İmanın Çiçeği Ramazan Orucu. 10

Birliğimizi Sağlayan Oruç. 11

Evrensel Dinin Evrensel İbadeti 12

Sabrın Bileme Taşı Oruç. 12

Ramazan Orucunun Şartları Farziyetinin Şartları: 12

Sıhhatinin Şartları: 13

Edasının Şartları 13

Orucun Çeşitleri 13

İslâm Dini Kolaylık Dinidir. 14

 


(175) Onlar doğruluk yerine sapıklığı, bağışlanma yerine azabı satın aldılar. Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdır.

Onların ticareti ise, işte onlar yani Allah'ın âyetlerini gizleyenler, Al­lah'ın âyetlerini para karşılığında satanlar, onlar hidayeti verip sapıklığı satın alanlardır. Allah'ın mağfiretini affını verip, azabı satın alan kişiler­dir onlar. Ne kadar da ateşe karşı sabırlıdırlar. Veya ateşe karşı ne kadar cüretkârdırlar. Yani Cehenneme doğru bir gidiş var onlar bu gidiş esna­sında da pazarlıktalar. Alış veriş yapıyorlar. Hidayet verip dalalet satın alıyorlar, mağfireti verip azabı satın alıyorlar. Ve azabı Cehennemin aza­bını, kendilerine doğru yaklaştırıyorlar.

Sabır kelimesini daha önce izah etmiştik. Bakara sûresinin 153. âyet-i kerîmesinde. Orada sabrın bir mânâsı da cesaretli olmak, metin olmak

mânâsına geliyordu. Bu âyet-i kerîmeyi misal vermiştik..............Ateşe karşı ne kadar sabırlılar mânâsı olduğu gibi ateşe karşı ne kadar cür'etkârlar diyor Allah (c.c).[1]

 

(176) Bu ise Allah'ın, Kitabı doğru olarak indirmesindcndir. Ki­tap hakkında anlaşmazlığa düşenler ise şüphesiz uzak bir ayrılık içindedirler.

İşte böylece Allah (c.c.) Kitabı yani Kur'ân-ı Kerîm'i Hak ile indirdi. Yani Rabbim katından gerçek bir Kitap olarak indirdi. Ve bu Kitabı hak­kı belirlemek üzere indirdi, hukuku beyan etmek üzere indirdi. Kitap hakkında ihtilafa düşenler ise, çok uzak bir ayrılığın içerisindedirler diyor Allah (c.c).

Kitap içinde ihtilafa düşenler iki kısma ayrılıyorlar.

1-Bu Allah'ın kitabıdır diyenler, Allah'ın kitabı değildir diyenler. Bunların ikisi Doğu ile Batı kadar birbirinden uzaktırlar.

2- Allah'ın kitabını ikisi de kabul et­tiği halde bu âyetin kasdı budur diyerek mânâyı yanlış yönde yönlendir­mek isteyenler. Bir de Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'m anladığı doğrultu­da mânâyı anlamak isteyenler.

Bunlar da yine acı ile tatlı kadar, karanlıkla aydınlık kadar, doğu ile batı kadar birbirinden uzak insanlardır.[2]

 

(177) Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. İyilik ancak Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, Kitaba, peygambere iman eden, malını O'nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksulla­ra, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin hürriyetine kavuşması için veren, namaz kılan, zekât veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, zor ve dar zamanlarda ve savaş anında sabredenlerin yaptığındır. İşte doğru olanlar onlardır. Ve işte Allah'dan sakınan da onlardır.

Hz. Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Bir gün Efendimizle beraber oturu­yorduk bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı bir adam geldi. Adamı tanımı­yorduk. Yani içimizde hiç tanıyan yoktu. Adam geldi,- Peygamber Efendimiz'in yanına kadar yaklaştı, dizinin dibine oturdu, dizleri Peygamber Efendimiz'in dizine değiyordu. Ellerini Peygamber Efendimiz'in dizi üze­rine uyluğu üzerine koydu ve sordu:

İman nedir? Ya Rasûlellah dedi. Peygamber Efendimiz de iman, Al­lah'a, âhirete, meleklerine, kitaplara, peygamberlere ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmaktır dedi. O gelen zat dediki doğru söylüyorsun.

Hz. Ömer diyor ki, şaştık bu ne iştir, adam hem soruyor, hem de so­runun cevabına doğru söylüyorsun diyor.

Sonra İslâm'ı sordu. Peygamber Efendimiz de bizim bildiğimiz İslâm'ın beş şartını cevap verdi. Adam yine doğru söylüyorsun dedi. Son­ra ihsanı sordu. Sonra âhireti sordu. İşte bu Cibril hadisi diye bilinen uzunca bir hadistir. Konumuz o değil.

Hz. Ömer diyor ki, sonradan Öğrendik ki,o adam Cebrâil'miş diyor. Cebrail (a.s.) imiş. Bize öğretmek için sorulu-cevaph hale getirmişte din­leyenlere imanı, İslâm'ı, ihsanı ve kıyameti öğretmiş diyor.

Bir gün sahabeden bir tanesi Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sormuş: İman nedir? Rasûlallah bu âyeti okumuş yani Bakara sûresinin bu 177.âyetini okumuş................Bir: İyilik mânâsına geliyor, takva mânâsına da geliyor. İyilik, iman veya takva yüzünüzü Doğuya veya Batıya çevir­mek değildir.

Daha önce müslümanların kıblesi Mescid-i Haram'a çevrilmeden ön­ce, Kudüs'e doğru idi. Onlar da namazlarını o tarafa doğru kılıyorlardı. Peygamber Efendimiz ve ashabı. Derken..........âyeti[3] keri­mesi nazil olunca yönlerini Kabe'yi muazzamaya doğru döndürdüler. Bu sefer Yahudiler gürültü çıkarmaya başladılar. Niye bu tarafa çevirdiniz, daha Önce Kudüs'e doğru namaz kıldığı halde vefat eden sahabelerin na­mazı boşa mı gitti? gibi dedikodu da yaymaya başlamışlardı. Onların da cevabını Allah (cc), "Allah kimsenin imanını zayi etmiyecektir"[4] anlamında indirmiş olduğu âyet-i kerîmelerle vermişti.

Burada da, iyilik, takva veya iman yönünüzü Doğuya veya Batıya çevirmeniz değildir. İman; kim Allah'a iman ederse, ahirete iman ederse, meleklere iman ederse, kitaplara iman ederse, peygamberlerine iman ederse, yani imanın altı şartından beşi burada sayılmış. Yalnız kadere iman burada zikredümemiş.Bakara suresinin son iki ayetin de de öyle. Orada imanın beş şartı sayılıyor. Kadere iman orada yok.

Alimlerimiz diyor ki, Allah'ın ilim sıfatı içerisinde kadere iman var demektir. Yani Allah'a iman var ya burada. Allah'a imanla, Allah'ın ilim sıfatına .da iman etmiş oluyoruz ilim sıfatıyla olmuş ve olacağı bilen Al­lah (c.c), böylelikle kaderimizi de bilmiş oluyor. Kadere iman, Allah'a imanın içindedir demişler.

Burada muttaki insanın, mü'min insanın vasıfları bu beşi. Altıncısı çok sevmesine rağmen malını veren. Kime veriyor? Yakınlarına, yetimle­re, fakirlere, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle azat edilmesi konusunda para verenler, namazını kılanlar, zekâtını verenler, söz verdiklerinde söz­lerini yerine getirenler, anlaşma yaptıklarında andını yerine getirenler, fa­kirlikte de, iyi halde de, harp halinde de, kötü durumda da sabredenler. Böylece on vasıf oldu.

İşte dosdoğru olanlar onlardır. İşte muttaki insanlar da onlardır diyor Allah (c.c). Yani burada mü'minin on tane vasfını saymış oluyor.

Bugün çeşitli devletler tarafından teklifler vardır: Dünyada birlik sağlıyalım. Birliği sağlarsak dirliği de sağlamış oluruz diyorlar. Temenni güzel. Fakat bu konuda tavsiye edilen yollarda yanlışlık vardır. Birisi di­yor ki, benim riyasetim altında birleşelim. Öbürü diyor ki, benim başkan­lığım altında birleşin. Birisi diyor ki, benim koyduğum kuralları bütün dünyada uygularsak birlik sağlanmış olur diyor kî bu konuda en fazla iler de adım atmış olan da Amerika'dır. Askeri için çıkarmış olduğu kanunu bütün dünya ülkelerinin askerlerine uygulatmış. Hepsinin bellerine kendi terzileri tarafından dikilen kütüklükleri takmış. Ayaklarının atışından, ya tışma kadar nizamnamesini onlara sunmuş.

Sanayide de standartlar enstitüleri kanalıyla bütün dünyadaki stan­dartlar enstitüleri kanalıyla o. adam geldiğinde onun arabasına, onun uça­ğına, onun televizyonuna, onun radyosuna, onun traş makinasına uygun malı üreteceksiniz burada demiş. Yoksa standartlar enstitüsünden geçmez bu. Alamazsınız, satamazsınız, üretemezsiniz, başka ülkelere götüremez­siniz demiş.

Yani bizi kuşatan her yönde kendi hakimiyetini sağlamaya gidiyor. Ama huzur getirmiyor. Çünkü bütün bunları yapışının gayesi insanlara saadet ve mutluluk vermek değil, insanların dünya çevresinde sahip olu­nan bütün yer altı ve yer üstü servetin kendi ülkesine akması, kendi ülke­sinin insanlarının mutlu olması için yapıyor bütün bunlan. Onun içindir ki, hakim olduğu ülkelerde dahi sevilmiyor.

Bütün dünyanın aslında bunlara karşı bir kini vardır. Halkın kini var­dır. Yöneticilerin yok. Üçüncü dünya ülkelerinde bütün halkın bunlara karşı kini vardır. Müşterek kini vardır. Afrika'daki insanın da kini var. Japonya'daki insanın da kini var. Çin'deki insanın da kini var. Türkiye'deki insanın da kini var. Bütün insanlar bunlara karşı kin besliyorlar. Niye? el­lerindeki alınmış. Ayaklarının altındaki madenleri alınmış. Ürettiği pamuğu, fıstığı, şeftalisini çok ucuz fiyatla kendi ülkesine götürüp gidiyor. Onları sadece üst düzey devleti yöneten kişiler tutuyor. Çünkü onlar on­ları tayin ettiğinden, onlar da onları tutmak mecburiyetinde kalıveriyor. Belki içlerinden onlar da sevmiyorlardır. Ama orada kalabilmek, bu dün­yasını Cennet eyleyebilmek için o insanların yardımına ihtiyacı olduğun­dan dolayı onları tutuyorlar. Yani gerçek anlamda mutluluğu getiremediklerini görüyoruz. Yardım ettiği ülkenin insanı ona kin beslemişse... Mesela Türkiye'de bile, Mısır'la İngiltere maçta beraber kalıyor. İstanbul belediye başkanı Kahire belediye başkanını tebrik ediyor. Enteresan bir şey. Yani İngiliz'e karşı o başkanın da kini var. Farkına varmadan yapılan şeylerdir bunlar. İnsanın iç dünyasının bir anda ortaya çıkıv erme sidir bunlar. Onun için bunlar da demekki huzuru sağlıyamamişlar. Otoriteyi biraz sağlamışlar ama aşağıda gümbürdeme varsa... Hani dağın içerisinde gümbürtü vardır. Yanardağlar, dünyanın neresine giderseniz gidiniz ge­nelde dışı çok yeşillik olan dağlarmış. Dışı ormanlık, yeşillik dışından bakarsınız ki yemyeşil bir dağ. Ama bir gün patlayıveriyor. Bütün ağaç­ları, otları ve etrafında oturan insanları da yakıyor. Yani içinde bir ho­murdanma var. Eğer bu dünya insanlarının da bu tür insanlara karşı ho­murdanması devam ediyorsa geç de olsa bu homurtu patlak verir.

Biz ise birliğe davet ediyoruz yine. Ama ilahımız bir olsun. Allah (c.c.)'e ibadet edelim. Çiinkü hepimizin gideceği yer bir, geldiği yer de bir. Rabbîmden geldik. Rabbimin mahşerine kıyametine doğru gidiyoruz. Yani âhiretine doğru gidiyorum. Onun için insanları topyekun evvela Al­lah'a imana davet ediyoruz.

Bunlar inanmıyorlar mı? İnanıyor ama bir kısmı inanıyor. Rus devlet başkanına sorsanız Allah kaç deseniz hiç diyor. Amerikan devlet başka­nına sorsanız üç diyor. Adamlann ikisi de imtihanda kaybediyor.

Onun için bir Allah'a iman ve hep beraber gideceğimiz âhirete iman olunca yolumuz tekleşiyor. Bir yola giriyoruz. Önde hedef var bir âhiret, âhirete doğru gidiş var. Herkes âhirete gideceğini biliyor. İki tane yol gösterilmiş. Şu banta binerseniz Cennete götürür. Şu banta da binerseniz Cehenneme götürür. Cehennemi de görür gibi iman edecek olursa bir ki­şi, aklı başında bir insanın kötülük yapması mümkün değildir. Bir insan bir banta koyulsa yanına da gönlünün sevdiği bütün günahlar da koyulu-verse, içki mi canı istiyor içki konulmuş, kadın mı canı istiyor kadın ko­yulmuş. Ama bant hareket ediyor. Masa da kurulmuş, karyolalar da var bantm üzerinde, fakat bantın ilerisinde bir fırın var. Fırına giriyor bant. İçerde de alevleri görüyor lavlar yanıyor. Oraya doğru gittiğini gören bu adam, içkiyi yudumlayamaz, kadınla zina edemez, verilen rüşveti ala­maz, yetimin malını yiyemez, Allah'a isyan edemez ateşi görünce. Bantm ilerisi bir hızara doğru gidiyor ki geleni kesiyor. O adamın önündekilerden zevk alması mümkün değildir.

Onun için Allah (c.c), âhirete imanı, görür gibi iman etmemizi sağ­lamak için bir çok ahiret sahnelerini sanki gözümüzün önüne getirircesi-ne tasvir de ediyor. Âhirete inanırsak ve meleklere iman edecek olursak ve kitaba iman edersek kurtuluruz. Bir soyguncu ile tanışmıştım: hocam on altı defa yakalandım diyor soygunda. Bu on altıncı yakalanışım, yaka­lanmadıklarımı ben bilemem. Nerede ne yaptığımı unutmuşum diyor adam. Peki dedim, seni bu sistem bundan vazgeçiremez mi? Mümkün de­ğil vazgeçirmesi diyor. Peki bundan sonra? dedim. Bundan sonra yap­mam, Meleğe inandım çünkü diyor.

Peki meleğe, inanmamış olsaydın da inançsız kâfir bir ülkedesin on alta defa yapmışsın soygunu ve cezam da çekmişsin. Savcı çıkarken diyor ki, seni topluma alıştınncaya kadar şu iki tane polis veya bir kaç tane po­lis 24 saat seni takip edecekler, iki üç ay elini oraya buraya saldırmadan gezebilesin. Ve bir iş tutabilesin. Onu temin edene kadar seni takip ede­cekler dese de yapar mısın dedim? Hocam o polisler de iman etmemiş olacak yalnız diyor. Yani öyle bir toplum ki, savcısı imansız, polisi iman­sız, halkı imansız, ben de imansızım. Öyle bir toplumda kültür var. Kül­tür seviyesi yüksek, vicdan da insanda doğuştan var zaten. Ancak iman yok. Bir gün gezeriz, üç gün gezeriz, beş gün gezeriz polisler de beni ta­kip eder. Eh onlar beni takip edince onlar beni, ben de onları görünce dost oluruz, gözlerimiz dost olur diyor. Sonra bir araya geliriz. Bir gün onlara derim ki, sizin maaaşımz kaç. Yediyüz bin, sekizyüz bin, bir mil­yon. Pekiyi benden 10 milyon veya 100 milyon, bende aylığınız 100 mil­yon. Niçin? Şu sarraflar çarşısının alt sokağına sen duracaksın. Üst soka­ğına da sen duracaksın. Gece ben burayı soyacağım. Şimdi diyelimki kül­türü yerinde ve vicdanı da var bu adam reddedebilir bunu. Yani paraya boyun eğmeyen insanlar biliyoruz. İmansız kesimden de vardır. Nöbeti bitmiştir gider eve yerine başkası gelmiştir. Evde vicdan törpüsü, filanla-nn taksisi var da bizim niye yok. Filanların renkli televizyonu var da bizim niye yok. Filanların evi var da bizim niye yok. Bir gün, üç gün, beş gün derken gelir haydi şu soygunu yapalım. Bu işi zaten bugüne kadar böyle yaptım hocam diyor. Yardımsız yapmadım. Mutlaka yardım eden­lerim veya topladığımı salıverenlerim, vardı benim diyor.

Ama şimdi günah ve sevabımızı yazan bizi her an gözetleyen meleğe iman ettik. Melek öğrendiğimize göre yemez içmezmiş. Rüşvet geçmiyor bu arkadaşa. Uyumazmış ki gece iş yapalım. Erkeklik ve dişiliği yokmuş. Erkek olsa yanına kadın gönderirdik. Kadın olsa erkek gönderirdik onu da bilmezmiş. Allah'ın emrettiğini yerine getiriyormuş. Hiç torpil geçmezmiş. Öyle ise bizim işimiz zor. Meleğe iman ettik, tevbe ettik bundan sonra yapmıyacağiz diye söz vermişti.

Yani bu eğitimle netice alınamamışta bu insanların ayıpladığı, hor gördükleri İslâm inancından bir madde yani meleğe iman 16 defa soygun yapmış bir insanın günah işlemesini engelleyiveriyor. Bir tek meleğe iman!!!                                                                   

Onun için eğer memlekette hırsızlık olmamasını, soygun olmaması­nı, rüşvet olmamasını, sosyal adaletin temin edilmesini istiyorlarsa iman esaslarına insanları hakkıyla alıştırmaları değil, imanına mani olmamaları gerekiyor. Bu insanların imanına giden yolu kesmemeleri gerekiyor.

Merhum Mehmet Akif de bu anlattığımı güzel ifade etmiş. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır, Fazilet hissi insanlar da Allah korkusundandır. irfanla yani kültürle vicdanın insan üzerindeki etkisi bazı zamanlar da olur ama devamlılık arzetmez.

Onun için bizde asıl olan imandır. İman doğrultusunda yöneltilmiş vicdandır. Ve iman doğrultusunda geliştirilmiş kültürdür, ilimdir.

Kitaba, iman ederler. O muttaki, iyi, imanlı insanlar. İnsanların birlik sağlıyabilecekleri yegane şey kitaptır.

Bugün bir taraf diyor ki, benim kitabıma göre yani benim hukukuma göre amel edilsin. Öbürü diyor ki, benim kitabıma göre yani benim huku­kuma göre amel edilsin. Öbürü diyor ki, benim hukukuma göre amel edilsin. Peki senin hukukun senin yazdığın. Öbürünün hukuku da onun yazdığıdır. İnsanların yazdıkları kendi çevresinde edindikleri bilgilerle, kültürle orantılıdır. Kendi hissiyatıyla da orantılıdır." Meselâ bu memle­kette bir kaç defa anayasa yazılmıştır. Dört profesör, beş profesör bir ara­ya geliyorlar, oturuyorlar, Anayasayı hazırlıyorlar. Bu adamların o günkü haleti ruhiyelerini kanunda görmek mümkündür. Evde hanımına kızmışsa hanımlarla ilgili maddeyi ceza yasasında koyuyorlar. Veya medenî hu­kukta hanımlarla ilgili maddeyi kuşa çeviriyorlar. Babasına kızmışsa, anasına kızmışsa onun da icabına bakıyor.Meseiâ bir miras yasası hâlâ uygulanır 60 senedir. O günün profesörü anasına ve babasına fena halde kızıyormuş. Kişi evliyse vefat etmişse ve mirasçı olarak da hanımını ve çocuğunu bırakmışsa anne ve baba mirastan mahrumdur. Halen bu geçer­lidir. Yani anne baba yemiyor yediriyor, giymiyor giydiriyorlar. Memle­ketteki sarı öküzü satıyorlar. Oğlu mezun olduktan, iş tuttuktan sonra İs­tanbul'a geliyorlar. Orada bir dönüm tarlaları iki öküzleri vardır. Onu da sattılar geldiler oğlumuzun yanında rahat edeceğiz derken oğulları da kö­şeyi döndü. Hayali ihracattan, başka bir işten daha fazla kazanacağım derken kalbi tak tak atarken gidiverdi. İstanbul'dan evlendiği hammıyla bir oğlu veya bir kızı vardır. Bütün mal oğluyla kızına kalıyor. Gelin ise Anne ile babalarının da evde kalmalarını istemiyor. Bu sefer yine Anado­lu'daki Müslüman komşularının insafına terk ediliyor bu insanlar. Zerre kadar bir kira vermez bugünkü kanunlar. Peki bunu temin eden nedir? O günkü hukukçunun anasına ve babasına olan kini kanuna yansımıştır. Pe­ki ben yazsaydım ne olurdu? Ben de yazsaydım ona benzer bir şey yapar­dım. Belki anamı babamı korurdum ama bu sefer de hanıma haksız yere zulmederdim. Veya çocuklarıma zulmedebilirdim. Veya en yakın kardeş­lerime zulmedebilirdim. "Kızdı mı Cehennem kesilir insan. Sevdi mi Cennet kesilir."

Onun için Allah (c.c), insanların bir araya gelmesi konusunda birle­şecekleri hukuk olarak, insanların yazdığını değil, Kendinin indirdiğini esas alıyor. Onun için iyi, muttaki bir insanın vasfı olarak meleklere imandan sonra kitaba imanı, kitaba imandan sonra o kitabı bize getiren peygamberlere imanı esas alıyor. Hz. adem'den Efendimiz (a.s.v.)'e kadar gelmiş bütün peygamberlere iman ettik. Şimdi iman eden bir toplum meydana getirildi. İmanın altı şartına iman eden bir toplum meydana gel­di. Bitti mi yani iman, yalnız iman her şeyi hallediyor mu? Halletmiyor. Bizim bir de bedenlerimiz var. Tenlerimiz var. İman ruhumuzun gıdası oluyor. Bir çok sorunumuzu hallediyor ama bir de bedenlerimiz var bun­ların da doyması için diğer komşuluk münâsebetleri, insanlar arası müna­sebetler var. Allah (c.c.) onu da açıklamak üzere kişinin iç dünyasındaki cimrilik hastalığına tedavi olmak üzere en sevdiği malı veren diyor. En sevdiği malı.

Buna misal olarak Beyhaki bir hadis rivayet etmiş. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah hastalık halinde ölüm döşeğinde yatmakta, hani insan hasta iken bazı şeyler ister gönlü. Kış gününde karpuz ister adam. Veya nar is­ter. Yani bir şeyler ister. Derken çevresi de onu bulur buluşturur. Getirtir­ler en uzak yerlerden filan.

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da böyle bir hastalığı esnasında taze hur­ma canı istemiş. Hanımı Safiyye validemiz de derhal birini göndermiş ve tertemiz taze bir hurma getirtmiş. Ama tam içeriye girmiş iken bir dilenci kapıya gelmiş. Allah rızası için bir kaç hurma verin demiş. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah demiş ki, verin ona. Ve ona vermişler. Yani "afiyet olsun yarim, sen yedikçe ben doydum" diye bir söz vardır ya türkü halinde de söylenir. Bir mü'min kardeşinin yemesinden o ihtiyacını gideren bir in­san. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a.).

Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor.

Kendilerinin şiddetle ihtiyacı olmasına rağmen başkalarını kendile­rine tercih ederler.[5]

Şiddetle sizin ihtiyacınız var ama bir başka kardeşinizin de ihtiyacı olduğunu gördüğünüzde onu nefsinize tercih edivermeniz imanınızın ol­gunluğuna işaret ediyor ki, ensarın yani Medine'deki Müslümanların yap­tığı da budur.

Bu hususta yine Allah (c.c.) şöyle buyurur:

En sevdiğiniz malı infak etmedikçe, takvaya eremezsiniz, iyiliğe ka­vuşamazsınız.[6]

Sahabeden birisi gelmiş Ya Rasûlellah en sevdiğim şu atım demiş. Yeryüzünde en çok sevdiğim malım budur. Ben bunu vermek istiyorum demiş. Allah yolunda .vermek istiyorum. Peygamber Efendimiz de demiş-ki; benim komutanım Üsafne'ye ver onu. Onun hakkından o gelir. Ve Üsame (r.a.) ki en son Peygamber Efendimiz'in vefatı anında komutan tayin ettiği bir yiğit insandır, O yiğit insan da aynca bir kölenin oğludur. O köle de yiğitçe hizmetler yapmış. Yani bizdeki kölelik anlayışı ile bu in­sanların kölelik anlayışı ayrı.

En sevdiği malı veren kime veriyor? Yakınlarına veriyor. Âyet-i kerîmenin işaretine göre iyilik yakınlardan başlar. Yani zekâtınızı verir­ken de, sadaka verirken de ilk vereceğiniz ktşi en yakınınızdır. Zekâtlarda gerçi bir sınır vardır. Zekâtı verirken usulünüze yani annenize, babanıza, dedenize, ninenize veremezsiniz. Çünkü onlara bakmakla mükellefsiniz. Furuunuza veremezsiniz. Oğlunuza, kızınıza, torunlarınıza zekât vere­mezsiniz. Çünkü onlara bakmakla mükellefsiniz. Ama yan taraflara verir­siniz. Fakir oğlan kardeşinize, fakir kız kardeşinize, fakir olan dayınıza, halanıza, teyzenize, amcanıza ve bunların çocuklarına verirsiniz. Bunlara zevil-kurba diyoruz. Bunlara verebiliyorsunuz. Ve oralardan başlamak ta göreviniz. Meselâ bazı arkadaşlar tanıyorum. En yakın akrabalarından za­ruret içinde olanlar olduğu halde bağlı olduğu İslâmî kuruluşa milyonlar veriyor. Ama en yakın akrabasını mahrum ediyor. En yakın akrabasına da versin, bağlı olduğu o müslüman kuruluşa da versin. Fakat âyet-i kerîmeye uygun hareket edelim. En yakın akrabalarımıza,.yetimlere kendi yetimimiz. Veya dışardan başka yetimlere. Allah (c.c.) burada sınır koymamış. Müslüman yetimler dememiş. Zaten çocuklar genelde Müslü-mandır. Zaten ergenlik çağına gelince yetim olmaktan çıkar bir insan. Er­genlik çağına gelinceye kadar da bütün çocukları biz Müslüman kabul ediyoruz. Öyle olunca çevremizde müslüman ailenin çocukları yetim kal­mışsa ona da bakacağız biz. Müslüman olmayan ailelerden yetim kalmış­sa onlara da bakacağız biz. Biz bütün insanlara karşı sorumluyuz.

Ve miskinler, miskinlerde de yine Müslüman miskinler dememiş. Miskin olan bir günlük dahi yiyeceği olmayan..........kelimesinden türe­tilmiş. Sekene, yerinde kalakaldı. Çivilendi kaldı mânâsına geliyor. Mis­kin de yapacak, edecek, tutacak, yiyecek bir şeyi kalmamış, olduğu yerde kalakalmış kişi. Dilenmek için çıkacak yüzü de yok. Veyahut utancından bu işi yapamıyor. Yerinde kalakalmış kişiye deniliyor. Onlara da verece­ğiz. Ve yolda kalmışlara. Yolda kalmışlar zengin de olabilir, fakir de olabilir. Adam Erzurum'dan gelmiştir. Konya'dan gelmiştir, Muğla'dan gelmiştir. Parasını çaldırmıştır. En yakın olarak sizi görmüştür. Ticarî alışverişiniz var. Veya başka bir alışverişiniz var. Ona zekât verseniz ge­çer. Zengin bir adam. Ona sadaka verseniz de geçer. Verilir yani. Ve di­lenenler. Ya Rasûlellah dilenenlerin içinde zenginler de var demiş­ler. Peygamberimiz de Atın üzerinde gelse dahi verin demiş. Madem ki adam dilenci elini açrriış adama verin demiş Peygamber Efendimiz.

Yalnız burada şunu ayırt edelim: Mesela bir adamı biliyorsunuz du­rumu zengin. Ama dilenmeyi meslek haline getirmiş, yani bugün geldi, ikinci gün yine geldi. Üçüncü gün yine geldi. Buna vermeme hakkımız var. Fakat bir adam gelmiş ki,siz bu adamın durumunu iyi biliyordunuz ama iîk defa da size gelmiş. Bu adama verin. Ne olursa olsun verin. Ada­mın biri bir zamanlar bizim yayınevine geldi. Adam kıravatlı güzel de gi­yinmiş. Dediki efendi ben müteahhitlikten iflas ettim. Bana para lazım; İşte Peygamber Efendimiz'in "Gelen atlı da olsa verin" dediği adam bu dedim kendi kendime. Verdim çıktı gitti. Ne olursa olsun arkasını düşün­meyeceksin. Efendim söylemiydi, böylemiydi, bu da dilenmenin çağdaş­laşmışı mı filan hiç düşünmeyin onu. Ama ikinci gün yine gelirse, üçün­cü gün yine geliyorsa o ayrı. Yılın 365 günün abone ise o ayrı. Bu adam bir defa geldi bir daha gelmedi o ayrı. Böyle insanlara az da olsa verin. Ve köle azadı konusunda da en sevdiği malı verenler, takvaya eren kişi­lerdir, imana eren kişilerdir, iyiliğe eren kişilerdir diyor.

Köle deyince; kölelikle ilgili filimler oynatıldı bu memlekette. Müs­lümanlıkta da köle var mı? Var. Ne biçim dine girmişiz diyor adam köle olur mu? Köle atılıyor, satılıyor, hapsediliyor, işkence ediliyor, dövülü­yor. Yani insanoğlu nerde ise televizyonu kırıp ordaki adamı öldürecek hale getiriliyor.

Dinimde ise kölenin hukuku bambaşkadır; Hz. Ömer (r.a.)'m da kö­lesi vardık Ve Hz. Ömer'le beraber yolculuk esnasında ona hizmet eder. İkisinin beraber makam arabası olarak Hz. Ömer'in devesi vardır. Bugün için helikopter, uçak ve mersedes olduğu gibi cumhurbaşkanlarının, o gü­nün devesi de o.günün makam arabası idi. Hz. Ömer biner 5-10 km. git­tikten sonra Hz. Ömer iner kölesi biner. 5-10 km. gittikten sonra o iner Hz. Ömer biner. Böyle gidilir.Bugün Türkiye'de olsun, Amerika'da olsun, dünyanın neresinde olur sa olsun cumhurbaşkınmın sekreteri cumhurbaşkanı ile aynı arabaya bi nemez. Ancak müsade ederlerse binebilirler. Yoksa protokolde yeri yok tur.

En çok sevmelerine yani çok fazla sevmelerine rağmen kendi taam larını yedirirler. Kime yediriyorlar? Miskin insanlara, fakirlere yediri yarlar, yetimlere yediriyorlar ve de esirlere yediriyorlar. İnsan sûresi 8-9 Bir Müslümana karşı kılıç çekmiş, Müslümana karşı kılıç çekmi: adam esir edilmiş, bu adama da en sevdikleri malı Müslümanlar yedirirler diyor Rabbim. Ve onlar köle edinilmiş o kölelere en sevdikleri malla nndan yedirirler .

Hadis-i şerifi biliyoruz ama bu âyet-i kerîmeyi pek fazla bilmiyoruz.

Hadis-i şerifte hani kölelerinize yediğinizden yediriniz, giydiğiniz den giydiriniz buyurulur hadis-i şerifi sağ olsun bir kısım yazar arkadaş lanmız iyi duyurdular. Memlekette epeyce duyuldu. Ama âyet-i kerîme pek duyurulmadı. İnsan sûresinin 8. ve 9. âyet-i kerîmelerinde kölelere esirlere en sevdikleri malı yedirirler diyor Allah (c.c).

Ve arkasından da şöyle derler. Bunu Allah için size veriyoruz. Bu nun karşılığında maddi bir karşılık beklemiyoruz. Teşekkür de beklemi­yoruz.

Hz. Aişe validemiz şöyle bir sözün söylenmesini doğru bulmazmış: Biri birine iyilik yaptıktan sonra alan kişi "bunun karşılığını versem" di­yor. Veren de diyor ki "dua et yeter." Hz. Aişe demiş ki, dua et demeyin, verdiğinizin karşılığı olur.

Allah biliyor sizin sevabınızı Allah verecek. O ayrı kendisi dua eder­se etsin. Siz istemeyin diyor. Yani dua etmek yasak değil. Yanlış anlaşıl­masın. Birine çok iyilik yaptınız adam çok memnun oldu. Yahu ben bu­nun karşılığını versem, siz de dua et yeter diyorsunuz. Bırak dua et deme­yi bırak. O dua etsin ayrı. Ama sen dua isteme. Dua istersek yaptığının karşılığını istemiş oluyoruz.

Âyet-i kerîmede de bu anlatılıyor: biz bunu Allah rızası için yaptık.

Dua da istemiyoruz, bir maddî karşılık da istemiyoruz, teşekkür de iste­miyoruz.

Bazan da biz bunu şikayet ederiz. Deriz ki adama iyilik yaptık ta te­şekkür bile etmedi. Ama biz bunu teşekkür için yapmıyoruz ki, Allah için yapıyoruz. Ama biz teşekkür edelim ayrı. Bize bir iyilik yapıldığında hem dua edelim ve hem de teşekkür edelim. Ama biz iyilik yaptığımızda duayı ve teşekkürü bekiemiyelim.

Bazen anlatılırdı. Çocukluğumda pek mânâ veremezdim ama İmam Ebu Hanife Rahmetullahı aleyh için söylenir. Birine yardım etmiş te ada­mın damının gölgesinde gölgelenmemiş. Yağmur yağarken çeleninin al­tında korunmamış, yağmurda ıslanmış. Karşılığı alınmış olur veya adamı üzmüş olurum diye, Başkasının evinin altında duramazdı. Bizde parası olduğu için evin gölgesinde duruyor gibi bir his uyandırmamak için. Bu­na çok dikkat etmeliyiz.

Birine borç para verdiniz. Onun yanında para lafı dahi etmeyin. Yani onunla ilgili değil başkasıyla da ilgili para lafı etmeyin.

Dinimdeki kölelik anlayışı bu. Hz. Ömer'in yediğinden yiyecek. En sevdiğini yese bile' ondan yedirecek, giydiğinden giydirecek.

İki tane mühendis arkadaş bana geldiler. Yıldız Üniversitesinde bera­ber okulu bitirmişler. Biri iş yeri açmış, kendisine ait atölyesi var. Arka­daşını da oraya alacak. Ücret konusunda anlaşamamışlar. Arkadaş o gü­nün-parasıyla beşyüzbin lira veriyordu. Yani memurların maaşı 100-150 bin lira iken 500 bin lira maaş vereyim diyordu. O da diyor ki, kölen ola­yım arkadaş. Öbürü bu sefer ona diyor ki bu bana pahalıya mal olur. Be­nim yediğimden yiyeceksin, giydiğimden giyeceksin, bindiğime de bine­ceksin o zaman bana pahalıya mal olur. Seninle maaşta anlaşalım dediler ve anlaştılar.

Yani dinimdeki anlayış bu. Hz. Ömer'in makam arabasına binen ve onu kardeş kabul eden bir devlet başkanının kölesi mi olalım, yoksa Amerikan başkanının sekreteri mi olalım?

Namazı dosdoğru kılarlar, o takvaya, imana ve iyiliğe sahip olan kişiler. Zekâtlarım verirler.

Namazı dosdoğru kılarlar derken âlimlerimiz tadili erkan da bunun içine girer diyorlar. Yani rüku hakkıyla verilecek, harflere dikkat edile­cek, âyetleri okurken mânâlar üzerinde durulacak, rukuya varınca azalar itidal şeklinde olacak, kalkınca düz hale gelinecek sonra vakarla secdeye gidilecek yani bunlara riayet edilecek. Dosdoğru kılmak bu.

Sonra şahıs olarak iki fert arasında vermiş oldukları sözlere riayet ederler. Ve uluslararası sözleşmelerine de riayet ederler. Yani âyet-i kerîme diye çoğul sigasıyla bildiriyor. Bu ferdî de olur. Ferdî sözleşme­lerde de sözlerimize riayet etmemiz gerekiyor. Bir devletse,Müslüman bir devlet uluslararası vermiş olduğu söze de riayet etmesi gerekiyor.

Ama bugün insanlar özellikle güçlü olanlar biz şöyle şöyle karar al­dık siz de kabul edin bakalım diye emri vaki yapıyorlar. Kabul ediyorlar. Sonra kuralı kendisi çiğniyor. Kendisi çiğneyince sözleşmesini, hiç ayıp değil. Küçüklerden biri çiğnerse ayıp ediyor. Adamın kendisi Panama'ya giriyor. Panama devlet başkanı sarayından alınıyor. Döve döve milletin gözü önünde televizyonda gösteriyorlar. Ondan sonra Amerika'ya götü­rüp hapsediyorlar. Halen hapiste. Bu işgal değil!! Bu devlet başkanını gö­türüp hapsetmek de değil. Dünya da aferim iyi ettin!!! diyor. Türkiye de iyi ettin dedi. Basın da iyi ettin dedi. Hiç bir televizyonda da bir günden başka gündeme getirilmedi.

Beri tarafta bir küçük öbür küçüğün üstüne saldırıyor, devlet başka nı kaçıp gidiyor adam yakalanmamış, dövmemiş meydan dayağı da atma­mış. Yer yerinden oynuyor. Böyle "yani, insanların anlayışı değiştirilmiş. Büyükler hata ederse kerametine yorumlanıyor, küçükler hata edecek olursa melanetine veya kerahetine hükmediliyor.

Birleşmiş Milletler'de beşli çete diye kurucu üyeler var. 150 ülke İs­rail'in aleyhinde karar verseler de o 5 ten bir tanesi olmaz ben kabul etmi­yorum dese alman karar geçersiz. Amerika, Rusya, İngiltere, .Fransa ve Çin beşi.Bari bu beşinden biri,şu 150 devletin Biraraya gelmesine ne ge­rek vardı, siz bir araya gelin anlaşmışsanız bize biîdiriverin. Masraf bari etmiyelim oraya gelip gitme masrafına gerek kalmaz dese. Gelin işte devletiniz biraz karar kılsın burada. O kadar bina tutulacak, gelinecek gidile­cek, yatılacak, yenilecek içilecek deniliyor.

Yani öyle bir şeyki akılla, mantıkla izahı mümkün değil bunların. Adamlar açıkça biz beşli çete bu işi böyle münasip gördük diyorlar böy­lece idare ediyorlar. Ahitlerine hiç riayet etmiyorlar çünkü kâfir. Rabbime olan ahdini bir adam kopardımı bitti! İnsana olan ahdi geçersiz onun için. Rabbime olan ahdi belâ mühründe "Kâlü Belâ" dediler hepsi birden, evet Ya Rabbi, Sensin bizim Rabbimiz dediler ama yeryüzünde yeni yeni Rab icat ettiler veya kendileri Rab olmaya yöneldiler. Yaptıklarını tasdik ettiriyorlar şimdi bize. Müslüman kesim de biraz kabul etmiş durumda.

Müslümanlar bunu imani olarak kabul etmiyor ama pratikte kabul ediyor. Nasıl kabul ediyor? Mesela Allah inancında, Allah vardır, birdir, şeriki ve naziri yoktur. Bir benzeri yoktur. Yani her yerde hazır ve nazır­dır diyoruz. Çocukluğumuzda öğretilen bir şeydir bu. Hepimize hemen hemen analarımız babalarımız böyle Öğretti.

Şimdi Müslüman da adeta şöyle diyor. Amerika vardır, birdir, bir benzeri yoktur. Eskiden Rusya vardı onu da kendine benzetti. Bir benzeri yoktur her yerde uyduları hazırdır ve de ne yaptığımıza nazırdır. Yani bakmaktadır diyor adam.

iran'da ihtilal oldu diyorsun. O göz kırpmasaydı Humeyni bu işi ya­pamazdı diyor. Saddam saldırdı diyorsun. Onun mutlaka haberi vardır di­yor. İzin vermiştir diyor. Peki kardeşim her yerde hazır ve nazır ama bak Kaddafi'ye saldırı yaptı adamı öldüremedi. Ona bir gün evvelden haber vermiştir sen çadırına çık biz senin sarayı bombahyacağız. Yani adamın gücüne hiç halel getirilmiyor. Her yerde hazır ve de nazırdır o yeni bir ilahtır. Yani insanlar üretiyor. Kendilerince bir Tanrı üretiyorlar. Ama o Tanrı kendi adamlarından biri kaçırılıyor bir kaç tanesi kaçırılıyor 7-8 se­nedir hapsediliyor bulamıyor. Askerî ateşeleri Beyrut'ta 7-8 senedir ka­yıp. Kayıp değil adamların filmi de gösteriliyor dünyaya. Arada bir bu adam sağ şu anda elimizdedir diye video kasetleri gösteriliyor. Dünyaya ilan ediliyor. Görebildiği yok. Demekki her yerde hazır ve nazır değilmiş bu adam. İnim inim inliyor ne yapacağını şaşırıyor hiç bir şey de bilmemektedir bu adam.

Harp halinde de, fakirlik halinde de, en kötü durumlarda da sabre­derler mü'minler.

Sabır eve çekilmek, kapıları kapatmak yâ sabır anlamında değildir. Sabır ateş hattında sabretmektir. Yani geriye çekilmemek, ileriye doğru atılmak, gerekeni yapmaktır sabır. Emredilenleri yapmak, yasaklananlar­dan kaçınmakta bir sabırdır, işte onlar doğru olanlardır, işte onlar mut­taki insanlardır. Müttakiyi başta de genişçe tefsirim vermeye çalışmıştık.

İçini Hak için temizleyen, dışını halk için temizleyen muttaki insan­dır. Tabiînden bir tanesi böyle tarif etmiş.

İçimizi Hak için temizliyoruz. Küfrü atıp imanı alıyoruz. Yalanı atıp-doğruluğu alıyoruz. Cimriliği atıp cömertliği alıyoruz. Yani bütün iyi hasletleri almak, kötülükleri kovmak, Hak için içi temizlemektir. Dış ta temizlenecektir. Giyimimize, kuşamımıza, el kol hareketlerimize herşeyi-mize dikjcat edilecek. O zaman muttaki insan olunur.[7]

 

(178) Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kı­lındı. Hür insana karşı hür insan, köleye karşı köle, kadına karşılık kadın. Öldüren, Öldürülenin kardeşi (vârisi) tarafından affedilirse Öl­dürene örfe uymak ve affedene (diyetle) iyilikte bulunmak gerekir. Bu size Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa ona acıklı azap vardır.

Böyle bir toplum meydana getirdik biz. Yani imanın altı şartına iman 'eden, sevdiği malı cimrilik yapmayıp cömertçe veren, yakınlarına, yetim­lere, fakirlere, yolda kalmışlara, dilenenlere, kölelere veren, dosdoğru na­mazını kılan, namazda bir araya gelen, fakirlerini zekâtla zengin hale ge­tiren, sözünde duran, sabreden bir toplum meydana geldi. Ama bu toplum içindeki insanların da bazı hissiyatları var. Galeyana gelebilir, bazı olay­lar olabilir. Böyle bir toplumda da düzeni sağlamak için Allah (c.c.) cezai müeyyideler getirmiştir. Alîah (c.c.)'ün iki türlü kanunu vardır âyet-i kerîmede;

1- Asıl kanunları vardır. Namazı kılınız, zekâtı veriniz, yalan söyle­meyiniz, içki içmeyiniz bunlar asıl kanunlardır. Birbirinize yardım edi­niz, sadaka veriniz. Devletinizi kurunuz cennet gibi yaşayınız. Asıl ka­nunlar bunlar.

2-  Bir de bunları korumaya yönelik kanunlar vardır. Onlar da cezaî müeyyideler. Cezaî müeyyidelerde iki kısma ayrılıyor.

1- Ahirette verilecek cezalar.

2- Bu dünyada iken verilecek cezalar.

Bunlardan bir tanesi toplum içinde adam öldürmeye teşebbüs olabi­lir. Çeşitli sebeplerle. Bu Hz. Adem'in çocuklarından Kabil'le beraber başlamış. Madem ki öldürme olayı olabilecektir, onun Önlemini alabil­mek için Allah (c.c.) de âyet-i kerîmelerini indirmiş. "Ey iman edenler Öldürme olaylarında size kısas farz kılındı. Hür bir insana karşılık hür bir insan, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın öldürülür ceza ola­rak. Bir hür insan bir hür insanı öldürürse, bir köle bir köleyi öldürürse, bir kadın bir kadını öldürürse, o Öldüren kişi de cezalandırılır yani öldü­rülür."

Allah (c.c), bu âyet-i kerîmeyi açıklamak üzere Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesini nazil kılmıştır.

Orada biz onlara şöyle farz kıldık yazdık. Cana karşı can, göze kar­şılık göz, buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşı diş, ya­ralara da kısas. Yani yaralamaya misilleme olarak yaralamayı kısas olarak onlara farz kılındığını ifade ediyor.

Bu âyet-i kerîme biraz kapah ama Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesi onu açmış. Eğer Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesi nazil olma­mış olsaydı, o zaman şöyle bir yanlış anlama doğabilirdi. Hür insana kar­şı hür insan. Yani hür bir insan hür bir insanı öldürürse ceza olarak o hür insan öldürülür. Ancak hür bir insan kadını öldürürse, hür insan öldürüle­mez. Veya kadın bir hür insanı öldürürse, kadın ceza olarak öldürülemez gibi bir mânâ çıkabilir idi. Fakat Allah (c.c.) buna da gidilmemesi için yani daha da açıklık getirmek üzere bu Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesini nazil kılmış. Halkımızın diline de "dişe karşı diş" şeklinde geçmiş. Bu âyet-i kerîme nerde ise bir atasözü haline gelmiş veya bir hu­kuk kaidesi olarak halkımıza mal edilebilmiş.

Nitekim 1400 sene uygulamada kalması nedeniyle halkımız bir çok İslâm hukukunun maddelerini atasözü haline getirmişler kullanmaktadır­lar. Anadolu'da babalarınızın analarınızın bazı olayları izah ederken söy-leyiverdiklerinin çoğu İslâm hukukunda bir maddedir aslında.

Hani su tutanın, toprak kullananın diye bir söz vardır. Sonra bu söz siyasî sahada biraz istismar edildi ayrı. Buna benzer hani dişe diş, göze göz, tabiri geçiverir. Bunlar İslâm hukukundan halka mal olmuş şeyler­dir.

Ama 60-70 seneden beri uygulanmakta olan bugünkü ceza veya medenî hukukla ilgili bir maddeyi halkımızın bilmesi mümkün değildir. İlla başınız mahkemeye düşecek olursa o yoldan geçmekte olan bir avu­kata gitmezseniz, dilekçe veremezsiniz. Usûl yönünden reddedilir dilek­çeniz. Yazdığınız yazı, başlığınız, noktalamanız, virgülünüz nedeniyle hakim usul yönüyle dilekçenizi reddeder. Niye? Bu hukuku ayakta tutan insanlar yani hakim ve avukatlar birbirlerimize yardım edelim onlarda yaşasınlar diye -avukatlarımıza sataşma yok tabiî-. Onlarla biz de aynı İnancı taşıyoruz.

Yaşayan ceza yasası doçentlerinden bir tanesi bir kitap yazmış. Kita­bında bir âyet-i kerîmeyi almış. Maide sûresinin 32. âyet-i kerimesi.

Gayreti diniyyesi de fazla olmayan bu adam diyor ki, bütün dünya hukuklarında ceza yasalarında böylesine güzel bir söze raslanamamıştır bu güne kadar.

Âyet-i kerîmede Rabbim, kim haksız yere bir adamı Öldürürse yani hiçbir insanı öldürmemiş bir adamın adam öldürme suçu yok, başka bir suçu da yok. Suçsuz yere bir adam öldürürse bütün insanları öldürmüş gi­bidir diyor.

Katilin cürmünü beyan ediyor burada.

Yani işlenen bir cinayeti yalnız ferde karşı işlenmiş bir cinayet değil, bütün dünyadaki insanlara karşı işlenmiş bir cinayet olarak değerlendiri­yor Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmesinde.

Ama günümüzdeki bu güçlü yani kendisini güçlü gören müstekbir­ler, kendi insanlarından bir insan öldüriilürse topyekün o milleti topa tu tabiliyorlar. Çünkü ordakiler can değil insan değiller. Kendi milletinden bir insan öldürüldü mü, adam ordular gönderip orada milyonlarca insanı öldürüyor. Yani can deyince kendi canını anlıyor.

Bizim okumakta olduğumuz, iman etmekte olduğumuz âyet-i kerîme'de ise "müslüman nefis demiyor." Kim bir nefsi öldürürse herhan­gi bir insanı öldürürse, yani bu Müslümanda olabilir, Arap ta olabilir, Türk te olabilir, Çinli budist te olabilir, Japon da olabilir, Amerikalı da olabilir, Afrikalı da olabilir. Her hangi bir insanı haksız yere öldürürse topyekün insanları öldürmüş gibidir diyor Allah (c.c.)

Ve günümüzde İslâm hukukunun bu maddesine sataşmalar vardır bir kısım imansızlar tarafından. Efendim 20. asırda da adam öldürmek yani adam öldüreni öldürmek olurmuymuş. Bu yasa.kaldırılmalrynıış. İslâm kaldırıldı o ayrı. Yani yürürlükte olmadığı halde faraziye olarak bizim camide okumamıza kızıyor adam. Bu maddeyi niye okuyorsunuz diye kı­zıyor.

Bu ayeti kaldırdınız ama bir senede ölen ve öldürülenin sayısı 10 binlere varıyor Türkiye gibi bir ülkede. Onun içindir ki Allah (c.c);[8]

 

(179) Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulurki sakınırsınız.

Ey akıl sahipleri kısasta hayat vardır diyor. Eğer toplumun yaşaması­nı, insanların yaşamasını istiyorsanız kısas âyetini tatbikata koyunuz. Ya­ni İslâm'ı tatbikata koyunuz. İslâm'ı tatbikata koymazlar da yalnız bu maddeyi koyarlarsa yine netice almak mümkün, değil. Çünkü İslâm'ın di­ğer maddeleri bu tür olaylara giden yolları kapatan maddelerdir. Ama İslâm'ın diğer hükümlerini almasa da deseki, madem hocalar iddia edi­yor, kısas gelecek olursa katletme olayları durur gelin İslâm'ın bu hükmü­nü alalım deseler yine de netice alamazlar. Çünkü insanların fakirlik problemlerini halletmemişler, insanların namusuna tecavüzü halletme-mişlerse, namus mefhumunu ortadan kaldırımşîarsa cinayet olacak de­mektir. O madde bunu halletmez. Dinim oraya giden yolları kapattıktan sonra bu cezai müeyyidesini uyguluyor. Ve diyor ki, kısasta hayat var­dır. Kur'ân'ın en beliğ ifadelerinden biri de budur derler.

En kısa üç tane kelimeden ibaret bir âyet-i kerîme Alimlerimiz bu­nun tefsirinde Arap edebiyatının inceliklerine girerler. Kısasta hayat vardır. Niye? Adam öldürmeye niyet etmiş, ama öldürürsem beni de öl­dürürler demiş vazgeçmiş. İki tane adam canlı bu sefer. Yani hem öldüre­cek olan hem ölecek olan kalmış. İkisi de canlı kalıyor. Ve topyekün in­sanlara bu siyaset etki ediyor. Derken ölüm olayı da olmuyor.

Bunların mantığı şu, efendim kurt ta can taşımaktadır. Canavar dedi­ğimiz şu koyunları fazla yiyen kurt. Bizim Konya Karaman'da kurt der­ler. Canavar veya kurt. Bu da can taşımaktadır bunu öldürmeyelim de­mek, bin tane kuzuya merhamet etmemek demektir. Gece gelmiş bir ta­nesini yemiyor sürüye girip, 10 tanesini parçalıyor öldürüyor ama bir ta­nesini yiyor. On tanesini öldürmüş gitmiş, ikinci gün çoban tüfeği eline almış ve canavarı öldürmüş, bugünkü hukukçulardan bir tanesi de yahu yazıktır o kurt da can taşıyor, canını sen mi verdin? Niye almaya gidiyor­sun onu diyor. Peki ama o on tane kuzuyu perişan ederken niye aynı şeyi söylemiyordu? 100 tane kuzuyu öldürüyor. Ondan sonra yine can sahibi­dir o can taşımaktadır diyor.

Halbuki İslâm hukukunda, o bir tane kuzuyu öldürdüğünde siz de onu öldürün deniliyor. Geriye kalan 99 tane kuzu merada, ormanda rahat­ça yaşasınlar, rahatça otlasınlar. Otlarken kurt korkusu girip te böyle mi deleri büzüşüp iştahları da kesilmesin. Yani huzur içerisinde yaşasınlar diyor. Allah (c.c.) de kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri diyor. Tabiîki akıl sahipleri de mü'minlerdir.

Bu adamlar madem ki kabul etmiyorlar. Öyle ise akıl sahibi olarak onları da kabul etmek mümkün değil. Olaki bununla siz de sakınasınız. Yani günaha girmekten sakınasınız, adamların öldürülmesini engellemiş olasınız. Yukarda hemen bundan önceki âyette

Kim kardeşi tarafından affa uğrarsa, yani bir adam birini öldürmüş, tabîi Öldürme de bugünkü hukuk diliyle taammüden âyet-i kerîmede amden diyor, Türkçe'de taammüden aynı kökten türemiş, taammüden adam öldürmek; evvela adam öldürmeye niyet ediyor, sonra öldürmek üzere teşebbüs ediyor, öldürülmesi mümkün olacak bütün vasıtaları kul­lanarak planlı bir şekilde adamı öldürüyor. Buna taammüden öldürme di­yoruz. Bu adamın İslâm hukukuna göre çocuk değilse, deli de değilse ce­zası Ölümdür. Ancak Öldürülen adamın varislerinin affetme hakları var­dır. İslâm hukukunda taammüden adam öldürmek vardır. Hataen adam öldürmek vardır. Ki âyet-i kerîmede Allah (c.c.) onu;

Kim bir mü'mini hata üzerine öldürürse, hataen öldürüyor. Nisa: 92 Veya şibhi amd demiş Arapça tabiriyle ölümüne sebep olmaktır. Fıkıh kitapları 5 kısma ayırmış adam Öldürmeyi.

Kur'ân-ı Kerîm ikiye ayırmış, taammüden adam öldürmek, hata üzerine adam öldürmek.

Fıkıh kitaplarımızın da beşe ayırması o hatayı çeşitlendirmiş olmasındandır. Meselâ birisinde ava diye atmış ama ava diye attığı kurşun adama isabet etmiş. Hata üzerine öldürme. Bir yere kuyu kazmış kendi mülkünün dışında bir yere kuyu kazmış veya bir taş koymuş bir adam gelmiş ona çarpmış veya düşmüş ölmüş gibi. Bunların cezası tabiî adam öldürme olarak değil, diyetle veyahut keffaretle veyahutta köle azadıyla karşılanacak, fıkıh kitaplarında bunun geniş açıklamaları var.

Burada âyet-i kerîme taammüden adam öldürme ile ilgilenmiş. Va­risleri af edebilirler. Günümüzde ise varislerine bu hak tanınmıyor. Meselâ şikâyet edildikten sonra, dava adliyeye vardıktan sonra kişi dava etmekten vazgeçse bile kamu davası devam ediyor ve yine adam cezalan­dırılıyor. Cezalandırıldıktan sonra bakıyorsunuz çıkan bir kanunla hiç hakkı olmayan devlet yetkilileri adamı affediyorlar.

Gazetenin birinde fıkra olarak çıkmıştı: biri kadına zorla tecavüz et­miş. Kadın mahkemeye vermiş mahkemede adamı cezalandırmış. Hapse atılmış. Derken kadın bir gün şehre inmiş o hapse atılan adam dışarda. Doğru karakola varmış. Efendi demiş "senin içeri attığın adam benim na­musuma tecavüz eden adam dışarda geziyor" demiş. Yetkili demişki "af geldi biz de onu çıkardık" . Kadın, "amir bey sana mı tecavüz etti de sen affettin onu. Eğer affedecek biri varsa onu ben affedeyim" diyor.

Burada da adam öldürme olayında af yetkisini dinim öldürülenin va­rislerine bırakıyor. Niye günümüzde bu yetki verilmemiş. Yetkiyi verme­diğinden dolayı kendisi kullanıyor otorite. Ve gazetelerde görüyoruz af verildiği gün katil hapishaneden çıktı, kapının önünde bir adım attı, daha önce Öldürülenin çocukları onu öldürdü. Çok tesadüf edilen bir olaydır bu.

Ama ben affedersem babamın katilini, o adam benim dostum da ola­bilir. Zaten âyet-i kerîmede diyor. Yani katille, maktulün varis­lerini kardeş olarak nitelendiriyor. Affediverdi mi adamın kini gidiyor.

Ama affetmemiş hapse girmiş derken devlet affetmiş, evinin önün­den geçerken "bîz adama böyle yaparız" diyor. Bu adamda çekiyor biz de böyle yaparız diyor ve o affedilen adamı vuruyor o da hapse gidiyor. Dört sene sonra bir iktidar değişikliğinde bir affa uğruyor. O geliyor biz de böyle yaparız diyor. Bu sefer öbürünün çocukları biz de böyle yaparız diyor. Ve böylece kan davaları devam edip gidiyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.), veda hutbesinde "kan davalarına da son verdim" dediği an bitmiş. Ondan sonra kan davası devam etmemiştir.[9]

 

(180) Sizden birine ölüm geldiğinde eğer mal bırakıyorsa ana-babayâ ve yakınlara (kitaba) uygun bir şekilde vasiyet etmek müttaki-ler üzerine bir hak olarak farz kılındı.

Allah (c.c.) yukarda ahlaki kuralları 177.nci âyette bildirdikten sonra 178 ve 179.ncu âyetlerde adam Öldürmenin cezasını bildirdi. Burada va­siyetle ilgili bir madde var.

Bu günkü hukuklarla Allah'ın Hukuku, Allah'ın yarattığı insanla in­sanın yaptığı heykel arasındaki fark gibidir.

Lafız ve mânâ da farklılık olduğu gibi tertibinde de farklılık vardır.

Bugünkü hukukda bloklama ve dondurma vardır. İslâm hukukunun birinci kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm'deki maddeler ise kır çiçekleri gibi birbirine ahenkli bir şekilde karışıktır.

Bu âyette Ölmekte olan kişinin anne baba ve yakınlarına vasiyette bulunması öğretilmektedir.

Bu âyet Nisa Süresindeki 11 nolu miras âyetiyle neshedilmiştir diyen Ibni Abbas'a (r.a.)[10] karşılık "Hayır miras âyeti bu vasi­yetin oranını açıklamıştır. Vasiyet tavsiye manasınadır demişler.[11]

Vasiyyet ölümden sonra sahip olmak üzere malını başkasına bağış­lamaktır.

Bu vasiyyetlerde vasiyet eden kişinin durumu iyi olmalıdır. Ayetteki kelimesini Hz. Ali "çok mal" olarak tefsir etmiş ve fakir bir insanın

vasiyyetini yasaklamıştır.

Peygamber Efendimiz de malının üçte ikisini vasiyet etmek isteyen Sa'd (r.a.) "hayır" demiş ve üçte birini vasiyet edebileceğini söyledikten sonra "varislerini zengin olarak bırakmak fakir bırakmaktan daha hayır­lıdır" demiştir.[12]

Efendimiz "varise vasiyyet yoktur" buyurmuş.[13]

 

(181) Kim bunu işittikten sonra değiştirirse onun günahı değişti­renlerin üzerinedir. Mutlaka Allah işitendir. Bilendir.

Bu âyet-i kerîme genellikle vakfiyelerin sonuna yazılır. Ayetler ifade ettikleri mânâya göre kışlanın, üniversitenin giriş kapılarına levhalara ya­zıldığı gibi bu âyette vakfiyelerin sonuna yazılmış ki, vakfiyenin hükmü değiştirilmesin.

Değiştiren kişi vaziyeti değiştirerek bir adama zulmettiği gibi Al­lah'ın (c.c.) ahkamına da karşı gelmiş olur. Eğer Allah'ın ahkamını be­ğenmeyerek değiştirirse kâfir olur. Allah'ın hukukuna inandığı halde za­rarına olduğu için değiştirirse günaha girmiş olur.[14]

 

(182) Vasiyet edenin hata edeceği veya günaha gireceğinden korkan kimse aralarını düzeltirse ona günah yoktur. Muhakkak Al­lah bağışlayandır, merhamet edendir.

Vasiyyet yapan da insandır. Hata yapabilir. Varislerden birine mal kaçırmak için vasiyetle yol arayabilir. "Malım filan meyhanenin tamirine verilsin" diyebilir.

Bu durumlarda araya giren bir müslüman bu vasiyetnameyi değiştirir de meyhaneye verilecek olanı hastahaneye verirse günaha girmez.

Bazı insanlar iyilik yapmayı çok severler. İyilik yapayım derken hata da ederler.

Yüz iyilik yapan ama on tanesinde hata eden insan hiç iyilik yapma­yıp hiç hata yapmayandan hayırlıdır.

Bu tür hataları Allah afveder.

Ölürken "Beni köyüme götürün filan yere defnedin" diyen kişinin bu vasiyetine uyma mecburiyeti yoktur.[15]

 

(183) Ey iman edenler oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi Allahf dan sokmasınız diye size de farz kılındı.[16]

 

(184) Sayılı günlerde (farz kılındı). Sizden hasta veya yolculuk halinde olan tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Orucu tutamayanların bir miskini doyuracak fidye vermeleri gerekir. Kim gönülden iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir. Eğer bilirseniz oruç tut­manız sizin için daha hayırlıdır.[17]

 

İmanın Çiçeği Ramazan Orucu

 

Oruç; gönül cevherini Ramazan'ın açlık ve susuzluk ateşinde pişire­rek posasından arındırmadır. Yaş kamışdan ney olmaz. Olsa da sesi yürekleri etkilemez. Çiğ, piş­memiş gönülden yükselen ses de etkilemez yürekleri.

Bugün insanımızı rahatsız eden sesler: Çok yiyen kapitalistlerin ge­ğirtisi ile iradesi dışında aç kalan bir kısım insanların karın gürültüsüdür.

Mümin insan onbir ay bedenini çeşitli nimetlerle beslerken bir ay onu bakıma alır.

Çok yemediği için geğirti, kendi iradesiyle aç kaldığı için karın gü-rültüsüyle insanları rahatsız etmez.

Yaz boyu meyve veren ağacın, daha iyi meyve vermesi için bakıma alındığı dallarından budandığı gibi, Müslüman insan da kendi arzu ve is­teklerini disiplin altına alır. Helâl olan yiyecek içecek ve ailesiyle olan cinsi temasını şafak vaktinden Güneş batımına kadar kendisine yasakla­yarak bedeni isteklerini, yalan, iftira gıyabetten uzaklaştırarak: nefsinin is­teklerini gemler.

Yaz mevsiminin yakan sıcağında bir bardak su, kışın donduran soğu­ğunda bir bardak çayı midesine değil, azan, azdıran nefsinin kabaran is­tekleri üzerine dökerek Cehennemdeki ateşini söndürür.

"Yaz gününde oruç tutmak imanın güzellik ve özclliklerindendir"[18] Dil ile Müslüman olduğumuzu iddia edip, o imanın gereği olan ameli yapmazsak, delili olmayan davacının durumuna düşeriz. Her ne kadar Al­lah (c.c.) gizli ve açık herşeyi bilirse de gönüllerde olanın açığa çıkmasını ister. Bu gönüllerde olanın açığa çıkmasının faydası yine insanlaradır, Rabbimize değil. Gül ağacının özünde sakladığı rengi kokuyu, tazeliği ve harika sanatı

Rabbimiz bilmektedir. Ancak bütün bu güzelliklerin açılıp saçılmasını is­ter. Gül açılınca kokusundan bizler yararlanırız.

Gül güzellik iddiasında bulunmaz. O güzelliğini mahcup bir eda ile sergiler. Gül tevazu gösterince Rabbim gülün güzelliğini bülbülle âleme ilan eder.

Mümin de özünde sakladığı imanını oruç gibi ibadetlerle sessizce sergilerse Rabbimiz de o mümini meleklere Överek'ilan ettiği gibi, devlet devlet dolaştırıp el açtırmaz.

"Dostlar arasındaki hediyye gönüldeki muhabbetin şahididir" Oruç da imanın çiçeğidir. Peygamber Efendimiz "Oruçlunun ağzının kokusu Allah katında Misk (gülyağı, menekşe, karanfil, leylak v.s.) kokusun­dan daha temiz ve güzeldir"[19]

Oruç onbir ay bedenimiz ve ruhumuzu lekeleyen pisliklerden arın­ma çiçek açıp onbir ay meyveye durma ayıdır.

Peygamber Efendimiz "Ramazan orucu iki Ramazan ayı arasın­daki küçük günahları örter"[20]

 

Birliğimizi Sağlayan Oruç

 

Seher vaktinde top veya davulla sahura kalkan Müslümanların köyü ve şehri, uzaktan bakıldığında pencerelerden sızan ışıklarla papatya tar­lası gibi görünürler.

Pencerelerinden parlayan ışık, gönüllerindeki ışığın yansımasıdır. Yanıbaşındaki karanlık gözler gibi pencereleri yanmayan evlerde de in­san var ama orada kabir hayatı var. Demekki yanan ışıklar gönüllerdeki-nin görüntüsüdür.

Davulla seferberlik ilanı gibidir seher davulları. Yiyecek, içecek ve nefsî arzuların meşru (helal) olanlarının bile insan üzerindeki hakirniyetini kırmak ve yalnız Hak'kın hakimiyetine ruhen ve bedenen boyun eğ­mektir.

Sahur yemeğiyle beraber niyet ederek sabır taşını yutmak sabırla Öz­deşleşmektir. Peygamber Efendimiz "Oruç sabrın yarısıdır"[21]

Akşam patlayan top veya davullar ise uğrunda öldürücü silahlar imal edilen, namuslar satılan, şahsiyetler feda edilen, takla atılan yiyecek ve içeceklere karşı kazanılan zaferi müjdeler.

Düşmanlara da "aramızda hain, casus bulamaz ve satın alamazsınız. Biz ki kendi helal malımızı yememe, kendi hanımımızla cinsel ilişki kur­mama eğitiminden geçmişiz, kendi helal malına el uzatamayan bu müslü-manlar arasından rüşvetle, makam mevki vadiyle-veya kadınla kandırabilecek birini bulamazsın" ilanını yapar.

"Oruç kalkandır"[22]

Bedenin zırh giymesi gibi, ruhun da giydiği zırh vardır. O da oruçdur.

Herşeyin insan için yaratıldığını, yaratılanlar arasında en güçlü ola­nın insan olduğunu bilir Müslüman. Ancak bu bilgisi onu kibirlenmeye götürmez. Oruçlu olduğu anlarda bir bardak su, bir çeyrek ekmeğin karşı­sında otururken ne kadar aciz olduğunu da anlar ve aczini anladığı anda minareden duyulan "Allahü ekber=en büyük AHah'dır" nidasıyla aciz belini onun verdiği gıdalarla doğrultmaya başlar.

Hiçbir dernek, vakıf veya siyasî kuruluş 10 milyonluk İstanbul şeh­rinde herkesin birden aynı anda çorbaya kaşık uzatmasını temin edemez.

Hiçbir kuruluş milyonlarca insana oruç tutturamaz. Silah zoruyla tutturulmaya kalkılsa insanlar evlerinde yalnız kaldıklarında bozarlar oruç­larını yine de tutmazlar.Ama milyonlarca insanın severek inanarak oruç tutması oruç emrinin Rabbimin kelamından olduğunu fazla bozulmamış ruhların ona itaatten zevk aldığım gösterir.

Ramazanın gelişi baharın gelişi gibidir. Önce bir hava eser, insanları ve eşyayı kuşatan onlara hareket veren bir hava.

Köylerden, bahçelerden ve tarlalardan yiyecek maddeleri şehirlere akın eder. Paralar zengin kasalardan delinmiş ceplere akar. Çarşılarda, pazarlarda bir hareket başlar. Dillerde tekbirler ve tebrikler.

"İslâm'da ruhbanlık cihadladır"[23] Meşru olan her türlü nimetten faydalanır. Fazla yiyerek patlayan, hiç yemeyerek zafiyet hastalığına tutulanlardan değildir. Yiyecekler onu kontrol etmez. O yiyeceklerini kontrol eder. Damarlarındaki kanı bile kontrol eder Müslüman.

Ayın hareketine göre denizlerde med ve cezir meydana geldiği gibi kanımızda da med ve cezirler meydana gelmektedir. Ay takviminin seki­zinci ayı olan Ramazan ayının birinde hilâl bir günlükken oruca başlama­mız ve tek bir günlüğe dönünceye kadar yirmidokuz veya otuz gün oruç tutmamız kanın med ve cezirîni dengelememiz demektir. Efendimiz "oruç tutun sıhhat bulun"[24]

 

Evrensel Dinin Evrensel İbadeti

 

Ayrıca ay takvimine göre Ramazan ayında oruç tutmamız dinimizin bölgesel bir din olmayıp, evrensel bir din olduğunun işaretidir. Eğer gü­neş takvimine göre her sene mesela aralık ayında oruç tutsa idik, bizim için çok kolay olurdu. Ama dünyanın bir başka yerinde Aralık ayında Ağustos sıcağı ve uzun günlerde oruç tutanlar olacaktı ve her sene biz se­rin ve kısa günlerde onlarsa uzun ve sıcak günlerde oruç tutmuş olacak­lardı.

Ay takvimine göre oruç tutmamız nedeniyle bazan biz kışda onlar yazda, bazan biz yazda onlar kışda bazan baharda veya güzde oruç tuta­rak dünyada adalet sağlanmış olur.

Alemlere rahmet olarak gönderilen Rahmet Peygamberinin ümmeti rahmet olup yağarken bölge ırk ayrımını yapmadan yağar.

Kâfir kapitalist güçler tika basa yiyebilmek oburluktan geberebilmek için birbiriyle yansırken, Müslüman insan onların yarıştığı şeyi yememek ve kullanmamakla onlara, ders verirken, yiyecek ve içeceklerini fakir in­sanlara dağıtarak yardımda bulunur.

Oruç deyince bazı kişiler bunu belirli saatlerde aç kalmak diye anla-maktalar. Peygamber Efendimiz "Yalanı bırakmayanın orucuna Allah muhtaç değildir"[25] Toplumda fuhşun yayılmasını önleyici tedbirlerden olarak orucu tav­siye etmiştir Peygamber Efendimiz.[26]

Şeytanın, insanın kan damarlarında dolaşabileceğini ve insanı kötü­lüklere sevkedebileceğjni onun yollarının açlıkla darâltılabileceğini haber vermiştir.[27]

İnsanlara iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak için çıkarılan İslâm toplumunun fertleri, haram lokmadan sakındığı gibi helal lokmaya bile el uzatmama eğitiminden geçer. Kan damarlarından beynine ve tüm vücu­duna zarar verecek şeyleri oruçla engeller.

Zinaya meyletmediği gibi kendi helaliyle bile belirli saatlerde cinsel ilişki kurmamaya alıştırır kendini.

Hak yolda yürüyen insanları sapıtmak için yapılabilecek göz ve gö­nül alıcı teklifleri elinin tersiyle itme eğitiminden geçer.[28]

 

Sabrın Bileme Taşı Oruç

 

Başına gelebilecek bela, musibet ve işkencelere karşı sabır taşını yut­muştur. Efendimiz "Oruç sabrın yarısıdır"[29]

Oruç tutan Müslüman sabır taşını yutanve onu bütün hücrelerine ka­dar yerleştiren insandır.

Müslüman, oruçla hem ruhundaki manevi kir olan günahları hem de bedenindeki hastalıkları ve fazlalıkları temizler. Efendimiz "Herşeyin bir zekâtı vardır vücudun zekâtı (temizlenmesi) ise oruçladır"[30]

 

Ramazan Orucunun Şartları Farziyetinin Şartları:

 

Bir kişiye Ramazan orucunu tutmasının farz olması için o kişide şu üç şartın bulunması gerekir.

1-  Müslüman olmak. Müslüman olmayana Ramazan orucu farz de­ğildir.

2- Akıllı olmak. Deliye oruç farz değildir.

3-  Baliğ olmak. Çocuklara oruç farz değildir. Gücü yeten çocuklar kendi istekleriyle tutarlarsa nafile oruç sevabı alırlar ve ilerisi için alıştır­ma sayılır.[31]

 

Sıhhatinin Şartları:

 

1- Vücud sıhhatte olmak. Doğruluğuna güvenilen bir doktorun sen oruç tutamazsın dediği hastalar iyi olduktan sonra geçen oruçlarını kaza ederler. Hastalıktan iyi olamayacak kadar yaşlı ise hergün için fıtrasım öder. Sıhhati yerinde olan bir Müslüman oruç tutmayıp da gününe bir milyar lira ödese yine de oruç borcunu ödemiş olmaz.

2- Mukim olmak. Daimi ikametgâhında olmak veya müsafir ise ora­da 15 .gün veya daha fazla kalmaya niyet etmiş olmak.

Oruç tutmayan birini gördüğümüzde ilk hatıra gelen onun misafir ol­duğudur. Misafir değil ise, hastadır diyeceğiz. Hasta olmadığını da bili­yorsak akıl hastalığı vardır diye hüsnü zanda bulunacak Müslüman olmadığına hükmetmeyeceğiz.

Kişinin büyük bir müesseseyi idare etmesi akıllı olduğunun delili ol­maz. İyi programlanmış robotlar da program dahilinde gerekeni yapar. Akıl odur ki yaratanını tanır.[32]

 

Edasının Şartları

 

1- Niyyet etmek. Ramazan orucunun edası, belirli tarihlerde tutulma­sı adanan oruçlar ile nafile oruçlar için niyyet güneş battıktan sonra kuş­luk vaktine kadar yapılabilir.

Kaza orucu ile belirsiz zamanlarda adanan oruçlar için niyyet güneş batımından imsak vaktine kadardır.

Niyyetde asıl olan kalben niyet etmektir. Dil ile söylerse müstehap-dır. Sahura kalkmak da niyet sayılır.

2- Kadınların hayız (aybaşı hali) ve nifas (lohusalık)'dan temizlenmiş olmasıdır. Kadınlar bu hallerde oruç tutmazlar, namaz kılmazlar. Temiz­lendikten sonra namazlarını kaza etmezler oruçlarını kaza ederler..[33]

 

Orucun Çeşitleri

 

1- Farz olan oruç: Yukarda açıklanan farziyetinin şartlan kimde bulunursa ona Ramazan ayında bir ay oruç tutması farz olur.

2-  Vacib olan oruç: Nezredilen (adanan) oruçdur. Mesela: "Şu hayıra işim olursa üç gün oruç tutacağım" diye adadığı oruç. Bu orucu adarken tarihini de belirlerse Muayyen Nezir diyoruz ve o gün de tutması da vaciptir. Eğer tarih belirlememişse Mutlak Nezir diyoruz ömrünün herhangi bir bölümünde tutabilir.

3- Nafile oruç: Bayram günleri hariç senenin her hangi bir gününde tutulan oruç. Ay takvimine göre her ayın onüç-ondört ve onbeşinci günle­rinde, Aşure günü ile ondan bir gün Önce veya sonrasında oruç tutmak gi­bi. Hz. Davud (s.a.v.) gibi birgün oruç tutup bir gün yiyerek bütün seneyi oruçlu geçirmek gibi. Veya pazartesi ve perşembe günleri devamlı oruç tutmak, şevval ayında altı gün oruç tutmak gibi.

4-  Mekruh olan oruçlar: Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününde tutulan oruçlar tahrimen mekruhdur.

Muharrem ayının onuncu günü olan Aşurede yalnız bir gün oruç tut­mak, yalnız cuma veya yalnız cumartesi günleri oruç tutmak, ateşe tapan­ların mukaddes günlerinden sayılan ilkbahardaki Nevruz, spnbahardaki Mihrican günlerinde oruç tutmak tenzihen mekruhtur.

Ancak düzenli olarak oruç tutan birisinin orucu bugünlere rastlarsa mekruh olmaz.

Savmİ visal, yani iftar yapmadan bir günün orucunu ikinci günle bir­leştirmesi de mekruhdur.

5-  Keffaret orucu: Yolculuk, hastalık, başkasının zorlaması unutma gibi bir mazeret olmadan akıl ve baliğ bir Müslümanm Ramazan orucunu bile bile yemesi neticesinde eğer hürriyetine kavuşturacak köle bulamaz­sa iki ay ard arda ara vermeden oruç tutmaktır. 55 gün .tutup da bir gün tutmayan yeniden başlayacaktır. Kadınlar aybaşı halinde oruç tutmazlar ve temizlenince kaldığı yerden devam ederler.

Ramazan orucunun dışında hiçbir orucun bozulmasından keffaret ge­rekmez. Ramazan orucunu kaza ederken bilerek bozsa yine de keffaret gerekmez. Üzerinde keffaret borcu varken tekrar yese ikinci bir keffaret gerekmez. Hastalık ve yaşlılık nedeniyle keffaret orucunu tutamayacaksa altmış fakiri sabah ve akşam doyuracak veya her gün bir fakire bir sadaka fitır karşılığını verecek.

"İslâm ve Beş Esası" isimli eserimden naklettiğim bu bölümden son­ra cümlesi üzerinde müfessirlerimizin görüşlerine kısaca deği

nelim: Bir kısmı: "Fidye vermeye gücü yetenler fakire fidye versin" mânâsını vererek zenginlerden orucu düşürmüş. Çoğunluğu fiilin başına bir "Lâ" takdir ederek "oruç tutmaya gücü yetmeyen fidye versin" diye mânâ vermiş. Bir kısmı dâ "Tutmada güçlük; çekenler fidye versin" mânâsını almıştır.

Allah (c.c.) hastalık veya sefer anında oruç tutmama ruhsatı vermiş­tir. Ama tutarsanızdaha hayırlıdır.

Oruca gücünüz yetmez de fidyesini verirseniz fidyeyi bolca vermeye dikkat edin.

Müftülüklerin ilan ettiği fidye en azıdır. Siz vereceğiniz parayla faki­rin o gün karnını doyurmasını ölçü kabul edin. Hatta Maide Sûresinin seksendokuzuncu âyetinde "ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden" den­mektedir.

"Sayılı günlerde oruç tutun" emrinin bir ay tutulması gerektiğini şu âyet açıklamaktadır:[34]

 

(185) Ramazan ayı öyle bir aydır ki onda insanlara yol gösteren, açıklayan belgeleri ve hak île batılı ayırdeden Kur'ân indirildi. Sizden kim o aya şahid olursa onda orucu tutsun. Kim de hasta veya yolculuk halinde olursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister. Size zorluk istemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız (bir ay oruç tutmanız) ve size doğru yolu gösterdiği için "En büyük AHah'dır" demeniz içindir. Olaki şükredersiniz.

Hakkı batıldan, iyiyi kötüden ayırt eden, insanlara dünyada devletin âhirette cennetin yolunu gösteren Kur'ân-ı Kerîm bu ayda indirildi.

Allah Kadir Sûresinde de Kur'ân'm Kadir Gecesinde indiğini söylüyor. Bu iki âyetten âlimlerimiz Kadir gecesinin Ramazan ayında olduğu hükmünü çıkarmışlar.

Ramazan ayında Kadir gecesinde Kur'ân inmeye.başlamış ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.

Ayların hepsi Allah'ın yarattığıdır. Aylar içinden Ramazan ayında Kur'ân'm inmeye başlamasıyla Ramazan ayı diğerlerinden daha hayırlı kılınmış ve o aya ulaşanların oruç tutması emrolunmuştur.

Hasta ve yolcuların daha sonra tutmasına izin verilmiş. Güçleri yeter de tutarlarsa daha iyi olduğu bildirilmiş.[35]

 

İslâm Dini Kolaylık Dinidir

 

Allah (c.c.) emir ve yasaklarında hep kolaylığı istemiş zorluğu istememiştir. Müslüman bir insana İslâm'ın emirlerinden zor geleni yoktur.

islâm fıtrata uygundur. Fıtratı bozulanlara zor gelir. Gül koklamak hiçbir insana zor gelmediği gibi İslâm da zor gelmez. Ancak insan işi gereği zorla deri dibağatıyla uğraşırken kokusuna alışırsa işte ona gül kokusu zarar verebilir.

Açık gezen bir kadın ağustos ayında kapalı bir kadını görse terden bunalır. Kapalı bir kadın ise çıplak gezen kadını görse utancından kış gününde terden bunalır. Çıplak kadına kapalı kadının o haliyle huzurlu olduğunu anlatmamız mümkün değildir.

Yedi yaşındaki çocuğa seks dersi verseniz birkaç kitap ezberletseniz sonunda çikolata ile kadını yanyana koysanız çikolatayı tercih eder. İşte bu çocuğa bazı şeyleri o yaşta anlatmanız mümkün değildir.

Dinimi yaşamayanlara dinin kolaylığını, dille anlatamazsınız. Onu bizzat tattıracaksınız. Yaşatacaksınız.[36]

 

(186) Kullarım Sana Ben'den sorarlarsa Ben (onlara) çok yakı­nım. Dûa eden dua ettiğinde kabul ederim. Onlar da Bana icabet et­sinler, Bana iman etsinler ki doğru yolda olanlardan olsunlar.

Bizi ve sevdiklerimizi yaratan Allah (c.c.) bize "kullarım" diyor. Anamızın "yavrum" demesi eşimizin "canım" demesi bize nasıl hoş geli­yorsa bu âyet daha hoş ve güzel gelmelidir. Çünkü bütün sevdiklerimizi sevgilerimizi yaratan Allah (c.c.)'dır.

Duaların kabul edilmesi için önce canımız yalnız ve yalnız Allah'a yönelmeli. Sonra tenimiz haram lokmadan haram elbiseden arınmış ol­malı.

Haramın girdiği boğazdan çıkan dûa kirlenir. İçme suyu boruların­dan tatlı su ile lağım suyu birlikte akınca nasıl kirlenirse dualarımız da öyle kirlenir.

Dûa etmemiz duamızın kabul edildiğinin işaretidir. Dûa etmek için huzura kabul edilmek bizim için şereftir.

Mevlâna Celâleddini Rûmi anlatır: Adamın biri kırk sene namaz kıl­dıktan sonra Şeytan ona "kırk senedir kılıyorsun kabul edildiğini nereden biliyorsun?" deyince namazı bırakmış.Rüyasında gördüğü bir adam ona "Namaz kılmak için huzura gelmen kabul edildiğinin işaretidir. Hiç huzura kabul edilmeyenleri düşün" de­miş. Bunun üzerine namaza tekrar başlamış.

Sahih bir hadisde açıklandığına göre dualar ya anında kabul edilir ve karşılığı görülür. Veya tehir edilir veya âhirete bırakılır veya istenen ve­rilmez de istenenden daha başkası ve hayırlısı verilir. Onun için halkımız "Allah hakkımızda hayırlı olanı versin" diye dua ederler, ki, çok güzel bir duadır.

İnsanları İslâm Hukukuna göre yöneten adil imamın, oruç tutanın, mazlumun, anne babanın çocuğuna duası, yağmur yağarken yapılan dûa, müsafirin duası geri çevrilmez diye sahih hadisler vardır.

Fahreddin Razi "el-Esmaül Hüsna"yı şerheden kitabında der ki: Caferi Sadık hazretlerine birisi sormuş: "İsmi a'zam hangisidir?" Caferi Sadık adamlarına: "Bunu şu havuza atın" demiş. Kış günü havuza atılan adam boğulmak üzere iken havuzun kenarındaki adamlara "Ali kurtar, Osman kurtar" diye hepsinin adını saymış. Hazretten izin olmayınca kimse kurtarmamış. Havuzdaki adam dışardaki adamlardan ümidini kesince "Ya Rabbiii" diye bağırmış. Bunun üzerine Caferi Sadık (r.a.) işaret etmiş kurtarmışlar. O adama "İşte demiş senin için ismi a'zam Rab ismidir."

Yani Allah'dan bir şey isterken gözünüz, gönlünüz, canınız, teniniz bu duaya iştirak edecek.

Dûa ederken yüksek sesle bağırıp çağırmaya gerek yok.

Allah (c.c.) bize bizden daha yakındır. Şah damarımızdan yakındır. (Kaflö)

Bu yakınlığı bize anlatmak için tefsircilerimizden bir kısmı güneşle aynayı misal vermişlerdir.

Ayna güneşe tutulduğunda güneş aynaya çok yakındır. İçindedir. Ama ayna güneşe binlerce kilometre uzaktadır.

Yunus Emre de:

"Dervişlik baştadır, tacda değildir. Kızdırmak od'dadır sac da değildir. Ararsan Mevlayı kendinde ara. Kudüs'te Mekke'de hacda değildir" demiş.[37]

 

(187) Oruç gecesinde hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmanız size helâl kılındı. Hanımlarınız sizin clbiscnizdir. Siz de hanımlarını­zın elbisesiziniz. Allah sizin nefislerinize hıyanet edeceğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Şimdi onlarla cinsel ilişkide bulu­nunuz ve Allah'ın sizin için yazdığını arayınız. Sabahleyin beyaz ip­lik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyiniz içiniz. Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız. Mescidlerde itikafda iken hanımlarınız­la cinsel ilişkide bulunmayınız. İşte Allah'ın sınırı bunlardır. Bunlara yaklaşmayınız. İnsanlar sakınsınlar için Allah âyetlerini işte böyle açıklar.

Orucun geçmiş ümmetlerce de bilindiğini 183.ncü âyetten öğrendik. Oruç farz kılınınca ilk günlerde akşamdan akşama kadar tutulurmuş. Hz. Ömer gece hanımıyla cinsel ilişkide bulununca durumu efendimize sorar bunun üzerine orucun sabahleyin şafak vaktinden gecenin başlangıcı olan gün batımına kadar olduğunu bildirmek üzere bu âyet nazil olur.

Bu arada eşlerimizin durumuda bildirilir. "Siz onlara elbise onlar size elbisedir" buyurulur.

Elbisenin rengine, desenine, dokusuna, yumuşaklığına, sağlamlığına dikkat ettiğimiz gibi eşlerimizin de dinine, ahlakına, faziletine dikkat, edeceğiz ki onlar elbisenin soğuk ve sıcaktan dış etkilerden hain bakışlar­dan koruduğu gibi insanı haramdan korurlar.

Güzel Türkçemizde erkek kadınına "eşim" der. Kadın da kocasına "eşim" der. Aynılıklarını, denkliliklerini anlatan bir kelimedir bu.

Peygamber Efendimiz de; "Kadınlar erkeklerin şıkkıdırlar" yani bir elmayı ikiye böldüğünüzde iki şık olur ya ve bu iki şık birbirine denk olur ya işte kadınlarla erkekler bir bütünün eşit iki parçası gibidirler bu­yurmuş.

Bir de Arabın dilinde "şekaik" kelimesi lâle çiçeği için kullanılır. O zaman aynı toprakdan bitmiş iki çiçek gibi olduğumuzu ifade eder.

"Hanımlarınızla cinsel ilişkide bulununuz ve Allah'ın sizin için yaz­dığını arayınız" cümlesinden yalnız "çocuk edininiz" mânâsı çıkmaz.

Eğer evlilikden gaye yalnız çocuk edinip neslin devamı olsaydı her gece cinsel ilişkide bulunmaya gerek kalmazdı. Allah (c.c.) insana da hayvanlar gibi senede bir defa birleşme arzusu verirdi ve nesil de ürerdi.

Efendimiz (s.a.v.) cinsel ilişkide bulunmanın da büyük sevap oldu­ğunu haber verir.[38]

Ne güzel din değil mi? Niyetiniz güzel olunca yediğiniz sevap, oruç tuttunuz sevap, gece eşinizle yattınız sevap. Hani din zordu?

Sahur yemeğinizi veya cinsel ilişkinizi şafak atmcaya kadar sürdüre­bilirsiniz.

- Ezan okununcaya kadar mı?

- Hayır şafak atıncaya kadar. Allah kimseyi kimsenin zembereğine bağlı kılmamış. Ezan okuyanın saati ileri gitmiş veya geri kalmışsa veya yanılmışsa. Allah'ın saati hiç yanılmaz ve herkese görünür. Kimsenin te­kelinde değildir.

Mescidlerde itikafda iken de cinsel ilişkide bulunmayınız. İtikaf: Halkdan alakayı kesip Hakla beraber olmaktır. Geçmiş peygamberler bu­nu yapmışlar. Hz. Musa kırk gün mikatta kalmış. Peygamber Efendimiz Ramazan'ın yirmisinden bayram namazına kadar her sene on gün itikafa çekilmiştir. Siz de hiç değilse ömrünüzde bir defa da olsa yapınız.

Devamlı itikaf yasaklanmıştır. "İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'ın ruhbanlığı cihaddır."

"Allah'ın sınırlarına yaklaşmayın" haram sınırında dolaşmayın şüp­helilerden kaçının ve helaller arasında gezin. Bir koyun sürünüz olsa baş­kasının tarlasının kenarına kadar götürürseniz koyunların tarlaya girmesi­ne engel olamazsınız. Ama sınırdan uzakta tutarsanız engel olabilirsiniz. İnsanlar ve günahların sınırı da böyledir. Kötü arkadaş, kötü çevre, ye kötü yollardan uzak durunuz.[39]

 

(188) Mallarınızı aranızda batıl yolla yemeyiniz ve o malları bile­rek günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemeniz için hakimlere vermeyiniz.

Bu âyet-i kerîmeye göre haramdan sakınacağız, karnımıza haram doldurarak Cehennemdeki ateşimizi, dünyadan toplamayacağız. İslâm Hukukuna uygun olarak yapılmayan alışverişlerden elde edilen mal da batıl yoldan elde edilmiş demektir.

Bir de hakkınız olmayan şeyi elde. etmek için mallarınızı yetkililere vererek elde etmeye kalkmayınız. Bu âyet-i kerîme rüşveti yasaklayan âyettir.

Günümüzde rüşveti alan ve verenler akıllı normal insan kabul edili­yor. Rüşveti almayan ve vermeyenler, yetkililer ve köşe dönücüler tara­fından anormal karşılanıyor.

Doktor hastasına soruyor: Yolda giderken bol miktarda para bulsan ne yaparsın? Sahibini arar, bulur, veririm. Doktor: Sen gerçekten hastasın diyor ve kulağından bir ilaç döküyor sonra aynı soruyu soruyor. Cevap: Cebime koyar ve sıvışırım diyor ve doktor: Şimdi iyi oldun diyor.

Günümüzde güldürü halinde sunulan bir gerçek yaşantıdır bu.Rüşveti alan hakim olur, doktor olur, polis olur, şahıs olur, bakan olur, milletvekili olur veya bir başkası olur.

Kişiye hakkı olmayan bir şeyi elde etmek için verilen şeye rüşvet de­niliyor. Verilen şey denilince herhangi bir şey maddî veya manevî şeyler bunun içine girer. Günümüzde işe bir kısım insanın hakları vardır, yani dinen bu iş bunun hakkıdır. Bu kişinin hakkını belirlemede İslâm'ı esas alacağız.

İslâmî bir iktidar olmuş olsaydı bu işi yapmak bunu elde etmek bu adamın hakkı mıydı değil miydi diyeceğiz. Eğer bu iş bu adamın hakkı ise bu hakkı bir başkası gasp ediyorsa yetkili: "Evet bu senin hakkın ama beni görmen lazım" diyor adam ve günlerce sürüncemede bırakıyor. Böy­le bir durumda kendi hakkı olan bir şeyi elde etmek için o kişiye verilen veren tarafından rüşvet değil alan tarafından rüşvettir. Yani tek taraflı rüşvettir. Yani alanınki haksız bir şekilde, karşı taraftan para temin et­mektir. Onun için haramdır ve büyük günahtır.

Ama dinen hakkı olan bir şeyi elde etmek için o haksız kişiye verilen şeye rüşvet demiyoruz. Bunu fıkıh kitaplarımızda bugünkü şekliyle ver­memişler. Bugünkü şekli pek yaygın olmadığından vermemişler ve daha ziyade dağ başlarında soygunculara verilen şeyler olarak değerlendirmiş­ler ve fıkıh kitaplarına geçmişler. Yani bir şehirden bir şehire giderken tüccar grubu dağ başında yol kesen insanlara mallarına zarar vermemesi için orada bir şeyler vermesi caiz midir değil midir konusunu düşünmüş­ler. Verdiğini zekâta sayar mı sayamaz mı diye düşünmüşler, fıkıh kitaplarında bunların münakaşası yapılmış. Yani vermenin günah olmadığını söylemişler. Şimdi eşkiya dağdan şehre indi, silahını atmış, kıravatını takmış ve aynı soygunculuk devam ediyor. Devam ediyor derken beş beteriyle devam ediyor. Eskiden soyguncular, sevimli insanlardı bir ara, ha­ni Köroğlu gibi adamlar. Filandan haraç alıyordu ama öbür tarafta da fa­kiri fukarayı yedirip giydiriyorlardı. Genelde tarihteki soyguncular bir ta­raftan alıyorlardı öbür tarafta dağıtıyorlardı. Böylelikle halkın desteğini de kazanıyorlardı. Bugünküler fakirden alıyorlar. Genelde zenginden ala­mıyorlar, zenginden almaları mümkün değil. Adam vergi memuru, gel­miş, manifaturacının faturasız mal sattığını görmüş ve suçüstü yakalamış. Vergi memuru demiş ki: KDV siz verdin, ceza ödemen gerekiyor. Mal sahibi: Bak buradaki malların yüzde yetmişi KDV siz alınmıştır. Ben KDV veremem. Türkiye'de otuzbin, kırkbin, yüzbin tane malın faturasıyle 100 tane manifaturacıyla 100 bin tane memurun uğraşmasına gerek yok, bu kadar kumaşı satan toplam on tane fabrika vardır. Onun dışında fabrika yoktur. On memurla bu işi halledersiniz. On memur on fabrikada oradan üretilen malı Ölçüp piyasaya KDV siz satılmasını engelleyiverirlerse keza hani .bin metre girmişse ben mecburum bin metre çıkış yapma­ya. Ama ben almak için gittiğimde adam diyor ki, sana yüzde onuna fatu­ra keserim yüzde doksanına fatura kesmem ben ne yapayım yani şimdi. Benimle uğraşmayın şu karşıdaki fabrika ile uğraş demiş. Memur, onlarla bizim kiralımız uğraşamaz demiş. Yani iş dönüp dolaşıyor dağdaki eşki­ya ile tam karşı karşıya geliyor. Dağdaki eşkiya zenginden alıyor, fakire yediriyordu. Şehirdeki eşkiya fakirden alıyor zengine yedirmiyor da yal­taklanıyor. Beni yerimden ayırmasın, beni yerimden çıkartmasın, kovma­sın diye ona yaltaklanma yapıyor. Yani biz Müslümanlar olarak bugün sı­kışmış durumdayız. Bu sıkışıklığımız içerisinde siz bir şey vereceğiniz de alacağınız şey İslâm'a göre hakkınız mı değil mi? Bunu hocaya sorun, bi­lene sorun, hocanıza sorun. Yani ben şu işi yapmak istiyorum, bir evimiz var bu evi yapmak istiyorum, evsiz olmuyor. Bu evime oturacağım artık ama bu evin buradaki ruhsatını alabilmek için şu adam beni rüşvete zor­luyor. Yapmadığım taktirde bir sene geciktirecek, iki sene geciktirecek veya haciz gibi şeyler getiriyor, bu adama bunu verebilir miyim gibi bazı konularda yani yüzde yüz haklı olduğun konuda bir zalim karşınıza çıkar da hakkınız olan şeyi haksız yere vermiyorsa onu alabilmek için verdiği­nize sizin açınızdan rüşvet denmiyor ama alan açısından yine rüşvet den­meye devam ediyor. O günahını çekecektir.[40]

 

(189) Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüsüdür. Evlere arkadan girmek bir (iyilik) değildir, iyilik sakmaninkidir. Evlere kapılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.

Kur'ân-i Kerîm'in üslubu tamamen ayrı bir delil. Allah (c.c.) haksız kazancı ve rüşveti yasaklayan âyet-i kerîmesinin hemen ardından bize göre hiç ilgisi olmayan bir konuya giriyor (Habibim sana hilallerden so­rarlar) yani gök yüzündeki hilal. Hilal ayın birinci, ikinci, üçüncü günün­deki görünüşüne denir. Üç günden sonra hilal denmez. Türkçe'de hilal di­yoruz, bir de ay ve dolunay diyoruz. Mutlaka Türkçe'de başka isimleri de var ama benim bildiğim bu kadar. Arapça'da ise hemen hemen her günü­ne ayrı bir isim bulmuşlar. Yani birinci gününe şu denir, ikinci gününe şu denir, üçüncü gününe şu denir, onuçüncü gününe şu denir, on beşinci gü­nüne böyle denir gibicesine bir isim verilmiş. Hilal kelimesi bağırmak mânâsına geliyor. Hilali gördüklerinde aaa hilal göründü gibi. İnsanların takvimleri o idi. Yani insanlık tarihi boyunca Hz. Adem'den itibaren tak­vim o. Evlerinize takvim asarsınız ya, Allah (c.c.) bütün insanlığın takvi­mi olsun için bir Ay bir Güneş asıvermiş. Okuma yazmaya gerek yok. Herkes ay'ını takip edebilir, tarihi bilebilir. Böyle bir şekilde kıyamete kadar da devam edecektir. Gökyüzünde esrarına akıl erdiremedikleri şey­ler konusunda insanlar derhal hayalhanelerinde bazı efsaneleri de üretiverirler. Cahiliye dönemi Arab da üretmiş Türkler de yıldızlarla, aylarla, güneşle ilgili çok efsaneler üretmişler. Diğer milletler de aynı şekilde zaman içinde üretmişler. Bir kısmı bunu ilahlığına hükmetmiş, bir kısmı yeryüzündeki işlerin gözyüzündeki yıldızlar tarafından düzenlendiğine inanmış. Bu konuda bir mezhep ve din bile oluşmuş. O dinin devamı Türkiye'de bir kısım insanlarda hâlâ devam eder. İnanarak devam etmez de hani çok satan gazetelerin yetkilileri diyor ki, gazetemizden en azın­dan on bin tanesi yalnız yıldız falını okuyan okuyucularımız tarafından alınır. Başka haberler onları hiç ilgilendirmez. Körfez'de harp varmış, petrol sıkıntısı çekiliyormuş, atom bombası icat edilmiş hiç ügilendirmez.Hani bir şiirin ifade ettiği gibi nasıl ki kadım sadece cımbız ilgilen­diriyorsa bunu da yıldızı ilgilendiriyor. Başka hiç bir şeyle ilgilenmiyor­lar. Aynı şekilde tarih boyunca insanlar görmedikleri şey konusunda ken­dilerine göre hayal geliştirmişler. Hayallerini şekillendirmişler, şekillerini sistemleştirmişler ve dinleştirmişler de. Efendimize (s.a.v.) sormuşlar: Ya Resûlellah! Bu neyin nesi, bir küçülüyor bir büyüyor. Küçülünce bazı şeyler oluyor, büyüyünce de bazı şeyler oluyor" birçok olayları da onlara bağlamışlar ya, acaba bunlar nedendir diye sorulmuş Allarr(c.a) buyu­rur: Onlara de ki: Bu insanlara vakitleri bildirmek içindir. Yani takvim vazifesi görür dedikten sonra haccın vaktini de bildirmek içindir diyor.

Hangi gün ayın biri veya 29'u veya otuzu hangi gün cumadır, hangisi cumartesidir diye insan bütün hayatını hatta bizim ecdadımız 26 veya 28 yılma kadar babalarımız hep buna göre günlerini ayarlarlardı. Devletin bütün konuşmalarını protokollerini, bayramlarını, seyranlarım, harplerini, sulhlerini buna göre ayarlarlar idi. Özellikle bütün insanların bütün vakit­lerini ayarlama takvimi olarak görev yaptığını ifade ettikten sonra bir de tahsis etmiş "hac vaktini de bildirmek üzere" derken Allah (c.c.) haccın ayrıca Müslümanlar için bir önemine de dikkati çekmiş oluyor. Halbuki namazımızın da vaktini bildiren o'dur. Orucumuzun vaktimde bildiren o'dur. Yani orucumuzu tutabilmek için her sene Ramazan ayının başlan­gıcında Türkiye'de bir ihtilaf başlar. Bir gün evvel miydi sonra mıydı, bayramı da birgün evvel miydi sonra mıydı? Bu ihtilafta ayrıca hayra alamettir. Müslümanların bu işe yani Ramazan'a, hilale önem verdiklerini gösteriyor. Allah (c.c.) burada orucu zikretmemiş, haccı zikretmiş. Yani hac vaktini de bildirmek içindir bu. Hilalin büyümesi, küçülmesi demiş burada. Ayet-i kerîmeleri edebi yönden ele alan tefsircilerimiz vardır.

Gramer yönünden ele alan tefsircilerimiz olduğu gibi hadis yönüyle ele alan tefsircilerimiz de vardır. Edebî yönüyle ele alan tefsircilerimiz var ki, bazen insanlara sordukları sorunun cevabını değil de o insana o konu­da daha faydalı olanı cevap olarak vermelidir diyorlar.

Bir de Arabın dilinde "şekaik" kelimesi lâle çiçeği için kullanılır. O zaman aynı toprakdan bitmiş iki çiçek gibi olduğumuzu ifade eder.

"Hanımlarınızla cinsel ilişkide bulununuz ve Allah'ın sizin için yaz­dığını arayınız" cümlesinden yalnız "çocuk edininiz" mânâsı çıkmaz.

Eğer evîiiikden gaye yalnız çocuk edinip neslin devamı olsaydı her gece cinsel ilişkide bulunmaya gerek kalmazdı. Allah (c.c.) insana da hayvanlar gibi senede bir defa birleşme arzusu verirdi ve nesil de ürerdi..

Efendimiz (s.a.v.) cinsel ilişkide bulunmanın da büyük sevap oldu­ğunu haber verir.[41]

Ne güzel din değil mi? Niyetiniz güzel olunca yediğiniz sevap, oruç-tuttunuz sevap, gece eşinizle yattınız sevap. Hani din zordu?

Sahur yemeğinizi veya cinsel ilişkinizi şafak alıncaya kadar sürdüre­bilirsiniz.                                    .

- Ezan okununcaya kadar mı?

- Hayır şafak atmcaya kadar. Allah kimseyi kimsenin zembereğine bağlı kılmamış. Ezan okuyanın saati ileri gitmiş veya geri kalmışsa veya yanılmışsa. Allah'ın saati hiç yanılmaz ve herkese görünür. Kimsenin te­kelinde değildir.

Mescidlerde itikafda iken de cinsel ilişkide bulunmayınız. İtikaf: Halkdan alakayı kesip Hakla beraber olmaktır. Geçmiş peygamberler bu­nu yapmışlar. Hz. Musa kırk gün mikatta kalmış. Peygamber Efendimiz Ramazan'ın yirmisinden bayram namazına kadar her sene on gün itikafa çekilmiştir. Siz de hiç değilse ömrünüzde bir defa da olsa yapınız.

Devamlı itikaf yasaklanmıştır. "İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'ın ruhbanlığı cihaddır." "Allah'ın sınırlarına yaklaşmayın" haram sınırında dolaşmayın şüp­helilerden kaçının ve helaller arasında gezin. Bir koyun sürünüz olsa baş­kasının tarlasının kenarına kadar götürürseniz koyunların tarlaya girmesi­ne engel olamazsınız. Ama sınırdan uzakta tutarsanız engel olabilirsi-niz.İnsanlar ve günahların sının da böyledir. Kötü arkadaş, kötü çevre, ve kötü yollardan uzak durunuz.

Yahu hocam meyhane iyi kazanıyor, acaba açsam nasıl olur diyen bir adama cevap vermezsiniz ondan daha kârlı fakat helâl olan bir iş gös­teri verirsiniz önada "Şu işi yapsan bak falan adam bu işi yapıyor o işte başarı sağlamıştır. Bu işte para var hem de helâldir" diye cevap vermek bu kabildendir siz sorusuna cevap vermediniz. Aslında verdiniz. O çöl­den gelmiş bedeviler ve eski batıl inançlarım bilgi olarak koruyan o in­sanlar Peygamber Efendimiz'e hilalin küçülmesinden ve bunun insanlara ne ölçüde zarar vereceğinden soruyorlar. Allah (c.c.)de Onlara o anda onun hikmetinden bahsetmenin pek faydalı olmayacağım ve asıl faydalı olanın bu insanlara takvimini öğretmek ve hac zamanım belirlemek için­dir diye cevap vermek gerektiğinden, bu cevabı vermiştir. Bizim tarihi­miz ona göre kurulmuş. Peygamber Efendimiz (a.s.)'in hicreti Hz. Ömer (r.a.) tarafından tarih başlangıcı olarak alınmış ve ayların ölçüsü olarak da Ay'ı almış. Günümüzde de ölçü olarak Güneş'i almışlar. Şu soru soru­labilir; " Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) doğum günü niye dolaşıyor be­nim doğum günüm dolaşmıyor yani ağustos birde doğum günümü biliyo­rum ama Peygamber Efendimiz'in doğum gününü bir kış gününde kutlu­yoruz bir yaz gününde kutluyoruz bir güzde bir de efendim ilkbaharda kutluyoruz. Buna akıl erdiremedik." Çünkü mevsime göre ayarlanmamış. Peygamber Efendimiz (a.s.) Rebiülevvel ayının 12. gecesi dünyaya gel­miştir. Rebiülevvel ayı da her sene 10 gün önce geldiğinden 33-34 sene­de bir defa dolaştığından mevsimlere uğruyor diyoruz. Eğer Ramazan da güneş takvimine göre emredilmiş olsaydı Adaletsizlik olmazmıydı? ara­lık ayı nedir? Kısa günler, serin havalar, sahurda yemeği yediniz 8 saat sonra akşam oluverdi, çay ihtiyacınız da yok su ihtiyacınız da yok. Bizim için gayet kolay olurdu, ama bizim tam aksi istikametimizdeki Dünyanın öbür tarafındaki kardeşlerimiz ağustosun sıcağını yaşıyorlar. Onlar bir ömür boyu tam 17 saat oruç tutacaklar, ciğerleri yanacak. O zaman diyeceklerdir ki, Allah'ın adaleti mi bu? Böyle şey olur mu? Ama şu anda hicri takvim dolayısıyle Ramazan her mevsimi dolaşıyor. Ayrıca da sıh­hatli kalmamıza da sebeb oluyor. Hani orucun faydaları konusunda müs-lüman yazarlardan da batılı yazarlardan da ayrıca izahlar vardır. Oruçlu insana orucun bir de mevsimlere göre verdiği fayda var; 35 sene oruç tu­tan bir insan bütün mevsimlerde kendisini bir bakımdan geçirmiş oluyor. Ayrıca zekât konusunda da öyle. Bugünkü takvime göre zekât verecek olursanız her 35 senede bir senenin zekâtını vermemiş olursunuz. Günaha girersiniz. Onun için her sene Ramazan ayında veya her sene Recep ayın­da zekâtını veren veya her sene kurban bayramında veya Ramazan bayra­mında zekâtını veren yani dinin itibar ettiği aylarda zekâtını vermeye ça­lışan, otuzbeş senede bugünkü takvime göre 36 defa zekâtını vermiş ol­ması İslâm hukukunun belirli bir bölgeye inmediğinin bir başka delilidir. Kur'anda'ki veya İslamdaki ifadeler belirli bir bölgenin olsaydı mesela Arap Yarımadası için olmuş olsaydı Kur'ân-i Kerîm oranın hukukunu karşılamak için inseydi "kurbanlık mefhumu doğrudan deve kelimesi ile ifade edilirdi. Evlerine göre, arazilerine göre, insanların hareketlerine gö­re inerdi âyetler.

Meselâ diyelim ki, ergenlik yaşı Nisa Sûresinde rüştüne erişinceye kadar der ama yaş belirlemez. Bugünkü hukukta diyelim ki, ceza yasasın­da 18 yaştan küçük olan çocuk muamelesi görür. Büyük olan ergin olmuş muamelesi görür. Diyelimki; bir adam, diğer bir adamı öldürmüş. Onye-dibuçuk yaşındayken öldürmüş. Öldürülen biraz dişli. Adalet bunu bırak­mak istemiyor. Yani, mahkeme bunu bırakmak istemiyor. Birkaç sene bu olayın mahkemesi devam ediyor. Mahkeme bu adamı öldürdüğü senede gerçekten onyedibuçuk yaşında mı. diye Adlî Tıb'ba gönderiyor. Adlî Tıp ta 10 sene öncesindeki durumunu gözönüne alarak hücrelerinin hesabım yaparak; "Efendim o zaman 18 buçuk yaşında imiş" diyor yani büyük in­san cezası verecekler. Dinim yaş demiyor, Kur'ân ve sünnet yaş demiyor. Niye? Çünkü Kur'ân Allah kelâmı, sünnet Efendimiz (a.s.)'ın sözü ve davranışları ve onayları. Belirli bir yaş denilmiş olsa dinin evrenselliği ortadan kalkar. Mezhep imamları daha ziyade bölgelerinin etkisi altında kalarak o yaşı belirlerler. Çünkü buluğa erme yaşı sıcak ülkelerde başka, kuzeye doğru soğuk ülkelere çıktıkça biraz daha başkalaşıyor. Onun için dinim "Ergenlik çağına geldiğinde" der. Bunun kutuplarda ergenlik yaşı­nı o bölgenin hakimleri veya müctehitleri belirler. Sıcaktakini yani ekva­tora yakın yerdekileri oranın müctehitleri belirler. Türkiye'dekini Türki-yedeki müctehitler belirler. Allah (c.c.) bu dini bütün insanlara gönderdi­ğinden dolayı bütün insanların karşı karşıya olduğu olaylara ve tabiat ka­nunlarına uygun bir şekilde âyet-i kerîmelerini indirmiştir. Allah (c.c); "Hilali soruyorlar! De ki: O insanlar için vakit bildiren bir yaratıkdır. Haccı bildirir size" diyor ve devam ediyor. "Evlerinize arkalarından gir­meniz takva değildir, iyilik değildir. îmanın gereği değildir. Asıl takva, iyilik Allah'tan sakınmakla olur. Onun emir ve yasaklarına riayet etmek­le olur"

Cahiliye dönemin de kendilerine göre Hz. İbrahim'in zamanından bozulmuş şekliyle gelen bir hac var, tavafları var, ihramları da var. Ama kendilerine göre hurafeleri de var. O hurafelerinden bir tanesi ihrama gi­ren bir kişinin çıktığı kapıdan eve giremeyeceğidir. İhramda iken aynı kapıdan giremez. Eve girme ihtiyacı da var. Adam Mekke'de oturuyor veya ev kiralamış yani Türkiye'den gitmiş veya Mısır'dan gitmiş, filan yerden gelmiş cahiliye döneminde ihramım giymiş tavafa gitmiş. Tavaf­tan gelmiş çıktığı kapıdan giremeyeceğinden pencereden girme zahmeti­ne katlanırlarmış. Bu da takva olarak değerlendiriliyor. Yani gittiğin yer­den geri gelmiyeceksin, gittiğin yerden geri gelerek ihramını bozmıya-caksın anlamında. İslâm dini de haccı, ihramı ve say'ı kabul etmiş. Ama İslam eskinin devamı değil. İbrahim (a.s.)'m dininin devamıdır. Aslında bu İslâm Dini tamamen geçmişi de ortadan kaldırmıyor, geçmişin güzel­liklerini aynen koruyor ve sonradan sokulan hurafeleri temizliyor. Allah (c.c.) diyor ki: Takva; evlerin arkasından girmek değil, Allah'ın emirleri­ne sarılmak, yasaklarından kaçınmakla olur. Yani "Evlerinize kapılarınız­dan giriniz." "Allah'tan sakınınız, böylece kurtuluşa ermiş olursunuz" di­yor Allah (c.c).

Diyebilirsiniz ki olur mu? Yani evlerin arkasından girilir mi? akıl var mantık var!!! Yani bir insanın evinin kapısı varken kapıdan değü de bacadan girme olur mu? Ve bu ibadet kabul edilir mi? Yani bu haraket insanlar için ayrı bir ibadet anlamı taşır mı? Hatırımıza bunlar gelebilir. Dikkat ederseniz dünyanın en garip yaratığı insan, Yani çok fevkalade şeyleri de yapan insan, akıl almaz şeyleri de yapan insan. Öyle gariplikler varki; başımızdan geçmemiş ama başkasından duyduğumuz zaman bizle­re çok garip gelebilecek şeyler. Başımızdan geçerse bize o olay artık nor­mal geliyor. Mesela şöyle denilseydi size. Dünyanın öbür tarafında Patagonya diye bir devlet var, Patagonya devletinde kot kumaşlar çok güzel imal ediliyor, çok güzel şekilde de dikiliyor. Ancak oranın gençleri ve .in­sanları onları giymiyor onu Amerika diye bir devlet var oraya satıyorlar. Oranın insanlan giyiyor giyiyor eskitiyor. İki kat fiyatına yine Patagonya devletine satıyorlar. Ve burası da o pantolonu giymekle şeref duyuyor. Eskimiş, yıpranmış, dizi ve arkası yırtılmış olanı da tercih ediliyor. Bun­ları bize anlatsalardı gülerdik ama bugün kot kumaşlar Türkiye'de imal edilip Amerika'ya ihraç ediliyor sonra da onu eskittikten sonra bir kısım insanlar Türkiye'ye geriye getirip özellikle Amerikan pazarında satıyor. Benimki seninkinden daha eski benimki seninkinden daha fazla Ameri­kalılar tarafından giyilmiş diye de hava atılıyor. En fazla eskitilmiş veya en fazla Amerikalılar tarafından giyilmiş elbisesi olan, arkadaşları ara­sında biraz daha farklılık arz ediyor. Yani herkesin kendine göre deliliği vardır.

Onun için olmaz değil. Çizgiden çıktıktan sonra insan ne yapacağını bilmez. Allah (c.c.) bir çok âyet-i kerîmede çizgiden çıkmamamızı yani "sırat-ı müstakim" üzere yürümemizi bizden istemektedir. Ama yürüme­mizi engellemek için insanlar ve insanlarla beraber şeytanlar da yolumu­za engel olurlar. Bir kısmı "doğrudan gitmiyeceksin" diye silahla karşına dikilir. Bu çizgide yürümiveceksin diye karşımıza dikilir. Bir kısmı da bi­zim gibi giyinerek bizim gibi görünerek seni ben Cennete götüreceğim deyip yine saptırır. Yani bizim dilimizi kullanarak bunu yapar saptırır. İyi veya kötü bizi sapıtmakla görevliler onlar. Giyiniyor kuşanıyor yatması kalkması aynen bize benzer, ama daveî ettiği yer Cehennem yoludur veya dünyada zillet, ahirette Cehennem yoludur. Bu tür engellerle karşılaşabi­lirsiniz. Allah (c.c.) 190. âyet-i kerîmede;[42]

 

(190) "Sizinle harp edenlerle Aîîah yolunda siz de harbediniz, aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah haddi aşanları sevmez" buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.)' iman edenlerle beraber yürüyor ne isti­yor dünyada? Allah'ın kelamının tatbik edilmesini. Yani dünyada devle­ti, ahirette Cenneti istiyor. Yürüyor arkadaşları ile beraber ve karşılarına adamlar çıkıyor. Her çağın kendine göre silahı ile. O gün kılıçla çıkmışlar bugün atom bombası, ile uydularla veya filoları ile çıkıyorlar. Allah (c.c.) diyor ki; "Sizinle harp edenlerle siz de harp edin." Yani baktınız ki kâfirler yolu kapatmış, geri dönerseniz Cehenneme saparsanız öyle ise yapacak birşeyiniz var; yürümek! Yine de yürüyeceksiniz. Ne olur? İki şeyden biri olur, ya onu yok edersin geçersin gazi olursun veya orada ölürsün şehit olursun. Her halükarda zararda değilsin. Yalnız Rabbim bi­zim dikkatimizi çekiyor. "Sakın ha haddi aşmayın" yani hiçbir şeyde had­di aşmamak gerekiyor. Yemek yerken haddi aşmıyacaksımz, iş yaparken haddi aşmayacaksınız. İnsanlarla muamelede de haddi aşmıyacaksımz. Gülerken haddi aşmak yok. Ağlarken haddi aşmak yok. Konuşurken de haddi aşmak yok, çok geveze derler. Susarsanız da haddi aşmak yok. Bu herifin ağzında dili var mı yok mu derler. Dil Allah'ın vermiş olduğu en güzel silahtır. Gerektiği yerde kullanmaya gayret edeceğiz. Fazla kullana­cak olursanız da değeri düşer. İkinci kez kullanacağınızda da kimse on­dan çekinmez. Haddi aşmıyacağız. Diyelimki adam engel olarak çıkmış­tır. Siz de kararlılıkla yürüdünüz. Dedi ki vazgeçtim. Yani "harbetmekten vazgeçtim" peki vazgeçti isen ben de seninle savaşmaktan vazgeçtim ama biz yine yürüyüşteyiz yani durmale yok deyip yürümeye devam edeceğiz.[43]

 

(191) "Onları nerede bulursanız öldürün ve sizi çıkardıkları yer­den siz de onları çıkarın. Fitne (küfür, şirk) öldürmeden beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında harp etmedikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp ederse siz de onlarla harp edin. Kâfirlerin cezası işte böyledir."

Kafirler fiilen harp ilan etmişler. Medine'de İslâm devletine karşı harp ilan etmişler. Öyle ise onları nerede bulursanız öldürünüz. Bu, harp esnasmdadır yalnız. Sulh esnasında değildir. Günümüzde bir kısım Müs­lüman yazar çizerler Baü'ya şirin görünmek için şöyle bir ifade kullanı­yorlar ve basında da çokça gündeme getiriyorlar. "Efendim dinimizde yapılan bütün harpler savunma harpleridir, Müslüman hiçbir zaman ya­yılmacı değildir, Müslüman hiçbir zaman başka devletin içişlerine karış­maz. Ancak kendisine karşı saldıran olursa ona karşı harp eder" gibi İslâm'ı anlatıyor. İslâm böyledir diyor. İslâm harbi istemiyormuş. Doğru harbi İstemiyor. Yalnız bununla birlikte İslâm Dini bu dinin dünyaya ya­yılmasını istiyor. Düşünün ki bîr İslâm devleti var, 4 başı ma'mur bir îslâm devleti kuruldu. Sınırları var, komşuları var. Fakat diyoruz ki komşularımıza; "Dinimiz hak dindir, sahip olduğunuz din dinsizliktir, sa­pıklık üzerinesiniz. Zorla sizi dine sokma hakkımız yok. Allah bunu ya­saklıyor. Ancak senin ülkene ben elemanlarımı göndereceğim. Buna ma­ni olma, okullar açacağım, bunu engeleme. Yayın yapacağım bunu engel­leme." O komşu kafir devlet karşı yayına girerse biz engelleriz, karşılık yapmaya müsaade etmeyiz.  Müsaade edersek mütekabiliyet esasını ka­bul edersek o Allah'ın Dini ile o Şeytanın ürettiği vesveseyi denk kabul etmiş oluruz. Buyur kardeşim benimki senin ülkende oynasın, seninki de benim ülkemde oynasın. Karşılıklı transfer yapalım, iman alış-verişi ya­palım, birbirimizle bilgi alış-verişi yaptığımız gibi. İman alış-verişi, imansızlık alışverişi yapalım anlamına gelirki bunu kabul edemeyiz. (Dinde zorlama yoktur) âyet-i kerîmesi bize derki; adama tabancayı çe-kipte "iman et" demek olmaz. Çünkü bu iman olayı gönül işidir. Fakat bu gönüllerin İslâm'a gelebilmesi için de îslamı bilmesi gerekiyor. Bilmesi için de zeminin oluşması gerekiyor. Bu zemini engelleyenlerle harp edi-lir.

Komşuluk esaslarını buna göre ayarlarız. Yani İran'ı feth etmeye ne gerek vardı ki, Hz. Ömer'in kendine göre bir devleti vardı ve o sınırlan içerisine İran hiç müdahale etmiyordu. Bizans da müdahale etmiyordu. Müdahale edecek gücü yoktu. Yani Roma askerleri dünyanın her tarafına gitmişler de çöle girmeye korkmuşlar, girmemişler. Müslüman der ki: "Ben dinimi yaymakla görevliyim" âyet-i kerime aşağıda gelecek zaten. Hem devam edecek böyle: sulh esnasında kimseyi öldüremeyiz. Dinimizi yaymakla görevliyiz, ama harp başka. Sıcak bir harpde onları bulduğu­muz yerde öldürürüz "Onlar sizi nasıl çıkarmışiarsa siz de onları sür­gün edin çıkarın." Şimdi burada hemen hatıra şu gelebilir:

Yani biraz ağır olmuyor mu? Yani yirminci asırda bunu söylemek bi­raz zor. Bu imansız kesim kendilerini biraz hümanist mümanist tanıttılar. Yani "bulduğunuz yerde öldürünüz" âyetini Bir dergide de konu etmişti­ler. Kur'ân-ı Kerîm böyle diyor diye. "Onları o imansız gavurları nerde bulursanız öldürün" diyor. Tabiî o imansızlar harp olduğunu söylemiyor­lar. Harp esnasında demiyorlar da, Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 191.nci âyet-i kerîmesinde; "O gavurları nerede bulursanız öldürünüz" diyor. Böyle kitap mı olur? Böyle kitap Allah'tan mı gelir? Böyle kitap merhamet taşır mı? Filan diye sataştılar. Harp esnasında Öldürülür ama harp esnasında tam öldürüleceği sırada şahadet getirirse yine de kardeş oluyor, düşman bir anda kardeşe dönüşüyor. Yine de ağır bu ifade diyebi-lirmisiniz. Yani onlar sizi nasıl öldürüyorlarsa Öldürünüz. Nerede bulur­sanız, tuttuğunuzda öldürünüz. Onlar sizi nasıl sürgün etmişlerse siz de onları sürünüz... Gibi ifadeler günümüz politikacıları, günümüz sosyal si­yasetle meşgul olanları için biraz ağır gibi geliyor deniliyor. Ama Allah (c.c.) hiç boşluk bırakmamış. Siz burada öldürmenin ağırlığından bahse­diyorsunuz. Ama insanları dinden döndürme faaliyeti yani insanların di­ne" girişini engelleme faaliyeti adamı öldürmekten şiddetlidir. Ağır bir suçtur. Allah göstermesin elinizden bir kaza çıktı adamı öldürdünüz. Bu bir günahtır. Hele hele bile bile taammüden öldürülmüşse büyük günah­tır. Hataen Öldürdünüz, Allah affetsin denilir adam Müslümandı iyi bir insandı, amellerinin karşılığını ahirette görecektir. Ama bir başka adamı da dinden imandan ettiniz adam yaşıyor. Adam bir Ömür yaşadı ve iman­sız olarak öldü. Hangi suç daha ağır? Allah (c.c.) diyor ki, adamı öldür­mekten ziyade dinsiz yapmak veya insanların dine yönelen yollarını en­gellemek daha ağır bir suçtur. Yani Müslümanlara imansız kesimin ele başlarını öldürünüz âyet-i kerîmesi ağır gelmesin. Bu adamlar topyekün insanlığın Cehenneme gitmesi için insanları küfre yöneltiyorlar. Düşünün ki, Buruç Sûresinin tefsirinde gelecek bir zamanın zalim devlet başkanı,  (günümüzde zalimler Müslümanı idam ederken) o zamanda Müslümanla­rın tamamını polisler ve jandarmayla etraflarından kuşatmışlar, kazmış oldukları bir ateş çukuruna da döverek itelemişler. Müslümanları yakmış­lar. O yakma işi Yahudiliğin bir icadı olarak tarihe geçmiş. Yahudiler daha ziyade Hz. İsa'ya inanan ve Müslüman olanları yakmışlar ki, tefsir­lerin bir kısmı Hz. İsa'ya inananları diyor. Yahudiler'in Almanya'da surda burda yakılmış olmaları (çocukları için acıyorum, merhamet duyuyo­rum, suçsuz insanlara yapılmaz-) kendi yaptıklarının cezasıdır. Bu işken­ce çeşidini geliştirenler Yahudiler'dir. Yani ilk defa insanı yakarak ceza­landıran Yahudiler, tarihte de ondan sonra en çok yananlar yine Yahudi­ler olmuş. "Ebu Cehil kuyu eşer kendi kuyusuna kendi düşer." "Çalma kapısını çalarlar kapını" gibi sözlerimiz vardır bizim.

Dinden döndürme olaylarımı daha iyi Müslüman olarak ölmesi mi daha iyi? Orada bir kısım insanlar da devletin yöneticilerine yaltaklık et­mişler. "Biz İsa'ya inandık diyoruz ama sizinki daha doğru biz bir yanıl­gının içine girmişiz" demişler. O adamları da dinden döndermişler. Han­gisi daha kötü? Ölenler Cennete gidiyor, kalanlar bir müddet zillet içeri­sinde yaşıyorlar Ve sonra da Cehenneme gidiyorlar. Bu insanı Öldürenin suçu terazinin kefesine konulsa Öldürme suçundan dinden döndürme suçu daha fazla ağır geliyor. Yani harbi niye yapıyoruz? Dinimizin yayılması­nı engellemek için bir grup çıkmış karşımıza, bunları öldürmek emredili­yor bize. Ağır gelmiyor mu? Ama biz bu adamları öldürmezsek bu adam­lar bütün bir toplumun Cehenneme girmesine sebeb olacaklar. Dinden döndürüyorlar, dine girmelerini engelliyorlar.

"Onlar sizinle Mescid-i Haram'da harp etmedikçe siz de onlarla Mes-cid-i Haram'da harp etmeyiniz." Yani Hz. İbrahim'den beri Mescid-i Ha-ram'in kudsiyeti devam edip geliyor. Orada harp edilmez oraya sığınan kişi emindir, cezalandırılmaz. Siz de harp etmeyiniz,, yani bu Mescid-i Haram'ın kudsiyetine riayet ediniz. Ama diyelim ki Müslümanlar Mes­cid-i Haram'da "Yüzüne bir tokat vursan Öbür yüzünü de çevir" gibi bir imaja uyacak olursa, başkası gelir Mescid-i Haram'ın içinde dövmeye de kalkar, öldürmeye de kalkar.

Allah (c.c.) diyor ki: "Onlar sizin ile Mescid-i Haram'da harp etmedikleri müddetçe siz de onlarla harp etmeyiniz." Yani mefhumu muhali­finden onlar sizinle Mescid-i Haram'da harp edecek olurlar ise Mescid-i Haram'ın içerisinde onları öldürebilirsiniz. "Eğer onlar sizinle harp eder­lerse" "onları öldürün." "İşte kâfirlerin cezası böyledir" diyor.[44]

 

(192) "Şayet harbe son verirlerse şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir." 

Eğer yaptıklarına son verecek olurlarsa yani iman ederlerse teybe ka­pısı hiçbir zaman kapalı değildir "Allah günahları affedici.

dir ve merhamet edicidir" Hani Mevlânâ'mn bir takım sözleri bir kısım insanlar tarafından yanlış değerlendirilir, bir kısım tarafından da "Canım Mevlânâ onu dememiş" der. Mevlânâ onu demiş veya dememiş hi£ önemli değil, ama söz doğru: "Gel her ne isen yine gel. İster ateşperes ol, ister Yahudi ol, ister Hıristiyan ol, istersen bin defa tevbeni bazmuş ol. yi­ne gel. Bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir". Bu kapılar Mev-lânâ'nın kapısı değil, çünkü Mevlânâ bunu söylediğinde orada Mevlânâ türbesi yoktu. Öldükten sonra türbeyi yaptılar. Bir kısmı tkınu Mevlânâ. türbesinin kapısı olarak anlıyor. "Her ne isen yine gel" bizim insanımız da öyle anlıyor. Bir kısmı böyle anladığından dolayı; "Mevlânâ bunu böyle dememiş" diyor. Niye? "Bu söz küfürdür" diyor. Küfürle ilgisi yok. Bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir derken bu İslâm kapısıdır. Allah (c.c.) adamlann suçunu, cürmünün büyüklüğünü biliyor. Eğer bu yaptık­larına son verirlerse, dinsizlikte İsrar etmezlerse, Müslümanların isfamı yaşamalarını engellemeye son verirlerse, kendileride İslâm Dinine.girer-, lerse Allah bağışlayıcıdır, Allah affedicidir ve merhamet edicidir. Eğer vazgeçmezlerse;[45]

 

(193) "Fitne (küfür, şirk) kalmayıncaya ve (yaşanan) din. Allah'in oluncaya kadar onlarla harbcdin. Şayet harbe son verirlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur."

Onlarla harbediniz. Fitne olmayıncaya kadar. Fitne kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde geçmiş; birinde zulüm mânâsına gelir, birinde de dinden döndürme mânâsına gelir. Birinde imtihan mânâsına gelir.

Daha önce Araplar Kudüs'e kadar gelmişler. Batı ittifak edip, Müslü­manları Kudüs'ten çıkarmış ikinci hamlede Müslümanlar Viyana'ya kadar gelmişler yine Batı ittifak etmiş Müslümanları Viyana'dan Edirne'ye ka­dar kovmuşlar. Şimdi üçüncü hamle Müslümanlar da bu sefer ordular ve­ya silahlarla dünyanın üzerine yürümeyecekler. Herkes, olduğu yere sahip olacak. Yani artık savaş, yada hamle ordularla olmıyacak, silahlarla da olmayacak. Herkes kendi bulunduğu yere sahip olacak. Ki bence de en makul olanı da böyledir. Onun için biz herkes bulunduğu yere sahip ol­malıdır diyoruz. Hakim olmak için gereken her türlü hazırlığım yapmalı­dır, başta sağlam bir iman ondan sonra o imanın doğrultusunda neyi nasıl yapabileceğini ona gösterebilmek için iyi bir ilim, o ilmi tatbikat sahasına koyabilecek iyi bir cesaret. Cesaret önemli. Bize genel kurmay başkanı bir kart gönderse ve deseki: "Buraya evimin telefonunu da yazdım, kim­seye vermem ama sana yazdım her halükarda başına ne gelirse bana anın­da nerede ve ne zaman olursa olsun telefon et" bir de devletin başından gelse böyle bir kart "Nerede ne yaparsan serbestsin her türlü konuşman sana serbesttir. Biri böyle "sus" diyecek olursa telefon et yeter" dese çok rahat konuşuruz. Nasıl niye? bu adamların gücüne güvendiğinden dolayı. Allah (c.c.) diyor ki "Nerede olursanız olun Allah sizinle bera­berdir." Hiç düşündünüz mü bu âyeti? Çok enteresan bir âyet-i kerîme. Hadid sûresi âyet: 4, Allah (c.c.) da kart gönderiyor ve diyor ki: Nerede olursan ol seninle beraberim." Bana demiyor, mü'minlere hepimize diyor. Allah için telefon diye bir şey de yok. Benim öbür adamlara yani genel­kurmay başkanı ve devlet başkanına telefon etmem lazım, jeton bulmam lazımki onlara haber gitsin! Bana konuşmayı yasaklayan adam; "Sen kimsin, o kim telefon ettirmem, seni dışarı ile görüştürmem" deyip temiz dayak ta atabilir. Ama Allah'a telefon etmeye de ihtiyaç yok. Allah (c.c.) diyor ki; bu dinî faaliyeti yap nerede olursan ol ben senin yanındayım. Ben bu Ayeti okudum, beni çok etkiledi, uykumu kaçırdı bu âyet-i kerîme. İmanımın zayıflığına da hükmettim. Bu genelkurmay başkanlı­ğından böyle bir yazı gelmiş olsaydı daha cesur olurdum ama Allah'tan gelince böyle cesur olamıyoruz diye kendi kendime imanımın zayıflığına hükmettim. Onun için birinci derecede iman, ikinci derecede ilim, üçün­cü derecede zaten ilim ile iman insana bir cesaret verir ve onun geliştiril­mesi gerekiyor eski tabirle ilmî dirayet, medenî cesaret.[46]

 

(194) "Haram ay, haram aya karşılıkdır. Hürmetler karşılıklı­dır. Kim sizin üzerinize saldırırsa onun size saldırdığı gibi siz de on­lara saldırın. Allah'dan sakının ve bilin ki, Allah sakınanlarla bera­berdir."

Haram aylara karşı haram aylar yani onlar haram aya riayet etmemiş haram ay da sizinle harp etmişse siz de haram aylarda onlara karşı harp edersiniz. Haram aylar: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Cahiliye döneminde bu aylar biliniyordu. İslâm'da aynen, haram aylar olarak kabul etmiştir. Hac Zilhicce ayında yapılır. Umre de genelde Re­cep ayında, Zilkade'de ve Muharrem'de de yapılageîmiş. Bu aylarda si­lahlar bırakılır, ticarî faaliyet Ön plana geçer. Mekke'de panayırlar kuru­lur, bugünkü tabirle fuarlar kurulur, dünyanın çeşitli yerlerinden Ye-men'inden Çin'inden, Bizans'ından, İran'ından çeşitli mallar oraya gelir, karşılıklı mübadele yapılır ve herkes ülkesine döner. Bu haram aylarda bu işleri devam ettirirlerse siz de buna riayet edin. Ama harbe sarilırlarsa siz de o aylarda kılınca sanlın. "Saygı karşılıklıdır." Haramlar hürmetler karşılıklıdır. Türkçe karşılığına biz saygı diyoruz. "Saygı karşılıklıdır" di­yoruz evvela kendinize saygı. Onlar saygısızlığa devam ederlerse onları o saygısızlığından vazgeçirecek şekilde onlara mukabelede bulunun ama haddi aşmayın. Kim onlardan size karşı haddi aşarsa Onların size karşı açtığı harp kadar, sınır kadar siz de onlara harb açabilirsiniz. Yani misli ile mukabelede bulunabilirsiniz. "Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah muttaki insanlarla beraberdir" buyuruyor. Yine yukarıdaki konuya geldik yani onlarla savaştan korkmayınız, onlar size saygı gösterdiği müddetçe siz de saygı gösteriniz. Ama saygısızlık ederlerse, haddi aşarlarsa siz de onlara karşı misli ile mukabele ediniz. Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah müttakilerle beraberdir. Allah'ın dinine sarılan emir ve yasaklarına riayet eden kişiye iyi insan diyoruz. Bu muttaki insan dininin yayılması konusunda harp halinde de olsa Allah onunla beraberdir, sulh anında olsa da yine Allah onunla beraberdir. Yani Allah Kitab-ı kerîmiyle bize kart göndermiş gibidir. "Düşmandan endişe etme, sen takva üzerine olduğun müddetçe ben seninle beraberim, telefon etmene bile gerek yok. Haber vermene gerek yok.

Bazıları şöyle demiş: "Bizim silah tedarik etmemize gerek yok. Allah her şeyden Gani'dir, Aîlah Kahharu âlemdir, Kahhardır, Allah Kadirdir. Allah Kavidir, isimlen vardır öyle ise dünyanın en güçlü silahları da onun yarattığıdır. Silahlar onun yarattığından yapılmıştır. Öyle ise biz iti­kadımızı düzgün tutalım, silah imaline girmeyelim". Bu bir zamanlar yi­ne denmişti. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı feth ettiğinde mağlub komutanı çağırmış "gel buraya bakalım" demiş gelmiş. Genelde harplerde bu olur­muş. Harp bittikten sonra esir edilen komutanı komutan izzeti ikramla karşılar karşılıklı sohbetler ederler, harbi niye kaybettiğini sorar öbürü de nasıl kazandığını sorar böylelikle harp tarihine yeni tecrübeler kazandırı­lır, Yavuz sormuş "Kaybetmenizin sebebi nedir sizce demiş yani kime bahane buluyorsunuz?" Komutan demişkî: "Âlimlerim beni bu hale dü­şürdü din âlimleri. Ben onları topladım "bakın gelen adam toplarla geli­yor bunlar İstanbul'u toplarla feth ettiler. Ne yapalım dedim. Âlimler dedi ki: "Efendim top Kur'ân-ı Kerîm'de yok, Kur'ân-ı Kerîm'de, hadis-i şerif­te kılıç var ok var. Allah bunu demişse biz Kur'ân'a göre hareket edersek Allah da bizim oklarımızı güçlendirir karşı tarafın toplarını paramparça yapar. Sen yürü Allah'a tevekkül et" dediler. Hocalarım beni mağlup et­tirdi. Peki "Şen nasıl kazandın?" Yavuz demiş ki: "Ben yine hocalarımın nasihatine uydum, onların doğrultusunda hareket ettim, Kur'ân-ı Kerîm'in[47] âyet-i kerîmesinde "Düşmana karşı kuvvet hazırlayın" diyor. Yani Allah silah demiyor, yani top demiyor, kılıç demiyor, ok demiyor, atom bombası demiyor. Bugün en ilerici hocamız atom bomba­ları hazırlayın, füzeler hazırlayın, uydular hazırlayın dese yarın 50 sene sonra, 25 sene sonra onlar da böyle deve gibi çok geri bir şey olur. Yani çok geri silah olabilir. Onun için Allah "Kuvvet hazırlayın" buyurmuş. Her kuvvet kendi çağına göre değişir dediler biz de onları hazırladık size galip geldik" demiş. Allah (c.c.) diyor ki: Allah müttakilerle beraberdir. Ancak devam ediyor âyet-i kerîme;[48]

 

(195) "Allah yolunda infak edin (harcayın). Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever."

Aîlah yolunda mallarınızı harcayınız. Yani şöyle paranızı kesenizi bir yoklayın bakalım. Keselerinizdekini ortaya bir dökün. "Aîlah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz"[49] Yani diyor ki, seni yaratan da, mülkü yaratan da, dini indiren de Benim. Öyle ise sana diyo­rum ki imtihanın bu. İmtihan sorun bü. Şu mal ile şu canı toplayıp bu din uğruna vereceksin. Yani kimyasal bir soru. Din için, mal, can, toplanıyor din ile bir araya getiriliyor bir terkip meydana geliyor. Dünyada devlet, ahirette Cennet ortaya çıkıyor. Bu da yine senin için. Yani yalnız dünya­da senin saadetin için, izzetin için, ahirette Cennetin içindir.

"Allah yolunda infakta bulununuz". İlim adamı yetiştirmek için in-fakta bulunulur. Fakirlerin karnını doyurmak için yani fakirliği yok etmek için infakta bulunulur. Dinin yayılması için bütün insanların gö­nüllerine İslâm'ın girmesi için yine aynı şekilde infakta bulunulur. Çokça bildiğimiz bir âyet-i kerîmedir bu. Kanser Haftası'nda bu âyet-i kerîme okunur. Verem Haftası'nda bu âyet-i kerîme okunur. Sıtma haftasında yi­ne bu âyet-i kerîme okunur. Yakında şöyle 3-4 sene sonra AİDS haftasın­da da bu âyet-i kerîme okunacak. Çocuk soruyor: "Anne bu hafta ne haftası?" Annesi de: "Oğlum perşembe günü dinî programdan öğreniriz ne haftası olduğunu." Ayet-i kerîmenin mânâsı: "Kendi ellerinizle kendileri­nizi tehlikeye atmayınız"

Televizyondaki dini(!) programlarda ayetin başı alınmaz, sonu alın­maz. Bektaşi sonunu almazmış başını alırmış. Bu başını almaz, sonunu almaz, tam orta yerini alır. "Allah yolunda harcayınız" dedikten sonra "Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız" diyor. Yani mefhumu muhalifin­den şu çıkar: Eğer Allah yolunda canlarınızı ve mallarınızı infakta bulun­mazsanız kendinizi bu dünyada zillet tehlikesine atarsınız, ahirette de za­ten Cehenneme atarsınız. Yani "Tehlikeye kendinizi atmayın" diyor: Peki kendi nefsinizi nasıl kendi elinizle atıyorsunuz? Malı biriktirip bağrımıza basıyoruz. Malı biriktirip kasaya atıyoruz kendi ellerimizle. "Yahu gel et­me eyleme bak düşman geliyor, bak dinsizler geliyor ve hakimiyeti elde edecekler biraz yardım et" dediğinizde "Başka yere bak hemşerim başka yere bak" der. Eğer def edemezse "al bin lira da benden" diyor bin lira veriyor. Bu adam kendini ahirette Cehenneme atıyor. Bu dünyada da zil-, lete atıyor. İstanbul'un çok zengin Müslümanlarından birini 1979 yılında anarşistin biri 12 saat rehin alarak tutmuş. Ondan sonra da parasının bir kısmını götürmüş. O Müslüman bu olaydan sonra biraz Kur'ân kurslarına vermeye başlamış. Tehlike geçince yine durmuş. Allah (c.c.) dikkatimizi çekiyor: "Allah yolunda infak ediniz, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız." Yani kendi ellerinizle buraya toplamakla tehlikeye atıyorsu­nuz kendinizi, kendi canınızı. Efendim işte tehlike var onun için "aman oğlum şöyle et böyle et" falan gibicesine kendisi de oğlu da piyasadan çekiliyorlar, meydanı dinsize, imansıza, fareye bırakıyorlar. Bir gün fare­ler kendisini de yemek için geliyor. Hani bir hatip bir harp hutbesinde öy­le diyor: "Eğer harp meydanlarında yiğitçe ölmezseniz eceliniz gelmişse orada Ölmezsek düşmanlar ülkemizi istila edecek ve kendi silahlarınızla baltalarınızla kabirlerinizi kazdırdıktan sonra -çünkü Ölüsü de kokmasın veya kabrini kazma zahmetine katlanmıyalım yorulmıyalım diye canlı olarak sizi toprağa gömecekler" diyor ve tarihte de bunların benzeri çok olmuştur onun için Allah (c.c.) uyarıyor: "Kendi ellerinizle kendinizi teh­likeye atmsyın." Yani cimrilik yaparak atmayın.Allah yolunda veriniz diyor. "İyilikte bulununuz", ihsanda bulununuz. Allah muhsinlerle beraberdir. Muhsin, Bir çok mânâyı kendisinde bulunduran kelimedir. Meselâ ihsan kelimesini Türkçe'de de kullanırız. "İhsanda bulundu" deriz. Türkçe'de Hasan'lar da bu kelimeden türemiş, Hüseyin'ler de bu kelimeden türemiş. Kelimede İyi ve güzel mânâsı var. İhsan: İyilik yapmaktır. Güzel yapmak mânâsına geliyor. İyilik yapmak deyince de bir adamın bir başkasına maddî yardım yapmasına da ihsan diyoruz. "İnsan ihsanın kuludur." Yani insan iyilik karşılığında ona hiz­mette bulunur mânâsında öyle hir cümlede kullanılmış. İhsan: Her şeyi güzel yapmaktır. "Allah her şeyi güzel yapanları sever". Cebrail, Pey­gamber Efendimiz'e; "İhsan nedir Yâ Resûlellah?" demiş. "Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görü­yor" diye cevap vermiş. Şimdi Allah'ı görür gibi ibadet etmemiz, iyilikte bulunurken de en iyi şekilde vermemiz gerekir.

Fakirlerin şahsiyeti rencide edilmiyecek ve de verilen mal en iyile­rinden olacak.Çünkü öbür dünyada kişiler verdikleri ile karşr karşıya ge­lecekler. Yani kolonuş yemekler, eskimiş kumaşlar veya kaplarla karşı­laşmak istemiyorsanız en iyilerinden vereceğiz, daha önce de geçmişti. 177.nci âyet-i kerîmede "Malı çok sevmesine rağmen, en çok sevdiği ma­lı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara verir" diye Allah (c.c.) muttaki insanın vasıflarını anlatıvermiştir. Sevdiklerinizi vermek ihsandır. Kelimelerde de en güzelini konuşmak yine ihsan makamında hareket etmektir. Anne babaya karşı, komşulara karşı, dostlara karşı iyi­likte bulunmak yine ihsan makamında hareket etmektir. Davranışlarımız, giyimimiz, yediğimiz, içtiğimiz şeylerin temiz ve güzel olmasına dikkat etmek yine ihsan makamında olmaktır ve bu makamda olanları da Allah sever. "İyilik yapınız. Allah iyilik yapanları sever" diyor Allah.[50]

 

(196) "Hâccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (hacdan) engellenirseniz o vakit size kolay gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine yarmcaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta olur veya başından rahatsız ise ona oruç veya sadaka veya kurbandan -  fidye gerekir. Güven içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile

yararlanmak isteyene kolayına giden bir kurban kesmek gerekir.

Kim kurbanı bulamazsa, hacda üç gün, döndüğünüzde de yedi gün 5 olmak üzere tam on günlük oruç vardır. Bu, ailesi Mescid-i Haraih da olmayanlar içindir. Allah'dan sakının ve bilin ki Allah, cezası ;   pek şiddetli olandır."

" Haca ve umreyi Allah için tamamlayınız. Haccı temettü veya haca kırana niyet edenler, haccı ve umreyi tamamlarlar veya hac için gittiği flizde haccı tamamlayınız. Umre için gittiğinizde umreyi tamamlayınız.

"Eğer hacca veya umreye gitmekten engellenirseniz." İhsan Kişinin ; kir şeyden alıkoyulması demek. Onun için hisarlar vardır. Anadolu Hisa-r n, Rumeli Hisarı gibi. Arapça'dan geçme bir kelime. Hisar, Düşmanın Çeri.ye girmesini engelleyen bina olması nedeniyle hisar denilmiştir Muhasara: Adamın etrafını çevirmişler dışarıya çıkması engellenmiştir. Burada da eğer hacca gitmeniz düşmantarafmdan veya hastalık nedeni ile engellenirse, yalnız dikkat edilmelidir. Engelleme yola çıkmadan evvel değil, yola çıktıktan ve ihram giydikten sonra olmalıdır. Adam burada  iken vize alamamış bu değil. Buradan çıkmışda ihramı giymiş Suud sım-, rina varınca oradaki görevli giremezsin, yapamazsın, edemezsin diyor ve- içeriye girmiş mesela geçen sene bir arkadaşım anlattı. Diyanet adına li bir arkadaş "Bizim hacılardan birini 4 gün aradık bulamadık." 4 .gün sonra bir telefon geldi deniişki polisin biri "Emniyettedir." Yani "Ha-.ciniz için endişe etmeyin emniyettedir" demiş. Allah'tan ki diyor Arafa günü serbest bıraktılar. Arafat'a o gün yetişememiş olsaydı haccı olmıyacaktı buna da "muhsar" diyoruz. Allah (c.c.) bu tür olayların olacağını bi­liyor çünkü yaratan-O. Eğer haçtan olacak olursanız, "En kolayınıza gi­den kurbanı kesiniz." "Kurbanınız yerine varıncaya kadar başınızı tıra; etmeyiniz." Meselâ hac niyeti ile gitmiş, böyle bir yerde engellenmiş, bı engel düşman tarafından olur. Başka bir insan tarafından olur. Hastalık nedeniyle olabilir, herhangi bir şehirden geçerken kalpden hastaneye kaldırdılar kafile gitti. Hastanede bunun yatması gerekiyor 20 gün tedavi­si sürecek bu muhsardır: Yani engellenmiştir. Tabiî bir afet veya arızî bii afet nedeniyle engellenmiştir. O zaman kurban gönderir. Bizim Hanefi fıkhına göre Harem-i Şerife gönderir. Şafii mezhebine göre ise olduğu yerde de kesebilir.

Kurban, kesileceği mahalle varıncaya kadar tıraşınızı olmayınız. "Sizden her hangi biriniz hasta olursa veya başında bir rahatsızlık eza ve­recek bir şey olacak olursa" yani tıraş olmayacağız, kurbanı kesinceye kadar tıraş olmak yok. O ihsarda iken yani men olunmuş durumda iken ama hasta olduğu için ameliyat edecekler, mesela fıtıktan ameliyet ede­cekler, edep yerlerini tıraş etmeleri gerekiyor veya başından ameliyat edecekler saçı tıraş edilmesi gerekiyor. Bu tür hallerde kesilecek olursa: "Bu yapılana karşılık zamanından Önce tıraş olmaya karşılık olarak oruç tutar veya sadaka verir veya kurban keser ." Allah (c.c.) kişinin kendisine havale etmiş işi. Bu bizi pek ilgilendirmez denilirse, Bunlar hacca giden­lerin başına gelen şeylerdir. Efendim Türkiye'den yüzbin kişi hacca gi­derse bunun başına gelecek olan 5 kişidir, 10 kişidir, bazen daha çok kişi­nin de alabilir. Bu genelde bütün insanları ilgilendirmez demiyelim. Bir insanın bir ibadetini yapamadan gitmesi o insanın ahirette sorumlu olarak cezaya çarptırılacağından dolayı Allah (c.c.) bu ibadetlerimize fazlaca önem veriyor. Önem verdiğinden dolayı bir insan bile yapacak olsa böyle bir duruma düşecek olsa onun nasıl davranacağını âyet-i kerîme, ile ifade ediyor.

Emin olduğunuzda "Hacca kadar kim umre yapma imkânına sahip olursa kolayına gelen bir kurbanı keser, kim de bu kurbanı bulamazsa -burada bahsedilen kıran haccına niyet eden bir kişi umresini yapmış son­ra da haccını yapacak. İhramdan çıkmadan kurban kesmesi gerekiyor. Ama kurban bulamamış, kurbana maddî olarak güç yetirememiş diyelim âyet-i kerîmede kim bulamazsa  hac esnasında yani kurban bayramının birinci gününden önce üç gün oruç geriye döndükten sonra da yedi gün oruç tutar" diyor. Yani toplam 10 gün tutar. "Bu tamamen 10 gün eder" diyor Allah (c.c.)- tamamı 10 gün demeye gerek yok demiyelim. Arab'ın dil kaidelerine göre o zaman şöyle deriz: Hacda üç gün ve dönünce 7 gün' yani acaba bu 3 gün 7'nin içine dahil midir, hariç midir gibicesine ihtilaf­lar çıkabilir. Allah (c.c.) toplamı 10 gün oruç tutulacak buyuruyor.

"Bu Mescidi Haram sakini olmayanlar içindir. Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir" diyor Allah (c.c).[51]

 

(197) "Hac bilinen aylardadır. Kim bu aylarda haca kendine farz ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, günah işlemek ve çekişmek yoktur. Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu bilir. Azık edinin şüp­hesiz azık'ın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri Benden sakının."

Bu âyet-i kerîmelerde Allah (c.c.) haccın nerede, nasıl yapılacağını bize haber veriyor. Namazın kılınmasını emrediyor. Fakat nasıl kılınaca­ğını Peygamber Efendimiz'e havale ediyor. Biz namazın nasıl kılınacağı­nı Efendimiz'den Öğrendik. Efendimize de Cebrail (a.s.) öğretmiş. Hadis kitaplarının bize bildirdiğine göre Cebrail "geldi ve namazı kıldırdı" di­yor. Efendimiz'e iki gün beş vakit namazları ayrı ayrı kıldırdı, namazın nasıl kılınacağım hem de namazın vakitlerini öğrettiğini haber veriyor. Haccın ise nasıl yapılacağını öğretmiştir.

Namazı tarif etmediği halde Allah (c.c.) âyet-i kerîmesinde haccın ta­rifini yapmıştır. Bu devam edecek olan  âyet-i kerîmelerde haca, ihramı, Arafat'ı, Arafat'ta vakfeyi, sonra Müzdelifeye gelişi âyet-i kerîmeleri ile bildiriyor. Ki bu namaza nisbetle daha da bir önem kazandığını ifade etâyet-i kerîmede kim bulamazsa- hac esnasında yani kurban bayramının birinci gününden önce üç gün oruç geriye döndükten sonra da yedi gün oruç tutar" diyor. Yani toplam 10 gün tutar. "Bu tamamen 10 gün eder" diyor Allah (c.c.). tamamı 10 gün demeye gerek yok demiyelim. Arab'ın dil kaidelerine göre o zaman şöyle deriz: Hacda üç gün ve dönünce 7 gün yani acaba bu 3 gün 7'nin içine dahil midir, hariç midir gibicesine ihtilaf­lar çıkabilir. Allah (c.c.) toplamı 10 gün oruç tutulacak buyuruyor.

"Bu Mescidi Haram sakini olmayanlar içindir. Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir" diyor Allah (c.c).

Namazı tarif etmediği halde Allah (c.c.) âyet-i kerîmesinde haccın ta­rifini yapmıştır. Bu devam edecek olan âyet-i kerîmelerde haccı, ihramı, Arafat'ı, Arafat'ta vakfeyi, sonra Müzdelifeye gelişi âyet-i kerîmeleri ile bildiriyor. Ki bu namaza nisbetle daha da bir önem kazandığını ifade etmek istiyor. İkisi de önemli. Namaz da önemli ama insanların hayatında veya senede bir defa gelene diğerine nisbetle biraz daha itina gösterilir. Biraz da unutulur, mesela günde beş vakit namazınızı kılarsınız. Fakat bayram namazına vardığınızda hoca efendi karşınıza geçer size bayram namazının nasıl kılınacağını tarif eder. Niye? Aradan bir sene geçmiş , unutulabilir. Hoca da kendisi oraya girmeden önce kitabı açar bakar. Bir de kitaptan okur, o da unutmuştur, normaldir. "Hac belirli aylardadır." Aylar âyet-i kerimede ifade edilmemiş, tefsirinde Şevval ayı, Zilkade ayı ve Zilhicce ayı. Bunlar hac aylaçı diye bilinir. Peki ne demek yani diğer­lerinden farkı nedir? Bu aylarda ihrama girmek, diğer aylarda ihrama gir­mekten daha hayırlıdır. Bazı mezhep imamları hacca giden kişinin Şev­val ayından önce ihram giymesi hac için yeterli değildir. Mutlak surette Şevval ayında giymesi gerekir diyorlar. Fakat bizim Hanefi imamları di­yorlar ki, hac için efdal olanı hac aylarında yani Şevval ayı, Zilkade ayı, Zilhicce ayında ihram giymektir. Ama onun dışında da giyilebilir demiş­ler. Burada efdaîiyet esastır demişler. Türkiye'den hacca gidenler genelde Zilkade ayında hacca giderler. Yani Zilhicce ayında orada olurlar. 10%15 gün evvel burdan çıktılar mı Ziîkade'nin 25'de, 24'de, 20'sinde burdan çı­karlar. Bir kısmı Mekke'den Medine'ye giderken eğer arafeye 1 gün kala 2 gün kala çıkmışlarsa tabiîki onlar Zilhicce ayının içerisinde giymiş olurlar. Âyet-i kerîmede esas olan, hayırlı olan, efdal olan hac için ihra­mın Şevval, Zilkade veya Zilhicce ayında herhangi bir gününde ihram giyilmesidir deniliyor. Meselâ, adam işleri var burada veya başka sebeblerden dolayı gidememiş, arafe günü veya arefe gününden bir gün önce meselâ son uçakla yani Zilhicce'nin 8.nci günü Cidde'ye varsa oradan Arafat'a doğru çıksa ve bayram günü Şeytan taşlamasını da yapsa tavaf yapsa, bir mazeret nedeni ile diğer Şeytan taşlamalarını da bir başkasına vekalet verse iki günde de geriye gelebilir. Hatta sıkıştırılacak olursa bir günde de geriye gelinebilir. Yani bir gün vardır, 2.nci gün öğle sonu ora­dan ayrılabilir. Bu imkânlar böyle kolaylıklar getirmiştir. Yani yine Zil­hicce'nin 8'nde veya 9'nda giymiş oluyor.

Hac belirli aylardadır. "Kim kendisine bu aylarda haccı farz kılarsa" yani hac için ihram giyerse ihramını giydikten sonra ailesi ile cinsel iliş­kide bulunması veya cinsel ilişkiyi gerektirecek söz ve davranışlardan kaçmaması gerekir. Orada günah işlemek te yoktur. İhrama girildikten sonra günah işlemek te yoktur. Orada hacılarla veya diğer insanlarla münakaşa ağız kavgası yapmak ta yoktur.

Mezhepler arasında bir konuda ihtilaf edilir: Ayet-i kerîmelerin mef­humu muhalifi alınır mı alınmaz mı? İmam-ı Şafii hazretleri âyet-i kerîmelerin mefhumu muhalifi alınır. İmam-ı Ebu Hanife Hazretleri mer-humu muhalifi alınmaz. Ayet ve hadislerde mefhumu muhalifi alınmaz deniliyor. Mefhumu muhalifini alırsak şöyle bir mânâ çıkar: Ayet-i kerîme hacda cinsel ilişkide bulunmak, günaha girmek Allah'a isyan et­mek veya hacılarla çekişmek yoktur diyor. Peki ihramdan çıkınca bunlar yapılabilir mi? Mefhumu muhalifi bu oluyor. Yani ihramlı iken bunları yapamazsınız. Bunun zıddı ihramdan çıkınca yaparsınız anlamında değil­dir. Özellikle bu ihramda iken daha fazla dikkat etmelisiniz. Cinsel ilişki dışarda yasak değil, insanın kendi ailesi ile devam eder yalnız ihram için­dir o. Günaha girme, kavga etme, münakaşa etme, gönül kırma ihramdan çıkınca da yapılmıyacak şeylerdir. Dışarda da yapmayın ama ihrama gir­dikten sonra bir başka Önem verin bu olaya. Çünkü hac senelik bir eğitim veya ömründe bir defa giden için ömründe bir defa eğitimden geçmedir. Bu eğitim de iken biraz daha dikkat edilmesi gerekiyor. Kişinin kendisini o halet-i ruhiyeye alıştırıp hayat boyu aynı şeyi yapabilmesi için biraz da­ha dikkat göstermesi gerekiyor. Onun için orada günaha girmek âyet-i kerîmede "fusuk" kelimesi ile anlatılmış Hücurat sûresinde Allah (c.c); "Kötü lakablarla birbirinizi çağırmayın, bu imandan sonra kötü bir fasık-lıktır" diyor. Burada da yapmayın ama, hacda iken özellikle insanın hoşu­na gitmeyeceği bir lakapla onu çağırmayınız veya küfretmeyiniz. Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.v.); "Bir Müslümana küfretmek, kötü söz söy­lemek fasıklıktır." O Müslümam haksız yere öldürmek de küfür gibidir." Böylesine büyük bir günahtır diyor.

Günümüzde Amerika'nın yanında yer alıp, müslümana sövmek ve yine Amerika'nın yanında yer alıp Müslümam öldürmek nerde ise meşru hale geliyor. Yani füsûku bir âyet-i kerîmede kötü lakapla çağırmak olarak mânâlandırmış Rabbirn. Peygamber Efendimiz (a.s.)de Müslüman bir insana küfretmek olarak tarif etmiş Ayeti kerimede geçen "füsuk" keli­mesini Peygamber Efendimiz (a.s.v.) hadisi şerifinde "Kim hacceder ve haccı esnasında yani ihramlı iken hanımı ile birleşmez (cinsi ilişkide bu­lunmaz) ve kimsenin gönlünü kırmaz, kötü bir iş yapmadan dönerse o bütün günahlarından soyunmuş, anasından doğmuş gibi olur." şeklinde tarif ediyor.

"Vela cidale" sözünü hadisi şerifte Peygamber Efendimiz zikretmi- y yor. Yani "Çekişme yok" dememiş Aleyhisselatü vesselam... Çünkü hacı­ların o dönemde de olsa çekiştiklerini ve az da olsa gönül kırdıklarını görüyor ve böylece Allah (c.c.) de bunu zikrederek gönül kırmayın diyor.

"Hayırdan ne yaptığınızı Allah (c.c.) bilmektedir." Neyi yaparsanız Allah onu bilmektedir. "Azıklanınız, azıkların en hayırlısı ise takvadır. Ey akıl sahipleri Benden sakının." Ben den korkun diyor Allah (c.c). Bu Ayeti kerimeler nazil olmadan önce de hacc dediğimiz olay vardır, çünkü haec olayı Hz. İbrahim (A.S.) dan beri değişik şekilde de olsa vardı. Ancak Peygamber Efendilerimizin yerine gelen peygamber olma­dığından yani fetret dönemlerinde hahamlar olsun, rahipler olsun ellerin­deki kitapları tahrif ettiklerinden dolayı hacc da saptırılmıştı. Hacılardan çok azı haccı Hz. İbrahim'in yaptığı gibi yapıyordu. Çoğunluk ise bir kısım eklemeler veya çıkartmalarla haccî kuşa çevirmiş durumdaydılar. Hatta bazı kabileler hacca giderken yanlarına herhangi bir rızık almamayı fazilet olarak görmekte idiler. Yani 10,100,200 kilometre gibi uzun yolla­rı aziksız aşıp, Kabe'ye ulaşır ve tavaf ederek haccını tamamlarsa o insan diğer insanlara göre daha faziletli olarak kabul ediliyordu. Onların yürüt­tüğü akıl gereğince o hacı faziletliydi çünkü memleketinden azıksız ola­rak çıktığı halde Allah ona yolda av hayvanı, balık, yiyecek v.s. temin eylediği rızkını verdiğinden dolayı Allah'ın sevgili kuludur gözüyle bakı­yordu.

Bu hacılar "Dünyaya çıplak geldik, Allah'ın huzuruna da çıplak git­mek gerekir" diyerek altsız üstsüz dolaşmayı fazilet olarak kabul ediyor­lardı. Muhterem müslümanlar hatırlanacağı üzere bundan 8 sene kadar önce bir bakanı vardı T.C.'nin. Bu bakan Türkiye'de altsız dolaşmayı icad edenlerdendi. Yani kendisi Türkiye'nin bazı yerlerinde altsız ve üstsüz di­ğer tabirle çıplak olarak denize girilmesine dair bir kanun veya kararna­me çıkarmıştı. Bakın dikkat ederseniz cahiliyye dönemindeki cahil insanların durumuna benziyorlar. Zaten hayatta imansızın yapacağı ve yaptığı yeni birşey yoktur. Onlar gericilerin en gerici sidirler. 1400 sene evvel ya­ni Peygamber Efendimiz'den önce cahiliyye Arapları Kabe'yi altsız ve üstsüz olarak tavaf ediyorlardı, hem de bunu bir fazilet kabul ederek, ile­ricilik kabul ederek. O zamanki insanlar "Biz dünyaya böyle geldik Al­lah'a da böyle gitmemiz gerekir" şeklinde bir mantık yürütüyorlardı. On­ların torunları olan şimdiki cahiller de "Madem ayıptı da Allah bizi niye böyle üstsüz başsız dünyaya getirmiş? Biz de Allah'ın bizi yarattığı doğ­rultuda hareket ediyoruz."şeklinde bir mantık yürütüyorlar. Ancak dikkat ederseniz yürüttükleri mantık ve fikir yeni, orjinal bir fikir değil, 1400 se­ne önceki dedelerinin mantıklarının biraz daha çağdaşlaşmış bir yorumu o kadar. Daha önce söylenmiş şeyler yani..

Allah (c.c.) ise "azıklamnız" buyurur.

Ahmed b.Hanbel Mısır'da iken insanlar hacc hazırlığı yapıyormuş. Bakmışki fakir bir komşusu var o da gidiyor. İmam, "Sen fakir bir adam­sın, günlük geçimini bile mahalleli tedarik ediyor sen nereye gidiyor­sun?" deyince komşusu, "Ben Allah'a tevekkül ediyorum, bizler müte­vekkillerdeniz." demiş. Bunun üzerine Ahmed b.Hanbel "madem ki mü­tevekkillerdensin, mademki hacca gitmek istiyorsun bak şu hacc kafilesi yola çıkıyor. Bu kafilenin develeri ve de azıkları da var. Eğer gerçek an­lamda mütevekkilsen yola bu kafileden 10 veya 20 gün sonra çık. Yani onlardan ayrı olarak yolculuk yap, bunlara katılma" demiş. Bunun üzeri­ne komşusu, "Olur mu efendim o koca çöl yalnız başına nasıl aşılır?" de­yince İmam "Öyleyse ey komşum sen mütevekkilinden değilsin sen mü-teekkillerden yani yiyicilerden, asalaklardansın. Onun bunun sırtından geçinen insansın." demiş. Allah (c.c.) Kitab'ında azıklamnız buyuruyor. Bu dünyada azıklanacagız,hacca giderken azıklanacağız,çocuğumuzu okuturken de azıklanacağız ki haram lokma yedirmeyelim. Azıklanırken de herşeyin helâlinden olmasına dikkat edeceğiz.

Fakat sunuda bilinizki "Azıkların en hayırlısı takvadır. "Takva Ahirette Cenneti elde ettiriyor. Bu dünyanın azıkîanmasi dünyada devleti takva azığı da Ahirette Cenneti kazandırıyor bizlere.

"Ey aklî sahipleri ancak Ben'den sakınınız, Ben'den korkunuz." As­lında "korkunuz" kelimesi buraya uygun düşmemekle birlikte Türkçede hep bu şekilde kullanılmış. Takvayı yukarıda müteaddit defalar tekrar et­tiğimizde ne demiştik; Allah'ın sevgisini kaybetme korkusundan dolayı O'nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmaya, içimiz ve dışı­mızı güzel eylemeye, dikenli tarlada ayağımızı dikene basmadan yürüdü­ğümüz gibi elimizi, gözümüzü, kulağımızı günaha uğratmadan bu dünya hayatını geçirmeye takva adını veriyorduk. Ama bakıyoruzki bugünkü dünyada insanlar Allah'dan değil de başkalarından, kullardan, mevki ve makamlardan sakınıyorlar.

Patronun muhasebecisine "Aman evladım vergiyi kaçırırken dikkat et; ne devlete vergiyi fazla verelim ne de vergi dairesine yakalanalım" ta­limatı üzerine muhasebecinin dikkati ve mesela mafya babasının adamla­rını "kadın ticaretini, eroin esrar ticaretini, içki ve sigara kaçakçılığı tica­retini kitabına, hukuka uydurun sonra başımız polisle savcılıkla belaya girmesin." emri gereğince adamların gösterdiği dikkat ve itina da takva­dır aslında. Yalnız tabii bunlar Allah'a değil de O'nun yarattıklarına karşı takva içindeler. Allah (c.c.) buyuruyor: "Bana karşı takva üzere olun." başkalarına değil, O'na karşı takva zırhını giydiğimiz zaman zaten dünya güllük gülistanlık olacaktır.[52]

 

(198) "Rabbinizden fazl (nzık) istemenizde günah yoktur. Ara­fat'tan hep birlikte boşanıp aktığınızda Mcş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. O'nu size gösterdiği şekilde zikredin. Siz bundan önce sa­pıklardan idiniz."

Bu Ayeti kerime de gene cahiliyye döneminden gelen bir yanlış ka­naati düzeltmektedir. "Hacc esnasında Rabbinizden rızık istemenizde si­zin için bir günah yoktur manasında. Yani ticaret yapabilirsiniz, bunda bir günah yoktur. Hac döneminde ticaret yapabilirsiniz, Cahiliyye döne­mi insanları hacc yaparlarken, hacca çıkıp da memleketlerine dönünceye kadar ticari hiçbir iş yapmıyor, para kazanıcı hiç bir muameleye girmi­yor, para kazanır im, alırım diye mal alıp satmıyor, hammallık bile yapmı­yor, sırf Allah'ın ve putların rızası için hacca geldiklerini ispatlamak için paraya ellerini sürmüyorlardı. Allah (c.c.) bu yanlışı da düzeltiyor: "Rab-binizden rızık istemeniz, fazlaca, bolca istemeniz sizin için günah değil­dir." Yani hacc mevsiminde buradan mallarınızı hrlarla kamyonlarla yük­lenip gidebilirsiniz ve mallarınızı alıp satabilirsiniz. Oradan, Mekke'den de mallan yüklenip memleketinize getirebilir, onunla ticaret yapabilirsi­niz.

Bakara Suresi'nin 198. Ayeti bunu diyor ama elinoğlu "Biz Ortak Pa­zarı kurduk arkadaş, sizin pazar kurmanıza ne gerek var? Bizim pazardan alın." veya "Ben tekbaşıma dünyada, dünyanın genelinde tek karteli kur­muşum, sizin devreye girmenize gerek yok. Mal mı alacaksınız, benim haberim olsun. Para mı vereceksiniz benim haberim olsun," diyor.

Ticaretle meşgul olanlarınız bilirler yakın bir zamana kadar Suud ve­ya Irak veya herhangi bir müslüman ülkeyle onların parası veya kendi pa­ranızı değer göstererek alış veriş yapamıyordunuz, illa dolar veya mark olacaktı. Yani bu gavurlar diyorlar ki "Alış verişi benimle yapmaz da kendi aranızda bile yapsanız benim paramla, benim dolarımla yapacaksı­nız, yoksa gözünüzü oyarım." Tabii dolarla alış veriş yapmak için size dolar gerekiyor. Dolar almanız için de ürettiğiniz fındik-fıstık, üzüm-şeftali yi bu gavurlara satacaksınız, onlar da size lütfen sadaka verir gibi 5-10 dolar verecekler ve siz de onunlu alış veriş yapacaksınız.

Maalesef 1400 sene öncesinin cahiliyye dönemi insanındaki kana­atler bir çok insanımızda hala devam etmekte: Bir Müslüman hacca gidip de yanında birkaç takım eşya getirdi ve bir de onu sattı mı "Herif hacca mı gitti, ticarete mi gitti belli değil!? O hacca gitmemiş de ticarete git­miş!" diyorlar.

Onun için ben diyorum ki bir hacı iki bavul değil de iki gemi dolusu eşya getirse înşaallah onun haccı daha makbuldür. Gerçi başlangıçta asıl olan niyettir. Yani gidiş gayemiz hacc için olacaktır. Hacc ibadeti ifası için zaman ve şartlar ile şekiller belirlenmiştir. Bunun dışında alışveriş yapabilirsiniz. Düşünün ki hacılar hacc menasikini eksiksiz yerine getir­mekle birlikte memleketlerinden getirdikleri mallan oradaki diğer Müslü­manlara satsalar ve oraya diğer Müslümanların getirdiği malları alıp da memleketlerine getirseler o hacc alanımnda çok çok büyük bir alanda yüzbinlerce metrekarelik bir alanda herkes malını teşhir etme satma im­kanı bulur, alış veriş yapar. Aslında böyle böyle de ekonomik yönden hürriyetlerini elde etmiş olurlar, Müslümanlar, Dikkat edilirse günümüz insanı, 1400 sene öncesi cahiliyye insanının altsız üstsüz dolaşma adeti gibi hacc da ticaret yapılmaz kanaati gibi yan­lış inançlarını bugün de uygulayabiliyor, taşıyabiliyorlar. Sizler elinizden geldiği kadar ticaret yapınız. Burada ürettiğiniz malları oraya götürüp satmaya, orada üretilen mallan da buraya taşımaya gayret ediniz. Ancak yukarıda da söyledik asıl olan niyyet olduğundan birinci ve asıl niyetimiz hacc ibadetini ifa etmek olacaktır.Yoksa buradan mal götürür, oradan mal getiririm, Müslümanların şu mal ihtiyacını karşılarım, para kazanırım niyyetiyle yaparsanız, olmaz. Bununla birlikte hacca gideyim ama bu malları da satarak hem azığımı temin edeyim hem de Müslüman kardeşi­me yardımcı olayım derseniz o zaman iki taraflı olarak kazançlı çıkıyor­sunuz. Mesela hepinizin evinde bir pencere vardır. Pencereyi açarken hem ışık gelsin hem de ezanı işiteyim, camiyi göreyim derseniz.iki işi birden görmüş olacağınız gibi niyetinizden-dolayı sevaba, da girersiniz. Her yaptığımız işte mutlak surette iyi niyyeti bırakmayacağız. Buhari-i Şerifin 1. hadisi Efendimiz (S.A.V.)'in "Ameller niyetlere göre­dir"'buyruğudur. "Arafattan akın ettiğinizde..."Taşmak manası "ifada" kelimesi ile anlatılıyor. Ayeti kerimeyi: Şöyle bir hayal edin, Heyecan, taşmak mana­sına geliyor. Arafat'ta insanlar bir insan denizi oluştururlar. Düşünün ora­da milyonlarca insan belli bir alanın içerisindedir. Şöyle uzaktan bakarsa­nız insanlar kıpır kıpırdır, dalga gibidir. Bu insan denizi belirli bir zama­na kadar bir arada kalmışlar ve öğle ile ikindi namazlarını birlikte kılmış­lar. Bu ayete uygun olarak da Güneş battıktan sonra Müzdelife'ye doğru hareket ederler.

"Meş'ar-i Haram'da (yani Müzdelife'de) Allah'ı zikrediniz."

Müzdelife'de yatsı namazını kılınız manası vardır ayette....Müzdelife'de Allah'ı çokça zikrediniz....Zaten Arafat'ta zikrediyoruz, yolda giderken zikrediliyor ve Müzdelife'de de Allah (c.c.) yine namaz kılmakla, zikirler yapılmakla, Müslümanların kendi aralarındaki sohbetleri ile zikrediliyor.

Peki nasıl zikredeceğiz? Allah nasıl zikretmemizi istiyor, ve öğreti­yorsa öyle...O sîze nasıl zikredilmesini öğretmişse ona göre zikredi-

niz.Vaiz olarak gittiğim bir kasabada 85-90 yaşlarında bir avukat vardı, hiç camiye gelmezdi. Kendisine bunun sebebini sorduğumda...Kendine mahsus zikirleri olduğunu, bununla meşgul olduğunu izah etti...Ama her­kes kendi aklına estiği gibi, kendi icad ettiği gibi zikredecek olursa Al­lah'ı, yeryüzündeki insan sayısı kadar zikir türü olması gerekirdi. Allah (c.c.) ise "size nasıl zikretmenizi öğretmişse öylece Allah'ı zikredi­niz, "buyuruyor. Mesela namaz bir zikirdir. Peygamber Efendimiz'in ha­yatına bakıyoruz, namazı nasıl kılmişsa, Allah'ı namazda nasıl zikretmiş-se ona göre namaz kılıp ona göre zikir yapıyoruz. Namazdan sonra Pey­gamber Efendimiz 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa Allahu Ekber demiş, biz de buna riayet ediyoruz.

Biz de Allah'ı Peygamber Efendimiz'den gördüğümüz, Öğrendiğimiz şekliyle zikredeceğiz, anacağız.

"Allah bunu size öğretmeden önce siz zaten sapık idiniz." Zikriniz sapıktı. Allah'ı zikrediyorsunuz ama zikriniz sapıktı, insanlar kendi uy­durduklarını da hakkın içine karıştırıyorlar ve hak ile batıldan müteşekkil ne olduğu belirsiz bir ibadet şekli meydana getiriyorlardı. Halbuki Allah size bunu nasıl olacağını Öğretti, öyleyse ona göre Allah 'ı (c.c.) zikredin deniliyor.[53]

 

(199) "Sonra insanların toplu olarak boşanıp aktığı (döndüğü yerden siz de akınız ve Allah'dan bağışlanma isteyiniz. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir."[54]

 

(200) "Haccınızı yerine getirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı zikredin." İnsanlardan bir kıs­mı var ki "Rabbimiz, bize dünya da ver." der. Onların Ahirette nasi­bi yoktur."

Haccınızı yerine getirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi Allah'ı zikre­din. Babalarınızı zikrettiğiniz gibi değil, ondan daha da şiddetli ve fazla olarak Allah'ı zikredin. Babalarınızı zikretmenizden fazla onu zikredin.

Tefsircilerimiz buna iki türlü mana vermişlerdir: Bir çocuk, Annesi kendisini sevse de dövse de annesinin kucağına kapanarak anneciğim, anneciğim diye hem ağlar hem de güler. Çünkü çocuğun bildiği en sıcak, en yumuşak en merhametli, en şefkatli kucak anasının kucağıdır. Onun için annesi onu dövse de sevse de annesine sığınır. İşte şu çocuğun her halükarda annesine sığındığı ve ona seslendiği gibi siz de Allah'ı zikredi­niz. Çünkü O'nun yurdundasmız yani Allah bu mülkün sahibidir. Sizi ya­ratan O, toprağı yaratan O, çiçeği, böceği, denizi yıldızı, yediğinizi, giydiğinizi, kuşandığınızı, gördüğünüz şeyleri, ve gözlerimizi yaratan O'dur. Öyleyse iyi hallerimiz de Allah'ım diye O'na yönelin ve yalvarın, başınıza bir musibet geldiğinde de aynı şekilde Allah'ım Allah'ım diyerek O'na yönelin ve yalvarın: Yarabbi bu Sen'dendir, başkasından değildir, Sen'den yine Sana sığınırım diye O'na yönetiniz...

Bir de şu anlamı var: Müşrikler Müzdelife de, Mina'da kalırlarken birbirlerine karşı senin atan şöyle idi, benim atam böyle idi, benim babam böyle idi derlerdi. Onlar Misafirleri gelse koyun keserlerdi, ikinci misa­firlerine bir önceki misafir için kestikleri koyunun artığını yedirmez, yeni misafir için de yeni bir koyun keserlerdi. Benim babarri şöyle cömertti,şöyle cesurdu, şöyle ilim adamıydı gibi şeyler söylerler, atalarını zikre derler, anarlardı. İşte babalarınızı böyle zikrettiğiniz gibi Allah (c.c.) onlardan daha fazla zikredin, çünkü cömertliği, babanıza cömertliği veren, koyunu, cesareti ve bütün diğer iyi hasletleri veren Allah (c.c). Öyleyse babanızı değil, babanızdan daha çok Allah (c.c.)'ü zikrediniz.

"Bir kısım insanlar da bana bu dünyada ver diyor." Yarabbi ne vereceksen bu dünyada ver bana diyen insanlar işaret ediliyor.Böyle diyen­lerin Ahirette hiçbir payı ve nasibi yoktur. Öyleyse bizim şöyle dua etme­miz isteniyor:[55]

 

(201) "Bir kısmı da 'Rabbimiz bize dünyada iyilik' ver Ahirette iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru' derler."[56]

 

(202) "İşte onlann kazandıklarından bir karşılık vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir."

Burada iki türlü insanın duası bildirilmiştir. İnsanlar dua konusunda iki gruba ayrılmıştır,. Aslında dua etmeyen insan yoktur, bütün insanlar dua ederler. Ama duadan duaya farklar var...

Bir kısım insanlar "Ne varsa bu dünyada ver." diyor. Allah'a yönel­memiş de olsa onun fiilen çalışması bir duadır, çünkü o yönde gayret göstermektedir. Yani her şeyin bu dünyada olup bitmesini istiyor. Mü'min ise hem Ahireti hem de dünyayı istiyor. Ayeti kerimede hergün yaptığımız yani Ettehiyyatu, Allahumme Salli'den sonra namazın içinde okuduğumuz dua zikrediliyor: " Yarab bize dünyada güzellikler ver. Yani eşim ahlaken ve cemalen güzel olsun, malım helâl olsun, güzel olsun, il­mim güzel olsun. Evim, arabam güzel ol sun.Dostlarım, işyerim güzel ol­sun. Münasebet kurduğum insanlar alış veriş yaptığım, konuştuğum ta­nıştığım insanlar güzel olsun gül gibi bir dünyada yaşayalım." başka ne diyoruz: "Yarşbbi Ahirette de güzellikler ver. Yani Cennetin güzelliklerini ver, ırmaklarını, giyeceklerini ver, herşeyi güzel olan Cenneti bize ver Yarabbi." ve Ateşin azabından bizleri koru Yarabbi!" diye dua ediyor mü'minler.

Allah (c.c.) bir çok ayet-i kerimeyi çeşitli peygamberlerin diliyle bi­ze öğretmiş tir. Duan m nasıl yapılacağını, Nuh (A.S.) böyle dua etti. Adem (A.S.) böyle dua etmiştir, Lut (A.S.) böyle dua etmiştir diye bize bildirirken aslında Rabbimiz bizlere duanın nasıl yapılacağını öğretmek­tedir. Yani Allah, kendisinden isteklerimizi hangi kelimelerle ifade ede­ceğimizi kendisi bizlere öğretiyor. Günümüzde mesela bir mahkemeye işiniz düşse savcılık veya hakime dilekçe vermeniz gerekse size "git yaz da gel!" diyorlar, gidip yazıp geliyorsunuz bu defa da üslûbu ve kelimele­ri beğenmiyorlar ve usul yönünden reddediyorlar dilekçeyi. Tabii böyle yaparken size "git benim gibi hukuk okumuş bir adama yazdır." diyorlar. Allah (c.c.) ise kendisinden nasıl istekte bulunacağımızı kendisi bize öğ­retiyor. Bu dua güzel bir duadır. Her namazda tekrarladığımız gibi, na-mazîann dışında da tekrarlamamızda faydalar vardır.

Bu Bakara Suresi'nin 201. Ayetinde "Yarabbi bana çok mal ver." de­miyoruz.'"Yarabhi dünyada güzellikler ver " diyoruz, yani herşeyin ama herşeyin en güzelini.

Malın güzeli olurmu demeyin! İnsanın başına maldan dolayı çok kö­tülükler gelmiştir ve gelebilir de... Çazeteierde, haberlerde okuyor, dinli­yorsunuz bir çok insanın canı, malı yolunda gidiyor. Hırsız geliyor malı için adam öldürüyor, veya adamın malı çok olduğundan sabaha kadar hır­sızlar çalarını, yangın olursa mallarım yanar mı diye uyuyamıyor. Yani malın güzeli olmazsa, derdi çok olur. Biz evet mal istiyoruz ama Yarabbi bu mal güzel olsun, mal güzel olunca dostlar etrafdaki insanlar da güzel olur. Alış veriş yaptığımız insanlar da güzel olsun, hertürlü insan güzel olsun . Ahiretimiz de güzel olsun diye düzenli ve temiz olanını, helâl ola­nını ve bize hayırları olacak olanını Allah (c.c.)'den istiyoruz.

 

(202) Ayeti Kerime de "İşte onlar için kazançlarından dolayı nasiple­ri vardır ve Allah hesabı çok sür'atli görendir." buyuruyor Allah (c.c). bu dünyada isteyene veriyor, rnü'mine de veriyor kafire de. "fakat Ahi­rette onun nasibi yoktur." diyor Allah (c.c). Mü'min bu dünyayı da ahireti de isteyecek olursa- o kazançlarından dolayı nasipleri vardır. Yani dünyada da nasibi vardır, ahirette de nasibi vardır.

İmam- Azam Hazretlerine atfedilen bir söz vardır: "Dünya mü'min için hapishane, kafir için Cennettir." Bu söz güzel bir sözdür. Kendisine sorulmuş , bu sözle neyi kastediyorsunuz diye..Demiş ki mü'min bir in­san, bütün dinin gereklerini yapıyor ve Cennetteki yerini görünce "Aman Yarabbi meğer ben bunca zaman hapishane de yaşamışım.", diye hayret ederek seviniyor. Kafir de bu dünyada Anketteki yerine göre Cennet ha­yati yaşıyor, isterse en kötü şartlarda yaşasa bile.Evet şimdi Allah (c.c.) bu kafirlere mal mülk veriyor ama Cennetten mahrum oluyorlar.

Bizim o taraflarda bazı uyanık geçinenler vardır. Bir kızla nişanlanır ve nişanlanırken de dini nikahlarını kıyarlar. Kızla 6 ay 1 sene gibi uzun müddet bir zaman nişanlı kalırlar. Bu zaman zarfında da ana ve babası ra­zı olmadığından kızın yanına sokulmaz. Kızın anne ve babası bir yere gittiğinde kızın yanına 6-7 yaşlarında küçük bir çocuk bırakarak evden dışarı çıkarlar. Tabii nişanlı oîan oğlan da bu fırsatı beklediği için doğru­ca kızın evine gider ve evde kızla birlikte duran o küçük çocuğun eline bir miktar para vererek, "hadi sen git de bakkaldan şeker ai kendine." derler. Kafirin de bu dünyada eline verilenler, çocuğun eline verilen şeker parası gibi bir şeydir. O da eline verilen mal ve mülk ile oyalanır, o para­larla, dünyalıkla seviniyor, ama kaybettiği şeyler daha çok. Ahirette çok büyük kayıplar vardır

Biz Müslümanlar ikisini de yani dünyayı da ahireti de kaybetmek is­temiyoruz. Allah(c.c) bize dualarımızın nasıl olacağını Öğretiyor. Bun­dan sonra dünya konusunda kim size ne derse desin ona aldırış etmeyin. Zahit olmayalım mı, zahitlik yok mu? Zahidlik elbette var! Ama zahid mal kazanmayan değil, kazandığına değer vermeyen insandır. Zahidin gönlünde 10 lira ile 10 trilyon aynı manayı ifade eder, miktarın değişmesiyle onun da kalbi değişmez, tansiyonunun ölçüsü de değişmez. Değiş­miyorsa işte bu adam zahiddir! Ama bunun aksine insan 10 trilyonu gö­rünce yüreği yerinden fırlayacakmış gibi oluyorsa bu adam zahid değil­dir. Bazen arkadaşlarımız cemalimizden bazı insanlar sabah namazına kalkamadıkları için yakmmaktalar. Benim de kalkamadığım zamanlar ol­muştur, oluyorda. Bu bizim zayıflığımızdan kaynaklanıyor. Ama mesela bize bir akşam bir mesaj gelse ve deselerki " Dedenizin dedesi Mısırdan gelmiş, o da zamanında orada sultanmış, ölmüş. Dedenizin dedesinin mi­rası olan yüklü bir miktar servet Türk Merkez Bankasına havale edilmiş, sabah saat 8'de gelin alın." Bu haber üzerine bırakın 8'de bankada olmayı acaba kaçımız o gece sabaha kadar uyuyabiliriz?[57]

 

(203) Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Kim (Mina'dan dönmek için) iki günde acele ederse üzerine günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bu sakınan içindir. Allah'dan sakının ve bi-linki mutlaka o'nun huzurunda toplanacaksınız.

Sayıh günlerde Allah'ı zikretmemiz istenmekte... Bundan maksat kurban bayramının sabah namazında başlayıp 4. günün ikindi namazına kadar farz namazların arkasından getirdiğimiz tekbirlerdir denilmiş. Bu tekbirleri getirmek Hanefi mezhebine göre vaciptir.

Bazıları derler ki "O sayılı günlerde zikrediniz." diyor.Öyleyse bu tekbirleri getirmek farzdır! Ancak çocukluğumuzdan bu yana bize güzel bir şekilde öğretilen ve tekerleme gibi söylettirilen güzel bir kaide vardır: "Sübutu ve delaleti kafi olursa farz olur." Ayeti kerimede zikir kelimesi geçtiğine göre demekki sabit yani sübutu kat'i. Bir de delaletinin kat'i ol­ması lazımdır ki bunun için de zikir kelimesinden maksadın bu manaya geldiğinin kesin olması demektir bu. ama bakıyoruz ki delaleti zanni sü­butu kat'i.... çünkü başka bir alim de bundan başka bir mana çıkartarak "Sayılı günlerde zikredinizden maksad hacc yolunda zikretmektir" diye tefsir edebilirdi. Yani delaletinin zanni olması sebebiyle özellikle hanefi fakihleri Kurban bayramında farz namazlarından sonra'getirilen tekbirler vaciptir ve bu ayet-i kerimede ona delalet etmektedir demişlerdir.

"Kim iki günde acele ederse onun için bir günah yoktur." Burada şu anlatılmak isteniyor: Mina'da üç gün kalmak sünnettir. Arafat'tan Müzdelife'ye Müzdelife'den Mina'ya gelinir. Mina'da şeytan taşlanır, oradan inilir. Tavaf yapılır veya kurban kesilir. Orada üç gün kalınır, ama Allah (c.c.) iki gün kalır üçüncü gün kalmadan inerseniz de sizin için bir günah yoktur buyuruyor. Günümüzde uygulaması ise daha ayrıdır.,.. Ömer Nasuhi Bilmen Rahmetullahi Aleyh (R.A.) Büyük İslam İlmihali isimli ese­rini yazdıktan sonra hacca gidip gelince "keşke kitabımın hacc bölümünü haccı ifa ettikten sonra kaleme alsaydım" demiştir. Çünkü teori yani ki-taplarda yazılanla pratik arasında farklar vardır, üstelik olayın pratiğini gördükten sonra olay daha iyi kaleme alınıp, anlatılabilirnir.

Günümüzde oradaki yol ve vasıta zorluğundan dolayı, Suud'un ted­birsizliğinden dolayı bir çok hacımız bu sünneti ifa edemez. Hemen Müzdelife'den indikleri gibi Şeytanı .taşlatırlar Mekkedeki evlerine taşırlar. Şeytan taşlamak vacip olduğu için şeytan taşlamaya götürür getirirler. Ama eğer sizlere hacc nasip olursa bu sünnete riayet etmeye çalışın. Yani Mina'da çadırlarda kalmak, oralarda insanlarla sohbet etmek, namaz kıl­mak, Allah'ı çok çok zikretmek Efendimiz (a.s.v.)'ın sünnetine en uygu­nudur.

Zaten ayet-i kerimede "Kim üçüncü güne de kalırsa" yani ikigün orada kaldı, üçüncü gün de kalırsa "Muttaki olan insan için onda da günah yoktur."Yani orada kalırsa da günah yoktur, giderse de, muttaki olan için geçerli tabii bu... Başlangıçta da söylediğimiz gibi esas olan niyyettir. Çünkü mesela bir şeytan taşlamak için Mina'da kalmayalım, Mekke'ye inelim, orada şöyle şöyle, şu şu işlerimizi yapalım diyerek ora­yı terketmek var bir de burada iki gün kaldık üçüncü günde de Mekke'ye gidelim de orada Harem-i Şerifte namaz kılalım demek var. Yani kal­makta ve gitmekte asıl olan sizin iç dünyanız, niyyetinizdir.

"Allah'tan korkun, Allah'tan sakınınız. İyi bilin ki O'nun huzu­runa toplanacaksınız."Allah'ın melekleri tarafından O'nun huzuruna toplanacaksınız. Kimin huzurunda toplanacaksak ondan sakınmamız ge­rekiyor. Allah (c.c.)'ün huzuruna varacağımıza göre O'nun emir ve yasak­larına riayet etmemiz gerekiyor Allah (c.c.) haccı anlatırken hemen peşinden gelen ayette bir de ba­kıyorsunuz- bize göre, bizim dünya gözüyle gördüğümüze göre- bu ayet­lerle, konuyla ilgisi olmayan bir ayet;[58]

 

(204) "insanlardan öyleleri vardırki, onun dünya hayatı hakkın­daki sözü senin hoşuna gider ve kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o düşmanların en azılısıdır."

Ayette değişik bir insan türünden bahsediliyor. Bu tefsire hazırlanır­ken çeşitli tefsir kitaplarına baktım ama o kitaplar da bu konu ve ayete tam bir açıklık ve açıklama getirememişler yahut da ben göremedim. Ya­ni haccı anlattıktan sonra böyle bir ayete niçin ihtiyaç duyulmuş? Haccı, Mina'yı, Arafat'ı anlatırken bir de bakıyorsunuz, "insanlardan öyleleri vardırki, konuşmaları pek hoşuna gider. Hatta konuştuklarının doğru ol­duğuna yemin de eder ama o tür insan, düşmanların en kötüsüdür, en katısıdır." deniliyor. Ancak tabii bu Ayeti okuduktan, dinledikten sonra hemen güzel konuşan, gönlümüzü hoş eden, sözüne hayran olduğumuz ve yeminle de sözünü teyid eden insanlar hakkında hemen kötü düşün­meyelim, bu insanlar çok iyi olabilirler, fakat bu türden insanlar vardır ki çok katıdır. Bunu hayatın her yönüne uygulayabilirsiniz. Ancak haccla il­gili olması hasebiyle benim buna ilişkin bildiğim bir olay var: Birgün ya­nıma bir şahıs geldi. Hacca gitmiş; gelmiş,sakalını uzatmış, başında tak­kesi veya sarığı olan hacı "Vallahi kardaşım 50.000'e aldım, daha ağızımdaki zemzem kurumadı, ayağımdan Kabenin tozu gitmedi, inan bana" di­yor. Hacılar doğru söyler, ama yalan da söyleyebilirler. Yani o insanın hacı olması, kıyafeti, yemini sizi aldatmasın sakın, siz gene de araştırma­nıza devam edeceksiniz. İlle de hacılar için geçerli değildir tabii bu olay mesela seçim zamanlarında siyasiler size gelirler ne derler; "İşte şöyle Müslümanım, böyle Müslüman.... Bizler müezzinoğullarıyız müftüoğullarıyız, vaizoğullarıyız." diyerek sizlere yaranmaya oy istemeye kal­karlar. Yani hacıya fazla para verip te aklanmayacağın gibi siyasiye de oy verip aldanmayacaksın. Çünkü insanların sözleri yeterli değildir her za­man, halleri sözlerini teyid etmeli söylediklerini yaşamalıdırlar insanlar. Eğer halleri sözlerini teyid etmiyorsa, kuvvetlendirmiyorsa söz de geçer­sizdir. Demek ki insanların tatlı diline aklanmayacağız, çünkü tatlı dilin gerisinde çok katı bir yürek olabilir. Bunun tam tersi çok acı dillerin geri­sinde de çok tatlı, çok yumuşak yürekler olabilir. Hani "Dost acı söyler." demişler. Dosttur ama acı söyler, bununla birlikte söyledikleri senin me-faatinedir. Bunun tersi olarakda düşmanınız çok tatlı söyler: "Aslanım, bitanem, sen benim çok yakın dostumsun." dedikten sonra, arkandan atıp tutuyor.... Yani dilden, söylenenden ziyade o dille söylenen şeyin ne hale döküldüğüne fiili olarak desteklendiğine dikkat edeceğiz. Bu tatlı dilli, güler yüzlü ve katı yürekli adam;[59]

 

(205) "O işbaşına geçtiği zaman yeryüzünde bozgunculuk yap­maya, ekini ve nesli yok etmeye koşar. Allah bozgunculuk yapanı sevmez.".

"Allah fesadı sevmez." fesadı işleyen müfsidleri de sevmez. Günü­müzde "Efendim yeryüzü çekilmez oldu. Havalar, denizler ve karalardaki canlılar yaşayamaz hale geldi. Havadaki kuşlar düşüp Ölüyor, denizdeki balıklar yok oluyor, karada insanlar zehirleniyorlar. Aman bunun bir ça­resine bakalım!" diyenler varya asıl dünyamızı, yeryüzümüzü kirletenler onlardır. Çünkü Ayeti kerimede "Şirk zulmün bizzat kendisidir." buyuruluyor. Dikkat edin,şirk zulme benzer denilmiyor, bizzat kendisidir de­niliyor. Yani bir adam müşrik mi, Allah'a ve kitaba inanmıyor mu, bu adam yeryüzünü bozguna verir, kuşların, balıkların ve insanların ölmesi­ne yol açar, sebep olur. Bunun merhameti yoktur. Çünkü kalbi katıdır bu adamın. Ama yüzünüze karşı siz henüz paranızı bile ayarhyamiyorsunuz, sizin paranızı ayarlamaya geldik, biz dünya bankasındanız, para fonunda-nız diyorlar, bizden iyi insan mı bulacaksınız, karı-koca arasındaki çocuk üretimi meselesini halletmek için de geldik. Yatağınıza kadar el uzanyoruz, sırf siz sıkıntı çekmeye siniz, yoksulluk çekmeyesiniz, bakamayaca­ğınız kadar çocuk yapmayasınız diye çocuğunuzu daha doğmadan öldür­mek için geldik" diyorlar, size şirin görünmeye çalışıyorlar. Okur-yazar takımımız da oradan, onlardan dost edinmeyi bir imtiyaz sanıyor. Halbu­ki ince düşünen bir insan için bu, zilletten başka birşey olamaz.

Bu adamlar, yani bizim okur-yazar takımı yüksek Amerikan çıkarla­rını korumaya, bunu hiçbir devlet veya şahsa tercih etmemeye yemin edi­yorum, dedikten sonra, üstelik buna da inandırıldıktan sonra ülkesine, memleketine dönüyor ve bizlere gelerek ben sizden farklıyım şeklinde imtiyazlı görünmeye gayret ediyor. Niye sen bizden üstünsün, imtiyaz sa­hibisin? Çünkü onlar oraların , o devletlerin köpeği, oradan beslenmekte de onun için!... Hani bazı zengin kadınların kucaklarında olan fino kö­peklerinin başkalarına hav-hav demesi gibi birşey bunların yaptığı. Yani "Benim hanıma bak, seninkinden güzel ve zengin." diye kucağından di­ğer insanlara veya hayvanlara hırlıyor, hepsi bu....

Bu tip insanların yeryüzünde yaptıkları şeyler bellidir: Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, bu bozgunculuk maddi ve manevi olabilir. Hani çocukluğunuzda başınıza gelmiştir; yaşı büyük veya uyanık geçinen biri gelip iki arkadaşı, oyun arkadaşını birbirinin arkasından çekiştirip, birbir­lerine karşı gerçeğe aykırı olarak- ispiyonlayıp, dolduruşa getirdikten ' sonra kavga ettirir ve onlar kavga ederlerken de sanki büyük bir iyilik ve babalık yapıyormuşcasına gelir ve onları ayırır. Bu oyun hala devam edi­yor. O zamanlar mahalle çocukları arasında devam eden bu kavga ve oyunbozanlık, bugün, büyüyünce de devletler arasında devam ediyor. Küçük devletler, dolduruşa getirilip de kavgaya itilen, sebepsiz yere bir­birleriyle kavga eden çocuklar gibidir. Adı büyük devlet'e çıkmış, sömür­geci devletler ise o büyük çocuk rolündedir, bu devletlerin arasına girerek kavga etmeyin bakayım, şimdi beni dinleyin sizi nasıl ıslah edeceğim gö­rün diyor ve evin en mahrem yerine kadar giriyor....

Sonra bu bozguncular tarım ürünlerinde bozgunculuk yapıyorlar. Nesli bozma, helak etme tarafına gidiyorlar. Mesela bu bozguncular s memleketimize gelerek çocuk maması yapıyorlar, bunun için fabrika ku­ruyorlar. Türkiye genelinde bütün yiyecek maddeleri hormon taşıdığından dolayı zirai ilaçlardan hiçbirini kullanmadan sebze üreteceğiz diyor­lar. Yani bu insanlar Türkiye'nin ve dünyanın her tarafına pisliklerini akıtmışlar. Yiyecek-içecek maddelerinin tamamından pislik üzerimize geliyor. "Ne yapsınlar? " demeyin! Yani bu işler olacaksa, bu sanayii ge­lişecekse bu artık maddeler de, bu atık maddeler de olacak." demeyin! Olayları iyice inceler ve takip ederseniz görürsünüzki bazı insaflı ilim adamları bu sanayiinin ve fabrikaların bu atıkları isterse üretemeyeceğini veya üretse bile çevreye zarar vermeden yok edeceğini, imha edeceğini bildiriyorlar. Ama tabii bunun yapılabilmesi için yüklüce bir harcamaya , ikinci bir yatırıma gitmek gerekiyor....Tabii buna da yanaşmıyorlar bu bozguncu beyler!!!

Mesela bir fabrika kurun kî, bacasından gaz kokusu yerine gül koku­su gibi bir şey çıksın, insanları rahatlatsın. Olur mu? Birgün gelir olur. Aynı yakıtın gazı yukarı çıkarken, gül kokusu gibi o şehrin ve o köyün havasını da tazeler mi? Bir gün olur. Şimdi hayal gibi gelir ama ileri de bunlar olur mu olur. İnsanoğlunun elinden, azminden birşey kurtulmaz, yeterki bunu istesin. Ama bunun için azim yok o ayrı mesele tabii...Çün­kü şimdiki sanayiicilerin, fabrikatörlerin çoğu imansız olduğu için bu adamların içi kapkara....Tabii imansız olan bu insanların kapkara olan iç­leri de dışarıya kara kara yansıyor, insanlara, hayvanlara ve denizdeki ba­lıklara, havadaki kuşlara zarar verecek şekilde gelişiyor ve nesli helak ediyor. Ayrıca doğum kontrolü de gene bu nesli helak etme'nin içine gi­rer.[60]

 

(206) "Ona 'Allah'dan sakın!'denildiği zaman, kibiri onu günaha alıp götürür. Ona Cehennem ycter.O ne kötü bir yataktır."

O tatlı dilli, güler yüzlü, katı kalpli yeryüzünde insanları ve devletleri birbirine düşüren, zirai mahsûlleri zehirleyen, nesillerin kurumasına çalı­şan bu adama "AUah'dan kork!"desen kibirlenmeye başlar. Bu sefer o bozguncu günahı ile kibirlenmeye başlar. Allah (c.c.) buyuruyor ki "Ce­hennem ona yeter. O ne kötü bir dönüş yeridir." O ne kötü bir döşektir. Yani varıp yatacağı ne kötü bir yerdir. İmansızların hali resmediliyor bu­rada. Yani sanki filim gibi... Adama Allah'dan kork diyorsunuz, adam gü­nahı ile kibirleniyor.

Türkçeye de terceme edilen kitaplar vardır,; adam bilmem hangi ül­kenin ajanıdır, emekli olmuştur hatıralarını yayınlar: Filan yerde, filan devlet başkanını boğduk, filan bakanı öldürdük, filan yerde darbe teşeb­büsünde bulunduk, başaramadık, ama engel olanı öldürdük, gibi.... Bütün bunları yayınlamasının sebebi önce devletinin izin vermesi sonra da gü-nahıyla övünmesi, kibirlenmesi...Devleti izin veriyor çünkü bu hatıralar o ajanın bulunduğu devletin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor, ayrıca bu hatıraları okuyan küçük devletlerin küçük başkanları da "vay be! Bana da yaparlar bunların aynısını. Bakarsın bir gece kara gözlüklü, kara elbiseli adamları beni de bulur, aman onun için bunların dediğini tutayım, verdi­ğini yutayım." diyerek korkutmaya yarıyor bu hatıralar.

Ayeti kerime bu adamı tarif ediyor. Adam tatlı dilli, güler yüzlü, katı kalpli katıksız bir düşman. Yeryüzünü bozmaya ve ziraati, toprak mah­sûllerin insan neslini yok etmeye görevli kabul etmiş kendisini.

Peki bu tip adamlar var dünya da, Allah (c.c) bu adamları serbest bı­rakarak, yapabildiğinizi yapın, serbestsiniz mi diyor? Hayır! Allah (c.c.)'ün ayetlerini okumaya devam ediyoruz.[61]

 

(207) İnsanlardan öyleleri de vardır ki Allah'ın rızasını kazan­mak için nefsini verir. Allah kullarına karşı şefkatlidir."

Yani canı pahasına Allah'ın bu mülkünü koruyan, Allah'ın bu mül-kündeki insanları, kurtları, kuş lan, denizleri, balıkları, ve diğer canlıları koruyan insanlarda bu dünyada vardır. "Bu dünyayı senin gibi kara kalp­li, kara düşünceli insanlara bırakmayacağım, Allah'ın nizamım hakim kı­lacağım" diyerek canından geçen insanlar var. Bu kara insanların ıslah' edilmesi, iman ettirilmesi birinci amaç ama bu gerçekleşmediğin de "Sen bu insanları ve canlıları öldürdüğün takdirde ben de seni yok edeceğim!"diyen ve hani bin tane kuzunun otlakta rahat otlaması için bir tane kurdun canına kıyarım diyen insanlar da vardır buyuruyor Allah (c.c.)..[62]

 

(208) "Ey iman edenler! Hep birden barışa (İslam'a) girin ve Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz o size apaçık bir düş­mandır."

Ey iman edenler!.. Hepiniz topluca İslam'a giriniz veya ey iman edenler İslam'ın bütün şubelerine giriniz, iki türlü manayı da vermek mümkün. Yani namazı kılıyorsun, orucu tutuyorsun ama yalanı da söylü­yorsun. Olmaz! Onu da yapmayacaksın, çünkü yalan söylememek de oruç ve namaz gibi islam'ın bir şubesidir. Zina etmemek, içki içmemek, kumar oynamamak, faiz almamak, iftira etmemek ve daha sayamadığı­mız bir çok şey İslam'ın şubesidir. Allah'ın dininin hakim kılınması için yapılacak bütün hareketler İslam'ın şubesidir. Yani Rabbim Kitab'mda, Peygamber Efendimiz sünnet-i seniyesinde neyi vermişse hiçbirini eksik bırakmadan İslam'a giriniz. Burada İslam ile iman arasında bir fark oldu­ğuna da işaret vardır. İman daha ziyade gönülde halledilen bir şeydir, İs­lam ise gönüldekinin dışta görünüş halidir. Hani insanlar toprağa çekir­dek ekerler, evet toprakta bir çekirdek, tohum var ama nereden bileceğiz. Meyve verecek ki bilinsin. Aynı bunun gibi kalpte olan imanın da dıştan görünmesi gerekiyor.

Allah (c.c.) ey iman edenler diyor. Evet iman ediyoruz ama bu iman dış dünyamızada yansımalı. Nasıl mı? Hayatımızın her anında! İslam'ın bir bölümünü yapıp da bîr bölümünü yapmamazlık etmeyiniz. Şu konu­larda Allah'ın emirlerine uyalım da şu şu konularda da Allah bizi affetsin, demek olmaz. Allah'ın dediklerini tutalım ama şu adamın dediklerini de tutalım demek iki dinli olmak demektir. Dolayısıyla bu durum iki ilahlı olmayı da gerektiriyor. Zaten Rabbim de "Şeytanın adımlarına tabi olma­yınız." buyuruyor. Diyebilirler ki bu ne demek? Biz Şeytanı görmüyoruz ki onun adımlarına uyalım. Evet Şeytan görünmez ama yaptığımız bütün kötülükler Şeytanın vesvesesinden kaynaklanan şeylerdendir. Demekki uyma böyle oluyor, şeytanın vesvesesine uymak onu adım adım takip et­mek demektir. Hem Allah'a hem de Şeytanın veya Şeytanın adamlarının askerlerinin yoluna yani ikisine bitden devam etmek mümkün değil, adımlarınız ancak bir tarafta olacak, ya o tarafda ya bu tarafda.... Bu se­beple Allah (c.c.) herşeyinîzle İslam'a giriniz, İslam'ın bütün şubelerine giriniz buyuruyor. Çünkü, "Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır."

Kur'an-i Kerim'i dikkatlice okursak görürüz ki Allah'ın Şeytanı lanet­lemesi ve huzurundan kovması da bizim yani biz insanlar içindir. Şeytan insana saygı göstermediğinden, Allah'a bu konuda itaat etmediğinden rahmetten kovulmuştur, yani sebep biziz.

Bu şuna benziyor: Ben senin yüzünden birine düşman olmuşum. Bi­risi sana kötülük yapmış ben de ona düşman olmuşum. Ama ben ona düş­man olduğum halde sen gidip onunla dostluk kuruyorsun, onunla yiyip onunla içiyorsun. Biz bunu nasıl kabul edebiliriz. Ben senin yüzünden ona düşman oldum sen ise onunla birlikte oluyorsun. Onunla birlikte ol­man demek bana cephe alman demektir. Burada da Allah (c.c.) Şeytanı Adem (a.s.)'a saygı göstermediği için huzurundan kovmuş, lanetlenmiş. Buna rağmen Adem'in nesli tutuyor düşman olan Şeytanla kolkola dolaşı­yor, onun adımlarını takip ediyor, Rabbimin mülkünde. Allah bunu kabul etmez![63]

 

(209) Size apaçık belgeler geldikten sonra kayarsanız» biliniz ki Allah güçlüdür, hüküm sahibidir."

Bu kadar apaçık deliller geldikten sonra da eğer kayarsanız, saparsa­nız iyi bilinki Allah güçlüdür kuvvetlidir, Allah herşeye hükmedendir, ilim ve hikmet sahibidir. Peki ne yapar bu müşrikler?[64]

 

(210) "Onlar, Allah'ın, ve meleklerin buluttan gölgeler içinde on­lara gelip işin bitmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işler Allah'a döndürülür."

Yani Allah (c.c.) bulutlar içerisinde veya meleklerini bulutlar içeri­sinden gönderip, ateşler yağdırıp, iman edin bakalım ey kafirler!! demesi­ni mî bekliyorlar? Halbuki Allah öyle birşey yapmayacaktır. Denilebilîrki, eğer Allah böyle yapacak olsaydı tüm imansızlar imana gelirdi. Evet gelmesine gelirdi ama bu iman gönülden, isteyerek olmadığı için kafirle­re bir fayda sağlayamazdı..Zorlama yoluyla ve gönül yoluyla iman etme arasında farklar vardır.

Mesela iki arkadaşınız var.Birisi yüzyüze, karşı karşıya geldiğinizde Oooo Ali Efendi, Veli Efendi, canım ciğerim nerelerdesin diyor ama on­dan ayrıldığınızda ise sizi tanımıyor. Diğer tanıdığınızla merhabalaşma ve selamlaşmanız ise birincisi gibi gürültülü ve yağlı değil, bilakis ciddi bir şekilde, ama o arkadaşınız sizin gıyabınızda, sizin olmadığınız yerde sizi savunuyor, hakkınızı korumaya çalışıyor. Fakat ikisini yanyana getir­seniz birincisi takla atarak gelir yanınıza, ama zorlama ile...

Şimdi burada da Allah (c.c.) adeta bu örnekteki gibi iki ayrı karakter­deki iki ayrı adama hitaben buyuruyor ki gökyüzünden meleklerle ateş yağdırarak iman edenin imanı mı geçerli yoksa Beni görmeden, Benim çiçeklerimi görerek iman edenler, Ben'i görmeden gönderdiğim peygam­bere iman ederek, ona gönülden bağlananlar, Ben'im verdiğim rızıklara bakıp bakıp da Yarabbi bunu yaratamadığıma göre Sen'sin bunu yaratan! deyip ona şükredenler mi değerli? Dikkat ederseniz gökten ateş yağdığını görerek iman edenlerin imanı kıymetli ve geçerli değildir. Zaten akaid ki­taplarımızda da vardır; yeis halindeki iman iman değildir! Ümitsizlik anında bir adam iman etse geçerli değil. Mesela Kur'an-ı Kerim'de hika­yesi geçtiği üzere Firavun denizde boğulurken "Ben Ben-i İsrail'in Rabbine iman ettim" demiştir, ama bu iman kabul edilmemiştir.[65]

 

(211) "İsrail oğullarına sor, onlara nice apaçık ayetler verdik. Kim kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse, (bilsin-ki) şüphesiz Allah'ın cezası pek şiddetlidir."

Ben-i İsrail'e sor. Yani şu yahudi çocuklarına sor. Onlara ayet olarak nice deliller verdik, nice ayetleri delil olarak indirdik. Bakara Suresinin baştaraflannda onlara bıldırcın etini, kudret helvasını vermiş ve gökyüzünü üzerlerine bulutla gölgelemiş... Benim için bunlar şehirden çıktılar, orada köle olarak yaşamaktansa, çölde hür olarak yaşamayı ter­cih ettiler diye Allah nimet olsun için onların üzerine gölge vermiş, ateşin hararetinden korumuş, onlara bu kadar açık ayetler gelmiştir, sor onlara...

Kim Allah'ın nimeti geldikten sonra onu değiştirirse, Allah'ın azabı pek şiddetlidir. Yani Rabbim buyuruyor ki; onlara sorun, bunlara bu ni­metleri verdim, Firavun gibi bir devleti, devlet başkanını yıkıp yerine on­ları geçirdim, yeryüzünün halifesi kıldım ama Allah'ın nimetini değiştir­diler onlar... Kitaba yan baktılar, Kitab'ın ayetlerini değiştirdiler. Kendi krallarının kanunlarını Allah'ın kanunlarının yerine koydular. Allah'a şükretmediler, Allah'ın günlerini bile değiştirmeye kalktılar ve bu cezaya çarptırıldılar, hala da zillet içerisinde yaşayıp gidiyorlar.

Bu Yahudiler bizim basınımızda büyütüldüğü gibi değildir. Bunu yu­karıda değişik bahislerle dile getirmeye çalıştım. Bununla birlikte tekrar etmekte yarar var: Bu adamlar yani Yahudiler aslında basının abarttığı gibi dünyanın en iyi siyaset bilen adamları değil belki de dünyanın en kö­tü siyasetçileridir. Çünkü tarihe bakarsanız insanlık tarihinin en eski kav­mi, milleti bu İsrailoğullandır. En eski millet olmaları hasebiyle bugün sayılarının çok çok fazla olması gerekirdi. Ama dünya üzerindeki sayıla­rına baktığınızda İspanyol Çingenelerinin sayısı kadar var veya yoktur tüm mevcutları.... Peki niye siyaset bilmezler? Çünkü insanların kanını emiyorlar, ellerindeki avuçîarındakini alıyorlar, böyle olunca birgün bü­tün dünya veya güçlü bir devlet ayağa kalkıyor ve bunların neslini mahvediyor. Mesela Buhtunnasır dünya üzerinde tek Yahudi kalmayacak, tü­münü öldüreceksiniz diye emir vermiş ve askerleride bulabildikleri bütün Yahudileri öldürmüşlerdir. Fakat bu Yahudilerden kalan küçük bir grup veya bir kadınla bir erkek gene bu Yahudi soyunu devam ettirmiş. Der­ken bir zaman sonra Romalılar döneminde gene toplu kıyım yapılmış en son olarak da Almanlar yakmışlar. Aslında bunlar zulüm gibi görünmek­le birlikte, bütün bu katliamlara kendileri sebep olmuşlar, kendilerinin yaptıkları şeyler yüzünden bu katliamlar gerçekleşmiş, işte bunun için si­yaset bilmemektedirler, diyorum.Ticaret de bilmezler bana göre... Ameri­ka düşünüyor ve diyor ki eğer Ortadoğu'ya kendisinden emin olabilece­ğim bir devlet kurarsam o devlet benim elim ayağım olur, bu amaçla da İsrail Devleti'ni Filistin'e konduruyor. Düşünün bir defa arabanız, para­nız, eviniz var. Evinizin de 4 penceresi var ama her an pencereden birin­den bir namlu uzanacak korkusuyla yaşıyorsunuz. Bu ticaret mi, bu ra­hatlık mı? Şuna benziyor; adam size diyor ki bak buraya altından bir ya­tak yaptım, yorgam da altından. Yiyeceğin ise kuş sütü... Yalnız tek bir mahsuru var o da buradayatmak ölümüne sebep olabilir. Buna benziyor, Yahudilerin bugünkü durumu... Tabii bu duruma düşmelerinin sebebi de Allah'ın ayetlerini değiştirmeleridir. Bizler de Allah'ın ayetlerini Allah .(c.c.) bizzat kendisi koruduğu için değiştiremiyoruz, yoksa zamanında bi­zim içimizden de bu ayetleri tahrif ve değiştirmeye yönelen insanlar çık­mıştır. 1962-63 yıllarında parlamentoya sunulan bir teklifte Kur'an'ın ayetlerinden bir kısmının çıkartılarak yerine filan adamın sözlerinin ko­nulması yer almıştır. Her ne kadar ayetleri tahrif etmek veya kaldırmak mümkün olmamışsa da bunun değişik bir metodunu denemiş ve başarılı olmuşlardır ki o da ahkamının yasaklanmasıdır. Kur'an'ın kendisi duruyor ama ahkamı kaldırılarak yerine yeni ve başka, insanların elinden çıkmış kitaplar ve ahkamlar konulmuştur. İşte biz de o günden bu yana doğrula-madık. Ancak Allah'ın ipine sarılırsak doğrulacağımız da nuhakkaktır!!![66]

 

(212) "Küfredenlere dünya hayatı süslendi. İman edenlerden bir kısmıyla alay ediyorlar. Halbuki sakınanlar Kıyamet gününde onla­rın üstündedir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır."

Yani kafirler dünyaya tapıyorlar, mümini alaya, hafife alıyorlar. AlIah'dan sakınanlar Kıyamet gününde onların üzerinde olacaklar, derece olarak onlardan üstte olacaklar.

Konuyu daha iyi bir şekilde anlayabilmek için tekrar 211.Ayetikerimenin tefsirine temas etmek gerkiyor: Kur'an-ı Kerim'de geçmiş toplum­lardan ençok bahsedilen Yahudilerdir. Yahudiler Kur'an-ı Kerim'de İsrai-loğulları olarak adlandırılır. İsrai Yakub (a.s.)'ın adıdır. Beni İsrail de­mek, Yakub Oğulları manasına geliyor. Böyle demekle Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde Peygamber (a.s.v.)'a indirdiği bu Ayeti kerimelerde insanlara hitap ederken olumlu taraflardan yola çıkmamızı, insanlara böyle hitap etmemizi de öğretiyor. Yahudiler dünyanın en kötü toplumu olmuşlar, Allah'a isyan etmişler, kendilerinin dışındaki insanları insan ye­rine koymamışlar. Böyle yapmakla da zamanla kendilerini yok etmişler. Kendi yaptıkları, geliştirdikleri işkence metodlarıyla zaman gelmiş ken­dileri cezalandırılmış. Tüm bu kötü işleri yapmalarına rağmen, onları İs­lam'a davet eden Kur'an ayetleri "Ey İsrailoğullan!"yani Ey Yakub Oğul­ları, yani sizin dedeniz peygamberdi, peygamber torunları diye hitab edi­yor.

Bu tip olaylar, hitaplar günlük yaşantımızda da Olabiliyor. Mesela bir genç görüyorsunuz, çizgiyi biraz aşmış, yani biraz'yolun dışına çıkmış. Ne diyorsunuz? Bunun dedesi, babası rahmetliler iyi insanlardı, inşaallah bu genç de iyi olur! Yani yapmacık bile olsa size bile babası, dedesi iyi insandı deseler keyiflenirsiniz. Her insanın fıtratında bu az veya çok mevcuttur. Kur'anı Kerimde Allah (c.c.) bir topluma hitap ederken- Ey İsrail oğulları, yani peygamber torunları gelin Allah'ın rahmeti olan Kur'ana sanlın zamanla size tevrat nimeti verilmişti. Şimdi ise insanların İslahı için Kur'anı Kerim indirilmiştir. Siz bu Kitabı tanımaz değilsiniz. Siz bir, Peygamber neslinden gelmektesiniz gibi, ifadeler kullanılıyor.

Nimet denilince bizim aklımıza hemen somun ekmeği gelmemeli. Somun ekmeği dünya nimetidir. Yediğiniz heyşey nimettir, giydiğimiz herşey nimettir, gördüklerimiz, gözlerimizin zevk aldığı herşey, kulaklarımizın duyduğu güzel nameler de birer nimettir. Kur'an'ın çeşitli yerle­rinde nimet kelimesi kullanılmıştır. Bu kullanım bazen yediğimiz, içtiği­miz, giydiğimiz şeyler için bazen de Tevrat için kullanılmıştır. Yine Al­lah'ın Kitabı İncil için kullanıldığı da olmöŞtur, Kur'an-ı Kerim için de kullanılmış tır. Dolayısıyla Allah (c.c.) İslam'ı da nimet olarak değerlen­dirmiştir. Nitekim Maide Suresi'nin 3. Ayeti- Kur'an'ın en son nazil olan ayetidir de aynı zamanda "Bugün dininizi size ikmal ettim ve nimetimi size tamamladım" şeklindedir.. Din tamama ermiş, Kur'an-ı Kerim ta-marnlanmış,İslam devlet olmuş, Medine de başlayan hakimiyet Ceziret-üi Arab'a yayılmış böylelikle Kur'an'm inzali sona ermiştir.

Yine Al-i İmran Suresi'nin 103. Âyetinde de "Hepiniz, hep birden Allah'ın bütün emir ve yasaklarına sımsıkı sarılınız. Allah'ın ipine sarılı­nız. Sakın parçalanmayınız. Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız" bu-yuruluyor. O nimet nedir? İslam nimetidir. O İslam nimetinin gelmesiyle daha önce düşman olanlar dost olmuşlardır, kardeş olmuşlardır. O İslam nimeti kardeş yapıyor sizi. Öyle ise bu da bir nimet, yani düşmanla dost olmak bâşlıbaşına bir nimet... Ama düşmanlarla dost olmayı sağlayacak yegane şey hiçbir çıkar gözetmeden inanılması gereken şeydirki o da Al­lah (c.c.)'a iman, Kitab'ma iman ve o doğrultuda insanların yaşamasını te­min etmek için gayrettir. Bu bir nimettir. Şu anda dünyada selamet temi­nine gayret ediliyor. Tüm dünya devlet başkanları istiyor bunu. Avru­pa'da devlet ve ilim adamları bir araya geler6k "Nefretin Anotomisi" adlı bir dizi araştırma ve toplantı yaptılar, bir hafta kadar süren bu çalışmala­rından sonra fikirler beyan edildi: Bugün insanların içinde bir nefret yo­ğunluğu mevcuttur. Acaba bu nefret nereden kaynaklanmaktadır? İnsan­ları dehşet saçmaya, cinayete iten şeylerin, saçmalıkların kökeninde neler vardır? Allah(c.c) ise bu soruların cevabını bize haber vererek, tüm bu nefretin ve diğer pisliklerin şirkten kaynaklandığını beyan ediyor. Lok­man Suresi'nde Lokman (a.s.)'ın diliyle şöyle buyuruluyor "Ey Oğulcağızım sakın ha Allah'a şirk koşma!!!!........ Şirk büyük bir zulümdür!"

Dehşetin ve nefretin temelinde şirk vardır. Nasıl? Biliyorsunuz ki yeri göğü yaratan O, yani Allah, bize ince ince damarlar veren, o damarlarla kalbimize kan taşıtıp bizi yaşatan, bize göz veren, gönül veren O. Bizim vücudumuza hakim olan O, biz değüiz.Yani kalbinizin atışını durdurmaya veya hızlandırmaya yetkili ve malik değiliz. Kanımızın hareket yönü­nü değiştirme imkanımız yok, Vücudumuza hakim olduğu gibi tüm tabia­ta da hakim olan O, yaratan'O. Allah (c.c.) adeta "Hayatınıza da ben ha­kim olmalıyım. İnsanlar arasındaki ilişkilerinizi Ben'im kurallarıma göre düzenlemelisiniz. Tabiata hâkim olan Ben'im. Ona zaten sizin müdahale gücünüz yok ama bu kadarı eksiktir! Hayatınıza, yani insanlararası ve uluslararası ili skilerini zdeki kaidelere Ben'im kaidelerim hakim olmalı­dır. Böyle olursa, tabiattaki engel nasıl güzel bir şekilde devam ediyorsa sizlerin arasındaki dengede o kadar güzel bir şekilde devam eder." diyor. Ama insanoğluna isyan etme iradesi verildiğinden diyorki "Hayır! Beni yaratmışsın ama ben işimi kendim yaparım, kendi kurallarımı kendim ko­yarım." Bu isyanla birlikte başlamıştır kargaşalık ve bugün de devam et­mektedir.

Denilebilir ki insanlar leni kendilerini yönelseler ne olur, bunun ne zararı var ki? Olayı böyle kabul edersek içimizden bazı insanları seçme­miz gerekecek ki bu insanla çok akıllı, çok kabiliyetli olacak ve bizi yö­netecek...Nasıl evleneceğimizi, nasıl alış veriş yapacağımızı, nasıl boşa­nacağımızı düzenlesin ayarlasın... Ama unutuyoruz ki netice de bu çok akilli ve kabiliyetli olan insan da bizim gibi bir insandır. Bir fıkra vardır: Köylünün birisinin karısı kocası aleyhine boşanma davası açmış ve netice de son celsede hakim kocaya hitaben sizi boşuyorum, kadın artık senden boşanmıştır, diyor . Bunun üzerine köylü koca, hakime hitaben öyleyse ben de senin karını boşuyorum demiş. Bunun üzerine hakim yahu sen be­ni nasıl boşarsın deyince o köylü niye sen de insansın ben de insanım, sen beni boşayabiliyorsun da ben seni niye boşamayayım demiş.

Öyle ya sen madem ki İlenim gibi bir insansın nasıl ve ne hakla he-nim üzerimde benim en tabii hakkımı gasbeder ve kullanırsın? Rabbimin koyduğu kurallar vardır. O,Rabbimin koyduğu kurallar içinde boşamlır veya boşamlmaz! Allah'a karşı "Sen kim oluyorsun? İşte ben varım!" de­nildiği anda şirk başlıyor, zuîüm başlıyor. Eğer bir insan "Ben varım, ku­ralları ben koyar, ben uygularım "diyorsa mutlak surette karşıdaki diğer insana zulmedecek, onun hakkını gasbedecektir. Böylece de zulüm, iş­kence, nefret birlikte gelir.

Bu sebeple Allah (c.c.) "Kim Allah'ın nimetini değiştirirse." buyuru­yor, yani kim Allah'ın Kur'an'ım, Tevrat'ını, İncil'ini değiştirirse azabı çok şiddetli olacaktır." buyuruyor. Üstelik bu azab dünyada çekilir ki ni­tekim Yahudiler ve diğer değiştirenler hakkında çekilmektedir. Yahudiler binlerce senedir bellerini doğrultup bir devlet kuramamışlar, şimdi kur­muşlar ama akrep iğnesi ile yılan derisinden dikilmiş yatağın üzerin de yatar gibi duruyorlar. Hergün pencereden uzanan bir namluyla, bir Filis­tinli gencin kurşunuyla öleceğim korkusuyla yaşıyor.

Acaba tüm bunlara rağmen bu adamlar müşrikliklerine neden devam ederler? İşte bunun cevabı 212. ayette açıklanmış. "Küfredenlere dünya hayatı süslendi."

Küfür kelimesi kapatmak manasınadır. Arabın dilinde çiftçiye de ka­fir denilir, çünkü buğdayı toprağın içine gömer. Dinde ise kafir Allah'ın varlığını ve birliğini bildiği halde gizleme tarafına giden için kullanılır, görmemezlikten, kabul etmemezlikten geldiği için kafir oluyor . Tabii ka­fir olup da Allah'ı ye O'nun ayetlerini görmemezîikten gelince, kalbi de kapanmış oluyor. Kalbi kapanınca da gerçek güzellikleri göremez hale geliyor ve başka şeyleri yani çirkinlikleri görmeye başlıyor. Yukarıda an­lattığımız bir hikayeyi burada tekrarlamak gerekiyor: Ömür boyu deri ta­baklamakla meşgul olan bir insanın gül kokusunu duyunca bayıldığı gibi bu insanlar küfür ile içice olduklarından küfrü güzel görüyorlar, İslam'ı ise çirkin görüyorlar. Allah "Kafirlere bu dünya hayatını güzel gösteri­rim." diyor. Süslendi püslendi onlara güzel gösterildi, ona sahip olmaya koştular.

"Dünyaya meyletmeyin." Meyletmeyin kelimesini yanlış anlamaya­lım! Türkiye'de zahidler, alimler, mücahidler, şehidler dünyaya meyletmemişlerdir, derler doğrudur doğrudur ama meyletmemişlerdir demek, kazanmamışlardır anlamına gelmez. İnsanın bir ev dolusu altını vardır, ama varlığı ile yokluğu arasında kalbinde bir değişiklik yok. Yani bir ev dolusu altınım var diye yürüyüşü değişmiyor, konuşması, insanlararası münasebetleri değişmiyor. Diyelim ki ertesi gün o malları helak oldu, elinden çıktı. Bu sefer de malım-mülküm gitti diye boyun büküp dünyaya küsmüyor, eski halinde devam edip gidiyor. İşte budur meyletmemek!!!

Bundan sonra meyletmeme kelimesini böyle anlayacağız. Nitekim Hz.Ömer'e bir imansız diyorki: "Hani sizler dünyaya meyletmeyen insan­lardınız. Biz Müslümanları böyle bilirdik. Ama sizler dünyaya meyledi­yorsunuz, öyle olmasaydı, ta Arabistan'dan kalkıp buralara bizim toprak­larımızı fethetmeye hazinelerimize sahip olmaya gelmezdiniz." Hz. Ömer'in cevabı şu oluyor: "Evet bizler dünyaya meyletmeyiz, dünyaya bir hurma çekirdeği kadar değer vermeyiz. Gözümde ne altınlarınız, gü­müşleriniz ne de hazineleriniz vardır. Ancak şunu bilinki mülk Allah'ın­dır! Kudüs de Allah'ındır, Mekke de Allah'ındır. Roma da, İstanbul da... Yer ve gökler bileO'nundur. Benim görevim ise O'nun mülkünde, O'nun nimetleriyle yaşayan O'nun kullan olarak insanların isyan etmesine engel olmaktır. O sebeple ta buralara kadar geldim."

Yani Allah'a isyan etmeden, itaat ederek dünyayı kazanmak meşru kılınmıştır bizlere... Rabbimizin yarattıklarına saygıyla bakacağız ve se­veceğiz onları. "Yar adılın ışı severiz Yaradan'dan Ötürü." Rabbimi seven Rabbimin yarattığını sever. Eğer insanlar Rabbime iman ve itaat etmiyor­sa O'nun yarattığı insanları sevmesi de mümkün değildir. Diyebilirsiniz ki ama mesela batılılar Hümanizm dernekleri kurmuşlar, insanları sev­mek için. Hayır! Bunlar aldatmacadır. Mesela İngilizler İngiltere'de hü­manizm derneği kuruyorlar ama sadece ve yalnızca İngilizleri sevmek için 200 senedir İngilterede yaşayan Hintliyi sevmezler, bu hümanistler sadece kendi insanlarını severler. 200 sene önce gelmiş bir Hintliyi kuca­ğındaki köpek kadar sevmez. Onlar "insanları sevelim." derken kendi in­sanlarını kastediyorlar, başkalarını sevmiyorlar. Allah (c.c.) "Onlara dün­ya hayatı sevdirildi" diyor. Biz sevmiyor muyuz? Yukarıdaki dersimizde şunları belirtmiştik: "İnsanlardan bir kısmı Yarabbi bize ne vereceksen dünyada ver derler, Ahirette onların hiçbir nasibi yoktur. Bir kısım insan­lar da Yarabbi bize dünyada güzellikler ver, ahirette de güzellikler ver, ateşin azabından koru, derler." İşte bizim duamız ikinci kısımdaki duadır. Duamızda dünyayı istiyoruz, ama herşeyin güzelini istiyoruz. Ahireti de istiyoruz ama, Ahirette Cenneti istiyoruz, Rabbimizin rızasını istiyoruz.

Dünyaya meyi eden insanlar, dünyaya meyi etmeyen insanlarla alay ediyorlar, iman edenlerle alay ediyorlar. Yani Bilal-i Habeşi, Abdullah bin Mes'ud, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi insanlarla alay ediyorlar. Hz. Ebubekir ki, Mekke'nin ileri gelenlerinden şanlı insanlarından, mahmülkü var, serveti var. Hz. Ömer derseniz, bugünkü tabirle yeraltı babaların­dan ve Dar'ün Nedve'de parlamenter. Günümüzde de hem parlamenter . olup hem de yer altı dünyası babalarından olan insanlar yok değil, Hz. Ömer de bunlar gibi. Ancak Hz. Ömer sonra Müslüman oluyor. Bu bü­yük ve zengin Müslümanlar yani Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ebubekir v.s. paralarını birleştirerek kafirlerin elinde işkence görmekte olan bir çok müslümanı para ile satın aldıktan sonra hürriyetlerine kavuşturmuşlardır. Tabii bu sahabeler böyle yapınca Ebu Cehil gibi adamlar "Babanızdan kalan malmızı,kendi emeğinizle güçbela kazandığınız mallan bu adam­lar için niye harcıyorsunuz, mallarınızı Muhammed için neden heba edi­yorsunuz?" diye dalga geçiyorlar. Aslına bakarsanız bu kafirler dünyayı da bilmiyorlar, Ahireti de. Çünkü bakıyorsunuz ki -servetleri açısından Hz. Ebubekir, Hz, Ömer v.s. böyle zengin sahabeler dünyayı kazanmış insanlar, dünyada devleti elde etmek için çalışan adamlar, nitekim zama­nında geçirmişler de Ama bu kafirler hesabı aylık en fazla senelik yaptık­larından daha ilerisim göremiyorlar. Öyle olunca bugünü kaybettikleri gi­bi ileriyi, geleceği tamamen kaybediyorlar. Hz. Ebubekir, Osman gibi sa­habeler şimdi dünyalıklarını, servetlerini veriyorlar, ama ileride daha de­ğerlisini ve devamlısını kazanıyorlar. Yani biz müslümanlar bu dünyada veririz, veririz ama bu dünyada izzet kazanmak, devlet kurmak, ahirette Cenneti garantilemek için.

Diyebilirler ki "Sanki siz Müslümanlar bugün servetinizi İslam yo­lunda harcarsanız, hemen yarın devlete mi erişeceksiniz, devlet mi kuracaksınız? " Hatta diyorlar ki "Devlete hemen erişemeyeceksiniz, erişeme­diğiniz gibi yok olacaksınız, mahvolacaksınız, dileneceksiniz, sürüm sü­rüm sürüneceksiniz." Ama Allah (c.c.) tarihte böyle çalışan Müslümanla­ra kafirlerin mağlup olduğunu, Jtendilerini ise galip geldiğini göstermiş­tir. Allah (c.c.) devam ediyor:

"Allah'tan sakınanlar yani Rabbimin Hukukuna riayet edenler, emir­lerini yerine getirip, yasaklarından kaçanlar, kıyamet gününde onların üzerindedirler." Vermekten sakınmayip, verirsek yok oluruz, fakir düşe­riz demeyip, verdiğiniz, intak ettiğiniz zaman kafirler -cahiller sizinle alay ediyorsa üzülmeyin. Allah (c.c.) "Allah dilediğine hesapsız rızık verir" buyuruyor. Bu konuda hadis-i şerifler de vardır. Öyle ki insan infak ettiği, sadaka verdiği zaman melekler onun için dua ediyorlar. Yarabbi bu Müslüman Sen'in rızan için malını verdi, Sen de ona bunun daha fazlasını ver, diye melekler dua ederler. Allah (c.c.) 'ün de kat kat karşılık verece­ğine dair vaadi vardır:[67]

 

(213) "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler gönderdi. Beraberlerinde insanların anlaşmaz­lığa düştüğü yerde aralarında hüküm vermek için hak kitaplar indir­di. Ancak Kitap verilenler, kendilerine apaçık belgeler geldikten son­ra aralarındaki hırstan dolayı ayrılığa düştüler. İşte Allah iman edenleri kendi izni ile ihtilafa düşdüklcri gerçeğe ulaştırdı. Allah di­lediğini doğru yola iletir."

İnsanlar bir zamanlar hep tek bir ümmet idiler. Ümmet kelimesi Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde çeşitli manalarda kullanılmıştır. Ümmet kelimesini biz genelde Al-i İmran Suresi 110. Ayetindeki manasıyla yani Ümmet-i Muhafnmed'i kastederek kullanıyoruz. Yeryüzünde iyiliği emredip kötülükten alıkoymak için çıkarılan en hayırlı ümmet olduğumu­zu Allah bize bu ayetle haber veriyor. Genel manasıyla aynı inancı payla­şan insan topluluğuna ümmet diyoruz. İster Arap, ister Acem,. İster Türk, İngiliz, Amerikalı, Çinli, Japon çeşitli ırktan ve dilden insanlar İslam Di­ni etrafında toplandıkları zaman buna ümmet diyoruz. Bu Ayeti kerimede kastedilen de bu ümmettir.

Ayrıca ümmet kelimesi, Hud/8'de zaman, Nahl/120'de bizzat İbrahim (a.s.)'ın şahsı için kullanılmış: "İbrahim Allah'a itaat eden bir ümmet idi." Bu Ayeti imamlar, müfessirler iki şekilde manalandırmışlar:

1-Ümmet; yönetici yani imam manasına geldiği için ve Hz. İbrahim de yönetici, devlet başkanı olduğu için bu tabir kullanılmış.

2- İbrahim (a.s.) ümmet kelimesi ile övülmüştür. Yukarıda ümmeti tarif ederken bir inanç, din et­rafında toplanmış insanlar topluluğudur dedik ya, yani bir insan İbrahim (a.s. gibi bir inanca sahip olsa o insan sanki bir ümmet gibidir. Hani "Bir Türk dünyaya bedeldir." diye bir söz varya. Bunun gibi yani. Hz. İb­rahim gibi bir Müslüman bir ümmet demektir, o imam taşıyan bir insan bir ümmet gibi kuvvetli ve sağlamdır. Yeryüzünde tek başına kalsa bile Allah'ın gönderdiği Kitab'i, Rasulünün sünnetini elinde tuttukça, Her Müslüman kendisini bir ümmet olarak görecektir... Biz Müslümanlar bu inanç ve amelle yaşamalı ve hayatta Allah (c.c.)'e karşı gelme, isyan etme endişesinin dışında başka bir endişe duymamaya gayret sarfedeceğiz, bundan böyle..

İnsanlar bir zamanlar tek ümmetti. Hz. Adem ile beraber nesil çoğa­lıyor; Adem (a.s.)'a gönderilen 10 sayfalık Kitab'a göre hayatlarını tan­zim ediyor bu yeni nesil. Şirk yok, isyan yok, peygamberin denetiminde bir hayat sürüp gidiyordu. Derken insanlar kendi aralarında ihtilaflar çı­kartmaya başladılar. İhtilaflar çıkınca ihtilafları halletmek üzere "Allah peygamberlerini gönderdi." Dünyada devleti Ahirette cenneti müjdele­mek, dünyada zillete, Ahirette de Cehenneme düşmeyi uyarmak üzere Allah (c.c.) peygamberler gönderdi.

"Onlarla beraber kitap da indirdi." Bu ayet-i kerimeye dayanarak bir kısım alimlerimiz her peygambere kitap verilmiştir demişlerdir.

"Aralarında ihtilaf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsin­ler için peygamberlerle birlikte Allah kitaplar indirdi." buyuruyor Allah (cc).

Şimdi bizler sokaklara çıksak ve önümüze gelen birkaç insanı çevirip sorsak onlara "Söyle bakalım ey Müslüman, Allah Kur'an-ı Kerimi niçin indirdi?" "Bayram günlerinde, perşembe akşamları, babamızın ve-anamı-zın vefatında, 40. ve 52. günlerinde, mevlidîerde okumak."için derler herhalde.Bir de mesela birçok insanın evinde Kur'an-ı Kerim vardır, duvarda asılı durur. O insanlar Kur'an okumayı bilmemekle birlikte Kur'an'ın en az haftada veya ayda bir defa açıp okunması gerektiğini söyler ve bilirler. Bu günahtan kurtulmak için de haftada bir abdest alarak Kur'an'ı ellerine alırlar ve mahalle imamına götürerek "Hocam şunu sevabına bir okuyu­ver biz de günahtan kurtulalım, Kur'an açılmış olsun." derler. Bunların hepsi hurafedir. Kur'an ölülere okunmaz mı? Elbette okunur ama Yalnız ölülere değil, dirilere de okunur ve asıl dirilere okunmak için inmiştir. Allah (c.c.) insanlar arasındaki ihtilafları halletmek üzere kitaplar indirdi­ğini haber veriyor. Yoksa Mevîidlerde, babamızın, anamızın 40.,52. gün­lerinde veya bayram günlerinde bir defa açılsın da anlamadan okunsun diye indirilmemiştir Kitap. Ama yazık ki halkımızın bir çoğu Kur'an-ı Kerimi böyle biliyor. Bir kısım okumuşlar, üniversite bitirmişler de "Gökyüzünde karadelikler varmış, ozon tabakası deliniyormuş. Bunun benim kitabımda yazması gerekir" diyerek okuyor veya merak ettiği ko­nuyu arıyor. Halbuki bırakın gökyüzünü veya ozon tabakasını insanların yüreği delik deşik. Açlıktan insanların midesi deliniyor, namusları elden gidiyor, insanların ellerinden izzetleri ve şeref duygulan alınmış. Bunun düzeltilmesi bu alınan şeylerin iadesini temin için indirilmiştir Kur'an!!! Kara delikler veya Ozon tabakası sonraki iş. Biz önce insanlara bakalım. Onlar mühim.

Ülkemizde bir kısım dindarlar Kur'an-ı Kerim'i adeta bir buluşlar icadlar ansiklopedisi gibi okuyor, her ilmi ve fenni konu için Kur'an'dan ayetler, deliller arayan Müslümanlarımız da vardır. Ama bu yanlış bir yoldur. Çünkü bakıyorsunuz ki bazı olaylarda batılı bilim adamları bu sene böyle diyor gelecek sene yanılmışım bu böyle değilmiş diyebiliyor. Öyle olunca bu Müslümanlar geçen sene ayetleri bu teoriye, faraziyeye göre aramıştı, bu sene o teori iptal edilince bunlar da haşa? bu Ayeti ip­tal edip, bu seneki faraziyeye, buluşa göre bir ayet arıyorlar.

Mesela Fahrüddin-i Razi isimli meşhur ve değerli bir müfessirimiz ve Tefsir-i Kebir isimli çok değerli bir tefsir var. Türkçeye terceme edildi. Bu alim Mü'minun Suresi 17. ayetin tefsirinde diyor ki "Her kim ki buluttan yağmur yağar, derse imansız olur." Yani yeryüzünden buhar­lar çıkar, gökyüzünde soğuk tabakaya değer ve oradan da yağmur yağar derse Allah'ı inkar etmiş olur, diyor. Ben bunu ayıplamam, çünkü o gü­nün şartları içinde Öyle düşünülmüştür. Bu alimin tefsiri ve diğer konuda­ki bilgilerinin çok değerli olduğunu bir defa daha hatırlattıktan sonra bu mevzuyu niçin anlattığımı belirteyim: İnsanlar kendi çağlarının buluşları­na, teknik imkanlarını bakarak ayetleri tefsire kalkarlarsa yanılabilirler, zaman içerisinde de o görüşleri değerini yitirir. Bizler de günlük veya yıl­lık icadlara göre ayetleri bulur ve yorumlarsak, sonra o değişen icadlar ve teorilere ayak uydurmaya gayret edersek ayetler üzerinde şüphe doğura­biliriz. Allah Kitabını bunun için indirmemiş, insanlar arasındaki ihtilaf­larda çözüm olsun için indirmiş.Diyelim ki evinizde hanımınızla kavgalı­sınız, ihtilafınızı Allah'ın Kitabı'na göre çözeceksiniz, kendi nefsinize ve­ya kazak erkekliğinize göre değil, kadınlar da feminisiliklerine göre de­ğil. Allah, Kitab'ında iki tarafında haklarını belirtmiş, iki tarafı da insan olarak kabul etmiş. İnsanlar Rabbirn'in adaleti karşısında bir tarağın diş­leri gibi eşittirler. İnsanlara Allah'ın belirlediği haklan verdiğimiz zaman yeryüzündeki kavgalar da son bulacaktır. Komşumuzla ihtilafımız varsa, ticari uyuşmazlığımız, çek-senet anlaşmazlığımız varsa, tarlanın sınırını tespit meselesi varsa bunların hepsini hatta devletler arası ihtilafları bile Allah'ın Kitab'ma göre çözçümleyeceğiz. Kur'an'm indiriliş gayesi bu... Eğer Kitab'ı bunun için kuîlanmıyacaksak, kaldıralım rafa... Bugünkü si­yasi sistemlerin ve siyaset adamlarının yaptığı gibi, önce Allah'ın Kitab'ındaki ahkam ayetlerini yasakla sonra da siyasi arenalarda oy topla­mak için al o kitab'ı öpüp başına koy, olmaz böyle şey!

"Bu konuda ihtilaf edenler, kendilerine. Ki tap geldikten sonra, apaçık deliller geldikten sonra azgınlık yaparak hased damarları kabararak, ihti­lafa düştüler." Peygamberler geliyor, Allah'ın Kelamını arzediyorlar. Ta­bii bu Kelamlar arzedilince bazı ekabirin çıkarma dokunuyor. Mesela de­niliyor ki faiz almayın, vermeyin, faiz yemeyin. Bu kaide Medine'de ilan edilince bir kısım zenginlerin halkta faizli parası bulunduğundan bunlara dokunmuş. Gönülden iman etmiş olanlar Allah'ın Resulüne sormuşlar! "Ya Resulellah, bizim paralarımız ne olacak?" Bakara Suresi'nin 275. Ayeti ileride gelecek "Paranızın aslını alacaksınız, ana paranızı. Ne zulmedeceksiniz, ne de zulme uğrayacaksınız, yani haksızlık yapmaya­cak sizin hakkınızda yenmeyecek. "Tabii bu hüküm halkda faizli parası olan zenginlerin işine gelmiyor,bu defa Allah'a ve Resulü'ne harp ilan ediyorlar.

Gene mesela Allah "Zinaya yaklaşmayın." buyuruyor. Fakat bazıları bu yolla geçimini sağlıyor. İşte böyle olunca zina yoluyla,faizcilikle, Al­lah'ın yasak ettiği yollarla para kazananlar, halka zulüm edenler birleşip bir çete kuruyorlar ve Peygambere karşı bir cephe oluşturulunca insanlar da haliyle ikiye ayrılıyorlar: Mü'minler ve kafirler... Bu ayırım bugün de varlığını bütün canlılığı ile korumaktadır. Biz Müslümanlar iman etme­yenler arasında tekrar bir ayırıma gidiyoruz: Ehl-i kitap ve Ehl-i kitap ol­mayanlar. Ehl-i kitabın kestiğini yeriz, kızıyla evleniriz ama ateistin yani ehl-i kitap olmayan kafirin kızıyla evlenmediğimiz gibi kestiğini de ye­meyiz. Allah Kitabında böyle emretmektedir.

İman edenler, iman etmeyenler ayırımı Hz. Musa'dan ve hatta daha önceki peygamberler zamanından Peygamberimiz zamanına kadar geli­yor ve bugün de hala devam ediyor. Bugün bütün dünya İslam Alemine karşı hemen birleşmektedir. Bunun en yakın örneğini Körfez Savaşında gördük. Saddam için bir taneniz yeterdi, madem ki o kadar güçlüydünüz. Ama adamların gayesi dünya birliği sağlamak ve bunu kendi televizyon­larını boşverin tüm Müslüman ülkelerin televizyonlarından da ilan ettiler. Ama bu kafirler şunu unutuyorlar: Bir devletin çöküşü, kendini en güçlü hissettiği anda olur. Fravun çıkmış ve tüm ahaliyi toplayarak "Sizin en yüce Rabbiniz benim."[68] demiş, çok kısa bir zaman sonra ayağı kaymış ve denizin dibine ordusuyla birlikte yuvarlanmış, tarihten yok olup gitmiş. Zaten Şeyh Sad-i Şirazi der ki: "Hiçbir vakit gücüne gü­venme." Bizler de bu anlayış gereği sabahları kalktığımızda Efendimiz'in sünnetine uygun olarak ilk olarak "La İlahe İllallahu Vahdehu la Şerike leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü vehüve ala külli şeyin kadir." diyoruz. Yani her sabah ilk iş olarak "Allah'tan başka ilah yoktur." diyerek kendi-.mizi hayata hazırlıyoruz. Çünkü günlük yaşantımızda "Ben ilahım!" diye karşımıza dikilecek insanlar çıkabilmektedir. "Mülk O'nundur." diyoruz, çünkü "Mülkler benimdir." diyecek insanlarla karşılaşabiliyoruz. "En güçlü benim; paramla, mevkiimle, bıçağımla tabancamla seni dize getiririrn." diyenler olabileceği için bizler sabah kalkar kalkmaz "Herşeye gücü yeten O'dur." diye bir iman tazelemesi, güç yenilenmesi ile hayata yeni baştan başlıyoruz.

Bundan sonra bunu okumayanlar bu sabahtan başlayarak ve manası­nı bilerek, düşünerek, anlayarak okuyacaklar ve Allah hariç hiçbir şahıs ve kurumdan endişe etmeyecekler İnşaallah.. Kendimizi buna alıştırırsak bir gün gelir bu bizde yerleşir ve İslami hizmetlerimizi sadece ve yalnız­ca Alîah'dan korkarak ifa etmeye gayret ederiz. Zaten bir insan sadece Allah tan korkmaya başlamışsa insan dünyada Cenneti yakalamış demek­tir. Çünkü bundan böyle insanların iyileri ile hoşsohbetsiniz, kötülerinin parasından, silahından, makamından korkmuyor, endişe etmiyorsunuz sa­dece Alîah'dan korkuyorsunuz:

"Allah iman edenleri doğru yola iletti. Onlar ihtilaf ettiği konularda Allah'ın izni ile doğru yolu buldular." Bu yol nereye çıkar? Dünyada dev­lete, Ahirette Cennete çıkar.

"Allah dilediğini doğru yola iletir." deyince "öyleyse bizim irademi­zin hiçbir hükmü yoktur." diye bir şüphe hatıra gelebilir. Çeşitli ayetler bu Ayeti tefsir etmektedirler: "İnsanların, yaptıkları yüzünden kalpleri küf bağladı." deniliyor. Yani insanlar kendi amelleri, iradeleri ile kendi niyyetleri ile kötü yolu tercih ediyorlar. Allah da kötü yolu onlara veri­yor. Şerri yaratan da hayrı yaratan da Allah'tır.

Dikkat ederseniz, insanların ilk sapıtmalarının kaynağı iyi niyetleri­dir: Mesela eski dinlerde Gök Tanrısı ve Yer Tanrısı, Hayır Tanrısı, Şer Tanrısı vardır. Aslında bunu söyleyen ve halkın arasına sokan kötü niyet­li değildir.

"Her iyilikler Allah'a aittir. Serler ise Allah'a ait değildir. Allah kötü şeyleri yaratmaz, O'nun şanına yakışmaz." denilerek ikinci bir ilah türe­tilmiş oluyor.

Halbuki hayrı da şerri de yaratan Allah'dıri Bununla birlikte hayrı da. şerri de biz arzu ediyoruz. Yani biz arzu ediyoruz Allah'da yaratıyor.Dünya üzerinde iki grubun varlığı hep olagelmiştir: İman edenler ve iman etmeyenler. İman eden ve etmeyen bu iki zıt grup varolduktan bu yana değişik şekillerde çarpışmışlardır ve çarpışmaya devam etmektedir­ler. İman etmeyenler yani kafirler kötülüğün devamını sağlayacaklar: Na­musları perişan edecekler, malı mülkü kendi zimmetlerine geçirmeye ça­lışacaklar, rüşveti, yolsuzluğu, namussuzluğu, hırsızlığın her çeşidini meşru hale getirmeye gayret edecekler. İman edenler de malın, mülkün, namusun, canın, aklın, dinin, mülkün kudsiyetini koruyacaklar, Nitekim  şeriatın özünü; aklı dîni, malı, nesli ve nefsi korumak diye özetliyoruz. Bu şeriatın özü olarak nitelediğimiz şeyi tarih boyunca mü'minler koru­mak durumunda kalmışlardır, biz de korumaya devam edeceğiz. Namu­sumuzu koruyacağız, nefsimizi neslimizi koruyacağız. Tertemiz, pırıl pı­rıl Allah'ın emanet ettiği şekilde Allah (c.c.)'ün huzuruna ak alnımızla varmaya gayret edeceğiz. Biz buna gayret edersek, öbür grup yani kafir­lerde herşeyin en kötüsüyle icra edilmesine gayret edecek ve çarpışma mukadder olacaktır. Allah (c.c.)'de bunu beyan etmektedir:[69]

 

(214) Yoksa sizden önce geçenlerin durumu sizin de başınıza gel­meden Cennete gîrceğinizi mi zannettiniz? Onlara yoksulluk ve sı­kıntı gelip çattı ve sarsıldılar. Hatta peygamber ve beraberindeki mü'mînler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyorlardı. Gözünüzü açın: Şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır."

Şöyle diyor bazı mü'minler: Allah'a çok şükür Allah'ın Kitabını al-dık,okumasını da öğrendik. Akşamlan okuyoruz, bazen de tefsirine bakı­yoruz, manasını öğreniyoruz. Bundan sonra da öğrenmeye devam edece­ğiz. Namazı kılacağız, orucu tutacağız, zekatı vereceğiz, zengin olursak da hacca gideceğiz. Oh ne ala değil mi? Kur'an-ı Kerim'i baştan sona okuyacaksınız, 6000 küsur ayette senin saydığın namaz, oruç, hacc, ze­kat, kelime-i şehadetten başka şeyler de var... Emirler var, yasaklar var!!!

Bunların hepsini yerine getirmeye gayret etmemiz gerek.Allah (c.c.) sizden Öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gel­meden Cennete girivereceğinizi mi zannettiniz, buyuruyor. Yani Cenne­te girmek öyle kolay değil. Dünyada devlete, Ahirette Cennete ulaşmak öyle kolay değil. Musa (a.s.) dünyada devlete ulaşmayı, denizde boğul­mayı göze alıp Rabbine tevekkül ederek yürümekle başardı. Yusuf (a.s.) devlete ulaştı ama hapishaneden geçti. İbrahim (a.s.) devlete ulaşmak için ateşe atılmayı göze aldı. Çekirdeğin bile çiçek açabilmesi için çatlaması gerekiyor. Ana yavrusunu koklamak için doğum sancısı çekiyor. Yani ta­biatta da aynı kural geçerli. Çile çekmek!!! İyi neticeler meşekkatlerin ar­kasından geliyor. Şu anda zengin olanlar, iyi durumda olanlar zamanla bu seviyeye ulaşmak için mutlaka iyi veya kötü çilesini çekmişlerdir. Yani bazı mahrumiyetlere katlanmışlar. Başka bir tabirle "Kuru ekmek ve so­ğan yemek" zorunda kalmışlardır.

Öyleyse, dünyada devlete Ahirette Cennete ulaşabilmek için geçmiş toplumların başına gelenler sizin de başınıza gelecektir. Onların başına gelmiş: "Be'sa" ; İnsanin vücudunun dışında başına gelen bela ve musi­betler, malına gelen zarar, evine gelen zarar, çocuğuna çoluğuna gelen zarardır, "Darra" genelde beden ile ilgili zararlardır. Kafirlerin işkence et­mesi, elini kolunu kesmesi., çeşitli şekillerde hapsetmesi gibi... Hastalık olması, hastalığa yol açması için ilaç verilmesi, şırınga verilmesi gibi çe­şitli şekillerde azab edilmesi. Peygamber Efendimiz bunu "Tarakla etleri­ni taramak ve etlerini kemiklerinden ayırmak." olarak tarif ediyor. Bu şe­kilde işkence yapılmasına rağmen bir zamanlar mü'minler tüm bunlara rağmen dinlerinden dönmemişler.

Bununla birlikte insan ne de olsa neticede insandır. Felaketlerle karşı karşıya gelince "Hani yardımın" şeklinde feryad ediyor. Yani "Peygam­ber ve beraberindeki Müslümanlar Yarabbi Sen yardım edeceğini vaad ediyordun. Hani yardımın?" diyorlar. Aslında bu feryad şikayet maka­mında değil, naz makamındadır. O kadar bela ve musibetler geliyor ki ta­hammülleri bir noktaya kadar varıyor: "Yarabbi yardım edeceğim diyor­dun. Hani yardımın?" Bunu peygamber yaptığına ve Allah'da bize aktar­dığına göre demekki caizdir, yanlış değildir. Mehmet Akif merhumun da buna benzer bir şiiri vardır; şiirini söyler, söyler yakınır da sonunda şöyle bağlar: "Ağzım kurusun, yok musun eeey Adl-i İlahi?" Çünkü vatan çiğ­nenmiş, Kur'an ayaklar altına alınmış...

Kur'an ayaklar altında sürünsün mü İlahî,

Ayatınm üstünde yürünsün mü İlahi?

Çöksün mü nihayet koskoca bir din,

Çektirme bu zilleti bizlere, Amin!

Diye şikayetini yapıyor. Aslında naz yapıyor ve sonunda da kurusun dilim diyor. Kur'an'ın bazı ayetlerini bilmeyen şiir seven dostlarımızın bazıları mısralarından dolayı Akif e çatarlar, Allah'a isyan ediyor di­ye Halbuki Allah'a isyan etmemiştir, dikkat edilirse tefsirini yapmaya gayret ettiğimiz, ayettede hemen hemen aynı şeyi zamanında bir peygam­ber ve yanındaki mü'minler diyorlar.Rabbim cevap veriyor: "İyi bilin ve uyanık olun ki Allah'ın yardımı çok yakındır." Hemen peşinden de Allah onlara yardımını gönderiyor. Peygamberimiz Efendimizin hayatında bu­na benzer olaylara çok rastlanıldığı gibi 1400 senedir İslam Tarihinde de buna benzer olaylar yaşanmıştır. Allah (c.c) Ankebut Suresi'nin 1 ve 2. ayetlerinde "İnsanlar imtihan edilmeden, "Amenna" iman ettik deyiver-mekle başıboş bırakılacaklarını mı zannediyorlar?" buyurur. Ne güzel ayet-i kerime... Günümüz de öyle insanlar var ki evet "İman ettim." diyor ama beri taraftan da Rabbim'in ayetlerine karşı harp ilan ediyor: Allah'ın Kitabı 1400 sene önce nazil olmuş, o günün şartları için geçerliymiş!" di­yor. "Kur'an'a inanıyorum ama bugün geçerliliği kalmamıştır." diyor San­ki antikaya olan merakı gibi ve adeta "Kur'an bizim için mukaddes bir ki­taptır, müzemizin en mutena köşesine koyalım." demeye getiriyorlar. Ev­lerinin en yüksek yerlerine asıyorlar, kıyamete kadar hatırasını devam et­tirelim, O'na imanımız var diyorlar ama bir türlü de okumuyorlar, uygu­lamasına yanaşmıyorlar.

Rabbim bu tür insanların bu ve benzeri sözlerini bilir, çünkü onları yaratan O'dur. Yarattığının ne söyleyeceğini, ne yapacağinı bildiğinden dolayı "îman ettik deyivermekle bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar." imtihandan geçecekler, diyor. Altınla demir birbirlerine karşı üstünlük taslayabilirler ama bunların hakikisi ile sahtesi ateşe girince nasıl belli olursa işte insanlar da böyle ayrılacaklardır. Mesela Konya'nın köylerin­de ahşap ev yapılırken sağlam dursun, direk vazifesi görsün diye kiriş ta­şırlar. Herkesin buna ihtiyacı vardır. Bu sebeple bunu bilen köylüler ime­ce usulüne başvururlar ve her cuma günü köylülerden delikanlılar gider o kirişi getirirler. O kirişin yükünü aslında belli kişiler çeker çünkü kirişin başında iki, ortasında iki sonunda iki delikanlı olur ki bu kirişi taşısınlar, Bir de köylerde velveleciler olur. Onlar da "Haydi uşaklar!!! Tutun ha! Dayanın ha!" diye bağırırlar. Uzaktan biryerden bakan bir adam bağıran o adam için ne kadar da gayret sarfediyor diye düşünebilir. Halbuki onun pek faydası yoktur, asıl yükü çeken kirişin altındaki delikanlı!ardır.Evet velveleci de lazım ki onları gayrete getirsin ama dediğimiz gibi asıl yükü çeken kirişin altında olanlardır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hep böyle olmuştur; insan, yani gerçek mücahid, kahraman insan ateşle, yükle karşı karşıya geldiğinde belli olur. Allah (c.c.) 'de imtihandan geçmeden, başıboş bırakılıvermeye-ceğimizi, Ankebut Suresinde bizlere haber veriyor...[70]

 

(215) "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Hayırdan vereceğiniz şey ana-baha, akraba, yetimler, yoksullar ve yolcular içindir. Hayır olarak yaptığınız herseyi şüphesiz Allah bilir."

İnfakla bin bir ilişkisi vardır yani mal sarf etmekle Allah yolunda mal vermekle Cihadın mutlaka ilişkisi vardır. Bu konu ile ilgili ayetler aşağıda (260-274.ay etler) gelecektir ki 3 sayfa arka arkayadır. Kur'an da namaz bu kadar uzun yani 3 sayfa teşkil edecek kadar anlatılmamıştır.

Burada da Allah (c.c.) "Sana soruyorlar neyi infak etsinler veya nasıl infak etsinler?"buyuruyor. Mallarınızdan sizin infak ettiğiniz şeyler "Ha­yır" kelimesiyle ifade edilmiş iyi yolda harcanan malı Allah (c.c.) "Ha­yır" olarak adlandırıyor. O maldan infak ettiğimiz şeyler birinci derecede anne ve babalarımız içindir. Anne ve babamızın kalbini kırmamaya, gö­nül tellerinden birini daha incitmemeye dikkat etmeliyiz, aksi halde bu­nun azabı ahirette çok dehşetli olacaktır. Hatta daha ahirete gitmeden bu­nun azabını, acısını anne veya babanız sizi bırakıp gittikten sonra yani öl­dükten sonra anlarsınız. Bu dünyada iken kıymetlerini bilmediğimiz ana ve babalarımızı öldükten sonra daha da ararız. Demekki mallarımızdan önce anne ve babamız için infak edeceğiz. Bir hadis-i Şerifte Efendimiz buyuruyorlar ki: Sen de, malın da babanındır. Yani anne veya baba gelir senin malından ihtiyacı kadar, kendi geçimini, meskenini, yiyeceğini, gi­yeceğini, içeceğini temin edecek kadar sana sormadan, danışmadan kasa­nı açıp paranı alabilir,. Yalnız bundan fazlasını sormadan, almaya hakları yoktur. Ayrıca mesela diyelim ki siz zenginsiniz ve anne babanız -kendisi için değil de- fakir olan diğer kardeşiniz için sizin malınızdan alıyor ve bu kardeşinize veriyor, ona da müdahale edebilirsiniz. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi anne-.babanın asli ve fıtri ihtiyaçlarını yani mesken, yi­yecek, giyecek gibi şeylerini temin etmek sizin vazifenizdir.

İkinci derecede infak edeceğiniz kişiler akrabalannızdır, yetimlerdir. Bu toplumda yaşamakta olan, köprü altlarında simsiyah elbiseleri, kirli elleri, ayakları, yüzleri bulunan çocuklar var, işte onlara sahip çıkacağız. Kara yüzlü, kara gönüllü avrupah herşeyi düşünür de bu çocukları unutur. Bu çocukları bu hallere getirenler bu devletin başında bulunan ve Avrupa kültürü ile beslenmiş kara gönüllü insanlardır. Ama İslam Öyle mi? Hz. Ömer halifeliği zamanında Medine sokaklarında gezerken dile­nen bir adam görüp, hayretler içinde kalmış. Bu yaşlı adamın yanma yak­laşarak benim memleketimde senin gibi bir müslüman nasıl olur da dile­nir, der. O dilenen ihtiyar "Ben Müslüman değilim."der, devam ederek "Ben bugüne kadar çalışıyor ve Beyt-ül Mal'e de vergimi (cizyemi) veri­yordum ama yaşlanınca elden ayaktan düştüm ve çalışamaz duruma düş­tüm her ne kadar cizye vermiyorsam da geçimimi temin etmek için dilen­mek zorundayım demiş. Bunun üzerine Halife "Benim ülkemde zimmet ehli bile dilenemez. Sen ki bugüne kadar gücünle kuvvetinle çalışıp ciz­yeni dürüstlükle ödedin bundan sonra da sana bakmak bizlerin yani Beyt-ül Mal'in görevidir sana bundan sonra maaş bağlanacaktır, dilenmeyi bı­rak!" der. Ayrıca bir şeyi daha  hatırlatalım ki İslam Devletinde Halife'nin aldığı maaşla normal tebaanın (vatandaşın) aldığı maaş aynıdır. Çünkü o da sizin gibi bir insandır, o da sîzin gibi somun ekmeği yer, aynı kumaşı giyer. Neticede bu da insan çünkü... Hz. Ömer benim maaşım 400 dirhemdir, ola ki bununla geçinemezsem maaşımı arttırırım, ama ben maaşımı arttırdığım zaman otomatikman işçi ve memurların da maaşı art­tırılsın diye talimat vermiş ve bunu yani devlet başkanının asgari ücret al­ması siyasetini ömrü boyunca uygulamıştır.

Sonra, miskinlere yardım edeceğiz. Miskin yarın için yiyeceği, giye­ceği, içeceği olmayan kimse demektir. Sonra da yolda kalmışlara verece­ğiz. Yolda kalmışlar derken Müslüman kafir ayırımı yok. Önemli olan yolcu olması ve yolda kalmış olması. Gönenli Mehmet Efendi Rahmetullahi Aleyh anlatmıştı: Birgün Sultanahmet'de namazı bitirdim çıkıyorum baktım merdivende gavur olduğu belli bir adam oturmuş kara kara düşü­nüyor. Orada yabancı dil bilen kişilere sordurdum, meğer bu a4am İtal­yan imiş de parası bittiği için memleketine dönemiyormuş. Hoca cebin­deki parayla bu adama bir tren bileti alarak onu memleketine göndermiş. Aradan 7-8 sene geçmiş ve o adam tekrar buraya geldiğinde hocayı bulup cebine bir tomar para bırakarak, bunu yolda kalmış olanlara verin demiş ve tekrar tekrar teşekkür etmiş. Yani yolda kalmışlarda din ayırımı gözet­meyeceğiz. Bundan dolayı eskiden imarethaneler vardı... Kapılarının üze­rinde yazardı: Bu imarethanede hergün çorba pişer ve bu çorbadan mü'min kafir ayırımı yapmadan herkes içer.

"Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilmektedir." İnsanların bilmesi için yapmayın. Yani yaptığınızı Allah biliyor ya yeter. İnsanların bilmesi­nin bir faydası da olmaz zaten, hadi diyelim ki oldu da.geçici olur. Allah (c.c.) yaptığımızı ve gönlümüzden geçeni biliyor. İki dünyada da bizi mükafatlandıracak olan O'dur.

Kur'an-ı Kerimin kendine has bir üslubu vardır. Mesela yukarıda Kur'an'ın niçin indirildiği, insanlar arasında hükmedilmesi için indirildi­ği, yani kanun olsun için indirildiği bildirildi. Hemen arkasından da Kur'an'a karşı harp ilan edenler olduğu onlarla çarpışmak gerektiği geldi. Peşinden de bela ve musibetlerin geleceğine onlara dayanmak gerektiği belirtildi.

Her insanın bir dayanma noktası vardır. Bela ve musibetler geldiği zaman peygamber ve yanındaki mü'minler "Yarabbi hâni yardımın?" de­mişler. Tam bu noktanın akabinde Rabbimin yardımı hemen gelmiş. İn­san bunlara sabretmesini ve Allah'ın yardım göndermesini beklemeyi bi­lecek. Böyle olursa dünyada devlet Ahirette Cennet var. Yok, ben bunla­ra dayanamam der ise bu takdirde de dünyada zillet, Ahirette Cehennem var. Belirli bir noktaya kadar dişi sıkmak gerekiyor. Hayatta yaptığımız tüm mücadeleler böyle dir, bir kaç saniye ile, birkaç ufak çaba ve sabır ile büyük mesafeler katedilebilir. Mesela Mekke'yi fetih için Medine'den yola çıkan İslam Ordusu İ3 gün devamlı yol yürüdüğü için çok yorul­muşlar. Ama düşman bunları görüp de "aman bunlar çok yorgun hemen hücum edersek işlerini bitiririz.11 demesinler ve moral kazanmasınlar için Mekke'ye girerken heybetli görünmeye gayret etmişler, heybetli yürü­müşler ve Mekke'yi almışlar.

Buraya kadar infakı gördük. Bundan sonra nazil olan Ayeti kerime harpten bahseder, harbin farz olduğunu bildirir. Daha önce inen Hacc Su­resi 39 Ayette zulme uğrayanlar için Allah'ın harp izni verdiğinin işareti vardı. Buradaki durum ise farklıdır.[71]

 

(216) "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kihndi. Olur ki hoşunuza gitmeyen şey sizin için hayırdır ve yine olurki sevdiğiniz şey sizin için şer olur. Allah bilir siz bilmezsiniz."

Bazen bize iyi gibi, hayır gibi görünen şeyler neticede şerre sebep olabilir.Bununla birlikte şer gibi görünen şeylerin sonunun da hayır ile bittiği, hayır getirdiği olabilir. Mesela kimse ilaç içmeyi sevmez ama bu­na rağmen içeriz. Niçin? Hastalıktan kurtulmak için, yani istemeden be­ğenmeden yapıyoruz ama sonunda hayır geliyor. Gene bunun gibi şeker hastasına şekeri çok çok yedirirseniz hatta severek yedirirseniz, onu Öldürürsünüz. İyi birşey gibi görünenin sonunda da şer geliyor...

Allah (c.c.) de harp sizin için ve size göre kötü gelebilir zor görüne­bilir, zehir gibidir ama sizin için bir çok hastalığın tedavisidir diyor.

Körfez savaşının olduğu zamanlarda bir gazetenin profesör olan ve uluslararası olayları inceleyen bir yazarı diyor ki: "Bizler uzun uğraşılar sonucu Müslümanları batıya ısındırmıştık. Şimdi ise bu savaşla birlikte Müslümanlar batıya karşı yeni bir kinle yüklendiler, bilendiler. Şimdi bu kini silmek için bir 50 yıl daha çalışmamız gerekiyor." dediği doğrudur bu imansızın. Demek ki biz göremesek de Rabbimiz bize şer gibi göre-nen bir olayda bu imansızın ifade ettiği bir hayrı gizlemiştir.

Cepheye gitmek, savaşa gitmek iyi bir şey değildir,arzu edilmez. Di­nim de bu işi emretmez. Ancak dinin yayılması, insanların topyekün yer­yüzünde zulümden, işkenceden, şahsiyetsizlikten, iffetsizlikten, izzetsizlikten kurtulması için bunun da zaruri olduğu yerler vardır. Çünkü "İn­sanlar madenler gibidir."diyor Peygamberimiz[72] Bir kısım madenleri suyla ayrıştırmak mümkünken bir kısmını ateşle ayrış­tırmak gerekiyor. İnsanların da çoğu suyla yani yumuşaklıkla, güzel söz ve hareketle yola gelir, yumuşar ama bir kısım insanlar iyilikten anlamaz­lar. Bunlara da ateş yani harp gerekir. Muhammed İkbal Rahmetullahi Aleyh "Şeytan, günlerce beraber kaldığı halde peygambere iman etme­miştir diyor. Yani bir kısım insanlar vardır ki iman etmeyebilirler. Bu in­sanlar zulümlerine devam ederlerse dünyanın her tarafından akıtılan kan­dan Müslüman kendisini sorumlu hissedeceğinden o adamın zulmüne son vermek için kılıcı, silahı eline almak mecburiyetinde kalacaktır.

Allah herşeyi bilir. Siz ise hayrın gerisindeki şerri, şerrin gerisindeki hayrı görmeyebilirsiniz, buyuruyor Allah (c.c.)

Şairlerimizden Seyrani bu Ayeti şöyle tefsir etmiş: Yani Allah'ın Celal sıfatı ile cemal sıfatı gönül seçemez. Cemal sıfa­tını daha ziyade bize İyilikler sunar, Celal sıfatı ise bizi bazı imtihana tabi tutan, yani gönlümüzün eziyet duyduğu bazı şeyleri tecelli ettiriyor, ama bizler Celali, Cemali seçemeyiz. Yani başımıza gelen olayın sonunun hayır mı şer mi olduğunu bilemeyiz.

"Celâli, cemali gönül seçemez Nar'ı celâl nur'i cemale düşer Bir yerinden geçit bulup geçemez Nur'i cemâl nur'i celâle düşer"[73]

 

(217) "Sana haram ayı, ondaki savaşı sorarlar "Onda savaşmak büyük (günah)dır. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah ka­tında daha büyük (günah)dır. Fitne öldürmeden de beterdir. Eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa de­vam ederler. Sizden kim dininden döner ve o kafir olarak ölürse on­ların yaptıkları dünya ve Ahirettc boşa gitmiştir. Onlar ateşin yara­nıdırlar ve onlar orada ebedi kalıcıdırlar."

Haram aylar; Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu 4 ay Arap Cahiliyye döneminde ve daha sonraki dönemlerde "Eşhurul hurum" olarak kabul edilmiştir. Yani bu aylar öbür aylara nisbetle biraz da­ha önem verilen aylardır, bu aylarda harb edilmez.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.), Abdullah b. Cahş isimli halasının oğ­lu olan bir komutan mahiyetinde sekiz kişilik bir müfrezeyi keşif kolu olarak görevlendirmişti. Bu keşif kolu keşif amacıyla durumu kolaçan ederken Mekkeli müşriklerden bir kafileye rastlar. Yetkili olmadığı halde bu kafileye saldırılır ve onlardan bîrini öldürürler, diğerleri de kaçar, bu­nun üzerine Abdullah b. Cahş komutasındaki müfreze ganimet mallarını alarak Medine'ye döner. Bu durum sahabenin pek hoşuna gitmez. Hatta Peygamberimiz de hoş karşılamamıştı. Çünkü bunlara verilen emir ve görevin dışına çıkmışlardı. Nitekim kafirler "Muhammed'in adamları ha­ram ayda savaş yaptılar, adam Öldürdüler. Muhammed haram aylara ria­yet etmiyor. " şeklinde menfî ve aleyhte propagandaya başlamışlardır. İşte bu Ayetikerime bunun üzerine nazil olmuştur.

"Sana Eşhürul nurum (Haram aylar) daki harbi sorarlar. De ki: Bu haram aylarda savaşmak günahtır." Bize burada konuşma adabı da Öğreti­liyor. Demek ki imansızın ağzından bile çıkacak olsa haklı bir söz haktır, doğrudur, yeter ki haklı olduğu bilinsin. Bu takdirde kafirin sadece bu hareket veya sözü- tasdik edilir, kabul edilir.

Evet haram aylarda harb etmek büyük günahtır ancak "İnsanları Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'ın hürmetini kaldırmak, O Mescid- Haram'ın sakinlerini oradan sürüp çıkarmak (Yani Peygamberi ve ona uyanları Mekke'den sürerek Medine'ye hicrete mec­bur ettirmek) Allah katında daha büyük günahtır." Yani kafirler gelmişler diyorlar ki haram aylarda harp etmek günah değil midir? Evet günahdır, ancak sizlerin bizlere yaptığınız ve diğer insanlara ve şu anda da kendi nefsinize yapmakta olduğunuz şeyler daha büyük günahdır."Bu Filistinli çocuklarla da başa çıkılmıyor. Nedir bu çocukların yaptığı? Ellerinizdeki sapanı bıraksanıza....." diyorlar. Sözde mantıklı bir  iş yapmalarını bekliyorlar. Çocuğun gözlerinin önünde ana-babasmı benzin dökerek yakmışlar. Evini gözelerinin önünde yıkmışlar, tarlasını elin­den alıp bir İsrailliye vermişler. Çocuk bunu 7,8,9,10 yaşında yani de­vamlı görüyor. Siz olsanız ne yaparsınız? Dinim kişinin hakkını almasını, mülkünü korumasını, secde ettiği yer uğruna ölmesini şehadet olarak ka­bul ediyor.

"İnsanları dinden alıkoymak, adam öldürmekten daha büyük günah­tır. Yani evet benim ashabımdan biri adam öldürmüştür, günaha girmiş­tir, doğru! Tevbe edecektir, mallarınızı geriye iade edecektir. Ancak sizlerin yaptığı yani insanları dinden alıkoymak daha büyük bir günahtır.

Günümüzde de böyledir; Adam öldüren hapishaneye atılır. Evet in­sanları öldürmek kötüdür. Rabbim Nisa Suresi'nin 93. ayetinde bir mü'mini haksız yere, taammüden öldüren kimsenin bütün insanları öldür­müş gibi olacağını belirtiyor. Ama bir de bugün dünya çapında büyük devletlerin yaptıklarına bakalım: Bu devletler insanların imanını alarak onları Cehenneme gönderilecek, yakıt haline getiriyorlar. İmanlarını kay­betmeleri için televizyonlarıyla, basınlanyla tüm güçleriyle çalışıyorlar. Allah (c.c.) "Fitne" yani dinden alıkoyma, insanları imandan uzaklaştır­ma adam öldürmekten daha kötü bir olaydır diyor.

Bazı saf ve cahil mü'minler "bu batılılar iyi insanlar, İMFyi bize gönderiyorlar, paramızı nasıl kullanacağımızı, alış verişimizi nasıl yapa­cağımızı öğretiyorlar, bizim subaylarımızı kendi ülkelerinde eğiterek si-. lahlann nasıl kullanılacağım öğretiyor, onları modern savaş tekniğine gö­re yetiştiriyorlar. Onlara fazla düşman olmaya gerek yoktur." diyebilir­ler. Fakat Allah (c.c) Ayet-i Kerimede şöyle buyuruyor: "Eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle harp ederler."Şunu unutmayınız ki geceyle gündüzün mücadelesi nasıl devam ediyorsa, vü­cudumuzda yararlı mikroplarla, zararlı mikropların mücdelesi nasıl de­vam ediyorsa, dünya devam ettiği müddetçe iman-küfür, mü'min-kafir kavgası da devam edecek, son bulmayacaktır.

Batılı iki iHm adamı "Tarih Üzerine " adıyla kaleme aldıkları bir ki­tabın önsözünde şunları söylüyorlar: 3.000 Yılhk Dünya tarihi içerisinde harp edilmeden ancak ve sadece 35 yıl yaş anabilmiş tir. "Evet böyledir! Eğer bir yerde insan varsa ve henüz İslam'ın hakimiyeti tam olarak yerleşmemişse orada savaş olacaktır. Barışın yegane sağlayıcısı İslam'dır. Öyleyse bizde İslam'ın hakimiyetini tesis edelim... Çünkü, İslam'ın haki­miyeti sağlanırsa devletin başına geçen kişinin şahsi ihtirasları değil, Rabbimin Ahkamı geçerli oluyor. Eğer Rabbirnin Ahkamı geçerli olmaz­sa devletlerin başına gelecek olan şahısların ihtirası gündeme gelecektir. Tabii ihtiras ve şahsi mes'eleler araya girdiği zaman da harpler kaçınıl­maz bir hal alacaktır.

Kafirler, yukarıda da izah etmeye gayret ettiğimiz gibi bizleri dinimizden döndürmek için ellerinden gelen herşeyi yapacaklar. Peki başarılı olabilirler mi? Eğer Rabbim yazdıysa başarılı olmaları da mümkündür. Ancak Allah (c.c.) burada bizleri tekrar ikaz ediyor: "Kim dininden dö­nerse, irtidad ederse ve kafir olarak ölürse iste onların dünyada da, Ahi-reîte de amelleri boşa gitmiştir, iste onlar Cehennemin ashabıdır ve ora­da ebedidirler." buyııruluyor.

İmam Şafii Rahmetullahi Aleyh bu Ayeti kerimeyi tefsir ederken, der ki: Eğer bir adam dininden dönse, sonra Müslüman olarak tekrar dönerse yani tekrar Müslüman olursa bu şahsın Müslüman iken işlediği ameller kafir olması sebebiyle silinmemiştir, .sadece dondurulmuştur. Eğer kafirlikte devam etse ve kafir olarak ölse idi tüm kazandığı sevapla­rı kaybedecekti, ancak tekrar pişman olup da Müslümanlığa döndüğün­den Allah daha önce işlediği sevapları gidermez, silmez ve tekrar o şah­sın hayır hanesi işler. Bununla birlikte İmam-ı Azam Ebu Hanife Rahme­tullahi Aleyh ise Maide Suresi'nin 5. Ayetikerimesini bu ayete teyidat olarak gösteriyor. O ayette "Kim imani inkar edecek olursa, onun ameli boşa gider." buyuruyor. Yani kişi irşad ettikten sonra tekrar Müslüman olsa bile eski sevapları yazılmaz ama o insan yeniden Müslüman olmuş gibi sıfırdan başlar diyorlar.[74]

 

(218) "Şüphesiz iman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad yapanlar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah bağışla­yandır, esirgeyendir."

217. Ayette Müslümanların Mekke'den çıkartıldığını görmüştük. Bu­rada da üç grup insan var: Birincisi bu adamlar iman ediyorlar. Sonra ne yapıyorlar; hicret ediyorlar, yerinden yurdundan, vatanından dostlarından eşinden, ahbabından ayrılıp gidiyorlar. Bir kısım sahabenin hanımı Mek­ke de kalmış ve o sevdiği hurma bahçeleri, çoluk çocuğu, dostları yakın­ları, işi-gücü, ticareti dükkanı kalmış, onları bırakıp Medine'ye hicret et­miş. Peki acaba bu insanlar ne amaçla bu zorluklara katlanıyorlar. Bir insan uzun zaman yaşadığı, beslendiği yerden ayırabilmeniz için çok cazip tekliflerde bulunmanız gerekir. Düşünün, mesela bir insanın bir dükkanı vardır, Babasından kaldığı için devam edip gidiyordur. Şimdi bu adam bu dükkanı kapatıp başka bir iş sahasına atılabilmesi için yeni işin veya iş alanının kapatacağı işten, dükkandan daha verimli, kazançlı olması gere­kir. Bunlar yani iman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini umarak hicret ediyorlar, Allah'ın rahmetim umarak ci­had ediyorlar. Allah (c.c.) "Allah affedici, bağışlayıcıdır." buyuruyor.

Birçok ayette, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad eden mü'minlerden bahsedilir. Burada can veya mal zikredilmeden sadece Allah yolunda mücadele edildiği anlatılıyor. Bu da insanın, mü'minin sa­hip olduğu herşey ile cihad ettiğine işarettir: Malı, canı, parası, diploma­sı, makamı yani sahip olduğu herşeyi Allah yolunda harcamak demektir bu.

Günümüzde bir takım çok iyi niyyetli Müslüman kardeşlerimiz me­sela ortaklaşa bir işletme kuruyorlar ve diyelim ki üç kişiler ve hissenin % 30 olarak toplam % 90'ım kendilerine alıyorlar ve geri kalanı yani %10'u da davamız için ayrılsın diyorlar. Bunlar çok iyi niyetli olmalarına rağmen herhalde gözlerinden kaçıyor; kârın % 90'ım kendilerine %10'unu davalarına ayırıyorlar. Halbuki Allah (c.c.) "Canlarıyla, malla­rıyla, cihad ederler." buyuruyor. Yani maim "bu kadarı" diye herhangi bir işaret ne Kur'an'da ne de sünnet-i seniyye de yoktur, zaruri olarak veril­mesi gereken zekat vardır. Bundan sonra gelecek olan ayetteki gibi sadaka'ya gelince o da var olanın içerisinden ihtiyacın alındıktan sonra geri kalanının verilmesi anlamına geliyor ki birazdan incelemeye gayret ede­ceğiz.

Kur'an'da müşrikleri anlatan ayetlere dikkat edersek onların Allah'a tam olarak inandıklarını, bazılarımızın zannettiği gibi tamamen inançsız olmadığını görürüz. Nitekim bir Ayetikerimede bu olay şöyle anlatılır: "Onlara yeri göğü kim yarattı desen, Allah yarattı derler." (Lokman 125). Bugünde bazı etkili ve yetkili kişiler mesela televizyonda konuşurken "İnşaallah, Maşaallah, Allah'ın izniyle " gibi kelimeleri kullanınca bu ki­şilere gıpta ile bakıldığı ve özenildiğini görüyoruz. Ancak bunların da  Mekke müşriklerinden çok büyük farkları yoktur. Çünkü Ebu Cehil de bunlar gibi söylüyordu ama onlar diyorlardıki "Allah var, yeri-göğü ya­ratmıştır, çiçeklerle donatmıştır ama bu insanların yönetimini bizim gibi insanlara bırakmıştır, yeryüzüne karışmaz O." İşte bu müşrikler Allah'a --yanlış da olsa- inandıkları için mallarını ayırırlar "ve "Şu Allah'a şu da putlarımıza " derlerdi, (En'am 136). Bizim Müslüman kardeşlerimiz de -çok iyi niyetli olmalarına rağmen- mallarının veya kârlarının bir kısmını kendilerine, bir kısmını da Allah'a ve Allah yoluna ayırıyorlar, ancak bu, dediğimiz gibi yanlıştır, Müslümanm malı gerektiği zaman ve yerde tü­müyle Allah yoluna adanmalıdır. Allah (c.c.) "Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad ederler." buyururken belli bir oran belirtmiyor ve he­men sonraki ayete bakıyoruz:[75]

 

(219) "Senden içki ve kuman sorarlar. De kî: "O ikisinde hem büyük günah hem de insanlar için faydalar vardır. İkisinin günahı ise faydalarından daha büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini sorar­lar. De ki: Artanı. Allah böyleee ayetleri size açıklar, umulur ki dü­şünürsünüz."

Bu ayet,içki hakkında ilk nazil olan ayettir. Daha içki yasaklanma­mış, yalnız soruluyor: "Ya Resulellah bu neyin nesi? İçiyoruz biz bunu, kendimizden geçiyoruz,sarhoş da oluyoruz. Abuk subuk laflar ediyor, hatta kavgalar bile ediyoruz, bu nedenle Eşimize çocuklarımıza iyi dav­ranmıyor, içki yüzünden komşularımızla kötü olabiliyoruz, deliler gibi sokaklarda bağırıp çağırıyoruz."

Buna cevap olarak inen ayette içkinin faydasından da bahsedilmiş. Tefsirler başlıca faydasının ticari açıdan olduğunu yazarlar. Mesela Fran­sa'nın ihracatının büyük bir kısmını bugün içki ticareti oluşturmaktadır. Ayrıca tefsirlerde diğer bazı faydalarından bahsederken insanı uyuşturduğundan, çakırkeyf hale getirdiği böylece dertlerini unutturduğu, hazmı kolaylaştırdığı belirtiliyor. Faydaları bunlar!!! Evet faydası var, Kur'an çok az bir fayda da olsa bunu inkar etmiyor, ama faydasının yanında gü­nah ve zararı faydasından kat kat fazla.....

Dikkat ederseniz zaten bu ayet-i kerime içkiyi direkt olarak yasakla­mıyor, ancak bu ayetten içki içmenin hoş olmadığını anlayan sahabeler­den bir kısmı içkiden vazgeçmişler ve "Allah'ın muradı, iradesi bizim bu­nu içmememiz doğrultusundadır. Bizi uygun bir dille vazgeçirtmek isti­yor" diye düşünmüşler. Diğer bir kısmı ise henüz Allah'ın içkiyi yasak et­mediğini iddia ederek hem namaza, hem cihada hem de içki içmeye de­vam etmişler. Derken, bu defa Nisa Suresi'nin 43. Ayeti nazil oluyor: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar, sarhoşken namaza yaklaşmayınız." Bu ayetten dolayı da gene bir kısım sahabe içkiyi bırakmış bir kısmı ise an­cak içilince namaza zarar vermeyecek vakit olan yatsı namazının kılın­masından sonra içmişler,içmeye devam etmişler. Çünkü yatsı namazın­dan sonra içki içip de yattıklarında sabah namazına kalktıklarında sarhoş­lukları kalmıyordu,dolayısıyla bunun için de içkiyi içmeye devam ediyor­lardı.

En son olarak da Maide Suresi'nin 90. Ayeti nazil olmuş ve içki ve kumarın kesin olarak haram olduğunu, Şeytanın insanlara öğrettiği bir pislik olduğunu haber vermiştir.Allah bu ayette içki ve kumardan kesin olarak kaçınmamızı emretmekte, istemektedir. Bunun üzerine münadiler Medine sokaklarına çıkarak -bugünkü televizyon ve basın yoluyla olduğu gibi- içkinin kesin olarak yasaklandığını ilan etmişler. Ondan sonra da sa­habe ağzına bir damla bile içki almamıştır. Zaten sahabenin büyüklüğü ve faziletli olması da buradan kaynaklanmaktadır; bir işin haram olduğu kesinlik kazandığı anda sahabe anında vazgeçmiştir. İçki olayında da ev­lerinde küpler dolusu bulunan içkileri Medine'de sokaklara boşaltmışlar­dır, başka bir tevil yoluna sapmamişlardır.

İçki yasağında olduğu gibi bazı alışkanlıkları tedrici olarak yasakla­mak, ortadan kaldırmak en sıhhatli yoldur. Kur'an da bu yoldan hareket etmektedir. Yani hemen içki yasaklanmamış ve önce içkinin zararından bahsedilmiş, ikinci Ayeti kerimede namaz vakitlerinde içki içilmemesi emredilmiş» ayıkken namaz kılınması, sarhoşken namaza yaklaşılmaması istenmiş. Böyle olunca insanlar yavaş yavaş kendilerini içki içmemeye alıştırıyorlar. Mesela sigara içenlere, sigarayı bırakmaları için nasıl azalt­maları, birden bırakmaları tavsiye ediliyor, bu.da ona benziyor. Ayetler de içkiyi önce azalttırmışlar, sonra da gelen kesin bir emirle bıraktirmıştır... Yoksa insanlardan bir anda, birden,çok şey beklemek olmaz, bu fıt­rata aykırıdır.

Benim imamlık yaptığım bir şehirde yönünü kıbleye dönmeyen bir adam vardı, zamanla namaza başladı, şimdi bilgisi o şehrin müftüsünün bilgisinden iyidir. O arkadaşın hanımı açık olduğu için üzülüyordu. Ben İstanbul'a geldikten sonra birgün ziyaretime geldi ve sevinerek hanımını da kapattığını, hanımının da tesettürlü hale geldiğini söyledi. Nasıl oldu­ğunu sordum,şöyle özetledi: Bu arkadaş hanımını güzelliğinden dolayı almış. Ancak kendisi namaza başladığında hanımına da namaza başlama­sını başını Örtmesini söylemiş, tabii hanımı razı olmamış. Bunun üzerine kocası, kendisini sevdiğini ama eğer başını örter ve dini kurallara göre yaşayacak olursa daha çok seveceğini, aksi halde sevgisinin azalacağını ima ettirmiş, hissettirmiş bunun üzerine kadın da hiç zorlanmadan, kendi kendine kapatmış başını ve namazına da başlamış.... Şimdi de uyumlu ve mutlu bir çift olarak İslami düsturlar çerçevesinde hayatlarını idame etti­riyorlar. İşte böyle gerek Allah (c.c.) olsun gerek O'nun dininin tebliğcisi Peygamberimiz olsun her zaman tedrici usul yolunu seçmişlerdir, biz de bu usulü kullanmaya gayret edeceğiz.

Fransa'da işçi kaldığım zamanlarda bir Fransız kadın vardı, arkadaş­larımıza İslam'la ilgili sorular sorarmış, arkadaşlar cevap veremiyorlar-mış, bana rica ettiler, kadınla görüştük. Görüştük ama kadınla konuşmak, anlaşmak, dinimizi anlatmak için doğru dürüst Fransızca konuşacak bir arkadaşımız yok. Ben de baktım ki başka çaresi yok, Muhammed Hami-dullah'm Türkçeye de "İslam'a Giriş" diye terceme edilen kitabını verdim ve bunu okumasını istedim. Kadın bize bu kitabı değil, ama İslam'ı anla­tan çok Fransızca kitap okuduğunu söyledi. Biz ona bildiğimiz yarım ya­malak Fransızca ile o kitapların İslam'ın yayılması için değil engellenme­si için yazıldığını asıl okunması gereken kitabın bu olduğunu izah etmeye gayret ettik.... Neyse, 1 ay sonra tekrar görüştük. Kitabın altını çizerek ve dikkatle okumuş, çok beğenmiş. Diğer kitaplardan çok farklı olduğunu söyledikten sonra bu defa rahatsız olduğu konuları bize anlatmaya başla­dı.... Dedi ki sizin itikadı ve imani mevzularınızı kabul ediyorum ama si­zin dininizde domuz etini yemek yasakmış, ben ise domuzu çok seviyo­rum, şimdi ne yapayım. Gene yarım yamalak bildiğimiz Fransızca ile ona dedikki; Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde "Namaz inhanı kötülükten alı-koyar." buyuruyor. Yani sen samimi olarak Müslüman ol, namazını kıl, ama haram olduğunu bilerek de domuzu yemeye devam et, înşaallah gö­receksin o samimiyetle kıldığın namaz seni kötülükten alıkoyacak ve za­manla kimse zorlamadan domuz etini de terkedeceksin. Nitekim inana­rak, içinden gelerek iman etti, namazını kıldı ve çok uzun olmayan bir süre sonra domuzu ve tüm kötülükleri de bırakarak Müslüman hanımların kolayca danışabileceği bilgili bir Müslüman oldu çıktı.... Yani bir şeyin mesela burada domuz etinin haram olduğu bilerek yapmak başkadır, bir de hem o kötülüğü işlemek ve hem de haram olduğunu bilmemek veya helâl kabul etmek başkadır, bunlar birbirinden ayrı ayrı şeylerdir.. Çünkü , biri günahı gerektirirken, diğeri küfrü, imansızlığı gerektirir. Bizler de Allah (c.c.)'ün metodunu yani tedrici metodu uygulamakla görevliyiz, in­sanlara İslam'ı böyle anlatmalıyız.Bazı kardeşlerimiz diyebilirler ki: "O zaman Kur'an peyderpey nazil oluyor emirler indikçe, Müslümanlar için hüküm haline geliyordu, şimdi ise Kur'an tamamlanmıştır, biz tüm Kur'an'dan ve emir ile yasaklarından sorumluyuz." Bu iddia doğrudur, ama mesela size bir kafir gelse ve bana İslam'ı anlat, Öğret dese siz ne yaparsınız? Ona peyderpey öğretirsiniz değil mi? Bu da böyle.... Yani evet bir anda "Kur'an'a iman ettim" diyor, ama bir anda bunların yani Kur'an'daki emir ve yasakların hepsini uygulanmasını istemiyorsunuz.

İngiltere'de olmuş olan bir olayı sizlere aktarayım. Mesela adam Müslüman oluyor ve o gün namaz kılacak, bununla birlikte ezberinde bir Kur'an Ayetide yok. Ne yapacak? Mesela İhlas Suresi'ni karşılarına alı­yorlarmış ve namazda onu okuyorlarmış. İlmihallere bakarsanız bu caiz değildir, doğru caiz değil ama bu yeni Müslüman olan adam ben namazı geçirmek istemiyorum kılmak istiyorum demiş ve bunun üzerine İngilte­re'deki Müslüman kardeşlerimiz de okuyacağı sureleri adamın namaz kıl­dığı yerin karşısına koymuşlar ve adam onu okuyarak namaz kılmış.

"Sana ne kadar infak edeceklerini sorarlar." Allah (c.c.)1 Rasulullah'a sorulan soruya cevap veriyor: "De ki: İhtiyaçtan fazlasını infak edin."                                                                                        .

Mesela sizin evinizde bir çuval şekerle, bir çuval un var ve çok bü­yük bir kıtlık yaşanıyor..,.. Siz evinizde rahatça bu erzakları yiyebilir sak­layabilir misiniz? Sağda, solda, altta, üstte komşularınız açken bunu. ya­pamazsınız.... Ayeti kerimede işaret olunduğu üzere ihtiyacımızdan fazla­sını infak etmek gerekiyor.. Tabii bu nafile ibadet olan sadaka için geçerli birşey... Farz olan zekat için ise ölçü 40/1'dir.... Peki bundan fazlasını ve­rebilir miyiz? Evinizin, çoluk çocuğunuzun ihtiyacının dışındakiler! ver­mek dinimizin tavsiye ettiği en büyük iyiliklerden birisidir, en güzel ibadetlerindendir. Bunun dışında öyle bir şirket kuralım ki, bu şirketin işle­teceği şu şu dükkanların gelirleri islam için, şu dükkanların gelirleri de ortaklar için dersek bu doğru değildir, yanlış bir yoldur. Asıl olan tüm dükkanların, işletmelerin gelirlerinin ortaklar arasında bölüşülmesi ve ama gerektiğinde, lazım olduğunda, istendiğinde de gerekirse tüm malla­rımızı bir kısmını değil tümünü- İslam yolunda harcamaya, vermeye ha­zır olmalıyız.

"İşte Allah sizin için ayetlerini böylece açıklar. Ola ki düşünürsü­nüz." Allah (c.c.) önce bizlere müşriklerin menfi propagandasını anlattı, sonra mü'minlerin imanını, hicretini, cihadını, ardından içki ve kumarın zararı ile infakı anlattı. Zaten ileride de gelecek Bakara Suresi'nin 260 ila 274. ayetlerinde hem cihad ve hem de infak ayetleri ardarda gelir ve bu ayetler 3 sayfa tutar. Bu ayetlerin de birbirleriyle sıkı bağlantısı vardır.[76]

 

(220) "(Umulur ki) Dünya ve Ahiret hakkında (düşünürsünüz). Sana yetimleri de sorarlar. De ki: Onları yararlı hale getirmek haysrdır. Eğer onlarla karışırsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgunculuk yapanlarla düzeltenleri bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah güçlüdür, hüküm sahibidir."

Kur'an-ı Kerim'de yetimler hakkında birçok ayet vardır.... Mesela Ni­sa Suresi'nin 10. ayetinde yetimlerin mallarını haksız yere, zulmederek yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları belirtilir. En'am Suresi'nin 150. Ayeti ile İsra Suresi'nin 34. ayetinde "yetimler ergenlik çağma gelinceye kadar mallarına ancak iyi bir şekilde yaklaşınız" yani İslam'ın koyduğu kurallar içerisinde yaklaşınız, buyuruluyor. Sahabeler bu ayetleri oku­muşlar ve Efendimiz'e soruyorlar: Ya Resulellah! Bende yetim ve yeti­min malı var. Kendisi yönetecek durumda değil, ben yönetiyorum yani velilik veya vasilik yapıyorum, dolayısıyla da bu malı çalıştırıyorum. Böyle olunca da mesela onun hurma bahçesinde bazen hurma yediğim oluyor. Ama Ayette yetim malı yiyen karnına Cehennem ateşi doldur­muştur, diyor, ancak bundan kaçınmak mümkün değil, ne yapsam? Allah (c.c.) cevap veriyor: "Onlar için ıslah, yani işlerini düzeltme sizin için daha hayırlıdır. Eğer siz onlarla karışırsanız, onlar sizin kardeşleriniz­dir. Allah bozgunculuk yapanla, düzelteni bilir." Yani Allah her ikisini de bilir: Yetimin malıyla kendi malını iyi niyetle veya kötü niyetle kimin karıştırdığını ve karıştırış gayesini iyi bilir! Mesela kişi yetimin malını gözetirken, yönetirken onun malından da öğle yemeğini yedi, hiçbir art niyeti yok, bu günah değildir, Allah (c.c.) buna izin vermiş ama adam ye­timin malını yönetirken, kendi malımı verniyeyim de yetimin malını yi­yeyim derse Allah bunu bilir ve bunu zaten bozguncu olarak niteliyor.

Yetim ise babası ölmüş ve henüz buluğ çağına ermemiş erkek veya kız çocuğuna derler. Eğer baba hayatta olmakla birlikte kaybolmuşsa ve­ya çocuklarına bakmıyorsa, bu çocuklar da hükmen yetim sayılır. Bunla­rın malları topluma emanet edilmiştir. Dedesi, amcası gibi en yakın kişi­ler onun mallarına veli veya vasi olurlar, bunlar da yoksa İslam Devleti onun vasisidir. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) "Velisi olmayanın velisi benim (İslam Devletidir)." buyurmuşlardır[77]. İslam Devletinde herkesin mal, can,mesken emniyeti, devlet tara­fından garanti edilmiştir.

Bu Ayeti şöyle de yorumlayabilir, tefsir edebiliriz: Mesela Kur'an Kursları veya İmam-Hatip Liseleri var, yatılı, buralarda 150-200 talebe için yemek çıkıyor. Tabii orada yemeği yapan veya çalışan da yemekten yiyor, acaba bu haram olur mu? Eğer o kişi dışarda yemek yemeye gitse, belli bir vakit kaybı olacak ve belki o kursun veya lisenin işleri kalabile­cektir, dolayısıyla kötü niyetli artniyetlr olmamak şartıyla oradan yemek yemek haram olmaz. Ancak eğer bu yemekten evime de götüreyim, ai­lem de, çoluk çocuğum da yesin derse işte bu haram olur, çünkü burada artniyet vardır.

"İfsad edenle, ıslah edeni Allah bilir." Yani bozguncuyla düzelteni Allah bilir ve onların içlerine göre onlara muamele eder.

"Allah dilemiş olsaydı sizin işlerinizi zorlaştırırdı." Ama, "Allah sizin için kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil."[78] Din kolaylıktır, zorluk değil. Allah bu işinizi de kolaylaştırmak için onla­rın, yetimlerin malları ile mallarınızı karıştırmada sizin için bir sakınca yaratmadı. Diyelim ki yetimin babasından kalan 1 milyonu sizin de 9 milyonunuz var yetimin parasıyla karıştırıp bir işyeri açıp bunun 10/1 ye­time 10/9 kendinize olacak şekilde iş yapabilirsiniz. Baliğ olduktan son­ra da yetime malını teslim edersiniz, kendi malınızla ayırırsınız. Yani mallarınızı karıştırmanızda bir zorluk ve sakınca yok ama ayrı tutarsanız zorluk vardır.

"Allah herşeye gücü yetendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Günü­müzde kanunlar yetim malına fazla^ riayet etmemektedirler. Meselâ yeti­min 1 Milyonu varsa bunu bankaya yatırıyorlar ve yetim 18 yaşına gel­dikten sonra diyelim ki 15 sene sonra yetime faizleriyle birlikte veriyor­lar. Ama tabii bu faiz parayı korumuyor. Aslında böyle yapılacağına o para bir ortaklığa yatırılabilirdi, ama faize yatırılarak, bankanın parayı yemesi ve dolayısıyla da erimesine göz yumuyorlar ki bu da yetimin hak­kını yemenin bir türüdür.[79]

 

(221) "Putperest kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. İman eden bir cariye, putperest bir kadından -bu putperest her ne kadar hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Putperest erkekleri iman edinceye kadar nikahlamayın. İman eden bir köle, putperest bir er­kekten bu sizin hoşunuza gitse de- daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağı­rırlar, Allah ise izniyle Cennete ve mağfirete çağırır. O ayetlerini in­sanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret alırlar."

Bu ayet müşrik kadınlarla evlenmeyi, Müslüman erkeklere yasaklamıştır. Alimlerimiz "müşrik (putperest) kadınlar" ifadesinin Hristiyan ve Yahudileri kapsamadığını söylerler. Çünkü Maide Suresi'nin 5. Ayetike-rimesi ehl-i kitap kadınlarla evlenmeye ruhsat vermektedir. Bu ayet de onu tahsis etmiştir, müşrikler içinden ehl-i kitap olanlar istisna edilmiştir. Buna göre Müslüman erkekler Yahudi veya Hristiyan kadınlarıyla evle­nebilirler. 4 mezhebin fetvası da bu şekildedir.Müşrik kadınlardan kasıt o zaman için ineğe, puta, Budaya, ateşe v.s. ye tapanlar. Bugün ise ben ko-ministim, ben ateistim diyenler bu kategoriye dahildirler. Yani böyle inancı olan bir kadınla evlemek haramdır. Bununla birlikte bir Hristiyan veya Yahudi kızla evlenebilirsiniz.

Dinim, iman eden bir cariyeyi, putperest ama güzel, ve alımlı bir ka­dından daha üstün tutuyor; dinimin cariyeye verdiği değere bakınız! Evet dinim kölelik ve cariyeliği kabul etmiş ama bunun toplumun bir alışkan­lığı olduğu için hemen terkedilemeyeceğini kabul ettiğinden dolayı, baş­ka bir yola giderek, en büyük sevabın cariye ve köle azad etmek olduğu­nu da sık sık tekrarlamış tu. Yapılan bir araştırmaya göre Peygamberimiz ve ashabının azad ettiği köle sayısı 60 bin kadardır. Bunların içinde Efen­dimizin azad ettiği köle ve cariye sayısı 63 tane.... Neredeyse yaşı ile orantılı, yani her yıl 1 köle azad etmiş sanki....

Günümüzde köleyi insan saymayan medeniyet  nerde, köleyi, cariye yi müşrik bir kadın ve müşrik bir erkekten üstün tutan dinim nerde...

Ayetler müşrike kadınlardan bahsettikten sonra müşrik olan erkekle­re yöneliyor: "Müşrik erkekler ile de kadınlarınızı nikahlamayınız, iman edinceye kadar." Müşrik bir erkek Müslüman bir kıza talip olmuş. Maka­mı, mevkii, maaşı, yakışıklılığı ne derecede olursa olsun, iman edinceye kadar kızımızı ona vermeyeceğiz. Hatta Müslüman Hanımefendilerin bı­rakınız müşrik erkekleri, ehl-i kitap erkeklerle evlenmeleri bile caiz de­ğildir. "Her ne kadar hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." Yani ateist, komünist bir devlet başkamndansa imanlı bir köle daha değerlidir, daha hayırlıdır. Dinim hiçbir zaman müş­rikle mü'mini aynı kefeye koymaz.

Yahudiliği terkederek Müslüman olmuş ve Muhammed Es'ad adım almış Avustralya'lı bir gazeteci anlatıyor: "1920 yıllarında idi... Bir tren kompartımanında ben, Yunanlı bir tüccar ve orta halli bir Mısırlı üçümüz gidiyoruz. Ben Yahudi asıllı gazeteci olduğum için Yunanlı bana çok ilti­fat ediyor. Amerika'da tahsilini yapmış ve uluslararası ticaret yapıyor, Mısırlı da orta tahsilli ama iyi yetişmiş, ailesinden geldiği belli olan .sağ­lam bir İslami kültüre sahip.... Yunanlı, Mısırlıyı yüksek tahsili olmadı­ğından dolayı muhatap olarak almıyor ve bundan ziyade ona alçaltıcı bir

gözle bakıp bazen hakaret vari sözleri iîe dokundurmaya gayret ediyor.....

Derken söz müsamahadan açıldı... Müslümanların müsamahakar olmadı­ğını söyledi, delil olarak da dedi ki "Müslümanlar bizirn kızlarımızı alı­yorlar, dinleri buna müsaade ediyor, ama Müslüman kızlarını bizlere ver­miyorlar." Mısırlı buna şu karşılığı verdi: "Biz böyle yapmakla insanın yüceliğini, şerefini koruyoruz. Şöyle ki: Sizin kızınız bize gelin olur, Hristiyan olarak gelir ve bunun şahsiyeti, de dininden dolayı rencide edil­mez. Çünkü biz Hz. İsa'ya da inanırız, İncil'e de iman ederiz, imanımızın gereğidir bu. Yani sizin kızınızın inandığı peygamber ve kitaba  bizim evimizde hakaret edilmez, hor bakılmaz, inkar edilmez.... Ama bizim kı­zımız sizin evinize gelecek olursa orada şahsiyeti incinir, rencide olur. Çünkü sizler Kur'an'a iman etmiyorsunuz, bizim Peygamberimize inan­mıyorsunuz. Bundan dolayı hergün bir bahaneyle ya Kitab'a ya Peygam­berime hakaret edecek bizim kızımızı incitecek, şahsiyetini ezeceksiniz. İşte Allah bu adaletsizliği yasaklamak ve sizin kızlarınızın da bizde rahat edebileceğini bildiği için bu hukuku koydu." Yunanlı tabii buna bir cevap veremedi ve susmak zorunda kaldı."

Burada bu Mısırlı kardeşimiz bu ayetin hikmetini böyle tefsir etmiş, keşfetmiş... Allah Azze ve Celle birçok ayetin hikmetini bildirmemiştir bizlere. Hikmetleri bizler bulur çıkartırız, ama bizim buluşlarımız ve tespit ettiğimiz hikmetler de bizimle ve çağımızla sınırlı kalır. Mesela bundan yıllarca önce vaizler vaazlarında domuz etinin trişin denen bağırsak kurduna yol açtığı için Allah (c.c.) tarafından yasaklandığını söylüyorlardı. Pekala şimdi Avrupalı bulduğu bir ilaçla bu kurtları yok ediyor, bu halde domuz helâl hale gelir mi? Asla! Bizler Allah'ın ne hikmet murad ettiğini bilemeyiz. Bizim müslüman olarak vazifemiz Allah'ın yasak ve haram dediğini ibadet ve itaat kastıyla haram ve yasak kabul etmek, emir ve tavsiye ettiğini de işlemektir.

Gene de insanın aklına geliyor, acaba bu müşriklerle evlenmemenin hikmeti nedir? Bunun cevabını Allah veriyor; "Onîar sizi ateşe çağırırlar." Gerçekten bugün müşriklerin çağrılarına bakın ya bankaya çağırırlar faiz al derler, ya fuhuş gazetelerine çağırırlar fahişeleri tanı derler, ya köşeyi dön diye kumara ve üçkağıtçılığa çağırırlar, yani kısaca ateşe Cehenneme davet ederler insanları...

"Allah ise selam yurduna çağırır." Demek ki hayatımız boyunca iki davetçi ile karşı karşıyayız: Biri Cehenneme, ateşe çağırıyor, diğeri yani Allah (c.c.) de Cennete çağırıyor. Bizler de Allah'ın davetine icabet etmek zorundayız. Ayet devam ediyor: "Allah kendi izniyle Cennete ve mağfirete davet ediyor."

Hz. Ömer (R.a) bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak demiş ki "Ben halife isem, Müslüman erkeklerin de ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum." Bunun üzerine sahabeden bir kısmı "Nasıl olur? Kur'an müsaade ettiği halde sen nasıl olur da yasaklarsın?" diye sormuş. Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı vermiş: "Siz Müslüman erkekler bu ehl-i kitap kadınlarına yani sarışın oldukları için bunlara meylettiğinizden dolayı bunlarla evleniyorsunuz, Müslüman kızları bekar kalıyor, evlenemiyor. İşte bunun için bundan böyle Müslüman erkeklerin Ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum."

Aslında Hz. Ömer'in bu fetvası özellikle bizim Avrupa'daki işçileri­miz için tekrar gündeme getirilmeli... Çünkü adam gidiyor Almanya'ya Hollanda'ya orada sarışın kadınları görüyor ve nasılsa caiz diyerek evle­niyor, artık memleketine dönmüyor, sadece karısını çoluk-çocuğuna na­faka olarak bir miktar para gönderiyor ama Müslüman kadın burada mağ­dur oluyor.

Bir arkadaşım var şöyle anlatırdı: «Benim dedem Ermeni bir kızla evlenmiş. Tabii kendisi işte, güçte olduğu için Ermeni kız çocukları ken­di inancına göre yetiştirmiş ve dedemin etkisi evden parça parça silinme­ye başlamış. O Ermeni olan kız, yani ninem benim annemi öyle bir yetiş-tirmişki tam bir Hristiyan ve neticede bir Hristiyan delikanlı ile evlendir­miş, eğer Allah hidayet verip de beni Müslüman yapmasaydı, Hristiyan ana, Hristiyan baba, Hristiyan büyükanne, Müslüman dedenin Hristiyan torunu olacaktım»

Yani bir eve bir Hristiyan, Yahudi girdiği zaman, zordur, onu kontrol etmek. Sizi ateşe götürür, çocuklarınızı Cehenneme götürür. Nitekim bunların örneklerini yazık ki çok sık görmekteyiz. Ben güçlüyüm, Hristi­yan veya Yahudi kadınla evlenirim ama onları dinlemem, kendi dinimi yürütürüm, ben güçlüyüm diyenler kendilerini kandırmaktadırlar. Madem ki güçlüdürler o zaman güzelliklerine, sarışınlıklarına meylettikleri Av-rupa'lı kadınlarla değil de bu memleketin insanı olan Müslüman anneden Müslüman babadan dünyaya gelen Müslüman aile evladı kızlarla evlen­sinler. Peygamberimiz (a.s.v.) "Kadın 4 şeyi için nikah edilir." buyuru­yor: "Malı, güzelliği, zenginliği ve dini için. Siz.dini güzel olanı tercih ediniz." Tabii dini güzel olduktan sonra diğer özellikleri de yerinde olur­sa o zaman güzelin de güzeli olur. Ama öncelikle dininin bütünlüğüne güzelliğine bakmak gerekiyor. Çünkü mal azdırabilir, güzellik yok olabi­lir, soy kibİre sebep olabilir ama din daima güzelliğe meylettirir insanı...[80]

 

(222) "Sana kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki: "O bir eza­dır. Aybaşı halinde iken kadınlarla cinsi münasebetten ayrılın. Te­mizleninceye kadar (cinsi temas için ) onlara yaklaşmayın. Temizlen­dikleri zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever. Temizlenenieride sever."

Aybaşı dediğimiz kadınların adet görmesi olayı enaz 3 gün en fazla 10 gün sürer diye Hanefi fıkhında belirtilmiştir. Eğer kanama 10 günden fazla olursa o aybaşı değildir, başka bir hastalıktan dolayıdır.Yahudiler, kadın aybaşı olunca onlarla yemeklerini ayırırlar, aynı sofraya oturmaz-larmış, aynı yatakta yatmazlarmış, hatta odalarını bile ayırırlarmış.[81] Yahudilerde adet bu olduğundan, Yahudilikten Müslümanlığa dönen, hidayete eren Yahudiler İslam'ın bu konudaki hükmünü öğrenmek istiyorlar. Allah ayetle onlara cevap veriyor: "Onlara de ki: Bu bir eziyettir. Hayız müdde-tince kadınlardan uzak durunuz. Temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın, temizlendikleri zaman Allah size nasıl emretmişse onlarla o şekilde tekrar cinsel ilişkide bulununuz. Allah çok tevbe edenle­ri, çokça temizlenen kişileri sever."

Kadın aybaşı halinde iken, kocası cinsi temas hariç kadının diğer özelliklerinden yararlanabilir, yani öper, okşar, kucaklar v.s. Ancak cin­sel ilişkide bulunamaz. Hayız tamamen bittiği halde kadın henüz temiz­lenmemiş yani gusül abdestini almamış olsa bile cinsi münasebette bulu­nabilirsiniz, ama tabii yıkandıktan sonrası elbette daha iyidir. Hanefi fık­hı cinsel ilişki için yıkanmayı vacip görmemiştir, yıkanmadan da cinsel ilişkide bulunabilirsiniz....[82]

 

(223) "Kadınlarınız size tarladır. Tarlanıza dilediğiniz gibi gelin Kendiniz için önden (iyi şeyler) gönderin. ÂHah'dan sakının ve bilin-ki mutlaka O'na kavuşacaksınız, Bunu mü'minSere müjdele."

Medine etrafındaki Kaynuka, Ben-u Nadr, Ben-i Kureyza Yahudileri var. Bu insanlar diğer komşularına göre kültürlü insanlar. Diyorlar ki: "Cinsel ilişkide tek bir şekil vardır: Kadın altta olacak erkek üstte. Bunun dışında kadınla cinsi münasebette bulunulmaz. Bulunulursa çocuk şaşı doğar."[83] Mekke'den Medine'ye göç eden Mekke'li erkeklerin Medine'li kadınlarla evlenmeleri olmuş. Tabii :   Medine'li kadınlar bu söylentilerden etkilenmişlerdir. Kadınlar sadece bu şekilde cinsel ilişkide bulunmak istediği halde Mekke'li erkekler değişik şekillerde ilişkiye girmek istiyorlarmış. Yani aynı yerden ama değişik po­zisyonlarda yaklaşmak istiyor karısına... Tabii kan ile kocası arasında ih­tilaf olunca durumu Peygamber Efendimiz'e arzetmişler. Efendimiz'e bu ayet nazil olmuş: «Kadınlarınız sizin tarlamzdır. Tarlanıza istediğiniz yönden giriniz.» Yani burada cinsel ilişkide varılacak yer aynıdır, çünkü tarla orasıdır, çünkü tohumu değerlendirecek oîan yer kadının Ön tarifidir, arka tarafı değil. Bu konuda gelen hadis-i şerifler de kadına arkadan yak­laşanların îivata yapmış olduğu belirtilmiştir, yasaklanmıştır. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam «Allah'a ve Ahiret gününe iman edçn erkekler kadınlarına arkadan yaklaşmasınlar» demiştir, Ama ön taraftan olmak kaydıyla İstenilen pozisyonda gelinebilir, belirli bir şekil yoktur, iki tara­fın rızasıdır önemli oîan.

Dikkat ettinizmi vallahi yatakta hanımımızla nasıl yatacağımızı, ka­pıyı nasıl çalacağımızı, devleti nasıl kuracağımızı ve yöneteceğimizi öğ­retir bizim Kitab'mız.!!!!

"Kendiniz için iyi şeyler takdim ediniz, Allah'dan sakınınız, iyi bili-nizki siz O Allah'a kavuşacaksınız. Mü'minleri de müjdele...! Mü'nıinler imanlarıyla, amelleriyîe Rabbinin huzuruna varacaklar, Rabbimle karşıla­şacaklarından dolayı bu kavuşma olayını mü'minlere müjdele diyor Allah[84]

 

 (224) "İyilik yapmanız, (kötülükten ) sakınmanız ve insanların arasani düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel yapma­yın. Allah işiticîdir, bilicidir."

"Vallahi anamla bundan sonra konuşmayacağım, billahi babamla bundan gayri görüşmeyeceğim, tallahi bundan sonra senin evine gelme­yeceğim" gibi şeyler söylemeyin, yemin etmeyin. Çünkü burada bir hayrı engelleme bir ziyaretleşmeyi kesme olayı var ve bunun delili olarak da engeli olarak da Allah'ı koyuyorsunuz, çünkü Allah adına yemin ettiniz... Rabbim sakın böyle birşey yapmayın diyor.

"Allah herşeyi işitendir, Allah herşeyi bilendir." Diyelim ki, bu yap­mamanız gereken yeminleri yaptınız. "Kardeşimle konuşmamaya, Valla­hi de, Billahi de, Tallahi de hatta evine bile gelmeyeceğime yemin ettim." Bu yemin bozulur mu? Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bildirir ki bu yemin bozulur bozulması hayırlıdır. Nasıl olacak bu? Yemininiz bozacak, keffaretinizi vereceksiniz ve sanki hiç yemin etmemiş gibi hayatınıza devam edeceksiniz. Allah (c.c.) yeminlerin ahkamını bizlere Maide Suresi 89. ayet'inde bildirmiş.[85]

 

(225) "Allah sizi yeminlerinizdeki boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ancak, kalplerinizin kasîctdiğinden sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, Halimdir."

Yeminlerinizdeki lağv yemininden dolayı Allah sizi Ahirette hesaba çekmez.

Ancak, kalplerinizin kazandığından dolayı hesaba çeker, yani iç ni­yetiniz esastır burada, söyleme kastınız dikkate alınır. Allah affedicidir, Allah ilim sahibidir.

Hanefi Fakihleri yemini 3'e ayırırlar: Yemin-i Lağv, Yemin-i Gamus, Yemin-i Münakıd....

Birşey sizin bildiğiniz gibi değildir, ama mesela siz o olayı öyle zan­nettiğiniz halde başka türlüdür ve siz bu olay böyledir, şöyledir diye ye­min ettiniz, yani bir şey sizin bildiğiniz gibi olmadığı halde siz öyle oldu­ğunu zannederek yemin ediyorsunuz, işte bunun için yapılan yemine ye­min-i lağv deniliyor. İşte Rabbim sizleri bu yanlış zannmıza dayanarak yaptığınız yeminden dolayı hesaba çekmeyecektir.

Ama yemin-i münakide dediğimiz yemin şekli böyle değildir. Çünkü bu yemin türünde vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım vs. şek­linde geleceğe dair yemin ediyorsunuz, bu yemininizi ifa etmez, yerine getirmezseniz, bundan dolayı hesaba çekileceksiniz. Ama eğer yemini yapmamanız, yerine getirmemeniz yapmanızdan daha hayırlı ise hadis-i şerifte yeminin bozularak keffaret. verilmesi tavsiye olunuyor, nitekim ayette de Rabbimiz "Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel yapmayın."[86] buyuruyor. Mesela anamla babamla konuşmayacağım, şu müslümana gitmeyeceğim, gelmeyeceğim diye yemin etmişsek hemen yeminimizi bozup keffaretini verelim. Keffaretin şekli ve Ölçüsü Maide Suresi'nde gelecek. Biz burada özetleyelim: Öncelikle kefaret olarak var­sa, köle azad edilecek. Ancak günümüzde bu imkan olmadığı için ikinci seçeneğe geçiyoruz; 10 fakiri giydireceksiniz, yani elbise alacaksınız. Bunun da ölçüsü mesela bir pantolon bir gömlek bir de ceket alınacak, ta­bii gücünüz yeterse.... 10 fakiri giydirmeye gücünüz yetmiyorsa 10 fakiri doyuracaksınız, eğer ona da gücünüz yetmiyorsa yani en son seçenek ola­rak da 3 gün ardarda oruç tutacaksınız.[87]

 

(226) "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer dönerlerse şüphesiz Allah bağışlayandır,  esirgeyendir."

Bu ayet Cahiliyye dönemi Araplarının bir adetine temas ediyor. Ca-hiliyye döneminde insanlar hemen her işe yeminle başlarlardı. Hatta bize kadar ula,şan Cahiliyye dönemi şairlerinin şiirlerine baktığımızda görürüz ki onlar bile şiirlerine yemin ederek başlıyorlar. Bu yemin olayı hayatla­rına o kadar sirayet etmiş ki hatta.hanımına sinirlenen "seninle münase­bette bulunmayacağım, seninle aynı yatağa girmeyeceğim" diye yeminler ederlermiş. Ama tabii bu yeminlerde süre belirlemek serbestti. Yani Araplar mesela karısına ben sana 5 sene yaklaşmayacağım dediğinde ger­çekten de 5 sene yanaşmazlarmış, yani yeminlerini de tutarlarmış. Her ne kadar yemin eden adam karısıyla yatmıyorsa da başka kadınlarla ihtiyacı­nı giderdiğinden burada mağdur durumda kalanlar kadınlar olmakta idi. Boşansa kocası boşamadığından geçerli olmuyor yani çok mağdur du­rumda kalıyorlardı. İşte Adil olan Allah (c.c.) bu haksızlık ve zulmü gi­dermek için mezkur olaya bir hukuki statü getirmiş. Buna göre hanımlarıyla yatmama konusunda yemin eden kişi ne kadar süre tayin ederse et­sin, bu süre en fazla 4 ay olabilir, yani sınır 4 aydır. Bu süreyi geçemez, aşamaz. 4 ay sonunda da talak-ı bain meydana gelir. Tekrar aileyi işlerini düzenlemeleri, düzeltmeleri için kadının rızası şarttır yalnız. Yani diye­lim ki erkek yemin etti ve 4 ay karısına yanaşmadı, burada talak-ı bain meydana geliyor, bununla birlikte erkek tekrar karısına dönmek istiyor, karı koca ilişkilerinin devam etmesini istiyor, işte bu devamiyet için karı­sının erkeğini kabul etmesi şarttır, kabul ederse ailevi ilişkileri devam eder, ama kadın erkeğini kabul etmezse bu defa otomatikman boşanma meydana gelmiş olur, çünkü burada hata erkeğindir, erkek kabahatlidir. Eğer kadın erkeğini kabul etmez ve boşanma meydana gelirse bundan sonra Ölene kadar dul kalmak veya başka bir erkekle evlenmek kadının seçeceği haklardandır, bu hususta şöyle şöyle yap diye kimse kadını zor­layamaz.

"Eğer dönerlerse" "Allah affedicidir, merhamet edicidir." Yani yemin edenin yeminden dönmesi tercih ediliyor. Yeminden dönsün am­ma tabii keffaretini de verecek. Buradan anlıyoruz ki İslam insanoğlunu boş bırakmamış ve ağzından çıkacak her söze dikkat etmesini istemiştir.

İnsan her şeyi söylemeyecek, vaad etmeyecek, vaad ettiyse ya yerine ge­tirecek veya keffaretini verecek, vaadinden dönerse bu münafıklık ala­metlerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte iyilikleri yapmama, iyiliklere engel olma konusunda yemin varsa bunun bozulması, yani bu vaadin yerine getirilmemesi daha evla, daha iyidir. Bu yeminler­den mutlaka dönmelidir.[88]

 

(227) "Eğer boşanmaya karar verirlerse şüphesiz Allah işiticidir, bilicidir," Yani Allah herşey bilendir.

Bu ve bundan sonra Allah (c.c.) 226-238 ayetler arası ki yaklaşık 3 sayfayı olduğu gibi boşanma konusuna ayırmış. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinde "Allah katında helâl olanların en sevimsizi boşamaktır." buyuruyor. Yani boşanma helâl olmasına helâldir ama Al­lah'ın hoşlanmadığı bir olaydır. Zaten iyi dikkat edersek Ayet-i Kerime de bize boşamamayı emretmektedir aslında.....

Nisa Suresinin 34. Ayetinde "Eğer kadınlar size karsı isyan etmiyor­larsa, namusunuzu lekelemiyorlarsa, onları boşamak için yol aramayın, boşama tarafına gitmeyin." diye emrediliyor. "Hoşunuza gitmemiş olsa bile beraber kalmanız ilerde Allah katında çok iyi hayırlara vesile olabi­lir." Allah, bu sabrınızdan dolayı,ilerde o çekilmez olan aile hayatınızı döndürüp, herkesin özendiği bir hayata çevirebilir. Demek ki kolay kolay boşama yoluna gitmememizi öğütlüyor Allah (c.c).

Günümüzde kafirlerin dinimize en çok saldırdığı, sataştığı konular­dan biri de boşama konusudur: Diyorlar ki efendim islamda erkek boş ol dediği zaman kadın boş oluyor, kadın haklan ihlaî ediliyor, böyle şey ol­maz!... Kadının bütün hayatı ve geleceği erkeğin iki dudağının arasında böyle adalet olmaz! diyorlar. Gelin görünki bunu söyleyen imansız kesi­min yetiştirdiği, 50-60 senedir yetiştirmeye çalıştığı bir toplumvar: Eline diline gönlüne sahip olmayı bilmeyen bir toplum.  Bu imansızlar kendi yetiştirdiği ve eline diline sahip olmayan bu toplumun erkeklerini göz önüne alarak kadınların haklarını bu erkeklere bırakamayız diyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse biz de yani İslam da kadınların haklarını bu eline diline, gönlüne sahip olmayan erkeklere verecek değil.......İs­lam'ın bu hakları verdiği erkekler, İslam düzeninde islam ahlakıyla yetiş­miş olan erkeklerdir. îslami bir toplumda, İslam'ın terbiyesiyle yetişen bir erkek Allah'ın emaneti olarak aldığı eşini iki dudağın arasındaki kelime­lerin insafına bırakmaz. Nitekim yetkili merciler bile-batı kanunları ile yönetilmemize rağmen- batılı kanunlarla yönetilen ülkeler arasında en az boşanmanın ülkemizde olduğunu ve bunun neticesinin de halkın Müslü­man olmasından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Yani Elhamdülillah , halkımıza 60 yılı aşkın bir zamandır unutturulmaya çalışılan İslam Dini henüz halkımızın gönlünden ve hayatından silinmiş değildir, tam tersine iyice hayatına girmeye başlamıştır. Tüm bunlardan başka gidip adalet da­irelerindeki dosyalar arasında bir anket yapılsa görülecektir ki boşanmak için müracaat edenlerin ekserisi namaz ve orucuna dikkat etmeyen, imanı zayıf insanlardır. Yani İslami bir devletin varlığının olmadığı bir ülke de, sistemde bile Müslümanlar iyi-kötü, yanlış-doğru imansız kesime göre daha şahsiyetli bir hayat sürmekteler.[89]

 

(228) "Boşanan kadınlar üç hayız ve temizlenme müddeti bekler­ler. Eğer onlar Allah'a ve Ahirete inanıyorlarsa Allah'ın onlara ra­himlerinde yarattığı (çocuğu) gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer barışmak isterlerse bu konuda kadını geri almaya hak sahibi olanlar kocalarıdır. Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi, ka­dınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır. Allah güçlüdür, hüküm sahibidir."

Ayette boşanan kadınların üç "kuru" beklemeleri emrediliyor, böyle­ce iddet beklemenin müddeti beyan edilmiş oluyor. "Üç kuruu'dan mak­sat Hanefi fakihlerine göre üç hayız müddeti demektir. Kadının üç hayız-aybaşı hali geçer ve ondan sonra iddeti bitmiş olur. Bu müddetten sonra ikinci bir koca ile evlenebilir. Demek ki Hanefi fıkhına göre bir adam bir kadını şer'an boşadığı zaman kadın 3 aybaşı müddeti bekler ve bu müddet bittikten sonra ikinci bir koca ile evlenme hakkına sahip olur. 3 kuru şafîi fıkhına göre üç temizlik müddeti manasına gelmektedir. Ancak bu küçük ihtilaf o kadar önemli değildir ve her iki mezhebin de dayandığı haklı de­lilleri vardır. En fazla farkeden şey 15 günlük bir müddettir.

«Eğer boşanan kadınlar Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorlarsa ra-himlerindeki çocuğu gizlemesinler, gizlemeleri helâl olmaz.» Yani bir kadın boşandıktan sonra, o boşandığı kocasından hamile kaldığını Öğre­nirse bunu gerek kocasına gerek diğer insanlara bildirmek zorundadır. Bu olay nesebin sahih olması açısından çok önemlidir. Ayrıca bu durum ikinci bir evlilik vukuu bulduğunda rahatsızlık vermemesi için de gerekli­dir. Çünkü bilindiği gibi normalde bir çocuk 9 ayda doğmaktadır. Diye­lim ki kadın boşandı ve üç ay bekledikten sonra hamile olduğu halde bir adamla evlendi ve 6 ay sonra çocuk doğdu, hem de sapasağlam... Bu du­rumda ikinci koca acaba bu çocuk benden mi diye şüphelenecek ve olma­dık rahatsızlıklar baş gösterebilecektir. Bundan ve buna benzer sebepler­den dolayı kadın hamile ise durumu bildirmelidir, ilgili kişilere, duyur-madığı takdirde haram işlemiş demektir. Allah (c.c.) devam ediyor:

«Eğer tekrar sulh olmak istiyorlarsa kadının kocasına dönmesi en doğru yoldur ve en layık olanı da budur.» Bu tür boşanmaya alimlerimiz sünni boşama derler: Gelecek olan ayetlerde de göreceğimiz gibi Allah . (c.c.) eğer karı koca arasında bir ihtilaf varsa boşama yoluna gidilmeden önce kadın ve koca tarafından birer hakemin aralarını ıslah için devreye girmesini emrediyor. Eğer bu hakemlere rağmen sulh olmaz da ille bo­şama yoluna gidilirse bunun sünnet olanının şu şekilde olacağını bildiriyor alimlerimiz: Kadın aybaşını bitirip de banyosunu yapıp temizlendik­ten sonra erkek onu bir talakla boşar ve bekler... İkincidir aybaşı halin­den ve temizlekten sonra ikinci talak hakkı veriliyor kocaya.....Ama Tür­kiye'de yazık ki bu uygulanmıyor ve bir talaktan sonra kadın babasının evine gönderiliyor. Fakat bu yanlış bir uygulamadır, kadının kocanın evinde kalması gerekmektedir. Çünkü dinim evliliğin sona ermesine taraf değildir ve fıkıh kitapları açıkça yazarlarki birinci talaktan sonra kadın gene kocasının evinde ama ayrı odalarda ve ayrı yataklarda kalırlar. Bu­nunla birlikte gündüz birbirini görüyorlar, yemeklerini gene birlikte yi­yorlar. Böylece ikinci bir talak daha geçtikten sonra aynı şekilde üçüncü bir talakın da geçmesi gerekiyor, bu da gene kadın üçüncü aybaşı halin­den temizlendikten sonra koca üçüncü defa seni boşadım diyor ve böylece üçüncü talak vaki olduğunda iş bitiyor, boşanma gerçekleşiyor. Şimdi dikkat edilsin; erkek ve kadın aynı evde kalmalarına rağmen odaları ve yatakları ayrı olduğu için bir düşünüyorlar ve diyorlar ki birbirlerine bun­dan sonra birbirimizi kırmayalım, üzmeyelim, gene eskisi gibi birlikte olalım ve birbirlerine sarılıyorlar, işte bu anda tekrar birbirlerine dönmüş oluyorlar. Anadolu'da bir söz vardır: Kol kırılır yen içinde.... Yani bütün kırgınlıklar, dargınlıklar ev içinde kalsın, halledilebiîinirse halledilsin. Sünnete uygun olarak üç ay içerisinde üç talağın verilişinin hikmeti bu., yani geri dönüş, yeniden bir düşünüş için üç aylık bir zaman tanınmış oluyor.

Bir de günümüzde Türkiye'de uygulanan beşeri hukuka bakalım: Bi­lindiği gibi boşanmayı düzenleyen Medeni Kanun İsviçre'den terceme edilmiş durumdadır. İsviçre de Katolik olduğundan onlarda boşanma yok, ayrılık vardır. Yani eğer bir geçimsizlik, bir uyumsuzluk varsa ayrıl­maya cevaz vardır ancak boşanmaya çok zor şartlar altında izin ve imkan verilmiştir. Benim tanıdığım insanlar vardır, 15 sene Önce boşanmak için mahkemeye başvurmuşlar ama hakim onları boşamamış da ayrı yaşamalarına karar vermiş. Tabii her iki taraf da İslam dininin emrettiği şekilde başkalarıyla evlenmişler ve şimdi çoluk- çocukları var, 15 yaşlarında......

Hatta öyle oluyor ki çoğu zaman erkek evleniyor da kadın evlenemiyor ve mağdur bir halde kalıyor, ne evli ne de bekar yani... Bu arada tabii, medeni geçinen ve kadınlara haklarını vereceğim söyleyen insanlar da lafi dolaştırıp duruyorlar çoğu zaman bu gibi kadınlar fuhuşhanelere düş­mek zorunda kalıyorlar, sonra da oradan kurtulamıyorlar tabii.....

Şimdi okuyacağımız kısım ise bugün hiçbir batı hukukunda yoktur: Erkeğin kadın üzerindeki haklarının bir benzeri olarak kadınlarında er­kekler üzerinde hakları vardır. Demek ki bundan sonra evlerinizde nasıl ki kadınlarınız üzerinde belli haklarınız var, kadınlarınızın da sizlerin üzerinde Öyle haklarınız olduğunu bileceksiniz ve görevler ile sorumlu­luklar denk olacak. İbni Abbas şöyle diyor: "Hanımımın benim için ne kadar süslenmesini istiyorsam, ben de onun için o kadar süsleniyorum." Bu basit gelen bir şey ise de ölçü açısından önemlidir. îfan-i Abbas bilin­diği gibi Peygamberimizin amcası ve Tercüman-ül Kur'aadiye çağrılan âlim, fakih, müfessir bir zattır.

Demek ki ayet-i kerime gereği kadın ve kocanın hakları karşılıklı. Bugünkü hukukta hala kadın kocasının soyadını alır. İslam Hukukunda ise böyle bir kaide yoktur. Bugünlerde bazı kendini çağdaş zanneden ka­dınlar kocalarının soy adını istemediklerini beyan etmekteler. Aslında bu kadınlar farkında olmadan İslam'ı istemektedirler! Çünkü İslam'da kadın kocasının evine soyunun ismini taşıyarak gelir. Sahabeyi anlatan bir ki­tapta üçbin kadın sahabi anlatılır ve üçbini de babasının ismiyle anılır, kocasının soy ismiyle değil. Dolayısıyla şimdi, ben kocamın soy adını is­temem diyen kadınlara siz aslında İslam'ı istiyorsunuz demek lazım. Çünkü fıtrat İslam'ı istemektedir. Fıtrat İslam'ı ister ama sonradan edindi­ği kültür ve çevre insanı ve fıtratını değiştirir.

"Fakat erkekler" için kadınlar üzerinde bir derece fark vardır. Allah güçlüdür, kuvvetlidir, hükmedendir, hükmünde hikmet sahibi olandır." Burası günümüzde kadınların haklarını savunanlar için pek hoş görülmü­yor. Ama dikkat edilirse Allah önce erkeklerin haklı olduğu gibi kadınla­rın da erkekler üzerinde haklan vardır şeklinde beyan ediyor. İbn-i Kesir merhum tefsirinde bu farklılık ve üstünlük hilkat bakımından yani bedeni güç ve otorite bakımındandır diyor. Bunu bugünkü kadın erkek eşitliğini iddia eden kadınlar da kabul edeceklerdir, çünkü mesela atletizmde dai­ma erkekler derece olarak kadınlardan üsttedirler, bokstan koşuya, yük­sek atlamadan, haltere kadar. Üstelik derece farkı olmasa bedeni üstünlük olmasa kadınlarla erkekler aynı kategoride birlikte yarışırlardı, ama bakı­yoruz ki kadınlar kadınlarla, erkekler de erkekle yanşıyorlar....Aslında bu konuda dinimin kabul ettiği yaymaya gayret ettiği sistem her iki cinsi ya­rıştırma değil, her iki cinsin kendine göre değerli olduğunu, kabul etmek ve buna göre değerlendirmektir. Zaten eğer hilkat bakımından mukayese yapacak olursanız, mutlaka erkekler kazanacaktır. Ama tekrar ediyoruz ki İslam hiçbir zaman mukayese, yanş yoluna gitmiyor, iki cinsin de kendi­ne göre, kendi sınıfı dahilinde değerli tarafları olduğunu beyan ve kabul ediyor. Herkes yaratıldığı doğrultuda görev yapmalıdır. Kadın olsun, er­kek olsun aklını, bedenini, bütün kabiliyetlerini bu doğrultuda kullanma­lıdır.[90]

 

(229) "Boşama iki defadır (ondan sonra) ya iyilikle tutma veya iyilikle bırakmadır. Kadınlara verdiğinizi geri almanız size helâl de­ğildir. Ancak eşlerin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmaları (hali müstesna). Eğer ikisinin de Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsınız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. O sınırları geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını geçerse onlar zalimlerin ta kendisidir."

Rabbim, talak ikidir, üçüncüsünde ya iyi bir şekilde onu tutacaksınız, eşiniz yine eşiniz olmaya devam edecektir veya iyilikle onu bırakacaksı­nız diyor. Yani biraz önce açıkladığımız gibi bir hayız müddetinden son­ra birinci talak, ikinci hayızdan sonra ikinci talak, üçüncü hayızdan sonra da ya iyilikle tutacaksınız veya iyilikle ayrılacaksınız. Günümüzde Ana­dolu'da bu uygulama yoktur. Kadın erkek ilk boşanmadan sonra adeta birbirlerine düşman kesilirler. Halbuki Kur'an ve sünnet doğrultusunda yaşayan sahabelerde öyle değildir; boşandılar mı insani ve İslami şartlar içersinde bir araya gelebiliyorlar ve babaları ve analarıyla bile bir araya geliyor, karşılıklı insani ve İslami ilişkilerini devam ettiriyorlar.

«Eğer boşanmışsanız, boyadığınız kadınlara vermiş olduğunuz şey­leri geri almanız size helâl değildir.» Kadınlara bilindiği gibi evlenme­den önce mehir verilir, boşanırken veya boşadıktan sonra tutup da bu me-hir'i almanız helâl değildir.

Ancak Allah'ın haklarım yani kanunlarını koruyamayacağınızdan korkarsanız o zaman geriye alınabilir. Eğer Allah'ın bazı kanunlarını ifa edemeyeceğinize kanaat getiriyorsamz, o zaman kadın dan bazı şeyleri geri alabiliyorsunuz. Yani eğer kadın boşanmadan dolayı bazı menfaatler elde ediyorsa, erkek de tam tersine bazı mağduriyetlere uğruyorsa, kadın boşanma konusunda ısrarlı ise erkeğin bir zarara uğramaması veya zararı­nın asgariye çekilmesi için kadının boşanmayı temin için kocasına bazı şeyleri vermesinde günah ve mahzur yoktur. Ancak tabii bu hallerde ka­bahat kadında olduğu gibi gerekirse boşanmayı kadın istemelidir.

«Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa-kadın veya erkek iste onlar zalimle­rin ta kendileridir.» Dinim boşanmanın son çare olması, boşanmanın Ön­lenmesi için elden gelen her türlü yolu gösteriyor ve tedbirini alıyor. Bu­na ilişkin ayetleri înşaallah Nisa ve Talak Surelerinde göreceğiz. Ama il­le de boşanmaya karar verilmişse yukarıda da geçtiği gibi ikinci talak ge­çecek ve üçüncü talak dan sonra iyilikle salıverecek.

Diyelim ki salıverdi ve ama sonradan pişman oldu tekrar o kadınla evlenmek istiyor.. İşte orada dinim bir incelik, bir özellik getirmiş... Ka­dın başka bir erkekle evlenip boşanmadan ilk kocasına helal olmaz, imansızların "Hülle ayeti" yaymaya gayret ettikleri ama herşey gibi yanlış olarak anlattıkları hülle işte budur. Yani kadm ilk kocasından bo­şandıktan sonra tekrar o kocaya dönebilme hakkını ancak başka bir er­kekle evlenip, o erkek onu boşadıktan veya o erkek öldükten sonra kazanıyor. Yani dinim, birdefa karısını boşayan bir daha o kadını alamaz diye birşey söylemiyor ama yukarıda özetlemeye çalıştığımız şartlara bağlıyor olayı...Bugün dinimin ticaretini yapan bazı şahsiyetsiz ve ama hoca geçi­nen insanlar Vardır, insanların bu meselelerine sözde çözüm bulmak için hulle'yi şöyle yorumlamaktadırlar Mesela bir adam karısını üç talakla mı boşadı. O kadını başka bir erkekle göstermelik olarak evlendirmekteler, nikahını kıymaktalar ve sonra o adama kadını boşamasını söylemektedir­ler. Adam kadını boşadığı zaman kadın da eski kocasına dönme hakkına sahip olmaktadır. Ama bu yanlıştır, aldatmacadır. İşte bu gibi olaylara bakan imansızlar kendi adamlarının uydurduğu bu gibi meseleleri günde­me getirip, basın yoluyla ilan etmekteler ve doğrudan dinime küfredip, biz bu dini istemiyoruz, sevmiyoruz diyemediklerinden şu şu uygulamasına karşıyız, şu şu uygulaması yanlıştır diyerek dinim hakkında şüphe uyandırmaya, tereddüt doğurmaya gayret etmektedirler. Yani kendi uy­durdukları dine İslam diye saldırıyorlar. Halbuki dinim böyle bir uygula­maya yani hülle denilen uygulamaya kesinlikle karşıdır. Dinimiz bize de­mektedir ki; bak karını boşarken dikkat et, birgün olur pişman olursun, geri dönmek istersin o zaman da bu şartı yerine getirmen gerekir ki bu da zordur ona göre! Bu zorlağa rağmen eğer şartlar uygun olarak yerine ge­tirilmişse, o eski karı koca tekrar birbirleriyle evlenebilirler buradan hare­ketle Hanefi Fakihleri kadın kendisini evlendirebilir hükmünü çıkartmış­lardır. Çünkü ayette şöyle buyuruyor Allah (c.c.)[91]

 

(230) "Erkek onu (üçüncü defa ) boşarsa ondan sonra kadın onun dışında bir başka erkekle nikahlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Aîlah'ın sınırlarını ayakta tutacak­larım sanıyorlarsa ilk koca ile bir araya gelmelerine onlara bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bu sınırları bilen bir kavim için açıklar."

Kadın kendisini bir başka erkekle nikahlayıncaya kadar ilk kocasına helâl olmaz. Demek ki diyor Hanefi fakihleri kadın kendi başına evlenme yetkisine sahiptir. Şafii Fıkhına göre ise evlendiremez, mutlaka kadının velisinin olması gerekliliğini şart koşarlar. Bu hüküm birçok veli tarafın­dan istismar edilmiştir, çünkü veli olmadan Şafiilere göre nikah geçerli olmaz. Ama Hanefi Fıkhının getirdiği kolaylık sayesinde mesela imansız anne ve babası olan iki üniversiteli Müslüman genç bir hocaya giderek nikah kıydirabilmektedirler ve bu da geçerlidir.

Yeniden hülle meselesine dönersek; Peygamber Efendimiz zamanın­da, adı cemile olan bir sahabi kadın gelerek diyor ki Ya Resulellah ben kocamdan boşandım sonra da bir adamla evlendim şimdi onunla da boşa­nıp eski kocama dönebilirmiyim? Peygamberimiz sormuşlar; Bu yeni kocanla hiç birlikte oldunuz mu, cinsi münasebette bulundunuz mu? Ha­yır diyor sahabi kadın. Peygamberimiz de olmaz, ille de birlikte yatma­nız, cinsi münasebette bulunmanız gereklidir buyuruyor. Hatta aynen ha­disi şerifi terceme edersek Efendimiz «kocan senin balcağizmdan, sen de kocanın balcağızından tatmadan boşanamazsımz» diyor.... Demek ki ha­nımlarımıza iyi sahip olacağız, kolay kolay boşama yoluna gitmeyeceğiz ve Allah'ın onları bize bir emanet olarak verdiğini kabul ederek, dünya­nın en değerli şeyi olarak kabul edeceğiz. İslam Hukukuna göre kadının bırakınız kendisini, zülfünün bir tek teli terazinin kefesine konsa, öbür kefesine de dünyanın bütün altını, gümüşü, doları, petrolü konulsa kadı­nın bir tek zülfünün teli daha ağır basar..... İşte biz Müslümanlar bunu ci­hana duyurabilsek, şu kadın hakları diyen kadınlara duyurabilsek sadece yeminle söylüyorum ki birçoğu İslam'a iltica edecekler, fıtratlarına döne­ceklerdir.[92]

 

(231) "Kadınları boşadiğınızda, iddetlerini tam almadıIarmı ya iyilikle tutun veya iyilikle bırakın. Haddi aşmak için kadınların zara­rına olarak onları tutmayın. Kim böyle yaparsa kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini oyuncak yerine almayın ve Allah'ın size olan nimetini ve kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan sakının. Ve bilin ki, şüphesiz Allah herşeyi bi­lendir."

Bir talakla boşanan kadın üç hayız müddeti bekler. Buda üçbuçuk ay eder. Üçbuçuk ay sonrasında yine boşanmaya karar vermişlerse iyilikle boşar veya iyilikle aile hayatını devam ettirir.

Aile hayatının devamı için bütün yollar denendikten sonra boşanma­ya karar verirlerse üç talakı birden vermek bid'attır. Sünnette tarif edile­nin üç hayızda üç tanesini yerine getirmektir. Üçüncü talak üç ay sonra yapılmadan Önce umulurki eşler pişman olurlar, birbirlerini arzularlar ve geriye dönüş yaparlar.

Kadına zarar vermek kasdıyla onu evde tutmak yasaktır. Bunu yapan kişi kadına zulmettiği gibi kendisine daha çok zulmetmiş olur. Bu dünya­da vicdan azabı çeker, saygınlığını kaybeder, ahirette cehennem azabına dyşerde kendine zulmeder.

Kadının boşama hakkı yoktur ama, boşanmayı isteme hakkı vardır. İslami bir devlette hakime müracaat ederek boşanma gerekçelerimde bil­direrek boşanma isteğinde bulunabilir.

Allah'ın ayetleriyle tanıdığı bu boşama hakkını alaya almayın. Eşleri­niz Allah'ın emanetidir. Onlara sahip olun.

Arkadaşlar! geçenlerde bir adam geldi. Kominist olmuş, başkalarının emriyle insanlara kurşun sıkmış, yakalanmış hapse girmiş. Hapishaneden kaçmış hanımının yanına gelmiş. Ama hanımının kardeşleri ona zorla kardeşlerini boşatmışlar. Bu adam bana soruyor: "Hanımım boş oldu mu?" diye Dikkat ediniz. Bu müslüman milletin çocuklarını ateist-komi-nist yaptılar ama hanımının boş olup olmadığını hakime değil hocaya so­ruyor. Bu İsviçre'den terceme edilen medeni hukuk milletin bünyesine uymadı. Uymadığını yetkililerde gördüler ama İslam'a dönüşü şimdilik göze alamadılar.[93]

 

(232) Kadınları boşattığınızda iddetleri sona erdimi aralarında iyilikle anlaştıkları zaman kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edene öğüt verilir. İşte bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah bilir, sîz bilmezsiniz.

Eşler arasında olmaması gereken geçimsizlikler olmuşsa erkek hanı­mını bir veya iki talakla boşamış ve aradan iddet dediğimiz üç hayız müddeti geçmişde, eşler tekrar bir araya gelmeye karar vermişse siz on­lara engel olmayınız.

Demekki bir iki talakdan sonra bir araya gelmelerini engellemek ya­saklandığına göre boşanmalarını istemek dahada şiddetle yasaklanmış ka­bul edilir. Bazı anne ve babalar çocuklanna "Hanımını boşamazsan hak­kımı helal etmem" diyorlar. Böyle bir istekte bulunmaya anne ve babala­rın hakkı yoktur. Çbcuklannda bu erme itaat etmeye mecburiyetleri yoktu.

Eşlerin ayrılmasından bir araya gelmeleri daha güzel ve daha temiz­dir. "Bu evlilik sürmez" demeyin. Geleceği Allah bilir, siz bilmezsiniz.[94]

 

(233) Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için anneler çocukları­nı tam iki yol emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyecekleri Ma'rufa göre çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Herkes ancak gücünün yettiğinden sorumludur. Anne çocuğu yüzünden zarara itilmesin. Mirascıyada aynı şey gerekir. Eğer anne ile baba aralarında danışıp anlaşarak memeden ayırmak isterlerse onlara bir günah yoktur. Ço­cuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz Ma'ruf bir şekilde verdi­ğinizi teslim ettiğinizde size günah yoktur. Allahdan sakının ve bilin-ki şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir.

Günümüzde müslüman feministler veya feministler karşısında şahsi­yeti ezilmişler "dinimizde kadın çocuğunu emzirmeye mecbur değildir" diye fetva veriyorlar.

Kadın çocuğunu emzirmeyecekde Allah kadına göğüslerini ve sütü ne için verdi? denildiğinde "koca süt annesi tutacak"diyorlar. Peki süt an­nesi kadın değil mi? Kadınlar arasında niçin ayırım yapıyorsunuz denildi­ğinde cevap yok.

Fıkıh kitaplarında Nafaka bölümünde[95] «Kadın çocuğunu emzirmesi için diyaneten emrolunur» der. Peygamberi­mizin hanımları peygamberimizin dört kızı ve üç oğlunu emzirmişler. Peygamberimizin kızı Hz. Ali'nin eşi Hz. Fatıma validemiz seyyid ve şe­riflerimizi emzirmişler. Anne çocuğu sebebiyle zarar görmemelidir. Çocuğun ve annenin na­fakası babaya aittir. Anne babadan boşanmışsa baba anneye emzirme üc­retini ödeyecektir. Boşanan kadınla erkek aralarında anlaşarak çocuğu sütten keserlerse baba çocuk için süt annesi tutar ve ona ücretini öder. Süt annesine verilen ücrete çocuğun annesi razi olup emzirmek isterse öz an­nesine verilir.[96]

 

(234) Sizden ölenlerin hanımları kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu müddeti tamamladıkları zaman onların kendileri hakkında iyi bir şey yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Al­lah yaptıklarınızdan haberdardır.[97]

 

(235) Kadınlara nikahla isteyeceğinizi sezdirmek veya isteğinizi içinizde gizlemek de size günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bildi. Sakın Ma'ruf sözün dışında gizlice onlarla sözleşmeyin. İddet tamamlanıncaya kadar nikah yapmaya azmetmeyin. Allah'ın kalple­rinizde olanı bildiğini bilin, ve ondan sakının ve bilinki şüphesiz Al­lah bağişlayandır,Halimdir. Kocası ölen bir kadın dört ay on gün iddet bekler. Bu hüküm bütün kocası ölen kadınlar içindir. Hükmü umumidir. Ancak Talak sûresi dör­düncü ayetinde «Kocası ölen kadının iddetinin doğuma kadar olduğunu» bildirmekle ayetin hükmünü tahsis etmiştir. Yani kocası ölen kadın hami­le ise doğumu yaptığı anda evlenebilir. Mesela kocasının ölümünden bir saat sonra doğum yapsa hemen evlenebilir, veya dokuz ay sonra doğum yapsa hamile iken bu zaman içinde evlenemez. Tıp ilerde ana karnındaki çocuğun babasından nasıl etkilendiğini heryönden araştırır ve ortaya kor kanaatindeyim.

İddetini beklemekte olan kadınla evlenmek isteyen bir erkek o kadın­la evlenmek istediğini hissettirebilir.[98]

 

(236) Eğer kadınlara temas etmeden veya milıiı terini belirleme­den boşamışsanız size bir günah yoktur. Onları faydalandırınız. Zen­gine gücü oranında, fakirede gücü oranında vermesi gerekir. Bu iyi­lik yapanlar üzerine bir hakdır.[99]

 

(237) Onlara mehir tayin ettiğiniz halde temas'etmeden boşarsa-niz tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak kendisi veya nikah akdi elinde olan (veli) bağışlarsa (mehir) gerekmez. Sizin bağışlama­nız takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliğide unutmayın, şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir.

Nikah'dan sonra gerdeğe girmeden halveti sahiha olmadan boşanan bir kadına nikahda takdir edilen mihrin yarısı verilir. Eğer mihir takdir edilmemişse boşayan kişinin mali durumu gözetilerek birşeyler verilir. Bundada boşanan kadının dengi kadınların mihri esas alınır.Mihr, boşanan kadının hakkı olduğundan hakkını almama hakkınada sahiptir.Eşler ayrılsalar bile iyilikden, erdemden ayrılmamaları gerekir.Boşanan eşler başka kadın ve erkeklerle evlendiklerinde yine aile dostu olmalıdırlar. Sahabenin biri bir kadından boşandığında o kadım alan insanla dostlukları yine eskisi gibi devam ediyordu.Zeyd (R.A.)'ın boşadığı Zeyneb (R.A.)le peygamber efendimiz, ev­lendikten sonra Efendimizle Zeyd (R.A.)'in dostluğu devam etmiştir.

Boşanan eşler! Eski eşlerinizle geçen iyi günlerinizi hatırlayın İslam, kardeşliğini devam ettirin.[100]

 

(238) Namazları ve (özclliklc)dc orta namazı koruyunuz. Gönül­den boyun eğerek Allah için kıyam ediniz.[101]

 

(239) Eğer korkarsanız yaya yahut binekte iken (kılın.) Güven içinde olduğunuzda size bilmediğinizi öğrettiği gibi Allah'ı zikredin.

İnfak, cihad, hicret, yeminler, evlenme, boşanma konulan anlatıldık­tan sonra hemen namaza geçiliyor. Boşamayla Namazın ne ilgisi olabilir? demeyin. Kur'an-ı iterimide çağdaş kitap yazma metodlarıyîa değerlen­dirmeyin.

Çiçekle güneş arasında, Bülbülle seher yeli arasında ilişki olduğu gi­bi cihat, nikah, namaz ve diğer emir ve yasaklar arasındada birbirinden kopmaz ilişkiler vardır.

Fabrikanın motorları, çarkları, bilyelerinden, elektriğin sigorta teline kadar hepsinin birbirine olan bağları sonunda iş ürettiği gibi, Güneş ay, deniz, yıldız, çiçek, böcek, hava su, toprak ve gökyüzünün birbiriyle olan münasebetiyle hayat güzelleştiği gibi insanı kuşatan bütün bu sosyal mü­nasebetlerin yanısıra, namazda diğerlerinden ayrılmaz en önemli bir par­çadır. Namazsız bir hayat tam sayılmaz.

Rabbimiz Nisa suresinin 102 nci ayetinde harp halinde namazın nasıl kılınacağım tarif eder Rabbimiz. Yani en zor anda bile namaz kılınacak.

Özelliklede orta namazı olan ikindi namazını koruyunuz. Ahmed'in Müsnedi 1/79-81-122, Taberi 2/345, Buhari K. Salat, Müslim K. Mesacid ve diğer hadis kitaplarında Hendek günü müşrikler peygamber efendimi­zi ikindi namazını kılmaktan alıkoymuşlar. Efendimiz ikindi namazını akşamla yatsı arasında kılmış ve «Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun bizi orta namazımızdan alıkoydular, meşgul ettiler» bu­yurmuş. Bu hadise dayanarak alimlerimizin çoğunluğu orta namazını ikindi namazı olarak kabul etmişler.

Allah için kıyam ediniz. Allah için namazınızı dosdoğru kılınız ma­nası anlaşıldığı gibi, Allah dinini ihya için kıyama kalkınız manasıda an­laşılır.

Zaten topyekün bir millet namazını cemaatle kılmaya başlasa bu bir kıyamdır. Bazı güçler bunu bildikleri için devletin önemli yerlerindeki namaz kılan memurlara iyi gözle bakmamaktalar.[102]

 

(240) Sizden hanımlarını geride bırakarak ölecek olan evlerin­den çıkarılmadan yılına kadar faydalanmasını vasiyet etsin. Eğer hanımlar kendiliklerinden çıkarlarsa onların kendi yaptıkları iyi iş­lerden size günah yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir.[103]

 

(241) Boşanan kadınların Ma'ruf bir şekilde faydalanmaları var­dır. Bu Muttckiler üzerine bir hakdır.[104]

 

(242) Aklınız ersin diye Allah ayetlerini işte böyle açıklar.

Ölüm anında bile geride bıraktığı eşinin dünyevi mutluluğunu düşünmesi tavsiye ediliyor.Nisa suresinin 12 nci ayetinde kocası ölen eşin mirasdaki payı bildi­rilmiştir. Bu ayette miras dışındaki vasiyettir. Bir kısım alimlerimiz Ba­kara suresinin 234 ncü ayetiyle, bu ayet neshedilmiştîr, "varise vasiyyet yoktur" hadisi buna işarettir, demişler.

Kadın iradesinde hürdür. Dilerse kocanın vasiyyetine uyar ve kocası­nın evinde bir sene kalır. Dilerse hemen o evden çıkar gider. Kocanın va-siyyeti veya isteği kadını bağlamaz.

Boşanmış kadınların iddeti bitinceye kadar nafakaları boşayan koca­ya aittir. Mütteki bir mümin, üzerindeki bu hakkı boşadiği kadına vermekte zorluk çıkarmaz.[105]

 

(243) Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedinmi? Allah onlara "ölün" dedi. Sonra onları dirilt­ti. Şüphesiz Allah insanlara karşı fazi (ihsan) sahibidir. Fakat insan­ların çoğu şükretmez.

Boşanmış kadının nafakasının iyilikle verilmesini öğreten ayetten sonra ölüm korkusu nedeniyle yurtlarını terkeden korkaklar sürüsüne korkunun ecele faydasının olmadığını anlatıyor.

Nisa suresinin 78 nci ayetinde «Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, isterseniz yüksek burçlarda olunuz yinede ulaşır.» Ölüm korku­suyla cepheden kaçanları düşman kovalayarak gelir evinde yakalar kaçan kişinin kendisine kabrini kazdırdıktan sonra onu öldürür ve kabre koyu­verir.

Halid bin Velid bütün harplere katılıp vücudunda kılınç, kalkan, mız­rak, ok yarası olmadık yer'kalmadığı halde yatağında Ölmüştür. Amr ibni Hişamın haber verdiğine göre Uhud günü sabah müslüman olup kuşluk vakti şehid olan Amr bin sabit bin Vakş üzerinden bir vakit geçmeden bir vakit namaz kılamadan şehit olmuştur, yani eceli gelen gidi­yor.

Beni israilden bu korkak toplumu topluca Öldürüp sonra dirilten Rabbimiz onlara ölümün Allah'tan olduğunu ecel gelince kaçmanın fayda vermeyeceğini anlatmıştır.[106]

 

(244) Allah yolunda harp ediniz Biliniz ki Allah işitendir, bilen­dir.

Batılı kafirlere yaranmak için dinimiz ancak savunma harbi yap­mıştır" diyenlerin kulaklarına küpe bir Ayetikerime.

Müslümanlar savunma harbi yapmışlarsa Kudüs'de İran'da Azer­baycan'da ne ararlarmış. Ashap çölden çıkmasaydı, Bizanslılar ve İranlı­lar çölü geçip de Mekke'ye Medine'ye gelemezlerdi.

Ama bu islam dini yeryüzünde fitnenin, zulmün, işkencenin kalkma­sını istiyor.Dinim yumuşaklığı emreder ama su gibi yumuşaklıkdan anlamayan demir gibi sert imansızları önce ateşle yumuşatıp sonra çekiçle adalet ka­lıbına dökmek müslümanlann görevidir.

Lokman suresinde "şirk enbüyük zulümdür" buyurur. Şirkin hakimi­yetine son vermek demek yeryüzündeki kan, gözyaşı ve alınterinin hak­sız dökülmesini önlemek demektir.[107]

 

(245) Verene katkat artıracağı borcu Allah'a kim verir? Allah hem darlaştırır, hem bollaştırır. Ona döndürüleceksiniz.

Bir tek çiçek tohumu toprağa düşer, toprak onu çimlendirip çiçeğe dönüştürüp insanların önüne sunarsa Allah'da o çiçeğin bir tanesini bin tane yapıyor.Veren yaşıyor, vermeyen kuruyor. Veren meyve ağacını, sahibi sula-yıp bakıyor, vermeyenleri kesiyor.Borç para verme müessesesini devam ettiriniz. Paranızın enflasyonla değeri düşer zarar ederseniz o zaman borç para vermek üzere altın alınız ve altınlarınızı borç olarak veriniz.[108]

 

(246) Musa'dan sonra İsrailoğullarınin ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar peygamberlerinden birine "Bize bir Melik (komu­tan) gönderde Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O'da "size harp farz kılındığında ya harp etmeyi verirseniz" dedi. Onlar "Biz Allah yolunda niçin harbetmeyelim. Biz yurtlarımızdan ve çocuklarımız­dan çıkarıldık" dediler .Harp kendilerine farz kılınınca az bir kısmı dışındakiler yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.[109]

 

(247)'Peygamberleri onlara «Allah Talût'u size melik olarak gönderdi» dedi. Onlar «O bizim üzerimize nasıl melik olur? Biz Melıkliğe ondan daha layıkız ve ona makamda bolluk verilmemiştir.» Peygamber «Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim ve vücudca üstünlük vermiştir. Allah mülkü dilediğine verir. Allah (in rahmeti mülkü kudreti) geniştir, bilendir» dedi.[110]

 

(248) Peygamberleri onlara şöyle dedi: Gerçekten onun Melikli-ğinin delili size Tabut'un gelmesidir. Onda Rabbinizden bir gönül rahatlığı Musa ile Harun ailesinin geriye bıraktıklarından vardır.Onu melekler taşır- Eğer iman etmişseniz bunda sizin için delil var­dır.

Kur'an-ı Kerimin mesajı evrensel olduğundan olayların yeri, tarihi ve tarihi şahıslardan fazla bahsetmez. Ancak onların neleri nasıl ve niçin yaptıklarından bahsederek bizlere örnek verir.

İsrailoğulları birgün peygamberlerine müracaat ederek düşmanlarıy­la harp etmek üzere kendilerine bir yönetici komutan tayin etmesini ister­ler. Peygamber de onların zayıf karakterlerine dikkat çeker. Onlar komu­tanın sözünü tutacaklarına söz verince Talut'un Melik olarak atandığını bildirir.

Ayette geçen"Melik" kelimesinden hareket ederek Laikliğe Kur'an-dan dayanak arayanlar bilsinlerki 246 ncı ayetin başında ifade edildiği gi­bi Talut'u tayin eden peygamberdir. Önada Talut'u işaret eden Allah (c.c.)dır.

Peygamber herşeyiyle duruma hakimdir. Devletle risaleti birbirinden ayırmamışlar.

Günümüzde heyecanla hareket eden birçok insanımızda "Biz niye harbetmeyelim? Madenlerimiz, mahsullerimiz, kültürümüz, namusumuz, dinimiz imanımız, yağmalanıyor. Bu hocalar bize ne zaman harp fetvası verecek?" diyorlar.

Kılınan kırk adını öğrenen ilim adamlarımızda "Bekleyin, sıkın dişi­nizi, zamanı değil yakayı ele vermeyelim, çaktırmayalım, saman altından su yürütelim." diyorlar. Kılına görüncede bayılıyorlar.

Ben derim ki: İlimle heyecan içice olmalıdır. Elmanın kokusunun, tadının, gıdasının içice olduğu gibi. Heyecansız ilim kurudur. İlimsiz he­yecan koftur.

Peygamber varisleri halkının ilmi dirayetinin medeni cesaretinin ne kadar olduğunu iyi bilmeli, içimizde dönekler var diyerek cihaddan vaz­geçmemeli, çoğunluk davadan dönse bile samimi az bir topluluklada he­defe varılabilir.

Peygamber İsrailoğullarının başına Talut'un komutan olarak gönde­rildiğini bildirince ekonomik gücü elinde tutanlar buna itiraz ediyorlar. Ekonomiyi yönlendirenlere layıktır bu görev diyorlar.

Rabbimizde bu iş için önce ilmi dirayetin sonra bedeni kabiliyetin olması gerektiğini, Talut'tada bu ikisinin toplandığını bildirir.

Günümüzde İslam ahlakı ortadan kalkınca ekonomik gücü elinde tu­tanlar yahudilerin dediklerini aynen uyguluyorlar. Siyaseti, askeriyeyi, eğitimi kendilerinin yönlendirebileceğine inanıyorlar.

Hatta dini bilgilerin verildiği kurs, yurt, pansiyon, okul, dersane gibi yerlere yaptıkları yardım oranında emirler veriyorlar. Eğer emirleri tutul­mazsa yardımı kesiveriyor.

Ama bu dinin devlet olmasını isteyenler sayılarının azlığına bakarak ümitsizliğe düşmezler. Parasal yardımı keser diye ekonomiyi elinde tu­tanlardan emir almazlar. Allah'ın rahmeti, nimeti, serveti, mülkü geniştir. O herşeyi bilendir.

Talut'un komutanlığının delili içinde Tevrat ve Musa ile Harun (s.a.v.)un bazı giyecek eşyası ve asası olan Tabut'u getirmesidir.

Tabut: Ağaçtan yontulmuş kutu veya sandık'a denir.Hz. Musa'dan sonra Tevrat, asa ve bazı eşya o sandığın içinde korun­muş. Tabut'un varlığı İsrailoğullarma güven veriyormuş.

Peygamber Efendimizin ashabıda Efendimiz hac esnasında Mina'da traş olduğunda mübarek saçlarını ve sakalının kesilenlerini kapışmışlar ve onları saklamışlar.[111] Halid b. Velid harplerde Efendimizin sakalından birini başından hiç eksik etmemiş.[112]

Yakup (a.s.)'ın gözleri Yusuf un gömleğiyî e açılmıştır.[113]

"İbrahim'in makamını namazlık edinin" (Bakaral25) Bütün bunlar bize Kuddüs olan Allah (c.c.)ın gönderdiği peygamberler ve onların de­ğerli eşyasınında kudsiyet kazandığını gösterir.

Mescid-i Aksanın bulunduğu şehre "Kudüs" denmeside ondandır.Kur'an da bize düşman karşısında sükûnet vermektedir. Paniği kor­kuyu önleyip cesaret vermektedir. Yeter ki zenginler parasıyla konuş­masın. Korkaklar cesaret anıtı gibi gösterilmesin.[114]

 

(249) Talût orduyla birlikte ayrıldığında askerlere: "Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim o ırmaktan içerse benden değildir. Kim ondan tatmazsa O bendendir. Ancak bir avuç avuçla-yan müstesna." dedi. Onlardan çok azı müstesna hepsi içtiler. Talût ve beraberindekiler ırmağı geçince "Bugün Calût ve ordusuna karşı gücümüz yok "dediler. Allah'a muhakkak kavuşacağını bilenler ise "Nice az topluluklar Allah'ın izniyle çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler.[115]

 

(250) Onlar Calût ve ordusuna karşı çıktıklarında: "Rabbimiz, üzerimize sabır boşalt. Ayaklarımızı sabit kıl. (Kaymasın, Kaçma­sın.) Kafir topluluğuna karşı bize yardım et" dediler.[116]

 

(251) Allah'ıir izniyle onları bozguna uğrattılar. Davut, Calût'u öldürdü. Allah ona yönetimi ve hikmeti (peygamberliği, zebur'u) verdi. Ve O'na dilediğinden öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer kısmıyla savmasaydi yeryüzü fesada uğrardı. Ancak Allah alemlere karşı fazl (lütuf ve ihsan) sahibidir.[117]

 

(252) İşte bunlar Allah'ın ayetlcridirki biz onları sana doğru ola­rak okuyoruz. Şüphesiz sen peygamberlerdensin.

İyi bir eğitim ve disipline sahip olan ordular, komutanlarına güvenir ve onun emirlerine aynen uyarlarsa başarı sağlarlar.

Talut ordusunu imtihan ediyor. Çok fazla susadıkları bir anda nehirle karşılaşan ordusuna bu nehirden su içmeme emri veriyor. İçenler kaybe­diyor, içmeyenler kazanıyor.

Helal yiyecekleri haram kılma hakkını Allah kimseye vermemiştir. Komutan veya Mürşitlerin yaptıkları haram kılmak değil, duruma göre geçici yasak koymaktır. Bakara 6ınci ayette Musa (a.s.) Tih sahrasında dünyanın fethi için eğittiği ordusunu bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslerken ordusu soğan, sarımsak, mercimek kabak istemişlerde Musa (a.s.) onlara kızmış.

Komutanın emrinde Allah'a isyan olmadığı sürece ona itaat edilecek­tir. Talût'un emrine uyanlar nehri geçip Calût'un ordusunu görünce bir kısmı "Bu gün bizim Calût ve ordusuna karşı gücümüz yetmez" demişler. Ama içlerinde hakiki iman sahipleri tarih içinde Allah'ın izniyle nice az toplulukların çok topluluklara galip geldiğini söylemişler. Kılınçlannı çekip harp düzeni aldıktan fîiîi duayı yaptıktan sonra Allah'dan sabır, sebat ve yardım istemişler. Davut, kafir komutan Calût'u öldürür, kafirler bozguna uğrar ve yer­yüzündeki fesad önlenir.

Günümüzde bir kısım insanlar kafirlerin askeri, siyasi, ekonomik ve silah gücüne bakarak "Bizim bunlara karşı duracak gücümüz yok" diyor­lar. "Kafirler uydularıyla heryerde hazırlar ve de herşeyi görmekteler ve duymaktalar. Silahlarıyla istedikleri hedefi en uzak yerden vururlar." di­yerek insanımızın cesaretini kemiriyorlar.

Tarih bize göstermiştirki, Roma'nın zalim ordularını Müslüman eden Hz İsa'nın havarileridir. Calût'un ordusunu bir avuç müslüman mağlup et­miştir.

Azlık önemli değil. Önemli olan sabırlı, sebatlı, imanlı, kararlı, bilgi­li, ve cesaretli olmaktır.Bir avuçluk yoğurt yüz kiloluk sütün içine atılınca sütü bir gecede yoğurt yapar. Biz müslümanlar Rahmet peygamberinin rahmet ümmeti­yiz. Dünya insanının iman mayasıyız. Biz bozulmazsak bu maya tutar. Silah'ı tutan bilektir. Bileği yönlendiren yürektir. Yüreği etkileyecek Al­lah kelamıda bizim gönüllerimizde imandır. Yeter ki bu Allah kelamını kafirlerin yüreğine ulaştıralım.

Bu ayetler bize dûa yapmanın yolunuda öğretiyorlar. Kılıçlar çekilip harp düzeni aldıktan sonra Allah'dan yardım isteniyor. Korkudan kapıla­rı pencereleri kilitledikten sonra evin içinde "Ya Rabbi düşmanları kah­ret" diye dûa etmek, evlenmeden çocuk istemek gibi, Tarlaya tohum at­madan buğday istemek gibidir.

25inci ayet harplerin niçin yapılacağımda açıklar. Yeryüzünden fe­sadın bozgunculuğun kaldırılması için harp edilmelidir. Zulüm, işkence, fitne, dinden döndürme ve islam dinini engelleme faaliyetlerini ortadan kaldırmak için harbedilir.

Hac suresinin 40 ncı ayetinde eğer Mümin insanlar kafirleri engelle­memiş olsalardı Havraların, Sinagogların, Manastırların, Kiliselerin ve Mescidlerin yıkılıp yok olacağını haber verir Rabbimiz.[118]

 

(253) İşte bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. On­lardan bazısıyla Allah konuştu. Bazısımnda derecelerini yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik, ve onu Ruhul- Kudüsle destek­ledik. Eğer Allah dileseydi o peygamberlerden sonrakiler kendilerine apaçık belgele'r geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ay­rılığa düştüler, kimi iman etti kimi kafir oldu. Allah dileseydi birbir­lerini öldürmezlerdi. Ancak Allah dilediğini yapar.

Peygamberleri kulları arasından seçen Allah'dır. Onları birbirine üs­tün kılanda odur. Bize düşen görev hiçbir ayırım yapmadan bütün pey­gamberlere iman etmektir. Bakara suresinin en son iki ayetinde her yatsı namazından sonra okuruz ve "Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" deriz.

Mevlana Mesnevi'sinde peygamberler arasındaki üstünlükleri anlatır­ken "peygamberler aynı kaynakdan gelen sular gibidirler sular aynı ama kaplar değişik.

Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadise göre bir yahudi ile bir müslüman, Hz. Musa büyüktü, yok Hz. Muhammed büyüktü diye müna­kaşa çıkmış, durum efendimize bildirilince "Beni diğer peygamberlere üstün tutmayın" demiş. Bir rivayettede "Peygamberler arasında üstünlük yansı yapmayın" buyurmuş.[119]

İnsanlar arasındaki harpler, darplar peygamberlerin getirdiği Allah kelamında ihtilafa düşmelerindendir. Eğer insanlık harplere, zulümlere, işkencelere, terörlere son vermek isterlerse insanlığı İslam'la tanıştırmala­rı gerekir.[120]

 

(254) Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve aracılığın fayda vermediği gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıkdan dağıtın. Kafir­ler zalimlerin ta kendisidir.

"Karnım tok sırtım pek" diyenler. Rüşvetle şahsi dostluklarla haksız­ken haklı çıkanlar. Aracılar eliyle köşe dönenler, bilinki kıyamet gününde alışveriş, makam, rüşvet, aracı dostlar size fayda vermeyecektir. O gün gelmeden aklınızı başınıza alın. Helalinden kazanın ve Allah'ın verdikle­rini Allah'ın kullarına dağıtın.

"Size nzık olarak verdiklerimizden infak edin" buyuruyor. Demekki sahip olduğumuz herşey Allah'ın bize verdiğidir. Hiç yokken meni olarak ana rahmine düştük. Orada ete kemiğe dönüştük. Dünyaya geldiğimizde hiç bir şeyimiz yoktu. Anneden süt verdi. Üzerimize elbise giydirdi. Mal mülk evlat verdi. Göz verdi gönül verdi.

Biz bu verilenlerden başkalarımda faydalandıracağız. Verilen ilmi Öğreteceğiz, verilen malı dağıtacağız. Allah bir insana kırk altın verdikten sonra "şu kırk altının birini zekat olarak şu fakire, yolcuya, borçluya, mü­cahide ver diyor. Ama insan cimrilik yapıyor. Malın şükrü onu Allah'ın kullarına zekat ve sadaka olarak vermektir. Yoksa cimrilik yapıp sonrada elinde teşbihle "çok şükür" diyenlerinki şükür değildir. Allah'ın nimetleri öyle çok ki dille onun şükrünü yerine getirmek mümkin değil. Şair:

"Dilde kudret nerden olsun ni"meti can şükrüne

Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nan şükrüne"

yani bin tane dil bir dilim ekmeğin şükrünü yerine getiremez.

Bu dünyada yaptıklarımızın karşılığını bulacaksınız Ahirette. Hayırsa hayır. Serse şer bulacaksınız.

Yoksa evlatların çokluğu ekonomik gücünüz, yandaşlarınız size hiç­bir fayda vermeyecektir. Anne babanızın, evlad ve arkadaşınızın sizden kaçacağını haber verir Rabbimiz.[121]

Maymunu yavrusuyla beraber kazanın içine koymuşlar. Altından ateş yakmışlar. Kazan ısınınca maymun yavrusunu kucağına almış. Ate­şin şiddeti artınca ayaklarının birini kaldırıp ötekini koyuyor. Dayanılmaz hale gelince yavrusunu ayaklarının altına koyup üstüne çıkıyor. Herkesin can derdine düştüğü o günden sakının, nimetlerinizi paylaşmasını bilin.

" Kafirler zalimlerin ta kendisidir" Allah böyle buyurmuş. "Zalim­ler kafirlerin ta kendisidir" dememiş. Yoksa halimiz ne olurdu. Her kafir zalimdir. Ama her zalim kafir değildir. Kafirin zalim olduğu günümüzde apaçık görüyoruz. Amerikan dışişleri bakanı hangi geri kalmış ülkeyi zi­yaret etmişse hemen ikinci gün o ülkede iç harp başlıyor, veya komşula­rıyla silahlı çatışma başlıyor. Kan ve gözyaşı ortalığa akmaya başlayınca silah tacirleri oraya gönderiliyor ve ellerindeki ekmek paralarını alıp silah veriyorlar.

Kendi evladını imansız yetiştirerek elleriyle cehennem ateşine iteleyivererek insandan daha zalim kim olabilir?

Bu dünyada çocuğunu ateşe atıp yakan baba basında "canavar zalim baba" diye anılır. Mahkemelerde en şiddetli ceza verilir. Peki kafir, yav­rusunu cehhenneme hazırlarken zalim olmuyor mu?[122]

 

(255) O Allah'dır. O'ndan başka ilah (yaratan, yaşatan, yöneten) yoktur. O diridir. O Kayyum'dur. (Herşeyin varlığı O'nunladir) O'nu uyuklama ve uyku tutamaz. Göklerde ve yerdekiler O'nundur, O'nun izni olmadan şefaat edecek kimmiş? O, onların önlermdekini-de arkalarındakinide bilir. Onlar O'nun ilminden yalnız O'nun dile­diğinden başka hiçbirşeyi kavrayamazlar. O'nun kürsisi gökleri ve yeri Kuşatmıştır. Onların korunması ona ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.

"Ayetel kürsi" diye bilinen bu ayet Allah (c.c.)rn zat ve sıfatlarından bahsettiği için Kur'an ayetlerinin derece bakımından en büyüğüdür.[123]

Ayetel kürsiyi akşamleyin okuyana sabaha kadar şeytan yaklaşamaz.[124]

İsmi a'zamı içinde bulunduran bu mübarek Ayeti kerimeyi okuyan bir müslüman onyedi defa Allah'ı zikretmiş olur. Allah'a hamdolsun insa­nımızın çoğu bu Ayeti ezberinden okuyabilmekte ve her namazın arka­sında okumaktadır. Peki ne diyoruz bunu okurken.

Allah'dan başka yaratan, yaşatan, ve yönetenin olmadığını, O canlıla­ra can veren Allah'ın haydiri olduğunu, herşeyin varlığının ona bağımlı olduğunu, tabiat kanunlarım koyan ve o kanunlara göre yönetenin Kayyum olan Allah olduğunu söylüyoruz.

Varlığı kendindendir. Yarattıklarına muhtaç değildir. Yaratılan biz­ler, Yaratan Allah'ın havasına, suyuna, yiyeceklerine muhtacız. Ama o hiçbirşeye muhtaç değildir diyoruz.

Ibni Ebi Hatemin, İbni Abbas'tan yaptığı rivayete göre Allah (c.c.) Musa (s.a.v.)ya eline iki cam kavanoz almasını ve uyumadan ayakta dur­masını emreder. Musa (s.a.v.) emredileni yapar. Gecenin yarısında uyku basar. Gecenin sonuna doğru uyuklarken ellerindeki kavanozları birbirine çarpıp kırar. Allah (c.c)buyurur: "Eğer bende uyusaydım gökler ve yer düşer ve yok olurdu.

Biz uyurken kanımızı, canımızı, hücremizi, yıldızları, ayı güneşi birbirine çarpmadan hareket ettiren Allah (c.c.) uyumazda uyuklamazda.

Biz böyle inanınca duyduklarımıza, gördüklerimize, yediklerimize, içtiklerimize, sevdiklerimize ve sevmediklerimize dikkat ederiz ve onun emir ve yasaklan doğrultusunda hareket ederiz.

"Göktekiler ve yerdekiler Allah'a aittir" derken tapularımızın geçici olduğuna, bu topraklara bir zamanlar Konstantin sahipken Fatih'in gelip elinden aldığım, Fatih'ede kalmadığını, bizede kalmayacağını ve mülkün hakiki varisinin Allah olduğunu kabul eder ve O'nun mülkünde yine O'nun kanunlarının geçerli olması için çalışırız.

Allah'ın huzurunda yalnız Allah'ın izin verdiği kişilerin şefaat edebi­leceğine inanırız.

Enbiya suresinin 28'nci ayetinde Necm suresinin 26'ncı ayetinde Al­lah'ın dileyip razı olduğu kişilere şefaatin fayda vereceğini haber verir Rabbimiz.

Şefaatle ilgili hadisleri inkar edenler, farkına varmadan ayeti inkar durumuna düşmekteler. Bu kardeşlerimiz günümüzde bir kısım velilerin yahudi ayakkabıcıya bile şefaat edip cehennemde yanmasını engellemiş­tir diye velilere yaptıkları iftiraya tepki gösterenlerdir. Ama bir yanlışı reddetmek ikinci bir yanlışa sarılmakla olmaz.

Allah, insanların yaptıklarımda yapacaklarımda bilir, geçmişi gelece­ği bilir, dünyayı ve ahireti bilir. Herşeyimiz onun bilgisi içinde olduğuna göre kontrollü hareket etmeliyiz.

Bizim bilgilerimiz onun dilediği kadardır. Zatı ve sıfatları hakkında­ki bilgimiz Allah'ın bildirdiği kadardır. Cennet ve Cehennem hakkındaki bilgilerimizde O'nun bildirdiği kadardır. Keşiflerimiz dahi onun dilemesi doğru füsundadır.

"O'nun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" Kürsi Türkçe'de koltuk olarak terceme edilir. Koltuk otoriteyi temsil eder. Devlet başkanlığı kol­tuğuna oturmak demek ülkeyi yönetmeyi ele almak demektir. Ancak in­sanların koltuğu ve otoritesi ülkeden büyük değildir. Onun için insanlar koltuğu alıp atabilirler. Allah'ın kürsisi kainat'ı kuşatmıştır. Yaratılmışlar ona hiçbir zarar veremezler. Hakimiyetine mani olamazlar.

Gezip tozduğunuz her yerde Allah'ın hakimiyetini görmek ne saadet. Çiçekler O'nun izniyle açmış, böcekler onun emriyle uçmuş, kuşlar onun verdiği kanatlarla onun mülkünde uçmuş. Ve siz böyle bir mekanda Al­lah'ın verdiği ayaklarla yürüyor, O'nun verdiği gözlerle görüyorsunuz. Haydi bakalım böyle bir inancı taşırken nasıl Allah'a karşı geleceksiniz.

«Gökler ve yerdeküer ona aittir» Diye inanan insanın hatırına peki ama bunları nasıl tutar nasıl taşır dünya kurulalıdan beri güneşin ısı ve ışığını veren yakıtı nasıl yetiştirir? gibi sorular gelir. Rabbimiz, «Gökler ve yerin korunması Allah'a zorluk vermez ona ağır gelmez» buyuruyor.

Biz elimize bir kiloluk bir şey alsak öne doğru uzatsak bir saat tuta­mayız. Sayılarını bilemediğimiz yıldızlan yörüngesinde döndüren birbiri­ne çarptırmayan, bugüne kadar getiren Allah kıyamete kadarda götürür. O herşeyden yüce ve büyüktür.[125]

 

(256) Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğruluk ile sapıklık bir­birinden ayrılmıştır. Artık kim tağutu (Allah'dan başka kendisine boyun eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkar edip Allah'a iman ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitici-dir, bilicidir.

Bu Ayeti Kerimenin "Dinde zorlama yoktur" bölümünü imansızlarla amelsizlerin hepsi bilir. Özellikle ateistler Kur'andan yalnız bu ayetin bu bölümüne inanırlar. Ayetel Kürsi de Rabbimizi zatı ve sıfatıyla tanıdıktan sonra hak ile batıl, iyi ile kötü apaçık çıktıktan sonra Tabancayı insanın kafasına daya­yarak iman etmeye zorlamayı yasaklar bu Ayeti kerime. Allah insanlara akıl fikir vermiş. Peygamber göndermiş, kitap indirmiş hak ile batılı belirtmiş. Bundan sonrası insanların hür iradeleri ile seçme işlemine kal­mıştır.

İman işi, sevme işi gibi gönül işidir. Gönül ülkesine kılıç, tabanca, atom bombası hakim olamaz. Bir insana kendinizi zorla sevdiremediğiniz gibi zorla imanda ettiremezsiniz. Mayın söker gibi kılıçla kafir gönlün­den ateistliği, gâvurluğu söküp atamazsınız.

Ancak Müslüman insan İslami devletin sınırlan içinde islamın bütün emir ve yasaklarına uyması için zorlanır. Görevini yerine getirmeyen ce­zalandırılır.

Müslüman bir insan "Dinde zorlama yok" ben namaz kılmam diye­mez. Askere giden adam: "Askere giderim ama eğitim yapmam" diyeme­diği gibi. "Ben bir ülkede yaşarım ama o ülkenin kanunlarına uymam " diyemediği gibi. "Trafiğe çıkarım ama trafik kanunlarına uymam" derse cezasını kendi çektiği gibi Müslüman oldum ama emir ve yasaklara uy­mam diyen ve uymayan kişiyide islami devlet kanunlara uygun hale geti­rir.

Günümüzde batı hayranı bir kısım insanımız bu ayete dayanarak "Müslümanlar İslami kendi hallerinde, kendi devlet veya ailelerinde ya­şarlar. Başkalarına İsiamı zorlamazlar. Tarihdeki harpler hep savunma harbidir" derler. Madem savunma harbiydide Müslümanlar Kudüs'te, Azerbaycan'da, Bağdad'da, Kadisiye'de ne ararlardı?

' Alpaslan Malazgirtte ne arıyordu. Kanuni Sultan Süleyman Viyana-ya seyahat içinmi gitmişti. İspanya'da Endülüs devleti niçin kurulmuştu. Bakara suresinin 193 ncü ayetindeki "Fitne (dinden döndürme zülüm iş­kence) yok oluncaya kadar, dinin tamamı Allah için oluncaya kadar harbediniz" emri neyi ifade ediyor?

Peygamber Efendimizden rivayet edilen "İnsanlar, Aîlah'dan başka ilah (yaratan, yaşatan, ve yöneten) yoktur. Muhammed, Allah'ın rasulü-dür diye şahidlik yapıncaya kadar, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verince­ye kadar onlarla harhetmekle emrolundum." hadisini Buharinin K. İma­nından , Müslim'in K. İmanından, Ahmed b.Hanbelin Müsnedinden 2/345 îbni Mace'nin Mukaddimesinden çıkar tam azlar.

Batıya şirin görünmek isteyenler bilsinlerki batı o kişinin zatını he­def almaz. Dinini hedef alır. Dinide kitaplardakidir. Onun anlattığı değil.

Bu ayette belirtildiği gibi hak batıldan ayrılmıştır. Mü'minler Ayet-el- Kürside tanıtılan Allah'a iman ettikten sonra Allah'ın kullarının koy­duğu kurallara uymayı şirk kabul eder. Allah'ın kanunlarından başka ka­nun koyarak tağutîuk yapanlara küfreder. Yani yarınını göremeyen insan­ların Hanlığım reddeder.

Bu ayetten anladığımıza göre küfretmek -sövmek değil- inkar etmek her insanda var Mümin insan bunu tağutlara karşı kullanıyor. Kafir insan­da Allah'a karşı kullanıyor.

Tağutu inkar edip Allah'a iman eden sağlam bir kulpa sarılmışolur. Tağutlarla olan bağları çözülür veya konar. Allah'a bağlananın bağı kop­maz ve o bağ onu dünyada devlete ahiretle cennete ulaştırır.[126]

 

(257) Allah iman edenlerin dostudur. Onları (küfrün) karanlı­ğından imanın aydınlığına çıkarsr. Kafirlerin dostları ise Tağutlardir, Tağut onları aydmhkdan karanlığa çıkarır, tşte onlar ateşin ya­ranıdırlar ve onlar orada ebedidirler.

Müminlerin dostu Aîlah'dır. Allah'ın dostu olan müminlerde mümi­nin dostudur. Allah dostlarım dost edinen , Allah düşmanlarını düşman kabul eden kişi gerçekten velidir. Yoksa saman çöpü gibi su üstünde yü­rüyen, sinek gibi havada uçan, düşmanı görünce miskinler tekkesine ka­çanlar veli değildir.

Veli: Kur'an ve sünnete uygun yaşayan insandır. Onlar karanlıkların her çeşidinden aydınlığa çıkmış aydın insanlardır.

Ayeti kerimede nur'u tekil sığasıyla, "zulümatı" karanlıkları çoğul sığasıyla bildirmiş. Demekki doğru tektir. Yanlış çoktur. İnsan İslâmın doğru yolundan bir çıktımı her tarafa giden yol yanlış yöne götürür.

İslâmın doğrularına inanmayan insan sayısınca yanlışlık vardır. İşte .....iz ler bu yanlışlıkların sonucudur.

Işığın hızt saniyede üçyüzbin kilometredir, diye bize öğrettilerde ka­ranlığın hızım öğretmediler. Karanlığın hızıda ışık hızı kadardır. Işığın çekildiği yere anında aynı hızda karanlık bastırır. Müslümanların çekildi­ği alanlara anında imansızlar bastırır.

Günümüzde yaşayan ateist, kominist, feminist, anarşist insanlara küfretmeye hakkımız yok. Bizim boş bıraktığımız meydanları onlar ka­rartarak doldurdular. Evinizde veya bir salonda otururken elektir iğinizin şartelini kapatıveren insana sabaha kadar' sövseniz elektriğiniz yanmaz. Hiç küfretmeden kalkıp şartele basacaksınız. Engel olmak isteyen olursa engeli gidereceksiniz.

O engel olan kafirlerde yalnız değil onların dostlanda Tağuttur. Ayette "Müminlerin dostu Allah" derken "dost" kelimesini tekil sığasıy­la kafirlerinkini çoğul sığasıyla "dostları tağuttur" buyurmuş. Kafirlerin dostlukları çıkarlarıyla orantılı olduğundan dostlanda sürekli değişir. El­bise değiştirir gibi lider değiştiren adamları tanıyoruz biz.

Aydınlıkla karanlık aynı anda yaşayamayacağı gibi küfür sistemiyle İslam nizamı aynı anda uygulamaya konamaz. Kafirlerin gücünün büyük­lüğünü görerek "biz müslümanlar kafirlerin küfrüne karşı bir şey yapamayız" diyenler bilsinlerki kocaman bir salonun karanlığını küçücük bir ampulün ışığı kaçırmaktadır.[127]

 

(258) Allah'ın kendisine mülk verdiği devlet verdiği kişinin Rab-bi konusunda îbrahimle nasıl çekiştiğini görmüş gibi bilmedin mi? hani İbrahim "benim Rabbim hem diriltir hem öldürür" demişti. (Bunun üzerine ) ibrahim "şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor. Sende batıdan getir" deyince o kafir şaşırıp kaldı. Allah zalim toplu­lukları başarıya ulaştırmaz.

Yani İbrahim aleyhisselamın karşısında o zamanın devlet başkanı Nemrut var. O Nemrut'a ki o mülkü veren O. Yani yeryüzünü yaratan O. Mülkü veren O olduğuna göre o mülkün üzerinde Rabbimİn varlığını in-kar eden ve bu konuda îbrahimle mücadele eden adamı görmedinmi di­yor. İbrahim demiştiki:

"Benim rabbim dirilten ve öldürendir" hem diriltir hemde öldürür, o devlet başkamda dediki Bende diriltirim bende öldürürüm diyor. Nasıl diriltir diye kendine sormuşlar demişki iki tane idamlık adamın birini ke­serim öldürürüm, birinide serbest bırakırım nasılsa ölecekti serbest bı­rakmak suretiyle bende onu diriltirim diye açıklamış. Tefsirlerin ifade et­tiğine göre böyle demiş yani bende diriltirim bende öldürürüm diyor ama tabiki o günden bugüne kadar insan oğlunun teknik ilmindede tıp ilmin-dede ileri gitmesine rağmen diriltme ve Öldürme işlemini yapamamıştır. Efendim kurşunu çekti öldürdü o sebep oldu diyor. O ölüme sebep oldu ama ölümü yaratan Allah'tır. Tıpkı onu yaratan Allah olduğu gibi. Efen­dim anne ile babanın bir araya gelmesinden oldu peki ama Anne ve baba­yı yaratan Allah'dır İbrahim dediki "Allah hergün sabahleyin güneşi do­ğudan getirendir. Mademki Rablık iddiasında bulunuyorsun haydi sende bu sabah güneşi batıdan getir" dedi.

O Allah'ı inkar eden kişi bu soru karşısında dehşetle, gözleri belere kaldı. Allah zalim toplumlara hidayet vermez diyor yani hidayete ermesi için evvela zulmünü bırakması yaptıklarına pişman olması gerekir. Bunlan yaparsa Allah c.c. onlarada dilediğinde hidayet verir, bazı şeylere alıştığımız için hani alışık olduklarımızın pek değeri yoktur bizim gözü­müzde. Yani güneşin hergün sabah doğudan doğması ve batıdan batması hergün gördüğümüz için pek önemli değil . Tablosu 5 milyon dolar 10 milyon dolar 100 milyon dolara satılmış ressamlar var. Ama adam kendi­si pek yararlanamamış bu tablolardan. Sağlığında gerçekten güzel şeyler yapmış ama tam çıldırmış, kulağını kesmiş adam. Demiş ki "Yahu bunun aslı gibi yapamıyorum" Aslına uygun yapamıyorum demiş ve canlı re­sim yapmayı bırakmış. Çünkü " Bir elin binlerce hareketini ben ancak donduruyorum diyor" onun için vazgeçtim diyor. Dünyaca ünlü bir hey­keltıraş, bıraktım o işi diyor. " dondurma işidir ressamlık, bende o işi bırakıverdim." diyor. Ve o adam müslümanda değil.

Allah (c.c.) bir güneşi yaratıveriyor. Binlerce yiyeceğimize, giyece­ğimize, içeceğimize ve havamıza binlerce faydasını vererek, böyle renk­ler vurarak, göz görmeden fırçalar vurarak, göz görmeden fırçalarını vu­rarak göz görmeden koku ve renk tat vererek bırakıp gidiyor. Ona dikkat çekiyor "Mademki sende rablık iddiasında bulunuyorsun, Allah (c.c.) bu­nu doğudan doğduruyor batıdan batırıyor. Sende bunu tersine çevir o za­man" diyor "gözleri dehşetle şaşkınlık içerisinde beleriverdi" diyor, İki üç sene Önce bu Ateistlik modası gazetelerde gündemde iken o günün Ateistlerinden bir tanesi diyor ki "Allah'a inandırmak isteyenler gelsinler tartışalım. Yalnız ayı kim yarattı güneşi kim yarattı demesinler" diyor. Yani bunlara karnımız tok der gibi bir ifade kullanıyor biz yine onu diye­ceğiz. Çünki en çok yararlandığımız Allah'ın yararlandırdığı nimetlerden ve herkesin gördüğü nimetler bunlar kör bile eli ile görüyor, güneşi eli ile görüyor, ısısını görüyor yani herkesin varlığını inkar edemediği bir şey. "Ama hocam yarasalar inkar ediyor." Onlarda inkar etmiyor. Yarasalar­da güneş geldimi karanlık inlerine saklanıyor. Bu Ateistin dediği gibi aman bana güneşten bahsetme, bana aydan bahsetme diyor adam. Allah c.c. İbrahim aleyhisselamı bir örnek olarak verdi ve İkinci bir örnek veri­yor.[128]

 

 (259) Yahut altı üstüne geîmiş bir şehre uğrayan kimse gibisini (görmedinmi)? O:"Allah burayı öldükten sonra nasıl diriltecek?" demiş. Allah'da onu yüz yi! ölü bıraktı sonra diriltti, "ne kadar kal­dın?" dedi» oda:"birgün yahut bir günden az kaldım" dedi. Allah ona "Hayır yüz yıî kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozul­mamış. Eşeğine bak. (Bu yaptıklarımız) seni insanlara ibret kılma­mız içindir. Kemiklere bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra onlara et giydiriyoruz?" O (Eşeğin dirilmesi ve yiyeceklerin bozulmaması) kendisine apaçık belli olunca, "Ben biliyorum ki şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir." dedi.

Bu Ayetikerime 3-4 ay içerisinde yine bir dergide gündeme getirildi. Bu Âyeti kerimede isim vermiyor ama tefsirlerde Üzeyir diyorlar, Üzeyir'de peygambermidir değilmidir diye ihtilaf edilmiş. Ama salih bir zat olduğu bellide peygamberini değilmi konusunda ihtilaf vardır. Üzeyir Lokman Zülkarneyn ihtilaflıdır deniyor. Üzeyri yahudiler peygamber olarak kabul ederler bizde salih bir zat olarak kabul ediyoruz. Ama pey­gamberliği konusunda açık bir ayet olmadığından biz peygamberdir diye­miyoruz. Peygamber efendimizde peygamberdir dememiş. Fakat yahudi­ler diyorlarki "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyor onların Üzeyir hakkındaki kanaatleri Allah'ın oğiu olduğu konusundadır.   Nerden kaynaklanıyor? Üzeyir bîr şehre uğradı baktıki o şehrin altı üstüne gelmiş yıkılmış, tefsir-cilerin ifadesine göre Buhtunnasır denen adam o kudüs şehrini yerle bir etmiş yani "yahudi ırkından tek adam bırakmayacağım "demiş ve tahribat yapmış. O şehirde diyorlar yani kudüsün tahribi konusudur diyorlar. Ora­ya gelmiş bakmışki tavanlar tabana inmiş demişki: "Allah bunları öl­dükten sonra nasıl diriltecek" Allah onu yüz sene öldürüverdi. Orada öl­dürdü, yüz sene orada kaldı sonra tekrar diriltti yeryüzünde diriltti, Ahirette değil "ne kadar kaldın" dedi yani burada ne kadar kaldın ? "Bir gün veya bir günün yansı kadar" yani kısa bir zaman kaldım burda diyor, "sen burada yüz sene kaldın. Bak yiyeceğine ve içeceğine hiç tadını bozmadı yiyecek ve içecek aynen duruyor." tefsirlerde diyorki üzümü vardı yanında ona bak insanlara bir ayet kılmak için yaptım bunu. Şu kemikle­re bak derken ölmüş kemikleri gördü. Biz onu nasıl tekrar bir araya getireceğiz ve ona nasıl eti giydireceğiz gör. Bütün bunları görünce dediki: "ben iyi biliyorumki Allah her şeye kadirdir"

İmam Malik'e sormuşlar, Allah'ın varlığına delil getir. Demişki: "val­lahi ben yumurtayı hiç görmeseydim biri bana yumurtayı gösterseydi ba­kardım, mermer gibi bir şey. Bu mermerin içinden canlı çıkacak deseydi inanmazdım. Ama görüyoruzki hakikaten yumurtanın içerisinden bir civ­civ 20 gün sonra çıkıveriyor." İmam Şafii hazretlerine sormuşlar demişki: "Dut yaprağım ipek böceği yiyor ipek oluyor, bir başkası yiyor süt olu­yor, bir başkası yiyor et oluyor. Biz hep bunları gözümüzün Önünde gö­rüp duyduğumuzdan dolayıdır ki bize basit gibi geliyor. Aslında bunların hepsi bir mucize. Bir çekirdek bir toprağa düşüyor, güz mevsiminde bü­tün çekirdekler toprağa düşüyor ve ağaçların yapraklarından kefene sarı­lıyor ve onun üzerinede toprak örter gibi kar bembeyaz üzerine kefen gi­bi seriliveriyör. Bir kısmının nasibinde hemen bahar mevsiminde diril­mek vardır. Bir kısımda110 sene kalır, 20 sene kalır, 30 sene kalır. 30 se­ne sonra münbit bir toprağa düşer veya sıcağını toprağın her şeyini belirli ortamı bulunca yeniden diriliveriyor. Yani toprakta otuz sene kaldıktan sonra dirilen çekirdekler veya bir yârde depolanıp uzun müddet bekletil­dikten sonra tekrar dirilen çekirdekleri görüp dururken biz bütün bunları yaratan Allah (c.c.) olduğunu bilip iman ederken, bize böyle bir olayida mucize kabulünden Allah (c.c.) haber vermişse aynı ile iman ediyoruz. Birde bu haberin tıp sahasında gelişmelere yardımı olacağını iddia ediyoruz.Hani Nemi süresindeki Süleyman a.s.'ın yanındaki ona inanmış bir. insanın Belkıs'ın oturduğu koltuğunun Belkıs'la beraber Yemenden bir göz açıp kapayıncaya kadar getirdiğini haber veriyor. Göz açıp kapayın­caya kadar günümüzde teknoloji biraz ilerledi. Daha o seviyede değil. Yemenden buraya 3 saatte getiremezde 6 saatte getirir. Biraz daha sürat­lendirir 3 saatte getirir, biraz daha süratlendirir ilerde dahada ileriye götü­rebilir ve bir günde insanları ışınlama yoluyla istediği yere gönderirlerini oda olurmu olur. O zaman işte göz açıp kapayıncaya kadar getirme faali­yeti gerçekleşince bu Ayet bu çalışmaya öncülük etmiş oluyor.[129]

 

(260) Hani ibrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin banada göster" demiştide Allah: "inanmıyormusun" demişti. (Bunun üzeri­ne) ibrahim "Evet inandım ancak kalbimin tatmin olması için (isti­yorum)" demişti. AHah'da: "Dört kuş al onları kendine alıştır. Sonra onlardan her dağa bir parça koy, sonrada onları çağır. Onlar sana koşarak gelirler. Bilki şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir.

Hani bir gün İbrahim demiştiki: Yarabbi Ölüleri nasıl diriltiyorsun bana bir göster dedi İbrahim (a.s.) İbrahim, yoksa inanmıyormusun dedi Allah (c.c.) inanıyorum yarabbi kalbimde mutmain olsun diyor. Hani eski tabirle, Oğlum askerden geldi demişler biri seviniyor ama birde gözünle gör, Oğlum askerden geldi demek ilmel yakın bilgi yani bilgi olarak edi­niyorsun bunu, ama gözümüzle görünce aynel yakın gözünüzle görüyor­sunuz bunu. İbrahim (a.s.) da diyorki: Yarabbi bilgi olarak biliyorum her-şeyi yaratan sensin ölüleri diriltecek olanda sensinde birde şu gözlerimle göreyim daha mutmain olayım diyor. Allah (c.c.) dediki 4 tane kuş a) onlan kendine alış tır. İbrahim (a.s.)'ın bunu yaptığını ölü kuşlarında kanat çırparak İbrahim (a.s.)'ın huzuruna geldiğini tefsirlerimizde haber veri­yor. Bu Ayetikerimede açık ama tefsirler bu olayı İbrahim (a.s.)'ın tatbik ettiğini söylüyorlar. Hani yumurtanın içerisinden kuşun çıktığını kuştan yumurtanın çıktığını gözlerimizle görüp duruyoruz. Meniden insanın meydana geldiğini insandan meninin meydana geldiğini gözlerimizle gö­rüp duruyoruz. Öyle olunca Allah'ın nasıl dirilttiğini nasıl öldürdüğünü gözlerimizle gösteriyor ve bizim kalbimizde İbrahim aleyhi s selam'ın kal­bi gibi mutmain oluyor.[130]

 

(261) Allah yolunda mallarım harcayanların hali, yedi başak bi­tiren, her başağında yüz dane olan bir tek tohuma benzer. Allah dile­diğine katkat verir. Allah vasi (lutfu ihsanı bol) dur. Herşeyi bilen­dir.

Allah (c.c.) öldürmeninde diriltmeninde Allah'a ait olduğunu İbrahim (a.s.)'m Nemrutla olan mücadelesinde örnek verdi. Üzeyir (a.s.)'ı ölüp sonra diriltmesinden haber veriyor. İbrahim (a.s.)'m kuşları öldürüp tek­rar diriltmesinden haber verdikten sonra Allah yolunda Allah için mal dağıtmaya geçiyoruz. Allah yolunda malını infak edenlerin durumu toprağa düşen bir tane gibidir. O daneden yedi tane başak çıkar. Her başakta da yüz dane vardır, yani bir dane toprağa düşüyor ve Allah (c.c.) oradan 700 dane çıkarıyor. Şimdi bizi yardıma teşvik ediyor, "din için mallarınızla çanlarınızla cihat ediniz" diyor, mahallenizdeki fakirlerle, yetimlerle, yol­da kalmışlarla, borçlularla ilgileniniz ve onlara mallarınızdan infak ediniz diyor. Ama bunun yanında birde ölümün ve dirilmenin nasıl olacağını misallendirmiş oluyor bir tane toprağa düştümü Ölüyor aslında sonrada çürüme meydana geliyor ama o bahar gelince diriliyor. Bu "bir ölürüz bin diriliriz" sözü varya bir tane toprakta ölüyor 700 tane buğday danesine dönüşüyor Allah yolunda ölen bir kişi de bin tanesinin müsiüman olması­na sebep olabilir." Buruc" suresinin tefsirinde iman etmiş bir çocuğun o zamanın za­lim devlet başkanı tarafından halkın huzurunda öldürüldüğünü haber veriyor efendimiz. O çocuk Öldürülür, fakat onu seyreden bu şehrin halkı inkarcı iken bu çocuğun Rabbine bizde iman ettik diyorlar iman ediyor­lar. Biri ölüyor ama binlerce ihsan diriliveriyor. Bir verirseniz Allah 700 katma kadar ve daha fazlasını vereceğini ifade ederken, sadakaya teşvik ederken ölmeninde dirilmeninde Allah katında olduğunu Ahirette insan­ların dirileceğini tıpkı toprağa atılan tanenin çürüyüp ölünce dirildiği gibi insanlarda toprakta çürüdükten sonra dirileceğini işaret etmiş oluyor. 700 katıdır verdiğiniz iyiliklerin karşılığı. Dilediğine Allah kat katta yapar bir kere bir iyilik yaparsanız 700 katı var ama dilerse daha fazlasınıda verir Allah herşeyi bilendir her şeyi ilmiyle kudretiyle kuşa'tandır.[131]

 

(262) Allah yolunda mallarını harcayıp sonra harcadıklarını ba­şa kakmayan ve eziyet etmeyenler Rableri katında ecirleri (karşılığı) vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzunda olmayacaklardır.

Adamın biri bir delikanlının birine ayakkabı alıvermiş, hergün böyle yanından geçerken çocuk oynuyormuş, yavrucuğum, ayakkabın eskir hoplama, kuzum oynama dermiş. Bu sözler beraber olduğu arkadaşının kanına dokunmuş. Bir gün kızmış ve demişki çıkar ulan şunun ayakkabı­sını" çıkarttırmış. Götürmüş çocuğa bir ayakkabı alıvermiş, ikinci gün yi­ne o iki adam beraber gidiyorlarmış. Çocuk yine oynuyor çocuğa diyormuşki oyna ulan oyna ben bunun gibi değilim demiş, ikiside başa kakıyor aslında. Hani iki arkadaş gidiyormuş, birinin şemsiyesi var birinin yok. Şemsiyeyi aldığımız ne iyi oldu ıslanmadık değil mi? ıslanmadık demiş. Biraz sonra ya bak elbisende yepyeni imiş. Allah korusun ya şemsiye ol­masaydı ne olurdu halimiz? Bir kaç defa daha tekrarlayınca, Galata köp­rüsünün oraya gelince kendisini denize atmış, çıktıktan sonra "şemsiye olmasaydı böyle olurduk demiş." Allah için yaptıklarını başa kakmâyanlar ve yaptıklarından dolayı karşı tarafa eza vermiyen insanlar incitmeyen insanların mükafatı Rabbimiz katmdadır.

Gönül telini böyle rahatsız etmiyeceksiniz eğer bunu yaparsanız onun mükafatı ise rabbim katındadır, 700 kattır başka yok demiyor onun mükafatı Rabbim katındadır. Onlar için korku yoktur iki dünyada üzüntü­de yoktur. Pertev Paşa da güzel ifade etmiş

Ne şemmet bülbülün verdin nede hardan incin     

Ne gayrın yarına meylet ne sen ağyardan incin

Ne sen bir kimseden ah al, ne ahu zardan incin

Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.

Sadaka veripte arkasından dikende sunmayacağız. Dikensiz gül gibi vereceğiz dikensiz gül gibi incitme diyor. Kimseden incinmeyelim ve kimseyi de incitmeyelim diyor. Hiç bir şekilde insanları incitmememizi istiyor.[132]

 

(263) Güzel bir söz ve bağışlama, ardından eza gelen sadakadan hayırlıdır. Allah Gani (kimseye muhtaç dcğil)dir. Halim (kullarına yumuşak davranan) dır.

İyi bir söz, tatlı bal gibi bir söz ve insanlar hakkında güzel muamele ve onların ayıplarını Örtme hareketi, arkasından incitilen sadakadan daha hayırlıdır. Hani adama iyilik yapıyorsunuz ondan sonra akıl vermeye çalışıyorsunuz, yönlendirmeye çalışıyorsunuz "oğlum bu elbiseyi bayram­larda giysen olmazmı kuzum" diyorsunuz. Bunu deme hakkınız yok ver­diniz iş bitti. Sonra karşılıksız vermiyorsunuz. Hani size sorayım, Eczahaneye gittiğinizde ilaç alıyorsunuz para Ödüyorsunz. Sonra eczacıyı gördüğünüzde ne oldu o verdiğim para, onu iyi yiyebildin mi, çoluğuna çocuğuna et alabildin mi dermişiniz? demesziniz. Niye? adam paranı aldı" ilacını verdi. Birbirinize minnet etme, başa kakma hak ve selahiyetiniz yok. Sadakada öyledir. Peygamber efendimize biri gelmiş, «Ya Rasulellah kalbimin katılığından şikayetçiyim» demiş. Efendimizde «Yetimin başını okşa, Fakirin karnım doyur» demiş.[133] Peki bunu yapınca ne olur? Katı kalplilikten kurtulur yani para veriyor kal­bini tedavi ediyor adam. Hani batıda ve bizde bir kısım çocuk doğurama­yan kadınlar, artistler köpek besliyor, ayı besliyor, yılan besliyor. Mecbur bunu beslemeye, çünki bir sevginin bir yere akması gerekiyor.

Bir adam var ama iyilik yapacak gücü yok, ama gül gibi yüz bal gibi sözü var. Bu gül gibi yüzü bal gibi sözü olan adam iyilik yapıpta arkasın­dan başına kakan adamdan hayırlıdır diyor Allah (c.c.) bu Ayeti kerime­sinde.

«Allah zengindir, Allah yumuşak muamele eder kullarına» diyor, yani Allah c.c. bizim vermelerimize ihtiyacı yok. Bizim vermeye ihtiya­cımız var, kendimiz için başkaları için değil.

İnsan sure'sinin 9.ncu ayetinde yapılan iyiliklere karşı insanlardan te­şekkür bile beklemememize işaret edilmiştir. Kim iyilik yaparsa kendine yapmış olur. Kim kötülük yaparsa kendi zaranna yapmış olur diyor, Kim hidayete ererse kendisine kim dalalette olursa kendi aleyhine olur diyor Allah (c.c.)[134]

 

(264) Ey iman edenler, başa kakma ve eziyet verme ile sadakala­rınızı boşa çıkarmayın. Allah'a ve ahirete inanmayan, malını insan­lara gösteriş olsun için veren kimse gibi (malınızı, heder etmeyin). Söyleşinin hali, üzerinde toprak bulunan kayanın haline benzer. Ona bol yağmur yağarda onu (topraksız) kaskatı bırakıverir. Kazandık­larından hiçbir şeye (sevabını almaya) kudretleri yetmez. Allah ka­firler topluluğunu hidayete eriştirmez.

Kur'an-ı Kerimde bazı konular önemine binaen uzunca anlatılıyor.Bakara suresinden şunu gördüm. Daha çok Beni İsrail ve onların peygamberlerine olan hıyanetleri döneklikleri. İnsanları güçlü görünce büzülüp, zaif gördükçe saldırdıkları ve bu sebebdende tarih boyunca bir çok cezalara çarptırıldıkları yani dünyada bile cezaya çarptırıldıklarını Allah (c.c.) uzun uzun anlattığı gibi, diğer surelerdede yer yer değini-yor.Niye? Sizde ayni yahudilerin yaptığını yaparsanız aynı belaya sizde uğrarsınız. Yani zulümle adaleti bir arada tutmak mümkün değil. Zulüm üzerine Abad olmak mümkün değil, berbat olmak vardır, diye Allah (c.c.) bizi uyarır, ve bu 261 nci Ayeti kerimesinden itibaren infak etme­nin faziletine dikkatimizi çekiyor. 260 ncı Ayeti kerimede İbrahim (a. s.) Allah (c.c.) un nasıl öldürüp nasıl dirilttiğini Allah (c.c.) ten sorduğunu, Allah (c.c.) de ona kuşları al öldür sonra onları dağların üzerine koy, son­rada çağır bak nasıl diriltiyorum gör. dediğini naklettikten sonra Allah (c.c.) bir verenin sadaka olarak infak olarak bir verenin 700 katma kadar .Allah tarafından çoğaltılacağına dikkatimizi çekiyor, yani vermekten korkmamamız gerektiğini anlatılırken bir verilenin 700 kat olacağını, ya­ni bir dane ölüyor, 700 tane diriliyor;Yani ölmek, çürümek, yok Olmak demek değil, arınmak tekrar çoğalmak manasına geldiğini Allah (c.c.) bu Ayeti kerimesiyle bize gösteriveriyor, ve bu 264 ncü Ayeti kerimesinde Ey iman edenler Sadakalarınızı, başa kakmakla ve sadaka verdiğiniz kişi­ye eziyet vermekle boşa çıkarmayın yani kişi sadaka veriyor iyilik yapı­yor ama arkasından onu minnet altında tutuyor başına kakıyor veya onu üzecek hareketlerde bulunuyor. Bunları yapmayınız, eğer yaparsanız ver­miş olduğunuz sadakalar boşa gider ahirette bunun karşılığını veremezsiniz bu dünyada da mutlu olamazsınız.

Şimdi Allah (c.c.) bunu kime benzetiyor. Allah'a ve ahirete iman et­mediği halde sırf gösteriş olsun için sadaka veren dağıtan kişinin duru­muna benzer. Hani daha Önceki Ayeti kerimelerde geçmişti imansız in­sanlarında sadaka verebileceğini Allah (c.c.) bize Ayetikerimeleriyle ha­ber veriyor. Onlarda veriyorlar ama insanlar desinler diye veriyorlar. Mü'min ise verilen verdiğini unutuyor hatta hadisi şerifte bildirildiğine göre sağ eliyle verdiğini sol elinden gizliyor. Yani bu gizlemek burada böyle gizli olarak vermek değil yani haberdar etmemek kendi nefsinin bir parçasına bile haberdar etmiyen gizleyen insan hanımına çocuğuna baba­sına arkadaşlarına hiç haberdar etmez. Etmememiz gerekiyor. Ama duyuruyorsak işte filan geldide bir borç para verdim, olsun helal olsun çalış­kan çocuktur. Yardım etmek lazım desteklemek lazım, veya karşılıksız veriverdiydim diyerek herkese duyurma tarafına giden adam niye bu ihti­yacı hissediyor? Verdiğinin karşılığını almak istiyor. Herkeste vardır bu. Yani müslümandada vardır müslüman olmayandada, verdiğinin karşılığı­nı almak yaratılan herkeste vardır. Verdiğinin karşılığını almamak yalnız Allah'da yoktur. O karşılık istemeden veriyor. "Ama hocam bazı emirler veriyor namazınızı kılın, orucunuzu tutun, zekatınızı verin bu tür emirler var yani verdiği nimetler karşılığında bize bunları emrediyor." denirse Bizim bu kıldıklarımızda bizim bu kendimizedir. Yani bu dünyada mutlu bir aile, mutlu bir mahalle, mutlu bir şehir, mutlu bir devlet kurmak isti­yorsanız bu kurallara riayet edin buna riayet edenler mükafatı kendileri göreceklerdir. Yoksa Allah (c.c.)  yaptığımız namazlar, oruçlar, haclar, zekatlar, iyilikler bütün bu sadakaları karşılık olarak beklemiyor bunuda Ayeti kerimelerde ifade ediyor. «Allah sizin yaptıklarmızada verdikleri-nizede ihtiyacı yok, yaptıklarınız sizin kendiniz içindir» diyor ama insan olarak biz yaptığımızın karşılığını mutlaka bekliyoruz. Öyleyse dinim di-yorki bunu Allah'tan bekleyin insanlardan beklemeyin diyor. Biraz sonra gelecek Ayeti kerimeler onu yine açıklayacak bu sadakanın önemine bi­naen burada üç sahife ardarda sırf infakı anlatıyor. Üç sahife namazı an­latmamıştır. Yani ardarda gelen üç sahife ile.namazı anlatmamıştır. Orucüda üç sahife anlatmamıştır. Oruç'a Bakara suresi 183. ayetinden itiba­ren bir sahife değiniliyor ve böylece bitiyor.

Ama sadakanın nasıl verileceği neye verileceği niçin verileceği veri­len insana eziyet edilmemesi rencide, edilmemesi gerektiği, ne kadar veri­leceği kimlere verileceği, ne gaye ile verileceğinide Allah (c.c.)açıkhyor. Müminler Allah'ın rızası için verirler ama kafir olduğu halde veren insan­lar da vardır. Onlarda insanların rızası için verirler. Mümin Allah rızası için kafirde insanların rızası için verir ve kafirler mükafatlarını bu dünyada alırlar. Filanın yaptırmış olduğu yurt, filanın yaptırmış olduğu köşk, filanın yaptırmış olduğu köprü veya filanın yaptırmış olduğu hastahane denilsin için veriliyorsa oda deniliyor ve o da karşılığını bu dünyada almış oluyor. Öbür dünyada almaz zaten Rabbim Ayeti kerimesinde «yap­tığı iyiliği başa kakan kişi Allah'a ahirete inanmadığı halde sırf gösteriş olsun için veren adama benzer» diyor. Öbür dünyada adam bütün mal varlığını milyonlarca milyarlarca parasını hayır müesseselerine vakfet­miş gitmiş bir adam öbür dünyada hesabı kitabı yapılırken diyebilir «ya-rabbi bu adam 5 lira harcamış Allah yolunda cennetine gönderiyorsun, ben 5 trilyon harcadım, insanların sıhhati için hastahane kurdum veya başka hayır müesseseleri kurdum, bana mükafat vermiyorsun.»

Rabbim derki bu verirken O insanların rızası için vermemişti, Rabbin rızasını kazanmak için vermişti. Yarabbi bu senin yarattığındır. Bu senin yarattığın düşmüş bunu.kaldırmam gerekiyor dedi ve yardım etti. Gücüde o kadardı ve onu verdi. Sende verdin. Onun verdiğinin kat kat fazlasını verdin. Fakat sen ö adam yanında ve insanlar gözünde itibar ka­zanmak için verdin ve o itibarıda kazandın yani karşılığını aldın. Sen ve­rirken bana inanmıyordun bana inanmadığın halde niye gelip benden isti­yorsun? Hani dükkan komşunuzun yamda çalışan işçi ay başı gelince size geliyor maaşımı verilmişin? diyor verirmisiniz? Kime çalıştın, yanı başı-nızdaki komşuya, git kardeşim yanı başımızdaki komşudan al. Yani kime çalışmışsanız ordan al. Allah (c.c.)'te «Kime çalışmışsanız ondan alacak­sınız ama orada herkes birbirinden çaresiz ve orada yalnız ve yalnız Al­lah (c.c.)ün hükmü geçer» ki Onu hergün beş vakit namazımızda "Maliki yevmiddin" kıyamet gününün, din gününün, ceza gününün yegane sahibi hakimi Allah (c.c.) dür diye 40 defa tejcrar edip duruyoruz.

Verdiği malı başa kakan veya verdiğini Allah için vermeyip, gösteriş için veren insanların durumu, sert bir kayanın üzerinde biraz toprak var o . toprağın üzerine yağan yağmur gibidir. Şiddetli bir yağmur yağar o topra­ğı alıp gidiverir. Yağmur toprağı götürünce o taşın üzerinde bir nebatın bitmesi, bir çiçeğin açması, bir kuşun ötmesi mümkün değil. Yani orada bir mahsûlün alınması mümkün değil. Hani bir sadaka verince Allah (c.c.) en azından 700 kat daha fazlasını vereceğini vadediyor 261 nci Ayeti kerimede. Burada sadaka yağmura benzetilmiş. İmansızın, riyakârın verdiği sadaka yine yağmur gibidir. Ama kayanın üzerindeki toprağa yağan yağmur gibidir götürü verdi gitti ve ordan çiçeğin bitmesi­ne mahsulün bitmesine imkan yok. Karşılığını almak mümkün değil. O kazandıklarından hiçbir şeye güçleri yetmez karşılığını alamazlar yok olur gider. «Allah kafir toplumlara yol göstermez onlara hidayet vermez» diyor.[135]

 

(265) Mallarım Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerindeki (imanı) sağlamlaştırmak için harcayanların hali, yüksek tepede bulu­nan bahçenin hali gibidir. Oraya bol yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur. Eğer bol yağmur yağmazsa çisinti olur Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

265 nci Ayeti kerimede Allah'ın rızasını kazanmak için mallarını da­ğıtanların durumunuda bir benzetme ile anlatıyor. Allah'ın rızasını kazan­mak için infak edenlerin birde kendi nefislerinde olan bilginin ve imanın doğruluğunu ortaya koymak için verenler veya Allah (c.c.)'e karşı olan imanlarını güçlendirmek için verenler, yüksek bir yerdeki bahçeye yağan yağmur gibidir. Oraya yağmur şiddetli bir şekilde bolca yağarsa onun rız­kı onun nebatatı iki kat daha bereketli olarak biter ama oraya bolca yağ­mur yağmamış olsa bile çisenti halinde olsa o çisenti ilede o nimet ora­dan meydana çıkar.

İşte müminin vermiş olduğu sadakada böyledir verdiği insana eziyet etmeden bunu yaymadan ve insana hiçbir şekilde başa kakmadan veriyor­sa bu verdiği bereketli bir toprağa ve toprakta yüksek bir yerde ve orada bahçeye düşen bereketli yağmurlar gibidir verdiği ona katkat sevap ka­zandırır. Ahirette cennette çiçekler bitirir. Az verse bile çisenti halinde verse yinede karşılığını Allah katında alır buyuruyor. Allah sizin yap­makta olduklarınızı görür. Allah (c.c.) ne kadar verirseniz az veya çok verdiğinizi unutursanızda biliyor başa kakarsanızda biliyor. Allah rızası için verirsenizde biliyor insanların rızası için verirsenizde onu biliyor yani amellerinizin daha iyi değerlendirilebilmesi için nimetlerin gayet güzel olması ve veriş şekillerinizde Allah'ın tarif ettiği şekle uygun olması ge­rekiyor.

Allah (c.c.) yine bir misalle onu bize bildiriyor. Hani insanlar çok iyilik yapıyorlar, bir çok talebe yetiştiriyorlar. Bir çok kursun, okulun, köprünün, hanın, hamamın, sosyal tesislerin yapımında bir çok paralar harcıyorlar. Bunlar iyi niyyetlerle yapıldığı takdirde mükafatı verilecek­tir. Hiç şüphesiz verilecektir. Çünkü zerre kadar yaptığınız iyilikler zayi olmayacaktır. Hani Zilzal suresinde geçmişti, "kim zerre kadar hayr işler­se onu görecektir". Hani zerreyi tarif ederken lugatlarımızda pencereden güneş içeriye vurduğunda o güneşin olduğu yerde havada küçük zerrecik­ler uçuşurlar işte ona zerre diyor. Simde yeni lugatlara bakacak olursanız zerrenin karşılığı olarak en küçük parça olarak atom demişler. En küçük parça olması nedeniyle yani o kadar bir iyiliğiniz olsa zayi edilmeyecek karşılığını göreceksiniz, "zerre kadar kötülükte yapacak olursanız onunda karşılığını göreceksiniz" diyoi Allah (c.c.) İnsanlar iyiliği yapıyor, iman üzerinde amel üzerinde devam ediyor ama birgün gelip çığırdan çıkıveriyor ve bütün yaptıklarını yıkıveriyor. Allah bu tip insanları şöyle tarif ediyor.[136]

 

(266) Sizden her hangi birinizin altından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyve bulunan bahçesi olsun ve ona çocukları güç­süzken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, ve o bahçeye içinde ateş bu­lunan kasırga gelip çatsinda kavuruversin ister mi? İşte böylece Al­lah ayetleri açıklar. Umulurki düşünürsünüz. Sizden birinizin bir bahçesi olsa ve orada hurma üzüm ve diğer mey­velerin her çeşidinden bulunsa ve besleyip büyütse o meyve bahçesini düşününkî çok münbit bir toprak üzerinde bahçesi var oraya her çeşit meyveden ekmiş tam meyve verir hale gelmiş ama yaşıda 50 sini 60 şını 70 sini 80 nini bulmuş. Ayeti kerimede yaş olarak rakam vermiyor ama "ihtiyarlıkta gelip çatmış" ve çoluk çocuğuda var öyle bir anda çoluk ço­cuğuna bakıyor seviniyor diyorki şu çoluk çocuğuma şu bahçenin meyve­si ömür boyu yeter çok şükür ki çalışmışım kazanmışım çocuklarıma bir şeyler bırakmışım derken kavurucu bir rüzgar esiyor ve o bahçeyi yerle bir ediyor böyle bir durumda olmak istermisiniz? Yani bir ömür boyu ça­lışacaksınız veya hammallıkta veya memurlukta veya her hangi bir yerde çalışacaksınız 60 şınıza 70 sinize geleceksiniz çocuklarınıza tam böyle güzel bir yer bırakırken, bir dükkan bırakırken, bir köşk bırakırken, bir araba bırakırken, bir istikbal bırakırken, 70 senede kazandığınız bir gece yangınıyla maazallah yok oluvermiş, bahçemiz bir borayla gidivermiş, böyle bir şeyi istermisiniz? kimse istemez. İşte diyor Allah (c.c.) yaptığı bütün iyilikleri insanlar desin diye yapan adammkide böylece yok olup gidivermiş. Mesela:  Bir ömür boyu iyilik yapmış gerçektende basmada . kakmamış. Ama bir gün karşısına almış  "ulan ben sana şunu şunu yap­madım mı, şöyle şöyle etmedim mi, bu güne kadar senin karnını doyur­madım mı, bu hale getirmedim mi, ulan burnundan fitil fitil getireceğim ben bunu sana" dedi ne yaptı geçmişi yakıverdi atıverdi yani o bugüne kadar yapılanları yaktı o adam.

Hani İmamı Azam için anlatılır iyilik yaptığı veya borç verdiği ada­mın damının altına sığınmazmış yağmura katlanırmış. Şimdi adam ca­mından görürde yahu arkadaş başka evin saçağına durmuyorsunda bizim saçağı kendi malın gibimi görüyorsun iyilik yaptığından dolayı bir şey hatırına gelirmi diye orayada sığınmadı hem ıslandı hem yürüdü di­yor. Yani onu rahatsız etmemek için böyle yaptığı anlatılır. Allah (c.c.)'un vermiş olduğumuz iyilikden dolayı cennette gül bitiriyor, biz ise bu yap­tığımız başa kakma ile veya eziyet etme ile o gülün dibine kibrit suyu ve­ya kezzap döküveriyoruz ve onu yakıp atıveriyoruz. Onun için Allah (c.c.) bize dünyamızdan ve bize karşı karşıya olduğumuz işlerden Örnek­ler veriyor. Hani insan oğlunun en fazla bağlı olduğu şey bir ömür boyu kazandı­ğı maldır. Hani o gün için bahçeyi misal vermişti ama Allah (c.c.)' ün verdiği misaller örnekler evrenseldir. Daha önce anlattığım gibi Allah (c.c.)'ü nimetlerden bahsederken üzüm demiş niye? üzüm bütün dünya devletlerinde bilinendir. Bir bölgede bir kabilede bilinen nimetten bahset­miyor. Çünki diğerleri bilmeyebilir. Ama üzüm herkes tarafından biline­bilir. Bütün dünyadaki insanların bahçeye karşı meyili vardır. Ama ho­cam ben İstanbul şehrindeyim ne yapayım elma bahçesini demeyin hepi-nizinde gönlünde "hocam şöyle boğazda bazı ağazadelerin paşa zadelerin yaptığı evlerin konutların yanı başında bizimde oluverseydi, benimde şöyle hiç değilse 500 metre karelik 1000 metre karelik bir bahçemiz olsa o bahçeye her çeşit meyveden diksek, hocam senide davet etsekte kahve­yi orda içseydik oİmazmıydı" filan böyle davet edeceğinden değil kendisi öyle istiyorda benimle meşruiyyet kazandıracak benim nezdimde. Yani her insanın gönlünde bahçe vardır, fakat şunu bilihki bütün bahçeler bir-gün gelir güz mevsimindeki gibi ağaçlar yeşil elbiselerini soyunuverirler, ve fakir insan gibi ortada kalırlar. Birgün dünyanın bütün ziynetleride Öy­lece soluverecektir. Eşimizin kendimizin annemizin babamızın soluverdi-ği gibi yaşayanın her an solmakta olduğu gibi kullarda solacaktır. Solma­yan güller parlayan sevgililer istiyorsak Allah (c.c.) un emirlerine bu dünyada hakkıyla riayet etmemiz gerekiyor. İşte Allah sizin için ayetleri­ni böylece apaçık beyan ediyor, açıklıyor ki böylece aklını başınıza alası­nız. Yaptığınız işleri iyi düşünesiniz diye size olayı açıklayıveriyor.

Şimdi ey iman edenler, yaptığınız iyilikleri başa kakmakla eziyet et­mekle onu incitmekle boşa çıkarmayınız dedi sonra gösteriş içinde ver­meyiniz. Çünki boşa gider dedi. Bunu misalleriylede anlattıktan sonra yi­ne Allah c.c. verdiğimiz malların nasıl olması gerektiğini anlatıyor bize.[137]

 

 (267) Ey iman edenler, Kazandıklarınızın en güzellerinden ve si­zin için yerden çıkardıklarımızdan (Allah için) harcayın. Kendinizin göz yumma (tiksinme) dan alamayacağınız pis şeyleri yermeye kal­kışmayın. İyi hilinki şüphesiz Allah Gani (muhtaç değil) dir, övülme­ye layıktır.

Kazandığınız malların en temizini veriniz. Sizin için yeryüzünden çı­kardıklarımızın ve kendi kazandıklarımızın en güzelinden veriniz diyor. Bir hayır etmek istiyorsunuz, elbise vermek istiyorsunuz, fakire hangisini verelim? Geçen sene değilde evvelki sene aldığımız vardı, birazda yıp­ranmıştı onu verdim diyoruz. Yemekten verelim diyoruz dünden kalanı verelim. Hemen aklımıza o geliverir, hatta bazı arkadaşlar hani zekat ve­relim diyor. Hani yatmış derler dükkanda dura dura eskimiş olanını fare­nin ucundan kestiklerini yediklerini toplayıp verelim gibi bir kanaat var, bir kısım insanlarda, Allah (c.c.) kazandıklarınızın ve Allah'ın size yeryü­zünden çıkardıklarını en hayırlılarından veriniz yani yeryüzünden çıkarı­lan sebzeler, meyveler vardır ama yeryüzünden çıkan altın gümüşte var­dır. Yani bizim sahip olduğumuz dünyevi nimetlerin en güzelinden ver­memizi emrediyor. Peki en güzelinin ölçüsü ne Öyleyse? Onuda veriyor "Rabbim kötüyü kastetmeyin, yani verirken kötü şeyleri vermeyin. Siz kendinizin almayacağınız şeyleri vermeyin. Kötü şeyleri gözünüzü yum­madan alamayacağınız şeyleri siz kendiniz vermeyin" diyor. Yani bir şey var onu vereceksiniz. Şunu düşünün, bu bana verilseydi alirmıydım almazmıydım. Alacak olsaydınız zaten vermezdiniz. Siz bunu niye çıkarı­yorsunuz? Bunu beğenmediniz yani mallarınız içerisinde bunu beğenme­diniz veriyorsunuz, onu geriye size iade etmiş olsalar veya bunun gibi bi­rini verseler siz almazsınız. Hocam alına bilir. Ahnabüirliğinide Cenabı Allah kabul ediyor. Gözünüzü yumarak alabileceğiniz şeyler vardır. Hani adam size bir şey veriyor fakat sizde mecbursunuz öyle bir durumdası-nızki beğenmiyorsunuz ama onu almayada mecbursunuz. Hani çöp bi­donlarının başında ekmek toplayan bazı insanları görüyoruz bakmaya bi­le dayanamıyoruz. Bakmaya dayanamıyoruz zannetmeyinki o adam ona dayanıyor. Yani oda Allah bilirya evvela görüyor sonra ahpta ağzına ko­yarken gözü o anda kapanıyor. Ama mecburdur onu almaya yani gözünü kapatarak alabileceğiniz o kötü mallan kendinizin almak istemediği alır­sanız bile gözünüzü kapatarak aldığınız o malları başka insanlara sadaka olarak vermeyin diyor. Yani eskimiş elbiseler, kokmuş yemekler, geçmez paralar bunlar sadaka olarak verilmemelidir. Allah her şeyden müstağni­dir.

Yani sizin bu verdiklerinizin iyi versenizde kötü versinizde Allah için önemi yok, onun gücüne güç katmıyorsunuz, mülkünden hiç bir şey eksiltmiyorsunuz. Allah sizin verdiklerinizede muhtaç değildir. Onun için verdiğinizi Allah'ın başına kakacak durumda değilsiniz. Allah her şeyden müstağnidir. Allah zatı ile övülmüştür, Hamid'dir ona hamdeden nice ya­rattıkları vardır. "Ama Kocam oğlum büyüyor evlendireceğim. Kızım bü­yüyor onuda evlendireceğim. Evlendirdik ev bark sahibi yapacağız, ona iş kurmak istiyoruz." Peki onlara iş, ev, bark, kurdunuz evlendirdiniz, iyi­lik yapın denince "Hocam elinizi öper kerata çok sevimli, torunumuz dünyaya geldi. Onun içinde bir şeyler hazırlamak lazım öyle değil mi? hocam. Torunlar elin, eline avucuna bakarsa olur mu?" diyor. Adam bu­nun sonu gelmez. "Hocam torun çocuk gibi de değil, kendi çocuğun gibi değil torun daha çok seviliyor, torunun torunu daha çok seviliyor" diyor. Ama onu göremiyor. Genelde bütün bu vesveseler insanın kendi nefsi emmaresinden kaynaklandığı gibi Allah c.c. 268 nci Ayeti kerimesinde[138]

 

(268) Şeytan sizi (verirseniz) fakir olursunuz diye korkutur ve si­ze fuhşiyati cimriliği emreder. Allah ise size kendisinden bağışlama ve bolluk vadeder. Allah vasi dir (Lutfu ihsanı boldur) bilendir.

Şeytan sizi hep fakirlikle korkutur verme fakir oluverirsin elaleme muhtaç olursun, el açarsında kimse senin yardımına koşmaz diyor ve şey­tan size fuhşu emreder diyor, kötülükleri yapmayı emreder ve fakirlikten korkutur size fakirlik vadeder diyor.

Allah ise afvı vadediyor ve bol nimetler vadediyor, verin vereyim diyor. Verin kat kat vereyim diyor. Anadoluda bir tabirdir "misafir 10 rızıkla gelir ve birini yer dokuzunu bırakır gider derler. Anadolunun misafir perverliğini böylelikle harekete geçirir bu sözler. Vaiz olarak çalıştığım bir kazada bir adam yahu hocam olurmu öyle şey? Adam geliyor iki ta­ne ekmeğin birini o yiyor birini ben yiyorum bana evde ekmek kalmıyor" diyor . Bu iş nasıl oluyor diyor. Dedim ki vermenin geliş şekli ayrıdır. Sen zannediyorsunki 10 tane ekmek onunla beraber kapıdan giriyor, biri­ni o adam yiyor, dokuzunu koyup gidiyor. Eğer böyle olmuş olsa idi memlekette cimri adam kalmaz hepsi bizden önce köyün ve şehrin dışına dururlar misafirleri onlarda evlerine getirirler. Allah rızası için değil, do­kuz ekmek kalacak diye yaparlar bunu. Allah nasıl geldiğini göstermiyor. Ben misali kendi hayatımdan vereyim. Benim evim misafire açıktır bili­yorsunuz. Adam geliyor benimle birlikte yiyor. Ben ona ayrı yemek çıkarmam yani kendi adetimdir genelde ayrı yemek çıkartmam misafire ne varsa onu yer. Şu anda hepimiz evime gitseniz var olanı yeriz bitincede kalırız o kadar. Bunun içinde eve sıkıntı olmaz. Şimdi bir kısım ailelere misafir geliyor dedinmi 15 gün evvelden haber verilecek. Evin hanımı bir hafta yorulacak ve akşam yemeği verecek misafire. Misafir gittikten son­ra bir haftada temizleyecek, siz o anda hanıma "ikinci misafir geliyor" derseniz razı olmaz. Ama yük olmazsanız hiç bir şey olmaz, Hanım misa­firimiz var iki kaşık fazla koyacaksın dedinizmi sorun çikmaz.Hanım için hiç bir yük yok: Yalınız bir kaşık fazlalığı, bir tabak fazlalığı o kadar. Ama bunun faydası bana dokuz ekmek kalıyor. Ankaraya geliyorum az önce ekmeğimi yiyen adam garajda karşılıyor evine götürüyor.İki gün kalıyorum, arabasıyla da beni istediğim yere götürüyor 9 ekmeklik mas­raf yapıyor bana. Karşılıklar böyle alınır ama oda bunu zevkle yapıyor. Onun için karşılığını nereden nasıl geleceğini biz bilemiyoruz. Yapacak­larımızı böyle bir şey olsun diye yaparsanız öbür dünyada sevabı yok. Yani ben bu adamın ilerde Ankara'da, Erzurum'da, İstanbul'da filan işimi görür diye iyilik yaparsanız sevabını alamazsınız. Dünyada belki karşılık alırsınız ama ahirette sevap almanız mümkün değildir. Vermekten hayat­ta hiç korkmamaya gayret edeceğiz.

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve kötülüğü emreder " diyor. Yani çocuğumu evlendireceğim. Kızımı çıkarayım. Mal mülk sahibi edeyim ve birde bir dükkan açıvereyim. Bütün bu düşünceler nefsinizin ve şeyta­nınızın size söyledikleridir. Onları düşünmeyelim mi? Onları düşünece­ğiz ümmeti muhammedin çocukları ile beraber düşüneceğiz onları. Onla­rı düşünürde ümmeti muhammedin çocuklarını düşünmezseniz evinizin her tarafını yangın alsada sizin evinize henüz gelmese acaba çocukları­nızla rahat yemek yemeniz mümkünmü? Mümkün değildir. Bütün mahaî-lenizdeki çevrenizdeki insanlar açlıktan inleseler ve sizin evinizde bol ni­met olsa yemeniz, rahat etmeniz mümkün değil Rahat etmek belki müm­kün olur ama insanlığınızı yîtirirseniz mümkün olur. Yani bütün memle­kette bu. kadar aç insanın iniltisine rağmen rahat yemeğini yiyen insanlar hayvanlık derekesinin altına düşmüş insanlardır. Hani ineğin önüne otu koyuverseniz öbür taraf tanda bir adam açlıktan inlese ineği hiç etkilemez.[139]

 

(269) Hikmeti dilediğine verir. Kimede hikmet verilmişse mu­hakkak ona çok hayır verilmiştir. Akıl sahiplerinden başkası ibret alıp düşünmez.

Hikmet, Kur'an-ı Kerimde bir çok manalarda kullanılmış. Hikmet peygamberlik manasına gelir. Allah dilediğine hikmeti verir" derken bir Ayeti kerimede peygamberliği verir, "Allah ona kitabı ve hikmeti verdi" Ayeti kerimesinde Peygamberliği verdi manasınadır. Burada ise iyi ile kötülüğü bir birinden ayırtetme melekesidir.

Kime de o verilirse ona en büyük hayır verilmiş demektir. En büyük hayır en fazla mala sahip olmak değildir. Akla ve o aklı kullanabilecek fevkalade kabiliyete sahip olmak en büyük hayırdır. Yani birinci derece­de Allah (c.c.) ten isteyeceğimiz şey, iyi ile kötüyü bir birinden ayırt et­mek kabiliyeti ve melekesi, ve aklını istememiz, verilenide işletmemiz gerekiyor.[140]

 

 (270) Nafakadan neyi harcadınız, adak dan neyi adadinizsa şüp­hesiz onu Allah bilir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.

Hani " iyilik yap denize at. Balık bilmezse halik bilir." sözümüz bu Ayeti kerimeden alınmış gibi siz iyilik yapın. Kime? Allah'ın yarattığı her canlıya yapın. Hani bir başka Ayeti kerimede[141] "yeryüzün­deki kıpırdayan her canlı gökyüzünde uçan her kuşda sizin gibi ümmet­tir" diyor. Canları var, acı duyarlar, sevildiklerini bilirler, yalnız kuşlar değil çiçekler bile sevildiklerini bilirler diyor bugünkü ilim. Peygamberi­miz (a.s.v.) ise Unut dağı için söylemiş. " Bu bir dağdır, biz bu dağı se­veriz , bu dağ bizi sever" diyor. Siz kime ne kadar iyilik yaparsanız Allah onu bilmektedir. İnsanlar bilmesin balık bilmesin varsın. Halik biliyorya o yeter. Nasıl verelim hocam, gizlimi verelim, açıktanım verelim? Rabbi-miz muhayyer bırakmış.[142]

 

(271) Eğer sadakaları açıkdan verirseniz o ne güzel. Eğer sada­kaları gizler ve fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Gü­nahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Alîah yaptıklarınızdan haberdar­dır.

Allah (c.c.) devam eden Ayeti kerimelerde açıktan vermeyi gizli ver­meyi, gece vermeyi, gündüz vermeyi, tavsiye eden bir Ayeti kerime ile devam ediyoruz.

Bu Ayeti kerimeyi tefsir ederken alimlerimiz şöyle güzel bir noktaya dikkat çekmişler. Farz olanı açıktan veriniz. Nedir o? Farz olan zekatı­nız, zekatınızı açıktan verin. Farz olan namazınızıda açıktan kılınız. Farz olan namazın riyası olmaz. Yani sabah namazı, öğle namazı, ikindi namazı, akşam ve yatsı namazını herkesin göreceği yer camidir, herkesin göreceği yerde kılınız. Tabiiki bu Allah rızası için kılınacak. Hani bizim ordan bir arkadaş anlatır. "İzmir'de askerim, namazda kıldığımız yok, su­suzluk var. İzmir Bornova'da su yok susuzluktan içerim kavruldu. Bir yerde su var. İki tane asker bekliyor başında . Damla vermiyorlar, suyun yanında dolandım, yalvardım olmadı. Derken nöbetçi değişti. Kollarımı sıvadım vardım çeşmeyi açtım. Abdest almaya başladım, askerin biri ne yapıyorsun dedi. "Hemşerim iki gündür namaz kılamadım, vallahi adam­lıktan çıktım müsade ette abdest alayım dedim müsade etti. Ağzıma ve­rirken üç, on, otuz, elli defa aldım. Asker dediki "yahu benim bildiğim üç defa alınır ağıza" Ben şafîiyim dedim ve abdestimi aldım, suyumuda iç­tim. Madem Allah'ın bir emri beni susuzluktan kurtardı, birde namaz kıl dedim. Herkesin görebileceği bir yerde bir namaz kıldım. Hocam ama hiç Allah'ın rızasını düşünemedim. Gelip geçenler "vay be ne. adam be " di­yorlar".                                                  

Böyle değil verdiğimiz yaptığımız şeyler böyle olmamalıdır farz olanları açıktan vereceğiz ve böylece hem görevimizi yerine getireceğiz, hemde başkasına teşvik mahiyetinde olacak. Bir tane emniyet müdürü olan arkadaşla şimdi emniyet müdürü o zaman yardımcıydı, Karamanda bir araya geldik. "Hocam siz va'zu nasihat ederek dinimize hizmet edi­yorsunuz. Biz ne yapalım" demişti. Dedim ki, resmi üniformanla öğle na­mazım şehrin merkezindeki Ulu camide kıl. Her şehrin Ulu camisi vardır, dediğimde Ö günlerde yüzbaşı idi, şimdi binbaşı olan bir arkadaş " doğru söylüyorsun" dedi. "Ben bulunduğum kazada cumartesi günü caddede gi­diyorum. Arkamdan bir bakkal bağırdı, yüzbaşı, yüzbaşı dedi. Döndüm baktım bir gelirmisin dedi. Vardım bir çay iç dedi, içelim dedik oturduk. Allah razı olsun benim oğlanı namaza başlatmışsın dedi. Amca ben seni­de tanımam oğlunuda tanımam dedim, dediki yahu benim oğlanda seni tanımaz dedi. Seni camide namaz kılarken görmüş vergi dairesinde me­mur. Yahu bu adam tehlikeyi göze alarak namaz kılıyor, biz burda keres­te gibi oturuyoruz, demiş. O günden bugüne namaz kılar, Allah razı olsun dedi bana diyor. Ben o çocuğu hala görmedim." Yani üniforma ile yetkili bîr insanın belirli bir yerde farz namazını kılması diğer insanlara hem ce­saret veriyor, hemde teşvik ediyor. Onun için farz namazlar aleni olmalıdır. Efendim " Kendinizi gizleyin müsJümanhğı çaktırmayın" demekle hayatta bir yere varılamaz. Zaten çaktırmaya, çaktırmaya çakıldık kaldık.

Kafirin kaçması ve gizlenmesi gerekirken, mümin saman altından su yürüterek hedefine varacağını zannediyor. Samanı sarartmaktan başka bir işe yaramaz. Allah (c.c.) gizli vermeyi tavsiye ediyor. Bu iki manayı bir­leştiren alimlerimiz, farz olanları açıktan, sadakalarımızı gizliden verelim diyorlar. Sadakayı gizliden vermek efdaldir. Ama bir yerde rağbet olsun, teşvik olsun için sadakayıda açıkdan vermeninde caiz olduğunu Bakara 274 ncü Ayeti kerimesinde Allah (c.c.) onuda bize bildiriyor, biraz sonra oda gelecek. Allah bu sadakalarınızı gizlide ve açıkta verdiğiniz takdirde sizin kötülüklerinizi örter, kötülüklerinize karşılık kılar. "Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır" diyor. Yani gizli versem acaba Allah'ın ha­beri olmazını ki açıktanım vereyim? Allah değil öyle "gönülden geçeni bilir" Elimizin hareket etmesini, dilimizden çıkan kelimeleri veya fısıltı­nızı gönlünüzden geçeni bilir. Onun için gizlilik ve aşikarîık yok.

Hocam verelim verelimde, bizim mahallede biri var imansızın teki fakir tabii. Bunada verelim mi? Veya ben islamı seçtim babam ise benim müslümanlığımdan memnun değil. Eski halimden memnun şimdi bakı-mada muhtaç ona bakayım mı? Baba olabilir, ana olabilir. yakın komşu olabilir, uzak komşu olabilir, hiç ilgisi olmaz ama Hz. Adem'den kardeş olabilir. Yani peygamber çocuğu bunlar bütün yeryüzündeki insanlar peygamber çocuğudurlar. Bunlar küfre girdiğinden dolayı yüreğimiz sız-lamalıdır. Aman yarabbi peygamberlerin çocukları bu hale gelmiş ben bunu nasıl kurtarırım diye çirpınmalı. Peygamber efendimiz diyorki, «Hani ateş yakan insan yaz gününde kelebekler gelir, o kelebekler yan­masın diye nasıl uğraşıyorsa sizi cehenneme düşmiyesinİz diyede ben koşturuyorum ve kemerlerinizden tutuyorum gitmeyesiniz diye.» Yani kılıç çekmişse peygamberim Ebu cehilin önüne, gitme ateş vardır diye çekmiştir. Öldürmek için değil, gitme ateş var. Yani cehennem var bu küfrün yolu cehenneme doğru gider, oraya gitme diye kılıç çekmiştir Peygamberim.[143]

 

 (272) Onların doğru yola gelmeleri sana borç değildfr. Ancak Al­lah dilediğine hidayet verir. (Allah için) verdiğiniz hayır (mal) kendi­niz içindir. Siz ancak Allah rızasını aramak için verirsiniz. (Allah için) verdiğiniz hayrın karşılığı verilecektir ve siz haksızlığa uğratıl­mayacaksınız.

Peygamber efendimize (a.s.) gelmişler "Ya Rasulellah imansız adamların içinde fakirler var, onlarada verelim mi yoksa müslüman ol­sunda Öylemi verelim" diye sormuşlar. "Onların hidayete gelmeleri sana ait değildir, onların müslüman olmaları senin elinde değil Allah dilediği­ne hidayet verir" Burada şu anlaşılmasın. "Allah (c.c.) dilediğine hidayet verir, dilediğini sapıtır." "Öyleyse Allah ayırmış zaten, sen gavursun, sen müslümansın demiş. Yani dilediğini müslüman etmiş, dilediğini gavur et­miş. Öyleyse bizim suçumuz ne? deyip bu Ayeti kerimeye itiraz edebilir­ler. Kuranın tamamını okuyacak olursa Allah (c.c.) «Yaptıkları kötülük­ler nedeniyle kalplerine küf bağladı» diyor. (Mudaffıfin 14) Yani küfrü kendileri tercih ettiler ve küfre giden yolda kendileri yürüdüler ve Allah onlara dalâleti verdi. Müminlerde İslama gönüllerini açtılar Allah'ta onla­ra hidayeti verdi. Peki burada "Allah dilediğine hidayeti dilediğine dalâleti verir" "Haynda veren Allah (c.c.) şerride veren Allah (c.c.) tür" diyoruz. Eskiden Yunan filozoflarından bir kısmı çok iyi niyetlerle şunu demişler "Allah yücelerden yücedir, iyi şeyleri yaraör, güzel şeyleri yara­tır. Kötülükleri, şerri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz" demişler. Güya Allah'ı temize çıkaracaklar ama şirke girmişler. Niye ortada kötülükler var. O zaman kötülüğü de yaratan birini bulmak lazım. Bunun Çizerine "Hayır tanrısı ayrıdır, Şer tanrısı ayrıdır" demişler. Zaten iyi niyetlerle kötülüğe gidilmiştir. Bir kısım insanlar iyi niyetlerle kötülüğe gidermi gi­dilebilir işte onun için biz iyi niyetler doğrultusunda hareketler değil Al­lah (c.c.) çizdiği ve tarif ettiği şekilde anlıyacağiz. Kendi hayalimize göre din anlayışı, kendi hayalimize göre peygamber anlayışı geliştirmeyece­ğiz.

İnsanların hidayeti size ait değil. Peki hocam tebliğ duracak mı? Tebliğ devam edecek. Niye devam edecek? Biz mesuliyetten kurtulmak için devam edeceğiz. Rabbim bu dinin bütün insanlara bildirilmesini is­ter. Biz görevimizi yerine getireceğiz. "Adam müslüman olsun öyle yar­dım edeyim" deme sadakalar yaratılanlara verilir. Zekat ise müslüman in­sana verilecektir. Ayeti kerimede " siz hayırdan verdiğinizi kendiniz için veriyorsunuz" buyurur. Yani verdiğin adam müslüman olsada sevabını sen alacaksln, kafir olsada sen alacaksın. Sen verdiğini kendine veriyor­sun diyor. Çok önemli bir Ayeti kerime benim bir müşkilimi çözüyor. Hani batıda şöhretini yitirmiş sinir krizleri geçiren artistler Doktoruna' "Efendim şöhretimi kaybettim, sinemadan teklif gelmiyor. Eskisi gibi al­kışlar olmuyor. Sinir krizleri geçiriyorum, güzelliğim bozulmasın diyede doğum yapmamıştım" diyor oda diyorki Ayı besle, kedi besle, köpek bes­le diyor. Bir şey besle diyor.

Doğru söylüyor doktor. Bir canlıya karşı kişinin meşguliyeti ve ona hizmeti onu rahatlatır. Yani canlı bir varlığa birşey vermeniz sizin siniri­nizi alır ashnda. Doktor isabetli bir karar veriyor. Ancak müslüman bir doktor olmuş olsaydı yaratıkîarıda şıraya koyarsak birinci derecede insa­na hizmet etmeyi Önerirdi. Batıya göre birinci derecede köpektir. Hani ekonomik nedenlerden Fransızlar yıllarca doğum yapmamışlar, başarılıda olmuşlar. Ama şu anda köpek için yapılan masraf Afrikadaki bir devletin yıllık bütçesini geçiyormuş. Fransanın ekonomik nedenlerden dolayı ço­cuk doğurmasını engelleyenler yanlış ediyorlar. Yarın her eve bir köpek girecek. Çocuğun giremediği, çocuğun atıldığı evlere köpekler girecek. Her pazar günü köpekli bir filmde onun için oynatılır, alıştırılıyor çocuk­larımız. Evvela birinci derecede insana hizmet edeceğiz. Bu sadakalarda mümini birinci dereceye alacağız. Ama ardından kafirede yardım elini uzatacağız.

Sultan Ahmette bir tane Ermeni fakiri vardı öldü geçen sene, yıllarca Sultan Ahrnet camisinden beslendi. Gönenli Mehmet efendi besledi onu ve geçen sene öldü. Ermeniler kendi aralarında yardım edemediler, yine efmeninin cenazeside Ömür boyu karnının doymasıda bir müslüman tara­fından temin edilmiştir.Şu memlekette hatta dünya genelinde şu anda gönlünde merhamet kırıntısı olanlar varsa onlarda müslümanlardır. Bu­nunda en iyi ölçüsü  Fahişe bir kadın bir çocuk doğursa gizlice camiye getirip koyup kaçıyor. Niye camiye koyuyor? O büiyorki, meyhanede, sinemada, tiyatroda, kahvehanedekilerde merhamet kalmamış. Merhamet kalan bir kaç tane insan varsa onlarda merhamet kırıntısı kalan insanlar­dır. Merhamet kırıntısı olan bir kaç insan varsa onlarda camii etrafında dolaşıyor. Dilencilerde deneme yanılma usulü ile kahvede gezmiş yok si­nemanın önünde durmuş ordanda yok, Tiyatronun önünde durmuş ordan-da vermiyorlar. Nerde çok veriyorsa oraya gidiyor. Orasıda camiidir. Bu memlekette açlık sorunun halledeceğiz diyorsa siyasiler müslümanların eline teslim etsinler. Gasp ettiklerini geriye versinler "Hayırdan infakınız kendi nefsiniz içindir." diyor Rabbim. Müslüman sadakayı verince önce fakire yardım etmiyor aslında. Önce kendine yardım ediyor. Bu bir ecza-haneye varıp ilacını aldıktan sonra para veren adam gibidir. Parayı verdi ilacı aldı. Sonra o eczacıyı gördüğünda "geçen sana yüz bin lira vermiş­tim hayrıma" dermi? demez. Çünki para verdi karşılığında ilaç aldı. Te­davisini yapıyor. Mümin insanda tedavisini yapıyor. Kendi kendinin te­davisini yapıyor. Efendimize gelmiş bir tanesi "Ya Rasulellah kalbimin katılığından şikayetçiyim" demiş. Efendimizde "Öyleyse fakirin karnını doyur, yetimin başını okşa" demiş.[144] Kalbin ka­tılığı gider. Efendimizin tavsiyesi bu. Fransız bir doktorda "Ayı besle" di­yor. İki tavsiyede bir isabet var ama Peygamber efendimizinkinde tam isabet var. Fakir ve yetim söz konusudur burada. "Siz verdiklerinizi an­cak Allah rızası için verirsiniz" Rabbim bize konuşmanında üslubunu ve­riyor. Konuşma adabı öğretiyor. Rabbim "Allah rızası için verin" demi­yor "sizler Allah rızası için verirsiniz" diyor yani emretmiyor, sizin ma­yanız o kadar güzelki Allah rızası için verirsiniz diyor. Yani sizde insan­lara "oğlum, yap et, dur, bilmem ne demek" yerine "benim oğlum şu işle­ri güzel yapar amcası, benim kızım şöyle şöyle iyi yapar amcası" gibice-sine iyi yapar, iyi eder, üslubunu kullanmak yap, et, kıl, deme üslubun­dan daha etkin bir üslup olduğuna işaret etmiş oluyor.

"Hayır" kelimesi  Kuranı Kerimde bir kaç yerde mal olarak geçmiş ama genel ifade olarakta kullanılmış. "Hayırdan neyi verirseniz onun kar­şılığı mutlak size verilecektir. Zulme uğramayacaksınız" yani verdiğini­zin karşılığı, eksik değil mutlak surette fazlasıyla verilecek oda iki katın­dan, on katından, yedi yüz katından Allah'ın dilediği rakama kadar de­vam eder. Vereceğimiz'hayrın yeryüzünde dolaşmaya, çalışmaya gücü yetme­yen Allah yolunda mahsur kalan insanlara verilmesini istiyor. Sırf Al­lah'ın dininin Öğretilmesi, Allah'ın dininin yayılması, Allah'ın dininin ha­kim olması için Hayatını bu yola vakfeden insanlarada veriniz. Hani Pey­gamber efendimizin döneminde Ashab-ı suffe, onlar mescidin bitişiğinde efendimizin bugünki ifadeyle üniversitesinde Kur'an ve hadisi ezberle­mek, elçi olarak, (bugünki ifadeyle Kültür ateşesi olarak) kültür elçisi olarak gönderilmesi gerektiğinde, gönderilmek üzere bekleyen insanlar. Sayıları 400 e kadar çıkar. Hem ilim öğretme, hemde harbetme özelliğine sahipler çalışmıyor onlar, onlar sırf bunun için duruyorlar. Bu insanlara infak ediniz. Günümüzde "İslami ilimler dalında çalışanlar demiyelim" çünkü laik sistem koymuş bu adı.Laiklik gereği ayırmış. İslami ilimler dalı ne demektir? Allah'ın tabii ayetleri ile teşrii ayetleri doğrultusunda çalışmalar islami ilimlerdir. Bu uğurda çalışma yapan ve bütün çalışma­larını Allah'ın dininin hakimiyeti için yapan fiziğini, tıbbini, matematiği­ni, kimyasını, tefsirini, hadis şerhlerini her sahada ne yapılıyorsa terzili­ğinden, marangozundan, lokantacılığından, askerliğine kadar her şeyi Al­lah'ın dininin hakimiyeti için çalışıyorsa bu adamların geçiminin müslümanlara ait,olması gerektiğini ve onlara müslümanların vermesi gerekti­ğine işaret ediyor. Peki kime verelim? sorusuna cevap olarak da hemen gelen ayette cevap verilmiş.[145]

 

 (273) Sadakalarınızı Allah yolunda hizmet eden (hizmeti nede­niyle) yeryüzünde dolaşamayan iffetinden cahil kişinin zengin zan­nettiği fakirlere veriniz. Sen onları simalarından tanırsın. Israrla in­sanlardan bir şey istemezler. Siz hayırdan neyi verirseniz, Muhak­kak Allah onu bilir.

İslam'ın dünyaya hakim olması için kendisini cihada adayan, insanla­rın geçimini temin etmek müminler üzerine bir görevdir. Fethedilen ülke­lere islami ilim ve amel olarak götürmek için ilim tahsil edenlerin masraflarıda müslümanlar tarafından karşılanacaktır. İslami bir devlette kışla ile üniversite Mescidin duvarlarına bitişik olur. Üçüncü duvarada devlet başkanının evi bitişiktir. Mescidin ön tarafı ise halkaaittir. Başkan, as­kerler, üniversite, halk camide birleşirler, ve halkın zengin işadamları kışla ile üniversiteye destek verir.

Günümüzde yardım ettiğimiz insanları minnet altında tutanlara rast­landığı gibi, fakirin güzel elbise giydiğine kızan insanlar bile var.Yardım ettiğiniz insan sizden daha güzel giyiniyor, daha iyi yiyebiliyorsa sevini­niz. Yardım eden insanları görünce ezilmiyorsa sevininiz. îsrarlajisteme­lerini beklemeyiniz, ısrarla isteyen olursada azda olsa veriniz.

İslam dini fakirin yiyecek, giyecek, mesken ve sağlık giderlerini dev­lete ve mümin insanlara havale etmiştir. Devletin organize edemediği, yetişemediği yerde Müslümanlar birbirlerinin velisidir. Velisi olmayanın veliside devlettir. Yardımı nasıl verecekler sorusunada 274 ncü ayet ce­vap vermektedir.[146]

 

(274) Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıkdan (Allah için) ve­renlere Rableri katında ecri (karşılığı) vardır. Onlara korku yoktur, onlar mahzunda olmazlar.

Bu ayeti kerimeyi ilk uygulayan Hz. Ali'dir. Ayet inince elindeki dört dinar altın paranın birini gece, birini gündüz, birini açıkdan, birini gizlice, dağıtıvermiş. Tüm varlığını kendi eliyle dağıtmaya alışmış bir in­sanın ahirette cehennem korkusu olmadığı gibi bu dünyadada korkusu yoktur. Malının alınmasından endişe edip zorbalara zalimlere boyun eğ­mez, can endişeside yoktur. Çünkü cennetin en kestirme yolu şehitliktir.

Kazancını Allah'ın yarattıklarıyla paylaşanın yaratıklardan korkusu olmaz. Kazancı elinden çıkincada üzülmez, varlığa sevinmez, yokluğa yerinmez. Yardımı kime yapalım? sorusunun cevabını Bakara suresinin 215 nci ayetinde yakınlardan başlayarak anne-baba, yakınlar, yetimler, ve fakirlere verilmesini bildirmiş. Ne zaman yapalım? sorusuna Münafikun suresinin 10 ncu ayetinde ecel gelmeden yapılmasını, Hadid suresinin 10 ncu ayetinde zor günlerde yapılan yardımla bol günlerde yapılan yardı­mın eşit olmadığım, Bakara 274 ncü ayettede gece, gündüz, gizli, açık daima verilmesini ister. Ne kadar verelim? sorusunuda Bakara 219 ncu ayette "ihtiyaç fazlasını" veriniz diye cevaplamıştır.

Eğer bu anlayışa, ilme, imana sahip bir toplum meydana getirirsek işte orada faize yer kalmaz[147]

 

(275) Faiz yiyenler şeytanın çarptığı kimsenin kalkdiğı gibi kal­karlar. Böyle olması onların: "alışverişde faiz gibidir." demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelirde faizden vazgeçerse geçmişi onadır ve işi Allah'a aittir, kimde faizciliğe dönerse onlar ateş yaranıdırlar ve ora­da ebedi kalıcıdırlar.[148]

 

(276) Allah faizi yok eder, sadakaları artırır. Allah kafirlerin hiç birini, çok günah işleyeni sevmez.[149]

 

(277) İman eden, iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenler için Rableri katında mükafatları vardır, onlara korku yok­tur. Onlar mahzunda olmazlar.[150]

 

(278) Ey iman edenler. Eğer Allah'a iman etmişseniz Allah'dan sakının ve faizden arta kalanı bırakın.[151]

 

(279) Eğer böyle yapmaz (bırakmaz) sanız Allah'a ve Rasulüne harp (açtığınızı) bilin. Eğer tevbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. (Böylece) haksızlık etmemiş vede haksızlığa uğramamış olursunuz.[152]

 

(280) Eğer borçlu darda ise bolluk zamanına kadar ona süre ve­rin. Eğer bilirseniz borcu sadaka olarak bağışlamanız daha iyidir.[153]

 

(281) Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese kazancının tama­mı verileceği ve kimsenin haksızlığa uğramayacağı o günden korkunuz.

Üç sahifelik infak ayetlerinden sonra faizin haramlığı, faizin artırmayıp eksilttiği, faiz alıp vermenin Allah'a ve Resulüne harp açmak olduğu anlatılmaktadır. Ayette "faiz yiyenler" diyorda yedirenler demiyor. Demekki faizin mucidi para babalan ile onların seçtiği yöneticilerdir, ve in­sanları faîze zorlayanlardır. Hadisde ise faizi yiyen, yediren, yazan ve şa-hid olan lanetlenmiştir. Faiz yiyenler ahirette şeytan çarpmış gibi kalka­caklar, şaşkın ne yapacağını bilmez durumda olacaktır.

Ehli sünnet bu ayete dayanarak, Allah'ın izni dahilinde şeytanın insa­nı çarpabileceğini söylemiştir. Mu'tezile ise şeytan çarpması diye birşey yoktur. Cahiliyye dönemi insanının batıl inancıdır der.

"Faiz eksiltir, sadaka artırır" ifadesinde faiz malı eksiltir, şerefi, na­musu, itibarı, eksiltir manaları vardır. Faizle uğraşan para babalarının hiçbiri canından malından çocuğundan emin değildir. Kazandığı parala­rın bir kısmını kendisini koruyanlara harcamaktadır. Sadaka malı eksiltir gibidir ama bu veriş üzüm çubuğunun dallarını baharda budamak gibidir. Baharın budanan çubukda üzüm daha çok olur.

Günümüzde faizin zararını anlamayan kalmadı. Batıda binlerce eko­nomist bu konuda kitap yazdı ama çıkış yolu bulamadıklarından faize de­vam dediler. Faiz yemek ve yedirmek haram. Fakat bu haramı işleyen aynı zamanda Allah'a ve Rasulüne harp ilan etmiş oluyor. İçki, kumar, domuz eti, gibi haramları işleyenler hakkında bu ifade kullanılmamış. Çünkü diğer haramlar ferdidir. Kişinin kendine zarar verir. Faiz ise top­lumsaldır. Bütün toplumu ilgilendirir.

Onun için faizin kaldırılması bir çok günahın ortadan kalkmasına se­bep olacaktır. Eğer faize para veren varsa veya faizle para alan varsa pa­ranın aslını alınız ve veriniz, faiz alıp vermeyiniz. Borç para verdiğiniz kişilerin durumu sıkişıksa onlara zaman tanıyınki Allah'da sizin darlığını­zı genişletsin[154]

 

 (282) Ey iman edenler. Belirli bir zamana kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızdan bir kâtip doğrulukla yazsın. Katip kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınma­sın, yazsın üzerinde hak olanda Rabbinden korksun yazdırsın ve on­dan birşeyi eksik bırakmasın. Üzerinde hak olan borçlu, sefih (yazı bilmez veya çocuk) ise veya zaif (bunak veya deli) ise veya yazdırma­ya gücü yetmezse velisi doğru olarak yazdırsın. Ve erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek olmazsa razı olacağınız şahitlerden bi­ri erkek, biri unutursa diğerinin hatırlatması için iki kadın (yeter) Şahitler (şahitlik yapmaya) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar. Borç az veya çok olsun onu vadesiyle yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah ka­tında en doğru, şahitlik için en sağlamı ve şüpheye düşmemeye en ya­kınıdır. Ancak aranızda devrettiğiniz peşin alışverişte yazmamanız­da size bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınızdada şahit tutun. Ne ka­tip nede şahit zarar görmesin eğer zarar verirseniz o size doğru yol­dan çıkma olur. Allah'dan sakının, size Allah öğretiyor. Allah herşe-yi bilir.

Bu ayeti kerime Kur'anın en uzun ayetidir. Noterliğin önemine dik­kat çeken ayettir. Bu ayetten önceki sahife faizin haramlığmdan, faiz yi­yenlerin Allah'a ve Rasulüne harp ilan ettiklerinden bahseder. Faizle ilgili ayetlerden öncede üç sahife halinde infakm fazileti, nasıl verileceği, kime ve nereye verileceği, niçin verileceği bildirilmiş. Faiz, yardımlaşma ayeti ile selem ve istisna ayetleri arasında kalmıştır.

Selem; Para peşin, mal veresiye yapılan alışverişlerdir. İstisna1: Parası peşin verilerek sınai malları sipariş vermektir.

Bu ayet bu iki çeşit ticaret sözleşmelerinin dayandığı ayettir. Ekono­misini faiz üzerine kuran müşrik yöneticilere faiz yasağı gelince "peki iş­letmeciler krediyi nereden bulacaklar ya diyebilirler. İslam dini toprak mahsullerinde "selem" diye isimlendirdiği muameleyle, sanayiidede "istisna" hukukuyla krediyi sağlamıştır.

Otomobil, fabrikası müşterisine diyorki "elli milyon lirayı ver, bir se­ne sonra gel arabanı al" Markası, modeü, rengi belirlenen böyle bir ara­banın siparişi caiz iken günümüz faizci ekonomistler müşteriye diyorki "paranı bankaya yatır yüzde yetmiş faiz al. Elli milyonun otuzbeş milyon kazanır. Yeni sene seksen beş milyona arabayı peşin alırsın." Müşterinin elinden aldığı elli milyonu otomobil fabrikasına yüzde yüz veya daha fazla faizle kredi veriyor. Otomobil fabrikası elli milyonun üzerine ban­kaya Ödediği faizide ekliyor araba yüz milyonu geçiyor. Seksen beş mil­yonu alan müşteri o parayla arabasını alamıyor. Risksiz kazanç sağlayan yalnız para babası faizciler oluyor. Bu ayeti kerime borçların yazılmasını emreder. Borçların yazılması için Katibi adi dediğimiz Noterlerin dikkatli olmasını, taraflara zarar ver­memesini ister. Bunak, zayıf, deli, çocuk durumda olanların yazışmaları­nı velilerinin yapmasını ister. Yazışmalarda iki adil erkek şahid veya bir erkek iki kadın şahid olmasını tavsiye eder.

Günümüzde batıya şirin görünmek isteyen müsteşrik tipi araştırmacı­larımız bu ayeti okuyunca yüzleri kızarmış ve kırk dereden kırk su getire­rek kızarıklarını gidermeye çalışmışlar ve "Kadınlar.şahidlikte erkeklerle eşittirler" fetvasını vermişler. Bu müsteşrik özentileri bilsinlerki batı is­lam hakkında hükmünü verirken Kur'ana ve sünnete bakar, senin geçici sözlerine bakmaz. Sonra batılı insan, erkekle kadının eşitliği iddiasının fıtrata aykırılığını biliyor ve kadınlarla erkekleri güreştirmiyor. Boks yap­tırmıyor, yüksek atlamada yarıştırmıyor. Çünkü kadınlar sporun her da­lında erkeklerden geride kalıyor.

Alışverişlerinizi şahid huzurunda yapın. Şahidlikten kaçınmayın. Şa­hitleri ve yazanı zarara sokmayın. Allah'dan korkun ki Allah'da size o ko­nuda bilgi lütfetsin. Yıllarca kardeşleriyle haram yollardan para kazanan biri tevbe edip ayrıldığında dini bilgisi kardeşlerinden farksızdı. Aradan bir sene geçmeden haramı helali ayırdeden bir bilgi elde etti. Allah'dan korkmanın mükafatı haramı helalden ayıran bilgi edinmektir.[155]

 

(283) Eğer yolculuk halinde olur, katipde bulamazsanız o zaman rehin almanız yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz (rehine gerek yor), güvenilen kişi Allah'dan sakınsın emanetini ver sin.Şahitliği giz­lemeyiniz. Kim şahitliği gizlerse kalbi günahkar olur. Allah yaptıkla­rınızı bilmektedir.[156]                                         

 

 (284) Göklerde ve yerdckiler Allah'a aittir. Siz nefislerini/dekini açıklasanizda gizlesenizde Allah sizi onunla hesaba çeker. Dilediğini afvedcr, dilediğine azap eder. Allah herşeye gücü yetendir.

Bir önceki ayette yapılan borçlanmaların yazılmasına dikkatimizi çe­kerken bu ayette ise yazacak bir durum olmazsa, yazışmanın fayda ver­meyeceği durumlarda alacaklara karşılık rehin alınması tavsiye edilmek­tedir.

Rehin: Bir hak karşılığında, kendisinden o hakkın alınması mümkün olan bir malı tutmaktır.

Rehin verene "Rahin" denir. Rehin alana "Mürtehin" denir. Tarafla­rın rızasıyla rehin akdi gerçekleşir. Rehni teslim almasıyla tamamlanır. Borçlara karşılık rehin alma emir değil tavsiyedir. Taraflar birbirlerine güvenleri tam ise rehin almayabilirler. Borç emanettir. Emanete hıyanet edenin önce kalbi; günahla kirlenir. Günümüzde Özellikle devletten borç alarak köşeyi dönenlerin kalplerinin kirini gazete sahifelerine sıçrayan pisliklerinden anlıyoruz.

Bildiğiniz bir konuda şahitliğinize müracaat edildiğinde sakın şahitli­ği gizlemeyin, "paran çoksa borç ver işin yoksa kefil ol veya şahitlik yap" gibi sözler islami değildir. Biz insanların haklarıyla ilgili konularda şa­hitlikten kaçınmadığımız gibi üniversite kürsisinde, parlamentoda, kışla­da, karakolda, bakanlıklarda insanın olduğu her yerde "Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Rasulüh" diyerek Hakkın hakimiyetine şahitlik yapacağız. Yapmazsak kalp kararır. Hem içimizdeki doğrulan söylemeyi hem bastırırsak islami şahsiyetimizi yiti­rir silik bir insan olur çıkarız.

Yer ve gökler onun olunca ondan gizli bir şey yapmamız mümkin değil. Toprak onun. Ayakları elleri O yarattı. Gözü gönlü o donattı. On­dan habersiz bir şey yapmak veya düşünmek mümkin değil. Öyle ise içimizide güzelleştirip güzel planlar, güzel hayaller, iyi niyetler kuralım, içimizde ne varsa dışımıza o sızar.[157]

 

(285) Peygamber ve mü'minler Rabbinden ona indir üene iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasullerine iman et­ti. Allah'ın rasulieri arasında ayırım yapmayız. "Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, afvını isteriz, dönüş sanadır" dediler.[158]

 

(286) Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadarını teklif eder. Kişinin yaptığı iyilik kendinedir, isteyerek yaptığı kötülükte kendi aleyhinedir. Rabbimiz eğer biz unutur veya yanıhrsak bizi cezalan­dırma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizede ağır yük yükleme. Rabbimiz, gücümüzün yetmeyeceği şeyi bize yükleme. Afvet bizi günahlarımızı gizle. Bize merhamet et. Sensin bizim mevlamiz. Kafirlere karşı bize yardım et Müslümanların yüzde doksanının ezbere okuyabildiği bu iki ayeti kerime imanın altı esasını kendinde toplamaktadır. İman ve dua bir arada. Allah'a İman, meleklere, kitaplara, peygamberlere var. "Dönüş sanadır"

cümlesiyle ahirete iman vardır bu ayette. Kadere iman ise Allah'a imanın içindedir. Çünkü Allah olmuş ve olacak her şeyi bilmektedir. Müslüman­ların peygamber efendimizin "Kim Bakara suresinin sonundan iki ayeti, gece okursa o ikisi ona yeter,"[159] hadisine uyarak bu iki ayeti okuyarak uyuması imanla yatmasını sağlar

Sabahleyin kalkınca Peygamber efendimize uyarak:

"Lailahe illallahü vahdehü la şerike leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey'in Kadir"

"AHah'dan başka yaratan, yaşatan ve yöneten yoktur. Mülk onundur, ortağı yoktur, övgüde ona aittir. O herşeye gücü yetendir" diyerek uyanan , müslüman her sabah kendisini hayata karşı bileyerek uyanır. Mülkün ona ait olduğunu eldeki tapuların bir zamanlar başkalarına ait olduğunu ölün­ce başkalarına geçeceğini, inanır ve söyler. İsİami çizgide yürürken karşı­sına zorba zalimler çıksa bile birşeyin değişmeyeceğini, çünkü, Allah'ın herşeye gücü yettiğini söyleyerek hayata atılır. Akşama kadar islami çiz-gide helal ve temiz rızık kazanır ve yatsı namazından sonra bu iki ayeti okuyarak imanın altı şartına iman ettiğini ikrar eder ve duayla uykuya da­lar.

"Peygamberler arasında ayırım yapmayız" Çünkü hepsi Allah tara­fından gönderilmişler. Aynı kaynağın suları gibidirler. Farklı büyüklükte­ki sürahilere konulan aynı kaynağın suları gibidirler. Birine inanıpda di­ğerlerini inkar etmeyiz. Günümüz yahudi ve hristiyanlan gibi değiliz el­hamdülillah. Biz hepsine iman etmişiz. Ancak kendilerine kitap verilme­si, Allah'la konuşması, gösterdikleri mucizelerle birbirlerine üstün kılmış­tır Allah (c.c.)[160]

işittik ve itaat ettik" derken imanımızı dille ikrar ederken bedenlede tatbikatını yaparak amele dönüştürdüğümüzü söylüyoruz. Gönüldeki iman amel suyuyla sulanmazsa kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Amele dönüşmeyen imanın altı şartı altı mermili tabancaya benzer. Şeytanı korkutabilir. Ama şeytan saldırıya geçerse tabanca durduğu yer­den iş yapmadığı gibi amele dönüşmeyen müminin imanına şeytan zarar verebilir. Rabbimin Kur'anında ehli kitap bilginlerini sırtında kitaplar ta­şıyan eşşeğe benzetir,, sırtında silah taşıyan eşşeği kurtlar yerde silahın ona bir faydası olmaz. Biz iman ettiğimiz Kur'anın emir ve yasaklarını hayatımızda yaşayarak canlılık kazanacağız.

Bu emir ve yasaklardan hiçbiri bizim yapamayacağımız şeyler değil. Allah kişilerin gücü oranında teklifde bulunur. Halter sporunda sporcula­rın kilosuna göre ağırlık kaldırmaları istendiği gibi kişiye Alîah tarafın­dan verilen akıl, bedeni kabiliyet, mali güç, makam, mevki, diploma gibi nimetler oranında dine hizmet beklenir.

Mesela iki dirhemi olan kişi birini sadaka olarak vermiş. Onu gören bir zengin yüzbin dirhem sadaka vermiş. Bu olayı gören Peygamberimiz "Bir dirhem yüzbin dirhemi geçti" buyurdu.

Nesei kitabü-zzekatın yetmiş dördürıcü sahifesinde tek hurmasının yarısını vererek cennetin kazanılabileceğini Efendimizin dilinden haber vermektedir. Mealde "Kişinin yaptığı iyilik kendisinedir. İsteyerek yaptı­ğı kötülükde kendi aleyhinedir." diye terceme ettiğimiz ayette geçen Kesb ve iktisap kelimelerinin tercemesinde Türkçe meal yazan bir çok insanımız dikkat etmemiş ikisinede ayriı manayı vermişler. Halbuki "İkti-sab" Mutavaat içindir. Kötülüğü isteyerek yaparsa günaha girer. Yoksa tabancayı şakağına dayasalar bir müslümanın ve şarap içmesini isteseler, O müslümanda kurşunu yememek için şarabı içse günaha girmez: İnsan iyiliği isteyerek veya istemeyerek yapsa iki haldede az veya çok sevap alır. Ama kötülüğü isteyerek yaparsa günaha girer. Arapçamn incelikleri­ni bilmeden mealle hareket eden kardeşlerimiz o meali yazan muhtere­min anlayışı doğrultusunda hareket etmiş sayılırlar.

Akşama kadar islami mücadelesini veren mümin yatmadan önce bu iki ayeti okuyarak önce imanını tazeliyor. Sonrada dua ediyor. Yarabbi akşama kadar yapmamız gerekenlerden unuttuklarımız varsa afvet. Yap­tıklarımızda hata etmişsek afvet. Geçmiş ümmetlerin hataları yüzünden düştükleri zorluklara bizi düşürme. Gücümüzün üstünde yük yükleme. Bize güç ver. Afvet, Günahlarımızı ört. Bize merhamet et. Sensin bizim dostumuz. Kafirlere karşı bize yardım et. AMİN......[161]

 



[1] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/347.

[2] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/347-348.

[3] Bakara 144

[4] Bakara 143

[5] Haşr 9

[6] Al-i İmran 92

[7] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/343-363.

[8] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/363-366.

[9] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/367-370.

[10] Müstedrek 2/279

[11] Bak. İbni Kesir

[12] Buhari K. Cenaiz 36, Müslim K. Vasiyet 5

[13] Tirmizi 3/190, Nesai 2/128

   Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/370-371.

[14] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/371.

[15] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/371-372.

[16] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/372.

[17] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/372.

[18] Buğyet-ül insan fi vezaifi Ramazan İbnü Recep diyen Peygam­ber Efendimiz orucun mihenk taşı olduğunu haber vermiş oluyor.

[19] Buharı K. Siyam Hadis No 1775 bu­yurmuştur.

[20] Müslim K. Taharat 16 buyurmuştur.

   Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/373-374.

[21] Tirmizi K. Deavat buyurmuştur.

[22] Buharı K. Siyam hadis no. 1775 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/180 buyurmuş Peygamberimiz. Oruç günahlara karşı en güzel kalkandır.

[23] Müsned Ahmed b. Hanbel 31180, 266 Manastırında kadın sevmeden çiçek koklamadan Cehenneme odun olmaya hazırlanmaz Müslüman.

[24] Mecmeuz-Zevaid 31170 buyurmuş.

    Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/374-376.

[25] Buharı K. Siyam Hadis No: 1783 buyurarak oru­cun yalnız maddî olarak yemek, içmek ve cinsi temasdan uzak kalmak olmadığını yalandan, iftiradan, gıybetten, küfürden, insanları kırıcı her türlü çirkin sözlerden uzaklaşmak gerektiğini ifade etmiştir.

[26] Buharı K. Siyam Hadis No: 1786

[27] Aynül-ilim Aliyyülkari

[28] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/376-377.

[29] Tirmizi K. Daavut 86 buyurmuş ve keşif kolu gönderirken tayin ettiği komutan hakkında "Bu en hayırlınız değil. Ancak açlığa ve susuzluğa en fazla dayamnızdir"

[30]Mecmeuz-Zevaid 3/182 buyurmuştur.

   Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/378.

[31] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/378.

[32] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/378-379.

[33] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/379.

[34] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/379-381.

[35] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/381-382.

[36] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/382-383.

[37] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/383-385.

[38] Buhari K. Daavat 7/151, Müsnedi Ahmed 2/238

[39] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/385-387.

[40] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/387-390.

[41] Buhari K. Daavat 7/151, Müsnedi Ahmed 2/238

[42] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/390-396.

[43] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/396-397.

[44] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/397-401.

[45] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/401.

[46] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/401-403.

[47] Enfal 60

[48] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/403-405.

[49] Tevbe 41

[50] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/405-407.

[51] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/407-410.

[52] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/410-415.

[53] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/415-418.

[54] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/418-419.

[55] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/419-420.

[56] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/420.

[57] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/420-423.

[58] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/423-425.

[59] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/425-426.

[60] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/426-428.

[61] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/428-429.

[62] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/429-430.

[63] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/430-431.

[64] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/431.

[65] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/431-432.

[66] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/433-434.

[67] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/434-441.

[68] Naziaî 124

[69] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/441-447.

[70] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/447-450.

[71] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/450-453.

[72] Buharı, Enbiye 19

[73] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/453-455.

[74] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/455-458.

[75] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/458-460.

[76] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/460-464.

[77] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/133

[78] Bakara Suresi /185

[79] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/464-466.

[80] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/466-470.

[81] Müs­lim, Kitab-ül Hayz, H.no.302, Ebu Davud K. Taharet H.no. 258

[82] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/470-471.

[83] Müslim Kitabunnikah, H.no. 1435

[84] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/471-472.

[85] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/472-473.

[86] Bakara 224

[87] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/473-474.

[88] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/474-476.

[89] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/476-477.

[90] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/477-481.

[91] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/481-483.

[92] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/483-484.

[93] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/484-486.

[94] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/486.

[95] el Lübab fi şerhli kitap 3/99

[96] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/486-488.

[97] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/488.

[98] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/488-489.

[99] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/489.

[100] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/489-490.

[101] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/490.

[102] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/490-491.

[103] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/491-492.

[104] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/492.

[105] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/492.

[106] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/492-493.

[107] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/493-494.

[108] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/494.

[109] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/494-495.

[110] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/495.

[111] Ahmet, Müsned 6/400, Müslim K. Hac hadis No 1305

[112] Ayni, Umdetül Kari 3/37

[113] Yusuf 93-96

[114] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/495-498.

[115] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/498.

[116] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/498.

[117] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/499.

[118] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/499-501.

[119] Buhari, Tevhid 31, Müslim, Fezail 160

[120] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/501-502.

[121] Abese 34-37

[122] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/502-503.

[123] Müsnedi Ahmed 5/ 141-142

[124] Müsnedi Ahmed 5/423

[125] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/503-506.

[126] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/506-508.

[127] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/508-509.

[128] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/509-511.

[129] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/511-514.

[130] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/514-515.

[131] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/515-516.

[132] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/516-517.

[133] Mecmeuz-zevaid 81160

[134] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/517-518.

[135] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/518-522.

[136] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/522-523.

[137] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/523-525.

[138] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/525-527.

[139] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/527-529.

[140] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/529.

[141] En'am 38

[142] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/530.

[143] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/530-532.

[144] Mecmeu-z-Zevaid 8/160

[145] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/533-536.

[146] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/536-537.

[147] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/537-538.

[148] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/538.

[149] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/538-539.

[150] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/539.

[151] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/539.

[152] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/539.

[153] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/539.

[154] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/539-540.

[155] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/540-543.

[156] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/543.

[157] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/543-545.

[158] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/545.

[159] Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Müsned

[160] Bak Bakara 253, İsra 21,55

[161] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/545-547.