Evrensel Dinin Evrensel İbadeti
Ramazan Orucunun Şartları Farziyetinin Şartları:
(175) Onlar
doğruluk yerine sapıklığı, bağışlanma yerine azabı satın aldılar. Onlar ateşe
ne kadar dayanıklıdır.
Onların ticareti ise,
işte onlar yani Allah'ın âyetlerini gizleyenler, Allah'ın âyetlerini para
karşılığında satanlar, onlar hidayeti verip sapıklığı satın alanlardır.
Allah'ın mağfiretini affını verip, azabı satın alan kişilerdir onlar. Ne kadar
da ateşe karşı sabırlıdırlar. Veya ateşe karşı ne kadar cüretkârdırlar. Yani
Cehenneme doğru bir gidiş var onlar bu gidiş esnasında da pazarlıktalar. Alış
veriş yapıyorlar. Hidayet verip dalalet satın alıyorlar, mağfireti verip azabı
satın alıyorlar. Ve azabı Cehennemin azabını, kendilerine doğru yaklaştırıyorlar.
Sabır kelimesini daha
önce izah etmiştik. Bakara sûresinin 153. âyet-i kerîmesinde. Orada sabrın bir
mânâsı da cesaretli olmak, metin olmak
mânâsına geliyordu. Bu
âyet-i kerîmeyi misal vermiştik..............Ateşe karşı ne kadar sabırlılar
mânâsı olduğu gibi ateşe karşı ne kadar cür'etkârlar diyor Allah (c.c).[1]
(176) Bu ise
Allah'ın, Kitabı doğru olarak indirmesindcndir. Kitap hakkında anlaşmazlığa
düşenler ise şüphesiz uzak bir ayrılık içindedirler.
İşte böylece Allah
(c.c.) Kitabı yani Kur'ân-ı Kerîm'i Hak ile indirdi. Yani Rabbim katından
gerçek bir Kitap olarak indirdi. Ve bu Kitabı hakkı belirlemek üzere indirdi,
hukuku beyan etmek üzere indirdi. Kitap hakkında ihtilafa düşenler ise, çok
uzak bir ayrılığın içerisindedirler diyor Allah (c.c).
Kitap içinde ihtilafa
düşenler iki kısma ayrılıyorlar.
1-Bu
Allah'ın kitabıdır diyenler, Allah'ın kitabı değildir diyenler. Bunların ikisi
Doğu ile Batı kadar birbirinden uzaktırlar.
2- Allah'ın
kitabını ikisi de kabul ettiği halde bu âyetin kasdı budur diyerek mânâyı
yanlış yönde yönlendirmek isteyenler. Bir de Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'m
anladığı doğrultuda mânâyı anlamak isteyenler.
Bunlar da yine acı ile
tatlı kadar, karanlıkla aydınlık kadar, doğu ile batı kadar birbirinden uzak
insanlardır.[2]
(177)
Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. İyilik ancak
Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, Kitaba, peygambere iman eden, malını O'nun
sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere
ve kölelerin hürriyetine kavuşması için veren, namaz kılan, zekât veren, söz
verdiklerinde sözlerini yerine getiren, zor ve dar zamanlarda ve savaş anında
sabredenlerin yaptığındır. İşte doğru olanlar onlardır. Ve işte Allah'dan
sakınan da onlardır.
Hz. Ömer (r.a.)
rivayet ediyor: Bir gün Efendimizle beraber oturuyorduk bembeyaz elbiseli,
simsiyah saçlı bir adam geldi. Adamı tanımıyorduk. Yani içimizde hiç tanıyan
yoktu. Adam geldi,- Peygamber Efendimiz'in yanına kadar yaklaştı, dizinin
dibine oturdu, dizleri Peygamber Efendimiz'in dizine değiyordu. Ellerini
Peygamber Efendimiz'in dizi üzerine uyluğu üzerine koydu ve sordu:
İman nedir? Ya
Rasûlellah dedi. Peygamber Efendimiz de iman, Allah'a, âhirete, meleklerine,
kitaplara, peygamberlere ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'dan olduğuna
inanmaktır dedi. O gelen zat dediki doğru söylüyorsun.
Hz. Ömer diyor ki,
şaştık bu ne iştir, adam hem soruyor, hem de sorunun cevabına doğru
söylüyorsun diyor.
Sonra İslâm'ı sordu.
Peygamber Efendimiz de bizim bildiğimiz İslâm'ın beş şartını cevap verdi. Adam
yine doğru söylüyorsun dedi. Sonra ihsanı sordu. Sonra âhireti sordu. İşte bu
Cibril hadisi diye bilinen uzunca bir hadistir. Konumuz o değil.
Hz. Ömer diyor ki,
sonradan Öğrendik ki,o adam Cebrâil'miş diyor. Cebrail (a.s.) imiş. Bize
öğretmek için sorulu-cevaph hale getirmişte dinleyenlere imanı, İslâm'ı,
ihsanı ve kıyameti öğretmiş diyor.
Bir gün sahabeden bir
tanesi Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sormuş: İman nedir? Rasûlallah bu âyeti
okumuş yani Bakara sûresinin bu 177.âyetini okumuş................Bir: İyilik
mânâsına geliyor, takva mânâsına da geliyor. İyilik, iman veya takva yüzünüzü
Doğuya veya Batıya çevirmek değildir.
Daha önce
müslümanların kıblesi Mescid-i Haram'a çevrilmeden önce, Kudüs'e doğru idi.
Onlar da namazlarını o tarafa doğru kılıyorlardı. Peygamber Efendimiz ve
ashabı. Derken..........âyeti[3] kerimesi
nazil olunca yönlerini Kabe'yi muazzamaya doğru döndürdüler. Bu sefer Yahudiler
gürültü çıkarmaya başladılar. Niye bu tarafa çevirdiniz, daha Önce Kudüs'e
doğru namaz kıldığı halde vefat eden sahabelerin namazı boşa mı gitti? gibi
dedikodu da yaymaya başlamışlardı. Onların da cevabını Allah (cc), "Allah
kimsenin imanını zayi etmiyecektir"[4]
anlamında indirmiş olduğu âyet-i kerîmelerle vermişti.
Burada da, iyilik,
takva veya iman yönünüzü Doğuya veya Batıya çevirmeniz değildir. İman; kim
Allah'a iman ederse, ahirete iman ederse, meleklere iman ederse, kitaplara iman
ederse, peygamberlerine iman ederse, yani imanın altı şartından beşi burada
sayılmış. Yalnız kadere iman burada zikredümemiş.Bakara suresinin son iki
ayetin de de öyle. Orada imanın beş şartı sayılıyor. Kadere iman orada yok.
Alimlerimiz diyor ki,
Allah'ın ilim sıfatı içerisinde kadere iman var demektir. Yani Allah'a iman var
ya burada. Allah'a imanla, Allah'ın ilim sıfatına .da iman etmiş oluyoruz ilim
sıfatıyla olmuş ve olacağı bilen Allah (c.c), böylelikle kaderimizi de bilmiş
oluyor. Kadere iman, Allah'a imanın içindedir demişler.
Burada muttaki
insanın, mü'min insanın vasıfları bu beşi. Altıncısı çok sevmesine rağmen
malını veren. Kime veriyor? Yakınlarına, yetimlere, fakirlere, yolda
kalmışlara, dilenenlere, köle azat edilmesi konusunda para verenler, namazını
kılanlar, zekâtını verenler, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenler,
anlaşma yaptıklarında andını yerine getirenler, fakirlikte de, iyi halde de,
harp halinde de, kötü durumda da sabredenler. Böylece on vasıf oldu.
İşte dosdoğru olanlar
onlardır. İşte muttaki insanlar da onlardır diyor Allah (c.c). Yani burada
mü'minin on tane vasfını saymış oluyor.
Bugün çeşitli
devletler tarafından teklifler vardır: Dünyada birlik sağlıyalım. Birliği
sağlarsak dirliği de sağlamış oluruz diyorlar. Temenni güzel. Fakat bu konuda
tavsiye edilen yollarda yanlışlık vardır. Birisi diyor ki, benim riyasetim
altında birleşelim. Öbürü diyor ki, benim başkanlığım altında birleşin. Birisi
diyor ki, benim koyduğum kuralları bütün dünyada uygularsak birlik sağlanmış
olur diyor kî bu konuda en fazla iler de adım atmış olan da Amerika'dır. Askeri
için çıkarmış olduğu kanunu bütün dünya ülkelerinin askerlerine uygulatmış.
Hepsinin bellerine kendi terzileri tarafından dikilen kütüklükleri takmış.
Ayaklarının atışından, ya tışma kadar nizamnamesini onlara sunmuş.
Sanayide de
standartlar enstitüleri kanalıyla bütün dünyadaki standartlar enstitüleri
kanalıyla o. adam geldiğinde onun arabasına, onun uçağına, onun televizyonuna,
onun radyosuna, onun traş makinasına uygun malı üreteceksiniz burada demiş.
Yoksa standartlar enstitüsünden geçmez bu. Alamazsınız, satamazsınız,
üretemezsiniz, başka ülkelere götüremezsiniz demiş.
Yani bizi kuşatan her
yönde kendi hakimiyetini sağlamaya gidiyor. Ama huzur getirmiyor. Çünkü bütün
bunları yapışının gayesi insanlara saadet ve mutluluk vermek değil, insanların
dünya çevresinde sahip olunan bütün yer altı ve yer üstü servetin kendi
ülkesine akması, kendi ülkesinin insanlarının mutlu olması için yapıyor bütün
bunlan. Onun içindir ki, hakim olduğu ülkelerde dahi sevilmiyor.
Bütün dünyanın aslında
bunlara karşı bir kini vardır. Halkın kini vardır. Yöneticilerin yok. Üçüncü
dünya ülkelerinde bütün halkın bunlara karşı kini vardır. Müşterek kini vardır.
Afrika'daki insanın da kini var. Japonya'daki insanın da kini var. Çin'deki
insanın da kini var. Türkiye'deki insanın da kini var. Bütün insanlar bunlara
karşı kin besliyorlar. Niye? ellerindeki alınmış. Ayaklarının altındaki
madenleri alınmış. Ürettiği pamuğu, fıstığı, şeftalisini çok ucuz fiyatla kendi
ülkesine götürüp gidiyor. Onları sadece üst düzey devleti yöneten kişiler tutuyor.
Çünkü onlar onları tayin ettiğinden, onlar da onları tutmak mecburiyetinde
kalıveriyor. Belki içlerinden onlar da sevmiyorlardır. Ama orada kalabilmek, bu
dünyasını Cennet eyleyebilmek için o insanların yardımına ihtiyacı olduğundan
dolayı onları tutuyorlar. Yani gerçek anlamda mutluluğu getiremediklerini
görüyoruz. Yardım ettiği ülkenin insanı ona kin beslemişse... Mesela Türkiye'de
bile, Mısır'la İngiltere maçta beraber kalıyor. İstanbul belediye başkanı
Kahire belediye başkanını tebrik ediyor. Enteresan bir şey. Yani İngiliz'e
karşı o başkanın da kini var. Farkına varmadan yapılan şeylerdir bunlar.
İnsanın iç dünyasının bir anda ortaya çıkıv erme sidir bunlar. Onun için bunlar
da demekki huzuru sağlıyamamişlar. Otoriteyi biraz sağlamışlar ama aşağıda
gümbürdeme varsa... Hani dağın içerisinde gümbürtü vardır. Yanardağlar,
dünyanın neresine giderseniz gidiniz genelde dışı çok yeşillik olan dağlarmış.
Dışı ormanlık, yeşillik dışından bakarsınız ki yemyeşil bir dağ. Ama bir gün
patlayıveriyor. Bütün ağaçları, otları ve etrafında oturan insanları da
yakıyor. Yani içinde bir homurdanma var. Eğer bu dünya insanlarının da bu tür
insanlara karşı homurdanması devam ediyorsa geç de olsa bu homurtu patlak
verir.
Biz ise birliğe davet
ediyoruz yine. Ama ilahımız bir olsun. Allah (c.c.)'e ibadet edelim. Çiinkü
hepimizin gideceği yer bir, geldiği yer de bir. Rabbîmden geldik. Rabbimin
mahşerine kıyametine doğru gidiyoruz. Yani âhiretine doğru gidiyorum. Onun için
insanları topyekun evvela Allah'a imana davet ediyoruz.
Bunlar inanmıyorlar
mı? İnanıyor ama bir kısmı inanıyor. Rus devlet başkanına sorsanız Allah kaç
deseniz hiç diyor. Amerikan devlet başkanına sorsanız üç diyor. Adamlann ikisi
de imtihanda kaybediyor.
Onun için bir Allah'a
iman ve hep beraber gideceğimiz âhirete iman olunca yolumuz tekleşiyor. Bir
yola giriyoruz. Önde hedef var bir âhiret, âhirete doğru gidiş var. Herkes
âhirete gideceğini biliyor. İki tane yol gösterilmiş. Şu banta binerseniz
Cennete götürür. Şu banta da binerseniz Cehenneme götürür. Cehennemi de görür
gibi iman edecek olursa bir kişi, aklı başında bir insanın kötülük yapması
mümkün değildir. Bir insan bir banta koyulsa yanına da gönlünün sevdiği bütün
günahlar da koyulu-verse, içki mi canı istiyor içki konulmuş, kadın mı canı istiyor
kadın koyulmuş. Ama bant hareket ediyor. Masa da kurulmuş, karyolalar da var
bantm üzerinde, fakat bantın ilerisinde bir fırın var. Fırına giriyor bant.
İçerde de alevleri görüyor lavlar yanıyor. Oraya doğru gittiğini gören bu adam,
içkiyi yudumlayamaz, kadınla zina edemez, verilen rüşveti alamaz, yetimin
malını yiyemez, Allah'a isyan edemez ateşi görünce. Bantm ilerisi bir hızara
doğru gidiyor ki geleni kesiyor. O adamın önündekilerden zevk alması mümkün
değildir.
Onun için Allah (c.c),
âhirete imanı, görür gibi iman etmemizi sağlamak için bir çok ahiret
sahnelerini sanki gözümüzün önüne getirircesi-ne tasvir de ediyor. Âhirete
inanırsak ve meleklere iman edecek olursak ve kitaba iman edersek kurtuluruz.
Bir soyguncu ile tanışmıştım: hocam on altı defa yakalandım diyor soygunda. Bu
on altıncı yakalanışım, yakalanmadıklarımı ben bilemem. Nerede ne yaptığımı
unutmuşum diyor adam. Peki dedim, seni bu sistem bundan vazgeçiremez mi? Mümkün
değil vazgeçirmesi diyor. Peki bundan sonra? dedim. Bundan sonra yapmam,
Meleğe inandım çünkü diyor.
Peki meleğe, inanmamış
olsaydın da inançsız kâfir bir ülkedesin on alta defa yapmışsın soygunu ve
cezam da çekmişsin. Savcı çıkarken diyor ki, seni topluma alıştınncaya kadar şu
iki tane polis veya bir kaç tane polis 24 saat seni takip edecekler, iki üç ay
elini oraya buraya saldırmadan gezebilesin. Ve bir iş tutabilesin. Onu temin
edene kadar seni takip edecekler dese de yapar mısın dedim? Hocam o polisler
de iman etmemiş olacak yalnız diyor. Yani öyle bir toplum ki, savcısı imansız,
polisi imansız, halkı imansız, ben de imansızım. Öyle bir toplumda kültür var.
Kültür seviyesi yüksek, vicdan da insanda doğuştan var zaten. Ancak iman yok.
Bir gün gezeriz, üç gün gezeriz, beş gün gezeriz polisler de beni takip eder. Eh
onlar beni takip edince onlar beni, ben de onları görünce dost oluruz,
gözlerimiz dost olur diyor. Sonra bir araya geliriz. Bir gün onlara derim ki,
sizin maaaşımz kaç. Yediyüz bin, sekizyüz bin, bir milyon. Pekiyi benden 10
milyon veya 100 milyon, bende aylığınız 100 milyon. Niçin? Şu sarraflar
çarşısının alt sokağına sen duracaksın. Üst sokağına da sen duracaksın. Gece
ben burayı soyacağım. Şimdi diyelimki kültürü yerinde ve vicdanı da var bu
adam reddedebilir bunu. Yani paraya boyun eğmeyen insanlar biliyoruz. İmansız
kesimden de vardır. Nöbeti bitmiştir gider eve yerine başkası gelmiştir. Evde
vicdan törpüsü, filanla-nn taksisi var da bizim niye yok. Filanların renkli
televizyonu var da bizim niye yok. Filanların evi var da bizim niye yok. Bir gün,
üç gün, beş gün derken gelir haydi şu soygunu yapalım. Bu işi zaten bugüne
kadar böyle yaptım hocam diyor. Yardımsız yapmadım. Mutlaka yardım edenlerim
veya topladığımı salıverenlerim, vardı benim diyor.
Ama şimdi günah ve
sevabımızı yazan bizi her an gözetleyen meleğe iman ettik. Melek öğrendiğimize
göre yemez içmezmiş. Rüşvet geçmiyor bu arkadaşa. Uyumazmış ki gece iş yapalım.
Erkeklik ve dişiliği yokmuş. Erkek olsa yanına kadın gönderirdik. Kadın olsa
erkek gönderirdik onu da bilmezmiş. Allah'ın emrettiğini yerine getiriyormuş.
Hiç torpil geçmezmiş. Öyle ise bizim işimiz zor. Meleğe iman ettik, tevbe ettik
bundan sonra yapmıyacağiz diye söz vermişti.
Yani bu eğitimle
netice alınamamışta bu insanların ayıpladığı, hor gördükleri İslâm inancından
bir madde yani meleğe iman 16 defa soygun yapmış bir insanın günah işlemesini
engelleyiveriyor. Bir tek meleğe iman!!!
Onun için eğer
memlekette hırsızlık olmamasını, soygun olmamasını, rüşvet olmamasını, sosyal
adaletin temin edilmesini istiyorlarsa iman esaslarına insanları hakkıyla
alıştırmaları değil, imanına mani olmamaları gerekiyor. Bu insanların imanına
giden yolu kesmemeleri gerekiyor.
Merhum Mehmet Akif de
bu anlattığımı güzel ifade etmiş. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne
vicdandır, Fazilet hissi insanlar da Allah korkusundandır. irfanla yani
kültürle vicdanın insan üzerindeki etkisi bazı zamanlar da olur ama devamlılık
arzetmez.
Onun için bizde asıl
olan imandır. İman doğrultusunda yöneltilmiş vicdandır. Ve iman doğrultusunda
geliştirilmiş kültürdür, ilimdir.
Kitaba, iman ederler.
O muttaki, iyi, imanlı insanlar. İnsanların birlik sağlıyabilecekleri yegane
şey kitaptır.
Bugün bir taraf diyor
ki, benim kitabıma göre yani benim hukukuma göre amel edilsin. Öbürü diyor ki,
benim kitabıma göre yani benim hukukuma göre amel edilsin. Öbürü diyor ki,
benim hukukuma göre amel edilsin. Peki senin hukukun senin yazdığın. Öbürünün
hukuku da onun yazdığıdır. İnsanların yazdıkları kendi çevresinde edindikleri
bilgilerle, kültürle orantılıdır. Kendi hissiyatıyla da orantılıdır."
Meselâ bu memlekette bir kaç defa anayasa yazılmıştır. Dört profesör, beş
profesör bir araya geliyorlar, oturuyorlar, Anayasayı hazırlıyorlar. Bu
adamların o günkü haleti ruhiyelerini kanunda görmek mümkündür. Evde hanımına
kızmışsa hanımlarla ilgili maddeyi ceza yasasında koyuyorlar. Veya medenî hukukta
hanımlarla ilgili maddeyi kuşa çeviriyorlar. Babasına kızmışsa, anasına
kızmışsa onun da icabına bakıyor.Meseiâ bir miras yasası hâlâ uygulanır 60
senedir. O günün profesörü anasına ve babasına fena halde kızıyormuş. Kişi
evliyse vefat etmişse ve mirasçı olarak da hanımını ve çocuğunu bırakmışsa anne
ve baba mirastan mahrumdur. Halen bu geçerlidir. Yani anne baba yemiyor yediriyor,
giymiyor giydiriyorlar. Memleketteki sarı öküzü satıyorlar. Oğlu mezun
olduktan, iş tuttuktan sonra İstanbul'a geliyorlar. Orada bir dönüm tarlaları
iki öküzleri vardır. Onu da sattılar geldiler oğlumuzun yanında rahat edeceğiz
derken oğulları da köşeyi döndü. Hayali ihracattan, başka bir işten daha fazla
kazanacağım derken kalbi tak tak atarken gidiverdi. İstanbul'dan evlendiği
hammıyla bir oğlu veya bir kızı vardır. Bütün mal oğluyla kızına kalıyor. Gelin
ise Anne ile babalarının da evde kalmalarını istemiyor. Bu sefer yine Anadolu'daki
Müslüman komşularının insafına terk ediliyor bu insanlar. Zerre kadar bir kira
vermez bugünkü kanunlar. Peki bunu temin eden nedir? O günkü hukukçunun anasına
ve babasına olan kini kanuna yansımıştır. Peki ben yazsaydım ne olurdu? Ben de
yazsaydım ona benzer bir şey yapardım. Belki anamı babamı korurdum ama bu
sefer de hanıma haksız yere zulmederdim. Veya çocuklarıma zulmedebilirdim. Veya
en yakın kardeşlerime zulmedebilirdim. "Kızdı mı Cehennem kesilir insan.
Sevdi mi Cennet kesilir."
Onun için Allah (c.c),
insanların bir araya gelmesi konusunda birleşecekleri hukuk olarak, insanların
yazdığını değil, Kendinin indirdiğini esas alıyor. Onun için iyi, muttaki bir
insanın vasfı olarak meleklere imandan sonra kitaba imanı, kitaba imandan sonra
o kitabı bize getiren peygamberlere imanı esas alıyor. Hz. adem'den Efendimiz
(a.s.v.)'e kadar gelmiş bütün peygamberlere iman ettik. Şimdi iman eden bir
toplum meydana getirildi. İmanın altı şartına iman eden bir toplum meydana geldi.
Bitti mi yani iman, yalnız iman her şeyi hallediyor mu? Halletmiyor. Bizim bir
de bedenlerimiz var. Tenlerimiz var. İman ruhumuzun gıdası oluyor. Bir çok
sorunumuzu hallediyor ama bir de bedenlerimiz var bunların da doyması için
diğer komşuluk münâsebetleri, insanlar arası münasebetler var. Allah (c.c.)
onu da açıklamak üzere kişinin iç dünyasındaki cimrilik hastalığına tedavi
olmak üzere en sevdiği malı veren diyor. En sevdiği malı.
Buna misal olarak
Beyhaki bir hadis rivayet etmiş. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah hastalık halinde
ölüm döşeğinde yatmakta, hani insan hasta iken bazı şeyler ister gönlü. Kış
gününde karpuz ister adam. Veya nar ister. Yani bir şeyler ister. Derken
çevresi de onu bulur buluşturur. Getirtirler en uzak yerlerden filan.
Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah da böyle bir hastalığı esnasında taze hurma canı istemiş. Hanımı
Safiyye validemiz de derhal birini göndermiş ve tertemiz taze bir hurma
getirtmiş. Ama tam içeriye girmiş iken bir dilenci kapıya gelmiş. Allah rızası
için bir kaç hurma verin demiş. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah demiş ki, verin ona.
Ve ona vermişler. Yani "afiyet olsun yarim, sen yedikçe ben doydum"
diye bir söz vardır ya türkü halinde de söylenir. Bir mü'min kardeşinin
yemesinden o ihtiyacını gideren bir insan. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a.).
Allah (c.c.) bu konuda
şöyle buyuruyor.
Kendilerinin şiddetle
ihtiyacı olmasına rağmen başkalarını kendilerine tercih ederler.[5]
Şiddetle sizin
ihtiyacınız var ama bir başka kardeşinizin de ihtiyacı olduğunu gördüğünüzde
onu nefsinize tercih edivermeniz imanınızın olgunluğuna işaret ediyor ki,
ensarın yani Medine'deki Müslümanların yaptığı da budur.
Bu hususta yine Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
En sevdiğiniz malı
infak etmedikçe, takvaya eremezsiniz, iyiliğe kavuşamazsınız.[6]
Sahabeden birisi
gelmiş Ya Rasûlellah en sevdiğim şu atım demiş. Yeryüzünde en çok sevdiğim
malım budur. Ben bunu vermek istiyorum demiş. Allah yolunda .vermek istiyorum.
Peygamber Efendimiz de demiş-ki; benim komutanım Üsafne'ye ver onu. Onun
hakkından o gelir. Ve Üsame (r.a.) ki en son Peygamber Efendimiz'in vefatı
anında komutan tayin ettiği bir yiğit insandır, O yiğit insan da aynca bir
kölenin oğludur. O köle de yiğitçe hizmetler yapmış. Yani bizdeki kölelik
anlayışı ile bu insanların kölelik anlayışı ayrı.
En sevdiği malı veren
kime veriyor? Yakınlarına veriyor. Âyet-i kerîmenin işaretine göre iyilik
yakınlardan başlar. Yani zekâtınızı verirken de, sadaka verirken de ilk
vereceğiniz ktşi en yakınınızdır. Zekâtlarda gerçi bir sınır vardır. Zekâtı
verirken usulünüze yani annenize, babanıza, dedenize, ninenize veremezsiniz.
Çünkü onlara bakmakla mükellefsiniz. Furuunuza veremezsiniz. Oğlunuza,
kızınıza, torunlarınıza zekât veremezsiniz. Çünkü onlara bakmakla
mükellefsiniz. Ama yan taraflara verirsiniz. Fakir oğlan kardeşinize, fakir
kız kardeşinize, fakir olan dayınıza, halanıza, teyzenize, amcanıza ve bunların
çocuklarına verirsiniz. Bunlara zevil-kurba diyoruz. Bunlara verebiliyorsunuz.
Ve oralardan başlamak ta göreviniz. Meselâ bazı arkadaşlar tanıyorum. En yakın
akrabalarından zaruret içinde olanlar olduğu halde bağlı olduğu İslâmî
kuruluşa milyonlar veriyor. Ama en yakın akrabasını mahrum ediyor. En yakın
akrabasına da versin, bağlı olduğu o müslüman kuruluşa da versin. Fakat âyet-i
kerîmeye uygun hareket edelim. En yakın akrabalarımıza,.yetimlere kendi
yetimimiz. Veya dışardan başka yetimlere. Allah (c.c.) burada sınır koymamış.
Müslüman yetimler dememiş. Zaten çocuklar genelde Müslü-mandır. Zaten ergenlik
çağına gelince yetim olmaktan çıkar bir insan. Ergenlik çağına gelinceye kadar
da bütün çocukları biz Müslüman kabul ediyoruz. Öyle olunca çevremizde müslüman
ailenin çocukları yetim kalmışsa ona da bakacağız biz. Müslüman olmayan
ailelerden yetim kalmışsa onlara da bakacağız biz. Biz bütün insanlara karşı
sorumluyuz.
Ve miskinler,
miskinlerde de yine Müslüman miskinler dememiş. Miskin olan bir günlük dahi
yiyeceği olmayan..........kelimesinden türetilmiş. Sekene, yerinde kalakaldı.
Çivilendi kaldı mânâsına geliyor. Miskin de yapacak, edecek, tutacak, yiyecek
bir şeyi kalmamış, olduğu yerde kalakalmış kişi. Dilenmek için çıkacak yüzü de
yok. Veyahut utancından bu işi yapamıyor. Yerinde kalakalmış kişiye deniliyor.
Onlara da vereceğiz. Ve yolda kalmışlara. Yolda kalmışlar zengin de olabilir,
fakir de olabilir. Adam Erzurum'dan gelmiştir. Konya'dan gelmiştir, Muğla'dan gelmiştir.
Parasını çaldırmıştır. En yakın olarak sizi görmüştür. Ticarî alışverişiniz
var. Veya başka bir alışverişiniz var. Ona zekât verseniz geçer. Zengin bir
adam. Ona sadaka verseniz de geçer. Verilir yani. Ve dilenenler. Ya Rasûlellah
dilenenlerin içinde zenginler de var demişler. Peygamberimiz de Atın üzerinde
gelse dahi verin demiş. Madem ki adam dilenci elini açrriış adama verin demiş
Peygamber Efendimiz.
Yalnız burada şunu
ayırt edelim: Mesela bir adamı biliyorsunuz durumu zengin. Ama dilenmeyi
meslek haline getirmiş, yani bugün geldi, ikinci gün yine geldi. Üçüncü gün
yine geldi. Buna vermeme hakkımız var. Fakat bir adam gelmiş ki,siz bu adamın
durumunu iyi biliyordunuz ama iîk defa da size gelmiş. Bu adama verin. Ne
olursa olsun verin. Adamın biri bir zamanlar bizim yayınevine geldi. Adam
kıravatlı güzel de giyinmiş. Dediki efendi ben müteahhitlikten iflas ettim.
Bana para lazım; İşte Peygamber Efendimiz'in "Gelen atlı da olsa
verin" dediği adam bu dedim kendi kendime. Verdim çıktı gitti. Ne olursa
olsun arkasını düşünmeyeceksin. Efendim söylemiydi, böylemiydi, bu da
dilenmenin çağdaşlaşmışı mı filan hiç düşünmeyin onu. Ama ikinci gün yine
gelirse, üçüncü gün yine geliyorsa o ayrı. Yılın 365 günün abone ise o ayrı.
Bu adam bir defa geldi bir daha gelmedi o ayrı. Böyle insanlara az da olsa
verin. Ve köle azadı konusunda da en sevdiği malı verenler, takvaya eren kişilerdir,
imana eren kişilerdir, iyiliğe eren kişilerdir diyor.
Köle deyince;
kölelikle ilgili filimler oynatıldı bu memlekette. Müslümanlıkta da köle var
mı? Var. Ne biçim dine girmişiz diyor adam köle olur mu? Köle atılıyor,
satılıyor, hapsediliyor, işkence ediliyor, dövülüyor. Yani insanoğlu nerde ise
televizyonu kırıp ordaki adamı öldürecek hale getiriliyor.
Dinimde ise kölenin
hukuku bambaşkadır; Hz. Ömer (r.a.)'m da kölesi vardık Ve Hz. Ömer'le beraber
yolculuk esnasında ona hizmet eder. İkisinin beraber makam arabası olarak Hz.
Ömer'in devesi vardır. Bugün için helikopter, uçak ve mersedes olduğu gibi
cumhurbaşkanlarının, o günün devesi de o.günün makam arabası idi. Hz. Ömer
biner 5-10 km. gittikten sonra Hz. Ömer iner kölesi biner. 5-10 km. gittikten
sonra o iner Hz. Ömer biner. Böyle gidilir.Bugün Türkiye'de olsun, Amerika'da
olsun, dünyanın neresinde olur sa olsun cumhurbaşkınmın sekreteri cumhurbaşkanı
ile aynı arabaya bi nemez. Ancak müsade ederlerse binebilirler. Yoksa
protokolde yeri yok tur.
En çok sevmelerine
yani çok fazla sevmelerine rağmen kendi taam larını yedirirler. Kime
yediriyorlar? Miskin insanlara, fakirlere yediri yarlar, yetimlere yediriyorlar
ve de esirlere yediriyorlar. İnsan sûresi 8-9 Bir Müslümana karşı kılıç çekmiş,
Müslümana karşı kılıç çekmi: adam esir edilmiş, bu adama da en sevdikleri malı
Müslümanlar yedirirler diyor Rabbim. Ve onlar köle edinilmiş o kölelere en
sevdikleri malla nndan yedirirler .
Hadis-i şerifi
biliyoruz ama bu âyet-i kerîmeyi pek fazla bilmiyoruz.
Hadis-i şerifte hani
kölelerinize yediğinizden yediriniz, giydiğiniz den giydiriniz buyurulur
hadis-i şerifi sağ olsun bir kısım yazar arkadaş lanmız iyi duyurdular.
Memlekette epeyce duyuldu. Ama âyet-i kerîme pek duyurulmadı. İnsan sûresinin
8. ve 9. âyet-i kerîmelerinde kölelere esirlere en sevdikleri malı yedirirler
diyor Allah (c.c).
Ve arkasından da şöyle
derler. Bunu Allah için size veriyoruz. Bu nun karşılığında maddi bir karşılık
beklemiyoruz. Teşekkür de beklemiyoruz.
Hz. Aişe validemiz
şöyle bir sözün söylenmesini doğru bulmazmış: Biri birine iyilik yaptıktan
sonra alan kişi "bunun karşılığını versem" diyor. Veren de diyor ki
"dua et yeter." Hz. Aişe demiş ki, dua et demeyin, verdiğinizin
karşılığı olur.
Allah biliyor sizin
sevabınızı Allah verecek. O ayrı kendisi dua ederse etsin. Siz istemeyin diyor.
Yani dua etmek yasak değil. Yanlış anlaşılmasın. Birine çok iyilik yaptınız
adam çok memnun oldu. Yahu ben bunun karşılığını versem, siz de dua et yeter
diyorsunuz. Bırak dua et demeyi bırak. O dua etsin ayrı. Ama sen dua isteme.
Dua istersek yaptığının karşılığını istemiş oluyoruz.
Âyet-i kerîmede de bu
anlatılıyor: biz bunu Allah rızası için yaptık.
Dua da istemiyoruz,
bir maddî karşılık da istemiyoruz, teşekkür de istemiyoruz.
Bazan da biz bunu
şikayet ederiz. Deriz ki adama iyilik yaptık ta teşekkür bile etmedi. Ama biz
bunu teşekkür için yapmıyoruz ki, Allah için yapıyoruz. Ama biz teşekkür edelim
ayrı. Bize bir iyilik yapıldığında hem dua edelim ve hem de teşekkür edelim.
Ama biz iyilik yaptığımızda duayı ve teşekkürü bekiemiyelim.
Bazen anlatılırdı.
Çocukluğumda pek mânâ veremezdim ama İmam Ebu Hanife Rahmetullahı aleyh için
söylenir. Birine yardım etmiş te adamın damının gölgesinde gölgelenmemiş.
Yağmur yağarken çeleninin altında korunmamış, yağmurda ıslanmış. Karşılığı
alınmış olur veya adamı üzmüş olurum diye, Başkasının evinin altında duramazdı.
Bizde parası olduğu için evin gölgesinde duruyor gibi bir his uyandırmamak
için. Buna çok dikkat etmeliyiz.
Birine borç para
verdiniz. Onun yanında para lafı dahi etmeyin. Yani onunla ilgili değil
başkasıyla da ilgili para lafı etmeyin.
Dinimdeki kölelik
anlayışı bu. Hz. Ömer'in yediğinden yiyecek. En sevdiğini yese bile' ondan
yedirecek, giydiğinden giydirecek.
İki tane mühendis
arkadaş bana geldiler. Yıldız Üniversitesinde beraber okulu bitirmişler. Biri
iş yeri açmış, kendisine ait atölyesi var. Arkadaşını da oraya alacak. Ücret
konusunda anlaşamamışlar. Arkadaş o günün-parasıyla beşyüzbin lira veriyordu.
Yani memurların maaşı 100-150 bin lira iken 500 bin lira maaş vereyim diyordu.
O da diyor ki, kölen olayım arkadaş. Öbürü bu sefer ona diyor ki bu bana
pahalıya mal olur. Benim yediğimden yiyeceksin, giydiğimden giyeceksin,
bindiğime de bineceksin o zaman bana pahalıya mal olur. Seninle maaşta
anlaşalım dediler ve anlaştılar.
Yani dinimdeki anlayış
bu. Hz. Ömer'in makam arabasına binen ve onu kardeş kabul eden bir devlet
başkanının kölesi mi olalım, yoksa Amerikan başkanının sekreteri mi olalım?
Namazı dosdoğru
kılarlar, o takvaya, imana ve iyiliğe sahip olan kişiler. Zekâtlarım verirler.
Namazı dosdoğru
kılarlar derken âlimlerimiz tadili erkan da bunun içine girer diyorlar. Yani
rüku hakkıyla verilecek, harflere dikkat edilecek, âyetleri okurken mânâlar
üzerinde durulacak, rukuya varınca azalar itidal şeklinde olacak, kalkınca düz
hale gelinecek sonra vakarla secdeye gidilecek yani bunlara riayet edilecek.
Dosdoğru kılmak bu.
Sonra şahıs olarak iki
fert arasında vermiş oldukları sözlere riayet ederler. Ve uluslararası
sözleşmelerine de riayet ederler. Yani âyet-i kerîme diye çoğul sigasıyla
bildiriyor. Bu ferdî de olur. Ferdî sözleşmelerde de sözlerimize riayet
etmemiz gerekiyor. Bir devletse,Müslüman bir devlet uluslararası vermiş olduğu
söze de riayet etmesi gerekiyor.
Ama bugün insanlar
özellikle güçlü olanlar biz şöyle şöyle karar aldık siz de kabul edin bakalım
diye emri vaki yapıyorlar. Kabul ediyorlar. Sonra kuralı kendisi çiğniyor.
Kendisi çiğneyince sözleşmesini, hiç ayıp değil. Küçüklerden biri çiğnerse ayıp
ediyor. Adamın kendisi Panama'ya giriyor. Panama devlet başkanı sarayından
alınıyor. Döve döve milletin gözü önünde televizyonda gösteriyorlar. Ondan
sonra Amerika'ya götürüp hapsediyorlar. Halen hapiste. Bu işgal değil!! Bu
devlet başkanını götürüp hapsetmek de değil. Dünya da aferim iyi ettin!!!
diyor. Türkiye de iyi ettin dedi. Basın da iyi ettin dedi. Hiç bir televizyonda
da bir günden başka gündeme getirilmedi.
Beri tarafta bir küçük
öbür küçüğün üstüne saldırıyor, devlet başka nı kaçıp gidiyor adam
yakalanmamış, dövmemiş meydan dayağı da atmamış. Yer yerinden oynuyor. Böyle
"yani, insanların anlayışı değiştirilmiş. Büyükler hata ederse kerametine
yorumlanıyor, küçükler hata edecek olursa melanetine veya kerahetine
hükmediliyor.
Birleşmiş Milletler'de
beşli çete diye kurucu üyeler var. 150 ülke İsrail'in aleyhinde karar verseler
de o 5 ten bir tanesi olmaz ben kabul etmiyorum dese alman karar geçersiz.
Amerika, Rusya, İngiltere, .Fransa ve Çin beşi.Bari bu beşinden biri,şu 150
devletin Biraraya gelmesine ne gerek vardı, siz bir araya gelin anlaşmışsanız
bize biîdiriverin. Masraf bari etmiyelim oraya gelip gitme masrafına gerek
kalmaz dese. Gelin işte devletiniz biraz karar kılsın burada. O kadar bina
tutulacak, gelinecek gidilecek, yatılacak, yenilecek içilecek deniliyor.
Yani öyle bir şeyki
akılla, mantıkla izahı mümkün değil bunların. Adamlar açıkça biz beşli çete bu
işi böyle münasip gördük diyorlar böylece idare ediyorlar. Ahitlerine hiç
riayet etmiyorlar çünkü kâfir. Rabbime olan ahdini bir adam kopardımı bitti!
İnsana olan ahdi geçersiz onun için. Rabbime olan ahdi belâ mühründe "Kâlü
Belâ" dediler hepsi birden, evet Ya Rabbi, Sensin bizim Rabbimiz dediler
ama yeryüzünde yeni yeni Rab icat ettiler veya kendileri Rab olmaya yöneldiler.
Yaptıklarını tasdik ettiriyorlar şimdi bize. Müslüman kesim de biraz kabul etmiş
durumda.
Müslümanlar bunu imani
olarak kabul etmiyor ama pratikte kabul ediyor. Nasıl kabul ediyor? Mesela
Allah inancında, Allah vardır, birdir, şeriki ve naziri yoktur. Bir benzeri
yoktur. Yani her yerde hazır ve nazırdır diyoruz. Çocukluğumuzda öğretilen bir
şeydir bu. Hepimize hemen hemen analarımız babalarımız böyle Öğretti.
Şimdi Müslüman da
adeta şöyle diyor. Amerika vardır, birdir, bir benzeri yoktur. Eskiden Rusya
vardı onu da kendine benzetti. Bir benzeri yoktur her yerde uyduları hazırdır
ve de ne yaptığımıza nazırdır. Yani bakmaktadır diyor adam.
iran'da ihtilal oldu
diyorsun. O göz kırpmasaydı Humeyni bu işi yapamazdı diyor. Saddam saldırdı
diyorsun. Onun mutlaka haberi vardır diyor. İzin vermiştir diyor. Peki
kardeşim her yerde hazır ve nazır ama bak Kaddafi'ye saldırı yaptı adamı
öldüremedi. Ona bir gün evvelden haber vermiştir sen çadırına çık biz senin
sarayı bombahyacağız. Yani adamın gücüne hiç halel getirilmiyor. Her yerde
hazır ve de nazırdır o yeni bir ilahtır. Yani insanlar üretiyor. Kendilerince
bir Tanrı üretiyorlar. Ama o Tanrı kendi adamlarından biri kaçırılıyor bir kaç
tanesi kaçırılıyor 7-8 senedir hapsediliyor bulamıyor. Askerî ateşeleri
Beyrut'ta 7-8 senedir kayıp. Kayıp değil adamların filmi de gösteriliyor
dünyaya. Arada bir bu adam sağ şu anda elimizdedir diye video kasetleri
gösteriliyor. Dünyaya ilan ediliyor. Görebildiği yok. Demekki her yerde hazır
ve nazır değilmiş bu adam. İnim inim inliyor ne yapacağını şaşırıyor hiç bir
şey de bilmemektedir bu adam.
Harp halinde de,
fakirlik halinde de, en kötü durumlarda da sabrederler mü'minler.
Sabır eve çekilmek,
kapıları kapatmak yâ sabır anlamında değildir. Sabır ateş hattında
sabretmektir. Yani geriye çekilmemek, ileriye doğru atılmak, gerekeni yapmaktır
sabır. Emredilenleri yapmak, yasaklananlardan kaçınmakta bir sabırdır, işte
onlar doğru olanlardır, işte onlar muttaki insanlardır. Müttakiyi başta de
genişçe tefsirim vermeye çalışmıştık.
İçini Hak için
temizleyen, dışını halk için temizleyen muttaki insandır. Tabiînden bir tanesi
böyle tarif etmiş.
İçimizi Hak için
temizliyoruz. Küfrü atıp imanı alıyoruz. Yalanı atıp-doğruluğu alıyoruz.
Cimriliği atıp cömertliği alıyoruz. Yani bütün iyi hasletleri almak,
kötülükleri kovmak, Hak için içi temizlemektir. Dış ta temizlenecektir.
Giyimimize, kuşamımıza, el kol hareketlerimize herşeyi-mize dikjcat edilecek. O
zaman muttaki insan olunur.[7]
(178) Ey
iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür insana karşı
hür insan, köleye karşı köle, kadına karşılık kadın. Öldüren, Öldürülenin
kardeşi (vârisi) tarafından affedilirse Öldürene örfe uymak ve affedene
(diyetle) iyilikte bulunmak gerekir. Bu size Rabbinizden bir hafifletme ve
rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa ona acıklı azap vardır.
Böyle bir toplum meydana
getirdik biz. Yani imanın altı şartına iman 'eden, sevdiği malı cimrilik
yapmayıp cömertçe veren, yakınlarına, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara,
dilenenlere, kölelere veren, dosdoğru namazını kılan, namazda bir araya gelen,
fakirlerini zekâtla zengin hale getiren, sözünde duran, sabreden bir toplum
meydana geldi. Ama bu toplum içindeki insanların da bazı hissiyatları var.
Galeyana gelebilir, bazı olaylar olabilir. Böyle bir toplumda da düzeni
sağlamak için Allah (c.c.) cezai müeyyideler getirmiştir. Alîah (c.c.)'ün iki
türlü kanunu vardır âyet-i kerîmede;
1- Asıl
kanunları vardır. Namazı kılınız, zekâtı veriniz, yalan söylemeyiniz, içki
içmeyiniz bunlar asıl kanunlardır. Birbirinize yardım ediniz, sadaka veriniz.
Devletinizi kurunuz cennet gibi yaşayınız. Asıl kanunlar bunlar.
2- Bir de bunları korumaya yönelik kanunlar vardır. Onlar
da cezaî müeyyideler. Cezaî müeyyidelerde iki kısma ayrılıyor.
1- Ahirette
verilecek cezalar.
2- Bu
dünyada iken verilecek cezalar.
Bunlardan bir tanesi
toplum içinde adam öldürmeye teşebbüs olabilir. Çeşitli sebeplerle. Bu Hz.
Adem'in çocuklarından Kabil'le beraber başlamış. Madem ki öldürme olayı
olabilecektir, onun Önlemini alabilmek için Allah (c.c.) de âyet-i
kerîmelerini indirmiş. "Ey iman edenler Öldürme olaylarında size kısas
farz kılındı. Hür bir insana karşılık hür bir insan, köleye karşılık köle,
kadına karşılık kadın öldürülür ceza olarak. Bir hür insan bir hür insanı
öldürürse, bir köle bir köleyi öldürürse, bir kadın bir kadını öldürürse, o
Öldüren kişi de cezalandırılır yani öldürülür."
Allah (c.c), bu âyet-i
kerîmeyi açıklamak üzere Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesini nazil kılmıştır.
Orada biz onlara şöyle
farz kıldık yazdık. Cana karşı can, göze karşılık göz, buruna karşılık burun,
kulağa karşılık kulak, dişe karşı diş, yaralara da kısas. Yani yaralamaya
misilleme olarak yaralamayı kısas olarak onlara farz kılındığını ifade ediyor.
Bu âyet-i kerîme biraz
kapah ama Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesi onu açmış. Eğer Maide sûresinin
45. âyet-i kerîmesi nazil olmamış olsaydı, o zaman şöyle bir yanlış anlama
doğabilirdi. Hür insana karşı hür insan. Yani hür bir insan hür bir insanı
öldürürse ceza olarak o hür insan öldürülür. Ancak hür bir insan kadını
öldürürse, hür insan öldürülemez. Veya kadın bir hür insanı öldürürse, kadın
ceza olarak öldürülemez gibi bir mânâ çıkabilir idi. Fakat Allah (c.c.) buna da
gidilmemesi için yani daha da açıklık getirmek üzere bu Maide sûresinin 45.
âyet-i kerîmesini nazil kılmış. Halkımızın diline de "dişe karşı diş"
şeklinde geçmiş. Bu âyet-i kerîme nerde ise bir atasözü haline gelmiş veya bir
hukuk kaidesi olarak halkımıza mal edilebilmiş.
Nitekim 1400 sene
uygulamada kalması nedeniyle halkımız bir çok İslâm hukukunun maddelerini
atasözü haline getirmişler kullanmaktadırlar. Anadolu'da babalarınızın
analarınızın bazı olayları izah ederken söy-leyiverdiklerinin çoğu İslâm
hukukunda bir maddedir aslında.
Hani su tutanın,
toprak kullananın diye bir söz vardır. Sonra bu söz siyasî sahada biraz
istismar edildi ayrı. Buna benzer hani dişe diş, göze göz, tabiri geçiverir.
Bunlar İslâm hukukundan halka mal olmuş şeylerdir.
Ama 60-70 seneden beri
uygulanmakta olan bugünkü ceza veya medenî hukukla ilgili bir maddeyi
halkımızın bilmesi mümkün değildir. İlla başınız mahkemeye düşecek olursa o
yoldan geçmekte olan bir avukata gitmezseniz, dilekçe veremezsiniz. Usûl
yönünden reddedilir dilekçeniz. Yazdığınız yazı, başlığınız, noktalamanız,
virgülünüz nedeniyle hakim usul yönüyle dilekçenizi reddeder. Niye? Bu hukuku
ayakta tutan insanlar yani hakim ve avukatlar birbirlerimize yardım edelim
onlarda yaşasınlar diye -avukatlarımıza sataşma yok tabiî-. Onlarla biz de aynı
İnancı taşıyoruz.
Yaşayan ceza yasası
doçentlerinden bir tanesi bir kitap yazmış. Kitabında bir âyet-i kerîmeyi
almış. Maide sûresinin 32. âyet-i kerimesi.
Gayreti diniyyesi de
fazla olmayan bu adam diyor ki, bütün dünya hukuklarında ceza yasalarında
böylesine güzel bir söze raslanamamıştır bu güne kadar.
Âyet-i kerîmede
Rabbim, kim haksız yere bir adamı Öldürürse yani hiçbir insanı öldürmemiş bir
adamın adam öldürme suçu yok, başka bir suçu da yok. Suçsuz yere bir adam
öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir diyor.
Katilin cürmünü beyan
ediyor burada.
Yani işlenen bir
cinayeti yalnız ferde karşı işlenmiş bir cinayet değil, bütün dünyadaki
insanlara karşı işlenmiş bir cinayet olarak değerlendiriyor Allah (c.c.) bu
âyet-i kerîmesinde.
Ama günümüzdeki bu
güçlü yani kendisini güçlü gören müstekbirler, kendi insanlarından bir insan
öldüriilürse topyekün o milleti topa tu tabiliyorlar. Çünkü ordakiler can değil
insan değiller. Kendi milletinden bir insan öldürüldü mü, adam ordular gönderip
orada milyonlarca insanı öldürüyor. Yani can deyince kendi canını anlıyor.
Bizim okumakta
olduğumuz, iman etmekte olduğumuz âyet-i kerîme'de ise "müslüman nefis
demiyor." Kim bir nefsi öldürürse herhangi bir insanı öldürürse, yani bu
Müslümanda olabilir, Arap ta olabilir, Türk te olabilir, Çinli budist te
olabilir, Japon da olabilir, Amerikalı da olabilir, Afrikalı da olabilir. Her
hangi bir insanı haksız yere öldürürse topyekün insanları öldürmüş gibidir
diyor Allah (c.c.)
Ve günümüzde İslâm
hukukunun bu maddesine sataşmalar vardır bir kısım imansızlar tarafından.
Efendim 20. asırda da adam öldürmek yani adam öldüreni öldürmek olurmuymuş. Bu
yasa.kaldırılmalrynıış. İslâm kaldırıldı o ayrı. Yani yürürlükte olmadığı halde
faraziye olarak bizim camide okumamıza kızıyor adam. Bu maddeyi niye
okuyorsunuz diye kızıyor.
Bu ayeti kaldırdınız
ama bir senede ölen ve öldürülenin sayısı 10 binlere varıyor Türkiye gibi bir
ülkede. Onun içindir ki Allah (c.c);[8]
(179) Ey
akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulurki sakınırsınız.
Ey akıl sahipleri
kısasta hayat vardır diyor. Eğer toplumun yaşamasını, insanların yaşamasını
istiyorsanız kısas âyetini tatbikata koyunuz. Yani İslâm'ı tatbikata koyunuz.
İslâm'ı tatbikata koymazlar da yalnız bu maddeyi koyarlarsa yine netice almak
mümkün, değil. Çünkü İslâm'ın diğer maddeleri bu tür olaylara giden yolları
kapatan maddelerdir. Ama İslâm'ın diğer hükümlerini almasa da deseki, madem
hocalar iddia ediyor, kısas gelecek olursa katletme olayları durur gelin
İslâm'ın bu hükmünü alalım deseler yine de netice alamazlar. Çünkü insanların
fakirlik problemlerini halletmemişler, insanların namusuna tecavüzü
halletme-mişlerse, namus mefhumunu ortadan kaldırımşîarsa cinayet olacak demektir.
O madde bunu halletmez. Dinim oraya giden yolları kapattıktan sonra bu cezai
müeyyidesini uyguluyor. Ve diyor ki, kısasta hayat vardır. Kur'ân'ın en beliğ
ifadelerinden biri de budur derler.
En kısa üç tane
kelimeden ibaret bir âyet-i kerîme Alimlerimiz bunun tefsirinde Arap
edebiyatının inceliklerine girerler. Kısasta hayat vardır. Niye? Adam öldürmeye
niyet etmiş, ama öldürürsem beni de öldürürler demiş vazgeçmiş. İki tane adam
canlı bu sefer. Yani hem öldürecek olan hem ölecek olan kalmış. İkisi de canlı
kalıyor. Ve topyekün insanlara bu siyaset etki ediyor. Derken ölüm olayı da
olmuyor.
Bunların mantığı şu,
efendim kurt ta can taşımaktadır. Canavar dediğimiz şu koyunları fazla yiyen
kurt. Bizim Konya Karaman'da kurt derler. Canavar veya kurt. Bu da can
taşımaktadır bunu öldürmeyelim demek, bin tane kuzuya merhamet etmemek
demektir. Gece gelmiş bir tanesini yemiyor sürüye girip, 10 tanesini
parçalıyor öldürüyor ama bir tanesini yiyor. On tanesini öldürmüş gitmiş,
ikinci gün çoban tüfeği eline almış ve canavarı öldürmüş, bugünkü hukukçulardan
bir tanesi de yahu yazıktır o kurt da can taşıyor, canını sen mi verdin? Niye
almaya gidiyorsun onu diyor. Peki ama o on tane kuzuyu perişan ederken niye
aynı şeyi söylemiyordu? 100 tane kuzuyu öldürüyor. Ondan sonra yine can sahibidir
o can taşımaktadır diyor.
Halbuki İslâm
hukukunda, o bir tane kuzuyu öldürdüğünde siz de onu öldürün deniliyor. Geriye
kalan 99 tane kuzu merada, ormanda rahatça yaşasınlar, rahatça otlasınlar.
Otlarken kurt korkusu girip te böyle mi deleri büzüşüp iştahları da kesilmesin.
Yani huzur içerisinde yaşasınlar diyor. Allah (c.c.) de kısasta hayat vardır.
Ey akıl sahipleri diyor. Tabiîki akıl sahipleri de mü'minlerdir.
Bu adamlar madem ki
kabul etmiyorlar. Öyle ise akıl sahibi olarak onları da kabul etmek mümkün
değil. Olaki bununla siz de sakınasınız. Yani günaha girmekten sakınasınız,
adamların öldürülmesini engellemiş olasınız. Yukarda hemen bundan önceki âyette
Kim kardeşi tarafından
affa uğrarsa, yani bir adam birini öldürmüş, tabîi Öldürme de bugünkü hukuk
diliyle taammüden âyet-i kerîmede amden diyor, Türkçe'de taammüden aynı kökten
türemiş, taammüden adam öldürmek; evvela adam öldürmeye niyet ediyor, sonra
öldürmek üzere teşebbüs ediyor, öldürülmesi mümkün olacak bütün vasıtaları kullanarak
planlı bir şekilde adamı öldürüyor. Buna taammüden öldürme diyoruz. Bu adamın
İslâm hukukuna göre çocuk değilse, deli de değilse cezası Ölümdür. Ancak
Öldürülen adamın varislerinin affetme hakları vardır. İslâm hukukunda
taammüden adam öldürmek vardır. Hataen adam öldürmek vardır. Ki âyet-i kerîmede
Allah (c.c.) onu;
Kim bir mü'mini hata
üzerine öldürürse, hataen öldürüyor. Nisa: 92 Veya şibhi amd demiş Arapça
tabiriyle ölümüne sebep olmaktır. Fıkıh kitapları 5 kısma ayırmış adam
Öldürmeyi.
Kur'ân-ı Kerîm ikiye
ayırmış, taammüden adam öldürmek, hata üzerine adam öldürmek.
Fıkıh kitaplarımızın
da beşe ayırması o hatayı çeşitlendirmiş olmasındandır. Meselâ birisinde ava
diye atmış ama ava diye attığı kurşun adama isabet etmiş. Hata üzerine öldürme.
Bir yere kuyu kazmış kendi mülkünün dışında bir yere kuyu kazmış veya bir taş
koymuş bir adam gelmiş ona çarpmış veya düşmüş ölmüş gibi. Bunların cezası
tabiî adam öldürme olarak değil, diyetle veyahut keffaretle veyahutta köle
azadıyla karşılanacak, fıkıh kitaplarında bunun geniş açıklamaları var.
Burada âyet-i kerîme
taammüden adam öldürme ile ilgilenmiş. Varisleri af edebilirler. Günümüzde ise
varislerine bu hak tanınmıyor. Meselâ şikâyet edildikten sonra, dava adliyeye
vardıktan sonra kişi dava etmekten vazgeçse bile kamu davası devam ediyor ve
yine adam cezalandırılıyor. Cezalandırıldıktan sonra bakıyorsunuz çıkan bir
kanunla hiç hakkı olmayan devlet yetkilileri adamı affediyorlar.
Gazetenin birinde
fıkra olarak çıkmıştı: biri kadına zorla tecavüz etmiş. Kadın mahkemeye vermiş
mahkemede adamı cezalandırmış. Hapse atılmış. Derken kadın bir gün şehre inmiş
o hapse atılan adam dışarda. Doğru karakola varmış. Efendi demiş "senin
içeri attığın adam benim namusuma tecavüz eden adam dışarda geziyor"
demiş. Yetkili demişki "af geldi biz de onu çıkardık" . Kadın,
"amir bey sana mı tecavüz etti de sen affettin onu. Eğer affedecek biri
varsa onu ben affedeyim" diyor.
Burada da adam öldürme
olayında af yetkisini dinim öldürülenin varislerine bırakıyor. Niye günümüzde
bu yetki verilmemiş. Yetkiyi vermediğinden dolayı kendisi kullanıyor otorite.
Ve gazetelerde görüyoruz af verildiği gün katil hapishaneden çıktı, kapının
önünde bir adım attı, daha önce Öldürülenin çocukları onu öldürdü. Çok tesadüf
edilen bir olaydır bu.
Ama ben affedersem
babamın katilini, o adam benim dostum da olabilir. Zaten âyet-i kerîmede
diyor. Yani katille, maktulün varislerini kardeş olarak nitelendiriyor.
Affediverdi mi adamın kini gidiyor.
Ama affetmemiş hapse
girmiş derken devlet affetmiş, evinin önünden geçerken "bîz adama böyle
yaparız" diyor. Bu adamda çekiyor biz de böyle yaparız diyor ve o
affedilen adamı vuruyor o da hapse gidiyor. Dört sene sonra bir iktidar
değişikliğinde bir affa uğruyor. O geliyor biz de böyle yaparız diyor. Bu sefer
öbürünün çocukları biz de böyle yaparız diyor. Ve böylece kan davaları devam
edip gidiyor.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.), veda hutbesinde "kan davalarına da son verdim" dediği an
bitmiş. Ondan sonra kan davası devam etmemiştir.[9]
(180) Sizden
birine ölüm geldiğinde eğer mal bırakıyorsa ana-babayâ ve yakınlara (kitaba)
uygun bir şekilde vasiyet etmek müttaki-ler üzerine bir hak olarak farz kılındı.
Allah (c.c.) yukarda ahlaki
kuralları 177.nci âyette bildirdikten sonra 178 ve 179.ncu âyetlerde adam
Öldürmenin cezasını bildirdi. Burada vasiyetle ilgili bir madde var.
Bu günkü hukuklarla
Allah'ın Hukuku, Allah'ın yarattığı insanla insanın yaptığı heykel arasındaki
fark gibidir.
Lafız ve mânâ da
farklılık olduğu gibi tertibinde de farklılık vardır.
Bugünkü hukukda
bloklama ve dondurma vardır. İslâm hukukunun birinci kaynağı olan Kur'ân-ı
Kerîm'deki maddeler ise kır çiçekleri gibi birbirine ahenkli bir şekilde
karışıktır.
Bu âyette Ölmekte olan
kişinin anne baba ve yakınlarına vasiyette bulunması öğretilmektedir.
Bu âyet Nisa
Süresindeki 11 nolu miras âyetiyle neshedilmiştir diyen Ibni Abbas'a (r.a.)[10]
karşılık "Hayır miras âyeti bu vasiyetin oranını açıklamıştır. Vasiyet
tavsiye manasınadır demişler.[11]
Vasiyyet ölümden sonra
sahip olmak üzere malını başkasına bağışlamaktır.
Bu vasiyyetlerde
vasiyet eden kişinin durumu iyi olmalıdır. Ayetteki kelimesini Hz. Ali
"çok mal" olarak tefsir etmiş ve fakir bir insanın
vasiyyetini
yasaklamıştır.
Peygamber Efendimiz de
malının üçte ikisini vasiyet etmek isteyen Sa'd (r.a.) "hayır" demiş
ve üçte birini vasiyet edebileceğini söyledikten sonra "varislerini zengin
olarak bırakmak fakir bırakmaktan daha hayırlıdır" demiştir.[12]
Efendimiz "varise
vasiyyet yoktur" buyurmuş.[13]
(181) Kim
bunu işittikten sonra değiştirirse onun günahı değiştirenlerin üzerinedir.
Mutlaka Allah işitendir. Bilendir.
Bu âyet-i kerîme
genellikle vakfiyelerin sonuna yazılır. Ayetler ifade ettikleri mânâya göre
kışlanın, üniversitenin giriş kapılarına levhalara yazıldığı gibi bu âyette
vakfiyelerin sonuna yazılmış ki, vakfiyenin hükmü değiştirilmesin.
Değiştiren kişi vaziyeti
değiştirerek bir adama zulmettiği gibi Allah'ın (c.c.) ahkamına da karşı
gelmiş olur. Eğer Allah'ın ahkamını beğenmeyerek değiştirirse kâfir olur.
Allah'ın hukukuna inandığı halde zararına olduğu için değiştirirse günaha
girmiş olur.[14]
(182)
Vasiyet edenin hata edeceği veya günaha gireceğinden korkan kimse aralarını
düzeltirse ona günah yoktur. Muhakkak Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
Vasiyyet yapan da
insandır. Hata yapabilir. Varislerden birine mal kaçırmak için vasiyetle yol
arayabilir. "Malım filan meyhanenin tamirine verilsin" diyebilir.
Bu durumlarda araya
giren bir müslüman bu vasiyetnameyi değiştirir de meyhaneye verilecek olanı
hastahaneye verirse günaha girmez.
Bazı insanlar iyilik
yapmayı çok severler. İyilik yapayım derken hata da ederler.
Yüz iyilik yapan ama
on tanesinde hata eden insan hiç iyilik yapmayıp hiç hata yapmayandan
hayırlıdır.
Bu tür hataları Allah
afveder.
Ölürken "Beni
köyüme götürün filan yere defnedin" diyen kişinin bu vasiyetine uyma
mecburiyeti yoktur.[15]
(183) Ey
iman edenler oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi Allahf dan sokmasınız
diye size de farz kılındı.[16]
(184) Sayılı
günlerde (farz kılındı). Sizden hasta veya yolculuk halinde olan tutamadığı
günler sayısınca diğer günlerde tutar. Orucu tutamayanların bir miskini
doyuracak fidye vermeleri gerekir. Kim gönülden iyilik yaparsa o iyilik
kendisinedir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.[17]
Oruç; gönül cevherini
Ramazan'ın açlık ve susuzluk ateşinde pişirerek posasından arındırmadır. Yaş
kamışdan ney olmaz. Olsa da sesi yürekleri etkilemez. Çiğ, pişmemiş gönülden
yükselen ses de etkilemez yürekleri.
Bugün insanımızı
rahatsız eden sesler: Çok yiyen kapitalistlerin geğirtisi ile iradesi dışında
aç kalan bir kısım insanların karın gürültüsüdür.
Mümin insan onbir ay
bedenini çeşitli nimetlerle beslerken bir ay onu bakıma alır.
Çok yemediği için
geğirti, kendi iradesiyle aç kaldığı için karın gü-rültüsüyle insanları
rahatsız etmez.
Yaz boyu meyve veren
ağacın, daha iyi meyve vermesi için bakıma alındığı dallarından budandığı gibi,
Müslüman insan da kendi arzu ve isteklerini disiplin altına alır. Helâl olan
yiyecek içecek ve ailesiyle olan cinsi temasını şafak vaktinden Güneş batımına
kadar kendisine yasaklayarak bedeni isteklerini, yalan, iftira gıyabetten
uzaklaştırarak: nefsinin isteklerini gemler.
Yaz mevsiminin yakan
sıcağında bir bardak su, kışın donduran soğuğunda bir bardak çayı midesine
değil, azan, azdıran nefsinin kabaran istekleri üzerine dökerek Cehennemdeki
ateşini söndürür.
"Yaz gününde oruç
tutmak imanın güzellik ve özclliklerindendir"[18] Dil
ile Müslüman olduğumuzu iddia edip, o imanın gereği olan ameli yapmazsak,
delili olmayan davacının durumuna düşeriz. Her ne kadar Allah (c.c.) gizli ve
açık herşeyi bilirse de gönüllerde olanın açığa çıkmasını ister. Bu gönüllerde
olanın açığa çıkmasının faydası yine insanlaradır, Rabbimize değil. Gül
ağacının özünde sakladığı rengi kokuyu, tazeliği ve harika sanatı
Rabbimiz bilmektedir.
Ancak bütün bu güzelliklerin açılıp saçılmasını ister. Gül açılınca kokusundan
bizler yararlanırız.
Gül güzellik
iddiasında bulunmaz. O güzelliğini mahcup bir eda ile sergiler. Gül tevazu
gösterince Rabbim gülün güzelliğini bülbülle âleme ilan eder.
Mümin de özünde
sakladığı imanını oruç gibi ibadetlerle sessizce sergilerse Rabbimiz de o
mümini meleklere Överek'ilan ettiği gibi, devlet devlet dolaştırıp el açtırmaz.
"Dostlar
arasındaki hediyye gönüldeki muhabbetin şahididir" Oruç da imanın
çiçeğidir. Peygamber Efendimiz "Oruçlunun ağzının kokusu Allah katında
Misk (gülyağı, menekşe, karanfil, leylak v.s.) kokusundan daha temiz ve
güzeldir"[19]
Oruç onbir ay
bedenimiz ve ruhumuzu lekeleyen pisliklerden arınma çiçek açıp onbir ay
meyveye durma ayıdır.
Peygamber Efendimiz
"Ramazan orucu iki Ramazan ayı arasındaki küçük günahları örter"[20]
Seher vaktinde top
veya davulla sahura kalkan Müslümanların köyü ve şehri, uzaktan bakıldığında
pencerelerden sızan ışıklarla papatya tarlası gibi görünürler.
Pencerelerinden
parlayan ışık, gönüllerindeki ışığın yansımasıdır. Yanıbaşındaki karanlık
gözler gibi pencereleri yanmayan evlerde de insan var ama orada kabir hayatı
var. Demekki yanan ışıklar gönüllerdeki-nin görüntüsüdür.
Davulla seferberlik
ilanı gibidir seher davulları. Yiyecek, içecek ve nefsî arzuların meşru (helal)
olanlarının bile insan üzerindeki hakirniyetini kırmak ve yalnız Hak'kın
hakimiyetine ruhen ve bedenen boyun eğmektir.
Sahur yemeğiyle
beraber niyet ederek sabır taşını yutmak sabırla Özdeşleşmektir. Peygamber
Efendimiz "Oruç sabrın yarısıdır"[21]
Akşam patlayan top
veya davullar ise uğrunda öldürücü silahlar imal edilen, namuslar satılan,
şahsiyetler feda edilen, takla atılan yiyecek ve içeceklere karşı kazanılan
zaferi müjdeler.
Düşmanlara da
"aramızda hain, casus bulamaz ve satın alamazsınız. Biz ki kendi helal
malımızı yememe, kendi hanımımızla cinsel ilişki kurmama eğitiminden geçmişiz,
kendi helal malına el uzatamayan bu müslü-manlar arasından rüşvetle, makam
mevki vadiyle-veya kadınla kandırabilecek birini bulamazsın" ilanını
yapar.
"Oruç
kalkandır"[22]
Bedenin zırh giymesi
gibi, ruhun da giydiği zırh vardır. O da oruçdur.
Herşeyin insan için
yaratıldığını, yaratılanlar arasında en güçlü olanın insan olduğunu bilir
Müslüman. Ancak bu bilgisi onu kibirlenmeye götürmez. Oruçlu olduğu anlarda bir
bardak su, bir çeyrek ekmeğin karşısında otururken ne kadar aciz olduğunu da
anlar ve aczini anladığı anda minareden duyulan "Allahü ekber=en büyük
AHah'dır" nidasıyla aciz belini onun verdiği gıdalarla doğrultmaya başlar.
Hiçbir dernek, vakıf
veya siyasî kuruluş 10 milyonluk İstanbul şehrinde herkesin birden aynı anda
çorbaya kaşık uzatmasını temin edemez.
Hiçbir kuruluş
milyonlarca insana oruç tutturamaz. Silah zoruyla tutturulmaya kalkılsa
insanlar evlerinde yalnız kaldıklarında bozarlar oruçlarını yine de
tutmazlar.Ama milyonlarca insanın severek inanarak oruç tutması oruç emrinin Rabbimin
kelamından olduğunu fazla bozulmamış ruhların ona itaatten zevk aldığım
gösterir.
Ramazanın gelişi
baharın gelişi gibidir. Önce bir hava eser, insanları ve eşyayı kuşatan onlara
hareket veren bir hava.
Köylerden, bahçelerden
ve tarlalardan yiyecek maddeleri şehirlere akın eder. Paralar zengin kasalardan
delinmiş ceplere akar. Çarşılarda, pazarlarda bir hareket başlar. Dillerde
tekbirler ve tebrikler.
"İslâm'da
ruhbanlık cihadladır"[23]
Meşru olan her türlü nimetten faydalanır. Fazla yiyerek patlayan, hiç yemeyerek
zafiyet hastalığına tutulanlardan değildir. Yiyecekler onu kontrol etmez. O
yiyeceklerini kontrol eder. Damarlarındaki kanı bile kontrol eder Müslüman.
Ayın hareketine göre
denizlerde med ve cezir meydana geldiği gibi kanımızda da med ve cezirler
meydana gelmektedir. Ay takviminin sekizinci ayı olan Ramazan ayının birinde
hilâl bir günlükken oruca başlamamız ve tek bir günlüğe dönünceye kadar
yirmidokuz veya otuz gün oruç tutmamız kanın med ve cezirîni dengelememiz
demektir. Efendimiz "oruç tutun sıhhat bulun"[24]
Ayrıca ay takvimine
göre Ramazan ayında oruç tutmamız dinimizin bölgesel bir din olmayıp, evrensel
bir din olduğunun işaretidir. Eğer güneş takvimine göre her sene mesela aralık
ayında oruç tutsa idik, bizim için çok kolay olurdu. Ama dünyanın bir başka
yerinde Aralık ayında Ağustos sıcağı ve uzun günlerde oruç tutanlar olacaktı ve
her sene biz serin ve kısa günlerde onlarsa uzun ve sıcak günlerde oruç tutmuş
olacaklardı.
Ay takvimine göre oruç
tutmamız nedeniyle bazan biz kışda onlar yazda, bazan biz yazda onlar kışda
bazan baharda veya güzde oruç tutarak dünyada adalet sağlanmış olur.
Alemlere rahmet olarak
gönderilen Rahmet Peygamberinin ümmeti rahmet olup yağarken bölge ırk ayrımını
yapmadan yağar.
Kâfir kapitalist
güçler tika basa yiyebilmek oburluktan geberebilmek için birbiriyle yansırken,
Müslüman insan onların yarıştığı şeyi yememek ve kullanmamakla onlara, ders
verirken, yiyecek ve içeceklerini fakir insanlara dağıtarak yardımda bulunur.
Oruç deyince bazı kişiler
bunu belirli saatlerde aç kalmak diye anla-maktalar. Peygamber Efendimiz
"Yalanı bırakmayanın orucuna Allah muhtaç değildir"[25]
Toplumda fuhşun yayılmasını önleyici tedbirlerden olarak orucu tavsiye
etmiştir Peygamber Efendimiz.[26]
Şeytanın, insanın kan
damarlarında dolaşabileceğini ve insanı kötülüklere sevkedebileceğjni onun
yollarının açlıkla darâltılabileceğini haber vermiştir.[27]
İnsanlara iyiliği
emretmek, kötülükten alıkoymak için çıkarılan İslâm toplumunun fertleri, haram
lokmadan sakındığı gibi helal lokmaya bile el uzatmama eğitiminden geçer. Kan
damarlarından beynine ve tüm vücuduna zarar verecek şeyleri oruçla engeller.
Zinaya meyletmediği
gibi kendi helaliyle bile belirli saatlerde cinsel ilişki kurmamaya alıştırır
kendini.
Hak yolda yürüyen
insanları sapıtmak için yapılabilecek göz ve gönül alıcı teklifleri elinin
tersiyle itme eğitiminden geçer.[28]
Başına gelebilecek
bela, musibet ve işkencelere karşı sabır taşını yutmuştur. Efendimiz
"Oruç sabrın yarısıdır"[29]
Oruç tutan Müslüman
sabır taşını yutanve onu bütün hücrelerine kadar yerleştiren insandır.
Müslüman, oruçla hem
ruhundaki manevi kir olan günahları hem de bedenindeki hastalıkları ve fazlalıkları
temizler. Efendimiz "Herşeyin bir zekâtı vardır vücudun zekâtı
(temizlenmesi) ise oruçladır"[30]
Bir kişiye Ramazan
orucunu tutmasının farz olması için o kişide şu üç şartın bulunması gerekir.
1- Müslüman olmak. Müslüman olmayana Ramazan
orucu farz değildir.
2- Akıllı
olmak. Deliye oruç farz değildir.
3- Baliğ olmak. Çocuklara oruç farz değildir.
Gücü yeten çocuklar kendi istekleriyle tutarlarsa nafile oruç sevabı alırlar ve
ilerisi için alıştırma sayılır.[31]
1- Vücud
sıhhatte olmak. Doğruluğuna güvenilen bir doktorun sen oruç tutamazsın dediği
hastalar iyi olduktan sonra geçen oruçlarını kaza ederler. Hastalıktan iyi
olamayacak kadar yaşlı ise hergün için fıtrasım öder. Sıhhati yerinde olan bir
Müslüman oruç tutmayıp da gününe bir milyar lira ödese yine de oruç borcunu
ödemiş olmaz.
2- Mukim
olmak. Daimi ikametgâhında olmak veya müsafir ise orada 15 .gün veya daha
fazla kalmaya niyet etmiş olmak.
Oruç tutmayan birini
gördüğümüzde ilk hatıra gelen onun misafir olduğudur. Misafir değil ise,
hastadır diyeceğiz. Hasta olmadığını da biliyorsak akıl hastalığı vardır diye
hüsnü zanda bulunacak Müslüman olmadığına hükmetmeyeceğiz.
Kişinin büyük bir
müesseseyi idare etmesi akıllı olduğunun delili olmaz. İyi programlanmış
robotlar da program dahilinde gerekeni yapar. Akıl odur ki yaratanını tanır.[32]
1- Niyyet
etmek. Ramazan orucunun edası, belirli tarihlerde tutulması adanan oruçlar ile
nafile oruçlar için niyyet güneş battıktan sonra kuşluk vaktine kadar
yapılabilir.
Kaza orucu ile
belirsiz zamanlarda adanan oruçlar için niyyet güneş batımından imsak vaktine
kadardır.
Niyyetde asıl olan kalben
niyet etmektir. Dil ile söylerse müstehap-dır. Sahura kalkmak da niyet sayılır.
2-
Kadınların hayız (aybaşı hali) ve nifas (lohusalık)'dan temizlenmiş olmasıdır.
Kadınlar bu hallerde oruç tutmazlar, namaz kılmazlar. Temizlendikten sonra
namazlarını kaza etmezler oruçlarını kaza ederler..[33]
1- Farz olan oruç: Yukarda açıklanan
farziyetinin şartlan kimde bulunursa ona Ramazan ayında bir ay oruç tutması
farz olur.
2- Vacib olan
oruç: Nezredilen (adanan) oruçdur.
Mesela: "Şu hayıra işim olursa üç gün oruç tutacağım" diye adadığı
oruç. Bu orucu adarken tarihini de belirlerse Muayyen Nezir diyoruz ve o gün de
tutması da vaciptir. Eğer tarih belirlememişse Mutlak Nezir diyoruz ömrünün
herhangi bir bölümünde tutabilir.
3- Nafile oruç:
Bayram günleri hariç senenin her hangi bir gününde tutulan oruç. Ay takvimine
göre her ayın onüç-ondört ve onbeşinci günlerinde, Aşure günü ile ondan bir
gün Önce veya sonrasında oruç tutmak gibi. Hz. Davud (s.a.v.) gibi birgün oruç
tutup bir gün yiyerek bütün seneyi oruçlu geçirmek gibi. Veya pazartesi ve
perşembe günleri devamlı oruç tutmak, şevval ayında altı gün oruç tutmak gibi.
4- Mekruh olan
oruçlar: Ramazan bayramının ilk günü
ile kurban bayramının dört gününde tutulan oruçlar tahrimen mekruhdur.
Muharrem ayının onuncu günü
olan Aşurede yalnız bir gün oruç tutmak, yalnız cuma veya yalnız cumartesi
günleri oruç tutmak, ateşe tapanların mukaddes günlerinden sayılan
ilkbahardaki Nevruz, spnbahardaki Mihrican günlerinde oruç tutmak tenzihen
mekruhtur.
Ancak düzenli olarak
oruç tutan birisinin orucu bugünlere rastlarsa mekruh olmaz.
Savmİ visal, yani
iftar yapmadan bir günün orucunu ikinci günle birleştirmesi de mekruhdur.
5- Keffaret
orucu: Yolculuk, hastalık, başkasının
zorlaması unutma gibi bir mazeret olmadan akıl ve baliğ bir Müslümanm Ramazan
orucunu bile bile yemesi neticesinde eğer hürriyetine kavuşturacak köle bulamazsa
iki ay ard arda ara vermeden oruç tutmaktır. 55 gün .tutup da bir gün tutmayan
yeniden başlayacaktır. Kadınlar aybaşı halinde oruç tutmazlar ve temizlenince
kaldığı yerden devam ederler.
Ramazan orucunun
dışında hiçbir orucun bozulmasından keffaret gerekmez. Ramazan orucunu kaza
ederken bilerek bozsa yine de keffaret gerekmez. Üzerinde keffaret borcu varken
tekrar yese ikinci bir keffaret gerekmez. Hastalık ve yaşlılık nedeniyle
keffaret orucunu tutamayacaksa altmış fakiri sabah ve akşam doyuracak veya her
gün bir fakire bir sadaka fitır karşılığını verecek.
"İslâm ve Beş
Esası" isimli eserimden naklettiğim bu bölümden sonra cümlesi üzerinde
müfessirlerimizin görüşlerine kısaca deği
nelim: Bir kısmı:
"Fidye vermeye gücü yetenler fakire fidye versin" mânâsını vererek
zenginlerden orucu düşürmüş. Çoğunluğu fiilin başına bir "Lâ" takdir
ederek "oruç tutmaya gücü yetmeyen fidye versin" diye mânâ vermiş.
Bir kısmı dâ "Tutmada güçlük; çekenler fidye versin" mânâsını
almıştır.
Allah (c.c.) hastalık
veya sefer anında oruç tutmama ruhsatı vermiştir. Ama tutarsanızdaha
hayırlıdır.
Oruca gücünüz yetmez
de fidyesini verirseniz fidyeyi bolca vermeye dikkat edin.
Müftülüklerin ilan
ettiği fidye en azıdır. Siz vereceğiniz parayla fakirin o gün karnını
doyurmasını ölçü kabul edin. Hatta Maide Sûresinin seksendokuzuncu âyetinde
"ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden" denmektedir.
"Sayılı günlerde
oruç tutun" emrinin bir ay tutulması gerektiğini şu âyet açıklamaktadır:[34]
(185)
Ramazan ayı öyle bir aydır ki onda insanlara yol gösteren, açıklayan belgeleri
ve hak île batılı ayırdeden Kur'ân indirildi. Sizden kim o aya şahid olursa
onda orucu tutsun. Kim de hasta veya yolculuk halinde olursa tutamadığı günler
sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister. Size zorluk
istemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız (bir ay oruç tutmanız) ve size doğru
yolu gösterdiği için "En büyük AHah'dır" demeniz içindir. Olaki
şükredersiniz.
Hakkı batıldan, iyiyi
kötüden ayırt eden, insanlara dünyada devletin âhirette cennetin yolunu
gösteren Kur'ân-ı Kerîm bu ayda indirildi.
Allah Kadir Sûresinde
de Kur'ân'm Kadir Gecesinde indiğini söylüyor. Bu iki âyetten âlimlerimiz Kadir
gecesinin Ramazan ayında olduğu hükmünü çıkarmışlar.
Ramazan ayında Kadir
gecesinde Kur'ân inmeye.başlamış ve yirmi üç senede tamamlanmıştır.
Ayların hepsi Allah'ın
yarattığıdır. Aylar içinden Ramazan ayında Kur'ân'm inmeye başlamasıyla Ramazan
ayı diğerlerinden daha hayırlı kılınmış ve o aya ulaşanların oruç tutması
emrolunmuştur.
Hasta ve yolcuların
daha sonra tutmasına izin verilmiş. Güçleri yeter de tutarlarsa daha iyi olduğu
bildirilmiş.[35]
Allah (c.c.) emir ve
yasaklarında hep kolaylığı istemiş zorluğu istememiştir. Müslüman bir insana
İslâm'ın emirlerinden zor geleni yoktur.
islâm fıtrata
uygundur. Fıtratı bozulanlara zor gelir. Gül koklamak hiçbir insana zor
gelmediği gibi İslâm da zor gelmez. Ancak insan işi gereği zorla deri
dibağatıyla uğraşırken kokusuna alışırsa işte ona gül kokusu zarar verebilir.
Açık gezen bir kadın
ağustos ayında kapalı bir kadını görse terden bunalır. Kapalı bir kadın ise
çıplak gezen kadını görse utancından kış gününde terden bunalır. Çıplak kadına
kapalı kadının o haliyle huzurlu olduğunu anlatmamız mümkün değildir.
Yedi yaşındaki çocuğa
seks dersi verseniz birkaç kitap ezberletseniz sonunda çikolata ile kadını
yanyana koysanız çikolatayı tercih eder. İşte bu çocuğa bazı şeyleri o yaşta
anlatmanız mümkün değildir.
Dinimi yaşamayanlara
dinin kolaylığını, dille anlatamazsınız. Onu bizzat tattıracaksınız.
Yaşatacaksınız.[36]
(186)
Kullarım Sana Ben'den sorarlarsa Ben (onlara) çok yakınım. Dûa eden dua
ettiğinde kabul ederim. Onlar da Bana icabet etsinler, Bana iman etsinler ki
doğru yolda olanlardan olsunlar.
Bizi ve sevdiklerimizi
yaratan Allah (c.c.) bize "kullarım" diyor. Anamızın
"yavrum" demesi eşimizin "canım" demesi bize nasıl hoş geliyorsa
bu âyet daha hoş ve güzel gelmelidir. Çünkü bütün sevdiklerimizi sevgilerimizi
yaratan Allah (c.c.)'dır.
Duaların kabul
edilmesi için önce canımız yalnız ve yalnız Allah'a yönelmeli. Sonra tenimiz
haram lokmadan haram elbiseden arınmış olmalı.
Haramın girdiği
boğazdan çıkan dûa kirlenir. İçme suyu borularından tatlı su ile lağım suyu
birlikte akınca nasıl kirlenirse dualarımız da öyle kirlenir.
Dûa etmemiz duamızın
kabul edildiğinin işaretidir. Dûa etmek için huzura kabul edilmek bizim için
şereftir.
Mevlâna Celâleddini Rûmi
anlatır: Adamın biri kırk sene namaz kıldıktan sonra Şeytan ona "kırk
senedir kılıyorsun kabul edildiğini nereden biliyorsun?" deyince namazı
bırakmış.Rüyasında gördüğü bir adam ona "Namaz kılmak için huzura gelmen
kabul edildiğinin işaretidir. Hiç huzura kabul edilmeyenleri düşün" demiş.
Bunun üzerine namaza tekrar başlamış.
Sahih bir hadisde
açıklandığına göre dualar ya anında kabul edilir ve karşılığı görülür. Veya
tehir edilir veya âhirete bırakılır veya istenen verilmez de istenenden daha
başkası ve hayırlısı verilir. Onun için halkımız "Allah hakkımızda hayırlı
olanı versin" diye dua ederler, ki, çok güzel bir duadır.
İnsanları İslâm
Hukukuna göre yöneten adil imamın, oruç tutanın, mazlumun, anne babanın
çocuğuna duası, yağmur yağarken yapılan dûa, müsafirin duası geri çevrilmez
diye sahih hadisler vardır.
Fahreddin Razi
"el-Esmaül Hüsna"yı şerheden kitabında der ki: Caferi Sadık
hazretlerine birisi sormuş: "İsmi a'zam hangisidir?" Caferi Sadık
adamlarına: "Bunu şu havuza atın" demiş. Kış günü havuza atılan adam
boğulmak üzere iken havuzun kenarındaki adamlara "Ali kurtar, Osman kurtar"
diye hepsinin adını saymış. Hazretten izin olmayınca kimse kurtarmamış.
Havuzdaki adam dışardaki adamlardan ümidini kesince "Ya Rabbiii" diye
bağırmış. Bunun üzerine Caferi Sadık (r.a.) işaret etmiş kurtarmışlar. O adama
"İşte demiş senin için ismi a'zam Rab ismidir."
Yani Allah'dan bir şey
isterken gözünüz, gönlünüz, canınız, teniniz bu duaya iştirak edecek.
Dûa ederken yüksek
sesle bağırıp çağırmaya gerek yok.
Allah (c.c.) bize
bizden daha yakındır. Şah damarımızdan yakındır. (Kaflö)
Bu yakınlığı bize anlatmak
için tefsircilerimizden bir kısmı güneşle aynayı misal vermişlerdir.
Ayna güneşe
tutulduğunda güneş aynaya çok yakındır. İçindedir. Ama ayna güneşe binlerce
kilometre uzaktadır.
Yunus Emre de:
"Dervişlik
baştadır, tacda değildir. Kızdırmak od'dadır sac da değildir. Ararsan Mevlayı
kendinde ara. Kudüs'te Mekke'de hacda değildir" demiş.[37]
(187) Oruç
gecesinde hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmanız size helâl kılındı.
Hanımlarınız sizin clbiscnizdir. Siz de hanımlarınızın elbisesiziniz. Allah
sizin nefislerinize hıyanet edeceğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi
affetti. Şimdi onlarla cinsel ilişkide bulununuz ve Allah'ın sizin için
yazdığını arayınız. Sabahleyin beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye
kadar yiyiniz içiniz. Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız. Mescidlerde
itikafda iken hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayınız. İşte Allah'ın
sınırı bunlardır. Bunlara yaklaşmayınız. İnsanlar sakınsınlar için Allah
âyetlerini işte böyle açıklar.
Orucun geçmiş
ümmetlerce de bilindiğini 183.ncü âyetten öğrendik. Oruç farz kılınınca ilk
günlerde akşamdan akşama kadar tutulurmuş. Hz. Ömer gece hanımıyla cinsel
ilişkide bulununca durumu efendimize sorar bunun üzerine orucun sabahleyin
şafak vaktinden gecenin başlangıcı olan gün batımına kadar olduğunu bildirmek
üzere bu âyet nazil olur.
Bu arada eşlerimizin
durumuda bildirilir. "Siz onlara elbise onlar size elbisedir"
buyurulur.
Elbisenin rengine,
desenine, dokusuna, yumuşaklığına, sağlamlığına dikkat ettiğimiz gibi
eşlerimizin de dinine, ahlakına, faziletine dikkat, edeceğiz ki onlar elbisenin
soğuk ve sıcaktan dış etkilerden hain bakışlardan koruduğu gibi insanı
haramdan korurlar.
Güzel Türkçemizde
erkek kadınına "eşim" der. Kadın da kocasına "eşim" der.
Aynılıklarını, denkliliklerini anlatan bir kelimedir bu.
Peygamber Efendimiz
de; "Kadınlar erkeklerin şıkkıdırlar" yani bir elmayı ikiye
böldüğünüzde iki şık olur ya ve bu iki şık birbirine denk olur ya işte
kadınlarla erkekler bir bütünün eşit iki parçası gibidirler buyurmuş.
Bir de Arabın dilinde
"şekaik" kelimesi lâle çiçeği için kullanılır. O zaman aynı toprakdan
bitmiş iki çiçek gibi olduğumuzu ifade eder.
"Hanımlarınızla
cinsel ilişkide bulununuz ve Allah'ın sizin için yazdığını arayınız"
cümlesinden yalnız "çocuk edininiz" mânâsı çıkmaz.
Eğer evlilikden gaye
yalnız çocuk edinip neslin devamı olsaydı her gece cinsel ilişkide bulunmaya
gerek kalmazdı. Allah (c.c.) insana da hayvanlar gibi senede bir defa birleşme
arzusu verirdi ve nesil de ürerdi.
Efendimiz (s.a.v.)
cinsel ilişkide bulunmanın da büyük sevap olduğunu haber verir.[38]
Ne güzel din değil mi?
Niyetiniz güzel olunca yediğiniz sevap, oruç tuttunuz sevap, gece eşinizle
yattınız sevap. Hani din zordu?
Sahur yemeğinizi veya
cinsel ilişkinizi şafak atmcaya kadar sürdürebilirsiniz.
- Ezan okununcaya
kadar mı?
- Hayır şafak atıncaya
kadar. Allah kimseyi kimsenin zembereğine bağlı kılmamış. Ezan okuyanın saati
ileri gitmiş veya geri kalmışsa veya yanılmışsa. Allah'ın saati hiç yanılmaz ve
herkese görünür. Kimsenin tekelinde değildir.
Mescidlerde itikafda
iken de cinsel ilişkide bulunmayınız. İtikaf: Halkdan alakayı kesip Hakla
beraber olmaktır. Geçmiş peygamberler bunu yapmışlar. Hz. Musa kırk gün
mikatta kalmış. Peygamber Efendimiz Ramazan'ın yirmisinden bayram namazına
kadar her sene on gün itikafa çekilmiştir. Siz de hiç değilse ömrünüzde bir
defa da olsa yapınız.
Devamlı itikaf
yasaklanmıştır. "İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'ın ruhbanlığı
cihaddır."
"Allah'ın
sınırlarına yaklaşmayın" haram sınırında dolaşmayın şüphelilerden kaçının
ve helaller arasında gezin. Bir koyun sürünüz olsa başkasının tarlasının
kenarına kadar götürürseniz koyunların tarlaya girmesine engel olamazsınız.
Ama sınırdan uzakta tutarsanız engel olabilirsiniz. İnsanlar ve günahların
sınırı da böyledir. Kötü arkadaş, kötü çevre, ye kötü yollardan uzak durunuz.[39]
(188)
Mallarınızı aranızda batıl yolla yemeyiniz ve o malları bilerek günaha girerek
insanların mallarından bir kısmını yemeniz için hakimlere vermeyiniz.
Bu âyet-i kerîmeye
göre haramdan sakınacağız, karnımıza haram doldurarak Cehennemdeki ateşimizi,
dünyadan toplamayacağız. İslâm Hukukuna uygun olarak yapılmayan alışverişlerden
elde edilen mal da batıl yoldan elde edilmiş demektir.
Bir de hakkınız
olmayan şeyi elde. etmek için mallarınızı yetkililere vererek elde etmeye
kalkmayınız. Bu âyet-i kerîme rüşveti yasaklayan âyettir.
Günümüzde rüşveti alan ve
verenler akıllı normal insan kabul ediliyor. Rüşveti almayan ve vermeyenler,
yetkililer ve köşe dönücüler tarafından anormal karşılanıyor.
Doktor hastasına
soruyor: Yolda giderken bol miktarda para bulsan ne yaparsın? Sahibini arar,
bulur, veririm. Doktor: Sen gerçekten hastasın diyor ve kulağından bir ilaç
döküyor sonra aynı soruyu soruyor. Cevap: Cebime koyar ve sıvışırım diyor ve
doktor: Şimdi iyi oldun diyor.
Günümüzde güldürü
halinde sunulan bir gerçek yaşantıdır bu.Rüşveti alan hakim olur, doktor olur,
polis olur, şahıs olur, bakan olur, milletvekili olur veya bir başkası olur.
Kişiye hakkı olmayan
bir şeyi elde etmek için verilen şeye rüşvet deniliyor. Verilen şey denilince
herhangi bir şey maddî veya manevî şeyler bunun içine girer. Günümüzde işe bir
kısım insanın hakları vardır, yani dinen bu iş bunun hakkıdır. Bu kişinin
hakkını belirlemede İslâm'ı esas alacağız.
İslâmî bir iktidar
olmuş olsaydı bu işi yapmak bunu elde etmek bu adamın hakkı mıydı değil miydi
diyeceğiz. Eğer bu iş bu adamın hakkı ise bu hakkı bir başkası gasp ediyorsa
yetkili: "Evet bu senin hakkın ama beni görmen lazım" diyor adam ve
günlerce sürüncemede bırakıyor. Böyle bir durumda kendi hakkı olan bir şeyi
elde etmek için o kişiye verilen veren tarafından rüşvet değil alan tarafından
rüşvettir. Yani tek taraflı rüşvettir. Yani alanınki haksız bir şekilde, karşı
taraftan para temin etmektir. Onun için haramdır ve büyük günahtır.
Ama dinen hakkı olan
bir şeyi elde etmek için o haksız kişiye verilen şeye rüşvet demiyoruz. Bunu
fıkıh kitaplarımızda bugünkü şekliyle vermemişler. Bugünkü şekli pek yaygın
olmadığından vermemişler ve daha ziyade dağ başlarında soygunculara verilen şeyler
olarak değerlendirmişler ve fıkıh kitaplarına geçmişler. Yani bir şehirden bir
şehire giderken tüccar grubu dağ başında yol kesen insanlara mallarına zarar
vermemesi için orada bir şeyler vermesi caiz midir değil midir konusunu
düşünmüşler. Verdiğini zekâta sayar mı sayamaz mı diye düşünmüşler, fıkıh
kitaplarında bunların münakaşası yapılmış. Yani vermenin günah olmadığını
söylemişler. Şimdi eşkiya dağdan şehre indi, silahını atmış, kıravatını takmış
ve aynı soygunculuk devam ediyor. Devam ediyor derken beş beteriyle devam
ediyor. Eskiden soyguncular, sevimli insanlardı bir ara, hani Köroğlu gibi
adamlar. Filandan haraç alıyordu ama öbür tarafta da fakiri fukarayı yedirip
giydiriyorlardı. Genelde tarihteki soyguncular bir taraftan alıyorlardı öbür
tarafta dağıtıyorlardı. Böylelikle halkın desteğini de kazanıyorlardı.
Bugünküler fakirden alıyorlar. Genelde zenginden alamıyorlar, zenginden
almaları mümkün değil. Adam vergi memuru, gelmiş, manifaturacının faturasız
mal sattığını görmüş ve suçüstü yakalamış. Vergi memuru demiş ki: KDV siz
verdin, ceza ödemen gerekiyor. Mal sahibi: Bak buradaki malların yüzde yetmişi
KDV siz alınmıştır. Ben KDV veremem. Türkiye'de otuzbin, kırkbin, yüzbin tane
malın faturasıyle 100 tane manifaturacıyla 100 bin tane memurun uğraşmasına
gerek yok, bu kadar kumaşı satan toplam on tane fabrika vardır. Onun dışında
fabrika yoktur. On memurla bu işi halledersiniz. On memur on fabrikada oradan
üretilen malı Ölçüp piyasaya KDV siz satılmasını engelleyiverirlerse keza hani
.bin metre girmişse ben mecburum bin metre çıkış yapmaya. Ama ben almak için
gittiğimde adam diyor ki, sana yüzde onuna fatura keserim yüzde doksanına
fatura kesmem ben ne yapayım yani şimdi. Benimle uğraşmayın şu karşıdaki
fabrika ile uğraş demiş. Memur, onlarla bizim kiralımız uğraşamaz demiş. Yani
iş dönüp dolaşıyor dağdaki eşkiya ile tam karşı karşıya geliyor. Dağdaki
eşkiya zenginden alıyor, fakire yediriyordu. Şehirdeki eşkiya fakirden alıyor
zengine yedirmiyor da yaltaklanıyor. Beni yerimden ayırmasın, beni yerimden
çıkartmasın, kovmasın diye ona yaltaklanma yapıyor. Yani biz Müslümanlar
olarak bugün sıkışmış durumdayız. Bu sıkışıklığımız içerisinde siz bir şey
vereceğiniz de alacağınız şey İslâm'a göre hakkınız mı değil mi? Bunu hocaya
sorun, bilene sorun, hocanıza sorun. Yani ben şu işi yapmak istiyorum, bir
evimiz var bu evi yapmak istiyorum, evsiz olmuyor. Bu evime oturacağım artık
ama bu evin buradaki ruhsatını alabilmek için şu adam beni rüşvete zorluyor.
Yapmadığım taktirde bir sene geciktirecek, iki sene geciktirecek veya haciz
gibi şeyler getiriyor, bu adama bunu verebilir miyim gibi bazı konularda yani
yüzde yüz haklı olduğun konuda bir zalim karşınıza çıkar da hakkınız olan şeyi
haksız yere vermiyorsa onu alabilmek için verdiğinize sizin açınızdan rüşvet
denmiyor ama alan açısından yine rüşvet denmeye devam ediyor. O günahını
çekecektir.[40]
(189) Sana
yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüsüdür.
Evlere arkadan girmek bir (iyilik) değildir, iyilik sakmaninkidir. Evlere
kapılarından girin. Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Kur'ân-i Kerîm'in üslubu
tamamen ayrı bir delil. Allah (c.c.) haksız kazancı ve rüşveti yasaklayan
âyet-i kerîmesinin hemen ardından bize göre hiç ilgisi olmayan bir konuya
giriyor (Habibim sana hilallerden sorarlar) yani gök yüzündeki hilal. Hilal
ayın birinci, ikinci, üçüncü günündeki görünüşüne denir. Üç günden sonra hilal
denmez. Türkçe'de hilal diyoruz, bir de ay ve dolunay diyoruz. Mutlaka
Türkçe'de başka isimleri de var ama benim bildiğim bu kadar. Arapça'da ise
hemen hemen her gününe ayrı bir isim bulmuşlar. Yani birinci gününe şu denir,
ikinci gününe şu denir, üçüncü gününe şu denir, onuçüncü gününe şu denir, on
beşinci gününe böyle denir gibicesine bir isim verilmiş. Hilal kelimesi
bağırmak mânâsına geliyor. Hilali gördüklerinde aaa hilal göründü gibi.
İnsanların takvimleri o idi. Yani insanlık tarihi boyunca Hz. Adem'den itibaren
takvim o. Evlerinize takvim asarsınız ya, Allah (c.c.) bütün insanlığın takvimi
olsun için bir Ay bir Güneş asıvermiş. Okuma yazmaya gerek yok. Herkes ay'ını
takip edebilir, tarihi bilebilir. Böyle bir şekilde kıyamete kadar da devam
edecektir. Gökyüzünde esrarına akıl erdiremedikleri şeyler konusunda insanlar
derhal hayalhanelerinde bazı efsaneleri de üretiverirler. Cahiliye dönemi Arab
da üretmiş Türkler de yıldızlarla, aylarla, güneşle ilgili çok efsaneler
üretmişler. Diğer milletler de aynı şekilde zaman içinde üretmişler. Bir kısmı
bunu ilahlığına hükmetmiş, bir kısmı yeryüzündeki işlerin gözyüzündeki
yıldızlar tarafından düzenlendiğine inanmış. Bu konuda bir mezhep ve din bile
oluşmuş. O dinin devamı Türkiye'de bir kısım insanlarda hâlâ devam eder.
İnanarak devam etmez de hani çok satan gazetelerin yetkilileri diyor ki,
gazetemizden en azından on bin tanesi yalnız yıldız falını okuyan
okuyucularımız tarafından alınır. Başka haberler onları hiç ilgilendirmez.
Körfez'de harp varmış, petrol sıkıntısı çekiliyormuş, atom bombası icat edilmiş
hiç ügilendirmez.Hani bir şiirin ifade ettiği gibi nasıl ki kadım sadece cımbız
ilgilendiriyorsa bunu da yıldızı ilgilendiriyor. Başka hiç bir şeyle
ilgilenmiyorlar. Aynı şekilde tarih boyunca insanlar görmedikleri şey
konusunda kendilerine göre hayal geliştirmişler. Hayallerini şekillendirmişler,
şekillerini sistemleştirmişler ve dinleştirmişler de. Efendimize (s.a.v.)
sormuşlar: Ya Resûlellah! Bu neyin nesi, bir küçülüyor bir büyüyor. Küçülünce
bazı şeyler oluyor, büyüyünce de bazı şeyler oluyor" birçok olayları da
onlara bağlamışlar ya, acaba bunlar nedendir diye sorulmuş Allarr(c.a) buyurur:
Onlara de ki: Bu insanlara vakitleri bildirmek içindir. Yani takvim vazifesi
görür dedikten sonra haccın vaktini de bildirmek içindir diyor.
Hangi gün ayın biri
veya 29'u veya otuzu hangi gün cumadır, hangisi cumartesidir diye insan bütün
hayatını hatta bizim ecdadımız 26 veya 28 yılma kadar babalarımız hep buna göre
günlerini ayarlarlardı. Devletin bütün konuşmalarını protokollerini,
bayramlarını, seyranlarım, harplerini, sulhlerini buna göre ayarlarlar idi.
Özellikle bütün insanların bütün vakitlerini ayarlama takvimi olarak görev
yaptığını ifade ettikten sonra bir de tahsis etmiş "hac vaktini de
bildirmek üzere" derken Allah (c.c.) haccın ayrıca Müslümanlar için bir
önemine de dikkati çekmiş oluyor. Halbuki namazımızın da vaktini bildiren
o'dur. Orucumuzun vaktimde bildiren o'dur. Yani orucumuzu tutabilmek için her
sene Ramazan ayının başlangıcında Türkiye'de bir ihtilaf başlar. Bir gün evvel
miydi sonra mıydı, bayramı da birgün evvel miydi sonra mıydı? Bu ihtilafta
ayrıca hayra alamettir. Müslümanların bu işe yani Ramazan'a, hilale önem
verdiklerini gösteriyor. Allah (c.c.) burada orucu zikretmemiş, haccı
zikretmiş. Yani hac vaktini de bildirmek içindir bu. Hilalin büyümesi,
küçülmesi demiş burada. Ayet-i kerîmeleri edebi yönden ele alan tefsircilerimiz
vardır.
Gramer yönünden ele
alan tefsircilerimiz olduğu gibi hadis yönüyle ele alan tefsircilerimiz de
vardır. Edebî yönüyle ele alan tefsircilerimiz var ki, bazen insanlara
sordukları sorunun cevabını değil de o insana o konuda daha faydalı olanı
cevap olarak vermelidir diyorlar.
Bir de Arabın dilinde
"şekaik" kelimesi lâle çiçeği için kullanılır. O zaman aynı toprakdan
bitmiş iki çiçek gibi olduğumuzu ifade eder.
"Hanımlarınızla
cinsel ilişkide bulununuz ve Allah'ın sizin için yazdığını arayınız"
cümlesinden yalnız "çocuk edininiz" mânâsı çıkmaz.
Eğer evîiiikden gaye
yalnız çocuk edinip neslin devamı olsaydı her gece cinsel ilişkide bulunmaya
gerek kalmazdı. Allah (c.c.) insana da hayvanlar gibi senede bir defa birleşme
arzusu verirdi ve nesil de ürerdi..
Efendimiz (s.a.v.)
cinsel ilişkide bulunmanın da büyük sevap olduğunu haber verir.[41]
Ne güzel din değil mi?
Niyetiniz güzel olunca yediğiniz sevap, oruç-tuttunuz sevap, gece eşinizle
yattınız sevap. Hani din zordu?
Sahur yemeğinizi veya
cinsel ilişkinizi şafak alıncaya kadar sürdürebilirsiniz. .
- Ezan okununcaya
kadar mı?
- Hayır şafak atmcaya
kadar. Allah kimseyi kimsenin zembereğine bağlı kılmamış. Ezan okuyanın saati
ileri gitmiş veya geri kalmışsa veya yanılmışsa. Allah'ın saati hiç yanılmaz ve
herkese görünür. Kimsenin tekelinde değildir.
Mescidlerde itikafda
iken de cinsel ilişkide bulunmayınız. İtikaf: Halkdan alakayı kesip Hakla
beraber olmaktır. Geçmiş peygamberler bunu yapmışlar. Hz. Musa kırk gün
mikatta kalmış. Peygamber Efendimiz Ramazan'ın yirmisinden bayram namazına
kadar her sene on gün itikafa çekilmiştir. Siz de hiç değilse ömrünüzde bir
defa da olsa yapınız.
Devamlı itikaf
yasaklanmıştır. "İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'ın ruhbanlığı
cihaddır." "Allah'ın sınırlarına yaklaşmayın" haram sınırında
dolaşmayın şüphelilerden kaçının ve helaller arasında gezin. Bir koyun sürünüz
olsa başkasının tarlasının kenarına kadar götürürseniz koyunların tarlaya girmesine
engel olamazsınız. Ama sınırdan uzakta tutarsanız engel olabilirsi-niz.İnsanlar
ve günahların sının da böyledir. Kötü arkadaş, kötü çevre, ve kötü yollardan
uzak durunuz.
Yahu hocam meyhane iyi
kazanıyor, acaba açsam nasıl olur diyen bir adama cevap vermezsiniz ondan daha
kârlı fakat helâl olan bir iş gösteri verirsiniz önada "Şu işi yapsan bak
falan adam bu işi yapıyor o işte başarı sağlamıştır. Bu işte para var hem de
helâldir" diye cevap vermek bu kabildendir siz sorusuna cevap vermediniz.
Aslında verdiniz. O çölden gelmiş bedeviler ve eski batıl inançlarım bilgi
olarak koruyan o insanlar Peygamber Efendimiz'e hilalin küçülmesinden ve bunun
insanlara ne ölçüde zarar vereceğinden soruyorlar. Allah (c.c.)de Onlara o anda
onun hikmetinden bahsetmenin pek faydalı olmayacağım ve asıl faydalı olanın bu
insanlara takvimini öğretmek ve hac zamanım belirlemek içindir diye cevap
vermek gerektiğinden, bu cevabı vermiştir. Bizim tarihimiz ona göre kurulmuş.
Peygamber Efendimiz (a.s.)'in hicreti Hz. Ömer (r.a.) tarafından tarih
başlangıcı olarak alınmış ve ayların ölçüsü olarak da Ay'ı almış. Günümüzde de
ölçü olarak Güneş'i almışlar. Şu soru sorulabilir; " Peygamber
Efendimiz'in (s.a.v.) doğum günü niye dolaşıyor benim doğum günüm dolaşmıyor
yani ağustos birde doğum günümü biliyorum ama Peygamber Efendimiz'in doğum
gününü bir kış gününde kutluyoruz bir yaz gününde kutluyoruz bir güzde bir de
efendim ilkbaharda kutluyoruz. Buna akıl erdiremedik." Çünkü mevsime göre
ayarlanmamış. Peygamber Efendimiz (a.s.) Rebiülevvel ayının 12. gecesi dünyaya
gelmiştir. Rebiülevvel ayı da her sene 10 gün önce geldiğinden 33-34 senede
bir defa dolaştığından mevsimlere uğruyor diyoruz. Eğer Ramazan da güneş
takvimine göre emredilmiş olsaydı Adaletsizlik olmazmıydı? aralık ayı nedir?
Kısa günler, serin havalar, sahurda yemeği yediniz 8 saat sonra akşam oluverdi,
çay ihtiyacınız da yok su ihtiyacınız da yok. Bizim için gayet kolay olurdu,
ama bizim tam aksi istikametimizdeki Dünyanın öbür tarafındaki kardeşlerimiz
ağustosun sıcağını yaşıyorlar. Onlar bir ömür boyu tam 17 saat oruç tutacaklar,
ciğerleri yanacak. O zaman diyeceklerdir ki, Allah'ın adaleti mi bu? Böyle şey
olur mu? Ama şu anda hicri takvim dolayısıyle Ramazan her mevsimi dolaşıyor.
Ayrıca da sıhhatli kalmamıza da sebeb oluyor. Hani orucun faydaları konusunda
müs-lüman yazarlardan da batılı yazarlardan da ayrıca izahlar vardır. Oruçlu
insana orucun bir de mevsimlere göre verdiği fayda var; 35 sene oruç tutan bir
insan bütün mevsimlerde kendisini bir bakımdan geçirmiş oluyor. Ayrıca zekât
konusunda da öyle. Bugünkü takvime göre zekât verecek olursanız her 35 senede
bir senenin zekâtını vermemiş olursunuz. Günaha girersiniz. Onun için her sene
Ramazan ayında veya her sene Recep ayında zekâtını veren veya her sene kurban
bayramında veya Ramazan bayramında zekâtını veren yani dinin itibar ettiği
aylarda zekâtını vermeye çalışan, otuzbeş senede bugünkü takvime göre 36 defa
zekâtını vermiş olması İslâm hukukunun belirli bir bölgeye inmediğinin bir
başka delilidir. Kur'anda'ki veya İslamdaki ifadeler belirli bir bölgenin
olsaydı mesela Arap Yarımadası için olmuş olsaydı Kur'ân-i Kerîm oranın
hukukunu karşılamak için inseydi "kurbanlık mefhumu doğrudan deve kelimesi
ile ifade edilirdi. Evlerine göre, arazilerine göre, insanların hareketlerine
göre inerdi âyetler.
Meselâ diyelim ki,
ergenlik yaşı Nisa Sûresinde rüştüne erişinceye kadar der ama yaş belirlemez.
Bugünkü hukukta diyelim ki, ceza yasasında 18 yaştan küçük olan çocuk
muamelesi görür. Büyük olan ergin olmuş muamelesi görür. Diyelimki; bir adam,
diğer bir adamı öldürmüş. Onye-dibuçuk yaşındayken öldürmüş. Öldürülen biraz
dişli. Adalet bunu bırakmak istemiyor. Yani, mahkeme bunu bırakmak istemiyor.
Birkaç sene bu olayın mahkemesi devam ediyor. Mahkeme bu adamı öldürdüğü senede
gerçekten onyedibuçuk yaşında mı. diye Adlî Tıb'ba gönderiyor. Adlî Tıp ta 10
sene öncesindeki durumunu gözönüne alarak hücrelerinin hesabım yaparak;
"Efendim o zaman 18 buçuk yaşında imiş" diyor yani büyük insan
cezası verecekler. Dinim yaş demiyor, Kur'ân ve sünnet yaş demiyor. Niye? Çünkü
Kur'ân Allah kelâmı, sünnet Efendimiz (a.s.)'ın sözü ve davranışları ve
onayları. Belirli bir yaş denilmiş olsa dinin evrenselliği ortadan kalkar.
Mezhep imamları daha ziyade bölgelerinin etkisi altında kalarak o yaşı
belirlerler. Çünkü buluğa erme yaşı sıcak ülkelerde başka, kuzeye doğru soğuk
ülkelere çıktıkça biraz daha başkalaşıyor. Onun için dinim "Ergenlik
çağına geldiğinde" der. Bunun kutuplarda ergenlik yaşını o bölgenin
hakimleri veya müctehitleri belirler. Sıcaktakini yani ekvatora yakın
yerdekileri oranın müctehitleri belirler. Türkiye'dekini Türki-yedeki
müctehitler belirler. Allah (c.c.) bu dini bütün insanlara gönderdiğinden
dolayı bütün insanların karşı karşıya olduğu olaylara ve tabiat kanunlarına
uygun bir şekilde âyet-i kerîmelerini indirmiştir. Allah (c.c); "Hilali
soruyorlar! De ki: O insanlar için vakit bildiren bir yaratıkdır. Haccı
bildirir size" diyor ve devam ediyor. "Evlerinize arkalarından girmeniz
takva değildir, iyilik değildir. îmanın gereği değildir. Asıl takva, iyilik
Allah'tan sakınmakla olur. Onun emir ve yasaklarına riayet etmekle olur"
Cahiliye dönemin de
kendilerine göre Hz. İbrahim'in zamanından bozulmuş şekliyle gelen bir hac var,
tavafları var, ihramları da var. Ama kendilerine göre hurafeleri de var. O
hurafelerinden bir tanesi ihrama giren bir kişinin çıktığı kapıdan eve
giremeyeceğidir. İhramda iken aynı kapıdan giremez. Eve girme ihtiyacı da var.
Adam Mekke'de oturuyor veya ev kiralamış yani Türkiye'den gitmiş veya Mısır'dan
gitmiş, filan yerden gelmiş cahiliye döneminde ihramım giymiş tavafa gitmiş.
Tavaftan gelmiş çıktığı kapıdan giremeyeceğinden pencereden girme zahmetine
katlanırlarmış. Bu da takva olarak değerlendiriliyor. Yani gittiğin yerden geri
gelmiyeceksin, gittiğin yerden geri gelerek ihramını bozmıya-caksın anlamında.
İslâm dini de haccı, ihramı ve say'ı kabul etmiş. Ama İslam eskinin devamı
değil. İbrahim (a.s.)'m dininin devamıdır. Aslında bu İslâm Dini tamamen
geçmişi de ortadan kaldırmıyor, geçmişin güzelliklerini aynen koruyor ve
sonradan sokulan hurafeleri temizliyor. Allah (c.c.) diyor ki: Takva; evlerin
arkasından girmek değil, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından
kaçınmakla olur. Yani "Evlerinize kapılarınızdan giriniz." "Allah'tan
sakınınız, böylece kurtuluşa ermiş olursunuz" diyor Allah (c.c).
Diyebilirsiniz ki olur
mu? Yani evlerin arkasından girilir mi? akıl var mantık var!!! Yani bir insanın
evinin kapısı varken kapıdan değü de bacadan girme olur mu? Ve bu ibadet kabul
edilir mi? Yani bu haraket insanlar için ayrı bir ibadet anlamı taşır mı?
Hatırımıza bunlar gelebilir. Dikkat ederseniz dünyanın en garip yaratığı insan,
Yani çok fevkalade şeyleri de yapan insan, akıl almaz şeyleri de yapan insan.
Öyle gariplikler varki; başımızdan geçmemiş ama başkasından duyduğumuz zaman
bizlere çok garip gelebilecek şeyler. Başımızdan geçerse bize o olay artık normal
geliyor. Mesela şöyle denilseydi size. Dünyanın öbür tarafında Patagonya diye
bir devlet var, Patagonya devletinde kot kumaşlar çok güzel imal ediliyor, çok
güzel şekilde de dikiliyor. Ancak oranın gençleri ve .insanları onları
giymiyor onu Amerika diye bir devlet var oraya satıyorlar. Oranın insanlan
giyiyor giyiyor eskitiyor. İki kat fiyatına yine Patagonya devletine satıyorlar.
Ve burası da o pantolonu giymekle şeref duyuyor. Eskimiş, yıpranmış, dizi ve
arkası yırtılmış olanı da tercih ediliyor. Bunları bize anlatsalardı gülerdik
ama bugün kot kumaşlar Türkiye'de imal edilip Amerika'ya ihraç ediliyor sonra
da onu eskittikten sonra bir kısım insanlar Türkiye'ye geriye getirip özellikle
Amerikan pazarında satıyor. Benimki seninkinden daha eski benimki seninkinden
daha fazla Amerikalılar tarafından giyilmiş diye de hava atılıyor. En fazla
eskitilmiş veya en fazla Amerikalılar tarafından giyilmiş elbisesi olan,
arkadaşları arasında biraz daha farklılık arz ediyor. Yani herkesin kendine
göre deliliği vardır.
Onun için olmaz değil.
Çizgiden çıktıktan sonra insan ne yapacağını bilmez. Allah (c.c.) bir çok
âyet-i kerîmede çizgiden çıkmamamızı yani "sırat-ı müstakim" üzere
yürümemizi bizden istemektedir. Ama yürümemizi engellemek için insanlar ve
insanlarla beraber şeytanlar da yolumuza engel olurlar. Bir kısmı
"doğrudan gitmiyeceksin" diye silahla karşına dikilir. Bu çizgide
yürümiveceksin diye karşımıza dikilir. Bir kısmı da bizim gibi giyinerek bizim
gibi görünerek seni ben Cennete götüreceğim deyip yine saptırır. Yani bizim
dilimizi kullanarak bunu yapar saptırır. İyi veya kötü bizi sapıtmakla
görevliler onlar. Giyiniyor kuşanıyor yatması kalkması aynen bize benzer, ama
daveî ettiği yer Cehennem yoludur veya dünyada zillet, ahirette Cehennem
yoludur. Bu tür engellerle karşılaşabilirsiniz. Allah (c.c.) 190. âyet-i
kerîmede;[42]
(190)
"Sizinle harp edenlerle Aîîah yolunda siz de harbediniz, aşırı gitmeyin.
Şüphesiz Allah haddi aşanları sevmez" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz
(a.s.)' iman edenlerle beraber yürüyor ne istiyor dünyada? Allah'ın kelamının
tatbik edilmesini. Yani dünyada devleti, ahirette Cenneti istiyor. Yürüyor
arkadaşları ile beraber ve karşılarına adamlar çıkıyor. Her çağın kendine göre
silahı ile. O gün kılıçla çıkmışlar bugün atom bombası, ile uydularla veya
filoları ile çıkıyorlar. Allah (c.c.) diyor ki; "Sizinle harp edenlerle
siz de harp edin." Yani baktınız ki kâfirler yolu kapatmış, geri
dönerseniz Cehenneme saparsanız öyle ise yapacak birşeyiniz var; yürümek! Yine
de yürüyeceksiniz. Ne olur? İki şeyden biri olur, ya onu yok edersin geçersin
gazi olursun veya orada ölürsün şehit olursun. Her halükarda zararda değilsin.
Yalnız Rabbim bizim dikkatimizi çekiyor. "Sakın ha haddi aşmayın"
yani hiçbir şeyde haddi aşmamak gerekiyor. Yemek yerken haddi aşmıyacaksımz,
iş yaparken haddi aşmayacaksınız. İnsanlarla muamelede de haddi aşmıyacaksımz.
Gülerken haddi aşmak yok. Ağlarken haddi aşmak yok. Konuşurken de haddi aşmak
yok, çok geveze derler. Susarsanız da haddi aşmak yok. Bu herifin ağzında dili
var mı yok mu derler. Dil Allah'ın vermiş olduğu en güzel silahtır. Gerektiği
yerde kullanmaya gayret edeceğiz. Fazla kullanacak olursanız da değeri düşer.
İkinci kez kullanacağınızda da kimse ondan çekinmez. Haddi aşmıyacağız.
Diyelimki adam engel olarak çıkmıştır. Siz de kararlılıkla yürüdünüz. Dedi ki
vazgeçtim. Yani "harbetmekten vazgeçtim" peki vazgeçti isen ben de
seninle savaşmaktan vazgeçtim ama biz yine yürüyüşteyiz yani durmale yok deyip
yürümeye devam edeceğiz.[43]
(191)
"Onları nerede bulursanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de
onları çıkarın. Fitne (küfür, şirk) öldürmeden beterdir. Onlar sizinle Mescid-i
Haram yanında harp etmedikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp
ederse siz de onlarla harp edin. Kâfirlerin cezası işte böyledir."
Kafirler fiilen harp
ilan etmişler. Medine'de İslâm devletine karşı harp ilan etmişler. Öyle ise
onları nerede bulursanız öldürünüz. Bu, harp esnasmdadır yalnız. Sulh esnasında
değildir. Günümüzde bir kısım Müslüman yazar çizerler Baü'ya şirin görünmek
için şöyle bir ifade kullanıyorlar ve basında da çokça gündeme getiriyorlar.
"Efendim dinimizde yapılan bütün harpler savunma harpleridir, Müslüman
hiçbir zaman yayılmacı değildir, Müslüman hiçbir zaman başka devletin
içişlerine karışmaz. Ancak kendisine karşı saldıran olursa ona karşı harp
eder" gibi İslâm'ı anlatıyor. İslâm böyledir diyor. İslâm harbi istemiyormuş.
Doğru harbi İstemiyor. Yalnız bununla birlikte İslâm Dini bu dinin dünyaya yayılmasını
istiyor. Düşünün ki bîr İslâm devleti var, 4 başı ma'mur bir îslâm devleti
kuruldu. Sınırları var, komşuları var. Fakat diyoruz ki komşularımıza;
"Dinimiz hak dindir, sahip olduğunuz din dinsizliktir, sapıklık
üzerinesiniz. Zorla sizi dine sokma hakkımız yok. Allah bunu yasaklıyor. Ancak
senin ülkene ben elemanlarımı göndereceğim. Buna mani olma, okullar açacağım,
bunu engeleme. Yayın yapacağım bunu engelleme." O komşu kafir devlet
karşı yayına girerse biz engelleriz, karşılık yapmaya müsaade etmeyiz. Müsaade edersek mütekabiliyet esasını kabul
edersek o Allah'ın Dini ile o Şeytanın ürettiği vesveseyi denk kabul etmiş
oluruz. Buyur kardeşim benimki senin ülkende oynasın, seninki de benim ülkemde
oynasın. Karşılıklı transfer yapalım, iman alış-verişi yapalım, birbirimizle
bilgi alış-verişi yaptığımız gibi. İman alış-verişi, imansızlık alışverişi
yapalım anlamına gelirki bunu kabul edemeyiz. (Dinde zorlama yoktur) âyet-i
kerîmesi bize derki; adama tabancayı çe-kipte "iman et" demek olmaz.
Çünkü bu iman olayı gönül işidir. Fakat bu gönüllerin İslâm'a gelebilmesi için
de îslamı bilmesi gerekiyor. Bilmesi için de zeminin oluşması gerekiyor. Bu
zemini engelleyenlerle harp edi-lir.
Komşuluk esaslarını
buna göre ayarlarız. Yani İran'ı feth etmeye ne gerek vardı ki, Hz. Ömer'in
kendine göre bir devleti vardı ve o sınırlan içerisine İran hiç müdahale
etmiyordu. Bizans da müdahale etmiyordu. Müdahale edecek gücü yoktu. Yani Roma
askerleri dünyanın her tarafına gitmişler de çöle girmeye korkmuşlar,
girmemişler. Müslüman der ki: "Ben dinimi yaymakla görevliyim" âyet-i
kerime aşağıda gelecek zaten. Hem devam edecek böyle: sulh esnasında kimseyi
öldüremeyiz. Dinimizi yaymakla görevliyiz, ama harp başka. Sıcak bir harpde
onları bulduğumuz yerde öldürürüz "Onlar sizi nasıl çıkarmışiarsa siz de
onları sürgün edin çıkarın." Şimdi burada hemen hatıra şu gelebilir:
Yani biraz ağır
olmuyor mu? Yani yirminci asırda bunu söylemek biraz zor. Bu imansız kesim
kendilerini biraz hümanist mümanist tanıttılar. Yani "bulduğunuz yerde
öldürünüz" âyetini Bir dergide de konu etmiştiler. Kur'ân-ı Kerîm böyle
diyor diye. "Onları o imansız gavurları nerde bulursanız öldürün"
diyor. Tabiî o imansızlar harp olduğunu söylemiyorlar. Harp esnasında
demiyorlar da, Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 191.nci âyet-i kerîmesinde;
"O gavurları nerede bulursanız öldürünüz" diyor. Böyle kitap mı olur?
Böyle kitap Allah'tan mı gelir? Böyle kitap merhamet taşır mı? Filan diye
sataştılar. Harp esnasında Öldürülür ama harp esnasında tam öldürüleceği sırada
şahadet getirirse yine de kardeş oluyor, düşman bir anda kardeşe dönüşüyor.
Yine de ağır bu ifade diyebi-lirmisiniz. Yani onlar sizi nasıl öldürüyorlarsa Öldürünüz.
Nerede bulursanız, tuttuğunuzda öldürünüz. Onlar sizi nasıl sürgün etmişlerse
siz de onları sürünüz... Gibi ifadeler günümüz politikacıları, günümüz sosyal
siyasetle meşgul olanları için biraz ağır gibi geliyor deniliyor. Ama Allah
(c.c.) hiç boşluk bırakmamış. Siz burada öldürmenin ağırlığından bahsediyorsunuz.
Ama insanları dinden döndürme faaliyeti yani insanların dine" girişini
engelleme faaliyeti adamı öldürmekten şiddetlidir. Ağır bir suçtur. Allah
göstermesin elinizden bir kaza çıktı adamı öldürdünüz. Bu bir günahtır. Hele
hele bile bile taammüden öldürülmüşse büyük günahtır. Hataen Öldürdünüz, Allah
affetsin denilir adam Müslümandı iyi bir insandı, amellerinin karşılığını
ahirette görecektir. Ama bir başka adamı da dinden imandan ettiniz adam
yaşıyor. Adam bir Ömür yaşadı ve imansız olarak öldü. Hangi suç daha ağır?
Allah (c.c.) diyor ki, adamı öldürmekten ziyade dinsiz yapmak veya insanların
dine yönelen yollarını engellemek daha ağır bir suçtur. Yani Müslümanlara
imansız kesimin ele başlarını öldürünüz âyet-i kerîmesi ağır gelmesin. Bu
adamlar topyekün insanlığın Cehenneme gitmesi için insanları küfre
yöneltiyorlar. Düşünün ki, Buruç Sûresinin tefsirinde gelecek bir zamanın zalim
devlet başkanı, (günümüzde zalimler
Müslümanı idam ederken) o zamanda Müslümanların tamamını polisler ve
jandarmayla etraflarından kuşatmışlar, kazmış oldukları bir ateş çukuruna da
döverek itelemişler. Müslümanları yakmışlar. O yakma işi Yahudiliğin bir icadı
olarak tarihe geçmiş. Yahudiler daha ziyade Hz. İsa'ya inanan ve Müslüman
olanları yakmışlar ki, tefsirlerin bir kısmı Hz. İsa'ya inananları diyor.
Yahudiler'in Almanya'da surda burda yakılmış olmaları (çocukları için acıyorum,
merhamet duyuyorum, suçsuz insanlara yapılmaz-) kendi yaptıklarının cezasıdır.
Bu işkence çeşidini geliştirenler Yahudiler'dir. Yani ilk defa insanı yakarak
cezalandıran Yahudiler, tarihte de ondan sonra en çok yananlar yine Yahudiler
olmuş. "Ebu Cehil kuyu eşer kendi kuyusuna kendi düşer." "Çalma
kapısını çalarlar kapını" gibi sözlerimiz vardır bizim.
Dinden döndürme
olaylarımı daha iyi Müslüman olarak ölmesi mi daha iyi? Orada bir kısım
insanlar da devletin yöneticilerine yaltaklık etmişler. "Biz İsa'ya
inandık diyoruz ama sizinki daha doğru biz bir yanılgının içine girmişiz"
demişler. O adamları da dinden döndermişler. Hangisi daha kötü? Ölenler
Cennete gidiyor, kalanlar bir müddet zillet içerisinde yaşıyorlar Ve sonra da
Cehenneme gidiyorlar. Bu insanı Öldürenin suçu terazinin kefesine konulsa
Öldürme suçundan dinden döndürme suçu daha fazla ağır geliyor. Yani harbi niye
yapıyoruz? Dinimizin yayılmasını engellemek için bir grup çıkmış karşımıza,
bunları öldürmek emrediliyor bize. Ağır gelmiyor mu? Ama biz bu adamları
öldürmezsek bu adamlar bütün bir toplumun Cehenneme girmesine sebeb olacaklar.
Dinden döndürüyorlar, dine girmelerini engelliyorlar.
"Onlar sizinle
Mescid-i Haram'da harp etmedikçe siz de onlarla Mes-cid-i Haram'da harp
etmeyiniz." Yani Hz. İbrahim'den beri Mescid-i Ha-ram'in kudsiyeti devam
edip geliyor. Orada harp edilmez oraya sığınan kişi emindir, cezalandırılmaz.
Siz de harp etmeyiniz,, yani bu Mescid-i Haram'ın kudsiyetine riayet ediniz.
Ama diyelim ki Müslümanlar Mescid-i Haram'da "Yüzüne bir tokat vursan
Öbür yüzünü de çevir" gibi bir imaja uyacak olursa, başkası gelir Mescid-i
Haram'ın içinde dövmeye de kalkar, öldürmeye de kalkar.
Allah (c.c.) diyor ki:
"Onlar sizin ile Mescid-i Haram'da harp etmedikleri müddetçe siz de
onlarla harp etmeyiniz." Yani mefhumu muhalifinden onlar sizinle Mescid-i
Haram'da harp edecek olurlar ise Mescid-i Haram'ın içerisinde onları
öldürebilirsiniz. "Eğer onlar sizinle harp ederlerse" "onları
öldürün." "İşte kâfirlerin cezası böyledir" diyor.[44]
(192)
"Şayet harbe son verirlerse şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
Eğer yaptıklarına son
verecek olurlarsa yani iman ederlerse teybe kapısı hiçbir zaman kapalı
değildir "Allah günahları affedici.
dir ve merhamet
edicidir" Hani Mevlânâ'mn bir takım sözleri bir kısım insanlar tarafından
yanlış değerlendirilir, bir kısım tarafından da "Canım Mevlânâ onu
dememiş" der. Mevlânâ onu demiş veya dememiş hi£ önemli değil, ama söz
doğru: "Gel her ne isen yine gel. İster ateşperes ol, ister Yahudi ol,
ister Hıristiyan ol, istersen bin defa tevbeni bazmuş ol. yine gel. Bizim
kapımız ümitsizlik kapısı değildir". Bu kapılar Mev-lânâ'nın kapısı değil,
çünkü Mevlânâ bunu söylediğinde orada Mevlânâ türbesi yoktu. Öldükten sonra
türbeyi yaptılar. Bir kısmı tkınu Mevlânâ. türbesinin kapısı olarak anlıyor.
"Her ne isen yine gel" bizim insanımız da öyle anlıyor. Bir kısmı
böyle anladığından dolayı; "Mevlânâ bunu böyle dememiş" diyor. Niye?
"Bu söz küfürdür" diyor. Küfürle ilgisi yok. Bizim kapımız ümitsizlik
kapısı değildir derken bu İslâm kapısıdır. Allah (c.c.) adamlann suçunu, cürmünün
büyüklüğünü biliyor. Eğer bu yaptıklarına son verirlerse, dinsizlikte İsrar
etmezlerse, Müslümanların isfamı yaşamalarını engellemeye son verirlerse,
kendileride İslâm Dinine.girer-, lerse Allah bağışlayıcıdır, Allah affedicidir
ve merhamet edicidir. Eğer vazgeçmezlerse;[45]
(193)
"Fitne (küfür, şirk) kalmayıncaya ve (yaşanan) din. Allah'in oluncaya
kadar onlarla harbcdin. Şayet harbe son verirlerse artık zalimlerden başkasına
düşmanlık yoktur."
Onlarla harbediniz.
Fitne olmayıncaya kadar. Fitne kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde
geçmiş; birinde zulüm mânâsına gelir, birinde de dinden döndürme mânâsına
gelir. Birinde imtihan mânâsına gelir.
Daha önce Araplar
Kudüs'e kadar gelmişler. Batı ittifak edip, Müslümanları Kudüs'ten çıkarmış
ikinci hamlede Müslümanlar Viyana'ya kadar gelmişler yine Batı ittifak etmiş
Müslümanları Viyana'dan Edirne'ye kadar kovmuşlar. Şimdi üçüncü hamle
Müslümanlar da bu sefer ordular veya silahlarla dünyanın üzerine
yürümeyecekler. Herkes, olduğu yere sahip olacak. Yani artık savaş, yada hamle
ordularla olmıyacak, silahlarla da olmayacak. Herkes kendi bulunduğu yere sahip
olacak. Ki bence de en makul olanı da böyledir. Onun için biz herkes bulunduğu
yere sahip olmalıdır diyoruz. Hakim olmak için gereken her türlü hazırlığım
yapmalıdır, başta sağlam bir iman ondan sonra o imanın doğrultusunda neyi
nasıl yapabileceğini ona gösterebilmek için iyi bir ilim, o ilmi tatbikat
sahasına koyabilecek iyi bir cesaret. Cesaret önemli. Bize genel kurmay başkanı
bir kart gönderse ve deseki: "Buraya evimin telefonunu da yazdım, kimseye
vermem ama sana yazdım her halükarda başına ne gelirse bana anında nerede ve
ne zaman olursa olsun telefon et" bir de devletin başından gelse böyle bir
kart "Nerede ne yaparsan serbestsin her türlü konuşman sana serbesttir.
Biri böyle "sus" diyecek olursa telefon et yeter" dese çok rahat
konuşuruz. Nasıl niye? bu adamların gücüne güvendiğinden dolayı. Allah (c.c.)
diyor ki "Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir." Hiç
düşündünüz mü bu âyeti? Çok enteresan bir âyet-i kerîme. Hadid sûresi âyet: 4,
Allah (c.c.) da kart gönderiyor ve diyor ki: Nerede olursan ol seninle
beraberim." Bana demiyor, mü'minlere hepimize diyor. Allah için telefon
diye bir şey de yok. Benim öbür adamlara yani genelkurmay başkanı ve devlet
başkanına telefon etmem lazım, jeton bulmam lazımki onlara haber gitsin! Bana
konuşmayı yasaklayan adam; "Sen kimsin, o kim telefon ettirmem, seni
dışarı ile görüştürmem" deyip temiz dayak ta atabilir. Ama Allah'a telefon
etmeye de ihtiyaç yok. Allah (c.c.) diyor ki; bu dinî faaliyeti yap nerede
olursan ol ben senin yanındayım. Ben bu Ayeti okudum, beni çok etkiledi, uykumu
kaçırdı bu âyet-i kerîme. İmanımın zayıflığına da hükmettim. Bu genelkurmay
başkanlığından böyle bir yazı gelmiş olsaydı daha cesur olurdum ama Allah'tan
gelince böyle cesur olamıyoruz diye kendi kendime imanımın zayıflığına
hükmettim. Onun için birinci derecede iman, ikinci derecede ilim, üçüncü
derecede zaten ilim ile iman insana bir cesaret verir ve onun geliştirilmesi
gerekiyor eski tabirle ilmî dirayet, medenî cesaret.[46]
(194)
"Haram ay, haram aya karşılıkdır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim sizin
üzerinize saldırırsa onun size saldırdığı gibi siz de onlara saldırın.
Allah'dan sakının ve bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir."
Haram aylara karşı
haram aylar yani onlar haram aya riayet etmemiş haram ay da sizinle harp
etmişse siz de haram aylarda onlara karşı harp edersiniz. Haram aylar: Zilkade,
Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Cahiliye döneminde bu aylar biliniyordu.
İslâm'da aynen, haram aylar olarak kabul etmiştir. Hac Zilhicce ayında yapılır.
Umre de genelde Recep ayında, Zilkade'de ve Muharrem'de de yapılageîmiş. Bu
aylarda silahlar bırakılır, ticarî faaliyet Ön plana geçer. Mekke'de
panayırlar kurulur, bugünkü tabirle fuarlar kurulur, dünyanın çeşitli
yerlerinden Ye-men'inden Çin'inden, Bizans'ından, İran'ından çeşitli mallar
oraya gelir, karşılıklı mübadele yapılır ve herkes ülkesine döner. Bu haram
aylarda bu işleri devam ettirirlerse siz de buna riayet edin. Ama harbe
sarilırlarsa siz de o aylarda kılınca sanlın. "Saygı karşılıklıdır."
Haramlar hürmetler karşılıklıdır. Türkçe karşılığına biz saygı diyoruz.
"Saygı karşılıklıdır" diyoruz evvela kendinize saygı. Onlar
saygısızlığa devam ederlerse onları o saygısızlığından vazgeçirecek şekilde
onlara mukabelede bulunun ama haddi aşmayın. Kim onlardan size karşı haddi
aşarsa Onların size karşı açtığı harp kadar, sınır kadar siz de onlara harb
açabilirsiniz. Yani misli ile mukabelede bulunabilirsiniz. "Allah'tan
sakınınız. İyi biliniz ki, Allah muttaki insanlarla beraberdir" buyuruyor.
Yine yukarıdaki konuya geldik yani onlarla savaştan korkmayınız, onlar size
saygı gösterdiği müddetçe siz de saygı gösteriniz. Ama saygısızlık ederlerse,
haddi aşarlarsa siz de onlara karşı misli ile mukabele ediniz. Allah'tan
sakınınız. İyi biliniz ki, Allah müttakilerle beraberdir. Allah'ın dinine
sarılan emir ve yasaklarına riayet eden kişiye iyi insan diyoruz. Bu muttaki
insan dininin yayılması konusunda harp halinde de olsa Allah onunla beraberdir,
sulh anında olsa da yine Allah onunla beraberdir. Yani Allah Kitab-ı kerîmiyle
bize kart göndermiş gibidir. "Düşmandan endişe etme, sen takva üzerine
olduğun müddetçe ben seninle beraberim, telefon etmene bile gerek yok. Haber vermene
gerek yok.
Bazıları şöyle demiş:
"Bizim silah tedarik etmemize gerek yok. Allah her şeyden Gani'dir, Aîlah
Kahharu âlemdir, Kahhardır, Allah Kadirdir. Allah Kavidir, isimlen vardır öyle
ise dünyanın en güçlü silahları da onun yarattığıdır. Silahlar onun
yarattığından yapılmıştır. Öyle ise biz itikadımızı düzgün tutalım, silah
imaline girmeyelim". Bu bir zamanlar yine denmişti. Yavuz Sultan Selim
Mısır'ı feth ettiğinde mağlub komutanı çağırmış "gel buraya bakalım"
demiş gelmiş. Genelde harplerde bu olurmuş. Harp bittikten sonra esir edilen
komutanı komutan izzeti ikramla karşılar karşılıklı sohbetler ederler, harbi
niye kaybettiğini sorar öbürü de nasıl kazandığını sorar böylelikle harp
tarihine yeni tecrübeler kazandırılır, Yavuz sormuş "Kaybetmenizin sebebi
nedir sizce demiş yani kime bahane buluyorsunuz?" Komutan demişkî:
"Âlimlerim beni bu hale düşürdü din âlimleri. Ben onları topladım
"bakın gelen adam toplarla geliyor bunlar İstanbul'u toplarla feth
ettiler. Ne yapalım dedim. Âlimler dedi ki: "Efendim top Kur'ân-ı Kerîm'de
yok, Kur'ân-ı Kerîm'de, hadis-i şerifte kılıç var ok var. Allah bunu demişse
biz Kur'ân'a göre hareket edersek Allah da bizim oklarımızı güçlendirir karşı
tarafın toplarını paramparça yapar. Sen yürü Allah'a tevekkül et" dediler.
Hocalarım beni mağlup ettirdi. Peki "Şen nasıl kazandın?" Yavuz
demiş ki: "Ben yine hocalarımın nasihatine uydum, onların doğrultusunda
hareket ettim, Kur'ân-ı Kerîm'in[47]
âyet-i kerîmesinde "Düşmana karşı kuvvet hazırlayın" diyor. Yani
Allah silah demiyor, yani top demiyor, kılıç demiyor, ok demiyor, atom bombası
demiyor. Bugün en ilerici hocamız atom bombaları hazırlayın, füzeler
hazırlayın, uydular hazırlayın dese yarın 50 sene sonra, 25 sene sonra onlar da
böyle deve gibi çok geri bir şey olur. Yani çok geri silah olabilir. Onun için
Allah "Kuvvet hazırlayın" buyurmuş. Her kuvvet kendi çağına göre
değişir dediler biz de onları hazırladık size galip geldik" demiş. Allah
(c.c.) diyor ki: Allah müttakilerle beraberdir. Ancak devam ediyor âyet-i kerîme;[48]
(195)
"Allah yolunda infak edin (harcayın). Ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayın ve iyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever."
Aîlah yolunda
mallarınızı harcayınız. Yani şöyle paranızı kesenizi bir yoklayın bakalım.
Keselerinizdekini ortaya bir dökün. "Aîlah yolunda mallarınızla,
canlarınızla cihad ediniz"[49] Yani
diyor ki, seni yaratan da, mülkü yaratan da, dini indiren de Benim. Öyle ise
sana diyorum ki imtihanın bu. İmtihan sorun bü. Şu mal ile şu canı toplayıp bu
din uğruna vereceksin. Yani kimyasal bir soru. Din için, mal, can, toplanıyor
din ile bir araya getiriliyor bir terkip meydana geliyor. Dünyada devlet,
ahirette Cennet ortaya çıkıyor. Bu da yine senin için. Yani yalnız dünyada
senin saadetin için, izzetin için, ahirette Cennetin içindir.
"Allah yolunda infakta
bulununuz". İlim adamı yetiştirmek için in-fakta bulunulur. Fakirlerin
karnını doyurmak için yani fakirliği yok etmek için infakta bulunulur. Dinin
yayılması için bütün insanların gönüllerine İslâm'ın girmesi için yine aynı
şekilde infakta bulunulur. Çokça bildiğimiz bir âyet-i kerîmedir bu. Kanser
Haftası'nda bu âyet-i kerîme okunur. Verem Haftası'nda bu âyet-i kerîme okunur.
Sıtma haftasında yine bu âyet-i kerîme okunur. Yakında şöyle 3-4 sene sonra
AİDS haftasında da bu âyet-i kerîme okunacak. Çocuk soruyor: "Anne bu
hafta ne haftası?" Annesi de: "Oğlum perşembe günü dinî programdan
öğreniriz ne haftası olduğunu." Ayet-i kerîmenin mânâsı: "Kendi
ellerinizle kendilerinizi tehlikeye atmayınız"
Televizyondaki dini(!)
programlarda ayetin başı alınmaz, sonu alınmaz. Bektaşi sonunu almazmış başını
alırmış. Bu başını almaz, sonunu almaz, tam orta yerini alır. "Allah
yolunda harcayınız" dedikten sonra "Kendi kendinizi tehlikeye
atmayınız" diyor. Yani mefhumu muhalifinden şu çıkar: Eğer Allah yolunda
canlarınızı ve mallarınızı infakta bulunmazsanız kendinizi bu dünyada zillet
tehlikesine atarsınız, ahirette de zaten Cehenneme atarsınız. Yani
"Tehlikeye kendinizi atmayın" diyor: Peki kendi nefsinizi nasıl kendi
elinizle atıyorsunuz? Malı biriktirip bağrımıza basıyoruz. Malı biriktirip
kasaya atıyoruz kendi ellerimizle. "Yahu gel etme eyleme bak düşman
geliyor, bak dinsizler geliyor ve hakimiyeti elde edecekler biraz yardım
et" dediğinizde "Başka yere bak hemşerim başka yere bak" der.
Eğer def edemezse "al bin lira da benden" diyor bin lira veriyor. Bu
adam kendini ahirette Cehenneme atıyor. Bu dünyada da zil-, lete atıyor.
İstanbul'un çok zengin Müslümanlarından birini 1979 yılında anarşistin biri 12
saat rehin alarak tutmuş. Ondan sonra da parasının bir kısmını götürmüş. O
Müslüman bu olaydan sonra biraz Kur'ân kurslarına vermeye başlamış. Tehlike
geçince yine durmuş. Allah (c.c.) dikkatimizi çekiyor: "Allah yolunda
infak ediniz, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız." Yani kendi
ellerinizle buraya toplamakla tehlikeye atıyorsunuz kendinizi, kendi canınızı.
Efendim işte tehlike var onun için "aman oğlum şöyle et böyle et"
falan gibicesine kendisi de oğlu da piyasadan çekiliyorlar, meydanı dinsize,
imansıza, fareye bırakıyorlar. Bir gün fareler kendisini de yemek için
geliyor. Hani bir hatip bir harp hutbesinde öyle diyor: "Eğer harp
meydanlarında yiğitçe ölmezseniz eceliniz gelmişse orada Ölmezsek düşmanlar
ülkemizi istila edecek ve kendi silahlarınızla baltalarınızla kabirlerinizi
kazdırdıktan sonra -çünkü Ölüsü de kokmasın veya kabrini kazma zahmetine
katlanmıyalım yorulmıyalım diye canlı olarak sizi toprağa gömecekler"
diyor ve tarihte de bunların benzeri çok olmuştur onun için Allah (c.c.)
uyarıyor: "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmsyın." Yani
cimrilik yaparak atmayın.Allah yolunda veriniz diyor. "İyilikte
bulununuz", ihsanda bulununuz. Allah muhsinlerle beraberdir. Muhsin, Bir
çok mânâyı kendisinde bulunduran kelimedir. Meselâ ihsan kelimesini Türkçe'de de
kullanırız. "İhsanda bulundu" deriz. Türkçe'de Hasan'lar da bu
kelimeden türemiş, Hüseyin'ler de bu kelimeden türemiş. Kelimede İyi ve güzel
mânâsı var. İhsan: İyilik yapmaktır. Güzel yapmak mânâsına geliyor. İyilik
yapmak deyince de bir adamın bir başkasına maddî yardım yapmasına da ihsan
diyoruz. "İnsan ihsanın kuludur." Yani insan iyilik karşılığında ona
hizmette bulunur mânâsında öyle hir cümlede kullanılmış. İhsan: Her şeyi güzel
yapmaktır. "Allah her şeyi güzel yapanları sever". Cebrail, Peygamber
Efendimiz'e; "İhsan nedir Yâ Resûlellah?" demiş. "Allah'ı görür
gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor"
diye cevap vermiş. Şimdi Allah'ı görür gibi ibadet etmemiz, iyilikte bulunurken
de en iyi şekilde vermemiz gerekir.
Fakirlerin şahsiyeti
rencide edilmiyecek ve de verilen mal en iyilerinden olacak.Çünkü öbür dünyada
kişiler verdikleri ile karşr karşıya gelecekler. Yani kolonuş yemekler,
eskimiş kumaşlar veya kaplarla karşılaşmak istemiyorsanız en iyilerinden
vereceğiz, daha önce de geçmişti. 177.nci âyet-i kerîmede "Malı çok
sevmesine rağmen, en çok sevdiği malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda
kalmışlara verir" diye Allah (c.c.) muttaki insanın vasıflarını
anlatıvermiştir. Sevdiklerinizi vermek ihsandır. Kelimelerde de en güzelini
konuşmak yine ihsan makamında hareket etmektir. Anne babaya karşı, komşulara
karşı, dostlara karşı iyilikte bulunmak yine ihsan makamında hareket etmektir.
Davranışlarımız, giyimimiz, yediğimiz, içtiğimiz şeylerin temiz ve güzel olmasına
dikkat etmek yine ihsan makamında olmaktır ve bu makamda olanları da Allah
sever. "İyilik yapınız. Allah iyilik yapanları sever" diyor Allah.[50]
(196)
"Hâccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (hacdan) engellenirseniz o
vakit size kolay gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine yarmcaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta olur veya başından rahatsız ise ona
oruç veya sadaka veya kurbandan - fidye
gerekir. Güven içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile
yararlanmak isteyene
kolayına giden bir kurban kesmek gerekir.
Kim kurbanı bulamazsa,
hacda üç gün, döndüğünüzde de yedi gün 5 olmak üzere tam on günlük oruç vardır.
Bu, ailesi Mescid-i Haraih da olmayanlar içindir. Allah'dan sakının ve bilin ki
Allah, cezası ; pek şiddetli olandır."
" Haca ve umreyi
Allah için tamamlayınız. Haccı temettü veya haca kırana niyet edenler, haccı ve
umreyi tamamlarlar veya hac için gittiği flizde haccı tamamlayınız. Umre için
gittiğinizde umreyi tamamlayınız.
"Eğer hacca veya
umreye gitmekten engellenirseniz." İhsan Kişinin ; kir şeyden alıkoyulması
demek. Onun için hisarlar vardır. Anadolu Hisa-r n, Rumeli Hisarı gibi.
Arapça'dan geçme bir kelime. Hisar, Düşmanın Çeri.ye girmesini engelleyen bina
olması nedeniyle hisar denilmiştir Muhasara: Adamın etrafını çevirmişler
dışarıya çıkması engellenmiştir. Burada da eğer hacca gitmeniz düşmantarafmdan
veya hastalık nedeni ile engellenirse, yalnız dikkat edilmelidir. Engelleme
yola çıkmadan evvel değil, yola çıktıktan ve ihram giydikten sonra olmalıdır.
Adam burada iken vize alamamış bu değil.
Buradan çıkmışda ihramı giymiş Suud sım-, rina varınca oradaki görevli
giremezsin, yapamazsın, edemezsin diyor ve- içeriye girmiş mesela geçen sene
bir arkadaşım anlattı. Diyanet adına li bir arkadaş "Bizim hacılardan
birini 4 gün aradık bulamadık." 4 .gün sonra bir telefon geldi deniişki
polisin biri "Emniyettedir." Yani "Ha-.ciniz için endişe etmeyin
emniyettedir" demiş. Allah'tan ki diyor Arafa günü serbest bıraktılar.
Arafat'a o gün yetişememiş olsaydı haccı olmıyacaktı buna da "muhsar"
diyoruz. Allah (c.c.) bu tür olayların olacağını biliyor çünkü yaratan-O. Eğer
haçtan olacak olursanız, "En kolayınıza giden kurbanı kesiniz."
"Kurbanınız yerine varıncaya kadar başınızı tıra; etmeyiniz." Meselâ
hac niyeti ile gitmiş, böyle bir yerde engellenmiş, bı engel düşman tarafından
olur. Başka bir insan tarafından olur. Hastalık nedeniyle olabilir, herhangi
bir şehirden geçerken kalpden hastaneye kaldırdılar kafile gitti. Hastanede
bunun yatması gerekiyor 20 gün tedavisi sürecek bu muhsardır: Yani
engellenmiştir. Tabiî bir afet veya arızî bii afet nedeniyle engellenmiştir. O
zaman kurban gönderir. Bizim Hanefi fıkhına göre Harem-i Şerife gönderir. Şafii
mezhebine göre ise olduğu yerde de kesebilir.
Kurban, kesileceği
mahalle varıncaya kadar tıraşınızı olmayınız. "Sizden her hangi biriniz
hasta olursa veya başında bir rahatsızlık eza verecek bir şey olacak
olursa" yani tıraş olmayacağız, kurbanı kesinceye kadar tıraş olmak yok. O
ihsarda iken yani men olunmuş durumda iken ama hasta olduğu için ameliyat
edecekler, mesela fıtıktan ameliyet edecekler, edep yerlerini tıraş etmeleri
gerekiyor veya başından ameliyat edecekler saçı tıraş edilmesi gerekiyor. Bu
tür hallerde kesilecek olursa: "Bu yapılana karşılık zamanından Önce tıraş
olmaya karşılık olarak oruç tutar veya sadaka verir veya kurban keser ."
Allah (c.c.) kişinin kendisine havale etmiş işi. Bu bizi pek ilgilendirmez
denilirse, Bunlar hacca gidenlerin başına gelen şeylerdir. Efendim Türkiye'den
yüzbin kişi hacca giderse bunun başına gelecek olan 5 kişidir, 10 kişidir,
bazen daha çok kişinin de alabilir. Bu genelde bütün insanları ilgilendirmez
demiyelim. Bir insanın bir ibadetini yapamadan gitmesi o insanın ahirette
sorumlu olarak cezaya çarptırılacağından dolayı Allah (c.c.) bu ibadetlerimize
fazlaca önem veriyor. Önem verdiğinden dolayı bir insan bile yapacak olsa böyle
bir duruma düşecek olsa onun nasıl davranacağını âyet-i kerîme, ile ifade
ediyor.
Emin olduğunuzda
"Hacca kadar kim umre yapma imkânına sahip olursa kolayına gelen bir
kurbanı keser, kim de bu kurbanı bulamazsa -burada bahsedilen kıran haccına
niyet eden bir kişi umresini yapmış sonra da haccını yapacak. İhramdan
çıkmadan kurban kesmesi gerekiyor. Ama kurban bulamamış, kurbana maddî olarak
güç yetirememiş diyelim âyet-i kerîmede kim bulamazsa hac esnasında yani kurban bayramının birinci
gününden önce üç gün oruç geriye döndükten sonra da yedi gün oruç tutar"
diyor. Yani toplam 10 gün tutar. "Bu tamamen 10 gün eder" diyor Allah
(c.c.)- tamamı 10 gün demeye gerek yok demiyelim. Arab'ın dil kaidelerine göre
o zaman şöyle deriz: Hacda üç gün ve dönünce 7 gün' yani acaba bu 3 gün 7'nin
içine dahil midir, hariç midir gibicesine ihtilaflar çıkabilir. Allah (c.c.)
toplamı 10 gün oruç tutulacak buyuruyor.
"Bu Mescidi Haram
sakini olmayanlar içindir. Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah'ın azabı
çok şiddetlidir" diyor Allah (c.c).[51]
(197)
"Hac bilinen aylardadır. Kim bu aylarda haca kendine farz ederse, hacda
kadınla cinsi birleşme, günah işlemek ve çekişmek yoktur. Hayır olarak ne
yaparsanız Allah onu bilir. Azık edinin şüphesiz azık'ın en iyisi takvadır. Ey
akıl sahipleri Benden sakının."
Bu âyet-i kerîmelerde Allah
(c.c.) haccın nerede, nasıl yapılacağını bize haber veriyor. Namazın
kılınmasını emrediyor. Fakat nasıl kılınacağını Peygamber Efendimiz'e havale
ediyor. Biz namazın nasıl kılınacağını Efendimiz'den Öğrendik. Efendimize de
Cebrail (a.s.) öğretmiş. Hadis kitaplarının bize bildirdiğine göre Cebrail
"geldi ve namazı kıldırdı" diyor. Efendimiz'e iki gün beş vakit
namazları ayrı ayrı kıldırdı, namazın nasıl kılınacağım hem de namazın
vakitlerini öğrettiğini haber veriyor. Haccın ise nasıl yapılacağını
öğretmiştir.
Namazı tarif etmediği
halde Allah (c.c.) âyet-i kerîmesinde haccın tarifini yapmıştır. Bu devam
edecek olan âyet-i kerîmelerde haca,
ihramı, Arafat'ı, Arafat'ta vakfeyi, sonra Müzdelifeye gelişi âyet-i kerîmeleri
ile bildiriyor. Ki bu namaza nisbetle daha da bir önem kazandığını ifade
etâyet-i kerîmede kim bulamazsa- hac esnasında yani kurban bayramının birinci
gününden önce üç gün oruç geriye döndükten sonra da yedi gün oruç tutar"
diyor. Yani toplam 10 gün tutar. "Bu tamamen 10 gün eder" diyor Allah
(c.c.). tamamı 10 gün demeye gerek yok demiyelim. Arab'ın dil kaidelerine göre
o zaman şöyle deriz: Hacda üç gün ve dönünce 7 gün yani acaba bu 3 gün 7'nin
içine dahil midir, hariç midir gibicesine ihtilaflar çıkabilir. Allah (c.c.)
toplamı 10 gün oruç tutulacak buyuruyor.
"Bu Mescidi Haram
sakini olmayanlar içindir. Allah'tan sakınınız. İyi biliniz ki, Allah'ın azabı
çok şiddetlidir" diyor Allah (c.c).
Namazı tarif etmediği
halde Allah (c.c.) âyet-i kerîmesinde haccın tarifini yapmıştır. Bu devam
edecek olan âyet-i kerîmelerde haccı, ihramı, Arafat'ı, Arafat'ta vakfeyi,
sonra Müzdelifeye gelişi âyet-i kerîmeleri ile bildiriyor. Ki bu namaza
nisbetle daha da bir önem kazandığını ifade etmek istiyor. İkisi de önemli.
Namaz da önemli ama insanların hayatında veya senede bir defa gelene diğerine
nisbetle biraz daha itina gösterilir. Biraz da unutulur, mesela günde beş vakit
namazınızı kılarsınız. Fakat bayram namazına vardığınızda hoca efendi karşınıza
geçer size bayram namazının nasıl kılınacağını tarif eder. Niye? Aradan bir
sene geçmiş , unutulabilir. Hoca da kendisi oraya girmeden önce kitabı açar bakar.
Bir de kitaptan okur, o da unutmuştur, normaldir. "Hac belirli
aylardadır." Aylar âyet-i kerimede ifade edilmemiş, tefsirinde Şevval ayı,
Zilkade ayı ve Zilhicce ayı. Bunlar hac aylaçı diye bilinir. Peki ne demek yani
diğerlerinden farkı nedir? Bu aylarda ihrama girmek, diğer aylarda ihrama girmekten
daha hayırlıdır. Bazı mezhep imamları hacca giden kişinin Şevval ayından önce
ihram giymesi hac için yeterli değildir. Mutlak surette Şevval ayında giymesi
gerekir diyorlar. Fakat bizim Hanefi imamları diyorlar ki, hac için efdal
olanı hac aylarında yani Şevval ayı, Zilkade ayı, Zilhicce ayında ihram
giymektir. Ama onun dışında da giyilebilir demişler. Burada efdaîiyet esastır
demişler. Türkiye'den hacca gidenler genelde Zilkade ayında hacca giderler. Yani
Zilhicce ayında orada olurlar. 10%15 gün evvel burdan çıktılar mı Ziîkade'nin
25'de, 24'de, 20'sinde burdan çıkarlar. Bir kısmı Mekke'den Medine'ye giderken
eğer arafeye 1 gün kala 2 gün kala çıkmışlarsa tabiîki onlar Zilhicce ayının
içerisinde giymiş olurlar. Âyet-i kerîmede esas olan, hayırlı olan, efdal olan
hac için ihramın Şevval, Zilkade veya Zilhicce ayında herhangi bir gününde
ihram giyilmesidir deniliyor. Meselâ, adam işleri var burada veya başka
sebeblerden dolayı gidememiş, arafe günü veya arefe gününden bir gün önce
meselâ son uçakla yani Zilhicce'nin 8.nci günü Cidde'ye varsa oradan Arafat'a
doğru çıksa ve bayram günü Şeytan taşlamasını da yapsa tavaf yapsa, bir mazeret
nedeni ile diğer Şeytan taşlamalarını da bir başkasına vekalet verse iki günde
de geriye gelebilir. Hatta sıkıştırılacak olursa bir günde de geriye
gelinebilir. Yani bir gün vardır, 2.nci gün öğle sonu oradan ayrılabilir. Bu
imkânlar böyle kolaylıklar getirmiştir. Yani yine Zilhicce'nin 8'nde veya
9'nda giymiş oluyor.
Hac belirli
aylardadır. "Kim kendisine bu aylarda haccı farz kılarsa" yani hac
için ihram giyerse ihramını giydikten sonra ailesi ile cinsel ilişkide
bulunması veya cinsel ilişkiyi gerektirecek söz ve davranışlardan kaçmaması
gerekir. Orada günah işlemek te yoktur. İhrama girildikten sonra günah işlemek
te yoktur. Orada hacılarla veya diğer insanlarla münakaşa ağız kavgası yapmak
ta yoktur.
Mezhepler arasında bir
konuda ihtilaf edilir: Ayet-i kerîmelerin mefhumu muhalifi alınır mı alınmaz
mı? İmam-ı Şafii hazretleri âyet-i kerîmelerin mefhumu muhalifi alınır. İmam-ı
Ebu Hanife Hazretleri mer-humu muhalifi alınmaz. Ayet ve hadislerde mefhumu
muhalifi alınmaz deniliyor. Mefhumu muhalifini alırsak şöyle bir mânâ çıkar:
Ayet-i kerîme hacda cinsel ilişkide bulunmak, günaha girmek Allah'a isyan etmek
veya hacılarla çekişmek yoktur diyor. Peki ihramdan çıkınca bunlar yapılabilir
mi? Mefhumu muhalifi bu oluyor. Yani ihramlı iken bunları yapamazsınız. Bunun
zıddı ihramdan çıkınca yaparsınız anlamında değildir. Özellikle bu ihramda
iken daha fazla dikkat etmelisiniz. Cinsel ilişki dışarda yasak değil, insanın
kendi ailesi ile devam eder yalnız ihram içindir o. Günaha girme, kavga etme,
münakaşa etme, gönül kırma ihramdan çıkınca da yapılmıyacak şeylerdir. Dışarda
da yapmayın ama ihrama girdikten sonra bir başka Önem verin bu olaya. Çünkü
hac senelik bir eğitim veya ömründe bir defa giden için ömründe bir defa
eğitimden geçmedir. Bu eğitim de iken biraz daha dikkat edilmesi gerekiyor.
Kişinin kendisini o halet-i ruhiyeye alıştırıp hayat boyu aynı şeyi yapabilmesi
için biraz daha dikkat göstermesi gerekiyor. Onun için orada günaha girmek
âyet-i kerîmede "fusuk" kelimesi ile anlatılmış Hücurat sûresinde
Allah (c.c); "Kötü lakablarla birbirinizi çağırmayın, bu imandan sonra
kötü bir fasık-lıktır" diyor. Burada da yapmayın ama, hacda iken özellikle
insanın hoşuna gitmeyeceği bir lakapla onu çağırmayınız veya küfretmeyiniz.
Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.v.); "Bir Müslümana küfretmek, kötü söz
söylemek fasıklıktır." O Müslümam haksız yere öldürmek de küfür
gibidir." Böylesine büyük bir günahtır diyor.
Günümüzde Amerika'nın
yanında yer alıp, müslümana sövmek ve yine Amerika'nın yanında yer alıp
Müslümam öldürmek nerde ise meşru hale geliyor. Yani füsûku bir âyet-i kerîmede
kötü lakapla çağırmak olarak mânâlandırmış Rabbirn. Peygamber Efendimiz
(a.s.)de Müslüman bir insana küfretmek olarak tarif etmiş Ayeti kerimede geçen
"füsuk" kelimesini Peygamber Efendimiz (a.s.v.) hadisi şerifinde
"Kim hacceder ve haccı esnasında yani ihramlı iken hanımı ile birleşmez
(cinsi ilişkide bulunmaz) ve kimsenin gönlünü kırmaz, kötü bir iş yapmadan
dönerse o bütün günahlarından soyunmuş, anasından doğmuş gibi olur."
şeklinde tarif ediyor.
"Vela
cidale" sözünü hadisi şerifte Peygamber Efendimiz zikretmi- y yor. Yani
"Çekişme yok" dememiş Aleyhisselatü vesselam... Çünkü hacıların o
dönemde de olsa çekiştiklerini ve az da olsa gönül kırdıklarını görüyor ve
böylece Allah (c.c.) de bunu zikrederek gönül kırmayın diyor.
"Hayırdan ne
yaptığınızı Allah (c.c.) bilmektedir." Neyi yaparsanız Allah onu
bilmektedir. "Azıklanınız, azıkların en hayırlısı ise takvadır. Ey akıl
sahipleri Benden sakının." Ben den korkun diyor Allah (c.c). Bu Ayeti
kerimeler nazil olmadan önce de hacc dediğimiz olay vardır, çünkü haec olayı
Hz. İbrahim (A.S.) dan beri değişik şekilde de olsa vardı. Ancak Peygamber
Efendilerimizin yerine gelen peygamber olmadığından yani fetret dönemlerinde
hahamlar olsun, rahipler olsun ellerindeki kitapları tahrif ettiklerinden
dolayı hacc da saptırılmıştı. Hacılardan çok azı haccı Hz. İbrahim'in yaptığı
gibi yapıyordu. Çoğunluk ise bir kısım eklemeler veya çıkartmalarla haccî kuşa
çevirmiş durumdaydılar. Hatta bazı kabileler hacca giderken yanlarına herhangi
bir rızık almamayı fazilet olarak görmekte idiler. Yani 10,100,200 kilometre
gibi uzun yolları aziksız aşıp, Kabe'ye ulaşır ve tavaf ederek haccını
tamamlarsa o insan diğer insanlara göre daha faziletli olarak kabul ediliyordu.
Onların yürüttüğü akıl gereğince o hacı faziletliydi çünkü memleketinden
azıksız olarak çıktığı halde Allah ona yolda av hayvanı, balık, yiyecek v.s.
temin eylediği rızkını verdiğinden dolayı Allah'ın sevgili kuludur gözüyle bakıyordu.
Bu hacılar
"Dünyaya çıplak geldik, Allah'ın huzuruna da çıplak gitmek gerekir"
diyerek altsız üstsüz dolaşmayı fazilet olarak kabul ediyorlardı. Muhterem
müslümanlar hatırlanacağı üzere bundan 8 sene kadar önce bir bakanı vardı
T.C.'nin. Bu bakan Türkiye'de altsız dolaşmayı icad edenlerdendi. Yani kendisi
Türkiye'nin bazı yerlerinde altsız ve üstsüz diğer tabirle çıplak olarak
denize girilmesine dair bir kanun veya kararname çıkarmıştı. Bakın dikkat
ederseniz cahiliyye dönemindeki cahil insanların durumuna benziyorlar. Zaten
hayatta imansızın yapacağı ve yaptığı yeni birşey yoktur. Onlar gericilerin en
gerici sidirler. 1400 sene evvel yani Peygamber Efendimiz'den önce cahiliyye
Arapları Kabe'yi altsız ve üstsüz olarak tavaf ediyorlardı, hem de bunu bir
fazilet kabul ederek, ilericilik kabul ederek. O zamanki insanlar "Biz
dünyaya böyle geldik Allah'a da böyle gitmemiz gerekir" şeklinde bir
mantık yürütüyorlardı. Onların torunları olan şimdiki cahiller de "Madem
ayıptı da Allah bizi niye böyle üstsüz başsız dünyaya getirmiş? Biz de Allah'ın
bizi yarattığı doğrultuda hareket ediyoruz."şeklinde bir mantık
yürütüyorlar. Ancak dikkat ederseniz yürüttükleri mantık ve fikir yeni, orjinal
bir fikir değil, 1400 sene önceki dedelerinin mantıklarının biraz daha
çağdaşlaşmış bir yorumu o kadar. Daha önce söylenmiş şeyler yani..
Allah (c.c.) ise
"azıklamnız" buyurur.
Ahmed b.Hanbel
Mısır'da iken insanlar hacc hazırlığı yapıyormuş. Bakmışki fakir bir komşusu
var o da gidiyor. İmam, "Sen fakir bir adamsın, günlük geçimini bile
mahalleli tedarik ediyor sen nereye gidiyorsun?" deyince komşusu, "Ben
Allah'a tevekkül ediyorum, bizler mütevekkillerdeniz." demiş. Bunun
üzerine Ahmed b.Hanbel "madem ki mütevekkillerdensin, mademki hacca
gitmek istiyorsun bak şu hacc kafilesi yola çıkıyor. Bu kafilenin develeri ve
de azıkları da var. Eğer gerçek anlamda mütevekkilsen yola bu kafileden 10
veya 20 gün sonra çık. Yani onlardan ayrı olarak yolculuk yap, bunlara
katılma" demiş. Bunun üzerine komşusu, "Olur mu efendim o koca çöl
yalnız başına nasıl aşılır?" deyince İmam "Öyleyse ey komşum sen
mütevekkilinden değilsin sen mü-teekkillerden yani yiyicilerden,
asalaklardansın. Onun bunun sırtından geçinen insansın." demiş. Allah
(c.c.) Kitab'ında azıklamnız buyuruyor. Bu dünyada azıklanacagız,hacca giderken
azıklanacağız,çocuğumuzu okuturken de azıklanacağız ki haram lokma
yedirmeyelim. Azıklanırken de herşeyin helâlinden olmasına dikkat edeceğiz.
Fakat sunuda bilinizki
"Azıkların en hayırlısı takvadır. "Takva Ahirette Cenneti elde
ettiriyor. Bu dünyanın azıkîanmasi dünyada devleti takva azığı da Ahirette Cenneti
kazandırıyor bizlere.
"Ey aklî
sahipleri ancak Ben'den sakınınız, Ben'den korkunuz." Aslında
"korkunuz" kelimesi buraya uygun düşmemekle birlikte Türkçede hep bu
şekilde kullanılmış. Takvayı yukarıda müteaddit defalar tekrar ettiğimizde ne
demiştik; Allah'ın sevgisini kaybetme korkusundan dolayı O'nun emirlerini
yerine getirip, yasaklarından kaçınmaya, içimiz ve dışımızı güzel eylemeye,
dikenli tarlada ayağımızı dikene basmadan yürüdüğümüz gibi elimizi, gözümüzü,
kulağımızı günaha uğratmadan bu dünya hayatını geçirmeye takva adını
veriyorduk. Ama bakıyoruzki bugünkü dünyada insanlar Allah'dan değil de
başkalarından, kullardan, mevki ve makamlardan sakınıyorlar.
Patronun
muhasebecisine "Aman evladım vergiyi kaçırırken dikkat et; ne devlete
vergiyi fazla verelim ne de vergi dairesine yakalanalım" talimatı üzerine
muhasebecinin dikkati ve mesela mafya babasının adamlarını "kadın
ticaretini, eroin esrar ticaretini, içki ve sigara kaçakçılığı ticaretini
kitabına, hukuka uydurun sonra başımız polisle savcılıkla belaya
girmesin." emri gereğince adamların gösterdiği dikkat ve itina da takvadır
aslında. Yalnız tabii bunlar Allah'a değil de O'nun yarattıklarına karşı takva
içindeler. Allah (c.c.) buyuruyor: "Bana karşı takva üzere olun."
başkalarına değil, O'na karşı takva zırhını giydiğimiz zaman zaten dünya güllük
gülistanlık olacaktır.[52]
(198)
"Rabbinizden fazl (nzık) istemenizde günah yoktur. Arafat'tan hep
birlikte boşanıp aktığınızda Mcş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. O'nu size
gösterdiği şekilde zikredin. Siz bundan önce sapıklardan idiniz."
Bu Ayeti kerime de
gene cahiliyye döneminden gelen bir yanlış kanaati düzeltmektedir. "Hacc
esnasında Rabbinizden rızık istemenizde sizin için bir günah yoktur manasında.
Yani ticaret yapabilirsiniz, bunda bir günah yoktur. Hac döneminde ticaret
yapabilirsiniz, Cahiliyye dönemi insanları hacc yaparlarken, hacca çıkıp da
memleketlerine dönünceye kadar ticari hiçbir iş yapmıyor, para kazanıcı hiç bir
muameleye girmiyor, para kazanır im, alırım diye mal alıp satmıyor, hammallık
bile yapmıyor, sırf Allah'ın ve putların rızası için hacca geldiklerini
ispatlamak için paraya ellerini sürmüyorlardı. Allah (c.c.) bu yanlışı da
düzeltiyor: "Rab-binizden rızık istemeniz, fazlaca, bolca istemeniz sizin
için günah değildir." Yani hacc mevsiminde buradan mallarınızı hrlarla
kamyonlarla yüklenip gidebilirsiniz ve mallarınızı alıp satabilirsiniz.
Oradan, Mekke'den de mallan yüklenip memleketinize getirebilir, onunla ticaret
yapabilirsiniz.
Bakara Suresi'nin 198.
Ayeti bunu diyor ama elinoğlu "Biz Ortak Pazarı kurduk arkadaş, sizin
pazar kurmanıza ne gerek var? Bizim pazardan alın." veya "Ben
tekbaşıma dünyada, dünyanın genelinde tek karteli kurmuşum, sizin devreye
girmenize gerek yok. Mal mı alacaksınız, benim haberim olsun. Para mı
vereceksiniz benim haberim olsun," diyor.
Ticaretle meşgul
olanlarınız bilirler yakın bir zamana kadar Suud veya Irak veya herhangi bir
müslüman ülkeyle onların parası veya kendi paranızı değer göstererek alış
veriş yapamıyordunuz, illa dolar veya mark olacaktı. Yani bu gavurlar diyorlar
ki "Alış verişi benimle yapmaz da kendi aranızda bile yapsanız benim
paramla, benim dolarımla yapacaksınız, yoksa gözünüzü oyarım." Tabii
dolarla alış veriş yapmak için size dolar gerekiyor. Dolar almanız için de
ürettiğiniz fındik-fıstık, üzüm-şeftali yi bu gavurlara satacaksınız, onlar da
size lütfen sadaka verir gibi 5-10 dolar verecekler ve siz de onunlu alış veriş
yapacaksınız.
Maalesef 1400 sene
öncesinin cahiliyye dönemi insanındaki kanaatler bir çok insanımızda hala
devam etmekte: Bir Müslüman hacca gidip de yanında birkaç takım eşya getirdi ve
bir de onu sattı mı "Herif hacca mı gitti, ticarete mi gitti belli değil!?
O hacca gitmemiş de ticarete gitmiş!" diyorlar.
Onun için ben diyorum
ki bir hacı iki bavul değil de iki gemi dolusu eşya getirse înşaallah onun
haccı daha makbuldür. Gerçi başlangıçta asıl olan niyettir. Yani gidiş gayemiz
hacc için olacaktır. Hacc ibadeti ifası için zaman ve şartlar ile şekiller
belirlenmiştir. Bunun dışında alışveriş yapabilirsiniz. Düşünün ki hacılar hacc
menasikini eksiksiz yerine getirmekle birlikte memleketlerinden getirdikleri
mallan oradaki diğer Müslümanlara satsalar ve oraya diğer Müslümanların
getirdiği malları alıp da memleketlerine getirseler o hacc alanımnda çok çok
büyük bir alanda yüzbinlerce metrekarelik bir alanda herkes malını teşhir etme
satma imkanı bulur, alış veriş yapar. Aslında böyle böyle de ekonomik yönden
hürriyetlerini elde etmiş olurlar, Müslümanlar, Dikkat edilirse günümüz insanı,
1400 sene öncesi cahiliyye insanının altsız üstsüz dolaşma adeti gibi hacc da
ticaret yapılmaz kanaati gibi yanlış inançlarını bugün de uygulayabiliyor,
taşıyabiliyorlar. Sizler elinizden geldiği kadar ticaret yapınız. Burada
ürettiğiniz malları oraya götürüp satmaya, orada üretilen mallan da buraya
taşımaya gayret ediniz. Ancak yukarıda da söyledik asıl olan niyyet olduğundan
birinci ve asıl niyetimiz hacc ibadetini ifa etmek olacaktır.Yoksa buradan mal
götürür, oradan mal getiririm, Müslümanların şu mal ihtiyacını karşılarım, para
kazanırım niyyetiyle yaparsanız, olmaz. Bununla birlikte hacca gideyim ama bu
malları da satarak hem azığımı temin edeyim hem de Müslüman kardeşime yardımcı
olayım derseniz o zaman iki taraflı olarak kazançlı çıkıyorsunuz. Mesela hepinizin
evinde bir pencere vardır. Pencereyi açarken hem ışık gelsin hem de ezanı
işiteyim, camiyi göreyim derseniz.iki işi birden görmüş olacağınız gibi
niyetinizden-dolayı sevaba, da girersiniz. Her yaptığımız işte mutlak surette
iyi niyyeti bırakmayacağız. Buhari-i Şerifin 1. hadisi Efendimiz (S.A.V.)'in
"Ameller niyetlere göredir"'buyruğudur. "Arafattan akın
ettiğinizde..."Taşmak manası "ifada" kelimesi ile anlatılıyor.
Ayeti kerimeyi: Şöyle bir hayal edin, Heyecan, taşmak manasına geliyor.
Arafat'ta insanlar bir insan denizi oluştururlar. Düşünün orada milyonlarca
insan belli bir alanın içerisindedir. Şöyle uzaktan bakarsanız insanlar kıpır
kıpırdır, dalga gibidir. Bu insan denizi belirli bir zamana kadar bir arada
kalmışlar ve öğle ile ikindi namazlarını birlikte kılmışlar. Bu ayete uygun
olarak da Güneş battıktan sonra Müzdelife'ye doğru hareket ederler.
"Meş'ar-i
Haram'da (yani Müzdelife'de) Allah'ı zikrediniz."
Müzdelife'de yatsı
namazını kılınız manası vardır ayette....Müzdelife'de Allah'ı çokça zikrediniz....Zaten
Arafat'ta zikrediyoruz, yolda giderken zikrediliyor ve Müzdelife'de de Allah
(c.c.) yine namaz kılmakla, zikirler yapılmakla, Müslümanların kendi
aralarındaki sohbetleri ile zikrediliyor.
Peki nasıl
zikredeceğiz? Allah nasıl zikretmemizi istiyor, ve öğretiyorsa öyle...O sîze
nasıl zikredilmesini öğretmişse ona göre zikredi-
niz.Vaiz olarak
gittiğim bir kasabada 85-90 yaşlarında bir avukat vardı, hiç camiye gelmezdi.
Kendisine bunun sebebini sorduğumda...Kendine mahsus zikirleri olduğunu,
bununla meşgul olduğunu izah etti...Ama herkes kendi aklına estiği gibi, kendi
icad ettiği gibi zikredecek olursa Allah'ı, yeryüzündeki insan sayısı kadar
zikir türü olması gerekirdi. Allah (c.c.) ise "size nasıl zikretmenizi
öğretmişse öylece Allah'ı zikrediniz, "buyuruyor. Mesela namaz bir
zikirdir. Peygamber Efendimiz'in hayatına bakıyoruz, namazı nasıl kılmişsa,
Allah'ı namazda nasıl zikretmiş-se ona göre namaz kılıp ona göre zikir
yapıyoruz. Namazdan sonra Peygamber Efendimiz 33 defa Sübhanallah, 33 defa
Elhamdülillah, 33 defa Allahu Ekber demiş, biz de buna riayet ediyoruz.
Biz de Allah'ı
Peygamber Efendimiz'den gördüğümüz, Öğrendiğimiz şekliyle zikredeceğiz,
anacağız.
"Allah bunu size
öğretmeden önce siz zaten sapık idiniz." Zikriniz sapıktı. Allah'ı
zikrediyorsunuz ama zikriniz sapıktı, insanlar kendi uydurduklarını da hakkın
içine karıştırıyorlar ve hak ile batıldan müteşekkil ne olduğu belirsiz bir
ibadet şekli meydana getiriyorlardı. Halbuki Allah size bunu nasıl olacağını
Öğretti, öyleyse ona göre Allah 'ı (c.c.) zikredin deniliyor.[53]
(199)
"Sonra insanların toplu olarak boşanıp aktığı (döndüğü yerden siz de
akınız ve Allah'dan bağışlanma isteyiniz. Şüphesiz Allah bağışlayandır,
esirgeyendir."[54]
(200)
"Haccınızı yerine getirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta daha
kuvvetli bir anışla Allah'ı zikredin." İnsanlardan bir kısmı var ki
"Rabbimiz, bize dünya da ver." der. Onların Ahirette nasibi
yoktur."
Haccınızı yerine
getirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi Allah'ı zikredin. Babalarınızı
zikrettiğiniz gibi değil, ondan daha da şiddetli ve fazla olarak Allah'ı
zikredin. Babalarınızı zikretmenizden fazla onu zikredin.
Tefsircilerimiz buna
iki türlü mana vermişlerdir: Bir çocuk, Annesi kendisini sevse de dövse de
annesinin kucağına kapanarak anneciğim, anneciğim diye hem ağlar hem de güler.
Çünkü çocuğun bildiği en sıcak, en yumuşak en merhametli, en şefkatli kucak
anasının kucağıdır. Onun için annesi onu dövse de sevse de annesine sığınır.
İşte şu çocuğun her halükarda annesine sığındığı ve ona seslendiği gibi siz de
Allah'ı zikrediniz. Çünkü O'nun yurdundasmız yani Allah bu mülkün sahibidir.
Sizi yaratan O, toprağı yaratan O, çiçeği, böceği, denizi yıldızı, yediğinizi,
giydiğinizi, kuşandığınızı, gördüğünüz şeyleri, ve gözlerimizi yaratan O'dur.
Öyleyse iyi hallerimiz de Allah'ım diye O'na yönelin ve yalvarın, başınıza bir
musibet geldiğinde de aynı şekilde Allah'ım Allah'ım diyerek O'na yönelin ve
yalvarın: Yarabbi bu Sen'dendir, başkasından değildir, Sen'den yine Sana
sığınırım diye O'na yönetiniz...
Bir de şu anlamı var:
Müşrikler Müzdelife de, Mina'da kalırlarken birbirlerine karşı senin atan şöyle
idi, benim atam böyle idi, benim babam böyle idi derlerdi. Onlar Misafirleri
gelse koyun keserlerdi, ikinci misafirlerine bir önceki misafir için
kestikleri koyunun artığını yedirmez, yeni misafir için de yeni bir koyun
keserlerdi. Benim babarri şöyle cömertti,şöyle cesurdu, şöyle ilim adamıydı
gibi şeyler söylerler, atalarını zikre derler, anarlardı. İşte babalarınızı
böyle zikrettiğiniz gibi Allah (c.c.) onlardan daha fazla zikredin, çünkü
cömertliği, babanıza cömertliği veren, koyunu, cesareti ve bütün diğer iyi
hasletleri veren Allah (c.c). Öyleyse babanızı değil, babanızdan daha çok Allah
(c.c.)'ü zikrediniz.
"Bir kısım
insanlar da bana bu dünyada ver diyor." Yarabbi ne vereceksen bu dünyada
ver bana diyen insanlar işaret ediliyor.Böyle diyenlerin Ahirette hiçbir payı
ve nasibi yoktur. Öyleyse bizim şöyle dua etmemiz isteniyor:[55]
(201)
"Bir kısmı da 'Rabbimiz bize dünyada iyilik' ver Ahirette iyilik ver ve
bizi ateşin azabından koru' derler."[56]
(202)
"İşte onlann kazandıklarından bir karşılık vardır. Allah, hesabı pek çabuk
görendir."
Burada iki türlü
insanın duası bildirilmiştir. İnsanlar dua konusunda iki gruba ayrılmıştır,.
Aslında dua etmeyen insan yoktur, bütün insanlar dua ederler. Ama duadan duaya
farklar var...
Bir kısım insanlar "Ne
varsa bu dünyada ver." diyor. Allah'a yönelmemiş de olsa onun fiilen
çalışması bir duadır, çünkü o yönde gayret göstermektedir. Yani her şeyin bu
dünyada olup bitmesini istiyor. Mü'min ise hem Ahireti hem de dünyayı istiyor.
Ayeti kerimede hergün yaptığımız yani Ettehiyyatu, Allahumme Salli'den sonra
namazın içinde okuduğumuz dua zikrediliyor: " Yarab bize dünyada
güzellikler ver. Yani eşim ahlaken ve cemalen güzel olsun, malım helâl olsun,
güzel olsun, ilmim güzel olsun. Evim, arabam güzel ol sun.Dostlarım, işyerim
güzel olsun. Münasebet kurduğum insanlar alış veriş yaptığım, konuştuğum tanıştığım
insanlar güzel olsun gül gibi bir dünyada yaşayalım." başka ne diyoruz:
"Yarşbbi Ahirette de güzellikler ver. Yani Cennetin güzelliklerini ver,
ırmaklarını, giyeceklerini ver, herşeyi güzel olan Cenneti bize ver
Yarabbi." ve Ateşin azabından bizleri koru Yarabbi!" diye dua ediyor
mü'minler.
Allah (c.c.) bir çok
ayet-i kerimeyi çeşitli peygamberlerin diliyle bize öğretmiş tir. Duan m nasıl
yapılacağını, Nuh (A.S.) böyle dua etti. Adem (A.S.) böyle dua etmiştir, Lut
(A.S.) böyle dua etmiştir diye bize bildirirken aslında Rabbimiz bizlere duanın
nasıl yapılacağını öğretmektedir. Yani Allah, kendisinden isteklerimizi hangi
kelimelerle ifade edeceğimizi kendisi bizlere öğretiyor. Günümüzde mesela bir
mahkemeye işiniz düşse savcılık veya hakime dilekçe vermeniz gerekse size
"git yaz da gel!" diyorlar, gidip yazıp geliyorsunuz bu defa da
üslûbu ve kelimeleri beğenmiyorlar ve usul yönünden reddediyorlar dilekçeyi.
Tabii böyle yaparken size "git benim gibi hukuk okumuş bir adama
yazdır." diyorlar. Allah (c.c.) ise kendisinden nasıl istekte
bulunacağımızı kendisi bize öğretiyor. Bu dua güzel bir duadır. Her namazda
tekrarladığımız gibi, na-mazîann dışında da tekrarlamamızda faydalar vardır.
Bu Bakara Suresi'nin
201. Ayetinde "Yarabbi bana çok mal ver." demiyoruz.'"Yarabhi
dünyada güzellikler ver " diyoruz, yani herşeyin ama herşeyin en güzelini.
Malın güzeli olurmu
demeyin! İnsanın başına maldan dolayı çok kötülükler gelmiştir ve gelebilir
de... Çazeteierde, haberlerde okuyor, dinliyorsunuz bir çok insanın canı, malı
yolunda gidiyor. Hırsız geliyor malı için adam öldürüyor, veya adamın malı çok
olduğundan sabaha kadar hırsızlar çalarını, yangın olursa mallarım yanar mı
diye uyuyamıyor. Yani malın güzeli olmazsa, derdi çok olur. Biz evet mal
istiyoruz ama Yarabbi bu mal güzel olsun, mal güzel olunca dostlar etrafdaki
insanlar da güzel olur. Alış veriş yaptığımız insanlar da güzel olsun, hertürlü
insan güzel olsun . Ahiretimiz de güzel olsun diye düzenli ve temiz olanını,
helâl olanını ve bize hayırları olacak olanını Allah (c.c.)'den istiyoruz.
(202) Ayeti
Kerime de "İşte onlar için kazançlarından dolayı nasipleri vardır ve
Allah hesabı çok sür'atli görendir." buyuruyor Allah (c.c). bu dünyada
isteyene veriyor, rnü'mine de veriyor kafire de. "fakat Ahirette onun
nasibi yoktur." diyor Allah (c.c). Mü'min bu dünyayı da ahireti de
isteyecek olursa- o kazançlarından dolayı nasipleri vardır. Yani dünyada da
nasibi vardır, ahirette de nasibi vardır.
İmam- Azam
Hazretlerine atfedilen bir söz vardır: "Dünya mü'min için hapishane, kafir
için Cennettir." Bu söz güzel bir sözdür. Kendisine sorulmuş , bu sözle
neyi kastediyorsunuz diye..Demiş ki mü'min bir insan, bütün dinin gereklerini
yapıyor ve Cennetteki yerini görünce "Aman Yarabbi meğer ben bunca zaman
hapishane de yaşamışım.", diye hayret ederek seviniyor. Kafir de bu
dünyada Anketteki yerine göre Cennet hayati yaşıyor, isterse en kötü şartlarda
yaşasa bile.Evet şimdi Allah (c.c.) bu kafirlere mal mülk veriyor ama Cennetten
mahrum oluyorlar.
Bizim o taraflarda
bazı uyanık geçinenler vardır. Bir kızla nişanlanır ve nişanlanırken de dini
nikahlarını kıyarlar. Kızla 6 ay 1 sene gibi uzun müddet bir zaman nişanlı
kalırlar. Bu zaman zarfında da ana ve babası razı olmadığından kızın yanına
sokulmaz. Kızın anne ve babası bir yere gittiğinde kızın yanına 6-7 yaşlarında
küçük bir çocuk bırakarak evden dışarı çıkarlar. Tabii nişanlı oîan oğlan da bu
fırsatı beklediği için doğruca kızın evine gider ve evde kızla birlikte duran
o küçük çocuğun eline bir miktar para vererek, "hadi sen git de bakkaldan
şeker ai kendine." derler. Kafirin de bu dünyada eline verilenler, çocuğun
eline verilen şeker parası gibi bir şeydir. O da eline verilen mal ve mülk ile
oyalanır, o paralarla, dünyalıkla seviniyor, ama kaybettiği şeyler daha çok.
Ahirette çok büyük kayıplar vardır
Biz Müslümanlar
ikisini de yani dünyayı da ahireti de kaybetmek istemiyoruz. Allah(c.c) bize
dualarımızın nasıl olacağını Öğretiyor. Bundan sonra dünya konusunda kim size
ne derse desin ona aldırış etmeyin. Zahit olmayalım mı, zahitlik yok mu?
Zahidlik elbette var! Ama zahid mal kazanmayan değil, kazandığına değer
vermeyen insandır. Zahidin gönlünde 10 lira ile 10 trilyon aynı manayı ifade
eder, miktarın değişmesiyle onun da kalbi değişmez, tansiyonunun ölçüsü de
değişmez. Değişmiyorsa işte bu adam zahiddir! Ama bunun aksine insan 10
trilyonu görünce yüreği yerinden fırlayacakmış gibi oluyorsa bu adam zahid
değildir. Bazen arkadaşlarımız cemalimizden bazı insanlar sabah namazına
kalkamadıkları için yakmmaktalar. Benim de kalkamadığım zamanlar olmuştur,
oluyorda. Bu bizim zayıflığımızdan kaynaklanıyor. Ama mesela bize bir akşam bir
mesaj gelse ve deselerki " Dedenizin dedesi Mısırdan gelmiş, o da
zamanında orada sultanmış, ölmüş. Dedenizin dedesinin mirası olan yüklü bir
miktar servet Türk Merkez Bankasına havale edilmiş, sabah saat 8'de gelin
alın." Bu haber üzerine bırakın 8'de bankada olmayı acaba kaçımız o gece
sabaha kadar uyuyabiliriz?[57]
(203) Sayılı
günlerde Allah'ı zikredin. Kim (Mina'dan dönmek için) iki günde acele ederse
üzerine günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bu sakınan içindir.
Allah'dan sakının ve bi-linki mutlaka o'nun huzurunda toplanacaksınız.
Sayıh günlerde Allah'ı
zikretmemiz istenmekte... Bundan maksat kurban bayramının sabah namazında
başlayıp 4. günün ikindi namazına kadar farz namazların arkasından getirdiğimiz
tekbirlerdir denilmiş. Bu tekbirleri getirmek Hanefi mezhebine göre vaciptir.
Bazıları derler ki
"O sayılı günlerde zikrediniz." diyor.Öyleyse bu tekbirleri getirmek
farzdır! Ancak çocukluğumuzdan bu yana bize güzel bir şekilde öğretilen ve
tekerleme gibi söylettirilen güzel bir kaide vardır: "Sübutu ve delaleti
kafi olursa farz olur." Ayeti kerimede zikir kelimesi geçtiğine göre
demekki sabit yani sübutu kat'i. Bir de delaletinin kat'i olması lazımdır ki
bunun için de zikir kelimesinden maksadın bu manaya geldiğinin kesin olması
demektir bu. ama bakıyoruz ki delaleti zanni sübutu kat'i.... çünkü başka bir
alim de bundan başka bir mana çıkartarak "Sayılı günlerde zikredinizden
maksad hacc yolunda zikretmektir" diye tefsir edebilirdi. Yani delaletinin
zanni olması sebebiyle özellikle hanefi fakihleri Kurban bayramında farz
namazlarından sonra'getirilen tekbirler vaciptir ve bu ayet-i kerimede ona
delalet etmektedir demişlerdir.
"Kim iki günde acele
ederse onun için bir günah yoktur." Burada şu anlatılmak isteniyor:
Mina'da üç gün kalmak sünnettir. Arafat'tan Müzdelife'ye Müzdelife'den Mina'ya
gelinir. Mina'da şeytan taşlanır, oradan inilir. Tavaf yapılır veya kurban
kesilir. Orada üç gün kalınır, ama Allah (c.c.) iki gün kalır üçüncü gün
kalmadan inerseniz de sizin için bir günah yoktur buyuruyor. Günümüzde
uygulaması ise daha ayrıdır.,.. Ömer Nasuhi Bilmen Rahmetullahi Aleyh (R.A.)
Büyük İslam İlmihali isimli eserini yazdıktan sonra hacca gidip gelince
"keşke kitabımın hacc bölümünü haccı ifa ettikten sonra kaleme
alsaydım" demiştir. Çünkü teori yani ki-taplarda yazılanla pratik arasında
farklar vardır, üstelik olayın pratiğini gördükten sonra olay daha iyi kaleme
alınıp, anlatılabilirnir.
Günümüzde oradaki yol
ve vasıta zorluğundan dolayı, Suud'un tedbirsizliğinden dolayı bir çok hacımız
bu sünneti ifa edemez. Hemen Müzdelife'den indikleri gibi Şeytanı .taşlatırlar
Mekkedeki evlerine taşırlar. Şeytan taşlamak vacip olduğu için şeytan taşlamaya
götürür getirirler. Ama eğer sizlere hacc nasip olursa bu sünnete riayet etmeye
çalışın. Yani Mina'da çadırlarda kalmak, oralarda insanlarla sohbet etmek,
namaz kılmak, Allah'ı çok çok zikretmek Efendimiz (a.s.v.)'ın sünnetine en
uygunudur.
Zaten ayet-i kerimede
"Kim üçüncü güne de kalırsa" yani ikigün orada kaldı, üçüncü gün de
kalırsa "Muttaki olan insan için onda da günah yoktur."Yani orada
kalırsa da günah yoktur, giderse de, muttaki olan için geçerli tabii bu...
Başlangıçta da söylediğimiz gibi esas olan niyyettir. Çünkü mesela bir şeytan
taşlamak için Mina'da kalmayalım, Mekke'ye inelim, orada şöyle şöyle, şu şu
işlerimizi yapalım diyerek orayı terketmek var bir de burada iki gün kaldık
üçüncü günde de Mekke'ye gidelim de orada Harem-i Şerifte namaz kılalım demek
var. Yani kalmakta ve gitmekte asıl olan sizin iç dünyanız, niyyetinizdir.
"Allah'tan
korkun, Allah'tan sakınınız. İyi bilin ki O'nun huzuruna
toplanacaksınız."Allah'ın melekleri tarafından O'nun huzuruna
toplanacaksınız. Kimin huzurunda toplanacaksak ondan sakınmamız gerekiyor.
Allah (c.c.)'ün huzuruna varacağımıza göre O'nun emir ve yasaklarına riayet
etmemiz gerekiyor Allah (c.c.) haccı anlatırken hemen peşinden gelen ayette bir
de bakıyorsunuz- bize göre, bizim dünya gözüyle gördüğümüze göre- bu ayetlerle,
konuyla ilgisi olmayan bir ayet;[58]
(204) "insanlardan öyleleri vardırki, onun dünya hayatı hakkındaki
sözü senin hoşuna gider ve kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o
düşmanların en azılısıdır."
Ayette değişik bir
insan türünden bahsediliyor. Bu tefsire hazırlanırken çeşitli tefsir
kitaplarına baktım ama o kitaplar da bu konu ve ayete tam bir açıklık ve
açıklama getirememişler yahut da ben göremedim. Yani haccı anlattıktan sonra
böyle bir ayete niçin ihtiyaç duyulmuş? Haccı, Mina'yı, Arafat'ı anlatırken bir
de bakıyorsunuz, "insanlardan öyleleri vardırki, konuşmaları pek hoşuna
gider. Hatta konuştuklarının doğru olduğuna yemin de eder ama o tür insan,
düşmanların en kötüsüdür, en katısıdır." deniliyor. Ancak tabii bu Ayeti
okuduktan, dinledikten sonra hemen güzel konuşan, gönlümüzü hoş eden, sözüne
hayran olduğumuz ve yeminle de sözünü teyid eden insanlar hakkında hemen kötü
düşünmeyelim, bu insanlar çok iyi olabilirler, fakat bu türden insanlar vardır
ki çok katıdır. Bunu hayatın her yönüne uygulayabilirsiniz. Ancak haccla ilgili
olması hasebiyle benim buna ilişkin bildiğim bir olay var: Birgün yanıma bir
şahıs geldi. Hacca gitmiş; gelmiş,sakalını uzatmış, başında takkesi veya
sarığı olan hacı "Vallahi kardaşım 50.000'e aldım, daha ağızımdaki zemzem
kurumadı, ayağımdan Kabenin tozu gitmedi, inan bana" diyor. Hacılar doğru
söyler, ama yalan da söyleyebilirler. Yani o insanın hacı olması, kıyafeti,
yemini sizi aldatmasın sakın, siz gene de araştırmanıza devam edeceksiniz.
İlle de hacılar için geçerli değildir tabii bu olay mesela seçim zamanlarında
siyasiler size gelirler ne derler; "İşte şöyle Müslümanım, böyle
Müslüman.... Bizler müezzinoğullarıyız müftüoğullarıyız, vaizoğullarıyız."
diyerek sizlere yaranmaya oy istemeye kalkarlar. Yani hacıya fazla para verip
te aklanmayacağın gibi siyasiye de oy verip aldanmayacaksın. Çünkü insanların
sözleri yeterli değildir her zaman, halleri sözlerini teyid etmeli
söylediklerini yaşamalıdırlar insanlar. Eğer halleri sözlerini teyid etmiyorsa,
kuvvetlendirmiyorsa söz de geçersizdir. Demek ki insanların tatlı diline
aklanmayacağız, çünkü tatlı dilin gerisinde çok katı bir yürek olabilir. Bunun
tam tersi çok acı dillerin gerisinde de çok tatlı, çok yumuşak yürekler
olabilir. Hani "Dost acı söyler." demişler. Dosttur ama acı söyler,
bununla birlikte söyledikleri senin me-faatinedir. Bunun tersi olarakda
düşmanınız çok tatlı söyler: "Aslanım, bitanem, sen benim çok yakın
dostumsun." dedikten sonra, arkandan atıp tutuyor.... Yani dilden,
söylenenden ziyade o dille söylenen şeyin ne hale döküldüğüne fiili olarak
desteklendiğine dikkat edeceğiz. Bu tatlı dilli, güler yüzlü ve katı yürekli
adam;[59]
(205)
"O işbaşına geçtiği zaman yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli
yok etmeye koşar. Allah bozgunculuk yapanı sevmez.".
"Allah fesadı
sevmez." fesadı işleyen müfsidleri de sevmez. Günümüzde "Efendim
yeryüzü çekilmez oldu. Havalar, denizler ve karalardaki canlılar yaşayamaz hale
geldi. Havadaki kuşlar düşüp Ölüyor, denizdeki balıklar yok oluyor, karada
insanlar zehirleniyorlar. Aman bunun bir çaresine bakalım!" diyenler
varya asıl dünyamızı, yeryüzümüzü kirletenler onlardır. Çünkü Ayeti kerimede
"Şirk zulmün bizzat kendisidir." buyuruluyor. Dikkat edin,şirk zulme
benzer denilmiyor, bizzat kendisidir deniliyor. Yani bir adam müşrik mi,
Allah'a ve kitaba inanmıyor mu, bu adam yeryüzünü bozguna verir, kuşların,
balıkların ve insanların ölmesine yol açar, sebep olur. Bunun merhameti
yoktur. Çünkü kalbi katıdır bu adamın. Ama yüzünüze karşı siz henüz paranızı
bile ayarhyamiyorsunuz, sizin paranızı ayarlamaya geldik, biz dünya
bankasındanız, para fonunda-nız diyorlar, bizden iyi insan mı bulacaksınız,
karı-koca arasındaki çocuk üretimi meselesini halletmek için de geldik.
Yatağınıza kadar el uzanyoruz, sırf siz sıkıntı çekmeye siniz, yoksulluk
çekmeyesiniz, bakamayacağınız kadar çocuk yapmayasınız diye çocuğunuzu daha
doğmadan öldürmek için geldik" diyorlar, size şirin görünmeye
çalışıyorlar. Okur-yazar takımımız da oradan, onlardan dost edinmeyi bir
imtiyaz sanıyor. Halbuki ince düşünen bir insan için bu, zilletten başka
birşey olamaz.
Bu adamlar, yani bizim
okur-yazar takımı yüksek Amerikan çıkarlarını korumaya, bunu hiçbir devlet
veya şahsa tercih etmemeye yemin ediyorum, dedikten sonra, üstelik buna da
inandırıldıktan sonra ülkesine, memleketine dönüyor ve bizlere gelerek ben
sizden farklıyım şeklinde imtiyazlı görünmeye gayret ediyor. Niye sen bizden
üstünsün, imtiyaz sahibisin? Çünkü onlar oraların , o devletlerin köpeği,
oradan beslenmekte de onun için!... Hani bazı zengin kadınların kucaklarında
olan fino köpeklerinin başkalarına hav-hav demesi gibi birşey bunların
yaptığı. Yani "Benim hanıma bak, seninkinden güzel ve zengin." diye
kucağından diğer insanlara veya hayvanlara hırlıyor, hepsi bu....
Bu tip insanların
yeryüzünde yaptıkları şeyler bellidir: Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, bu
bozgunculuk maddi ve manevi olabilir. Hani çocukluğunuzda başınıza gelmiştir;
yaşı büyük veya uyanık geçinen biri gelip iki arkadaşı, oyun arkadaşını
birbirinin arkasından çekiştirip, birbirlerine karşı gerçeğe aykırı olarak-
ispiyonlayıp, dolduruşa getirdikten ' sonra kavga ettirir ve onlar kavga
ederlerken de sanki büyük bir iyilik ve babalık yapıyormuşcasına gelir ve
onları ayırır. Bu oyun hala devam ediyor. O zamanlar mahalle çocukları
arasında devam eden bu kavga ve oyunbozanlık, bugün, büyüyünce de devletler
arasında devam ediyor. Küçük devletler, dolduruşa getirilip de kavgaya itilen,
sebepsiz yere birbirleriyle kavga eden çocuklar gibidir. Adı büyük devlet'e
çıkmış, sömürgeci devletler ise o büyük çocuk rolündedir, bu devletlerin
arasına girerek kavga etmeyin bakayım, şimdi beni dinleyin sizi nasıl ıslah
edeceğim görün diyor ve evin en mahrem yerine kadar giriyor....
Sonra bu bozguncular
tarım ürünlerinde bozgunculuk yapıyorlar. Nesli bozma, helak etme tarafına
gidiyorlar. Mesela bu bozguncular s memleketimize gelerek çocuk maması
yapıyorlar, bunun için fabrika kuruyorlar. Türkiye genelinde bütün yiyecek
maddeleri hormon taşıdığından dolayı zirai ilaçlardan hiçbirini kullanmadan
sebze üreteceğiz diyorlar. Yani bu insanlar Türkiye'nin ve dünyanın her
tarafına pisliklerini akıtmışlar. Yiyecek-içecek maddelerinin tamamından pislik
üzerimize geliyor. "Ne yapsınlar? " demeyin! Yani bu işler olacaksa,
bu sanayii gelişecekse bu artık maddeler de, bu atık maddeler de olacak."
demeyin! Olayları iyice inceler ve takip ederseniz görürsünüzki bazı insaflı
ilim adamları bu sanayiinin ve fabrikaların bu atıkları isterse üretemeyeceğini
veya üretse bile çevreye zarar vermeden yok edeceğini, imha edeceğini
bildiriyorlar. Ama tabii bunun yapılabilmesi için yüklüce bir harcamaya ,
ikinci bir yatırıma gitmek gerekiyor....Tabii buna da yanaşmıyorlar bu bozguncu
beyler!!!
Mesela bir fabrika
kurun kî, bacasından gaz kokusu yerine gül kokusu gibi bir şey çıksın,
insanları rahatlatsın. Olur mu? Birgün gelir olur. Aynı yakıtın gazı yukarı
çıkarken, gül kokusu gibi o şehrin ve o köyün havasını da tazeler mi? Bir gün
olur. Şimdi hayal gibi gelir ama ileri de bunlar olur mu olur. İnsanoğlunun elinden,
azminden birşey kurtulmaz, yeterki bunu istesin. Ama bunun için azim yok o ayrı
mesele tabii...Çünkü şimdiki sanayiicilerin, fabrikatörlerin çoğu imansız
olduğu için bu adamların içi kapkara....Tabii imansız olan bu insanların
kapkara olan içleri de dışarıya kara kara yansıyor, insanlara, hayvanlara ve
denizdeki balıklara, havadaki kuşlara zarar verecek şekilde gelişiyor ve nesli
helak ediyor. Ayrıca doğum kontrolü de gene bu nesli helak etme'nin içine girer.[60]
(206)
"Ona 'Allah'dan sakın!'denildiği zaman, kibiri onu günaha alıp götürür.
Ona Cehennem ycter.O ne kötü bir yataktır."
O tatlı dilli, güler
yüzlü, katı kalpli yeryüzünde insanları ve devletleri birbirine düşüren, zirai
mahsûlleri zehirleyen, nesillerin kurumasına çalışan bu adama "AUah'dan
kork!"desen kibirlenmeye başlar. Bu sefer o bozguncu günahı ile
kibirlenmeye başlar. Allah (c.c.) buyuruyor ki "Cehennem ona yeter. O ne
kötü bir dönüş yeridir." O ne kötü bir döşektir. Yani varıp yatacağı ne
kötü bir yerdir. İmansızların hali resmediliyor burada. Yani sanki filim
gibi... Adama Allah'dan kork diyorsunuz, adam günahı ile kibirleniyor.
Türkçeye de terceme
edilen kitaplar vardır,; adam bilmem hangi ülkenin ajanıdır, emekli olmuştur
hatıralarını yayınlar: Filan yerde, filan devlet başkanını boğduk, filan bakanı
öldürdük, filan yerde darbe teşebbüsünde bulunduk, başaramadık, ama engel
olanı öldürdük, gibi.... Bütün bunları yayınlamasının sebebi önce devletinin
izin vermesi sonra da gü-nahıyla övünmesi, kibirlenmesi...Devleti izin veriyor
çünkü bu hatıralar o ajanın bulunduğu devletin ne kadar güçlü olduğunu
gösteriyor, ayrıca bu hatıraları okuyan küçük devletlerin küçük başkanları da
"vay be! Bana da yaparlar bunların aynısını. Bakarsın bir gece kara
gözlüklü, kara elbiseli adamları beni de bulur, aman onun için bunların
dediğini tutayım, verdiğini yutayım." diyerek korkutmaya yarıyor bu
hatıralar.
Ayeti kerime bu adamı
tarif ediyor. Adam tatlı dilli, güler yüzlü, katı kalpli katıksız bir düşman.
Yeryüzünü bozmaya ve ziraati, toprak mahsûllerin insan neslini yok etmeye
görevli kabul etmiş kendisini.
Peki bu tip adamlar
var dünya da, Allah (c.c) bu adamları serbest bırakarak, yapabildiğinizi
yapın, serbestsiniz mi diyor? Hayır! Allah (c.c.)'ün ayetlerini okumaya devam
ediyoruz.[61]
(207) İnsanlardan
öyleleri de vardır ki Allah'ın rızasını kazanmak için nefsini verir. Allah
kullarına karşı şefkatlidir."
Yani canı pahasına Allah'ın
bu mülkünü koruyan, Allah'ın bu mül-kündeki insanları, kurtları, kuş lan,
denizleri, balıkları, ve diğer canlıları koruyan insanlarda bu dünyada vardır.
"Bu dünyayı senin gibi kara kalpli, kara düşünceli insanlara
bırakmayacağım, Allah'ın nizamım hakim kılacağım" diyerek canından geçen
insanlar var. Bu kara insanların ıslah' edilmesi, iman ettirilmesi birinci amaç
ama bu gerçekleşmediğin de "Sen bu insanları ve canlıları öldürdüğün
takdirde ben de seni yok edeceğim!"diyen ve hani bin tane kuzunun otlakta
rahat otlaması için bir tane kurdun canına kıyarım diyen insanlar da vardır
buyuruyor Allah (c.c.)..[62]
(208)
"Ey iman edenler! Hep birden barışa (İslam'a) girin ve Şeytanın adımlarını
takip etmeyin. Şüphesiz o size apaçık bir düşmandır."
Ey iman edenler!..
Hepiniz topluca İslam'a giriniz veya ey iman edenler İslam'ın bütün şubelerine
giriniz, iki türlü manayı da vermek mümkün. Yani namazı kılıyorsun, orucu
tutuyorsun ama yalanı da söylüyorsun. Olmaz! Onu da yapmayacaksın, çünkü yalan
söylememek de oruç ve namaz gibi islam'ın bir şubesidir. Zina etmemek, içki
içmemek, kumar oynamamak, faiz almamak, iftira etmemek ve daha sayamadığımız
bir çok şey İslam'ın şubesidir. Allah'ın dininin hakim kılınması için yapılacak
bütün hareketler İslam'ın şubesidir. Yani Rabbim Kitab'mda, Peygamber Efendimiz
sünnet-i seniyesinde neyi vermişse hiçbirini eksik bırakmadan İslam'a giriniz.
Burada İslam ile iman arasında bir fark olduğuna da işaret vardır. İman daha
ziyade gönülde halledilen bir şeydir, İslam ise gönüldekinin dışta görünüş
halidir. Hani insanlar toprağa çekirdek ekerler, evet toprakta bir çekirdek,
tohum var ama nereden bileceğiz. Meyve verecek ki bilinsin. Aynı bunun gibi
kalpte olan imanın da dıştan görünmesi gerekiyor.
Allah (c.c.) ey iman
edenler diyor. Evet iman ediyoruz ama bu iman dış dünyamızada yansımalı. Nasıl
mı? Hayatımızın her anında! İslam'ın bir bölümünü yapıp da bîr bölümünü
yapmamazlık etmeyiniz. Şu konularda Allah'ın emirlerine uyalım da şu şu
konularda da Allah bizi affetsin, demek olmaz. Allah'ın dediklerini tutalım ama
şu adamın dediklerini de tutalım demek iki dinli olmak demektir. Dolayısıyla bu
durum iki ilahlı olmayı da gerektiriyor. Zaten Rabbim de "Şeytanın
adımlarına tabi olmayınız." buyuruyor. Diyebilirler ki bu ne demek? Biz
Şeytanı görmüyoruz ki onun adımlarına uyalım. Evet Şeytan görünmez ama
yaptığımız bütün kötülükler Şeytanın vesvesesinden kaynaklanan şeylerdendir.
Demekki uyma böyle oluyor, şeytanın vesvesesine uymak onu adım adım takip etmek
demektir. Hem Allah'a hem de Şeytanın veya Şeytanın adamlarının askerlerinin
yoluna yani ikisine bitden devam etmek mümkün değil, adımlarınız ancak bir
tarafta olacak, ya o tarafda ya bu tarafda.... Bu sebeple Allah (c.c.)
herşeyinîzle İslam'a giriniz, İslam'ın bütün şubelerine giriniz buyuruyor.
Çünkü, "Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır."
Kur'an-i Kerim'i
dikkatlice okursak görürüz ki Allah'ın Şeytanı lanetlemesi ve huzurundan
kovması da bizim yani biz insanlar içindir. Şeytan insana saygı
göstermediğinden, Allah'a bu konuda itaat etmediğinden rahmetten kovulmuştur,
yani sebep biziz.
Bu şuna benziyor: Ben
senin yüzünden birine düşman olmuşum. Birisi sana kötülük yapmış ben de ona
düşman olmuşum. Ama ben ona düşman olduğum halde sen gidip onunla dostluk
kuruyorsun, onunla yiyip onunla içiyorsun. Biz bunu nasıl kabul edebiliriz. Ben
senin yüzünden ona düşman oldum sen ise onunla birlikte oluyorsun. Onunla
birlikte olman demek bana cephe alman demektir. Burada da Allah (c.c.) Şeytanı
Adem (a.s.)'a saygı göstermediği için huzurundan kovmuş, lanetlenmiş. Buna
rağmen Adem'in nesli tutuyor düşman olan Şeytanla kolkola dolaşıyor, onun
adımlarını takip ediyor, Rabbimin mülkünde. Allah bunu kabul etmez![63]
(209) Size
apaçık belgeler geldikten sonra kayarsanız» biliniz ki Allah güçlüdür, hüküm
sahibidir."
Bu kadar apaçık
deliller geldikten sonra da eğer kayarsanız, saparsanız iyi bilinki Allah
güçlüdür kuvvetlidir, Allah herşeye hükmedendir, ilim ve hikmet sahibidir. Peki
ne yapar bu müşrikler?[64]
(210)
"Onlar, Allah'ın, ve meleklerin buluttan gölgeler içinde onlara gelip
işin bitmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işler Allah'a döndürülür."
Yani Allah (c.c.) bulutlar
içerisinde veya meleklerini bulutlar içerisinden gönderip, ateşler yağdırıp,
iman edin bakalım ey kafirler!! demesini mî bekliyorlar? Halbuki Allah öyle
birşey yapmayacaktır. Denilebilîrki, eğer Allah böyle yapacak olsaydı tüm
imansızlar imana gelirdi. Evet gelmesine gelirdi ama bu iman gönülden,
isteyerek olmadığı için kafirlere bir fayda sağlayamazdı..Zorlama yoluyla ve
gönül yoluyla iman etme arasında farklar vardır.
Mesela iki arkadaşınız
var.Birisi yüzyüze, karşı karşıya geldiğinizde Oooo Ali Efendi, Veli Efendi,
canım ciğerim nerelerdesin diyor ama ondan ayrıldığınızda ise sizi tanımıyor.
Diğer tanıdığınızla merhabalaşma ve selamlaşmanız ise birincisi gibi gürültülü
ve yağlı değil, bilakis ciddi bir şekilde, ama o arkadaşınız sizin gıyabınızda,
sizin olmadığınız yerde sizi savunuyor, hakkınızı korumaya çalışıyor. Fakat
ikisini yanyana getirseniz birincisi takla atarak gelir yanınıza, ama zorlama
ile...
Şimdi burada da Allah
(c.c.) adeta bu örnekteki gibi iki ayrı karakterdeki iki ayrı adama hitaben
buyuruyor ki gökyüzünden meleklerle ateş yağdırarak iman edenin imanı mı
geçerli yoksa Beni görmeden, Benim çiçeklerimi görerek iman edenler, Ben'i
görmeden gönderdiğim peygambere iman ederek, ona gönülden bağlananlar, Ben'im
verdiğim rızıklara bakıp bakıp da Yarabbi bunu yaratamadığıma göre Sen'sin bunu
yaratan! deyip ona şükredenler mi değerli? Dikkat ederseniz gökten ateş
yağdığını görerek iman edenlerin imanı kıymetli ve geçerli değildir. Zaten
akaid kitaplarımızda da vardır; yeis halindeki iman iman değildir! Ümitsizlik
anında bir adam iman etse geçerli değil. Mesela Kur'an-ı Kerim'de hikayesi
geçtiği üzere Firavun denizde boğulurken "Ben Ben-i İsrail'in Rabbine iman
ettim" demiştir, ama bu iman kabul edilmemiştir.[65]
(211)
"İsrail oğullarına sor, onlara nice apaçık ayetler verdik. Kim kendisine
geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse, (bilsin-ki) şüphesiz Allah'ın
cezası pek şiddetlidir."
Ben-i İsrail'e sor.
Yani şu yahudi çocuklarına sor. Onlara ayet olarak nice deliller verdik, nice
ayetleri delil olarak indirdik. Bakara Suresinin baştaraflannda onlara
bıldırcın etini, kudret helvasını vermiş ve gökyüzünü üzerlerine bulutla
gölgelemiş... Benim için bunlar şehirden çıktılar, orada köle olarak
yaşamaktansa, çölde hür olarak yaşamayı tercih ettiler diye Allah nimet olsun
için onların üzerine gölge vermiş, ateşin hararetinden korumuş, onlara bu kadar
açık ayetler gelmiştir, sor onlara...
Kim Allah'ın nimeti
geldikten sonra onu değiştirirse, Allah'ın azabı pek şiddetlidir. Yani Rabbim
buyuruyor ki; onlara sorun, bunlara bu nimetleri verdim, Firavun gibi bir
devleti, devlet başkanını yıkıp yerine onları geçirdim, yeryüzünün halifesi
kıldım ama Allah'ın nimetini değiştirdiler onlar... Kitaba yan baktılar,
Kitab'ın ayetlerini değiştirdiler. Kendi krallarının kanunlarını Allah'ın
kanunlarının yerine koydular. Allah'a şükretmediler, Allah'ın günlerini bile
değiştirmeye kalktılar ve bu cezaya çarptırıldılar, hala da zillet içerisinde
yaşayıp gidiyorlar.
Bu Yahudiler bizim
basınımızda büyütüldüğü gibi değildir. Bunu yukarıda değişik bahislerle dile
getirmeye çalıştım. Bununla birlikte tekrar etmekte yarar var: Bu adamlar yani
Yahudiler aslında basının abarttığı gibi dünyanın en iyi siyaset bilen adamları
değil belki de dünyanın en kötü siyasetçileridir. Çünkü tarihe bakarsanız
insanlık tarihinin en eski kavmi, milleti bu İsrailoğullandır. En eski millet
olmaları hasebiyle bugün sayılarının çok çok fazla olması gerekirdi. Ama dünya
üzerindeki sayılarına baktığınızda İspanyol Çingenelerinin sayısı kadar var
veya yoktur tüm mevcutları.... Peki niye siyaset bilmezler? Çünkü insanların
kanını emiyorlar, ellerindeki avuçîarındakini alıyorlar, böyle olunca birgün bütün
dünya veya güçlü bir devlet ayağa kalkıyor ve bunların neslini mahvediyor.
Mesela Buhtunnasır dünya üzerinde tek Yahudi kalmayacak, tümünü öldüreceksiniz
diye emir vermiş ve askerleride bulabildikleri bütün Yahudileri öldürmüşlerdir.
Fakat bu Yahudilerden kalan küçük bir grup veya bir kadınla bir erkek gene bu
Yahudi soyunu devam ettirmiş. Derken bir zaman sonra Romalılar döneminde gene
toplu kıyım yapılmış en son olarak da Almanlar yakmışlar. Aslında bunlar zulüm
gibi görünmekle birlikte, bütün bu katliamlara kendileri sebep olmuşlar,
kendilerinin yaptıkları şeyler yüzünden bu katliamlar gerçekleşmiş, işte bunun
için siyaset bilmemektedirler, diyorum.Ticaret de bilmezler bana göre... Amerika
düşünüyor ve diyor ki eğer Ortadoğu'ya kendisinden emin olabileceğim bir
devlet kurarsam o devlet benim elim ayağım olur, bu amaçla da İsrail Devleti'ni
Filistin'e konduruyor. Düşünün bir defa arabanız, paranız, eviniz var.
Evinizin de 4 penceresi var ama her an pencereden birinden bir namlu uzanacak
korkusuyla yaşıyorsunuz. Bu ticaret mi, bu rahatlık mı? Şuna benziyor; adam
size diyor ki bak buraya altından bir yatak yaptım, yorgam da altından.
Yiyeceğin ise kuş sütü... Yalnız tek bir mahsuru var o da buradayatmak ölümüne
sebep olabilir. Buna benziyor, Yahudilerin bugünkü durumu... Tabii bu duruma
düşmelerinin sebebi de Allah'ın ayetlerini değiştirmeleridir. Bizler de
Allah'ın ayetlerini Allah .(c.c.) bizzat kendisi koruduğu için
değiştiremiyoruz, yoksa zamanında bizim içimizden de bu ayetleri tahrif ve
değiştirmeye yönelen insanlar çıkmıştır. 1962-63 yıllarında parlamentoya sunulan
bir teklifte Kur'an'ın ayetlerinden bir kısmının çıkartılarak yerine filan
adamın sözlerinin konulması yer almıştır. Her ne kadar ayetleri tahrif etmek
veya kaldırmak mümkün olmamışsa da bunun değişik bir metodunu denemiş ve
başarılı olmuşlardır ki o da ahkamının yasaklanmasıdır. Kur'an'ın kendisi
duruyor ama ahkamı kaldırılarak yerine yeni ve başka, insanların elinden çıkmış
kitaplar ve ahkamlar konulmuştur. İşte biz de o günden bu yana doğrula-madık.
Ancak Allah'ın ipine sarılırsak doğrulacağımız da nuhakkaktır!!![66]
(212)
"Küfredenlere dünya hayatı süslendi. İman edenlerden bir kısmıyla alay
ediyorlar. Halbuki sakınanlar Kıyamet gününde onların üstündedir. Allah
dilediğini hesapsız rızıklandırır."
Yani kafirler dünyaya
tapıyorlar, mümini alaya, hafife alıyorlar. AlIah'dan sakınanlar Kıyamet
gününde onların üzerinde olacaklar, derece olarak onlardan üstte olacaklar.
Konuyu daha iyi bir
şekilde anlayabilmek için tekrar 211.Ayetikerimenin tefsirine temas etmek
gerkiyor: Kur'an-ı Kerim'de geçmiş toplumlardan ençok bahsedilen Yahudilerdir.
Yahudiler Kur'an-ı Kerim'de İsrai-loğulları olarak adlandırılır. İsrai Yakub
(a.s.)'ın adıdır. Beni İsrail demek, Yakub Oğulları manasına geliyor. Böyle
demekle Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde Peygamber (a.s.v.)'a indirdiği bu
Ayeti kerimelerde insanlara hitap ederken olumlu taraflardan yola çıkmamızı,
insanlara böyle hitap etmemizi de öğretiyor. Yahudiler dünyanın en kötü toplumu
olmuşlar, Allah'a isyan etmişler, kendilerinin dışındaki insanları insan yerine
koymamışlar. Böyle yapmakla da zamanla kendilerini yok etmişler. Kendi
yaptıkları, geliştirdikleri işkence metodlarıyla zaman gelmiş kendileri
cezalandırılmış. Tüm bu kötü işleri yapmalarına rağmen, onları İslam'a davet
eden Kur'an ayetleri "Ey İsrailoğullan!"yani Ey Yakub Oğulları, yani
sizin dedeniz peygamberdi, peygamber torunları diye hitab ediyor.
Bu tip olaylar,
hitaplar günlük yaşantımızda da Olabiliyor. Mesela bir genç görüyorsunuz,
çizgiyi biraz aşmış, yani biraz'yolun dışına çıkmış. Ne diyorsunuz? Bunun
dedesi, babası rahmetliler iyi insanlardı, inşaallah bu genç de iyi olur! Yani
yapmacık bile olsa size bile babası, dedesi iyi insandı deseler
keyiflenirsiniz. Her insanın fıtratında bu az veya çok mevcuttur. Kur'anı
Kerimde Allah (c.c.) bir topluma hitap ederken- Ey İsrail oğulları, yani
peygamber torunları gelin Allah'ın rahmeti olan Kur'ana sanlın zamanla size
tevrat nimeti verilmişti. Şimdi ise insanların İslahı için Kur'anı Kerim
indirilmiştir. Siz bu Kitabı tanımaz değilsiniz. Siz bir, Peygamber neslinden
gelmektesiniz gibi, ifadeler kullanılıyor.
Nimet denilince bizim
aklımıza hemen somun ekmeği gelmemeli. Somun ekmeği dünya nimetidir. Yediğiniz
heyşey nimettir, giydiğimiz herşey nimettir, gördüklerimiz, gözlerimizin zevk
aldığı herşey, kulaklarımizın duyduğu güzel nameler de birer nimettir.
Kur'an'ın çeşitli yerlerinde nimet kelimesi kullanılmıştır. Bu kullanım bazen
yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeyler için bazen de Tevrat için
kullanılmıştır. Yine Allah'ın Kitabı İncil için kullanıldığı da olmöŞtur,
Kur'an-ı Kerim için de kullanılmış tır. Dolayısıyla Allah (c.c.) İslam'ı da
nimet olarak değerlendirmiştir. Nitekim Maide Suresi'nin 3. Ayeti- Kur'an'ın
en son nazil olan ayetidir de aynı zamanda "Bugün dininizi size ikmal
ettim ve nimetimi size tamamladım" şeklindedir.. Din tamama ermiş,
Kur'an-ı Kerim ta-marnlanmış,İslam devlet olmuş, Medine de başlayan hakimiyet
Ceziret-üi Arab'a yayılmış böylelikle Kur'an'm inzali sona ermiştir.
Yine Al-i İmran
Suresi'nin 103. Âyetinde de "Hepiniz, hep birden Allah'ın bütün emir ve
yasaklarına sımsıkı sarılınız. Allah'ın ipine sarılınız. Sakın
parçalanmayınız. Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız" bu-yuruluyor. O
nimet nedir? İslam nimetidir. O İslam nimetinin gelmesiyle daha önce düşman
olanlar dost olmuşlardır, kardeş olmuşlardır. O İslam nimeti kardeş yapıyor
sizi. Öyle ise bu da bir nimet, yani düşmanla dost olmak bâşlıbaşına bir
nimet... Ama düşmanlarla dost olmayı sağlayacak yegane şey hiçbir çıkar
gözetmeden inanılması gereken şeydirki o da Allah (c.c.)'a iman, Kitab'ma iman
ve o doğrultuda insanların yaşamasını temin etmek için gayrettir. Bu bir
nimettir. Şu anda dünyada selamet teminine gayret ediliyor. Tüm dünya devlet
başkanları istiyor bunu. Avrupa'da devlet ve ilim adamları bir araya geler6k "Nefretin
Anotomisi" adlı bir dizi araştırma ve toplantı yaptılar, bir hafta kadar
süren bu çalışmalarından sonra fikirler beyan edildi: Bugün insanların içinde
bir nefret yoğunluğu mevcuttur. Acaba bu nefret nereden kaynaklanmaktadır?
İnsanları dehşet saçmaya, cinayete iten şeylerin, saçmalıkların kökeninde
neler vardır? Allah(c.c) ise bu soruların cevabını bize haber vererek, tüm bu
nefretin ve diğer pisliklerin şirkten kaynaklandığını beyan ediyor. Lokman
Suresi'nde Lokman (a.s.)'ın diliyle şöyle buyuruluyor "Ey Oğulcağızım
sakın ha Allah'a şirk koşma!!!!........ Şirk büyük bir zulümdür!"
Dehşetin ve nefretin
temelinde şirk vardır. Nasıl? Biliyorsunuz ki yeri göğü yaratan O, yani Allah,
bize ince ince damarlar veren, o damarlarla kalbimize kan taşıtıp bizi yaşatan,
bize göz veren, gönül veren O. Bizim vücudumuza hakim olan O, biz değüiz.Yani
kalbinizin atışını durdurmaya veya hızlandırmaya yetkili ve malik değiliz.
Kanımızın hareket yönünü değiştirme imkanımız yok, Vücudumuza hakim olduğu
gibi tüm tabiata da hakim olan O, yaratan'O. Allah (c.c.) adeta
"Hayatınıza da ben hakim olmalıyım. İnsanlar arasındaki ilişkilerinizi
Ben'im kurallarıma göre düzenlemelisiniz. Tabiata hâkim olan Ben'im. Ona zaten
sizin müdahale gücünüz yok ama bu kadarı eksiktir! Hayatınıza, yani
insanlararası ve uluslararası ili skilerini zdeki kaidelere Ben'im kaidelerim
hakim olmalıdır. Böyle olursa, tabiattaki engel nasıl güzel bir şekilde devam
ediyorsa sizlerin arasındaki dengede o kadar güzel bir şekilde devam
eder." diyor. Ama insanoğluna isyan etme iradesi verildiğinden diyorki
"Hayır! Beni yaratmışsın ama ben işimi kendim yaparım, kendi kurallarımı
kendim koyarım." Bu isyanla birlikte başlamıştır kargaşalık ve bugün de
devam etmektedir.
Denilebilir ki
insanlar leni kendilerini yönelseler ne olur, bunun ne zararı var ki? Olayı
böyle kabul edersek içimizden bazı insanları seçmemiz gerekecek ki bu insanla
çok akıllı, çok kabiliyetli olacak ve bizi yönetecek...Nasıl evleneceğimizi,
nasıl alış veriş yapacağımızı, nasıl boşanacağımızı düzenlesin ayarlasın...
Ama unutuyoruz ki netice de bu çok akilli ve kabiliyetli olan insan da bizim
gibi bir insandır. Bir fıkra vardır: Köylünün birisinin karısı kocası aleyhine
boşanma davası açmış ve netice de son celsede hakim kocaya hitaben sizi
boşuyorum, kadın artık senden boşanmıştır, diyor . Bunun üzerine köylü koca,
hakime hitaben öyleyse ben de senin karını boşuyorum demiş. Bunun üzerine hakim
yahu sen beni nasıl boşarsın deyince o köylü niye sen de insansın ben de
insanım, sen beni boşayabiliyorsun da ben seni niye boşamayayım demiş.
Öyle ya sen madem ki
İlenim gibi bir insansın nasıl ve ne hakla he-nim üzerimde benim en tabii
hakkımı gasbeder ve kullanırsın? Rabbimin koyduğu kurallar vardır. O,Rabbimin
koyduğu kurallar içinde boşamlır veya boşamlmaz! Allah'a karşı "Sen kim
oluyorsun? İşte ben varım!" denildiği anda şirk başlıyor, zuîüm başlıyor.
Eğer bir insan "Ben varım, kuralları ben koyar, ben uygularım
"diyorsa mutlak surette karşıdaki diğer insana zulmedecek, onun hakkını
gasbedecektir. Böylece de zulüm, işkence, nefret birlikte gelir.
Bu sebeple Allah
(c.c.) "Kim Allah'ın nimetini değiştirirse." buyuruyor, yani kim
Allah'ın Kur'an'ım, Tevrat'ını, İncil'ini değiştirirse azabı çok şiddetli
olacaktır." buyuruyor. Üstelik bu azab dünyada çekilir ki nitekim
Yahudiler ve diğer değiştirenler hakkında çekilmektedir. Yahudiler binlerce
senedir bellerini doğrultup bir devlet kuramamışlar, şimdi kurmuşlar ama akrep
iğnesi ile yılan derisinden dikilmiş yatağın üzerin de yatar gibi duruyorlar.
Hergün pencereden uzanan bir namluyla, bir Filistinli gencin kurşunuyla
öleceğim korkusuyla yaşıyor.
Acaba tüm bunlara
rağmen bu adamlar müşrikliklerine neden devam ederler? İşte bunun cevabı 212.
ayette açıklanmış. "Küfredenlere dünya hayatı süslendi."
Küfür kelimesi
kapatmak manasınadır. Arabın dilinde çiftçiye de kafir denilir, çünkü buğdayı
toprağın içine gömer. Dinde ise kafir Allah'ın varlığını ve birliğini bildiği
halde gizleme tarafına giden için kullanılır, görmemezlikten, kabul etmemezlikten
geldiği için kafir oluyor . Tabii kafir olup da Allah'ı ye O'nun ayetlerini
görmemezîikten gelince, kalbi de kapanmış oluyor. Kalbi kapanınca da gerçek
güzellikleri göremez hale geliyor ve başka şeyleri yani çirkinlikleri görmeye
başlıyor. Yukarıda anlattığımız bir hikayeyi burada tekrarlamak gerekiyor:
Ömür boyu deri tabaklamakla meşgul olan bir insanın gül kokusunu duyunca
bayıldığı gibi bu insanlar küfür ile içice olduklarından küfrü güzel
görüyorlar, İslam'ı ise çirkin görüyorlar. Allah "Kafirlere bu dünya
hayatını güzel gösteririm." diyor. Süslendi püslendi onlara güzel
gösterildi, ona sahip olmaya koştular.
"Dünyaya
meyletmeyin." Meyletmeyin kelimesini yanlış anlamayalım! Türkiye'de
zahidler, alimler, mücahidler, şehidler dünyaya meyletmemişlerdir, derler
doğrudur doğrudur ama meyletmemişlerdir demek, kazanmamışlardır anlamına
gelmez. İnsanın bir ev dolusu altını vardır, ama varlığı ile yokluğu arasında
kalbinde bir değişiklik yok. Yani bir ev dolusu altınım var diye yürüyüşü
değişmiyor, konuşması, insanlararası münasebetleri değişmiyor. Diyelim ki
ertesi gün o malları helak oldu, elinden çıktı. Bu sefer de malım-mülküm gitti
diye boyun büküp dünyaya küsmüyor, eski halinde devam edip gidiyor. İşte budur
meyletmemek!!!
Bundan sonra
meyletmeme kelimesini böyle anlayacağız. Nitekim Hz.Ömer'e bir imansız diyorki:
"Hani sizler dünyaya meyletmeyen insanlardınız. Biz Müslümanları böyle
bilirdik. Ama sizler dünyaya meylediyorsunuz, öyle olmasaydı, ta Arabistan'dan
kalkıp buralara bizim topraklarımızı fethetmeye hazinelerimize sahip olmaya
gelmezdiniz." Hz. Ömer'in cevabı şu oluyor: "Evet bizler dünyaya
meyletmeyiz, dünyaya bir hurma çekirdeği kadar değer vermeyiz. Gözümde ne
altınlarınız, gümüşleriniz ne de hazineleriniz vardır. Ancak şunu bilinki mülk
Allah'ındır! Kudüs de Allah'ındır, Mekke de Allah'ındır. Roma da, İstanbul
da... Yer ve gökler bileO'nundur. Benim görevim ise O'nun mülkünde, O'nun
nimetleriyle yaşayan O'nun kullan olarak insanların isyan etmesine engel
olmaktır. O sebeple ta buralara kadar geldim."
Yani Allah'a isyan
etmeden, itaat ederek dünyayı kazanmak meşru kılınmıştır bizlere... Rabbimizin
yarattıklarına saygıyla bakacağız ve seveceğiz onları. "Yar adılın ışı
severiz Yaradan'dan Ötürü." Rabbimi seven Rabbimin yarattığını sever. Eğer
insanlar Rabbime iman ve itaat etmiyorsa O'nun yarattığı insanları sevmesi de
mümkün değildir. Diyebilirsiniz ki ama mesela batılılar Hümanizm dernekleri
kurmuşlar, insanları sevmek için. Hayır! Bunlar aldatmacadır. Mesela
İngilizler İngiltere'de hümanizm derneği kuruyorlar ama sadece ve yalnızca
İngilizleri sevmek için 200 senedir İngilterede yaşayan Hintliyi sevmezler, bu
hümanistler sadece kendi insanlarını severler. 200 sene önce gelmiş bir
Hintliyi kucağındaki köpek kadar sevmez. Onlar "insanları sevelim."
derken kendi insanlarını kastediyorlar, başkalarını sevmiyorlar. Allah (c.c.)
"Onlara dünya hayatı sevdirildi" diyor. Biz sevmiyor muyuz?
Yukarıdaki dersimizde şunları belirtmiştik: "İnsanlardan bir kısmı Yarabbi
bize ne vereceksen dünyada ver derler, Ahirette onların hiçbir nasibi yoktur.
Bir kısım insanlar da Yarabbi bize dünyada güzellikler ver, ahirette de
güzellikler ver, ateşin azabından koru, derler." İşte bizim duamız ikinci
kısımdaki duadır. Duamızda dünyayı istiyoruz, ama herşeyin güzelini istiyoruz.
Ahireti de istiyoruz ama, Ahirette Cenneti istiyoruz, Rabbimizin rızasını
istiyoruz.
Dünyaya meyi eden
insanlar, dünyaya meyi etmeyen insanlarla alay ediyorlar, iman edenlerle alay
ediyorlar. Yani Bilal-i Habeşi, Abdullah bin Mes'ud, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir
gibi insanlarla alay ediyorlar. Hz. Ebubekir ki, Mekke'nin ileri gelenlerinden
şanlı insanlarından, mahmülkü var, serveti var. Hz. Ömer derseniz, bugünkü
tabirle yeraltı babalarından ve Dar'ün Nedve'de parlamenter. Günümüzde de hem parlamenter
. olup hem de yer altı dünyası babalarından olan insanlar yok değil, Hz. Ömer
de bunlar gibi. Ancak Hz. Ömer sonra Müslüman oluyor. Bu büyük ve zengin
Müslümanlar yani Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ebubekir v.s. paralarını
birleştirerek kafirlerin elinde işkence görmekte olan bir çok müslümanı para
ile satın aldıktan sonra hürriyetlerine kavuşturmuşlardır. Tabii bu sahabeler
böyle yapınca Ebu Cehil gibi adamlar "Babanızdan kalan malmızı,kendi
emeğinizle güçbela kazandığınız mallan bu adamlar için niye harcıyorsunuz,
mallarınızı Muhammed için neden heba ediyorsunuz?" diye dalga geçiyorlar.
Aslına bakarsanız bu kafirler dünyayı da bilmiyorlar, Ahireti de. Çünkü
bakıyorsunuz ki -servetleri açısından Hz. Ebubekir, Hz, Ömer v.s. böyle zengin
sahabeler dünyayı kazanmış insanlar, dünyada devleti elde etmek için çalışan
adamlar, nitekim zamanında geçirmişler de Ama bu kafirler hesabı aylık en
fazla senelik yaptıklarından daha ilerisim göremiyorlar. Öyle olunca bugünü
kaybettikleri gibi ileriyi, geleceği tamamen kaybediyorlar. Hz. Ebubekir,
Osman gibi sahabeler şimdi dünyalıklarını, servetlerini veriyorlar, ama
ileride daha değerlisini ve devamlısını kazanıyorlar. Yani biz müslümanlar bu
dünyada veririz, veririz ama bu dünyada izzet kazanmak, devlet kurmak, ahirette
Cenneti garantilemek için.
Diyebilirler ki
"Sanki siz Müslümanlar bugün servetinizi İslam yolunda harcarsanız, hemen
yarın devlete mi erişeceksiniz, devlet mi kuracaksınız? " Hatta diyorlar
ki "Devlete hemen erişemeyeceksiniz, erişemediğiniz gibi yok olacaksınız,
mahvolacaksınız, dileneceksiniz, sürüm sürüm sürüneceksiniz." Ama Allah
(c.c.) tarihte böyle çalışan Müslümanlara kafirlerin mağlup olduğunu,
Jtendilerini ise galip geldiğini göstermiştir. Allah (c.c.) devam ediyor:
"Allah'tan sakınanlar
yani Rabbimin Hukukuna riayet edenler, emirlerini yerine getirip,
yasaklarından kaçanlar, kıyamet gününde onların üzerindedirler." Vermekten
sakınmayip, verirsek yok oluruz, fakir düşeriz demeyip, verdiğiniz, intak
ettiğiniz zaman kafirler -cahiller sizinle alay ediyorsa üzülmeyin. Allah
(c.c.) "Allah dilediğine hesapsız rızık verir" buyuruyor. Bu konuda
hadis-i şerifler de vardır. Öyle ki insan infak ettiği, sadaka verdiği zaman
melekler onun için dua ediyorlar. Yarabbi bu Müslüman Sen'in rızan için malını
verdi, Sen de ona bunun daha fazlasını ver, diye melekler dua ederler. Allah
(c.c.) 'ün de kat kat karşılık vereceğine dair vaadi vardır:[67]
(213)
"İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler
gönderdi. Beraberlerinde insanların anlaşmazlığa düştüğü yerde aralarında
hüküm vermek için hak kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine
apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki hırstan dolayı ayrılığa düştüler.
İşte Allah iman edenleri kendi izni ile ihtilafa düşdüklcri gerçeğe ulaştırdı.
Allah dilediğini doğru yola iletir."
İnsanlar bir zamanlar hep
tek bir ümmet idiler. Ümmet kelimesi Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde çeşitli
manalarda kullanılmıştır. Ümmet kelimesini biz genelde Al-i İmran Suresi 110.
Ayetindeki manasıyla yani Ümmet-i Muhafnmed'i kastederek kullanıyoruz.
Yeryüzünde iyiliği emredip kötülükten alıkoymak için çıkarılan en hayırlı ümmet
olduğumuzu Allah bize bu ayetle haber veriyor. Genel manasıyla aynı inancı
paylaşan insan topluluğuna ümmet diyoruz. İster Arap, ister Acem,. İster Türk,
İngiliz, Amerikalı, Çinli, Japon çeşitli ırktan ve dilden insanlar İslam Dini
etrafında toplandıkları zaman buna ümmet diyoruz. Bu Ayeti kerimede kastedilen
de bu ümmettir.
Ayrıca ümmet kelimesi,
Hud/8'de zaman, Nahl/120'de bizzat İbrahim (a.s.)'ın şahsı için kullanılmış:
"İbrahim Allah'a itaat eden bir ümmet idi." Bu Ayeti imamlar,
müfessirler iki şekilde manalandırmışlar:
1-Ümmet;
yönetici yani imam manasına geldiği için ve Hz. İbrahim de yönetici, devlet başkanı
olduğu için bu tabir kullanılmış.
2- İbrahim
(a.s.) ümmet kelimesi ile övülmüştür. Yukarıda ümmeti tarif ederken bir inanç,
din etrafında toplanmış insanlar topluluğudur dedik ya, yani bir insan İbrahim
(a.s. gibi bir inanca sahip olsa o insan sanki bir ümmet gibidir. Hani
"Bir Türk dünyaya bedeldir." diye bir söz varya. Bunun gibi yani. Hz.
İbrahim gibi bir Müslüman bir ümmet demektir, o imam taşıyan bir insan bir
ümmet gibi kuvvetli ve sağlamdır. Yeryüzünde tek başına kalsa bile Allah'ın
gönderdiği Kitab'i, Rasulünün sünnetini elinde tuttukça, Her Müslüman kendisini
bir ümmet olarak görecektir... Biz Müslümanlar bu inanç ve amelle yaşamalı ve
hayatta Allah (c.c.)'e karşı gelme, isyan etme endişesinin dışında başka bir
endişe duymamaya gayret sarfedeceğiz, bundan böyle..
İnsanlar bir zamanlar
tek ümmetti. Hz. Adem ile beraber nesil çoğalıyor; Adem (a.s.)'a gönderilen 10
sayfalık Kitab'a göre hayatlarını tanzim ediyor bu yeni nesil. Şirk yok, isyan
yok, peygamberin denetiminde bir hayat sürüp gidiyordu. Derken insanlar kendi
aralarında ihtilaflar çıkartmaya başladılar. İhtilaflar çıkınca ihtilafları
halletmek üzere "Allah peygamberlerini gönderdi." Dünyada devleti
Ahirette cenneti müjdelemek, dünyada zillete, Ahirette de Cehenneme düşmeyi
uyarmak üzere Allah (c.c.) peygamberler gönderdi.
"Onlarla beraber
kitap da indirdi." Bu ayet-i kerimeye dayanarak bir kısım alimlerimiz her
peygambere kitap verilmiştir demişlerdir.
"Aralarında
ihtilaf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler için peygamberlerle
birlikte Allah kitaplar indirdi." buyuruyor Allah (cc).
Şimdi bizler sokaklara
çıksak ve önümüze gelen birkaç insanı çevirip sorsak onlara "Söyle bakalım
ey Müslüman, Allah Kur'an-ı Kerimi niçin indirdi?" "Bayram
günlerinde, perşembe akşamları, babamızın ve-anamı-zın vefatında, 40. ve 52.
günlerinde, mevlidîerde okumak."için derler herhalde.Bir de mesela birçok
insanın evinde Kur'an-ı Kerim vardır, duvarda asılı durur. O insanlar Kur'an
okumayı bilmemekle birlikte Kur'an'ın en az haftada veya ayda bir defa açıp
okunması gerektiğini söyler ve bilirler. Bu günahtan kurtulmak için de haftada
bir abdest alarak Kur'an'ı ellerine alırlar ve mahalle imamına götürerek
"Hocam şunu sevabına bir okuyuver biz de günahtan kurtulalım, Kur'an
açılmış olsun." derler. Bunların hepsi hurafedir. Kur'an ölülere okunmaz
mı? Elbette okunur ama Yalnız ölülere değil, dirilere de okunur ve asıl
dirilere okunmak için inmiştir. Allah (c.c.) insanlar arasındaki ihtilafları
halletmek üzere kitaplar indirdiğini haber veriyor. Yoksa Mevîidlerde,
babamızın, anamızın 40.,52. günlerinde veya bayram günlerinde bir defa açılsın
da anlamadan okunsun diye indirilmemiştir Kitap. Ama yazık ki halkımızın bir
çoğu Kur'an-ı Kerimi böyle biliyor. Bir kısım okumuşlar, üniversite bitirmişler
de "Gökyüzünde karadelikler varmış, ozon tabakası deliniyormuş. Bunun
benim kitabımda yazması gerekir" diyerek okuyor veya merak ettiği konuyu
arıyor. Halbuki bırakın gökyüzünü veya ozon tabakasını insanların yüreği delik
deşik. Açlıktan insanların midesi deliniyor, namusları elden gidiyor,
insanların ellerinden izzetleri ve şeref duygulan alınmış. Bunun düzeltilmesi
bu alınan şeylerin iadesini temin için indirilmiştir Kur'an!!! Kara delikler
veya Ozon tabakası sonraki iş. Biz önce insanlara bakalım. Onlar mühim.
Ülkemizde bir kısım
dindarlar Kur'an-ı Kerim'i adeta bir buluşlar icadlar ansiklopedisi gibi
okuyor, her ilmi ve fenni konu için Kur'an'dan ayetler, deliller arayan
Müslümanlarımız da vardır. Ama bu yanlış bir yoldur. Çünkü bakıyorsunuz ki bazı
olaylarda batılı bilim adamları bu sene böyle diyor gelecek sene yanılmışım bu
böyle değilmiş diyebiliyor. Öyle olunca bu Müslümanlar geçen sene ayetleri bu
teoriye, faraziyeye göre aramıştı, bu sene o teori iptal edilince bunlar da
haşa? bu Ayeti iptal edip, bu seneki faraziyeye, buluşa göre bir ayet
arıyorlar.
Mesela Fahrüddin-i
Razi isimli meşhur ve değerli bir müfessirimiz ve Tefsir-i Kebir isimli çok
değerli bir tefsir var. Türkçeye terceme edildi. Bu alim Mü'minun Suresi 17.
ayetin tefsirinde diyor ki "Her kim ki buluttan yağmur yağar, derse
imansız olur." Yani yeryüzünden buharlar çıkar, gökyüzünde soğuk tabakaya
değer ve oradan da yağmur yağar derse Allah'ı inkar etmiş olur, diyor. Ben bunu
ayıplamam, çünkü o günün şartları içinde Öyle düşünülmüştür. Bu alimin tefsiri
ve diğer konudaki bilgilerinin çok değerli olduğunu bir defa daha
hatırlattıktan sonra bu mevzuyu niçin anlattığımı belirteyim: İnsanlar kendi
çağlarının buluşlarına, teknik imkanlarını bakarak ayetleri tefsire
kalkarlarsa yanılabilirler, zaman içerisinde de o görüşleri değerini yitirir.
Bizler de günlük veya yıllık icadlara göre ayetleri bulur ve yorumlarsak,
sonra o değişen icadlar ve teorilere ayak uydurmaya gayret edersek ayetler
üzerinde şüphe doğurabiliriz. Allah Kitabını bunun için indirmemiş, insanlar
arasındaki ihtilaflarda çözüm olsun için indirmiş.Diyelim ki evinizde
hanımınızla kavgalısınız, ihtilafınızı Allah'ın Kitabı'na göre çözeceksiniz,
kendi nefsinize veya kazak erkekliğinize göre değil, kadınlar da
feminisiliklerine göre değil. Allah, Kitab'ında iki tarafında haklarını
belirtmiş, iki tarafı da insan olarak kabul etmiş. İnsanlar Rabbirn'in adaleti
karşısında bir tarağın dişleri gibi eşittirler. İnsanlara Allah'ın belirlediği
haklan verdiğimiz zaman yeryüzündeki kavgalar da son bulacaktır. Komşumuzla
ihtilafımız varsa, ticari uyuşmazlığımız, çek-senet anlaşmazlığımız varsa,
tarlanın sınırını tespit meselesi varsa bunların hepsini hatta devletler arası
ihtilafları bile Allah'ın Kitab'ma göre çözçümleyeceğiz. Kur'an'm indiriliş
gayesi bu... Eğer Kitab'ı bunun için kuîlanmıyacaksak, kaldıralım rafa...
Bugünkü siyasi sistemlerin ve siyaset adamlarının yaptığı gibi, önce Allah'ın
Kitab'ındaki ahkam ayetlerini yasakla sonra da siyasi arenalarda oy toplamak
için al o kitab'ı öpüp başına koy, olmaz böyle şey!
"Bu konuda
ihtilaf edenler, kendilerine. Ki tap geldikten sonra, apaçık deliller geldikten
sonra azgınlık yaparak hased damarları kabararak, ihtilafa düştüler."
Peygamberler geliyor, Allah'ın Kelamını arzediyorlar. Tabii bu Kelamlar
arzedilince bazı ekabirin çıkarma dokunuyor. Mesela deniliyor ki faiz almayın,
vermeyin, faiz yemeyin. Bu kaide Medine'de ilan edilince bir kısım zenginlerin
halkta faizli parası bulunduğundan bunlara dokunmuş. Gönülden iman etmiş
olanlar Allah'ın Resulüne sormuşlar! "Ya Resulellah, bizim paralarımız ne
olacak?" Bakara Suresi'nin 275. Ayeti ileride gelecek "Paranızın
aslını alacaksınız, ana paranızı. Ne zulmedeceksiniz, ne de zulme
uğrayacaksınız, yani haksızlık yapmayacak sizin hakkınızda yenmeyecek.
"Tabii bu hüküm halkda faizli parası olan zenginlerin işine gelmiyor,bu
defa Allah'a ve Resulü'ne harp ilan ediyorlar.
Gene mesela Allah
"Zinaya yaklaşmayın." buyuruyor. Fakat bazıları bu yolla geçimini
sağlıyor. İşte böyle olunca zina yoluyla,faizcilikle, Allah'ın yasak ettiği
yollarla para kazananlar, halka zulüm edenler birleşip bir çete kuruyorlar ve
Peygambere karşı bir cephe oluşturulunca insanlar da haliyle ikiye
ayrılıyorlar: Mü'minler ve kafirler... Bu ayırım bugün de varlığını bütün
canlılığı ile korumaktadır. Biz Müslümanlar iman etmeyenler arasında tekrar
bir ayırıma gidiyoruz: Ehl-i kitap ve Ehl-i kitap olmayanlar. Ehl-i kitabın
kestiğini yeriz, kızıyla evleniriz ama ateistin yani ehl-i kitap olmayan
kafirin kızıyla evlenmediğimiz gibi kestiğini de yemeyiz. Allah Kitabında
böyle emretmektedir.
İman edenler, iman
etmeyenler ayırımı Hz. Musa'dan ve hatta daha önceki peygamberler zamanından
Peygamberimiz zamanına kadar geliyor ve bugün de hala devam ediyor. Bugün
bütün dünya İslam Alemine karşı hemen birleşmektedir. Bunun en yakın örneğini
Körfez Savaşında gördük. Saddam için bir taneniz yeterdi, madem ki o kadar
güçlüydünüz. Ama adamların gayesi dünya birliği sağlamak ve bunu kendi
televizyonlarını boşverin tüm Müslüman ülkelerin televizyonlarından da ilan
ettiler. Ama bu kafirler şunu unutuyorlar: Bir devletin çöküşü, kendini en
güçlü hissettiği anda olur. Fravun çıkmış ve tüm ahaliyi toplayarak "Sizin
en yüce Rabbiniz benim."[68]
demiş, çok kısa bir zaman sonra ayağı kaymış ve denizin dibine ordusuyla
birlikte yuvarlanmış, tarihten yok olup gitmiş. Zaten Şeyh Sad-i Şirazi der ki:
"Hiçbir vakit gücüne güvenme." Bizler de bu anlayış gereği sabahları
kalktığımızda Efendimiz'in sünnetine uygun olarak ilk olarak "La İlahe
İllallahu Vahdehu la Şerike leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü vehüve ala külli
şeyin kadir." diyoruz. Yani her sabah ilk iş olarak "Allah'tan başka
ilah yoktur." diyerek kendi-.mizi hayata hazırlıyoruz. Çünkü günlük
yaşantımızda "Ben ilahım!" diye karşımıza dikilecek insanlar
çıkabilmektedir. "Mülk O'nundur." diyoruz, çünkü "Mülkler
benimdir." diyecek insanlarla karşılaşabiliyoruz. "En güçlü benim;
paramla, mevkiimle, bıçağımla tabancamla seni dize getiririrn." diyenler
olabileceği için bizler sabah kalkar kalkmaz "Herşeye gücü yeten
O'dur." diye bir iman tazelemesi, güç yenilenmesi ile hayata yeni baştan
başlıyoruz.
Bundan sonra bunu
okumayanlar bu sabahtan başlayarak ve manasını bilerek, düşünerek, anlayarak
okuyacaklar ve Allah hariç hiçbir şahıs ve kurumdan endişe etmeyecekler
İnşaallah.. Kendimizi buna alıştırırsak bir gün gelir bu bizde yerleşir ve
İslami hizmetlerimizi sadece ve yalnızca Alîah'dan korkarak ifa etmeye gayret
ederiz. Zaten bir insan sadece Allah tan korkmaya başlamışsa insan dünyada
Cenneti yakalamış demektir. Çünkü bundan böyle insanların iyileri ile
hoşsohbetsiniz, kötülerinin parasından, silahından, makamından korkmuyor,
endişe etmiyorsunuz sadece Alîah'dan korkuyorsunuz:
"Allah iman
edenleri doğru yola iletti. Onlar ihtilaf ettiği konularda Allah'ın izni ile
doğru yolu buldular." Bu yol nereye çıkar? Dünyada devlete, Ahirette
Cennete çıkar.
"Allah dilediğini
doğru yola iletir." deyince "öyleyse bizim irademizin hiçbir hükmü
yoktur." diye bir şüphe hatıra gelebilir. Çeşitli ayetler bu Ayeti tefsir
etmektedirler: "İnsanların, yaptıkları yüzünden kalpleri küf
bağladı." deniliyor. Yani insanlar kendi amelleri, iradeleri ile kendi
niyyetleri ile kötü yolu tercih ediyorlar. Allah da kötü yolu onlara veriyor.
Şerri yaratan da hayrı yaratan da Allah'tır.
Dikkat ederseniz,
insanların ilk sapıtmalarının kaynağı iyi niyetleridir: Mesela eski dinlerde
Gök Tanrısı ve Yer Tanrısı, Hayır Tanrısı, Şer Tanrısı vardır. Aslında bunu
söyleyen ve halkın arasına sokan kötü niyetli değildir.
"Her iyilikler
Allah'a aittir. Serler ise Allah'a ait değildir. Allah kötü şeyleri yaratmaz,
O'nun şanına yakışmaz." denilerek ikinci bir ilah türetilmiş oluyor.
Halbuki hayrı da şerri
de yaratan Allah'dıri Bununla birlikte hayrı da. şerri de biz arzu ediyoruz.
Yani biz arzu ediyoruz Allah'da yaratıyor.Dünya üzerinde iki grubun varlığı hep
olagelmiştir: İman edenler ve iman etmeyenler. İman eden ve etmeyen bu iki zıt
grup varolduktan bu yana değişik şekillerde çarpışmışlardır ve çarpışmaya devam
etmektedirler. İman etmeyenler yani kafirler kötülüğün devamını sağlayacaklar:
Namusları perişan edecekler, malı mülkü kendi zimmetlerine geçirmeye çalışacaklar,
rüşveti, yolsuzluğu, namussuzluğu, hırsızlığın her çeşidini meşru hale
getirmeye gayret edecekler. İman edenler de malın, mülkün, namusun, canın,
aklın, dinin, mülkün kudsiyetini koruyacaklar, Nitekim şeriatın özünü; aklı dîni, malı, nesli ve
nefsi korumak diye özetliyoruz. Bu şeriatın özü olarak nitelediğimiz şeyi tarih
boyunca mü'minler korumak durumunda kalmışlardır, biz de korumaya devam
edeceğiz. Namusumuzu koruyacağız, nefsimizi neslimizi koruyacağız. Tertemiz,
pırıl pırıl Allah'ın emanet ettiği şekilde Allah (c.c.)'ün huzuruna ak
alnımızla varmaya gayret edeceğiz. Biz buna gayret edersek, öbür grup yani
kafirlerde herşeyin en kötüsüyle icra edilmesine gayret edecek ve çarpışma
mukadder olacaktır. Allah (c.c.)'de bunu beyan etmektedir:[69]
(214) Yoksa
sizden önce geçenlerin durumu sizin de başınıza gelmeden Cennete gîrceğinizi
mi zannettiniz? Onlara yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı ve sarsıldılar. Hatta
peygamber ve beraberindeki mü'mînler: "Allah'ın yardımı ne zaman?"
diyorlardı. Gözünüzü açın: Şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır."
Şöyle diyor bazı
mü'minler: Allah'a çok şükür Allah'ın Kitabını al-dık,okumasını da öğrendik.
Akşamlan okuyoruz, bazen de tefsirine bakıyoruz, manasını öğreniyoruz. Bundan
sonra da öğrenmeye devam edeceğiz. Namazı kılacağız, orucu tutacağız, zekatı
vereceğiz, zengin olursak da hacca gideceğiz. Oh ne ala değil mi? Kur'an-ı
Kerim'i baştan sona okuyacaksınız, 6000 küsur ayette senin saydığın namaz,
oruç, hacc, zekat, kelime-i şehadetten başka şeyler de var... Emirler var,
yasaklar var!!!
Bunların hepsini yerine
getirmeye gayret etmemiz gerek.Allah (c.c.) sizden Öncekilerin başına gelenler
sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi zannettiniz, buyuruyor.
Yani Cennete girmek öyle kolay değil. Dünyada devlete, Ahirette Cennete
ulaşmak öyle kolay değil. Musa (a.s.) dünyada devlete ulaşmayı, denizde boğulmayı
göze alıp Rabbine tevekkül ederek yürümekle başardı. Yusuf (a.s.) devlete
ulaştı ama hapishaneden geçti. İbrahim (a.s.) devlete ulaşmak için ateşe
atılmayı göze aldı. Çekirdeğin bile çiçek açabilmesi için çatlaması gerekiyor.
Ana yavrusunu koklamak için doğum sancısı çekiyor. Yani tabiatta da aynı kural
geçerli. Çile çekmek!!! İyi neticeler meşekkatlerin arkasından geliyor. Şu
anda zengin olanlar, iyi durumda olanlar zamanla bu seviyeye ulaşmak için
mutlaka iyi veya kötü çilesini çekmişlerdir. Yani bazı mahrumiyetlere
katlanmışlar. Başka bir tabirle "Kuru ekmek ve soğan yemek" zorunda
kalmışlardır.
Öyleyse, dünyada
devlete Ahirette Cennete ulaşabilmek için geçmiş toplumların başına gelenler
sizin de başınıza gelecektir. Onların başına gelmiş: "Be'sa" ; İnsanin
vücudunun dışında başına gelen bela ve musibetler, malına gelen zarar, evine
gelen zarar, çocuğuna çoluğuna gelen zarardır, "Darra" genelde beden
ile ilgili zararlardır. Kafirlerin işkence etmesi, elini kolunu kesmesi.,
çeşitli şekillerde hapsetmesi gibi... Hastalık olması, hastalığa yol açması
için ilaç verilmesi, şırınga verilmesi gibi çeşitli şekillerde azab edilmesi.
Peygamber Efendimiz bunu "Tarakla etlerini taramak ve etlerini
kemiklerinden ayırmak." olarak tarif ediyor. Bu şekilde işkence yapılmasına
rağmen bir zamanlar mü'minler tüm bunlara rağmen dinlerinden dönmemişler.
Bununla birlikte insan
ne de olsa neticede insandır. Felaketlerle karşı karşıya gelince "Hani
yardımın" şeklinde feryad ediyor. Yani "Peygamber ve beraberindeki
Müslümanlar Yarabbi Sen yardım edeceğini vaad ediyordun. Hani yardımın?"
diyorlar. Aslında bu feryad şikayet makamında değil, naz makamındadır. O kadar
bela ve musibetler geliyor ki tahammülleri bir noktaya kadar varıyor:
"Yarabbi yardım edeceğim diyordun. Hani yardımın?" Bunu peygamber
yaptığına ve Allah'da bize aktardığına göre demekki caizdir, yanlış değildir.
Mehmet Akif merhumun da buna benzer bir şiiri vardır; şiirini söyler, söyler
yakınır da sonunda şöyle bağlar: "Ağzım kurusun, yok musun eeey Adl-i
İlahi?" Çünkü vatan çiğnenmiş, Kur'an ayaklar altına alınmış...
Kur'an ayaklar altında
sürünsün mü İlahî,
Ayatınm üstünde
yürünsün mü İlahi?
Çöksün mü nihayet
koskoca bir din,
Çektirme bu zilleti
bizlere, Amin!
Diye şikayetini
yapıyor. Aslında naz yapıyor ve sonunda da kurusun dilim diyor. Kur'an'ın bazı
ayetlerini bilmeyen şiir seven dostlarımızın bazıları mısralarından dolayı Akif
e çatarlar, Allah'a isyan ediyor diye Halbuki Allah'a isyan etmemiştir, dikkat
edilirse tefsirini yapmaya gayret ettiğimiz, ayettede hemen hemen aynı şeyi
zamanında bir peygamber ve yanındaki mü'minler diyorlar.Rabbim cevap veriyor:
"İyi bilin ve uyanık olun ki Allah'ın yardımı çok yakındır." Hemen
peşinden de Allah onlara yardımını gönderiyor. Peygamberimiz Efendimizin
hayatında buna benzer olaylara çok rastlanıldığı gibi 1400 senedir İslam
Tarihinde de buna benzer olaylar yaşanmıştır. Allah (c.c) Ankebut Suresi'nin 1
ve 2. ayetlerinde "İnsanlar imtihan edilmeden, "Amenna" iman
ettik deyiver-mekle başıboş bırakılacaklarını mı zannediyorlar?" buyurur.
Ne güzel ayet-i kerime... Günümüz de öyle insanlar var ki evet "İman
ettim." diyor ama beri taraftan da Rabbim'in ayetlerine karşı harp ilan
ediyor: Allah'ın Kitabı 1400 sene önce nazil olmuş, o günün şartları için geçerliymiş!"
diyor. "Kur'an'a inanıyorum ama bugün geçerliliği kalmamıştır."
diyor Sanki antikaya olan merakı gibi ve adeta "Kur'an bizim için
mukaddes bir kitaptır, müzemizin en mutena köşesine koyalım." demeye
getiriyorlar. Evlerinin en yüksek yerlerine asıyorlar, kıyamete kadar
hatırasını devam ettirelim, O'na imanımız var diyorlar ama bir türlü de
okumuyorlar, uygulamasına yanaşmıyorlar.
Rabbim bu tür
insanların bu ve benzeri sözlerini bilir, çünkü onları yaratan O'dur.
Yarattığının ne söyleyeceğini, ne yapacağinı bildiğinden dolayı "îman
ettik deyivermekle bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar." imtihandan
geçecekler, diyor. Altınla demir birbirlerine karşı üstünlük taslayabilirler
ama bunların hakikisi ile sahtesi ateşe girince nasıl belli olursa işte
insanlar da böyle ayrılacaklardır. Mesela Konya'nın köylerinde ahşap ev
yapılırken sağlam dursun, direk vazifesi görsün diye kiriş taşırlar. Herkesin
buna ihtiyacı vardır. Bu sebeple bunu bilen köylüler imece usulüne başvururlar
ve her cuma günü köylülerden delikanlılar gider o kirişi getirirler. O kirişin
yükünü aslında belli kişiler çeker çünkü kirişin başında iki, ortasında iki
sonunda iki delikanlı olur ki bu kirişi taşısınlar, Bir de köylerde
velveleciler olur. Onlar da "Haydi uşaklar!!! Tutun ha! Dayanın ha!" diye
bağırırlar. Uzaktan biryerden bakan bir adam bağıran o adam için ne kadar da
gayret sarfediyor diye düşünebilir. Halbuki onun pek faydası yoktur, asıl yükü
çeken kirişin altındaki delikanlı!ardır.Evet velveleci de lazım ki onları
gayrete getirsin ama dediğimiz gibi asıl yükü çeken kirişin altında olanlardır.
Geçmişte olduğu gibi
günümüzde de hep böyle olmuştur; insan, yani gerçek mücahid, kahraman insan
ateşle, yükle karşı karşıya geldiğinde belli olur. Allah (c.c.) 'de imtihandan
geçmeden, başıboş bırakılıvermeye-ceğimizi, Ankebut Suresinde bizlere haber
veriyor...[70]
(215)
"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Hayırdan vereceğiniz
şey ana-baha, akraba, yetimler, yoksullar ve yolcular içindir. Hayır olarak
yaptığınız herseyi şüphesiz Allah bilir."
İnfakla bin bir
ilişkisi vardır yani mal sarf etmekle Allah yolunda mal vermekle Cihadın
mutlaka ilişkisi vardır. Bu konu ile ilgili ayetler aşağıda (260-274.ay etler)
gelecektir ki 3 sayfa arka arkayadır. Kur'an da namaz bu kadar uzun yani 3
sayfa teşkil edecek kadar anlatılmamıştır.
Burada da Allah (c.c.)
"Sana soruyorlar neyi infak etsinler veya nasıl infak
etsinler?"buyuruyor. Mallarınızdan sizin infak ettiğiniz şeyler "Hayır"
kelimesiyle ifade edilmiş iyi yolda harcanan malı Allah (c.c.) "Hayır"
olarak adlandırıyor. O maldan infak ettiğimiz şeyler birinci derecede anne ve
babalarımız içindir. Anne ve babamızın kalbini kırmamaya, gönül tellerinden
birini daha incitmemeye dikkat etmeliyiz, aksi halde bunun azabı ahirette çok
dehşetli olacaktır. Hatta daha ahirete gitmeden bunun azabını, acısını anne
veya babanız sizi bırakıp gittikten sonra yani öldükten sonra anlarsınız. Bu
dünyada iken kıymetlerini bilmediğimiz ana ve babalarımızı öldükten sonra daha
da ararız. Demekki mallarımızdan önce anne ve babamız için infak edeceğiz. Bir
hadis-i Şerifte Efendimiz buyuruyorlar ki: Sen de, malın da babanındır. Yani
anne veya baba gelir senin malından ihtiyacı kadar, kendi geçimini, meskenini,
yiyeceğini, giyeceğini, içeceğini temin edecek kadar sana sormadan, danışmadan
kasanı açıp paranı alabilir,. Yalnız bundan fazlasını sormadan, almaya hakları
yoktur. Ayrıca mesela diyelim ki siz zenginsiniz ve anne babanız -kendisi için
değil de- fakir olan diğer kardeşiniz için sizin malınızdan alıyor ve bu
kardeşinize veriyor, ona da müdahale edebilirsiniz. Ancak yukarıda söylediğimiz
gibi anne-.babanın asli ve fıtri ihtiyaçlarını yani mesken, yiyecek, giyecek
gibi şeylerini temin etmek sizin vazifenizdir.
İkinci derecede infak
edeceğiniz kişiler akrabalannızdır, yetimlerdir. Bu toplumda yaşamakta olan,
köprü altlarında simsiyah elbiseleri, kirli elleri, ayakları, yüzleri bulunan
çocuklar var, işte onlara sahip çıkacağız. Kara yüzlü, kara gönüllü avrupah
herşeyi düşünür de bu çocukları unutur. Bu çocukları bu hallere getirenler bu
devletin başında bulunan ve Avrupa kültürü ile beslenmiş kara gönüllü
insanlardır. Ama İslam Öyle mi? Hz. Ömer halifeliği zamanında Medine
sokaklarında gezerken dilenen bir adam görüp, hayretler içinde kalmış. Bu
yaşlı adamın yanma yaklaşarak benim memleketimde senin gibi bir müslüman nasıl
olur da dilenir, der. O dilenen ihtiyar "Ben Müslüman değilim."der,
devam ederek "Ben bugüne kadar çalışıyor ve Beyt-ül Mal'e de vergimi
(cizyemi) veriyordum ama yaşlanınca elden ayaktan düştüm ve çalışamaz duruma
düştüm her ne kadar cizye vermiyorsam da geçimimi temin etmek için dilenmek
zorundayım demiş. Bunun üzerine Halife "Benim ülkemde zimmet ehli bile
dilenemez. Sen ki bugüne kadar gücünle kuvvetinle çalışıp cizyeni dürüstlükle
ödedin bundan sonra da sana bakmak bizlerin yani Beyt-ül Mal'in görevidir sana
bundan sonra maaş bağlanacaktır, dilenmeyi bırak!" der. Ayrıca bir şeyi
daha hatırlatalım ki İslam Devletinde
Halife'nin aldığı maaşla normal tebaanın (vatandaşın) aldığı maaş aynıdır. Çünkü
o da sizin gibi bir insandır, o da sîzin gibi somun ekmeği yer, aynı kumaşı
giyer. Neticede bu da insan çünkü... Hz. Ömer benim maaşım 400 dirhemdir, ola
ki bununla geçinemezsem maaşımı arttırırım, ama ben maaşımı arttırdığım zaman
otomatikman işçi ve memurların da maaşı arttırılsın diye talimat vermiş ve
bunu yani devlet başkanının asgari ücret alması siyasetini ömrü boyunca
uygulamıştır.
Sonra, miskinlere
yardım edeceğiz. Miskin yarın için yiyeceği, giyeceği, içeceği olmayan kimse
demektir. Sonra da yolda kalmışlara vereceğiz. Yolda kalmışlar derken Müslüman
kafir ayırımı yok. Önemli olan yolcu olması ve yolda kalmış olması. Gönenli
Mehmet Efendi Rahmetullahi Aleyh anlatmıştı: Birgün Sultanahmet'de namazı
bitirdim çıkıyorum baktım merdivende gavur olduğu belli bir adam oturmuş kara
kara düşünüyor. Orada yabancı dil bilen kişilere sordurdum, meğer bu a4am İtalyan
imiş de parası bittiği için memleketine dönemiyormuş. Hoca cebindeki parayla
bu adama bir tren bileti alarak onu memleketine göndermiş. Aradan 7-8 sene
geçmiş ve o adam tekrar buraya geldiğinde hocayı bulup cebine bir tomar para
bırakarak, bunu yolda kalmış olanlara verin demiş ve tekrar tekrar teşekkür
etmiş. Yani yolda kalmışlarda din ayırımı gözetmeyeceğiz. Bundan dolayı
eskiden imarethaneler vardı... Kapılarının üzerinde yazardı: Bu imarethanede
hergün çorba pişer ve bu çorbadan mü'min kafir ayırımı yapmadan herkes içer.
"Hayırdan ne
yaparsanız Allah onu bilmektedir." İnsanların bilmesi için yapmayın. Yani
yaptığınızı Allah biliyor ya yeter. İnsanların bilmesinin bir faydası da olmaz
zaten, hadi diyelim ki oldu da.geçici olur. Allah (c.c.) yaptığımızı ve
gönlümüzden geçeni biliyor. İki dünyada da bizi mükafatlandıracak olan O'dur.
Kur'an-ı Kerimin
kendine has bir üslubu vardır. Mesela yukarıda Kur'an'ın niçin indirildiği,
insanlar arasında hükmedilmesi için indirildiği, yani kanun olsun için
indirildiği bildirildi. Hemen arkasından da Kur'an'a karşı harp ilan edenler
olduğu onlarla çarpışmak gerektiği geldi. Peşinden de bela ve musibetlerin
geleceğine onlara dayanmak gerektiği belirtildi.
Her insanın bir
dayanma noktası vardır. Bela ve musibetler geldiği zaman peygamber ve yanındaki
mü'minler "Yarabbi hâni yardımın?" demişler. Tam bu noktanın
akabinde Rabbimin yardımı hemen gelmiş. İnsan bunlara sabretmesini ve Allah'ın
yardım göndermesini beklemeyi bilecek. Böyle olursa dünyada devlet Ahirette
Cennet var. Yok, ben bunlara dayanamam der ise bu takdirde de dünyada zillet,
Ahirette Cehennem var. Belirli bir noktaya kadar dişi sıkmak gerekiyor. Hayatta
yaptığımız tüm mücadeleler böyle dir, bir kaç saniye ile, birkaç ufak çaba ve
sabır ile büyük mesafeler katedilebilir. Mesela Mekke'yi fetih için Medine'den
yola çıkan İslam Ordusu İ3 gün devamlı yol yürüdüğü için çok yorulmuşlar. Ama
düşman bunları görüp de "aman bunlar çok yorgun hemen hücum edersek
işlerini bitiririz.11 demesinler ve moral kazanmasınlar için Mekke'ye girerken
heybetli görünmeye gayret etmişler, heybetli yürümüşler ve Mekke'yi almışlar.
Buraya kadar infakı gördük.
Bundan sonra nazil olan Ayeti kerime harpten bahseder, harbin farz olduğunu
bildirir. Daha önce inen Hacc Suresi 39 Ayette zulme uğrayanlar için Allah'ın
harp izni verdiğinin işareti vardı. Buradaki durum ise farklıdır.[71]
(216)
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kihndi. Olur ki hoşunuza
gitmeyen şey sizin için hayırdır ve yine olurki sevdiğiniz şey sizin için şer
olur. Allah bilir siz bilmezsiniz."
Bazen bize iyi gibi,
hayır gibi görünen şeyler neticede şerre sebep olabilir.Bununla birlikte şer
gibi görünen şeylerin sonunun da hayır ile bittiği, hayır getirdiği olabilir.
Mesela kimse ilaç içmeyi sevmez ama buna rağmen içeriz. Niçin? Hastalıktan
kurtulmak için, yani istemeden beğenmeden yapıyoruz ama sonunda hayır geliyor.
Gene bunun gibi şeker hastasına şekeri çok çok yedirirseniz hatta severek
yedirirseniz, onu Öldürürsünüz. İyi birşey gibi görünenin sonunda da şer
geliyor...
Allah (c.c.) de harp
sizin için ve size göre kötü gelebilir zor görünebilir, zehir gibidir ama
sizin için bir çok hastalığın tedavisidir diyor.
Körfez savaşının
olduğu zamanlarda bir gazetenin profesör olan ve uluslararası olayları
inceleyen bir yazarı diyor ki: "Bizler uzun uğraşılar sonucu Müslümanları
batıya ısındırmıştık. Şimdi ise bu savaşla birlikte Müslümanlar batıya karşı yeni
bir kinle yüklendiler, bilendiler. Şimdi bu kini silmek için bir 50 yıl daha
çalışmamız gerekiyor." dediği doğrudur bu imansızın. Demek ki biz
göremesek de Rabbimiz bize şer gibi göre-nen bir olayda bu imansızın ifade
ettiği bir hayrı gizlemiştir.
Cepheye gitmek, savaşa
gitmek iyi bir şey değildir,arzu edilmez. Dinim de bu işi emretmez. Ancak
dinin yayılması, insanların topyekün yeryüzünde zulümden, işkenceden,
şahsiyetsizlikten, iffetsizlikten, izzetsizlikten kurtulması için bunun da
zaruri olduğu yerler vardır. Çünkü "İnsanlar madenler gibidir."diyor
Peygamberimiz[72] Bir kısım madenleri suyla
ayrıştırmak mümkünken bir kısmını ateşle ayrıştırmak gerekiyor. İnsanların da
çoğu suyla yani yumuşaklıkla, güzel söz ve hareketle yola gelir, yumuşar ama
bir kısım insanlar iyilikten anlamazlar. Bunlara da ateş yani harp gerekir.
Muhammed İkbal Rahmetullahi Aleyh "Şeytan, günlerce beraber kaldığı halde
peygambere iman etmemiştir diyor. Yani bir kısım insanlar vardır ki iman
etmeyebilirler. Bu insanlar zulümlerine devam ederlerse dünyanın her
tarafından akıtılan kandan Müslüman kendisini sorumlu hissedeceğinden o adamın
zulmüne son vermek için kılıcı, silahı eline almak mecburiyetinde kalacaktır.
Allah herşeyi bilir.
Siz ise hayrın gerisindeki şerri, şerrin gerisindeki hayrı görmeyebilirsiniz,
buyuruyor Allah (c.c.)
Şairlerimizden Seyrani
bu Ayeti şöyle tefsir etmiş: Yani Allah'ın Celal sıfatı ile cemal sıfatı gönül
seçemez. Cemal sıfatını daha ziyade bize İyilikler sunar, Celal sıfatı ise
bizi bazı imtihana tabi tutan, yani gönlümüzün eziyet duyduğu bazı şeyleri
tecelli ettiriyor, ama bizler Celali, Cemali seçemeyiz. Yani başımıza gelen
olayın sonunun hayır mı şer mi olduğunu bilemeyiz.
"Celâli, cemali
gönül seçemez Nar'ı celâl nur'i cemale düşer Bir yerinden geçit bulup geçemez
Nur'i cemâl nur'i celâle düşer"[73]
(217)
"Sana haram ayı, ondaki savaşı sorarlar "Onda savaşmak büyük
(günah)dır. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'a engel
olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük (günah)dır. Fitne
öldürmeden de beterdir. Eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar
sizinle savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve o kafir olarak
ölürse onların yaptıkları dünya ve Ahirettc boşa gitmiştir. Onlar ateşin yaranıdırlar
ve onlar orada ebedi kalıcıdırlar."
Haram aylar; Recep,
Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu 4 ay Arap Cahiliyye döneminde ve
daha sonraki dönemlerde "Eşhurul hurum" olarak kabul edilmiştir. Yani
bu aylar öbür aylara nisbetle biraz daha önem verilen aylardır, bu aylarda
harb edilmez.
Peygamber Efendimiz
(a.s.v.), Abdullah b. Cahş isimli halasının oğlu olan bir komutan mahiyetinde
sekiz kişilik bir müfrezeyi keşif kolu olarak görevlendirmişti. Bu keşif kolu
keşif amacıyla durumu kolaçan ederken Mekkeli müşriklerden bir kafileye
rastlar. Yetkili olmadığı halde bu kafileye saldırılır ve onlardan bîrini
öldürürler, diğerleri de kaçar, bunun üzerine Abdullah b. Cahş komutasındaki
müfreze ganimet mallarını alarak Medine'ye döner. Bu durum sahabenin pek hoşuna
gitmez. Hatta Peygamberimiz de hoş karşılamamıştı. Çünkü bunlara verilen emir
ve görevin dışına çıkmışlardı. Nitekim kafirler "Muhammed'in adamları haram
ayda savaş yaptılar, adam Öldürdüler. Muhammed haram aylara riayet etmiyor.
" şeklinde menfî ve aleyhte propagandaya başlamışlardır. İşte bu
Ayetikerime bunun üzerine nazil olmuştur.
"Sana Eşhürul
nurum (Haram aylar) daki harbi sorarlar. De ki: Bu haram aylarda savaşmak
günahtır." Bize burada konuşma adabı da Öğretiliyor. Demek ki imansızın
ağzından bile çıkacak olsa haklı bir söz haktır, doğrudur, yeter ki haklı
olduğu bilinsin. Bu takdirde kafirin sadece bu hareket veya sözü- tasdik
edilir, kabul edilir.
Evet haram aylarda
harb etmek büyük günahtır ancak "İnsanları Allah yolundan alıkoymak, O'nu
inkar etmek, Mescid-i Haram'ın hürmetini kaldırmak, O Mescid- Haram'ın
sakinlerini oradan sürüp çıkarmak (Yani Peygamberi ve ona uyanları Mekke'den
sürerek Medine'ye hicrete mecbur ettirmek) Allah katında daha büyük
günahtır." Yani kafirler gelmişler diyorlar ki haram aylarda harp etmek
günah değil midir? Evet günahdır, ancak sizlerin bizlere yaptığınız ve diğer
insanlara ve şu anda da kendi nefsinize yapmakta olduğunuz şeyler daha büyük
günahdır."Bu Filistinli çocuklarla da başa çıkılmıyor. Nedir bu çocukların
yaptığı? Ellerinizdeki sapanı bıraksanıza....." diyorlar. Sözde mantıklı
bir iş yapmalarını bekliyorlar. Çocuğun
gözlerinin önünde ana-babasmı benzin dökerek yakmışlar. Evini gözelerinin
önünde yıkmışlar, tarlasını elinden alıp bir İsrailliye vermişler. Çocuk bunu
7,8,9,10 yaşında yani devamlı görüyor. Siz olsanız ne yaparsınız? Dinim
kişinin hakkını almasını, mülkünü korumasını, secde ettiği yer uğruna ölmesini
şehadet olarak kabul ediyor.
"İnsanları dinden
alıkoymak, adam öldürmekten daha büyük günahtır. Yani evet benim ashabımdan
biri adam öldürmüştür, günaha girmiştir, doğru! Tevbe edecektir, mallarınızı
geriye iade edecektir. Ancak sizlerin yaptığı yani insanları dinden alıkoymak
daha büyük bir günahtır.
Günümüzde de böyledir;
Adam öldüren hapishaneye atılır. Evet insanları öldürmek kötüdür. Rabbim Nisa
Suresi'nin 93. ayetinde bir mü'mini haksız yere, taammüden öldüren kimsenin
bütün insanları öldürmüş gibi olacağını belirtiyor. Ama bir de bugün dünya
çapında büyük devletlerin yaptıklarına bakalım: Bu devletler insanların imanını
alarak onları Cehenneme gönderilecek, yakıt haline getiriyorlar. İmanlarını kaybetmeleri
için televizyonlarıyla, basınlanyla tüm güçleriyle çalışıyorlar. Allah (c.c.)
"Fitne" yani dinden alıkoyma, insanları imandan uzaklaştırma adam
öldürmekten daha kötü bir olaydır diyor.
Bazı saf ve cahil
mü'minler "bu batılılar iyi insanlar, İMFyi bize gönderiyorlar, paramızı
nasıl kullanacağımızı, alış verişimizi nasıl yapacağımızı öğretiyorlar, bizim
subaylarımızı kendi ülkelerinde eğiterek si-. lahlann nasıl kullanılacağım
öğretiyor, onları modern savaş tekniğine göre yetiştiriyorlar. Onlara fazla
düşman olmaya gerek yoktur." diyebilirler. Fakat Allah (c.c) Ayet-i
Kerimede şöyle buyuruyor: "Eğer güçleri yeterse sizi dininizden
döndürünceye kadar sizinle harp ederler."Şunu unutmayınız ki geceyle
gündüzün mücadelesi nasıl devam ediyorsa, vücudumuzda yararlı mikroplarla,
zararlı mikropların mücdelesi nasıl devam ediyorsa, dünya devam ettiği
müddetçe iman-küfür, mü'min-kafir kavgası da devam edecek, son bulmayacaktır.
Batılı iki iHm adamı
"Tarih Üzerine " adıyla kaleme aldıkları bir kitabın önsözünde
şunları söylüyorlar: 3.000 Yılhk Dünya tarihi içerisinde harp edilmeden ancak
ve sadece 35 yıl yaş anabilmiş tir. "Evet böyledir! Eğer bir yerde insan
varsa ve henüz İslam'ın hakimiyeti tam olarak yerleşmemişse orada savaş
olacaktır. Barışın yegane sağlayıcısı İslam'dır. Öyleyse bizde İslam'ın
hakimiyetini tesis edelim... Çünkü, İslam'ın hakimiyeti sağlanırsa devletin
başına geçen kişinin şahsi ihtirasları değil, Rabbimin Ahkamı geçerli oluyor.
Eğer Rabbirnin Ahkamı geçerli olmazsa devletlerin başına gelecek olan
şahısların ihtirası gündeme gelecektir. Tabii ihtiras ve şahsi mes'eleler araya
girdiği zaman da harpler kaçınılmaz bir hal alacaktır.
Kafirler, yukarıda da
izah etmeye gayret ettiğimiz gibi bizleri dinimizden döndürmek için ellerinden
gelen herşeyi yapacaklar. Peki başarılı olabilirler mi? Eğer Rabbim yazdıysa
başarılı olmaları da mümkündür. Ancak Allah (c.c.) burada bizleri tekrar ikaz
ediyor: "Kim dininden dönerse, irtidad ederse ve kafir olarak ölürse iste
onların dünyada da, Ahi-reîte de amelleri boşa gitmiştir, iste onlar Cehennemin
ashabıdır ve orada ebedidirler." buyııruluyor.
İmam Şafii
Rahmetullahi Aleyh bu Ayeti kerimeyi tefsir ederken, der ki: Eğer bir adam
dininden dönse, sonra Müslüman olarak tekrar dönerse yani tekrar Müslüman
olursa bu şahsın Müslüman iken işlediği ameller kafir olması sebebiyle
silinmemiştir, .sadece dondurulmuştur. Eğer kafirlikte devam etse ve kafir
olarak ölse idi tüm kazandığı sevapları kaybedecekti, ancak tekrar pişman olup
da Müslümanlığa döndüğünden Allah daha önce işlediği sevapları gidermez,
silmez ve tekrar o şahsın hayır hanesi işler. Bununla birlikte İmam-ı Azam Ebu
Hanife Rahmetullahi Aleyh ise Maide Suresi'nin 5. Ayetikerimesini bu ayete
teyidat olarak gösteriyor. O ayette "Kim imani inkar edecek olursa, onun
ameli boşa gider." buyuruyor. Yani kişi irşad ettikten sonra tekrar
Müslüman olsa bile eski sevapları yazılmaz ama o insan yeniden Müslüman olmuş
gibi sıfırdan başlar diyorlar.[74]
(218)
"Şüphesiz iman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad yapanlar, işte
onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
217. Ayette Müslümanların
Mekke'den çıkartıldığını görmüştük. Burada da üç grup insan var: Birincisi bu
adamlar iman ediyorlar. Sonra ne yapıyorlar; hicret ediyorlar, yerinden
yurdundan, vatanından dostlarından eşinden, ahbabından ayrılıp gidiyorlar. Bir
kısım sahabenin hanımı Mekke de kalmış ve o sevdiği hurma bahçeleri, çoluk
çocuğu, dostları yakınları, işi-gücü, ticareti dükkanı kalmış, onları bırakıp
Medine'ye hicret etmiş. Peki acaba bu insanlar ne amaçla bu zorluklara
katlanıyorlar. Bir insan uzun zaman yaşadığı, beslendiği yerden ayırabilmeniz
için çok cazip tekliflerde bulunmanız gerekir. Düşünün, mesela bir insanın bir
dükkanı vardır, Babasından kaldığı için devam edip gidiyordur. Şimdi bu adam bu
dükkanı kapatıp başka bir iş sahasına atılabilmesi için yeni işin veya iş alanının
kapatacağı işten, dükkandan daha verimli, kazançlı olması gerekir. Bunlar yani
iman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini
umarak hicret ediyorlar, Allah'ın rahmetim umarak cihad ediyorlar. Allah
(c.c.) "Allah affedici, bağışlayıcıdır." buyuruyor.
Birçok ayette, Allah
yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad eden mü'minlerden bahsedilir. Burada can
veya mal zikredilmeden sadece Allah yolunda mücadele edildiği anlatılıyor. Bu
da insanın, mü'minin sahip olduğu herşey ile cihad ettiğine işarettir: Malı,
canı, parası, diploması, makamı yani sahip olduğu herşeyi Allah yolunda
harcamak demektir bu.
Günümüzde bir takım
çok iyi niyyetli Müslüman kardeşlerimiz mesela ortaklaşa bir işletme
kuruyorlar ve diyelim ki üç kişiler ve hissenin % 30 olarak toplam % 90'ım
kendilerine alıyorlar ve geri kalanı yani %10'u da davamız için ayrılsın
diyorlar. Bunlar çok iyi niyetli olmalarına rağmen herhalde gözlerinden
kaçıyor; kârın % 90'ım kendilerine %10'unu davalarına ayırıyorlar. Halbuki Allah
(c.c.) "Canlarıyla, mallarıyla, cihad ederler." buyuruyor. Yani maim
"bu kadarı" diye herhangi bir işaret ne Kur'an'da ne de sünnet-i
seniyye de yoktur, zaruri olarak verilmesi gereken zekat vardır. Bundan sonra
gelecek olan ayetteki gibi sadaka'ya gelince o da var olanın içerisinden
ihtiyacın alındıktan sonra geri kalanının verilmesi anlamına geliyor ki
birazdan incelemeye gayret edeceğiz.
Kur'an'da müşrikleri
anlatan ayetlere dikkat edersek onların Allah'a tam olarak inandıklarını,
bazılarımızın zannettiği gibi tamamen inançsız olmadığını görürüz. Nitekim bir
Ayetikerimede bu olay şöyle anlatılır: "Onlara yeri göğü kim yarattı
desen, Allah yarattı derler." (Lokman 125). Bugünde bazı etkili ve yetkili
kişiler mesela televizyonda konuşurken "İnşaallah, Maşaallah, Allah'ın
izniyle " gibi kelimeleri kullanınca bu kişilere gıpta ile bakıldığı ve
özenildiğini görüyoruz. Ancak bunların da
Mekke müşriklerinden çok büyük farkları yoktur. Çünkü Ebu Cehil de
bunlar gibi söylüyordu ama onlar diyorlardıki "Allah var, yeri-göğü yaratmıştır,
çiçeklerle donatmıştır ama bu insanların yönetimini bizim gibi insanlara
bırakmıştır, yeryüzüne karışmaz O." İşte bu müşrikler Allah'a --yanlış da
olsa- inandıkları için mallarını ayırırlar "ve "Şu Allah'a şu da
putlarımıza " derlerdi, (En'am 136). Bizim Müslüman kardeşlerimiz de -çok
iyi niyetli olmalarına rağmen- mallarının veya kârlarının bir kısmını
kendilerine, bir kısmını da Allah'a ve Allah yoluna ayırıyorlar, ancak bu,
dediğimiz gibi yanlıştır, Müslümanm malı gerektiği zaman ve yerde tümüyle
Allah yoluna adanmalıdır. Allah (c.c.) "Allah yolunda canlarıyla,
mallarıyla cihad ederler." buyururken belli bir oran belirtmiyor ve hemen
sonraki ayete bakıyoruz:[75]
(219)
"Senden içki ve kuman sorarlar. De kî: "O ikisinde hem büyük günah
hem de insanlar için faydalar vardır. İkisinin günahı ise faydalarından daha
büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Artanı. Allah böyleee
ayetleri size açıklar, umulur ki düşünürsünüz."
Bu ayet,içki hakkında
ilk nazil olan ayettir. Daha içki yasaklanmamış, yalnız soruluyor: "Ya
Resulellah bu neyin nesi? İçiyoruz biz bunu, kendimizden geçiyoruz,sarhoş da
oluyoruz. Abuk subuk laflar ediyor, hatta kavgalar bile ediyoruz, bu nedenle
Eşimize çocuklarımıza iyi davranmıyor, içki yüzünden komşularımızla kötü
olabiliyoruz, deliler gibi sokaklarda bağırıp çağırıyoruz."
Buna cevap olarak inen
ayette içkinin faydasından da bahsedilmiş. Tefsirler başlıca faydasının ticari
açıdan olduğunu yazarlar. Mesela Fransa'nın ihracatının büyük bir kısmını
bugün içki ticareti oluşturmaktadır. Ayrıca tefsirlerde diğer bazı
faydalarından bahsederken insanı uyuşturduğundan, çakırkeyf hale getirdiği
böylece dertlerini unutturduğu, hazmı kolaylaştırdığı belirtiliyor. Faydaları
bunlar!!! Evet faydası var, Kur'an çok az bir fayda da olsa bunu inkar etmiyor,
ama faydasının yanında günah ve zararı faydasından kat kat fazla.....
Dikkat ederseniz zaten
bu ayet-i kerime içkiyi direkt olarak yasaklamıyor, ancak bu ayetten içki
içmenin hoş olmadığını anlayan sahabelerden bir kısmı içkiden vazgeçmişler ve
"Allah'ın muradı, iradesi bizim bunu içmememiz doğrultusundadır. Bizi
uygun bir dille vazgeçirtmek istiyor" diye düşünmüşler. Diğer bir kısmı
ise henüz Allah'ın içkiyi yasak etmediğini iddia ederek hem namaza, hem cihada
hem de içki içmeye devam etmişler. Derken, bu defa Nisa Suresi'nin 43. Ayeti
nazil oluyor: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar, sarhoşken namaza
yaklaşmayınız." Bu ayetten dolayı da gene bir kısım sahabe içkiyi bırakmış
bir kısmı ise ancak içilince namaza zarar vermeyecek vakit olan yatsı
namazının kılınmasından sonra içmişler,içmeye devam etmişler. Çünkü yatsı
namazından sonra içki içip de yattıklarında sabah namazına kalktıklarında
sarhoşlukları kalmıyordu,dolayısıyla bunun için de içkiyi içmeye devam ediyorlardı.
En son olarak da Maide
Suresi'nin 90. Ayeti nazil olmuş ve içki ve kumarın kesin olarak haram
olduğunu, Şeytanın insanlara öğrettiği bir pislik olduğunu haber
vermiştir.Allah bu ayette içki ve kumardan kesin olarak kaçınmamızı emretmekte,
istemektedir. Bunun üzerine münadiler Medine sokaklarına çıkarak -bugünkü
televizyon ve basın yoluyla olduğu gibi- içkinin kesin olarak yasaklandığını
ilan etmişler. Ondan sonra da sahabe ağzına bir damla bile içki almamıştır.
Zaten sahabenin büyüklüğü ve faziletli olması da buradan kaynaklanmaktadır; bir
işin haram olduğu kesinlik kazandığı anda sahabe anında vazgeçmiştir. İçki
olayında da evlerinde küpler dolusu bulunan içkileri Medine'de sokaklara
boşaltmışlardır, başka bir tevil yoluna sapmamişlardır.
İçki yasağında olduğu
gibi bazı alışkanlıkları tedrici olarak yasaklamak, ortadan kaldırmak en
sıhhatli yoldur. Kur'an da bu yoldan hareket etmektedir. Yani hemen içki
yasaklanmamış ve önce içkinin zararından bahsedilmiş, ikinci Ayeti kerimede
namaz vakitlerinde içki içilmemesi emredilmiş» ayıkken namaz kılınması,
sarhoşken namaza yaklaşılmaması istenmiş. Böyle olunca insanlar yavaş yavaş
kendilerini içki içmemeye alıştırıyorlar. Mesela sigara içenlere, sigarayı
bırakmaları için nasıl azaltmaları, birden bırakmaları tavsiye ediliyor, bu.da
ona benziyor. Ayetler de içkiyi önce azalttırmışlar, sonra da gelen kesin bir
emirle bıraktirmıştır... Yoksa insanlardan bir anda, birden,çok şey beklemek
olmaz, bu fıtrata aykırıdır.
Benim imamlık yaptığım
bir şehirde yönünü kıbleye dönmeyen bir adam vardı, zamanla namaza başladı,
şimdi bilgisi o şehrin müftüsünün bilgisinden iyidir. O arkadaşın hanımı açık
olduğu için üzülüyordu. Ben İstanbul'a geldikten sonra birgün ziyaretime geldi
ve sevinerek hanımını da kapattığını, hanımının da tesettürlü hale geldiğini
söyledi. Nasıl olduğunu sordum,şöyle özetledi: Bu arkadaş hanımını
güzelliğinden dolayı almış. Ancak kendisi namaza başladığında hanımına da
namaza başlamasını başını Örtmesini söylemiş, tabii hanımı razı olmamış. Bunun
üzerine kocası, kendisini sevdiğini ama eğer başını örter ve dini kurallara
göre yaşayacak olursa daha çok seveceğini, aksi halde sevgisinin azalacağını
ima ettirmiş, hissettirmiş bunun üzerine kadın da hiç zorlanmadan, kendi
kendine kapatmış başını ve namazına da başlamış.... Şimdi de uyumlu ve mutlu
bir çift olarak İslami düsturlar çerçevesinde hayatlarını idame ettiriyorlar.
İşte böyle gerek Allah (c.c.) olsun gerek O'nun dininin tebliğcisi
Peygamberimiz olsun her zaman tedrici usul yolunu seçmişlerdir, biz de bu usulü
kullanmaya gayret edeceğiz.
Fransa'da işçi
kaldığım zamanlarda bir Fransız kadın vardı, arkadaşlarımıza İslam'la ilgili
sorular sorarmış, arkadaşlar cevap veremiyorlar-mış, bana rica ettiler, kadınla
görüştük. Görüştük ama kadınla konuşmak, anlaşmak, dinimizi anlatmak için doğru
dürüst Fransızca konuşacak bir arkadaşımız yok. Ben de baktım ki başka çaresi
yok, Muhammed Hami-dullah'm Türkçeye de "İslam'a Giriş" diye terceme
edilen kitabını verdim ve bunu okumasını istedim. Kadın bize bu kitabı değil,
ama İslam'ı anlatan çok Fransızca kitap okuduğunu söyledi. Biz ona bildiğimiz
yarım yamalak Fransızca ile o kitapların İslam'ın yayılması için değil
engellenmesi için yazıldığını asıl okunması gereken kitabın bu olduğunu izah etmeye
gayret ettik.... Neyse, 1 ay sonra tekrar görüştük. Kitabın altını çizerek ve dikkatle
okumuş, çok beğenmiş. Diğer kitaplardan çok farklı olduğunu söyledikten sonra
bu defa rahatsız olduğu konuları bize anlatmaya başladı.... Dedi ki sizin
itikadı ve imani mevzularınızı kabul ediyorum ama sizin dininizde domuz etini
yemek yasakmış, ben ise domuzu çok seviyorum, şimdi ne yapayım. Gene yarım
yamalak bildiğimiz Fransızca ile ona dedikki; Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde
"Namaz inhanı kötülükten alı-koyar." buyuruyor. Yani sen samimi
olarak Müslüman ol, namazını kıl, ama haram olduğunu bilerek de domuzu yemeye
devam et, înşaallah göreceksin o samimiyetle kıldığın namaz seni kötülükten
alıkoyacak ve zamanla kimse zorlamadan domuz etini de terkedeceksin. Nitekim
inanarak, içinden gelerek iman etti, namazını kıldı ve çok uzun olmayan bir
süre sonra domuzu ve tüm kötülükleri de bırakarak Müslüman hanımların kolayca
danışabileceği bilgili bir Müslüman oldu çıktı.... Yani bir şeyin mesela burada
domuz etinin haram olduğu bilerek yapmak başkadır, bir de hem o kötülüğü
işlemek ve hem de haram olduğunu bilmemek veya helâl kabul etmek başkadır,
bunlar birbirinden ayrı ayrı şeylerdir.. Çünkü , biri günahı gerektirirken,
diğeri küfrü, imansızlığı gerektirir. Bizler de Allah (c.c.)'ün metodunu yani
tedrici metodu uygulamakla görevliyiz, insanlara İslam'ı böyle
anlatmalıyız.Bazı kardeşlerimiz diyebilirler ki: "O zaman Kur'an peyderpey
nazil oluyor emirler indikçe, Müslümanlar için hüküm haline geliyordu, şimdi
ise Kur'an tamamlanmıştır, biz tüm Kur'an'dan ve emir ile yasaklarından
sorumluyuz." Bu iddia doğrudur, ama mesela size bir kafir gelse ve bana
İslam'ı anlat, Öğret dese siz ne yaparsınız? Ona peyderpey öğretirsiniz değil
mi? Bu da böyle.... Yani evet bir anda "Kur'an'a iman ettim" diyor,
ama bir anda bunların yani Kur'an'daki emir ve yasakların hepsini uygulanmasını
istemiyorsunuz.
İngiltere'de olmuş
olan bir olayı sizlere aktarayım. Mesela adam Müslüman oluyor ve o gün namaz
kılacak, bununla birlikte ezberinde bir Kur'an Ayetide yok. Ne yapacak? Mesela
İhlas Suresi'ni karşılarına alıyorlarmış ve namazda onu okuyorlarmış.
İlmihallere bakarsanız bu caiz değildir, doğru caiz değil ama bu yeni Müslüman
olan adam ben namazı geçirmek istemiyorum kılmak istiyorum demiş ve bunun
üzerine İngiltere'deki Müslüman kardeşlerimiz de okuyacağı sureleri adamın
namaz kıldığı yerin karşısına koymuşlar ve adam onu okuyarak namaz kılmış.
"Sana ne kadar
infak edeceklerini sorarlar." Allah (c.c.)1 Rasulullah'a sorulan soruya
cevap veriyor: "De ki: İhtiyaçtan fazlasını infak edin."
.
Mesela sizin evinizde
bir çuval şekerle, bir çuval un var ve çok büyük bir kıtlık yaşanıyor..,.. Siz
evinizde rahatça bu erzakları yiyebilir saklayabilir misiniz? Sağda, solda,
altta, üstte komşularınız açken bunu. yapamazsınız.... Ayeti kerimede işaret
olunduğu üzere ihtiyacımızdan fazlasını infak etmek gerekiyor.. Tabii bu
nafile ibadet olan sadaka için geçerli birşey... Farz olan zekat için ise ölçü
40/1'dir.... Peki bundan fazlasını verebilir miyiz? Evinizin, çoluk
çocuğunuzun ihtiyacının dışındakiler! vermek dinimizin tavsiye ettiği en büyük
iyiliklerden birisidir, en güzel ibadetlerindendir. Bunun dışında öyle bir
şirket kuralım ki, bu şirketin işleteceği şu şu dükkanların gelirleri islam
için, şu dükkanların gelirleri de ortaklar için dersek bu doğru değildir,
yanlış bir yoldur. Asıl olan tüm dükkanların, işletmelerin gelirlerinin
ortaklar arasında bölüşülmesi ve ama gerektiğinde, lazım olduğunda,
istendiğinde de gerekirse tüm mallarımızı bir kısmını değil tümünü- İslam
yolunda harcamaya, vermeye hazır olmalıyız.
"İşte Allah sizin
için ayetlerini böylece açıklar. Ola ki düşünürsünüz." Allah (c.c.) önce
bizlere müşriklerin menfi propagandasını anlattı, sonra mü'minlerin imanını,
hicretini, cihadını, ardından içki ve kumarın zararı ile infakı anlattı. Zaten
ileride de gelecek Bakara Suresi'nin 260 ila 274. ayetlerinde hem cihad ve hem
de infak ayetleri ardarda gelir ve bu ayetler 3 sayfa tutar. Bu ayetlerin de
birbirleriyle sıkı bağlantısı vardır.[76]
(220)
"(Umulur ki) Dünya ve Ahiret hakkında (düşünürsünüz). Sana yetimleri de
sorarlar. De ki: Onları yararlı hale getirmek haysrdır. Eğer onlarla
karışırsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgunculuk yapanlarla
düzeltenleri bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah
güçlüdür, hüküm sahibidir."
Kur'an-ı Kerim'de
yetimler hakkında birçok ayet vardır.... Mesela Nisa Suresi'nin 10. ayetinde
yetimlerin mallarını haksız yere, zulmederek yiyenlerin karınlarına ateş
doldurdukları belirtilir. En'am Suresi'nin 150. Ayeti ile İsra Suresi'nin 34.
ayetinde "yetimler ergenlik çağma gelinceye kadar mallarına ancak iyi bir
şekilde yaklaşınız" yani İslam'ın koyduğu kurallar içerisinde yaklaşınız,
buyuruluyor. Sahabeler bu ayetleri okumuşlar ve Efendimiz'e soruyorlar: Ya
Resulellah! Bende yetim ve yetimin malı var. Kendisi yönetecek durumda değil,
ben yönetiyorum yani velilik veya vasilik yapıyorum, dolayısıyla da bu malı
çalıştırıyorum. Böyle olunca da mesela onun hurma bahçesinde bazen hurma
yediğim oluyor. Ama Ayette yetim malı yiyen karnına Cehennem ateşi doldurmuştur,
diyor, ancak bundan kaçınmak mümkün değil, ne yapsam? Allah (c.c.) cevap
veriyor: "Onlar için ıslah, yani işlerini düzeltme sizin için daha
hayırlıdır. Eğer siz onlarla karışırsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah
bozgunculuk yapanla, düzelteni bilir." Yani Allah her ikisini de bilir:
Yetimin malıyla kendi malını iyi niyetle veya kötü niyetle kimin karıştırdığını
ve karıştırış gayesini iyi bilir! Mesela kişi yetimin malını gözetirken,
yönetirken onun malından da öğle yemeğini yedi, hiçbir art niyeti yok, bu günah
değildir, Allah (c.c.) buna izin vermiş ama adam yetimin malını yönetirken,
kendi malımı verniyeyim de yetimin malını yiyeyim derse Allah bunu bilir ve
bunu zaten bozguncu olarak niteliyor.
Yetim ise babası ölmüş
ve henüz buluğ çağına ermemiş erkek veya kız çocuğuna derler. Eğer baba hayatta
olmakla birlikte kaybolmuşsa veya çocuklarına bakmıyorsa, bu çocuklar da
hükmen yetim sayılır. Bunların malları topluma emanet edilmiştir. Dedesi,
amcası gibi en yakın kişiler onun mallarına veli veya vasi olurlar, bunlar da
yoksa İslam Devleti onun vasisidir. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) "Velisi
olmayanın velisi benim (İslam Devletidir)." buyurmuşlardır[77].
İslam Devletinde herkesin mal, can,mesken emniyeti, devlet tarafından garanti
edilmiştir.
Bu Ayeti şöyle de
yorumlayabilir, tefsir edebiliriz: Mesela Kur'an Kursları veya İmam-Hatip
Liseleri var, yatılı, buralarda 150-200 talebe için yemek çıkıyor. Tabii orada
yemeği yapan veya çalışan da yemekten yiyor, acaba bu haram olur mu? Eğer o
kişi dışarda yemek yemeye gitse, belli bir vakit kaybı olacak ve belki o kursun
veya lisenin işleri kalabilecektir, dolayısıyla kötü niyetli artniyetlr
olmamak şartıyla oradan yemek yemek haram olmaz. Ancak eğer bu yemekten evime
de götüreyim, ailem de, çoluk çocuğum da yesin derse işte bu haram olur, çünkü
burada artniyet vardır.
"İfsad edenle,
ıslah edeni Allah bilir." Yani bozguncuyla düzelteni Allah bilir ve
onların içlerine göre onlara muamele eder.
"Allah dilemiş
olsaydı sizin işlerinizi zorlaştırırdı." Ama, "Allah sizin için
kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil."[78] Din
kolaylıktır, zorluk değil. Allah bu işinizi de kolaylaştırmak için onların,
yetimlerin malları ile mallarınızı karıştırmada sizin için bir sakınca
yaratmadı. Diyelim ki yetimin babasından kalan 1 milyonu sizin de 9 milyonunuz
var yetimin parasıyla karıştırıp bir işyeri açıp bunun 10/1 yetime 10/9
kendinize olacak şekilde iş yapabilirsiniz. Baliğ olduktan sonra da yetime
malını teslim edersiniz, kendi malınızla ayırırsınız. Yani mallarınızı
karıştırmanızda bir zorluk ve sakınca yok ama ayrı tutarsanız zorluk vardır.
"Allah herşeye
gücü yetendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Günümüzde kanunlar yetim
malına fazla^ riayet etmemektedirler. Meselâ yetimin 1 Milyonu varsa bunu
bankaya yatırıyorlar ve yetim 18 yaşına geldikten sonra diyelim ki 15 sene
sonra yetime faizleriyle birlikte veriyorlar. Ama tabii bu faiz parayı
korumuyor. Aslında böyle yapılacağına o para bir ortaklığa yatırılabilirdi, ama
faize yatırılarak, bankanın parayı yemesi ve dolayısıyla da erimesine göz
yumuyorlar ki bu da yetimin hakkını yemenin bir türüdür.[79]
(221)
"Putperest kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. İman eden bir
cariye, putperest bir kadından -bu putperest her ne kadar hoşunuza gitse de
daha hayırlıdır. Putperest erkekleri iman edinceye kadar nikahlamayın. İman
eden bir köle, putperest bir erkekten bu sizin hoşunuza gitse de- daha
hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle Cennete ve mağfirete
çağırır. O ayetlerini insanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret
alırlar."
Bu ayet müşrik
kadınlarla evlenmeyi, Müslüman erkeklere yasaklamıştır. Alimlerimiz
"müşrik (putperest) kadınlar" ifadesinin Hristiyan ve Yahudileri
kapsamadığını söylerler. Çünkü Maide Suresi'nin 5. Ayetike-rimesi ehl-i kitap
kadınlarla evlenmeye ruhsat vermektedir. Bu ayet de onu tahsis etmiştir,
müşrikler içinden ehl-i kitap olanlar istisna edilmiştir. Buna göre Müslüman
erkekler Yahudi veya Hristiyan kadınlarıyla evlenebilirler. 4 mezhebin fetvası
da bu şekildedir.Müşrik kadınlardan kasıt o zaman için ineğe, puta, Budaya,
ateşe v.s. ye tapanlar. Bugün ise ben ko-ministim, ben ateistim diyenler bu
kategoriye dahildirler. Yani böyle inancı olan bir kadınla evlemek haramdır.
Bununla birlikte bir Hristiyan veya Yahudi kızla evlenebilirsiniz.
Dinim, iman eden bir
cariyeyi, putperest ama güzel, ve alımlı bir kadından daha üstün tutuyor;
dinimin cariyeye verdiği değere bakınız! Evet dinim kölelik ve cariyeliği kabul
etmiş ama bunun toplumun bir alışkanlığı olduğu için hemen terkedilemeyeceğini
kabul ettiğinden dolayı, başka bir yola giderek, en büyük sevabın cariye ve
köle azad etmek olduğunu da sık sık tekrarlamış tu. Yapılan bir araştırmaya
göre Peygamberimiz ve ashabının azad ettiği köle sayısı 60 bin kadardır.
Bunların içinde Efendimizin azad ettiği köle ve cariye sayısı 63 tane....
Neredeyse yaşı ile orantılı, yani her yıl 1 köle azad etmiş sanki....
Günümüzde köleyi insan
saymayan medeniyet nerde, köleyi, cariye
yi müşrik bir kadın ve müşrik bir erkekten üstün tutan dinim nerde...
Ayetler müşrike
kadınlardan bahsettikten sonra müşrik olan erkeklere yöneliyor: "Müşrik
erkekler ile de kadınlarınızı nikahlamayınız, iman edinceye kadar." Müşrik
bir erkek Müslüman bir kıza talip olmuş. Makamı, mevkii, maaşı, yakışıklılığı
ne derecede olursa olsun, iman edinceye kadar kızımızı ona vermeyeceğiz. Hatta
Müslüman Hanımefendilerin bırakınız müşrik erkekleri, ehl-i kitap erkeklerle
evlenmeleri bile caiz değildir. "Her ne kadar hoşunuza gitse de, iman
etmiş bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." Yani ateist,
komünist bir devlet başkamndansa imanlı bir köle daha değerlidir, daha
hayırlıdır. Dinim hiçbir zaman müşrikle mü'mini aynı kefeye koymaz.
Yahudiliği terkederek
Müslüman olmuş ve Muhammed Es'ad adım almış Avustralya'lı bir gazeteci
anlatıyor: "1920 yıllarında idi... Bir tren kompartımanında ben, Yunanlı
bir tüccar ve orta halli bir Mısırlı üçümüz gidiyoruz. Ben Yahudi asıllı
gazeteci olduğum için Yunanlı bana çok iltifat ediyor. Amerika'da tahsilini
yapmış ve uluslararası ticaret yapıyor, Mısırlı da orta tahsilli ama iyi
yetişmiş, ailesinden geldiği belli olan .sağlam bir İslami kültüre sahip....
Yunanlı, Mısırlıyı yüksek tahsili olmadığından dolayı muhatap olarak almıyor
ve bundan ziyade ona alçaltıcı bir
gözle bakıp bazen
hakaret vari sözleri iîe dokundurmaya gayret ediyor.....
Derken söz müsamahadan
açıldı... Müslümanların müsamahakar olmadığını söyledi, delil olarak da dedi
ki "Müslümanlar bizirn kızlarımızı alıyorlar, dinleri buna müsaade
ediyor, ama Müslüman kızlarını bizlere vermiyorlar." Mısırlı buna şu
karşılığı verdi: "Biz böyle yapmakla insanın yüceliğini, şerefini
koruyoruz. Şöyle ki: Sizin kızınız bize gelin olur, Hristiyan olarak gelir ve
bunun şahsiyeti, de dininden dolayı rencide edilmez. Çünkü biz Hz. İsa'ya da
inanırız, İncil'e de iman ederiz, imanımızın gereğidir bu. Yani sizin kızınızın
inandığı peygamber ve kitaba bizim
evimizde hakaret edilmez, hor bakılmaz, inkar edilmez.... Ama bizim kızımız
sizin evinize gelecek olursa orada şahsiyeti incinir, rencide olur. Çünkü
sizler Kur'an'a iman etmiyorsunuz, bizim Peygamberimize inanmıyorsunuz. Bundan
dolayı hergün bir bahaneyle ya Kitab'a ya Peygamberime hakaret edecek bizim
kızımızı incitecek, şahsiyetini ezeceksiniz. İşte Allah bu adaletsizliği
yasaklamak ve sizin kızlarınızın da bizde rahat edebileceğini bildiği için bu
hukuku koydu." Yunanlı tabii buna bir cevap veremedi ve susmak zorunda
kaldı."
Burada bu Mısırlı
kardeşimiz bu ayetin hikmetini böyle tefsir etmiş, keşfetmiş... Allah Azze ve
Celle birçok ayetin hikmetini bildirmemiştir bizlere. Hikmetleri bizler bulur
çıkartırız, ama bizim buluşlarımız ve tespit ettiğimiz hikmetler de bizimle ve
çağımızla sınırlı kalır. Mesela bundan yıllarca önce vaizler vaazlarında domuz
etinin trişin denen bağırsak kurduna yol açtığı için Allah (c.c.) tarafından
yasaklandığını söylüyorlardı. Pekala şimdi Avrupalı bulduğu bir ilaçla bu
kurtları yok ediyor, bu halde domuz helâl hale gelir mi? Asla! Bizler Allah'ın
ne hikmet murad ettiğini bilemeyiz. Bizim müslüman olarak vazifemiz Allah'ın
yasak ve haram dediğini ibadet ve itaat kastıyla haram ve yasak kabul etmek,
emir ve tavsiye ettiğini de işlemektir.
Gene de insanın aklına
geliyor, acaba bu müşriklerle evlenmemenin hikmeti nedir? Bunun cevabını Allah
veriyor; "Onîar sizi ateşe çağırırlar." Gerçekten bugün müşriklerin
çağrılarına bakın ya bankaya çağırırlar faiz al derler, ya fuhuş gazetelerine
çağırırlar fahişeleri tanı derler, ya köşeyi dön diye kumara ve üçkağıtçılığa
çağırırlar, yani kısaca ateşe Cehenneme davet ederler insanları...
"Allah ise selam
yurduna çağırır." Demek ki hayatımız boyunca iki davetçi ile karşı
karşıyayız: Biri Cehenneme, ateşe çağırıyor, diğeri yani Allah (c.c.) de
Cennete çağırıyor. Bizler de Allah'ın davetine icabet etmek zorundayız. Ayet
devam ediyor: "Allah kendi izniyle Cennete ve mağfirete davet
ediyor."
Hz. Ömer (R.a) bu
ayetin tefsiri ile ilgili olarak demiş ki "Ben halife isem, Müslüman
erkeklerin de ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum." Bunun
üzerine sahabeden bir kısmı "Nasıl olur? Kur'an müsaade ettiği halde sen
nasıl olur da yasaklarsın?" diye sormuş. Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı
vermiş: "Siz Müslüman erkekler bu ehl-i kitap kadınlarına yani sarışın
oldukları için bunlara meylettiğinizden dolayı bunlarla evleniyorsunuz,
Müslüman kızları bekar kalıyor, evlenemiyor. İşte bunun için bundan böyle
Müslüman erkeklerin Ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum."
Aslında Hz. Ömer'in bu
fetvası özellikle bizim Avrupa'daki işçilerimiz için tekrar gündeme
getirilmeli... Çünkü adam gidiyor Almanya'ya Hollanda'ya orada sarışın
kadınları görüyor ve nasılsa caiz diyerek evleniyor, artık memleketine
dönmüyor, sadece karısını çoluk-çocuğuna nafaka olarak bir miktar para
gönderiyor ama Müslüman kadın burada mağdur oluyor.
Bir arkadaşım var
şöyle anlatırdı: «Benim dedem Ermeni bir kızla evlenmiş. Tabii kendisi işte, güçte
olduğu için Ermeni kız çocukları kendi inancına göre yetiştirmiş ve dedemin
etkisi evden parça parça silinmeye başlamış. O Ermeni olan kız, yani ninem
benim annemi öyle bir yetiş-tirmişki tam bir Hristiyan ve neticede bir
Hristiyan delikanlı ile evlendirmiş, eğer Allah hidayet verip de beni Müslüman
yapmasaydı, Hristiyan ana, Hristiyan baba, Hristiyan büyükanne, Müslüman
dedenin Hristiyan torunu olacaktım»
Yani bir eve bir
Hristiyan, Yahudi girdiği zaman, zordur, onu kontrol etmek. Sizi ateşe götürür,
çocuklarınızı Cehenneme götürür. Nitekim bunların örneklerini yazık ki çok sık
görmekteyiz. Ben güçlüyüm, Hristiyan veya Yahudi kadınla evlenirim ama onları
dinlemem, kendi dinimi yürütürüm, ben güçlüyüm diyenler kendilerini
kandırmaktadırlar. Madem ki güçlüdürler o zaman güzelliklerine,
sarışınlıklarına meylettikleri Av-rupa'lı kadınlarla değil de bu memleketin
insanı olan Müslüman anneden Müslüman babadan dünyaya gelen Müslüman aile
evladı kızlarla evlensinler. Peygamberimiz (a.s.v.) "Kadın 4 şeyi için
nikah edilir." buyuruyor: "Malı, güzelliği, zenginliği ve dini için.
Siz.dini güzel olanı tercih ediniz." Tabii dini güzel olduktan sonra diğer
özellikleri de yerinde olursa o zaman güzelin de güzeli olur. Ama öncelikle
dininin bütünlüğüne güzelliğine bakmak gerekiyor. Çünkü mal azdırabilir,
güzellik yok olabilir, soy kibİre sebep olabilir ama din daima güzelliğe
meylettirir insanı...[80]
(222)
"Sana kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki: "O bir ezadır.
Aybaşı halinde iken kadınlarla cinsi münasebetten ayrılın. Temizleninceye
kadar (cinsi temas için ) onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah'ın
size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever.
Temizlenenieride sever."
Aybaşı dediğimiz kadınların
adet görmesi olayı enaz 3 gün en fazla 10 gün sürer diye Hanefi fıkhında
belirtilmiştir. Eğer kanama 10 günden fazla olursa o aybaşı değildir, başka bir
hastalıktan dolayıdır.Yahudiler, kadın aybaşı olunca onlarla yemeklerini
ayırırlar, aynı sofraya oturmaz-larmış, aynı yatakta yatmazlarmış, hatta
odalarını bile ayırırlarmış.[81]
Yahudilerde adet bu olduğundan, Yahudilikten Müslümanlığa dönen, hidayete eren
Yahudiler İslam'ın bu konudaki hükmünü öğrenmek istiyorlar. Allah ayetle onlara
cevap veriyor: "Onlara de ki: Bu bir eziyettir. Hayız müdde-tince
kadınlardan uzak durunuz. Temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide
bulunmayın, temizlendikleri zaman Allah size nasıl emretmişse onlarla o şekilde
tekrar cinsel ilişkide bulununuz. Allah çok tevbe edenleri, çokça temizlenen
kişileri sever."
Kadın aybaşı halinde
iken, kocası cinsi temas hariç kadının diğer özelliklerinden yararlanabilir,
yani öper, okşar, kucaklar v.s. Ancak cinsel ilişkide bulunamaz. Hayız tamamen
bittiği halde kadın henüz temizlenmemiş yani gusül abdestini almamış olsa bile
cinsi münasebette bulunabilirsiniz, ama tabii yıkandıktan sonrası elbette daha
iyidir. Hanefi fıkhı cinsel ilişki için yıkanmayı vacip görmemiştir,
yıkanmadan da cinsel ilişkide bulunabilirsiniz....[82]
(223)
"Kadınlarınız size tarladır. Tarlanıza dilediğiniz gibi gelin Kendiniz
için önden (iyi şeyler) gönderin. ÂHah'dan sakının ve bilin-ki mutlaka O'na
kavuşacaksınız, Bunu mü'minSere müjdele."
Medine etrafındaki
Kaynuka, Ben-u Nadr, Ben-i Kureyza Yahudileri var. Bu insanlar diğer
komşularına göre kültürlü insanlar. Diyorlar ki: "Cinsel ilişkide tek bir
şekil vardır: Kadın altta olacak erkek üstte. Bunun dışında kadınla cinsi
münasebette bulunulmaz. Bulunulursa çocuk şaşı doğar."[83]
Mekke'den Medine'ye göç eden Mekke'li erkeklerin Medine'li kadınlarla
evlenmeleri olmuş. Tabii : Medine'li
kadınlar bu söylentilerden etkilenmişlerdir. Kadınlar sadece bu şekilde cinsel
ilişkide bulunmak istediği halde Mekke'li erkekler değişik şekillerde ilişkiye
girmek istiyorlarmış. Yani aynı yerden ama değişik pozisyonlarda yaklaşmak
istiyor karısına... Tabii kan ile kocası arasında ihtilaf olunca durumu
Peygamber Efendimiz'e arzetmişler. Efendimiz'e bu ayet nazil olmuş:
«Kadınlarınız sizin tarlamzdır. Tarlanıza istediğiniz yönden giriniz.» Yani
burada cinsel ilişkide varılacak yer aynıdır, çünkü tarla orasıdır, çünkü
tohumu değerlendirecek oîan yer kadının Ön tarifidir, arka tarafı değil. Bu
konuda gelen hadis-i şerifler de kadına arkadan yaklaşanların îivata yapmış
olduğu belirtilmiştir, yasaklanmıştır. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam
«Allah'a ve Ahiret gününe iman edçn erkekler kadınlarına arkadan
yaklaşmasınlar» demiştir, Ama ön taraftan olmak kaydıyla İstenilen pozisyonda
gelinebilir, belirli bir şekil yoktur, iki tarafın rızasıdır önemli oîan.
Dikkat ettinizmi
vallahi yatakta hanımımızla nasıl yatacağımızı, kapıyı nasıl çalacağımızı,
devleti nasıl kuracağımızı ve yöneteceğimizi öğretir bizim Kitab'mız.!!!!
"Kendiniz için
iyi şeyler takdim ediniz, Allah'dan sakınınız, iyi bili-nizki siz O Allah'a
kavuşacaksınız. Mü'minleri de müjdele...! Mü'nıinler imanlarıyla, amelleriyîe
Rabbinin huzuruna varacaklar, Rabbimle karşılaşacaklarından dolayı bu kavuşma
olayını mü'minlere müjdele diyor Allah[84]
(224) "İyilik yapmanız, (kötülükten ) sakınmanız ve
insanların arasani düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel yapmayın.
Allah işiticîdir, bilicidir."
"Vallahi anamla
bundan sonra konuşmayacağım, billahi babamla bundan gayri görüşmeyeceğim,
tallahi bundan sonra senin evine gelmeyeceğim" gibi şeyler söylemeyin,
yemin etmeyin. Çünkü burada bir hayrı engelleme bir ziyaretleşmeyi kesme olayı
var ve bunun delili olarak da engeli olarak da Allah'ı koyuyorsunuz, çünkü
Allah adına yemin ettiniz... Rabbim sakın böyle birşey yapmayın diyor.
"Allah herşeyi
işitendir, Allah herşeyi bilendir." Diyelim ki, bu yapmamanız gereken
yeminleri yaptınız. "Kardeşimle konuşmamaya, Vallahi de, Billahi de,
Tallahi de hatta evine bile gelmeyeceğime yemin ettim." Bu yemin bozulur
mu? Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bildirir ki bu yemin bozulur bozulması
hayırlıdır. Nasıl olacak bu? Yemininiz bozacak, keffaretinizi vereceksiniz ve
sanki hiç yemin etmemiş gibi hayatınıza devam edeceksiniz. Allah (c.c.)
yeminlerin ahkamını bizlere Maide Suresi 89. ayet'inde bildirmiş.[85]
(225)
"Allah sizi yeminlerinizdeki boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ancak,
kalplerinizin kasîctdiğinden sorumlu tutar. Allah bağışlayandır,
Halimdir."
Yeminlerinizdeki lağv
yemininden dolayı Allah sizi Ahirette hesaba çekmez.
Ancak, kalplerinizin
kazandığından dolayı hesaba çeker, yani iç niyetiniz esastır burada, söyleme
kastınız dikkate alınır. Allah affedicidir, Allah ilim sahibidir.
Hanefi Fakihleri
yemini 3'e ayırırlar: Yemin-i Lağv, Yemin-i Gamus, Yemin-i Münakıd....
Birşey sizin
bildiğiniz gibi değildir, ama mesela siz o olayı öyle zannettiğiniz halde
başka türlüdür ve siz bu olay böyledir, şöyledir diye yemin ettiniz, yani bir
şey sizin bildiğiniz gibi olmadığı halde siz öyle olduğunu zannederek yemin
ediyorsunuz, işte bunun için yapılan yemine yemin-i lağv deniliyor. İşte
Rabbim sizleri bu yanlış zannmıza dayanarak yaptığınız yeminden dolayı hesaba
çekmeyecektir.
Ama yemin-i münakide
dediğimiz yemin şekli böyle değildir. Çünkü bu yemin türünde vallahi şöyle
yapacağım, böyle yapmayacağım vs. şeklinde geleceğe dair yemin ediyorsunuz, bu
yemininizi ifa etmez, yerine getirmezseniz, bundan dolayı hesaba
çekileceksiniz. Ama eğer yemini yapmamanız, yerine getirmemeniz yapmanızdan
daha hayırlı ise hadis-i şerifte yeminin bozularak keffaret. verilmesi tavsiye
olunuyor, nitekim ayette de Rabbimiz "Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel
yapmayın."[86] buyuruyor. Mesela anamla
babamla konuşmayacağım, şu müslümana gitmeyeceğim, gelmeyeceğim diye yemin
etmişsek hemen yeminimizi bozup keffaretini verelim. Keffaretin şekli ve Ölçüsü
Maide Suresi'nde gelecek. Biz burada özetleyelim: Öncelikle kefaret olarak varsa,
köle azad edilecek. Ancak günümüzde bu imkan olmadığı için ikinci seçeneğe
geçiyoruz; 10 fakiri giydireceksiniz, yani elbise alacaksınız. Bunun da ölçüsü
mesela bir pantolon bir gömlek bir de ceket alınacak, tabii gücünüz
yeterse.... 10 fakiri giydirmeye gücünüz yetmiyorsa 10 fakiri doyuracaksınız,
eğer ona da gücünüz yetmiyorsa yani en son seçenek olarak da 3 gün ardarda
oruç tutacaksınız.[87]
(226)
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer
dönerlerse şüphesiz Allah bağışlayandır,
esirgeyendir."
Bu ayet Cahiliyye
dönemi Araplarının bir adetine temas ediyor. Ca-hiliyye döneminde insanlar
hemen her işe yeminle başlarlardı. Hatta bize kadar ula,şan Cahiliyye dönemi
şairlerinin şiirlerine baktığımızda görürüz ki onlar bile şiirlerine yemin
ederek başlıyorlar. Bu yemin olayı hayatlarına o kadar sirayet etmiş ki
hatta.hanımına sinirlenen "seninle münasebette bulunmayacağım, seninle
aynı yatağa girmeyeceğim" diye yeminler ederlermiş. Ama tabii bu
yeminlerde süre belirlemek serbestti. Yani Araplar mesela karısına ben sana 5
sene yaklaşmayacağım dediğinde gerçekten de 5 sene yanaşmazlarmış, yani
yeminlerini de tutarlarmış. Her ne kadar yemin eden adam karısıyla yatmıyorsa
da başka kadınlarla ihtiyacını giderdiğinden burada mağdur durumda kalanlar
kadınlar olmakta idi. Boşansa kocası boşamadığından geçerli olmuyor yani çok
mağdur durumda kalıyorlardı. İşte Adil olan Allah (c.c.) bu haksızlık ve zulmü
gidermek için mezkur olaya bir hukuki statü getirmiş. Buna göre hanımlarıyla
yatmama konusunda yemin eden kişi ne kadar süre tayin ederse etsin, bu süre en
fazla 4 ay olabilir, yani sınır 4 aydır. Bu süreyi geçemez, aşamaz. 4 ay
sonunda da talak-ı bain meydana gelir. Tekrar aileyi işlerini düzenlemeleri,
düzeltmeleri için kadının rızası şarttır yalnız. Yani diyelim ki erkek yemin
etti ve 4 ay karısına yanaşmadı, burada talak-ı bain meydana geliyor, bununla
birlikte erkek tekrar karısına dönmek istiyor, karı koca ilişkilerinin devam
etmesini istiyor, işte bu devamiyet için karısının erkeğini kabul etmesi
şarttır, kabul ederse ailevi ilişkileri devam eder, ama kadın erkeğini kabul
etmezse bu defa otomatikman boşanma meydana gelmiş olur, çünkü burada hata
erkeğindir, erkek kabahatlidir. Eğer kadın erkeğini kabul etmez ve boşanma
meydana gelirse bundan sonra Ölene kadar dul kalmak veya başka bir erkekle
evlenmek kadının seçeceği haklardandır, bu hususta şöyle şöyle yap diye kimse
kadını zorlayamaz.
"Eğer
dönerlerse" "Allah affedicidir, merhamet edicidir." Yani yemin
edenin yeminden dönmesi tercih ediliyor. Yeminden dönsün amma tabii
keffaretini de verecek. Buradan anlıyoruz ki İslam insanoğlunu boş bırakmamış
ve ağzından çıkacak her söze dikkat etmesini istemiştir.
İnsan her şeyi
söylemeyecek, vaad etmeyecek, vaad ettiyse ya yerine getirecek veya
keffaretini verecek, vaadinden dönerse bu münafıklık alametlerinden birisi
olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte iyilikleri yapmama, iyiliklere engel
olma konusunda yemin varsa bunun bozulması, yani bu vaadin yerine getirilmemesi
daha evla, daha iyidir. Bu yeminlerden mutlaka dönmelidir.[88]
(227)
"Eğer boşanmaya karar verirlerse şüphesiz Allah işiticidir,
bilicidir," Yani Allah herşey bilendir.
Bu ve bundan sonra
Allah (c.c.) 226-238 ayetler arası ki yaklaşık 3 sayfayı olduğu gibi boşanma
konusuna ayırmış. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinde
"Allah katında helâl olanların en sevimsizi boşamaktır." buyuruyor.
Yani boşanma helâl olmasına helâldir ama Allah'ın hoşlanmadığı bir olaydır.
Zaten iyi dikkat edersek Ayet-i Kerime de bize boşamamayı emretmektedir
aslında.....
Nisa Suresinin 34.
Ayetinde "Eğer kadınlar size karsı isyan etmiyorlarsa, namusunuzu
lekelemiyorlarsa, onları boşamak için yol aramayın, boşama tarafına
gitmeyin." diye emrediliyor. "Hoşunuza gitmemiş olsa bile beraber
kalmanız ilerde Allah katında çok iyi hayırlara vesile olabilir." Allah,
bu sabrınızdan dolayı,ilerde o çekilmez olan aile hayatınızı döndürüp, herkesin
özendiği bir hayata çevirebilir. Demek ki kolay kolay boşama yoluna gitmememizi
öğütlüyor Allah (c.c).
Günümüzde kafirlerin
dinimize en çok saldırdığı, sataştığı konulardan biri de boşama konusudur:
Diyorlar ki efendim islamda erkek boş ol dediği zaman kadın boş oluyor, kadın
haklan ihlaî ediliyor, böyle şey olmaz!... Kadının bütün hayatı ve geleceği
erkeğin iki dudağının arasında böyle adalet olmaz! diyorlar. Gelin görünki bunu
söyleyen imansız kesimin yetiştirdiği, 50-60 senedir yetiştirmeye çalıştığı
bir toplumvar: Eline diline gönlüne sahip olmayı bilmeyen bir toplum. Bu imansızlar kendi yetiştirdiği ve eline
diline sahip olmayan bu toplumun erkeklerini göz önüne alarak kadınların
haklarını bu erkeklere bırakamayız diyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse biz
de yani İslam da kadınların haklarını bu eline diline, gönlüne sahip olmayan
erkeklere verecek değil.......İslam'ın bu hakları verdiği erkekler, İslam
düzeninde islam ahlakıyla yetişmiş olan erkeklerdir. îslami bir toplumda,
İslam'ın terbiyesiyle yetişen bir erkek Allah'ın emaneti olarak aldığı eşini
iki dudağın arasındaki kelimelerin insafına bırakmaz. Nitekim yetkili merciler
bile-batı kanunları ile yönetilmemize rağmen- batılı kanunlarla yönetilen
ülkeler arasında en az boşanmanın ülkemizde olduğunu ve bunun neticesinin de
halkın Müslüman olmasından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Yani
Elhamdülillah , halkımıza 60 yılı aşkın bir zamandır unutturulmaya çalışılan
İslam Dini henüz halkımızın gönlünden ve hayatından silinmiş değildir, tam
tersine iyice hayatına girmeye başlamıştır. Tüm bunlardan başka gidip adalet dairelerindeki
dosyalar arasında bir anket yapılsa görülecektir ki boşanmak için müracaat
edenlerin ekserisi namaz ve orucuna dikkat etmeyen, imanı zayıf insanlardır.
Yani İslami bir devletin varlığının olmadığı bir ülke de, sistemde bile
Müslümanlar iyi-kötü, yanlış-doğru imansız kesime göre daha şahsiyetli bir
hayat sürmekteler.[89]
(228)
"Boşanan kadınlar üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar
Allah'a ve Ahirete inanıyorlarsa Allah'ın onlara rahimlerinde yarattığı
(çocuğu) gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer barışmak isterlerse bu konuda
kadını geri almaya hak sahibi olanlar kocalarıdır. Erkeklerin kadınlar
üzerindeki meşru hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.
Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır. Allah güçlüdür, hüküm
sahibidir."
Ayette boşanan
kadınların üç "kuru" beklemeleri emrediliyor, böylece iddet
beklemenin müddeti beyan edilmiş oluyor. "Üç kuruu'dan maksat Hanefi
fakihlerine göre üç hayız müddeti demektir. Kadının üç hayız-aybaşı hali geçer
ve ondan sonra iddeti bitmiş olur. Bu müddetten sonra ikinci bir koca ile
evlenebilir. Demek ki Hanefi fıkhına göre bir adam bir kadını şer'an boşadığı
zaman kadın 3 aybaşı müddeti bekler ve bu müddet bittikten sonra ikinci bir
koca ile evlenme hakkına sahip olur. 3 kuru şafîi fıkhına göre üç temizlik
müddeti manasına gelmektedir. Ancak bu küçük ihtilaf o kadar önemli değildir ve
her iki mezhebin de dayandığı haklı delilleri vardır. En fazla farkeden şey 15
günlük bir müddettir.
«Eğer boşanan kadınlar
Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorlarsa ra-himlerindeki çocuğu gizlemesinler,
gizlemeleri helâl olmaz.» Yani bir kadın boşandıktan sonra, o boşandığı
kocasından hamile kaldığını Öğrenirse bunu gerek kocasına gerek diğer
insanlara bildirmek zorundadır. Bu olay nesebin sahih olması açısından çok
önemlidir. Ayrıca bu durum ikinci bir evlilik vukuu bulduğunda rahatsızlık
vermemesi için de gereklidir. Çünkü bilindiği gibi normalde bir çocuk 9 ayda
doğmaktadır. Diyelim ki kadın boşandı ve üç ay bekledikten sonra hamile olduğu
halde bir adamla evlendi ve 6 ay sonra çocuk doğdu, hem de sapasağlam... Bu durumda
ikinci koca acaba bu çocuk benden mi diye şüphelenecek ve olmadık
rahatsızlıklar baş gösterebilecektir. Bundan ve buna benzer sebeplerden dolayı
kadın hamile ise durumu bildirmelidir, ilgili kişilere, duyur-madığı takdirde
haram işlemiş demektir. Allah (c.c.) devam ediyor:
«Eğer tekrar sulh
olmak istiyorlarsa kadının kocasına dönmesi en doğru yoldur ve en layık olanı
da budur.» Bu tür boşanmaya alimlerimiz sünni boşama derler: Gelecek olan
ayetlerde de göreceğimiz gibi Allah . (c.c.) eğer karı koca arasında bir
ihtilaf varsa boşama yoluna gidilmeden önce kadın ve koca tarafından birer
hakemin aralarını ıslah için devreye girmesini emrediyor. Eğer bu hakemlere
rağmen sulh olmaz da ille boşama yoluna gidilirse bunun sünnet olanının şu
şekilde olacağını bildiriyor alimlerimiz: Kadın aybaşını bitirip de banyosunu
yapıp temizlendikten sonra erkek onu bir talakla boşar ve bekler... İkincidir
aybaşı halinden ve temizlekten sonra ikinci talak hakkı veriliyor
kocaya.....Ama Türkiye'de yazık ki bu uygulanmıyor ve bir talaktan sonra kadın
babasının evine gönderiliyor. Fakat bu yanlış bir uygulamadır, kadının kocanın
evinde kalması gerekmektedir. Çünkü dinim evliliğin sona ermesine taraf
değildir ve fıkıh kitapları açıkça yazarlarki birinci talaktan sonra kadın gene
kocasının evinde ama ayrı odalarda ve ayrı yataklarda kalırlar. Bununla
birlikte gündüz birbirini görüyorlar, yemeklerini gene birlikte yiyorlar.
Böylece ikinci bir talak daha geçtikten sonra aynı şekilde üçüncü bir talakın
da geçmesi gerekiyor, bu da gene kadın üçüncü aybaşı halinden temizlendikten
sonra koca üçüncü defa seni boşadım diyor ve böylece üçüncü talak vaki
olduğunda iş bitiyor, boşanma gerçekleşiyor. Şimdi dikkat edilsin; erkek ve
kadın aynı evde kalmalarına rağmen odaları ve yatakları ayrı olduğu için bir
düşünüyorlar ve diyorlar ki birbirlerine bundan sonra birbirimizi kırmayalım,
üzmeyelim, gene eskisi gibi birlikte olalım ve birbirlerine sarılıyorlar, işte
bu anda tekrar birbirlerine dönmüş oluyorlar. Anadolu'da bir söz vardır: Kol
kırılır yen içinde.... Yani bütün kırgınlıklar, dargınlıklar ev içinde kalsın,
halledilebiîinirse halledilsin. Sünnete uygun olarak üç ay içerisinde üç
talağın verilişinin hikmeti bu., yani geri dönüş, yeniden bir düşünüş için üç
aylık bir zaman tanınmış oluyor.
Bir de günümüzde
Türkiye'de uygulanan beşeri hukuka bakalım: Bilindiği gibi boşanmayı düzenleyen
Medeni Kanun İsviçre'den terceme edilmiş durumdadır. İsviçre de Katolik
olduğundan onlarda boşanma yok, ayrılık vardır. Yani eğer bir geçimsizlik, bir
uyumsuzluk varsa ayrılmaya cevaz vardır ancak boşanmaya çok zor şartlar
altında izin ve imkan verilmiştir. Benim tanıdığım insanlar vardır, 15 sene
Önce boşanmak için mahkemeye başvurmuşlar ama hakim onları boşamamış da ayrı
yaşamalarına karar vermiş. Tabii her iki taraf da İslam dininin emrettiği
şekilde başkalarıyla evlenmişler ve şimdi çoluk- çocukları var, 15
yaşlarında......
Hatta öyle oluyor ki
çoğu zaman erkek evleniyor da kadın evlenemiyor ve mağdur bir halde kalıyor, ne
evli ne de bekar yani... Bu arada tabii, medeni geçinen ve kadınlara haklarını
vereceğim söyleyen insanlar da lafi dolaştırıp duruyorlar çoğu zaman bu gibi
kadınlar fuhuşhanelere düşmek zorunda kalıyorlar, sonra da oradan
kurtulamıyorlar tabii.....
Şimdi okuyacağımız
kısım ise bugün hiçbir batı hukukunda yoktur: Erkeğin kadın üzerindeki
haklarının bir benzeri olarak kadınlarında erkekler üzerinde hakları vardır.
Demek ki bundan sonra evlerinizde nasıl ki kadınlarınız üzerinde belli
haklarınız var, kadınlarınızın da sizlerin üzerinde Öyle haklarınız olduğunu
bileceksiniz ve görevler ile sorumluluklar denk olacak. İbni Abbas şöyle
diyor: "Hanımımın benim için ne kadar süslenmesini istiyorsam, ben de onun
için o kadar süsleniyorum." Bu basit gelen bir şey ise de ölçü açısından
önemlidir. îfan-i Abbas bilindiği gibi Peygamberimizin amcası ve Tercüman-ül
Kur'aadiye çağrılan âlim, fakih, müfessir bir zattır.
Demek ki ayet-i kerime
gereği kadın ve kocanın hakları karşılıklı. Bugünkü hukukta hala kadın
kocasının soyadını alır. İslam Hukukunda ise böyle bir kaide yoktur. Bugünlerde
bazı kendini çağdaş zanneden kadınlar kocalarının soy adını istemediklerini
beyan etmekteler. Aslında bu kadınlar farkında olmadan İslam'ı istemektedirler!
Çünkü İslam'da kadın kocasının evine soyunun ismini taşıyarak gelir. Sahabeyi
anlatan bir kitapta üçbin kadın sahabi anlatılır ve üçbini de babasının
ismiyle anılır, kocasının soy ismiyle değil. Dolayısıyla şimdi, ben kocamın soy
adını istemem diyen kadınlara siz aslında İslam'ı istiyorsunuz demek lazım.
Çünkü fıtrat İslam'ı istemektedir. Fıtrat İslam'ı ister ama sonradan edindiği
kültür ve çevre insanı ve fıtratını değiştirir.
"Fakat
erkekler" için kadınlar üzerinde bir derece fark vardır. Allah güçlüdür,
kuvvetlidir, hükmedendir, hükmünde hikmet sahibi olandır." Burası
günümüzde kadınların haklarını savunanlar için pek hoş görülmüyor. Ama dikkat
edilirse Allah önce erkeklerin haklı olduğu gibi kadınların da erkekler
üzerinde haklan vardır şeklinde beyan ediyor. İbn-i Kesir merhum tefsirinde bu
farklılık ve üstünlük hilkat bakımından yani bedeni güç ve otorite
bakımındandır diyor. Bunu bugünkü kadın erkek eşitliğini iddia eden kadınlar da
kabul edeceklerdir, çünkü mesela atletizmde daima erkekler derece olarak
kadınlardan üsttedirler, bokstan koşuya, yüksek atlamadan, haltere kadar.
Üstelik derece farkı olmasa bedeni üstünlük olmasa kadınlarla erkekler aynı
kategoride birlikte yarışırlardı, ama bakıyoruz ki kadınlar kadınlarla,
erkekler de erkekle yanşıyorlar....Aslında bu konuda dinimin kabul ettiği
yaymaya gayret ettiği sistem her iki cinsi yarıştırma değil, her iki cinsin
kendine göre değerli olduğunu, kabul etmek ve buna göre değerlendirmektir.
Zaten eğer hilkat bakımından mukayese yapacak olursanız, mutlaka erkekler
kazanacaktır. Ama tekrar ediyoruz ki İslam hiçbir zaman mukayese, yanş yoluna
gitmiyor, iki cinsin de kendine göre, kendi sınıfı dahilinde değerli tarafları
olduğunu beyan ve kabul ediyor. Herkes yaratıldığı doğrultuda görev yapmalıdır.
Kadın olsun, erkek olsun aklını, bedenini, bütün kabiliyetlerini bu doğrultuda
kullanmalıdır.[90]
(229)
"Boşama iki defadır (ondan sonra) ya iyilikle tutma veya iyilikle
bırakmadır. Kadınlara verdiğinizi geri almanız size helâl değildir. Ancak
eşlerin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmaları (hali
müstesna). Eğer ikisinin de Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından
korkarsınız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar
Allah'ın sınırlarıdır. O sınırları geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını geçerse
onlar zalimlerin ta kendisidir."
Rabbim, talak ikidir,
üçüncüsünde ya iyi bir şekilde onu tutacaksınız, eşiniz yine eşiniz olmaya
devam edecektir veya iyilikle onu bırakacaksınız diyor. Yani biraz önce
açıkladığımız gibi bir hayız müddetinden sonra birinci talak, ikinci hayızdan
sonra ikinci talak, üçüncü hayızdan sonra da ya iyilikle tutacaksınız veya
iyilikle ayrılacaksınız. Günümüzde Anadolu'da bu uygulama yoktur. Kadın erkek
ilk boşanmadan sonra adeta birbirlerine düşman kesilirler. Halbuki Kur'an ve
sünnet doğrultusunda yaşayan sahabelerde öyle değildir; boşandılar mı insani ve
İslami şartlar içersinde bir araya gelebiliyorlar ve babaları ve analarıyla
bile bir araya geliyor, karşılıklı insani ve İslami ilişkilerini devam
ettiriyorlar.
«Eğer boşanmışsanız,
boyadığınız kadınlara vermiş olduğunuz şeyleri geri almanız size helâl
değildir.» Kadınlara bilindiği gibi evlenmeden önce mehir verilir, boşanırken
veya boşadıktan sonra tutup da bu me-hir'i almanız helâl değildir.
Ancak Allah'ın
haklarım yani kanunlarını koruyamayacağınızdan korkarsanız o zaman geriye
alınabilir. Eğer Allah'ın bazı kanunlarını ifa edemeyeceğinize kanaat
getiriyorsamz, o zaman kadın dan bazı şeyleri geri alabiliyorsunuz. Yani eğer
kadın boşanmadan dolayı bazı menfaatler elde ediyorsa, erkek de tam tersine
bazı mağduriyetlere uğruyorsa, kadın boşanma konusunda ısrarlı ise erkeğin bir
zarara uğramaması veya zararının asgariye çekilmesi için kadının boşanmayı
temin için kocasına bazı şeyleri vermesinde günah ve mahzur yoktur. Ancak tabii
bu hallerde kabahat kadında olduğu gibi gerekirse boşanmayı kadın istemelidir.
«Kim Allah'ın
sınırlarını aşarsa-kadın veya erkek iste onlar zalimlerin ta kendileridir.»
Dinim boşanmanın son çare olması, boşanmanın Önlenmesi için elden gelen her
türlü yolu gösteriyor ve tedbirini alıyor. Buna ilişkin ayetleri înşaallah
Nisa ve Talak Surelerinde göreceğiz. Ama ille de boşanmaya karar verilmişse
yukarıda da geçtiği gibi ikinci talak geçecek ve üçüncü talak dan sonra
iyilikle salıverecek.
Diyelim ki salıverdi
ve ama sonradan pişman oldu tekrar o kadınla evlenmek istiyor.. İşte orada
dinim bir incelik, bir özellik getirmiş... Kadın başka bir erkekle evlenip
boşanmadan ilk kocasına helal olmaz, imansızların "Hülle ayeti"
yaymaya gayret ettikleri ama herşey gibi yanlış olarak anlattıkları hülle işte
budur. Yani kadm ilk kocasından boşandıktan sonra tekrar o kocaya dönebilme
hakkını ancak başka bir erkekle evlenip, o erkek onu boşadıktan veya o erkek
öldükten sonra kazanıyor. Yani dinim, birdefa karısını boşayan bir daha o
kadını alamaz diye birşey söylemiyor ama yukarıda özetlemeye çalıştığımız
şartlara bağlıyor olayı...Bugün dinimin ticaretini yapan bazı şahsiyetsiz ve
ama hoca geçinen insanlar Vardır, insanların bu meselelerine sözde çözüm
bulmak için hulle'yi şöyle yorumlamaktadırlar Mesela bir adam karısını üç
talakla mı boşadı. O kadını başka bir erkekle göstermelik olarak
evlendirmekteler, nikahını kıymaktalar ve sonra o adama kadını boşamasını
söylemektedirler. Adam kadını boşadığı zaman kadın da eski kocasına dönme
hakkına sahip olmaktadır. Ama bu yanlıştır, aldatmacadır. İşte bu gibi olaylara
bakan imansızlar kendi adamlarının uydurduğu bu gibi meseleleri gündeme
getirip, basın yoluyla ilan etmekteler ve doğrudan dinime küfredip, biz bu dini
istemiyoruz, sevmiyoruz diyemediklerinden şu şu uygulamasına karşıyız, şu şu
uygulaması yanlıştır diyerek dinim hakkında şüphe uyandırmaya, tereddüt
doğurmaya gayret etmektedirler. Yani kendi uydurdukları dine İslam diye
saldırıyorlar. Halbuki dinim böyle bir uygulamaya yani hülle denilen
uygulamaya kesinlikle karşıdır. Dinimiz bize demektedir ki; bak karını boşarken
dikkat et, birgün olur pişman olursun, geri dönmek istersin o zaman da bu şartı
yerine getirmen gerekir ki bu da zordur ona göre! Bu zorlağa rağmen eğer
şartlar uygun olarak yerine getirilmişse, o eski karı koca tekrar
birbirleriyle evlenebilirler buradan hareketle Hanefi Fakihleri kadın
kendisini evlendirebilir hükmünü çıkartmışlardır. Çünkü ayette şöyle buyuruyor
Allah (c.c.)[91]
(230)
"Erkek onu (üçüncü defa ) boşarsa ondan sonra kadın onun dışında bir başka
erkekle nikahlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa,
Aîlah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarım sanıyorlarsa ilk koca ile bir araya
gelmelerine onlara bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bu
sınırları bilen bir kavim için açıklar."
Kadın kendisini bir başka
erkekle nikahlayıncaya kadar ilk kocasına helâl olmaz. Demek ki diyor Hanefi
fakihleri kadın kendi başına evlenme yetkisine sahiptir. Şafii Fıkhına göre ise
evlendiremez, mutlaka kadının velisinin olması gerekliliğini şart koşarlar. Bu
hüküm birçok veli tarafından istismar edilmiştir, çünkü veli olmadan Şafiilere
göre nikah geçerli olmaz. Ama Hanefi Fıkhının getirdiği kolaylık sayesinde
mesela imansız anne ve babası olan iki üniversiteli Müslüman genç bir hocaya
giderek nikah kıydirabilmektedirler ve bu da geçerlidir.
Yeniden hülle
meselesine dönersek; Peygamber Efendimiz zamanında, adı cemile olan bir sahabi
kadın gelerek diyor ki Ya Resulellah ben kocamdan boşandım sonra da bir adamla
evlendim şimdi onunla da boşanıp eski kocama dönebilirmiyim? Peygamberimiz
sormuşlar; Bu yeni kocanla hiç birlikte oldunuz mu, cinsi münasebette
bulundunuz mu? Hayır diyor sahabi kadın. Peygamberimiz de olmaz, ille de
birlikte yatmanız, cinsi münasebette bulunmanız gereklidir buyuruyor. Hatta
aynen hadisi şerifi terceme edersek Efendimiz «kocan senin balcağizmdan, sen
de kocanın balcağızından tatmadan boşanamazsımz» diyor.... Demek ki hanımlarımıza
iyi sahip olacağız, kolay kolay boşama yoluna gitmeyeceğiz ve Allah'ın onları
bize bir emanet olarak verdiğini kabul ederek, dünyanın en değerli şeyi olarak
kabul edeceğiz. İslam Hukukuna göre kadının bırakınız kendisini, zülfünün bir
tek teli terazinin kefesine konsa, öbür kefesine de dünyanın bütün altını,
gümüşü, doları, petrolü konulsa kadının bir tek zülfünün teli daha ağır
basar..... İşte biz Müslümanlar bunu cihana duyurabilsek, şu kadın hakları
diyen kadınlara duyurabilsek sadece yeminle söylüyorum ki birçoğu İslam'a
iltica edecekler, fıtratlarına döneceklerdir.[92]
(231)
"Kadınları boşadiğınızda, iddetlerini tam almadıIarmı ya iyilikle tutun
veya iyilikle bırakın. Haddi aşmak için kadınların zararına olarak onları
tutmayın. Kim böyle yaparsa kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini
oyuncak yerine almayın ve Allah'ın size olan nimetini ve kendisiyle öğüt vermek
üzere indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan sakının. Ve bilin ki,
şüphesiz Allah herşeyi bilendir."
Bir talakla boşanan
kadın üç hayız müddeti bekler. Buda üçbuçuk ay eder. Üçbuçuk ay sonrasında yine
boşanmaya karar vermişlerse iyilikle boşar veya iyilikle aile hayatını devam
ettirir.
Aile hayatının devamı
için bütün yollar denendikten sonra boşanmaya karar verirlerse üç talakı
birden vermek bid'attır. Sünnette tarif edilenin üç hayızda üç tanesini yerine
getirmektir. Üçüncü talak üç ay sonra yapılmadan Önce umulurki eşler pişman
olurlar, birbirlerini arzularlar ve geriye dönüş yaparlar.
Kadına zarar vermek
kasdıyla onu evde tutmak yasaktır. Bunu yapan kişi kadına zulmettiği gibi
kendisine daha çok zulmetmiş olur. Bu dünyada vicdan azabı çeker, saygınlığını
kaybeder, ahirette cehennem azabına dyşerde kendine zulmeder.
Kadının boşama hakkı
yoktur ama, boşanmayı isteme hakkı vardır. İslami bir devlette hakime müracaat
ederek boşanma gerekçelerimde bildirerek boşanma isteğinde bulunabilir.
Allah'ın ayetleriyle
tanıdığı bu boşama hakkını alaya almayın. Eşleriniz Allah'ın emanetidir.
Onlara sahip olun.
Arkadaşlar! geçenlerde
bir adam geldi. Kominist olmuş, başkalarının emriyle insanlara kurşun sıkmış,
yakalanmış hapse girmiş. Hapishaneden kaçmış hanımının yanına gelmiş. Ama
hanımının kardeşleri ona zorla kardeşlerini boşatmışlar. Bu adam bana soruyor:
"Hanımım boş oldu mu?" diye Dikkat ediniz. Bu müslüman milletin
çocuklarını ateist-komi-nist yaptılar ama hanımının boş olup olmadığını hakime
değil hocaya soruyor. Bu İsviçre'den terceme edilen medeni hukuk milletin
bünyesine uymadı. Uymadığını yetkililerde gördüler ama İslam'a dönüşü şimdilik
göze alamadılar.[93]
(232)
Kadınları boşattığınızda iddetleri sona erdimi aralarında iyilikle anlaştıkları
zaman kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın. İşte bununla
içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edene öğüt verilir. İşte bu sizin için
daha hayırlı ve daha temizdir. Allah bilir, sîz bilmezsiniz.
Eşler arasında
olmaması gereken geçimsizlikler olmuşsa erkek hanımını bir veya iki talakla
boşamış ve aradan iddet dediğimiz üç hayız müddeti geçmişde, eşler tekrar bir
araya gelmeye karar vermişse siz onlara engel olmayınız.
Demekki bir iki talakdan
sonra bir araya gelmelerini engellemek yasaklandığına göre boşanmalarını
istemek dahada şiddetle yasaklanmış kabul edilir. Bazı anne ve babalar
çocuklanna "Hanımını boşamazsan hakkımı helal etmem" diyorlar. Böyle
bir istekte bulunmaya anne ve babaların hakkı yoktur. Çbcuklannda bu erme
itaat etmeye mecburiyetleri yoktu.
Eşlerin ayrılmasından
bir araya gelmeleri daha güzel ve daha temizdir. "Bu evlilik sürmez"
demeyin. Geleceği Allah bilir, siz bilmezsiniz.[94]
(233)
Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için anneler çocuklarını tam iki yol
emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyecekleri Ma'rufa göre çocuk kendisinin
olana (babaya) aittir. Herkes ancak gücünün yettiğinden sorumludur. Anne çocuğu
yüzünden zarara itilmesin. Mirascıyada aynı şey gerekir. Eğer anne ile baba
aralarında danışıp anlaşarak memeden ayırmak isterlerse onlara bir günah
yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz Ma'ruf bir şekilde verdiğinizi
teslim ettiğinizde size günah yoktur. Allahdan sakının ve bilin-ki şüphesiz
Allah yaptıklarınızı görendir.
Günümüzde müslüman
feministler veya feministler karşısında şahsiyeti ezilmişler "dinimizde
kadın çocuğunu emzirmeye mecbur değildir" diye fetva veriyorlar.
Kadın çocuğunu
emzirmeyecekde Allah kadına göğüslerini ve sütü ne için verdi? denildiğinde
"koca süt annesi tutacak"diyorlar. Peki süt annesi kadın değil mi?
Kadınlar arasında niçin ayırım yapıyorsunuz denildiğinde cevap yok.
Fıkıh kitaplarında
Nafaka bölümünde[95] «Kadın çocuğunu emzirmesi
için diyaneten emrolunur» der. Peygamberimizin hanımları peygamberimizin dört
kızı ve üç oğlunu emzirmişler. Peygamberimizin kızı Hz. Ali'nin eşi Hz. Fatıma
validemiz seyyid ve şeriflerimizi emzirmişler. Anne çocuğu sebebiyle zarar
görmemelidir. Çocuğun ve annenin nafakası babaya aittir. Anne babadan
boşanmışsa baba anneye emzirme ücretini ödeyecektir. Boşanan kadınla erkek
aralarında anlaşarak çocuğu sütten keserlerse baba çocuk için süt annesi tutar
ve ona ücretini öder. Süt annesine verilen ücrete çocuğun annesi razi olup
emzirmek isterse öz annesine verilir.[96]
(234) Sizden
ölenlerin hanımları kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu müddeti
tamamladıkları zaman onların kendileri hakkında iyi bir şey yaptıklarından
dolayı size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.[97]
(235)
Kadınlara nikahla isteyeceğinizi sezdirmek veya isteğinizi içinizde gizlemek de
size günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bildi. Sakın Ma'ruf sözün
dışında gizlice onlarla sözleşmeyin. İddet tamamlanıncaya kadar nikah yapmaya
azmetmeyin. Allah'ın kalplerinizde olanı bildiğini bilin, ve ondan sakının ve
bilinki şüphesiz Allah bağişlayandır,Halimdir. Kocası ölen bir kadın dört ay
on gün iddet bekler. Bu hüküm bütün kocası ölen kadınlar içindir. Hükmü
umumidir. Ancak Talak sûresi dördüncü ayetinde «Kocası ölen kadının iddetinin
doğuma kadar olduğunu» bildirmekle ayetin hükmünü tahsis etmiştir. Yani kocası
ölen kadın hamile ise doğumu yaptığı anda evlenebilir. Mesela kocasının
ölümünden bir saat sonra doğum yapsa hemen evlenebilir, veya dokuz ay sonra
doğum yapsa hamile iken bu zaman içinde evlenemez. Tıp ilerde ana karnındaki
çocuğun babasından nasıl etkilendiğini heryönden araştırır ve ortaya kor
kanaatindeyim.
İddetini beklemekte
olan kadınla evlenmek isteyen bir erkek o kadınla evlenmek istediğini
hissettirebilir.[98]
(236) Eğer
kadınlara temas etmeden veya milıiı terini belirlemeden boşamışsanız size bir
günah yoktur. Onları faydalandırınız. Zengine gücü oranında, fakirede gücü
oranında vermesi gerekir. Bu iyilik yapanlar üzerine bir hakdır.[99]
(237) Onlara
mehir tayin ettiğiniz halde temas'etmeden boşarsa-niz tayin ettiğiniz mehrin
yarısı onlarındır. Ancak kendisi veya nikah akdi elinde olan (veli) bağışlarsa
(mehir) gerekmez. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki
iyiliğide unutmayın, şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir.
Nikah'dan sonra
gerdeğe girmeden halveti sahiha olmadan boşanan bir kadına nikahda takdir
edilen mihrin yarısı verilir. Eğer mihir takdir edilmemişse boşayan kişinin
mali durumu gözetilerek birşeyler verilir. Bundada boşanan kadının dengi
kadınların mihri esas alınır.Mihr, boşanan kadının hakkı olduğundan hakkını
almama hakkınada sahiptir.Eşler ayrılsalar bile iyilikden, erdemden
ayrılmamaları gerekir.Boşanan eşler başka kadın ve erkeklerle evlendiklerinde
yine aile dostu olmalıdırlar. Sahabenin biri bir kadından boşandığında o kadım
alan insanla dostlukları yine eskisi gibi devam ediyordu.Zeyd (R.A.)'ın
boşadığı Zeyneb (R.A.)le peygamber efendimiz, evlendikten sonra Efendimizle
Zeyd (R.A.)'in dostluğu devam etmiştir.
Boşanan eşler! Eski
eşlerinizle geçen iyi günlerinizi hatırlayın İslam, kardeşliğini devam ettirin.[100]
(238)
Namazları ve (özclliklc)dc orta namazı koruyunuz. Gönülden boyun eğerek Allah
için kıyam ediniz.[101]
(239) Eğer
korkarsanız yaya yahut binekte iken (kılın.) Güven içinde olduğunuzda size
bilmediğinizi öğrettiği gibi Allah'ı zikredin.
İnfak, cihad, hicret,
yeminler, evlenme, boşanma konulan anlatıldıktan sonra hemen namaza geçiliyor.
Boşamayla Namazın ne ilgisi olabilir? demeyin. Kur'an-ı iterimide çağdaş kitap
yazma metodlarıyîa değerlendirmeyin.
Çiçekle güneş arasında,
Bülbülle seher yeli arasında ilişki olduğu gibi cihat, nikah, namaz ve diğer
emir ve yasaklar arasındada birbirinden kopmaz ilişkiler vardır.
Fabrikanın motorları,
çarkları, bilyelerinden, elektriğin sigorta teline kadar hepsinin birbirine
olan bağları sonunda iş ürettiği gibi, Güneş ay, deniz, yıldız, çiçek, böcek,
hava su, toprak ve gökyüzünün birbiriyle olan münasebetiyle hayat güzelleştiği
gibi insanı kuşatan bütün bu sosyal münasebetlerin yanısıra, namazda
diğerlerinden ayrılmaz en önemli bir parçadır. Namazsız bir hayat tam
sayılmaz.
Rabbimiz Nisa
suresinin 102 nci ayetinde harp halinde namazın nasıl kılınacağım tarif eder
Rabbimiz. Yani en zor anda bile namaz kılınacak.
Özelliklede orta
namazı olan ikindi namazını koruyunuz. Ahmed'in Müsnedi 1/79-81-122, Taberi
2/345, Buhari K. Salat, Müslim K. Mesacid ve diğer hadis kitaplarında Hendek
günü müşrikler peygamber efendimizi ikindi namazını kılmaktan alıkoymuşlar.
Efendimiz ikindi namazını akşamla yatsı arasında kılmış ve «Allah onların
evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun bizi orta namazımızdan alıkoydular,
meşgul ettiler» buyurmuş. Bu hadise dayanarak alimlerimizin çoğunluğu orta
namazını ikindi namazı olarak kabul etmişler.
Allah için kıyam
ediniz. Allah için namazınızı dosdoğru kılınız manası anlaşıldığı gibi, Allah
dinini ihya için kıyama kalkınız manasıda anlaşılır.
Zaten topyekün bir
millet namazını cemaatle kılmaya başlasa bu bir kıyamdır. Bazı güçler bunu
bildikleri için devletin önemli yerlerindeki namaz kılan memurlara iyi gözle
bakmamaktalar.[102]
(240) Sizden
hanımlarını geride bırakarak ölecek olan evlerinden çıkarılmadan yılına kadar
faydalanmasını vasiyet etsin. Eğer hanımlar kendiliklerinden çıkarlarsa onların
kendi yaptıkları iyi işlerden size günah yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir.[103]
(241)
Boşanan kadınların Ma'ruf bir şekilde faydalanmaları vardır. Bu Muttckiler
üzerine bir hakdır.[104]
(242)
Aklınız ersin diye Allah ayetlerini işte böyle açıklar.
Ölüm anında bile geride
bıraktığı eşinin dünyevi mutluluğunu düşünmesi tavsiye ediliyor.Nisa suresinin
12 nci ayetinde kocası ölen eşin mirasdaki payı bildirilmiştir. Bu ayette
miras dışındaki vasiyettir. Bir kısım alimlerimiz Bakara suresinin 234 ncü
ayetiyle, bu ayet neshedilmiştîr, "varise vasiyyet yoktur" hadisi
buna işarettir, demişler.
Kadın iradesinde
hürdür. Dilerse kocanın vasiyyetine uyar ve kocasının evinde bir sene kalır.
Dilerse hemen o evden çıkar gider. Kocanın va-siyyeti veya isteği kadını
bağlamaz.
Boşanmış kadınların iddeti
bitinceye kadar nafakaları boşayan kocaya aittir. Mütteki bir mümin,
üzerindeki bu hakkı boşadiği kadına vermekte zorluk çıkarmaz.[105]
(243)
Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları
görmedinmi? Allah onlara "ölün" dedi. Sonra onları diriltti. Şüphesiz
Allah insanlara karşı fazi (ihsan) sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmez.
Boşanmış kadının
nafakasının iyilikle verilmesini öğreten ayetten sonra ölüm korkusu nedeniyle
yurtlarını terkeden korkaklar sürüsüne korkunun ecele faydasının olmadığını anlatıyor.
Nisa suresinin 78 nci
ayetinde «Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, isterseniz yüksek burçlarda
olunuz yinede ulaşır.» Ölüm korkusuyla cepheden kaçanları düşman kovalayarak
gelir evinde yakalar kaçan kişinin kendisine kabrini kazdırdıktan sonra onu
öldürür ve kabre koyuverir.
Halid bin Velid bütün
harplere katılıp vücudunda kılınç, kalkan, mızrak, ok yarası olmadık
yer'kalmadığı halde yatağında Ölmüştür. Amr ibni Hişamın haber verdiğine göre
Uhud günü sabah müslüman olup kuşluk vakti şehid olan Amr bin sabit bin Vakş
üzerinden bir vakit geçmeden bir vakit namaz kılamadan şehit olmuştur, yani
eceli gelen gidiyor.
Beni israilden bu
korkak toplumu topluca Öldürüp sonra dirilten Rabbimiz onlara ölümün Allah'tan
olduğunu ecel gelince kaçmanın fayda vermeyeceğini anlatmıştır.[106]
(244) Allah
yolunda harp ediniz Biliniz ki Allah işitendir, bilendir.
Batılı kafirlere yaranmak
için dinimiz ancak savunma harbi yapmıştır" diyenlerin kulaklarına küpe
bir Ayetikerime.
Müslümanlar savunma
harbi yapmışlarsa Kudüs'de İran'da Azerbaycan'da ne ararlarmış. Ashap çölden
çıkmasaydı, Bizanslılar ve İranlılar çölü geçip de Mekke'ye Medine'ye
gelemezlerdi.
Ama bu islam dini
yeryüzünde fitnenin, zulmün, işkencenin kalkmasını istiyor.Dinim yumuşaklığı
emreder ama su gibi yumuşaklıkdan anlamayan demir gibi sert imansızları önce
ateşle yumuşatıp sonra çekiçle adalet kalıbına dökmek müslümanlann görevidir.
Lokman suresinde
"şirk enbüyük zulümdür" buyurur. Şirkin hakimiyetine son vermek
demek yeryüzündeki kan, gözyaşı ve alınterinin haksız dökülmesini önlemek
demektir.[107]
(245) Verene
katkat artıracağı borcu Allah'a kim verir? Allah hem darlaştırır, hem
bollaştırır. Ona döndürüleceksiniz.
Bir tek çiçek tohumu
toprağa düşer, toprak onu çimlendirip çiçeğe dönüştürüp insanların önüne
sunarsa Allah'da o çiçeğin bir tanesini bin tane yapıyor.Veren yaşıyor,
vermeyen kuruyor. Veren meyve ağacını, sahibi sula-yıp bakıyor, vermeyenleri
kesiyor.Borç para verme müessesesini devam ettiriniz. Paranızın enflasyonla
değeri düşer zarar ederseniz o zaman borç para vermek üzere altın alınız ve
altınlarınızı borç olarak veriniz.[108]
(246)
Musa'dan sonra İsrailoğullarınin ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar
peygamberlerinden birine "Bize bir Melik (komutan) gönderde Allah yolunda
savaşalım" demişlerdi. O'da "size harp farz kılındığında ya harp
etmeyi verirseniz" dedi. Onlar "Biz Allah yolunda niçin
harbetmeyelim. Biz yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarıldık" dediler
.Harp kendilerine farz kılınınca az bir kısmı dışındakiler yüz çevirdiler.
Allah zalimleri bilir.[109]
(247)'Peygamberleri
onlara «Allah Talût'u size melik olarak gönderdi» dedi. Onlar «O bizim
üzerimize nasıl melik olur? Biz Melıkliğe ondan daha layıkız ve ona makamda
bolluk verilmemiştir.» Peygamber «Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim
ve vücudca üstünlük vermiştir. Allah mülkü dilediğine verir. Allah (in rahmeti
mülkü kudreti) geniştir, bilendir» dedi.[110]
(248)
Peygamberleri onlara şöyle dedi: Gerçekten onun Melikli-ğinin delili size
Tabut'un gelmesidir. Onda Rabbinizden bir gönül rahatlığı Musa ile Harun
ailesinin geriye bıraktıklarından vardır.Onu melekler taşır- Eğer iman
etmişseniz bunda sizin için delil vardır.
Kur'an-ı Kerimin
mesajı evrensel olduğundan olayların yeri, tarihi ve tarihi şahıslardan fazla
bahsetmez. Ancak onların neleri nasıl ve niçin yaptıklarından bahsederek
bizlere örnek verir.
İsrailoğulları birgün
peygamberlerine müracaat ederek düşmanlarıyla harp etmek üzere kendilerine bir
yönetici komutan tayin etmesini isterler. Peygamber de onların zayıf
karakterlerine dikkat çeker. Onlar komutanın sözünü tutacaklarına söz verince
Talut'un Melik olarak atandığını bildirir.
Ayette
geçen"Melik" kelimesinden hareket ederek Laikliğe Kur'an-dan dayanak
arayanlar bilsinlerki 246 ncı ayetin başında ifade edildiği gibi Talut'u tayin
eden peygamberdir. Önada Talut'u işaret eden Allah (c.c.)dır.
Peygamber herşeyiyle
duruma hakimdir. Devletle risaleti birbirinden ayırmamışlar.
Günümüzde heyecanla
hareket eden birçok insanımızda "Biz niye harbetmeyelim? Madenlerimiz,
mahsullerimiz, kültürümüz, namusumuz, dinimiz imanımız, yağmalanıyor. Bu
hocalar bize ne zaman harp fetvası verecek?" diyorlar.
Kılınan kırk adını
öğrenen ilim adamlarımızda "Bekleyin, sıkın dişinizi, zamanı değil yakayı
ele vermeyelim, çaktırmayalım, saman altından su yürütelim." diyorlar.
Kılına görüncede bayılıyorlar.
Ben derim ki: İlimle
heyecan içice olmalıdır. Elmanın kokusunun, tadının, gıdasının içice olduğu
gibi. Heyecansız ilim kurudur. İlimsiz heyecan koftur.
Peygamber varisleri
halkının ilmi dirayetinin medeni cesaretinin ne kadar olduğunu iyi bilmeli,
içimizde dönekler var diyerek cihaddan vazgeçmemeli, çoğunluk davadan dönse
bile samimi az bir topluluklada hedefe varılabilir.
Peygamber
İsrailoğullarının başına Talut'un komutan olarak gönderildiğini bildirince
ekonomik gücü elinde tutanlar buna itiraz ediyorlar. Ekonomiyi yönlendirenlere
layıktır bu görev diyorlar.
Rabbimizde bu iş için
önce ilmi dirayetin sonra bedeni kabiliyetin olması gerektiğini, Talut'tada bu
ikisinin toplandığını bildirir.
Günümüzde İslam ahlakı
ortadan kalkınca ekonomik gücü elinde tutanlar yahudilerin dediklerini aynen
uyguluyorlar. Siyaseti, askeriyeyi, eğitimi kendilerinin yönlendirebileceğine
inanıyorlar.
Hatta dini bilgilerin
verildiği kurs, yurt, pansiyon, okul, dersane gibi yerlere yaptıkları yardım
oranında emirler veriyorlar. Eğer emirleri tutulmazsa yardımı kesiveriyor.
Ama bu dinin devlet
olmasını isteyenler sayılarının azlığına bakarak ümitsizliğe düşmezler. Parasal
yardımı keser diye ekonomiyi elinde tutanlardan emir almazlar. Allah'ın
rahmeti, nimeti, serveti, mülkü geniştir. O herşeyi bilendir.
Talut'un
komutanlığının delili içinde Tevrat ve Musa ile Harun (s.a.v.)un bazı giyecek
eşyası ve asası olan Tabut'u getirmesidir.
Tabut: Ağaçtan yontulmuş
kutu veya sandık'a denir.Hz. Musa'dan sonra Tevrat, asa ve bazı eşya o sandığın
içinde korunmuş. Tabut'un varlığı İsrailoğullarma güven veriyormuş.
Peygamber Efendimizin
ashabıda Efendimiz hac esnasında Mina'da traş olduğunda mübarek saçlarını ve
sakalının kesilenlerini kapışmışlar ve onları saklamışlar.[111]
Halid b. Velid harplerde Efendimizin sakalından birini başından hiç eksik
etmemiş.[112]
Yakup (a.s.)'ın
gözleri Yusuf un gömleğiyî e açılmıştır.[113]
"İbrahim'in
makamını namazlık edinin" (Bakaral25) Bütün bunlar bize Kuddüs olan Allah
(c.c.)ın gönderdiği peygamberler ve onların değerli eşyasınında kudsiyet
kazandığını gösterir.
Mescid-i Aksanın
bulunduğu şehre "Kudüs" denmeside ondandır.Kur'an da bize düşman
karşısında sükûnet vermektedir. Paniği korkuyu önleyip cesaret vermektedir.
Yeter ki zenginler parasıyla konuşmasın. Korkaklar cesaret anıtı gibi
gösterilmesin.[114]
(249) Talût
orduyla birlikte ayrıldığında askerlere: "Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla
deneyecektir. Kim o ırmaktan içerse benden değildir. Kim ondan tatmazsa O
bendendir. Ancak bir avuç avuçla-yan müstesna." dedi. Onlardan çok azı
müstesna hepsi içtiler. Talût ve beraberindekiler ırmağı geçince "Bugün
Calût ve ordusuna karşı gücümüz yok "dediler. Allah'a muhakkak
kavuşacağını bilenler ise "Nice az topluluklar Allah'ın izniyle çok
topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler.[115]
(250) Onlar
Calût ve ordusuna karşı çıktıklarında: "Rabbimiz, üzerimize sabır boşalt.
Ayaklarımızı sabit kıl. (Kaymasın, Kaçmasın.) Kafir topluluğuna karşı bize
yardım et" dediler.[116]
(251)
Allah'ıir izniyle onları bozguna uğrattılar. Davut, Calût'u öldürdü. Allah ona
yönetimi ve hikmeti (peygamberliği, zebur'u) verdi. Ve O'na dilediğinden
öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer kısmıyla savmasaydi yeryüzü
fesada uğrardı. Ancak Allah alemlere karşı fazl (lütuf ve ihsan) sahibidir.[117]
(252) İşte
bunlar Allah'ın ayetlcridirki biz onları sana doğru olarak okuyoruz. Şüphesiz
sen peygamberlerdensin.
İyi bir eğitim ve
disipline sahip olan ordular, komutanlarına güvenir ve onun emirlerine aynen
uyarlarsa başarı sağlarlar.
Talut ordusunu imtihan
ediyor. Çok fazla susadıkları bir anda nehirle karşılaşan ordusuna bu nehirden
su içmeme emri veriyor. İçenler kaybediyor, içmeyenler kazanıyor.
Helal yiyecekleri haram
kılma hakkını Allah kimseye vermemiştir. Komutan veya Mürşitlerin yaptıkları
haram kılmak değil, duruma göre geçici yasak koymaktır. Bakara 6ınci ayette
Musa (a.s.) Tih sahrasında dünyanın fethi için eğittiği ordusunu bıldırcın eti
ve kudret helvasıyla beslerken ordusu soğan, sarımsak, mercimek kabak
istemişlerde Musa (a.s.) onlara kızmış.
Komutanın emrinde
Allah'a isyan olmadığı sürece ona itaat edilecektir. Talût'un emrine uyanlar
nehri geçip Calût'un ordusunu görünce bir kısmı "Bu gün bizim Calût ve
ordusuna karşı gücümüz yetmez" demişler. Ama içlerinde hakiki iman
sahipleri tarih içinde Allah'ın izniyle nice az toplulukların çok topluluklara
galip geldiğini söylemişler. Kılınçlannı çekip harp düzeni aldıktan fîiîi duayı
yaptıktan sonra Allah'dan sabır, sebat ve yardım istemişler. Davut, kafir
komutan Calût'u öldürür, kafirler bozguna uğrar ve yeryüzündeki fesad önlenir.
Günümüzde bir kısım
insanlar kafirlerin askeri, siyasi, ekonomik ve silah gücüne bakarak
"Bizim bunlara karşı duracak gücümüz yok" diyorlar. "Kafirler
uydularıyla heryerde hazırlar ve de herşeyi görmekteler ve duymaktalar.
Silahlarıyla istedikleri hedefi en uzak yerden vururlar." diyerek
insanımızın cesaretini kemiriyorlar.
Tarih bize
göstermiştirki, Roma'nın zalim ordularını Müslüman eden Hz İsa'nın
havarileridir. Calût'un ordusunu bir avuç müslüman mağlup etmiştir.
Azlık önemli değil.
Önemli olan sabırlı, sebatlı, imanlı, kararlı, bilgili, ve cesaretli
olmaktır.Bir avuçluk yoğurt yüz kiloluk sütün içine atılınca sütü bir gecede
yoğurt yapar. Biz müslümanlar Rahmet peygamberinin rahmet ümmetiyiz. Dünya
insanının iman mayasıyız. Biz bozulmazsak bu maya tutar. Silah'ı tutan
bilektir. Bileği yönlendiren yürektir. Yüreği etkileyecek Allah kelamıda bizim
gönüllerimizde imandır. Yeter ki bu Allah kelamını kafirlerin yüreğine
ulaştıralım.
Bu ayetler bize dûa
yapmanın yolunuda öğretiyorlar. Kılıçlar çekilip harp düzeni aldıktan sonra
Allah'dan yardım isteniyor. Korkudan kapıları pencereleri kilitledikten sonra
evin içinde "Ya Rabbi düşmanları kahret" diye dûa etmek, evlenmeden
çocuk istemek gibi, Tarlaya tohum atmadan buğday istemek gibidir.
25inci ayet harplerin
niçin yapılacağımda açıklar. Yeryüzünden fesadın bozgunculuğun kaldırılması
için harp edilmelidir. Zulüm, işkence, fitne, dinden döndürme ve islam dinini
engelleme faaliyetlerini ortadan kaldırmak için harbedilir.
Hac suresinin 40 ncı
ayetinde eğer Mümin insanlar kafirleri engellememiş olsalardı Havraların,
Sinagogların, Manastırların, Kiliselerin ve Mescidlerin yıkılıp yok olacağını
haber verir Rabbimiz.[118]
(253) İşte
bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Onlardan bazısıyla Allah
konuştu. Bazısımnda derecelerini yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik,
ve onu Ruhul- Kudüsle destekledik. Eğer Allah dileseydi o peygamberlerden
sonrakiler kendilerine apaçık belgele'r geldikten sonra birbirlerini
öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi iman etti kimi kafir oldu. Allah
dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak Allah dilediğini yapar.
Peygamberleri kulları
arasından seçen Allah'dır. Onları birbirine üstün kılanda odur. Bize düşen
görev hiçbir ayırım yapmadan bütün peygamberlere iman etmektir. Bakara
suresinin en son iki ayetinde her yatsı namazından sonra okuruz ve
"Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" deriz.
Mevlana Mesnevi'sinde
peygamberler arasındaki üstünlükleri anlatırken "peygamberler aynı
kaynakdan gelen sular gibidirler sular aynı ama kaplar değişik.
Buhari ve Müslim'in
rivayet ettiği bir hadise göre bir yahudi ile bir müslüman, Hz. Musa büyüktü,
yok Hz. Muhammed büyüktü diye münakaşa çıkmış, durum efendimize bildirilince
"Beni diğer peygamberlere üstün tutmayın" demiş. Bir rivayettede
"Peygamberler arasında üstünlük yansı yapmayın" buyurmuş.[119]
İnsanlar arasındaki
harpler, darplar peygamberlerin getirdiği Allah kelamında ihtilafa
düşmelerindendir. Eğer insanlık harplere, zulümlere, işkencelere, terörlere son
vermek isterlerse insanlığı İslam'la tanıştırmaları gerekir.[120]
(254) Ey
iman edenler, alışverişin, dostluğun ve aracılığın fayda vermediği gün gelmeden
önce size verdiğimiz rızıkdan dağıtın. Kafirler zalimlerin ta kendisidir.
"Karnım tok
sırtım pek" diyenler. Rüşvetle şahsi dostluklarla haksızken haklı
çıkanlar. Aracılar eliyle köşe dönenler, bilinki kıyamet gününde alışveriş,
makam, rüşvet, aracı dostlar size fayda vermeyecektir. O gün gelmeden aklınızı
başınıza alın. Helalinden kazanın ve Allah'ın verdiklerini Allah'ın kullarına
dağıtın.
"Size nzık olarak
verdiklerimizden infak edin" buyuruyor. Demekki sahip olduğumuz herşey
Allah'ın bize verdiğidir. Hiç yokken meni olarak ana rahmine düştük. Orada ete
kemiğe dönüştük. Dünyaya geldiğimizde hiç bir şeyimiz yoktu. Anneden süt verdi.
Üzerimize elbise giydirdi. Mal mülk evlat verdi. Göz verdi gönül verdi.
Biz bu verilenlerden
başkalarımda faydalandıracağız. Verilen ilmi Öğreteceğiz, verilen malı
dağıtacağız. Allah bir insana kırk altın verdikten sonra "şu kırk altının
birini zekat olarak şu fakire, yolcuya, borçluya, mücahide ver diyor. Ama
insan cimrilik yapıyor. Malın şükrü onu Allah'ın kullarına zekat ve sadaka
olarak vermektir. Yoksa cimrilik yapıp sonrada elinde teşbihle "çok
şükür" diyenlerinki şükür değildir. Allah'ın nimetleri öyle çok ki dille
onun şükrünü yerine getirmek mümkin değil. Şair:
"Dilde kudret
nerden olsun ni"meti can şükrüne
Bin dilim olsa
yetişmez bir dilim nan şükrüne"
yani bin tane dil bir
dilim ekmeğin şükrünü yerine getiremez.
Bu dünyada
yaptıklarımızın karşılığını bulacaksınız Ahirette. Hayırsa hayır. Serse şer
bulacaksınız.
Yoksa evlatların
çokluğu ekonomik gücünüz, yandaşlarınız size hiçbir fayda vermeyecektir. Anne
babanızın, evlad ve arkadaşınızın sizden kaçacağını haber verir Rabbimiz.[121]
Maymunu yavrusuyla
beraber kazanın içine koymuşlar. Altından ateş yakmışlar. Kazan ısınınca maymun
yavrusunu kucağına almış. Ateşin şiddeti artınca ayaklarının birini kaldırıp
ötekini koyuyor. Dayanılmaz hale gelince yavrusunu ayaklarının altına koyup
üstüne çıkıyor. Herkesin can derdine düştüğü o günden sakının, nimetlerinizi
paylaşmasını bilin.
" Kafirler zalimlerin
ta kendisidir" Allah böyle buyurmuş. "Zalimler kafirlerin ta
kendisidir" dememiş. Yoksa halimiz ne olurdu. Her kafir zalimdir. Ama her
zalim kafir değildir. Kafirin zalim olduğu günümüzde apaçık görüyoruz. Amerikan
dışişleri bakanı hangi geri kalmış ülkeyi ziyaret etmişse hemen ikinci gün o
ülkede iç harp başlıyor, veya komşularıyla silahlı çatışma başlıyor. Kan ve
gözyaşı ortalığa akmaya başlayınca silah tacirleri oraya gönderiliyor ve
ellerindeki ekmek paralarını alıp silah veriyorlar.
Kendi evladını imansız
yetiştirerek elleriyle cehennem ateşine iteleyivererek insandan daha zalim kim
olabilir?
Bu dünyada çocuğunu
ateşe atıp yakan baba basında "canavar zalim baba" diye anılır.
Mahkemelerde en şiddetli ceza verilir. Peki kafir, yavrusunu cehhenneme
hazırlarken zalim olmuyor mu?[122]
(255) O
Allah'dır. O'ndan başka ilah (yaratan, yaşatan, yöneten) yoktur. O diridir. O
Kayyum'dur. (Herşeyin varlığı O'nunladir) O'nu uyuklama ve uyku tutamaz.
Göklerde ve yerdekiler O'nundur, O'nun izni olmadan şefaat edecek kimmiş? O,
onların önlermdekini-de arkalarındakinide bilir. Onlar O'nun ilminden yalnız
O'nun dilediğinden başka hiçbirşeyi kavrayamazlar. O'nun kürsisi gökleri ve
yeri Kuşatmıştır. Onların korunması ona ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.
"Ayetel kürsi"
diye bilinen bu ayet Allah (c.c.)rn zat ve sıfatlarından bahsettiği için Kur'an
ayetlerinin derece bakımından en büyüğüdür.[123]
Ayetel kürsiyi
akşamleyin okuyana sabaha kadar şeytan yaklaşamaz.[124]
İsmi a'zamı içinde
bulunduran bu mübarek Ayeti kerimeyi okuyan bir müslüman onyedi defa Allah'ı
zikretmiş olur. Allah'a hamdolsun insanımızın çoğu bu Ayeti ezberinden
okuyabilmekte ve her namazın arkasında okumaktadır. Peki ne diyoruz bunu
okurken.
Allah'dan başka
yaratan, yaşatan, ve yönetenin olmadığını, O canlılara can veren Allah'ın
haydiri olduğunu, herşeyin varlığının ona bağımlı olduğunu, tabiat kanunlarım
koyan ve o kanunlara göre yönetenin Kayyum olan Allah olduğunu söylüyoruz.
Varlığı kendindendir.
Yarattıklarına muhtaç değildir. Yaratılan bizler, Yaratan Allah'ın havasına,
suyuna, yiyeceklerine muhtacız. Ama o hiçbirşeye muhtaç değildir diyoruz.
Ibni Ebi Hatemin, İbni
Abbas'tan yaptığı rivayete göre Allah (c.c.) Musa (s.a.v.)ya eline iki cam
kavanoz almasını ve uyumadan ayakta durmasını emreder. Musa (s.a.v.)
emredileni yapar. Gecenin yarısında uyku basar. Gecenin sonuna doğru uyuklarken
ellerindeki kavanozları birbirine çarpıp kırar. Allah (c.c)buyurur: "Eğer
bende uyusaydım gökler ve yer düşer ve yok olurdu.
Biz uyurken kanımızı,
canımızı, hücremizi, yıldızları, ayı güneşi birbirine çarpmadan hareket ettiren
Allah (c.c.) uyumazda uyuklamazda.
Biz böyle inanınca
duyduklarımıza, gördüklerimize, yediklerimize, içtiklerimize, sevdiklerimize ve
sevmediklerimize dikkat ederiz ve onun emir ve yasaklan doğrultusunda hareket
ederiz.
"Göktekiler ve
yerdekiler Allah'a aittir" derken tapularımızın geçici olduğuna, bu
topraklara bir zamanlar Konstantin sahipken Fatih'in gelip elinden aldığım,
Fatih'ede kalmadığını, bizede kalmayacağını ve mülkün hakiki varisinin Allah
olduğunu kabul eder ve O'nun mülkünde yine O'nun kanunlarının geçerli olması
için çalışırız.
Allah'ın huzurunda
yalnız Allah'ın izin verdiği kişilerin şefaat edebileceğine inanırız.
Enbiya suresinin
28'nci ayetinde Necm suresinin 26'ncı ayetinde Allah'ın dileyip razı olduğu
kişilere şefaatin fayda vereceğini haber verir Rabbimiz.
Şefaatle ilgili
hadisleri inkar edenler, farkına varmadan ayeti inkar durumuna düşmekteler. Bu
kardeşlerimiz günümüzde bir kısım velilerin yahudi ayakkabıcıya bile şefaat
edip cehennemde yanmasını engellemiştir diye velilere yaptıkları iftiraya
tepki gösterenlerdir. Ama bir yanlışı reddetmek ikinci bir yanlışa sarılmakla
olmaz.
Allah, insanların
yaptıklarımda yapacaklarımda bilir, geçmişi geleceği bilir, dünyayı ve ahireti
bilir. Herşeyimiz onun bilgisi içinde olduğuna göre kontrollü hareket
etmeliyiz.
Bizim bilgilerimiz
onun dilediği kadardır. Zatı ve sıfatları hakkındaki bilgimiz Allah'ın
bildirdiği kadardır. Cennet ve Cehennem hakkındaki bilgilerimizde O'nun
bildirdiği kadardır. Keşiflerimiz dahi onun dilemesi doğru füsundadır.
"O'nun Kürsisi
gökleri ve yeri kuşatmıştır" Kürsi Türkçe'de koltuk olarak terceme edilir.
Koltuk otoriteyi temsil eder. Devlet başkanlığı koltuğuna oturmak demek ülkeyi
yönetmeyi ele almak demektir. Ancak insanların koltuğu ve otoritesi ülkeden
büyük değildir. Onun için insanlar koltuğu alıp atabilirler. Allah'ın kürsisi
kainat'ı kuşatmıştır. Yaratılmışlar ona hiçbir zarar veremezler. Hakimiyetine
mani olamazlar.
Gezip tozduğunuz her
yerde Allah'ın hakimiyetini görmek ne saadet. Çiçekler O'nun izniyle açmış,
böcekler onun emriyle uçmuş, kuşlar onun verdiği kanatlarla onun mülkünde
uçmuş. Ve siz böyle bir mekanda Allah'ın verdiği ayaklarla yürüyor, O'nun
verdiği gözlerle görüyorsunuz. Haydi bakalım böyle bir inancı taşırken nasıl
Allah'a karşı geleceksiniz.
«Gökler ve yerdeküer
ona aittir» Diye inanan insanın hatırına peki ama bunları nasıl tutar nasıl
taşır dünya kurulalıdan beri güneşin ısı ve ışığını veren yakıtı nasıl
yetiştirir? gibi sorular gelir. Rabbimiz, «Gökler ve yerin korunması Allah'a
zorluk vermez ona ağır gelmez» buyuruyor.
Biz elimize bir
kiloluk bir şey alsak öne doğru uzatsak bir saat tutamayız. Sayılarını
bilemediğimiz yıldızlan yörüngesinde döndüren birbirine çarptırmayan, bugüne kadar
getiren Allah kıyamete kadarda götürür. O herşeyden yüce ve büyüktür.[125]
(256) Dinde
zorlama yoktur. Gerçekten doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır. Artık
kim tağutu (Allah'dan başka kendisine boyun eğilen şahıs, kuruluş veya putları)
inkar edip Allah'a iman ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır.
Allah işitici-dir, bilicidir.
Bu Ayeti Kerimenin
"Dinde zorlama yoktur" bölümünü imansızlarla amelsizlerin hepsi
bilir. Özellikle ateistler Kur'andan yalnız bu ayetin bu bölümüne inanırlar. Ayetel
Kürsi de Rabbimizi zatı ve sıfatıyla tanıdıktan sonra hak ile batıl, iyi ile
kötü apaçık çıktıktan sonra Tabancayı insanın kafasına dayayarak iman etmeye
zorlamayı yasaklar bu Ayeti kerime. Allah insanlara akıl fikir vermiş.
Peygamber göndermiş, kitap indirmiş hak ile batılı belirtmiş. Bundan sonrası
insanların hür iradeleri ile seçme işlemine kalmıştır.
İman işi, sevme işi
gibi gönül işidir. Gönül ülkesine kılıç, tabanca, atom bombası hakim olamaz.
Bir insana kendinizi zorla sevdiremediğiniz gibi zorla imanda ettiremezsiniz.
Mayın söker gibi kılıçla kafir gönlünden ateistliği, gâvurluğu söküp
atamazsınız.
Ancak Müslüman insan
İslami devletin sınırlan içinde islamın bütün emir ve yasaklarına uyması için
zorlanır. Görevini yerine getirmeyen cezalandırılır.
Müslüman bir insan
"Dinde zorlama yok" ben namaz kılmam diyemez. Askere giden adam:
"Askere giderim ama eğitim yapmam" diyemediği gibi. "Ben bir
ülkede yaşarım ama o ülkenin kanunlarına uymam " diyemediği gibi.
"Trafiğe çıkarım ama trafik kanunlarına uymam" derse cezasını kendi
çektiği gibi Müslüman oldum ama emir ve yasaklara uymam diyen ve uymayan
kişiyide islami devlet kanunlara uygun hale getirir.
Günümüzde batı hayranı
bir kısım insanımız bu ayete dayanarak "Müslümanlar İslami kendi
hallerinde, kendi devlet veya ailelerinde yaşarlar. Başkalarına İsiamı
zorlamazlar. Tarihdeki harpler hep savunma harbidir" derler. Madem savunma
harbiydide Müslümanlar Kudüs'te, Azerbaycan'da, Bağdad'da, Kadisiye'de ne
ararlardı?
' Alpaslan Malazgirtte
ne arıyordu. Kanuni Sultan Süleyman Viyana-ya seyahat içinmi gitmişti.
İspanya'da Endülüs devleti niçin kurulmuştu. Bakara suresinin 193 ncü
ayetindeki "Fitne (dinden döndürme zülüm işkence) yok oluncaya kadar,
dinin tamamı Allah için oluncaya kadar harbediniz" emri neyi ifade ediyor?
Peygamber Efendimizden
rivayet edilen "İnsanlar, Aîlah'dan başka ilah (yaratan, yaşatan, ve
yöneten) yoktur. Muhammed, Allah'ın rasulü-dür diye şahidlik yapıncaya kadar,
namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verinceye kadar onlarla harhetmekle
emrolundum." hadisini Buharinin K. İmanından , Müslim'in K. İmanından,
Ahmed b.Hanbelin Müsnedinden 2/345 îbni Mace'nin Mukaddimesinden çıkar tam
azlar.
Batıya şirin görünmek
isteyenler bilsinlerki batı o kişinin zatını hedef almaz. Dinini hedef alır.
Dinide kitaplardakidir. Onun anlattığı değil.
Bu ayette belirtildiği
gibi hak batıldan ayrılmıştır. Mü'minler Ayet-el- Kürside tanıtılan Allah'a
iman ettikten sonra Allah'ın kullarının koyduğu kurallara uymayı şirk kabul
eder. Allah'ın kanunlarından başka kanun koyarak tağutîuk yapanlara küfreder.
Yani yarınını göremeyen insanların Hanlığım reddeder.
Bu ayetten
anladığımıza göre küfretmek -sövmek değil- inkar etmek her insanda var Mümin
insan bunu tağutlara karşı kullanıyor. Kafir insanda Allah'a karşı kullanıyor.
Tağutu inkar edip
Allah'a iman eden sağlam bir kulpa sarılmışolur. Tağutlarla olan bağları
çözülür veya konar. Allah'a bağlananın bağı kopmaz ve o bağ onu dünyada
devlete ahiretle cennete ulaştırır.[126]
(257) Allah
iman edenlerin dostudur. Onları (küfrün) karanlığından imanın aydınlığına
çıkarsr. Kafirlerin dostları ise Tağutlardir, Tağut onları aydmhkdan karanlığa
çıkarır, tşte onlar ateşin yaranıdırlar ve onlar orada ebedidirler.
Müminlerin dostu Aîlah'dır.
Allah'ın dostu olan müminlerde müminin dostudur. Allah dostlarım dost edinen ,
Allah düşmanlarını düşman kabul eden kişi gerçekten velidir. Yoksa saman çöpü
gibi su üstünde yürüyen, sinek gibi havada uçan, düşmanı görünce miskinler
tekkesine kaçanlar veli değildir.
Veli: Kur'an ve
sünnete uygun yaşayan insandır. Onlar karanlıkların her çeşidinden aydınlığa
çıkmış aydın insanlardır.
Ayeti kerimede nur'u
tekil sığasıyla, "zulümatı" karanlıkları çoğul sığasıyla bildirmiş.
Demekki doğru tektir. Yanlış çoktur. İnsan İslâmın doğru yolundan bir çıktımı
her tarafa giden yol yanlış yöne götürür.
İslâmın doğrularına
inanmayan insan sayısınca yanlışlık vardır. İşte .....iz ler bu yanlışlıkların
sonucudur.
Işığın hızt saniyede
üçyüzbin kilometredir, diye bize öğrettilerde karanlığın hızım öğretmediler.
Karanlığın hızıda ışık hızı kadardır. Işığın çekildiği yere anında aynı hızda
karanlık bastırır. Müslümanların çekildiği alanlara anında imansızlar
bastırır.
Günümüzde yaşayan
ateist, kominist, feminist, anarşist insanlara küfretmeye hakkımız yok. Bizim
boş bıraktığımız meydanları onlar karartarak doldurdular. Evinizde veya bir
salonda otururken elektir iğinizin şartelini kapatıveren insana sabaha kadar'
sövseniz elektriğiniz yanmaz. Hiç küfretmeden kalkıp şartele basacaksınız.
Engel olmak isteyen olursa engeli gidereceksiniz.
O engel olan
kafirlerde yalnız değil onların dostlanda Tağuttur. Ayette "Müminlerin
dostu Allah" derken "dost" kelimesini tekil sığasıyla
kafirlerinkini çoğul sığasıyla "dostları tağuttur" buyurmuş.
Kafirlerin dostlukları çıkarlarıyla orantılı olduğundan dostlanda sürekli
değişir. Elbise değiştirir gibi lider değiştiren adamları tanıyoruz biz.
Aydınlıkla karanlık
aynı anda yaşayamayacağı gibi küfür sistemiyle İslam nizamı aynı anda
uygulamaya konamaz. Kafirlerin gücünün büyüklüğünü görerek "biz
müslümanlar kafirlerin küfrüne karşı bir şey yapamayız" diyenler
bilsinlerki kocaman bir salonun karanlığını küçücük bir ampulün ışığı
kaçırmaktadır.[127]
(258)
Allah'ın kendisine mülk verdiği devlet verdiği kişinin Rab-bi konusunda
îbrahimle nasıl çekiştiğini görmüş gibi bilmedin mi? hani İbrahim "benim
Rabbim hem diriltir hem öldürür" demişti. (Bunun üzerine ) ibrahim
"şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor. Sende batıdan getir"
deyince o kafir şaşırıp kaldı. Allah zalim toplulukları başarıya ulaştırmaz.
Yani İbrahim aleyhisselamın
karşısında o zamanın devlet başkanı Nemrut var. O Nemrut'a ki o mülkü veren O.
Yani yeryüzünü yaratan O. Mülkü veren O olduğuna göre o mülkün üzerinde
Rabbimİn varlığını in-kar eden ve bu konuda îbrahimle mücadele eden adamı
görmedinmi diyor. İbrahim demiştiki:
"Benim rabbim
dirilten ve öldürendir" hem diriltir hemde öldürür, o devlet başkamda
dediki Bende diriltirim bende öldürürüm diyor. Nasıl diriltir diye kendine
sormuşlar demişki iki tane idamlık adamın birini keserim öldürürüm, birinide
serbest bırakırım nasılsa ölecekti serbest bırakmak suretiyle bende onu
diriltirim diye açıklamış. Tefsirlerin ifade ettiğine göre böyle demiş yani
bende diriltirim bende öldürürüm diyor ama tabiki o günden bugüne kadar insan
oğlunun teknik ilmindede tıp ilmin-dede ileri gitmesine rağmen diriltme ve
Öldürme işlemini yapamamıştır. Efendim kurşunu çekti öldürdü o sebep oldu
diyor. O ölüme sebep oldu ama ölümü yaratan Allah'tır. Tıpkı onu yaratan Allah
olduğu gibi. Efendim anne ile babanın bir araya gelmesinden oldu peki ama Anne
ve babayı yaratan Allah'dır İbrahim dediki "Allah hergün sabahleyin
güneşi doğudan getirendir. Mademki Rablık iddiasında bulunuyorsun haydi sende
bu sabah güneşi batıdan getir" dedi.
O Allah'ı inkar eden
kişi bu soru karşısında dehşetle, gözleri belere kaldı. Allah zalim toplumlara
hidayet vermez diyor yani hidayete ermesi için evvela zulmünü bırakması
yaptıklarına pişman olması gerekir. Bunlan yaparsa Allah c.c. onlarada
dilediğinde hidayet verir, bazı şeylere alıştığımız için hani alışık
olduklarımızın pek değeri yoktur bizim gözümüzde. Yani güneşin hergün sabah
doğudan doğması ve batıdan batması hergün gördüğümüz için pek önemli değil .
Tablosu 5 milyon dolar 10 milyon dolar 100 milyon dolara satılmış ressamlar
var. Ama adam kendisi pek yararlanamamış bu tablolardan. Sağlığında gerçekten
güzel şeyler yapmış ama tam çıldırmış, kulağını kesmiş adam. Demiş ki
"Yahu bunun aslı gibi yapamıyorum" Aslına uygun yapamıyorum demiş ve
canlı resim yapmayı bırakmış. Çünkü " Bir elin binlerce hareketini ben
ancak donduruyorum diyor" onun için vazgeçtim diyor. Dünyaca ünlü bir heykeltıraş,
bıraktım o işi diyor. " dondurma işidir ressamlık, bende o işi
bırakıverdim." diyor. Ve o adam müslümanda değil.
Allah (c.c.) bir
güneşi yaratıveriyor. Binlerce yiyeceğimize, giyeceğimize, içeceğimize ve
havamıza binlerce faydasını vererek, böyle renkler vurarak, göz görmeden
fırçalar vurarak, göz görmeden fırçalarını vurarak göz görmeden koku ve renk
tat vererek bırakıp gidiyor. Ona dikkat çekiyor "Mademki sende rablık
iddiasında bulunuyorsun, Allah (c.c.) bunu doğudan doğduruyor batıdan
batırıyor. Sende bunu tersine çevir o zaman" diyor "gözleri dehşetle
şaşkınlık içerisinde beleriverdi" diyor, İki üç sene Önce bu Ateistlik
modası gazetelerde gündemde iken o günün Ateistlerinden bir tanesi diyor ki
"Allah'a inandırmak isteyenler gelsinler tartışalım. Yalnız ayı kim
yarattı güneşi kim yarattı demesinler" diyor. Yani bunlara karnımız tok
der gibi bir ifade kullanıyor biz yine onu diyeceğiz. Çünki en çok
yararlandığımız Allah'ın yararlandırdığı nimetlerden ve herkesin gördüğü
nimetler bunlar kör bile eli ile görüyor, güneşi eli ile görüyor, ısısını
görüyor yani herkesin varlığını inkar edemediği bir şey. "Ama hocam
yarasalar inkar ediyor." Onlarda inkar etmiyor. Yarasalarda güneş geldimi
karanlık inlerine saklanıyor. Bu Ateistin dediği gibi aman bana güneşten
bahsetme, bana aydan bahsetme diyor adam. Allah c.c. İbrahim aleyhisselamı bir
örnek olarak verdi ve İkinci bir örnek veriyor.[128]
(259) Yahut altı üstüne geîmiş bir şehre uğrayan kimse
gibisini (görmedinmi)? O:"Allah burayı öldükten sonra nasıl
diriltecek?" demiş. Allah'da onu yüz yi! ölü bıraktı sonra diriltti,
"ne kadar kaldın?" dedi» oda:"birgün yahut bir günden az
kaldım" dedi. Allah ona "Hayır yüz yıî kaldın. Yiyeceğine ve
içeceğine bak henüz bozulmamış. Eşeğine bak. (Bu yaptıklarımız) seni insanlara
ibret kılmamız içindir. Kemiklere bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra
onlara et giydiriyoruz?" O (Eşeğin dirilmesi ve yiyeceklerin bozulmaması)
kendisine apaçık belli olunca, "Ben biliyorum ki şüphesiz Allah her şeye
gücü yetendir." dedi.
Bu Ayetikerime 3-4 ay
içerisinde yine bir dergide gündeme getirildi. Bu Âyeti kerimede isim vermiyor
ama tefsirlerde Üzeyir diyorlar, Üzeyir'de peygambermidir değilmidir diye
ihtilaf edilmiş. Ama salih bir zat olduğu bellide peygamberini değilmi
konusunda ihtilaf vardır. Üzeyir Lokman Zülkarneyn ihtilaflıdır deniyor. Üzeyri
yahudiler peygamber olarak kabul ederler bizde salih bir zat olarak kabul
ediyoruz. Ama peygamberliği konusunda açık bir ayet olmadığından biz
peygamberdir diyemiyoruz. Peygamber efendimizde peygamberdir dememiş. Fakat
yahudiler diyorlarki "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyor onların Üzeyir
hakkındaki kanaatleri Allah'ın oğiu olduğu konusundadır. Nerden kaynaklanıyor? Üzeyir bîr şehre
uğradı baktıki o şehrin altı üstüne gelmiş yıkılmış, tefsir-cilerin ifadesine
göre Buhtunnasır denen adam o kudüs şehrini yerle bir etmiş yani "yahudi
ırkından tek adam bırakmayacağım "demiş ve tahribat yapmış. O şehirde
diyorlar yani kudüsün tahribi konusudur diyorlar. Oraya gelmiş bakmışki
tavanlar tabana inmiş demişki: "Allah bunları öldükten sonra nasıl
diriltecek" Allah onu yüz sene öldürüverdi. Orada öldürdü, yüz sene orada
kaldı sonra tekrar diriltti yeryüzünde diriltti, Ahirette değil "ne kadar
kaldın" dedi yani burada ne kadar kaldın ? "Bir gün veya bir günün
yansı kadar" yani kısa bir zaman kaldım burda diyor, "sen burada yüz
sene kaldın. Bak yiyeceğine ve içeceğine hiç tadını bozmadı yiyecek ve içecek
aynen duruyor." tefsirlerde diyorki üzümü vardı yanında ona bak insanlara
bir ayet kılmak için yaptım bunu. Şu kemiklere bak derken ölmüş kemikleri
gördü. Biz onu nasıl tekrar bir araya getireceğiz ve ona nasıl eti giydireceğiz
gör. Bütün bunları görünce dediki: "ben iyi biliyorumki Allah her şeye
kadirdir"
İmam Malik'e
sormuşlar, Allah'ın varlığına delil getir. Demişki: "vallahi ben
yumurtayı hiç görmeseydim biri bana yumurtayı gösterseydi bakardım, mermer
gibi bir şey. Bu mermerin içinden canlı çıkacak deseydi inanmazdım. Ama
görüyoruzki hakikaten yumurtanın içerisinden bir civciv 20 gün sonra
çıkıveriyor." İmam Şafii hazretlerine sormuşlar demişki: "Dut
yaprağım ipek böceği yiyor ipek oluyor, bir başkası yiyor süt oluyor, bir
başkası yiyor et oluyor. Biz hep bunları gözümüzün Önünde görüp duyduğumuzdan
dolayıdır ki bize basit gibi geliyor. Aslında bunların hepsi bir mucize. Bir
çekirdek bir toprağa düşüyor, güz mevsiminde bütün çekirdekler toprağa düşüyor
ve ağaçların yapraklarından kefene sarılıyor ve onun üzerinede toprak örter
gibi kar bembeyaz üzerine kefen gibi seriliveriyör. Bir kısmının nasibinde
hemen bahar mevsiminde dirilmek vardır. Bir kısımda110 sene kalır, 20 sene
kalır, 30 sene kalır. 30 sene sonra münbit bir toprağa düşer veya sıcağını
toprağın her şeyini belirli ortamı bulunca yeniden diriliveriyor. Yani toprakta
otuz sene kaldıktan sonra dirilen çekirdekler veya bir yârde depolanıp uzun
müddet bekletildikten sonra tekrar dirilen çekirdekleri görüp dururken biz
bütün bunları yaratan Allah (c.c.) olduğunu bilip iman ederken, bize böyle bir
olayida mucize kabulünden Allah (c.c.) haber vermişse aynı ile iman ediyoruz.
Birde bu haberin tıp sahasında gelişmelere yardımı olacağını iddia ediyoruz.Hani
Nemi süresindeki Süleyman a.s.'ın yanındaki ona inanmış bir. insanın Belkıs'ın
oturduğu koltuğunun Belkıs'la beraber Yemenden bir göz açıp kapayıncaya kadar
getirdiğini haber veriyor. Göz açıp kapayıncaya kadar günümüzde teknoloji
biraz ilerledi. Daha o seviyede değil. Yemenden buraya 3 saatte getiremezde 6
saatte getirir. Biraz daha süratlendirir 3 saatte getirir, biraz daha
süratlendirir ilerde dahada ileriye götürebilir ve bir günde insanları
ışınlama yoluyla istediği yere gönderirlerini oda olurmu olur. O zaman işte göz
açıp kapayıncaya kadar getirme faaliyeti gerçekleşince bu Ayet bu çalışmaya
öncülük etmiş oluyor.[129]
(260) Hani
ibrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin banada göster"
demiştide Allah: "inanmıyormusun" demişti. (Bunun üzerine) ibrahim
"Evet inandım ancak kalbimin tatmin olması için (istiyorum)"
demişti. AHah'da: "Dört kuş al onları kendine alıştır. Sonra onlardan her
dağa bir parça koy, sonrada onları çağır. Onlar sana koşarak gelirler. Bilki
şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir.
Hani bir gün İbrahim
demiştiki: Yarabbi Ölüleri nasıl diriltiyorsun bana bir göster dedi İbrahim
(a.s.) İbrahim, yoksa inanmıyormusun dedi Allah (c.c.) inanıyorum yarabbi
kalbimde mutmain olsun diyor. Hani eski tabirle, Oğlum askerden geldi demişler
biri seviniyor ama birde gözünle gör, Oğlum askerden geldi demek ilmel yakın
bilgi yani bilgi olarak ediniyorsun bunu, ama gözümüzle görünce aynel yakın
gözünüzle görüyorsunuz bunu. İbrahim (a.s.) da diyorki: Yarabbi bilgi olarak
biliyorum her-şeyi yaratan sensin ölüleri diriltecek olanda sensinde birde şu
gözlerimle göreyim daha mutmain olayım diyor. Allah (c.c.) dediki 4 tane kuş a)
onlan kendine alış tır. İbrahim (a.s.)'ın bunu yaptığını ölü kuşlarında kanat
çırparak İbrahim (a.s.)'ın huzuruna geldiğini tefsirlerimizde haber veriyor.
Bu Ayetikerimede açık ama tefsirler bu olayı İbrahim (a.s.)'ın tatbik ettiğini
söylüyorlar. Hani yumurtanın içerisinden kuşun çıktığını kuştan yumurtanın
çıktığını gözlerimizle görüp duruyoruz. Meniden insanın meydana geldiğini
insandan meninin meydana geldiğini gözlerimizle görüp duruyoruz. Öyle olunca
Allah'ın nasıl dirilttiğini nasıl öldürdüğünü gözlerimizle gösteriyor ve bizim
kalbimizde İbrahim aleyhi s selam'ın kalbi gibi mutmain oluyor.[130]
(261) Allah
yolunda mallarım harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başağında yüz
dane olan bir tek tohuma benzer. Allah dilediğine katkat verir. Allah vasi
(lutfu ihsanı bol) dur. Herşeyi bilendir.
Allah (c.c.)
öldürmeninde diriltmeninde Allah'a ait olduğunu İbrahim (a.s.)'m Nemrutla olan
mücadelesinde örnek verdi. Üzeyir (a.s.)'ı ölüp sonra diriltmesinden haber
veriyor. İbrahim (a.s.)'m kuşları öldürüp tekrar diriltmesinden haber
verdikten sonra Allah yolunda Allah için mal dağıtmaya geçiyoruz. Allah yolunda
malını infak edenlerin durumu toprağa düşen bir tane gibidir. O daneden yedi
tane başak çıkar. Her başakta da yüz dane vardır, yani bir dane toprağa düşüyor
ve Allah (c.c.) oradan 700 dane çıkarıyor. Şimdi bizi yardıma teşvik ediyor,
"din için mallarınızla çanlarınızla cihat ediniz" diyor,
mahallenizdeki fakirlerle, yetimlerle, yolda kalmışlarla, borçlularla
ilgileniniz ve onlara mallarınızdan infak ediniz diyor. Ama bunun yanında birde
ölümün ve dirilmenin nasıl olacağını misallendirmiş oluyor bir tane toprağa
düştümü Ölüyor aslında sonrada çürüme meydana geliyor ama o bahar gelince
diriliyor. Bu "bir ölürüz bin diriliriz" sözü varya bir tane toprakta
ölüyor 700 tane buğday danesine dönüşüyor Allah yolunda ölen bir kişi de bin
tanesinin müsiüman olmasına sebep olabilir." Buruc" suresinin
tefsirinde iman etmiş bir çocuğun o zamanın zalim devlet başkanı tarafından
halkın huzurunda öldürüldüğünü haber veriyor efendimiz. O çocuk Öldürülür,
fakat onu seyreden bu şehrin halkı inkarcı iken bu çocuğun Rabbine bizde iman
ettik diyorlar iman ediyorlar. Biri ölüyor ama binlerce ihsan diriliveriyor.
Bir verirseniz Allah 700 katma kadar ve daha fazlasını vereceğini ifade
ederken, sadakaya teşvik ederken ölmeninde dirilmeninde Allah katında olduğunu
Ahirette insanların dirileceğini tıpkı toprağa atılan tanenin çürüyüp ölünce
dirildiği gibi insanlarda toprakta çürüdükten sonra dirileceğini işaret etmiş
oluyor. 700 katıdır verdiğiniz iyiliklerin karşılığı. Dilediğine Allah kat
katta yapar bir kere bir iyilik yaparsanız 700 katı var ama dilerse daha
fazlasınıda verir Allah herşeyi bilendir her şeyi ilmiyle kudretiyle
kuşa'tandır.[131]
(262) Allah
yolunda mallarını harcayıp sonra harcadıklarını başa kakmayan ve eziyet
etmeyenler Rableri katında ecirleri (karşılığı) vardır. Onlara korku yoktur ve
onlar mahzunda olmayacaklardır.
Adamın biri bir
delikanlının birine ayakkabı alıvermiş, hergün böyle yanından geçerken çocuk
oynuyormuş, yavrucuğum, ayakkabın eskir hoplama, kuzum oynama dermiş. Bu sözler
beraber olduğu arkadaşının kanına dokunmuş. Bir gün kızmış ve demişki çıkar
ulan şunun ayakkabısını" çıkarttırmış. Götürmüş çocuğa bir ayakkabı
alıvermiş, ikinci gün yine o iki adam beraber gidiyorlarmış. Çocuk yine
oynuyor çocuğa diyormuşki oyna ulan oyna ben bunun gibi değilim demiş, ikiside
başa kakıyor aslında. Hani iki arkadaş gidiyormuş, birinin şemsiyesi var
birinin yok. Şemsiyeyi aldığımız ne iyi oldu ıslanmadık değil mi? ıslanmadık
demiş. Biraz sonra ya bak elbisende yepyeni imiş. Allah korusun ya şemsiye olmasaydı
ne olurdu halimiz? Bir kaç defa daha tekrarlayınca, Galata köprüsünün oraya
gelince kendisini denize atmış, çıktıktan sonra "şemsiye olmasaydı böyle
olurduk demiş." Allah için yaptıklarını başa kakmâyanlar ve yaptıklarından
dolayı karşı tarafa eza vermiyen insanlar incitmeyen insanların mükafatı
Rabbimiz katmdadır.
Gönül telini böyle
rahatsız etmiyeceksiniz eğer bunu yaparsanız onun mükafatı ise rabbim
katındadır, 700 kattır başka yok demiyor onun mükafatı Rabbim katındadır. Onlar
için korku yoktur iki dünyada üzüntüde yoktur. Pertev Paşa da güzel ifade
etmiş
Ne şemmet bülbülün
verdin nede hardan incin
Ne gayrın yarına
meylet ne sen ağyardan incin
Ne sen bir kimseden ah
al, ne ahu zardan incin
Ne sen bir kimseden
incin, ne senden kimse incinsin.
Sadaka veripte
arkasından dikende sunmayacağız. Dikensiz gül gibi vereceğiz dikensiz gül gibi
incitme diyor. Kimseden incinmeyelim ve kimseyi de incitmeyelim diyor. Hiç bir
şekilde insanları incitmememizi istiyor.[132]
(263) Güzel
bir söz ve bağışlama, ardından eza gelen sadakadan hayırlıdır. Allah Gani
(kimseye muhtaç dcğil)dir. Halim (kullarına yumuşak davranan) dır.
İyi bir söz, tatlı bal
gibi bir söz ve insanlar hakkında güzel muamele ve onların ayıplarını Örtme
hareketi, arkasından incitilen sadakadan daha hayırlıdır. Hani adama iyilik
yapıyorsunuz ondan sonra akıl vermeye çalışıyorsunuz, yönlendirmeye
çalışıyorsunuz "oğlum bu elbiseyi bayramlarda giysen olmazmı kuzum"
diyorsunuz. Bunu deme hakkınız yok verdiniz iş bitti. Sonra karşılıksız
vermiyorsunuz. Hani size sorayım, Eczahaneye gittiğinizde ilaç alıyorsunuz para
Ödüyorsunz. Sonra eczacıyı gördüğünüzde ne oldu o verdiğim para, onu iyi
yiyebildin mi, çoluğuna çocuğuna et alabildin mi dermişiniz? demesziniz. Niye?
adam paranı aldı" ilacını verdi. Birbirinize minnet etme, başa kakma hak
ve selahiyetiniz yok. Sadakada öyledir. Peygamber efendimize biri gelmiş, «Ya
Rasulellah kalbimin katılığından şikayetçiyim» demiş. Efendimizde «Yetimin
başını okşa, Fakirin karnım doyur» demiş.[133]
Peki bunu yapınca ne olur? Katı kalplilikten kurtulur yani para veriyor kalbini
tedavi ediyor adam. Hani batıda ve bizde bir kısım çocuk doğuramayan kadınlar,
artistler köpek besliyor, ayı besliyor, yılan besliyor. Mecbur bunu beslemeye,
çünki bir sevginin bir yere akması gerekiyor.
Bir adam var ama
iyilik yapacak gücü yok, ama gül gibi yüz bal gibi sözü var. Bu gül gibi yüzü
bal gibi sözü olan adam iyilik yapıpta arkasından başına kakan adamdan
hayırlıdır diyor Allah (c.c.) bu Ayeti kerimesinde.
«Allah zengindir,
Allah yumuşak muamele eder kullarına» diyor, yani Allah c.c. bizim
vermelerimize ihtiyacı yok. Bizim vermeye ihtiyacımız var, kendimiz için
başkaları için değil.
İnsan sure'sinin 9.ncu
ayetinde yapılan iyiliklere karşı insanlardan teşekkür bile beklemememize
işaret edilmiştir. Kim iyilik yaparsa kendine yapmış olur. Kim kötülük yaparsa
kendi zaranna yapmış olur diyor, Kim hidayete ererse kendisine kim dalalette
olursa kendi aleyhine olur diyor Allah (c.c.)[134]
(264) Ey
iman edenler, başa kakma ve eziyet verme ile sadakalarınızı boşa çıkarmayın.
Allah'a ve ahirete inanmayan, malını insanlara gösteriş olsun için veren kimse
gibi (malınızı, heder etmeyin). Söyleşinin hali, üzerinde toprak bulunan
kayanın haline benzer. Ona bol yağmur yağarda onu (topraksız) kaskatı
bırakıverir. Kazandıklarından hiçbir şeye (sevabını almaya) kudretleri yetmez.
Allah kafirler topluluğunu hidayete eriştirmez.
Kur'an-ı Kerimde bazı
konular önemine binaen uzunca anlatılıyor.Bakara suresinden şunu gördüm. Daha
çok Beni İsrail ve onların peygamberlerine olan hıyanetleri döneklikleri.
İnsanları güçlü görünce büzülüp, zaif gördükçe saldırdıkları ve bu sebebdende
tarih boyunca bir çok cezalara çarptırıldıkları yani dünyada bile cezaya
çarptırıldıklarını Allah (c.c.) uzun uzun anlattığı gibi, diğer surelerdede yer
yer değini-yor.Niye? Sizde ayni yahudilerin yaptığını yaparsanız aynı belaya
sizde uğrarsınız. Yani zulümle adaleti bir arada tutmak mümkün değil. Zulüm
üzerine Abad olmak mümkün değil, berbat olmak vardır, diye Allah (c.c.) bizi
uyarır, ve bu 261 nci Ayeti kerimesinden itibaren infak etmenin faziletine
dikkatimizi çekiyor. 260 ncı Ayeti kerimede İbrahim (a. s.) Allah (c.c.) un
nasıl öldürüp nasıl dirilttiğini Allah (c.c.) ten sorduğunu, Allah (c.c.) de
ona kuşları al öldür sonra onları dağların üzerine koy, sonrada çağır bak
nasıl diriltiyorum gör. dediğini naklettikten sonra Allah (c.c.) bir verenin
sadaka olarak infak olarak bir verenin 700 katma kadar .Allah tarafından
çoğaltılacağına dikkatimizi çekiyor, yani vermekten korkmamamız gerektiğini
anlatılırken bir verilenin 700 kat olacağını, yani bir dane ölüyor, 700 tane
diriliyor;Yani ölmek, çürümek, yok Olmak demek değil, arınmak tekrar çoğalmak
manasına geldiğini Allah (c.c.) bu Ayeti kerimesiyle bize gösteriveriyor, ve bu
264 ncü Ayeti kerimesinde Ey iman edenler Sadakalarınızı, başa kakmakla ve
sadaka verdiğiniz kişiye eziyet vermekle boşa çıkarmayın yani kişi sadaka
veriyor iyilik yapıyor ama arkasından onu minnet altında tutuyor başına
kakıyor veya onu üzecek hareketlerde bulunuyor. Bunları yapmayınız, eğer yaparsanız
vermiş olduğunuz sadakalar boşa gider ahirette bunun karşılığını veremezsiniz
bu dünyada da mutlu olamazsınız.
Şimdi Allah (c.c.)
bunu kime benzetiyor. Allah'a ve ahirete iman etmediği halde sırf gösteriş
olsun için sadaka veren dağıtan kişinin durumuna benzer. Hani daha Önceki
Ayeti kerimelerde geçmişti imansız insanlarında sadaka verebileceğini Allah
(c.c.) bize Ayetikerimeleriyle haber veriyor. Onlarda veriyorlar ama insanlar
desinler diye veriyorlar. Mü'min ise verilen verdiğini unutuyor hatta hadisi
şerifte bildirildiğine göre sağ eliyle verdiğini sol elinden gizliyor. Yani bu
gizlemek burada böyle gizli olarak vermek değil yani haberdar etmemek kendi
nefsinin bir parçasına bile haberdar etmiyen gizleyen insan hanımına çocuğuna
babasına arkadaşlarına hiç haberdar etmez. Etmememiz gerekiyor. Ama
duyuruyorsak işte filan geldide bir borç para verdim, olsun helal olsun çalışkan
çocuktur. Yardım etmek lazım desteklemek lazım, veya karşılıksız veriverdiydim
diyerek herkese duyurma tarafına giden adam niye bu ihtiyacı hissediyor?
Verdiğinin karşılığını almak istiyor. Herkeste vardır bu. Yani müslümandada
vardır müslüman olmayandada, verdiğinin karşılığını almak yaratılan herkeste
vardır. Verdiğinin karşılığını almamak yalnız Allah'da yoktur. O karşılık
istemeden veriyor. "Ama hocam bazı emirler veriyor namazınızı kılın,
orucunuzu tutun, zekatınızı verin bu tür emirler var yani verdiği nimetler
karşılığında bize bunları emrediyor." denirse Bizim bu kıldıklarımızda
bizim bu kendimizedir. Yani bu dünyada mutlu bir aile, mutlu bir mahalle, mutlu
bir şehir, mutlu bir devlet kurmak istiyorsanız bu kurallara riayet edin buna
riayet edenler mükafatı kendileri göreceklerdir. Yoksa Allah (c.c.) yaptığımız namazlar, oruçlar, haclar,
zekatlar, iyilikler bütün bu sadakaları karşılık olarak beklemiyor bunuda Ayeti
kerimelerde ifade ediyor. «Allah sizin yaptıklarmızada verdikleri-nizede
ihtiyacı yok, yaptıklarınız sizin kendiniz içindir» diyor ama insan olarak biz
yaptığımızın karşılığını mutlaka bekliyoruz. Öyleyse dinim di-yorki bunu
Allah'tan bekleyin insanlardan beklemeyin diyor. Biraz sonra gelecek Ayeti
kerimeler onu yine açıklayacak bu sadakanın önemine binaen burada üç sahife
ardarda sırf infakı anlatıyor. Üç sahife namazı anlatmamıştır. Yani ardarda
gelen üç sahife ile.namazı anlatmamıştır. Orucüda üç sahife anlatmamıştır.
Oruç'a Bakara suresi 183. ayetinden itibaren bir sahife değiniliyor ve böylece
bitiyor.
Ama sadakanın nasıl
verileceği neye verileceği niçin verileceği verilen insana eziyet edilmemesi
rencide, edilmemesi gerektiği, ne kadar verileceği kimlere verileceği, ne gaye
ile verileceğinide Allah (c.c.)açıkhyor. Müminler Allah'ın rızası için verirler
ama kafir olduğu halde veren insanlar da vardır. Onlarda insanların rızası
için verirler. Mümin Allah rızası için kafirde insanların rızası için verir ve
kafirler mükafatlarını bu dünyada alırlar. Filanın yaptırmış olduğu yurt,
filanın yaptırmış olduğu köşk, filanın yaptırmış olduğu köprü veya filanın
yaptırmış olduğu hastahane denilsin için veriliyorsa oda deniliyor ve o da
karşılığını bu dünyada almış oluyor. Öbür dünyada almaz zaten Rabbim Ayeti
kerimesinde «yaptığı iyiliği başa kakan kişi Allah'a ahirete inanmadığı halde
sırf gösteriş olsun için veren adama benzer» diyor. Öbür dünyada adam bütün mal
varlığını milyonlarca milyarlarca parasını hayır müesseselerine vakfetmiş
gitmiş bir adam öbür dünyada hesabı kitabı yapılırken diyebilir «ya-rabbi bu
adam 5 lira harcamış Allah yolunda cennetine gönderiyorsun, ben 5 trilyon
harcadım, insanların sıhhati için hastahane kurdum veya başka hayır
müesseseleri kurdum, bana mükafat vermiyorsun.»
Rabbim derki bu
verirken O insanların rızası için vermemişti, Rabbin rızasını kazanmak için
vermişti. Yarabbi bu senin yarattığındır. Bu senin yarattığın düşmüş
bunu.kaldırmam gerekiyor dedi ve yardım etti. Gücüde o kadardı ve onu verdi.
Sende verdin. Onun verdiğinin kat kat fazlasını verdin. Fakat sen ö adam
yanında ve insanlar gözünde itibar kazanmak için verdin ve o itibarıda
kazandın yani karşılığını aldın. Sen verirken bana inanmıyordun bana
inanmadığın halde niye gelip benden istiyorsun? Hani dükkan komşunuzun yamda
çalışan işçi ay başı gelince size geliyor maaşımı verilmişin? diyor
verirmisiniz? Kime çalıştın, yanı başı-nızdaki komşuya, git kardeşim yanı
başımızdaki komşudan al. Yani kime çalışmışsanız ordan al. Allah (c.c.)'te
«Kime çalışmışsanız ondan alacaksınız ama orada herkes birbirinden çaresiz ve
orada yalnız ve yalnız Allah (c.c.)ün hükmü geçer» ki Onu hergün beş vakit
namazımızda "Maliki yevmiddin" kıyamet gününün, din gününün, ceza
gününün yegane sahibi hakimi Allah (c.c.) dür diye 40 defa tejcrar edip
duruyoruz.
Verdiği malı başa
kakan veya verdiğini Allah için vermeyip, gösteriş için veren insanların
durumu, sert bir kayanın üzerinde biraz toprak var o . toprağın üzerine yağan
yağmur gibidir. Şiddetli bir yağmur yağar o toprağı alıp gidiverir. Yağmur
toprağı götürünce o taşın üzerinde bir nebatın bitmesi, bir çiçeğin açması, bir
kuşun ötmesi mümkün değil. Yani orada bir mahsûlün alınması mümkün değil. Hani
bir sadaka verince Allah (c.c.) en azından 700 kat daha fazlasını vereceğini
vadediyor 261 nci Ayeti kerimede. Burada sadaka yağmura benzetilmiş. İmansızın,
riyakârın verdiği sadaka yine yağmur gibidir. Ama kayanın üzerindeki toprağa yağan
yağmur gibidir götürü verdi gitti ve ordan çiçeğin bitmesine mahsulün
bitmesine imkan yok. Karşılığını almak mümkün değil. O kazandıklarından hiçbir
şeye güçleri yetmez karşılığını alamazlar yok olur gider. «Allah kafir
toplumlara yol göstermez onlara hidayet vermez» diyor.[135]
(265)
Mallarım Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerindeki (imanı) sağlamlaştırmak
için harcayanların hali, yüksek tepede bulunan bahçenin hali gibidir. Oraya
bol yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur. Eğer bol yağmur yağmazsa çisinti
olur Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
265 nci Ayeti kerimede
Allah'ın rızasını kazanmak için mallarını dağıtanların durumunuda bir benzetme
ile anlatıyor. Allah'ın rızasını kazanmak için infak edenlerin birde kendi
nefislerinde olan bilginin ve imanın doğruluğunu ortaya koymak için verenler
veya Allah (c.c.)'e karşı olan imanlarını güçlendirmek için verenler, yüksek
bir yerdeki bahçeye yağan yağmur gibidir. Oraya yağmur şiddetli bir şekilde
bolca yağarsa onun rızkı onun nebatatı iki kat daha bereketli olarak biter ama
oraya bolca yağmur yağmamış olsa bile çisenti halinde olsa o çisenti ilede o
nimet oradan meydana çıkar.
İşte müminin vermiş
olduğu sadakada böyledir verdiği insana eziyet etmeden bunu yaymadan ve insana
hiçbir şekilde başa kakmadan veriyorsa bu verdiği bereketli bir toprağa ve
toprakta yüksek bir yerde ve orada bahçeye düşen bereketli yağmurlar gibidir
verdiği ona katkat sevap kazandırır. Ahirette cennette çiçekler bitirir. Az
verse bile çisenti halinde verse yinede karşılığını Allah katında alır
buyuruyor. Allah sizin yapmakta olduklarınızı görür. Allah (c.c.) ne kadar
verirseniz az veya çok verdiğinizi unutursanızda biliyor başa kakarsanızda
biliyor. Allah rızası için verirsenizde biliyor insanların rızası için
verirsenizde onu biliyor yani amellerinizin daha iyi değerlendirilebilmesi için
nimetlerin gayet güzel olması ve veriş şekillerinizde Allah'ın tarif ettiği
şekle uygun olması gerekiyor.
Allah (c.c.) yine bir
misalle onu bize bildiriyor. Hani insanlar çok iyilik yapıyorlar, bir çok
talebe yetiştiriyorlar. Bir çok kursun, okulun, köprünün, hanın, hamamın,
sosyal tesislerin yapımında bir çok paralar harcıyorlar. Bunlar iyi niyyetlerle
yapıldığı takdirde mükafatı verilecektir. Hiç şüphesiz verilecektir. Çünkü
zerre kadar yaptığınız iyilikler zayi olmayacaktır. Hani Zilzal suresinde
geçmişti, "kim zerre kadar hayr işlerse onu görecektir". Hani
zerreyi tarif ederken lugatlarımızda pencereden güneş içeriye vurduğunda o
güneşin olduğu yerde havada küçük zerrecikler uçuşurlar işte ona zerre diyor.
Simde yeni lugatlara bakacak olursanız zerrenin karşılığı olarak en küçük parça
olarak atom demişler. En küçük parça olması nedeniyle yani o kadar bir
iyiliğiniz olsa zayi edilmeyecek karşılığını göreceksiniz, "zerre kadar kötülükte
yapacak olursanız onunda karşılığını göreceksiniz" diyoi Allah (c.c.)
İnsanlar iyiliği yapıyor, iman üzerinde amel üzerinde devam ediyor ama birgün
gelip çığırdan çıkıveriyor ve bütün yaptıklarını yıkıveriyor. Allah bu tip
insanları şöyle tarif ediyor.[136]
(266) Sizden
her hangi birinizin altından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyve
bulunan bahçesi olsun ve ona çocukları güçsüzken kendisine ihtiyarlık gelip
çatsın, ve o bahçeye içinde ateş bulunan kasırga gelip çatsinda kavuruversin
ister mi? İşte böylece Allah ayetleri açıklar. Umulurki düşünürsünüz. Sizden
birinizin bir bahçesi olsa ve orada hurma üzüm ve diğer meyvelerin her
çeşidinden bulunsa ve besleyip büyütse o meyve bahçesini düşününkî çok münbit
bir toprak üzerinde bahçesi var oraya her çeşit meyveden ekmiş tam meyve verir
hale gelmiş ama yaşıda 50 sini 60 şını 70 sini 80 nini bulmuş. Ayeti kerimede
yaş olarak rakam vermiyor ama "ihtiyarlıkta gelip çatmış" ve çoluk
çocuğuda var öyle bir anda çoluk çocuğuna bakıyor seviniyor diyorki şu çoluk
çocuğuma şu bahçenin meyvesi ömür boyu yeter çok şükür ki çalışmışım
kazanmışım çocuklarıma bir şeyler bırakmışım derken kavurucu bir rüzgar esiyor
ve o bahçeyi yerle bir ediyor böyle bir durumda olmak istermisiniz? Yani bir
ömür boyu çalışacaksınız veya hammallıkta veya memurlukta veya her hangi bir
yerde çalışacaksınız 60 şınıza 70 sinize geleceksiniz çocuklarınıza tam böyle
güzel bir yer bırakırken, bir dükkan bırakırken, bir köşk bırakırken, bir araba
bırakırken, bir istikbal bırakırken, 70 senede kazandığınız bir gece yangınıyla
maazallah yok oluvermiş, bahçemiz bir borayla gidivermiş, böyle bir şeyi
istermisiniz? kimse istemez. İşte diyor Allah (c.c.) yaptığı bütün iyilikleri
insanlar desin diye yapan adammkide böylece yok olup gidivermiş. Mesela: Bir ömür boyu iyilik yapmış gerçektende
basmada . kakmamış. Ama bir gün karşısına almış
"ulan ben sana şunu şunu yapmadım mı, şöyle şöyle etmedim mi, bu
güne kadar senin karnını doyurmadım mı, bu hale getirmedim mi, ulan burnundan
fitil fitil getireceğim ben bunu sana" dedi ne yaptı geçmişi yakıverdi
atıverdi yani o bugüne kadar yapılanları yaktı o adam.
Hani İmamı Azam için
anlatılır iyilik yaptığı veya borç verdiği adamın damının altına sığınmazmış
yağmura katlanırmış. Şimdi adam camından görürde yahu arkadaş başka evin
saçağına durmuyorsunda bizim saçağı kendi malın gibimi görüyorsun iyilik
yaptığından dolayı bir şey hatırına gelirmi diye orayada sığınmadı hem ıslandı
hem yürüdü diyor. Yani onu rahatsız etmemek için böyle yaptığı anlatılır. Allah
(c.c.)'un vermiş olduğumuz iyilikden dolayı cennette gül bitiriyor, biz ise bu
yaptığımız başa kakma ile veya eziyet etme ile o gülün dibine kibrit suyu veya
kezzap döküveriyoruz ve onu yakıp atıveriyoruz. Onun için Allah (c.c.) bize
dünyamızdan ve bize karşı karşıya olduğumuz işlerden Örnekler veriyor. Hani
insan oğlunun en fazla bağlı olduğu şey bir ömür boyu kazandığı maldır. Hani o
gün için bahçeyi misal vermişti ama Allah (c.c.)' ün verdiği misaller örnekler
evrenseldir. Daha önce anlattığım gibi Allah (c.c.)'ü nimetlerden bahsederken
üzüm demiş niye? üzüm bütün dünya devletlerinde bilinendir. Bir bölgede bir
kabilede bilinen nimetten bahsetmiyor. Çünki diğerleri bilmeyebilir. Ama üzüm
herkes tarafından bilinebilir. Bütün dünyadaki insanların bahçeye karşı meyili
vardır. Ama hocam ben İstanbul şehrindeyim ne yapayım elma bahçesini demeyin
hepi-nizinde gönlünde "hocam şöyle boğazda bazı ağazadelerin paşa
zadelerin yaptığı evlerin konutların yanı başında bizimde oluverseydi, benimde
şöyle hiç değilse 500 metre karelik 1000 metre karelik bir bahçemiz olsa o
bahçeye her çeşit meyveden diksek, hocam senide davet etsekte kahveyi orda
içseydik oİmazmıydı" filan böyle davet edeceğinden değil kendisi öyle
istiyorda benimle meşruiyyet kazandıracak benim nezdimde. Yani her insanın
gönlünde bahçe vardır, fakat şunu bilihki bütün bahçeler bir-gün gelir güz
mevsimindeki gibi ağaçlar yeşil elbiselerini soyunuverirler, ve fakir insan
gibi ortada kalırlar. Birgün dünyanın bütün ziynetleride Öylece soluverecektir.
Eşimizin kendimizin annemizin babamızın soluverdi-ği gibi yaşayanın her an
solmakta olduğu gibi kullarda solacaktır. Solmayan güller parlayan sevgililer
istiyorsak Allah (c.c.) un emirlerine bu dünyada hakkıyla riayet etmemiz
gerekiyor. İşte Allah sizin için ayetlerini böylece apaçık beyan ediyor,
açıklıyor ki böylece aklını başınıza alasınız. Yaptığınız işleri iyi
düşünesiniz diye size olayı açıklayıveriyor.
Şimdi ey iman edenler,
yaptığınız iyilikleri başa kakmakla eziyet etmekle onu incitmekle boşa
çıkarmayınız dedi sonra gösteriş içinde vermeyiniz. Çünki boşa gider dedi.
Bunu misalleriylede anlattıktan sonra yine Allah c.c. verdiğimiz malların
nasıl olması gerektiğini anlatıyor bize.[137]
(267) Ey iman edenler, Kazandıklarınızın en güzellerinden
ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan (Allah için) harcayın. Kendinizin göz
yumma (tiksinme) dan alamayacağınız pis şeyleri yermeye kalkışmayın. İyi
hilinki şüphesiz Allah Gani (muhtaç değil) dir, övülmeye layıktır.
Kazandığınız malların
en temizini veriniz. Sizin için yeryüzünden çıkardıklarımızın ve kendi
kazandıklarımızın en güzelinden veriniz diyor. Bir hayır etmek istiyorsunuz,
elbise vermek istiyorsunuz, fakire hangisini verelim? Geçen sene değilde
evvelki sene aldığımız vardı, birazda yıpranmıştı onu verdim diyoruz. Yemekten
verelim diyoruz dünden kalanı verelim. Hemen aklımıza o geliverir, hatta bazı
arkadaşlar hani zekat verelim diyor. Hani yatmış derler dükkanda dura dura
eskimiş olanını farenin ucundan kestiklerini yediklerini toplayıp verelim gibi
bir kanaat var, bir kısım insanlarda, Allah (c.c.) kazandıklarınızın ve
Allah'ın size yeryüzünden çıkardıklarını en hayırlılarından veriniz yani
yeryüzünden çıkarılan sebzeler, meyveler vardır ama yeryüzünden çıkan altın
gümüşte vardır. Yani bizim sahip olduğumuz dünyevi nimetlerin en güzelinden
vermemizi emrediyor. Peki en güzelinin ölçüsü ne Öyleyse? Onuda veriyor
"Rabbim kötüyü kastetmeyin, yani verirken kötü şeyleri vermeyin. Siz
kendinizin almayacağınız şeyleri vermeyin. Kötü şeyleri gözünüzü yummadan
alamayacağınız şeyleri siz kendiniz vermeyin" diyor. Yani bir şey var onu
vereceksiniz. Şunu düşünün, bu bana verilseydi alirmıydım almazmıydım. Alacak
olsaydınız zaten vermezdiniz. Siz bunu niye çıkarıyorsunuz? Bunu beğenmediniz
yani mallarınız içerisinde bunu beğenmediniz veriyorsunuz, onu geriye size
iade etmiş olsalar veya bunun gibi birini verseler siz almazsınız. Hocam alına
bilir. Ahnabüirliğinide Cenabı Allah kabul ediyor. Gözünüzü yumarak
alabileceğiniz şeyler vardır. Hani adam size bir şey veriyor fakat sizde
mecbursunuz öyle bir durumdası-nızki beğenmiyorsunuz ama onu almayada
mecbursunuz. Hani çöp bidonlarının başında ekmek toplayan bazı insanları
görüyoruz bakmaya bile dayanamıyoruz. Bakmaya dayanamıyoruz zannetmeyinki o
adam ona dayanıyor. Yani oda Allah bilirya evvela görüyor sonra ahpta ağzına koyarken
gözü o anda kapanıyor. Ama mecburdur onu almaya yani gözünü kapatarak
alabileceğiniz o kötü mallan kendinizin almak istemediği alırsanız bile
gözünüzü kapatarak aldığınız o malları başka insanlara sadaka olarak vermeyin
diyor. Yani eskimiş elbiseler, kokmuş yemekler, geçmez paralar bunlar sadaka
olarak verilmemelidir. Allah her şeyden müstağnidir.
Yani sizin bu
verdiklerinizin iyi versenizde kötü versinizde Allah için önemi yok, onun
gücüne güç katmıyorsunuz, mülkünden hiç bir şey eksiltmiyorsunuz. Allah sizin
verdiklerinizede muhtaç değildir. Onun için verdiğinizi Allah'ın başına kakacak
durumda değilsiniz. Allah her şeyden müstağnidir. Allah zatı ile övülmüştür,
Hamid'dir ona hamdeden nice yarattıkları vardır. "Ama Kocam oğlum büyüyor
evlendireceğim. Kızım büyüyor onuda evlendireceğim. Evlendirdik ev bark sahibi
yapacağız, ona iş kurmak istiyoruz." Peki onlara iş, ev, bark, kurdunuz
evlendirdiniz, iyilik yapın denince "Hocam elinizi öper kerata çok
sevimli, torunumuz dünyaya geldi. Onun içinde bir şeyler hazırlamak lazım öyle
değil mi? hocam. Torunlar elin, eline avucuna bakarsa olur mu?" diyor.
Adam bunun sonu gelmez. "Hocam torun çocuk gibi de değil, kendi çocuğun
gibi değil torun daha çok seviliyor, torunun torunu daha çok seviliyor"
diyor. Ama onu göremiyor. Genelde bütün bu vesveseler insanın kendi nefsi
emmaresinden kaynaklandığı gibi Allah c.c. 268 nci Ayeti kerimesinde[138]
(268) Şeytan
sizi (verirseniz) fakir olursunuz diye korkutur ve size fuhşiyati cimriliği
emreder. Allah ise size kendisinden bağışlama ve bolluk vadeder. Allah vasi dir
(Lutfu ihsanı boldur) bilendir.
Şeytan sizi hep
fakirlikle korkutur verme fakir oluverirsin elaleme muhtaç olursun, el
açarsında kimse senin yardımına koşmaz diyor ve şeytan size fuhşu emreder
diyor, kötülükleri yapmayı emreder ve fakirlikten korkutur size fakirlik
vadeder diyor.
Allah ise afvı
vadediyor ve bol nimetler vadediyor, verin vereyim diyor. Verin kat kat vereyim
diyor. Anadoluda bir tabirdir "misafir 10 rızıkla gelir ve birini yer
dokuzunu bırakır gider derler. Anadolunun misafir perverliğini böylelikle
harekete geçirir bu sözler. Vaiz olarak çalıştığım bir kazada bir adam yahu
hocam olurmu öyle şey? Adam geliyor iki tane ekmeğin birini o yiyor birini ben
yiyorum bana evde ekmek kalmıyor" diyor . Bu iş nasıl oluyor diyor. Dedim
ki vermenin geliş şekli ayrıdır. Sen zannediyorsunki 10 tane ekmek onunla
beraber kapıdan giriyor, birini o adam yiyor, dokuzunu koyup gidiyor. Eğer
böyle olmuş olsa idi memlekette cimri adam kalmaz hepsi bizden önce köyün ve
şehrin dışına dururlar misafirleri onlarda evlerine getirirler. Allah rızası
için değil, dokuz ekmek kalacak diye yaparlar bunu. Allah nasıl geldiğini
göstermiyor. Ben misali kendi hayatımdan vereyim. Benim evim misafire açıktır
biliyorsunuz. Adam geliyor benimle birlikte yiyor. Ben ona ayrı yemek çıkarmam
yani kendi adetimdir genelde ayrı yemek çıkartmam misafire ne varsa onu yer. Şu
anda hepimiz evime gitseniz var olanı yeriz bitincede kalırız o kadar. Bunun
içinde eve sıkıntı olmaz. Şimdi bir kısım ailelere misafir geliyor dedinmi 15
gün evvelden haber verilecek. Evin hanımı bir hafta yorulacak ve akşam yemeği
verecek misafire. Misafir gittikten sonra bir haftada temizleyecek, siz o anda
hanıma "ikinci misafir geliyor" derseniz razı olmaz. Ama yük
olmazsanız hiç bir şey olmaz, Hanım misafirimiz var iki kaşık fazla koyacaksın
dedinizmi sorun çikmaz.Hanım için hiç bir yük yok: Yalınız bir kaşık fazlalığı,
bir tabak fazlalığı o kadar. Ama bunun faydası bana dokuz ekmek kalıyor.
Ankaraya geliyorum az önce ekmeğimi yiyen adam garajda karşılıyor evine
götürüyor.İki gün kalıyorum, arabasıyla da beni istediğim yere götürüyor 9
ekmeklik masraf yapıyor bana. Karşılıklar böyle alınır ama oda bunu zevkle
yapıyor. Onun için karşılığını nereden nasıl geleceğini biz bilemiyoruz.
Yapacaklarımızı böyle bir şey olsun diye yaparsanız öbür dünyada sevabı yok.
Yani ben bu adamın ilerde Ankara'da, Erzurum'da, İstanbul'da filan işimi görür
diye iyilik yaparsanız sevabını alamazsınız. Dünyada belki karşılık alırsınız
ama ahirette sevap almanız mümkün değildir. Vermekten hayatta hiç korkmamaya
gayret edeceğiz.
"Şeytan sizi
fakirlikle korkutur ve kötülüğü emreder " diyor. Yani çocuğumu
evlendireceğim. Kızımı çıkarayım. Mal mülk sahibi edeyim ve birde bir dükkan
açıvereyim. Bütün bu düşünceler nefsinizin ve şeytanınızın size
söyledikleridir. Onları düşünmeyelim mi? Onları düşüneceğiz ümmeti muhammedin
çocukları ile beraber düşüneceğiz onları. Onları düşünürde ümmeti muhammedin
çocuklarını düşünmezseniz evinizin her tarafını yangın alsada sizin evinize
henüz gelmese acaba çocuklarınızla rahat yemek yemeniz mümkünmü? Mümkün
değildir. Bütün mahaî-lenizdeki çevrenizdeki insanlar açlıktan inleseler ve sizin
evinizde bol nimet olsa yemeniz, rahat etmeniz mümkün değil Rahat etmek belki
mümkün olur ama insanlığınızı yîtirirseniz mümkün olur. Yani bütün memlekette
bu. kadar aç insanın iniltisine rağmen rahat yemeğini yiyen insanlar hayvanlık
derekesinin altına düşmüş insanlardır. Hani ineğin önüne otu koyuverseniz öbür
taraf tanda bir adam açlıktan inlese ineği hiç etkilemez.[139]
(269)
Hikmeti dilediğine verir. Kimede hikmet verilmişse muhakkak ona çok hayır
verilmiştir. Akıl sahiplerinden başkası ibret alıp düşünmez.
Hikmet, Kur'an-ı
Kerimde bir çok manalarda kullanılmış. Hikmet peygamberlik manasına gelir.
Allah dilediğine hikmeti verir" derken bir Ayeti kerimede peygamberliği
verir, "Allah ona kitabı ve hikmeti verdi" Ayeti kerimesinde
Peygamberliği verdi manasınadır. Burada ise iyi ile kötülüğü bir birinden
ayırtetme melekesidir.
Kime de o verilirse
ona en büyük hayır verilmiş demektir. En büyük hayır en fazla mala sahip olmak
değildir. Akla ve o aklı kullanabilecek fevkalade kabiliyete sahip olmak en büyük
hayırdır. Yani birinci derecede Allah (c.c.) ten isteyeceğimiz şey, iyi ile
kötüyü bir birinden ayırt etmek kabiliyeti ve melekesi, ve aklını istememiz,
verilenide işletmemiz gerekiyor.[140]
(270) Nafakadan neyi harcadınız, adak dan neyi adadinizsa
şüphesiz onu Allah bilir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.
Hani " iyilik yap
denize at. Balık bilmezse halik bilir." sözümüz bu Ayeti kerimeden alınmış
gibi siz iyilik yapın. Kime? Allah'ın yarattığı her canlıya yapın. Hani bir
başka Ayeti kerimede[141]
"yeryüzündeki kıpırdayan her canlı gökyüzünde uçan her kuşda sizin gibi
ümmettir" diyor. Canları var, acı duyarlar, sevildiklerini bilirler,
yalnız kuşlar değil çiçekler bile sevildiklerini bilirler diyor bugünkü ilim.
Peygamberimiz (a.s.v.) ise Unut dağı için söylemiş. " Bu bir dağdır, biz
bu dağı severiz , bu dağ bizi sever" diyor. Siz kime ne kadar iyilik
yaparsanız Allah onu bilmektedir. İnsanlar bilmesin balık bilmesin varsın.
Halik biliyorya o yeter. Nasıl verelim hocam, gizlimi verelim, açıktanım
verelim? Rabbi-miz muhayyer bırakmış.[142]
(271) Eğer
sadakaları açıkdan verirseniz o ne güzel. Eğer sadakaları gizler ve fakirlere
verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Günahlarınızdan bir kısmını
bağışlar. Alîah yaptıklarınızdan haberdardır.
Allah (c.c.) devam
eden Ayeti kerimelerde açıktan vermeyi gizli vermeyi, gece vermeyi, gündüz
vermeyi, tavsiye eden bir Ayeti kerime ile devam ediyoruz.
Bu Ayeti kerimeyi
tefsir ederken alimlerimiz şöyle güzel bir noktaya dikkat çekmişler. Farz olanı
açıktan veriniz. Nedir o? Farz olan zekatınız, zekatınızı açıktan verin. Farz
olan namazınızıda açıktan kılınız. Farz olan namazın riyası olmaz. Yani sabah
namazı, öğle namazı, ikindi namazı, akşam ve yatsı namazını herkesin göreceği
yer camidir, herkesin göreceği yerde kılınız. Tabiiki bu Allah rızası için
kılınacak. Hani bizim ordan bir arkadaş anlatır. "İzmir'de askerim,
namazda kıldığımız yok, susuzluk var. İzmir Bornova'da su yok susuzluktan
içerim kavruldu. Bir yerde su var. İki tane asker bekliyor başında . Damla
vermiyorlar, suyun yanında dolandım, yalvardım olmadı. Derken nöbetçi değişti.
Kollarımı sıvadım vardım çeşmeyi açtım. Abdest almaya başladım, askerin biri ne
yapıyorsun dedi. "Hemşerim iki gündür namaz kılamadım, vallahi adamlıktan
çıktım müsade ette abdest alayım dedim müsade etti. Ağzıma verirken üç, on,
otuz, elli defa aldım. Asker dediki "yahu benim bildiğim üç defa alınır
ağıza" Ben şafîiyim dedim ve abdestimi aldım, suyumuda içtim. Madem
Allah'ın bir emri beni susuzluktan kurtardı, birde namaz kıl dedim. Herkesin
görebileceği bir yerde bir namaz kıldım. Hocam ama hiç Allah'ın rızasını
düşünemedim. Gelip geçenler "vay be ne. adam be " diyorlar".
Böyle değil verdiğimiz
yaptığımız şeyler böyle olmamalıdır farz olanları açıktan vereceğiz ve böylece
hem görevimizi yerine getireceğiz, hemde başkasına teşvik mahiyetinde olacak.
Bir tane emniyet müdürü olan arkadaşla şimdi emniyet müdürü o zaman
yardımcıydı, Karamanda bir araya geldik. "Hocam siz va'zu nasihat ederek
dinimize hizmet ediyorsunuz. Biz ne yapalım" demişti. Dedim ki, resmi
üniformanla öğle namazım şehrin merkezindeki Ulu camide kıl. Her şehrin Ulu
camisi vardır, dediğimde Ö günlerde yüzbaşı idi, şimdi binbaşı olan bir arkadaş
" doğru söylüyorsun" dedi. "Ben bulunduğum kazada cumartesi günü
caddede gidiyorum. Arkamdan bir bakkal bağırdı, yüzbaşı, yüzbaşı dedi. Döndüm
baktım bir gelirmisin dedi. Vardım bir çay iç dedi, içelim dedik oturduk. Allah
razı olsun benim oğlanı namaza başlatmışsın dedi. Amca ben senide tanımam
oğlunuda tanımam dedim, dediki yahu benim oğlanda seni tanımaz dedi. Seni
camide namaz kılarken görmüş vergi dairesinde memur. Yahu bu adam tehlikeyi
göze alarak namaz kılıyor, biz burda kereste gibi oturuyoruz, demiş. O günden
bugüne namaz kılar, Allah razı olsun dedi bana diyor. Ben o çocuğu hala
görmedim." Yani üniforma ile yetkili bîr insanın belirli bir yerde farz
namazını kılması diğer insanlara hem cesaret veriyor, hemde teşvik ediyor.
Onun için farz namazlar aleni olmalıdır. Efendim " Kendinizi gizleyin
müsJümanhğı çaktırmayın" demekle hayatta bir yere varılamaz. Zaten
çaktırmaya, çaktırmaya çakıldık kaldık.
Kafirin kaçması ve
gizlenmesi gerekirken, mümin saman altından su yürüterek hedefine varacağını
zannediyor. Samanı sarartmaktan başka bir işe yaramaz. Allah (c.c.) gizli
vermeyi tavsiye ediyor. Bu iki manayı birleştiren alimlerimiz, farz olanları
açıktan, sadakalarımızı gizliden verelim diyorlar. Sadakayı gizliden vermek
efdaldir. Ama bir yerde rağbet olsun, teşvik olsun için sadakayıda açıkdan
vermeninde caiz olduğunu Bakara 274 ncü Ayeti kerimesinde Allah (c.c.) onuda
bize bildiriyor, biraz sonra oda gelecek. Allah bu sadakalarınızı gizlide ve
açıkta verdiğiniz takdirde sizin kötülüklerinizi örter, kötülüklerinize karşılık
kılar. "Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır" diyor. Yani gizli
versem acaba Allah'ın haberi olmazını ki açıktanım vereyim? Allah değil öyle
"gönülden geçeni bilir" Elimizin hareket etmesini, dilimizden çıkan
kelimeleri veya fısıltınızı gönlünüzden geçeni bilir. Onun için gizlilik ve
aşikarîık yok.
Hocam verelim
verelimde, bizim mahallede biri var imansızın teki fakir tabii. Bunada verelim
mi? Veya ben islamı seçtim babam ise benim müslümanlığımdan memnun değil. Eski
halimden memnun şimdi bakı-mada muhtaç ona bakayım mı? Baba olabilir, ana
olabilir. yakın komşu olabilir, uzak komşu olabilir, hiç ilgisi olmaz ama Hz.
Adem'den kardeş olabilir. Yani peygamber çocuğu bunlar bütün yeryüzündeki
insanlar peygamber çocuğudurlar. Bunlar küfre girdiğinden dolayı yüreğimiz
sız-lamalıdır. Aman yarabbi peygamberlerin çocukları bu hale gelmiş ben bunu
nasıl kurtarırım diye çirpınmalı. Peygamber efendimiz diyorki, «Hani ateş yakan
insan yaz gününde kelebekler gelir, o kelebekler yanmasın diye nasıl
uğraşıyorsa sizi cehenneme düşmiyesinİz diyede ben koşturuyorum ve
kemerlerinizden tutuyorum gitmeyesiniz diye.» Yani kılıç çekmişse peygamberim
Ebu cehilin önüne, gitme ateş vardır diye çekmiştir. Öldürmek için değil, gitme
ateş var. Yani cehennem var bu küfrün yolu cehenneme doğru gider, oraya gitme
diye kılıç çekmiştir Peygamberim.[143]
(272) Onların doğru yola gelmeleri sana borç değildfr.
Ancak Allah dilediğine hidayet verir. (Allah için) verdiğiniz hayır (mal)
kendiniz içindir. Siz ancak Allah rızasını aramak için verirsiniz. (Allah
için) verdiğiniz hayrın karşılığı verilecektir ve siz haksızlığa uğratılmayacaksınız.
Peygamber efendimize
(a.s.) gelmişler "Ya Rasulellah imansız adamların içinde fakirler var,
onlarada verelim mi yoksa müslüman olsunda Öylemi verelim" diye
sormuşlar. "Onların hidayete gelmeleri sana ait değildir, onların müslüman
olmaları senin elinde değil Allah dilediğine hidayet verir" Burada şu
anlaşılmasın. "Allah (c.c.) dilediğine hidayet verir, dilediğini
sapıtır." "Öyleyse Allah ayırmış zaten, sen gavursun, sen müslümansın
demiş. Yani dilediğini müslüman etmiş, dilediğini gavur etmiş. Öyleyse bizim
suçumuz ne? deyip bu Ayeti kerimeye itiraz edebilirler. Kuranın tamamını
okuyacak olursa Allah (c.c.) «Yaptıkları kötülükler nedeniyle kalplerine küf
bağladı» diyor. (Mudaffıfin 14) Yani küfrü kendileri tercih ettiler ve küfre
giden yolda kendileri yürüdüler ve Allah onlara dalâleti verdi. Müminlerde
İslama gönüllerini açtılar Allah'ta onlara hidayeti verdi. Peki burada
"Allah dilediğine hidayeti dilediğine dalâleti verir" "Haynda
veren Allah (c.c.) şerride veren Allah (c.c.) tür" diyoruz. Eskiden Yunan
filozoflarından bir kısmı çok iyi niyetlerle şunu demişler "Allah
yücelerden yücedir, iyi şeyleri yaraör, güzel şeyleri yaratır. Kötülükleri, şerri
yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz" demişler. Güya Allah'ı temize
çıkaracaklar ama şirke girmişler. Niye ortada kötülükler var. O zaman kötülüğü
de yaratan birini bulmak lazım. Bunun Çizerine "Hayır tanrısı ayrıdır, Şer
tanrısı ayrıdır" demişler. Zaten iyi niyetlerle kötülüğe gidilmiştir. Bir
kısım insanlar iyi niyetlerle kötülüğe gidermi gidilebilir işte onun için biz
iyi niyetler doğrultusunda hareketler değil Allah (c.c.) çizdiği ve tarif
ettiği şekilde anlıyacağiz. Kendi hayalimize göre din anlayışı, kendi
hayalimize göre peygamber anlayışı geliştirmeyeceğiz.
İnsanların hidayeti
size ait değil. Peki hocam tebliğ duracak mı? Tebliğ devam edecek. Niye devam
edecek? Biz mesuliyetten kurtulmak için devam edeceğiz. Rabbim bu dinin bütün
insanlara bildirilmesini ister. Biz görevimizi yerine getireceğiz. "Adam
müslüman olsun öyle yardım edeyim" deme sadakalar yaratılanlara verilir.
Zekat ise müslüman insana verilecektir. Ayeti kerimede " siz hayırdan
verdiğinizi kendiniz için veriyorsunuz" buyurur. Yani verdiğin adam
müslüman olsada sevabını sen alacaksln, kafir olsada sen alacaksın. Sen
verdiğini kendine veriyorsun diyor. Çok önemli bir Ayeti kerime benim bir
müşkilimi çözüyor. Hani batıda şöhretini yitirmiş sinir krizleri geçiren
artistler Doktoruna' "Efendim şöhretimi kaybettim, sinemadan teklif
gelmiyor. Eskisi gibi alkışlar olmuyor. Sinir krizleri geçiriyorum, güzelliğim
bozulmasın diyede doğum yapmamıştım" diyor oda diyorki Ayı besle, kedi
besle, köpek besle diyor. Bir şey besle diyor.
Doğru söylüyor doktor.
Bir canlıya karşı kişinin meşguliyeti ve ona hizmeti onu rahatlatır. Yani canlı
bir varlığa birşey vermeniz sizin sinirinizi alır ashnda. Doktor isabetli bir
karar veriyor. Ancak müslüman bir doktor olmuş olsaydı yaratıkîarıda şıraya
koyarsak birinci derecede insana hizmet etmeyi Önerirdi. Batıya göre birinci
derecede köpektir. Hani ekonomik nedenlerden Fransızlar yıllarca doğum
yapmamışlar, başarılıda olmuşlar. Ama şu anda köpek için yapılan masraf
Afrikadaki bir devletin yıllık bütçesini geçiyormuş. Fransanın ekonomik
nedenlerden dolayı çocuk doğurmasını engelleyenler yanlış ediyorlar. Yarın her
eve bir köpek girecek. Çocuğun giremediği, çocuğun atıldığı evlere köpekler
girecek. Her pazar günü köpekli bir filmde onun için oynatılır, alıştırılıyor
çocuklarımız. Evvela birinci derecede insana hizmet edeceğiz. Bu sadakalarda
mümini birinci dereceye alacağız. Ama ardından kafirede yardım elini
uzatacağız.
Sultan Ahmette bir
tane Ermeni fakiri vardı öldü geçen sene, yıllarca Sultan Ahrnet camisinden
beslendi. Gönenli Mehmet efendi besledi onu ve geçen sene öldü. Ermeniler kendi
aralarında yardım edemediler, yine efmeninin cenazeside Ömür boyu karnının
doymasıda bir müslüman tarafından temin edilmiştir.Şu memlekette hatta dünya
genelinde şu anda gönlünde merhamet kırıntısı olanlar varsa onlarda
müslümanlardır. Bununda en iyi ölçüsü
Fahişe bir kadın bir çocuk doğursa gizlice camiye getirip koyup kaçıyor.
Niye camiye koyuyor? O büiyorki, meyhanede, sinemada, tiyatroda,
kahvehanedekilerde merhamet kalmamış. Merhamet kalan bir kaç tane insan varsa
onlarda merhamet kırıntısı kalan insanlardır. Merhamet kırıntısı olan bir kaç
insan varsa onlarda camii etrafında dolaşıyor. Dilencilerde deneme yanılma
usulü ile kahvede gezmiş yok sinemanın önünde durmuş ordanda yok, Tiyatronun
önünde durmuş ordan-da vermiyorlar. Nerde çok veriyorsa oraya gidiyor. Orasıda
camiidir. Bu memlekette açlık sorunun halledeceğiz diyorsa siyasiler
müslümanların eline teslim etsinler. Gasp ettiklerini geriye versinler
"Hayırdan infakınız kendi nefsiniz içindir." diyor Rabbim. Müslüman
sadakayı verince önce fakire yardım etmiyor aslında. Önce kendine yardım
ediyor. Bu bir ecza-haneye varıp ilacını aldıktan sonra para veren adam
gibidir. Parayı verdi ilacı aldı. Sonra o eczacıyı gördüğünda "geçen sana
yüz bin lira vermiştim hayrıma" dermi? demez. Çünki para verdi
karşılığında ilaç aldı. Tedavisini yapıyor. Mümin insanda tedavisini yapıyor.
Kendi kendinin tedavisini yapıyor. Efendimize gelmiş bir tanesi "Ya
Rasulellah kalbimin katılığından şikayetçiyim" demiş. Efendimizde
"Öyleyse fakirin karnını doyur, yetimin başını okşa" demiş.[144]
Kalbin katılığı gider. Efendimizin tavsiyesi bu. Fransız bir doktorda
"Ayı besle" diyor. İki tavsiyede bir isabet var ama Peygamber
efendimizinkinde tam isabet var. Fakir ve yetim söz konusudur burada. "Siz
verdiklerinizi ancak Allah rızası için verirsiniz" Rabbim bize
konuşmanında üslubunu veriyor. Konuşma adabı öğretiyor. Rabbim "Allah
rızası için verin" demiyor "sizler Allah rızası için
verirsiniz" diyor yani emretmiyor, sizin mayanız o kadar güzelki Allah
rızası için verirsiniz diyor. Yani sizde insanlara "oğlum, yap et, dur,
bilmem ne demek" yerine "benim oğlum şu işleri güzel yapar amcası,
benim kızım şöyle şöyle iyi yapar amcası" gibice-sine iyi yapar, iyi eder,
üslubunu kullanmak yap, et, kıl, deme üslubundan daha etkin bir üslup olduğuna
işaret etmiş oluyor.
"Hayır"
kelimesi Kuranı Kerimde bir kaç yerde
mal olarak geçmiş ama genel ifade olarakta kullanılmış. "Hayırdan neyi
verirseniz onun karşılığı mutlak size verilecektir. Zulme
uğramayacaksınız" yani verdiğinizin karşılığı, eksik değil mutlak surette
fazlasıyla verilecek oda iki katından, on katından, yedi yüz katından Allah'ın
dilediği rakama kadar devam eder. Vereceğimiz'hayrın yeryüzünde dolaşmaya,
çalışmaya gücü yetmeyen Allah yolunda mahsur kalan insanlara verilmesini
istiyor. Sırf Allah'ın dininin Öğretilmesi, Allah'ın dininin yayılması,
Allah'ın dininin hakim olması için Hayatını bu yola vakfeden insanlarada
veriniz. Hani Peygamber efendimizin döneminde Ashab-ı suffe, onlar mescidin
bitişiğinde efendimizin bugünki ifadeyle üniversitesinde Kur'an ve hadisi
ezberlemek, elçi olarak, (bugünki ifadeyle Kültür ateşesi olarak) kültür
elçisi olarak gönderilmesi gerektiğinde, gönderilmek üzere bekleyen insanlar.
Sayıları 400 e kadar çıkar. Hem ilim öğretme, hemde harbetme özelliğine
sahipler çalışmıyor onlar, onlar sırf bunun için duruyorlar. Bu insanlara infak
ediniz. Günümüzde "İslami ilimler dalında çalışanlar demiyelim" çünkü
laik sistem koymuş bu adı.Laiklik gereği ayırmış. İslami ilimler dalı ne
demektir? Allah'ın tabii ayetleri ile teşrii ayetleri doğrultusunda çalışmalar
islami ilimlerdir. Bu uğurda çalışma yapan ve bütün çalışmalarını Allah'ın
dininin hakimiyeti için yapan fiziğini, tıbbini, matematiğini, kimyasını,
tefsirini, hadis şerhlerini her sahada ne yapılıyorsa terziliğinden,
marangozundan, lokantacılığından, askerliğine kadar her şeyi Allah'ın dininin
hakimiyeti için çalışıyorsa bu adamların geçiminin müslümanlara ait,olması
gerektiğini ve onlara müslümanların vermesi gerektiğine işaret ediyor. Peki
kime verelim? sorusuna cevap olarak da hemen gelen ayette cevap verilmiş.[145]
(273) Sadakalarınızı Allah yolunda hizmet eden (hizmeti
nedeniyle) yeryüzünde dolaşamayan iffetinden cahil kişinin zengin zannettiği
fakirlere veriniz. Sen onları simalarından tanırsın. Israrla insanlardan bir
şey istemezler. Siz hayırdan neyi verirseniz, Muhakkak Allah onu bilir.
İslam'ın dünyaya hakim
olması için kendisini cihada adayan, insanların geçimini temin etmek müminler
üzerine bir görevdir. Fethedilen ülkelere islami ilim ve amel olarak götürmek
için ilim tahsil edenlerin masraflarıda müslümanlar tarafından karşılanacaktır.
İslami bir devlette kışla ile üniversite Mescidin duvarlarına bitişik olur.
Üçüncü duvarada devlet başkanının evi bitişiktir. Mescidin ön tarafı ise
halkaaittir. Başkan, askerler, üniversite, halk camide birleşirler, ve halkın
zengin işadamları kışla ile üniversiteye destek verir.
Günümüzde yardım
ettiğimiz insanları minnet altında tutanlara rastlandığı gibi, fakirin güzel
elbise giydiğine kızan insanlar bile var.Yardım ettiğiniz insan sizden daha
güzel giyiniyor, daha iyi yiyebiliyorsa sevininiz. Yardım eden insanları
görünce ezilmiyorsa sevininiz. îsrarlajistemelerini beklemeyiniz, ısrarla
isteyen olursada azda olsa veriniz.
İslam dini fakirin
yiyecek, giyecek, mesken ve sağlık giderlerini devlete ve mümin insanlara
havale etmiştir. Devletin organize edemediği, yetişemediği yerde Müslümanlar
birbirlerinin velisidir. Velisi olmayanın veliside devlettir. Yardımı nasıl
verecekler sorusunada 274 ncü ayet cevap vermektedir.[146]
(274)
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıkdan (Allah için) verenlere Rableri
katında ecri (karşılığı) vardır. Onlara korku yoktur, onlar mahzunda olmazlar.
Bu ayeti kerimeyi ilk
uygulayan Hz. Ali'dir. Ayet inince elindeki dört dinar altın paranın birini
gece, birini gündüz, birini açıkdan, birini gizlice, dağıtıvermiş. Tüm
varlığını kendi eliyle dağıtmaya alışmış bir insanın ahirette cehennem korkusu
olmadığı gibi bu dünyadada korkusu yoktur. Malının alınmasından endişe edip
zorbalara zalimlere boyun eğmez, can endişeside yoktur. Çünkü cennetin en
kestirme yolu şehitliktir.
Kazancını Allah'ın
yarattıklarıyla paylaşanın yaratıklardan korkusu olmaz. Kazancı elinden
çıkincada üzülmez, varlığa sevinmez, yokluğa yerinmez. Yardımı kime yapalım?
sorusunun cevabını Bakara suresinin 215 nci ayetinde yakınlardan başlayarak
anne-baba, yakınlar, yetimler, ve fakirlere verilmesini bildirmiş. Ne zaman
yapalım? sorusuna Münafikun suresinin 10 ncu ayetinde ecel gelmeden
yapılmasını, Hadid suresinin 10 ncu ayetinde zor günlerde yapılan yardımla bol
günlerde yapılan yardımın eşit olmadığım, Bakara 274 ncü ayettede gece,
gündüz, gizli, açık daima verilmesini ister. Ne kadar verelim? sorusunuda
Bakara 219 ncu ayette "ihtiyaç fazlasını" veriniz diye cevaplamıştır.
Eğer bu anlayışa,
ilme, imana sahip bir toplum meydana getirirsek işte orada faize yer kalmaz[147]
(275) Faiz
yiyenler şeytanın çarptığı kimsenin kalkdiğı gibi kalkarlar. Böyle olması
onların: "alışverişde faiz gibidir." demelerindendir. Halbuki Allah
alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelirde
faizden vazgeçerse geçmişi onadır ve işi Allah'a aittir, kimde faizciliğe dönerse
onlar ateş yaranıdırlar ve orada ebedi kalıcıdırlar.[148]
(276) Allah
faizi yok eder, sadakaları artırır. Allah kafirlerin hiç birini, çok günah
işleyeni sevmez.[149]
(277) İman
eden, iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenler için Rableri
katında mükafatları vardır, onlara korku yoktur. Onlar mahzunda olmazlar.[150]
(278) Ey
iman edenler. Eğer Allah'a iman etmişseniz Allah'dan sakının ve faizden arta
kalanı bırakın.[151]
(279) Eğer
böyle yapmaz (bırakmaz) sanız Allah'a ve Rasulüne harp (açtığınızı) bilin. Eğer
tevbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. (Böylece) haksızlık etmemiş vede
haksızlığa uğramamış olursunuz.[152]
(280) Eğer
borçlu darda ise bolluk zamanına kadar ona süre verin. Eğer bilirseniz borcu
sadaka olarak bağışlamanız daha iyidir.[153]
(281)
Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese kazancının tamamı verileceği ve
kimsenin haksızlığa uğramayacağı o günden korkunuz.
Üç sahifelik infak
ayetlerinden sonra faizin haramlığı, faizin artırmayıp eksilttiği, faiz alıp
vermenin Allah'a ve Resulüne harp açmak olduğu anlatılmaktadır. Ayette
"faiz yiyenler" diyorda yedirenler demiyor. Demekki faizin mucidi
para babalan ile onların seçtiği yöneticilerdir, ve insanları faîze
zorlayanlardır. Hadisde ise faizi yiyen, yediren, yazan ve şa-hid olan
lanetlenmiştir. Faiz yiyenler ahirette şeytan çarpmış gibi kalkacaklar, şaşkın
ne yapacağını bilmez durumda olacaktır.
Ehli sünnet bu ayete
dayanarak, Allah'ın izni dahilinde şeytanın insanı çarpabileceğini
söylemiştir. Mu'tezile ise şeytan çarpması diye birşey yoktur. Cahiliyye dönemi
insanının batıl inancıdır der.
"Faiz eksiltir,
sadaka artırır" ifadesinde faiz malı eksiltir, şerefi, namusu, itibarı,
eksiltir manaları vardır. Faizle uğraşan para babalarının hiçbiri canından
malından çocuğundan emin değildir. Kazandığı paraların bir kısmını kendisini
koruyanlara harcamaktadır. Sadaka malı eksiltir gibidir ama bu veriş üzüm
çubuğunun dallarını baharda budamak gibidir. Baharın budanan çubukda üzüm daha
çok olur.
Günümüzde faizin
zararını anlamayan kalmadı. Batıda binlerce ekonomist bu konuda kitap yazdı
ama çıkış yolu bulamadıklarından faize devam dediler. Faiz yemek ve yedirmek
haram. Fakat bu haramı işleyen aynı zamanda Allah'a ve Rasulüne harp ilan etmiş
oluyor. İçki, kumar, domuz eti, gibi haramları işleyenler hakkında bu ifade
kullanılmamış. Çünkü diğer haramlar ferdidir. Kişinin kendine zarar verir. Faiz
ise toplumsaldır. Bütün toplumu ilgilendirir.
Onun için faizin
kaldırılması bir çok günahın ortadan kalkmasına sebep olacaktır. Eğer faize
para veren varsa veya faizle para alan varsa paranın aslını alınız ve veriniz,
faiz alıp vermeyiniz. Borç para verdiğiniz kişilerin durumu sıkişıksa onlara
zaman tanıyınki Allah'da sizin darlığınızı genişletsin[154]
(282) Ey iman edenler. Belirli bir zamana kadar birbirinize
borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızdan bir kâtip doğrulukla yazsın. Katip
kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın üzerinde hak
olanda Rabbinden korksun yazdırsın ve ondan birşeyi eksik bırakmasın. Üzerinde
hak olan borçlu, sefih (yazı bilmez veya çocuk) ise veya zaif (bunak veya deli)
ise veya yazdırmaya gücü yetmezse velisi doğru olarak yazdırsın. Ve
erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek olmazsa razı olacağınız
şahitlerden biri erkek, biri unutursa diğerinin hatırlatması için iki kadın
(yeter) Şahitler (şahitlik yapmaya) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar. Borç az
veya çok olsun onu vadesiyle yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında en doğru,
şahitlik için en sağlamı ve şüpheye düşmemeye en yakınıdır. Ancak aranızda devrettiğiniz
peşin alışverişte yazmamanızda size bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınızdada
şahit tutun. Ne katip nede şahit zarar görmesin eğer zarar verirseniz o size
doğru yoldan çıkma olur. Allah'dan sakının, size Allah öğretiyor. Allah
herşe-yi bilir.
Bu ayeti kerime
Kur'anın en uzun ayetidir. Noterliğin önemine dikkat çeken ayettir. Bu ayetten
önceki sahife faizin haramlığmdan, faiz yiyenlerin Allah'a ve Rasulüne harp
ilan ettiklerinden bahseder. Faizle ilgili ayetlerden öncede üç sahife halinde infakm
fazileti, nasıl verileceği, kime ve nereye verileceği, niçin verileceği
bildirilmiş. Faiz, yardımlaşma ayeti ile selem ve istisna ayetleri arasında
kalmıştır.
Selem; Para peşin, mal
veresiye yapılan alışverişlerdir. İstisna1: Parası peşin verilerek sınai
malları sipariş vermektir.
Bu ayet bu iki çeşit
ticaret sözleşmelerinin dayandığı ayettir. Ekonomisini faiz üzerine kuran
müşrik yöneticilere faiz yasağı gelince "peki işletmeciler krediyi
nereden bulacaklar ya diyebilirler. İslam dini toprak mahsullerinde
"selem" diye isimlendirdiği muameleyle, sanayiidede
"istisna" hukukuyla krediyi sağlamıştır.
Otomobil, fabrikası
müşterisine diyorki "elli milyon lirayı ver, bir sene sonra gel arabanı
al" Markası, modeü, rengi belirlenen böyle bir arabanın siparişi caiz
iken günümüz faizci ekonomistler müşteriye diyorki "paranı bankaya yatır
yüzde yetmiş faiz al. Elli milyonun otuzbeş milyon kazanır. Yeni sene seksen
beş milyona arabayı peşin alırsın." Müşterinin elinden aldığı elli milyonu
otomobil fabrikasına yüzde yüz veya daha fazla faizle kredi veriyor. Otomobil
fabrikası elli milyonun üzerine bankaya Ödediği faizide ekliyor araba yüz
milyonu geçiyor. Seksen beş milyonu alan müşteri o parayla arabasını alamıyor.
Risksiz kazanç sağlayan yalnız para babası faizciler oluyor. Bu ayeti kerime
borçların yazılmasını emreder. Borçların yazılması için Katibi adi dediğimiz
Noterlerin dikkatli olmasını, taraflara zarar vermemesini ister. Bunak, zayıf,
deli, çocuk durumda olanların yazışmalarını velilerinin yapmasını ister.
Yazışmalarda iki adil erkek şahid veya bir erkek iki kadın şahid olmasını
tavsiye eder.
Günümüzde batıya şirin
görünmek isteyen müsteşrik tipi araştırmacılarımız bu ayeti okuyunca yüzleri
kızarmış ve kırk dereden kırk su getirerek kızarıklarını gidermeye çalışmışlar
ve "Kadınlar.şahidlikte erkeklerle eşittirler" fetvasını vermişler.
Bu müsteşrik özentileri bilsinlerki batı islam hakkında hükmünü verirken
Kur'ana ve sünnete bakar, senin geçici sözlerine bakmaz. Sonra batılı insan,
erkekle kadının eşitliği iddiasının fıtrata aykırılığını biliyor ve kadınlarla
erkekleri güreştirmiyor. Boks yaptırmıyor, yüksek atlamada yarıştırmıyor.
Çünkü kadınlar sporun her dalında erkeklerden geride kalıyor.
Alışverişlerinizi
şahid huzurunda yapın. Şahidlikten kaçınmayın. Şahitleri ve yazanı zarara
sokmayın. Allah'dan korkun ki Allah'da size o konuda bilgi lütfetsin. Yıllarca
kardeşleriyle haram yollardan para kazanan biri tevbe edip ayrıldığında dini
bilgisi kardeşlerinden farksızdı. Aradan bir sene geçmeden haramı helali
ayırdeden bir bilgi elde etti. Allah'dan korkmanın mükafatı haramı helalden
ayıran bilgi edinmektir.[155]
(283) Eğer
yolculuk halinde olur, katipde bulamazsanız o zaman rehin almanız yeterlidir.
Eğer birbirinize güvenirseniz (rehine gerek yor), güvenilen kişi Allah'dan
sakınsın emanetini ver sin.Şahitliği gizlemeyiniz. Kim şahitliği gizlerse
kalbi günahkar olur. Allah yaptıklarınızı bilmektedir.[156]
(284) Göklerde ve yerdckiler Allah'a aittir. Siz nefislerini/dekini
açıklasanizda gizlesenizde Allah sizi onunla hesaba çeker. Dilediğini afvedcr,
dilediğine azap eder. Allah herşeye gücü yetendir.
Bir önceki ayette
yapılan borçlanmaların yazılmasına dikkatimizi çekerken bu ayette ise yazacak
bir durum olmazsa, yazışmanın fayda vermeyeceği durumlarda alacaklara karşılık
rehin alınması tavsiye edilmektedir.
Rehin: Bir hak
karşılığında, kendisinden o hakkın alınması mümkün olan bir malı tutmaktır.
Rehin verene
"Rahin" denir. Rehin alana "Mürtehin" denir. Tarafların
rızasıyla rehin akdi gerçekleşir. Rehni teslim almasıyla tamamlanır. Borçlara
karşılık rehin alma emir değil tavsiyedir. Taraflar birbirlerine güvenleri tam
ise rehin almayabilirler. Borç emanettir. Emanete hıyanet edenin önce kalbi;
günahla kirlenir. Günümüzde Özellikle devletten borç alarak köşeyi dönenlerin
kalplerinin kirini gazete sahifelerine sıçrayan pisliklerinden anlıyoruz.
Bildiğiniz bir konuda
şahitliğinize müracaat edildiğinde sakın şahitliği gizlemeyin, "paran
çoksa borç ver işin yoksa kefil ol veya şahitlik yap" gibi sözler islami
değildir. Biz insanların haklarıyla ilgili konularda şahitlikten
kaçınmadığımız gibi üniversite kürsisinde, parlamentoda, kışlada, karakolda,
bakanlıklarda insanın olduğu her yerde "Eşhedü enla ilahe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Rasulüh" diyerek Hakkın hakimiyetine
şahitlik yapacağız. Yapmazsak kalp kararır. Hem içimizdeki doğrulan söylemeyi
hem bastırırsak islami şahsiyetimizi yitirir silik bir insan olur çıkarız.
Yer ve gökler onun
olunca ondan gizli bir şey yapmamız mümkin değil. Toprak onun. Ayakları elleri
O yarattı. Gözü gönlü o donattı. Ondan habersiz bir şey yapmak veya düşünmek
mümkin değil. Öyle ise içimizide güzelleştirip güzel planlar, güzel hayaller,
iyi niyetler kuralım, içimizde ne varsa dışımıza o sızar.[157]
(285)
Peygamber ve mü'minler Rabbinden ona indir üene iman ettiler. Hepsi Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve rasullerine iman etti. Allah'ın rasulieri arasında
ayırım yapmayız. "Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, afvını isteriz,
dönüş sanadır" dediler.[158]
(286) Allah
kişiye ancak gücünün yeteceği kadarını teklif eder. Kişinin yaptığı iyilik
kendinedir, isteyerek yaptığı kötülükte kendi aleyhinedir. Rabbimiz eğer biz
unutur veya yanıhrsak bizi cezalandırma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bizede ağır yük yükleme. Rabbimiz, gücümüzün yetmeyeceği şeyi
bize yükleme. Afvet bizi günahlarımızı gizle. Bize merhamet et. Sensin bizim
mevlamiz. Kafirlere karşı bize yardım et Müslümanların yüzde doksanının ezbere
okuyabildiği bu iki ayeti kerime imanın altı esasını kendinde toplamaktadır.
İman ve dua bir arada. Allah'a İman, meleklere, kitaplara, peygamberlere var.
"Dönüş sanadır"
cümlesiyle ahirete
iman vardır bu ayette. Kadere iman ise Allah'a imanın içindedir. Çünkü Allah
olmuş ve olacak her şeyi bilmektedir. Müslümanların peygamber efendimizin
"Kim Bakara suresinin sonundan iki ayeti, gece okursa o ikisi ona
yeter,"[159] hadisine uyarak bu iki
ayeti okuyarak uyuması imanla yatmasını sağlar
Sabahleyin kalkınca
Peygamber efendimize uyarak:
"Lailahe
illallahü vahdehü la şerike leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli
şey'in Kadir"
"AHah'dan başka
yaratan, yaşatan ve yöneten yoktur. Mülk onundur, ortağı yoktur, övgüde ona
aittir. O herşeye gücü yetendir" diyerek uyanan , müslüman her sabah
kendisini hayata karşı bileyerek uyanır. Mülkün ona ait olduğunu eldeki
tapuların bir zamanlar başkalarına ait olduğunu ölünce başkalarına geçeceğini,
inanır ve söyler. İsİami çizgide yürürken karşısına zorba zalimler çıksa bile
birşeyin değişmeyeceğini, çünkü, Allah'ın herşeye gücü yettiğini söyleyerek
hayata atılır. Akşama kadar islami çiz-gide helal ve temiz rızık kazanır ve
yatsı namazından sonra bu iki ayeti okuyarak imanın altı şartına iman ettiğini
ikrar eder ve duayla uykuya dalar.
"Peygamberler
arasında ayırım yapmayız" Çünkü hepsi Allah tarafından gönderilmişler.
Aynı kaynağın suları gibidirler. Farklı büyüklükteki sürahilere konulan aynı
kaynağın suları gibidirler. Birine inanıpda diğerlerini inkar etmeyiz. Günümüz
yahudi ve hristiyanlan gibi değiliz elhamdülillah. Biz hepsine iman etmişiz.
Ancak kendilerine kitap verilmesi, Allah'la konuşması, gösterdikleri
mucizelerle birbirlerine üstün kılmıştır Allah (c.c.)[160]
işittik ve itaat
ettik" derken imanımızı dille ikrar ederken bedenlede tatbikatını yaparak
amele dönüştürdüğümüzü söylüyoruz. Gönüldeki iman amel suyuyla sulanmazsa
kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Amele dönüşmeyen
imanın altı şartı altı mermili tabancaya benzer. Şeytanı korkutabilir. Ama
şeytan saldırıya geçerse tabanca durduğu yerden iş yapmadığı gibi amele
dönüşmeyen müminin imanına şeytan zarar verebilir. Rabbimin Kur'anında ehli
kitap bilginlerini sırtında kitaplar taşıyan eşşeğe benzetir,, sırtında silah
taşıyan eşşeği kurtlar yerde silahın ona bir faydası olmaz. Biz iman ettiğimiz
Kur'anın emir ve yasaklarını hayatımızda yaşayarak canlılık kazanacağız.
Bu emir ve yasaklardan
hiçbiri bizim yapamayacağımız şeyler değil. Allah kişilerin gücü oranında
teklifde bulunur. Halter sporunda sporcuların kilosuna göre ağırlık
kaldırmaları istendiği gibi kişiye Alîah tarafından verilen akıl, bedeni
kabiliyet, mali güç, makam, mevki, diploma gibi nimetler oranında dine hizmet
beklenir.
Mesela iki dirhemi
olan kişi birini sadaka olarak vermiş. Onu gören bir zengin yüzbin dirhem
sadaka vermiş. Bu olayı gören Peygamberimiz "Bir dirhem yüzbin dirhemi
geçti" buyurdu.
Nesei kitabü-zzekatın
yetmiş dördürıcü sahifesinde tek hurmasının yarısını vererek cennetin
kazanılabileceğini Efendimizin dilinden haber vermektedir. Mealde "Kişinin
yaptığı iyilik kendisinedir. İsteyerek yaptığı kötülükde kendi
aleyhinedir." diye terceme ettiğimiz ayette geçen Kesb ve iktisap
kelimelerinin tercemesinde Türkçe meal yazan bir çok insanımız dikkat etmemiş
ikisinede ayriı manayı vermişler. Halbuki "İkti-sab" Mutavaat
içindir. Kötülüğü isteyerek yaparsa günaha girer. Yoksa tabancayı şakağına
dayasalar bir müslümanın ve şarap içmesini isteseler, O müslümanda kurşunu
yememek için şarabı içse günaha girmez: İnsan iyiliği isteyerek veya istemeyerek
yapsa iki haldede az veya çok sevap alır. Ama kötülüğü isteyerek yaparsa günaha
girer. Arapçamn inceliklerini bilmeden mealle hareket eden kardeşlerimiz o
meali yazan muhteremin anlayışı doğrultusunda hareket etmiş sayılırlar.
Akşama kadar islami
mücadelesini veren mümin yatmadan önce bu iki ayeti okuyarak önce imanını
tazeliyor. Sonrada dua ediyor. Yarabbi akşama kadar yapmamız gerekenlerden
unuttuklarımız varsa afvet. Yaptıklarımızda hata etmişsek afvet. Geçmiş
ümmetlerin hataları yüzünden düştükleri zorluklara bizi düşürme. Gücümüzün
üstünde yük yükleme. Bize güç ver. Afvet, Günahlarımızı ört. Bize merhamet et.
Sensin bizim dostumuz. Kafirlere karşı bize yardım et. AMİN......[161]
[1] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/347.
[2] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/347-348.
[3] Bakara 144
[4] Bakara 143
[5] Haşr 9
[6] Al-i İmran 92
[7] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/343-363.
[8] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/363-366.
[9] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/367-370.
[10] Müstedrek 2/279
[11] Bak. İbni Kesir
[12] Buhari K. Cenaiz 36, Müslim K. Vasiyet 5
[13] Tirmizi 3/190, Nesai 2/128
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Cantaş Yayınları: 1/370-371.
[14] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/371.
[15] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/371-372.
[16] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/372.
[17] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/372.
[18] Buğyet-ül insan fi vezaifi Ramazan İbnü Recep diyen
Peygamber Efendimiz orucun mihenk taşı olduğunu haber vermiş oluyor.
[19] Buharı K. Siyam Hadis No 1775 buyurmuştur.
[20] Müslim K. Taharat 16 buyurmuştur.
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Cantaş Yayınları: 1/373-374.
[21] Tirmizi K. Deavat buyurmuştur.
[22] Buharı K. Siyam hadis no. 1775 Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/180 buyurmuş Peygamberimiz. Oruç günahlara karşı en güzel kalkandır.
[23] Müsned Ahmed b. Hanbel 31180, 266 Manastırında kadın
sevmeden çiçek koklamadan Cehenneme odun olmaya hazırlanmaz Müslüman.
[24] Mecmeuz-Zevaid 31170 buyurmuş.
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Cantaş Yayınları: 1/374-376.
[25] Buharı K. Siyam Hadis No: 1783 buyurarak orucun
yalnız maddî olarak yemek, içmek ve cinsi temasdan uzak kalmak olmadığını
yalandan, iftiradan, gıybetten, küfürden, insanları kırıcı her türlü çirkin
sözlerden uzaklaşmak gerektiğini ifade etmiştir.
[26] Buharı K. Siyam Hadis No: 1786
[27] Aynül-ilim Aliyyülkari
[28] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/376-377.
[29] Tirmizi K. Daavut 86 buyurmuş ve keşif kolu
gönderirken tayin ettiği komutan hakkında "Bu en hayırlınız değil. Ancak
açlığa ve susuzluğa en fazla dayamnızdir"
[30]Mecmeuz-Zevaid 3/182 buyurmuştur.
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Cantaş Yayınları: 1/378.
[31] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/378.
[32] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/378-379.
[33] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/379.
[34] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/379-381.
[35] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/381-382.
[36] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/382-383.
[37] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/383-385.
[38] Buhari K. Daavat 7/151, Müsnedi Ahmed 2/238
[39] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/385-387.
[40] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/387-390.
[41] Buhari K. Daavat 7/151, Müsnedi Ahmed 2/238
[42] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/390-396.
[43] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/396-397.
[44] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/397-401.
[45] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/401.
[46] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/401-403.
[47] Enfal 60
[48] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/403-405.
[49] Tevbe 41
[50] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/405-407.
[51] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/407-410.
[52] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/410-415.
[53] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/415-418.
[54] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/418-419.
[55] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/419-420.
[56] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/420.
[57] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/420-423.
[58] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/423-425.
[59] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/425-426.
[60] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/426-428.
[61] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/428-429.
[62] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/429-430.
[63] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/430-431.
[64] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/431.
[65] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/431-432.
[66] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/433-434.
[67] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/434-441.
[68] Naziaî 124
[69] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/441-447.
[70] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/447-450.
[71] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/450-453.
[72] Buharı, Enbiye 19
[73] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/453-455.
[74] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/455-458.
[75] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/458-460.
[76] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/460-464.
[77] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/133
[78] Bakara Suresi /185
[79] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/464-466.
[80] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/466-470.
[81] Müslim, Kitab-ül Hayz, H.no.302, Ebu Davud K. Taharet
H.no. 258
[82] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/470-471.
[83] Müslim Kitabunnikah, H.no. 1435
[84] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/471-472.
[85] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/472-473.
[86] Bakara 224
[87] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/473-474.
[88] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/474-476.
[89] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/476-477.
[90] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/477-481.
[91] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/481-483.
[92] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/483-484.
[93] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/484-486.
[94] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/486.
[95] el Lübab fi şerhli kitap 3/99
[96] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/486-488.
[97] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/488.
[98] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları:
1/488-489.
[99] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/489.
[100] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/489-490.
[101] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/490.
[102] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/490-491.
[103] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/491-492.
[104] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/492.
[105] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları:
1/492.
[106] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/492-493.
[107] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/493-494.
[108] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/494.
[109] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/494-495.
[110] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/495.
[111] Ahmet, Müsned 6/400, Müslim K. Hac hadis No 1305
[112] Ayni, Umdetül Kari 3/37
[113] Yusuf 93-96
[114] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/495-498.
[115] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/498.
[116] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/498.
[117] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/499.
[118] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/499-501.
[119] Buhari, Tevhid 31, Müslim, Fezail 160
[120] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/501-502.
[121] Abese 34-37
[122] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/502-503.
[123] Müsnedi Ahmed 5/ 141-142
[124] Müsnedi Ahmed 5/423
[125] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/503-506.
[126] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/506-508.
[127] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/508-509.
[128] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/509-511.
[129] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/511-514.
[130] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/514-515.
[131] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/515-516.
[132] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/516-517.
[133] Mecmeuz-zevaid 81160
[134] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/517-518.
[135] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/518-522.
[136] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/522-523.
[137] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/523-525.
[138] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/525-527.
[139] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/527-529.
[140] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/529.
[141] En'am 38
[142] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/530.
[143] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/530-532.
[144] Mecmeu-z-Zevaid 8/160
[145] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/533-536.
[146] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/536-537.
[147] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/537-538.
[148] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/538.
[149] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/538-539.
[150] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/539.
[151] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/539.
[152] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/539.
[153] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/539.
[154] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/539-540.
[155] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/540-543.
[156] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/543.
[157] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/543-545.
[158] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/545.
[159] Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Müsned
[160] Bak Bakara 253, İsra 21,55
[161] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş
Yayınları: 1/545-547.