaktan vazgeçerek bağışlar veya malından kocasına verirse, kadının
bunları vermesinde ve kocanın almasında bir günah yoktur. talâk, ric'at, hul'
ve benzerleri ile ilgili bu yüce
hükümler, Allah'ın koymuş olduğu kanun ve hükümlerdir. Onlara muhalefet etmeyin
ve Allah'ın meşru kılmadığı şeyleri yaparak haddi aşmayın. Kim haddi aşar ve
Allah'ın hükümlerine muhalefet ederse, kendini Allah'ın gazap ve öfkesine dûçâr
eder. İşte onlar, şiddetli azaba müstehak olan zâlimlerdendir.
[634]
230. Eğer koca, karısını üçüncü defa boşarsa, kadın başka bir erkekle evlenip birbirlerinin bal-cağızmdan tattıktan yani onunla cinsî münasebette bulunduktan sonra, ondan boşanmadıkça ilk kocasına helâl olmaz. Nitekim hadis-i şerifte de bu şekilde açıklanmıştır. Bu, karısını seven bir kocanın, onu üçüncü defa boşamasını engelleyici bir tedbirdir. Zira şahsiyet sahibi olan herkes, hanımının başka biriyle yatmasını çirkin görür.
Eğer ikinci kocası onu boşarsa, aralarında uyum ve iyi geçim olacağını gösteren deliller bulunduğu takdirde, iddeti bittikten sonra ilk kocasına dönmesinde bir beis yoktur. Bunlar, Allah'ın kanun ve hükümleridir. O, bu hükümleri, yaptıkları işlerinin sonunu görebilen ilim ve idrâk sahibi kişilere açıklar. [635]
1. Bu haber cümlesi, tehdit mânâsı ifade etmektedir.
2. "Boşanan kadınlar beklerler": Bu, emir mânâsı ifade eden bir haber cümlesidir. Aslı; "boşanan hanımlar beklesin" takdirindedir. Zemahşerî şöyle der: "Haber sıygasıyle emretmek, emri vurgular ve emredilen şeyin hemen yapılması gerektiğini anlatır. Bu cümlede, boşanan kadınlar, sanki hemen bekleme emrine uymuşlarda Yüce Allah onların bu durumunu haber veriyormuş gibi bir mânâ vardır. Cümlenin isim cümlesi olması da mânâyı daha fazla kuvvetlendirmektedir.
3. "Allah'a inanıyorlarsa" sözünden maksat, konunun sadece Allah'a imanla mukayyed olduğunu ifade etmek değildir. Nefislerine korku, heyecan ve dehşet salmak içindir.
4. Bu cümlede, beyan ilmini bilenlere kapalı kalmayacak derecede eşsiz bir i'caz sanatı vardır. Zira J±« lafzından sonra gelen karine ile öncekinden, önce gelen karineyle de sonrakinden hazifler yapılmıştır. Takdiri şöyledir: "Erkeklerin onlar üzerindeki hakları gibi, onların da erkekler üzerinde hakları vardır."
Bu cümlede ayrıca ve lafızları arasında tıbak sanatı vardır. Bu, iki harf arasında bulunan bir tıbak sanatı olup edebî güzelliklerdendir.
5. "İmsak" ve "tesrîh" lafızları arasında tıbak sanatı vardır.
6. Heybeti artırmak ve ruhlara korku salmak için, zamir yerine Allah ismi getirilmiştir. Yasağın ardından tehdidin getirilmesi, onun şiddetini vurgulamak içindir.
7. Burada sıfat mevsufa tahsis edilmiştir. [636]
islam da ilk hulu', Sabit b.Kays'in hanımına uygulanmıştır. Sabit'in hanımı Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek: Allah, benim başımla onun başını asla bir araya ,getirmesin. Vallahi, ben onu huyu ve dindarlığı konusunda ayıplamıyorum. Lakin ben İslama girmişken küfrü gerektiren bir şey yapmaktan çekmiyorum" dedi. Rasulullah (s.a.v.) "Ona bahçesini iade eder misin? diye sordu. Kadın: "Evet" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) onları birbirinden ayırdı. [637]
Abdullah b. Abbas
(r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hanımımın benim için süslendiği
gibi, ben de onun için süslenmek istiyorum. Zira Yüce Allah buyurmuştur.
[638]
231. Kadınları
boşadığımz ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları
iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek
için onları nikah altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük
etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki
nimetini size öğüt vermek üzere indiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. AHahtan
korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.
232. Kadınları boşadığımz ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve âhiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.
Bu âyet-i kerimeler talâkın hükümlerini anlatmaya, usûl, âdap v şartlarını açıklamaya devam etmekte, eziyet ve zarar vermeyi yasakla maktadır. O halde, bu âyetlerin öncekilerle münasebeti açıktır. [639]
"Kadınlar, bekleme müddetlerinin sonuna yaklaştıkları zaman" demektir.
"Zarar verme kastiyle" demektir. Keffâl: "Dırar, zarar vermektir" der. Nitekim: "(mü'minlere) zarar vermek için bir zarar mescidi kuranlar vardır.[640] mealindeki âyette de zarar vermek mânâsında kullanılmıştır. ^ Adi, zorlamak ve men etmek demektir. Bir mesele müşkil hale gelip çare bulmak zorlaşmca denilir. demek, doktorları aciz bırakan, tedavisi zor hastalık demektir, Ezherî: Aslında bu kelime, doğum yapması kolay olmadığı zaman, deve hakkında kullanılan sözünden alınmıştır.[641] der.
Tavsiye edilir, emredilir demektir. Ezka; daha artıcı daha faydalı demektir. Ekin çoğaldığı ve bereketlendiği zaman denilir. Taharet, pislik ve kötülüklerden uzak olmak demektir. [642]
Rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.v.) zamanında Ma'kil b. Ye-sar kızkardeşini mü si umanlardan birisiyle evlendirdi. Kızkardeşi kocasıyla bir müddet evli kaldı. Sonra kocası onu boşadı ve iddeti doluncaya kadar, evliliği sürdürmek için karısına geri dönmedi. Bir müddet sonra, tekrar birbirleriyle evlenmek îstediler. Kocası bir elçi ile birlikte gidip onu kardeşi Ma'kil'den tekrar istedi. Ma'kil ona: "Ey alçak herif! Onu sana verip seninle evlendirdim. Sen ise onu boşadin. Vallahi o sana asla dönemez" dedi. Halbuki Yüce Allah, bu eski karı-kocanm birbirlerine ihtiyaçlarını biliyordu. Bunun üzerine âyetini indirdi. Ma'kil bu âyeti dinleyince: "Rabbimin emri başımın üstüne" dedi, sonra eniştesini çağırıp ona: "Seni tekrar kardeşimle evlendiriyorum ve onu sana ikram ediyorum" dedi.[643]
231. Ey erkekler! Kadınları,talak-i ric'î ile boşayıp da iddetlerinin sona ermesi yaklaşınca Ya zarar ve eziyet vermeksizin onları geri alın veya iddetlerini uzat-maksızın iyilikle bırakın, iddetlerini doldursunlar Onları fidyeye zorlayarak zarar vermek maksadıyla geri almayın. Böyle yaparsanız onlara zulmetmiş olursunuz.
Bu âyetle, halk arasında öteden beri yapıla gelen bir âdet yasaklanmıştır. Daha önce koca hanımını boşar, iddet süresinin bitmesi yaklaşınca, ona karşı duyduğu bir arzudan değil de, iddet süresini uzatıp ona zarar vermek için geri alırdı. İşte âyet bu hususu yasaklamıştır.
Kim, kadına zarar vermek veya onu fidyeye zorlamak maksadıyle onu salıvermez de tutarsa, böyle yapmakla kendine zulmetmiş olur. Zira o, kendini Allah'ın azabına itmiştir.
Allah'ın hükümleri,
emir ve nehiyleri ile alay etmeyin. Yani O'nun şeriatına muhalefet ederek onu
alay konusu yapmayın. Allah'ın sizi İslam'a erdirmek ve size Kur'an-ı Kerim ve
Sünnet-i seniyyeyi ihsan etmek suretiyle verdiği nimetini hatırlayınız. Allah
size Öğüt verir ve Kita-b'ı ve Rasulünün sünneti ile, sizi dünya ve âhiret
saadetine iletir. Allah'tan korkunuz, bütün işlerinizde O'nun rızasını
gözetiniz ve biliniz ki, sizin hiçbir haliniz O'na kapalı kalmaz. Sonra Yüce
Allah kadınların velilerine, kocalarına dönmek isteyen kadınlara engel
olunmamasını emrederek şöyle buyurur:
[644]
232. Kadınlarınızı boşadığmızda iddet süreleri bitince Ey kadın velileri! Eşler arasındaki durumlar iyileşir ve pişmanlık alâmetleri görülür de eşler birbirine dönmeye ve Allah'ın hoşuna gidecek şekilde hareket etmeye razı olurlarsa artık onların kocalarına dönmelerine engel olmayınız Zarar verme ve engellemeyi size yasaklamamızdan, Allah'a ve ahiret gününe iman edenler öğüt alır. Çünkü dini nasihatlerden yararlananlar onlardır.
Bu anlatılanlardan öğüt almak ve Allah'ın emirlerine sarılmak, sizin için daha hayırlı, daha yararlı ve günahları ve onların pisliklerini daha temizleyicidir. Sizin için daha yararlı olan hüküm ve kanunları Allah bilir, siz bilmezsiniz. Öyleyse bütün yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda O'nun emir ve yasaklarını uygulayın. [645]
1. Yani iddetlerinin sona ermesine yaklaştıklarında. Bu cümlede iddet süresinin tümüne verilen isim ekserisine verilmiştir. Bu, mecâz-ı mürseldir. Zira iddetin tümü sona ermiş olursa kocanın kadını tutması mümkün değildir. Halbuki Yüce Allah onları iyilikle tutun, buyuruyor.
2. Allah'ın size verdiği nimetini ve size indirdiği kitap ve sünneti hatırlayınız. Bu âyette hususî olan şey umumî olan üzerine atf edilmiştir. Çünkü önce geçen nimetten maksat Allah'ın nimetleridir. Daha sonra onun üzerine atfedilen kitap ve sünnet ise bu nimetlerin bir kısmıdır.
3. Bu cümledeki kelimeleri arasında güzel sanatlardan iştikak cinası denilen sanat vardır.
4. Kocalarıyla evlenmelerine... Burada kocalarından maksat kendilerini boşamış olan kocalardır. Bu ifade "İtibarî mekân" yani geçmişteki durumları alakasıyla mecâz-ı mürsel olur. [646]
İmam Fahreddin Râzî
şöyle der: İslam hukukunda boşanan kadının id-deti bitmeden erkeğin onu geri
alma hakkının var oluşundaki hikmet şudur: İnsan eşiyle birlikte yaşadığı
müddetçe ayrılmanın kendisine zor gelip gelmeyeceğini bilemez. Bunu ancak
eşinden ayrıldığında anlar. Eğer bir defa boşamak eşi geri almaya engel olsaydı
insanın meşakkati daha da büyürdü. Çünkü sevgi bazen ayrıldıktan sonra ortaya
çıkar. Sonra bir defada tam manâsıyla tecrübe edilemediği için Yüce Allah iki
defa boşama ve geri aima hakkı tanıdı. Bu da Yüce Allah'ın rahmetinin sonsuzluğuna
ve kulla-rina gösterdiği şefkatin
kemâline delalet eder.[647]
[1] Bakara, 2/40
[2] Bakara, 2/124
[3] Bakara sûresi, 2/ 278, 279
[4] Bakara .sûresi, 2/281
[5] Bakara *ûresi, 2/286
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/43-44.
[7] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/44-45.
[8] Müslim, Müsafirin, 212; Tirmizî, Fezailu'l Kur' an, 2,
[9] Müslim, Müsafirin, 252
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/45.
[10] el-Keşşaf, I/27
[11] er-Rağıp el-İsfehani, el-müfredat, s. 367, Beyrut, ty
[12] Mecâzü’I-Kurıan 29
[13] Mecâzü’I-Kurıan 29
[14] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/49.
[15] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/49-50.
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/50.
[17] Taberı, 1/79. Mısır- 1321; Muhtasar-ı İbn Kesir 1/29,
Celâleyn
[18] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/50-51.
[19] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/51.
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/51.
[21] Muhtasar-ı İbn Kesir, I / 30
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/51.
[22] Hadid Sûresi, 57/20
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/52.
[24] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/52.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/52-53.
[26] En-Nisa, 4/155. Geniş bilgi için bakınız, Muhtasar-ı
İbn Kesir, 7/32. Beyrut, 1981.
[27] Eî-Bahru'l - Muhît, 1/51
[28] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/53.
[29] Şerif Radî. Telhisu'l-bevan. 1/3: Ebu Havva.
el-Bahru'1-Muhît. T/51
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/53-54
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/57.
[31] Ezherî, Tezhibu' 1-luğa; Cevheri, Sıharı; Fİruzâbâdî,
el-Kâmusu' 1- muhît, {Sefeh maddesi)
[32] el-Hakka sûresi, 69/11
[33] Tefsir-i Kebir, n/71
[34] Saffat sûresi, 37/10
[35] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/57-58.
[36] Fahr-ı Râzi, Tefsir-i Kebir, n/6
[37] Beyzâvî Tefsiri, 1/ 11
[38] Muhtasar-ı İbn Kesir, 1/33
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/59.
[40] Muhtasar-ı İbn Kesir, 1/33
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/59-60.
[42] Fâtır sûresi, 35/8
[43] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/60.
[44] Beyzâvî, 1/ 12
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/60.
[45] Beyzâvî, Aynı yer
[46] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/60-61.
[47] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/61.
[48] A'raf sûresi, 7/183
[49] İlm-i beyanda bu sanata "müşâkele" denilir.
Müşâkele: İki cümlenin lafızda aynı, manâda farklı olmasıdır. Şâirin sözünde de
böyledir:
[50] Şûra Sûresi, 42/40 "Bu mecazı en mükemmel hale
getiren bir edebî sanattır" Keşşaf, 1/3-
[51] Bakara Sûresi, 2/194
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/61.
[53] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/62.
[54] Mühtasar-ı İbn Kesir, 1/36
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/62.
[55] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/62.
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/62-63.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/63.
[58] ez-Zemahgerî şöyle der: Bu, mecazı en mükemmel hâle
getiren edebî sanattır Keşşaf, 1/35
[59] Fahr-ı Râzi şöyle der: Burada, son derece doğru bir
benzetme vardır. Çünkü onlar önce iman etmekle bir nur elde ettiler, sonra
münafıklık yaparak bu nuru kaybettiler ve büyük bir şaşkınlığa düştüler. Zira
dindeki şaşkınlıktan daha büyük bir şaşkınlık yoktur; bu durumdaki kişiler
ebediyyen zarar içindedir. Tefsir-i
Kebir, 11/73
[60] Biz burada edebî sanatlardan misaller verdik. Yoksa, âyetlerde geçen
edebî sanatlar sadece bu kadar değildir. Maksadımız, okuyucunun Kur'an'da
bulunan güzelliklerden bir miktar tatmasidır. Yoksa, Allah'ın kelâmı bir
mucizedir. Onda insanın zevk alıp da dilin anlatamaya cağı birçok edebî güzellik vardır.
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/ 63-65.
[61] Ankebût Sûresi, 29/43
[62] Muhtasar-ı İbni Kesir, 1/33
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/65.
[63] Bakara sûresi, 2/257
[64] En'am Sûresi, 6/1
[65] Aynı sûre, 153
[66] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/65-66.
[67] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/68.
[68] KurtubL 1/230
[69] Keşşaf, 1/ 72
[70] Kurtubî 1/238
[71] Beyzâvî, 1/ 18
[72] Tevbe Sûresi, 9/34
[73] A'râf Sûresi, 7/19
[74] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/68-69.
[75] Beyzâvî. 1/16
[76] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/69-70.
[77] Aynı kaynak, aynı sayfa. Asrımızda astronotların dünya
çevresinde dol aşmaları ndan asırlarca önce Beyzâvî. dünyanın yuvarlaklığını
açık bir şekilde ifade etmiştir. Beyzâvî. T/ 16
[78] Muhtas;ır-ı İbn Kesir. 1/38
[79] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/70.
[80] Beyzâvî,!/ 17
[81] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/70-71.
[82] İsra Suresi, 17/88
[83] Muhtasar-ı Tbn Kesir 1/45
[84] Enbiya Suresi 21/98
[85] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/71-72.
[86] Hadiste, cennet ırmaklarının yataksız aktığı
zikredilmiştir. Keşşaf, 1/257, Beyrut, ty (Bu hadisi kaynaklarında
bulamadık ancak
Keşşafta bulabildik)
[87] Bazı müfessirler, "Bu, bundan Önce bize verilenlerdendir."
mealindeki âyetin manasının "daha
Önce bize dünyada verilenlerdendir" şeklinde olduğunu savunmuşlardır. Bu, kabul görmeyen
bir görüştür. Sahih olan, ibn Abbas (r.a.) ve diğerlerinden gelen rivayettir. Buna göre nimetler,
cennetle daha önce verilenlerin benzeridir. Dünyada, cennette olan nimeüerin sadece isimleri vardır. (Bakınız.
Kadı Beydâvî, Mecmûatu't-tefâsîr, c.l, s.86.)
[88] Vakıa sûresi, 56/35-37
[89] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/72.
[90] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/72-73.
[91] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/75.
[92] Keşşaf. 1/85
[93] Râzi, Tefsir-i
Kebir, 11/147
[94] Nahl suresi, 16/92
[95] Nisa suresi,
4/155
[96] Sâvi Haşiyesi, 1/19, Keşşaf, 1/92
[97] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/75-76.
[98] Kurtubi, 1/244, Sâvi, 1/17
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/ 76.
[99] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/76.
[100] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/76-77.
[101] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/77.
[102] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/77.
[103] Zemahşerî bunu
böyle söylemiştir. Keşşaf, 1/263, Beyrut, ty
[104] el-Bahru'1-Muhit, 1/136
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/77-78.
[105] Ankebut suresi, 29/41
[106] Hacc suresi, 22/73
[107] Keşşaf. 1/83
[108] Ebussuûd Tefsiri, 1/60
[109] Nazi ât suresi, 79/30
[110] el-Teshîl, 1/43
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/78-79.
[111] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 81.
[112] Kurtubî J/262
[113] Sâd suresi, 38/26
[114] TaVha b. Ubeydullah şöyle rivayet etmiştir:
"Subhânellah' in tefsirini Rasuîullah (s.a.v.)' a sordum. Şöyle cevap
verdi: O, her türlü kötülükten Allah' ı
(c.c.) tenzih etmektir."
Kurtu-bi,î/276
[115] Müzzemmil suresi,73/7
[116] MüsLim,Salât. 223 (8 l)Sâd suresi, 38/67
[117] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/81-82.
[118] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/82.
[119] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/82-83.
[120] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/83.
[121] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/83.
[122] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/83-84.
[123] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 1/49
[124] et-Teshîl, T/43
[125] Kehf suresi, 18/50
[126] Mehâsinu't-te'vîl, 11/ 104
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/84.
[127] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/86.
[128] Muhtasar-i-Taberî, 1/42
[129] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/86-87.
[130] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/87.
[131] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/87.
[132] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/87.
[133] A'raf sûresi, 7/23
[134] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/87.
[135] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/87-88.
[136] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/88.
[137] İsra sûresi, 17/32
[138] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/88.
[139] Keşşaf, 1/95
[140] Tâhâ sûresi, 20/122
[141] Ebu Hayyan, el-Bahru'l- muhît, 1/141
[142] Tahrim sûresi, 66/6
[143] Kehf sûresi, 18/50
[144]
" " , 18/50
[145] Geniş bilgi için, "en-Nübüvve ve'1-Enbiya"
adlı kitabımıza bakınız
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/88-89.
[146] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/90-91.
[147] Al-i İmrân sûresi, 3/93
[148] En' am sûrsei, 6/9
[149] Tevbe sûresi, 9/103
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/91.
[150] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/91-92.
[151] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/92.
[152] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/92.
[153] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/92.
[154] Bakara sûresi,
2/16
[155] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/92.
[156] Bakara sûresi, 2/152
[157] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/92-93.
[158] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/94.
[159] İsmail b. Muhammed el-Aclunî, Keşfu'1-hafa, 1/336,
Beyrut, 1985
[160] Tevbe sûresi, 9/67
[161] Tâhâ sûresi, 20/115
[162] Tâhâ sûresi, 20/108
[163] Kurtubî Tefsiri, 1/374
[164] Mccazu'l-Kur'an, 39
[165] Hakka sûresi, 69/20
[166] Kehf sûresi, 18/53 (lll)Sâvî, T/365
[167] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/94-95.
[168] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/95.
[169] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96.
[170] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96.
[171] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96.
[172] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96.
[173] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96.
[174] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/96-97.
[175] Ebu Davud, Salât, 312
[176] Ebu Davud, Edeb, 86
[177] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/97.
[178] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/99.
[179] Keşşaf, 1/102
[180] Enbiya sûresi, 21/35
[181] İsra sûresi, 17/106
[182] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 99.
[183] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100.
[184] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100.
[185] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100.
[186] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100.
[187] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100.
[188] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/100-101.
[189] Teshil, 1/47
[190] Ebussuûd, 1/81
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/101.
[191] Zeccâc bu görüştedir. Zcmahşerİ de bunu tercih
etmiştir. Zeccâc...; Keşşaf, 1/281, Beyrut, ty
[192] Ebu Hayyan, el-Bahru11- Muhît, 1/194
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/101-102.
[193] A'râf sûresi, 7/155
[194] Muhtasar-ı tbn Kesir, 1/66
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/104.
[195] Mecâzu' 1- Kur'an , T/41
[196] A'raf sûresi, 7/İ34
[197] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/104-105.
[198] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/105.
[199] Maide sûresi, 5/24
[200] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/105.
[201] Bu, Rabi b. Enes'in görüşüdür.
[202] Bu, tefsircilerin çoğunluğunun görüşüdür.
[203] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/105-106.
[204] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/106.
[205] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/106.
[206] Fütûhat-ı İlâhiyye, 1/57
[207] EbussuÛd Tefsiri, 1/83
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/106-107.
[208] Mehasinu' t-te' vil, n/135
[209] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/109.
[210] cl-Bahru'1-muhit. 1/226
[211] A'raf sûresi, 7/160
[212] Misbah'ta da böyledir.
[213] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 109-110.
[214] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/110.
[215] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/110-111.
[216] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/111.
[217] Ebussuûd'un da işaret ettiği gibi buna istiâre-i
mekniyye denir. Bakınız, cilt 1, s. 107
[218] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/111-112.
[219] Keşşaf, 1/107
[220] Kurtubî, 1/425
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/112.
[221] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 113.
[222] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 114.
[223] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/114.
[224] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/114.
[225] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/114.
[226] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/114.
[227] el-Fûtûhâtu'1-ilâhiyye, 1/63
[228] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/114-115.
[229] Mu'minûn sûresi, 40/67
[230] el-Bahru'1-muhit, 1/243
[231] el-Bahru'1-muhit, 1/243
[232] Zâriyât sûresi, 51/55
[233] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/115.
[234] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/117.
[235] el- Bahru'l-muhît,I/248
[236] Muhtasarut-Taberî, 1/47
[237] Kegfu'1-Hafâ, 1/73
[238] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/117-118.
[239] Muhtasar-ı îbn Kesir, 1/76
[240] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 119.
[241] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/119.
[242] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/119.
[243] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/119-120.
[244] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/120.
[245] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/120.
[246] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/120.
[247] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/120.
[248] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/120-121.
[249] Ebussuûd Tefsin, 1/90
[250] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/121.
[251] Ebussuûd Tefsiri, 1/90
[252] Bakara sûresi, 2/56
[253] Bakara sûresi, 2/73
[254] Bakara sûresi, 2/243
[255] Bakara sûresi, 2/259
[256] Bakara sûresi, 2/260
[257] Büyük âlim İbn Kesir bunu böyle açıklamıştır
[258] Saffâtsûresi,37/147
[259] İsra sûresi, 17/44
[260] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/122-123.
[261] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/125.
[262] Mutaffifın sûresi, 83/1
[263] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/125-126.
[264] el-Bahru'1-muhit, 1/271
[265] Muhtasar-ı İbn Kesir, 1/82
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/126.
[266] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/126-127.
[267] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/127.
[268] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/127.
[269] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/127.
[270] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/127-128.
[271] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/128.
[272] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/128.
[273] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/128.
[274] Teihîsu"l-beyân, 1/8
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/128-129.
[275] Ebussuûd Tefsiri, 1/94
[276] Maide sûresi, 5/13
[277] Hicr sûresi, 15/9
[278] Muhtasar-ı İbn Kesir, 1/82
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/129-130.
[279] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/132.
[280] Necm sûresi, 53/29
[281] el-Bahru'1-muhît, 1/281
[282] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/132-133.
[283] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/133.
[284] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/133.
[285] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/133-134.
[286] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/134.
[287] Muhatsar-ı Ibn Kesir, 1/85
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/134.
[288] Ebussuûd Tefsiri, 1/96
[289] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/134-135.
[290] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/135.
[291] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/137.
[292] Keşşaf, 1/122
[293] el-Bahru'1-muhît, 1/298
[294] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/137-138.
[295] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/138.
[296] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/138-139.
[297] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/139.
[298] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/139.
[299] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/139.
[300] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/139.
[301] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/140.
[302] Nahl sûresi, 16/102
[303] Mehâsinu't-Tevil, 11/186
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/140.
[304] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/142.
[305] Kurtubî, U731
[306] Müslim,Kader, 34; İbn Mace, Makaddime, 10, Zühd, 14
[307] Âl-i İmran sûresi, 3/185
[308] el-Futiihâtu'1-İlâhiyye, 1/82
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/142-143.
[309] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/143.
[310] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/143.
[311] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/143-144.
[312] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/144.
[313] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/144.
[314] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/144.
[315] Telhisu'l-beyan, sayfa 9.
[316] Hûd sûresi, 11/87
[317] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/144-145.
[318] A'râf sûresi, 7/179
[319] Sâvi, 1/49
[320] Kurtubî, 11/33
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/145-146.
[321] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/148.
[322] Kurtubî, ü/40
[323] Taberî, ü/407
[324] es-Sihah
[325] Buharı, Tıb, 51; Nikah, 47 Müslim, Cuma,47
[326] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 148-149.
[327] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/149.
[328] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/149.
[329] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/149-150.
[330] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/150.
[331] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/150.
[332] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/151.
[333] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/151.
[334] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/153.
[335] Hûdsûresi,II/13
[336] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/153-154.
[337] Keşşaf, 1/131. Neshin hikmeti ve hükümleri hakkında
geniş bilgi için Revaiu'l-beyan adlı kitabımıza bakın: 1/100
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/154.
[338] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/154.
[339] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[340] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[341] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[342] Nisa sûresi, 4/153
[343] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[344] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[345] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/155.
[346] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/156.
[347] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/156.
[348] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/158.
[349] A'raf sûresi, 7/156
[350] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/158.
[351] Muhtasar-1 İbn Kesir, 1/108
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/159.
[352] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/159.
[353] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/159.
[354] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/159.
[355] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/159-160.
[356] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/160.
[357] Telhisu'l-beyan, 10
[358] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/160-161.
[359] Kasas sûresi, 28/88
[360] Tefsir-i Kebir, 4/4
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/161.
[361] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/163.
[362] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/163-164.
[363] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/164.
[364] Kamer sûresi; 54/50
[365] Muhammed Ali Es-Sabu1ni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/164.
[366] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/164-165.
[367] Ra'd sûresi, 13/40
[368] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/165.
[369] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/165.
[370] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/165.
[371] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/165.
[372] Müddesir sûresi, 74/48
[373] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/165.
[374] Ebussuûc efeiriJ/117
[375] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/166.
[376] Müslim, Zekât 69. Kurtubî 2/87
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/166-167.
[377] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/169.
[378] İbrahim sûresi, 14/30
[379] Şems sûresi, 91/9
[380] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/169-170.
[381] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/170.
[382] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/170-171.
[383] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/171.
[384] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/171.
[385] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/171-172.
[386] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/172.
[387] Al-i tmran sûresi, 3/97
[388] Ebussuûd Tefsiri, 1/124
[389] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/172.
[390] Suyutî, ed- Durru'l-mensûrJ/11
[391] Mehâsinu't-te'vil, 11/247.
[392] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/173.
[393] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175.
[394] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175.
[395] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175.
[396] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175.
[397] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175.
[398] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/175-176.
[399] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/176.
[400] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 176.
[401] el-Bahru'1-muhît, 1/401
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/176-177.
[402] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/177.
[403] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/179.
[404] Keşşaf, 1/145
[405] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/179-180.
[406] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/180.
[407] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/180.
[408] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/180-181.
[409] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/181.
[410] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/181.
[411] Âl-i İmrân sûresi, 3/67
[412] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/181.
[413] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/181-182.
[414] Şerif Râdî, Telhisu'l-beyan, s.11
[415] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/182.
[416] el-Bahru'1-muhît, 1/416
[417] Vahidî, Esbâbu'n-nüzûl, s,22
[418] Buharı, TefsiıM Sûre 2, bab 11
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/182.
[419] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/184.
[420] Muhtasar-ı Taberî, 1/55
[421] Dârimî, Vudû', 2
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/184.
[422] Vahidî, Esbâbu'n-nüzût, 23
[423] Buhârî, Salât31
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/185.
[424] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/185.
[425] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/185.
[426] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/186.
[427] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/186.
[428] Buharı, Tefsir-i sûre 2, bab 13
[429] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/186-187.
[430] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/189.
[431] Hacc sûresi, 22/55
[432] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/189-190.
[433] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/190.
[434] A'râf sûresi, 7/157
[435] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/190.
[436] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/190.
[437] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/190-191.
[438] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/191.
[439] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/191.
[440] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/191-192.
[441] Muhtasar-ı İbn Kesir 1/140
[442] Mehâsinu't-te'vîl 11/305
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/192.
[443] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/194.
[444] Enbiya sûresi, 21/35
[445] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/194.
[446] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/194.
[447] Muhtasar-ı İbn Kesir 1/142
[448] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/194-195.
[449] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195.
[450] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195.
[451] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195.
[452] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195.
[453] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195.
[454] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/195-196.
[455] Tirmizî. Cenâiz. 36
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/196
[456] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/198.
[457] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/198.
[458] Buharî, Tefsir-i Sâre 2, bab 21 Bakınız Suyutî ed-
Dürrü'l-mensûr 1/159
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/ 198.
[459] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/198-199.
[460] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/199.
[461] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/199.
[462] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/199.
[463] Zuhruf sûresi 43/75
[464] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/199.
[465] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/199-200.
[466] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/200.
[467] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/202.
[468] Karia suresi 101/4
[469] Nur suresi 24/44
[470] Zumer sûresi 39/ 56
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/202-203.
[471] Vahidî, Esbâbu'n-nüzûl s,25; Kurtubî 11/191
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/203.
[472] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/203.
[473] el-Bahru'1-muhît, 1/476
[474] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/203-204.
[475] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/204.
[476] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/204.
[477] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/204-205.
[478] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/205.
[479] Rûm sûresi, 30/46
[480] Araf sûresi, 7/57
[481] Hakka sûresi, 69/6
[482] Zariyat sûresi, 51/41
[483] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/205-206.
[484] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/208.
[485] Yusuf sûresi, 12/25
[486] Saffat sûresi, 37/69
[487] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/208-209.
[488] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/209.
[489] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/209-210.
[490] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/209.
[491] Furkan sûresi, 25/44
[492] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/210.
[493] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/210.
[494] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/210-211.
[495] Mü'minun sûresi 23/108
[496] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/211.
[497] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/211.
[498] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/211.
[499] Fahri Râzî, s: 11
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/211-212.
[500] Telhîsu'i-beyân, 5:11
[501] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/212.
[502] Bu hadisi Hafız İbn. Merdiveyh tahric etmiştir.
[503] Mehâsinu't-te'vil 3/368
[504] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/212-213.
[505] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/215.
[506] Kasas sûresi,
28/11
[507] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/215-216.
[508] Suyutî, ed-Dürru'l-mensur 1/173
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/ 216.
[509] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/216-217.
[510] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/217.
[511] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/217.
[512] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/218.
[513] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/218.
[514] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/218.
[515] Ebu Hayyan, e] Bahru'l-muhît. 2/3
[516] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/218-219.
[517] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/219-230.
[518] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/223.
[519] Müfredâtu'İ-Kıtf'ıtfı, S. 312
[520] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/223-224.
[521] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/224.
[522] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/224.
[523] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/224.
[524] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/224-225.
[525] Kaf sûresi 50/16
[526] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/225.
[527] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/225-226.
[528] Araf sûresi, 7/189
[529] Bakara sûresi,
2/223
[530] Bakara sûresi, 2/187
[531] Revaiu'l- beyan 1/190; Şerif Râdî, Telhisu'l-beyan,
s.12
[532] KeşşâfI/175
[533] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/226-227.
[534] Oruç ibâdeti, kamerî ay sistemine göre farz
kılınmıştır. Kamerî aylar her yıl on gün önce
gelmektedir. Dolayısıyla Ramazan
ayı yılın her
mevsimine rastlamaktadır.
Hıristiyanlara yaz sıcaklarında oruç tutmak zor geldiği için orucun zamanını
değiştirerek güneş sistemine almışlar ve yılın kısa ve değişmeyen serin
günlerinde oruç tutmaya başlamışlardır. (Mütercimler).
[535] Tevbe sûresi, 9/31
[536] Tâhâ sûresi, 20/105
[537] Ahmed b. Hanbel 4/402
[538] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/227-228.
[539] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/230.
[540] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/230-231.
[541] Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebîr, V/ 132 Vahidî, Esbübu'n-nüzûl s. 28
[542] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/231.
[543] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/231.
[544] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/231-232.
[545] Tevbe sûresi, 9/36
[546] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/232.
[547] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/232.
[548] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/232.
[549] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/232.
[550] Bazıları bu âyeti şöyle tefsir ederler: Mekke'ye
girdiğiniz haram ay, Hudeybiye yılınd oraya girmekten men edildiğiniz haram aya
karşılıktır. Kâfirler, Nebi (a.s.)'yi Hudeybiye yılının Zilkade ayında Mekke'ye
girmekten alıkoymuşlardı.
[551] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/232-233.
[552] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/233.
[553] Şûra sûresi 42/40
[554] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 233-234.
[555] Tâhâ sûresi 20/105
[556] el-Fütühâtu'l-iIâhiyye 1/152
[557] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 234.
[558] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/237.
[559] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/237.
[560] Vahidî, Esbâbu'n-nuzûl, 32
[561] Vahidî, a.g.e.
32
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/238.
[562] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/238-239.
[563] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/239.
[564] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/239.
[565] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/239-240.
[566] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/240.
[567] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/240.
[568] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/240.
[569] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/240.
[570] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/240-241.
[571] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/241.
[572] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/243
[573] Yasin sûresi, 36/51
[574] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/243-244.
[575] Fahri Râzî,
V/215; Vahidî, Esbâbu'n-nüzûl, 34
[576] Aynı kaynaklar
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/244-245.
[577] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/245.
[578] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/245.
[579] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/245.
[580] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/245-246.
[581] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/246.
[582] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/246.
[583] şey beklemezler" şeklindedir. Ona göre, bu âyette
muzaf hazf edilmiştir. Şöyle der: Bu, mecaz için en meşhur misal olan Köy
(halkı)'e sor" ayetine benzer. Meselâ: Emir, filan kimseyi dövdü, filan
kimseyi astı veya filan kimseye verdi" denilir. Hakikatte, emir, bunları
emretti demektir. Fahreddin er-Râzi, yaptığı bu yoruma delil olarak da şu
ayeti getirir: "Onlar kendilerine meleklerin veya Rablerînin emrinin
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? (Nahl suresi, 16/ 33), İbn Kesir
Tefsirinde zikredilen Selefin görüşüne göre burada yorum yapılmamalı ve ayetin
manası Allah'a havale edilmelidir.
Fahreddin er-Râzîrye göre,
âyetinin mânâsı: "Onlar, Allah'ın emri ve azabının kendilerine gelmesinden
başka bir
[584] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/246-247.
[585] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/247.
[586] Mutaffifin sûresi, 83/29
[587] Mü'min sûresi, 40/40
[588] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/247.
[589] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/247-248.
[590] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/248.
[591] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/251.
[592] Kehf sûresi 18/64
[593] Rağıb el-İsfehânî, Müfredatu'l-Kur'ân
[594] Muhammed sûresi, 47/9
[595] İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, habita maddesi
[596] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/251.
[597] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/251-252.
[598] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/253.
[599] Hacc sûresi, 22/40
[600] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/252-253.
[601] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/253.
[602] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/253.
[603] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/253-254.
[604] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/254.
[605] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/254-255.
[606] Şûra sûresi, 42/13
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/255.
[607] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/255.
[608] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/257-258.
[609] Cevheri, Sıhah, Hars maddesi.
[610] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/258.
[611] İsrâ sûresi, 17/34
[612] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/258-259.
[613] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/259.
[614] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/259-260.
[615] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/260.
[616] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/260-261.
[617] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/261.
[618] Bir görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: Çokça yemin
edip de Allah'ı yeminlerinize hedef kılmayınız. İyilik yapmış olmak,
kötülükten korunmak ve insanların arasını düzeltmek maksadıyle az çok,
büyük-küçük herşeyde Allah'ın ismini çok söylemeyin. Zira çok yenıir eden ne
iyilik yapmış olabilir ne de takva sahibi.
[619] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/261.
[620] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/261-262.
[621] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/262.
[622] Kurtubî, TU/57
[623] Keşşaf, 1/202
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/262-263.
[624] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/265.
[625] Tûr sûresi, 52/31
[626] Hud sûresi,l t/72
[627] el-Müfredât, s. 229
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/266.
[628] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/ 267.
[629] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/267.
[630] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/267.
[631] Ahzab sûresi, 33/49
[632] Hucurat sûresi, 49/13
[633] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/267-268.
[634] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/268-269.
[635] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/269.
[636] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
1/269-270.
[637] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/270.
[638] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/270.
[639] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/271.
[640] Tevbe sûresi, 9/107
[641] Tehzibu'1-lüğa, Adi maddesi.
[642] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/272.
[643] Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Bakınız Tac IV/63
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/272.
[644] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/272-273.
[645] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/273.
[646] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 1/273-274.
[647] Tcfiiîr-i Kebîr, 6/105
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/274.