Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Surelerin Başinda Bulunan Bu Harfler Hakkında Lügat Âlim Leri İse Şunları
Söylemiştir:
Nesih Nerelerde Meydana Gelir?
Bakara suresi,
hicretten sonra Medine'de nazil olan ilk surelerdendir. Kur'an-ı Kerimin en
uzun süresidir ve iki yüz seksen altı âyettir. Resulullah (s.av.) bu sureye
"Kur'an'ın otağı" yanı: "Kur'an'ın çadırı" adını vermiştir.
Bu sure-i celilede
"Bakara" hadisesi zikredilmektedir. Olay şöyle cereyan etmiştir;
İsrailoğullanndan birisi bi r adam öldürmüş ve cinayeti işleyen kişi bulunamamıştı.
Durum Hz. Musaya arzedilmiş o da "Bir bakara" yani "Bir sığır
kesin, kestiğiniz bu hayvanın bir parçasıyla ölüye vurun, O ölü dirilip
kendisini kimin öldürdüğünü haber verecektir." demişti.[1]
Âyet-i kerimede olay
şöyle açıklanmaktadır: "Musa, kavmine "Allah size bir sığır kesmenizi
emrediyor." demiş, onlar da: "Bizimle alay mı ediyorsun?"
demişlerdi. Musad da: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"
"Kesilen sığırın
bir parçasıyla öiüyc vurun" dedik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve
düşünesiniz dîye delillerini size gösterir."
İsrailoğulian, Hz.
Musadan, hem katili nasıl bulabileceklerini öğrenmek istemişler, hem de katilin
gerçekten ortaya çıkmasını samimi olarak istemediklerinden, kesecekleri
sığırın evsafını sormuşlar. Hz. Musa, sığırın evsafını açıkladıkça onlar daha
geniş açıklamalar istemişler ve sonunda, vasıfları ayrıntılı olarak açıklanan
sığırı güçlükle bulmuş ve çok pahalı bir bedelle satın alıp kesmek zorunda
kalmışlar ve kestikleri sığırın bir parçasıyla ölüye vurmuşlar ölü de dirilerek
kendisini kimin öldürdüğünü heber vermiştir.
İşte bu olayın
anlatıldığı bu sureye bakara suresi adı verilmiştir. Bu sure-i celile birçok
konulan ihtiva eder. Bunlar, ana hatlarınya şöylece özetlenebilir:
a- Medine'de
hicretten sonra meydana gelen İslan cemaatinin durumu: Yerlerini yurtlarını,
mallarını mülklerini lerkederek imanlarının sesine uyup Medine'ye göç eden
İslam cemaatinin durumunu Kur'an-ı Kerim şöyle tavsif ediyor: "O,
Allah'tan korkanlar, gnyha iman ederler, nama/j kılarlar ve kendilerine
verdiğimiz rızıkiardan Allah yolunda harcarlar. [2]Onlar,
sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirctc de kesinlikle
onlar iman ederler." "İşte rablcrinin doğru yolunda olanlar bunlardır.
Kurtuluşa erenler de bunlardır. [3]
b- Kâfirlerin
durumu: Müminlerin vasıflarından bahseden âyetlerden hemen sonra, kâfirleri
vasıflandıran âyetler geliyor. Aslında bu sıfatlar, genelde inkarcıların ortak
sıfatlandır. Fakat aynı zamanda, gerek Mekke'de gerekse Medine'de İslam
davetine karşı çıkan kâfirlerin de vasıflandır. Âyet-i kerimeler onları da
şöyle anlatıyor: "Ey Muhammed, şüphe yok ki, kâfirleri uyarsan da
uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." "Allah onların kalblcrini
ve kulaklarını mühürlcmiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar
için büyük bir azap vardır." [4]
c-
Münafıkların durumu: Kâfirlerin umumi sıfatlarına işaret edildikten sonra,
İslam toplumu için son derece tehlikeli olan münafıklar anlatılıyor: Mekke
döneminde, iman eden, imanını açıklıyor, inkarcılar da açıkça İslama karşı
çıkıyorlardı. Fakat İslamın, Medine'de güçlenip üstün duruma gelmesi üzerine,
gerçekten iman etmediği hakle, iman etmiş gibi görünen bir başka gurup insan
daha türedi ki bunlar da münafıklardı. Çeşitli sebeplerle inanmış gibi görünen
fakat aslında iman etmeyen bu insanlann durumîan uzun uzun anlatılıyor:
"Bir kısım insanlar vardır ki, "Biz, Allah'a ve âhiret gününe iman
ettik." derler. Halbuki onlar, mümin değillerdir." "Allah'ı ve
iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat
bunun farkında değillerdir." "Onların kalblcrinde hastalık vardır.
Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı,
onlar için can yakıcı bir azap vardır.
d-
Yahudilerin durumları: İslam dininin gelmesinden evvel Medine'de bulunan
Yahudiler, ehl-i kitap olmaları sebebiyle, müşrik Araplardan, dini, ticari,
içtimai vb. bakımlardan üstün durumdaydılar. Fakat Allah'ın son dini İslamiyet
gelip te onları Müslüman olmaya çağırınca, bu üstünlüklerinin ellerinden gitmesi
sebebiyle, geien dinin gerçek din olduğunu, bile bile, inatla inkâr ettiler
Onların bu inatçı ve mânâsız tutumları âyet-i kerimelerde şöyle anlatılıyor:
"Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdimi yerine
gelirin ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden korkun."
"Elinizidcki Tcvratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin.
Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değîşmeyin. Ve
yalnız benden korsun. [5]
Bir kaç madde halinde
özetlemeye çalıştığımız bu konulardan başka, ce-nab-t hak, bu sure-i celilede,
bütün insanlan, Hz. Muhammed (s.a.v.)e nazil olan Kur'ana inanmaya davet ediyor
ve bu Kur'an hakkında şüphe edenleri, aynı kitabın bir benzerini yapmaya davet
ediyor.
Surede, Hz. Âdemle
Şeytan arasında cereyan eden çetin mücadele anlatılıyor. Ve mevzu, Hz. Âdemin,
yeryüzünde Halife olduğu beyan edilerek bitiriliyor.
Allah yolunda
savaşarak öldürülenlere "Ölüler" denemeyeceği, onların gerçekte diri
oldukları bildiriliyor.
Sure-i celile,
yenilecek ve içilecek şeylerin haram ve helal olanlarını açıklıyor. Haksız yere
adam öldürmenin ve vasiyetin hükülerini beyan ediyor.
Sure-i celile Oruç,
cihat ve Hac hükümlerini, aile hukuku meselelerini açıklıyor, sadaka, borç alıp
verme ve ticari meselelerin prensiplerini beyan ediyor. Faizin haram olduğunu
açıklıyor.
Sure-i celilenin
sonunda, rabbimizden nasıl istek ve duada bulunacağımız beyan edilerek
buyuruluyor ki: "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi
sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden önccklilcrc yüklediğin gibi bize de ağır bir
yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma. Bizi affet, bizi
bağışla, bize merhamet et. Sen, bizim mcvlamızsın. Kâfir topluluğa karşı bize
yardım et. [6]
Bu surenin fazileti
hakkında muhtelif hadis-i şerifler rivayet edilmiştir. Peygamberimiz bü hadis-i
şeriflerinde buyuruyor ki:
"Evlerinizi
kabirlere çevrimeyin. İçinde Bakar suresi okunan bir cv'e şeytan girmez. [7]
"Her şeyin bir
zirvesi vardır. Kur'an-ı kerimin zirvesi de Bakara süresidir. Onun içinde,
Kur'anın âyetlerinin efendisi olan bir âyet bulunmaktadır ki o da âyete!
Kürsidir. [8]
"Kim Bakara
suresinin son iki âyetini geceleyin okursa o âyetler o kişi için kâfidir." [9]
"Bakara suresi
Kur'anın zirvesi ve nişanesidir. Onun her âyctiyle birlikte gökten seksen melek
inmiştir. Âyctcl Kürsi, arş'ın altından alınıp Bakara suresine katılmıştır.
Yasin ise, Kur'anın kalbidir. Her kini Allah rızasını ve âhiret yurdunu
dileyerek Yasin'i okursa günahları muhakkak bağışlanır. Siz, Yasini ölüleriniz
üzerine okuyan." [10]
Üseyd b. Huday'nn
şöyle dediği rivayet edilir:
O, bir gece bakara
suresini okurken yanında bağlı bulunan atı ürkmüş, bunun üzerine Üseyd susmuş,
atı da sakinleşmiş. Tekrar sureyi okumaya başlamış, at tekrar ürkmüş yine
susmuş ve at sakinleşmiş, tekrar okumaya başlamış at yine ürkmüş hatta atın,
yakınında bulunan oğlu Yahya'ya zarar vermesinden korkarak kalkıp oğlunu beri
çekmiş ve göğe doğru baktığında ilaha önce gördüğü şeyi göremez olmuş. Sabah
olunca olayı Peygamber efendimize anlatmış, Rcsulullah ona "Ey Hudayr oğlu
oku, Hudayr oğlu oku, devam et," demiştir, üsyed "Ey Allah'ın
Resulü, atın yakınında bulunan oğlum Yahya'yı çiğneyeceğinden korkmuştum.
Bunun için okumayı kesip başımı kaldırdım. Oğluma doğru gittim. Göğe doğru
baktım. Bir de ne göreyim, içinde lamba gibi şeyler bulunan bir gölgelik. Sonra
oradan ayrıldım ve bir daha göremez oldum." Resu-lullah: "Onun ne
olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Üseyd: "Hayır." dedi.
Resulullah: "Onlar meleklerdi. Senin okuma sesine gelmişlerdi. Şayet
okumaya devam edecek olsaydın, insanlar onları görecekler ve onların gözlerinden
de kaybolmayacaklardı." dedi. [11]
Ebu Ümameel-Bâhili
diyor ki;
"Resulullah'm
şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'aııı okuyun. Çünkü o kıyamet gününde okuyana
şefaatçi olacaktır. Özellikle, iki çiçek olan Bakara ve Al-i Imran suresini
okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde âdeta iki bulut veya iki gölgelik yahut
havada gurup halinde uçan iki bölük kuş gibi gelecekler ve kendilerini
okuyanları müdafaa edeceklerdir. (Yani, cehennem ateşine karşı engel meydana
getireceklerdir.) Bakara suresini okuyun. Onu almak bereket, bırakmak ise
hüsrandır. Onu okumaya, bâtıl ile meşgul olanların (Yani sihirbazların) gücü [12]
1- Elif, Lâm, Mîm.
Bu harflere,
"Huruf-ı Mukatta'a" denir. Bunların herhangi bir mânâ ifade edip
etmediği, ediyorlarsa ne mânâya geldikleri hususunda çeşitli görüşler iler
sürülmüştür. Bunlan şöylece özetlemek mümkündür.:
a- Katade,
Mücahid ve İbn-i Cüreyc'den, bu harflerin Kur'an-ı kerimin isimlerinden biri
olduğu rivayet edilmiştir.
b-
Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu harfler, Kur'an-ı kerimin
bazı surelerinin girişi mahiyetindedir, Allah teala bazı surelere bu harflerle
başlamaktadır.
c-Abdurrahman
b. Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler, başında bulundukları
surelerin isimleridir.
d- Süddi ve
Şa'bî'den nakledilen bir görüşe göre de bu harfler, Allah tea-lanm ism-i
A'zamıdırlar.
e- Abdullah
b. Abbas ve İkrimeden nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler Allah tealanın,
kendileriyle yemin ettiği isimlerindendir. Allah teala bunlarla yemin ederek
sureyi başlatmaktadır.
f- Bu
harfler, isim ve fiillerden kısaltılmış mukatta'a harfleridir. Herbiri-nin
kendine göre mânâsı vardır. Birinin mânâsı, diğerine benzememektedir. Mesela:
"Elif, Lam, mim'in mânâsı, "Ben her şeyi en iyi bilen Allah'ım"
demektir. Burada Elif "Ben", Lam "Allah", Mim "İyi
bilirim.," mânâlarına gelmektedir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Said b.
Cübeyr ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilmektedir.
g- Bu
harfler, lisanda kullanılan normal hece harfleridir. Bu görüş te mücahidden
nakledilmektedir.
h- Bu
harflerin herbiri bir çok mânâya gelmektedir. Rebi' b. Enesten "Elif, Lam,
Mim" harfleri hakkında şunlar rivayet edilmektedir: "Bu harflerden
her biri, Allah tealanın isimlerinden birinin baş harfidir. Mesela Elif,
"Allah", isminin. Lam, "Latif isminin, Mim "Mecid"
isminin baş harfleridir. Bu harfler Allah'ın nimetlerini, musibetlerini, bir
toplumun ne kadar yaşayacağını ve ecelinin ne zaman geleceğini gösterir. Hz.
İsa'dan şunlar rivayet edilmektedir: Şaşarım İnsanlara ki onlar, Allah'ın
isimlerini konuşurlar, nimetlerinin içinde yaşarlar, buna rağmen ona nasıl
nankörlük ederler?"
Elif,
"Allah" isminin baş harfidir. Lam, "Latif isminin baş harfidir.
Mim de "Mecid" isminin baş harfidir.
Elif, "Allah'ın
nimetleri", Lam "Lütfü", Mim, "Yüceliği" anlamına gelmektedir.
Hesaplamada Elif
"bir sene"yi, Lam "Otuz sene"yi, mim de "Kırk
se-ne"yi ifade etmektedir. Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade
ettiğini söyleyenler de vardır.
I- Bir kısım
âlimler ise bu harfler için şunu böylemişlerdir: "Her kitabın bir sırrı
vardır. Kur'an-ı kerimin sırrı da, bazı surelerin basında zikredilen bu
harflerdir. Yine de en iyi ve doğrusunu bilen Allah'tır.[13]
a- Bazıları,
bu harflerin, yirmi sekiz hece harfinden bir kısmını teşkil ettiklerini, bu
harflerden bazılarının, bir kısım surelerin başında zikredilerek diğerlerine
gerek kalmadığını söylemişlerdir. Nitekim bir insan, hece harflerini anlatmak
isterken, baştan bazılarını saymakla yetinerek hepsini söylemez. Bu durum da
buna benzemektedir.
b- Diğer
bazıları ise bu haillerin, müşriklerin, Kur'an-ı Kerimi dinlemeye kulaklarını
açmaları için zikredildiklerini söylemişlerdir. Zira müşrikler b irbir-lerine,
Kur'an-ı kerimi dinlememeyi tavsiye ediyor ve diyorlardı ki: "Bu Kur'anı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki bu yolla galip gelirsiniz.., [14]
c- Bir kısım
âlimler ise bu harflerin, surelerin başladığını ve butiğini gösteren birer
işaret olduklarını söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Anlatılan bu görüşlerden her birinin bilinen bir yönü vardır. "Elif,
Lam, Mim"in, Kur'anın isimlerinden biri olduğunu söyleyenlerin sözlerinin
iki anlamı vardır.
1- Bunlar,
"Elif, Lam, Mim, Kur'anın isimlerinden biridir," "Furkan"
ismi gibidir." demek istemişlerdir. Bu izaha göre "Elif, Lam,
Mim" yemin ifade eder. Allah teala: "Kur'ana yemin olsun ki bu
kitapta hiçbir şüphe yoktur." demek istemiştir.
2- Bu
âlimler: "Bu harfler, Kur'an-ı kerimin surelerinin isimleridir. Mesela:
"Ben, Elif, Lam, Mim suresini okudum" diyen kimse o surenin ismini
zikretmiş olur. Böylece dinleyici de o kimsenin, hangi sureyi okuduğunu
anlamış olur. Her ne kadar "Elif, Lam, Mim" gibi harflerle başlayan
sureler bir'den çok olsa da bu gibi harflerin yanında başka şeyleri de
zikrederek bu harflerle sureleri birbirinden ayırdetmek ve o surelerin ismi
olarak zikretmek mümkündür. Mesela: Bir kimse, Ben, Elif, Lam, mim, Bakarayı
veya "Elif, lam, mim, Âl-i İmra-nı okudum." der. Böylece anlatmak
istediği sureyi tanıtmış olur. Nitekim, "Ahmet" veya
"Muhammed" gibi isimlerle adlandırılan insanlar, bir'den çok olabilirler.
Bu gibi insanları da birbirlerinden ayırdetmek için bir kısım sıfatlar zikredilir.
Bu mukatta'a
harflerinin birer giriş olduklarını, Allah tealanın, kelamını bunlarla açtığını
söyleyenlerin görüşlerinin izahı ise şöyledir: "Bu harfler, bir surenin
başlayıp bittiğini ve başında bulunduğu diğer surenin başladığını gösterirler.
Böylece Arap dilinde Bel kelimesi bir kasidenin başlayıp diğerinin bittiğini
gösterdiği gibi bu harfler de sureleri bu şekilde birbirlerinden ayırdet-miş
olurlar." Bu hafrlerin bazılarının, Allah tealanın isimlerinin, diğer
bazılarının da, Allah tealanın sıfatlarının kısaltılmış şekilleri olduklarını
ve her bir harfin, kendisine göre bir mânâsı olduğunu söyleyenler ise şu
şekilde izahlarda bulunmuşlardır. "Elif harfi "Ene" yani
"Ben" zamirinin kısaltılmışıdır. Lam harfi "Allah" isminin
kısaltılmışıdır. Mim harfi A'lemu yani "Ben bilirim." kelimesinin
kısaltılmışıdır. Böylece Elif, Lam Mim'in mânâsı: "Ben Ali ahım,
bilirim." demek olur. Bu şekilde izahta bulunanlar, Arapçada konuşan
kimsenin Yâ Nuh, yerine Yâ Nu, Yâ Mâlik, yerine Yâ Mâl, dediği yaygın bir
şekilde kullanılmaktadır. İşte bu hafrler de bunlara benzer bir takım
kısaltmaları ifade ederler.
Bu harfler bir kısım
kelimeleierin kısaltmalarıdır. Ancak "bu harflerden her birinin bir'den
çok mânâsı vardır." diyenler şunu kastetmişlerdir. Elif, Lam, mim deki
Elif harfi sadece bir kelimeden değil bir çok kelimeden kısaltılmış bir
harftir. Yani Allah.keiimesinin birinci harfi, Âlâ, nimetler kelimesinin
birinci harfi, Ebced hesabındaki (1) sayısının karşılığı olan ve ömürlerinden
bir yıl kalanları gösteren kelimesinin birinci harfidir. Lam harfi, Allah
tealanın Latîf, isminin birinci harfi, Lütuf sıfatının birinci harfi, yine
Ebced hesabında 30 rakamını gösteren ve ömürlerinden otuz yıl kalanları gösteren
bir harftir. Mim harfi Allah tealanın Mecid, isminin birinci harfi, Mecd,
sıfatının birinci harfi, Ebced hesabında (40) rakamını gösteren ve ömürlerinden
kırk yıl kalanları ifade den bir harftir. Allah leaîa, bu harfleri tek başına
zikredip bunların kısaltıldığı kelime ve cümleleri zikretmemiştir ki, bir
harfle bir çok mânâ ifade edilmiş olsun. Böylece Allah teala, kelamına
başlamadan önce, kendisinin her şeyden haberdar olan ezeli bir ilim sahibi
olüuğnu bildirmiş olmaktadır. Kullarına da konuşmalarının, mektuplarının ve
önemli işlerinin başlarında bu yolu tutmalarını öğretmiştir. Nitekim diğer bir
kısım surelere de kendisine hamd'i zikrederek, diğer bazılarına da kendisini
tesbih'i beyan ederek başlamıştır. Böylece Kur'an-i kerimin bazı surelerinin
grisini de kendisine hamd ile başlatmış, bazılarım teşbih ile başlatmış,
bazılarını da ta'zim ile başlatmıştır. Başlarında mukatta'a harfleri bulunan
surelerin bazılarında kendisini ilimle, diğerlerinde adaletle diğer
bazılarında lütufla Överek veciz bir şekilde başlatmıştır.
Bu harflerin,,
kısaltılmış bir hesabı ifade ettiğini söyleyenler ise şunu diyorlar: Biz,
Mukatta'a harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade etme dışında bir mânâ
taşıdıklarını bilmiyoruz. Allah tealanm, kullarına, anlayamadıkları ve düşünemedikleri
şeylerle hitap etmesi caiz değildir. Bunlar, bu görüşlerine delil olarak,
Abdullah b. Abbas'ın, Cabir b. Abdullah'tan naklettiği şu hadisi de delil
olarak göstermişlerdir. Cabir diyor ki: "Resulullah Bakara suresinin
girişi olan Zalikelkitabü Lareybe fin" âyetlerini okurken Ebu Ya-sir b.
Ahtab onun yanından geçti ve Yahudilerle beraber bulunan kardeşi Huyey b.
Ahtab'ın yanma vardı ve onlara "Biliyormusunuz, vallahi Muhammed'in, Aziz
ve Celil olan Allah'ın, ona indirdiklerinden zali-kel kitabü âyetlerini
okuduğunu işittim. Onlar, "Bizzat işittin mi?" diye sordular, Ebu
Yasir "Evet" dedi. Bunun üzerine Huyey b. Ahtab, oradaki Yahudilerle
birlikte Resulullah'a gitti ve ona: "Ey Muhammed, sana indirilenler içinde
zalikel kitabü, okuduğun anlatılıyor doğru mu?" diye sordular. Resulullah:
. "Evet." dedi. Onlar: "Bunu sana Allah katından Cebrail mi
getirdi?" dediler. Resulullah: "Evet." dedi. Onlar: "Allah,
senden önce de Peygamberler gönderdi. Allah, onlardan herhangi bir Peygambere,
iktidarının ve ümmetinin ecelinin ne kadar olacağını beyan ettiğini bilmiyoruz.
Bunu ancak sana bildirmiş." dediler. Huyey b. Ahtab, arkadaşlarına
yönelerek: "Elif (1) Lam (30) Mim ise (40) demektir. Bunlann hepsi (71)
senedir. Şimdi sizler kendi iktidarı ve ümmetinin eceli yetmiş bir yıl sürecek
olan bir Peygambaerin dinine mi gireceksiniz?" diye sordu. Sonra da
Resulullah'a dönerek: "Ey Muhammed, bu zamana ilave olarak başka bir şey
var mı?" diye sordu. Resuluilah: "Evet." diye cevap verdi.
Huyey: "O nedir?" dedi. Resulullah: Elif, Lam, Mim, sa'dir"
dedi. Huvey: "Bu daha uzun." dedi. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Sa'd
(90)'dır. Hepsi (161) senedir. Bunun dışında başka bir şey var mıdır?"
dedi. Resulullah: "Evet" dedi. Huyey: "Bu daha uzundur. Elif (1)
Lam (30) Râ (200)dür. Bunlann hepsi, (231) senedir. "Ey Muhammed, bundan
başka bir şey yar mıdır?" dedi. Resulullah: "Evet" (,jı ) Elif,
Lam, mim, Râ'dır." dedi. Huyey :" Bu daha uzundur. Elif (1) Lam (30)
Mim (40) Ra (200) dür. Bunların hepsi (271) yıldır." dedi. Sonra şunları
söyIedi:"Ey Muhammed, senin işin bize karışık geldi. Öyle ki, sana çok şey
mi yoksa az şey mi verildi bilemiyoruz." Bundan sonra Huyey kalkıp gitti.
Ebu Yasir, kardeşi Huyey b. Ahtab ve onunla birlikte olan
Yahudi hahamlarına şöyle dedi: "Ne
biliyorsunuz, belki de Muhammed'e, bunlann toplamı verilmiştir. Bunlar: 71 +
161+231+271= 734 yıl eder." Onlar da şu cevabı verdiler: "Onun durumu
bize karışık geldi."
Mukatta'a harflerinin,
kısaltılmış bir hesabı ifade ettiklerini zikreden âlimler şu âyetlerin,
yukarıda rivayet edilen Huyey b. Ahtab ve benzerleri hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir. "Sana kitabı indiren o'dur. Onun bir kısım âyetleri
muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir kısım
âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür. Kablerinde eğrilik bulunnalar,
fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına
uyarlar. Oysa bunlann açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar
ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katındandır." derler.
Ancak akıl sahipleri
düşünür." [15]
Evet, bu görüşte
olanlar, yukarıda zikredilen hadisin, söylediklerinin doğruluğunu ve bunlann
dışındaki sözlerin fasit olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.
Taberi diyor ki: Bu
görüşlerin doğru olanı" Bu harfler mukatta'a harfleridir, her birinin
çeşitli mânâları vardır diyen görüştür. Öyle ki müfessirlerin zikrettikleri
bütün izah şekillerini kapsamaktadırlar "Bu harfler yirmi sekiz alfabe
harfinden birer harftir. Allah teala bu hailleri zikrederek surelerin bu gibi
harflerinden oluştuğunu bildirmek istemiştir." şeklindeki görüşü ihtiva
etmemektedirler. Zira bu görüş, bütün sahabe ve tabiinin görüşlerinin dışında
bir görüş olduğu için ve müfessirlerin görüşüne muhalif okluğu için fasit bir
görüştür . Mevcut kesin delillerin bu görüşün aleyhine şehadet etmesi, bunun
yanlışlığım ispatlamaya kâfidir. Aynca bu son görüşü ileri sürenlerin Zali-keMatabü',
ifadesinin sonunun ötreli (merfu) okunması hususunda tereddüt etmeleri bazen
Zalike'nin mübteda Kitabü'nün haber olduğunu söylemeleri bazan da Zalikel
kitabü, mübteda "Lareybe fılV'in haber olduğunu bazan da "zalikel
kitabü'nün mübteda Hüden Lilmüttakîn'in haber olduğunu söylemeleri gösteriyor
ki bunlar Elif-Lam, Mim harflerinin mübteda Zalikel Kitabü'nün de haber olduğu
görüşlerinden vaz geçmişler ve "Bu harfler şu kitabın harfleridir"
şeklindeki tevillerini bırakmışlardır.
Eğer denilcek olursa
ki: "Mukatta'a harflerinden her birinin, değişik çeşitli mânâları
kapsaması nasıl caiz olabilir?" Ona cevaben denir ki: "Nasıl ki
Arap-çada, bir kelimenin birden çok mânâsı olabilir, îek bir harfin de birden
çok mânâsı olması mümkündür. Mesela Arapçada Ümmetün kelimesi, insanlardan
oluşan bir cemaat" "Bir zaman dilimi" AUalıa itaat eden abıd kul
anlamına gelmekte, "Din" kelimesi. "Karşılık"
"Kısas" İktidar" "itaat" ' Boyun eğme"
"Hesap" vb, manalara gelmektedir. İşte, Allah tealanm zikrettiği gibi
mukatta'a harflerinin her birinin de, bütün müfessirlerin söyledikleri
görüşleri ihtiva edecek kadar mânaları olduğunu söylemek mümkündür. Bu harfler
aynı zamanda surelerin başlangıcıdır. Bu harflerin, Allah tealanm isim ve
sıfatlarından kısaltılmış harfler olduklarını söylemek, bu haillerin, surelerin
başlangıcı olmalarına engel değildir. Zira Allah teala, Kur'an-ı kerimin bir
çok surelerini, kendisine hamd ederek, kendisini överek, kendisini teşbih ve
ta'zim ederek başlatmıştır. Bu harflerin de, Allah tealanm sıfatlarının ve
isimlerinin kısaltılmış şekilleri olarak surelerin başlarında bulundukları ve
Allah tealanm bu sıfatlarına ve isimlerine yemin ederek sureleri başlattığını
söylemek isabetlidir.
Aynı zamanda bu
harfler, kısaltılmış birer hesabı ifade ederler, ve başlarında bulundukları
surelerin birer alamet ve isimleridirler, evet bu harfler bütün bu mânâları
kapsamaktadırlar. Şayet bu harfler, bir çok mânâyı değil de tek bir mânâyı
ifade etmiş olsalardı, ResuluUah (s.a.v.) o tek mânâyı, herhangi bir karışıklığa
sebep olmayacak bir şekilde insanlara açıklardı. Çünkü Allah teala, Peygamberini,
insanlara, ihtilaf ettikleri konulan açıklığa kavuşturması için göndermiştir.
Resululiahın, bunlann mânâlarını açıklamaması gösteriyor ki, bu harfler,
yukarıda verilen mânâların sadece bir kısmını değil tümünü kapsamaktadırlar.
Taberi diyor ki:
"Bu izah şeklini kabul etmeyenlere şunu sormak mümkündür: "Bir
kelimenin bir çok mânâya gelmesini kabul ediyorsun da bir harfin bir'den çok
mânâya gelmesini nasıl kabul etmezsin?" Veya "Bu harfleri sadece
mânâlardan birine tahsis edip diğerine tahsis etmemenin sebebi nedir? Senin ileri
sürdüğün gerekçelerle diğerlerinin ileri sürdükleri gerekçeleri birbirinden üstün
kılan delil nedir? Bu sorular karşısında teslim olmaktan başka çare yoktur.
Bu harfleri Arap
şiirindeki Bel, harfine benzeterek bunlann surelerin başlangıç ve bitişlerini
bildirme işaretleri olduklarını, bunlann başka bir mânâları bulunmadığını,
sadece sözü uzatan harfler olduklarını söyleyen lügat âlimlerinin görüşlerine
gelince: Bu görüş te bir kaç yönden yanlıştır.
Birinci olarak, bu
görüş, Allah tealayı, Araplara kendi dillerinde bulunmayan, hatta hiçbir dilde
bulunmayan bir ifade ile hitabetmekle sıfatlandırmaktadır. Zira Arapların,
şiirlerinin başım Bel, harfiyle başlatmalan, kendilerince bilinen bir husustu.
Fakat bunların, herhangi bir sözlerini gibi harflerle başlattıkları, bilinmeyen
ve görülmeyen bir husustur. Allah teala-nın, Araplara, bilmedikleri harflerle
hiîabetttiğini söylemek, Kur'anın "Açıklayıcı" sıfatına ters düşer.
Halbuki Allah teala, Kur'an-ı kerimi açık bir Arap diliyle indirdiğini beyan
ederek şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhnmmcd, uyarıcılardan olasın diye bu
Kur'am açık bir Arapça lisanı ile senin kalbine, ruhu! Emin olan Cebrail
indirmiştir, [16]
Allah tealanm.
Kur'anı, açık bir Arapça lisanıyla indirdiğini beyan etmesi, yukarıda
zikredilen görüşü çürütmeye yeterlidir ve Arapların, bu harflerin mânâlarını
bildiklerine delildir.
İkinci olarak Allah
tealanm, kullarına, faydasız ve anlamsız şeylerle hita-bettiğini söylemek, onu
boş bir şeyle meşgul olmak şeklinde sıfatlandırmak olur ki bütün muvahhitler,
Alîaha böyle bir şeyin isnad edilmesini reddederler.
Üçüncü olarak,
Arapların, şiirlerinin başında zikrettikleri Bel, harfinin, Arapçada bilinen
bir mânâsı vardır. O da "Daha doğrusu, bilakis" demektir. Bu
itibarla, mukatta'a harflerinin Bel, harfine benzeterek herhangi bir mânâ ifade
etmediklerini söylemek doğru değildir. Zira Bel'in, bir mânâsı olduğu gibi
bunlann da bir mânâsı vardır. Bu sebeple bunları Bel'e, benzetmek doğru
değildir. [17]
2- İşte o
kitap, kendisinde hiç şüphe olmayan ve takva sahiplerine doğru yolu gösteren
bir kitaptır.
Ey Muhammed, sana
anlatıp açıkladığım bu Kur'anın, Allah katından geldiği hususunda hiçbir şüphe
yoktur. Bu Kur'an, rablerinin, kendilerine emrettiği şeylerde ona tiaat ederek
ve yasakladığı günahlardan da kaçınarak, Allah'tan korkan insanlar için, doğru
yolu gösteren bir rehberdir.
Burada Kur'an-ı
Kerimin rehberliğinin, sadece AHahtan korkanlara yani takva sahiplerine ait
olduğu zikredilmektedir. Çünkü Kur'an, müminlerin kalb-leri için bir şifa,
inkarcılar için de, onlann gözlerini kör eden bir perdedir.
Nitekim diğer âyet-i
kerimelerde de Allah teala şöyle buyurmaktadır: "... Ey Mııhammcd, sen
onlara şöyle de: "Kur'an, iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır.
İman etmeyenlerin ise kulaklarında bîr ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana
karşı kördür. [18] "Biz, Kur'anı iman
edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin
ise ancak zararını artırır." [19]
Evet bu Kur'an,
Allanın, kâfirlere karşı en mükemmel bir delilidir. Mümin bu Kur'ania doğru
yolu bulur. Bu Kur'an kâfirin ise aleyhine bir delildir.
Ayet-i kerimede geçen
"İşte o kitap" ifadesinden maksat, Mücahid, İkri-me, Suddî, İbr.-i
Cüreyc ve İbn-i Abbas'a göre "Bu kitap" demektir.
Taberi diyor ki:
"Nasıl olur da görünmeyen bir şeyi işaret eden ve "O" aniamına
gelen Zalike zamirinin, görünene işaret eden ve "Bu" anlamına gelen
Hazâ yerine kullanıldığı söylenir?" diye sorulacak olursa ona cevaben
denir ki: "Geçmiş olan ve geçmesi yakın olan bütün şeyler, görünür gibi
kabul edilir ve ona göre cümleler kullanılır. Mesela bir adam diğer bir kimseye
hitabettiğinde, dinleyen kimse ona: "Vallahi o şey söylediğin gibidir.
Vallahi bu şey söylediğin gibidir." diye cevap verir. Böylece geçmiş
şeyler hakkında bazan Zalike, yani "O" bazan da Hazâ, yani
"Bu" zamiri kullanılır. Durum bu âyet-i kerimede de böyledir.
Buradaki "O" zamiri mukatta'a harflere işaret etmektedir. Buna göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Muhammetl, şimdi sana zikrettiğim ve
açıkladığım bu harflerin kapsadığı mânâlar, kendisinde şüphe olmayan bir
kitaptır."
Burada, harfler biraz
önce zikredildiğinden bunlara, görünmeyene işaret eden zalike, ile işaret
edilmesi caiz olmuştur. Zira zalike, yeni geçen haberler için işaret olarak
kullanılmaktadır. Bu haberlere, gözönünde bulunan haberler gibi muamele
yapılır.
Bazı müfessirlere göre
buradaki "O" zamiri. Bakara suresinden önce Mekke ve Medinede inen
surelere işaret etmektedir. Buna göre mânâ şöyledir: "Ey Muhammet), sana
indirmiş olduğum surelerin kapsadığı âyetler, kendisinde şüphe olmayan bir
kitaptır." Buna göre, her ne kadar âyette "O sureler"
derime-mişse de, sureler de Kur'anın birer parçası olduklarından "O"
zamirini "Bu" zamiri diye izah etmek uygun olmuş zalikel kitabü,
ifadesinden maksadın hazel kitab, olduğu söylenmiştir.
Bazı âlimlere göre,
buradaki "O" zamirinden maksat, Tevrat ve İncite işarettir. Bu izaha
göre zalike'nin hazâ, mânâsına olduğunu söylemeye ihtiyaç yoktur. Zira zalike,
tam kendi mânâsında, göz ile görünmeyene işaret etmiş olur.
Ayette geçen ve
"Kendisinde hiç şüphe olmayan" diye tercüme edilen "La reybe
fıh" ifadesi, Mücahid, Atâ, Süddî, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud
ve Rebi b. Enes tarafından "kendisinde şek olmayan." diye izah
edilmiştir.
Yine âyette geçen ve
"Doğru yolu gösteren." diye tercüme edilen huden, kelimesi, Şa'bî
tarafından "Sapıklıktan kurtaran" şeklinde. Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'ud tarafından "Nur olan" şeklinde izah edilmiştir. Birinci
izaha göre âyetin mânâsı "Takva sahiplerini sapıklıktan kurtaran"
ikinci görüşe göre ise "Takva sahipleri için bir nur ve bir aydınlık
olan" demektir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Allah tealanın kitabı, sadece takva
sahipleri için mi bir nurdur ve sadece müminlere mi doğru yoiu gösterir?"
Ona cevaben denilir ki: "Evet, Allah tealanın kitabı, onun vasıflandırdığı
gibidir. Şayet o, takva sahibi olmayanlar için de bir nur olsa ve mümin
olmayanlara da doğru yolu gösterecek olsaydı, Allah teala onu, "Takva
sahiplerine doğru yolu göstermeye tahsis etmiş olmazdı. Tüm uyarılanlar için
böyle olduğunu beyan ederdi.
Doğrusu Kur'an, takva sahiplerine doğru yolu gösteren, müminlerin kalblerinde
olan hastalıkları tedavi eden bir kitaptır. Kendisini yalanlayanların
kulaklarında bir ağırlık, inkâr edenlerin gözlerini örten bir körlük, kâfirlere
karşı Allanın kesin delilidir. Mümin, onunla doğru yolu bulur. Kâfir de onunla
susturulur.
Âyette zikredilen ve
"Takva sahipleri" diye tercüme edilen ( lil müttakin, ifadesi,
Hasan-ı Basri tarafından "Kendilerine haram kılınanlardan kaçman ve
kendilerine farz kılananları eda edenler." diye izah edilmiştir. Abdullah
b. Abbas tarafından da "Bildikleri hidayeti terketmeleri halinde, Allanın,
kendilerini cezalandırmasından korkanlar ve Allanın gönderdiklerini tasdik ettikleri
takdirde, onun merhametini umanlar." şeklinde izah edilmiştir. Ebu Mâlik,
Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir izaha göre de
onlar bu ifadeyi "Müminler" diye izah eünişlerdir. Kelbî tarafından
ise, "Büyük günahlardan kaçınanlar." şeklinde izah edilmiş, Dehhak'ın
Abdullah b. Abbastan rivayetine göre o da bu ifadeyi: "Allaha ortak
koşmaktan kaçınan ve ona itaat eden müminler." şeklinde izah etmiştir.
Katade ise "Müttakiler"den maksadın, daha sonra gelen âyetlerde,
"Gayba iman etme, namazı kılma, kendilerine verilen nzıklan intak etme,,
sıfatları zikredilen kişiler." olduğunu söylemiştir.
Taberi, bu izahlardan,
en tercihe şayan olanın, "Takva sahiplerinden maksat. Allanın yasakladığı
şeylerden kaçınan ve Allanın emrettiği şeyleri yerine getirerek ona itaat eden
kimselerdir." diyen görüş olduğunu söylemiş, âyetin genel ifadesinin bunu
gerektirdiğini, âyeti takvanın herhangi bir dalına tahsis etmeye dair herhangi
bir delil bulunmadığını beyan etmiş ve buradaki "Tak-va"dan maksadın,
"Allaha ortak koşmaktan kaçınmak ve nifaktan beri olmak" diyenlerin
görüşlerinin doğru olmadığını söylemiştir. Bu görüşte olanların "nifakı"
"Allanın haram kıldığı şeyleri işleme ve farz kıldığı şeyleri
yapmama." mânâsına aldıkları takdirde, takvayı izahlarının doğru
olabileceğini beyan etmiştir. [20]
3- 0 takva
sahipleri ki gayba iman ederler, namazı dosdorğu kılarlar ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan, Allah yolunda harcarlar.
Onlar, gayba iman
ederler. Yani, gözleriyle görmedikleri, cennete, cehenneme, sevaba, günaha,
cezaya, mükâfaata içten inanırlar. Ve Allaha meleklere, kitaplara ve
Peygamberlere de iman ederler/Namazı dosdoğru kılarlar. Yani, İbn-i Abbas'in
da dediği gibi, o namazı, rükuunu, secdesini, kıraatini ve hu-şuunu tam
yaparak, kendilerine farz kılındığı şekilde hakkıyla edea ederler.
İçinde haram
bulunmayan helal malların zekâtlarını vermeleri ve övgüye layık, olan diğer
harcamalarda bulunmaları gibi, kendilerine nzık olarak verilen şeylerin temiz
ve helal olanlarından Allah yolunda harcarlar.
Âyet-i kerimede geçen
"İman ederler" ifadesinden maksat, Abdullah h. Abbas'a göre
"Tasdik ederler" demek, Rebi' b. Enes'e göre ise
"Korkanlar" Züh-riye göre de "Amel İşleyenler" demektir.
Taberi diyor ki:
"Araplara göre "İman etme"nin mânâsı "ikrar etmek ve
doğrulamak" demektir. Bir şeyi sözüyle ikrar edene de "Mümin"
denir. Bir sözü ameliyle doğrulayana da "Mümin" denir. Allah için
herhangi bir şeyden korkmak ta, sözle ve amelle tasdik eüne anlamına gelen
"İman" kavramının içine girer. "İman" kelimesi, Aİlahı,
kitaplarını ve Peygamberlerini dil ile ikrar ve bu ikrarı amel ile doğrulamayı
birlikte kapsamaktadır. Bu itibarla âyet-i kerimeyi, "Gayba iman
ettiklerini kalbleriyle tasdik ve dilleriyle ikrar eden ve amelleriyle
doğrulayanlar." şeklinde izah etmek daha evladır. Zira Allah teala. burada
"İman" kelimesini özel bir kavramla sınırlamayıp genel bir şekilde
zikretmiştir.
Âyet-i kerimede geçen Gayb,
kelimesinden maksat, Said b. Cü-beyr'in, Abdullah b. Abbastan rivayet ettiğine
göre "Allah kalından gelenler" demektir.
Ebu Salih'in, İbn-i
Abbastan, Süddinin Ebu Mâlikten, Mürre'nin İbn-i Mes'uddan rivayet ettiklerine
göre "öayb" kelimesinden maksat, "Cennet ve cehennem gibi,
kulların gözleriyle göremedikleri şeyler." demektir. Katade de bu
görüştedir. Âsım'ın, Zir b. Hubeyş'ten naklettiğine göre "Ğayb"den
maksat, Kur'an demektir. Rebi' b. Enes'e göre ise "Gaybe iman etme"
Allaha, meleklerine. Peygamberlerine, âhiret gününe, cennete, cehenneme,
Allahın huzuruna çıkmaya ve Öldükten sonra dirilmeye iman etme" demektir.
Müfessirler, bu ve
bundan önceki âyetlerin, sıfatlarını zikrettiği kişilerden kimleri kastettiği
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Süddinin Ebu Mâlikten,
Ebu Salibin İbn-i Abbastan, Mürrenin İbn-i Me-suddan rivayet ettiklerine göre
bu âyetlerde sıfatlan zikredilen müminlerden maksat, ehl-i kitap olmayan
müminlerdir. Bundan sonra gelen "Onlar, sana indirilene ve senden önce
indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar inanırlar." âyeti
ise eh!-i kitabın iman edenlerini vasıflandırmaktadır. Zira. Allah teala. Hz.
Muhammedi Peygamber olarak göndermeden önce ehl-i kitap olmayan Araplara kitap
göndermemiştir. Onların dışındaki Yahudilere ve Hıristiyan-lara kitap
göndermiştir. Bu sebeple Allah teala müminleri iki kısım olarak zikretmiştir.
Birinci kısımda olanlar daha önce kendilerine kitap gelmeyen ve ima-ni
meselelerden haberdar olmayan müminlerdir ki onları "Gayba iman
edenler" şeklinde vasiflandırmıştır. İkinci kısmı ise, daha önce
kendilerine kitap verilen ehl-i
kitaptır ki onlan da "Sana ve senden önce indirilenlere iman
edenler." şeklinde vasıflandırmıştır. Diğer bir kısım âlimlere göre bu
surede zikredilen dört âyette sıfatlan anlatılan "Mümin"lerden
maksat, sadece ehl-i kitaptır. Zira bunlar, kendilerinin gözledikleri gaybla
ilgili meseleleri, Kur'anın zikretmesi üzerine, Kur'ana da iman etmişler bu
sebeple "Gayba iman edenler" diye vasıflandırılmışlardır. Daha Önce
indirilen İncil ve Tevrat'a iman ettiklerinden dolayı da "Senden önce
indirilenlere iman edenler." diye vasıflandırılmışlardır.
Başka bir kısım
âlimler ise bu surenin baş tarafındaki tört âyette zikredilen
"Müminler" ifadesine ehl-i kitap olsun veya olmasın bütün müminlerin
girdiğini söylemişlerdir. Bunlar, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme
gibi "öaybi hususlara iman etme" ifadesine, Resulullaha bütün
indirilenler ve ondan öncekilere indirilenler" girmediğinden dolayı
bunları beyan eden âyetin ayrıca zikredilmesine ihtiyaç olduğunu, bu nedenle
zikredildiğini, yoksa müminleri iki sınıfa ayırma maksadıyla zikredilrnediğini
söylemişlerdir. Müminler rablertni razı edecekleri bütün ful ve davranışları
bilmelidirler ki onların hepsini yaparak rablerini razı etsinler. Bu nedenle
"Gayba iman etme" yanında Resulullaha İndirilenlere ve ondan
öncekilere indirilenlere iman etme ve diğer sıfatların hepsi zikredilmiştir. Bu
görüş, Mücahid ve Rebi' b. Enes'ten rivayet edilmektedir. Mücahidin şöyle
dediği nakledilmektedir: "Bakara suresinin başındaki dört âyet müminlerin
sıfatlan hakkında, iki âyet kâfirlerin sıfatları hakkında, on üç âyet ise
münafıkların sıfatlan hakkındadır." Rebi' b. Enes'ten de buna benzer bir
rivayet nakledilmektedir.
Taberi, bu
görüşlerden, dört âyetin iki sınıf mümini beyan ettiğini söyleyen Örüşün daha
doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşte olanların beyan ettikleri deliller
kuvvetlidir. Ayrıca bunlardan sonra gelen âyetlerde kâfirlerin de, kalbleri
mühürlenen açıkça kâfir olanlar, iman ettiklerini söyledikleri halde iman
etmeyen münafıklar." şeklinde iki kısma ayrılmaları, müminlerin de iki kısım
olduklarını gösteren bir delildir." demiştir.
Ayette zikredilen ve
"Dosdoğru kılarlar" tliye tercüme edilen yukîmûne, ifadesinden
maksat, "Namazı, bütün erkânıyla, mükemmel bir şekilde kılanlar."
demektir. Abdullah b. Abbas "Bu ifadeden maksat, rükuu, secdesi, kıraati ve
huşuu tam olarak yerine getinnek ve namazda kişinin kendisini tamamen namaza
venniş olması" demektir." dye izah etmiştir.
Burada zikredilen
"Namaz"dan maksat, farz namazlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı ise
"Dua etmek" demektir. Taberi diyor ki: "Kanaatimce namazın,
"dua" anlamına gelen salat. kelimesiyle ifade edilmesinin sebebi, dua
edenin, duasıyla rabbînden, dileklerinin karşılanmasını istediği gibi, namaz
kılanın da ibadetiyle rabbinden dilediklerini kabul etmesini istemesidir.
Âyette geçen: "Kendilerine
verdiğimiz nziktan Allah yolunda harcarlar." ifadesinden maksat, Abdullah
b. Abbas'a göre, Allanın kendilerine farz kıldığı zekâtı vermeleri ve bunun
sevabını Allahtan beklemeleridir. Ebu Mâlik, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, zekât âyeti
inmeden önce, kişinin aile fertlerine harcadığı nafakalardır.
Taberi, âyeti umumi
mânâda anlamanın ve buradaki "Harcama"dan maksadın, insanların,
mallarında gerekli olan bütün harcamalar olduğunu söylemenin daha doğru
olacağım, bu ifadeye, zekât ve nafaka gibi bütün mâli yükümlülüklerin de
gireceğini söylemiştir. [21]
4- Onlar,
sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirctc de
kesinlikle onlar inanırlar.
Onlar, senin, Allahtan
getirdiğini ve senden önceki Peygamberlerin Allahtan getirdiklerini tasdik
ederler. O Peygamberler arasında fark gözetmezler. Ve Allahtan etirdiklerini
tasdik ederler. Onları inkâr etmezler. Onlar, bu dünya hayatından sonra gelen
âhirete ve âhirette gerçekleşecek olan tekrar dirilme ve ortaya çıkmaya, sevaba
ve cezaya, hesaba çekilmeye, amellerin Ölçülüp tartılmasına kesin olarak iman
ederler. Bunları inkâr eden müşrikler gibi olmazlar.
Allah teala bu âyeti
kerime ile, dolaylı yolla, ehl-i kitabın, Resulullaha ve Kur'ana iman etmeyen
kâfirlerini kınamaktadır. Çünkü onlar Resulullaha ve Kur'ana iman etmedikleri
halde Resulullahtan önce indirilen kitaplara iman etmekle kurtulmuş
olabileceklerini, kendilerinin hidayette olduklarını ve cennete ancak Yahudi ve
Hıristiyan olanların girebileceklerini iddia etmişlerdir. Allah teala. Bakara
suresinin başında, onların iddialarını yalanlamış ve kullarına bildirmiştir
ki, bu Kur'an, hem Muhammede ve onun getirdiklerine hem de ondan önce gelen
Peygamberlerin getirdiklerine iman edenlere rehberdir. Sadece, geçmiş dinlere
iman edenlere rehber değildir.
Kıyamet gününe
"Âhiret günü" denmesinin sebebi, onun, dünya hayatından sonra
gelmesidir. Veya âhiretin,.varlıklar yaratıldıktan sonra gerçekleşecek
olmasıdır. [22]
5- İşte
rablcrinin doğru yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa erenler de bunlardır.
Gayba iman edenler ve
Muhammede indirilene ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman edenler,
işte onlar, rablerinden verilen bir nur, bir istikamet ve açık bir delil üzeredirler.
Kurtuluşa erenler de bunlardandır. Bunlar, yaptıkları ameller karşılığında,
diledikleri kurtuluşun ve cennette ebedi olarak kalışın şuuru içinde
olanlardır.
Âyette zikredilen
"Rablerinin gösterdiği doğru yokla olanlar"dan maksat, Ebu Mâlik, İbn-i
Abbas ve İbn-i Mes'ud'a göre gayba iman eden takva sahibi müminler ve
Resulullaha ve ondan Önceki Peygamberlere iman eden müminlerdir. Bunların
hepsi hidayet üzere olmakla ve kurtuluşa erecek olmakla sıfat-landınlmışlardır.
Diğer bir kısım
müfessirlere göre "Doğru yolda olanlar"dan maksat, "Gayba iman
etmek, Resulullaha ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman etmekle
sıfatlandırılan takva sahipleridir."
Başka bir kısım
âlimlere göre ise "Doğru yolda olanlar"den maksat, hem Resulullaha
bindirilenlere hem de ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman eden ehl-i
kitaptır. Bunlar, hidayet üzere olmakla ve kurtuluşa ermekle
sı-fatlandırılmışlardır.
Taberi, bu görüşlerden
birinci görüşün daha tercihe şayan olduğunu, zira âyet-i kerimede, hidayet
üzere olma sıfatının, müminlerden ehl-i kitap olan veya olmayan herhangi birine
tahsis edildiğine dair bir işaret bulunmadığını, ayrıca amelleriyle elde
edecekleri mükâfatlarda eşit olan müminlerden bir sınıfın özel bir mükâfatla
Ödüllendirilmelerinin, Allanın adaletine ters düşeceğini söylemiştir.
Âyette zikredilen
"Kurtuluşa erenler de bunlardır." ifadesi Abdullah b. Abbas
tarafından şöyle izah edilmiştir: "İşte istediklerine kavuşanlar ve şerrinden
korkarak kaçtıkları şeylerden kurtulanlar bunlardır." Yani, işledikleri
amelleriyle ve iman etmeleriyle Allahtan istedikleri sevaplara ve cennetlerde
ebedi kalmaya ulaşanlar bunlardır. Ve Allanın, düşmanları için hazırladığı
cezalardan kurtulanlar da bunlardır. [23]
6- Şüphe yok
ki, kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler.
Ey Muhammed, o
kâfirler, Kur'an. ve senin Peygamberliğini inkâr edenlerdir. Onlara göre senin
onları uyarıp uyarmaman eşittir. Çunku onlar, ne ya parsan yap, imana
gelmezler.
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Üzerlerine rabbinin hükmü hak olanlar,
iman-etmezler." "Onlara her türlü delil gelse de, can yakıcı azabı,
görmedikçe, iman etmezler." [24]
Âyette zikredilen
"Kâfirler"den kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler
zikredilmiştir. İkrime ve Said b. Cübeyr'in Abdullah b. Abbastan naklettiklerine
göre, burada zikredilen "Kâfirler"den maksat, Resulullahın döneminde
Medine çevresinde yaşayan Yahudilerdir. Allah teala, Hz. Muhammedi tanımaları
ve onun, Peygamber olacağını bilmelerine rağmen onu inkâr eden Yahudileri
kınamış, kalblerinin mühürlü olduğunu zikretmiştir.
Ali b. Ebi Talha'nın,
Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise, Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle
izah etmiştir. "Resulullah (s.a.v.) bütün insanların iman etmelerini ve
doğru yolda kendisine tabi olmalarını çok arzuluyoalıı. Onun bu şiddetli
arzusunu bilen Allah teala, daha önce iman edecekleri yazılı olanlardan
başkasının iman etmeyeceğini ve daha önce iman etmeyecekleri yazılı olanlardan
başkasının da sapıklığa düşmeyeceğini bildirdi.
Rebi' b. Enes ise bu
âyette zikredilen "Kâfırler"den maksadın. Bedir savaşında öldürülen
küfrün elebaşıları olduklarını ve bunların şu âyette de zikre-dildiklerini
söylemiştir. "Kâfirlerin, AUahın nimetlerine şükredecekleri yerde, Aîlahı
inkâr ettiklerini, kavimlerini helak yurduna sürüklediklerini görmez
misiniz?" "Helak yurdu cehennemdir. Onlar oraya gireceklerdir. O, ne
kötü bir yerdir. [25] Rebi' b. Enes'in bu
görüşünün dayanağı şudur: Allah teala bu âyette, kötüleri uyarıp uyarmamanın,
onlara hiçbir fayda vermeyeceğini, onların kalblerinin mühürlendiğini beyan
etmiştir. Halbuki kâfirlerden bir kısmı, daha sonra, Resulullahın uyarısından
faydalanarak iman etmişlerdir. Bundan anlaşılmıştır ki, âyette zikredilen
kâfirlerden maksat, iman etmeden. Bedirde öldürülen küfrün elebaşılarıdır.
Taberi, Abdullah b.
Abbastan nakledilen birinci görüşün tercihe şayan olduğunu zikretmiş ve
gerekçe olarak şunları özetle söylemiştir. "Allah teala bundan önceki
âyetlerde ehl-i kitabın iman edenlerini övmüştür. Bu âyetlerde de yine ehl-i
kitabin iman etmeyenlerinden haber vermesi ve onlan kınaması uygundur. Zira
onların sıfatları farklı olsa da hepsi de ehl-i kitaptır. Böylece Allah teala,
ehl-i kitabın iman edenleriyle iman etmeyenlerini karşılaştırarak birlikte zikretmiştir.
Allah teala bu
âyetlerle, Resulullahın hak peygamber olduğunu gizleyen Yahudi hahamlarına
karşı onu desteklemiştir. Bunu böylece bilmiş olsunlar ki, Tcvratı Hz. Musaya
gönderen Allah teala Hz. Muhammenle ele bunları öğretmiştir. Zira, ne Muhammed
ne de kavmi, Kur'an inmeden önce bu gibi şeyleri biliyorlardı. Bu hal de,
Yahudilerin, Hz. Muhammedin Peygamberliği hakkında şüpheye düşmelerini bertaraf
eder, Onun, Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu ortaya koyar. Zira
onlar, okur yazarlığı olmayan bir millet içerisinde ortaya çıkan ve okur
yazarlığı olmayan bir kişinin onların gizlemiş oldukları haberleri ortaya
çıkarması durumunda onun peygamberliği hakkında nasıl şüpheye düşebilirler ki?
Resulullahın okur
yazarlığı yoktu. O bir takım hesaplan da bilmiyordu. Bu itibarla ona,
"Kitapları okudu da öğrendi." Yahut: "Hesap yaparak kâhinlik
yaptı." Veya "Resulullah ile ilgili bir kısım haberleri gizleyen
Hahamlardan okuyarak bu tür bilgilere sahip oldu." şeklinde iddialar onun
hakkında hiç yakışık almayan iddialardır.
Taberi diyor ki:
"Bu âyette zikredilen kâfirlerden maksadın ehl-i kitap olan kâfirler
olduğunun diğer bir delili de şudur ki: "Allah teala, bundan sonra gelen
âyetlerele, münafıklara ve Hz. Âdem ve Havva kıssasına değindikten sonra tekrar
ehl-i kitap'tan bahsetmiştir. Madem ki önce ehl-i kitabın müminleri söz konusu
edilmiş ve yine ehl-i kitaba dönülmüştür. O halde bunların arasında zikredilen
kâfirlerden maksat ta, ehl-i kitap olan kâfirlerdir.
"Küfür"
kelimesinin lügat mânâsı "Örtmek" demektir. Bundan dolayıdir-ki,
karanlığı ile bütün eşyayı örten geceye de "Kâfir" denmiştir,
Yahudiler de Resulullahın hak Peygamber olduğunu bildikleri halde o gerçeği
gizlemeleri sebebiyle kendilerine "Gerçeği örten" anlamına
"Kâfir" denmiştir. Nitekim Allah teala bunlar hakkında başka bir
âyette şöyle buyurmuştur: "İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti,
biz, insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara
Allah lanet eder. Hem de bütün lanet edenler lanet cdcr. [26]Bu
âyeti kerimede de: "Şüphe yok ki kâfirleri uyarsan da uyar-masan da
birdir. Onlar iman etmezler" buyurulmaktadır.
- Taberi diyor ki
"Âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir: "Ey Muhammed. Medinede yaşayan
Yrnudi hahamlarından, senin peygamberliğini bildikleri halde ve ben de
kendiler nden, gönderdiğim şeyleri gizlemeyeceklerine dair ahit aldığım halde,
senin hak Peygamber olduğunu gizleyen ve seni inkâr eden bu ; Kâfirleri uyarsan
da uyarmasan da aynıdır. Çünkü onlar iman etmezler. Hakka dönnîezler. Seni ve
senin getirdiğin şeyleri doğrulamazlar.
Abdullah b. Abbas ta
bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Onlar, kendilerinde bulunan ilmi ve
Allanın, kendilerinden aldığı ahdi inkâr ederek hem kendi bilgilerini hem de
senin getirdiklerimi inkâr etmişlerdir. Artık onlar senin uyarmanı ve
korkutmanı nasıl dinleyeceklerdir?-.. [27]
7- Allah
onların kalblerini ve kulaklarını mühürlcmiştir. Gözlerinin üzerinde de perde
bulunmaktadır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.
Allah onların
kalblerini ve işitme duyularını kapatmıştır. Bunlar o mühürlü kalbleri ve
kulaklarıyla iman etmeye bir yol bulamazlar. İnkarcılıktan da kurtulamazlar.
Onların gözleri üzerinde de bir perde vardır ki bu halleriyle artık doğru yolu
göremeler. İşte bunlar Allaha itaati terketmeleri ve farzları yerine getirmemeleri
sebebiyle büyük bir azaba düşeceklerdir.
* Eğer denilecek
olursa ki: "Kalbler nasıl mühürlenir? "Çünkü mühürlemek, bir kısım
kaplan, zarflan ve kılıfları kapatıp mühürlemektir? Cevaben denilir ki:
"Kalbler de içlerinde bulunan ilimlerin kaplan, kulaklar da işitilen şeylerin
kutlarıdır. Bu itibarla onların da mühürlendiklerini söylemek yerinde bir
deyimdir. Ancak bunların mühürlenmelerinin nasıl olacağı çeşitli şekillerde
izah edilmiştir.
A'meş diyor ki:
"Mücahid bize elini göstererek şöyle dedi: "Kaiblerin bu yumruk gibi
olduğunu söylüyorlardı. O, bir günah işlediğinde bunlardan biri (parmaklardan
biri) kapanır. Mücahid bunu söylerken serçe parmağını gösterdi. Sonra diğer bir
parmağım göstererek: "Kul, bir günah işlediğinde o da böyle kapanır."
Başka bir parmağını göstererek yine: "Kul, günah işlediğinde bu da böyle
kapanır." dedi ve böylece bütün parmaklanın kapattı ve devamla şöyle dedi:
"Sonra bu kalbin üzeri bir mühürle mühürlenir." Hayır doğrusu onlann
yaptikla-n kalblerini paslandımııştır. [28]âyetinde
zikredilen "Paslandirrmştır" ifadesinin, bu mühürlenmeyi beyan
ettiği söylenmiştir.
Abdullah b. Kesir,
yine Mücahidin şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Paslanma,
mühürlenmeden daha hafif, mühürlenme de kilitlenmeden daha hafiftir. Bunların
en dehşetlisi kilitlenmedir.
Diğer bir kısım
âlimler, kaiblerin mühürlenmesini şöyle izah etmişlerdir: "Allah teala, bu
âyet-i kerimesinde bildirmiştir ki bir Önceki âyette zikredilen kâfirler, davet
edildikleri hakkı dinlemekten yüzçevirmişjer ve hurra gururlarına
yedirememişlerdir. Nitekim kendisine bir söz söylendiğinde onu dinlemekten
imtina edene ve gururlanarak onu anlamak istemeyene "Bu adam bu söze karşı
sağır kesildi." denir. Bu şekilde izahta bulunanlara göre mühüdenmekten
maksat, mecazi bir ifadedir. Kâfirlerin, hakkı dinlemediklerini beyan eder.
Taberi diyor ki:
"Bana göre bu mühürlenmenin izahı hususunda doğru plan yorum, bu gibi
şeyleri izah eden tefsir, Resulullahm şu sahih hadisidir.
"Şüphesiz ki kul,
bir hata işlediğinde kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o, bu
hatadan el çeker, af diler ve tevbe edecek olursa kalbi parlatılır. Şayet
tekrar o hataya dönecek olursa kalbindeki siyah noktalar artırılır. Öyle ki
bütün kalbini kaplar. Allah tcalanın şu âyetinde zikrettiği pas işte budur.
"Hayır, doğrusu onların yaptıktan kalblerini paslandırmıştır, [29] [30]
Resulullah bu hadis-i
şerifiyle, beyan ediyor ki: Günahlar peşpeşe kalbin üzerine gelirse onu
perdeler. Ve perdeleyince de Allah tarafından bir mühür onu mühürler. Artık
iman böyle bir kalbe yol bulamaz. İnkâr da oradan çıkamaz.
İşte âyet-i kerimenin
beyan ettiği "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir."
ifadesi de bu hususu beyan etmektedir. Gözle görülen kaplann içlerine bir
şeyler konduktan sonra, açılmamaları için mühürlendikleri gibi âyette
zikredilen kâfirlerin kalbleri de kapatılmış ve Allah tarafından mühürlenmiştir.
Artık onlara dışandan iman girmez, içeriden de inkâr çıkmaz. Anc?'; mühürün
açılmasından sonra bir değişiklik olabilir.
Ayette zikredilen
"Mühürlenme"yi davet edildikleri haktan böbürlenmeleri sebebiyle yüz
çevirmek olarak anlayanlara şunu sormak lazımdır: "Bu yüz çevirme işini,
kibirlenk olarak mı yapmışlardır yoksa Allah mı onlara yüz çe-virtmiştir?"
Eğer derlerse ki: "Yüz çevirme işini onlar yapmıştır." Onlara cevaben
denilir ki: "Allah teala, âyet-i kerimede, kâfirlerin kalblerinin ve
kulaklarının bizzat kendisi tarafından mühürlendiğini bildirmektedir. Allanın
onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemesini, onlann imandan yüz çevirmeleri
ve onlann, tevhid inancını kabullenmeye karşı böbürlenmeleri şeklinde izah
etmek nasıl caiz olabilir? Zira bu. Allanın yaptığı bir iştir. Kâfirlerin
yaptığı bir iş değildir. Eğer derlerse ki: "Onlann yüz çevinTieleri ve
böbürlenmeleri, Allanın,
onların, kalblerini ve
kulaklarını mühürlemesi sebebiyledir. Burada sebebin yerine, sebebin meydana
getirdiği sonuç zikredilmiştir." Onlara denilir ki: "Siz, bu
izahınızla görüşünüzü terketmiş oluyorsunuz." Âyet-i kerimeyi, birinci
görüşte olan âlimler gibi tefsir ediyor ve Allanın, kâfirlerin kalb ve
kulaklarını mühür-Ieüğini söylüyorsunuz. Ayeti doğrudan doğaıya kâfirlerin
İnkâr etmeleri ve imandan yüz çevirmeleri şeklinde izah etmiyorsunuz.
Âyet-i kerimede geçen
"Gözlerinin üzerinde de perde vardır," ifadesi, kâfirlerin
kalblerinin ve kulaklarının mühürlenmelerinden sonra zikredilmiş ve onların
inkârlarında ısrarlı olduklarım beyan etmiştir. Böylece Allah teala bu âyet-i
kerime ile Muhammed (s.a.v.)'e Yahudilerin hahamlarının halini tasvir etmiş,
onların kalblerini mühürlediğini, böylece Allah tarafından gelen herhangi
biröğütü dinlemeyeceklerini, Muhammede indirdiği kitabı düşünmeyeceklerini
beyan etmiştir. Ayrıca onların kulaklarını da mühürlediğini böylece, Allanın
Peygamberi olan Muhammed (s.a.v.)'in uyanlarını, öğütlerini de Peygamber olduğunu
gösteren delillerini dinlemediklerini, düşünmediklerini, onun hak Peygamber
olduğunu bildikleri halde onu yalanlayarak Allanın azabına uğrayacaklarından
korkmadıklarını beyan ediyor ve yine Resuluİlaha bildiriyor ki. onların
gözlerinin.üzerinde perde vardır. Hakkı göremezlerki kendilerinin
sapıklıklarını ve adîliklerini anlamış olsunlar.
Allah teala, âyet-i
kerimenin sonunda Resuluİlaha karşı çıkan bu Yahudi hahamları için büyük bir
azap olduğunu, onun, Allah tarafından getirdiklerinin doğru olduğunu bildikleri
halde, yalanlamalarının cezası olarak böyle bir azabı hak ettiklerini beyan
etmektedir. [31]
8- Bir kısım
insanlar vardır ki: "Biz, AHaha ve âhiret gününe iman ettik.11 derler.
Halbuki onlar mümin değillerdir.
Bazı insanlar vardır
ki: "Allahı ve kıyamet gününde tekrar dirilmeyi tasdik ettik"
derler. Halbuki onlar mümin değilierdir. Çünkü onlar, kalblerinde olanın
aksini açıklıyorlar.
Bu âyette zikredilen
"!nsanlar"den maksat, müfessirlerin ittifakıyla belirttikleri görüşe
göre "Münafıklardır. Nitekim, Abdullah b. Abbas, Katade.
Mücahid, Abdullah b.
Mes'ud, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyc bu insanlardan maksadın Medinede,
Müslümanlardan korkarak mümin okluklarını söyleyen münafıklar olduklarını
söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Aziz ve Celil olan Allah, hicret yurdu olan Medine-i münevverede,
Resuiullahı yerleştirip muzaffer kılınca ve onun davetini yayıp müslümanlan
çoğaltınca müslümanlar, putlara tapan müşrikleri ve ehl-i kitap olan kâfirleri
mağlup edince Yahudi hahamları, sırf kıskançlıklarından ve azgınlıklarından
dolayı Resuluİlaha kin ve düşmanlık beslediler. Allah, bunlar hakkında başka
bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu; "Kitap ehlinden bir çoğu, hak kendileri
için apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten dolayı, iman
etmenizden sonra sizi tekrar kâfirliğe çevirmek isterler[32]
Ehl-i kitap olan bu Yahudiler yanında Resuiullahı yurtlarında barındıran, onu
destekleyen ve yardımına koşan Ensar'in içinden bir kısım insanlar, şirklerinde
ve cehaletlerinde devam ettiler. Açıkça kâfir olduklarını söylemeleri halinde
müslümanlar tarafından öldürüleceklerinden veya esir edileceklerinden
korktuktan için iman ettiklerini söyleyen fakat aslında iman etmeyen münafıklar
ortaya çıkmışlardır. Bunlar da ehl-i kitabın kâfirleriyle işbirliği yaparak
müminler aleyhine çeşitli tuzaklar kurmaya girişmişlerdir. Bunlar, Resuiullahı
ve sahabilcri gördüklerinde "Biz, AHaha, Peygamberine ve âhiret gününe
iman edenleriz." demişler, Yahudilerle başbaşa kaldıklarında da
"Biz, sizinle beraberiz. "Biz iman ettik" diyerek müminlerle
alay ediyoruz." demişlerdir. İşte Allah teala bu âyet-i kerimede bu tür
insanları zikretmekte ve onların gerçekte iman etmediklerini açığa vurmakta ve
"Halbuki onlar mümin değillerdir." buyurmaktadır. Âyet-i kerimenin bu
son bölümü, imanı sadece "Dil ile ikrar" diye tanımlayan
"Cehmiye" fırkasının görüşlerini çürütmektedir. Zira Allah teala,
kalben iman etmeyip, dilleriyle iman ettiklerini söyleyenlerin mümin
olmadıklarını beyan etmiştir. [33]
9- onlar,
Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini
aldatırlar. Fakat bunun farkında değildirler.
Bunlar, inanmadıkları
halde, öldürülmekten kurtulmak için. dilleriyle, kalblerindeki şüphe ve inkârın
aksini söylerler. Ve bu sözleriyle Allahı ve müminleri kandınnaya çalışırlar.
"İman ettik" derler. Oysa onlar, gerçekte başkasıni değil ancak
kendilerini aldatmaktadırlar. Fakat bunun farkında değildirler.
Eğer denilecek
olursaki: "Münafıklar, öldürülme ve esir edilme korkusuyla,
inandıklarının aksine, müminlere karşı iman ettiklerini söylüyorlar böylece
kendilerini savunuyorlardı. Onların bu davranışlarına âyetin "Allahı ve müminleri
aldatmaya çalışırlar." demesinin mânâsı nedir?" Buna cevaben denilir
ki: "Araplar, kendisini savunmak için yalan söyleyip başkalarını kandırana
da "Aldatan" derler. Burada münafıklar her ne kadar geçici dünyada
müminleri aldatmaya girişmişi erse de aslında onlar, kendilerini
aldatmışlardır. Zira bunlar, kendilerini çeşitli ümit ve emellerle
savsaklarlar. Halbuki kendilerini elleriyle tehlikeye atar, zehir kâsesinden
zehir içerler. Bizzat kendilerini Allanın azabına ve gazabına uğratırlar. Bu
sebeple Allah teala onlar hakkında "Oysa sadece kendilerini
aldatırlar." buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimenin
"Fakat bunun farkında değildirler." bölümü, "Allah teala ancak
bilinçli bir şekilde kâfir olan, Allanın varlığını, birliğini ve Peygamberlerinin
ve kitaplarının hak olduğunu bildiği halde inkâr edenlere azap eder."
diyenlerin görüşlerinin, Allah tarafından yalanlandığını gösterir. Zira, Allah
teala bu âyet-i kerimede, münafıkları, Allahı ve Peygamberini aldattıklarım
zannetmekle vasıflandırmakta ve onların, Allah ve müminleri gerçekte
aldatmadıklarının farkında olmadıklarını, bununla beraber
cezalandırılacaklarını beyan etmektedir. Böylece inkarcıların kasıtlı olup
olmadıklarının farketmediğini ortaya koymaktadır.
Taberi diyor ki:
"Onlar, Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar." ifadesinde
Yuhadiûne, fiili, müşareket (İşteşlik) ifade eden bir fiildir. Buna göre, aldatmaların
karşılıklı olması icabeder, yani, münafıklar, Allahı ve iman edenleri aldatmaya
kalkışırken Allah ve müminler de onları aldatmaya kalkışmış olacaklardır.
Bir kısım lügat
âlimleri buna cevaben demişlerdir ki Müfâale babından gelen fiiller Arapçada
bazan "Müşareket" (İşteşlik)" ifade etmezler. Nitekim
Katelehumullah[34] âyetinin mânâsı
"Allah onlarla savaştı." şeklinde değil "Allah onlan
kahretsin" demektir. Bu âyet te bu kabildendir.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Ben bu lügat âlimlerinin izah tarzına katılmıyorum.
Âyette zikredilen Yuhaddiûne fiili
müşareket ifade etmektedir. Zira, münafıklar, kalblerinde olanların tersini
dilleriyle söyleyerek Allah tealayı aldatmaya kalkışırken, Allah teala da
onları derhal cezalandırma-yıp mühlet vererek aldatmış ve onlan hak yoldaymış
gibi göstermiştir. Bu hususta şu âyet-i kerimede şöyle buyuru I m aktadır.
"Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin sakın kendileri için hayırlı
olduğunu zannetmesinler. Biz onlara mühleti ancak günahlarını artırsınlar diye
veriyoruz. Onlar için alçallıct bir azap vardır[35]
Daha sonraki âyetlerin
izahında da görüleceği gibi, Taberinin bu görüşü bir çok müfessir tarafından
tasvip edilmemiş, "aldatma" sıfatı Allah tealaya izafe edilmemiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Oysa sadece kendilerini aklatırlar." ifadesi gösteriyor
ki, münafıklar aslında ne Allahı aldatabilmişlerdir ne de müminleri. Zira
Allah, onların münafık olduklarını biliyor ve onlara mühlet veriyordu. Onlar
Allah tealayı aldatmış olsalardı Allah tealanın, onları cezalandırmaması
ica-bederdi. Münafıklar, aslında müminleri de alüatamamışlardır. Zira onlar,
mii-ninlere karşı iki yüzlü görünmeleriyle onlardan herhangi bir menfaat elde
edememişlerdir. Sadece kendi ellerinde bulunan mal ve evlatlarım muhafaza edebilmişlerdir.
Âyet-i kerimenin
"Fakat bunun farkında değildirler." ifadesinden maksat, "Allahı
aklattıklarını zanneden münafıklar, Allanın bunlardan haberdar okluğunun ve
bunları derhal eezalandırmayıp, kendilerine mühlet verdiğinin farkında
değillerdir." demektir."
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, münafıklar sana
geldikleri zaman "Biz, şehadet ederiz ki, sen mutlaka Allanın
Resulüsün." derler. Allah da bilir ki elbette sen onun Peygamberisin. Ve
Allah, şehadet eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar." "Onlar,
yeminlerini kendilerine siper edindiler. İnsanları Allanın yolundan
alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötü bir şeydi[36]
10- Onların
kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır.
Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Onların kalblerinde.
inançsızlık hastalığı vardır. O hastalık, Muhammedin Peygamberliğinden şüphe
etmeleridir. Allah, müminlerin imanlarını artırdığı gibi onların da şüphe ve
şaşkınlıklarını artırmıştır. Onlar için, acı veren, perişan eden bir azap
vardır. Bu azap, inandıklarını iddia ederek yalan söylemeleri ve bunu, Allahı,
Resulünü ve müminleri kandırmak için yapmalarından dolayıdır.
Âyet-i kerimede
"Onların kalblerinde hastalık vardır." buyurulnıakta-dır. Buradaki
hastalık, maddi bir hastalık olmayıp, mânevi bir hastalıktır. Yani itikad ve
inanç hastalığıdır. Bu hastalığın mahiyeti de Hz. Muhammedin Peygamberliği ve
Allah katından getirdiklerinin hak olduğu hususunda şüpheye düşmeleri ve şaşkınlık
içinde olmalarıdır. Nitekim, Abdullah b. Abbas, Abdur-rahman b. Zeyd, Katade ve
Rebi' b. Enes, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır."
buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah teala, daha sonra farz kıldığı
emirleri ve yasakladığı haramlarıyla münafıkların islam hakkında kalblerinde
taşıdıkları şek ve şüphe hastalıklarını daha tla artırmıştır." demektir.
Bu hususta başka bir âyet-i kerimede "Kur'andan bir sure indiği vakit,
kâfirlerden bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin
imanını artırdı?" Doğrusu inen sure iman edenlerin imanını
kuvvetlendirir. Onlar bundan sevinç duyarlar." "Kalblerinde hastalık
olanlara gelince: "Bu sure, onların murdarlıklarına murdarlık katar ve
kâfir olarak ölür!er. [37] buyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas.
Abdullah b. îvîes'ud, Kalade, Ahdurrahiîian b. Zeyd, ve Rcbi' b. Enes de,
burada artırıldığı zikredilen hastalıktan maksadın, kalble-rindeki şüphe
olduğunu ve onun artırıldığını söylemişlerdir.
Ayet-i kerimenin
sonumla: "Onlar için can yakıcı bir azap vardır." buyurulmaktadır.
Burada zikredilen Elîm kelimesi "Can yakıcı" diye tercüme
edilmiştir. Taberi, bu kelimenin Mu'iimun yani acı veren" mânâsına
geldiğini söylemiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Yalan söylediklerinden dolayı" diye ierdimc edilen "Bima
kânü yekzibün, ifadsi. Küfe âlimlerinin kıraati şeklidir. Taberi de bu kıfaaiı
tercih etmiştir. Medine, Hicaz ve Basralı âlimlerin çoğunluğu ise bu cümleyi "Bima
kâmı Yükezzibıın" yani, "Yalanlamaları sebebiyle" şeklinde
okumuşlardır. Buna göre ayetin mânâsı şöyledir: "Münafıkların, can yakıcı
bir azaba uğratılmalannın sebebi, onların, Muhammedin Peygamberliğini ve onun
Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu yalanlamaları
sebebiyledir." Bu kıraati tercih eden âlimler
"Münafıkların
sadece yalan söylemekle can yakıcı bir azabı hak etmeyeceklerini, bu azabı
ancak Allanın Peygamberini ve kitabını yalanlayarak inkâra düşmekle hak
edeceklerini söylemişlerdir. Taberi bu son görüşe katılmadığını, birinci
kıraatin daha sahih olduğunu ve âyete, ona göre mânâ vermenin daha doğru
olacağını söylemiş, buna delil olarak ta diğer âyetlerde münafıkların yalan
söylemeleriyle azaba uğratılacaklarının beyan edildiğini zikretmiştir. Nitekim,
münafikûn suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, münafıklar sana
geldikleri zaman "Biz şahadet ederiz ki, sen mutlaka Allanın
Resulüsün." derler. Allah da bilir ki, elbette sen. onun Peygamberisin. Ve
Allah şehadet eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar." "Onlar
yeminlerini kendilerine siper edindiler. İnsanları Allanın yolundan
alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötü bir şeydir. [38]"Onlar
yeminlerini kendilerine siper yaptılar. İnsanları Allanın yolundan
uzaklaştırdılar. Onlar için alçaltici bir azap vardır." [39]
Görüldüğü gibi Allah
teala, burada zikredilen birinci âyette, münafıkların yalancı olduklarını
zikretaıiş, ikinci âyette ise, yeminlerini kendilerine siper edinerek yalan
söylemeleri ve böylece insanları Allanın yolundan alıkoymaları yüzünden, onlar
için alçaltıcı bir azap olduğunu beyan etmiştir. Bu surede de, münafıkların
yalan yere "İman ettik" deyip müminleri aklatarak yalan söylemeleri
sebebiyle can yakıcı bir azabı hak ettiklerini söylemek diğer âyetlerin
ifadesine uygun bir ifadedir. Bu itibarla, bu mânâyı ifade eden kıraati tercih
etmek yerindedir. [40]
11- Onlara,
"yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" denildiği zaman onlar "Biz,
ancak ıslah edicileriz." derler.
Onlara "İnkâr ve
isyan ederek, Allahın dininden şüphe ederek ve Allah düşmanı Yahudileri dost
edinerek yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği zaman onlar:
"Biz, müminler ile ehl-i kitabın arasını düzeltmek isteyenleriz. Bu
sebeple bizler, bozgunculuk yapanlar değil, ıslah edicileriz." derler.
Âyette zikredilen
"Onlar"dan maksat, Abdullah b. Abbas. Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir
kısım sahabilere göre "Münafıklardır. Yapmamaları istenen
"Bozgunculuk" ise "İnkarcılıkları ve günah işlemeleridir."
Selman-ı Fârisî'den
nakledilen başka bir rivayete göre ise "Onlar"dan maksat.-o döneme
kadar henüz dünyaya gelmemiş olan insanlardır.
Taberi,
"Onlar"dan maksadın. Resulullahm döneminde bulunan münafıklar ve
onlardan sonra gelip aynı sıfatı taşıyan bütün münafıklar olduğunu söylemenin
daha evla olacağını zikretmiş ve özetle şunları söylemiştir. "Selman-ı
Farisî, bu görüşüyle Resulullah döneminde bulunan daha sonra da ölüp giden
münafıkları değil Selmanm yaşadığı dönemlerde henüz ortaya çıkmamış olan ve
çıkmaları beklenen kimseleri kastetmiş olabilir. Bizim, diğer görüşü tercih
etmemizin sebebi, bu hususta müfessirlerin ittifak etmeleridir."
Taberi diyor ki:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmak"tîan maksat, orada Allanın yasakladığı
şeyleri yapmak ve emrettiği şeyleri yapmamaktır. Nitekim melekler, Allah
teaianın kendilerine yeryüzünde bir insan yaratacağını bildirmesi üzerine
şöyle demişlerdir: "Bir zaman rabbin, meleklere: Ben yeryüzünde bir Halife
yaratacağım." demişti. Melekler de "Orada bozgunculuk yapacak ve kan
dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni, överek teşbih ediyoruz ve
tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin
bilmediklerinizi bilirim." dedi. [41]
Münafıklar, yeryüzünde
rablerine isyan ederek ve onun yasakladıklarını işleyip farz kddığı şeyleri
yapmayarak ve Allanın dininden şüphe ederek yeryüzünde fesat çıkarırlar. İman
ettiklerini söyleyerek müminleri aldatmaya çalışırlar. Al I ahi, kitaplarını
ve Peygamberlerini yalanlayanlara yardım etmek için bir yol bulduklarında
Allanın dostlarına karşı onlara yardım ederler. İşte böylece bozgunculuk
çıkarırlar. Bu halleriyle de müminlerle kâfirlerin arasını bulmaya '
çalıştıklarını zannederek ıslah edici okluklarını iddia ederler. Fakat bu
niyetlerine rağmen Allah onların azabını hiç de hafifletmez. Bilakis onlar
için cehennemin en alt katını vaadeder. Allah teala onlar hakkında "İyi
bilin ki asıl bozguncular onlardır. Fakat farkında değillerdir.11[42]buyumıuştur.
Bu âyet te gösteriyor ki, kişinin inkâr veya günahında iyi niyetli oluşu onu
kurtaramaz. Allanın azabı, sadece bilinçli bir şekilde inkâr edenleri değil,
şuursuzca inkâr edenleri de kuşatır. Ayet-i kerimenin sonunda "Biz ancak
ıslah edicileriz." dediler" Duyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas bu
âyeti şöyle izah etmiştir. "Münafıklar dediler ki, biz ancak müminlerle
ehl-i kitabın arasını bulmak istiyoruz."
Mücahid ise şu şekilde
izah etmiştir: "Münafıklar, Allaha isyan etmeye giriştiklerinde onlara,
"Şöyle şöyle yapmayın." denilince onlar, "Biz ancak hidayet
üzere olanlar ve durumu düzeltenleriz." demişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Münafıklar gerek Yahudilere iyi davranarak onlarla müminlerin arasını
bulup, ara bulucu olduklarını iddia etmiş olsunlar, gerekse Alla-hın yasak
kıldığı şeyleri işledikleri halde onların kötü şeyler olmadığını söyleyerek
hidayet üzere olduklarını söylemiş olsunlar. Her iki halde de onlar, yaptıklan
şeyde ıslah ediciler olduklarını zannediyorlardı. Fakat Allah teala, münafıkların
bu iddialarını yalanlayarak buyurdu ki: [43]
12- İyi
bilin ki asıl bozguncular onlardır. Fakat farkında değillerdir.
Ey müminler iyi bilin
ki, Ali ahin koymuş olduğu sınırlan aşarak, kötülükleri işleyerek ve emredilen
farzları terkederek bozgunculuk çıkaranlar aslında o münafıklardır. Fakat
onlar, bozguncu olduklarının farkında değillerdir. Onlar ıslah ettiklerini
zannederek bozguenculuk yapıyorlar. Zira onlar, Allanın emrine karşı
geliyorlar. Onun koyduğu sınırlan aşıyorlar. Onun farzlarını bırakıp haram
kıldıklarını işliyorlar. Buna rağmen durumlarının farkında değildirler. [44]
13-.Onlara
"İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin." denildiği zaman:
"Beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler, iyi bilin ki
asıl beyinsizler onlardır. Fakat bilmezler.
Bu münafıklara:
"Müminlerin tasdik ettikleri gibi siz de Muhammedi ve onun, Allah
tarafından getinniş olduğu Kur'anı tasdik edin." dendiği zaman:
"Beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edelim?" Aklı ve idraki
olmayan şu insanlar gibi mi Muhammedi tasdik edelim?" derler. İyi
bilinki, asıl cahil ve idraki olmayan beyinsizler onlardır. Zira onlar kendi
kendilerine kötülük etmişlerdir. Aslında dinleri konusunda cahil olan,
itikatlan ve görüşleri zayıf olanlar on-lardır,.Yoksa Allahı ve kitabını tasdik
eden, cezayı ve mükâfaatı bilen müminler değil. Çünkü müminler rablerinin
emirlerini tutup yasaklanndan kaçınarak kendilerini azaba sürüklenmekten
kurtarmışlardır. Böylece fayda ve zararlarını bilmişlerdir. Bu nedenle
beyinsiz değillerdir. Fakat münafıklar bu durumun farkında değildirler.
* Âyette zikredilen
"İnsanlardan maksat, Resulullaha ve onun getirdiklerine iman eden
"Sahabüerdir" Münafıklara: "Siz de Muhammedin ashabı gibi ona ve
onun Allahtan getirdiklerine iman edin." denildiği zaman onlar müminleri,
akılsızlık ve beyinsizlikle itham ediyor ve dış görünüşleriyle inanmış gibi
görünseler de kalben iman etmiyorlardı.
Âyette zikredilen ve
"Beyinsizler" diye tercüme edilen "Süfe-ha" kelimesi
"Sefih" kelimesinin çoğuludur. "Sefıh"in asıl mânası ise
"Cahil"
"Kıt görüşlü" ve "Fayda ve zararını düşünemeyen" kimse
demektir. Münafıkların burada, beyinsizlikle itham ettikleri kimselerden
maksat. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes ve Abdurrahman b.
Zeyd'in de izah ettikleri gibi, Resulullahın sahabileridir.
Allah teala,
münafıkların bu ithamlarına cevaben, aslında beyinsizlerin kendileri
olduklarını, zira kalbleriyle iman ederek Allanın emir ve yasaklarına
uymadıkları için, kendilerini Allanın azabına sürüklediklerini, böylece fayda
ve zararlarını bilmeyen beyinsiz ve cahil kimseler olduklarını ortaya
koymuştur. Ne var ki bunlar bunu düşünmezler. [45]
14- İman
edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" derler. Şey-tanlariyla
başbaşa kalınca da "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay
ediyoruz." derler.
Münafıklar, müminlerle
karşılaştıkları zaman "Muhammede ve'onun, Allah tarafından gteirdiklerina
iman ettik." derler. Ve bu sözü, canlarını ve mallarını kurtarmak ve
kendilerince kurnazlık etmek için söylerler. Diğer münafık ve müşriklerden,
devamlı temasta olduklarının yanına gelip te, inkâr ve şirkte elebaşı
olanlarla başbaşa kalınca da "Biz sizinle beraberiz, sizin izinizdeyiz ve
aynen sizin gibiyiz. "Allaha ve âhiret gününe iman ettik" diyerek
Muhammedin arkadaşlarıyla sadece eğleniyoruz." derler.
Abdullah b. Abbas bu
âyeti şöyle izah etmiştir: "Yahudilerden bazı kimseler, Resulullahın
sahabileri ile karşılaştıkları zaman "Şüphesiz ki biz sizin dininiz
üzereyiz." diyorlardı. Kendilerini yoldan çıkaran arkadaşlarıyla başbaşa
kaldıkları zaman da "Şüphesiz ki biz sizinle beraberiz, sizin dininiz
üzereyiz. Biz, Muhammedin arkadaşlarıyla sadece alay ediyoruz."
diyorlardı.
Ayet-i kerimede
zikredilen "Onların şeytanlarTndan maksat, Abdullah b. Abbas ve Abdullah
b. Mes'ud'a göre, münafıkların inkârda elebaşılarıdır. Kata-de ve Rebi' b.
Enes'e göre bunlar, müşriklerdir. Mücahide göre bu şeytanlar, münafıkların, kâfirlerden,
müşriklerden ve diğer münafıklardan olan arkadaşlarıdır. Katadeden nakledilen
diğer bir görüşe göre bu şeytanlardan maksat, münafıkların elebaşıları ve şer
işlerde önderleridir. [46]
15- Allah da
onların alaylarının cezasını verir. Azgınlıkları içerisinde bırakır, bocalar
dururlar.
Allah da onlara, alay
etmelerinin cezasını verir. Görünüşte mallarını ve canlarını korumak suretiyle
dünyada onların hoşlarına gidecek hükümleri icra eder. Halbuki müminlerle alay
etmelerinin cezası olarak âhirette onlara elem verici azaplar ve can yakıcı
cezalar hazırlamıştır. Allah onların inkâr ve sapıklıklarını artırır.
Şaşkınlık içerisinde bocalayıp dururlar. Kurtuluş için bir yol bulamazlar.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Allah da onlann alaylarının cezasını verir." diye tercüme edilen
ifadesinin lügat mânâsı "Allah da onlarla aley eder." demektir.
Müfessirler, Allanın münafıklarla alay etmesinin ne mânâya geldiği hakkında
farklı İzahlarda bulunmuşlardır. Bazı müfessirlere göre, Allah tealanın
münafıklarla aley etmesinden maksat, Allanın onları derhal cezalandırmayıp
kendilerine bir mühlet vermesi ve kıyamet gününde şu âyetlerde beyan buyurduğu
şekilde davranmasıdır. "O gün mümin erkeklerin ve kadınların nurlarının,
önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. (Melekler onlara) "Bugün sizin
müjdeniz, altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebe-diyyen kalacaksınız.
İşte büyük kurtuluş budur." (derler.) "O gün, münafık erkek ve
kadınlar, müminlere "Bize bakın da nurunuzdan istifade edelim."
derler. Onlara: "Arkanıza dönün de nur isteyin" denilir. Müminlerle
münafıklar arasına, kapısı olan bir sur çekilir. Onun içinde rahmet, dış
tarafında da azap vardır." "Münafıklar müminlere (Dünyada): "Biz
sizinle beraber değil miydik?" diye çağırırlar. Müminler de: "Evet,
fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız (müminlerin bir belaya uğramasını)
beklediniz, (din hususunda) şüpheye düştünüz. Allanın emri gelinceye kadar boş
emeller sizi aldattı. Sizi, Allaha karşı, aldatıcı (şeytan) aldattı."
derler. [47]"Kâfirler,
kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu
zannetmesinler. Biz onlara mühleti ancak günahlarını artırsınlar diye
veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır. [48]
Diğer bir kısım
müfessirler, Allanın, münafıklarla alay etmesinden maksadın, onlan
inkârlarından ve isyanlarından dolayı kınaması ve ayıplaması yahut da onlan
helak etmesi ve yok etmesi olduğunu söylemişlerdir.
Başka bir kısım
müfessirlere göre ise, Allanın onlarla alay etmesi, veya onlan aldatması yahut
onlara hile yapmasından maksat, onları cezalandırmak istediğinde "Siz
beni aldatamadınız ben sizi aldattım." şeklinde cevap vermesidir. Yani
hile ve tuzaklarının kendi aleyhlerine dönmesi demektir.
Yine diğer bir kısım
âlimlere göre: "Onlar Allahı aldatmaya çalışırlar.
Halbuki Allah da onlan
aldatır. [49] Onlar müminleri alaya
alıyorlar. Allah da onları alaya aldı[50]"Onlar
Allahı unuttu. Allah da onlara kendilerini unutturdu[51]gibi
âyetlerin mânâsı, Allanın, bu gibi işleri yapanları, layık oldukları ceza ile
cezalandıracağını bildirmesidir. İşlenilen suçun gerektirdiği cezaya da, o
suçun işlendiğini belirten fiil ile isim verilmiştir. Yani aldatmanın cezasına
aldatma, alaya almanın cezasına alaya alma, hile yapmanın cezasına da hile
yapma ismi verilmiştir. Kur'an-ı kerimde bu şekilde ifadeler mevcuttur. Nitekim
bir âyet-i kerimede: "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür.. [52]
"Kİm tecavüz ederse siz de ona karşı size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele
cdin.. [53]buyurulmaktadır.
Görüldüğü gibi birinci
âyette, işlenilen günaha da "Kötülük" ismi verilmiş günahın cezasına
da "Kötülük" ismi verilmiştir. Halbuki bu ceza bir adalettir. Yine
ikinci âyette saldırıya da "Tecavüz" ismi verilmiş saldırının
cezasına da "Tecavüz" ismi verilmiştir. Halbuki ikincisi aslında bir
tecavüz değil, zalimi zulmünden alıkoymadır ve bir adalettir.
Başka bir kısım
âlimlere göre, Allanın, münafıklarla alay etmesinin mânâsı, onlara dünyada iken
âhirette varacakları akıbetin tersine bir durum göstermesidir. Nasıl ki onlar
ResuluUaha ve müminlere, kalbi erindeki inançsızlığın tersini göstererek iman
ettiklerini söylemişlerdir Allah teala da onlara dünyadaki hallerini
âhiretteki hallerinin aksine bir şekilde göstermektedir. Öyle ki dünyada
onlara, evlenme, boşanma, miras vb. Hukuki muamemelercle müslüman muamelesi yaptırmakta
âhirette ise onları cehennemin en alt tabakasına atmakla cezalandırmaktadır,
Taberi diyor ki:
"Bize göre izahların doğrusu şudur: "Arapçada alaya almanın mânâsı,
alaya alan kimsenin, alaya alınana karşı görünüşte memnun edici ve
davranışlarına uygun sözler söylemesi ve işler yapmasıdır. Böylece ,alaya alan
kişi söz ve davranışlarıyla aslında alaya alınana kötülük yapmaktadır. "Aldatma"
"Tuzak kurma" vb. kelimelerin mânâsı budur.
Madem ki alaya alma,
aldatma, tuzak kunna gibi kelimelerin Arapçada anlamı budur, âyet-i kerimelerde
de aynı anlamlara yorumlanınalıdır. Alaya almanın, kendi anlamında
kullanıldığının kabul edilmesi halinde ise âyetin izahı şöyle olur:
"Münafıklar, görünüşte müminlere, razı olacakları sözleri söylüyor ve
davranışlarda bulunuyorlar. Halbuki aslında söyledikleri sözlerin ve yaptıkları
amellerin aksine inanıyorlar. Bu yolla müminleri aldatıyorlar. Allah teala
daaynen o münafıkların yaptıkları amellerin karşılığı olarak onlan ayın şekilde
cezalandırmaktadır. Yani dünyada iken onlan müslümanlar olarak kabul ettiriyor
böylece onlann davranışlarına ve arzularına göre muamele yapıyor, âhirette ise
onlan cehennem azabına sokarak kâfirler gibi muamele yapacak ve onlan asıl
inançlanna göre cezalandıracaktır. Allah tealanm, münafıkları bu şekilde cezalandırması
onlar için bir haksızlık değil, yaptıklarının tam karşılığını vererek onlara
adaletini tatbik etmesidir. Abdullah b. Abbas da bu âyeti izah edeiken:
"Allah onlardan intikam almak için onlan alaya alır." şeklinde
açıklamıştır.
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerimeyi "Biz, müminlerle ancak alay ediyoruz." diyen
münafıklara Allah tealanın bir cevabıdır." şeklinde izah eden ve
"Alaya alma" "Tuzak kurma" ve "Aldatma" gibi
sıfatların Allaha yakışmayacağını söyleyen görüşleri isabetli değildir. Zira
onlar Allah tealanın, kendisi için ispat ettiği şeyleri ondan uzaklaştım! ay a
çalışıyorlar. Bu gibi kimselere denir ki: "Bir kimsenin, "Allah falan
kimselerle alay eder." Veya "Falan kimseleri aklatır." Yahut
"Onlara tuzak kurar" şeklindeki haberleri kabul etmemesi, "Allah
falan kimseyi yerin dibine geçirdi." "Falan kavmi suda boğdu"
şeklindeki haberleri de kabul etmemesini gerektirir. Şimdi. Allah teala
bizlere, bizden önce geçen ve kendilerini görmediğimiz bir kavme tuzak
kurduğunu, başka bir kavmi yerin dibine geçirdiğini, diğer bir kavmi suda
boğduğunu bildirmiştir. Biz bu haberler arasında herhangi bir ayınm yapmadan
hepsini tasdik ettik ve onlara iman ettik. Sizlerin, bildirilen bu haberleri
birbirinden farklı görmenize dair deliliniz nedir de Allahm bazı kavimleri yere
geçirip diğer bazılarını suda boğduğunu kabul ediyorsunuz da başka bir kavme
tuzak kurduğunu kabul etmiyorsunuz?
Eğer denecek olursa
ki: "Alay etmek abes bir iştir ve eğlenmektir. Aîlah teala ise bu tür
şeylerden beridir." Ona cevaben denir ki: "Peki, Allanın alaya almasını
kabul etmiyorsan: "Allah onlan alaya alır." "Allah onlarla
eğlendi." "Allah onlara tuzak kurdu." âyetlerini okumuyor
musun? Şayet "Hayır" diyecek oîufsa Kur'anı yalanlamış olur ve İslam
dininden çıkar. Eğer "Evet o âyetleri . okuyorum" diyecek olursa ona
denir ki: "Sen, "Allah onlan alay alır." "Allah onlarla
eğlendi." derken "Allah onlarla oynar ve eğlenir fakat Allahm ne oynaması
vardır ne de eğlenmesi." demek mi istiyorsun? Eğer "Evet"
diyecek olursa Allahı, müslümanlann ittifakla kendisinden uzaklaştırdığı bir
sıfatla sıfatlandırmış olur ve Allaha, sapıkların izafe ettiği sıfatlan izafe
etmiş olur. Eğer diyecek olursa ki: "Ben, Allah onlarla oynuyor ve
eğleniyor." demiyorum, fakat ben, "Allah onları alaya alıyor ve
onlarla istihza ediyor." diyorum." Ona denir ki: "Sen, oynama,
eğlenme, alaya alma, istihza etme, tuzak kurma ve aldatma gibi kavramları
birbirinden ayırıyorsun, herbirinin ayrı ayn yerlerde kullanılacaklarım kabul
ediyorsun. Bundan da anlaşılıyor ki, bu kelimelerden herbirinin mânâsı
diğerinden farklıdır. O halde "Allah onlan alaya alıyor." ifadesini
"Allah onlarla oynuyor ve eğleniyor." anlamında kabul ederek bunların
ikisinin aynı şeyler olduklarını,
bu itibarla "Allah onları alaya alıyor." demlemeyeceğini iddia etmek
doğru değildir. Zira alaya almak başka şeydir, oynama ve eğlenme başka şeydir.
Âyette geçen
"Azgınlıkları içerisinde bırakır." ifadesindeki "Bırakır"
diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud
ve diğer bir kısım sahabilere göre "Mühlet verir." demektir. Yani,
Aliah, münafıklara mühlet verir." anlamındadır. Mücahid ise kelimenin
mânâsının "Artırır" demek olduğunu söylemiştir. Buna göre âyetin
mânâsı: "Allah onların azgınlıklarını artırır." demek olur.
Taberi, doğru olan
izah tarzının: "Allah onlara mühlet vererek ve onları isyan ve inatlarında
serbest bırakarak azgınlıklarım artırır." şeklinde olduğunu söylemiş ve
benzen âyetlerde de Allah tealanın bu gibi insanlara aynı şeyleri yaptığım beyan
ettiğini bildirmiştir. Bu mevzuda diğer bir âyette de şöyle Duyurulmaktadır:
"Biz onların kainlerini ve gözlerini ters çeviririz de ilk defa ona iman
etmedikleri gibi şimdi de iman etmezler. Onları, azgınlıkları içerisinde
bırakırız, bocalayıp dururlar. [54]
Âyette zikredilen
"Azgınlık" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud
ve diğer bazı sahabilere göre "Kâfirlik" demektir. Katade ve Rebi1 b.
Enes'e göre "Sapıklık" demektir. İbn-i Zeyd'e göre ise "Kâfirlik
ve sapıklık" demektir. Aslında "Azgınlık" "Sının aşmak,
herhangi bir hususta haddi tecavüz etmek"tir.
Taberi, âyette geçen
ve "Bocalar durur" diye tercüme edilen kelimesini şöyle izah şdiyor:
"Allah, münafıkları, sapıklıkları içinde ve kendilerini, pislikleriyle
kaplayan inkarcılıkları içinde bırakır. Onlar, şaşkın ve sapık bir halde
bocalayıp dururlar. Bu halden kurtulmak için herhangi bir yol bulamazlar.
Çünkü Allah, kalblerini mühürlemiş ve gözlerini kör etmiştir. Artık doğru yolu
göremezler ve hakka erişemezler.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bazı sahabiler kelimesini "İnkarlarında ısrar
ederler" diye izah etmişler, Mücahid, Rebi' b. Enes ve diğer bir rivayete
göre de Abdullah b. Abbas "Bocalayıp dururlar" diye izah etmişlerdir. [55]
16- İşte
onlar doğruluğa karşılık sapıklığı satın aldılar. Böylece ticaretleri kâr
getirmedi. Doğru yolu da bulamadılar.
İşte onlar, sapıklığı
satın alıp hidayeti bıraktılar. İman ile inkârı değiştirdiler. Böylece
ticaretleri kâr etmedi, zarar ettiler. Bunlar, doğru yolu bulan kimseler
değillerdir. Sapıklığı hidayete tercihlerinde, imanla inkârı değiştirmelerinde
akıllılık yapmadılar.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Doğruluğa karşı sapıklığı satın aldılar." diye tercüme edilen ifadsi
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabiler, bu ifadeyi "Sapıklığı
alıp hidayeti bıraktılar" şeklinde izah etmişlerdir.
Katade ise
"Sapıklığı hidayete tercih ettiler" şeklinde izah etmiş Mücahid de;
"Önce iman edip sonra kâfir oldular." diye izah etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerimeyi: "Sapıklığı hidayete tercih ettiler? şeklinde izah
edenler, Arapların, "Satın alma" kelimesini "Tercih etme"
mânâsına kullandıklarını dikkate alarak ve şu âyet-i kerimeyi de gözönünde
bulundurarak âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Âyette Duyuruluyor ki:
"Semud'a gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar, körlüğü
hidayete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları günahlar yüzünden o
zelil edici azabın yıldırımı [56]
Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu izah tarzı yorumlardan biri ise de ben bu izah tarzını
tercih etmiyorum. Zira Allah teala, âyetin devamında "Ticaretleri kâr
getirmedi" buyurmaktadır. Bu da âyette zikredilen "Satın
alma'-kelimesinin, "Bir şeyi verip karşılığında bir şeyi alma
"mânâsında kullanıldığını gösterir ki, "Bir şeyi diğerine tercih
etme" şeklinde yorumlanmasına müsait değildir.
... Âyet-i kerimeyi,
"Önce iman edip sonra inkâra düştüler" şeklinde yorumlamak ise
kabule şayan bir yorum şekli değildir. Zira bu âyetten önce ve sonra zikredilen
âyetlerden herhangi birinde, münafıkların, gerçekten iman ettiklerini gösteren
hiçbir işaret yoktur. İşte bütün bu nedenlerdir ki, Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'uddan rivayet edilen "Sapıklığı alıp hidayeti bıraktılar"
şeklindeki izah, tercihe şayandır. Zira her kâfir, imam verip yerine inkârı
almış olur. Böylece sanki bir eşyayı verip diğer eşyayı satın almış gibi bir
davranışta bulunur. Nitekim buna benzer bir ifade de şu âyet-i kerimede
zikredilmiştir. "Yoksa siz de peygamberinize daha önce Musaya sorulduğu
gibi sormak mı istiyorsunuz? Kim, îmanı inkâra değişirse şüphesiz doğru yoldan
sapmıştır, [57]
Evet, münafıklar ve
kâfirler, hidayetle sapıklığı değiştirmişlerdir. Böylece AHah onlan saptırmış,
hidayet nurunu onlardan çekip almış ve onların hepsini küfrün karanlıkları
içerisinde bırakmıştır.
Âyet-i kerimede,
"Böylece ticaretleri kâr getirmedi" buyurulmaktathr. Çünkü kâfir ve
münafıklar, körlüğü, şaşkınlığı, korkuyu ve ürkekliği basirete, istikamete ve
güven içinde olmaya tercih ederek ,bu tür alış verişlerinde kâr etmeyip zarar
etmişlerdir. Kendilerini âhirette şiddetli bir azaba sürüklemişlerdir.
Âyet-i kerimede,
"Doğru yolu da bulamadılar" buyurulmaktadır. Yani, kâfirler,
sapıklığı hidayete tercih ederek, imanı bırakıp inkârı alarak, müminliği
reddedip münafık olarak akıllıca bir iş yapmamışlardır. [58]
17- Onların
durumu, aydınlanmak,için ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini
aydınlatınca, AHah onların ışıklarını giderdi ve onları karanlıklar içerisinde
bıraktı. Göremez oldular.
Bu münafıkların, iman
nuruyla kalblerini aydınlatma durumu, ateş yakarak kendisini aydınlatmak
isteyen şu kişinin durumuna benzer: Ateşi yakan, onun ışığına alışıp
karanlıklara karşı onun aydınlığından istifade ederek çevresini görmeye
başlar. Fakat sonra ateş söndürülür, o da şaşkın bir halde tekrar karanlıklar
içerisinde kalır. İşte ateş tutuşturanin, ateşi söndükten sonra şaşkın ve aptal
bir halde karanlıklar içerisinde kalması gibi Allah ta münafıkları şüphe ve iki
yüzlülük karanlıkları içerisinde bocalar vaziyette bırakır. Artık gerçeği göremez
olurlar.
Bu âyet-i kerime
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
Said b. Cübeyr,
Abdullah b. Abbasın bu âyeti şöyle izah ettiğini söylemiştir: Allah teala,
münafıkları bir misalle izah etmiştir. Münafıklar, hakkı görürler, ve onu
kabul etlilerini dilleriyle söylerler. Fakai inkarcılığın karanlığından çıkmak
üzere iken, kalbierinden yani içlerinden inkâr ederek hakkın nurunu
söndürürler. Böylece de Allah onları inkârın karanlıkları içerisinde bırakır da
onlar hidayeti göremezler ve doğru yolu bulamazlar.
Ali b. Ebu Talha da
Abdullah b. Abbasın. bu âyeti şu şekilde izah ettiğini söylemiştir. O Allah
teala bu âyet-i kerimeyi, münafıkların halini beyan etlen bir
misal olarak zikretmiştir. Onlar dünyada
iken İslamın izzet ve şerefinden faydalanırlar, müslümanlarla evlenirler.
Onlara mirasçı olurlar, onlarla ganimetleri paylaşırlar, fakat öldüklerinde
Allah onlardan İslamın lütuflanndau faydalanmalarım keser. Aydınlanmak için
ateşi yakan kimsenin ateşinin sönmesi halinde karanlıklar içinde kaklığı gibi,
münafıklar da öldükten sonra azap içinde kalırlar.
Ebu Malik ve Ebu
Salibin Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'uddan ve diğer bir
kısım sahabilerden rivayet ettiklerine göre ise onlar bu âyeti izah ederken
özelle şunları söylemişlerdir: Bir kısım insanlar, Resulul-lah'ın Medine'ye
gelmesiyle müslüman olmuşlar daha sonra ise münafık olmuşlardır. Böylece bu
insanların durumu, aydınlanmak için karanlıkta ateş yakan, böylece çevresinde
bulunan zararlı şeyleri gören daha sonra ise ateşi sönerek çevresindeki zarar
veren şeyleri göremeyen kişinin durumuna benzetilmiştir. Evet, münafık kimse
ateş yakan bu kimseye benzer. Daha önce inkarcılığın karanlıkları içerisinde
bulunur, görünüşte Müslüman olarak helali haramıjıayın ve şerri öğrenerek
aydınlanmış olur. Fakat bunları kalben inkâr ederek helal haranı tanımaz, hayır
ve şer bilmez. Böylece inkarcılığın karanlıkları içerisinde kalır.
. Katade de bu âyeti şöyle
izah etmiştir: "Münafık, kelime-i şehadet getirir. Bu onun dünyasını
aydınlatır. Zira o, bu sözüyle Müslümanlarla evlenir, onlara mirasçı olur.
Onlara karşı kanını ve malını korumuş olur. Fakat ölünce müminlerin
erişecekleri nimetlerden malınım kalır. Böylece Allah onun, dünyadaki nurunu
söndürmüş olur. Ve onu, karanlıklar içerisinde bırakır o artık göremez olur.
Dehhak diyor ki:
"Âyette zikredilen ve "Işık" diye tercüme edilen oy )
kelimesinden maksat, onların, dilleriyle iman etmelerini söylemeleridir. O söz
onlar için dünyada bir aydınlık ve bir ışıktır. "Karanlıklar" diye
tercüme edilen kelimesinden maksat, onların sapıklıkları ve inkarcılıklarıdır.
Mücahid: "Ateşin
aydınlatmasından maksat, münafıkların müminlere ve hidayete yönelmeleridir.
Işıkların giderilmesinden maksat ise inkarcılığa ve sapıklığa
yönelmeleridir." demiştir.
Rebi' b. Enes ise bu
âyeti izah ederken şöyle demiştir: "ateşin aydınlatması ve ışığı, yandığı
sürece mevcuttur. Sönünce ışığı ve aydınlatması sona erer. Münafık ta kelime-i
şehadeti söyledikçe o kelime onu aydınlatır. Fakat inancı hakkında her şüphe
ettiğinde de aydınlatan o kelimenin tesiri söner ve münafık kişi karanlıklar
içerisinde kalır.
Abılurrahman b. Zeyd
ise şöyle demiştir: "Bu, önceleri iman edip sonra da inkâra düşen
münafıkları vasıflandıran bir âyettir. Onlar iman ettikleri zaman ateşin,
çevresini aydınlattığı gibi iman da onları aydınlatıyordu. İnkâra düşünce
de, ateşin sönmesiyle ışığının kesilmesi
gibi onların da iman nurları kesildi, karanlıklar içerisinde kaldılar ve hakkı
göremez oldular."
Taberi bu izahlardan,
Katade ve Dehhaktan nakledilen ve Ali b. Ebi Tal-hanını, Abdullah b. Abbastan
naklettiği izahın tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Yani âyet-i kerime,
görünüşte iman ettiklerini söyleyip te İslamın dünyadaki nimetlerinden
faydalanan ve gerçekte iman etmeyerek âhirette Allah'ın müminlere vereceği
nimetlerden mahrum edilecek olan münafıkları tasvir etmekte, onları, çevresini
aydınlatmak için ateş yakan, daha sonra da ateşi sönerek karanlıklar içerisinde
kalan kimselere benzetmiştir.
Taberiye göre âyet-i
kerimenin, önce hakiki bir şekilde iman edip te daha sonra inkâra düşenleri
tasvir ettiğini söylemek doğru değildir. Zira bu âyetten önceki ve sonraki
âyetler, "İman ettik" diyerek açıkça Allahı ve müminleri kandırmaya
çalışan münafıkları anlatmaktadır.
Taberi (özetle) diyor
ki: "Tercih edilen bu görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Münafıklar, diUIcriylc Rcsulullahi kabul ediklerini söyleyerek müminlere:
"Biz, Allah'a, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gününe iman
ettik" diyerek geçici dünyada mallarını ve canlarını koruma yönünden,
güven içinde yaşama, müminlere mirasçı olma ve onlarla evlenme bakımından,
haklarında İslamın hükümlerinin tatbik edilmesini sağlamaları ve İslamdan istifade
etmeleri, Öyle bir kimsenin haline benzetilmiştir ki o kişi, çevresindeki kötü
şeylerden korunmak için ateş yakıp onunla etrafını aydınlatır. Fakat ateş devam
etmez söner. Böylece tekrar karanlığa düşer. Münafık ta ölünce danyada istifade
ettiği İslami nimetler sona erer. Âhirette de müminlerin istifade edeceği
nimetlerden mahrum kalır. Halbuki o, âhirette de, diğer müminler gibi ilahi nimetlerden
istifade edeceğini sanardı. Dünyadaki aldatmasının âhirette de geçerli
olacağını zannederdi. Bu husus şu âyette de beyan edilmektedir: "Allah
onların hepsini dirilttiği gün dünyada size yemin ettikleri gibi ona da yemin
edecekler ve kendilerine bir fayda getireceğini sanacaklardır. İyi bilinmelidir
ki onlar, yalancıların ta kendileridir." [59]Münafıklar,
dünyada iken mümin okluklarını söyleyerek canlarını mallarını kurtardıkları
gibi âhirette de aynı şeyi söyleyerek kendilerini ilahi azaptan
kurtaracaklarını sanırlar. Fakat bu tah-minerinin boş olduğu ortaya çıkacak,
Allah onların nurlarını söndürecek karanlıklar içinde kalacaklar, müminlerden,
kendilerini aydınlatmalarını isteyecekler fakat hiçbir fayda elde
edemeyeceklerdir. Bu hususta diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır:
"O gün münafık erkek ve kadınlar, müminlere: "Bize bakın da nurunuzdan
istifade edelim." derler. Onlara: "Arkanıza dönün de nur
isteyin." denilir. Müminlerle münafıklar arasına, kapısı olan bir sur
çekilir. Onun içinde rahmet, dış
tarafında da azap vardır." Münafıklar müminlere: "Dünyada biz
sizinle beraber değil miydik?" diye çağırırlar. Müminler de: "Evet
fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız, müminlerin bir belaya uğramasını
beklediniz. Din hususunda şüpheye düştünüz. Allah'ın emri gelinceye kadar boş
emeller sizi aldattı. Sizi, Allah'a karşı, aldatıcı şeytan aldattı."
derler. "Bu-,gün ne sizden ne de kâfirlerden, kurtulmanız için hiçbir
fidye kabul edilmeyecektir. Yeriniz cehennemdir. Dostunuz da o'dur. O ne kötü
bir yerdir. [60]
Görüldüğü gibi Taberi,
münafıkların, âhirette karanlıklar içerisinde kalacaklarını zikretmektedir. [61]
18- Onlar
sağırdırlar dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden de (Sapıklıktan) dönmezler.
O münafıklar hakkı
işitmezler, hidayeti gönnezler ve bunları düşünmezler. Çünkü Allah, iki
yüzlülükleri sebebiyle kalblerini mühürlemiştir. Doğru yolu bulamazlar. Onlar,
azgınlıklarından, sapıklıklarından dönmez, iki yüzlülüklerinden de vaz
geçmezler.
Âyet-i kerimeden
anlaşılıyor ki, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, münafıkların bir kısmı
neticede iman etmeyeceklerdir.Bu sebeple onları hakka davet edenlerin, iman etmiyorlar
diye üzülmeleri ve tebliğ çalışmalarından ümitsizliğe düşmeleri gerekmez. Zira
onların inat etmeleri başkalarının itaat etmelerini engellemez.
Abdullah b. Abbastan,
âyet-i kerimenin son cümlesinin izahı: "Münafıklar, üzerinde bulundukları
hali devam ettirdikleri müddetçe hidayete ve hayra dönmezler." şeklinde
nakledilmişse de Taberi bu izaha katılmadığını, âyet-i kerimenin genel olarak
zikredildiğini, münafıkların herhangi bir haline işaret etmediğini söylemiştir. [62]
19- Yahut
onların durumu, gökten boşanan bir yağmura (yakalanmış kimselerin durumuna)
benzer. O yağmurla beraber karanlıkar, gök gürültüsü ve şimşek vardır. Onlar, yıldırımlardan
dolayı, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah, kâfirleri
çepeçevre kuşatandır.
O münafıkların hali,
gökten yağan sağanak yağmura tutulanın haline benzer. O yağmuru, karanlık bir
gecede siyah bir bulut taşır. Bu sebeple o yağmurla beraber karanlıklar,g ök
gürültüsü, ve şimşek vardır. Geceleyin yağan bu yağmur, o karanlık gecedeki
siyah bulutun içinden iner. Böyle bir ortamda yürüyen " kişinin çevresini
gök gürültüleri kuşatır. Etrafında, neredeyse gözleri alacak güçte bulunan
ışıklarıyla çok parlak şimşekler çakar. Bu halde yürüyen kişi, yıldırımlardan
dolayı ölüm korkusuyla parmaklarına kulaklarına tıkar. Sanki bu haliyle ölümden
kurtulacağını zanneder.
Ey münafıklar,
düyadayken, ölüm korkusuyla parmaklarınızı kulaklarınıza tıkayıp gök
gürültülerini duymamaya çalışıyorsunuz. Peki âhirette ne yapacaksınız? Zira
Allah, bütün inkarcıları çepeçevre kuşalacaktir ve ondan kurtuluşun imkânı
yoktur.
Ayet-i kerimenin
başında zikredilen ve "Yahut" diye tercüme edilen kelimesi Taberiye
göre "Ve" mânâsındadir. Zira bu ve bundan önceki âyetler,
münafıkların durumlarını misallerle İzah etmektedir. Münafıklar bu misallerden
sadece birine değil ikisine de benzemektedirler. Bu itibarla kelimesini
"Yahut" mânâsına almak yerine "Ve" mânâsına almak daha
uygundur. Nitekim Araplar kelimesini "Ve" mânâsına da
kullanmışlardır.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Karanlıklar" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, gecenin
karanlığı, siyah bulutun karanlığı ve sağanak yağmurun karanlığıdır.
Yine âyet-i kerimede
geçen ve "Gök gürültüsü11 diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı,
Mücahid, Ebu Salih, Şehr b. Havşeb, İkrime, Katade, Ali b. Ebi Talib ve
Abdullah b. Abbas'a göre bulutları yürüten melektir. "Gök gürültüsü"
ise bulutlan yürüten bu meleğin, Allahi teşbih ederken çıkardığı sestir.
Ebul Hulde göre
kelimesinden maksat, bulutların altında sıkışmış olan ve yol buldukça yukarı
doğnı çıkan havadır. Ebu Kesir diyorki: "Ben, Ebul Huld'un yanında
bulunuyordum. Abdullah b. Abbas'ın gönderdiği bir elçi ona bir mektup getirdi.
Ebul Huld, mektuba cevap olarak şöyle yazdı; "sen bana in ne olduğunu
soruyorsun, o rüzgârdır."
Yine âyet-i kerimede
zikredilen ve "Şimşek" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı,
Hz.Ali ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, bulutlan sevkeden
meleklerin ellerinde bulunan kamçılardır.
Dehhak'm Abdullah b.
Abbastan naklettiği diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat, meieğin,
kendisiyle bulutlan yürüttüğü nur'dan bir kamçıdır.
Ebul Huld'dan nakledilen
başka bir görüşe göre, kelimesinden maksat "Su" demektir.
Mücahide göre ise kelimesinden
maksat, "Meleğin vuruşu"dur. Muhammed b. Müslim et-Taifı diyor ki:
"Bana ulaşan bilgiye göre dört tane yüzü bulunan bir melektir. Bir yüzü
insan., diğeri boğa, bir diğeri kartal biri de arslan yüzüdür. Bu melek,
kanatlarını birbirine vurunca işte şimşek ondan meydana gelir ve buna denir.
Taberi diyor ki:
kelimesini "Bulutlan süren meleklerin ellerindeki nurdan kamçılar"
şeklinde izah ederek bu görüşleri birleştirmek mümkündür.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime çeşitli şekillerde izah edilmiştir nitekim Abdullah b.
Abbasın bu âyeti şu şekillerde izah ettiği rivayet edilmektedir. Said b.
Cübeyr'in Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre o bu âyeti şöyie izahe
tmiştir: "Münafıklar, içinde bulundukları inkarcılık, öldürülme korkusu,
müminlerden çekinme duygusu yönünden karanlık gecede kara buluttan yağan
sağanak halindeki yağmura yakalanan bir kişiye benzerler. Öyle ki bu kişi,
yıldırım çarpması korkusuyla, gök gürültülerini duymamak için kulaklarını
parmak uçlarıyla kapatır. Aydınlığı güçlü olan hakkın karşısında münafıkların
durumu, neredeyse gözleri alacak olan şimşeğin karşısındaki adamın durumun
benzemektedir. Bu kişi nasıl ki şimşeğin aydınlatmasından istifade ederek belli
bir mesafe yürür sonra karanlık olunca da yerinde kalır. Münafıklar da hakkı
öğrenerek dilleriyle söyler belli bir mesafe aldıktan sonra kalblerindeki
inkarcılık ortaya çıkınca şaşkın bir vazıyette ortada kalırlar.
Ebu Malik ve Ebu
Salih'in, Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'uddan ve diğer
sahabilerden rivayet ettiğine göre ise onlar bu âyeti şöyle izah etmişlerdir:
"Aliah teala bu âyet-i kerime ile, Medinede, (inco münafık olan ve daha
sonra İslama dönen iki münafıkı diğer münafıklara ömek göstermiş, on-lanti da
bu iki münafık gibi gerçekten iman etmelerini istemiştir. Şöyle ki: Medine
halkından ve isminde iki münafık bulunuyordu. Bunlar Resulullah'tan kaçıp
müşriklere sığınmak istemişlerdi. Kaçmaları esnasında kendilerine, Allah
tealanm bu âyette zikrettiği yağmur isabet etti. Bu yağmur, şiddetli gök
gürültüleri, yıldırımlar ve şimşeklerle doluydu. Yıldırım onların yolunu her
aydınlattığında, kulaklarından girer de kendilerini öldürür korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, şimşek çaktığında onun aydınlığında yürüyor,
şimşek çakmayınca da olduktan yerde beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu halde
olan bu iki kişi şöyle demeye başlamışlardı: Keşke sabaha erişebilsek te
Muhammed'e varsak ve ellerimizi onun ellerine versek (Ona biat ederek müslü-man
olsak) Bu adamlar sabahladılar, Resulullaha varıp Müslüman oldular ve ona biat
ettiler, gerçek birer mümin oldular. İşte Allah teala, diğer münafıklara
bu iki kişiyi misal vermektedir. Onların
da böyle olmalarım islemektedir. Zira münafıklar, Resulullah'ın meclisinde
bulunduklarnıda, aleyhlerinde bir vahiy geleceğinden veya aleyhlerine bir şey
anlatılarak öldürüleceklerinden korkarak parmaklarıyla kulaklarını tıkıyor ve
onu dinlemek istemiyorlardı. Tıpkı Resulul-lahtan ayrılıp giden bu iki
münafıkın, yolda yıldırım korkusundan kulaklarını tıkamaları gibi. Yine
Medine'de yaşayan bu münafıkların malları çoğaldığı, erkek çocukları olduğu ve
ganimetten pay aimalan durumunda İslamdan hoşlanıyor "Muhammed'in dini
doğru bir din" diyorlar ve doğru yolda devam ediyorlardı. Tıpkı bu iki
münafıkın şimşeğin aydınlatmasıyla yürümeleri gibi. Medine-deki münafıkların
mallan helak olduğu, çocuklarının kız doğduğu ve başlarına bir felaket
geldiğinde ise "Bu, Muhammed'in dininin yüzünden oldu" diyorlar ve
kalblerindeki inkar üzerinde karar kılıyorlardı. Tıpkı bu iki münafıkın, şimşek
çakmadığı durumda, bulundukları yerde kalmaları gibi.
Abdullah b. Abbas'tan
nakledilen başka bir görüşe göre o, bu âyeti şöyle izah etmiştir: Bu âyet bir
münafıkı misal olarak zikretmektedir. Öyle ki münafık, Allah'ın kitabını
konuştuğunda ve insanlara gösteriş olarak ameller işlediğinde aydınlık
içerisinde bulunur. Tekbaşına kaldığında ise bunların aksine amel işler ve
böylece karanlığa saplanmış olur. Bu âyette zikredilen "Karanlıklar"
"Sapıklık" demek Şimşek te "Aydınlık" demektir,
Ali b. Ebi Talha'nın,
Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre, Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle izah
etmiştir: Bu âyet-i kerime, münafıkları değil Kur'an-ı Kerimi misalle
açıklamaktadır. Öyle ki Kur'an-ı Kerim, şimşek çakışları, gök gürültüleri ve
karanlıklar içerisinde, gökten boşanan bir yağmura benzetilmiştir.
Kur'an'daki, insana zor gelen hükümler karanlıklara, ondaki tehdit âyetleri gök
gürültülerine, muhkem âyetler, gözleri kapıp alacak olan şimşeklere benzetilmiştir.
Zira muhkem olan âyetler, münafıkların ayıplarını ortaya koymaktadır.
Münafıklar İslamdan faydalandıkça müsterih olurlar. İslam yolunda bir sıkıntıya
düştüklerinde ise inkârlarına döner, orada karar kılarlardı.
Taberi diyor ki:
"Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bu görüşler ve ondan başkalarından da
nakledilen benzer görüşler, kelimeleri farklı olsa da mânâları birbirine yakın
olan görüşlerdir.Zira bu görüşlerin hepsi de ifade ediyorlar ki, Allah teala,
münafıkın imanını, gökten inen yağmura, sapıklığını karanlıklara, geçici
imanının aydınlatmasını, şimşeğin geçici aydınlatmasına, imanının zayıflığını
ve Allah'ın azabına çarptırılma korkusuyla şaşkınlığa düşmesini, ölüm
korkusuyla, şimşeğin çarpması anında parmaklarını kulaklarına tıkamasına, iman
içerisinde bulunduğu süreyi, şimşeğin ışığında yürümesine, sapıklık içinde
bocalayıp durmasını ise karanlıklar içerisinde kalmasına benzetmiştir. Bu izaha
göre âyetlerin mânâsı şöyledir: "Münafıkların, Resulullah'a ve müminlere,
dilleriyle "Allah'a, âhiret gününe, Muhammed'e ve Muhammed'in getirdiği
dine iman ettik." demeleri kendilerine, dünyada müminlere uygulanan
hükümlerin uygulanmasını sağlar.
Aslında ise onların kalblerinde Muhammed'i ve onun getirdiklerini
yalanlamaları, onların bir cehalet ve bir kargaşa içinde olduklarını gösterir.
İçinde bulundukları inkarcılığın mı yoksa iman etmenin mi kendileri için daha
faydalı olacağını kestiremez bir halde bulurar. Onların, hem Hz. Muhammed'in
kendilerini tehdit ettiği azaplardan korkmaları hem de o azabın gerçekleşeceğinde
şüphe etmeleri, işte bu halleri, karanlık gecede kara buluttan yağan sağanak
halindeki yağmura tutulmuş kişinin haline benzemektedir. Öyleki bu yağmura, gök
gürültüleri, şimşek çakmaları eşlik etmekte, kendisine yakalananları
şaşkınlığa ve dehşete düşürmektedir. [63]
20- Şimşeğin
çakması neredeyse gözlerini alır. Şimşek onları aydınlattıkça ışığında
yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Eğer Allah dikseydi,
onların işitme ve görmelerini giderirdi. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.
Şimşeğin ışığının
şiddeti ve parıltısı neredeyse gözlerini alır. Şimşek onları aydınlatınca ışığında
yürürler. Şimşeğin aydınlığı üzerlerinden çekilip karanlık çökünce de
yürüyemez olur, bulundukları yerde kalakalırlar. Eğer Allah diieseydi onların
işitme ve görme duyulanın yok ederdi. Şüphesiz ki Allah, her-şeye gücü yetendir
Âyet-i kerimede iman,
çevreyi aydınlatan bir nur'a, inkâr, nifak ve şüphe ise karanlığa
benzetilmiştir. Münafıklar imana yaklaştıklarında onun nurundan faydalanmakta,
ondan uzaklaştıkça da münafıklığın zifiri karanlıklarına gömü Irn ektedirler.
Bunların, iman
ışığından istifade etmeleri, pek az ve kısa süreli olduğu için bu istifadeleri,
gecenin karanlığında şimşeğin, ortalığı bir anlık aydınlatmasından faydalanan
kişinin edindiği faydaya benzetilmiştir. Aynca iman ışığı çok güçlü olduğu
için, şimşeğin kuvvetli ışığına benzetilmiştir. Münafıkların iman nunından
faydalanmaları, dünyada ekle ettikleri menfaatlerdir. Düşmanlara karşı zafer
ganimetlerinden faydalanma, mal ve soylarının çoğalması ve mallarım emniyete
aimalan bu tür menfaatlerdendir. Bu menfaatleri elde ettikçe razı olurlar.
Aksi halde İslama kızarlardı.
Âyet-i kerimede
"Eğer Allah diyeseydi onların işitme ve görmelerini giderirdi."
buyurutmakta ve kâfirler, göz ve kulaklarının yok edilecekleriyle
tehdit edilmektedirler. Diğer orgnalanmn
yok edilecekleriyle tehdit edilmemişlerdir. Bunun sebebi, göz ve kulakların bu
ve daha önce geçen "Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır."
"Ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar." âyetlerinde bu
organlar zikredikliği için münafıklar bu organlarının yok edilmeleriyle tehdit
edilmişlerdir. Nitekim bundan önceki âyette de "Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır." ifadesiyle tehdit edilmişlerdir. Böylece, Allah tealanın,
güç ve kudret sahibi olduğunu hissetsinler, kendilerini cezalandırmasından
kaçınsınlar ve yaptıklarından vaz geçip Allah'a tevbe etmeye koşsunlar.
Âyet-i kerimenin
sonunda, Allah teala kendisini her şeye gücü yetmekle sifatlandırmıştir.
Böylece münafıkları yakalamasından ve cezalandırmasından sakındırmıştır. Onlara
"Ey münafıklar, benim, Peygamberimin ve bana iman eden müminlerin, sizi,
aniden yakalamamızdan korkun. Zira ben, bunları yapmaya kadirim."
buyurmuştur.
Bakara suresinin
buraya kadar zikredilen yirmi âyetinde insanlar dört kısma ayrılmışlardır.
Bunlardan birincisi gerçek müminlerdir. İlk dört âyet, bunları ve âhirette
görecekleri mükâfaatı beyan etmektedir.
İkincisi ise açıkça
kâfir olanlardır. Müminleri vasıflandıran âyetlerden sonra gelen iki âyet te
bunları anlatmaktadır.
Üçüncüsü ise tam
münafık olanlardır. Etrafı aydınlatmak için ateş yakan kimseler bunlara
misaldir.
Dördüncü ise, imanla
münafıklık arasında bocalayan kimselerdir. Yağmurlu karanlık gecede, gök
gürültüsünden kurtulmak için parmaklarını kulaklarına tıkayan ve etrafı
aydınlatan şimşekten istifade etmeye çalışan kimseler de bunlara misaldir.
Peygamber efendimiz
bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kalbler dört
kısımdır. Birincisi, içinde kandil gibi bir şey yanan ve parlayan arınmış kalb,
ikincisi perdelenmiş perdesinin ağzı bağlanmış kalb. Üçüncüsü ters dönmküş kalb.
Dördüncüsü ise teneke gibi olan kalb-dir.Arınmış olan kalb, müminin kalbidir.
İçindeki kandil ise nurudur. Perdelenmiş kalb ise kâfirin kalbidir. Ters
dönmüş olan kalb de münafıkın kalbidir. Bu kimse önce İslam'ı kabul etmiş daha
sonra dönmüştür. Teneke gibi olan kalb ise içinde hem imanı hem de münafıklığı
barındırmaya çalışan kalbdir. Ondaki iman, temiz suların beslediği bir baklaya
benzer. Münafıklık ise, kan ve irinin toplandığı bir yaraya benzer. Onların
hangisi galip gelirse kalb o tarafa yönelir. [64]
Peygamber efendimiz
bir diğer hadis-i şerifinde de münafık! tanıtarak şöyle buyuruyor:
"Kim de şu dört
özellik bulunursa o kimse tam bir münafıktır. Bu özelliklerden sâdece bir
tanesi kendisinde bulunan kimse ise bunu terke-dînceye kadar münafıklıktan bir
özellik taşımaktadır. Bu özellikler şunlardır: Ona bir şey emanet edildiğinde
emanete ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verdiğinde sözünden döner.
Birisiyle tartıştığında fâcîrlcşir. (Haktan ayrılır, edepsizleşir) [65]
Diğer bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Münafıkın
alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. VaadcUiğın-dc vaadinden döner.
Kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet." [66]
21- Ey
insanlar sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinizc ibadet edin ki ona karşı gelmekten
okrunmuş olasınız.
Ey insanlar, itaat ve
ibadetinizi sadece rabbinize tahsis edin. Ondan başka, yaratıklarından birine
değil. O, sizi, sizden önceki babalarınızı, ecdadınızı ve sizin dışınızdaki
bütün mahlukatı yaratandır. Size zarar ve fayda vermeye gücü yeten o'dur.
umulur ki kızgınlığının ve gazabının size isabetinden korunursunuz da,
rablerinin kendilerinden razı olduğu takva sahiplerinden olursunuz.
* Allah Teala bu
âyeti-i kerimede, kalbjeri kendisi tarafından mühürlendiği için uyanlip uyanlmamalan
eşit olan kâfirlere iman etmedikleri halde mümin olduklarını söyleyerek
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışan münafıklara ve diğer insanlara
hitabetmekte, onların Allaha boyun eğmelerini, ona itaat etmelerini, sadece
onu rab kabul edip ona kullak etmelerini, diğer put ve heykelleri
bırakmalarını em re ün ektedir. Zira bu insanların da onlardan önce geçen atalarının
da yaratıcısı o, putlarının ve heykellerinin yaratıcısı da o'dur.
Âyette geçen ve
"İbadet edin" diye tercüme edilen emri Abdullah b. Abbas tarafından
"Allah'ı birleyin" şeklinde izah edilmiş, Taberi ise bu
"İbadef'in asıl mânâsının "Allah'a itaatla boyun eğmek ve ona
teslimiyetle zelil olduğunu göstermek" olduğunu söylemiştir.
Âyette zikredilen
"Ey insanlar" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abba-sa göre
"Kâfir ve münafik"lardır. Bu nedenle ifadesini "Birleyin"
şeklinde izah etmiştir.
Ayeti kerimenin
sonunda "Rabbinizc ibadet edin ki ona karşı gelmekten korunmuş
olasınız." buyurulmaktadır. Bu ifadede "Umulur ki" mânâsına da
kullanılan kelimesi zikredilmektedir.
Ancak burada "Umulur ki" anlamına olmayıp "İçin"
manasınadır. Bu nedenle âyet-i kerime bu son mânâya göre izah edilmiştir. [67]
22-
Yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kılan, gökten su indirip onunla
size rızık olarak mahsuller çıkaran O'dur. O halde bile bfle Allah'a benzerler
nisbet etmeyin.
Yeryüzünü sizin için,
üzerinde yatılıp oturulmaya müsait bir yer ve istikrar kılınabilecek bir
karargâh yapan, gökyüzünü de âdeta kubbeye benzer bir bina yapan o'dur.
Yağmuru yağdıran ve onunla size gıda ve iaşe olmak üzere ekinler, ağaçlar ve
meyveler bitiren de o'dur. O halde Allah'a denk ve benzerler tanımayın. Zira
size, ondan başka rızık verecek rabbiniz yoktur. Her şeyi, daha önce bir
benzeri olmadığı halde var eden ve nzıklandıran o'dur.
Âyet-i kerimede
"Yeryüzünü size bir döşek kılan o'dur." Duyurulmaktadır. Bundan
maksat, yeryüzünün, insanların yaşamasına müsait hale getirilmesidir. Allah
teala bu âyetiyle, kâfirlere, münafıklara ve diğer insanlara, dünyada verdiği
nimetleri hatırlatmktadır, ki ona itaata dönsünler. Bu da, Allah'ın, onların
kulluk ve itaatlarına ihtiyacı olduğundan dolayı değil, onlara olan şefkat ve
merhametindendir. Ta ki doğru yolu bulsunlar ve Allah'ın, dünya ve âhirette,
kullarına verdiği nimetlerin hepsinden faydalansınlar.
Yine âyet-i kerimede:
"Göğü de bir bina kılan o'dur." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas,
abdullah b. Mes'urd ve diğer bir kısım sahabiler, göğün bina kılınmasından
maksadın, onun, yeryüzünün üzerinde bir kubbe gibi yaratılması ve yeryüzünün
tavanı gibi durması olduğunu söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Allah teala kullarına verdiği nimetleri sayarken özellikle gökleri ve
yeri de saymıştır. Zira kulların nzıklan, yaşantıları göklerde ve yerde
bulunmakta ve dünyaları bu iki âlemle var olmaktadır. Böylece Allah teala kullarına
bildirmektedir ki, gökleri ve yeri, onlarda bulunan bütün yaratık ve nimetleri
var eden o'dur. Bu nedenle kulların ona itaat etmeleri, onun nimetlerine karşı
kendisine şükretmeleri ve ona ibadet etmeleri gerekir. Herhangi bir fayda veya
zarar sağlamayan put ve heykellere değil.
Âyeti kerimede
"Gökten su indirip onunla size rızık olarak mahsuller çıkaran
o'dur." buyurulmaktadır. Allah teala bu ifade ile de kullarını, kud
relinin ve saltanatının yüceliği hususunda uyarmakta, onlara verdiği nimetleri
hatırlatmakta, kendilerini yaratan, nzıklandıran ve tekeffül edenin, Allah'a
denk tutulan put ve heykeller olmayıp bizzat kendisinin okluğunu
bildimnektedir.
Allah teaia. âyetin
devamında ise "Kullarının kendisine herhangi bir şeyi denk tutmamalarını
emretmektedir. Zira, Allah'ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. Allah'tan
başka hiçbir şey kullarına ne zarar verebilir ne de fayda sağlayabilir. Ne bir şeyi yaratabilir ne
de rızıklandırabilir.
Âyet-i kerimede zikredilen
ve "Benzer" diye tercüme edilen kelimesi, Katade ve Mücahid tarafından
"Denkler" şekünde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabiler ise "Allah'a benzerler
nisbet etmeyin" ifadesini "Bir kısım insanları Allah'a denk tutarak
Allah'a isyanda olanlara itaat etmeyin" şeklinde izah etmişlerdir. İbn-i
Zeyd, burada Allah'a denk tutulan şeylerden maksadın, Allah'a yaptıkları
herşe-yin aynısını kendilerine de yaptıkları putlar olduğunu söylemiştir.
İkrime ise âyet-i kerimenin bu bölümünü şöyle izah etmiştir. "Köpeğimiz
olmasaydı hırsız eve girerdi." gibi sözleri söyleyerek Allah'a denkler
tutmayın."
Allah teala,
insanların, kendisine bir şeyi ortak koşmalarını, onun dışında herhangi bir
şeye ibadet etmelerini, ona itaatte herhangi bir şeyi ona denk tutmalarını
yasakladı. Ve buyurdu ki:"Madem ki sizi yaratmamda, rızıklandır-mam da ve
sizin malikiniz olmamda ye size nimetler vermemde benim hiçbir ortağım yoktur.
O halde sadce bana itaat edin. İbadeti sadece bana yapın. Yaratıklarımdan
herhangi bir şeyi bana denk tutmayın. sizler biliyorsunuz ki, üzerinizde
bulunan her nimet bendendir."
Âyet-i kerimede
"O halde bile bile Allah'a benzerler isnad etmeyin."
Duyurulmaktadır.
Burada "Allah'a bile bile benzerler isnad edenlerden kimlerin kastedildiği
hususunda iki görüş-zikredilmiştir:
Abdullah b. Abbas, bu
insanlardan maksadın, bütün müşrikler olduğunu, Arap müşriklerinin de ehl-i
kitap müşriklerinin de bu ifadenin içinde bulunduklarını zikretmiştir.
Mücahid ise bu
ifadeden maksadın, Yahudi ve Hıristiyanlardan iki gurup ehl-i kitap olduğunu,
zira bunların, Tevrat ve incil'den Allah'ın birliğini öğrendiklerini bu
nedenle Allah'a bile bile denkler tutmaya çalıştıklarını söylemiştir.
Taberi birinci görüşü
tercih ediyor ve özetle diyor ki: "Mücahidi bu görüşe sevkeden sebep,
Arapların, rablerinin birliğini inkâr ederek onun kendilerinin yaratıcısı ve
nzık vereni olduğunu bilmedikleri ve ibadette bir kısım pullan ona ortak
koştukları kanaatinde olmasıdır. Halbuki Allah teala, âyet-i kerimede, Arap
müşriklerinin, yaratıcı olarak Allah'ın birliğini ikrar ettiklerini ancak Allah'a
ibadette bir takım putları ona şefaatçi yaparak ortak koştuklarını bildirmektedir.
Nitekim âyet-i kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır: "Ey Muhammcd, yemin olsun
ki, eğer onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, şüphesiz ki
"Allah" derler. Öyleyse nasıl oluyor da döndürülüyorlar[68]Ey Muhammcd,
de ki: "Size gökten ve yerden nzık veren kimdir? Size kulak ve
gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi
çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan
kimdir?" "Allahtır" diyeceklerdir De ki »O halde Allah'tan
korkmaz mıs.nız? [69] Görüldüğü gibi Arap
muşnkle-ri de ehl-i kitap gibi, Allah'ın tek yaratıcı ve nzıklandmcı olduğuna
iman ediyorlardı. Bu nedenle âyette geçen "O halde bile bile Allah'a
benzerler msbet etmeyin." ifadesindeki muhatapların sadece ehl-i kitap
olmayıp, Arap, Acem, Ehl-i kitap olan veya olmayan bütün müşrikler olduklannı
söylemek daha isabetlidir. [70]
23- Kulumuz
(Muhammcd'c) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir sure meydana
getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi de
çağırın.
Ey müşrikler, eğer
kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz nurdan, apaçık delilden ve hakkı batıldan
ayırdeden Kur'anın âyetlerinden şüphe ediyorsanız, bu Kur'an'ın surelerinden
brine benzer bir sure meydana getirin. Çünkü sizler, belagat ve fesahat sahibi,
edebiyatta ilerlemiş insanlarsınız. AUahtan başka size yardım edecek kimseleri
ve size yön verenleri de yardıma çağırın da bu Kur'anın surelerine benzer bir
sure meydana getirin görelim.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimeyi, kavminin müşrik ve münafıktan ve ehl-i
kitabın kâfir ve sapıklarına karşı Resulullah'a bir delil ve bir hüccet olarak
zikretmiştir. Bunlara demiştir ki: "Ey Arap müşrikleri ve kitap kâfirleri,
eğer sizler, kulumuz Muhammcd'c indirdiğimiz MCur'an âyetleri, aydınlatan
nurlar ve ikna eden delillerin benim tarafımdan gönderildiği hakkında şüphe
ediyor da Muhammcd'c iman etmiyorsanız vr. söylediklerinde ona iman
etmiyorsanız, onun delilini çürütecek başka bir dcîii getirin de görelim.
Çünkü sizler biliyorsunuz ki her Peygamberin, doğruluğunu ortaya koyan delili,
bütün yaratıkların, benzerini getirmekten âciz oldukları bir delili
getirmesidir. Muhammcd'in doğru söylediğini ve Peygamberliğinin hak olduğunu
ortaya koyan delil de, sizlerin ve yardimlaşacağınız herkesin, benzerini
getirmekten âciz olduğunuz bu Kur'andır. Sizler, belagat, fesahat ve diyanet
ehli olduğunuz halde bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuza göre sizin
dışınızdaki insanların, bunun
benzerini getirmekten daha âciz olduklarını çok iyi bilmiş oldunuz. Böylece
sîzin için kesin oldu ki Muhammcd'in bu Kur'anı gcfirnıeyc gücü yetmez. O bunu
uydurmuş da değildir. Zira böyle olmuş olsaydı bütün yaratıklarının onun bir
ben/crini getirmekten âciz olmaları söz. konusu olmazdı. Çünkü Muhammcd de
sizin gibi bir beşerdir. O, sizden tamamen farklı bir vücut yapısına ve bir
konuşma kabiliyetine sahip değil ki, sizin âciz kaldığınız şeye onun güç
yclirıniş olabileceği tahmin edilsin.
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadir: "Ey Muhammcd, de ki:"Yçmin olsun
ki, insanlar ve cinler, Kur'ana benzer bir kitap uydurmak için bir araya
gelseler de hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. Hatta
birbirlerine yardımcı olsalar bile. [71]
"Yoksa o müşrikler, "Kur'anı Muhammcd uydurdu" diye mi iddiada
bulunuyorlar? Onlara de ki: "İddianızda samimi iseniz, Allah'tan Başka
gücünüzün yettiği herkesi yardımınıza çağırın da onun surelerinden bir benzerini
meydana getirsin. [72]Yoksa onlar "Kur'anı
Muhammcd uydurdu" mu diyorlar? Ey Muhammcd de ki: Siz de, Kur'anın
benzeri, on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğru iseniz,
Ajlah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın. [73]
24 - Eğer
bunu yapamazsanız- Ki elbette yapamayacaksınız- o halde, kâfirler İçin
hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan, cehennem ateşinden sakının.
O Kur'an'ın surelerine
benzer.bir süre meydana getiremezseniz -ki böyle bir sureyi zaten ebediyyen
meydana getiremeyeceksiniz- o halde, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem
ateşinden sakının. O ateş, Allah'ı ve Peygamberini inkâr edenler için
hazırlanmıştır.
Âyette zikredilen
"Taşlar"daıı maksat, abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud'a göre,
siyah kibrit taşlandır. Bunlar, cehennem ateşinde, cehennemliklerle birlikte
yakıt olarak yanacaklardır.
Âyet-i kerimede,
cehennem ateşinin, kâfirler için hazırlandığı zikredilmektedir. Kâfir
kelimesinin lügat mânâsı; "Herhangi bir şeyi, bir örtü ile örten"
demektir. Allah tealanın, inkarcıları "Kâfir" olarak
isimlendirmesinin sebebi, onların Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edip
onlan örtmeleridir. Buna göre cehennem ateşinin, kâfırier için hazırlanmış
olmasının mânâsı, bu ateşin, kendilerini ve kendilerinden önceki insanları
yaratan, yeryüzünü onlara bir döşek, göğü de bir bina haline getiren ve gökten
yağmur indirip onunla kendilerine çeşitli nzıklar çıkaran rablerini inkâr
edenlere, ona ibadette bir takım putları ortak koşanlara hazırlanmış olan bir
ateşte yanma cezasıdır.
Cehennem ateşinin pek
şiddetli olduğu muhakkaktır.Yakıtı insan ve taşlar olan cehennem ateşi
hakkında Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Cehennem ateşi
rabbinc şikâyetçi oldu ve "Ey rabbim, kendi kendimi yeyip bitirdim. Nefes
almam için bana izin ver." dedi. Bunun üzerine Allah teala, cehenneme
yılda iki kere nefes alma izni verdi. Bunlardan biri kışın, diğeri de yazın
meydana gelmektedir. Sizin hissettiğiniz en şiddetli soğuklar cehennemin
nefesindendir. "Sizin gördüğünüz en şiddetli sıcaklar da yine cehennemin
nefesindendir. [74]
25- Ey
Muhammed, iman edip iyi ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan
cennetlerle müjdele. Cennetlerden kendilerine rızık olarak
her meyve verildiğinde "Bu, daha
önce rızıklandığımız şeydir." derler. Onlara, birbirine benzeyen rızıklar
verilmiştir. Onlara cennette tertemiz eşler vardır. Ve orada ebedi olarak
kalacaklardır.
Ey Muhammed, senin
Peygamberliğini tasdik eden ve tasdik ettiğini sa-lih amelier işleyerek ispat edenleri,
ağaçlanmn altından ırmaklar akan cennetlerle müjdele. Onlara cennette, cennet
meyvelerinden verildiğinde "Bunlar daha önce, dünyada bize verilen meyve
nzıklardandır." derler. Onlara orada renk ve şekilleri birbirine benzeyen
fakat tat ve zevkleri farklı olan nzıklar verilecektir. Aynca onlara cennette,
maddi ve manevi her türlü tiksindirici şeylerden arındırılmış olan tertemiz
eşler vardır. Bunlar, hayız, nifas gibi tiksindirici ve eziyet verici halleri
bulunan dünyadaki kadınlara benzememektedirler. Bu müminler cennette, devamlı
nimetler içinde, sevinçli olarak, ebediyyen kalacaklardır.
Âyette zikredilen
"cennet"ten maksat, orada bulunan ağaçlar, meyveler ve diğer
nimetlerdir. Yoksa Cennetin toprağı değildir. Zira, nehirlerin cennetin
altından aktığı zikredilmektedir. Nehirler cennetin toprağının altından değil,
herhangi bir su arkı olmaksızın, cnnetin ağaçlarının altından akacaktır. Zira
toprağın altından akacak suların, göz için bir zevk meydana getirdiği
söylenemez. Bu hususta Mesruk'un şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Cennetin hurma ağaçlan, kökünden başına kadar üst üste yığılmış hurma
salkımlanyla doludur. Meyveleri, testiler gibidir. Her bir meyve, yerinden
kopan 1 ılığında aynen bir benzeri onun yerine gelir. Cennetin suyu ise, arklan
olmaksızın akar.
Allah teala, bundan
önceki âyette, kendisine ortak koşanlara ve isyan edenlere cehennem azabını
hazırladığını bildirerek onları inkârianndan vazg eç-meye teşvik ettiği gibi bu
âyet-i kerimesinde de mümin ve itaatkâr kullarına cenneti ve içindeki
nimetlerini hazırladığını bildirerek onları ibadet ve itaata teşvik etmiştir.
Âyet-i kerimede
"Bu, daha önce rızıklandırıldığımız şeydir." ifadesi
zikredilmektedir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Mücahid ve
İbn-i Zeyd'e göre "Daha Önce" ifadesinden maksat, dünyada iken
nzıklandınl-dıklan nimetlerdir. Cennetliklere, cennette meyveler getirildiğinde
o meyvelere bakarlar ve "Bu, daha önce dünyada nzıklandırıldığımız
şeylerdir." derler.
Ebu Ubeyde ve Yahya b.
Ebi Kesir gibi diğer bir kısım âlimler ise "daha önce
rızıklandınldiğımiz" ifadesinden maksadın, cennette daha Önce
nzıklandi-nimalan olduğunu söylemişlerdir. Yani, cennetliklere cennet meyveleri
getirildiğinde o meyveler daha önce cennette kendilerine getirilen meyvelere,
renk ve tat bakımından benzediği için "Bu, daha önce nzikîandınldığımiz
şeydir." derler.
Taberi birinci izah
tarzını tercih etmekte ve cennetliklere ilk nzık verildiğinde bunu
söyleyeceklerine göre, "Daha önce ki rıziklandırılma"dan maksatlın,
dünyada iken kendilerine verilen rızıklar olduğunu söylemek daha isabetli
olur." demektedir.
Âyet-i kerimede:
"Onlara, birbirine benzeyen rızıklar verilmiştir."
ifadesi
zikredilmektedir. Müfessirler, nzıklann hangi yönlerden birbirlerine
benzedikleri hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
Hasan-ı Basri, Katade
ve İbn-i Güreye, cennet meyvelerinin, üstünlükleri bakımından birbirlerine
benzediklerini, dünya meyveleri gibi onların da aralarında kötüleri
bulunmadığını söylemişlerdir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Mücahid ve Rebi' b. Enes ise, cennette nzık olarak verilen
meyvelerin, renk yönünden birbirlerine benzediklerini, tatlarının ise farklı
olduğunu söylemişlerdir. Mesela dünyadaki salatalık ile acurun birbirlerine
benzemeleri gibi.
Diğer bir kısım
âlimler, bu meyvelerin hem renk hem de tat bakımından birbirlerine
benzediklerini söylemişlerdir.
Katade, İkrime, İbn-i
Zeyd ve diğer bir kısım âlimler ise cennette nzık olarak verilecek olan
meyvelerin, dünyadaki meyvelere renk yönünden benzeyeceklerini fakat tatlarının
farklı olacağını söylemişlerdir. Bazı âlimler ise cennetteki meyvelerin,
sadece isimleri bakımından dünyadaki meyvelere benzeyeceklerini, diğer
bakımlardan benzemeyeceklerini söylemişlerdir.
Taberi buradaki,
birbirine benzeyen meyvelerin, dünya meyveleri İle cennet meyveleri olduğunu
ve bunların renklerinin ve görünümlerinin birbirlerine benzemelerine rağmen
tatlarının farklı olduklarını söyleyen görüşün ilaha tercihe şayan olduğunu
söylemiştir.
Âyet-i kerimede:
"Onlara cennette tertemiz eşler vardır." buyurul-maktadır.Burada
ifade edilen "Eşler"den maksat, hanımlardır. Eşlerin "Tertemiz
ölmalan"ndan maksat ise dünyadaki hanımlarda görülen hayız nifas dışkı, idrar,
sümük, balgam, meni vb. şeylerden temiz olmaları, tiksindirici, eziyet verici
ve kuşkuya düşürücü her türlü şeyden uzak olmalarıdır.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabiler, cennetteki eşlerin tertemiz olmalarını
şöyle izah etmişlerdir: "Onlar âdet gönnezler, abdest-sizlik haline
düşmezler ve sümkünnezler."
Mücahdi ise:
"Onlar, hayızdan, dışkıdan, idrardan, sümükten, balgamdan, meniden ve
çocuk yapmaktan uzaktırlar." şeklinde izah etmiş Katade ise: "Günahlardan
ve maddi pisliklerden uzaktırlar." şeklinde açıklamıştır. Ata da Mücahide
yakın izahlarda bulunmuş, Hasan-ı Basri ve İbn-i Zeyd ise "Onlar âdet
görinekten arınmış olacaklardır." demişlerdir. [75]
26- Şüphesiz
ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez. İman
edenler, onun, rablcri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise: "Allah
bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptırır,
birçoklarını da doğru yola iletir. Allah bununla sadece yoldan çıkanları
saptırır.
Şüphesiz ki Allah,
sivrisineği ve daha üstününü misal vermekten çekinmez. O, iman ve itikad
sahibi kişileri, inkarcı sapıklardan ayırüetmek için bu misalleri verir. Allah
ve Resulü'nü tasdik edenler Allah'ın verdiği bu ve benzeri misalerin, kendi
kelamı olduğunu, kendi katından gönderildiğini ve gerçeğin ta kendisi olduğunu
bilir ve kabul ederler. Allah'ın âyetlerini inkâr eden münafıklar, müşrikler
ve benzerleri ise "Allah bu misalle neyi diledi ve niçin bu misali verdi?
derler. Allah, vermiş oduğu bu misalleriyle münafık ve kâfir olan birçoklarını
saptırır. Buna mukabil yine bu ve benzeri misallerle, iman ve itikad sahibi
olan birçoklarını da doğru yola iletir. Mümin ve muvahhitler ise bu misalleri
tasdik ettikleri için hidayetleri artar. Allah bu türmisallaerle. sadece itaatinden
ayrılan münafıkları saptırır.
Müşrikler, inkarcılar,
Kur'un-ı kerimin, çeşitli vesilelerle, örümcek, sinek gibi yaratıkları misal
vermesini alay konusu yapmışlar ve "İlahi kitapta hiç misal olur mu?"
gibi inkarcı itirazlarına devam etmişler, işte bu âyet-i kerime de onlara bu
cevabı vermiştir.
Ayette zikredilen
"Fâsıklar"dan maksat, münafıklardır. kelimearıp çıkan hurma Fareye
deyani "Fâsıkçık" yani "Yuvasından dışarı çıkan" denir.
Münafık ve kâfirlere "Fâsık" denmesinin sebebi, onların, rablerine
ilaattan ayrılmaları ve doğru yoldan çıkmalarıdır. Nitekim Allah teala. başka
bir âyette, rabbinin emsinin asıl mânâsı, "Bir şeyden dışarı
çıkmaktır" Kapçığını yaı İçin "Yaş hurma kapçığını yarıp çıktı."
denir. Fa
rinden çıkanlar için
Rabbinin emrinden çıktı[76]
buyurmuştur.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin, kimlere cevap olarak nazil olduğu hakkında çeşitli izahlarda
bulunmuşlardır:
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilere göre bu âyet-i kerime, bundan
önceki iki âyette misalleri zikredilen münafıklara cevaptır. Şöyle ki: Allah
teala münafıkları, ateş yakıp ta sonra ateşi sönen ve karanlık bir gecede
yağmura yakalanan kimseye benzetince münafıklar: "Allah bu gibi misalleri
vermekten beridir. O, bu seviyelere inmekten yüce ve büyüktür." dediler.
Allah teala da bu âyeti indirerek en zayıf yaratıklarından olan sivrisineği
dahi misal vermekten çekinmeyeceğini beyan etmiş ve onları sustur-muştur.
Rebi' b. Enes ise:
"Allah teala bu âyet-i kerimeyi dünya için ve ondan bol pay alan
yaratıklar için misal vermiştir." demiştir. Şöyle ki, sivrisinek aç olduğu
sürece yaşar, yeyip doyunca da ölür. Allah tealanın, Kur'an-ı kerimde, kendilerini
misal vermek istediği kavimler de böyledir. Onlar dünyadan tam paylarını
alınca, Allah onları yakalayıverir." Rebi' b. Enes bu sözlerden sonra şu
âyeti okumuştur: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her
şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke
dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıvcrdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp
şaşkına döndüler. [77]
Katade ise bu âyetin,
Kur'anda zikredilen sinek ve örümcek misallerine karşı çıkan sapıklara ve
müşriklere cevap olduğunu, kendisinden başkalarını dost edinenlerin, ağını
kendisine ev yapmaya kalkışan örümceğe benzedikleri-ni[78]Allah'tan
başka kendilerine tapınılan putların, bir sineği bile yaratamayacaklarım,
sineğin kendilerinden bir şeyi kapıp kaçırması halinde, onu yakalayıp kaçırdığı
şeyi almaktan bile âciz olduklarını[79]
zikredince sapıklar ve müşrikler "Örümcek ve sinek nasıl olur da burada
zikredilir? Allah bunları zikretmekle neyi kastetmiş olabilir?" dediler.
Bunun üzerine Allah teala onlara cevaben: Bu âyeti indirdi ve Allah'ın, en
zayıf varlıklarından sivri sineği dahi misal vermekten çekinmeyeceğini beyan
etti.
Taberi bu izahlardan,
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve bundan önce gelen âyetlerin
de münafıkların halini, belli olaylara benzettiğini, bu nedenle münafıkların,
bu benzetmelere karşı çıktıklarını, Allah tealanın da bu âyeti indirerek, en
zayıf varlıklarından biri olan sivrisineği dahi misal verinekten çekinmeyeceğini
beyan etmiş ve böylece âyetin münafıklara cevap vermiş olduğunu açıklamıştır.
Taberi diyor ki: "Bu surede zikredilen bir âyet-i kerimenin, diğer
surelerde zikredilen âyetlere karşı çıkanlara cevap olduğunu söy-lemektense bu
surede zikredilen âyetlere karşı çıkanlara cevap olduğunu söylemek daha
evladır." [80]
27- Onlar,
ahitleştiktcn sonra, Allah'a verdikleri sözlerini bozarlar. Allah'ın,
birleştirilmesini emrettiği bağı koparırlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar.
Hüsrana uğrayanlar işte bunlardır.
Bu fâsıklar, Allah'ın,
Tevratta Muhammed'in Peygamberliğini kabul etmelerine, onu insanlara
açıklamalarına ve Allah'ın âyetlerini gizlememelerine dair kendilerinden almış
olduğu ahdi bozanlardır.
Bunlar, Allah'ın,
akbaya karşı iyi davranıp, münasebetleri kesmemeyi emretmesine rağmen,
akrabalık bağını koparırlar ve inkâr ederek, günah işleyerek, haramları
irtikâb ederek ve Allah'ın Resulünü yalanlayarak yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar. Bunlar, Allah'ın rahmetinden alacaktan pay hakkını kaybederek zarara
uğramış olanlardır.
Âyet-i kerimede,
haktan ayrılan münafıkların allah'a verdikleri ahdi bozdukları
zikredilmektedir. Burada zikredilen "Ahit" ve ahit verenlerin kimler
oldukları hususunda müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:
Bir kısım âlimlere
göre, bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat, Allah
tealanın.kullanna Peygamberi Hz. Muhammedin diliyle kitabında gönderdiği emir
ve yasaklardır. "Ahdi bozma"dan maksat ise, bu emir ve yasaklara
uymaktır. Bu izaha göre ahdi bozanlar, Allah'ın itaatinden ayrılan ve fâsık olarak
sıfatlandırılan münafıklardır.
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise, bu âyette zikredilen "Allah'ın ah-di"nden maksat,
Allah tealanın, Tevraîi göndererek İsrailoğullarından, onunla amel
edeceklerine, Hz. Muhammed gönderildiğinde de ona uyup, getirdiklerini tasdik
edeceklerine dair aldığı sözdür. "Ahdi bozma'dan maksat ise Hz. Muhammed
(s.a.v.) gledikten sonra onun hak Peygamber olduğunu bildikleri halde onu inkâr
etmeleri ve Tevratta onunla ilgili olan bilgileri gizlemeleridir. Halbuki
Allah teala onlardan bu gibi bilgileri gizlememelerine dair söz almıştır. Bu
izaha göre burara "Ahdi bozanlar"dan maksat, ehl-i kitabın kâfirleri
ve münafıklarıdır.
Başka bir kısım
âlimlere göre bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat,
Allah'ın birliği hakkında ortaya koyduğu delilleri, emir ve yasaklan hakkında
Peygamberlerine verdiği mucizeleridir. Allah teala, varlığını ve birliğini
gösteren delilleri ortaya koyarak ve emir ve yasaklarını beyan eden Peygamberlerine
mucizeler vererek insanlardan, iman etmelerine dair söz almış gibidir. Zira bu
deliller ve mucizeler karşısında iman etmeleri ve Allah'ın emirlerine boyun
eğmeleri gerekir. Allah'ın ahdini bozmalarından maksat ise Allah'ın birliğini
gösteren delillere rağmen onun bir olduğuna inanmamaları ve Peygamberlere
verilen mucizelere rağmen onları ve onlara gönderilen kitapları
ya-anlamalandır. Bu izaha göre "Ahdi bozanlar"dan maksat, bütün
müşriklerin, kâfirlerin ve münafıkların hepsidir.
Başka bir kısım
âlimlere göre bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat,
insanlar Hz. Âdemin sulbünde iken onları zerreler halinde çıkarıp rab-leri
olduğuna, dair, kendilerinden söz almasıdır. "Ahdi bozmaları"ndan
maksat ise, o sırada verdikleri sözü daha sonra yerine getirmemeleridir. Nitekim
bu husus, şu âyet-i kerimede beyan edilmektedir. "Rabbin,
Âdcınoğullarının sıılb-İcrindcn zürriyctlerini çıkarmış» onları kendi
nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş.
Onlar da "Evet şahidiz, sen bizim rabbimizsin" diye cevap
vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde "Bizim bundan haberimiz yoktu"
dememeniz içindir." [81]
Taberi bu görüşlerden
ikinci görüşün daha doğru olduğunu, âyet-i kerimenin, Resulullahın hicret
ettiği Medine'nin çevresinde yaşayan İsrailoğullan-nın nesillerinden olan kâfir
Yahudi hahamları hakkında ve müşrik olan münafıklar hakkında nazil olduğunu
söylemiştir. Ancak âyetin, kâfir olan Yahudi hahamları gibi herkesi ve münafık
olan müşrikler gibi her ferdi de kapsar mahiyette okluğunu da bildirmiştir. Ve
bu görüşü tercih etmesinin sebebinin. Bakara suresinin beşinci âyetinden
sonraki âyetlerin, Tevratîa verdikleri sözü bozan Ya-. hudi hahamlarını
anlatmış olmaları ve şu âyetin de bunu açıklamış olması olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır: "Bir zaman Allah, kcndilcrine-kitap
verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına, onda olanları
gizlemeyeceklerine dair ahit alınıştı. Onîar ise bunu arkalarına atarak az bir
değere değiştiler. Bu alış verişleri ne ki>tüdür." [82]Ayrıca
şu âyet-i kerimede de ehl-i kitabın, ahdi nasıl bozdukları beyan edilmekledir:
"Nihayet onların ardından
yerlerine kötüler gelip kitaba vâris oldular. Onlar, şu dünyanın geçici
menfaatlerini alırlar ve: "İlerde affolunuruz." derler. Aynı
men-faatla karşılaştıktan zaman onu yine alırlar. "Allah hakkında
gerçekten başka bi-rşey söylemeyin" diye Tevratta kentlilerinden söz
alınmamış mıydı? Ve orada olanları
okumamış mıydılar? Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç
aklınızı kullanmaz [83]Katade
bu âyei-i kerimeyi açıklarken şöyle demiştir: "Sakın bu âyetin beyan
ettiği ahdi bozmayın. Zira Allah bunu bozmayı çirkin görmekte ve bunu bozma
hususunda tehditte bulunmaktadır." Allah teala Kur'an-ı kerimin çeşitli
âyetlerinde, aldığı bu ahit hususunda Öğüt ve nasihatlarda bulunmuş, buna dair
deliller beyan etmiştir. Biz, Allah tealanın verdiği ahdi bozan hakkındaki
tehdidi kadar herhangi bir günah hakkında tehdit ettiğini bilmiyoruz. Kim
Allah'a samimiyetle ahd verecek olursa Allah içini bunu yerine getirsin.
Rebi' b. Enes de bu
âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Münafıklarda altı özellik
bulunmaktadır. Ortaya çıkma imkânı bulduklarında bu özelliklerini açığa
vururlar. Konuştuklarında yalan söylerler, vaadettiklerinde vaadlerini bozarlar.
Kendilerine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet ederler. Pekiştirdikten
sonra Allah'a verdikleri ahdi bozarlar. Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği
bağı kapanrlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar.
Âyet-i kerimede:
"Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği bağı koparırlar."
buyurulmaktadır. Allah tealanın, birleştirilmesini emrettiği ve koparılmasını
kınadığı bağ'dan maksat, şu âyet-i kerimede beyan edilen akrabalık bağıdır.
"Demek idareyi elinize geçirdiğinizde yeryüzünde fesat çıkarmayı ve akrabalık
bağlarım parçalamayı arzu ediyorsunuz? [84]
Akrabalık bağını
koparmak ise Allah tealanın, akrabalarına karşı yükümlü kıldığ vecibeleri
kişinin yerine getirmemesiyle ve akrabalarına karşı gereken ilgi ve şefkati
göstermemesi yle gerçekleşmiş olur.
Taberi diyor ki: Bir
kısım âlimler, bu âyette zikredilen, AHahın birleştirilmesini emrettiği bağdan
maksadın, Resulullah ve müminlerle olan bağı birleştirmek olduğunu
söylemişlerdir. Allah teaia birçok âyetinde, münafıkları zikrederken onların,
akrabalık bağını kopardıklarını beyan etmiştir. Bu âyet de onlardan biridir.
Taberi, "Buna rağmen Allah tealanın, birleştirilmesini emrettiği her bağı
koparanı kınadığını söylemek mümkündür. Bu bağ, ister akrabalık bağı olsun
isterse din bağı olsun yahut başka bir bağ olsun." demiştir.
Ayet-i kerimede,
yoldan çıkan münafıkların, yeryüzünde fesat çıkardıkları zikredilmektedir.Bu
fesattan maksat, onların, rablerine karşı gelmeleri, onu inkâr etmeleri,
Peygamberini yalanlamaları ve Peygamberinin, kendi katından getirdikleri
şeyleri inkâr etmeleridir.
Ayette zikredilen
"Hüsrana uğramak"tan maksat, Allah'a isyan edereonun rahmetinden olan
paylarını kaybetmeleri ve eksiltmeleri demektir. Bazı âlimler burada, hüsrana
uğramayı "Helak olma" şeklinde izah etmişlerdir.
Dehhak, Abdullah b.
Abbas'in şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Allah teala, müslüman
olmayanları "Hüsrana uğrama" gibi herhangi bir sıfatla
sıfat-landırırsa bununla onların kâfir olduklarını beyan etmek istemiştir.
Müminleri sıfatlandınrsa, onlann günahkâr olduklarını beyan etmek istemiştir.
Bu izaha göre âyette geçen hüsrana uğrayanlar sıfatı kâfirler için
zikredikii-ğine "Onlar kâfirlerdir." şeklinde izah etmek mümkündür.
Şayet bu sıfat müminler için zikredilecek olsaydı" Onlar
günahkârlardır." şeklinde izah edilirdi. [85]
28- Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölüler idiniz sizi o diriltti. Sonra
öldürecek sonra tekrar diriUccektir. Nihayet ona döndürüleceksiniz.
Allah'ın, sizi
öldürdükten sonra tekrar diriltme gücünde olduğunu nasıl inkâr ederseniz?
Halbuki sizler, atalarınızın sulbünde cansız bir damlacık su idiniz. Sizleri,
bütün organları yerli yerinde ve güzel bir varlık olarak o yarattı. Sizleri, en
güzel bir vücuda sahip olan canlılar yaptı. O sizi yoktan var ettikten sonra
öldürecek ve yok ettikten sonra da aynen diriltecektir. Kudretiyle bunu yapan
Allah, amellerinizin karşılığını vermek için, sizleri huzurunda toplamaktan
elbette ki âciz değildir. Nihayet ona döndürüleceksiniz. Âhirette sizi
mükâfaatlandırmak ve cezalandırmak için hesap verme alanında toplayacaktır.
Bu âyet-i kerimede
zikredilen "iki defa öldürülme" ve "iki defa dirilt-me"den
neyin kastedildiği hakkında çeşitli izahlar yapılmıştır.
Abdullah-b.-Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Ebııl Âliye ve diğer bir kısım şarabilere göre bu âyetin
izahı şöyledir: "Sizler, dünyaya gelmeden önce adı sanı ulmayan bir şey
idiniz.Ölü gibi idiniz. Sonra Allah size hayat verip dünyaya getirdi. Eceliniz
gelince sizi öldürecek, kabir âlemine gönderecek sonra kıyamet kopunca sizleri
lekrar diriltecek ve huzurunda toplayarak hesap soracaktır.
Abdulah b. Mes'ud, Ebu
Mâlik ve Mücahid Bakara süresindeki bu âyetle mümin süresindeki şu âyetin
birbirlerini izah ettiklerini söylemişlerdir. Mümin suresinde şöyle
buyuruluyor:"Kıyamct günü kâfirler şöyle derler: "Ey rab-bimiz, bizi
iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Biz de günahlarınım itiraf ettik.
Şimdi bir kurtuluş yolu var mıdır? [86]
Yani: Biz, yaratılmadan önce herhangi bir şey değilken sen bizi, ölüler gibi
kılmıştın. Birinci öldürmen bu idi. Bizi yarattıktan sonra hayatımıza son verip
öldürdün. Böylece bizi iki kere öldürmüş oldun. Bizi, ilk dünyaya geldiğimizde
hayat vererek dirilttin. Öldürüp kabre göndermenden sonra kıyamet gününde
tekrar dirilteceksin. Böylece bizi, iki defa da diriltmiş olacakasın."
demektir.
Ebu Salih ise bu âyeti
şöyle izah etmiştir: "Sizler ölüp kabre girdikten sonra Allah orada,
sorguya çekilmeniz için sizi diriltti. Kabirde iken tekrar öldürdü. Kıyamet
gününde de tekrar d iri İtecektir."
Katade ise bu âyeti
şöyle izah etmiştir: Siz, babalarınızın sulbünde iken ölüler idiniz Allah sizi
dünyaya getirip diriltti. Sonra sizi öidünip kabre gönderdi. Daha sonra da
kıyamet gününde sizi diriltip huzurunda toplayacaktır. Böylece iki ölüm iki de
hayat gerçekleşmiş olacaktır.
İbn-i Zeyd ise bu
âyeti şöyle izah etmiştir: "Siz, atanız Âdemin sulbünde iken Allah sizi
diriltip, sizin rabbiniz olduğuna dair sizden söz aldı. Söz aldıktan sonra
sizleri öldürdü. Sizleri tekrar annenizin rahminde diriltti. Eceliniz gelince
de öldürdü. Kıyamet günü gelince de tekrar çürütecektir." İbn-i Zeyd bu
görüşlerini anlatırken şu âyetleri okumuştur: "Rabbin, Âdemoğullannın
sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak
"Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da "Evet şahidiz
sen bizim rabbimizsin" diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde
"Bizim bundan haberimiz yoktu." dememeniz içindir." "Yahut
da daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onların arkalarından
gelen zürriyetleriyiz. Şimdi o, hakkı batıl gösterenlerin yaptıkları yüzünden
bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindir"[87]
Diğer bir kısım âlimer
ise bu âyette zikredilen birinci ölümden maksadın, erkeğin nutfesinin.
vücudundan ayrılarak kadının rahmine dökülme anı olduğu söylenmiştir. Zira bu
anda nutfe, kendisine ruh üfleninceye kadar ölüdür.' Sonra Allah ona ruh'u
üfleyerek sapa sğlam bir insan meydana getirir. Vadesi yettiğinde onun ruhunu
alarak tekrar öldürür. Kul, kabirde kıyamet kopııncaya kadar ölü olarak devam
eder. Nihayet İsrafil sur'a üfürünce kıyamet kopar. Böylece insanlar bir daha
diriltilmiş olur. İşte iki kere ölümden ve iki kere di silmeden maksat budur.
Tabari, bu görüşlerden
birincisinin tercihe şayan olduğunu, diğerlerinin ise tenkid edilebilir
olduklarını beyan etmiş ve özetle şunları söylemiştir: Bu görüşlerden tercihe
şayan olanı, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbastan nakledilen şu görüştür:
"Sizler, atalarınızın sulbünde nutfe halindeyken, tanınmayan ve adı
anılmayan şeylerdiniz. Bu bakımdan adı sanı olmayan ölüler gibiydiniz. Sonra
Allah sizi tam bir insan olarak yarattı. Tanındınız ve adınız anılır oldu.
Sonra sizin ruhunuzu alarak sizi öldürdü. Dirilinceye kadar berzah âleminde
yani kabirde bekletti. Adınız sanınız anılmaz oldu. Sonra Allah'ın huzuruna
varıp hesap veresiniz diye ruhlarınızı tekrar cesetlerinize iade edip sizleri
diriltecektir.
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: "O gün insanlar, gözleri baygın bir
halde kabirlerinden çıkarlar. Tıpkı etrafa yayılmış çekirgeler[88]"Sur-a
üfürülünce bir de bakarsın ki, onlar kabirlerinden kalkmışlar rabîerine
koşuyorlar[89]
"Sizler ölüler
idiniz o sizi dirilti." âyeti kerimesi, dilleriyle "Allah'a ve âhiret
gününe iman ettik." deyip te kalbleriyle iman etmeyen münafıkları
kınamakta ve ayıplamaktadır. Âyet-i kerime onlara: "Siz, Allah'ı ve ölümünüzden
sonra sizi diriltme ve hesaba çekme kurderitini nasıl inkâra kalkışırsınız?
Halbuki o sizi yoktan var etti, sonra öldürecek daha sonra da tekrar diriltip
hesaba çekecektir." buyurmaktadır. [90]
29-
Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan o'dur. Sora göğe yönclip onları
yedi gök olarak düzenleyen de O'dur. O, herşeyi çok iyi bilendir.
Kendinden bir lütuf ve
ikram olarak, yeryüzündeki bütün gıda maddelerini ve diğer eşyayı sizin için
yaratan Allah'tır. Sonra göğe yönelip oraları yedi gök şeklinde düzenleyen de
o'dur. Allah, onları kudretiyle tanzim etti ve yedi gök olarak yarattı. Allah,
işlerinizi, haillerinizi, gizlediğiniz ve açıkladığınız herşeyi eksiksiz
ilmiyle bilendir.
Allah teala, bu âyet-i
kerimesinde fâsıklara ve onların dostları olan Yahudi hahamlarına ve atalarına
lütfettiği daha sonra da Allalıa isyan etmeleri sebebiyle kendilerinden aldığı
nimetlerini zikretmektedir. Böylece onları, geçmişteki atalarım uğrattığı gibi
azaba uğratacağı tehdidiyle uyarmakta, derhal tevbe ederek kendisine
yönelmelerini ve ancak bu şekilde kurtulabileceklerini beyanetmektedir.
Evet, Allah teala bu
âyet-i kerimede yeryüzünde mevcut olan her şeyin insanoğlu için yaratıldığını
zikretmiştir. Gerçek şudur ki, yeryüzünde bulunan herşey hem dini bakımdan hem de dünyevi yöden
insanoğlunun faydasınadır. Dini yönden, yeryüzünde bulunan bütün varlıklar
Allah'ın birliğini gösteren birer delildirler. Bunlar, kul'un, tevhid inancını
kabullenmesini sağlarlar. Dünyevi yönden ise, yeryüzünde bulunan varlıklar,
insanın yaşamasını, rabbine itaat etmesini ve emirlerini yerine getirmesini
sağlarlar. Bu bakımdan, yeryüzünde ne varsa din ve dünya yönünden, insanın
faydası için yaratılmıştır.
Âyet-i kerimede
"Sonra göğe yöneldi" şeklinde tercüme edilen ifadesi zikredilmektedir.
Taberi bu ifadenin, müfessirler tarafından şu şekillerde izah edildiğini
söylemiştir.
Bir kısmı alimlere
göre cümlesinin mânâsı "Göğe doğru yöneldi." demektir. Diğer
bir'kisım âlimlere göre ise bu cümlenin mânâsı "Allah teala zatiyla değil,
yapacağı işlerle göğe yöneldi." demektir. Başka bir kısım âlimlere göre de
bu cümlenin mânâsı "Daha önceki işleri bitirip göğü yaratmaya
girişti." demektir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Allah, göğe
çıktı." demektir. Yine başka bir kısım âlimlere göre "Allah'ın,
yeryüzü için bir sema halinde kıldığı duman, göğe yükseldi.." demektir.
Taberi, Arap dilinde kelimesinin
şu mânalara geldiğini zikretmiştir. "Erkeğin gençlik ve gücü sona
erdi" "Kişinin zor olan işleri düzeldi." "Kişi bir şeyi
yapmak üzere ona yöneldi." "Bir şeyi elde etti ve kuşattı."
"Yükseldi, yukarıya çıktı." Taberi âyet-i kerimedeki kelimesinin
"Yükselme ve yukarıya çıkma" anlamında izah edilmesinin daha evla
olduğunu, âyet-i kerimenin mânâsının, "Allah teala göklere yükselerek
onları yedi gök olarak yarattı ve kudretiyle onlan düzene koydu." demek
olduğunu söylemiştir.
Taberi diyor ki:
"Âyette zikredilen kelimesini, "Yükselme" mânâsına yorumlamaktan
kaçınanlar buna gerekçe olarak Allah'a "yükselme" sıfatını isnat
etmemeyi göstermişlerdir. Böyle yorumladıkları takdirde. Allanın, daha önce
göğün altındayken daha sonra göğün üstüne çıktığını söylemiş olacaklarını,
bunun ise Allah'a yakışmayacağını söylemişlerdir. Fakat onlar, kelimesini
"Daha sonra göğe yöneldi" şeklinde izah ederlerken "Kaçınmak
istedikleri şeye düşmüşlerdir. Allah daha önce göğe sırt mı çevirmişti de şimdi
yönelmiş oldu? sorusuna muhatap olmuşlardır. Şayet onlar derlerse ki
"Buradaki yönelmeden maksat, birşey yapmak için yönelmek" değil
"Sevk ve idareye yönelme"dir. Onlara denilir ki: "Yükselme ve
çikma"da bir yerden çıkıp diğer yere yükselme mânâsına değil "Mülkü
ve egemenliği ile yükselme ve çıkma" demektir. Taberi bu hususta
zikredilecek her sözü zikredip fasit olduğunu ispatlamanın mümkün olduğunu,
ancak bu kadar açıklama yapmasının diğer itirazlar için de yeterli olacağını ve
bu konuyu daha fazla uzatmak istemediğini zikretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Allah tealamn göğe yükselmesi, onlan duman halinde yaratmasından sonra ve
yedi kat gök haline getirmesinden öncedir. Nitekim bu hususta başka bir âyette
şöyle bu vurulmaktadır. "Sonra Allah'ın iradesi duman halinde bulunna
semaya yöneldi.Semaya ve yere" isteyerek veya istemeyerek geİin"
dedi. Onlar da "İsteyerek geldik." dediler[91]
Âyet-i kerimede
"Düzenledi" diye tercüme edilen ifadesi zikredilmektedir.
kelimesinin asıl mânâsı "Hazırlama" "yaratma" "Düzene
koyma" ve "Düzeltme" dir, "Gök" kelimesi
"Cins" ismi olduğundan dolayı bazen tekil, bazen de çoğul olarak
kullanılmaktadır zamiri kelimesinin sonunda bulunmakta ve buradaki
"Gök" kelimesinin "Çoğul" anlamında kullanıldığını
göstermektedir.
Muhammed b. İshak,
yerin ve göklerin yaratılma safhaları hakkında şunları söylemiştir:
"Allah teala önce aydınlığı ve karanlığı yaratmıştır. Sonra onlan
birbirlerinden ayırmış, karanlığı, her şeyi bürüyen karanlık bir gece, aydınlığı
da her şeyi aydınlatan aydınlık bir gündüz yapmıştır. Sonra yedi kat göğü,
dumandan var etmiştir. Allah daha iyi bilir ya, zannederiz ki bu duman, sudan
yükselmiştir. Böylece gökler müstakil bir hale gelmişler fakat Allah onları henüz
muhkem bir hale getirmemişti. Dünya semasında, karanlık geceyi ve aydınlık
gündüzü var etti. Henüz, güneş, ay ve yıldızlar yokken gökte gece ve gündüz
vardı. Sonra Allah, yeryüzünü düzene koydu. Onu dağlarla sağlamlaştırdı. Orada
çeşitli gıda ve nziklan yarattı ve yeryüzüne dilediği yaratıklarını yaydı. Böylece
yeryüzünü ve onun üzerinde bulunan nzık ve gıdaları dört günde yaratmış . i
oldu. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Onu sağlamlaştırdı. Dünya
semasında güneşi, ay'i ve yıldızları yarattı. Her göğe de emrini vahyetti.
Onlan da iki günde yarattı. Böylece
gökleri ve yeri altı günde yaratmış oldu. Daha sonra, göklerin üzerine
yükselerek göklere ve yere "Sizin için dilediğim şeylere, isteyerek veya
istemeyerek gelin." dedi. Onlar tla "İsteyerek geldik" dediler,
Abdullah b. Mes'ud,
Abdullah b. Abbas ve bir kısım sahabiler özetle şunları söylemiş, kâinatın
yaratılması safhalarını şöyle zikretmişlerdir: "Allah'ın arşı suyun
üzerinde bulunmakta kli. Suyu yaratmadan önce, yaratıldığı beyan edilenlerden
başka birşey yaratmamıştı. Yaratıklan var etmeyi dileyince sudan duman (buhar)
çıkarttı. Buhar suyun üzerine yükseldi. Allah ona "Yükselen" anlamına
gelen "Sema" ismini verdi. Sonra suyu kuruttu. Onu bir tek kütle
haline getirdi. Sonra onu parçaladı. Onu, pazar ve pazartesi günlerinde yedi
yer haline getirdi. Yeryüzü sarsıldı. Bunun üzerine dağlan var ederek
sarsıntıyı durdurdu. Yeryüzünün dağlarını ve orada yaşayacak olanların
nzıklarını, salı ve Çarşamba olmak üzere iki günde yarattı. Böylece yeryüzünün
yaratılması dört günde tamamlanmış oldu. Sonra duman halinde bulunan göğe
yöneldi. Bu duman, suyun buharlaşmasından meydana gelmişti. Allah onu bir tek
sema yapmıştı. Sonra onu yayarak Perşembe ve Cuma günlerinde yedi gök haline
getirdi. "Bir-l eştirme" anlamına gelen Cuma gününe bu ismin
verilmesi: O günde göklerle yerin yaratılmasının birleştirilmesinden ve
dumanlanmasındandır. Allah, her göğe emrini vahyetti. Yani her gökte Melekler
ve diğer yaratıktan var etti. Sonra yeryüzü semasını yıldızlarla süsledi.
Yıldızlan hem bir süs aracı hem de gökyüzünü şeytanlardan koruyucular olarak
var elti. Allah, dilediği şeyleri yarattıktan sonra, arşına yükseldi.
Bu görüşü zikreden
sahabilcr şu âyetleri okumuşlardır: "Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye
oraya sahif dağlar yerleştirdi. Orada ırmaklar ve istediğiniz yere şaşırmadan
gidebilmeni/, için yollar yarattı. [92] (
"ey Muham-med onlara de ki: "Siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip
ona eşler mi koşuyorsunuz? İşte o, âlemlerin rabbi olan Allahtır."
"O, yeryüzünün üzerine sabit dağlar yerleştirdi ve oraya bereket verdi.
Orada yaşayanların rı-zıklarını takdir etti. Bütün bunları tam dört günde
yarattı. Bu, soranlar için bir açıklamadır" "Sonra Allanın iradesi,
duman halinde bulunan ese-maya yöneldi. Semaya ve yere" İsteyerek veya
istemeyerek gelin" dedi. Onlar da "İsteyerek geldik" dediler. [93]"Gökleri
ve yeri allı günde yaratan, sonra "Arş"a hükmeden O'dur, O, yere
gireni ve çıkanı, gökten İneni ve göğe çıkanı bilir. Nerede olursanız olun, o
sizinle bereberdir. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir[94]"Kâfirler,
gökler ve yer birbirine bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan
yarattığımızı bilmezler mi? hâlâ iman etmiyorlar mı? [95]
"Yeryüzünde ne
varsa hepsini sizin için yaratan o'dur..." âyetinin sonunda "O,
herşeyi çok iyi bilendir." Duyurulmaktadır. Bunun mânâsı "lCy
münafıklar ve ey chl-i kitaptan, inkâra düşen kâfirler, dillerinizle söylediğinize
kalben inanmamanız gökleri, yeri ve orada bulunanları yaratan Allah'a gizli
değildir. Bilakis o, sizin de dışınızda olanların da her halini çok iyi
bilendir.
"Semanın yedi gök
düzenlenmesi" ifadesini müfessirler çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:
Günümüz Astronomi
biliminin verilerine göre, kâinatın genişliği, "Eksi sonsuz, artı
sonsuz" olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyle bu âleme bir hudut
çizilememektedir. Durum böyle olunca insanoğlu aczini itiraf etmekte ve cenab-i
hakkın var ettiği kâinat nizamının boyutları hakkında bir şey soy ley em emektedir.
İşte böyle umumi bir acz halinin yaşandığı bir mevzuda söylenecek şeyler de o
nisbette az oluyor ve kesinlik ifade etmiyor. Bu durum muvacehesinde
mü-fessirlerin söylediklerini çok kısa olarak şöylece arzedelim:
"Dünyanın dışında
bulunan bütün yıldızların süslediği maddi âlemin hepsi bir semadır, bir
göktür. Bunun ötesinde daha altı sema vardır. Fakat bunların keyfiyetini
şimdilik bilememekleyiz. Allah, her şeyin en iyisini bilendir." [96]
30- Bir
zaman rabbin meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım/'
demişti. Melekler de: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini
mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih
ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim." dedi.
Bir zaman rabbin. meleklere,
yaratacağı Âdemi kastederek "Yeryüzünde yaratıklarım arasında hükmetmekte
beni temsil edecek bir halife yaratacağım." demişti. Melekler de:
"Ey rabbi m iz, bildir bize, sen, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan
dökecek birini yaratıp ta Halifeni bizden yapmayacak mısın? Halbuki biz seni
Överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz" dediler. Allah da onlara:
"Şüphesiz ki ben Âdem ve İblis hususunda sizin bilmediğniz şeyleri
bilirim." dedi.
Allah teala, bundan
önceki âyette yeryüzünü, gökleri ve onlarda bulunanları yaratıp insanoğlunun
hizmetine tahsis ederek ona lütfettiği nimetlerini zikretmiş bu âyet-i kerimede
ise, bizim de o fâsıkların da atası olan Hz. Ademi yaratacağını, onu yeryüzünde
Halife kıldığını beyan etmiştir? Bundan sonra gelen âyet-i kerimelerde de Hz.
Âdemin, İblisin vesveselerine uyarak rabbinin yasağını ihlal ettiğini, böylece
cezalandırıldığını daha sonra ise yaptığı hatadan dolayı tevbe edip o hatadan vaz geçmesi üzerine onu
affettiğini fakat, Allah'a isyan eden İblis'in isyanında direttiği için onu
dünyada lanete uğrattığını âhirette ise ebedi olarak devam edecek cehennem
azabına sokacağını beyan etmiştir. Böylece Allah teala, insanlardan fâsık ve
kâfir olanlardan, tevbe edip kendisine yönelenler hakkındaki hükmüne ve
isyanında ısrar eden mağrurlar hakkındaki yargısına dair uyarsın. Onlar da
düşünüp ibret alsınlar, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu idrak etsinler,
onun, Allah katından getirdiklerinin doğru olduğuna inansınlar. Zira Hz.
Muhammed'in, Allah katından getirdiği şeyler, ehl-i kitabın kitaplarında da
mevcut olan hükümlerdir. Onlar bu tür şeylere yabancı değillerdir. O halde Hz.
Muhammed'e diğer insanlardan daha önce onlar iman etmelidirler.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Bir zaman" diye tercüme edilen kelimesi, Basra âlimlerinin bir
kısmı tarafından, "Anlam ifade etmeyen zaid bir harftir" şeklinde
izah edilmeye kalkışılmış ise de Taberi bunun yanlış olduğunu kelimesinin,
belli olmayan bir zamanı ifade ettiğini ve kendisinden Önce
"Hatirlayın" anlamında bir kelimenin takdir edildiğini ve âyetin
mânâsının "Hatırlayın bir zaman rabbin meleklere..." şeklinde
olduğunu söylemiştir. "Melekler"
anlamına gelen kelimesi ise kelimesinin çoğuludur. kelimesinin asli da dür. Hemze düşürülmüş
ve harekesi Lam'a
verilmiştir. Bu kelime "Göndemıek" mânâsına gelen kökünden
türetilmiştir. Meleklere bu adın verilmesi, Allah'ın Peygamberine
ve kullarına gönderdiği elçileri
olmalarındandır.
Ayet-i kerimede
zikredilen "Yeryüzü" kelimesinden maksat, bir kısım âlimlere göre
"Mekke-i Mükerremedir" Âyette geçen "Halife" kelimesinin
mânâsı ise, "Gidenin yerine gelen" demektir. Bu hususta başka bir
âyette şöyle Duyurulmaktadır. "Sonra da sizi o nesillerin ardından, ne
yapacağınızı görmemiz için yeryüzünde Halifeler kildık."(10/4)
Eğer denilecek olursa
ki: "Yeryüzünü Hz. Âdemden önce imar eden kim vardı ki Allah teala
meleklere, onların yerine yeryüzünü imar edecek olan Hz. Ademi yaratacağını
bildirdi? "Ona cevaben denilir ki: "Bu hususta müfessirler çeşitli
izahlarda bulunmuşlardır:
Abdullah b. Abbastan
nakledilen bir görüşe göre, Hz Âdem daha önce yeryüzünde yaşayan ve orada
bozgunculuk çıkardıkları için yok edilen cinlerin yerine yeryüzünde Halife
olarak yaratılmıştır. Dehhak, Abdullah b. Abbas'm şunları söylediğini rivayet
etmiştir: Yeryüzünde ilk yaşayan Cinlerdi, onlar orada bozfunculuk çıkardılar,
kan döktüler ve birbirlerini öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara,
meleklerden meydana gelen bir ordusuyla birlikte İblisi gönderdi. İblis,
beraberinde bulunanlarla birlikte cinlere karşı savaştı. Onları adalara ve
dağların başlarına kaçmaya zorladı. Sonra Allah teala Âdemi yarattı. Onu
yeryüzünde Cinlerin yerine getirdi.
Hasan-ı Basri ise,
bu,âyette zikredilen "Halifeliği" şöyle izah etmiştir: "Ben,
yeryüzünde soyu birbirlerine Halife olacak Âdemi göndereceğim, "buna göre
Hz. Âdemin soyundan gelenler hem Âdemin hem de birbirlerinin halifeleri
olacaklarından Âdem'e "Yeryüzüne gönderilecek Halife" diye ad
verilmiştir.
Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir görüşe göre âyette zikredilen
"Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." ifadesinden maksat, Allah
tealanın yeryüzüne, Hz. Âdemi, kulları arasında hüküm verme bakımından Halifesi
olarak göndermesidir. Bu sahabiler, âyeti izah ederlerken şöyle demişlerdir:
"Allah teala meleklere: "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım."
deyince Melekler: "Ey rabbimiz, bu halife nasıl bir şey olacak?., dediler.
Allah teala: "O, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, birbirlerini kıskanan ve
birbirlerini öldüren soyların atası olan bir kişi olacaktır."
buyurmuştur.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimeye dayanarak, insanlar arasında çıkacak anlaşmazlıkları çözüme
kavuşturması, zalimden mazlumun hakkını alması, cezalan tatbik etmesi,
hayasızlığı önlemesi ve devlet idaresiyle ilgili bütün vazifeleri yerine getirmesi
için Halife seçmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. İşte Halife olacak bu
kişide şu vasıfların bulunması da şarttır:
a- Halifenin
erkek olması: Kadından Halife olmaz. İran Kisrasmm kızının İranlılar
tarafından kendilerine Kraliçe seçildiğini duyan Resulullah (s.a.v.)
buyurmuştur ki:
"İdarelerini
kadına teslim eden bir topluluk asla kurtuluşa eremez. [97]
b- Hür
olması: Halife hür bir kişiden olur. Köleden Halife olmaz. Zira köle efendisine
tabidir, müstakil hareket edemez.
c- Buluğa
ermiş olması: Henüz buluğa ermemiş çocuklar mükellef değildirler. Halifelik
gibi ağır bir vazife böyle birisine verilemez.
d- Müslüman
olması: Kâfirlerin Müslümanlar üzerine otorite kurmaları kabul edilemez. Bu
hususta Allah teala diğer bir âyette şöyle buyuruyor:"... Allah, aranızda
hükmedecek ve Müslümanlara karşı, kâfirlere asla yol vermeye-cektir.ıl[98]
c- Halifenin
adaletli olması
f- Müctchîd
olması
g- İleriyi
gören bir kimse olması
h- Vücutça
sağlam olması
ı- Savaş
idare etmesini bilmesi
i- Kurcyştcn
olması (Bu şart ihtilaflıdır[99]
Âyet-i kerimede,
meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratcaksın?" dedikleri zikredilmektedir.
Taberi diyor ki:
''Eğer denilecek olursa ki "Allah tealanın meleklere, yeryüzünde bir
halife yaratacağını bildirmesi üzerine melekler ona nasıl "Orada
bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?"
diyebilmişlerdir? Çünkü o anda ne Âdem ne de soyu yaratılmıştır ve onların ne
yapacaklarını da bilemezlerdi. Melekler bu sözü gaybi bilerek mi söylediler
yoksa tahmin yürüterek mi? Elbette ki bu iki ihtimal de meleklereyakışan bir
şey değildir. O halde melekler, Allah tealaya bu soruyu nasıl sormuşlardır?
Müfessirler bu soruya farklı şekillede cevap vennişlerdir.
a- Dahhakın
Abdullah b. Abbastan naklettiği bir rivayete göre Abdullah b. abbas, meleklerin
bu sorularını şöyle izah etmiştir: Allah teala Hz. Âdemden önce cinleri
yaratmıştı. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmış ve kan dökmüşlerdi. Allah
teala da, İblisin başkanlığında özel bir kısım melekleri göndererek onlarla
savaş yaptımış ve onları mağlup ettirmiştir. Allah teala bu özel meleklere,
yeryüzünde bir halife yaratacağını beyan edince onlar da önceki bilgilerine
dayanarak: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratcaksın?
diye sormuşlardı. Dehhak, Abdullah b. Abbastan nakledilen bu rivayeti şöyle
anlatıyor: "İblis" vücudun gözeneklerinden geçebilen çok sıcak bir
ateşten yaratılmış ve kendilerine "Cin" adı verilmiş, melekler
sınıfından biri idi. Adı "Haris" idi ve cennetin bekçilerinden biri
idi. Bu sınıfın dışındaki bütün melekler ise nur'dan yaratılmışlardır.
Kur'an-ı kerimede zikredilen diğer cinler ise dumansız saf alevden
yaratılmıştır.
Yeryüzünde ilk olarak
cinlen yaşamıştır. Onlar orada bozgunculuk çıkarmışlar, kan dökmüler ve birbirlerini
öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Allah onların üzerine, meleklerden bir sınıf olan
cinlerle birlikte İblisi göndermişti. İblis ve beraberinde bulunan melekler, yeryüzünde yaşayan
cinlerle savaşmışlar, onların, denizlerdeki adalara ve dağların başlarına
kaçıp sığınmalarını sağlamışlardır. İblis bunu yapınca gururlanmış ve
"Ben, şimdiye kadar hiç kimseninyap-madığı bir şeyi yaptım."
demiştir. Allah teala, tabii ki İblisin kalbine gelen bu gunıru bilmiş fakat
onunla birlikte savaşan diğer melekler bilememişlerdir. Allah tealanın bu
meleklere; "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." demesi üzerine
bu melekler: "Orada, daha önce cinlerin çıkardığı gibi fesat çıkaracak ve
onların kan döktükleri gibi kan dökecek varlıklar mı yaratacaksın?"
Halbuki biz oraya, onların bu hallerinden dolayı gönderilmiştik." dediler.
Allah teala da meleklere; "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim." dedi. Yani sizin, şeytanın kalbindeki gurur ve kibiri
bilmediğinizi bilirim." diye cevap verdi. Sonra Allah teala, Âdemin
toprağının gel i ilmesini emretti. Onnu toprağı getirildi. Allah teala Âdemi,
yapışkan ve kokuşmuş bir çamurdan bizzat kendi elleriyle yarattı. Âdem, kırk
gece sırtüstü yatan bir ceset halinde bırakıldı. İblis gelip ona ayağıyla
vuruyor, Âdemin vücudu ses çıkarıyordu. Allah teala bu hususu beyan eden
âyetinde şöyle buyuruyor: "Allah insanı, vurulduğunda testi gibi ses çıkaran
kuru bir balçıktan yarattı. [100]
İblis, Âdemin ağzından
girip arkasından çıkıyor ve arkasından girip ağzından çıkıyordu ve diyordu ki:
"Sen, sırf ses çıkarmak için yaratılmadın. Elbette ki bir şey için
yaratıldın. Yemin olsun ki eğer ben sana musallat olursam mutlaka seni helak
ederim. Şeyat sen bana musallat olursan mutlaka sana isyan ederim."
Allah, âdeme kendi
ruhundan üfleyinee ruh âdemin baş tarafından girdi. Vücudun ulaştığı her yerini
et ve kan'a dönüştürdü. Ruh, göbeğine kadar ulaşınca Âdem vücuduna baktı ve
onun güzelliğini beğendi. Hemen ayağa kalkmak istedi. Fakat kalkamadı. Allah
teala bu hususta da şöyle buyuruyor: "... İnsan çok acelecidir. [101]
Ruh, Âdemin vücudunun
her tarafına ulaşınca Âdem aksırdı ve Allah'ın kendisine ilham etmesiyle
"Âlemlerin rabbi olan Alla-ha hamdolsun." dedi. Allah, da ona:
"Ey Âdem, Allah da sana merhamet etti." dedi. Sonra Allah, gökteki
bütün meleklere değil, sadece iblisle beraber bulunan ve Özel bir sınıf olan
meleklere: "Âdeme secde edin." dedi. O meleklerin hepsi Âdeme secde
ettiler. Sadece İblis diretti ve kibirlendi. İblis: "Ben ona secde etmem.
Çünkü ben ondan daha hayırlıyım. Yaşça daha büyüğüm, yaratılış bakımından daha
güçlüyüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın. Ateş çamurdan daha
kuvvetlidir." dedi. İblis secde etmemekte diretince Allah onu susturdu,
bütün hayırlardan mahrum etli ve onun isyanına bir ceza olmak
üzere kavulmuş şeytan yaptı.
Sonra Allah teala
Âdeme, bugün insanların bildiği bütün eşyanın isimlerini öğretti. Bu isimler,
insanlara, canlı varlıklara, yeryüzüne, denizlere, dağlara ve benzeri şeylere
ait olan isimlerdi. Sonra Allah bu isimleri, vücudun gözeneklerinden geçecek
nitelikteki ateşten yaratılan ve "Cin" diye anlandınlan özel melekler
sınıfına sordu. Onlara: "Eğer sizler benim, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaracak bir halife yaratacağıma dair bilginizin doğru olduğunu iddia ediyorsanız
şu eşyanın isimlerini bana söyleyin bakayım." dedi. Melekler, Allah'ın
kendilerini, gaybia ilgili bilgiler konuşmalarından dolayı hesaba çektiğini
anlayınca: "Biz seni, gaybı senin dışında herhangi bir kimsenin
bilmesinden tenzih ederiz. Biz sana tevbe ettik. Senin bize öğrettiğinin
dışında bizim herhangi bir bilgimiz yoktur." dediler.
Allah Ademe: "Bu
eşyanın isimlerini sen söyle." dedi. Âdem eşyanın isimlerini söyleyince
Allah meleklere: "Ey Melekler ben size dememiş miydim ki, göklerin ve
yerin gaybıni ancak ben bilirim. Benim dışımda kimse bilemez. Sizin, açığa
vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim. Yani sizin açıktan söylediğiniz
şeyleri de, İblisin içinde sakladığı kibir ve gururu da bilirim." dedi.
Görüldüğü gibi bu
rivayete göre Allah teala, meleklerden, İblisin sınıfından olan özel bir
sınıfa, yeryüzünde halife yaratacağını beyan etmiştir. Bu sınıf ta daha önce
yeryüzünde yaşayan ve fesat çıkaran cinlere karşı savaştıkları için, yeni
yaratılacak olan halifenin de bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini
sanmışlar, böylece bilemeyecekleri gayba dair fikir yürütmüşlerdir. Allah teala
da onları, gaybı bilemeyecekerini beyan ederek uyannış, onların, bu
tahminle-riyle hataya düştüklerini bildirmiştir. Bunun üzerine melekler de
hatalarım anlayıp Allah'a tevbe etmişler, ondan başka herhangi bir varlığın
gaybı bilemeyeceğini ifade etmişlerdir.
b- Ebu Mâlik
ve Ebu Salih'in, Abdullah b. Abbastan, Mürrenin Abdullah b. Mes'uddan ve diğer
sahabiierden naklettikleri başka bir görüşe göre Meleklerin Allah tealaya
"Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat-caksın?"
şeklindeki sorulan şu şekilde izah edilmiştir:"Aliah teala meleklere.
yeryüzünde bir halife yaratacağını, o halifenin soyundan gelenlerin yeryüzünde
bozgunculuk çikaracaklanın, birbirlerini kıskanacaklarını ve birbirlerini
öldüreceklerini bildinniş bunun üzerine melekler de: "Ey rabbimiz, orada
bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni
överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz" dediler. Allah da: "Şüphesiz
sizin bilmediklerinizi ben bilirim." dedi. Yani İblisin kalbinde taşıdığı
gururu bilirim." veya "Yeryüzüne göndereceğim halifenin soyundan
gelen insanların bir kısmının Peygamberler ve itaatkâr kuüar olacaklarını
bilirim. Siz bunu bilmiyorsunuz.
Halifenin soyundan
gelen bütün insanların fesat çıkaracaklarını ve kan akıtacaklarını
zannediyorsunuz." demek istedi.
Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'uddan nakledilen bu rivayet, özetle şöyle nakledilmektedir:
Allah teala, dilediği şeyleri yarattıktan sonra Arş1 a yöneldi. İblisi de dünya
semasına hükümran kıldı. İblis, cennetin bekçileri oldukları için
"Cin" diye adlandırılan özel melekler sınıfmdandı. İblis, hükümranlığı
ile birlikte cennetin bekçiliğini de yapıyordu. Onun kalbine bu sebeple gurur
geldi ve kendi kendine şöyle dedi: "Allah, meleklerden üstün olan bu
rütbeyi bendeki bir meziyetten dolayı bana verdi." Allah telaa, İblisin
kalbinde bulunan bu gururu biliyordu. Bu sebeple Allah teala meleklere
"Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." dedi. Melekler
"Bu halife nasıl bir şey olacaktır?" dediler. Allah, »onun,
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak, birbirlerini kıskanıp ve birbirlerini
öldürecek olan soyu meydana gelecektir." dedi. Melekler de: "Ey
rabbimiz, sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve seni tenzili
ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin
bilmediklerinizi bilirim." dedi. Yani, "İblisin kalbindeki gururu ve
kibiri bilirim, demek istedi.
Allah, yeryüzünden
çamur getirmesi için Cebrail gönderdi. Yeryüzü "Senden birşeyi eksiltmen
veya beni kusurlu yapmandan Allah'a sığınırım." dedi. Cebrail bir şey
almadan geri döndü. Ve dedi ki: "Ey rabbim, yeryüzü sana sığındı. Ben de
onun bu sığınmasını kabul ettim." Bunun üzerine Allah. MikaiLi gönderdi.
Yeryüzü ondan da Allah'a sığındı. Mikail de onun sığınmasını kabul ederek bir
şey almadan geri döndü ve Cebrail'in söylediklerini söyledi. Bundan sonra ölüm
meleği olan Azrail'i gönderdi. Yeryüzü ondan da Allah'a sığındı. Azrail de ona:
"Ben de Allah'ın emrini uygulamayıp boş geri dönmekten Allah'a
sığınırım." dedi. Yeryüzünün çeşitli yerlerinden toprak alıp birbirine
karıştırdı. Topraklardan bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz diğer bir kısmı ise
siyahtı. Bu sebeple Âdemin soyundan gelen insanlar. çeşitli renklerde oldular.
Azrail toprağı alıp yukan götürdü. Onu ıslattı. Toprak yapışkan bir çamur
haline geldi. Onu kokuşmuş bir hale gelinceye kadar bekletti.
Âyet-i kerime bu
hususu şöyle beyan ediyor: "Şüphesiz biz insanı, vurulduğu zaman ses
çıkaran işlenebilir kara topraktan oluşmuş kuru bir balçıktan yarattık. [102]
Allah teala, daha
sonra meleklere şöyle buyurdu: "Hani bir zaman rab-bin, meleklere
"Ben balçıktan bir insan yaratacağım, şeklini tamamlayıp ruhumdan
üflediğin zaman hemen ona secde cdin. [103]
Allah teala. Âdemi
bizzat kendi eliyle yarattı ki İblis ona karşı böbürlenmesin ve ona
"Benim, elimle yaratmaktan kibirlenmediğim bir varlığa karşı sen mi
kibirleneceksin?" demiş olsun. Allah, Âdemi bir beşer olarak yarattı. Âdem
kırk yıl, çamurdan bir ceset olarak kaldı. Bu müddet. Âdemin yaratıldığı Cuma
gününün müddetidir.
Âdemin yanından geçen
Melekler onu görünce korktular. Ondan en çok rahatsız olan da İblisti. İblis,
Âdemin yanından geçerken ona vuruyor ve Âdemin vücudu, testinin çıkardığı gibi
bir ses çıkarıyordu. İblis ona "Sen, bir şey için yaratıldın amma
bilemiyorum niçin." diyordu. Onun ağzından girip arkasından çıkıyordu.
Meleklere: "Bundan korkmayın, zira sizin rabbiniz, samcd-dir, ihtiyaçlar
için kendisine başvurulandır. Bu ise içi boş bir şey. Yemin olsun ki eğer ben
ona musallat edilirsem onu mutlaka helak ederim." dedi.
Âdeme ruh üfleme
zamanı gelince Allah meleklere "Ben ona ruhumdan üflediğim zaman si/ ona
secde edin." dedi. Ona ruh lifleyince ruh baş ta-rafdan içine girdi. Âdem
aksırdı. Melekler ona "Elhamdülillah de" dediler. "Âdem de
"Elhamdülillah" dedi. Allah da Âdeme "Ycrhamükcllah" Allah
da sana merhamet etsin." dedi. Ruh, Âdemin gözlerine varınca o, cennetin
meyvelerine bakmaya başladı. Ruh, içine doğru ilerleyince Âdem yemek yeme ihtiyacı
hissetti. Ruh, henüz ayaklarına ulaşmadan cennetin meyvelerini toplamakta cele
etmek için ayağa kalkmak istedi. Bu hususla Allah teala: "İnsan aceleci bir
tabiatta yaratılmıştır. [104] buyurmuştur.
Bütün Melekler Âdeme
secde ettiler. İblis diretti. Secde edenlerle birlikte secde etmedi. Böbürlendi
ve kâfirlerden oldu.
Bu hususta Allah teala
şöyle buyurdu: "Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan
neydi?" İblis "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten onu ise
çamurdan yarattın." dedi. Allah teala da "Öyleyse in oradan. Orada
büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık çünkü sen, âdilerdensin." [105]
buyurdu.
Allah, Âdeme bütün
eşyanın ismini öğretti. Sonra meleklere "Eğer sizlerin, Adcmoğlunun bütün
soyunun, yeryüzünde bo/.guncnluk çıkaracaklarına ve kan akıtacaklarına dair
gayb ilminiz doğru ise şu eşyanın isimlerini bana bildirin" dedi.
Meleklerde "Seni teşbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, herşeyi çok iyi bilensin, hüküm ve hikmet
sahibisin" dediler. Allah: "Ey Âdem, eşyanın isimlerini onlara bildir."
dedi. Âdem de onlara eşyanın isimlerini söyleyince Allah "Ben size, göklerin
ve yerin gaybini bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de
bilirim." demedim mi?" [106]
Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'ud burada, meleklerin açıkladıkları şeylerden maksadın,
meleklerin "Yeryüzünde bozgunculuk yapacak olan birisini mi
yaratacaksın?" şeklindeki sözleri, gizledikleri şeylerden maksadın ise
İblisin, içinde gizlediği böbürlenme duygusu olduğunu söylemişlerdir.
Taberi "Bu ikinci
rivayetin baştarafı birinci rivayete muhalif sonu ise mutabıktır." demiş
ve bu ikinci rivayeti te'vil yoluyla birinci rivayete mutabık hale getirmeye
çalışmıştır.
c- Katadeden
nakledilen bir görüşe göre o, meleklerin, tahminlerine dayanarak Allah
tealaya: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratacaksın?" dediklerini söylemiştir.
Katadeden ve Hasan-i
Basri'den nakledilen başka bir görüşe göre, Allah meleklere, yeryüzünde
yaratılan herhangi bir varlık bulunduğu takdirde orada fesat çıkaracaklarını ve
kan dökeceklerini bildirmiştir. Âdemi yaratacağını beyan edince de melekler bu
görüşlerine dayanarak Allah tealaya: "Nasıl, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaracak ve kan dökecek birisini yaratacaksın" demek istemişlerdir.
Bu hususta Hasan-ı
Basri ve Katadeden şunlar nakledilmektedir: "Allah meleklere
"Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." dedi. Onlar görüşlerini
beyan ettiler. Allah da onlara bir kısım ilimler öğretti, bir kısmını da
öğretmedi. Melekler, Allanın kendilerine öğretmiş olduğu ilme dayanarak
"Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?"
dediler. Zira melekler. Allanın kendilerine öğrettiği ilimle biliyorlardı ki,
Allah katında kan akıtmaktan daha büyük bir günah yoktur. İşte bu sebeple bu
soruyu sordular. Ve "Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih
ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
biliyorum." dedi. Allah, Ademi yaratmaya başlayınca melekler kendi
aralarında şöyle fisıklaştılar "Rabbimiz yaratmayı dilediği şeyi yaratsın.
Elbette ki o bizden daha bilgili ve daha üstün bir varlık
yaratmayacaktır." Allah, Âdemi yaratıp ona ruhundan lifleyince, Meleklere,
Âdeme secde etmelerini emretti ve Âdemi onlardan üstün kıldı. Böylece,melekler
de Âdemden üstün olmadıklarını anlamış oldular. Fakat bu defa: "Biz,
Âdemden daha hayırlı değilsek te ondan daha bilgiliyiz ya. Zira biz ondan daha
önce var idik. Ondan önce başka ümmetler de yaratıldı." dediler. Melekler
bilgileriyle övününce Allah onları bu hususta imtihan etti. Âdeme eşyanın
isimlerini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi ve onlara "Eğer
sizler, benim sizden daha bilgili bir yaratık var edemeyeceğim kanaatinizde
doğru iseniz şu eşyanın isimlerini bana söyleyin bakayım." dedi. Bunun
üzerine her müminin yapacağı gibi onlar da tevbeye sarıldılar ve "Seni teşbih ederiz. Bize
öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen her şeyi çok
iyi bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin." dediler. Allah da: "Ey
Âdem, eşyanın isimlerini onlara bildir." dedi. Âdem de onlara eşyanın
isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, göklerin ve yerin gaybını bilirim
ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi?
dedi. [107] Burada zikredilen ve
meleklerin açığa vurdukları bildirilen şeyden maksat: "Orada bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" sözleridir. Meleklerin
gizledikleri şeylerden maksat ise, birbirlerine: "Biz o halifeden daha
hayırlı ve daha bilgiliyiz." demeleridir.
d- Rebi' b.
Enes bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Allah, melekleri çarşamba,
Cinleri perşembe, Âdemi de Cuma günü yaratmıştır. Cinlerden bir topluluk
inkâra düşmüşlerdir. Bu yüzden melekler yeryüzüne iniyor ve Cinlerle savaşıyorlardı.
Yeryüzünde kan dökülüyor ve fesat kaynıyordu. Allah teaîa, yeryüzünde halife
yaratacağını beyan edince, bu durumu bilen melekler: "Orada bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" dediler. Allah tealanın,
bu halifeyi mutlaka yaratacağını anlayınca da birbirlerine: "Allah hiçbir
varlık yaratmaz ki, biz ondan daha bilgili ve daha üstün olmayalım."
dediler. Allah teala da meleklere, Âdemi daha üstün kıldığını bildirmek için
ona eşyanın ismini öğretti ve meleklere: "Üstün olduğunuz iddianızda doğru
iseniz şu eşyanın ismini bana söyleyin." dedi. Melekler, kanaatlarının
yanlış olduğunu idrak ederek Allaha tevbe ettiler. Allah da onlara: "Ben
sizin açığa vurduğunuz şeyleri de bilirim, gizlediğiniz şeyleri de bilirim."
buyurdu. Burada meleklerin açığa vurdukları şeylerden maksat: "Orada
bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?"
demeleridir. Gizledikleri şeylerden maksat ise: "Allah hiçbir varlık
yaratmaz ki1, biz ondan daha üstün ve daha bilgili olmayalım." sözleridir.
Melekler sonunda Allanın, Âdemi hem bilgi hem de rütbede kendilerinden daha
üstün kıldığını anlamışlardır.
e- İbn-i
Zeyd bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Allah, cehennem ateşini yaratınca
melekler ondan çok korktular ve "Ey rabbimiz, bu ateşi ne için yarattın?"
dediler. Allah teala: "Yaratiklarftndan bana karşı gelenler için."
dedi. O zaman da Allah tealanın, meleklerin dışında herhangi bir yaratığı
yoktu. Yeryüzünde kimse bulunmuyordu. Âdem daha sonra yaratıldı. Nitekim şu
âyet bunu ifade etmektedir: "Gerçekten insanın üzerinden öyle bir zaman
geçti ki o vakit insan, adı zikredilen bir şey dcğildi. [108]
Melekler, "Ey
rabbimiz, bizim sana isyan edeceğimiz bir zaman da mı gelecek?" dediler.
Çünkü onlar, kendilerinin dışında varlıklar yaratılacağım sanmıyorlardı. Allah
teala onlara: "Hayır, öyle bir zaman olmayacak. Fakat ben
yeryüzünde varlıklar yaratacağım. Onların
içinde bir de halife var edeceğim. O yaratıklar kan akıtacaklar ve yeryüzünde
bozgunculuk çıkaracaklar." buyurdu. Bunun üzerine melekler: "Orada
bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" Sen bizi
seçkin varlıklar yaptın. Bizi oraya gönder. Biz seni överek teşbih ederiz ve
tenzih ederiz. Orada sana itaatta bulunuruz." dediler. Melekler, Allah
tealanın, yeryüzünde kendisine isyan edecek varlıklar yaratmasını büyük bir
olay olarak gördüler. Allah teala onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
biliyorum. Ey Adem, sen bunlara isimlerini bildir." dedi. Âdem de onların
isimlerini söyledi. Melekler, Allah tealanın, Hz. Ademe verdiği ilmi anlayınca
onun üstünlüğünü kabullendiler. Sadece İblis bunu kabullenmedi, diretti ve:
"Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu ise
çamurdan." dedi. Allah teala da ona: "İn buradan aşağı. Senin burada
kibirlenmeye hakkın yoktur." dedi.
İbn-i Cüreyc,
meleklerin: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratacaksın?" şeklindeki sorularının, Allah tealanın, daha Önce kendilerine,
yaratacağı halife ve onun soyu hakkında verdiği bilgiden kaynaklandığını
söylemiştir.
Diğer bir kısım
âlimler ise, meleklerin bu sorularının, Allah tealanın ken- ^ dilerine,
yaratacağı halife ve onun soyu hakkında bilgi vennesinden sonra meleklere bu
hususta soru sorma yetkisi vennesinden kaynaklandığını söylemişlerdir. Yani
melekler, yaratılacak halifenin ve soyunun, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini öğrendikten sonra Allah tealadan, soru sorma
izni almışlar ve hayretlerini belirterek: "Ey rabbimiz, bunlar sana nasıl
isyan edebilirler? Halbuki sen onlann yaratıcısısm" demişler. Allah teala
da onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim." demiştir. Yani,
bu tür itaatsizlikler, o yaratacağım varlıklardan da meydana gelecek, sizin,
bana itaat eder gördüğünüz bazı varlıklardan da zuhur edecektir." demek
istemiştir. Bu son cümle İblise işaret etmektedir. Böylece Allah teala,
meleklerin bilgilerinin, kendi bilgisine göre eksik olduğunu beyan etmiştir.
Başka bir kısım
âlimler de demişlerdir ki: "Melekler" Orada bozgunculuk yapacak ve
kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" şeklindeki sorulanın, rableri-nin
yaptığı bir işe itiraz için değil meselenin mahiyetini öğrenmek için sormuşlar,
bir de kendilerinin, Allahi teşbih ettiklerini bildirmek için
sormuşlardır."
Diğer bir bir kısım
âlimler de, meleklerin, bu sorularını, bilmedikleri bir şey hakkında,
kendilerine yol gösterilmesi için sorduklarını söylemişlerdir.
Taberi, Meleklerin
Allah tealaya: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratacaksın?" şeklindeki sorulannın hikmetinin, verilen haberin
mahiyetini öğrenme olduğunu söylemenin daha evla olduğunu açıklamıştır. Yani
melekler şunu demek istemişlerdir: "Ey rabbimiz, sen bize bildir, sen yeryüzünde
sıfatı bu olan birini halife yapıp ta halifeni seni haınd ile teşbih ve tenzih eden
bizlerden yapmayacak mısın?"
Taberi diyor ki:
"Burada melekler her ne kadar. Allanın, kendisine karşı gelecek birisini
yeryüzünde halife yapmasını garip karşılamtşlarsa da. Allanın bildirmiş olduğu
bu habere karşı çıkmamışlardır."
Diğer görüşlere gelince,
Allah teala meleklere, sıfatını beyan ettiği halifeyi yaratacağını
bildirdikten sonra bu hususta meleklere soru sorma izni verdiğini, meleklerin
de böyle bir halifenin yaratılacağına hayret ederek Allah tealaya soru
sorduklarını beyan eden görüş açık bir delili olmadığı için kabule şayan değildir.
Zira Allah tealanın kitabını izah etmekte herhangi bir delile dayanmayan bir
görüşü ortaya koymak caiz değildir.
Meleklerin, yeryüzüne
gönderilecek halifeyi, fesat çıkarmak ve kan dökmekle vasıflandırmalarının
sebebi Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Katadeden nakledildiği gibi.
daha önce Allah tealanın meleklere halifenin böyle olacağını bildirmiş
olmasından kaynaklanmış olabilir. Veya Dehhakın. Abdullah b. Abbastan
naklettiği ve Rebİ1 b. Enesten de nakledildiği gibi meleklerin, halifeyi bu
şekilde sıfatlandırmalarının sebebinin, yeryüzünde daha önce yaşadığı söylenen
cinlerin davranışlarından elde edilen bilgiler okluğu da söylenebilir. Yani
melekler rablerine: "Yeryüzünde daha önce yaşayan cinler gibi bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birisini mi yapatacaksın?" diye sormuşlardır. Böylece
melekler, geçmişteki bilgilerine dayanarak konuşmuşlar, gayba dair bir tahminde
bulunmamışlardır.
Yine İbn-i Zeyd'den
nakledildiği gibi, meleklerin bu soruyu, Allah leala-nm var ettiği bir
yaratığın. Allah tealaya nasıl isyan edebileceğine şaşarak sormuş olmaları da
muhtemeldir. Fakat biz, Dehhakın, Abdullah b. Abbaslan naklettiği rivayeti ve
İbn-i Zeyd'den nakledilen rivayeti makbul görmedik. Çünkü elimizde, bunların
güvenilir olduğunu beyan eden kesin bir delil yoktur. Bu kundan âyetin en güzel
te'vil şekli, Allah tealanın, meleklere, halifesinin ve onun soyundan gelecek
olanların, yeryüzünde bozgunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini bildirmesi
üzerine, meleklerin de, Allah tealaya: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan
dökecek birisini mi yaratacaksın?" diye sormuş olmaları şeklindeki
te'vildir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Allah tealanın meleklere, yeryüzünde
yaratacağı halifenin ve onun soyundan gelecek insanların bozgunculuk
çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini önceden bildirdiği nerede zikredilmekte ve
nasıl anlaşılmaktadır?" Buna cevaben denilir ki: "Meleklere bu
hususların bildirildiği âyetin: "... Bir zaman rabbîn meleklere
"Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." Kısmı ile
"Orada bozgnuculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?"
kısmı arasında, Allah tealanın, bu halife ve onun soyundan gelenler, yeryüzünde
bozgunculuk yapacak ve kan dökecekler." şeklinde gizli bir beyanının
bulunmasından anlaşılmaktadır. Kur'an-ı Kerimde ve Arap dilimle bu gibi
kısaltmalar pek çoktur. Biz bunu gözönünde bulundurarak bu te'vil şeklini
tercih ettik."
Âyet-i kerimenin
devamında: "Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz." Duyurulmaktadır.
Arapçada AHahı teşbih etmenin asıl mânâsı, Allahı, kendisine yakışmayan
sıfatlardan arındı nn ak ve o sıfatlardan beri olduğunu zikretmektir. Bu âyette
zikredilen "Teşbih etmek"ten neyin kastedildiği hakkında çeşitli açıklamalarda
bulunulmuştur.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerden nakledilen bir görüşe göre
buradaki: "Seni överek teşbih ediyoruz." ifadesinden maksat,
"Senin için namaz kılıyoruz." demektir. Buna göre melekler Allah için
namaz kıldıklarını bu ifade ile zikretmişlerdir. Bu hususta Said b. Cübyr'den
mürsel bir hadis rivayet edilmiştir.
Katadeye göre ise bu
âyette zikredilen "Tesbih"ten maksat demek ve Allahı teşbih
etmektir.
Taberi: "Halbuki
biz seni överek teşbih ediyoruz." ifadesinden naksadın. "Biz seni
överek ve sana şükrederek seni yüceltiyoruz." demek okluğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede
"Seni tenzih ediyoruz." diye tercüme edilen ifadesi zikredilmektedir.
Takdis'in asıl mânâsı, "Arındırmak ve yüceltmek"tir. Bu âyette
zikredilen, meleklerin takdis etmelerinden maksat, "Biz seni, sana yakışan
temiz sıfatlarla sıfatlandırır ve sana yakışmayan, kâfirlerin sıfatlandırdığı
temiz olmayan sıfatlardan da arındırırız." demektir,
Katade, meleklerin,
rablerini takdis etmelerinden maksadın, Allah için namaz kılmaları olduğunu,
Ebu Salih ve Mücahid ise Allahı ululamak ve yüceltmek olduğunu, İbn-i İshak
da. Allaha karşı gelmemek ve Allahm sevmediği bir şeyi yapmamak." demek
okluğunu söylemişler, Dehhak is, "Allahı arındırmak" demek olduğunu
zikretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Allahı takdis etmenin mânâsının, onun için namaz kıl-' mak ve onu yüceltmektir." diyenlerin
görüşü Allahı, kâfirlerin isnad ettikleri temiz olmayan sıfatlardan
arındırmaktır." diyenlerin görüşünün içinde bulunmaktadır. Zira Allah
için namaz kılmak ve Allahı ululamak, onu, kendisine, layık olmayan
sıfatlardan arındı mı ak demektir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Allah da onlara "Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi
bilrim." dedi. Buyurulmaktadır. Burada, Allah tealanın bildiğini, meleklerin
ise bilmediklerini beyan ettiği hususun ne olduğu hakkında farklı görüşler
zikredilmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, diğer bir kısım sahabiler ve Mücahide göre burada
zikredilen ve Allah tealanın bildiği, meleklerin ise bilmedikleri husustan
maksat, İblisin durumu ve içinde AUaha isyan etme duygusunu taşıması ve
gizlediği kibirdir. Allah bunu biliyordu melekler ise bilmiyorlardı.
Katadeye göre ise,
Allah tealanın bildiğini, meleklerin ise bilmediğini zikrettiği husustan
maksat, yeryüzüne gönderilecek halifenin soyundan Peygamberlerin, velilerin ve
salih kulların gelmesidir. Melekler, yeryüzünde yaratılacak olan halifenin ve
onun soyundan gelecek olan bütün insanların, orada bozgunculuk yapacaklarını
ve kan dökeceklerini zannetmişler, Allah teala da onları uyarmış, yaratacağı
halifenin soyundan itaatkâr kulların da çıkacağını, meleklerin ise bunu idrak
edemeyeceklerini bildirmek istemiştir.
Taberi, âyetin bu
bölümünün her iki görüşü de kapsar şekilde olduğunu izah etmiştir. Buna göre Allah
teala meleklere: "Ben sizin bilmediğiniz, İblisin durumunu ve halifenin
soyundan gelecek olanların hepsinin aynı olmadığını bilirim." demiştir. [109]
31- Allah
Âdeme bütün isimleri öğrettikten sonra onları meleklere göstererek şöyle dedi:
"Eğer doğru söylüyorsanız şunîarın isimlerini bana bildirin."
Allah Âdeme insan
soyunun, meleklerin ve her şeyin ismini öğretti. Sonra bu isimleri meleklere
göstererek şöyle dedi: "Ey meiekler, yeryüzünde sizi halife yaparsam beni
teşbih sedeceği.niz ve beni yücelteceğiniz, sizin dışınizda-kilerden halife
seçersem, onların soylarının bana isyan edecekleri, yeryüzünde bozgunculuk
çıkarıp kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunlann isimlerini bana
söyleyin."
Aslında melekler de,
Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığını ve yaptığı her işte hüküm ve hikmet
sahibi olduğunu çok iyi bilmekteydiler. Fakat Allah teaîa, onların da
bilmedikleri şeyleri Uz. Âdemin bildiğnini onlara göstererek, Hz. Ademin,
yeryüzünde halife olmaya onlardan daha layık olduğuna işaret buyurdu.
"Âdem" ismi,
Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Ebu Musa el-eş'arî ve diğer
bir kısım sahabilere göre kökünden türemiş bir kelime olup aslında
"Yüz" veya "Deri" anlamına gelmektedir. Hz.
Âdeme bu ismin verilmesinin sebebi, onun
toprağının, yerin yüzünden alınma-smdandır.
Abdullah b. Abbas,
Abüulah b. Mes'ud ve diğer bir k ısım sahabiierden, bu hususta şunları
söyledikleri rivayet edilmiştir: "Ölüm meleği olan Azrail, Âdemin
toprağını almak için yeryüzüne gönderilince O Âdemin toprağım, yemi yüzünden
çeşitli yerlerden aldı. Birbirine karıştırdı. Aldığı toprak, kırmızı, beyaz ve
siyah gibi renklerdeydi. Bu nedenle Âdemin soyundan gelen insanlar çeşitli
renklerde oldular. Âdeme de "Deri" ve "Yüz" mânâsına gelen
"Adem" adı verildi. Çünkü onun toprağı, yerin yüzü ve derisi
durumunda olan bir topraktı.
Ebu Musa el-Eş'ari ,
bu hususta Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.
"Şüphesiz ki
Allah Âdemi, yeryüzünün bütününden aldığı, bir avuç topraktan yarattı. Bu
sebeple Âdemin soyundan gelen evlatları, yeryüzünün şeklinde oldu. Onlardan
bazıları kırmızı, bazıları beyaz, bazıları siyah bazıları da bunlann arası bir
renkte oldu. Bazıları ovalar gibi yumuşak bazıları kayalar gibi sert, bazıları
kötü bazıları iyidir. [110]
Müfessirler, Allah
tealanın, önce Hz. Âdeme öğretip daha sonra da meleklere sorduğu isimlerden
neyi kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Said b. Cübeyr, Katade ve Hasan-ı Basriden nakledilen bir görüşe
göre burada, öğretildiği zikredilen isimlerden maksat, bütün eşyanın ismidir.
Bu huusta Dehhak, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmektedir.
"Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. Bu isimler bugün insanların,
varlıkları tanımak için kullandığı isimlerdir. Mesela: "İnsan, hayvan
yeryüzü, ova, deniz, dağ, merkep vb. şeylerin adları gibi isimlerdir."
Mücahid de: "Allah Ademe her şeyin ismini öğretmiştir. Hatta, karganın,
güvercinin ismini bile." Said b. Cübeyr: "Allah Âdeme her şeyin
ismini öğretmiştir, hatta devenin, sığırın, koyunun ismini bile."
demiştir. Said b. Mabed, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah Âdeme bütün eşyanın ismini öğretti. Çanak ve
çömleğin adını, hatta yellenmeyi bile
öğretti." demiştir.
b- Rebi' b.
Enes ise, burada Âdeme öğretilen isimlerden maksadın, meleklerin isimleri
olduğunu söylemiştir.
c- İbn-i
Zeyd de, Allah tealanın, Hz. Âdeme öğrettiği isimlerden maksadın. Âdemin
zürriyetinin isimleri olduğunu söylemiştir.
Taberi, âyet-i
kerimede geçen ve "Onlar" anlamına gelen zamiri kullanıldığından ve
bu zamirin de sadece insanlar ve melekler için kullanıldığından, buradaki
isimlerden maksadın, meleklerin ve Âdem soyunun isimleri olduğunu söylemenin
daha doğru olacağını ifade etmiştir.
Taberi, insan ve
melekler yanında, diğer varlıklar da kastedildiği zaman zamiri Kur'an-ı kerimde
kullanılmış ise de aslında bu zamirin insan ve melekler için kullanılması daha
doğru olduğundan, buradaki isimlerden maksadın meleklerin isimleri olduğunu
söylemenin de daha evla olacağını beyan etmiştir.
Taberi, Abdullah b.
Abbasın, "Buradaki isimlerden maksat, bütün eşyanın ismidir."
derken, Übey b. Kâ'b'ın bu âyeti şeklindeki kıraat a dayanarak söylemiş
olabileceğini beyan etmiştir. Buna göre zamiri zikredilmiştir. Bu zamir de
canlı ve cansız bütün varlıklar için kullanılan bir zamirdir.
Âyeti kerimede:
"Sonra onları meleklere göstererek şöyle dedi." Duyurulmaktadır.
Burada geçen "Onlar" ifadesinden maksat, daha önce de belirtildiği
gibi, Abdullah b. Abbas Abdullah b. Mes'ud, Katade ve Mücahide göre. bütün
eşyanın ismidir. İbn-i Zeyd'e göre. Âdemin soyundan gelen bütün insanların
ismidir.
Ayet-i kerimede:
"Eğer doğru söylüyorsanız." ifadesi zikredilmektedir. Müfessirler,
melekerin hangi hususta doğru söyledikleri meselesinde farklı görüşler
zikretmişlerdir.
Dehhakın Abdullah b.
Abbastan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, âyetin bu bölümünü şöyle izah
etmiştir: "Eğer sizler benim yeryüzünde halife yaratmayacağım sözünüzde
doğru söylüyorsanız şunlann isimlerini bana bildirin."
Ebu Mâlik ve Ebu
Salih'in İbn-i Abbastan, Mürrenin de İbn-i Mes'ud dan ve diğer bir kısım
sahabilerden naklettiğine göre, onlar âyetin bu bölümünü şu şekilde izah
etmişlerdir: "Sizler, Âdemoğuİlannın, yeryüzünde bozgunculuk yapacakları
ve kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunların isimlerini bana
bildirin."
Hasan-i Basri ve
katade ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Eğer sizler
benim yaratacağım her mahluktan daha bilgili olacağınız iddiamzda doğru iseniz
şunlann isimlerini bana bildirin."
Taberi bu izahlardan
ikinci izah tarzının daha isabetli olduğunu söylemiş ve bu izaha göre âyetin
mânâsının şöyle olduğunu izkretmiştir;"Ey, "Sen bizi bırakıp ta
yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat-caksın? Halbuki
biz seni överek teşbih edeyor ve tenzih ediyoruz." diyen melekler, eğer
sizler." Bizim dışımızda birini yeryüzünde halife yaparsan, onun soyu sana
isyan eder, yeryüzünde bozgunculuk yapar ve kan döker. Halifeyi bizden yapacak
olursan o halife sana itaat eder, emirlerine uyar ve seni teşbih ve tenzih
eder" iddianızda doğru iseniz, şunlann isimlerini bana söyleyin
bakayım." Eğer sizler, bunlar gözününüzn önünde mevcut oldukları halde
isimlerini bilemezseniz ve sizin dışınızda birisi de benim kendisine
öğretmemle bunları bilecek olursa, sizler gözünüzün görmediği ve henüz meydana
gelmeyen şeyleri nereden bileceksiniz? O hakle bilmediğiniz bir şeyi bana
sormayın. Çünkü ben sizin için de diğer yaratıklarım için de neyin daha uygun
olduğunu çok iyi bilmekteyim.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanın bu âyet-i kerimede meleklere sitem etmesi, oğlunun niçin
suda boğulduğunu soran Nuh'a, şu âyetlerde sitem etmesi gibidir.
""Nuh rabbinc nidc ederek "Ey rabbim, şüphesiz ki oğlum
ailemden-di. Senin, ailemi helak etmeme vaadin haktır. Sen de hükmedenlerin en
adilisin." dedi." "Allah şöyle dedi: "Ey Nuh, o senin
ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin
bîr şeyi benden isteme. Cahillerden olınayasın diye sana öğüt veriyorum."
"Nuh dedi ki: "Ey rabbim, bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir
şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez, rahmetinle
esirgemezsen hüsrana uğrayanlardan olurum. [111]Melekler
de hata ettiklerini anlayınca Allah'a tevbe etmişler ve şöyle demişlerdir: [112]
32- Melekler
ise şöyle dediler: Seni teşbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, her şeyi çok iyi bilensin, hüküm ve hikmet
sahibisin.
Ey rabbimiz, seni,
sana yakışmayan sıfatlardan arındırır, bize Öğrettiklerinin dışında hiçbir şey
bilmediğimize dair aczimizi beyan ederiz. Ey rabbimiz, gaybı ancak sen
bilirsin.Senin dışında hiçbir varlık bilemez. Sen, hüküm ve hikmet sahibisin.
Taberi diyor ki:
"Bu üç âyette, ibret almak isteyen kimse için ibretler, öğüt almak isteyen
kimse için öğütler vardır. Böyle olan insanlar, Allah teala-nm,Kur'an-ı kerimin
bu âyetlerinde, dillerin vasıflandırmaktan âciz kalacağı ince hikmetlerin
bulunduğunu görür. Zira Allah teala bu âyetleri, Yahudilerin içinde yaşayan Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in hak Peygamber olduğunu ispatlayan deliller olarak
zikretmiştir. Çünkü Resulullah, ancak Allah'ın bildinnesiyle bilinebilecek
gaybla ilgili haberler zikretmiştir. Böylece Yahudiler, Resulullah'ın
Peygamberliğinin doğru olduğunu itiraf etmiş olsunlar. Yine bu âyetler göstermektedir
ki bir kimse gerek geçmişe gerekse geleceğe ait herhangi bir haberi, Allah
kendisine bildirmeden ve habere dair elinde bir delil bulunmadan anlatacak
olursa o kimse kendi tahminlerine göre haber vermiştir ve rabbinin cezasını
hak etmiştir. Nitekim meleklerin, Hz. Ademin soyundan gelecek olan insanların,
dünyada bozgunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini bildirmeleri üzerine
Allah teala onları kınamış, onlar da hatalarını anlayarak affedilmelerini
dilemişlerdir. Bütün bunlar gösteriyor ki, gaybe ait bilgileri bildiğini iddia
eden kâhinlerin, müneccimlerin, falcıların ve insanın şekline bakarak birtakım
tahminlerde bulunan kişilerin sözleri asılsızdır, yalandır. [113]
33- Allah:
"Ey Âdem, eşyanın İsimlerini onlara bildir." dedi. Âdem de onlara
eşyanın isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, göklerin ve yerin gaybını
bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim
mi? dedi.
Allah: "Ey Âdem,
kendilerine gösterdiğim halde, isimlerini bilmedikleri şu eşyanın isimlerini o
meleklere bildir." dedi Âdem de o eşyanın isimlerini meleklere söyleyince
Allah onlara dedi ki: "Ey Melekler, ben size demedim mi ki, bütün göklerin
ve yerin gaybını ben bilirim. Onu benden başkası bilemez? Ben, sizin dilinizle
açıkça söylediklerinizi de bilirim, içinizde gizleyip söylemediklerinizi de.
Bana hiçbir şry gizli kalmaz.
* Âyet-i kerimeden
anlaşılmaktadır ki Allah teala meleklere, kaza ve kaderi bilemeyeceklerini,
gayba ait bilgiler kendilerine biklirümedikçe onu kavra-yamayacaklannı beyan
etmektedir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve Said b. Cübeyr'e göre, onların dilleriyle açıkladıkları
sözleri: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi
yaratacaksın?" demeleriydi. Gizledikleri şey ise, özellikle İblisin içinde
sakladığı şey, kibirinden dolayı Allah'ın emirlerine boyun eğmeme duygusuydu.
Katade ve Hasan-ı
Basriye göre ise, meleklerin içlerinde gizledikleri şey, Hz. Âdemin
yaratılışını görünce: "Allah bizden daha üstün bir yaratık var etmeyecektir."
demeleridir.
Rebi' b. Enesten rivayet
edildiğine göre, onların gizledikleri şey, "Rabbi-miz bizden daha bilgili
ve daha üstün bir varlığı katiyyen yaratmayacaktır." şekîindeki
düşünceleridir.
Fakat onlar sonunda,
Allah'ın, Hz. Âdemi, ilimde ve değerde onlardan üstün kildığnı anladılar.
Taberi, birinci
görüşün tercihe şayan olduğunu, zira İblisin böbürlendiğinin daha sonraki
âyetlerde beyan edildiğini söylemiş, ikinci ve üçüncü görüşün ise güvenilir
delillere dayanmadığından tercihe şayan olmadığım bildirmiştir. [114]
34- Yine bir
zamanlar meleklere: "Âdeme secde edin." demiştik, bunun üzerine
onlar Âdeme secde ettiler. İblis hariç, O diretti, büyüklük tasladı ve
kâfirlerden oldu.
Yine bir zaman
meleklerimin, Âdeme secde etmelerini istedim. Melekle-nn hepsi Ademe secde
ettiler. Fakat İblis ona secde etmekten çekindi. Bana itaat etmekten
kibirlendi ve nimetime nankörlük edenlerden oldu.
Taberi bu âyet-i
kerimenin önceki âyetlerle irtibatını şöyle izah etmiştir: Allah teala,
Resulullah'ın hicret ettiği Medine'nin çevresinde yaşayan Yahudilere ve
onların atalarına verdiği nimetleri hatırlatmakta, onlara demektedir ki:
"Yeryüzünde yars.tığım bütün şeyleri sizin faydalanmanıza tahsis ederek,
atanız Âdemi yen üzündc halife yapıp onu üstün kılarak ve bütün melekleri ona
sccüc ettirip onu yücelterek size ve atanıza lütfettiğim nimetleri hatırlayın.
Böylece azgınlık ve sapıklıkta inat etmekten vaz geçin, kurtuluş yoluna
yönelin. Aksi takdirde sizler de İblis gibi, Allah'ın cezasına çarptırılırsınız
Meleklerin âdeme secde
etmeleri, ona ibadet için değil saygı göstermeleri ve Allah'ın emrine itaat
etmeleri içindir.
Buradaki
"İblis" kelimesi "İblas" kelimesinden türetilliş bir
kelimedir. "Hayırdan., pişmanlıktan ve üznütüden kesilmiş, hayırı
olmayan" anlamına gelir. İblisin meleklerden olup olmadıağı hususunda
ihtilaf edilmiştir. İhtilaf edilen çeşitli görüşleri şöylece özetlemek
mümkündür.
a- Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, diğer bazı sahabiler, Said b. el-Müseyyeb, Katade
ve Muhammed b. İshak, İblisin, meleklerden birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu
hususta Dehhak, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivayet etmiştir:
İblis, meleklerin kabilelerinden biri olan "Cin" kabilesin-dendir.
Meleklerin bu kabilesi, vücudun gözeneklerinden nüfuz edebilecek bir ateşten
yaratılmıştır. Bu kabileden olan İblis'in adı "Haris" idi. O,
cennetin bekçilerinden birisi idi.
Bu kabilenin haricindeki melekler ise nur'dan yaratılmışlardır. Kuran-ı
kerimde zikredilen cin'ler ise, dumansız alevden yaratılmışlardır.
Tavus da Abdullah b.
Abbastan şunları rivayet etmiştir: "İblis, isyan etmesinden önce
meleklerdendi. İsmi "Azazil" idi. O, yeryüzü sakinierindendi.
Meleklerin en çalışkan ve en bilgili idi. Onu, kibirlenmeye bu durumu sürüklemişti.
Ve o, "Cin" diye adlandırılan bir kabiledendi. Ebu Mâlik ve Ebu Salih'in,
Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'ud ve diğer bazı
sahabiler-den naklettiklerine göre, onlar, İblis hakkında şunları
söylemişlerdir: İblise dün-. ya semasının mülkü verilmişti. O, meleklerin,
"Cin" diye adlandırılan bir kabi-lesindendi. Çin'lere bu adın
verilmesinin sebebi de onların, cennetin bekçileri olmalanndandı. İblis, hem
dünya semasının idarecisi hem de cennetin bekçile-rindendi. Muhammed b. İshak
da cinlere bu adın verilmesinin sebebinin, insanların gözüne görünmemeleri olduğunu
söylemiştir. Bir âyet-i kerimede"... İblis hariç, O, cinlerdendi. [115]buyurulmaktadır.
Bunun mânâsı, "O meleklerdendi." demektir. Zira melekler,
görülmedikleri için onlara "Cin" denmiştir.
Bir âyet-i kerimede:
"Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı kur-•dular. Şüphesiz ki
cinler de o müşriklerin, Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını bilirlcr.. [116]
buyurulmaktadır. Burada "Cinler" ifadesinden de meleklerin
kastedildiği muhakkaktır. Zira Kureyşliler, meleklerin, Allah'ın kızları olduklarını
iddia ediyorlardı.
b- Hasan-i
Basri, Şehr b. Havşeb ve İbn-i Zeyd, İblisin, meleklerden olmadığını
söylemişlerdir. Bu hususta Hasan-ı Basrinin şöyle söylediği rivayet
edilmektedir. " İblis, hiçbir an meleklerden olmamıştır. Âdem insanların
atası okluğ gibi o da cinlerin atasıdır. Onlar da Âdemoğullan gibi doğum
yoluyla çoğalırlar. Şehr b. Havşeb ise şöyle demiştir: "İblis, meleklerin
kovaladığı cinlerdendir. Bazı melekler İblisi esir edip onu göğe
götürmüşlerdir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Melekler cinlerle savaşıyorlardı. İblis, küçükken'esir alındı. O,
meleklerle beraber bulunuyor ve onlarla birlikte Allah'a ibadet ediyordu.
Meleklere, Âdeme secde etmeleri emredilince hepsi secde etti. İblis ise
diretti. Bu nedenle Allah, "İblis hariç. Çünkü o, cinlerdendi. [117]buyurdu.
İblisin meleklerden
olmayıp Cinlerden olduğunu söyleyenler de delil olarak şunları
zikretmişlerdir:
a- İblis,
melkelerden olsaydı Allah tealaya isyan etmezdi. Çünkü Allah teala melekler
hakkında "Allah'ın emrine karşı gelmeyen, verilen emirleri olduğu gibi
yerine getiren melekler vardır. [118]
buyurmaktadır.
b- Melekler
evlenmezler ve çocuk sahibi olmazlar. İblisin ise soyu vardı. Bu hususta Allah
teala şöyle buyurmaktadır: "Beni bırakıp ta İblisi ve soyunu mu ortaklar
ediniyorsunuz? [119]
c-
Meleklerle cinlerin yaratılış özellikleri farklıdır. Melekler nurdan yaratılmışlardır.
Cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Melekler nurdan
yaratılmış, cinler de saf ateşten yaratılmışlardır. Âdem is size vasfedildiği
şekilde yaratılmıştır. [120] Âyet-i kerimede de:
"Allah, cinleri de dumansız saf ateşten yarattı. [121]
buyurulmaktadır. İblisin kendisi de Kur'an-ı kerimin beyanına göre, Hz. Âdeme
secde etme emrine itiraz ederek" şöyle demiştir: "Ben ondan
hayırlıyım. Çünkü beni ateşten onu ire çamurdan yarattm. [122]
İblis kendisini bizden daha iyi bilmektedir. Kur'an da bunun böyle olduğunu
şöyle açıklamaktadır. "Cinleri de daha önce, insan vücudunun
gözeneklerinden geçebilen bir ateşten yarattık. [123]
d- Kur'an-ı
Kerim, Kehf suresinde, İblisin, Cinlerden biri olduğunu açıkça beyan
etmektedir. "Hani bir zaman biz meleklere: "Âdeme secde edin."
demiştik de İblisin dışında bütün melekler secde etmişlerdi. Cinlerden olan
İblis ise rabbinin emrinden çıkmıştı. [124] Bu
ifade, İblisin meleklerden olmadığını açıkça göstermektedir.
Taberi, Allah tealanm,
meleklerin bir kısmını nurdan, diğer bir kısmını ateşten yarattığının
söylenemeyeceğini, ayrıca meleklerin nurdan yaratıldığına dair açık bir nass
bulunmadığını beyan etmiş, meleklerin bir kısmının evlenip çoğalacaklarını
söylemenin de onları melek olmaktan çıkarmayacağını, bu nedenle birinci görüşü
tercih etmenin daha uygun olacağını söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "İblis hariç o diretti." buyurulmaktadır. Bu-. un mânâsı:
"İblis, Ademe secde etmemekte diretti. Allahın emrine boyun eğmeye karşı
böbürlendi ve büyüklük tasladı." demektir.
Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu âyet-i kerime, özellikle İblisi zikrediyorsa da,
Allah'ın emir ve yasaklarına, böbürlenerek boyun eğmeyen ve Allahın.
birbirlerine karşı, yerine getirmelerini emrettiği vazifeleri yerine getirmeyen
herkesi de kapsamına almaktadır.
Allahın emirlerine
boyun eğmeyen ve ona itaate teslim olmayan ve başkalarına karşı olan
vazifelerini yerine getirme hükmüne razı olmayan kavimlerden biri de
Yahudilerdir. Yahudiler, Resulullah'ın hicret ettiği topraklarda yaşamalarına,
hahamlarının. Resulullah'ın sıfatlarını daha önceden bildirdikleri için onun
hak peygamber olduğunu anlamalarına rağmen, onun Peygamberliğini kabul etmeye
karşı böbürlenmişler ve sırf kıskançlıklarından dolayı Allah'ın emirlerine
boyun eğmemişlerdir. İşte Allah teala, kıskanması ve kibiri yüzünden Ademe
secde etmeyen İblisi bu Yahudilere örnek göstererek onların da kıskanma ve
böbürlenmelerinden dolayı, Hz. Muhammedin (s.a.v.) hak Peygamber olduğunu
itiraf etmediklerini bildimnekte, onları da, İblis gibi cezalandırılmakla
tehdit etmektedir.
iblis, Allah'ın
kendisine verdiği, nimetlere karşı nankörlük etmiş, rabbinin emrine boyun
eğmemiş, Yahudiler de kendilerine ve önceki atalarına verilen kudret helvası ve
bıldırcın eti gibi çeşitli nimetlere karşı nankörlük etmişler. Hzf Muhamed'in
hak Peygamber olduğunu kabulienmemişlerdir. [125]
35- Ve şöyle
demiştik: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden
hol boy yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Biz, Âdemi yarattıktan
sonra ona şöyle demiştik: "Ey Âdem, eşinle birlikte cennette yaşayın.
Oradaki nimetlerden bol bol yeyin. Orada ne güçlük vardır ne de yorgunluk.
Cennetin neresinden dilerseniz oradan yeyin. Yalnız oradaki ağaçlardan belli
bir ağaca yaklaşmaym.Yoksa Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşan, zalim
kimselerden olursunuz.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, İblis, Âdeme secde etmeye karşı
kibirlenmesinden sonra cennetten çıkarıldı. Fakat o, yeryüzüne inmeden önce
Âdem cennete yerleştirildi." diyen görüş isabetlidir. Bu hususta Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerin şöyle dedikleri
rivayet edilmektedir: "Allah düşmanı İblis, Allahın lanete uğratmasından
ve onu cennetten çıkarmasından sonra ve yeryüzüne inmeden Önce, Allahın yüceliğine
yemin ederek, Allahın ihlaslı kullan hariç, onun soyundan gelenleri ve eşini
mutlaka azdıracağını ve yoldan çıkaracağını söylemiştir. Allah da Âdeme bütün
isimleri öğretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Müfessirler, Hz. Âdemin zevcesinin ne zaman yaratıldığı hakkında farklı
görüşler zikretmişlerdir:
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerden nakledildiğine göre İblis,
lanete uğratıldıktan sonra cennetten çıkarıldı. Buna mukabil Âdem cennete
yerleştirildi. Âdem cennette, kendisiyle beraber olacak bir eşi olmaksızın
yalnız başına dolaşıyordu... Bir zaman uykuya daldı. Sonra uyandı. Bir de ne
görsün, başucunda bir kadın oturuyor. Allah o kadını Ademin kaburgasından
yaratmıştı. Âdem kadına: "Sen kimsin?" dedi. O, "Ben bir kadınım."
dedi. Âdem: "Niçin yaratıldın?" diye sordu. Kadın: "Sen benimle
birlikte yaşayasın diye" dedi.
Melekler, Âdemin
ilminin derecesini ölçmek için "Ey Adem bu kadının ismi ne?" dediler.
Âdem: "Havva" dedi. Melekler: "Niçin Havva diye adlandırıldı?"
dediler. Âdem: Çünkü o, diri bir varlıktan yaratıldı." dedi. Allah teala
Âdeme: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol
bol yeyin." dedi. Bu rivayetten anlaşıldığı gibi Hz. Havva, Hz. Âdem
cennete yerleştirildikten sonra yaratılmış ve Hz. Âdemin onunla birlikte
yaşaması için var edilmiştir.
İbn-i îshak ise Hz.
Havvanm. Âdemin cennete yerleştirilmesinden önce yaratıldığını söylemiştir.
Seleme, İbn-i İshakın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, İblisi
kınadıktan sonra Âdeme yönlendi. Ona bütün isimleri öğretmişti ve ona: "Ey
Âdem, şunların isimlerini onlara bildir." dedi. Adem de onlara o şeylerin
isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, göklerin ve yerin gaybını bilirim
ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi?
Dedi. [126]
Sonra Allah Âdemi
uyuttu. Âdemin sol kaburgalarından birini aldı. Yerine et doldurdu. Âdem uykusuna
devam ediyordu ve uyanmamıştı. Nihayet Allah, Âdemin o kaburga kemiğinden eşi
Havvayi yarattı ve Âdem onunla yaşasın diye tam bir kadın haline getirdi.
Allah Âdemden uykuyu kaldırınca Âdem uyandı. Havyayı yanında gördü ve ona
şöyle dediği rivayet edildi: "Benim etim ve benim kanımdan benim
eşim." Böyle dedi ve onunla sükunete kavuştu. (En doğrusunu Allah bilir).
Allah teala Âdemin
bizzat kendi vücudundan, onunla birlikte yaşayacak birini yarattıktan sonra
ona: "Ey Âdcm,sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol
bol yeyin, yalnız şu ağacva yaklaşmayın yoksa zalimlcrr-den olursunuz."
dedi.
Âyet-i kerimerde
zikredilen ve "bol bol" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı
"Bol yaşantı ve sahibini yormayan rahat geçim." demektir,
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud kelimesini "Rahat yaşantı" anlamında izah
etmişler, Mücahid "Hesap sorulmayan bir hayat" şeklinde açıklamşıtır.
Âyet-i kerimede"
Şu ağaca yaklaşmayın" Duyurulmaktadır. Taberi diyor ki: "Arapçada
"Ağaç" diye tercüme ediilen kelimesi, sapı üzerinde dikili duran her
ağaç için kullanılır.
Müfessirler, Hz.
Âdemin, meyvesini yemesi yasaklanan bu ağacın hangi ağaç olduğu hakkında farklı
görüşler zikretmişlerdir:
Abdullah b. Abbas, Ebu
Mâlik, Atıyye, Katade, Muharip b. Dinar ve Hasanı Basriye göre bu âyette
zikredilen "Ağaç"tan maksat, "Başak" demektir. Bu sebeple
Allah Teala, başağı, dünyada Âdemin soyundan gelen insanlara rızık kılmıştır.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, diğer bir kısım sahabiler, Süddi, Câde b. Hubeyre, Said b. Cübeyr
ve Muhammed b. Kays'a göre bu ağaçtan maksat, "Üzüm ağacı" demektir.
İbn-i Cüreyc ise, bir
kısım sahabilerin, bu ağacın "İncir ağacı" olduğunu söylediklerini
rivayet etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Bu ağacın hangi ağaç olduğunu gösteren açık bir deil yoktur. Allah
tealanın, bu ağacın hangi ağaç olduğunu bize biidirmemesinden anlaşılıyor ki
bunu bilmek zaruri bir şey değildir. Eğer böyle bir zaruret olsaydı Allah teala
onu bize mutlaka bildirirdi. Bu sebeple bu ağacın şu veya bu ağaç olduğunu
söylemek yerine, Allah'ın, meyvesinin yenmesini Âdeme yasakladığı herhangi bir
ağaç olduğunu söylemek daha doğrudur.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Yoksa zalimlerden olursunuz" Duyurulmaktadır. Bunun
mânâsı, "Eğer ağaca yaklaşacak olursanız, sizler, kendisine izin verilmeyen
şeye saldıranlardan ve sının aşanlardan olursunuz." demektir. Arapçada
"Zulüm" kelimesinin asıl mânâsı "Bir şeyi yerine koymamaktır. [127]
36- Şeytan
oradan her ikisinin de ayağını kaydırdı ve onları, içinde bulundukları nimetten
çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak (yeryüzüne) inin. Sizin için
orada belirli bir zamana kadar kalma ve geçim İmkânı vardır." dedik.
Şeytan onları hataya
düşürerek, oradan her ikisinin <le ayağını kaydırdı ve Allah'a itaattan
alıkoymaya çalıştı. Böylece Âdemi ve eşini, içinde bulundukları bol ve rahat
yaşayıştan ve cennetin geniş nimetlerinden çıkarıp ayırdı. Biz de:
"Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Size yeryüzünde, içinde
istikrar bulup kalacağınız meskenler ve dünyanın sonu gelinceye kadar,
lezzetler, ziynetler, yeyip içme ve faydalanma imkânı da vardır." dedik.
Müfessirler, İblisin,
Hz Âdem ve Havvanm ayaklarını nasıl kaydırdığı, onlan hataya nasıl sürüklediği,
cennetten kovulduktan sonra tekrar oraya nasıl girip Hz. Âdem ve Hz Havva ile
nasıl muhatap olduğu ve onlara vesvese verdiği hususnda özetle şunları
zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud gibi sahabiler, Vehb b. Mü-nebbih ve Rebi' b.
Enes gibi Müfessirler, İblisin cennetten kovulmasından sonra, yılanın ağzına
veya kamına girerek tekrar cennete girdiğini ve orada önce Hz. Havvayı sonra da
Hz. Âdemi aldatarak, kendilerine yasaklanan ağaçtan yemelerine ve dolayısıyle
cennetten çıkarılmalarına sebep olduğunu söylemişlerdir.
b- İbn-i
İshak ise, İblisin cennete, Allah'ın ona verdiği özel bir güçle girdiğini
söylemiştir. İbn-i İshak demiştir ki: "İblis, Âdemin soyundan gelen insanlara,
görünmeden nasıl yaklaşıyor ve vesvese veriyorsa Âdeme de o şekilde yaklaşmış
ve görünmeden vesvese vermiştir."
Taberi, İblisin
cennetten kovulmasından sonra tekrar Hz. Adem ve Hav-vaya ulaşma yolunun,
müfessirlerin rivayet ettikleri yılan vasıtasıyla olabileceğini söylemiş,
İbn-i İshakın zikrettiği izahın bir çok ilim adamı tarafından rivayet edilen
nakilleri bertaraf edemediğini söylemiştir.-
Bu konu hakkında Vehb
b. Münebbih'in şunlan söylediği rivayet edilmektedir: "Allah teala Âdemi
ve zevcevsini cennette yerleştirip Âdeme, belli bir ağacın meyvesinden yemesini
yasakladı. Bu ağaç, dallan birbirine girmiş bir ağaçtı. Melekler bunun
meyvesini, ebedi olarak yaşamak için yerlerdi. Ailah teala işte bu ağacın
meyvesini Hz. Âdeme yasaklamıştı. İblis, Hz. Âdem ile Hz. Havvanm ayaklarım
kaydırmak isteyince yılanın karnına girdi. Yılan, dört ayaklı bir hayvandı. O,
Allahıın yarattığı en güzel bir hayvandı, sanki o, Horasan develeri gibi idi.
Cennete girince İblis karnından çıktı. Allah tealanm, Hz. Âdem ve Havvaya
yasakladığı ağaçtan ahp Havvaya götürdü ve ona: "Bak bu ağaca kokusu ne
hoş, tadı ne kadar iyi ve rengi ne güzel," dedi. Âdem de ondan yedi. Bunun
üzerine her ikisinin de avret yerleri birbirlerine göründü. Âdem ağacın içine
girdi. Rabbi ona: "Ey Âdem nerdesin? dedi. Âdem : "burdayım ey
rabbim." dedi. Allah teala: "Çıkmıyor musun?" dedi. Âdem:
"Ey rabbim senden utanıyorum." dedi. Allah teala: "Senin,
kendisinden yaratıldığın toprağa lanet edilmiştir. Öyle ki o toprağın
meyveleri dikene dönüşecektir." dedi.
Allah teala sonra Hz.
Havvaya şöyie dedi: "Benim kulumu sen aldattın. Sen her gebe kaldığında
istemeyerek ve zahmetle gebe kalacaksın. Karnında bulunanı doğurmak
istediğinde de bir kaç defa, ölümden döner gibi doğuracaksın." Yılana ise
şöyle dedi: "Mel'un şeytan, senin karnında içeri girdi ve kulumu aldattı.
Sen de lanete uğratıldın? Öycl lanetlendin kî, ayakların karnına girdi. Senin
rızkın sadrecc toprak oldu. Sen Âdemoğlunun düşmanısın. Onlar da senin
düşmanındır. Onlardan biriyle karşılaştığında onu kovalarsın. Onlardan biri
seninle karşılaştığında ise senin başını ezer."
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerin ise bu hususta özetle şunlan
söyledikleri rivayet edilmektedir: "Allah teala Hz, Ademe: "Ey Âdem,
sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yeyin, yalnız şu
ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz." deyince İblis cennette
Âdem ile Havvanın yanma gitmek istedi. Cennetin bekçileri ona engel oldular.
Bu defa İblis, yılana gitti. Yılan, deveye benzeyen dört ayaklı bir hayvandı.
O, en güzel hayvanlardan biriydi. İblis yılana, ağzına girerek cennete
gitmesini ve Âdeme ulaşmasını teklif etti. Yılan onu ağzına aldı cennete
girerken bekçiler, İblisin, yılanın ağzında olduğunun farkına varamac ı-lar.
İblis yılanın ağzında iken Âdeme konuştu. Âdem onun sözlerine aklınr etmedi.
İblis bu defa dışarı çıktı ve "Ey Âdem sana, ebedilik ağacını ve yok olmayan
bir mülkü göstereyim mi?" dedi. [128]Ayrıca
İblis, Âdem ve Havvya
"Ben, ikinize de
nasihat edenlerdenim." diye yemin etti. İblis bunu yaparken Âdem ve
Havvaya, örtülü olan edep yerlerini göstennek istiyordu. Bu da onların
elbiselerini yok etmesiyle gerçekleşecekti. İblis, Âdem ve Havvanın avret
mahalleri bulunduğunu, meleklerin kitaplarından okumuş ve öğrenmişti. Âdem bunu
bilmiyordu. Ademle Havvanın elbiseleri tırnak'tandı. Âdem, o ağaçtan yemedi.
Havva ise ileri atılıp yedi ve Âdeme "Ey Âdem sen de ye. Çünkü ben yedim
bana zarar vermedi." dedi. Âdem de yeyince her ikisinin de avret mahalleri
birbirlerine göründü. Bu sefer cennet yapraklanyla üzerlerini örtmeye
başladılar.
Bu mesele ile ilgili
olarak İbn-i İshak da özetle şunlan söylemiştir: "İblis Âdeme ve eşine,
Allah'ın Âdemi ve onun soyundan gelenleri imtihan etmek için ona verdiği bir
güçle ulaşmıştır, öyleki, İblis kendisine verilen bu güçle Âdemoğluna uykusunda
da gelebilir, uyanık ikende. Dilediği zaman ona yaklaşır ve onu günah işlemeye
davet eder, nefsini şehevani şeylere çeker. Halbuki Âdemoğlu onu gönnez.
Nitekim Allah teala, âyetlerinde şöyle buyunnuştur: "Şeytan onlara,
kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi ve şöyie
dedi: "Rabbiniz size bu ağacı, sadece ikiniz de melek olmayasınız veya
cennette ebedi olarak kalmayasınız diye yasakladı." "Ey Adcmoğulları,
Şeytan, atalarınızı avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini
soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü şeytan ve taraftarları,
sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz ki biz, şeytanları, inanmayanların
dostları yaptık. [129]Yine Allah teala Hz.
Muhammed (s.a.v.)e: "Ey Muhammcd, de ki: "Cin ve insanlardan olan ve
insanların kalblcrînc vesvese veren, o sinsi vcrvcsccinin şerrinden, insanların
rabbi, insanların maliki ve insanların mabudu olan Allah'a sığını[130]
buyurmuştur. Resulullah da:
"Şüphesiz ki
şeytan, Âdcmoğlunda kanın dolaşımı gibi dolaşır." buy-rumuştur. [131]İbn-i
İshak sözlerine devamla şöyle demiştir: "Âdemoğlunun, Allah düşmanı İblis
ile durumian ne ise, Hz Âdemin de İblis ile dununu öyle olmuştur. Öyle ki,
İblis, Âdemin soyuna görünmeyerek nasıl yaklaşıyorsa Ademe de cennette öyle
yaklaşmıştır."
Daha önce de
belirtildiği gibi Taberi, îbn-i İshak in bu izahını benimsememekte, sahabi ve
tabiinden rivayet edilen Önceki grüşleri daha evla görmekte ve İblisin cennete
belli bir vasıta ile girdiğini söylemenin daha isabetli olacağı kanaatindedir.
Âyeti kerimede
"İblis onları içinde bulundukları nimetten çıkardı.buyurulmaktadır.
Aslında Hz. Âdem ile Havvayı, içinde bulundukları nimetlerden çıkaran Allah
tealadır. Fakat onların çıkmalarına İblis sebep oîduğ için çı-kama işi, mecazi
olarak ona insad edilmiştir.
Âyet-i kerimede
"yeryüzüne inin" buyurulmaktadir. Bu emrin Âdem ve Havvaya verildiği
hususunda ittifak edilmekle beraber bunların dışında daha başka nelere ve
kimlere verildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Siiddi ve Ebu Salih, âyette geçen "İnin" emrinin, Âdeme, Havvaya, İblise
ve ayaklan kesilen yılana verildiğini söylemişlerdir.
Mücahid, Ebuî Âliye ve
İbn-i Zeyd ise bu emrin Âdme, İblise ve onların soylarından gelecek olanlara
verildiğini söylemişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Birbirinize düşman olarak" ifadesi zikredilmektedir. Taberi diyor
ki: "Âdem ve zevcesi ile İblis ve yılanın, aralarındaki düşmanlığın nasıl
olduğu ve nereden kaynaklandığı sorulacak olursa cevaben denilir ki: "İblisin,
Âdeme ve zürriyetine düşmanlığı. Âdemi kıskanmısımlan ve Allanın ona
"Secde et" emrine isyan etmesinden ve böbürlenmesindendir. Âdemin ve
zürri-yetinin, İblise karşı düşmanlığı ise, İblisin, Allanın emrine karşı
gelerek ona isyan etmesindendir. Âdem ve onun soyu ile yılan arasındaki
düşmanlık ise, yılanın şeytanı cennete sokarak Âdemin ayağının kaymasına sebep
olmasındandır. Yılanın insanoğluna düşman olduğu ve onunla ilk' savaşı
başlattıktan sonra bir daha barış yapılmadığını beyan eden şu hadisi şeriflerde
Peygamber efendimiz buyurmuştur ki:
"Biz, onlarla
savaştığımı?, zamandan beri bir daha banşmadsk. Kim onlardan birini korkarak
bırakacak olursa o bizden değildir, [132]
"Bütün yılanları
öldürün. Kim onların intikam alacağından korkar-sa o benden değildir. [133]
"Kim yılanların
takibcdeccklerindcn korkarak onları bırakacak olursa o bizden değildir. Biz,
onlarla savaştığımız andan beri bir daha ba-rışmamışızdır. [134]
Âyet-i kerimede:
"sizin için yeryüzünde kalma vardır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden
maksat, Ebul Âliye ve Rebi' b. Enes'e göre, yeryüzünde insanların karar kılıp
yaşamalarıdır.
Abdullah b, Abbas ve
Süddiye göre ise, kabirde kalmalarıdır.
Taberi,
"Kalma" diye tercüme edilen keHmesinin Arapçada "Karar kılma
yeri" mânâsına geldiğini âyet-i kerimenin de. Âdemin ve soyunun cennetteki
ve semadaki yerlerine ilaveten dünyada da karar kılacak yerleri ve evleri
olacağını bildirdiğini söylemiştir.
"Belli bir zamana
kadar" ifadesinden maksat ise, Süddiye göre "Ölünceye kadar"
demek. Mücahide göre "Kıyamet kopuncaya kadar" demek, Rebi1 b. Enes'e
göre ise "Belli bir vadeye kadar" demektir.
Taberi "Kıyamete
kadar" şeklinde izah etmenin, âyetin genel ifadesine daha uygun düştüğünü
söylemiştir. [135]
37- Âdem,
rabbinden kelimeler aldı. (günahının bağışlanmasını istedi) Allah da tevbesini
kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, merhamet sahibidir.
Allah Âdeme bir kısım
kelimeler telkin etti. Âdem de onları rabbinden alıp kabul etti ve o
kelimelerin gerektirdiği gibi amel etti. O kelimeleri söyleyerek ve ifade
ettiği hükümleri yerine getirerek rabbine tevbe etti. Allah da Âdemin kabul
edip söylediği o kelimelerle pişmanlığını ve tevbesini kabul etti. Allah,
tevbeleri çokça kabul eden ve çokça merhamet edendir.
Hz Âdemin, Aİlah
tealadan alarak tevbe etmek için söylediği kelimelerin neler oldukları
hakkında çeşitli görüşler zikredilmiştir.
a- Hasan-ı
Basri, Mücahid, Katade ve İbn-i Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre Hz. Âdemin
rabbinden aldığı kelimeler, Allah tealanm, âyette zikrettiği şu kelimelerdir:
"Âdem ve zevcesi,, rablerine şöyle yalvardılar" Ey rabbimiz, biz
kendimize zulmetik. eğer sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, şüphesiz hüsrana
uğrayanlardan oluruz. [136] Taberi bu görüşün, âyete
dayandığından dolayı tercihe şayan olduğunu, bunun dışında zikredilenlerin
güvenilen delillere dayanmadıkları için tercih edilemeyceklerini söylemiştir.
b- Said b.
Cübeyr, Abdullah b. Abbasın, Hz. Âdemin rabbinden aldığ bu sözlerin şunlar
olduklarını söylediğini beyan etmiştir: "Âdem, ey rabbim, beni sen kendi
elinle yaratmadın mı?" demiş Allah da: "Evet" demiştir. Âdem:
"Ey rabim, sen bana ruhundan liflemedin mi." demiş Allah da:
"Evet" demiştir. Âdem: "Sen beni cennetine yerleştirmedin mi?
" demiş Allah da: "Evet" demiştir. Âdem: "Ey rabbim,
rahmetin gazabını geçmiş değil midir?" demiş, Allah: "Evet"
demiştir. Âdem: "Eğer ben tevbe eder kendimi düzeltirsem sen beni tekrar
cennete döndürür müsün?" demiş Allah: "Evet" demiştir. Bu görüş,
Katade, Ebuİ Âliye ve Süddiden nakledilmektedir.
Ubeyd b. Umeyr ise,
Hz. Âdemin, Allah'tan aldığı sözlerin şunlar oldu-ğunğunu söylemiştir: Âdem:
"Ey rabbim, benim işlemiş olduğum bu hatayı, benim alnıma beni yaratmadan
önce sen mi yazdın, yosak bunu ben kendim mi icadettim?" dedi. Allah:
"bunu, seni yaratmadan önce ben yazdım." dedi. Adem: "Bunu bana
yazdığın gibi tevbemi kabul et ve beni affet." dedi.
Abdurrahman b. Yezid
ise Hz Âdemin, rabbinden aldığı kelimelerin ve tevbe ediş şeklinin şöyle
olduğunu söylemiştir: Âdem "Ey Allahım, senden başka hiçbir ilah yoktur.
Ben seni hamd ile teşbih ederim. Senden af diler ve sana tevbe ederim. Sen
benim tevbemi kabul et. Zira sen, tevebeleri çokça kabul edensin ve çok
merhamet sahibisin." demiştir.
Ayet-i kerimede Allah
talanın, Hz Âdemin tevbesini kabul ettiği zikredilmektedir. Kul'un, rabbine
tevbe etmesi, Allah'ı gazaplandıran davranışlardan vazgeçip rabbine itaate yönelmesi
ve onu razı etmeye çalışmasıdır. Allah teala-nın, kulun tevbesini kabul etmesi
ise, kul'a tevbe etmeyi asibetmesi, ona gazap etmekten vaz geçip ondan razı
olması, cezalandırmayı bırakıp onu affetmesidir. [137]
38- Biz
onlara "Hepiniz oradan yeryüzüne inin. Tarafımdan sîze hidayet geldiğinde
kim hidayetime uyarsa, onlara bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir
de." dedik.
Biz, Âdem, Havva ve
İblis'e "Hepiniz gökten yere inin." dedik. Ey Âdemoğullan, tarafımdan
size bir açıklama ve hidayet geldiğinde kim, Peygamberlerimin diliyle
gönderdiğime ve açıkladığım hükümlere uyarsa, onlara gelecekte kıyamet korkusu
yoktur. Onlar, dünyada yapmadıkları şeylerden dolayı da üzülmeyeceklerdir.
Âyet-i kerimede,
kendilerine hep birlikte inmeleri emredilenler, Ebu Salihin rivayetine göre,
Hz. Âdem, Havva, Yılan ve İblis'tir.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Hidayet"den maksat, Ebul Âliyeye göre, Peygamberler ve
Allah'ın onlara gönderdiği vahiylerdir. Bu izaha göre Allah tela bu âyet-i
kerimede, Hz. Âdem ve Havvamn yanında, onların soyundan gelen insanlara da
hitabetmiştir. Hitap sadece Hz. Âdem ve Havvaya değildir. Çünkü Hz. Âdem zaten
Peygamberdir. Ona "Peygamber geldiğnde ona uy" şeklinde bir emir
gönderilmesi mümkün değildir. Bu itibarla Hz. Âdemin soyundan gelen insanlar
söz konusudur.
Taberi diyor ki:
Âyette zikredilen "Hidayet"ten maksat, Allah'ın göndereceği emirler,
göstereceği doğru yollardır.Buna göre hitap, Hz. Âdeme, Havvaya ve onlarla
birlikte yeryüzüne inenleredir. Ancak hitap bunlara ise de dolaylı yolla bütün
mükellef olan kullaradır. Bu itibarla kim Allanın beyan ettiği emirlere uyar,
yasaklardan kaçınır ve gösterdiği doğru yolda gidecek olursa, artık onun için
âhiret azabından korkma yoktur. Dünyadayken yapamadığı şeylerden dolayı da
üzülmeyecektir. [138]
39- İnkâr
edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar, cehennemliktirler. Orada
ebedi olarak kalacaklardır.
İnkâr edip
âyetlerimizi ve Peygamberimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar
cehennemliktirler, ve orada ebedi olarak kalacaklardır. Oradan hiçbir zaman
çıkmayacaklardır.
Allah tealanın
âyetlerinden maksat, onun birliğini ve rablığını gösteren delilleri ve
peygamberlerine verdiği âyetleri ve mucizeleridir.
İmansız olarak
ölenlerin, ebedi olarak cehennemde kalacakları ve oradan
hiç çıkmayacakları
hususu, Kur'an-ı kerimin çeşitli âyetlerinde beyan edilmektedir. İşte o
âyetlerde şöyle buyurulmaktadır.:
"Allah, inkâr
edenlere ancak cehennemin yolunu göterir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu
Allah'a göre çok kolaydır. [139]"Şüphesiz
ki Allah, kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş
hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost ne
de bir yardımcı bulabileceklerdir. [140]
"Ben ancak Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye ve Peygamberlikle ilgili
hususları bildirmeye kadirim. Kim, Allaha ve Peygamberine karşı gelirse
şüphesiz ki ona, içinde ebedi olarak kalacağı cehennem ateşi vardır. [141]
Diğer taraftan,
imansız olarak ölenlerin, cehennemde normal bir yaşantıları olmayacağı gibi
ölmeyecekleri de çeşitli âyetlerde beyan edilmektedir: işte o âyetlerde de
şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz
rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkanın cezası cehennemdir. O, orada ne ölür ne
de yaşar. [142]"Pek azgın olan ise,
öğütten kaçınacaktır.O, en büyük ateşe girecektir." "Sonra orada ne
ölecek ne de diri kalacaktır. [143]İnkâr
edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölüm-Icrnc hükmedilmez ki ölsünler.
Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez. Biz, her kâfiri, işte böyle
cezalandırırız[144]
Peygamber efendimiz de
bu hususta bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Cehennemlikler
cehennemin halkıdır. Çünkü onlar orada ne ölecekler ne de normal bir hayat
süreceklerdir. (İmanla öldükleri halde günahlarından dolayı) cehenneme
atılanar ise, Allah onları geçici oır sure içki öldürecek, yanıp kömür haline
geldikten sonra, kendilerine şefaat olunma-sına izin verilecek, onlar, bölük
bölük getirilip cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra cennetliklere
"Bunlara su bırakın" -denilecektir. Onlar, sel yatağında biten dere
otları gibi yeniden biteceklerdir." [145]
40- Ey
İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdimi yerine getirin
ki ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden korkun.
Ey İsraüoğüiîarı, ey
İbrahimin oğlu Yakubun çocukları, sizi, Firavunun şer ve zararından kurtarma,
sizden Peygamberler seçme ve onlara kitaplar verme nimetlerimi hatırlayın.
Siz, benim, "Muhammede iman etme ve onun dâvasını insanlara açıklama gibi
emirlerime uyun ki, ben de sizi cennete koyacağıma dair olan vaadimi yerine
getireyim. Ve Sadece benden korkun, başkasından değil.
Âyette zikredilen
"İsrailoğulları" ifadesinden maksat; Üz. Yakubun oğullandır. Zira
Yakubun diğer bir adı da "İsrail'dir. İsrailin mânâsı da "Aİİahıîî
kulu" demektir. Allalvteala burada İsrailoğullanmlan Yahudi âlimlerine
hitabet-inektedir. Çünkü Resulullahı onlar yalanlamışlardı. Cenab-ı Hak bu
âyette, Peygamberi Hz. Muhammen (s.a.v.)in lisanı ile, İsrailoğullarına verdiği
nimeti hatırlatmaktadır. Nitekim Hz. Musa da kendi Peygamberliği döneminde
bunlara, ataianna verilen nimetleri hatırlatmıştır.
Allah teala,
İsrailoğullarına çeşitli nimetler vermiştir. Onları, kendisine taptıran
Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi yarıp içinden geçirmiş, çölde taştan
sular fışkırtmış, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti indirmiş, soylarından
bir çok Peygamberler göndermiş ve kendilerine, dört büyük kitaptan biri olan
Tevratı indirmiştir. Ayrıca İslam dini, Allah'ın en büyük nimeti olarak bütün
insanlıkla beraber onlara da gönderilmiş fakat onların çoğu bu nimeti inkâr etmişlerdir.
Hz. Musanın,
İsrailoğullanna bu nimetlerin bazılarını hatırlattığını şu âyet-i kerime beyan
ediyor: "Musa kavmine şöyle demişti "Ey kavmim, Al-lahın,
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden Peygamberler çıkardı. Sizi,
hükümdarlar yaptı ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. [146]
Âyete-i kerimede
"Benim ahdimi yerine getirin ki ben de sizin ahdinizi yerine
getireyim." buyurulmaktadır. Allah tealanın, İsrailoğullanndan aldığı
ahit, Tevratta Hz. Muhammedin geleceğini ve Hak Peygamber olduğuna bildirmesi,
geldiğinde de ona iman etmelerine dair kendilerinden söz almasıdır. Bu hususta
şu âyet-i kerimede buyunıluyor ki: "Şüphesiz ki Allah, İsraiİoğulla-nndan
söz aimsşî». Biz, onlara, içlerinden on iki başkan göndermiştik. Allah onlara
şöyle dedi "Şüphesiz ben, sizinle beraberim. Yemi olsun ki, eğer namazı
kdar zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman edip onlara yardım ederseniz ve
Allah için güzel bir ödünç takdim ederseniz, muhakkak ki kötülüklerinizi
örterim. Vç sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra
içinizden kim inkâr ederse, şüphesiz doğru yoldan sapmış olur. [147]
İbn-i Cüreyc bu âyeti
zikrettikten sonra şöyie demiştir: "İşte Allah'ın, îs-railoğullarından
aldığı ahit ve onlara verdiği emir budur. Bize de Allanın ahdi ve emri budur.
Kim Allahın emrini yerine getirirse Allah da ona verdiği vaadi yerine
getirir."
Said b. Cübeyr,
Abdullah b. Abbasın, Allah tealanın ve İsrailoğullarının ahdini şöyle rivayet
ettiğini zikretmiştir: "Muhammed size geldiği zaman ona iman etmenize
dair.sizden aldığım ahdimi yerine getirin ki ben de Muhammedi tasdik edip ona
uymanızla daha önce işlediğiniz günahları affedeceğime dair olan vaadimi yerine
getireyim."
Rebi' b. Enes, Ebul
Âliye'nin bu âyeti şöyle izah ettiğini rivayet etmiştir: "islam dinine
uyacağınıza dair sizden aklığım ahdi yerine getirin'ki ben de size vaadettiğim
cenneti vereyim."
Süddi ise şöyle izah
etmiştir: "Benim size, kitapta emrettiğim hükümleri yerine getirin ki ben
de size itaat etmeniz halinde cennete koyacağıma dair olan vaadimi yerine
getireyim."
Dahhak ise, Abdullah
b. Abbasın bu âyetin şöyle izah ettiğini rivayet etmiştir. Size emrettiğim
hususlarda bana itaat edip, yasakladığım hususlardan kaçınarak emirlerimi
yerine getirin ki ben de sizden razı olayım ve sizi, vaadettiğim cennete
koyayım."
îbn-i Zeyd ise:
Allahın ahdinden maksadın, Allahın emirleri, vaadinden maksadın ise, Allahın,
kullarına vaadettiği nimetler olduğunu söylemiş ve şu âyeti okumuştur:
"Şüphesiz ki Allah, cihad eden müminlerin canlarım ve mallarını cennet
karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler
ve öldürülürler. Bu, Allahın Tevratta, İncil'de ve Kur'anda olan gerçek
vaadidir. Allahtan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu
alış verişe sevinin.İşte büyük kurtuluş budur.
[148]
Âyet-i kerimenin
sonunda "Ancak benden korkun" Duyurulmaktadır. Yani, "Ey,
kendilerine kitap indirerek göndereceğim Peygamberlere iman edeceğine dair söz
aldığım İsrailoğulları, siz, bu ahdinizi bozdunuz. Peygamberim Muhammedi
yalanladınız. Eğer inadınızdan vazgeçip Peygamberime ve ona indirdiklerime
iman edip, günahlarınızdan dolayı da bana tevbe etmezseniz, Peygamberimi
yalanlayan atalarınız gibi, sizin de başınıza azabımın inmesinden
korkun." [149]
41-
Elinizdeki Tcvratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'ana iman edin. Onu ilk
inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin ve yalnız
benden korkun.
Elinizdeki Tevratta
yazılı olanları tasdik edici olarak, Muhammede indirdiğim Kur'ana iman edin. O
Kur'am ilk yalanlayanlardan olmayın. Âyetlerimi, az bir ücret karşılığında,
basit bir dünya metaı için satmayın ve yalnız benden korkun. Daha önce
geçmişlerinizce verdiğim ceza ve felaketlerin sizin de başınıza geleceğinden
sakının.
* Âyet-i kerimede, "Âyetlerimi
basit bir değere değişmeyin" buyurul-maktadır. Ebul Âliye, âyetin bu
bölümünü şöyle izah etmiştir: "Âyetlerimi öğretmeye karşılık ücret
almayın. Muhammedin hak Peygamber olduğunu insanlara açıklayın." Ebul
Âliye sözlerine devamla diyor ki: "Yahudilerin kitaplarının birinci
bölümünde "Ey Âdemoğlu, şana ücretsiz öğretildiği gibi sen de ücretsiz
öğret." ifadesi yazılıdır.
Süddi ise
"Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin" ifadesini şöyle
izahetmiştir: "Ayetlerimi, idarecilik gibi tamah ettiğiniz basit değerler
karşılığında satmayın."
Yahudilerin, Allahin
âyetlerini satmaları, kendi dinlerinde olan insanların liderleri olma
karşılığında kitaplarında yazılı olan Hz. Muhammedi ve sıfatlarını
gizlemeleridir. Halbuki,, onlann kitaplannda, Hz. Muhammedin, ümmi bir Peygamber
olacağı yazılıdır. [150]
42- Hakkı
batıla karıştırıp bile bile hakkı gizlemeyin.
Muhammed'in size değil
de başkalarına Peygamber gönderildiği şeklindeki zannınızla, doğruyu yalana,
hakkı bâtıla karıştırmayın. Onun, benim Peygamberim, Kur'amn da benim sözüm
olduğunu bildiğiniz halde, kitabınız Tev-ratta mevcut bulunan, Muhammed'in
sıfatlarına dair olan şeyleri gizlemeyin.
"Hakkı bâtıla
kanştırmak"tan maksat, Abdullah b. Abbas'a göre, doğruyu yalana
karıştırmaktır. İbn-i Zeyd' göre, Hz. Musaya inen asıl Tevratı, uydurdukları
Tevrata kanştırmaktır. Mücahide göre ise, uydurulmuş Yahudilik ve Hıristiyanlığı
İslama karıştırmaktır.
Taeri diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Âyetin hitabettiği insanlar kâfirlerdir.
Bunlar, hakkkı bâtıla nasıl kanştımış olacaklar ve bunlar hangi hak
üzeredirler? "Cevaben denilir ki: "Bunların içinde münafıklar
bulunuyordu. Görünüşte Hz. Muhammed (s.a.v.)in peygamberliğini tasdik
ediyorlar, gizli olarak ta onu inkâr ediyorlardı. İleri gelenleri de diyorlardı
ki:"O, gönderilen biridir, fakat bizim dışımızdakilere
gönderilmiştir." Böylece münafık olanlar, Hz. Muhammedin Peygamber
olduğnu açıktan söyleyip gizli olarak da inkâr etmek suretiyle hakkı bâtıla
karıştırıyorlardı. İleri gelenleri ise, hem Peygamber olarak' gönderildiğini
itiraf ediyorlar hem de kendilerine değil başkalarına gönderildiğini iddia
ederek hakkı bâtıla karıştırıyorlardı.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Bile bile hakkı gizlemeyin" ifadesi zikredilmiştir.
Abdullah b. Abbas, bu ifadeyi mealde zikredildiği gibi izah etmiştir. Ebul
Âliye ve Mücahid ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir: "Sizler
bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz"
"Bildikleri halde
gizledikleri Hak'tan maksat, Hz. Muhammedin Peygamberliği ve ona gelenlerin
Allah tarafından gönderilmiş olmasıdır. Kitap ehli, bunların hak oldğunu
bildikleri halde, insanlardan gizlemişlerdir. Âyet-i kerime, onlann bu
hallerini dile getirmektedir. [151]
43- Namazı
kılın, zekatı verin. Rüku edenlerle birlikte rüku edin.
Müslümanlarla birlikte
namazı kılın. Mallarınızın zekatını, onu almaya layık olanlara verin. Boyun
eğenlerle birlikte siz de Allah'a boyun eğin.
Taberi diyor ki:
"Bu âyetler, Allah tarafından, İsrailoğullan âlimlerine ve münafıklarına,
tevbe edip Allah'a yönelmeleri, Müslümanlarla birlikte İslama girmeleri, itaat
ederek Allah'a boyun eğmeleri için bir emirdir. Yine bu âyetler, onlara,
deliller ortaya çıktığı ve uyarıldıkları hakle, Muhammcd(s.a.v.yin Peygamberliğini
bile bile gizlemelerini yasaklamakladır.
Ayrıca bu âyetler.
İsraİloğuIlanna ve onlann geçmiş kavimlerine, Allah'ın bir lütuf olarak vermiş
okluğu nimetleri hatırlatmakta ve arlık bu konuda herhangi bir bahane
bulamayacaklarını ilan etmektedir.
Taberi diyor ki:
"Yahudi hahamları ve münafıklar, insanların namaz kılmalarını ve zekat
vermelerini emrettikleri hakle kendilerinin bunları yapmadıkları bu sebeple de
Allah tealamn,onları bu âyetle ikaz ettiği zikredilmektedir. Ta ki
Müslümanlarla birlikte namaz kılsınlar, onlar gibi mallarının zekatını versinler
ve yine onlar gibi, Allaha boyun eğsinler.
Taberi diyor ki:
"zekat vcnnek"ten maksat, farz kılman zekatı vermektir.
"zekat" kelimesinin lügat mânâsı, "Malın artması ve
temizlenmesi"u*ir. Zekata bu adın verilmesinin sebebi, Allah Tealamn,
malının zekatının veren mal sahibinin, zekat vermesinden soma malını
artırmasmdandır. Yahulta zekat veren kişinin, malında bulunna fakirlerin
hakkını vererek malım haksız kazançtan temizlemesi ve armdırmasındandır.
Taberi, zekata bu adın, bu ikinci sebepten dolayı verildiğini söylemenin daha
uygun olacağını zikretmiştir.
"RükıTdan maksat,
Allaha itaat ederek boyun eğmektir. [152]
44-
İnsanlara iyiliği emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Oysa siz,
kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?
Siz, insanlara,
Allah'a itaati emrediyor da kendiniz ona isyan mı ediyorsunuz. Allaha itaat
hususunda kendinizi bırakıyor musunuz? İnsanlara emrettiğiniz şeyleri kendi
nefislerinize de emretseniz ya. Oysa siz, Tevratı da okuyup duruyorsunuz. Hiç
düşünmez misiniz? Bu şekilde davranışınızın çirkinliğini anlamıyor musunuz?
Başkalarına tebliğ
edip söyledikleri hakle, tebliğ ettikleri emirleri bizzat
yerine getirmeyenler için diğer bir
âyette de şöyle buyuruluyor: "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niye
söylüyorsunuz? [153]
Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Bana İsra ve
Miraç yaptırıldığı gece, bir kısım insanların yanından geçtim, onların
dudakları, ateşten makaslarla kesiliyordu. Dedim ki: Bunlar kimdir?"
Dediler ki: "Bunlar, dünyadaki hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder
kendilerini ise unuturlardı. Halbuki onlar, kitabı okurlardı. Hiç bunu
düşünmezler mi? [154]
Âyet-i kerimenin
hitabettiği kimselerin, başkalarına yapmalarını emredip te kendileri için
unuttukları iyilikten maksadın ne olduğu, müfessirler tarafından farklı
şekillerde izah edilmiştir.
Said b. Cübeyr,
Abdullah b. Abbasın bu âyeti şöyle izah ettiğini söylemiştir: "Ey
Yahudiler, sizler, insanların, elinizde bulunan Tevratı ve onun beyan ettiği
Peygamberliği yalanlamalarına karşı çıkıyorsunuz*: Halbuki kendiniz onda
bulunan, Peygamberimi tasdik etme ahdimi inkâr ediyor, bana verdiğiniz sözü
bozuyorsunuz. Ve kitabımdan, bildiğiniz şeyleri inkâr ediyorsunuz."
• Dehhak is Abdullah
b. Abbasın, bu âyeti şöyle izah ettiğini söylemiştir. "Siz, insanlara,
Muhammedin dinine girmelerini, namaz kılmalarını ve benzeri şeyleri emrediyor
fakat kendinizi unutuyorsunuz"
Süddi, Katade ve İbn-i
Cüreyc ise bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: " "Ey kitap ehli olanlar
ve münafıklar, siz, insanlara, Allaha itaat etmelerini, ondan korkmalarını ve
oruç tutup namaz kılmalarını emrediyor fakat kendiniz bunları
yapmıyorsunuz."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşler, birbirlerine yakın görüşlerdir. Hepsi de âyetin hitabettiği
insanların,Allahın razı olacağı şeyleri, diğerlerine emredip kendilerinin
bunlara uymadıklarını ifade etmişlerdir.
Allah teala, bu âyette
böyle davranan insanları kınamış ve bunun, kendilerine yakışmayacağını beyan
etmiştir. [155]
45- Sabırla
ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki namaz, Allaha boyun eğenlerden başkasına
ağır gelir.
Sabırla ve namazla
yardım isteyin. Bana verdiğiniz sözü tutabilmek ve bana itaat edebilmek için,
hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyn ve benim rızama yaklaştıran, namazı kılarak
yardım dileyin. Şüphesiz ki namaz, bana boyun eğip azabımdan korkan, yaad ve
cezamı tasdik edenlerden başkasına ağır ve zor gelir.
Ayet-i kerimede,
insanlara, sabırla ve namazla, yardımmaşmaları emre-dilmektedir. Taberi, bu iki
şeyle, neye karşı yardımlaşılacağı hususumla şunları zikretmiştir: "Allah
tealanın gönderdiği kitaplarda, emirlerine uyulup yasaklarından kaçınılmasına
dair, kullarından aklığı ahdi yerine getirme hususunda, bu iki şeyle
yardımlaşmasının emredildiği beyan edilmektedir."
"Sabır"m
asıl mânâsı, nefsi, sevdiği şeylerden alıkoymak ve heva ve hevesinden el
çektirmektir. Bu bakımdan, felaketler karşısında kendisini frenleyene
"Sabreden" denilmiş. Ramazan ayına da, yeme ve içmeye karşı
sabredildi-ğinden dolayı "Sabır" ayı" denilmiştir. Bir kısım
âlimler, buradaki "sabır" kelimesinden maksadın, oruç tutmak
olduğunu ve bu âyet-i kerimenin "Oruç tutarak namaz kılarak
sabredin" demek istediğini söylemişlerdir. Taberi ise, Allah tealanın, bu
âyet-i kerimede insanları Allah'ın emir ve yasaklarından, nefislerine ağır
gelenlere karşı sabretmelerini ist&liğini söylemiştir.
Burada, Allah'tan
yardım dilerken yapılacak şeylerden özellikle namaz zikredilmektedir. Çünkü
onda. Allah'ın kitabını okuma, dünya zevklerini terket-me, âhireti ve orada
Allanın insanlar için hazırlamış olduğu şeyleri hatırlatma vardır.
Resulullah (s.a.v.)
herhangi bir sıkıntı ile karşılaştığında hemen namaz kılmaya başlardı. [156]Abdurrahman
diyor ki: "Abdullah b. Abbas, bir yolculuk yaparken kendisine kardeşi
Kussem'in ölüm heberi ulşatı. Abdullah b. Abbas, "Şüphesiz biz, Allah içiniz ve mutlaka
ona döneceğiz. [157]"(dedikten sonra
yolun kenarına çekildi, devesini çöktürdü, iki reka namaz kıldı ve namazı
uzattı. Bitirdikten sonra kalkıp bineğine doğru yürüdü ve "Sabırla ve
namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki namaz, Allaha boyun eğenlerden başkasına
ağır gelir." âyetini okudu.
Ebul Âliye diyor ki:
"Allahın razı olacağı şeyleri başarmak için sabır ve namazla yardımlasın
ve bilin ki bu ikisi de Allaha itaattendir."
İbn-i Cüreyc diyor ki:
"Sabırla ve namazla yardımlasın. Çünkü bunlar Allah'ın rahmetine
kavuşturan iki yardımdır."
Âyette zikredilen
"Allaha boyun eğenler" ifadesinden maksat. Abdullah b. Abbas'a göre,
Allahın indirdiklerini tasdik edenler, Ebul Âliye ye göre"Allah-tan
korkanlar" Mücahide göre "Hakkıyla imanedenler"dir. [158]
46- Onlar,
rablerinc kavuşacaklarını ve tekrar ona döndürüleceklerini idrak edenlerdir.
O boyun eğenler,
namazı gönül hoşluğu ile ve isteyerek kılanlar, Allah'a kavuşacaklarına kesin
olarak inananlardır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "İdrak ederler" diye izah edilen kelimesinin asıl mânâsı,
"Zannederler" demektir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Nasıl olur da, Allah teala, namaz
kendilerine ağır gelmeyen, itaatkar kullan, "Huzuruna çıkmayı zannederler"
şeklinde "sıfatlandırır? Zira " "zannetmek" şüphe taşıyan bir
ifadedir. Allahın huzuruna çıkacağından şüphe eden kimse ise kâfirdir.
"Buna cevaben denilir ki: "Araplar, bazan, kesin bilgiyi
"Zan" ile ifade ederler. Bu âyetteki ifade de o kabildendir. Nitekim
ebul Âliye, Mücahid, Sü-idi, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd, âyetteki
"/.an" kelimesinin,kesin bilgi ifade elliğini söylemişlerdir,
mücahid, Kıır'anda geçen her /.an keliesiniıı "Kesin bilgi" anlamına
geldiğini söylemiştir. Nitekim şu âyetlerde de "Zan" kelimeleri
zikredilmiş, bunlardan da "Kesinlik" kastedilmiştir.
"Günahkârlar ateşi görürler ve oraya düşeceklerini zannederler
(anlarlar). Fakat ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar. [159]O
gün amel defteri sağından verilen, etrafındakilere şöyle der" İşte kitabım,
alın okuyun. licn, dünyadayken hesaba çekileceğimi zannediyordum. (Çok iyi
biliyordum.) [160]
47- Ey
İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zaman) âlemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.
Ey İsrailoğullan, ey
Yahudi topluluğu, ey Yakubun torunları, geçmişlerinize, ecdadınıza verdiğim
nimetlerimi ve sizi bir zaman âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
Allah teala,
İsrailoğullannı, Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi yarıp onları karşıya
geçinniş, çöllerde onlar için taşlardan sular fışkırtmış, gökten yemekler
indirmiş, soylarından bir çok Peygamberler getirmiş ve böylece onları, kendi
zamanlarında yaşayan insanlardan üstün kılmıştır. Yoksa bu ifadede, onların,
gelmiş geçmiş bütün insanlardan üstün oldukları kastedilmemekteüir.
Resulullah (s.a.v.)
İsrailoğullarımn bütün âlemlerden üstün olmadıklarını, bu şerefe ancak ümmet-i
Muhaınmedin nail okluğunu beyan eden bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
"Sizler, yetmiş
ümmeti tamamlıyorsunuz. .Sizler, Allah katında o ümmetlerin en hayırlısı ve en
üstünüsünüz. [161]
48- Kimsenin
kimseye bir fayda sağlayamayacağı, kimseden şefaat kabul olunmayacağı, kimseden
karşılık alınmayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden sakının.
* Âyet-i kerime,
kıyamet gününün bazı özelliklerini şöylece beyan et-mekterdir:
a- "O
gün hiçbir kimse diğer bir kimseye fayda vcrcmcycck, kimse diğer bir kimsenin
ihtiyacını göremeyecektir." Bir kimsenin diğer bir kimseye herhangi bir
şey vermesi, ancak borucunu ödemesi şeklinde olacaktır. Zira, âhirette
yargılanmanın konusu günah ve sevaptır. Nitekim hadisi Şerifte şöyle bu
vurulmuştur:
"Allah o kula
merhamet etsin ki (Ne mutlu o kul'a ki) ırz veya mal hususunda başka bir din
kardeşine haksızlık der de, kendisinden bu hak alınmadan önce (kıyamette
hesaplaşmaya bırakmadan) hak sahibiyle hclal-laşır. Çünkü orada ne dinar
geçerlidir ne de dirhem. Haksızlık yapanın sevabı varsa, yapılan haksızlık
kadarı alınıp haklıya verilir. Şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahlarından
alınarak haksıza yüklenir. [162]
b- "O
gün Allah, hiçbir şefaatçinin şefaatini kabul etmeyecektir. Ancak, kendilerine
şefaat etme izni verilenler hariç." Bu hususta Allah teala diğer bir
âyette şöyle buyuruyor:"O gün, rahman olan Allahın izin verdiği ve
konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir. [163]
"Onun nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fayda vermez.
Nihayet kalblerindcki korku giderilince, şefaat olunanlar, şefaat edenlere
"rabbiniz ne buyurdu?" derler. Şefaat edecek olanlar da: "Hakkı
söyledi, layık olanlara şefaat olunma izni verdi. O, her şeyden yüecdir, her
şeyden büyüktür" dcrlcr. [164]
Haklarında şefaatin
kabul edilmeyeceği kişiler ise Allah'a tevbe etmeden önce kâfir olarak
ölenlerdir. Bu hususta Resuluilah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyuruyor:
"Her Peygamberin
kahu! etliler, bir duası vardır. Her Peygamber bu duasında acele etmiştir. Ben
ise duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. İnşallah ümmetimden,
Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmayarak ölene bu^şefaatim erişecektir. [165]
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmaktadır:
"Her Peygamberin
kabul edilecek bir duası vardır. Onlar dualarını yapmışlar duaları kabul
edilmiştir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefaat için sakladım. [166]
c- "O
gün kimseden karşılık alınmayacaktı." Yani, orada kimseden fidye kabul
edilmeyecektir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyu-rulmaktadir:
"Şüphesiz ki inkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü
dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmaycaktır. Onlar için can
yakıcı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktunn[167]
d- "O
gün onlar yardım da görmeyeceklerdir." O gün onlara hiçbir yardımcı yardım
etmeyecektir. Artık orada taraf tutma yoktur. Aracılıklar sona
ermiştir. Yardımlaşmalar kalkmıştır. O
gün hüküm vermek, katında şefaatçi ve yardımcıların fayda sağlayamayacakları,
âdil ve Cebbar olan Allaha aittir. Evet. kıyamet gününde zalimlerin ne
şefaatçisi vardır ne de bir yardımcısı.
Bu hususta şu
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onları durdurun. Çünkü onlar sorguya
çekileceklerdir." "Ey müşrikler, size ne oldu ki birbi-rinizlc
yardımlaşmıyorsunuz? Hayır, onlar bugün teslim olmuşlardır[168]
49- Hani bir
zaman sizi, Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar, size a/abın kötüsünü
tattırıyorlardı. Oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ harıkıyorlardı.
Bunda, rabbiniz tarafından sîzin için büyük bir imtihan vardı.
Ey İsraiioğullan.
sizi. Firavun ailesi ve yandaşlarının zulmünden kurtardığımızı hatırlayın,
onlar, doğar doğmaz erkek çocuklarınızı kesiyor ve kız çocuklarınızı
Öldürmeyip sağ bırakıyorlardı. Sizi, içinde bulunduğunuz, Firavunun bu
işkencelerinden kurtarmamızda sizin için bir nimet vardı.
* Taberi özetle diyor
ki: "Firavunun, İsrailoğullannın erkek çocuklarını kesme sebebi, rivayet
edilen şu olaydır: Bir gün Firavun rüyasında, Kudüsfen Mısıra doğnı bir ateşin
gelip Kıpti ırkından olanları yaktığını ve İsruüoğulları-na dokunmadığını
görmüştü. Bunun üzerine sihirbaz ve kâhinleri toplayıp onlardan bu rüyanın yom
m unu sormuştu. Onlarda şu cevabı vermişlerdi: "İsraifo-ğullanndan bir
çocuk doğacak, sen onun eliyle mülkünü kaybedip helak olacaksın." İşte
bundan sonra Firavun, İsrailoğullannın doğan her erkek çocuğunu öldürmeyi
emretmişti.
Abrdullah b. Abbas diyor
ki: "Bir zaman Firavun ve ileri gelenleri, Alia-hın, Hz. İbrahime,
soyundan peygamberler ve Krallar göndereceğini vaadettiği hususunu görüştüler
ve bu konuda şu karara vardılar. "Bir kısım insanları ellerinde
usturalarla göndererek İsrailoğullarmdan yeni doğacak olan erkek çocukları
keseceklerdi. "Bu kararı uyguladılar. Firavun ve taraftarları,
İsrailoğullan-nm yaşlılarının ölerek, çocuklarının da kesilerek tükenmekte
olduklarını görünce. Firavun onlara dedi ki: "İsrailoğullan neredeyse
tükenecekler. Sizler, onların, sizin için yaptıkan hizmetleri bizzat kendiniz
yapmak zorumla kalacaksınız. Bunun için bir yıl, doğan erkek çocukların hepsini öldürün. Ertesi yıl
sağbırakın."
Hz. Musanın annesi,
oğlu Hanımı, işte çocukların sağ bırakıldığı bir yılda doğurdu. Musayi ise,
çocukların kesildiği yılda doğurdu.
Ebul Âliye diyor ki:
"Firavun, idaresindeki insanlara dört yüz ene hükmetti. Bir gün kâhinleri
"Bu sene Mısırda, İsrailoğullarmdan bir erkek çocuk doğacak sen onun
eliyle helak olacaksın." dediler. Bunun üzerine Firavun, Mısırın her bir
tarafına ebe kadınlar gönderdi. Kadınlar çocuk doğurduğunda ebeler onu alıp
Firavuna götürüyorlardı. Firavun, erkek çocukları öldürüyor, kız çocuklarını
sağ bırakıyordu.
İbn-i Cüreyc,
"kadınları sağ bırakıyordu" ifadesini. "Kadınları
köleleştiri-yordu" şeklinde izeh etmişse de, Taberi, bu izah şeklinin
sahabi ve Tabiinin izahlarına ters düştüğünden kabul edilemeyeceğini
söylemiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "İmtihan" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas,
Süddi, Mücahid ve İbn-i Cüreyc tarafından "Nimet" olarak izah
edilmiştir. Aslında imtihan kelimesi hayır için de şer için de kullanıldığından
burada hayır anlamına geldiği söylenmiştir. Buna göre âyetin sonunun izahı
şöyledir: "Allah'ın, sizi, Firavunun yaptığı azaptan kurtarması, sizin
için büyük bir nimettir.
"Firavun"
lakabı.Mısıra hakim olan Âmâlika Krallarına verilen bir lakaptır. Allah
tealanın, Hz. Musayı takibederken suda boğduğu Firavunun adı ise, Muhammed b.
İshak'm rivayetine göre, Velid b. Musab. b. Reyyaıı'dır. "Firavunun
ailesi"nden maksat, onun dinini kabul eden, kavminden olan ve ona tabi
olanlardır. Burada hitap aslında Firavunu görmeyen İsrailoğullannadır. Allah
teala onların atalarını Firavunun zulmünden kurtardığı için onların
nesillerine, atalarına olan lütuflannı hatırlatmaktadır.
İbn-i îshak.
Firavunun, İsrailoğullarına yaptığı kötülükler hakkında şunları söylemiştir.
"Firavun, İsrailoğullaarını hizmetçiler olarak kullanıyordu. Onların
sanatkârlarını çeşitli sanat dallarında işçi olarak çalıştırıyordu. Bazıları
onun için ekin ekiyorlardı. Sanatı olmayanlardan ise cizye alıyordu.
Taberi diyor ki:
"İsrailoğuilarınin erkek çocuklarını kesip kadınlarını sağ bırakan
Firavunun emrini uygulayanlar onun memurlarıydı. Emri Firavunun vermesine
rağmen iş onun memurlarına İsnad edilmektedir. Bu da zorba idarecilerin
emirlerine uyarak kötü işler yapanların sorumluluktan kurtulamayacaklarını
göstermektedir. [169]
50- Yine bir
zaman sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık. Firavun ailesini suda
boğmuştuk. Siz de bakıp duruyordunuz.
Ey İsrailoğulları,
sizden, her torunun geçebileceği biryol olması için denizi yanp on iki yol
açtığımızda size olan nimetimi hatırlayın. Sizi helak olmaktan kurtarmış,
Firavun ve yandaşlarını suda boğmuştuk. Siz de Firavunun boğulmasına, deniz
dalgalanılın, Firavun ailesini yutmasına bakıp duruyordunuz.
"Firavun"
Mısır hükümdarlarına verilen bir unvan idi. Bu Firavunların, rivayete göre
sonuncusu, yukarıdaki âyetin izahında anlatıldığı gibi bir rüya görmüş ve bunun
üzerine de İsrailoğullarmi yeni doğan bütün erkek çocuklarını boğazlatarak
öldürtüyordu.
İsrailoğullarından,
"İmran" adında bir şahsın da bir erkek çocuğu doğdu. Bu çocuk,
büyüyüp ilerde Peygamber olacak olan Hz. Musa idi. Annesi, onun da öldürül memesi
için onu bir sandığın içine koyup Nil nehrine bıraktı. Firavunun karısı Asiye,
nehirde bu sandığı gördü ve onu nehirden çıkarttırdı. Sandığın içinde çok güzel
bir çocuk bulunuyordu. Onun öldürülmesine mani oklu ve kendi sarayında
alıkoymaya karar verdi.
O sırada Firavunun
sarayında hizmetçi olan Musanın kizkaıdeşi, durumu takibediyordu. Çocuğun
hiçbir kadını emmediğini görence, ona bakacak ve em-zirecek bir kadın tavsiye
edebileceğini söyledi. Teklifi kabul edildi. O da doğruca gidip durumu
annesine haber verdi. Ve annesini, çocuğun bakıcısı olarak saraya getirdi.
Böylece Hz. Musa,
öldürülmekten kurtulduğu gibi Firavunun sarayında ve kendi öz annesinin sütüyle
ve bakımıyla büyüdü.
Hz. Musa, Allah
tarafından Peygamber olarak seçildi. Firavuna ve Mısır halkına Allanın
emirlerini tebliğ etti. Onlara bir çok mucizeler göstererek, Allanın emir ve
yasaklarını kabul etmeleri için çok mücadele etti. Fakat Firavun iman etmedi.
Hz. Musa, Mısırda çok
kötü bir muamele gören israiloğullarını alıp Ken'an iline gitmek için
Firavundan defalarca izin istedi. Önceleri buna izin vermeyen Firavun, sonra
razı oldu. Fakat Hz. Musa İsrailoğullannı alıp Mısırdan çıkarken, izin
verdiğine pişman oldu. Ve onlar gittikten sonra arkalarından onlan takibe
başladı.
Hz. Musa ve İsrailoğulları,
Kızıldenizin kenarına varmışlardı ki, geriden, Firavun ve ordusunun geldiğini
gördüler. Heyecanlanıp korktular. Önde deniz arkada düşman bulunuyordu. İşte bu
zor durumda Hz.Musa, kendisine Allah tarafından verilen bir mucize daha
gösterdi. Kızıkİenize âsâsıyla vurdu ve denizde, İsrailoğullanndan on iki
kabilenin geçeceği on iki yo! açıldı. Deniz yarılmış yol olmuştu.
İsrailoğulları, Hz. Musanın komutasında bu yollardan karşıya geçmeye başladı I
ar. Firavun ve ordusu da yetişmiş bu açılan yollardan onları takibediyordu.
Fakat Hz. Musa ve İsrailoğullan karşıya geçer geçmez, yarılıp; yol
olan deniz kapanarak Firavun ve ordusu
sulara kanştı. Herkesin gözleri önünde Firavun ve ordusunun tamamı boğulup yok
oldu.
İşte âyet-i kerime bu
olaya işaret ediyor. Diğer âyetlerde de bu olay açıkça anlatılmaktadır. Bu
âyetlerde şöyle buyuruluyor:
"Firavun ve
adamları, güneş doğarken onların ardına düştüler." "İki topluluk
yaklaşıp birbirini görünce, Musanın tarftarları "İşte yakalandık"
dediler." "Musa" Hayır, şüphesiz rabbim bcnimledir. Bana mutlaka
kurtuluş yolunu gösterecektir." dedi." Bunun üzerine biz Musaya"
Âsânı denize vur" diye vahyettik. Bir anda deniz yarılıvcrdi. Her bir
kısmı kocaman bir dağ gibiydi." "Geriden gelen Firavun ve adamlarını
da oraya yaklaştırdık." "Musa ve beraberindekilerin hepsini sağ salım
kurtardık." "Sonra diğerlerini de suda boğuverdik."
"Şüphesiz ki bunda büyük ir İbret vardır. Fakat çokları yine de iman
etmediler. [170]
Bakara suresinin,
izahını yaptığınız bu âyeti, Allah tealanın. İsrailoğulla-nna nimetlerini
hatırlatıyor. Hz. Musayı yalanlamaları yüzünden Firavun ve ailesinin başına
gelen azabın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i yalanlamaları halinde onu yal ani ay ani
arın da başına gelebileceğine dikkatleri çekiyor.
Denizin nasıl yanldığı
hususunda Süddi diyor ki: "Musa denize varınca onu "Ebu Halid"
diye adlandırdı Âsâsıyla ona vurdu. Deniz yarıldı. Her bir parçası büyük bir
dağ gibiydi. İsrailoğullan, denizde açılan yollara daldı. Denizde, her toruna
bir yol olmak üzere on iki yol açılmıştı.
Taberi, Allah tealanın
Firavunu suda ne şekilde boğduğu hakkında özetle şu rivayetleri zikretmektedir:
Abdullah b. Şeddad diyor ki: "Bana anlatıldığına göre Firavun,ordusundı\ki
alaca atlara ilaveten yetmiş bin yağız atla Musayı takibe çıkmıştı. Musa ise
daha önce çıkıp denize varmıştı. Denizden geçeceği bir-yer yoktu. Arkadan
Firavun ve ordusu göründü. Musanın arkadaşları onlan görünce "Eyvah
yakalandık" dediler. Musa ise "Hayır, hayır olmaz.Zira rabbim benimle
beraberdir. O bana kurtuluş yolunu gösterecektir. O bana bunu vaadetti. O,
vaadinden dönmez." dedi.
Abdullah b. Şeddad,
başka bir rivayetinde şöyle demektedir: "Firavunun atı denize girmemekte
diretince Cebrail bir kısrakla ona göründü. Cebrail denize daldı. Arkasından da
Firavun daldı. Firavunun ordusu onlan görüp kedileri de denize daldılar.
Böylece Cebrail Önden, Firavun ve ordusu da onun arkasından gidiyordu. En
geride de İsrafil bulunuyor ve onları, Cebrail takibetmeye teşvik ediyordu.
Deniz, Firavun ve ordusunun üzerine kapanmaya başlayınca Firavun. Allah'ın
kudretim gördü, kendisinin acizliğini anladı ve orada "İsrailoğullannın
iman ettiğinden başka
ilah olmadığına iman etlim ve ben Müslümanlardanım" dedi. [171]
Allah teala da buyurdu
ki: "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin ve fesat
çıkaranlardandın."
İkrime ise, Firavunun
denizde nasıl boğulduğu hakkında Abdullah b. Ab-bastan, şunları söylediğini
rivayet etmiştir: "Allah teala ımısaya: "... Kullarımı geceleyin al
götür. Mutlaka takibcdilcccksiniz." diye vahyctlik. [172]buyurunca
Musa, İsrailoğullanyla birlikte geceleyin yola çıktı. Musa ile birlikte altı
yüz bin kişi bulunuyordu. Firavun onları görünce şöyle dedi: "Bunlar,
basit ve sayısı az bir topluluktur. Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise
gerçekten ihtiyatlı ve uyanık bir kitleyiz. [173]
Musa,
İsrailoğullarıyla bilikte yürümeye devam etti. Denize doğru koştular. Dönüp
geri baktılar bir de ne görsünler, Firavunun ordusunun havaya kaldırdığı toz
ve gürültü ufku kaplamış. Bunun üzerine şöyle dediler: "Ey Musa, sen bize
gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da. İşte önümüzde deniz
arkamızda ise bizi ezen Firavun." "Musa da onlara:"... Umulur ki
rab-biniz düşmanlarınızı yok eder de sizi yeryüzünde onların yerine geçirir.
Sonra da ne yapacağınıza bakar." dedi. [174]Bunun
üzerine Allah teala Musaya: "Asanı denize vur." diye vahyettİ. Denize
de "Musayı dinle ve sana vurduğunda ona itaat et." diye vahyetti.
Bunun üzerine deniz heyecanlandı. Musanın, kendisine neresinden vuracağını
bilemiyordu. Bu sırada Yıışâ, Musaya: "Sana ne emredildi." diye
sordu. Musa da: "Denize vurmam emredildi." diye cevap verdi. Yûşâ:
"O hakle vur." dedi. Musa da denize âsâsıyia vurdu. Deniz yarıldı
orada on iki yol açıklı. Her bir yol büyük bir dağ gibiydi. İsrailoğullannın on
iki torunundan her biri bir yolu takibediyordu. İsrailoğuilan yola girince
birbirlerine şöyle dediler: "Diğer arkadaşlarımızı ncĞen
göremiyoruz?" Musaya da: "Arkadaşlarımız nerede onlan niçin
göremiyoruz?" diye sordular. Musa da: "Yürüyün. Onlar da sizin gibi
bir yoldan yürüyorlar." dedi. Onlar: "Biz, arkadaşlarımızı
görmedikçe rahat edemeyiz." dediler. Musa da: "Ey Allahım, sen
bunların kötü huylarına karşı bana yardım et," dedi. Allah teala.Musaya:
"Âsâna, denize şöyle yapmasını söyle." dedi. Musa da asasını, denizde
açılan yolların sudan duvarlarına vurdu. Duvarlardan, İsrailoğuflannın
birbirlerini görecekleri pencereler açıldı. İsraİloğullan yürüyüp denizden
çıktılar. Bunun üzerine Firavun ve ordusu, denize doğru hücuma geçti.
Cebrailin, atı ile gelip teşvik etmesiyle Firavunu ve ordusunu denize çekti.
Musanın kavmi, denizden tamamen çıktıktan sonra Firavun ve ordusu orada boğuldu.
Firavunun Musayı
yakalamakta geç kalması hususunda Süddi diyor ki: "K.ptilerden çok kişi
ölmüştü. Firavun ve adamları onlan defnetme e meşguldüler. Bu sebeple gün
doğuncaya kadar Musay. takibe çıkamamışlardı. Israılogul-lannm önünde Harun
yürüyor arkalarından da Musa gidiyordu.
Taberi Firavun ve
Musanın denize dalmaları hususunda bu bilgilerin dışında başka rivayetler de
zikretmektedir. Konuyu uzatmamak için bu rivayetler zikredilmemiştir. [175]
51- Bir
zaman da Musa île kırk gece için vaadleşmiştik, Onun arkasından siz buzağıyı
ilah edindiniz ve zalimler oldunuz.
Bir zaman da Tevratı
Musaya indirmek için. onunla tam kırk gece için vaadleşmiştik. Musa, verdiği
vaad için sizin yanınızdan ayrıldıktan sonra, buzağıyı ilah edinip ona
taptınız. Ve bu davranışınızla zalimler oldunuz. Çünkü sizler, ibadeti, layık
olmayan bir şeye yaptınız.
* İsrailoğullannın bu
hallerini anlatan diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadir:
"Musa, kavminden
önce Tur dağına koşunca: "Seni, kavminden önce davranmaya sevkeden nedir
ey Musa?" dedik."
"Musa: "İşte
onlar peşjmdeler. Razı olman için acele ettim ey rabbim, dedi."
"Allah:
"Şüphesiz ki biz senden sonra kavmini imtihan ettik, Samiri onları
saptırdı." dedi."
"Musa büyük bir
öfke ve üzüntüyle kavmine döndü. "Ey kavmim, rabbi-niz size güzel bir
vaadde bulunmadı mı? Aradan çok mu zaman geçti? Yoksa rabbinizin gazabına
uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" dedi."
"Şöyle cevap
verdiler: "Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irademizle caymadık. Fakat
Mısırdan çıkarken, o kavmin mücavherlerinden yükler dolusu alıp götümıüştük.
Biz onlan ateşe attık. Samiri de yanındaki mücevherleri oraya attı."
"Nihayet S amiri
onlara, içinden rüzgâr geçtikçe böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli
yaptı. Samiri ve taraftarları: "Sizin de ilahınız, Musanın da ilahı budur.
Fakat Musa bunu unuttu." dediler."
"Onlar bu
heykelin kendilerine sözle hiçbir mukabelede bulunmadığını, kendilerine ne bir
zarar ne de bir fayda vermediğini görmüyorlar mıydı?"
"Doğrusu daha
önce Harun onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, siz bununla imtihan
edildiniz. Muhakkak ki sizin rabbiniz, rahman olan Allahtır. Sapık yolu bırakıp
bana uyun, emrime itaat edin."
"Kavmi:
"Musa bize dönünceye kadar buna tapmaktan vaz geçmeyeceğiz,"
dediler."
"Musa dönünce:
"Ey Harun, bunların saptıklarını gördüğünde bana uymana mani neydi?
Emrime karşı mı geldin?" dedi."
"Harun: "Ey
anamın oğlu sakalımı ve başımı tutma. Doğrusu ben, "İsrai-loğuları
arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin." demenden korktum."
dedi."
"Musa Samiriye:
"Ey Samiri, ya senin yaptığın nedir?" dedi."
"Samiri:
"Ben, îsrailoğuilarının görmediklerini gördüm." Ben, elçinin izinden
bir avuç toprak alıp onu, erimiş mücevherin içine attım. İşte böylece bunu
bana nefsim hoş gösterdi." dedi,"
"Musa Samiriye
şöyle dedi: "Haydi git sen hayatın boyunca "Bana dokunmayın"
diyeceksin. Âhİrette de sana.kaçıp kurtulamayacağın, vâadedilmiş bir azap
vardır. Tapıp durduğun ilahına şimdi ne yapacağız bir bak. Onu muhakkak
yakacağız. Sonra onu denize savuracağiz."
"Sizin ilahınız
ancak, kendisinden baka hiçbir ilah olmayan Allahtır. Onun ilmi herşeyi
çepeçevre kuşatmıştır. [176]
Ayette geçen ve
"Vaadleşmiştik" diye tercüme edilen fiili, diğer bir kiraatta
şeklinde okunmuştur. Bu kiraata göre âyetin mânâsı: "Hani bir zaman Musaya
vaadctmiştik" şeklindedir. Taberi her iki kıraatin da sahih olduğunu, iki
kıraatin da mânâda önemli bir değişiklik yapmadığını söylemiştir.
Taberi,
"Musa"isminin, Kıpti dilinde iki kelimeden meydana geldiğini bunların
da anlamına gelen "Mu" ve
"Ağaç" anlamına gelen "Sa" kelimeleri olduğunu söylemiştir.
Taberi diyor ki:
"Musaya "Su" ve "Ağaç" anlamına gelen bu iki kelimenin
ad olarak verilişinin sebebi, Hz.Musanm, Nil nehrinin kenarında ağaçlı bir
yerde bulunup sandıktan çıkanlmasındandir. Bu sandığı, o sırada, Firavunun
karısı Âsiyenin, nehir kenarında yıkanmakta olan cariyelerinin bulduğu rivayet
edilmektedir.
Âyet-i kerimede, Allah
teala ile Hz. Musanın kırk giin için vaadleştikleri zikredilmektedir. Ebul
Âliye bu ifadeyi şöyle izah etmektedir: Bu kırk gün, Zilkade ayı ile Zilhicce
ayının on günüdür. Hz. Musa, kardeşi Harunu, İsrailoğulla-nnın başına Halife tayin
ettikten sonra Tur dağına gidip orada rabbi ile kır kgün konuşmuştur. Allah
teala, zebercedden yapılmış levhalar üzerine yazılı olan Tevratı Hz. Musaya
vermiş Hz. Musa da orada kalemlerin sesini duymuş ve rabbiyle sessiz bir
şekilde konuşmuştur.
îbn-i İshak diyor ki:
"Allah teala, Firavunu ve kavmini helak edip Hz. Masayı ve kavmini
kurtardıktan sonra, Hz. Musaya, kendisiyle görüşmek için kırk gün vaadetti.
Musa, Harunu, İsrafloğullannın başına bıraktı ve ona: "Ben acele rabbime
gidiyorum. Kavmimin başına benim yerime geç. Bozguncuların yoluna uyma."
dedi. Musa, rabbinin huzuruna çıkmayı çok arzuladığından acele olarak çıkıp
gitti. İsrailoğullannın başında Hz. Harun kaldı. Onun yanında Samiri de
bulunuyordu. Harun, İsrailoğullarını Musanın peşinden götürüp ona kavuşmaya
çalışıyordu.
Ayet-i kerimenin
sonunda: "Musanın arkasından siz buzağıyı ilah edindiniz."
Duyurulmaktadır. Taberi, İsrailoğullannın buzağıyı ilah edinmelerinin sebebi
hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bunlardan bazılarını şu şekilde
özetlemek mümkündür:
îkrime bu hususta
Abdullah b. Abbastan şunları rivayet etmektedir. Firavun ve ordusu, Musayı ve
İsrailoğullarını takibederken denize varınca Firavunun atı denize girmekte
diretmiş, bunun üzerine Cebrail bir kısrakla gelerek Firavunun atının denize
girmesine sebep olmuştur. Bu arada Samiri de Cebrailin atının ayağınm izinden
bir avuç toprak alıp saklamıştır. İsrailoğullan Mısırdan ayrılırken
komşularının altın vb. süs eşyalarını bir merasim dolayısiyle emanet
almışlardı. Bu emanetleri geri vennedikleri için kendilerini suçlu hissetmeye
başlamışlardı. Hz. Musa, Allah teaîa ile konuşmaya gittiği zaman o süs eşyalarını
ateşe attılar ki yansın tükensinler. Bü arada Samiri, Cebrailin atının izinden
aldığı bir avuç toprağı, yanan o eşyanın içine Mtı. O eşyalar da, arkasından hava
girip önünden çıktığında böğüren bir buzağı şeklini aidi. S amirinin teşviki
ile İsrailoğullan bu buzağıya tapmaya başladılar. Hz. Hanımın uyanlarını dinlemediler.
İşte âyet-i kerime onlann bu halini beyan etmektedir. [177]
52-Bu
hareketinizden sonra, şükredesiniz diye sizi affettik.
Affımıza karşılık bize
şükredesiniz diye, buzağıyı ilah edinmenizden sonra sizi affettik, ceza
vermedik. [178]
53- Yine bir
zaman, hidayete eresiniz diye, Musaya kitabı ve hak ile bâtılı ayıranı
vermiştik.
Doğru yolu bulup hakka
uyasımz diye, Musaya Tevratı verdiğimiz zamanı hatırlayın. Ona, hak ile bâtılı
ayıran bir kitap vermiştik.
* Taberi diyor ki:
Âyette ifade edilen "Hak ile bâtılı ayıran şey" Tevrattır. Tevratın
Hz. Musaya verildiği zikredildikten sonra onun en belirgin sıfatı olan
"Hak ile bâtılı ayırma " sıfatı da zikredilmiştir. [179]
54- Bîr
zaman Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, buzağıyı ilah edinmekle
şüphesiz kendinize zulmettiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi
öldürün. Yaratanınız katında bu, sîzin için daha hayırlıdır. Allah, tevbenizi
kabul etmiştir. Çünkü o, tcvbcîcri çokça kabui eden ve çok merhametli olandır.
Yine hatırlayın o
zamanı ki, îvlusa, İsrailoğullanna: "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilah edinmekle
kendinize zulmettiniz." demişti. Bu günahlardan, sizi yaratana tevbe edin.
Bir kısmınız diğer bir kısmınızı, yani, buzağıya tapmayan-lar tapanları
öldürsün. Allanın emrine tıyarak birbirinizi Öldürmeniz, yaratanınız katında
sizin, için daha hayırlıdır. Çünkü sizler bu sebeple Allanın, âhiretteki
azabından kurtulmuş olursunuz. Allah sizi bağışlayarak ve suçlarınızı cezalandırmayarak
tevbenizi kabul etmiştir. Çünkü o, kendisine yönelenlerin tevbesini kabul eden
ve kullarına merhametli davranandır.
* Hz. Musa, buzağıya
tapmayanlara, ona tapanları öldürmelerini emretti. Onlar da öldürmeye
başladılar. Ölenlerin sayısı yetmiş bin'e ulaştı. Bunun üzerine Hz. Musa
ağlamaya başladı. Allah teala da onların tevbelerini kabil etti.
Âyet-i kerimede geçen
ve "birbirinizi Öldürün" diye tercüme edüen ifadesi, Ebul Âliye, Ebu
Abdurrahman, Said b. Cübeyr, Müca-hid, Abdullah b. Abbas, Süddi, Zühri, Katade,
Ubeyd b. Umeyr, İbn-i İshak ve İbn-i Zeyd tarafından bu şekilde izah
edilmiştir.
İsrailoğull arının,
buzağıya taparak dinden çıkmalarının cezası olarak birbirlerini öldürmeleri
emredikliği söylenmiştir.
Taberi, adı geçen bu
müfessirlerden Özetle şunları nakletmektedir: İkri-me, Abdullah b. Abbasın bu
âyetin izahında şunları söylediğini rivayet etmiştir: Musa, kavmine, rabbinin,
birbirlerini öldürmelerine dair emrini bildirmiştir. Bunun üzerine buzağıya
tapanlar saklanmışlar ve bulundukları yerlerde oturup kalmışlardır. Buzağıya
tapmayanlar ise hançerleri ellerine alıp diğerlerini öldürmek istemişlerdir.
Tam o sırada kendilerini şiddetli bir karanlık kaplamış onlar da karanlıkta
birbirlerini öldürmeye girişmişlerdir. Karanlık kalktığında yetmiş bin kişinin
öldüğü görülmüştür. Bu olay, öldüren için de, öldürülen için de bir tevbe idi.
Said b. Cübeyr ve
Mücahid ise şöyle demişlerdir: "İnsanlar birbirlerine karşı hançerleri
çekmişler ve birbirlerini öldürüyorlardı. Akrabası olsun olmasın kimse kimseye
acımıyordu. Nihayet Hz. Musa elbiseseini ters çevirdi. Bunun üzerine ellerinde
bulunan hançerleri bıraktılar. Yetmiş bin kişinin öldüğü görüldü. Allah teala
Hz. Musaya: "Bu kadarıyla yetindim" diye vahyetti.
Süddi bu olayı izah
ederken şu âyetleri okumuş ve izahlarda bulunmuştur: "Musa, büyük bir
öfke ve üzüntüyle kavmine döndü "Ey kavmim, rabbiniz size güzel bir vaadde
bulunmadı mı. aradan çok mu geçti, Yoksa rabbinizin gazabına uğramayı mı
istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" dedi." "Şöyle
cevap verdiler: "Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irademizle caymadık. Fakat
Mısırdan çıkarken, o kavmin mücevherlerinden yükler dolusu alıp götürmüştük.
Biz onları ateşe attık. Samiri de yanındaki mücevherleri ortaya attı. [180]
Hz. Musa gelip bu
durumu görünce elinde bulunan Levhaları yere attı ve kardeşi Harunun başından
tutarak kendine doğru çekti. Harun ise ona: "... Ey anamın oğlu, sakalımı
ve başımı tutma. Doğrusu ben, "İsrailoğullan arasında ayrılık çıkardın,
sözümü dinlemedin" demenden korktum." dedi. [181]Bunun
üzerine Hz. Musa Harunu bırakıp Samiriye yöneldi. Ona: "Ey Samiri, ya
senin yaptığın nedir?"
dedi." "Samiri: "Ben, İsrailoğullamun görmediklerini gördüm.
Ben, elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevharatın içine attım.
İşte boyle,bunu bana nefsim hoş gösterdi." dedi." "Musa Samiriye
şöyle dedi: "Haydi git, sen, hayatın boyunca "Bana dokunmayın"
diyeceksin. Âhirette de sana, kaçıp kurtulamayacağın, vadedilmiş bir azap
vardır. Tapıp durduğn ilahına şimdi ne yapacağız bir bak. Onu muhakkak
yakacağız. Sonra onu denize sa-vuracağız. [182]
Sonra Musa tutup o buzağıyı parçaladı, yaktı ve denize savurdu. Sonra onlara:
"Bu sudan için." dedi. Onlar da içtiler Buzağıyı çok sevenlerin
bıyıklarında altın kalıntıları görüldü. İşte Allah teala bunlar hakkında:"
... İnkârlaından dolayı buzağı kendilerine içirildi. [183]
buyurdu. Musa geri döndüğünde, pişman olan İsrailoğullan, kendi kendilerine
şöyle demişlerdi: "Yemin olsun ki eğer rabbimiz bize merhamet etmez ve
bizim günahlarımızı bağışlamazsa şüphesiz ki bizler hüsrana uğFayanlardan
oluruz."
Allah teala,
İsrailoğullannin tevbesini kabul etmedi. Ancak buzağıya taparak mürted
olanlarla, buzağıya tapmadıkları halde tapanlara mani olmayanların savaşmaları
halinde tevbelerini kabul edeceğini beyan etti. Bunun üzerine Hz. Musa onlara:
"Ey kavmim, buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiniz. O
halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün." dedi. Onlar da iki
saf yaptılar, kılıçlarla savaştılar. Buzağıya tapanlar da tapmayanlar da kılıçlarla
savaşıyorlardı. Her iki taraftan ölenler de şehit sayılıyordu. Öldürülenler
çoğaldı. Neredeyse İsrailoğullan yok olacaktı. Öyleki onlardan yetmiş bin kişi
öldürülmüştü. Nihayet Musa ve Harun: "Rabbimiz, sen İsrailoğullarını helak
ettin. Rabbimiz, geri kalanlarını bırak." diye dua ettiler. Allah da
onlara, silahlarını bırakmalarını emretti ve tevbelerini kabul etti.
Mücahid diyor ki:
"İsrailoğullan bu hadisede babalarım ve oğullarını bile öldürüyorlardı.
İşte Allah teala onların tevbelerini böyle kabul etmişti."
Buna benzer
rivayetler, Ebul Âliye, Zühri, Katade, Ubeyd b. Umeyr, İbn-i İshak ve İbn-i
Zeyd'den de nakledilmiştir. [184]
55- Hani:
"Ey Musa, biz, AHahi açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz."
demiştiniz de gözünüz göre göre sizi bir çığlık yakalayıvcr-mişti.
Ey İsraiîoğullan, hani
siz Musaya: "Biz, Allahı, apaçık görüp gözlerimizle ona bakmadıkça seni
tasdik edip bize getirdiğini kabul etmeyiz." demiştiniz. Bu sebeple sizi,
bir çığlıkla helak etmiştik. Sizi helak eden bu çığılği bizzat gözlerinizle
görüyor, onu müşahade ediyordunuz.
Allah teala, bu ve
bundan önceki âyetlerle, Resulullahın hicret ettiği Medinenin çevresinde
bulunan ve Resulullahın hak Peygamber olduğuna inanmayan Yahudileri kınamakta,
onların, Resulullaha yaptıklarının, atalarının Hz. Musaya yaptıklarına
benzediğini bildirmektedir. Öyle ki, ataları, Allah tealanin çeşitli
nimetlerine erişmelerine ve onun Peygamberinin doğru olduğunu gösteren
mucizelerini bizzat gözleriyle görmelerine rağmen yine ele teslim olmamışlar,
kendilerini dinden çıkaran çeşitli davranış ve tekliflerde bulunmuşlardır.
Ba-zan Hz. Musadan, Allanın dışında kendileri için ilahlar tayin etmesini
istemişler, bazan, Allahı bırakıp buzağıya tapmışlar, bazan, "Biz, Allahı
bizzat gözlerimizle görmedikçe sana inanmayız." demişler, savaşa davet
edildiklerinde Hz. Musaya: "Git, sen ve rabbin savaşın. Bizler burada
oturacağız." demişler, "Kutsal şehirin kapısından secde ederek girin
ve "Affet" deyin ki kusurlarınızı bağışlayalım." denilmiş,
onlar ise sözü tersine çevirerek "Kutsal hamur içinde buğday"
şeklinde söylemişler ve o şehire, kıçları üzerinde sürünerek girmişlerdir. Bu gibi
davranışlarıyla Hz. Musaya çok eziyet etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
inanmayan Yahudiler de bunlar gibi, Allanın Peygamberini üzecek şeyler
yapmaktadırlar.
Âyette zikredilen
"Çığhk"tan maksat, Rebi' b. Enes'e göre "Bir gürültü",
Süddiye göre "Bir ateş", İbn-i İshak'a göre ise "Bir
sarsıntı"dır. Aslında "Çığlık" diye tercüme edilen insanın
gördüğü veya yakalandığı, dehşetinden dolayı aklının gittiği veya bazı duyu
organlarını kaybettiği yahut helak olduğu her şey'e denir. Bu şey, ses de
olabilir ateş de, deprem de olabilir sarsıntı da,
Hz. Musa'ya:
"Biz, Allahı açıkça gönnedikçe sana iman etmeyiz" diyenler. Hz.
Musanın, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemeleri için İsrailoğullan
arasından seçip Tur dağına götürdüğü yetmiş kişidir. Bunlar, Tur dağına
vardıklarında Hz. Musa onlan biraz geride bırakmış, kendisi, Allah teala ile konuşmak
üzere dağın tepesine çıkmış. O sırada dağın tepesini bir duman kaplamış, Allah
tealanın, Hz. Musa ile konuşmasını duyan bu yetmiş kişi bu sefer de: "Biz,
Allahı açıkça görmedikçe iman etmeyiz." demeye başlamışlardı. İşte onların
bu, hadlerini aşan talepleri sonunda kendilerini şiddetli bir sarsıntı
yakalamış ve hepsi birden ölmüşlerdi.
Taberi diyor ki:
"İsrailoğullarının Hz. Musaya: "Biz, Allahı açıkça görmeciikçe sana
asla iman etmeyeceğiz." demelerinin sebebi olarak İbn-i İshak, Süddi,
Reb'i' b. Enes, İbn-i Zeyd ve Katadeden nakledilen bu gibi rivayetlerin sıhhati
hakkında kesin bir delil bulunmamaktadır. Nakledilenlerin belki bir kısmı
doğru olabilir. Bununla birlikte İsraÜoğullannın, Hz. Musaya böyle bir teklifte
bulunmalarının asıl sebebini ancak Allah tealanin bildiğini söylemek daha
isabetli olacaktır. Allah tealanın bu âyette İsrailoğullanm, Hz. Muhammedi kabul
etmelerinden dolayı kınadığı muhakkaktır.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyurul m aktadır: "Musa, tayin ettiğimiz o vakit
için kavminden yetmiş kişi seçti. Onları kuvvetli bir sarsıntı yakalayınca Musa
şöyle dedi: "Ey Rabbim, eğer dileseydin bunları ve beni daha önce helak
ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?
Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen bu imtihanla dilediğini saptırır,
dilediğini de hidayete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla,
bize merhamet et. Sen, bağışlayanların en ha-yırlısısın. [185]
Hz. Musanın bu dua ve
taleplerinden sonra Allah teala, helak oan bu yetmiş kişiyi tevbe eder ve
şükrederler diye tekrar diriltmiştir. Bundan sonra gelen âyet-i kerime bu
hususa işaret etmektedir. [186]
56- Sonra
şükredesiniz diye, ölmüşken size tekrar hayat verdik.
Sizi çığlıkla
Öldürdükten sonra, size olan nimetimize karşılık şükredesiniz diye sizi
yeniden dirilttik.
Bundan sonra Allah
teala, İsrailoğullanna, şükretme vazifelerini hatırlatarak onlara vermiş
olduğu nimetleri saymaya başlamış ve şöyie buyurmuştur: [187]
57-
Bulutları üzerinize gölgelik yaptık. Size, kudret hcvlası ve bıldırcın
indirdik "Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yy in."
dedik. onlar bize
zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Ey İsrailoğullan, Tin
sahrasında bulunduğunuz sırada bulutlan üzerinize gölgelik yaptık. Orada size
bir lütuf olarak, ağacın üzerine inen, baldan daha tatlı ve güzel olan kudret
nevası ve bıldırcın indirdik" Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin leziz ve
temiz olanlarından yeyin" dedik. Fakat siz bu nimetlere karşı nankörlük
ettiniz. Emrimize isyan ettiniz. Ancak, bizim emrimize isyan etmelke bize
zulmetmediniz. İsyanlarınızla azabı hak ettiğiniz için kendi kendinize zulmettiniz.
* Âyet-i kerimede zikredilen
ve "Bulutlar" diye tercüme edilen kelimesi aslında gökyüzünü bürüyen
her şeye denir. Bu şey bulut ta olabilir duman da, olabilir başka bir şey de.
Mücahid, âyet-i kerimede zikredilen ve İsrai-loğullarının üzerine gönderildiği
beyan edilen in, bildiğmiz bulut olmadığını söylemiş Abdullah b. Abbas da bu
bulutun normal bulutlardan daha soğuk ve daha güzel bir bulut olduğunu ve
kıyamet gününde Allanın emrinin içinde geleceği* ve Bedir savaşında meleklerin
içinde geldiği bulut olduğunu söylemiş ve İsrailoğullarının Tih çölünde bu özel
bulutla gölgelendiklerini beyan etmiştir.
Taberi diyor ki:
Âyette zikredilen ( fâ. ) kelimesi, göğü kaplayan herhangi bir şey olarak izah
edildiği takdirde, İsrailoğullanm gölgelendiren ( fuî ) in da bulut vb.
herhangi bir şey olması mümkündür. Allah teala buna: "Göğü kaplayıp
örten" mânâsına gelen ( r'ui ) ismini vermiştir. Buna "Bulut"
mânâsına gelen ismini vermesi uygun düşmezdi. Zira, o takdirde o kaplayanın,
buluttan başka bir şey olduğunu söylemek mümkün olmazdı.
Âyette zikredilen ve
"Kudret helvası" diye tercüme edilen kelimesi, Mücahide göre bazı
meyve ağaçlannm gövdesinden akan ve bal'a benzeyen bir maddedir. Katadeye göre
kar gibi beyaz olan bir maddedir. Rebi' b. Enes'e göre bal gibi bir içecektir.
İbn-i Zeyd ve Âmir'e göre bal'dir. Vehb'e göre zerrecikler ve un'lar gibi
ufanmış ekmeklerdir. Süddi'ye göre bu, Turrencebin ağacı üzerine inen bir
nimet, Abdullah b. Abbas ve Âmir'e göre, ağaçların üzerine gökten düşen ve
yenilen bir maddeddir. Bazılarına göre ise bal gibi tatlı olan Sümam ve Uşer
bitkilerinin üzerine düşen bir maddedir. Peygamber efendimiz ir hadis-i
şerifinde:
"Mantar den yani
kudret hclvasıhdandır. Suyu da göz için şifadır. [188]
buyurmuştur.
"Bıldırcın
kuşu" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Âmir
tarafından bu şekilde izah edilmiş, Süddi ve Rebi1 b. Enes tarafından
"Bıldırcından daha büyük bir kuş" şeklinde, Vehb tarafından
"Güvercin gibi semiz bir kuş"
şeklinde, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbas tarafından "Bıldtrcın'a
benzeyen bir kış" şeklinde izah edilmiş, Katade de bu kuş'u, güneyden esen
rüzgârların getirdiğini söylemiştir.
Tuberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Allah tealanın, bu kavmi bulutlarla
gölgelendirmesinin ve bunlara kudret helvası ve bıldırcın eti indindesinin
sebebi nedir?" Cevaben denir ki: "Bu hususta çeşitli rivayetler
vardır:
Taberi bu hususta
özetle şunları zikretmektedir: Süddi diyor ki "Allah te-ala Hz. Musanın
kavminin tevbelerini kabul ettikten ve Musanın seçtiği yetmiş kişiyi öldürüp tekrar
dirilttikten sonra İsrailoğullanna, Kudüs'e gitmelerini emretmiştir. Onlar
oraya yaklaşınca Musa onlardan on iki önder seçip orada bulunan zorba kavme
gönderdi. Bu gidenlerle o kavim arasında cereyan eden olayları Allah teala
bizlere haber vermiştir. Kavmi Musaya: "Ey Musa, onlar orada oldukça biz
oraya ebediyyen girmeyiz. Sen ve rabbin gidin savaşın biz burada
oturacağız." dediler. [189]Bunun
üzerine Musa hiddetlendi ve onlara beddua etti ve şöyle dedi: "Ey rabbim,
ben, kendimden ve kardeşimden başkasına söz ge-çiremiyonim. Sen, bizimle bu fasık
kavmin arasını ayır[190] Hz.
Musanın bu duası, aceleye getirdiği bir duadır. Bu duanın üzerine Allah teala
şöyle buyurdu: "Kırk sene o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır.
Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. [191]Allah
teala, İsrailoğullannı çölde dolaşmaya mecbur edince Hz. Musa, yaptığı duadan
dolayı pişman oldu. Kavminden, kendisiyle beraber olan ve kendisine itaat eden
insanların yanına vardı. Onlar ona: "Ey Musa, bize ne yaptın?"
dediler.Allah teala, Hz. Musanın bu pişmanlığı üzerine ona şunu vahyetti:
"O fâsık kavim için üzülmc. [192]Bunun
üzerine Hz. Musanın üzüntüsü gitti. Yine kavmi ona: "Ey Musa, biz burada
suyu nerede bulacağız?" yemek nerede? dediler. Allah teala da onlara,
Turrencebin ağacım üzerine indirdiği kudret helvasını, bıldırcın'a benzeyen
Selva'yı gönderdi. İsrailoğullanndan herhangi birisi gelip kuş'a bakıyordu.
Eğer semiz ise onu kesiyor yoksa bırakıyordu. O zayıf kuş da semizleştikten
sonra geliyordu. İsrailoğulları: "Yemek olarak bu var. Fakat içecek
nerede?" dediler, Musa, âsâsıyla taş/a vurdu. Taştan on iki pınar
fışkirdı. On iki toruna ayrılan her bir torun, bunlardan birinden su içmeye
başladı. İsrailoğulları: "Yemek ve su olarak bunlar var. Fakat gölgelik
hani?" dediler. Bunun üzerine onlar, bulutlarla gölgelendirildiler.
İsrailoğulları tekrar:
"Bu, gölgelik. Ya giyecek elbise nerede?" dediler. Allah teala da
onlann elbiselerini hiç eskimeyecek bir şekle getirdi. Boylan büyüdükçe
elbiseleri de büyüyordu. Allah teala şu âyetlerde bu hususları beyan
etmektedir: "Bulutlan Üzerinize gölgelik yaptık. Size kudret hevası ve
bıldırcın indirdik. "Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerimden
yeyin." dedik. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine
zulmediyorlardı." "Bir zaman Musa, kavmi için su aramıştı. Biz de
ona "Âsâsı taşa vur." dedik. Bunun üzerine taştan on iki göze
fış-kirdı. Her cemaat su içeceği yeri bildi (ve dedik ki) "Allahın
rızkından yeyin için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne çıkarmayın. [193]
Rebi' b. Enes diyor ki:
"İsrailoğulları Tih çölünde beş veya altı fersahlık bir alanda şaşkın bir
vaziyette dönüp duruyorlardı. Sabahtan akşama kadar dolaşıp aynı noktaya
geliyorlardı. Kırk yıl bu şekilde devam ettiler. İşte burada onlara kudret
helvası ve bıldırcın kuşu gönderiliyor, elbiseleri de eskimiyordu. Yanlarında,
Tur dağından alıp götürdükleri bir taş bulunuyordu. Konakladıkları yerde Hz.
Musa, âsâsiyla o taşa vuruyor ve ondan on iki pınar fışkırıyordu."
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Onların çölde giydikleri elbise ne eskiyor ne de
kirleniyordu."
İbn-i Cüreyc diyor ki:
"Onların, kudret helvası ve bıldırcın etinden, bir günlük yiyeceklerinden
fazla almaları halinde bu yiyecekler bozuluyordu. Ancak Cumartesi gününün
yiyeceğini Cuma gününden alıyorlardı. O günün yiyeceği bozulmuyordu. [194]
58- O vakit
onlara şöyle demiştik: "Şu şehre girin ve oranın mahsullerinden
dilediğiniz gibi bol bol ycyin.Kapıdan secde ederek girin ve "Affet"
deyin ki kusurlarınızı bağşlayalım. İyilikte bulunanlara daha fazlasını
vereceğiz.
O vakit onlara şöyle
demiştik: "beytül Makdise yani Kudüse girin. Orada bulunan mahsullerden
afiyetle, rahatlıkla ve hesapsız olarak yeyin. Kudüs şehrinin kapısından,
Allah'a şükür secdesi ederek girin ve "Ey rabbimiz, günahlarımızı
affet" deyin ki günahlarınızı örtelim ve onların yükünü üzerinizden
atalım.İçinizden, iyilikte bulunanların iyiliklerini artıracağız.
Âyet-i kerimede
zikredilen şehirden maksat, Katade, Süddi ve Rebi' b. Enes'e göre Kudüs, İbn-i
Zeyd'e göre ise Kudüsün yakınında bulunan Eriha ka-sabasıdır. Adı geçen kapıdan
maksat ise, Kudüste "Hıtta kapısı" diye adlandırılan kapıdır.
Abdullah b.Abbas
"Secde ederek girin" ifadesini "Rüku ederek girin" şeklinde
izah etmiştir. Zira rüku da secde de eğilmeyi gerektirdiğinden boyun eğerek
girmelerine "Rüku ederek girin" deme yerine "Secde ederek
girin" denmiştir.
Burada
"Affet" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı Hasan-ı Basri, Katade,
İbn-i Zeyd, Rebi' b. Enes ve Ata'ya göre "Günahlarımızı düşür"
demektir. İkrimeye göre ise Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur" demektir.
Abdullah b. Abbas'a göre ise "Allah'ım senden af dileriz deyin" demektir.
Veya "Bu iş size söylendiği gibi haktır deyin" anlamına gelmektedir.
Âyette zikredilen ve
"Bağışlayalım" diye tercüme edilen kelimesi kökünden gelmektedir. Asıl
anlamı ise bir şeyi kapatmak ve örtmektir. Baş'a giyilen "Miğfer" e
bu adın verilmesi, başı kapatmasındandır.
Allah telaa, bundan
sonra glene âyette, İsrailoğullanna olan büyük lütfü-nu ve onlara gösterdiği
birçok mucizelere rağmen onların büyük bir cehalet içinde okluklarını,
rablerine itaatta gerekeni yapmadıklarını, Peygamberleriyle alay edip onlara
karşı çıktıklarını beyan ediyor ve onları kınıyor. Böylece onların soyundan
gelen ve bu âyetteki ifadelere muhatap olan torunlarını da, Resu-lullah'a iman
etmemeleri yüzünden kınamış oluyor. O hallerinden vazgeçmemeleri halinde de
atalarının durumuna düşeceklerini beyan ediyor. [195]
59- Fakat
zalimler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular. Biz de,
fâsik.olmaları sebebiyle üzerlerine gökten azap indirdik.
Fakat zalimler,
kendilerine söylenen bu sözü değiştirdiler, başka bir şekle soktular. Yani o
kelimeyi başka bir kelime ile değiştirdiler. Biz de, emrimize aykırı hareket
etmeleri üzerine, işledikleri günahlar ve itaattan ayrılmaları sebebiyle,
gökten, Taun ve diğer hastalıklar gibi azap indirdik.
Bu hususta Ebu Hureyre
(r.a.) Rasulullah'ın şöyle buyurduğnu rivayet
"İsrailoğullanna,
"Kapıdan secde ederek girin" dendiğinde onlar, kıçları üzerine
sürünerek içeri girdiler. Zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka
şekle koydular. Onlar, diyorlardı. [196]
Diğer bir rivayette
İbn-i Abbas da diyor
ki: "Secde ederek girmeleri emredilen kapıdan, kıçları üzerine gerisin
geri sürünerek girdiler. Bu sırada bir işaret olmak üzere diyorlardı. Bunlar
"Hıtta" kelimesi yerine Hınta fi şa'rah" diğer bir rivayette de
"Habbe Fi Şa'rah" diyorlardı. Bu sözlerinin ne mânâya geldiği
bilinmiyordu. Bir kısım âlimler: "Bu anlamsız sözleri söyleyerek,
Allah'ın kendilerinden af dilemeleri isteğini reddettiklerini ve bunun üzerine,
Allah'ın, kendilerini cezalandırarak yetmiş bin kişinin Taun hastalığından
öldüğünü" söylemişlerdir/[197]
Diğer bir kısım [198]âlimler
ise bu sözün "Kızıl buğday" demek olduğunu, İs-railoğullan bunu
söyleyerek, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı çıkma amacı taşıdıklarını ve
bu şekilde alaycı bir davranışta bulnmalanndan dolayı cezalandırıldıklarını
söylemişlerdir. [199]
Âyette,
îsrailoğullannın uğratıldığı azap, mutlak olarak zikredilmiştir. Bu azap Taun
hastalığı da olabilir başka bir şey de. Bunun Taun hastalığı olduğuna dair
kesin bir delil yoktur. Ancak İbn-i Zeyd'in bunu Taun olarak yorumlaması akla
daha yatkın görünmektedir. Zira Resulullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde Taun
hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu, sizden önceki bazı ümmetlerin
uğratıldığı bir azaptır. [200]
60- Bir
zaman Musa kavmi için su aramıştı. Biz de ona: "Âsânı taşa vur."
dedik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdi. Her cemaat su içeceği yeri
bildi. (Ve dedik ki): Allah'ın rızkından yeyin, için, yeryüzünde bozgunculuk
yaparak fitne çıkarmayın.
Musa Tih çölünde iken,
kavmi olan İsrailoğullan için su istedi. Biz de ona: "Âsânı taşa
vur." dedik. O da vurdu. Bunun üzerine on ikiye ayrılan herbir torun
cemaatına, taştan fışkıran bir göze meydana geldi. Herbirİ kendine mahsus olan
gözeden içiyordu. Başkalan oradan içmiyordu.
* Allah teala diğer
yaratıklar için suyu dağlardan ve benzeri yerlerden çıkardığı halde çöldeki
İsrailoğullan için taşı yararak çıkarmış ve onlara şöyle buyurmuştu:
"Allah'ın rızkı olan kudret helvası ve bıldırcın etinden yeyin, azamet ve
ikram sahibi oian Allah'ın kudretiyle sizin için taştan fıkşkırtmiş olduğu
soğuk ve tatlı sudan için. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne
çıkarmayın." dedik."
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Hz. Musa'nın, kavmi için su istemesi Tih çölünde olmuştur.
Allah teala İsrailoğullarını bu çölde bulutlarla gölgelendirmiş, onlara gökten
kudret hevası ve bıldırcın eti göndermiş, elbiselerini eskimez ve kirlenmez
elbiseler kılmıştı. Bunlara dört köşeli bir de taş vermişti. Onlar susadıklarında
su isteyince Allah teala Hz. Musaya emretti o da asasını taşa vurdu. Taşın her
kenarından üç pınar fişkırdı. Bu pınarlardan herbiri on iki torundan birine
aitti. Onlar nereye vanp konaklarlarsa o taşı orada buluyorlardı.
İbn-i Zeyd ise bu
taşın, koyun kellesine benzeyen bir taş olduğunu İsrailoğullan gezerlerken
yüklerinde taşıdıklarım söylemiştir. [201]
61- O zaman
siz, şöyle demiştiniz: "Ey Musa, bir çeşit yemeğe dayanamayacağız.
Rabbine dua et de bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmı-sak, mercimek ve
soğandan versin." Musa da: "İyi olanı daha basit bir şeyle mi
değiştirmek istiyorsunuz? O halde bir şehre inin. Şüphesiz orada istediğiniz
vardır." demişti. Onlara, zillet ve yoksulluk damgası vurulmuştur.
Allahı'n gazabına uğramışlardır. Bu onların, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri
ve haksız eyer Peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan etmelerinden ve
haddi aşmalarından ileri gelmektedir.
Ey İsrailoğullan,
Peygamberiniz Musaya: "Nefsimizi bir çeşit yemeğe mahkum etmeye artık
dayanamıyoruz." dediğinizi hatırlayın. Diyordunuz ki: "Rabbinden iste
de bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek, soğan ve benzeri
şeyler versin." Musa da size dedi ki: "Değer ve kıymet yönünden daha
hayırlı olan şeyi daha düşük ve basit bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?
Şüphe yok ki kim, kudret helvası ve bıldırcın etini, buğday, hıyar, soğan ve
sar-mısakla değiştirirse o kimse, daha yüksek değerde olan bir şeyi daha düşük
değerli ile değiştirmiş olur. Öyleyse bir şehre inin. Şüphesiz orada
istediğiniz vardır. "Yahudilere aşağılık ve sefillik hak olmuştur. Onlar,
Allah'ın gazap ve öfkesini yüklenmişlerdir. Bu zillet, aşağılık ve gazap,
onlann, Allah'ın birliğini gösteren delilleri inkâr etmeleri ve
yarattıklarının, doğru yolu bulmaları için gönderdiği Peygamberleri, Allah'ın
izni ve nzası olmadığı halde Öldürmeleri yüzündendir. Yine bu ceza, Allah'a
isyan etmeleri ve koyduğu hudutlan aşmaların-d andır.
Görüldüğü gibi âyet-i
kerime, israiloğullannm, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve Peygamberlerini
düşmanlıkla, haksız yere öldürmeleri sebebiyle Allah'ın, onîann şereflerini
zilletle, nimetlerini yoklukla, nzasını da gazabıyla de-ğişürdiğni haber
vermektedir.
Ayet-i kerimenin:
"O halde şehre inin. Şüphesiz ki orada istediğniz
vardır." bölümünde bir kısaltma söz
konusudur. İfadenin tam şekli ise şöyledir: "Musa rabbine dua etti. Biz
de onun duasını kabul ettik ve oniara dedik ki: "O haide şehirlerden
herhangi birisine gidin. Zira siz şu anda çöldesiniz.İstediğiniz şeyler ise
çölde bulunmaz. Onlar ancak köylerde ve şehirlerde bulunur. Şehirlerden birine
gittiğinizde sizin için istediğiniz hıyar, sarımsak gibi besin maddeleri
oralarda vardır."
Bazı müfessirlerin
görüşüne göre, İsrailoğullarının: "Bir çeşit yemeğe dayanamıyoruz."
dedikleri yemek, kudret helvası ve bıldırcın etiydi. Vehb b. Mü-nebbih'in
görüşüne göre ise bu yemek, et ile güzel bir ekmek idi.
Taberi diyor ki:
"Tahıl, sebze, mercimek, soğan, yer bitkilerinden, insanların bildiği
şeylerdir. Fakat âyette"Fum" olarak geçen kelime, İbn-i Abbas, Atâ,
Katade, Hasan-ı Basri, Süddi ve Ebu Malik'e göre buğday veya buğday unundan
yapılmış ekmek, Mücahid ve Rebi'nin görüşüne göre ise "Sar-misak"tır.
İbn-i Mes'udun da âyetteki kelimesini, "Sarmısak" mânâsına gelen
şeklinde okuduğu rivayet edilmektedir. Taberi, soğanla yakınlığı sebebiyle bu
görüşü tercih etmiştir.
Şüphesiz ki, kudret
helvası ve bıldırcın etini, tahıl, hıyar, mercimek, soğan ve sarmısak gibi
şeylerle değiştiren kimse, değerli yiyecekleri bırakıp basit şeyleri almış
olur.
Ayette zikredilen ve
"Bir şehir" diye tercüme edilen kelimesi Katade, Süddi, Mücahid ve
İbn-i Zeyd1 tarafından "Şehirlerden bir şehir" diye izah edilmiş
Rebi' b. Enes tarafından ise "Mısır şehri" şeklinde izah edilmiştir.
Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğru olduğuna dair özetle şunları zikretmişlerdir."
Allah teala, İsrailoğullannı Mısırdan çıkardıktan sonra Şam topraklarını
onlara mesken kılmıştır. Onların , Şam'a gitmeden önce tih çölünde kırk yıl
dönüp dolaşmaları ise, Kudüs ve çevresindeki kutsal topraklarda bulunan zorba
kavimlerle çarpışmalarına dair olan Allah'ın emrine uymamalarındandır. Bu
yüzden çölde kırk yıl dönüp dolaşmışlar, Uz. Musa'nın orada vefatından sonar
Yûşâ b. Nûn, kutsal topraklardaki zorbalara karşı savaşıp zafer elde etmiş ve
böylece İsrailoğuIIarı, Şam topraklanılın bir bölümü olan Filistine
yerleşmişlerdir. Allah teala, kitabında, İsrailoğullarının, mukaddes
topraklara yerleşmelerini farz kıldığını beyan etmiş, onların, tekrar Mısıra
dönmelerine dair bir beyanda bulunmamıştır. Onların Mısıra döndüklerini ifade
ettiği zannedilen âyet-i kerimeler, onların, Şam topraklarına yerleştiklerine
işaret etmektedir. Âyetlerde şöyle buyurulmaktadır: "(Musa kavmine şöyle
dedi) Ey kavmim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes yere girin. Geriye
dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." "Oniar da: "Ey Musa, orada
zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer
oradan çıkarlarsa, şühhesiz biz de gireriz." dediler[202]Kavmi
ona: "Ey Musa, onlar orada oldukça biz ebediyen oraya
girmeyiz.Sen ve rabbin.,gidin ve savaşın.
Biz burada oturacağız.
Âyette zikredilen
kelimesinden maksadın "Mısır şehri" olduğunu söyleyenlerin delili
ise şu âyetlerdir: "Onlar (Firavun ve kavmi) geride nice bahçeler, akan
pınarlar, çeşitli bitkiler, güzel konaklar ve zevk ve sefa île içinde
yaşadıkları nimetler bıraktılar." "Böylece biz onlara verdiğimiz
nimetleri başka bir kavme miras bıraktık. [203]
"Nihayet biz,
Firavun ve kavmini, bahçelerden, akar sulardan, hazinelerden ve şerefli
makamlardan çıkardık." "İşte böyle yaptık. Onlara îs-railoğullarım
mirasçı kıldık. [204]
Taberi diyor ki:
"Bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu gösteren bir âyet
olmadığı gibi Resulullah'tan da bu hususta kesin bir rivayet yoktur. Bu nedenle
âyetin izahında şöyle denmektedir: "Allah teala, Hz. Musaya, kavmini alıp
istedikleri bu mahsullerin yetiştiği bir beldeye götürmesini emretmiştir. Bu
belde Şam'da olabilir Mısır da."
Âyet-i kerimede,
Yahudilere zillet damgası vurulduğu zikredilmektedir. Bu zilletten maksat.
Katade ve Hasan-1 Basriye göre şu âyet-i kerimelerde tasvir edilen zelil bir
şekilde cizye vermeleridir. "Kitap ehlinden, Allah'a ve âhiret gününe
iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar
ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye
verinceye kadar savaşın. [205]
62- Şüphesiz
iman edenicr, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlcrdcn, Allah'a, âhiret gününe
iman edenler ve salih amel işleyenlerin, rablcri katında mükâfaatları vardır.
Onlar için bir korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.
Allah'ı ve resulünü ve
onun, Allah'tan getirmiş olduğu şeyleri tasdik eden müminler, tevbe ederek
hidayete kavuşan Yahudiler, İsaya yardım eden Hıristiyanlar, dinleri ve
kitapları olmayan ve meleklere tapan bir kavim olan Sabitlerden kim Allah'ı
tasdik eder ve Öldükten sonra dirilmeyi kabul eder ve salih amel işlerse
onların, Allah katında salih amellerinin sevabı vardır. Onlar için kıyametin
dehşetinden korku yoktur. Onlar devamlı nimetleri bizzat gözleriyle görünce
geride bırakmış oldukları dünyaya ve ondaki yaşayışa da üzülmeyeceklerdir.
* Âyet-i kerimede
geçen "İman edenler"den maksat, Allah'ın Peygamberinin, Allah
tarafından getirdiklerini ve Peygamberini tasdik edenler." demektir.
"Yahudiler"
diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Tevbe edenler"
demektir. Yahudilerin "Tevbe edenler" diye sıfatlandınlmalan.
on-lann, işledikleri günahlardan tevbe etmelerindendir.
İbn-i Cüreye ise,
Yuhudilere "Yahudi" isminin verilmesinin sebebinin, şu âyet-i
kerimede zikredildiği gibi "Biz
sadece sana yöneldik. [206]demeleridir.
Hıristi yani ara
"Nasrani" denilmesinin sebebi, oniann, birbirlerine yardım
etmelerindendir. Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre ise,
Hz. İsa'nın, "Nasıra" diye adlandırılan bir köyde doğmuş
olmasındandır. Diğer bir kısım âlimlere göre ise Hz. İsa'nın, şu âyette
belirtilen sorusuna cevap vermelerindendir. "Ey iman edenler, Allah'ın
dininin yardımcıları olun. Nitekim Mcryemoğlu İsa da Havarilcrilcrinc: "Allah'a
giden yolda benim yardımcılarım kimdir?" deyince Havariler de:
"Allah'ın dininin yardımcıları biziz." demişlerdi. Bunun üzerine
İsrailoğullarından bir giırup iman etmiş bir gurup ta inkâr etmişti. Ama biz,
iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik tc muzaffer oldular. [207]
Ayet-i kerimede
zikredilen kelimesi kelimesinin çoğuludur. Mânâsı ise "Dinini bırakıp
başka bir dine dönen" demektir. Bu âyette zikredilen "Sâbiîn"den
kimlerin kastedildiği hususunrda ise farklı görüşler zikredilmiştir.
Mücahid, Katade
-Hasan-î Basri, Ebu Necih ve Atâ b. Ebi Rebahîan nakledilen bir görüşe göre
bunlar, dinleri olmayan bir topluluktur. Bunlar, Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Mecusilik arasında bocalayan bir topluluktur. İbn-i Zeyd'e göre ise bunlar,
Musul civarında yaşayan ve "Lailahe İllallah" diyen fakat herhangi
bir dine ve kitaba uymayan, hiçbir amel işlemeyen ve Resulullah'a da
iman etmeyen bir topluluktur.
Hasan-ı Basri, Katade
ve Ebul Âliyeden nakledilen diğer birgörüşe göre bunlar, meleklere tapan, aynı
zamanda kıbleye doğru dönüp namaz kılan ve Zebur okuyan bir kavimdir.
Süddiden nakledilen
diğer bir görüe göre Sabitler, kitap ehlinden bir guruptur.
Âyette zikredilen
müminlerden maksat, "İmanlarında karar kılanlar" demektir. Yahudi,
Hıristiyan ve Sabitlerden iman edenlerden maksat, ise Hz. Muharnmed'e ve onun
Allah katından getirdiklerine iman edenler demektir. Bunlardan ehl-i kitap olan
Yahudiler, Hz. İsa'ya kadar Tevrata sarıldıkları müddetçe mümin sayılırlar.
Hz. İsa geldikten sonra ona iman etmeyenler hüsrandadırlar. Hıristiyanlar da
Hz. Muhammed gelinceye kadar Hz. İsa'ya uydukları takdirde mümin sayılırlar.
Hz. Muhammed geldikten sonra da ona imen etmek zorundadırlar. Aksi halde onlar
da hüsrandadırlar.
Bu âyet-i kerimenin,
Selman-ı Fârisinin arkadaşları hakkında nazil olduğu rivayet edilmektedir.
Selman-ı Fârisi, Resulullah'ı görmeyen Hıristiyan arkadaşlarının, Resullah'ı
beklediklerini, onu görebilmiş olsaydılar ona iman edeceklerini söyleyince
Resulullah, onların, İslam dini üzere ölmediklerini beyan etmiş, bunun üzerine
Selman çokça üzülmüştür. İşte bu sırada bu âyet-i keime nazil olmuş, Hz.
İsa'nın dinine tabi olup ta Resulullah'ı görmeden ölenlerin kurtulmuş
olacaklarını, Resulullah'ı görüp te iman etmeyenlerin ise helak olacaklarını
beyan etmiştir.
Bu hususta Süddiden
özetle şunlar rivayet edilmiştir: "Bu âyet-i kerime, Selman-ı Fârisinin
arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Selman, Cündi Sâbûr şehrinin ileri
gelenlerindendi. Kralın oğlu da onun arkadaşıydı. Birgün beraber av yaparlarken
elinde kitap okuyan bir rahibe rastlamışlardı. O kitap, Allah tea-lanın Hz.
İsaya indirdiği İncil idi. Rahip onları dine davet etti. İkisi de Müslüm
oldular. Rahip onlara, kavimlerinin kestiği hayvanların kendilerine haram olduğunu
ve etlerini yiyemeyeceklerini söyledi. Kral bir bayramda bütün ileri gelenleri
davet etti, oğlunu da yemeğe çağırdı. Oğlu gelmedi. Kralın ısrarı üzerine oğlu:
"Kestiğiniz etleri yemiyoruz. Sizler kâfirsiniz, kestiğiniz helal
değildir." dedi. Kral oğluna: "bunları sana kim öğretti?" diye
sordu. Oğlu da "Rahip öğretti" dedi. Kral rahibi çağırdı ve sorguya
çekti. Rahip oğlunu doğruladı. Kral: "Eğer kan akıtmak bize göre büyük bir
cinayet olmasaydı seni öldürürdüm. Memleketimden çık." dedi. Ve ona belli
bir süre verdi. Rahip, Krahn oğlu ile Selman'a: "Eğer sizler, dâvanızda
sadık iseniz, biz Musul şehrinde altmış kişiyle birlikte bir Havrada Allah'a
kulluk ediyoruz. Siz de oraya gelin." dedi. Ve oradan ayrıldı. Selman,
Krahn oğluna, rahibin yanına gitmeyi teklif edince Kra-1ın oğlu hazırlık
yapmaya başladı. Fakat biraz ağırdan alınca Selman onu birakıp yola koyuldu ve
rahibin yanına vardı. Rahip o Havra'nın sahibiydi. Orada bulunanlar da
rahiplerin ileri gelenierindendi. Selman orada bütün varlığı ile rabbine ibadet
ediyordu. Rahip ona, kendisini yormamasını, ibadetinin devamlı olması için
itidali muhafaza etmesini tavsiye etti. Fakat Selman yine fazla ibadete devam
etti. Sonra Havranın sahibi olan rahip orayı bırakıp daha az ibadet edilen
başka bir Havraya gideceğini, kendi Havrasında ibadet edenler gibi ibadet
etmekten âciz olduğunu, Selmamn da dilerse kendisiyle beraber gidebileceğini
yahut da orada kalabileceğini söyledi. Selman, Havranın sahibine hangi Havrada
kalmanın daha üstün olacağını orup da orada kalmanın daha faziletli olduğunu
öğrenince orada kalmıştır. Havranın sahibi olan rahip. Havranın en büyük
âlimine Selman hakkında tavsiyede bulundu. Selman oradakilerle birlikte Allah'a
ibadet ediyordu. Sonra o büyük âlim, Kudüse gitmek istediğini, Selma-nın da
isterse beraber gelebileceğini isterse orada kalabileceğini söyledi. Selman,
hangisinin daha fazliletli okluğnu sorup Kudüse gitmesinin daha faziletli
olduğunu öğrenince o âlimle birlikte yola çıktılar. Kudüse vardılar. Âlim kişi
ona: "Ey Selman, sen burada ilim tahsil et. Çünkü yeryüzünün en büyük
âlimleri bu mescide gelirler." dedi. Selman orada âlimleri dinlemeye devam
etti. Bir gün mescitten üzüntülü olarak döndü. O âlim kişi ona: "Neyin
var ey Selman?" dedi. Selman: "Bizden önceki Peygamberlerin ve onlara
tabi olanların bütün hayırlı işleri yaptıklarını, bizim ise onlara göre bîrşey
yapmadığımızı zannediyorum." dedi. Âlim kişi: "Ey Selman üzülme.
Geride bir Peygamber daha var. Hiçbir Peygambere tabi olan, ona tabi olandan
daha üstün değildir. İşte bu zaman onun beklendiği zamandır. Ben ona
kavuşacağımı sanmıyorum. Fakat sen gençsin bel ki de ona kavuşabilirsin. O,
Arap topluluklarında ortaya çıkacaktır? Eğer ona yetişirsen ona iman et ve ona
tabi ol." dedi. Selman: "Sen bana, onun belirtilerinden birşey
öğret." dedi. Âlim kişi: "Öğreteyim.Onun sırtında Peygamberlik mühürü
bulunacaktır. O, hediyelerden yiyecek, sadakadan yemi-yecektir." dedi.
Selman ve rahip, Kudiisten geri dönerken rahip kayboldu. Selman onu ararken
iki Arap kişiye rastladı. Onlardan, rahibi görüp görmediklerini sordu.
Adamlardan biri bineğini çöktürdü ve: "Bu ne güzel bir deve
çobanıdır." dedi ve onun bineğine bindirip Medine"ye götürdü.
Selman diyor ki:
"O sırada üzüldüğüm kadar hiçbir zaman üzülrnemiş-tim." Selmanı,
Cüheyniye kabilesinden bir kadın satın aldı. Selman, kadının diğer bir
kölesryle birlikte sıra ile koyunlarını otlatıyorlardı. Selman birgün koyun
otlatırken, kendisinden nöbeti devralacak olan arkadaşı geldi ve ona: "Farkında
mısın bugün Medineye bir adam geldi. O, kentlisinin Peygamer olduğunu
zannediyor." dedi. Selman ona: "Ben gelinceye kadar sen koyunların
başında dur." dedi ve hemen Medine'ye indi, Resulullah'a baktı, etrafında
dolaştı Resu-lullah onu görünce ne aradığını anladı ve elbisesini sarkıttı,
Peygamberlik mühürü göründü. Selman mühürü görünce Resulullah'a yaklaştı ve
onunla konuştu. Gidip bir dinara bir koyun ve biraz ekmek aldı Resullah'a
getirdi. Resululiah ona: "Bu nedir?" diye sordu. Selman: "Bu bir
sadakadır." dedi. Resululiah:" Benim ona ihtiyacım yok. Sen onu götür
Müslümanlar yesin." dedi. Bunun üzerine Selman tekrar gidip bir dinara
ekmek ve et satın aldı. Onu Resulullah'a getirdi. Resullah: "Bu
nedir?" diye sordu. Selman: "Bu bir hediyedir." dedi. Resululiah
ona: "Otur" dedi. Selman oturdu. Beraberce onlardan yediler. Yemek
yerlerken Selman Resulullah'a arkadaşlarını anlattı. Onlann oruç tuttuklarını,
namaz kıldıklarını, Resulullah'ın hak Peygamber olacağına iman ettiklerini.
Peygamber olarak gönderileceğine şahitlik ettiklerini söyledi. Selman, arkadaşlarını
övmeyi bitirince Resululiah ona: "Ey Selman, onlar cehennem ehlidir."
dedi. Bu, Selman'a çok ağır geldi. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti
indirdi. İsa Peygamber gelinceye kadar Hz. Musanın dininde olanların kurtulmuş
olacaklarını, Hz. Muhammed gelinceye kadar da Hz. İsa'nın dinine tabi olanların
kurtulmuş olacaklarını ancak, kendi Peygamberlerinden sonra gelen Pyeygambere,
kendileri hayatta oldukları halde iman etmeyenlerin helak olacaklarını beyan
etti. [208]
63- Bir
zaman sizden kesin söz almıştık. Üzerinize Tur dağnı kaldırmıştık: "Size
verdiğimize kuvvetle sarılın ve onda bulunanları hatırda tutun kî Allah'a
karşı gelmekten korunasıniz." demiştik.
Ey İsrailoğullan,
sizden, yeminle pekiştirdiğimiz kuvvetli bir söz aldığımızı ve üzerinize Tur
dağını kaldırdığımızı hatırlayın. Size dedik ki: "Tevratta
emrettiklerimize sanlın, herhangi bir eksiltme ve tembelliğe gitmeksizin ciddiyetle
ve gayretle amel edin ve o Tevratta bulunanları hatırda tutun. "Yani, vaad
ve tehdidimden, teşvik ve sakındırmamdan ibret alın ki azabımdan çekine ve
konmasınız.
* Allah tealanın,
İsrailoğullarından, yemin ettirerek aldığ söz şu âyet-i kerimede
zikredilmektedir. "Bir zaman İsrailoğuHarından" Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere ve düşkünlere iyilik yapın,
insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılıp zekatı verin." diye kesin söz
almıştık. Sonra siz, pek azınız müstesna yüzçcvirdiniz. Zaten siz,
yüzçcvirieilcrsiniz. [209]
Allah tealamn,
İsrailoğullarmdan söz almasının sebebi ise, İbn-i Zeydin rivayet ettiğine göre
şudur: Hz. Musa, Allah katından üzerlerinde Tevrat yazılı levhaları getirip,
kavminin, ondaki emir ve yasaklara uymalarını isteyince, onlar, Allah'ı bizzat
gözleriyle görmek istediklerini ve kitabı kendilerinin almak istediklerini söylemişlerdir.Bunun
üzerine Allah teala onlara gazap ederek onların hepsini öldürmüştür. Allah
teala daha sonra da onları dirilltmiştir. Yine Hz. Musa onlara: "Size ne
oldu?" diye sormuş onlar da: "Öldük sonra da dirildik"
demişlerdir. Hz, Musa yine onlara: "Allah'ın kitabını alıp
kabulenin." demiş onlar da "Hayır" demişlerdir. Bunun üzerine
Ailah teala meleklerini göndererek Tur dağını onların üzerine kaldırmış:
"Kitabı alıp kabullenin, aksi halde bu dağı sizin üzerinize
bırakırız." buyurmuştur. İşte bunun üzerine İsrailoğulla-\, yukanda
zikredilen ahdi vermişlerdir.
Âyette zikredilen Tur
kelimesinden maksat, Mücahid, Katade, Ebul Âliye, îkrime, Süddi ve İbn-i Zeyd'e
göre "Dağ" demektir ve aslı süryanice olan bir kelimedir.
Abdullah b. Abbas ve
İbn-i Cüreyc'e göre ise buradaki Tur kelimesi, Allah tealamn, Hz. Musa ile
üzerinde konuştuğu ve orada kendisine Tevratî indirdiği dağ'dır.
Dehhak ve Abdullah b.
Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre Tur, kendisinde bitki biten dağlara
denir. Bitki bitmeyenlere Tur denmez. [210]
64- Sonra
siz, bunun ardından yüzçcvirdiniz. Eğer size, Allah'ın lütfü ve merhameti
olmasaydı, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
Rabbiniz sizden,
emrolunduğunuz şekilde, ciddiyet ve gayretle amel etmenize dair kuvvetli söz
aldığı halde siz yüzçevirdiniz. Size emredilen şeylerle amel etmeyi bıraktınız.
Eğer, hata ve günahlarınızdan tevbe ettiğiniz için, rabbiniz size lütufda
bulunarak merhamet etmeseydi şüphesiz ki helak olanlardan olurdunuz. [211]
65-66-
İçinizden, cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. Biz onlara
"Hor ve zelil olarak maymunlar olun" dmiştik. Biz onların bu
hallerini, o zamanada bulunanlara ve gelecek olanlara bir ibret ve müttakilcr
için de bir nasihat yaptık.
Ey Yahudiler, sizden,
emrime karşı gelmeye cesaret edip cumartesi yasa-ğınrçiğneyerek avlanmaya
çıkanları çok iyi biliyorsunuz. Onlara ne yaptığımı da biliyorsunuz. Onlara
"Maymunlar, hakir ve alçaklar, uzaklaştırılmışlar, kovulmuşlar olun"
demiştik. Biz onların bu hallerini, yani onlarda yaptığımız bu şekil
değişikliğini, geçmişteki günahlarına ceza olarak, onlardan sonra geleceklere
de, aynı şekilde davrandıkları takdirde onlar gibi olacaklarını göstermek için
yaptık. Bunu, öğüt alıp hatırlarından çıkarmamaları için, müttakilere bir uyan ve
müminlere bir ibret yaptık.
* Taberi diyor ki:
"Bu ve bundan sonra gelen ve Resulullah'm zamanın da Medine'nin çevresinde
bulunan Yahudilere hitabeden bu âyetler Rasulul-lah'm zamanındaki Yahudileri
uyarmakta, onları, Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak Hz. Muhammed (s.a.v.) in
Peygamberliğini kabul etmeye davet etmektedir. Aksi takdirde Allah'ın emir ve
yasaklarına karşı gelen ataları maymunlara dönüştürülerek cezalandırıldıkları
gibi onların da Allah tarafından cezalandırılacaklarını bildirmektedir.
İsrailoğullanna Allah
teala tarafından konmuş olan cumartesi günü avlanma yasağı hususunda diğre
âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, onlara, deniz
kenarındaki şehir halkının başına gelenleri sor. Hani onlar, cumartesi günü
haddi aşıyorlardı. Tatil yaptıkları cumartesi günü balıklar akın akın
kendilerine geliyor, tatil yapmadıkları diğer günlerde ise onlara
yaklaşmıyorlardı. İşte biz, yoldan çıkmaları sebebiyle onları böylece imtihan
ediyorduk. [212]Ey kendilerine kitap
verilenler, bir kısım yüzleri silip belirsiz yaparak önünü arkasına çevirmeden
veya cumartesi ehline lanet ettiğimiz gibi onlara lanet etmeden, yanınızdaki
kitapları tasdik eder olduğu halde indirdiğimiz Kur'ana iman edin. Allah'ın
emri mutlaka yerine gelir. [213]"Söz
vermeleri için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara "O kapıdan secde
ederek girin" dedik. "Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin."
dedik. Ve onlardan sağlam bir söz aîdık. [214]
İzahını yaptığımız bu
Bakara suresinin altmış beşinci âyetinde, Yahudileriıı, maymunlara çevrildiği
beyan edilmektedir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır:
"0c ki "Allah tarafından bir eczaya çarptırılma bakımından size
bunlardan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah, kime lanet eder ve gazabına
uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yaparsa, işte
bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır. [215]"Kendilerine
yasak edilen şeylerden vaz geçmemekte ısrar edince onlara "Hor ve hakir
maymunlar olun" dedik. [216]
Bu hususta Abdullah b.
Mes'uddan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle bu vuruluyor:
"Bir gün
rcsulullah (s.a.v.)dcn, maymun ve domuzlar hakkında "Acaba bu hayvanlar,
bunların şekline giren Yahudilerin soyundan mı gelmedir?" diye sorduk.
Peygamber efendimizde şu cevabı verdi: "Allah'ın, lanetine uğratarak
başka yaratıklar şekline döndürdüğü her topluluk yok olup gitmiştir, soyları
kalmamıştır. Bu maymun ve domuzlar, ise daha önce var olan soylarının
devamıdır. Allah, Yahudilere gazap edince onları, maymunlar ve domuzlar
şekline çevirmiştir. [217]
Dehhak, Yahudilerin
geçmişte maymunlara dönüştürülme hadisesini, Abdullah b. Abbastan özetle şu
şekilde nakletmiştir: Abdullah b.Abbas demiştir ki: "Allah tala hiçbir
Peygamber göndermemiştir ki ona cuma gününün faziletini, göklerdeki yaratıklar
ve melekler nezdindeki üsttünlüğünii ve kıyametin o günde kopacağını bildirmiş
olmasın. Ümmetinin Hz. Muhammed'e tabi olması gibi, geçmiş Peygamberlerin
kendilerine tabi olan ümmetleri de cuma gününün kutsallığını öğrenmişler, ona
saygı göstermişler ve cuma gününü haftanın kutsal günü olarak devam
ettirmişlerdir. Cuma gününü böyle kabul etmeyenler ise, âyet-i kerimede
zikredildiği gibi, Allah'ın koyduğu sının aşmışlar ve neticede en aşağılatıcı
cezalara uğramışlardır. Şöyle ki: Hz. Musa. Yahudilere cuma günü tatil
yapmalarını emretmiş ve onun faziletli bir gün olduğunu kendilerine bildirmiştir.
Fakat Yahudiler: "Ey Musa, sen bize nasıl cuma günü tatil yapmamızı
emrediyor, onun diğer günlerden üstün olduğunu söylüyorsun? Halbuki günlerin
en üstünü cumartesi günüdür. Zira Allah teala gökleri, yeri ve rızıklan altı
günde yaratmış altı günün nihayetinde cumartesi gününde her yaratık itaat ederek
Allah'a boyun eğmiştir" demişlerdir. Bunun üzerine Allah teala Hz.
Musa-ya. "Bırak onları cumartesi günü tatil yapsınlar. Fakat o günde ne
balık avlasınlar ne de başka bir şey. Söyledikleri gibi herhangi bir iş de
yapmasınlar." buyurdu.
Cumartesi günü olunca
onlara balıklar suyun üzerinde yüzerek geliyorlardı. Cumartesi gününün
dışındaki günlerde ise avcılardan kendilerini sakınıyorlardı. Nitekim bu husus
şu âyet-i kerimede zikredilmektedir: "... Tatil yaptıkları diğer günler
de ise onlara yaklaşmıyorlardı. [218]
Balıklar bu şekilde devam edince Yahudiler hem onları avlamak istiyor hem de
Allah'ın kendilerini cezalandırmasından korkuyorlardı . Bazıları bu yasağı
ihlal ettiler. Hz. Musanin, kendilerini sakındırdığı cezalandırma tehdidine
aldırış etmediler. Balıklan kolayca yakaladılar. Allah'ın kendilerini hemen
cezalandırmadığını görünce de birbirlerine, balık avladıklarını, buna rağmen
cezalandırılmadıklarını söylediler. Böylece cumartesi günü balık avlayanlar
gittikçe çoğaldı. Onlar, Musa'nın kendilerine bildirdiği ihtarların asılsız
olduğunu zannediyorlardı. İşte böylece, âyet-i kerimenin bildirdiği gibi,
isyanlarından dolayı Allah onları maymunlara çevirdi. Onlar, yeryüzünde sadece
üç gün yaşayabildiler. Bu üç günde de ne yediler ne içtiler ne de cinsel
temasta bulundular. Allah teala. asıl maymunları domuzlan ve diğer yaratıkları,
Kur'an-ı kerimde zikrettiği gibi altı günün içinde yaratmıştır. Yahudileri ise
insan şeklinden çevirip maymun yapmıştır. Allah,dilediğine dilediğini yapar ve
dilediğini dilediği şekle sokar.
Abdullah b. Abbas'ın
azatlı kölesi İkrime ise bu hususta Abdullah b. Ab-has'ın özetle şunları söylediğini
rivayet etmiştir: "Allah teata sizlere cuma gününde namaz kılmayı farz
kıldığı ve o günde tatil yapmayı emrettiği gibi İsrai-loğullarına da o gün de
ibadet etmeyi farz kılmış o günü. haftanın bayram günü yapmıştır. Fakat
İsrailoğulları cuma gününü bırakıp cumartesi gününe saygı göstermişler, onu
kutsallaştırmalar ve bunda ısrar etmişlerdir. Bunun üzerine Allah teala onları
imtihan etti, kendileri için helal olan bazı şeyleri haram kıldı. Onlar
"Eyle" ile "Tur" arasında bulunan Medyen kasabasında
kalıyorlardı. Allah onlara, cumartesi gününde balık avlamayı ve onu yemeyi
haranı kılmıştı. Cumartesi gününde denizin kenarına akın akın balık geliyor
cumartesi bitince de büyük küçük hiçbir balık kalmayıp gidiyorlardı. Daha
sonraki cumartesi gününe kadar durum böyle devam ediyor, cumartesi olunca da
yine balıklar akınakın geliyorlardı. Durum uzun bir müddet böyle devam etti.
Yahudiler balık yemeyi çok özlemişlerdi. Onlardan biri cumartesi günü bir balık
yakalayıp ipe bağlayarak suya attı. İpin ucunu da sahile çaktığı bir kazığa
bağladı. Onu bu vaziyette bırakarak ertesi gün geldi aldı ve götürüp yedi.
Daha sonraki cumartesinde de aynı şeyi yaptı. İnsanlar balık kokusunu aldılar.
Kasaba halkı "Vallahi biz balık kokusunu alıyoruz" dediler. Ve balık
tutan adamın ne yaptığını öğrendiler. Kendileri de onun yaptığı gibi yaptılar.
Uzun zaman böyle gizli bir şekilde balık yediler. Allah onlan derhal
cezalandırmamiştı. Nihayet onlar açıkça balık avlayıp çarşıda satmaya
başladılar. İçlerinden takva ehli olan bir gurup: "Vay halinize, Allah'tan
korkun" diyor ve yapılan şeyin yasaklandığım söylüyorlardı. Diğer gurup
ise ne balık yiyor ne de balık yiyenlere müdahale ediyordu. Onlar şöyle
diyorlardı: Allah'ın helak edeceği yahut ta şiddetli bir azaba çarptıracağı kavme
ne diye vaaz ediyorsunuz?" Vaaz edenler ise "Rabbinize bir Özür beyan
edelim, ayrıca Allah'a karşı gelmekten de sakınırlar ümidiyle vaaz
ediyoruz." [219]
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Onlar böyle devam ederken diğer gurup, meclislerinde ve
mescitlerinde bulunuyorlardı. Allah'ın yasağını ihlal edenleri göremez oldular
ve birbirlerine: "Galiba bu adamların başına bir şey geldi, bakınız ne
oldu?" dediler. Gidip evlerine baktılar, kapılar arkasından kilitliydi. Onlar
geceleyin evlerine girip herkesin yaptığı gibi kapıları arkasından
kilitlemiş-lerdi. Onlar işte o evlerinde maymunlara dönüştürülmüşlerdi. Onları
bakmaya gidenler, maymuna dönüşen erkekleri, kadınları ve çocukları
tanıyorlardı.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "İşte bu kasaba, Allah tealanın Hz. Muham-med'e: "Muhammcd,
onlara, deniz kenarındaki şehir halkının başına gelenleri sor. [220]buyurduğu
kasabadır.
Ebu Neciyh, Mücahidin:
"Biz onlara hor ve zeli! maymunlar olun" de-dik." Ayet-i
kerimesini şu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir. "Allah onların şekillerini
değil, kalblerini maymunların kalbleri gibi kılmıştır. Allah teaia, Tev-ratı
kabullenip sonra terkeden Yahudileri, sırtında kitap taşıyan merkeplere
benzettiği gibi bu âyet-i kerimede de onları, maymunlara benzetmiştir. Onların
şekli gerçekte maymuna dönüşmemiştir."
Taberi, Mücahidin bu
görüşünün, Allah tealanın kitabının zahirine ters düştüğünü söylemiştir. Zira
Allah teala Kur'an-ı Kerimde, Yahudilerin bir kısmını maymunlara bir kısmını
domuzlara çevirdiğini ve onlardan bir kısmını Ta-ğuta tapanlar kıldığını,
Yahudilerin, Hz. Musaya "Aliah'ı bize açıkça göster de onu açıkça
görelim." dediklerini, buzağıya tapmalarından sonra tevbelerinin
birbirlerini Öldürmek şeklinde olduğunu, Kudüse girmelerim emrettiğinde Musaya:
"Git de o zorbalarla sen ve rabbin savaşın, biz burada oturup
kalanlarız" dediklerini, bunun üzerine Allah'ın onları çölde şaşkın
vaziyette dolaştırdığını beyan etmiştir. Yahduilerin maymuna çevirümediklerini
söylemek, bunlar hakkında Kur'an-i kerimde zikredilen diğer şeylerin de meydana
gelmediğini söylemek gibidir. Şayet diğer şeyler kabul edilir de sadece maymuna
çevirilmedikleri söylenecek olursa buna dair delil gösterilmes gerekir. Aksi
halde iddia delilsizdir, bu sebeple de reddedilir.
Âyet-i kerimede
"Biz onların bu hallerini, o zamanda bulunanlara ve gelecek olanlara bir
ibret ve müttakilcr için de bir nasihat yaptık." Duyurulmaktadır. Âyet-i
kerimede zikredilen ve "Onların bu durumu" diye tercüme etlilen
cümlesindeki ( u ) zamiri müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
Abdullah b. Abbastan
nakledilen bir görüşe göre buradaki zamir "Maymuna çevirilme cezasını
ifade etmektedir." Buna göre bu cümlenin mânâsı: "Biz onların maymuna
çevirilme cezasını, o zamanda bulunanlara ve gelecek olanlara bir ibret ve
müttakiler için de bir nasihat yaptık." demektir.
Abdullah b. Abbastan
nakledilen başka bir görüşe göre burada geçen (ti ) zamirinden maksat,
"Balıklar"dır.
Başka, bir kısım
âlimlere göre, halkı, cumartesi günü yasağını ihlal eden şehirdir. Diğer bir
guruba göre "Maymuna çevirilen insanlar"thr. Başka bir görüşe göre
de, cumartesi günü yasağım ihlal eden ümmettir. Bu izahlara göre âyetin mânâsı
şu sekilidedir. "Biz, cumartesi günlerinde akın akın gelen o balıklan
veya sakinleri, cumartesi yasağını ihlal eden ve beldeyi yahut kendilerini
maymuna çevirdiğimiz o insanları ya da cumartesi yasağını ihlal eden o ümmeti,
o zamanda buluna nlara bir ibret ve müttakiler için de bir nasihat yaptık."
Âyet-i kerimede geçen
ve "O zamanda bulunanlar" diye tercüme edilen ifadesi de müfessirler
tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.
Dehhak, Abdullah b.
Abbasın, âyetin bu bölümünü şöyle izah ettiğini rivayet etmiştir. "Biz bu
durumu, maymuna çevirilen o kavimden sonra gelenler için ve onlarla birlikte
olup ta maymuna çev iril mey enler için bir ibret kıldık ki bu duruma düşmekten
sakınsınlar."
Rebi' b. Enes ise
âyet-i kerimenin bu bölümünü şöyle izah etmkiştir: "O kavmi maymunlara
çevirme işini biz, geçmişte işledikleri günahları için bir ceza, geride kalan
insanlar için de bir ibret kıldık. Takva sahipleri içni de bir nasihat
yaptık."
İkrime ise, âyetin bu
bölümü şu şekilde izah etmiştir: "biz bu hadiseyi, onların yaşadıkları
şehirin önünde ve arkasında bulunan şehirler için bir ibret ve takva sahipleri
için de bir nasihat yaptık."
Katade de âyetin bu
bölümünü şöyle izah etmiştir: "Onları maymuna çevirmemiz, bizim onlan,
işledikleri günahlardan ve avladıkları balıklardan dolayı cezai andı rm am ı zd
andı r.''
Mücahid ise bu âyeti
şöyle izah etmiştir: "Onlan maymuna çevirmemiz, daha önce işledikleri
günahları ve helak olmalarına sebep olan son günahları sebebiyle
cezalandimnamızdandır."
Başka bir görüşe göre
Abdullah b. Abbas âyetin bu böfümünü şu şekilde izah etmiştir:
"Bizim,balıklan cumartesi günü akın akın gönderip diğer günlerde
gönderemememiz, onların, balıkların bu halinden önce işledikleri günahları ve
ondan sonra işledikleri günahları sebebiyle cezalandırmamızdandır."
Tuberi bu görüşlerden
birinci görüşü tercih etmiş ve âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: "Biz,
cumartesi günü yasağını ihlal eden o Yahudilere "Hor ve hakir maymunlar
olun" dedik. Bizim onlan cezalandınnamız, maymuna çevirilmedenönce
işlemiş olduklan günahlardan dolayıdır. Bir de onların işledikleri gibi bir
günahı işleyecek olanları aynı cezaya çarptıracağımızı bildirmek içindir.
Taberi, âyette
zikredilen "Müttekiler" ifadesinden maksadın, muhammed ümmeti
olduğunu söylemiş, İbn-i Cüreyc ise, maymuna çevirileri bu Yahudi'ler den sonra
gelen bütün müttakileri kapsadığını zikretmiş Abdullah b. Abbas da buradaki
"Takva sahiplerinden maksadın, kıyamet gününe kadar devam edecek olan
takva sahipleri olduğunu söylemiştir. [221]
67- Musa
kavmine: "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." demiş onlar da:
"Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. Musa da : "Cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım" demişti.
Ey İsrailoğulları,
Musa'nın, benim ahdimi bozan atlarınıza , içlerinden biri öldürülüp te onun
hakkında tartışmaya giriştikleri zaman, "Rabbiniz bir sığır boğazlamanızı
emrediyor." dediğini hatırlayın Onlar da: "Bizimle oynayıp eğleniyor
musun?" demişler Musa da onlara, demişti ki: "Allah'ın emrettiklerini
takdir edemeyen cahillerden olmaktan
Allah'a sığınırım."
* Hz.Musa'nın,
kavmine, "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." demesinin
sebebi, Ubeyde, Ebul Âliye ve Süddi tarafından özetle şu şekilde izah
edilmiştir: Ubeyde diyor ki: "İsrailoğullanndan, çocuğu olmayan bir adam
bulunuyordu. Akrabalarından biri bu adamı öldürerek götürüp başka bir
kabilenin mahallesine attı. Bu sebeple kabileler arasında fitne çıktı.
Kabileler silaha sa-nldnlar. Bunun üzerine İsrailoğullanndan, akl-ı selim
sahibi olanları "İçinizde Allah'ın Peygamberi bulunduğu halde birbirinizi
öldürmeye mi kalkışıyorsunuz? dediler. Anlaşmazlığa düşen bu kabileler Hz.
Musaya varıp meseleyi anlattılar. O da onlara bir sığır kesip bir parçasıyla
ölüye vurmalarını söyledi. Onlar da Hz. Musa'dan, sığırın vasılları hakkında
uzunca bilgiler aldıktan sonar sığın, ağırlığınca altın vererek satın aldılar.
Onu kesip bir parçasıyla ölüye vurunca ölü dirildi ve katilin kim olduğunu
onlara söyledi. Şayet onlar herhang ibir soru yöneltmeden rastgele bir sığır
kesip bu işi yapmış olsalardı onlar için yeterli olacaktı. Fakat onlar
lüzumsuz sorular sordukları için Allah da onların yükümlülüklerini artırdı ve
kesecekleri sığırın, vasıflan belli bir sığır olduğnu bildirdi. İşte bu
olaydan sonra artık hiçbir katil mirasçı olamadı.
Ebul Âliye ise bu
olayı şöyle izah etmiştir: İsrailoğullannin içinde çocuğu olmayan zengin bir
adam bulunuyordu. Bu adamın, kendisine mirasçı olacak yakın bir akrabası vardı.
Bu kişi, mirasını almak için o zengin adamı öldürdü ve onu götürüp bir yol
kavşağına attı. Sonra da Musaya gidip "Akrabam öldürüldü. Başıma büyük
bir felaket geldi. Ey Allah'ın Peygamberi, senden başka onun kim tarafından
öldürüldüğünü bana bildirecek kimse bulamıyorum." dedi. Bunun üzerine
Musa insanlan çağırarak "Kim bu öldürülen adam hakkında bir şey biliyorsa
Allah için onu söylesin." dedi. İsrailoğulları bu adam hakkımla herhangi
bir şey bilmiyorlardı. Bunun üzerine katil olan kişi Musaya yönelerek:
"Sen, allah'ın Peygamberisin rabbinden sor katili o bize bildirsin."
dedi. Musa sordu. Allah teala da Musaya: "Onlara de ki "Allah, bir
sığır kesmenizi emrediyor." diye vahyetti. İsrailoğulları şaşırdılar ve
"Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Ben,
cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. İsrailoğullan "Bizim
için rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın." dediler. Musa:
"Rabbim diyor ki "O ne yaşlı bir sığırdır ne de küçük, ikisinin
ortası bir sığırdır." dedi. Onlar da: "Bizim için rabbine dua et de
onun rengi nedir bize açıklasın." dediler. Musa da dedi ki: "O,
görenlerin hoşuna giden sapsarı bir sığrdır." Onlar ise: "Bizim için
rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın. Çünkü onu kanştırdık, seçemez
olduk. Fakat Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz." dediler. Musa da
dedi ki: "Rabbim diyor ki: "O ne tarla süren yıpranmış bir sığırdır
ne de ekin sulayan. Kusursuzdur. Onda alacakhk yoktur. "Bunun üzerine onlar:
"İşte şimdi gerçeği bildirilin." dediler. Ve sığırı kestiler. Az
kalsın bunu yapmayacaklardı.
Ebul Âliye diyor ki:
"Şayet bu topluluğa sığır kesmeleri emredilidiğinde bunlar, sığırlardan
herhangi birini seçip kesecek olsalardı bu yeterliydi. Fakat onlar kendi
kendilerine zorluk çıkardılar. Allah da onlan zorluğa soktu. Şayet bu topluluk,
"Eğer Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz" demeseydiler, kesilmesi
emredilen sığın hiçbir zaman bulamazlardı.
Yine Ebul Âliye diyor
ki: "Bize ulaşan haberlere göre bu kavim, vasıflan belirtilen bu sığın
ancak, yanında yetimler bulunan bir ihtiyar kadında buldular. O sığır bu kavim
için çok kıymetliydi. Kadın, onlann bu sığırdan başkasını ke-semeyeceklerini
anlayınca onlardan sığınn değerinin iki katını istedi. Onlar Mu-saya gidip
durumu anlattıar. Musa da: "Allah bunu size zor kılmamiştı. Siz kendi
kendinize zorlaştırdınız. O halde kadına razı olacağı değeri verin." dedi.
Onlarda o değeri verip sığın satın aldılar. Onu kestiler. Musa onlara sığırdan
bir kemik alıp öldürülen kişiye vurmalarını emretti. Onlar bunu yaptılar. Ölen
kişinin ruhu cesedine döndü. Onlara katilin kim olduğunu söyledi ve tekrar
öldü. Onlar katili yakaladılar. O kimse Musaya gelip şikayette bulunan kişiydi.
Allah onu, kötü amellerinin karşılığı olarak cezalandırıp Öldürttü.
Süddi ise Hz.
Musa'nın, İsrailoğullanna Allah tealanın bir sığır kesmelerini emrettiğini
söylemesinin sebebini şöyle izah etmiştir. "İsrailoğulları arasında
serveti bol ve bir de kızı bulunan bir adam vardı. Bu adamın erkek kardeşinin
fakir bir oğlu da vardı. Gelip bundan kızını istedi. Adam kızını ona vermedi.
Genç adam kızdı ve "Vallahi ben amcamı öldürüeceğim, malını alacağım ve
kızıyla da evleneceğim. Ayrıca diyetini de alıp yiyeceğim." dedi. Bu genç
bir gün amcasına gidip" Amca taşradan tüccarlar geldi. Haydi beraber
gidelim de o tüccarlardan bana mal al. Belki o mallan satar da kâr ederim.
Çünkü onlar seni görünce bana kolaylıkla mal verirler." dedi. Amcasıyla
beraber geceleyin yola çıktılar. Genç yeğen yolda karanlıktan istifade ederek
amcasını öldürdü ve evine döndü. Sabah olunca da amcasını anyormuş gibi yaparak
onun evine gitti. Halkın, amcasının cesedinin başında toplandığını gördü ve
şöyle dedi: "Amcamı siz öldürdünüz bana diyetini vereceksiniz. Sonra
ağlamaya başladı. Başına toprakları saçıyor ve "Vah amcacığım." diye
bagınyordu. Sonra bu genç orada bulunanları Hz. Musaya şikayet etti. Hz. Musa
da onların diyet ödemelerine hüküm verdi, onlar da "Ey Allah'ın
Peygamberi, rabbine dua et de bu gence katilin kim olduğunu bildirsin. O da
cinayeti işleyeni suçlasın. Allah'a yemin olsun ki onun diyeti bizim için kolay
bir şeydir. Fakat, biz böyle bir cinayeti işlemekle itham edilmekten
utanıyoruz." dediler. Hz. Musa da onlara: "Allah size bir sığır
kesmenizi emrediyor" dedi. Onlar da "Biz senden katilin kim olduğunu
soruyo-'ruz sen ise bize sığır kesmemizi emrediyorsun. Sen bizimle alay mı
ediyorsun?" dediler. Musada onlara: "Ben alay eden cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.
Süddi devamla diyor
ki: "Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Şayet onlar
herhangi bir sığın bulup kesmiş olsalardı
onlar için yeterliydi. Fakat onlar kendi kendilerini zora koştular, Musaya
karşı inatlaştılar. Allah da onlan zorluğa düşürdü. Sığırın bütün vasıflan
belirtildikten sonra İsrailoğulları onu araştırmaya başladılar. Fakat onu bir
türlü bulamıyorlardı. İsrailoğullannın içinde, babasına çok itaat eden, çok
iyilikte bulunan bir kimse vardı, bir gün bu şahsın yanından, inci satan bir
adam geçiyordu. Ondan inci satın almak istedi. Fakat kasanın anahtan babasının
yastığının altındaydı. O sırada babası da uyuyordu. İnci satan adam, incilerini
yetmiş bine satacağını söyledi. Genç adam ona, babasını uyan-dırmamak için
"Babam uyanıncaya kadar bekle onlan seksen bin'e alayım." dedi.
Satışı hemen yapmak isteyen inci tüccan "Babanı uyandır altmış bin'e satayım"
dedi. Genç: "Bekle uyansın doksan bin'e alayım." dedi. Böylece tüccar
devamlı fiyatı indirdi genç ise artırdı. Bu şekilde tüccar otuz bine indi.
Gençte yüz bine çıktı. Tüccar daha fazla ısrar edince genç "Vallahi senden
hiçbir şey satın almam." dedi ve babasını uyandırmamakta direndi.
Allah teala, babasına
itaatkâr olan bu gence, satın alamadığı incilere karşılık, İsrailoğullanna
vasıflan anlatılan sığın nasibetmişti. Sığırı araştıran îsraî-loğullan gencin
yanından geçerken o sığın gördüler. Ona, kendisine başka bir sığır vermeleri
karşılığnda o sığırı kendilerine vermesini istediler. Genç bunu kabul etmedi.
Ona iki sığır verdiler yine kabul etmedi. Sayıyı sürekli artırdılar. Nihayet on
sığıra ulaştılar genç yine vermedi. Bunun üzerine İsrailoğulları "Vallahi
biz bu sığırı sende bırakmayız. Bunu mutlaka alacağız, dediler ve o genç adamı
alıp Hz. Musaya götürdüler. Hz. Musaya dediler ki: "Ey Allah'ın
Peygamberi, biz sığırı bu gencin yanında bulduk. O sığın bize vennemekte direniyor.
Halbuki biz ona öyle bir fiyat verdik ki o bu sığın bize vermeliydi."
Hz. Musa o gence
"Sığınını onlara ver." dedi. Genç: "Ey Allah'ın peygamberi,
malımda tasarrufta bulunmaya ben daha layıktm." dedi. Hz. Musa
"Haklısın." dedi ve İsrailoğullanna: "Bu arkadaşınızı razı
edin." dedi. İsraüoğul-lan o gence, sığınn ağırlığınca altın teklif
ettiler. Genç vermemekte diretti, onlar da artırmaya devam ettiler. Nihayet
sığınn ağırlanın on katı altın verdiler. Genç te sığırı vermeye razı oldu. Ve
onlara sattı parasını aldı. Hz. Musa, İsrailoğullanna "Onu kesin"
dedi. İsrailoğulları sığın kestiler. Hz. Musa onlara "Sığı-nn bir
parçasıyla Ölüye vurun." dedi. Onlar da sığınn iki omuzu arasından aldıkları
bir parçayla ölüye vurdular. Adam dirildi. Ona "Seni kim Öldürdü?"
diye sordular. O da: "Beni kardeşimin oğlu öldürdü. O düşünmüş ki ben bunu
öldüreyim, malını alayım, kızıyla da evleneyim." dedi. Bunun üzerine o
kişiyi yakalayıp öldürdüler. [222]
68- Onlar:
"bizim için rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın"
dediler Musa dedi ki: "Rabbim diyor ki "O ne çok yaşlıdır ne de çok
gençtir. İkisinin ortası bir sığırdır. Emrolunduğunuzu yapın."
Onlar, eziyet verici
huylan, kaba yaratılışları ve kötü anlayışlarıyla Mu-saya dediler ki:
"Rabbine sor o sığırın mahiyetini bize açıklasın vasıflan nelerdir, şekli
nasıldır? Onu iyice bilelim. "Musa dediki: "Rabbim diyor ki: "O
sığır ne iyice yaşlanıp ihtiyarlamış bir sığırdır ne de henüz doığum yapmamış
kadar küçük bir yaştadır. İkisinin ortası bir sığırdır. Yani henüz iki doğum
yapmıştır. O halde emrolunduğnuzu yapın ki katili bilesiniz. [223]
69- Onlar
"Bizim için rabbine dua et de onun rengi nedir bize açıklasın."
dediîcr. Musa dedi ki: "O, görenlerin hoşuna giden sapsarı bir sığırdır."
Onlar, Musaya karşı
inatlaşarak dediler ki: "Rabbine sor bakalım rengi nasıldır?" Siyah
mı yoksa san mı? Musa onlara dedi ki: "Allah teala diyor ki: "O
sapsarı bir sığırdır. Görünüşünün ve şeklinin güzelliğiyle bakanların çok hoşuna
gider,
İsrailoğullarının bu
isteği de, kendilerine lazım olmayan bir şeyi ikinci kez yapmaları ve
kendilerini zora sokmalarıdır. Bu sebeple Allah onlan zor bir duruma düşürmüş
ve sığırın belli bir renkte olduğunu beyan etmiştir.
Ayet-i kerimede
zikredilen ve "San" diye tercüme edilen kelimesi, Hasan-ı Basri
tarafından "Simsiyah" şeklinde izah edilmiş, Said b. Cübyer ve yine
Hasan-ı Basri tarafından "Boynuzları ve tırnakları san" diye izah
edilmiştir.
Taberi, san renginin
pekiştirme sıfatı olarak kullaınılan ve "Net sarı" dmek olan kelimesini
gözönünde bulundurarak ifadesinden maksadın "Sapsarı" demek olduğunu
söylemiştir.
Âyet-i kerimede,
sığırın, görenlerin hoşuna giden bir sığır olduğu zikredilmiştir. Vehb, bu
ifadeyi şöyle izah etmiştir "Sığıra bakıldığında sanki güneşin ışınları
derisinden çıkıyormuş gibi görünüyordu ve bakanları hayran bırakıyordu. [224]
70- Onlar:
"bizim için rabbine dua et de onun mahiyetini bi/.c açıklasın, çünkü onu
karıştırdık, seçemez olduk. Fakat Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz."
dediler.
Onlar: "Rabbinden
iste de onun mahiyetini bize iyice açıklasın. Çünkü biz onu karıştırdık. Onu,
benzeri sığırlardan ayıramıyoruz. Seçemediğimiz bu sığırın ne okluğunu,
Allah'ın dilemesi ve emriyle bileceğiz dediler.
Taberi diyor ki:
"İsrailoğullan, peygamberlerine eziyetlerini artırıp inatçı davranışlarını
sürdürünce Allah da onların cezalannı şiddetlendirdi. İbn-i Abbas'm da dediği
gibi İsrailoğullan alelade bir sığırı alıp ta kesseydiler onlara yetecekti.
Fakat onlar işi zorlaştırınca Allah da onları iyice zora soktu.
Atâ diyor ki:
"Eğer onlar." Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz."
de-meseydiler ve işi böylece Allah'ın dilemesine bırakmasaydılar bu işin sonu
gelmeyecekti. Demek ki emredileni yapmak, hem Allah'ın emrine uymak hem de
kolay olanı yapmak demektir. İlahi emirlere kayıtsız şartsız teslim olmak, kulun
yapacağı en güzel iştir. Aksi takdirde kendisini zora sokanı Allah o zorlukla
başbaşa bırakır.
Peygamber efendimiz bu
hususa işaretle şöyle buyurmuştur:
"Ben sizi
bıraktığım sürece siz de beni bırakın. /İra sizden öncekiler (çokça) soru
sormaktan ve Pcygambcrlcriylc ihtilaf etmekten helak olmuşlardır. Ben size
birşeyi yasakladığımda ondan kaçının. Bir şeyi emrettiğimde de gücünüzün
yettiği ölçüde onu yapın. [225]
Taberi, Abdullah b.
Abbas, Ubeyde es-Selmani, İkrinıe, Mücahiü, İbn-i Cüreyc, Katade ve İbn-i
Zeyd'in "Şayet İsrailoğullan en basit bir sığın alıp ta kesmiş olsalardı
elbetteki onlar için yeterli olacaktı. Fakat onlar işi zora soktular. Allah da
onların işini zorlaştırdı. " şeklindeki ifadelerini naklettikten sonra bir
usul-i Tefsir kaidesi olarak şunu zikretmiştir. "Allah tealanın kitapta
zikrettiği ve Peygamberinin diliyle bildirdiği emir ve yasaklarının umumuna ve
zahirine bakılır. Bunların hususiliğine ve bâtınına bakı I m az. Ancak
Allah'ın kitabında ve Resulullah'ın sünnetinde, onların umumi olan zahiri
hükümlerini hususileşti-recek olan bir nass bulunacak olursa o zaman umumi olan
hüküm bırakılarak hususi olan hüküm alınır. Hususi durumlarda âyetin hususi
hükmü geçerlidir? Onun dışındaki durumlarda ise âyetlerin genel hükümleri
geçerlidir.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Yukarıda isimleri zikredilen sahabi ve tabiîler,
İsrailoğullannı, kendilerine gelen emri genel mânâda almayıp özelleştirmek
istemelerinden dolayı onları kınamışlardır. Böylece bizim "Nasslann
zahirine itibar edilir ve'onların genel hükümleri geçerlidir. Yeter ki onları
husu-sileştiren bir nass bulunmasın." şeklindeki görüşümüzün, onların
görüşlerine uygun düştüğü, hükümlerin husisiliğini iddia edenlein ise
yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. [226]
71- Musa
dedi kî: "Rabbim diyor ki"O ne tarla süren yıpranmış bir sığırdır ne
de ekin sulayan. Kusursuzdur. Onda alacaklık yoktur." Bunun üzerine onlar:
"İşte şimdi gerçeği bildirdin." dediler ve sığırı kestiler.Az kalsın
bunu yapmayacaklardı.
Musa dedi ki:
"Rabbim diyor ki "O, çift sürerek yıpranmış bir hayvan değildir.
Ekinlerin sulanmasında kullanılan bir hayvan de değildir. O, kusursuzdur. Asıl
rengine kansan başka bir renk te yoktur üzerinde. "İsraiîoğulları da:
"İşte şimdi gerçeği bize açıkladın. Biz de onu hakkıyla anladık."
dediler. Ve özellikleri açıklanan o sığın bulup kestiler. Fakat az kalsın bunu
yapmayacaklardı. Fiyatının yüksek olması ve Allah'ın, ölüyü dirilterek katilin
kim olduğunu ölüye söyletip kedilerini rezil edeceği korkusuyla neredeyse o
sığın temin edip kesmeyeceklerdi.
* Ayet-i kerimede,
sığınn tarla sürerek yıpranmadığı ve ekinleri sulama işinde çaliştınlmadiğı
zikredilmektedir. Hasan-i Basri bu sığırın, ehlî olmayan vahşi bir sığır
olduğunu, bu nedenle âyette zikredilen sıfatlan taşıdığını söylemiştir.
Yine âyet-i kerimede
"Kusursuzdur" diyen tercüme edilen ve lügat mânâsı
"Berî"demek olan kelimesi, Mücahid tarafından "Alacalıktan
beridir" şeklinde izah edilmiş, Katade, Ebul Âliye ve İbn-i Abbas
tarafından da
"Kusurlardan
beridir" şeklinde izah edilmiştir. Taberi de "Onda alacalık
yoktur" ifadesini gözönünde bulundurarak ikinci görüşün tercihe şâyân
olduğunu söylemiştir. Zira aksi takdirde, ifadede lüzumsuz bir tekrar
olacaktır.
Âyet-i kerimede
"Az kalsın bunu yapmayacaklardı." buyurulmaktadir. Bu ifadeden maksat
"Neredeyse sığın kesmeyeceklerdi." demektir. Sığırı neredeyse
kesmemelrerinin sebebi, Muhambed b. Kâ'b el-Kurezi, Mücahid ve Mu-hammed b.
Kays'a göre, sığımı fiyatının yüksek olmasıdır. Zira sığırın fiyatı olarak
Süddiye göre, ağırlığının on katı altın verilmiş Mücahid, Ubeyde es-Sel-mani ve
İbn-i Zeyde göre, derisi dolusu altın verilmiş, İbn-i Abbas, Vehb b. Müııebbih
ve Ubeyde den nakledilen başka bir görüşe göre derisi dolusu dinar verilmiştir.
Halbuki İkrimenin rivayetine göre sığınn asıl değeri üç dinar idi.
Vehb b. Münebbih ise
sığırı nerdeyse kesememelerinin sebebinin, Allah tealanın, katili ortaya
çıkararak kendilerini rüsvay etmesinden korkmaları olduğunu söylemiştir.
Taberi ise, her iki sebepten dolayı da bunu yapmadıklarını söylemenin daha
isabetli olacağını beyan etmiştir. [227]
72- Hani
sizi bir adam öldürmüş ve aranızda tartışmış da suçu birbirinizin üstüne
atmıştınız. Halbuki Allah, gizlemekte oîduğunuzu ortaya çıkarır.
Ey İsrailoğullaff, siz
bir adam öldürmüş sonra da onu öldünne suçunu birbirinizin üstüne atmıştınız.
Her gurup, katilin kendisinden olmadığını savunuyordu. Halbuki Allah,
öldürdüğünüz kişinin meselesini ortaya çıkarıcıdır.
* Mücahid, İbn-i
Cüreyc, İbn-i Zeyd ve Katade, öldürülen kişiyi kimin öldürdüğü hakkında
İsfailoğuliannın birbirleriyle ihtilafa düştüklerini, âyet-i kerimenin de
onların bu ihtilafını beyan ettiğini söylemişlerdir. Daha önceki âyetlerde,
öldürülenin, kim tarafından ve nasıl öldürüldüğü, zikredilen rivayetlerden
nakledilmiştir.
Abdullah b.Abbas,
Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve Muhammed b. Kays, öldürülen kişi hakkında ihtilaf
eden İsrailoğullaına dair şu rivayetleri de zikretmişlerdir.
Abdullah b. Abas diyor
ki:"Hz. Musa'nın döneminde, İsrailoğullarından malı çok olan ihtiyar bir
zat vardı. Bunun fakir yeğenleri vardı. İhtiyarın çocuğu yoktu. Öldükten sonra
kendisine kardeşinin oğulları mirasçı olacaktı. Bunlar: "Keşke amcamız
ölse de kendisine mirasçı olsak" diyorlardı. Amcaları uzun süre yaşayınca
Şeytan onlara gidip şu vesveseyi verdi: "Siz amcanızı öldürüp malına
mirasçı olsanız ve yabancı bir şehre götürerek te oranın halkından diyetini
alsanız nasıl olur." O dönemde bir insan öldürülür de mevcut olan iki
şehirden hangisinde bulunursa diyeti o şehrin halkı ödermiş. İki şehirin
arasında bulunacak olursa mesafe ölçülür, ceset hangi şehre daha yakınsa
diyeti o şehir ödermiş. Amcaları uzun süre yaşayınca yeğenleri, Şeytanın
vesvesesine kapılmışlar ve amcalarını öldürüp diğer şehre götürmüşler ve oraya
bırakmışlardır. Sabah olunca da amcalarını öldüren bu yeğenler, o şehir halkına
gidip "Amcamız sizin şehirin kapısında öldürülmüş, Allah'a yemin olsun ki
onun diyetini bize Ödeyeceksiniz." demişlerdir. Şehir halkı:
"Allah'a yemin ederiz ki biz onu Öldürmedik, onu öldüreni de bilmiyoruz.
Şehrimizin kapısını kapadıktan sonra sabaha kadar da hiç açmadık."
demişlerdir. Bunun üzerine iki taraf ta Hz. Musaya başvurmuşlardır. Öldürülen
adamın yeğenleri: "Biz amcamızı bunların şehirlerinin kapısında Ölü
olarak bulduk." demişler, şehir halkı ise "Allaha yemin olsun ki biz
onu öldürmedik, şehirin kapısını akşamleyin kilitledikten sonra sabaha kadar
hiç açmadık." demişlerdir. îşte bunun üzerine Cebrail (a.s.) herşeyi
işiten ve bilen Allah tealanın Hz. Musaya "Onlara de ki "Allah size
bir sığır kesmenizi ve onun bir parçasıyla ölüye vurmanızı emrediyor."
âyetini getinniştir.
Muhammed b. Kâ' b
el-Kurezi ve Muhammed b. Kays ise, öldürülen kişi hakkında İsrailoğullarının
ihtilafa düşmelerini şöyle nakletmişlerdir: "Torunlara ayrılan
İsrailoğullanndar. bir torun, insanlar arasında çokça şerrin yayıldığını
görünce, kendilerine mahsus bir şehir kurmuşlar ve insanlardan uzaklaşmışlardır.
Bunlar akşam olunca orada yaşayan herkesi şehirin içine topluyor kapılarını
kapatıyoriarmış. Sabah olunca da reisleri şehri kontrol ediyor, herhangi bir
şey görmeyince kapıyı açıyor ve insanları akşama kadar serbest bırakıyormuş.
Böylece bu insanlar gidip başka yerlerdeki insanlarla alış veriş vb.
münasebetlerde bulunuyorlarmış. Bu dönemde İsrailoğull arının içinde, malı çok
olan ve kardeşinin oğlundan başka da mirasçı?.! bulunmayan bir kimse varmış.
Adam uzun müddet yaşamış. Kardeşinin oğlu da, bir an evvel mirasını elde etmek
için onu öldürmüş ve götürüp adı geçen şehirin kapısına atmıştır. Kendisi ve
arkadaşları şehrin kapısına gizlenmişlerdir. Şehirin reisi, şehirin içinde
herhangi bir durum olmadığını öğrendikten sonra şehirin kapısını açmıştır.
Kapının Öünde bir kişinin Öldürüldüğünü görünce de kapıyı kapatmıştır. Bunun
üzerine öldürülen adamın kardeşinin oğlu ve arkadaşları: "Dur bakalım onu
hem öldürdünüz hem de kapıyı kapatıyorsunuz." demişlerdir.
Bu sırada çokça
cinayetler işleniyor Hz. Musa da şehirlerinde cinayet işlenen insanları
cezalandırıyordu. Bu yüzden öldürülen kişinin kardeşinin oğlu ile şehir halkı
arasında neredeyse savaş çıkacaktı. Her iki tarafta silahlarını kuşandılar
fakat sonra savsamaktan vazgeçip Hz. Musaya başvurdular. Durumu anlattılar.
Öldürülen kişinin yeğenleri: "Ey Allah'ın Resulü, bunlar amcamızı öldürdüler
sonra da kapıyı kapattılar." dediler.Şehir halkı ise : "Ey Allah'ın
Resulü, sen bizim, insanlardan aynlıp özel bir şehir kurduğumuzu biliyorsun.
Sen bizim, şerli insanlardan uzak durduğumuzu görüyorsun. Biz o kişiyi ne öldürdük
ne de Öldüreni biliyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah teala, bir sığır
kesip parçasıyla ölüye vurmalarını emretti. Hz. Musa da onlara: "Allah
size bir sığır kesmenizi emrediyor." dedi.
Ubeyde es-Selmani ve
İbn-i Zeyd de İsrailoğullannın, öldürülen kişi hakkındaki ihtilafları
hususunda benzeri görüşler zikretmişlerdir. [228]
73- Kesilen
sığırın bir parçasıyla o ölüye vurun." dedik. İşic Allah ölüleri böyle
diriltir ve düşünesiniz diye delillerini size gösterir.
Musanm kavmine dedik
ki: "Dirilip kendini kimin öldürdüğünü söylesin diye o sığırın bir
parçasıyla o ölüye vurun." Onlar da vurdular. Allah o ölüyü diriltti ve
dirilen ölü, kendisini kimin öldürdüğünü söyledi. Allah bu ölüyü, dünya
hayatında nasıl dirilttiyse ölümden sonra âhiret hayatında diğer ölüleri de
öyle diriltecektir. o halde ey akıl sahipleri bundan ibret alın.
Ey, Muhammed'i
yalanlayan kâfirler, Allah size, kendi birliğine ve Peygamberinin doğru
söylediğine dair delillerini işte böyle gösterir ki, Allah'ın kudretini ve
Muhammed'in doğru söylediğini düşünüp te iman edesiniz.
Müfessirler, öldürülen
kişiye sığırın hangi parçasıyla vurulduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
Mücahid, İkrime ve
Katade, öldürülen kişiye, kesilen sığırın bacağıyla vurulduğunu, bunun üzerine
öldürüen kişi dirilerek kendisini kimin Öldürdüğünü söylediğini ve tekrar
öldüğünü söylemişlerdir.
Süddi ise ölüye,
sığırın iki omuzu arasındaki bir parçayla vurduklarını, bunun üzerine öldürülen
kişi dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söylediğini ve tekrar öldüğünü
söylemişlerdir.
Süddi ise ölüye,
sığırın iki omuzu arasındaki bir parçayla vurduklarını, bunun üzerine ölünün
dirilerek kendisini kardeşinin oğlunun öldürdüğünü söylediğini ve tekrar
öldüğünü söylemiştir.
Ebul Âliye ise
öldürülene, sığırın kemiklerinden biriyle vurduklarını, bunun üzerine adamın
dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledikten sonra
tekrar öldüğünü söylemiştir.
İbn-i Zeyd de,
öldürülen kişiye sığırın organlarından herhangi biriyle vurulduğunu, bunun
üzerine ölünün doğrulup oturduğunu, katili haber verdikten sonra tekrar öldüğün
söylemiştir.
Taberi, sığırdan bir
parça ile ölüye vurulduğunu bu parçanın hangi parça olduğna dair ise bir delil
bulunmadığını, bu itibarla sığırın herhangi bir parçasıyla vurulmuş
olabileceğini, özellikle bir parça ile vurulduğunu söylemenin bir delile
dayanmadığım söylemiştir. Allah teala bu parçayı açıkça zikretmediğinden bunu
bilmenin herhangi bir fayda sağlamayacağını beyan etmiştir. [229]
74- Bu
mucizeden sonra kalblcriniz yine katılaştı. Onlar taş gibi hatta daha da katı
oldu. Çünkü öyle taşlar vardırki onlardan nehirler fışkırır. Öyleleri de vardır
ki yarılır, aralarından su çıkar. Taşlar vardır ki, Allah'ın korkusundan
yuvarlanırlar. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Ey İsrailoğullarının
kâfirleri, bu apaçık delilleri gördükten sonra yine kalbleriniz katılaşip
sertleşti. Taşlar gibi sert ve kuru oldu. Hatta bazıları taştan da sert hale
geldi. Öyle taşlar vardır ki onlardan ırmaklar çıkar. Öyleleri de vardır ki su
ile yarılır, o sular, kaynayan göze, akan nelirler olur. Öyle taşlar da vardır
ki, Allah'ın korkusundan dağların tepelerinden aşağıya doğru yuvarlanırlar.
Allah, sizin
yaptığınız çirkin şeylerden habersiz değildir. Bilakis onları zaptedip muhafaza
etmektedir. Âhirette onların hesabım soracaktır.
* Allah teala, onların
kalbeleri için bu misali vererek şunu bildirmek istemiştir: Taşlar bile,
delilleri gördükleri halde iman etmeyen bu adamların kalbinden daha
yumuşaktır. Halbuki Allah teala onlara, akıllara durgunluk verecek deliller
göstermiş ve onlara, taşlara vermediği selim bir kalb ve akıl vermiştir. Buna
rağmen, insanlığın efendisi olan Hz. Muhammedi yalanladılar. [230]
75- Onların,
size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bîr cemaat, Allah'ın kelamını
dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlardı.
Ey Müminler,
Yahudilerin size ve Peygamberiniz Muhammed'in getirdiklerine inanacaklarını mı
umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemaat, Tevrat'ta Allah'ın kelamını okuyorlar,
onu dinleyip anladıktan sonra da onu bozuyor, ne demek olduğunu anladıkları
halde mânâsını değiştiriyorlardı. Bunu yaparken de Haklı olmadıklarını ve
yalancı olduklarını biliyorlardı.
Bu âyet-i kerimeye
göre, müminler, geçmişteki Yahudilerin devamı olan soylarının Hz. Muhammed
(s.a.v.)in getirmiş olduğu hakka, nura ve hidayete iman etmelerini
beklememelidirler.
Muhammed b. İshak ve
Rebi' b. Enes'e göre İsrailoğullanmn, Allah'ın kelamını dinlemeleri. Tur
dağında Hz. Musa ile beraberken olmuştur, onlar bu kelamı dinledikten sonra
geri dönmüş ve Musanın, Allanın emirlerini İsrailoğul-lanna tebliğ etmesi
üzerine, onunla birlikte ilahi emirleri dinleyen yetmiş kişi Hz. Musayı
yalanlamış ve Allah'ın emirlerini tahrif etmişlerdir. Mücahid, Süddi ve tbn-i
Zeyd'e göre ise bu dinleme, Hahamların Tevratı okuyup dinlemeleridir. Onlar bu
kitabı dinledikten sonra onda bulunan helali haram, haramı da helal
saymışlardır. İşte âyetin sonu buna işaret etmektedir. Taberi:
"İsrailoğullann-dan bir gurup, Allah'ın kelamım dinleyip, ifadesini
gözönünde bulundurarak birinci görüşü tercih etmiştir. Zira, Tevratı bütün
İsrailoğullarının dinlediği muhakkaktır. İsrailoğullaırndan özel bir gurup ise
Hz. Musa ile birlikte, Allah tea-lanın konuşmasını dinlemişlerdir. İşte bunlar
bizzat kendileri Allah tealadan duyduklan şeyleri tahrif etmeye ve Musaya karşı
çıkmaya girişmişlerdir ki Allah teala bunları örnek göstererek Muhammed
ümmetinin, İsrailoğullarının iman edeceklerini beklemelerinin isabetli olup
olmadığını beyan etmiştir. [231]
76- İman
edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" derler. Birbirleriyle
başbaşa kaldıkları zaman da "Allanın size açıkladıklarını, rabbinizin
katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hiç
düşünmüyor musunuz?" derler.
Yahudiler, müminleri
gördükleri zaman, münafıkça hareket ederek "Muhammedi ve onun, Allah'tan
getirdiği şeyleri tasdik ettik." derler. Birbirleriyle yalnız başlarına
kaldıklarında ise bir kısmı diğer bir kısmına der ki: "Muham-med'in
sıfatlarıyla ilgili olarak, Allah'ın size kitabında bildirdiği şeyleri onlara
haber veriyor ve onun Peygamberliğini tasdik mi ediyorsunuz? Rabbinizin huzurunda
bunları size karşı delil göstersinler diye mi konuşuyorsunuz? Ey kavim, iyice
düşünüp aklınızı neden kullanmıyorsunuz?"
Âyet-i kerimede geçen
ve "Allah'ın size açıkladığı" şeklinde tercüme edilen ifadesi,
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Dehhakm Abdullah b.
Abbas'tan naklettiğine göre Allah tealanın Yahudilere açıkladığı şeylerden
maksat, Allah'ın Tevratta onlara emrettiği şeylerdir. Bazı Yahudiler, müminleri
gördüklerinde "Biz, arkadaşınız Muhammed'e iman ettik." diyorlardı.
Kendi aralarında başbaşa kaldıklarında ise "Allah'ın size, Muhammed'e
iman etmeniz gerektiğitıi bildirdiğini niçin Müslümanlara söylüyor da rabbiniz
katında onların, aleyhinize şahitlik etmelerini sağlıyorsunuz? Hiç düşünmüyor
musunuz?" diyorlardı. "İman ettik" diyen Yahudiler de "Biz
onlarla alay ediyoruz." diyorlardı.
Ebul Âliye'ye,
Kadadeye ve Abdullah b.Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Allah
tealanın, Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, Tevratta zikredilen, Hz.
Muhammed'in sıfatlarıdır. Bir kısım Yahudiler, Hz. Muham-med'in hak Peygamber
olduğunu ve onun sıfatlarının Tevratta zikredildiğini müminlere söylüyoıriardi.
Yahudilerle bir araya geldiklerinde diğer Yahudiler onları hesaba çekiyorlar ve
"Allah'ın Tevratta size açıkladığı Muhammedin sıfatlarını niçin
Müslümanlara anlatıyorsunuz? Böylece onlar, Allah katında bu sözlerinizi
aleyhinize delil olarak kullanacaklardır. Halbuki Allah sizden, sıfatlan
belirtilen böyle bir Peygambere iman etmenize dair söz almıştır.
Mücahide göre ise
Allah'ın, Yahudilere açıkladığı şey onlann geçmişteki atalarının maymunlara ve
domuzlara dönüştürülmeleridir. Resululiah, Kureyza oğullarının kalelerini
kuşatma altına aldığında onlara "Ey, maymunların, domuzların kardeşleri,
ey tağuta tapanlar," diye seslenmiş bunun üzerine Yahudiler" Bizim
böyle olduğumuzu Muhammed'e kim bildirdi? Bu mutlaka içinizden biri tarafından
söylendi. Siz, Allah'ın size açıkladığı şeyleri onlara açıklıyorsunuz, sizin
aleyhinize onların elinde delil oluyor." dediler.
Süddiye göre ise
Allah'ın Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, onlann geçmişte uğratıldıkları
azaplardır. Yahudilerden bir kısmı Müslüman olmuş, o esnada, geçmişte
uğratıldıkları azapları müminlere anlatmışlardır. Daha sonra ise münafık
olmuşlar, bu sebeple diğer Yahudiler onları, müminlere anlattıkları şeylerden
dolayı kınamışlardır. "Allahın sizi uğrattığı azapları müslümanlara
anlatıyorsunuz ki sizin aleyhinize, onlann elinde delil olsun ha? Yapmayın bunu."
demişlerdir.
İbn-i Zeyd'e göre ise
Allah'ın, Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, Tevratta açıkladığı bir kısım
hükümlerdir.. Bir kısım Yahudilere "Siz bunun, Tevratta böyle böyle
olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sorulduğunda onlar "Evet
biliyoruz" diyorlardı. Liderlerinin yanlarına vardıklannda liderleri
onlara "Allahın size indirdiği şeyleri niçin onlara haber veriyorsunuz ki
rabbiniz katında onlann elinde aleyhinizde bir delil olsun, hiç düşünmüyor
musunuz?" diyorlardı. İbn-i Zeyd sözlerine devamla diyor
ki"Resulullah mümin olmayanların, Medineye girmelerini yasaklamıştı.
Yahudilerin kâfir ve münafık olan liderleri onlara "Siz gidin iman
ettik" deyin içlerine girin. Döndüğünüz de ise inkâr edin."
diyorlardı. Yahudiler, Resulullah'in haber ve emirlerini öğrenmek için Medineye
geliyor "biz Müslüman olduk" diyerek sabahleyin şehre giriyorlar.
İkindiden sonra oradan çıkıyorlar ve kâfir olduklannı belirtiyorlardı. Bu
hususu Allah teala şu âyetinde açıklamaktadır "Kitap ehlinden bir cemaat şöyle
dedi" İman edenlere indirilene günün başlangıcında iman edin sonunda inkâr
edin. Umulur ki dinlerinden dönerler. [232]Taberi
bu görüşlerden, Hz. Muhammed'in hak Peygamber olarak gönderildğini söylemenin
kastedildiğini beyan eden görüşün, tercihe şâyân olduğunu zira âyetin başında
Resulullah'a ve müminlere "Biz iman ettik." ifadesinin bulunduğunu
âyetin devamında da aynı ifadeden dolayı, kâfir liderleri tarafından hesaba
çekildiklerim söylemenin âyetin insicamı ve birliği bakımından daha doğru
olacağını söylemiştir. Buna göre Yahudiler "İman ettik" diyen ve Hz.
Muhammed'in sıfatlarının Tevratta zikredildiğini beyan eden diğer Yahudileri
hesaba çekiyorlar. Tevratta yazılı olan bu tür şeyleri söyledikleri takdirde
Allah katında aleyhlerine delil olacağını bildiriyorlardı. [233]
77-
Bilmezler mi ki, Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da muhakkak
bilir.
Bu Yahudiler
bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizledikleri inkâr ve yalanlarını da,
açıkladıktan, Allah'a, Resulüne ve müminlere karşı "İman ettik"
şeklindeki münafıklık ve oyunlarını da çok iyi bilmektedir.
Müminlerle
karşılaştıkları zaman "İman ettik" diyen ve liderleriyle yan yana
geldiklerinde de "Biz müminlerle alay ediyoruz" diyen Yahudiler
bilmezler mi ki, Allah onların gizledikleri "Muhammedi inkâr etme ve
yalanlama" düşüncelerini de bilir. Açığa vurdukları "Muhammed'e iman
ettik" şeklindeki yalan sözlerini de bilir. Bu itibarla müminlere
söyledikleri sözün Allah katında aleyhlerine delil olacağına dair bir
düşüncenin anlamı yoktur. Zira onlar konuşsa da konuşmasa da Allah onlan
bilmektedir. [234]
78- Onlardan
bazılarının okuyup yazması yoktur. Bir takım kuruntular hariç, kitabı
bilmezler. Onlar sadece zanda bulunurlar.
Bu Yahudilerden öyle
bir halk tabakası vardır ki okuyup yazmaz, hiç bir şey bilmezler. Tevratı ve
onun içindekileri bilmezler. Fakat yalan uydururlar. Bâtıl, yalan ve günah
sözler söyleyip dururlar. Onlar ancak şüphe içinde bulunurlar. Gerçekçi
olduklarını zannederler fakat bâtılın peşindedirler.
* Âyet-i kerime bu
insanları "Zan peşinde koşmak"la vasıflandırmaktadır. Çünkü onlar,
âlimlerinden ve idarecilerinden duydukları sözlerin, Allah'ın kitabından
alındığını zannediyorlardı. Halbuki bunlar Allah'ın kitabından alınmış
değillerdi. Böylece Allah'tan gelen şeyleri tasdik etmeyi terkettiler de büyüklerinin
ve idarecilerinin haber verdiklerine tabi olduiar.
Âyet-i kerimenin
anlattığı bu sınıf, haham ve ruhbanlardan olan dini liderlerin saptırdığı
cahil halk tabakasıdir. Bunlar âdeta, kesilmek için mezbahaya götürülen
koyunlar gibidirler. Kendilerine neler yapılacağının, nereye sürükleneceklerinin
farkında değildirler.
Bu gibi insanlar,
yanlış bin anlayışla, Allah'ın "Halım" sıfatına sığınırlar.
"Halîm" sıfatı, Allah'ın, affetme, sert davranmama sıfatıdır.
Böyleleri kendi sapıklıklarını düzeltme yerine Allah tealanın
"Halim" sıfatına sarılarak günah işledikleri halde affedileceklerini
umarlar. Böylece kendilerini tatmin ederler. Allah teaianın, aynı zamanda hak
edenlere cezalarını veren olduğunu unuturlar. [235]
79- Kitabı
elleriyle yazıp sonra onu az ir değer ile değiştirmek için "Bu, Allah
katındandır" diyenlerin vay haline. Ellerinin yazdığından dolayı vay
hallerine. Kazandıkları günahtan dolayı vay hallerine.
Atlanın kitabını
günahkâr elleriyle yazıp sonra da "Bu, Allah katındandır" diyenlerin
vay hallerine. Onu. bilgisi olmadan ve Tevratta ne bulunduğunu bilmeyen cahil
bir kavme basit bir dünya malı karşılığında satmak için yaptılar. Allahın
indirdiğinin aksine, elleriyle kitabı yazıp sonra onu satarak yiyenlere azap
vardır. Hatalar işledikleri, günahlar kazandıkları için vay hallerine.
Bu âyet-i kerimede,
Yahudilerin başka bir sınıfına işaret edilmektedir. Bunlar, haksız yere
insanların mallarını yemek için Allah'a karşı yalan uyduran ve kendi elleriyle
yazdıklarını Allah tarafından gönderilmiş gibi göstererek bilgisiz insanları
sapıklığa sürükleyen Yahudi ilim adamlarıdır. Bunlar, Hz. Mu-hammed (s.a.v.) in
Tevrattaki sıfatlarını siliyor onun yerine insanların hoşuna gidecek şeyler
yazıyorlardı. Ayrıca kendi ictihadlannı, Allah tarafından indirilmiş âyetler
gibi gösterdiyorlardı. Böylece Allah'a karşı yalan ve iftirada bulunuyorlardı.
Bu yüzden veyl azabını hak etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Vay hallerine" diye tercüme edilen kelimesi,
müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.
Dehhakın Abdullah b.
Abbastan naklettiğine göre bu kelimeden maksat "Onlara azap olsun"
demkektir.
Ebu İyad'a göre ise
aslında cehennemliklerin kan ve irinlerinin aktığı bir kuyunun adıdır. Bu izaha
göre bu kelimenin mânâsı "Onlar veyl kuyusuna düşsünler" demektir.
Ebu Saki el-Hudri,
Resulullah (s.a.v.)in bu kelimenin izahında şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Veyl cehennemde
bir vadidir. Bir kâfir onun tam dibine ulaşmadan kırk sene aşağı doğru
yuvarlanır. [236]
Hz. Osman (r.a.)dan da
Resulullah'ın Veyİ hakkında, onun cehennemde bir dağ olduğunu rivayet ettiği
nakledilmektedir.
Taberi, bu izahlara
göre âyetin mânâsının, "Elleriyle kitabı yazıp sonra da onun, Allah
katından olduğunu söyleyen Yahudilere, cehennemin dibindeki Veyl kuyusundan kan
ve irin içme azabı olsun" demek olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede
Yahudilerin bilgin zümrelerinin , maddi menfaatler elde etme karşılığında,
Allah'ın kitabından olmayan şeyleri elleriyle yazarak Allah'ın ki tabı nd anmış
gibi gösterdikleri zikredilmektedir. Özellikle "Elleriyle yazdıkları"
ifadesinin zikredilişi, bu işi bizzat kendilerinin yaptığını, cahillerine
emrederek onlar vasıtasıyla yaptırmadıklarım belirtmek içindir. Bu da, bu işi
yapanların, tam olarak ve kasıtlı bir şekilde, başkalarından gizleyerek
yaptıklarını göstermektedir. [237]
80- Onlar:
"Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır." derler. Deki:
"Böyle olacağına dair Allah'tan bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden
caymaz- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?
Yahudiler dediler ki:
"Buzağıya taptığımız kırk günden başka biz ateşe girmeyeceğiz." Ey
Muhammed, o Yahudi topluluğuna de ki: "Bu söylediğinize dair Allah'tan bir
ahit, bir vaad mi aldınız? Şayet öyleyse delillerinizi gösterseniz ya. Zira
Allah, vaadinden dönmez. Yoksa bilmeyerek ve haddinizi aşarak Allah'a bâtıl
şeyler mi isnad ediyorsunuz?
Yahudilerin, ateşin
kendilerine dokunacağını söyledikleri sayılı günler hakkında müfessirler
çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.
Dehhakın rivayetine
göre, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi. Ebul Âliye, Ikrime, Dehhak ve ibn-i
Zeyd'e göre, Yahudilerin söyledikleri bu sayılı günlerden maksat, buzağıya
tapma süresi olan kırk gündür. Onların iddialarına göre Allah, onlara kırk gün
azap edeceğine dair yemin etmiştir. Allah'ın bu yemini yerine geldikten sonra
onları cehennemden çıkaracak yerine Muhammet! ümmetini koyacaktır. Âyet-i
kerime, Yahudilerin bu iddialarını yalanlamaktadır.
Yahudilerin
"Buzağıya taptığımız kırk günden başka biz ateşe girmeyeceğiz." dedikleri
şeklindeki tefsir, İbn-i Abbastan rivayet edilmektedir. Said b. Cübeyr ve
İkrime'nin İbn-i Abbastan
naklettiklerine ve Mücahide göre ise Yahudiler şöyle demişlerdir:
"Dünyanın ömrü yedi bin senedir.Biz, her sene için sadece bir gün azap
göreceğiz. Böylece bütün azap göreceğimiz gün sayısı yedidir. Ondan sonra azap
kesilecektir.
Âyet-i kerime, işte bu
şekilde hadlerini aşarak sapık ve bâtıl bir görüşün peşine takılan Yahudilerin,
Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri isnad ettiklerini ve bu haleriyle hadlerini
aşarak sonuçta cezayı hak ettiklerini beyan etmektedir.
Yahudiler, cehennemde
ancak sayısı belli olan günler kadar kalacakları iddialarını devamlı olarak
tekrar etmekteydiler. Hayberin fethi sırasında, Resu-lullah ile aralarında
geçen şu konuşmada da bu iddialarını tekrarlamışlardır.
Ebu Hureyre (r.a.)
diyor ki:
"Hayberin
fethinde Resulullah'a, içine zehir konmuş bir koyun ikram edildi. Rasulullah
(s.a.v.) "Çevrede bulunan Yahudileri bana getirin." buyurdu. Toplanıp
getirildiler. Resulutlah (s.a.v.) onlara "Ben size bir şey soracağım. O
hususta bana doğru cevap vcreccğinİ7x söz veriyor musunuz? " dedi. Onlar
da "Evet ey Ebul Kasım." dediler. Resulullah onlara "Babanız
kim?" diye sordu. Onlar: "Falan" diye cevap verdiler?
Resulullah "Yalan söylediniz. Aslında sizin babanız filandır." dedi. Onlar: "Doğru
söyledin. Haklısın." dediler. Resu-lullah: "Size bir şey daha sorsam
bana doğru cevap vereceğinize söz verir misiniz?" dedi. Onlar: "Evet
ey Ebul Kasım. Doğru cevap vermek zoundayız. Şayet yalan söyleyecek olursak,
babalarımız hakkında yalanımızı bildiğin gbi bunu da bilirsin." dediler.
Resulullah (s.a.v.) onlara "Cehennemlikler kimlerdir?" diye sordu.
Onlar :"Biz orada az bir zaman kalacağız. Sonra oraya bizim yerimize
sizler gireceksiniz." dediler. Bunun üzerine Resulullah {s.a.v.) onlara
"Kesin sesinizi, orada sinip kalın. Allah'a yemin olsun ki biz sizin
ardınızdan oraya girmeyeceğiz." dedi. Resulullah sözlerine devamla şöyle
buyurdu: "Size birşey daha sorsam, bana doğru söyleyeceğinize dair söz verir
misiniz?" Onlar: "Evet ey Ebul Kasım." dediler. Resulullah:
"Siz bu koyuna zehir koydunuz mu?" diye sordu. Onlar da
"Evet" dediler. Resulullah: "Sizi buna sevkeden sebep
nedir?" diye sordu. Onlar "Dedik ki, eğer yalancı isen senden
kurtulmuş oluruz. Şayet Peygamber isen zaten zehir sana zarar vermez."
dediler. [238]
81- Evet,
kim bîr kötülük işler ve hataları kendisini kuşatırsa, işte onlar
cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.
Kim Allah'a ortak
koşar, onun Peygamberlerini yalanlar ve hatalan kendisini kuşatırsa o kimse
cehenneme girecektir. Böyleleri cehennemden hiç çıkmaksızın ebedi
kalacaklardır.
Yapılan hatalan
küçümsememelidir. Zira birikerek çoğalan hatalar kişiyi sonunda cehenneme
sürükleyebilir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir ha-dis-i şerifinde şöyle
buyuruyor:
Sizlcr, küçük
günahlardan da kaçının. Çünkü onlar bir kişide birikip sonunda onu helak cdcr. [239]
Âyette zikredilen ve
"Evet" diye tercüme edilen kelimesi Arap-çada olumsuz cümlelerden
sonra olumlu cvap mahiyetindedir? Buna göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Yahudiler, "Bize sayılı günler dışında azap dokunmayacaktır."
demişlerdir." Bu iddianız yanlıştır. Evet size ateş dokunacaktır."
şeklindedir.
Âyette zikredilen
"Kötülük" ifadesinden maksat, özel bir kötülük olan, Allah'a ortak
koşmaktır. Zira âyetin sonunda kötülüğü işleyenlerin ebedi olarak cehnemde
kalacakları zikredilmektedir. Halbuki, mümin olan kişinin büyük günah işlemesi
halinde bile sonunda cennete gireceği Resulallah'tan nakledilen çeşitli
hadislerde zikredilmiştir.
Nitekim, Ebu Vâil,
Mücahid, Katade, Ata, İbn-i Cüreyc, Rebi' b. Enes, âyette zikredilen
"Kötülük"ten maksadın Allah'a ortak koşmak olduğunu söylemişlerdir.
Âyette zikredilen
"Hatalan kendisini kuşatırsa" ifadesinden maksat, "Allah'a ortak
koşar ve işlediği günahlar kendisini kuşatır ve onlardan tevbe etmeden
ölürse" demektir. "Hataların kulu kaplaması", onlardan vaz
geçmemesi ve onlara devam ederek Ölmesiyle gerçekleşir. Nitekim, Dehhak, Rebi'
b. Hay-sem, Ebu Rezin, A'meş ve Süddi, "Kuşatma" ifadesini
"Hatalar üzerine ölme" şeklinde izah etmişlerdir.
Abdullah b. Abbas
buradaki "Hata"dan maksadın, "İnkarcılık" olduğunu,
Mücahid, bundan maksadın "Allah'ın, cehennem, azabını gerektiren
şeyler." saydığı günahlar olduğunu, Katade, maksadın "Büyük
günahlar" olduğunu, Ha-san-ı Basri bundan maksadın "Allah'ın,
işlenmesiyle cehenneme koyacağını bildirdiği günahlar" olduğunu, Atâ ise,
buradaki "Hata" dan maksadın, Allah'a ortak koşmak olduğunu
söylemişlerdir. [240]
82- İman
edip saîih ameller işleyenler ise, işte onlar cennetliktirler. Orada ebedi
olarak kalacaklardır.
İman edip salih amel
işleyenler, farzları eda edip haramlardan kaçınarak Allah'a itaat edenler ise
cennet ehlidirler. Orada ebedi olarak ikamet edeceklerdir.
Burada zikredilen
"îman edenler"den maksat, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve onun
getirdiklerine iman edenlerdir. "Salih amel işleyenler"den maksat,
ise Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ona itaat edenlerdir.
Allah te-ala, bundan Önceki âyette, kâfirlerin cehennemde, bu âyette de müminlerin
cennette ebediyyen kalacaklarını zikretmiş böylece "Biz cehennemde sadece
sayılı günler kalacağız" diyen Yahudileri yalanlamıştır. [241]
83- Bir
zaman İsrailoğullarından "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anaya,
babaya, yetimlere, düşkünlere iyilik yapın. İnsanlara güzel söz söyleyin.
Namazı kılıp zekatı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız
müstesna, yüzçcvirdiniz. Zaten siz yüzçcviricilcrsiniz.
Ey İsrailoğullan
topluluğu, sizden, "Allahtan başkasına ibadet etme-yin,anaya, babaya, şefkat
kanatlarını indirerek, onlara acımak, onlara kaşı ince kalbli olmak ve hayır
dua etmek suretiyle iyilikte bulunun.Yakm akraba ile münasebetleri devam
ettirin. Onların haklanın verin. Kız olsun erkek olsun yetimlere şefkat ve
merhametli davranın. İhtiyaç ve fakirlikten dolayı sefil olanlara, , Allah'ın,
mallarınızdan farz kıldığı haklarını vermek suretiyle iyilik yapın. İnsanlara
edeple ve iyi bir davranışla güzel söz söyleyin. Rükuunu, secdesini, kıraatim
ve huşuunu tam yapmak suretiyle namazı eda edin. Zekatı almaya layık olanlara
mallarınızın zekatını verin" diye kesin söz aktığmızı hatırlayın. Ey Yahudi
topluluğu, bundan sonra siz, pek azınız müstesna ahde vefadan yüzçevirdi-niz.
Zaten siz, haktan ve doğru yoldan yüzçeviricilersiniz.
*Âyette geçen
"Allah'tan başkasına kullak etmeyin" ifadesinden maksat, Allah'a
ihlasla ibadet edin ve onun dışında herhangi bir şeye kulluk etmeyin"
demektir. "Anaya babaya iyilik yapın" ifadesinden maksat, Muhammed
ümmetine emredilen iyiliklerdir. Bu da anneye babaya iyi davranmak, güzel
sözler söylemek, merhamet için tevazu kanatlarım indirmek, onlara saygı,
göstermek, onlar için hayır dualar etmek vb. şeylerdir.
"İnsanlara güzel
söz söyleyin" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbasa göre insanlara Allah'tan
başka hiçbir ilah yoktur" demeyi emredin." demektir.
Ebul Âliyeye göre,
"İnsanlara iyiliği emredin" demek, İbn-i Cüreyce göre "İnsanlara
Muhammed (s.a.v.) hakkında doğru
söyleyin" demek, Süfyan es-Sevriye göre "Onlara iyiliği emredin ve
onlan kötülüklerden alıkoyun" demek,. Atâ b. Ebi Rebah'a göre ise
"Karşılaştığınız her insana güzel söz söyleyin" demektir.
İsrailoğullanna,
vermeleri emredilen "Zekat" tan maksat ise, Dahhak'ııı Abdullah b.
Abbas'tan naklettiğine göre İsrailoğullanna mahsus olan bir zekat çeşididir.
Bu, Muhammed ümmetine farz kılınan zekat gibi değildir. Onların zekatı, Allah
için kurban kesmeleriydi. Eğer kurbanları kabul edilecek olursa gökten bir
ateş iner onu alıp götürürdü. Kabul edilmezse bu olay cereyan etmezdi. Malını
helal yollardan kazanmayanın kurbanı kabul olunmazdı.
Ali b. Ebi Talhanm,
Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise İsrailoğullanna emredilen zekattan
maksat, Allah'a itaat etmeleri ve itaatlerinde ihlaslı olmalarıdır. Böylece
mallarım değil kendilerini arındırmış, olurlardı.
Âyetin sonunda
"Siz pek a/.ınız müstesna yüzçcviricilcrsiniz" Duyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas bu ifadeyi şöyle izah etmektedir: Allah teala kitabında
açıkladığı bu İsrailoğullarından, zikredilen şeyleri yapacaklarına dair yeminle
kuvvetlendirilmiş bir ahit aldıktan sonra onlar, yapmayı taahhüt ettikleri
şeyleri ağır bulmuşlar, onlan sevmemişler ve yapmamışlardır. Kendilerine daha
hafif şeylerin emredilmesini istemişlerdir. İsrailoğullarından pek az bir
zümre, verdikleri sözde durmuşlar ve Allah'a itaat etmişlerdir.
Âyetin sonunda da
"Zaten siz yüzçeviricilcrsiniz" buyurulmaktadır. Bir kısım âlimler
âyetin bu bölümünde, kendilerine hıtabedilen Yahudilerin, Uz. Muhammed'in
döneminde bulunan Yahudiler olduğunu, âyetin bundan önceki kısmında hıtabedilen
Yahudilerin ise daha önce yaşayan Yahudiler olduklarını söylemişlerdir. Buna
göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Yahudi topluluğu, geçmişteki
atalarınızdan, belli şeyleri yapacaklarına dair söz almıştık. Onlar verdikleri
sözü yerine getirmeyip yüzçevirdiler. Onlardan sonra gelen sizler de atalarınız
gibi verdiğiniz sözden yüzçeviriyorsunuz."
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise bu âyetin tümü, Resululhıh'ın hicreti sırasında mevcut olan
İsrailoğullanna hitap etmektedir. Onlara, Tevratta kendilerinden alınan
ahitlerini bozduktan hatırlatılmakla ve bu yüzden kınanmaktadırlar. [242]
84- Yine
sizden: "Kanınızı dökmeyin ve birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın"
diye kesin söz almıştık. Sonra siz, şahitler olarak bunu kabul etmiştiniz.
Ey Yahudi topluluğu,
yine hatırlayın sizden "Birbirinizi öldürmeyin ve düşmanlık yaparak bir
kısmınız bir kısmınızı vatanından çıkarmasın." diye kesin söz almıştık.
Sizden aldığımız bu ahdi siz de kabul etmiştiniz ve bu ahde şahitlik
ediyordunuz.
Âyet-i kerimede
"Kanınızı dökmeyin ve kendinizi yurdunuzdan çıkarmayın" diye kesin
söz almıştık." buyurulmaktadır. Aslında İsrailoğullan kendilerini öldürüp
intihar etmiyorlar ve kendilerini öz diyarlarından çıkarmıyorlardı. Müminler
tek vücut sayıldıklarından bir müminin diğerini öldürmesi kendini öldürmesi
gibi kabul edilmiştir. Bu nedenle âyette "Kanınızı akıtmayın ve kendinizi
yurdunuzdan çıkarmayın" buyurulmaktadir.
Peygamber efendimiz
müminlerin tek bir vücut gibi olduklarım şu hadis-i şerifinde beyart
etmektedir:
"Sen müminleri,
birbirlerine karşı merhametli davranmada, birbirlerini sevmede, birlirlcrinin
acılarına ortak olmada tek vücut gibi görürsün. Öyle ki, vücuttan bir organ
hasta olursa diğer organlar, uykusuz kalarak ve acıya ortak olarak o organa
katılırlar," [243]
Âyet-i kerimeyi şu
şekilde izah etmek te mümkündür. "Sizler, birbirinizin kanım akıtmayın ve
birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın. Zira, böyle yaptığınız takdirde size
kısas uygulanacak böylece kendi kanınızın akmasına ve kendinizin yurdunuzdan
kovulmanıza sebep olacaksınız. Bu itibarla kendi kendinizi ötdürmüş ve kendi
kendinizi sürgün etmiş gibi olacaksınız.
Katade ve Ebul Âliye,
âyet-i kerimeyi birinci izah şekliyel izah etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Siz, şahitler olarak bunu kabul etmiştiniz." buyurul-maktadır. Bir
kısım âlimlere göre, bu ve bundan sonra gelen âyetlerin hitabettiği kişilerden
maksat, Resulullah'ın hicreti esnasında Medine ve çevresinde yaşayan
Yahudilerdir. Âyet-i kerime, bunları kınamakta, Allah'ın Tevratta kendilerinden
aldığı sözü bozdukları zikredilmektedir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise
burada kendilerine hitabedilenler, Yahudilerin atalarıdır. Ancak Resulullah'ın
döneminde bulunan Yahudiler de Tevrata uymaları sebebiyle, dolaylı yolla bu
âyetin muhatabıdırlar. Taberi, âyetin genel ifadesini gozönünde bulundurarak bu
görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. [244]
85- Sonra
siz o kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyorsunuz. İçinizden bir kısım
insanları yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhine günah işlemek ve
düşmanlık yapmakta yardımlaşıyorsunuz. Bununla beraber size esir olarak
başvurduklarında fidye verip kurtarıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından
çıkarmak size haramdı. Siz, kitabın bir kısmına iman ediyor bir kısmını inkar
mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktır.
Kıyamet gününde de böylclcri en şiddetli azaba uğratılırlar. Allah,
yaptıklarından habersiz değildir.
Ey Yahudi topluluğu,
ahdi kabul ettikten sonra da din kardeşlerinizi öldürüyorsunuz. Müşriklere,
zulüm ve düşmanlıklarında yardımcı olarak, kendi dininize mensup bazı gurupları
yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhine, günah işlemek ve düşmanlık
yapmakta yartiımlaşıyorsunuz. Sizden olanları. düşmanlarınızın elinde esir olarak gördüğünüzde de
fidyesini verip kurtarıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size
haram kılınmıştı. O halde nasd oluyor da onların, düşmanlarının elinde esir
kalmalarını caiz görmüyorsunuz da öldürülmelerini caiz görüyorsunuz? Tevratın
bir kısmını tasdik ediyor da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden,
Allah'a verilen ahdi bozanların cezası, âhiret hayatından evvel daha bu
dünyadayken zillet ve alçaklığa düşmektir. Böyleler! âhirette de, bu
dünyadayken zillet ve alçaklığa düşmektir. Böyîeleri âhirette de, bu
dünyadayken kendi düşmanları için hazırlamış oldukları azaptan daha
şiddetlisine çarptırılırlar, Allah, sizin bu çirkin işlerinizden habersiz değildir.
Bilakis onları zaptedip muhafaza etmektedir. Onları yapanları âhirette rez.il ve
rüsvay edecektir.
Yahudilerin
birbirlerini öldürmeleri ve esirlerini de fidye vererek kurtarmaları hususunda
özetle şunlar zikredilmiştir:
Abdullah b. Abbas
diyor ki "Allah teala, Yahudilere Tevratta birbirlerinin kanlanın
dökmelerini haram kılmış ve esirlerini fidye vererek kurtarmalarını da farz
kılmıştı. Yahudiler iki fırkaya ayrılmaktaydılar. Bunlardan Kaynuka oğullan,
Araplardan , müşrik olan Hazreç kabilesiyle muahabe yapmışlardı. Bu müşrik Arap
kabileleri birbirleriyle savaşırken, herbiriyle sözleşme yapan Yahudi
kabileleri de onlara, düşmanlarına karşı yardım ediyorlardı. Böylece Yahudiler,
ellerindeki tevratta bulunan, Allah'ın kan dökme yasağını bilmelerine rağmen,
dolaylı yollardan birbirlerinin kanlanın döküyorlardı. Evs ve Hazreç kabileleri
müşrik olduklanndan putlara tapıyorlardı. Cennet ve cehenneme inanmıyorlardı.
Öldükten sonra dirilip hesap vermeye de inanmıyor, haram helal bilmiyorlardı.
Buna rağmen, ehl-i kitap olan Yahudiler onlara destek oluyorlardı. Fakat
Yahudiler, savaş bittikten sonra, kendi dindaşlarından esir düşenleri fidye vererek
kurtarıyorlardı. Bu davranışlarıyla da Tevratın hükümlerine uyduklarına
inanıyorlardı. İşte bu sebeple Allah teala onları bu âyette "Siz kitabın
bir kısmına iman ediyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" buyurarak
kınadığını beyan etmektedir.
Süddi ise Kureyza
oğullarından olan Yahudilerin, Arapların müşrik olan Evs kabilesiyle muahade
yaptıklarını Nadr oğulları Yahudilerinin de Hazreç kabilesiyle Mahade
yaptıklarını böylece onların savaşlarına katılarak kendi dinlerinden olan
Yahudileri Öldürdüklerini, esir düşenlerini ise, kabile farkı gözetmeden fidye
vererek kurtardıklanni bu sebeple de âyette kınandıklarını söylemiştir. Süddi
sözlerine devamla diyor ki: "Arpalar Yahudilerin bu şekildeki davranışlarından
dolayı onlan ayıplıyor ve onlara "Hem kendi dindaşlarını öldürüyor hem de
esir düşenlerinizi, iki Yahudi kabilesi birleşerek kurtarıyorsunuz, bu nasıl
oluyor?" diyorlardı. Yahudiler ise "Bize, onlan esaretten kurtarmak
emredilmiş ve birbirimizi öldürmemiz yasaklanmıştır" diyorlardı. Araplar
da "O halde niçin onları öldürüyorsunuz?" diye sorduklarında onlar
"Biz, kendileriyle antlaşma yaptığımız dostlarımızın zelil düşmelerinden
utanıyoruz ve bu sebeple savaşıyoruz." diyorlardı.
Ebul Âliye ise bu
âyeti şöyle izah ediyor "İsrailoğulları, içlerinden bir kavmi zayıf
gördükleri zaman onlan yurtlarman çıkarıp sürgün ediyorladı. Halbuki onlardan
Tevratta, birbirlerinin kanlarını akıtmayacaklarına ve birbirlerini yurtlanndan
çıkarmayacaklanna dair söz alınmıştı. İşte âyet-i kerime, Yahudilerin bu hallerini
beyan etmektedir.
Allah teala,
Yahudilerin birbirlerini öldürmelerini Tevratın bir bölümünü inkar etmek saymış
ve fidye vererek esirlerini kurtarmalannı da Tevrattn bir bölümüne iman etme
kabul etmiştir. Ve Yahudilerin, kendilerine gönderilen kitaba, heva ve
heveslerine göre uyduklarım beyan etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) bu âyeti izah
ederken "Şüphesiz ki, artık İsrailoğulları gitmiştir. Bu âyet şimdi sizleri
kastetmektedir." demiştir.
Âyet-i kerimede
"İçinizden, bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktır."
Duyurulmaktadır. Yani siz Yahudilerden, birbirlerini öldürenlerin ve
birbirlerini yurtlanndan çıkaranların cezası, dünya hayatında rezil ve zelil
olmaktır." demektir.
Yahudilerin dünya
hayatında, nasıl rezil oldukları ise farklı şekillerde izah edilmiştir. Bazı
müfessirlere göre, onların dünya hayatlarında rezil edilmelerinden maksat,
Allah tealamn. Hz. Muhammed'e gönderdiği şeriatta katillere karşı kısas
yapılması ve zalimlerden, mazlumun hakkının alınması hükmüdür. Bu hükümlerle,
Yahudilerin katilleri ve zalimleri zelil kılınmıştır. Diğer bir kısım
müfessirlere göre ise, Yahudilerin, dünyada zelil kılınmalarından maksat,
dinlerinde kaldıkları müddetçe boyun eğerek bizzat kendi elleriyle cizye
verme-leridir. Diğer bir kısım müfessirlere göre ise Yahudilerin dünyada
uğratıldıktan zilletten maksat, Resulullah'ın Nadr oğullarından olan yahudileri
kovması Ku-reyzaoğlu Yahudilerinin ihanet eden .savaşçılarını öldünrıesi ve
soylarım esir almasıdır. [245]
86- İşte
onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Onların azabı
hafifletilmeyecek tir. Yardım da olunmayacaklardır.
İşte onlar, dünya
hayatından, basit ve değersiz şeyler mukabilinde âhiret nimetlerinden olan
paylarım sattılar. Onların, cehennemdeki azabı hafifletilmeyecekür. Onların, Aüahm
azabını kendilerinden uzaklaştıracak bir yardımcıları da bulunmayacaktır.
Onlara kimse şefaatçi olmayacaktır.
Yahudilerin, Allanın,
kendilerine yasakladığı, mümin kardeşlerini öldürme gibi günahları işleyerek
Tevrattaki âyetlerin bir bölümünü reddetmiş olmaları, bir takım dünya
nimetlerine ve onun makam ve mevkilerine ulaşmak içindi. Bu itibarla onlar,
âdeta âhireti satıp karşılığında dünyayı almışlardır. Dolayısıyla âhirette
cezalarını tam olarak göreceklerdir. [246]
87-
Şüphesi/, ki Musaya kitabı verdik ve ondan sonra herbiri ardınca Peygamberler
gönderdik. Mcrycmoğlu İsaya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhu] Kudüs ile
tc'yid eltik. Her Peygamber size nefislerinizin istemediği şeyleri getirdiği
zaman büyüklük taslayıp, bir kısmını yalanlıyor bir kısmını da öldürüyor
musunuz?
Biz, Musaya Tevratı
verdik. Ondan sonra Peygamberleri, Tevrat ile hükmetmek üzere peşpeşe
gönderdik. Meryemoğlu İsaya da, ölüleri diriltme, körleri ve cüzzamhlan
iyileştirme gibi. Peygamberliğini gösteren apaçık mucize ve deliller verdik. Ve
onu, diğer bir adı Ruhul Kudüs olan Cebrail ile destekledik. Ve ona yardım
ettik. Ey Yahudi topluluğu size. Peygamberlerden herhangi biri, nefsinizin
arzulamadığı şeyleri getirdiği zaman şımararak ve böbürlenerek onlara karşı
büyüklük mü taslıyorsunuz? Peygamberlerden, İsa ve Muhammed gibi bir kısmını
yalanladınız. Zekeriyya ve Yahya gibi bir kısmını da öldürdünüz. Peygamberlere
karşı sizin tutumunuz hep böyle olmuştur.
* Âyette zikredilen
"Ruhül Kudüs"ten maksat, Katade, Dehhak ve Rebi' b. Enese göre,
Cebraildir. İbn-i Zeyd'e göre İndidir. Dehhakın Abdullah b. Ab-bastan
naklettiğine göre ise Ruhul Kudüs'ten maksat, Hz. İsanm kendisini zikrederek
ölüleri dirilttiği bir isimdir. Taberi, diyor ki: "Ruhul Kudüs'ten
maksadın Cebrail olduğunu söyleyen görüş daha isabetlidir. Zira bu âyet-i
kerimede Allah tealanm, hem İsayı Ruhul Kudüs ile desteklediği hem de ona,
kitap ve hikmeti öğrettiği zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Ruhul Kudüs,
İndiden başka bir şeydir. Aksi halde İncilin, âyette iki kere zikredildiği
söylenmiş olur ki bu, ilahi kelamın az kelime ile Öz mânâ ifade etme özelliğine yakışmayan bir
durumdur.
Taberinin delil
gösterdiği âyetle şöyle Duyuruluyor: "O gün Allah şöyle der: "Ey
Mcrycmoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani seni Ruhul Kudüs ile
desteklemiştim. Beşikte iken ve kemale ermiş iken insanlarla konuşuyordun.
Sana kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretmiş-tim... [247]
Cebraile "Ruhul
Kudüs" diye isim verilmiştir. Aslında annesiz babasız olarak yaratılanlara
"Ruh" denilmektedir. Hz. İsaya da "Ruh" denilmesi bundandır.
"Kudüs" kelimesinin lügat mânâsı ise "Temiz" demektir.
Cebrailin isminde kullanıldığı şekliyle "Kudüs" kelimesinden neyin
kastedildiği hususu çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Süddiye göre, buradaki
"Kudüs"ten maksat, "Bereket" demektir. Ebu Ca-fere göre
"Rab" demektir. İbn-i Zeytİ ve Kâ'bul Ahbar'a göre ise Allah tealanın
sıfatıdır. Bunlara göre "Ruhul Kudüs" demek Allanın ruhu"
demektir. Cebraile bu isim verilmiştir. İbn-i Zeyd şu âyette Allah tealanın
sıfatı olarak zikredilen kelimesiyle kelimesinin aynı anlamda olduklarını
söyleyerek görüşüne delil göstermiştir. Âyette şöyle Duyurulmaktadır. "O,
kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, hükümran, kuddûs (Noksan sıfatlardan
uzak) olan Allahtır. [248]
Âyet-i kerimenin
sonunda Allah teala, Yahudiler topluluğuna hitabederek buyuruyor ki: "Ey
İsraiîoğulları size Peygamber olarak gönderdiğimiz Musaya Tevratı verdik.
Musadan sonra da, yine Tevratla amel eden Peygamberler gönderdik. Bunlardan
sonra da Meryemoğlu İsaya çeşitli mucizeler verdik ve onu Cebrail ile
destekledik. O halde şimdi sizler kendinize, heva ve hevesinize uymayan her
Peygamber geldiğimle İblisi önder edinerek böbürleniyor ve onlara karşı
gururlanıyor musunuz? O Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız. Diğer bir
kısmını ise öldürdünüz. Ve halen de Peygamberi öldünneyi istiyorsunuz."
Duyurulmaktadır. [249]
88-
"Kalblcrimiz pcrdclcnmiştir."
dediler. Hayır, Allah onları inkârlarından dolayı lanctlcmişıir. Ne de az iman
ederler.
Onlar: "Ey Muhammed,
bizim kalblerimiz senin davet ettiğin şeylere karşı perdelenmiş ve kapalı bir
haldedir." dediler. Hayır, Allah onları, inkârlarından, AUahı gösteren
delilleri reddetmelerinden dolayı rahmetinden uzaklaştırıp kovmuştur. Onlardan
çok azı iman eder.
Âyet-i kerimede geçen
ve "perdeleniniştir" diye tercüme edilen kelimesi şeklinde de
okunmuştur. Birinci okunuş şekli âlimlerin çoğunluğunun okuyuş şeklidir. Buna
göre kelimenin mânâsı "Perdelenmiş, üzerine perde çekilmiş" demektir.
Âyetin meali buna göre hazırlanmıştır. Nitekim Abdullah b. Abbas, Mücahid,
Katade, Ebul Âliye, Süddi ve İbn-i Zeyd bu kelimeyi bu şekilde izah
etmişlerdir.
Atiyyeye ve Dehhakın
Amdullah b. Abbastan naklettiğine göre onlar bu kelimenin şeklinde okunuşunu
almışlar ve mânâsının "Dolu" demek olduğunu söylemişlerdir. Buna göre
âyetin meali: "Ey Muhammed, kalblerimiz ilimle doludur. Senin ve
başkalarının izah edeceği şeylere ihtiyacımız yoktur." demektir.
Taberi, bu kıraat
şeklinin şaz olduğunu ve buna itibar edilemeyeceğini söylemiştir.
Allah teala bu âyette
Yahudilerin "Kalblerimiz perdelenmiştir." şeklindeki iddialarını
yalanlamakta, onlara: "Mesele sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Aslında
Allah sizi, inkârlarınız sebebiyle merhametinden uzaklaştınnıştır. Bu yüzden
size tebliğ edilenleri dinlemiyorsunuz." demektedir.
Ayet-i kerimenin
sonumla: "Ne üe az iman ederler" Duyurulmaktadır. Bu ifade
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Katadeye göre bu
ifadenin mânâsı: "Yahudilerden çok az kimseler iman etmiştir."
demektir. Zira müşriklerden iman edenlere mukabil Yahudilerden iman edenler pek
azdır. Ma'mer ise bu ifadeden maksadın "Yahudiler ellerinde bulunan
kitabın çok azına iman ederler." demek olduğunu söylemiştir.
Taberi de bu ifadeden
maksadın: "Yahudiler Muhammede indirilenden çok azına iman ederler."
demenin daha tecrihe şayan olacağını söylemiştir. Nitekim Yahudiler, Allanın
birliğine, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya iman etmişlerdir. Fakat
onlar Hz. Muhammedin Peygamberliğini ve ona kitap gönderilmesini inkâr
etmişlerdir. Böylece hem ellerindeki Tevratın hem de Kur'anın bildirdiği
hükümlerin az bir kısmına iman etmişler diğerini ise inkâr etmişlerdir.
Bir kısım âlimler ise
âyet-i kerimenin bu son bölümünü şöyle izah etmişlerdir. "Yahudiler hiç
iman etmezler. Her şeyi inkâr ederler. Zira Arapçada "Ne de az"
ifadesi "Hiç yok" anlamına da gelmektedir.
Yahudilerin
kalblerinin perdeli olduğu hususunda diğer bir âyet-i kerimede de şöyle
buyurulmuştur: "Ahitlcrini bozdukları ve Allanın âyetlerini inkâr
ettikleri, haksız yere Peygamberleri öldürdükleri ve "Kalblerimiz
perdelidir" dedikleri için onlara lanet ettik. Doğrusu Allah, inkâr
etmeleri sebebiyle onların kalblerinc mühür vurmuştur. Onlardan pek azı iman
cder. [250]
89- Onlara,
Allanın katından, ellerinde bulunanı tasdik eden bir kitap gelinec-ki onior
daha önce, kâfirlere karşı kendilerine yardım edilmesini bekliyorlardı- Evet,
kendilerine, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Alla-hm laneti kâfirlerin
üzerinedir.
Yahudilere, ellerinde
bulunan Tevratı ve İncili tasdik eden Kur'an gelince -Ki, o Yahudiler, Muhammed
gönderilmeden önce, müşrik Araplara karşı, onu vesile kılarak AHahtan yardım
ditiyorlardı- Evet, kendilerine, Tcvratta vasıflarını okudukları Muhammed
gelince onu inkâr ettiler, yalanladılar. Allanın hor ve hakir yapması ve
rahmetinden kovması, Muhammedin Peygamberliğini inkâr eden kâfirlerin
üzerinedir.
Abdullah b. Abbas,
Katade, Ebul Âliye, Süddi, Atfı, Mücahid, Said b. Cübeyr AH el-Ezdi ve İbn-i
Zeydden rivayet edildiğine göre Yahudiler, Uz. Muhammedi vesile kılarak yardım
diliyor ve müşriklerle savaştıkları zaman şöyle diyorlardı. "Ey Allahım,
sen, gönderilecek âhir zaman Peygamberi hürmetine, müşriklere karşı bize yardım
et." Fakat Peygamber gönderilip te onun, kendi ırklarının dışında biri
okluğunu görünce, Arapları kıskanarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i inkâr ettiler. [251]
90- Allahın,
kullarından dilediğine I utlundan bir şey indirmesini kıskanarak, onun
indirdiklerini inkâr etmekle, kendilerini karşılığında sattıkları şey ne
kötüdür. Bu yüzden onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için, hor ve
hakir kılıcı bir azap vardır.
Allahın, Muhammede
Peygamberlik vermesini kıskanarak onun, Peygamberine verdiklerini inkâr
etmekle, o Yahudilerin, kendilerini bunlar karşılığında sattıkları şey ne
tkötiidür. Yahudiler, daha önce Tevratı tahrif etmelerinden veya Hz. İsaya
iman etmemelerinden yahut buzağıya tapmalarından dolayı uğradıktan gazaba
ilaveten, Muhammedi inkâr etmelerinden dolayı da Allahın büyük bir gazabına
uğramışlardır. Muhammedin Peygamberliğini yalanlayan kâfirler için hor ve hakir
edici bir azap vardır. Bu azaba düşen, orada hakir ola-rak ebedi kalır.
*İnsanlann, devamlı
olarak içinde kaldıkları azaba "Hakir kılıcı" azap denmektedir.
Kâfirler, böyle bir azaba uğratılacaklardır. İnsanların geçici bir süre için
görecekleri azaba ise "Hakir kılıcı olmayan azap" denmektedir. İman
etlen günahkârlar böyle bir azaba uğratılacaklar, günahları kadar yandıktan sonra
ebedi hayatlarım cennette-sürdüreccklerdir.
Yahudiler, Hz. Muhammet.!
(s.a.v.)'i kıskanıyorlardı. Çünkü o, Araplar-dundı, İsrailoğullarından değildi.
Halbuki İsrailoğuliarı son Peygamberin de kendi ırklarından gelmesini
bekliyorlardı. Allahın takdiriyle bu Peygamber Araplardan gönderilince onu
kıskandılar ve yalanladılar. Bu âyet-i kerime, Yahudilerin, Hz. Muhammedin
doğruluğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu bildikleri
halde onu nasıl kıskandıklarını izah etmektedir. Bu hususta diğer âyet-i
kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerine kitaptan bir pay
verilenleri gormüyormusun? Onlar, puta ve şeytana inanıyorlar ve inkâr
edenlere: "Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır."
diyorlar." "Allahın lanet ettiği kimseler İşte bunlardır. Allah kime
lanet ederse artık sen ona bir yardımcı bulamazsın." "Yoksa onların,
mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı insanlara bir çekirdek parçası
bile vermezlerdi." "Yoksa Allahın, lütfundan insanlara verdiklerini
onlardan kıskanıyorlar mı? Şüphesiz biz, İhı ahimin soyuna kitap ve hikmet
vermiş ve onlara büyük bir
mülk bağışlamıştık. [252]
91- Onlara:
"Allahın indirdiklerine iman edin." denildiğinde "Biz, sadece
bize indirilene iman ederiz." derler. Ondan sonra geleni inkâr ederler.
Halbuki o, ellerindeki Tevratı tasdik eden hak bir kitaptır. Ey Muham-med de
ki: "Eğer mümin iseniz, daha önce Allahın Peygamberlerini niçin
öldürüyordunuz?
Yahudilere:
"Muhammede indirilen Kur'anı tasdik edin" denildiği zaman Onlar:
"Biz sadece Allahın bize indirdiği Tevratı tasdik ederiz, derler. Tevratın
peşinden, Allahın, Peygamberlerine indirdiği İncil ve Kur'anı inkâr ederler.
Halbuki o indirilen kitap Tevratı tasdik eder. Çünkü hepsini Allah
gönderdiğinden, Alîahın kitaplan birbirini reddetmezler.
Ey Muhammed de ki:
"Ey Yahudi topluluğu, eğer sizler, Allahın size indirdiklerine iman
ediyorsanız o halde niçin Allahın Peygamberlerini öldürdünüz? Halbuki Allah,
onları öldünrıeyi size haram kılmış ve sizlerin, onları tasdik edip itaat
etmenizi emretmiştir.
Her ne kadar
Peygamberlerini öldüren Yahudiler, Hz. Muhammedin zamanındaki Yahudiler olmayıp
onlann atalan idiyseler de o dönemdeki Yahudiler de atalarının yaptıklarına
karşı çıkmadıktan için âyet-i kerime "Atalarınız Peygamberleri
Öldürdüler" dememiş "Sizler Peygamberlerinizi öldürdünüz" demiştir. [253]
92- Şüphesiz
Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra siz onun ardından zalimler olarak
buzağıyı ilah edindiniz.
Şüphesiz ki Musa size,
asasını denize vurarak denizi yarması, elini cebinden çıkardığı zaman bembeyaz
görünmesi gibi, kendisinin hak Peygamber olduğunu ve doğru söylediğini
gösteren apaçık deliller getirdi. Sonra siz, Musa rab-bine vermiş olduğu sözü
yerine getirmek için sizden aynlıp Tur dağına gittikten sonra buzağıyı ilah
edindiniz. Böylece kendi kendinize zulmetmiş oldunuz. Çünkü sizler, ibadete
layık olmayan bir şeye ibadet etmekle azabı hak ettiniz.
*-Bu âyet-i kerime,
kendilerine bir menfaat ve zarar sağlayamayacak olan buzağıya tapınmalarından
dolayı Yahudileri kınamaktadır. Halbuki onlar, Hz. Musanın eliyle. Firavun ve
ordusunun gücünün yetmeyeceği mucizeleri gösteren rablerinin nasıl harikalar
yarattığını görmüşler ve Allah'ın, akıllara dehşet veren hikmetlerini de yakın
bir geçmişte izlemişlerdi. Bu itibarla bu gibi insanların, Hz. Musadan çok
sonra gelen Hz. Muhammed (s.a.v.)'i yalanlamaları, kendilerinden beklenen bir
davranıştır. [254]
93- Bir
zaman sizden kesin söz aldık. Tûr dağını üzerinize kaldırdık. "Size
verdiğim Tcvrata kuvvetle sarılın ve dinleyin" dedik. Onlar ise "Dinledik
ve isyan eüik" dediler. İnkârlarından dolayı buzağının sevgisi kalble-rine
işledi. Ey Muhammed de ki: "Eğer mümin iseniz, imanınız size ne kötü bir
şey emrediyor."
Ey îsrailoğullan,
hatırlayın bir zaman sizden Tevrattaki hükümlerle amel edeceğinize dair kesin
söz aldık. Fakat söz veremenize rağmen o hükümlerle amel etmeyip yüzçevirdiniz.
Biz de Tur dağını sizin üzerinize kaldırdık. Tur dağının üzerinize kalktığını
görünce çok korktunuz ve o anda Tevratın hükümleriyle amel etmeyi kabui
ettiniz de sonra yine bu hükümlere uymadınız. Ey Yahudi topluluğu, size
"Tevrattaki şeyleri ciddi bir şekilde alın, onda size emrettiklerimizi
dinleyin ve boyun eğerek kabui edin" demiştik. Sizin de cevabınız şu
olmuştu: "Dinledik ve isyan ettik". Senin ne söylediğini anladık
fakat emrine uymuyoruz."
İnkâr ve sapıklığınızdan dolayı buzağının sevgisi kalblerinize işlemişti Ey
Muhammed, onlara da ki: "Şayet iddia ettiğiniz gibi Allah m size indirdiklerine
iman ediyorsanız o imanınızın size emrettiği. Peygamberler, öldürmeniz,
Allah'ın kitaplannı ve katından size gönderdiklerini yalanlamanız ne kötü bir
şeydir.
Bu âyet, Yahudilerin,
iman ettikleri şeklindeki iddialarını yalanlamakta ve bunlann yaptıkları çirkin
fiillerden herhangibirini Tevratın emredebileceğim Allah tealanın reddettiğini
bildirmektedir. Onlara bu hususları ancak heva ve heveslerinin, azgınlık ve
saldırganlıklaımn emretmekte olduğunu beyan etmektedir. [255]
94- De ki:
"Eğer âhiret yurdu, Ailah katında başka insanlara değitde sadece size
tahsis edilmişse ve bu iddianızda samimi iseniz ölümü îsteseni-ze.
Ey Muhammed, de ki:
"Ey Yahudi topluluğu, eğer âhiret nimet ve lezzetleri diğer insanlara
değil de sadece size ait olacaksa ve bu zamlınızda samimi iseniz ölümü
arzulayıp onu istesenize. Zira ancak öldükten sonra bu nimetlere
kavuşacaksınız.
Allah teala bu âyet-i
kerimeyi. Resulullah'ın hicret ettiği bölgede yaşayan Yahudilere karşı
Resulullah'a bir delil olarak göndermiştir. Çünkü Allah teala bu âyette,
Resulullah'a karşı çıkan Yahudileri, onunla muhakeme olmaya ve açık tartışmaya
davet etmektedir. Ve Yahudilere demektedir ki: "Eğer sizler mümin
olduğunuz, Allah katında üstün derecelere sahibolduğunuz ve âhiret nimtelerinin
size mahsus olduğu iddianızda samimi iseniz ölümü isteyin. Bu yolla
arzularınıza kavuşun. Fakat siz bunu yapmazsınız. Çünkü sizler Muham-med'e
karşı çıkma gibi davranışlarınızla isyan içinde olduğunuzu bilirsiniz. Öldüğünüz
takdirde cehenneme gireceğinizi anlamış durumdasınız.
Allah teala şu âyette,
ehl-i kitap olan Hıristiyanlar! Resulullah ile muhakeme olunmaya ve açık
tartışmaya davet etmiştir. Bu açık tartışmaya davet eden âyete
"Mubahale" âyeti denmektedir. Bu âyette şöyle buyurulmaktadır:
"Kim, kendisine ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse ona şöyle de:
"Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı,
kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra yalvaralım da yalancıları Allah'ın
lanetiyle lanetleye-Hm. [256]
İzahını yaptığımız
âyet de Yahudileri mübahaleye davet etmiştir. Fakat hem Yahudiler hem de
Hıristiyanlar böyle bir karşılaşmadan şiddetle kaçınmışlardır. Çünkü onlar,
böyle bir şey yaptıkları takdirde hüsrana uğrayacaklarını idrak etmişlerdir. Bu
hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Ebu Cehil dedi
ki: "Allah'a yemin olsun ki ben Muhammedi Kfıbenin yanında namaz kılarken
görürsem mutlaka yanına gidip ayağımı boynuna basacağım." Bunun üzerine
Resulullah buyurdu ki: "Şayet bunu yapmış olsaydı onu melekler açıkça
yakalarlardı. Eğer Yahudiler ölümü temenni etmiş olsalardı mutlaka ölür ve
cehennemdeki yerlerini görürlerdi. Şayet Allah'ın Resulüyle tartışmaya davet
edilen Hıristiyanlar mübahaleye çıkmış olsalardı geriye döndüklerinde ne mal
ne de aile bulabilirlerdi. [257]
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime nazil olunca Yahudiler hakkında karar vermekte zorluk
çeken insanlar için, onların yalancı , iftiracı ve Resulullah'a karşı kindar ve
haksız oldukları ortaya çıktı. Resulullah'ın ve sahabilerinin haklı oldukları
anlaşıldı. Böylece Resulullah ve sahabileri, Yahudilere karşı galip gelmiş
oldular. Allah'a hamdolsun, günümüze kadar, Resulullah'ın izinden gidenler,
Yahudilere ve diğer dinlerde olanlara karşı galip durumdadırlar.
Resulullah'ın,
Yahudileri böyle bir tartışmaya davet etmesinin emredilme sebebi, Yahudilerin:
"Biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız. [258] ve
"Cnnctc ancak Yahudi olanlar ve Hıristiyanlar girecektir. [259]demeleridir.
Yahudilerin, ölümü ne
şekilde temenni etmelerinin istendiği hususu mü-fessirler tarafından şu şekilde
izah edilmiştir:
Abdullah b. Abbasa
göre bu arada ölümü temelini etmeleri, Yahudilerin iki fırkadan yalancı olan
için Allah'tan ölüm istemeleri şeklinde olacaktır.
Katade, Ebul Âliye ve
Rebi' b. Enese göre ise Yahudilerin ölümü istemeleri, hemen ölmeyi ve
nimetlere kavuşmayı talep etmeieri şeklinde olacaktır.
Âyette zikredilen
"Başka insanlar"dan maksat, bazı âlimlere göre "Bütün
insanlar" demektir. Bu izaha göre Yahudiler, ahire* yurdunun sadece kendilerine
mahsus olduğunu iddia etmişlerdir.
Abduliah b. Abbastan
nakledilen başka bir izaha göre bu arada zikredilen "Başka insanlar"
ifadesinden maksat, Hz. Muhammed ve sahabiteridir. Zira Yahudiler bunları küçümsüyor
ve cennete giremeyeceklerini iddia ediyorlardı. [260]
95-
Yaptıklarından dolayı ölümü asla istemeyeceklerdir. Allah, zalimleri çok iyi
bilir.
Daha Önce bizzat
işlemiş oldukları günahlar yüzünden, ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Allah,
Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve diğer din ve mezhep mensuplarından zalim
olanları çok iyi bilir. Yahudilerin, ölümü temenni edip cennete kavuşmayı
istemelrine engel olan emelleri, Allah tealanın Hz. Muhammed hakkındaki,
Tevratta knedilerine gönderdiği emirlere karşı gelmeleridir. Zira onlar,
Resulullah'ın hak Peygamber olduğunu Tevrattan öğrendikleri halde sadece
kıskançlıkları ve kinleri yüzünden Resulullah'ı yalanlamışlardır. Haksız
olduklarını bilen Yahudiler elbetteki Ölümü istemeyeceklerdir.
* Bu hususta diğer
âyeti kerimelerde de şöyle Duyurulmaktadır: "Ey Muhammed, de ki: "Ey
Yahudiler, insanlar içinde Allah'ın dostlarının sadece kendiniz olduğunu iddia
ediyorsanız ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz."
"Yahudiler, yaptıklarından dolayı ölümü asla istemezler. Allah, zalimleri
çok iyi bilir." "Ey Muhammed, de ki: "O kaçtığınız ölüm,
mutlaka sizi yakalaycaktır. Sonra gizliyi de açığı da bilen Allah'a
döndürüleceksiniz. Ve o, size dünyada yaptıklarınızı haber verecektir. [261]
96- Muhakkak
ki sen, onları hayata, diğer insanlardan ve hatta AUa-ha şirk koşanlardan da
daha düşkün bulursun. Her biri bin sene yaşamak ister. Oysa herhangi birinin
çok yaşaması, kendisini azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, onların
yaptıklarını çok iyi görür:
Ey Muhammed, sen o
Yahudileri, dünya hayatını diğer insanlardan daha çok sever, ölümden de daha
fazla nefret eder görürsün. Yahudiler, Allah'ın, inkârları sebebiyle âhirette
kendilerine kötü bir sonuç hazırlamış olduğunu bildiklerinden, bu dünya
hayatına, öldükten sonra dirilmeye inanmayan müşriklerden daha düşkündürler.
Ölümden ise bunlardan daha çok nefret ederler Müşriklerden her biri bu dünyada
bin sene yaşamak arzusundadır. Oysa uzun yaşamaları, onları, Allah'ın
azabından uzaklaştıracak değildir. Çünkü ömür bir gün mutlaka nihayete
erecektir. Onların yaptikanndan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Aksine, Allah
onların yaptıkları her şeyi zaptedip muhafaza etmektedir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, Yahudilerin, dünyada yaşamaya, bin sene yaşamak isteyen müşriklerden
bile düşkün olduklarını zikretmektedir. Zira. müşriklerin âhiret inancı
olmadığndan, öldükten sonra artık dirilmeyeceklerini ve hesaba
çekilmeyeceklerini zannederler. Bu sebeple dünya zevklerini devam ettirmek için
uzun ömür isterler. Yahudiler ise, öldükten sonra dirileceklerine
inanmaktadırlar. Dünyada yaşarken Hz. Mııhammed'in hak Peygamber oluşunu
reddetmek gibi isyankâr davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekileceklerini
ve cehenneme atılacaklarını bilmektedirler. Bu sebeple bin sene yaşamak arzusunda
olan müşriklerden bile fazla yaşamak isterler.
Allah teala, çok
yaşamanın, hak eden insanı, cehennem azabından uzaklaştı rmayacağını beyan
ederek Yahudilerin bu gibi isteklerinin yersiz ve tutarsız olduğunu beyan
etmiştir.
Âyette zikredilen ve
bin sene yaşamayı isteyen müşriklerden maksat öldükten sonra dirilmeye
inanmayan müşriklerdir.
Ebul Âliye ve Rebi' b.
Enes'e göre ise bunlar, mecusilerdir. Zira onlar birbirlerini selamlarken
"On bin sene yaşa" diye tenennide bulunurlar yine aksının kimseye de
"Onbin sene yaşa" derler. [262]
97- De ki:
"Kim Cebrailin düşmanı ise bilsin ki, geçmiş kitapları tasdik eden,
müminler için bir hidayet ve müjde olan Kur'anı, Allah'ın izniyle senin kalbine
o indirmiştir.
Ey Muhammet!,
kendilerine azap ve ceza emirlerini getirdiği için, Cebra-ili kendilerinin
düşmanı kabul eden o Yahudilere de ki: "Kim Cebraili düşman kabul ederse
bilsin ki, Tevrat ve İncil gibi ilahi kitapları tasdik edici, müminler için de
bir hidayet ve müjdeici olan Kur'anı Allah'ın izniyle senin kalbine Cebrail
indirmiştir.
Kur'an bir hidayet
rehberidir. Zira müminler onu, imam ve önderleri kabul etmişlerdir. Onun emir
ve yasaklarına, helal ve haram kıldığı hususlara boyun eğerler. Kur'an müminler
için bir müjdedir. Zira o. müminlere. Allah'ın, kendileri için âhiret hayatında
hazırladığı nimet ve ikramları müjdelemektedir.
Allah teala, bu âyet-i
kerime ile, Hz. Muhammed (s.a.v.)e vahiy getiren Cebraile düşman olan
Yahudileri kınamakta, Peygamberine vahiy getiren bir meleğe düşman olanların
iddialarının tutarsız olduğnu beyan etmektedir.
Abdullah b. Abbas, Ali
b. Hüseyin. İkrime vb. Müfassirler, "Cebrail" ve "Mikâil"
kelimelerinin iki kelimeden meydana gelmiş birer isim okluklarını
söylemişlerdir. "Cebrail"in "Kul" mânâsına gelen
"Cibr" ve "Allah" mânâsına gelen "İl"
kelimesinden meydana gelmiş bir isim olduğunu, mânâsının "Allahın
kulu" demek olduğunu söylemişlerdir. "Mikâilin" ise
"Kulluk" mânâsına gelen "Mik" ve "Allah" manâsına
gelen "İl" kelimelerinden meydana gelmiş bir isim olduğunu ve
mânâsının da "Allahın kuîcağızı" okluğunu söylemişlerdir.
Kur'an-ı kerimin,
kendinden önceki Peygamberlere indirilen kitapları tasdik etmesinden maksat,
Muhammed (s.a.v.)'e ve Allah tarafından ona gönderilenlere uymayı emreden
hükümlerin Kur1 anda da diğer kitaplarda da aynı olmasıdır. Kitap ehli,
Allah'ın varlığı, âhiret hayatı vb. hükümleri kabul etmelerine rağmen Hz.
Muhammed ile ilgili olan Kur'anın hükümlerini kabul etmemişlerdir. Halbuki
Kur'anın bu hükümleri, Tevrat ve İncil'de de mevcut olan hükümlerdir. Yeni
çıkan bir şey değildir ki garip karşılayarak inkâr etmiş olsunlar.
Bütün müfessirler bu
âyeti kerimenin, Cebrailin kendilerinin düşmanı. Mikâilin de dostlun
olduklarını iddia eden Yahudilerin neden dolayı bu iddiada bulundukları
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas. Şehr b. Havşeb, İbn-i Cüreyc
ve Kasım Bezzeden nakledilen bir görüşe göre, Yahudilerin böyle bir iddiayı
ileri sürmelerinin sebebi, Resulullah'ın Peygamberliği hakkında bizzat
kendisiyle tartışma-ya girişmeleri ve âciz kaldıklarında da böyle bir iddiayı
ileri sürerek iman etmemekte diretmeleridir. Bu hususta Şehrb. Havşeb,
Abdullah b. Abbasın şunları.söylediğini rivayet etmektedir:
Bir gün Yahudilerden
bir topluluk Resulullah'a geldi ve ona: "Ey Ebul Kasım, sana, Peygamber
olmayanın bilemeyeceği bazı hususlar soracağız sen onları bize bildir"
dediler. Resulullah da: "Dilediğinizi sorun fakat siz bana, Allah'ı şahit
tutarak yemin edin ve Yakup(s.a.v)ın, oğullarından aldığı ahdî verin ki eğer
ben sizlere, doğru olduğunu bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursam Müslüman
olmakta mutlaka bana uyacaksınız." dedi. Yahudiler: "Sana bu sözü
veriyoruz," dediler. Resulullah: "Şimdi dilediğinizi sorun." dedi.
Yahudiler: "Sana soracağımız şu dört hususu bize bildir. Tevrat inmeden önce
Yakubun kendisine haram kıldığı yemek hangisidir? Söyle bize, erkeğin suyu
(menisi) nasıl, kadının suyu nasıldır? O sudan erkek çocuk nasıl olur? Yine
söyle bize, timmi olan Peygamberin, meleklerden velisi (en yakın dostu) kimdir?"
dediler. Resulullah: "Şayet ben size bu şeyleri bildirecek olursam bana
uyacağınıza dair Allah'a ahd ve misak eder misiniz? (Kesin söz verir misiniz?)
dedi. Onlar da Resulullah'ın istediği kadar ahdü misakta bulundular, Resulullah:
"Musa (a.s.)a Tcvratı indiren Allah hakkı için söyleyin bana, Yakup
(a.s.)ın ağır bir şekilde hastalandığını, hastalığının uzun sürdüğünü, bu
yüzden Allah'a yemin ederek, eğer Allah onu bu hastalığından kurtaracak olursa
yiyeceklerin ve içeceklerin en sevimli olanını kendisine yasaklayacağına dair
bir adakta bulunduğunu, Yakub'a yiyeceklerin en sevimlisinin deve eti olduğunu
içeceklerin en sevimlisinin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?" dedi.
Onlar da: "Allah için evet, biliyoruz." dediler. Resulullah tekrar
sordu: "Musaya Tcvratı indiren Aîlah hakkı için söyleyin bana, sizler,
erkeğin suyunun beya? ve katı, kadının suyunun ise sarı ve ince olduğunu, bu
sulardan hangisi ciğerine galip gelirse çocuğun, Allah'ın izniyle onun
cinsinden ve benzerin den olduğunu, eğer erkeğin suyunun kadının suyuna galip
gelirse; Allah'ın izniyle çocuğun erkek, kadının suyu erkeğin suyuna galip
gelirse, Allah'ın izniyle çocuğun kız olacağını biliyor musunuz?" Yahudiler:
"Allah için evet biliyoruz" dediler. Resulullah da buyurdu ki:
"Ey Alla-hım sen bunlara şahit ol." Yine Musaya Tevratı indiren Allah
hakkı için söyleyin bana, sizler, bu iimmi Peygamberin gözlerinin uyuduğunu
kalbinin ise uyumadığını biliyor musunuz?" dedi. Yahudiler: "Allah
için evet biliyoruz." dediler. Resulullah buyurdu ki: "Ey Allah'ım
sen şahit ol." Yahudiler: "Şimdi sen, meleklerden kimin senin samimi
dostun olduğunu söyle. İşte o zaman se-.ninle beraber oluruz veya senden
ayniniz." dediler. Resuluİlah: "Şüphesiz ki benim meleklerden en
yakın dostum Ccbraildir. Allah, hiçbir Peygamber göndermemiştir ki onun yakın dostu Cebrail olmamış
olsun." buyurdu. Yahudiler: "İşte şimdi o melek hususunda senden
ayrılıyoruz. Şayet senin, meleklerden olan dostun ondan başka birisi olsaydı
elbette ki sana uyar ve seni tasdik ederdik, dediler. Resulullah: "Sizin,
Cebraili tasdik etmenize mani olan nedir?" dedi. Onlar da: "O bizim
düşmamrmzdır." dediler. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah,
"Dedi ki: Kim Ccbrailin düşmanı ise bilsin ki, geçmiş kitapları tasdik
eden, müminler için bir hidayet ve müjde olan Kur'am Allah'ın izniyle senin
kalbine o indirmiştir." ayetini ve bundan sonra gelen
dört âyeti indirmiştir. İşte o zaman
Yahudiler, gazap üstüne gazaba uğradtlar[263]
b- Şa'bî,
Katade, Süddî ve Mücahide göre ise, Yahudilerin, Cehrailin kendilerinin
düşmanı, İsrafilin ise dostları olduğunu iddia etmelerinin sebebi, Resulullah
hakkında Hz. Ömer ile Yahudiler arasında geçen bir tartışmadır. Bu hususta
Şa'bî diyor ki: "Ömer, "Revha" denen yere gitti. Orada bir kısım
insanların,-taşlara yönelerek namaz kıldıklarını gördü. "Bunlar ne
yapıyor?" dedi. "Bu insanlar resulullah'm burada.namaz kıldığını
zannediyorlar." diye cevap verdiler. Ömer, onların bu hallerinden
hoşlanmadı ve dedi ki: "Resulullah (s.a.v.)e bu vadide namaz gelip
çatmıştı. O, burada namazını kılıp gitti. "Ömer sözlerine devamla dedi ki:
"Ben, Yahudilerin Tevratın okunduğu mekteplerinde bulundum. Tevratın
Kur'am, Kur'anın da Tevrati doğrulamaları hoşuma gidiyordu. Yine bir gün ben
onların yanında bulunurken o Yahudiler: "Ey Hattabın oğlu, arkadaşların
içinde bize en sevimli olan sensin," dediler. "Neden dolayı?" diye
sordum. Yahudiler: "Çünkü sen bize geliyorsun." diye cevap verdiler?
Ben de dedim ki: "Benim size gelişimin sebebi, Kur'anın Tevratı, tevrattn
da Kur'am nasıl doğruladıklarının hoşuma gitmesidir." O sırada Resulullah
oradan geçti. Yahudiler: "Ey Hattabın oğlu, işte arkadaşınız. Haydi yetiş
ona." dediler. Ben de onlara dedim ki: "Kendisinden başka ilah
olmayan, sizi koruyup besleyen ve size kitabını emanet eden Allah hakkı için
söyleyin oana, siz, onun, Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyor musunuz?
"Bunun üzerine sustular. Sonra içilerin-de en âlim olanları ve büyükleri
dedi ki: "Bu size büyük bir yemin verdirdi. Buna cevap verin." Onlar
da: "Sen bizim âlimimizsin ve efendimizsin buna sen cevap ver."
dediler. Bunun üzerine o âlim kişi: "Senin bizi Allah'a havale ettiğin
meseleye gelince, bizler onun, Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz."
dedi. Dedimki: "O halde vay halinize (Yani helak oldunuz)" Dediler
ki: "Hayır, biz helak olmadık." Dedim ki: "Nasıl olmadınız. Siz
onun Peygamber olduğunu biliyor sonra da ona tabi olmuyor ve ona iman
etmiyorsunuz?" Dediler ki: "Bizim, meleklerden hem düşmanîmiz hem de
kendisiyle barışık olduklarımız vardır. Bizim, meleklerden düşmanı olduğmuz
melek, Muhammed'le arkadaş okiu. Dedim ki: "Meleklerden düşmanınız kim?
Barışık olduğunuz kim?" Dediler ki: "Düşmanımız Cebrail, barışık
olduğumuz da Mikâüdir." dedim ki: "Cebrail ile neden düşman oldunuz?
Mikâil ile neden barışık oldunuz?" Dediler ki: "Cebrail, dehşet,
katılık, sıkıntı, şiddet, azap vb. hadiselerin meleğidir. Mikâil ise, şefaat,
merhamet, hafifletme vb. Hadiselerin meleğidir." Dedim ki: "Peki
bunla-" nn, rableri katında dereceleri nasıldır?" Dediler ki:
"Biri sağ tarafındadır diğeri de sol tarafında." Bunun üzerine dedim
ki: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki bu iki melek te
ve bu ikisinin arasında bulunanlar da, bu iki meleğe düşman olanlara düşman ve
bunlara karşı barışık olanlara da barışıktırlar. Cebrailin, Mikâilin
düşmanlarına, Mikâiün de Cebrailin düşmanlarına karşı barışık olmaları bunlara
yakışmaz." Ömer devamla diyor ki "Sonra kalktım Resulullah'ın
arkasından gittim. O, bir kabilenin hurma bahçesinden çıkarken ona kavuştum. O
bana dedi ki: "Ey Hattabın oğlu, şimdi inen âyetleri sana okuyayım
mı?" Sonra "Dedi ki: "Kim, Cebrailin düşmanı ise bilsin ki,
geçmiş kitapları tasdik eden, müminler için bir hadiyet ve müjde olan Kur'am
Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir." âyetini ve bundan sonra
gelen âyetleri okudu. Bunun üzerine dedim ki: "Ey, Allahin Resulü, babam
anam sana feda olsun, seni, hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun
ki ben sana bunu haber vermek için gelmiştim. Halbuki, lütuf sahibi ve her
şeyden haberdar olan Allah, bu haberi sana benim söylememden önce bildirdi. [264]
98- Kim
Allah'a, meleklerine, Peygamberlerine, Ccbrailc ve Mikâîic düşman olursa,
şüphesiz ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Allah teala bu âyet-i
kerimede "Cebrail bizim düşmanımız, Mikâil ise dostumuzdur." diyen
Yahudilere cevap veriyor, onları bu gibi sözlerinden dolayı kınıyor ve
bildiriyor ki, Cebrail, Allah'ın dostudur. Allah'ın dostuna düşman olan, bizzat
Allah'a ve Allah'ın diğer dostları olan meleklerine ve Pegyamberlerine de
düşman olmuş olur. Böylece inkâra düşer. Bir hadis-i Kudside şöyle bu-yurulduğu
rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.v.) dedi ki:
"Allah şöyle
buyurdu: "Kim benim bir dostuma düşmanlık edecek
olursa, şüphesiz ki
ben ona karşı savaş ilan etmiş olurum... [265]
Âyeî-i kerimede
melekler zikredildikten sonra özellikle, Cebrail ve Mikâilin de
zikrerdilmeleri, Yahudilere net bir şekilde cevap verilmesi ve onların, bu
hususta bilgisi olmayanları aldatmalarına imkân verilmemesi içindir. Çünkü
"Allah, meleklere düşman olanlara düşmandır" denilip yetinilseydi, Yahudiler,
aralarında bulunan bilgisiz kişilere "Biz, meleklerin düşmanı değiliz.
Bundan dolayı da Allah bizim düşmanımız değildir." diyebilir ve onları
kandırabilirlerdi. Bu gibi aldatmalarına imkân verilmemesi için özellikle
Cebrail ve Mikâilin isimleri de zikredildi.
Taberi, bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında şu hadisi şerifi rivayet etmektedir. "Bir
gün Resulullah, Yahudilere soru sorarak onlara, "Okumuş olduğunuz kitap
hakki için size soruyorum, Meryemoğlu İsanın. beni müjdelediğini ve o
müjdelemesinin, "Size bir Peygamber gelecek, adı. da Ahmet'tir." şeklinde
olduğunu o kitabınızda bulmuş muydunuz?" dedi. Yahudiler, "Allah
hakkı için evet. Biz seni, kitabımızda bulmuştuk. Fakat biz senden hoşlanmaz
olduk. Çünkü sen, mallan helal kılıyor, kanları akıtıyorsun." dediler.
İşte bunun üzerine Allah "Kim Allah'a, meleklerine. Peygamberlerine ,
Cebraile ve Mikfüle düşman olursa şüphesiz ki Allah da kâfirlerin
düşmanıdır." âyetini indirdi. [266]
99- Ey
Muhammcd, şüphesi/ ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak (asıklar
inkâr ederler.
Ey Muhammed sana,
senin Peygamberliğini gösteren apaçık deliller in-lirdik. Senin
Peygamberliğinin doğru olduğunu gösteren bu delilleri ancak, dinlerinden
çıkmış ve rablerine isyan etmiş kimseler inkâr ederler.
Burada zikredilen
"Apaçık âyetler" den maksat, Hz. Muhammed (s.a.v.)e verilen Kur'anın
ihtiva ettiği apaçık delil ve bilgilerdir.Bu bilgiler İsrai-loğullannm,
başkalarından gizledikleri bilgiler ve bir kısmını değiştirdikleri hükümlerdir.
Allah teala bunları Hz. Muhammed (s.a.v.)e açıklamış böylece onun hak Peygamber
olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki, kıskanma ve kin duygulan taşımayan her
sağlam fıtrat sahibi insan, Hz. Muhammed'in hak Peygamber olduğunu kabul eder
olmuştur. Hz. muhammed'in hak Peygamber olduğunu gösteren bu delil ve
alâmetleri ancak Yahudi Hahamları gibi, dinden çıkan insanlar inkâr ederler.
Dinlerine bağlı olanlar ise Hz. Muhammed'in ve ona indirilenlerinhak olduğunu
kabul ederler. [267]
100- Onlar
her ne zaman bir ahitte bulunmuşlarsa, içlerinden bir kısmı onu bozmamış mıdır?
Zaten onların çoğu iman etmezler.
O Yahudiler her ne
zaman, Allah'ın emirlerine uyacaklarına, Tevratla amel edeceklerine ve
Muhammed'e iman edeceklerine dair, rablerine kesin olarak söz vermişlerse,
içlerinden bir gurup bu sözü kenara atmış ve ahdi bozmuş değil midir? Doğrusu
bu Yahudilerin bir çoğu, Allah'ı ve Peygamberini tasdik etmez, vaadine ve
korkutmalarına inanmazlar. Artık böylelerinden, sözlerini yerine getirmeleri
beklenir mi?
İsrailoğulları,
Tevratin içinde bulunan hükümlerle amel edeceklerine dair rablerine defalarca
yeminle pekiştirilmiş kesin söz verdiler. Sonra da içle-. rinden bazılan,
birçok defa vermiş olduklan bu sözleri bozdular. Ailah teala bu âyet-i
kerimede, ahitterinde dunnayan-Yahudileri kınamakta ve onların soyundan gelen,
Hz. Muhammed zamanında mevcut olan Yahudileri de yermektedir. Çünkü onlar da,
Tevratta sıfatları zikredilen Hz. Muhammed'in Peygamberliğini reddererek
Allah'a vermiş olduklan sözlerini bozuyor ve atalarından, ahitlerini bozanlann
durumuna düşüyorlardı.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Resulullah, Mâlik b. Sayfa birini gönderip onlara,
kendilerinden kesin söz alındığını ve Allah'ın, Resulullah hakkında kendilerine
emirler verdiğini hatırlatınca Mâlik b. Sayf: "Vallahi Muhammed hakkında
bize hiçbir emir gelmedi ve onun hakkında bizden her hangi bir söz alınmadı."
dedi. Bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Onlar her
ne zaman bir ahitte bulunmuşlarsa içlerinden bir kısmı onu bozmamış mıdır?
Zaten onların çoğu iman etmezler." [268]
101- Ne
zaman Allah katından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik eden bir Peygamber
geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir topluluk, Allah'ın kitabını hiç
bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.
Allah'ın, kendilerine
Tevrat vasıtasıyla bilgi verdiği Yahudi âlimlerine, Tevrati tasdik eden ve
Tevratın da geleceğini'haber verdiği Muhammed gelince bu Yahudiler, Allah'ın
kitabını arkalarına attılar ve ondan yüzçevirdiler. Bu Yahudiler, sanki
Tevrattaki, Muhammed'i tasdik edip ona uymalarını emreden hükmü bilmiyorlarmış
gibi hareket ettiler.
* Herhangi bir işi
kabul etmemeye: "Onu arkasına attı." denir.Yani onu kabul etmedi,
ondan yüzçevirdi ve ondan uzaklaştı." demektir. İşte burada geçen
"Kitabı arkalarına attılar" ifadesi bu mânâya gelmektedir. Yine
âyet-i kerimede geçen "Sanki onu hiç bilmiyorlarmış gibi " ifadesi,
onların, gerçeği bile bile inkâr ettiklerine işaret etmektedir. [269]
102- Onlar,
Şeytanların, Sülcymanın mülkü hakkında uydurup okuduklarına tabi oldular. Oysa
Süleyman inkâr etmemişti. Fakat o Şeytanlar inkâr etmişlerdi. İnsanlara sihiri
ve Babildc, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı.
Halbuki bu iki melek: "Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız, sakın inkâr
etme." demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu
meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı.
Halbuki Allah'ın izni olmadıkça onlar, bununla kimseye zarar verecek
değillerdi. Onlar, kendilerine zarar verecek, faydalı
olmayacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki
onlar, o sihiri satın alan kimsenin, âhirette bir nasibi olmadığını çok iyi
biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür. Keşke
bilselerdi.
Yahudi bilginleri.
Şeytanın, Süleymamn iktidarı hakkında uydurup rivayet ettikleri sihire tabi
oldular. Oysa Süleyman sihir yapmamış, zaten onu öğrenmemişti de. O, sihirbaz
da değildi. Zira sihir yapmak kâfirliktir. Fakat Şeytanlar, insanlara sihiri
öğretmeleri sebebiyle kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihiri öğretip onu
nakledenler Şeytanlardı. Yoksa Süleyman değildi. Yine Yahudiler, Babil şehrinde
bulunan Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen sihire tabi oluyorlardı.
Halbuki bu iki melek, hiçbir kimseye, bu sinirin bir imtihan ve bela olduğunu,
onu öğrenmenin ve onunla amel etmenin yasaklandığını peşinen söylemeden onu
kimseye öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu iki melekten, kişi ile karısının
arasını açacak, onları birbirinden ayıracak sihiri öğreniyorlardı. Gerçekte ise
onlar bu öğrendikleri sihir ile hiçbir kimseye zarar verecek değillerdi.
Ancak, Allah'ın zarar görmesini takdir ettiği kimseler müstesna. Bu kimseler,
dinlerine zarar verecek ve âhiretlerine hiçbir faydası olmayacak sihiri öğreniyorlardı.
Bunlar, o sihirin, âhirette kendilerine hiçbir faydası olmayacağını da çok iyi
biliyorlardı. O sihiri öğrenmenin karşılığnda kendilerini satmaları ne kötüdür.
O sihirin sonucunun kötü olduğunu bir bilseler.
Âyet-i kerimenin
başında "Onlar" şeklinde zikredilen zamirden maksat:
a-Süddi,
Rebi' b. Enes ve İbn-i Zeyd'e göre- Resulullah'ın hicret ettiği Medine'nin
çevresinde bulunna Yahudi Hahamları ve bilginleridir. Resulullah, bunları
Müslüman olmaya davet edince onlar, Resulullah1 a karşı Tevrata dayanarak
tartışmaya girişmişlerdir.Fakat Tevratın âyetleri, Hz. Muhammed'e uymayı
emretme bakımından Kur'anın âyetleriyle aynı olunca bu defa Yahudiler Tevratı
bırakıp Şeytanlann, Hz. Süleymamn mülkü hakkında uydurdukları yazılara
dayanmışlar, Resulullah'a karşı o yazılarla tanışmaya girişmişlerdir. Ayet-i
kerime bunu yapan Yahudilerin gerçek yüzlerim göstermektedir. Şeytanların
uydurdukları şeyler hakkında Süddi diyor ki: "Şeytanlar göklere tırmanıyorlardı.
Oralarda meleklerin konuştuklarını işitecekleri yerlerde oturup bekliyorlardı.
Meleklerin, yeryüzünde meydana "gelecek olan, ölümler, yağmurlar vb.
şeyleri konuşunca Şeytanlar onları dinleyip yeryüzünde bulunan kâhinlere ulaştırıyorlar,
kâhinler bunları insanlara anlatıyorlardı ve insanlar olayların, kininlerin
anlattıkları gibi çıktığını görüyorlardı. Şeytanlar kâhinlerin kentlilerine
güvendiklerini görünce bu defa yalan söylemeye başlıyorlardı. Meleklerden
duyduklarına başka şeyler sokuşturuyorlardı. Öyle ki, herbir kelimeye yetmiş
Kelime katıyorlardı. İşte insanlar, kâhinlerin söyledikleri bu sözleri yazarak
kitap haline getirmişlerdi. İsrailoğullannın arasında, cinlerin gaybı
bildikleri haberi yayılmıştı. Bunun üzerine Hz. Süleyman her tarafa insanlar
gönderip bu hususta yazılan kitapları toplattı. Bir sandığın içine koyup
tahtının altına gömdü. Hiçbir Şeytan, Hz. Süleymanm tahtına yaklaşamıyordu.
Yaklaştığı takdirde ise yanıyordu. Hz. Süleyman, "Kimin, "Şeytanlar
gaybı biliyor" dediğini duyarsanız boynunu vurun." demişti. Nihayet
Hz. Süleyman vefat etti. Onun bu halini bilen âlimler de zamanla yok oldular.
Arkadan başka nesiller geldi. Şeytan, insan suretine girerek bu insanlara
yaklaştı ve bunlara "Ben size, yeyip bitiremeyeceğiniz bir hazineyi
göstereyim mi?" dedi. İsraİloğülları da "Evet" dediler. Şeytan
"O halde siz, Süleymanm tahtının altını kazın." dedi. Kendisi de
gidip yeri bizzat gösterdi ve çekilip bir kenarda durdu. Kendisine
"Yaklaş" dediklerinde "Hayır, ben burada önünüzde bulunacağım.
Şayet o defineyi bulamazsanız beni Öidürün." dedi. İsraİloğülları. tahtın
altını kazdılar. İnsanların yazdığı kitapları buldular. Şeytan onlara
"Süleyman, insanları, şeytanları ve kuşları işte bu sihirlerle kontrolüne
almıştı." dedi ve kaybolup gitti. Bunun üzerine, İsrailoğul-lannin
arasında, "Süleyman sihir yazdı." görüşü yayıldı. İsrailoğullan bu
kitaplara inandılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) gelince bu kitaplara dayanarak
onunla tartışmaya giriştiler. İşte âyet-i kerime bu olayı zikretmektedir.
b- İbn-i
Cüreyc ve İbn-i İshak'a göre ise, âyet-i kerimenin başında zikredilen
"Onlar" kelimesinden.maksat, Hz. Süleymanm döneminde bulunan
Yahu-dilerdir. Zira o dönemde bulunan Yahudilere Şeytanlar siniri öğretmişler
onlar da bu hususta Şeytanlara uymuşlardır. Âyet-i kerime o günün Yahudilerin!
zikretmektedir. Bu hususta İbn-i İshak eliyor ki: "Şeytanlar Davut
(a.s.)ın oğlu Sü-ieymanın ölümünü öğrenince çeşitli sihirleri yazmaya
giriştiler. Onları kitap haline getirdiler. Üzerini Hz. Süleymanm mühürü ile
mühürlediler ve kitabm üzerine şunu yazdılar."Bu yazılar. Davudoğlu, Kral
Süleymanm arkadaşı Berhiya oğlu Asıf m yazdsğ iimi hazineierdir." Sonra bu
kitabı tahtın aîtma gömdüler, is-railoğullarından, sonra gelenler bu kitabı
çıkardılar. Onu okuyunca "Davudoğlu Süleyman işte bunlarla eriştiği
hallere erişmiştir." dediler. İnsanlar arasında si-hiri yaydılar. Onu hem
kendileri öğrendi hem de insanlara öğrettiler. Öyleki sihir, Yahudilerde
olduğu kadar hiç bir ümmette revaç bulmamıştı. Kur'an Hz. Muhammede inip te
onun, Hz. Süleymanı da Peygamberlerden sayması üzerine Midene'de bulunan
Yahudiler "Muhammedin söylediklerine hayret etmiyor mu-sunuz"? O,
Davudoğlu Süleymanm Peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, sadece bir
sihirbazdı." dediler. İşte Allah teala bir Ayeti indirerek onlara cevap
verdi.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, âyet-i Kerimenin Resulullah'ın
döneminde yaşayan Yahudileri fcmadtğım, zira bunların^ Resuiullah'a karşı
çıktıklarını bu sebeple de âyete muhatap olduklarını söylemiştir. Ayrıca
atalarının izlerini takibeden insanlara, atalarının işledikleri suçları
kemlilerinin işlemiş olduklarını söylemek Arapça ifadede kullanılan bir üslup
şeklidir. Bu bakımdan âyetin sadece geçmişteki Yahudileri zikrettiğini söylemek
delilsiz bir iddiadır.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Tabi oldular" diye tercüme edilen kelimesi Arapça'da
"Okuma" ve "tabi olma" mânâlarına gelmektedir. M üc a-hid,
Katade ve Atâ'ya ve Abdullah b.Abbastan nakledilen nakledilen bir görüşe göre
buradaki kelimesi 'Okuma" anlamındadır. Buna göre âyetin izahı şöyledir:
"Yahudiler, Şeytanın. Süleymanm mülkü hakkında insanlara, okuyup
öğrettikleri sihirlere uydular."
Abdullah b. Abbas ve
Ebu Rezin'den nakledilen başka bir görüşe göre ise burada nün mânâsı "Tabi
oima"demektir. Buna göre ise âyetin mânâsı "Yahudiler, Şeytanların,
Süleymanm mülkü hakkında uydukları ve amel ettikleri sihirlere tabi
oldular." demektir. Taberi âyeti kerimenin mutlak ifadesinin her iki
görüşü de kapsar mahiyette olduğunu söylemiş. Şeytanların, sihiri hem insanlara
öğretmiş olabileceklerini hem de kendilerinin bizzat sihir yapmış olabileceklerini
zikretmiştir.
Âyeti kerimede
"Oysa Süleyman inkâr etmemişti fakat o Şeytanlar inkâr etmişlerdi."
buyurulmakladır. Taberi diyor ki: "Âyetin bu bölümünün, bundan önceki
bölümüyle irtibatı şöyledir: Yahudiler, Allah'ın haram kıldığı sihiri.
Şeytanların telkini ile öğrendikleri halde bunu bilmeyen halk tabakasına,
sihiri Süleymandan öğrendiklerini ve doiayısiyle bunun caiz olduğunu söylüyorlardı.
Böylece Hz. Süleymanı sihirbazlıkla itham 'erek onu inkarcılıkla suçlamış
oluyorlardı. Allah teala bu âyet-i kerimede, Hz. Süleyman'ın sihirle ii-gisi
olmadığını, doiayısiyle inkarcılığa düşmediğini, aslında sihiri ortalığa ya-
-yarak inkarcılığa düşenlerin Şeytanlar olduğunu ve Yahudilerin Hz. Süleymana
iftirada bulunduklarını beyan etmiştir. Böylece âyetin bu bölümü, baş
taraftaki, Yahudilerin, Şeytanların aktardıkları sinire uyduklarını beyan eden
bölümüne mutabık düşmektedir. Nitekim Said b. Cübeyr, Ebu Miclez. katade,
Mücahid, Şehr b. Havşeb, İbn-i İshak ve Abdullah b. Abbasın bu hususta rivayet ettikleri
görüşler, âyetin bu bölümünü, zikredikliği şekilde anlatmaktadır.
Said b. Cübeyr.
Katade. Mücahid, Şehr b. Havşeb ve İbn-i ishak. Şeytan-lann. sihirle ilgili
yazılar yazdıklarını, Hz. Süleyman'ın da bunları toplatıp tahtının altına
gömdürdüğünü, daha sonra da Şeytanların, onları çıkarttınp-insanlara
yaydıklarını ve Hz. Süleymanm bu sihirler sayesinde varlıkların bir kısmını
sevk ve iderisi altına aklığnı söylemişler insanlar da bu yalanlara
inanmışlardır.
Abdullah b. Abbastan
bu hususta Said b. Cübeyr şu görüşü nakletmiştir. Hz. Süleyman, hanımlarından
biri olan Ceradeyi çok seviyordu ve onun akrabalarına iyilikte bulunmak
istiyordu. Bu hususta Allah onu imtihana tabi tuttu. Hz.. Süleyman tuvalete
gittiğinde veya cinsi ilişkide bulunduğunda mühürü Cerade-ye veriyordu. Birgün
Şeytan, Süleymanm suretinde gelerek Ceradeye "Mühürü-mü ver bana"
dedi. Cerade mühürü verdi. Şeytan onu parmağına takınca diğer Şeytanlar, Cinler
ve insanlar onun itaatına girdiler. Süleyman gelip mühürünü
isteyince Cerade ona: "Sen Süleyman
değilsin, sen yalancısın." dedi. Süleyman bu halin, kendisi için bir
imtihan olduğunu anladı. İşte o günlerde Şeytanlar, içinde sihir ve inkarcılık
bulunan bir kitap yazdılar. Sonra onu Süleyman'ın tahtının altına gömdüler.
Daha sonra da çıkarıp insanlara okudular ve onlara: "İşte Süleyman
insanlara bu yazılarla galip geliyordu." dediler. Bunun üzerine insanlar
Süleymandan uzaklaştılar, onu inkarcılıkla suçladılar. İşte Allah teala bu
âyet-i kerimeyi indirerek Hz. Süleyman'ın suçsuz olduğunu ortaya koydu.
Ebu Miclez ise bu
hususta şunu rivayet etmektedir. "Hz. Süleyman, bütün canlı varlıklardan,
insanlara dokunmayacaklarına dair söz almıştı. Herhangi bir insan bir varlıktan
kötülübgörür ve o varlığın, Hz. Süleyman'a verdiği sözü hatırlatırsa o varlık
o kişiye dokunmazdı. İnsanlar şiir ve sihir gibi şeyleri görünce "Süleyman
işte bunu yapıyordu" demeye başladılar. Allah teala bu âyeti indirip Hz.
Süleyman'ın, sihir ve benzeri şeylerle alakası olmadığını beyan etti.
Taberi diyor ki:
"Sinirin varlığı Hz. Süleyman zamanında ortaya çıkmamıştır. Âyetler,
Firavunun sihirbazlarından ve Hz. Nuhun kavminin, onu sihirbazlıkla
suçladıklarından bahsetmektedir. Banımla beraber Yahudilerin, Şeytanların
uydurduğu sihirlere tabi olduklarının zikredilmesi, Hz. Süleymanı Yahudilerin
ithamlarından tenzih etmek içindir. Yoksa sinirin, Hz. Süleyman döneminde
başladığını beyan etmek için değildir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimede geçen kelimesini çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir.
Abdullah b. Abbas ve
Rebi' b. Enesten nakledilen bir rivayete göre onlar deki kelimesinin olumsuzluk
edatı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bâbilde
Hamt ve Marut denen iki meleğe bir şey indirilmemiştir." Yahudiler,
Şeytanların, Süleymanın mülkü hakkında naklettikleri sihire tabi oldular.
Halbuki Süleyman inkâra düşmemişti. Allah, si-hiri, Yahudilerin iddia ettikleri
gibi iki melek olan Cebrail ve Mikaile indirme-mişti. Fakat Şeytanlar inkâra
düşmüşlerdi. Bâbil şehrinde insanlara sihiri öğretiyorlardı. Özellikle Hamt ve
Marul ismindeki iki kişiye öğretiyorlar, onlar da diğer insanlara
öğretiyorlardı..."
b- Abdullah b. Mes'ud,
Katade, Süddi ve Ibn-i Zeyd'e ve Ali b. Eni Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan
naklettiğine göre buradaki mânâsına gelen bağlaçtır. Bu görüşe göre âyetin
mânâsı şöyledir: "Yahudiler, Şeytanların, Süleymanın mülkü hakkında
naklettikleri sihire bir de Babil şehrinde, Allah'ın Harut ve Marut isimli iki
meleğe indirdiği sihire uydular. Aslında Süleyman inkarcılığa düşmemişti.
Şeytanlar inkarcılığa düşmüşlerdi. İnsanlara sihiri öğretiyorlardı. Kendilerine
sihir indirilen iki melek te "Biz ancak bir imtihan vesilesiyiz, inkâra
düşme" demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı," Bu izah tarzına
göre, Allah teala, Harut ve Marut isimli iki meleğe sihir yapma bil-
gisini indirmiştir. Bu
izahı benimseyen âlimler, Allah tealanin, haram olan sihiri meleklere
indirmesinin mahzurlu olmadığını zira hayın da şerri de Allah'ın ya-rattığnı
söylemişlerdir. Bunlar, Allah tealanın, zina etme, hırsızlık yapma vb.
günahları kullarına tanıtıp onlan yasakladığı gibi sihiri de kullarına
tanıtarak yasakladığım söylemişlerdir. Bunlar "Sihiri öğrenmek haram
değil yapmak haramdır." demişlerdir.
c- Mücahid
ise buradaki yani "ki" mânâsında olduğunu ancak Şeytanların, insanlara
öğrettikleri sinirin genel sihir olduğunu meleklerin, insanlara öğrettikleri
sinirin ise, kişi ile karısının arasını açma özelliği-ni taşıyan bir sihir
olduğunu söylemiştir.
d- Kasım b.
Muhammed ise buradaki nın olumsuzluk edatı da olabileceğini bağlaç ta
olabileceğini söylemiştir.
Taberi bu görüşlerden
ikinci görüşün daha doğru olduğunu, mânâsına geldiğini, gökten Harut ve Marut
isimli iki meleğe sihir indirildiğini, bunların da, insanları uyardıktan sonra
onlara sihir »öğrettiklerini söylemiştir Taberi buravdaki olumsuzluk kabul
edildiği takdirde şu iki ihtimalin söz konusu olabileceğini ve bu ihtimallerin
de uygun olmayacağını söylemiştir.
aa- İki Melekten
maksadın Harut ve Marut oldukları söylenecektir. Hem-de bunlara sihir
indirilmediği ileri sürülecektir. Bu takdirde âyetin devamındaki "O iki
melek, biz ancak bir imtihan vasıtasıyız sakın inkâr etme." demedikçe hiç
kimseye birşey öğretmiyorlardı." ifadesi anlamsız olacaktır.
bb- Veya, Harut ve
Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği kimseler olacaktır. Bu takdirde
Harut ve Marut iki melek kabul edilecek olursa bunların Şeytanlardan sihir
öğrendikleri ve inkâra düştükleri söylenmiş olur ki bu , meleklere
yakıştınlamaz. Ayrıca onların öğrettikleri insanlara "Sakın inkâra
düşmeyin" şeklindeki uyarılan da bu iddiayı reddeder. Yahut ta Harut ve
Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği iki insan kabul edilecektir. Bu
takdirde de Hamt ve Marut ölünce sihirin son bulması gerekecektir. Sinirin
varlığı devam ettiğine göre bu faraziye de reddedilir. Dolayısiyle olumsuzluk
takısı olmadığı ve başlangıç edatı olduğu ortaya çıkar.
Harut ve Marut: Âyette
zikredilen Hamt ve Marulun kimler oklukları hakkında çeşitli rivayetler
zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Hz. Ali, Kâ'bul Ahbar.
Süddi, Reb' b. Enes ve Mücahid'den nakledilen rivayetlere göre bunlar iki
melektir. Yeryüzüne indirilme ve insanlara sihir öğretme cezası ile
cezalandırılmışlardır. Bu cezanın sebebi ise şudur? Bütün melekler günah
işleyen insanları kınamışlardı. Allah teala da onlara içlerinden iki melek
seçip yeryüzüne göndermelerini emretmişti. Onlar, Harut ve Manıt isimli
iki meleği yeryüzüne göndermişlerdi. Bu
melekler insanlar arasında hüküm verirken bir kadına iltimas yapmışlar yahut
güzelliğinden dolayı kendilerini o kadına kaptırmış ve günah işlemişlerdi.
Bunun üzerine kendilerine ya dünya hayatında cezalandınlacaklan veya âhirette
azap edileceği bildirilmişti. Onlar ise, dünya hayatı geçici olduğu için
dünyada cezalandırılmayı kabul edip âhirette cezalandırmamalarını istemişlerdi.
İşte bu sebeple onlar Babil'de hapsedilip orada insanlara siniri öğretmekle
cezalandırılmışlardı. Onlar insanlara "Biz ancak bir imtihan vesilesiyiz.
Sakın inkarcılığa düşmeyin." dedikten sonra sihiri öğretiyorlar insanlarda
onlardan sinirin en kötüsü olan, kişiyi hanımından ayırma işini
öğreniyorlardı.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas özetle şunları zikretmektedir: "Bir zaman Allah teala melekler için
göğü açtı. Onlar, Âdemoğullannm yeryüzünde ne yaptıklarına baktılar. Melekler,
ÂdemoğuUarınm günah işlediklerini görünce "Ey rabbimiz bunlar, senin
bizzat elinle yarattığın, melekleri kendisine secde ettirdiğin ve herşeyin
ismini kendisine öğrettiğin Âdemoğullandır. Bunlar günah işliyorlar."
dediler. Allah teala da: "Dikkat edin siz de onların yerinde olsanız
onların işlediklerini işlersiniz." buyurdu. Melekler: "Biz seni
tenzih ederiz. Bunları işlemek bize yakışmaz." dediler.Bunun üzerine Allah
teala meleklere, içlerinden yeryüzüne inecek bazı melekleri seçmelerini
emretti. Onlarda Harut ve Marutu seçtiler. Harut ve Marut yeryüzüne indirildi.
BunlanuAlkıh'a ortak koşma, hırsızlık yapma, zina etme, içki içme ve Allah'ın
haram kıldığı cana haksız yere kıyma dışında her şey helal kılınmıştı. Aradan
çok geçmeden (Bazı rivayetlere göre indirildikleri günün akşamı olmadan)
kendilerine "Bizaht" diye adlandırılan güzel bir kadın musallat oldu.
Bunlar o kadını görünce kendilerini ona kaptırdılar ve ona çirkin işi teklif
ettiler. Kadın ise onlara "Hayır olmaz. Ancak Allah'a ortak koşar, içki içer,
adam öldürür ve şu puta secde ederseniz olur." dedi. Harut ve Marut:
"Biz Allah'a asla ortak koşmayız." dediler. Bunlardan biri diğerine:
"Sen yine kadına bir git bakalım." dedi. Kadın ona: "Hayır olmaz.
Ancak içki içerseniz olur." dedi. Harut ve Marut içki içtiler sarhoş
oldular. O sırada yanlarına bir dilenci geldi. Durumlarının ortaya çıkmasından
korkarak dilenciyi öldürdüler.Bunlar bu gibi günahlara düşünce Allah tekrar
göğü meleklere açtı. Harut ve Marulun durumunu gören melekler: "Ey
rabbimiz, seni tenzih ederiz sen bizden daha iyi biliyorsun." dediler.
Allah teala Davudoğlu Süleymana vahiy göndererek Harut ve Marutun, dünya ve
âhiret azabından birini seçmelerini bildirdi. Harut ve Marut dünya azabını
seçtiler. Bunun üzerine onlar, topuklarından boyunlarına kadar bağlanıp Babil
şehrinde yaşamaya mecbur edildiler ve kendilerine, insanlara sihiri öğretme
vazifesi verildi.
Yukarıda zikredilen
kişilerden nakledilen rivayetlerin bazılarında, meleklere musallat olan
kadının "Zühre" yıldızı olduğu ve Allah tealanın, Harut ve Marutu, bu
yıldızı kadın haline getirerek imtihan ettiği zikredilmiştir. Harut ve
Marut hakkında, Taberi tarafından diğer
rivayetler de zikredilmiş ise de hepsinin ortak oldukları nokta, Abdullah b.
Abbastan nakledilen rivayette toplanmaktadır. Bu nedenle bu rivayetle yet inil
m iştir.
BÂBİL: Bâbil şehri
Süddiye göre "Denbâvend" diye adlandırılan bölgedeki Bâbild'ir. Urve
b. Zübeyrin Hz. Aişeden naklettiği başka bir rivayete göre âyette zikredilen
Bâbil'den maksat, ıraktaki Bâbil'dir. Bu da Keldanilerin hükümet merkezi olan
şehirdir. Bağdatın doksan kilometre kadar güneyinde Nemrut tarafından
yaptırılmıştır. Bu şehir, birçok hükümdarın eline geçtikten sonra harap olup
gitmiştir.
SİHİR; Müfessirler
sihirin ne demek olduğu, etkisinin bulunup bulunmadığı ve etki derecesinin ne
olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre sihir, sihirbazın yaptığı aldatmalar, hokkabazlıklar ve
hilelerdir. Öyleki bunları yaptığı takdirde büyülenen kişi eşyayı gerçek mahiyetinden
farklı bir şekilde görür. Susayan insanın serabı su zannetmesi, gemide giden
insanın, çevresindeki dağlann ve ağaçların gemiyle birlikte yürüdüğünü
zannetmesi gibi. Büyülenen insan da bir kısım hayallere kapılır ve eşyayı gerçek
şeklinin dışında gönneye başlar. Bu görüşte olan âlimlere göre sihirbaz eşyanın
hakikatini değiştiremez. Mesela denizi karaya çeviremez. Yine Allah'ın
yaratıklamdan herhangi birini, yaptığı sihirle emrine alamaz. Sihirbaz da ancak
diğer insanların yaptığı şeyleri yapar. Fakat büyülediği kimseleri etkileyerek
yaptıklarını gerçek gibi gösterir ve inandınr. Bunlara göre sihirin hayalden
ibaret olduğu, şu Nass'lardan anlaşılmaktadır. "Sihirbazlar "Ey
Musa, ya sen at veya önce atan biz olalım" dediler." "Musa
"Hayır siz atın" dedi. Bir anda onların ipleri ve değnekleri,
sihirleri yüzünden Musaya, hareket ediyorlarmış gibi gö-ründü. [270]
Hz. Aişe (r.a.) diyor
ki:
"Resulullah'a
sihir yapıldı. Öyie ki o, yapmadığı bir şeyi yapmış zannediyordu. Bir gün
benim yanımdayken Allah'a çokça dua etti sonra şöyle dedi: "Ey Aişe
hissettin mî? Allah bana neden şifa bulacağımı bildirdi. (Dedim ki: "Ey
Allah'ın Resulü, o nedir?) Resulullah dedi ki: " Yanıma iki kişi geldi.
Biri ba-ş ucu mu diğeri de ayak tarafıma oturdu. Sonra biri diğerine: "Bu
adamın ağrısı nedir. " diye sordu. Diğeri: "Kendisine büyü
yapılmış." dedi. O da : "Kim büyü yapmış?" dedi. Diğeri:
"Zürcyk oğulları Yahudilcrindcn Lcbid b. El-A'sam yapmış" dedi. o
"Ne ile yapmıyş?" dedi. Diğeri: "Tarak, tarak dişinde kalan
saçlar, burmanın erkek tomurcuğunun kapçığı ile yapmış. " dedi. O,
"Şimdi onlar nerede." dedi. Diğeri: "O, Zicrvan kuyusundadır
(Başka bir rivayette Zcrvan kuyusu şcklindcrdir) diye cevap verdi. [271]
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise sihirbaz, yaptığı sihirle bir kısım eşyayı başka bir şekle
sokabilir. Yok olan bir takım şeyleri ortaya çıkarabilir. Öyle ki bir insanı
başka bir varlığa çevirebilir. Bunlar, görüşlerine delil olarak âyet-i kerimenin
"... İnsanlar bu meleklerden kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlardı...." bölümünü zikretmişlerdir. Şayet sihirbaz, sihiriyle
bir şey yapma gücünde olmasaydı insanlar, meleklerden, kişi ile karısının
arasını ayıracak şeyleri nasıl öğrenmiş olacaklardı? Bu görüşte olanlar,
sihirin etkileyici olduğu hususunda delil olarak Urve b. Zübeyrin Hz. Aişeden
naklettiği ve özetle anlatmaya çalıştığımız şu kıssayı da zikretmişlerdir. Uz.
Aişe (r.a.) diyor ki: "Dûmetül Cendel halkından bir kadın Resulullah'ın
vefatından sonra geldi ve içine sürüklendiği bizzat kendisinin yapmadığı bir
sihir hakkında Resulullah ile konuşmak istediğini söyledi. Fakat derdine çare
olmasını istediği Resulullah't bulamayınca ağlamaya başladı. Ben ona acıyor ve
kendisini teskin etmeye çalışıyordum. O ise: "Ben helak okluğumdan
korkuyorum." diyordu. O kadın, başından geçeni şöyle anlattı: Kocam
vardı, o, bir ara yanımda değildi. İşte o sıra-da yanıma bir kadın geldi. Ben .
kocamı ona şikayet ettim. Kadın bana "Eğer dediklerimi yaparsan ben onu
sana getiririm." dedi. O gece olunca katini benim yanıma iki siyah köpekle
geldi. Birine o bindi birine ben. Birden Bâbil şehrinin kapısında bulduk
kendimizi. Bir de ne görelim, orada aykalarından bağlı iki adam. Onlar bana:
"Seni buraya getiren sebep nedir?" dediler. Ben de: "Sihir
öğrenmek" dedim. Onlar bana: "Bizler ancak bir imtihan vasatasıyız,
inkâra düşme, geri don dediler. Fakat ben ısrar ettim ve: "Hayır
dönmüyorum." dedim. Bunun üzerine onlar bana: "Git şu tandıra
idrarını yap." dediler. Tandıra gittim
fakat korktum bir şey yapmadan onların yanına döndüm. Bana "Yaplım
mı?" diye sordular. Ben de "Evet" dedim. Bana "Bir şey
gördüm mü?" dediler. Ben "Hayır bir şey görmedim." dedim. Onlar:
" O halde sen idrarım yapmamışsın, dön memleketine git, inkara düşme."
dediler. Ben yine ısrar ettim: Hayır dönmem." dedim. Onlar bana:
"Git o tandıra idrarını yap." dediler.Beıı yine gittim, korkumdan bir
şey yapamadım ve geri döndüm. Onlar sorduklarında da "Yaptım" diye
cevap verdim. Onlar bana "Bir şey gördün mü?" diye sorunca yine
"Hayır" dedim. Onlar yine bana "Memleketine dön.İnkârcılığa
düşme. Zira ^en daha işin basındasın." dediler. Ben yine ısrar etlim.
Onlar da yine bana, gidip o tandıra idrarımı yapmamı söylediler. Bu defa gidip
oraya idrarımı yaptım. Bir ed ne göreyim, yüzüne demirden yaşmak çekmiş olan
bir süvari içimden çıkıp göğe doğru yükseldi. Sonra gökte kayboldu gitti. Sonra
dönüp o iki kişiye geldim? Durumu onlara anlattım. Onlar: "Şimdi doğru
söyledin işte..Bu senin imanındı. Senden çıkıp gitti. Şimdi gil."
dediler. Ben dönüp ihtiyar kadına dedim ki: "Vallahi ben bir şey
öğrenemedim. O iki adam da bana bir şey söylemedi. Kadın bana: "Evet
öğrendin istediğin herşey artık olacak." dedi. Ben de şu buğdayları al da
etrafa serp." dedim buğdayları serpti. "Şimdi buğdayları bitirip çıkar."
dedim. Bitirip çıkardı: "Onları biç" dedim. Biçti, "ovalayıp
tanelerini çıkar." dedim. Ovalayıp çıkardı. "Kurut" dedim.
Kuruttu. "Öğür dedim öğüttü. "Ekmek pişir" dedim pişirdi.
İstediğim her şeyin okluğunu görünce pişman oldum, üzüldüm. Vallahi ey
müminlerin annesi ben şimdiye kadar hiçbir şey yapmadım. Şimdiden sonra da
asla yapmayacağım." dedi.
c- Diğer bir
kısım âlimler "Bu sihir göz boyamaktan başka bir şey değildir."
demişlerdir.
Ayet-i kerimede
meleklerin insanlara sihiri öğretirken "Biz ancak bir imtihan vasatasıyız
sakın inkâr etme" dedikleri zikredilmektedir. Katade. Hasan-ı Basri ve
İhn-i Cüreyc, meleklerden insanlara böyle söyleyeceklerine dair ahit alındığını
zikretmişlerdir. Âyet-i kerimede: "İnsanlar hu meleklerden, kişi ile
karısının arasını ayıracak şeyer öğreniyorlardı." buyurulmaktadır.
Taheri diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Nasıl olurda bir sihirbaz, kişi ile
karısının arasını ayırır? "Cevaben denilir Ki: "Sihir yapan kimse
bazı eşyayı büyülenen kişinin gözüne gerçeğin tersine gösterir, onu vehme
düşürür. Böylece kişiye hanımını bulunduğu durumdan çirkin ve kötü gösterir.
Kişi de hanımını sevmez olur. İşte bu yolla kişi ile karısının arası açılır.
Aslında onların aıasını açan Allah'tır, sihir yapan kimse buna sebep olur.
Arapça'da bir şeye sebep olan kişiye "O iv i yapan" denir.
Âyette zikredilen
"Allah'ın izni"ndcn maksat, Allah'ın hükmü ve Allah'ın hilgİMdir.
Sihirbaz, Allah'ın ca-H ilmiyle bildiği şeyin haricinde hiçbirşey yapamaz.
Yani sihir kaza ve kaderi değiştiremez.
Âyette "Halbuki
onlar sihiri satın alan kimsenin âhiretten bir nasibi olmadığını çok iyi
biliyorlardı." buyuru im aktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Allah'ın
elçisi olan Muhammed, Yahudilere geldiğinde Allah'ın kitabı olan Tevratı sanki
hiç bilmiyorlarmışcasına arkalarına attılar ve onlar, Şeytanların, Süleymanın
mülkü hakkında uydurup yaydıkları sihirlere ve Babil şehrinde iki meleğe
indirilen sihirlere uydular. Süleyman sihir yaparak inkâra düşmemişti.
Şeytanlar inkâra düşmüşlerdi. İnsanlara sihiri onlar Öğretiyorlardı. Bir de
kendilerine sihir indirilen Harut ve Marut adlı melekler öğretiyorlardı.
Halbuki Yahudiler, Peygamberlerine indirdiğim kitabı verip te sihiri satın
alanların âhirette herhangi bir paylan olmadığını çok iyi biliyorlardı. Böylece
onlar, bu günahı bile bile işlemiş oldular."
Âyette zikredilen ve
"Nasip" diye tercüme edilen kelimesi Mü-cahid, Süddi ve Sevri
tarafından "Nasip" olarak izah edilmiş Katade tarafından
"Delil" olarak Hasan-ı Basri tarafından "Din" olarak ve
Abdullah b. Abbas tarafından "Destek" ve "Güç" olarak izah
edilmiştir. Taberi bu kelimeyi "Nasip" mânâsında izah edenlerin
görüşünün daha isabetli olduğunu söylemiştir. [272]
103- Eğer
onlar iman edip Allah'tan korksalardı Allah katındaki sevapları daha hayırlı
olurdu. Keşke bilmiş olsalardı.
Şayet o sihiri öğrenen
insanlar Allah'ı ve Resulünü tasdik etseler ve Allah'ın farzlarını yerine
getirip yasaklarından kaçınarak azabından korksalardı, imanları ve Allah'tan
korkmaları karşılığında Allah'ın onlara vereceği mükâfaat ve sevap, sihirden ve
onun kazandırdıklarından daha hayırlı olurdu. Keşke bu hali bilmiş olsalardı. [273]
104- Ey iman
edenler,. "Raina" demeyin. "Bize bak" dcyin.Ve sözü iyi
dinyelin. Kâfirler için can yakıcı bir azap vardır.
Ey, Allah'ı ve
Peygamberi tasdik edenler, "Ne konuştuğumuzu anlaman için bize kulak
ver." mânâsına gelen "Râina" sözünü söylemeyin. "Bize
söylediğini anlamamız, ve ayirdedebilmemiz için bize bak, bizi gözetle"
deyin. Ve Re-sululiahm size söylediğini dinleyin, anlayın ve ezberleyin.
Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve Peygamberini yaanlayanlar için acı veren bir
azap vardır.
Müfessirler
"Râina" ifadesini iki şekilde izah etmişlerdir. Atâ ve Mücahide göre
"Râina demeyin" cümlesinden maksat, "Muhalif bir söz
söylemeyin." demektir. Abdullah b. Abbas ve Dehhak'a ve Mücahidden
nakledilen diğer bir .görüşe göre "Raina demeyin" ifadesinden maksat,
"Sen bizi dinle biz de seni dinleyelim." demektir. Buna göre bu
cümlenin mânâsı "Ey iman edenler "Sen bizi üinle biz de seni
dinleyelim" demeyin" şeklindedir.
Müfessirler, Allah
tealanın, müminlere böyle birşey söylemelerini yasaklaması hakkında şu
görüşleri zikretmişlerdir:
Katade, Atıyye,
Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'e göre müminlere "Raina" demelerinin
yasaklanmasının sebebi, Yahudilerin bu sözü Resulullah ile alay etmek ve ona
hakaret etmek maksadıyla söylemeleridir. Allah teala, Yahudilerin bu maksadını
bilmeyen müminleri uyarmış ve böyle söylememelerini emretmiştir.
"Raina"
kelimesi, Yahudilerin dilinde hem sövmek hem de "Gözet ve koru"
mânâsına geliyordu. Yahudiler bu kelimeyi kullanmakla Hz. Muhammed (s.a.v.) e
hakaret etmek gayesini güdüyorlardı.
Atâ, Ebul Aliye ve
İbn-i Cüreyc'e göre ise Allah tealanın müminlere "Râinâ" demeyi
yasaklamasının sebebi bu kelimeyi cahiliyye döneminde Medi-neli Ensann
birbirlerine karşı kullanmaları, küçük düşürücü argo bir kelime olmasındandır.
Süddiye göre ise Allah
tealanın, müminlere bunu yasaklamasının sebebi, Rifâ'a b. Zeyd isimli bir
Yahudinin bu ifadeyi bir sövme aracı olarak kullanmasıdır. Bu kişi Peygambere
geliyor, "Kulağını bana ver işitmeyesice beni dinle" diyordu.
Müslümanlar da Peygambere karşı böyle konuşmanın saygılı olacağını zannediyor
ve onu tasdik ediyorlardı. Bu sebeple Allah teala onlara bu ifadeyi
kullanmalarını yasakladı. Nitekim Yahudilerin, Resulullaha karşı böyle
konuştukları şu âyette zikredilmektedir. "Yahudilerden bir kısmı, sözü
esas mânâsından kaydınp "İşittik karşı geldik. Dinle işitmez olası"
derler. Yine dillerini eğerek ve dini kötüleyerek "Râinâ" derler.
Eğer onlar "İşittik itaat ettik. Dinle ve bizi gözet" deselerdi
kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah onlara,
inkârlarından dolayı lanet etmiştir. Onlardan iman etlen çok azdir. [274]
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüş şudur ki, Allah teala müminlere "Râinâ"
kelimesini kullanmalarını yasaklamıştır. Nitekim Resulullâh da kölelere
"kulum" demeyi yasaklamış, onlara "Gencim" denmesini
emretmiştir. "Râinâ" kelimesi, hem "bizi koru biz de seni
koruyalım. Bizi denetle biz de seni denetleyelim." mânâsına gelmekte hem
de "Kulağını sadece bize ver. Başka şeyler dinleme" mânâsına
gelmektedir. Bu sebeple, Allah teala, müminlere. Peygamberlerine tam saygı
göstermeleri için onlara bu tür çeşitli mânâlara gelebilecek kelimeleri
kullanmayı yasaklamış ve saygı ifadelerini Öğretmiştir. Nitekim başka bir
âyette de müminlerin Peygamberle konuşurken alçak sesle konuşmalarını, aksi
halde amellerinin boşa çıkarılmasına sebep olacaklarını beyan etmiş ve şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak
şekilde yükseltmeyin. Birbirinizlc yüksek sesle konuştuğunuz gibi Peygamberle
de yüksek sesle konuşmayın. Yoksa amelleriniz boşa gider de farkında bile
olmazsınız. [275]
Taberi, müminlerin,
böyle bir ifadeyi Yahudilerden alarak kullandıklarını söylemenin doğru
olmadığını zira müminlere böyle bir sıfatın yakıştınlamaya-cağını, aynca
"Râinâ" kelimesinden maksadın "Muhalif söz" olduğunu söylemenin
de doğru olmadığını zira Arapçada "Râinâ" kelimesinin bu mânâya gelmediğini,
sadece "Denetleme" ve "Tam kulak verme" anlamına geldiğini
söylemiştir. Ancak, Katadenin izah ettiği şekilde "Râinâ"
kelimesinin Arapçada hakaret anlamı taşımadığı, İbranicede hakaret anlamı
taşıdığı, Yahudilerin onu-kendi dillerindeki anlamda kullandıkları, müminlerin
de Arapçadaki anlamında kullandıkları bu yüzden karışmaya vesile olduğundan
müminlere bu gibi ifadeyi kullanmanın yasaklandığı söylenebilir. [276]
105- Ne
kitap ehlinin inkâr edenleri ne de müşrikler, rabbiniz tarafından size bir
hayır indirilmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder.
Allah, büyük lütuf sahibidir.
Ehl-i kitaptan kâfir
olanlar ve Allahtan başka varlıklara ve putlara tapan müşrikler, kıskançlıklarından ve
azgınlıklarından dolayı, rabbiniz tarafından, sizin üzerinize Kur'an gibi
hayırlı bir kitabın indirilmesini istemezler. Oysa Allah, Peygamberliği,
hidayeti ve imanı, yarattıklarından dilediğine tahsis eder. Allah, nimetler
veren büyük lütuf sahibidir. Kullarının dinleri ve dünyaları hususunda
eriştikleri bütün hayırlar, lütuf olarak, karşılıksız bir şekilde Allah
tarafından -verilmiştir. Yoksa kullar bunu hak ettiklerinden değildir.
Bu âyet-i kerime,
ehl-i kitabın, Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere karşs kıskanç davrandıklarına
işaret etmektedir ve Allah tealanın, müminlere, ehl-i kitabın kâfirlerini ve müşrikleri
dost edinmelerini, onlanh, nasihat şeklinde de olsa sözlerini dinlemelerini
yasakladığını göstermektedir. Zira Allah teala bu insanların, müminlere karşı
içlerinde gizledikleri kin ve kıskanma duygularını müminlere bildirmiş ve
onlardan uzak dunnalannı emretmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Allah, rahmeti dilediğine tahsis eder." bu y uru İm ak-a-dır. Burada
ifade edilen "Allanın rahmetinden maksat, Peygamber göndermesi-dir. Allah,
Peygamberini, yaratıklarından dilediğine gönderir ve onları iman ettirip
hidayete erdirir ve rızasına kavuşturarak cennetine koyar. Zira Allah büyük bir
lütuf sahibidir.
Âyet-i kerimenin bu
bölümü de ehl-i kitabı dolaylı yolla kınamaktadır. Zira onlar, AUahm, Peygamber
gönderme rahmetinin kendilerine mahsus olduğunu iddia ve temenni etmişlerdir.
Allah teala. Peygaıv.,;er gönderme rahmetinin, herhangi bir kimseye mahsus
olmadığını, bunun, Allah tarafından bir lütuf olduğunu, onu kullarından
dilediğine tahsis edeceğini beyan etmiştir. [277]
106- Biz,
bir âyetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak daha iyisini veya aynısını
getiririz. Allanın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?
Biz, bir âyetin
hükmünü, helali haram, haramı helal, mubahı sakıncalı sakıncalıyı mubah
şeklinde değiştirirsek yahut da onu değiştinneksizin olduğu gibi bırakırsak,
bu durumda hemen veya bir müddet sonra, sizden bir zorluğu kaldırmak veya
mükâfaat ve sevabınızı artırmak suretiyle sizin için o âyetin daha hayırlısını
getiririz. Yahut da sizler için aynı faydalan sağlayan benzer âyetler
getiririz. Ey Muhammed, bilmez misin ki Allah, farz kıldığı bir takım hükümleri
neshettiği takdirde onların yerine kullan için ya dünyaları veya âhiretleri
bakınımdan daha hayırlı olan hükümleri yahut da onlar için, dünya ve âhiretleri
bakımından aynı olan hükümleri getirmeye kadirdir?
* "Âyetin hükmünü
kaldırma" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı, bir meseleyi bir
kitaptan kopya edip başka bir yere yazmaktır.
Taberi diyor ki:
"Madem ki nesih bu demektir o halde bir âyetin hükmünün kaldırılıp
lafzının bırakılması veya lafzının da kaldırılması aynı şeydir. Bir kısım
âyetlerin sadece hükümleri değiştirilmiş lafızları ise aynen kalmış veya
unutturulmuştur. İşte bunların hepsi de nesih ifadesinin içine girmektedir.
Nitekim Hasan-ı Basri bu hususta şöyle demiştir: "Peygamberimize
Kur'andan bazı âyetler okutuluyor sonra da unutturuluyor ve onlardan bir eser
kalmıyordu. Kur'anın bazı âyetleri de vardır ki onlar nashedilmiştir. Fakat
halen siz onları okumaktasınız. Yani hükümleri kaldırılmıştır fakat lafızları bakidir."
Müfessirler,
"Nesih" kelimesinin mânâsını çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
Süddiye göre âyetin neshi, onu alıp götürmektir. Abdullah b. Abbasa göre onu
değiştirmektir. Abdullah b. Mes'udun arkadaşlarına ve Mücahide göre âyetin
lafzını bırakıp hükmünü değiştirmektir. [278]
Taberi diyor ki:
"Âyetlerin hükümlerini değiştirme mânâsında Nesih, emirlerde, nehiylerde,
mubahlarda, men edilen şeylerde ve mutlak hükümlerde olabilir. Fakat haberlerde
nesih cereyan etmez. Mesela, Allah teala cennetteki hayatın ebediliğini haber
verdikten sonra onu değiştererek cennet hayatının geçici olduğunu bildirmez.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "unutturursak" diye tercüme edilen ifadesi çeşitli
şekillerde okunmuş ve her okunuş şekline göre de farklı mânâlar verilmiştir. Bu
okunuş şekillerini ve izahları şu şekilde özetlemek mümkündür.
1- Medine ve
Küfe kurlalan âyetin bu bölümünü, Kur'anda tesbit edildiği gibi şeklinde
okumuşlardır. Bu kıraat şekline göre âyetin bu kısmına iki türlü mânâ verilmiştir.
a-
"Unutturmak" Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Biz bir âyetin
hükmünü değiştirecek olur veya unutturacak olursak ondan daha hayırlısını veya
benzerini getiririz. Abdullah b. Mes'ud, Katade, Übey b. Humeyd, Hasan-ı Basri,
Rebi' b. Enes, Abdurrahman b. Zeyd ve Sa'd b. Ebi Vakkas âyet-i kerimeyi bu
kıraat şekline ve bu izah.tarzına göre tefsir etmişlerdir. Mesela, Abdullah b.
Mes'ud, âyetin izahında şöyle demiştir: "Sana bir âyeti unutturacak
olursak veya hükmünü değiştirecek olursak daha iyisini veya aynısını
getiririz."
Katade şöyle demiştir:
"Bir âyet, kendisinden sonra gelen başka bir âyetle
neshediliyordu. Resulullah o âyeti
okuyordu. Daha sonra ise âyet unutturulup kaldırılıyordu. Böylece Allah,
dilediğini Peygamberine unutturuyor dilediğini de neshediyordu. Abd b. Humeyd
bu konuda şöyle demiştir: "Bu âyetin mânâsı şöyledir "Biz bir âyetin
hükmünü değiştirir veya onu kaldırıp elinden alacak olursak daha iyisini veya
aynısını getiririz."
Hasan-ı Basri de şöyle
demiştir: "Peygamberimize Kur'anın bazı âyetleri okundu sonra da o
âyetleri unuttu."
Rebi' b. Enes ve
Abdurrahman b. Zeyd de âyetin bu bölümünü: "Âyetleri kaldırırsak veya
silersek" şeklinde izah etmişlerdir.
b-
"Bırakmak11 buna göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Biz bir âyetin hükmünü
değiştirecek olursak veya o âyetin hükmünü değiştirmeyip aynen bırakacak
olursak o değiştirdiğimizden daha hayırlısını veya benzerini getiririz."
Abdullah b. Abbas ve
Süddi, âyet-i kerimeyi bu kıraat şekliyle ve bu izah tarzıyla tefsir etmişler
Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak ta özetle şunları
zikretmiştir. "Allah teala, âyet-i kerimenin baş tarafında, hükmünü
kaldırdığı âyetlerden daha hayırlısını veya benzerini getireceğini beyan etmiştir.
Âyetin devamında da, bir takım âyetleri olduğu gibi bırakacağını beyan etmesi
daha münasiptir. Bu bakımdan âyetin bölümünü "Bırakmak" mânâsında
almak daha uygundur.
2- Sahabe ve tabiinden bir topluluk ile Küfe ve
Basra kurralarından bir cemaat da âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Bu
kıraat şekline göre âyetin bu bölümünün mânâsı "Veya erteleyecek
olursak." demektir. Buna göre âyetin mânâsı ise şöyledir: "Ey
Muhammed, sana indirdiğimiz âyetlerden bazılannın lafzını bırakıp hükümlerini
değiştirecek olursak veya onu neshetmeyip hükmünü aynen bırakacak olursak, biz,
neshettiklerimizden daha hayırlısını veya onların benzerlerini getiririz.
"Müfessirlerden Atâ, Ebu Neciyh, Mücahid, Atıyye, Ubeyd b. Umeyr, âyet-i
kerimeyi bu kıraat şekline ve bu izah tarzına göre tefsir etmişlerdir.
3- Sa'd b. Ebi Vakkas başta olmak üzere, diğer
bir kısım müfessirler âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre
bu bölümün mânâsı: "Ey Muhammed, sen unutacak olursan.." demektir.
Âyetin mânâsı ise: "Biz bir şeyin hükmünü değiştirecek olursak veya onu
sen unutacak olursan biz o âyetten daha hayırlısını veya onun aynısını
getiririz." şeklindedir.
Bir kısım âlimler bu
kıraat şekline göre âyete mânâ vermenin doğru olmadığım zira Resulullah'ın,
neshedilmeyen bir kısım âyetleri unuttuğunu söylemenin caiz olmayacağını,
ancak unutup tekrar hatırladığını söylemenin mümkün olabileceğini, keza
Resulullah'ın ve sahabilerin de Resulullah'tan aldıkları âyeti
unutabileceklerini söylemenin bütün sahabilere yakiştınlamayacağını soylemisler
ve delil olarak ta şu âyet-i kerimeyi zikretmişlerdir. "Yemin olsun ki
dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız. Sonra bize karşı, sana yardım
edecek bir vekilde bulamazsın. [279] Bu
âyet-i kerime, Allah tealanın Resulullah'a gönderdiği âyetlerden herhangi
birini unutturmadığım ifade etmektedir.
Taberi, bu görüşü
tercih etmemesine rağmen bu görüşe karşı çıkanlara özetle şu cevabı
vermektedir; "Enes b. Mâlik ve Ebu Musa el-Eş-an gibi bir kısım
sahabiler, önce indirilen bir kısım âyetlerin daha sonra neshedildiklerini rivayet
etmişlerdir. Bu rivayetler, Allah tealanm, dilediği bazı âyetleri Peygamberine
unutturma yoluyla kaldıracağını ifade etmektedir. Bu hususta Enes b. Mâlik
diyor ki:
Zekvan, Usayye ve Beni
Lihyan kabileleri, düşmanlarına karşı Re-sulullah'tan yardım istediler?
Resulullah ta onlara yardımcı olarak Ensardan yetmiş kişi gönderdi. Biz onları
o zaman "Kurralar" diye adlandırıyorduk. Onlar gündüzleyin odun
toplayıp nzıklanm tedarik ediyor geceleri ise namaz kılarak geçiliyorlardı.
Resulullah'ın gönderdiği bu insanlar, "Bi'ir-i Maûne" denen yere
varınca, yardım isteyen bu adamlar yardıma gelenlere.ihanet ettiler ve onları
öldürdüler. Bu haber Resulullah'a ulaşınca Resulullah bir ay sabah namazında,
Ri'l, Zekvan, Usayye ve Beni Lihyanhlara bedduada bulundu. Biz bu Öldürülenler
hakkında Kur'andan âyet okumuştuk. Sonra bu âyet kaldırıldı. Bu âyet şöyleydi:
"Bizim kavmimize bildirin ki muhakkak biz rabbimize kavuştuk, o, bizden
razı oldu ve bizi razı etti..." (Başka bir rivaeyte "Biz de ondan
razı olduk" şeklindedir) [280]Ebu
Musa el-Eş'avîdiyorki:
"Ben, unuttuğum
surenin âyetlerinden şunu hatirlıyormu "Şayet Âdemoğlunun iki vadi dolusu
malı olsa üçüncü bir vadiyi ister.İnsanoğlunun kanh boşluğnu ancak toprak
doldurur... [281]
Taberi diyor ki:
"Akl-ı selim bir insan, Allah tealanm, Peygamberine indirdiği âyetlerden
bazısını unutturmuş olabileceğini imkânsız görmez. Buna karşı çıkanların
zikrettikleri: "Yemin olsun ki dilersek sana vahyettiğimizi ortadan
kaldırırız sonra bize karşı, sana yardım edecek birini de bulamaz[282]
âyetine gelince deriz ki: " Allah teala bu âyet-i kerimesinde Peygamberinden
hiçbir şeyi alıp götürmediğini zikretmiyor. Bu âyetle, eğer dilemiş olsaydı
vahyeîtiği şeylerin tümünü alıp götürebileceğini bildiriyor. Allah'a ham-dolsun
ki böyle birşey yapmamıştır. Sadece kendilerine,ihtiyaç kalmayan âyetlerini
neshedip kaldırmıştır. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: "Ey
Muhammcd, sana Kur'anı biz okutacağız ve onu asla unutmayacaksın."
"Ancak Allah'ın dilediği müstesna. [283]
Allah tealanm, neshederek veya unutturarak kaldırdığı âyetler, işte bu istisna
ettiği âyetlerdir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Daha iyisini veya aynısını getiririz." buyurulmaktadir.
Âyetin bu bölümü müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas bu
bölümü şöyle izah etmiştir: "Size fayda bakımından daha iyisini ve daha
yumuşak olanını veya benzerini getiririz."
Katade ise şöyle izah
etmiştir: "Size daha hafifini, daha merhametlisini, içinde emir ve
yasaklar bulunanları veya benzerlerini getiririz."
Süddi ise,
"Neshettiğimizden daha hayırlısını veya neshetmeyip bıraktığımızın
benzerini getiririz." şeklinde izah etmiştir.
Mücahid ise "Bir
âyeti unutturup kaldıracak olursak onun bir benzerini veya daha hayırlısını
getiririz" şeklimle izah etmiştir.
Taberi âyetin mânâsını
şu şekilde izah etmenin daha doğru olduğunu söylemiştir: "Biz bir âyetin
hükmünü değiştirir isek veya değiştirmez onun hiikmünü aynen bırakacak olursak,
hükmünü değiştirdiğimiz âyetten, sizin için ya hemen yahut gelecekte daha
hayırlı olacak olanını veya değiştirdiğinizin külfet ve sevap bakımından
aynısını getiririz."
Taberinin izahına göre
neshin (Âyetlerin hükümlerinin kaldırılmasının) çeşitleri vardır. Bunların
bazıları şunlardır:
a- Dünya
hayatı bakımından zor görülen hükmün kaldırılıp yerine kolay hükmün
getirilmesi. Gece namazının müminlere farz oluşunun kaldırılması gibi.
b- Dünya
hayatı bakımından kolay hükmün kaldıniip zor hükmün getirilmesi. Bu da
müminler için gelecekte daha hayırlıdır. Sayılı günlerde oruç tutmanın
kaldırılarak yerine tam bir ay Ramazan orucu tutmanın farz kılınması gibi.
Böyle bir değişikliğini neticesi, her ne kadar müminler tarafından yapılması
zor ise daha sevaph olduğu için hakklannda daha hayırlıdır.
c- Bir
hükmün kaldırılıp yerine, zorluk ve kolaylık bakımından aynı olan diğen bir
hükmün getirilmesi. Beytül Makdisin (Kudüsün) kıble oluşunun hükmünün
kaldırılıp, Kâbe-İ Muazzama'nın kıble olduğunu bildiren hüküm gibi. İşte
âyet-i kerimede ifade edilen "Veya aynısı getiririz" den maksat
budur. Zira Kudüs veya Kâbeye yönelmenin külfet ve sevabı aynıdır. [284]
107- Bilmez
misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne
bir dost ne de bir yardımcı vardır.
Ey Muhammed, bilmez
misin ki, göklerin ve yerin mülkü bana aittir? Orada dilediğim gibi hükmederim.
Hükümlerimi dilediğim gibi kaldırır, değiştirir veya olduğu gibi bırakırım. Ey
müminler, sizin için Allah'tan başka bir yardımcı yoktur. Ondan başka sizin
işlerinizi yoluna koyacak, sizi destekleyecek ve düşmanlarınıza karşı size
yardım edecek kimse de yoktur.
* Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Hz. Muhammed, Allah'ın her şeye kadir
olduğunu, göklerin ve yerin mülkünün ona ait olduğunu bilmiyor muydu ki, Allah
teala ona bunları bildirdi?" Cevaben denilir ki: "Her ne kadar âyetin
başlangıcında hitap Resulullah'a ise de devamından da anlaşıldığı gibi aslında
hitap onun ashabına ve müminleredir. Arapçada bir çok insana hitabeder-ken önce
içlerinden birine, daha sonra da tümüne birden hitabetmek yaygın bir usuldür.
Nitekim şu âyet-i kerimede de durum böyledir: "Sen sadece rabbinden sana
vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan habcrdardır. [285]
Ayetten geçen ve
"Dost" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı yani "işi
üzerine alan" demektir. Allah teala müminlerin bütün işlerini sevk ve
idare etmektedir. Bu itibarle onların (Veliyyül Emridir)
Âyette geçen ve
"Yardımcı" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı ise
"Destekleyen, takviye eden" demektir. Allah, müminlerin yardımcısı ve
destekleyenidir.
Yahudiler,
"Nesh" olayını reddetmekte ve Tevratın hükmünün ilelebed devam
edeceğini söylemektedirler. İşte bu âyet her ne kadar Resulullah'a
hita-betmekte ise de onların, Tevratın hükümlerinin değişmesini reddetmelerini,
İsa (a.s.)ı ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in Peygamberliklerini inkâr etmelerini kınamakta
ve göklerin ve yerin mülkünün Aİİah'a ait olduğunu, Allah'ın orada dilediğini
yaptığım, Yahudilerin, Allah'ın mülkünde herhangi bir şeye karar vermeye
haklarının olmadığını heber vermekte, Rasulullah'a ve müminlere de Allah'ın
emirlerine boyun eğmelerini bildirmektedir. [286]
108- Yoksa
siz de Peygamberinize, daha önce Musaya sorulduğu gibi sormak mı, istiyorsunuz?
Kim, inkârı imana değişirse şüphesiz doğru yoî-dan sapmıştır.
Ey insanlar, daha önce
kendi kavminin Musaya lüzumsuz sorular sorduğu gibi siz de Peygamberinize bu
çeşit sorular mı sormak istiyorsunuz? Onlann sapıklığa düştükleri gibi siz de
mi sapıklığa düşmek istiyorsunuz? Siz de inat ve kibirle kendi Peygamberlerine
"Allah'ı bize açıkça göster" diyen Yahudiler gibi mi olmak istiyorsunuz?
Kim Allah'ı ve âyetlerini tasdik etmeyi bırakır da onu ve âyetlerini inkâr
etmeye kalkarsa o kimse doğru istikametten ayrılmış, nimetlerle dolu olan
cennete ulaştıran yoldan sapmıştır.
* Müfessirler, bu
âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir: .
Abdullah b. Abbastan
naklediîen bir görüşe göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Rafı' b.
Hureymile ve Vehb b. Zeyd, Resulullah (s.a.v.)e "Sen, gökten bize
indirilen bir kitap getir de okuyalım ve nehirler akıt. Böylece sana uyalım ve
seni tasdik edelim." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu.
Katade ve Süddiye göre
ise bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, Yahudilerin Hz. Musa'dan, Allah'ı
kendilerine göstermesini istedikleri gibi Arapların da Resulullah'tan, Allah'ı
kendilerine açıkça göstennesini istemeliridir.
Mücahid de bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında diyor ki: "Kureyş kabilesi, Hz. Muhammed
(s.a.v.)den. Safa tepesinin, kendiler için altın yapılmasını istediler. O da buyurdu
ki: "Safa tepesi sizin için, İsrailoğullanna inen sofra gibi olur. Eğer
altın yapıldığı halde inkârınıza devam ederseniz, Allah'ın, Yahudilere dediği
gibi "Âlemlerden hiçbir kimseye yapmayacağı azapIa[287]
sizi cezalandırır. Bunun üzerine teklifi yapanlar ondan vazgeçtiler ve Allah
teala işte bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Ebul Âliye ise bu
âyetin nüzul sebebi hakkında şunları zikretmiştir. "Bir adam Resulullah'a
gelerek "Ey Allah'ın Resulü, keşke bizim keffaretlerimiz de
İsrailoğullarınin keffaretleri gibi olsaydı." dedi. Resulullah da şöyle
buyurdu: "Ey Allah'ım, biz bunu istemiyoruz." Allah'ın size
verdikleri, İsrailoğullanna verdiklerinden daha hayırlıdır. İsrailoğullanndan
biri bir günah işlediğinde günahı ve günahının keffareti kapısına yazılırdı. Eğer
onun keffaretini yerine getirecek olursa dünyada rezil olurdu. Getiremezse
kendisi için âhirette rüsvay olma sebebi olurdu. Halbuki Allah size,
İsrailoğullanndan daha hayırlısını vermiş ve şöyle buyumıuştur: "Kim bir
kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse
Allah'ı, mağfiret ve merhamet edici olarak bulur. [288]
Resulullah (s.a.v.)
sözlerine devamla şöyle buyurmuştur:
"Beş vakit namaz
ve Cuma namazı, diğer Cuma namazına kadar aralarında işlenen günahların
keffaretîdir. Yeter ki büyük günah işlenmemiş olsun. [289]Kim
bir iyilik yapmayı ister de onu yapamayacak olursa Allah, katında o kimse için
tam bir iyilik mükâfaatı yazar. Kim de bir iyiliği diler ve onu yapacak olursa
Aziz ve Celil olan Allah, kendi katında on mükâfaat yazar. Yedi yüz mükâfaata
ve daha çok mükâfaatlara ulaştırabilir. Kim de bir kötülük yapmaya niyet eder
de onu yapmayacak olursa Allah, kendi katında o kimse için tam bir iyilik
mükâfaatı yazar. Kim üe bir kötülüğe niyet eder ve onu işleyecek olursa Allah onun
için sadece bir kötülük cezası yazar. (Bütün bunlardan sonra Allah'a karşı,
ancak kendisini helak etmek isteyen helak olur.) [290]İşte
o adamın Resulullah'tan İsrailoğullannın keffareti gibi keffaret istemesi,
Resulullah'ın da ona bu cevabı vermesi üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve
Allah teala "Yoksa sîz de Peygamberinize, daha önce Musaya sorulduğu gibi
somak mı istiyorsunuz? Kim inkârı imana değişirse şüphesiz doğru yoldan
sapmıştır." buyurmuştur.
Peygamber (s.a.v.)e
lüzumsuz sorular sormanın mahzurlu olduğu hususunda diğer bir âyet-i kerimede
de şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler, açıklandığı zaman hoşunuza
gitmeyecek olan şeylerden sormayın.,. [291]Bu
hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ki
Allah sizin için üç şeyi çirkin görmüştür. Bunlar, dedikodu, malı lüzumsuz
yere harcamak ve çokça soru sormaktır. [292]
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyuruluyor: "Ebu Hurcyrc (r.a.) diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) bizlere bir hutbe okudu. Hutbesi esnasında şöyle buyurdu: "Ey insanlar,
şüphesiz ki Allah size Hac yapmayı farz kıldı. O halde Hac yapın."
"Bunun üzerine bir adam: "Ey AHahın resulü, her sene mi?" diye
sordu. Resulullah sustu. Adam sorusunu üç kere tekrarladı. Sonunda Resulullah
"Şayet "Evet" diyecek olsaydım sizin için her sene Hac yapmak
farz olurdu. Siz de buna güç yetiremezdînîz." buyurdu. Resulullah (s.a.v.)
daha sonra da şöyle buyurdu: "Ben sizi bıraktığım müddetçe siz de beni
bırakın. Çünkü sizden önceki ümmetler çokça soru sormaları ve
Peygamberlc-riyle ihtilafa düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben size bir
şeyi emrettiğimde onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getirin. Bir şeyi de
yasakladığım zaman onu tcrkedin. [293]
Âyet~i kerimenin
devamında "Kim inkân imana değişirse şüphesiz doğru yoldan
sapmıştır." buyurulmaktadır. Bunun mânâsı "Kim Allahi ve âyetlerini
inkâr etmeyi, Allaha ve âyetlerine iman etme ile değiştirecek olursa şüphesiz
ki o kimse doğru yoldan sapmış ve kendisini helake sürüklemiş olur."
demektir."
Ebul Âliye, âyetin bu
bölümünü "Kim bollukla zorluğu değiştirecek olursa şüphesiz ki o, doğru
yoldan sapmış olur." şeklinde izah etmiş Taberi, inkârın
"Zorluk" imanın da "Bolluk" anlamlarına geldiğini duymadığı
gerekçesiyle Ebul Âliye'nin bu izah tarzını isabetli görmemiştir. Ancak
"Zorluk"tan maksadın, inkarcının âhirette göreceği zorluk, bolluktan
maksadın da müminin âhirette göreceği bolluk kabul edilmesi halinde Ebul
Âliye'nin görüşünün çıkar bir tarafı olacağını, buna rağmen âyetin zahirinin
böyle bir şeye işaret etmediğini söylemiştir.
[294]
109- Kitap
ehlinden bir çoğu, hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki
çekemezlikten dolayı, iman etmenizden sonra sizi tekrar kâfirliğe çevirmek
isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedin ve
[295]hoşgörülü olun, Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.
Yahudi ve
Hiristiyanlardan bir çoğu, Muhammed'in Peygamberliğinin gerçek olduğu ortaya
çıktıktan sonra, Allah'ın size verdiği basanları ve size bahşettiği olgunluğu
kıskanmalarından dolayı, iman etmenizden sonra sjzi tekrar inkarcılığa çevirmek
isterler. Onlar hakkında Allah'ın yeni bir emir göndermesine ve dilediğini
yapmasına kadar, onların cahillik ve kötülüklerine aldırmayın. Şüphesiz ki
Allah, her şeye gücü yetendir. Dilerse onlardan intikam alır, dilerse hidayete
erdirir. Yaratma ve emretme ona aittir.
* Taberi diyor ki;
"Bu ve bundan önceki âyet-i kerimeler, Resülullah'ın sahabilerine ve
müminlere hitabetmekte, onların, Yahudileri ve
Yahudilerin benzeri olan müşrikleri dinlemelerini, görüşlerini
almalarını ayıplamakta ve onlara, dinleri hakkında, Yahudi ve müşriklerden
nasihat gibi görünen sözlerini al-malaranı yasaklamaktadır. Bu ve bundan Önceki
âyetler gösteriyorlar ki, resulul-lah'ın sahabileri ve müminler yahut ta onlann
bir kısmı, Yahudilerin davranışlarım örnek alarak, Resululhh'a layık olmayan
bir şekilde, katı bir eda ile konuşu-yorlarlardi. Allah onları uyardı:
"Sizler de Yahudiler gibi, Peygamberinize "Râina" demeyin.
" Bize bak ve bizi dinle" deyin. Aksi takdirde Rcsulul-lah'a eziyet
etmiş olursunuz. Ona eziyet etmek ise beni inkâr etmek ve benim, üzerinizdeki
haklanma karşı nankörlük etmek olur ki, bunun cezası da can yakıcı bir azaptır.
Sizler, Yahudileri ve müşrikleri dinlemeyin. Çünkü onlar sizin için,
rabbinizden herhangi bir bayırın gelmesini islemezler. Bilakis onların çoğu,
Muhammed'in hak Peygamber olduğu ortaya çıktıktan sonra sırf sizi
kıskanmalarından dolayı mümin olmanızdan sonra tekrar kâfirler olmanızı
isterler.
Âyette zikredilen ve
müminlerin inkâra düşmesini arzuladıkları belirtilen ehl-i Kitaptan maksat,
Zühri ve Katadeye göre, Kâ'b b. el-Eşreftir. Said b. Cü-beyr veya İkrimenin
Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise Huyey b. Ah-tab ve Ebu Yasir b.
Ahtab'dır.
Taberi, âyet-i
kerimenin çoğul şeklindeki ifadesine rağmen ehl-i kitap kelimesinden sadece
Kâ'b b. el-Eşref in kastedildiğini söylemenin isabetli olmadığını ifade
etmiştir.
Âyet-i kerimede "
Hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra" buyurulmaktadır. Buradaki
hakkın belli olmasından maksat, Hz. Muhammed'in ve İslâm dininin hak olduğunun
ortaya çıkmasıdır. Zira Tevrat ve İncil'de Resülullah'ın ve İslam dininin
ortaya çıkacağı zikredilmiş, Resulullah gelip İslam'a davet edince mesele
tamamen aydınlanmıştır. Fakat Yahudiler bunu içlerine sintli-remeyip
inkarcılıklarına devam etmişlerdir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedin ve hoşgörülü
olun" buyurulmaktadır. Daha sonra ehl-i kitap ve müşrikler hakkında
Allah'ın şu emirleri gelmiş ve bu âyet-i kerimenin "Onları affedin ve
hoşgörülü olun" emirleri neshedilmiştir. Nitekim Katade ve Rebi' b. Enes
ve Süddi, ehl-i kitap hakkında nazil olan şu âyetin, burada zikredilen
"Onları affedin ve hoşgörülü olun" emirlerini neshettiğini
söylemişlerdir. "Kitap ehlinden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler,
Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan
İslam'ı din edinme-ycnlcrle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar
savaşın."
Abdullah b. Abbas ve
Katadeye göre de şu âyet-i kerime, bu âyetin, "Onları affedin ve hoşgörülü
olun." kısmım neshetmiştir. "Mukaddes olan haram aylar çıkınca
müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, çember içine alın. Her
gözetileceli yerden onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namzi kılıp zekâtı
verirlerse artık yollarını serbest bıkarın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve
merhamet edendir. [296]
110- Namazı
kılın zekâtı verin.Kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayırı Allah katında
bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Namazı, bütün
şartlarını yerine getirerek kılın. Mallarınızın zekatlarını, içinizden gelerek,
gönül hoşluğu ile verin. Ne kadar salih amel işler de onu âhiretiniz için
önceden gönderirseniz onun sevabını Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki
Allah, kullarının yaptığı herşeyi çok iyi gömlektedir. O halde ona ciddiyetle
itaat edin, isyandan kaçının.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanın, bu âyette müminlere namaz kılmalarını, zekat vermelerini
ve salih ameller işleyip kendileri için önceden âhirete göndermelerini
emretmesinin sebebi şudur. Allah teala müminleri, Yahudilerden öğüt
beklemeleri, onlara meyletmeleri ve Resulullah'a kabaca konuşmaları yüzünden,
işledikleri günahlardan arındırmak istemiştir. Zira müminlerin namaz kılmaları,
günahlarının keffaretidir. Zekat vermeleri, nefislerini ve bedenlerini günah
kirinden arındırmadır. Salih amel işlemeleri ise Allah'ın rızasına erişmelerinin
bir vasıtasıdır.
Âyet-i kerimenin
sonunda " Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iy görendir."
buyurulmaktadır. Âyetin bu bölümü her ne kadar Allah'ın her şeyi gördüğünü
haber verme mahiyetinde ise de bu bölüm, zımnen bir kısım vaad ve tehditler
emir ve yasaklan içermektedir. Zira Allah tealamn kullarına, yaptıklarını
gördüğünü bildirmesi, onlann kendisine itaat etmeleri gerektiğini ve yasaklarından
kaçınmaları icebettiğini, itaat ettikleri takdirde bir kısım mükâfaatlara
kavuşacaklarını, isyan ettikleri takdirde ise cezalandırılacaklarını ifade
eder. Çünkü Allah, onlann yaptıkları her şeyi gören ve denetleyendir.
Bu âyette, dinin
direği olan namazın kılınması, sosyal-adaleti sağlayan en önemli ibadet olan
zekatın verilmesi emredilmektedir. Namaz ve zekât, dinimizin emrettiği en
önemli ibadetlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir Hadis-i Şerifinde
şöyle buyuruyor:
"Kişi ile Allah'a
ortak koşmak ve kâfirlik arasındaki şey, namazı ter-kctmcktir. [297]
İslam âlimleri, namazı
terketmenin çeşitli şekilleri ve hükümlerini beyan etmişlerdir. Bunları şöyle
sıralamak mümkündür:
a- Namaz,
inkâr edilerek terkedilirse bunu yapan kimse kâfirdir. Bu hükmün aksini iddia eden
hiçbir kimse yoktur.
b- Namaz
unutularak terkedilirse bunu yapan kimse kâfir değildir. Bu hükmün böyle
oluşunda da ihtilaf yoktur.
c- Namaz
inkâr edilmediği halde kasten terkedilirse bunu yapan kişi hakkında çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Ahmed b. Hanbel, İbrahim en -Nehâî ve İbn-i Mübarek
gibi âlimler "Kim, özürsüz olarak namaz vakti geçinceye kadar onu terkeder
kılmazsa o kimse kâfirdir." demişlerdir. Ahmed b. Hanbel, "Hiçbir
Müslümanı günahından dolayı tekfir etmeyiz.Namazı terkeden hariç." demiştir.
İmam Şafii ve Mekhul
gibi âlimler ise namazı inkâr etmediği halde kasten terkedip kılmayan kişinin
kâfir olmayacağını fakat kendisine kısas tatbik edilen bir mümin gibi
öldürüleceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, inkâr etmediği halde namazı kasıtlı
olarak terkeden kişi öldürülür. Fakat kendisine Müslüman muamelesi yapılır.
Yani cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına defnedilir, mirasçıları
kendisine mirasçı olurlar. Ancak bazı Şafii halimeri, böyle
bir kimsenin cenazesinin kılınmayacağım söylemişlerdir.
Ebu Hanife ve
arkadaşları ise inkâr etmediği halde özürsüz olarak namazı terkedenin kâfir
olmayacağını ve öldürülmeyeceğini fakat namaz kılıncaya kadar hapsedilip
kendisine sopa atılacağını söylemişlerdir. Bunlara göre Hadis-i Şerifin sert ifadesi
namazın ehemmiyetini ortaya koymak içindir[298]
Resulullah (s.a.v.),
zekâtını vermeyenler hakkında da şöyle buyurmaktadır:
"Allah kime mal
verir de o da malın zekâtını vermeyecek olursa o kişinin malı, kıyamet
gününde, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan bir kel yılan şekline
dönüşerek sahibinin boynuna dolanacak sonra onun avurtlarından yakalayıp
"İşte senin malın benim, senin hazinen ben'im," diyecektir. [299]
Resulullah ( s.a.v.) sözlerini bitirmiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur.
"Allah'ın, kendilerine, lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik
yapanlar bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilakis bu onlar
için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına
dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirafsV Allah'a aittir. Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır. [300]
111- Onlar:
"Cennete ancak Yahudi olanlar veya Hıristiyan olanlar girecektir."
dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız,
delilinizi getirin."
Yahduiler:
"Cennete ancak Yahudiler girecektir." Hıristiyanlar da "Cennete
ancak Hıristiyanlar girecektir." dediler. Bu onların nefislerinden
kaynaklanan asılsız hayellerdir. Delilsiz, dayanaksız olarak haksız yere
Allah'a besledikleri kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız,
iddia ettiğiniz hususa dair delillerinizi getirin."
Diğer bir âyet-i
kerimede de, Yahudi ve Hıristiyanların, Allah'ın dostları olduklan iddialarına
cevap verilerek şöyle buyuruluyor:" Yahudiler ve Hıristiyanlar:
"Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." dediler, onlara de ki:
"O halde niçin günahınızdan dolayı size azap ediyor?" Hayır, siz de
Allah'ın yarattığı birer insansınız." Allah, dilediğini bağışlar,
dilediğine de azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilcrin mülkiyeti
Allah'a aittir. Dönüş sadece ona'dır. [301]
Âyet-i kerimede geçen
ve "Yahudi olanlar" diye tercüme edilen kelimesinin izahı hakkında
iki görüş zikredilmiştir. Birinci görüşe göre bu kelime "Tevbe eden,
hakka yönelen" anlamına gelen kelimesinin çoğuludur. Diğer bir görüşe
göre ise, bu kelime mastardır. Çoğul sıfat yerine kullanılmıştır. Yani
"hidayette olanlar" demektir. Bazılarına göre de Kelimesi kelimesinin
kısaltılmış şeklidir." Nitekim denilmiştir ki: "Übey b. Kâ'b'm
kıraatına göre bu kelime şeklindedir."
Âyet-i kerimenin
sonunda "Eğer doğru söylüyorsanız delillerinizi getirin."
buyurulmaktadır. Allah teala burada Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Yahudi,
Hıristiyan ve Müslümanları, hepsi için adaletli olan bir hükme çağırmayı
emretmektedir. O da, herbir fırkanın iddiasının doğru olduğuna dair kesin bir
delil getirmesidir. Her ne kadar, âyetin zahiri "Cennete ancak Yahudiler
girecektir." diyen Yahudilere ve "Cennete ancak Hıristiyanlar girecektir."
diyen Hıristiyanlara iddialarının doğruluğunu ispatlayacak deliller getirmelerini
emrediyorsa da aslında âyet, onların bu tür iddialarını yalanlamaktadır. Zira
onların, bu iddialarını ispatlayacak bir delil getiremeyecekleri muhakkaktır.
Nitekim bundan sonra gelen âyet, ancak Allah'a boyun eğen müminlerin âhirette
mükâfaata nail olacaklarım beyan ederek, izahını yaptığınız âyetin bu işaretini
pekiştirmektedir. [302]
112- Öyle
değil, kim iyilik yaparak kendini Allah'a teslim ederse,
onun mükâfaatı
rabbinin kalındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
Kim, Allah'ın emirlerine
teslim olur ve bütün varlığı ile rabbine itaat için boyun eğerse cennete
girecektir. İşte o kimse mümindir. İşlerinde ve dininde en güzeli seçmiştir,
Rabbine itaat edip boyun eğmesinin mükâfaat ve sevabı, âhirette Allah
katındadır. Onlara rablerinin cezası olan cehennem azabından dolayı korku
yoktur., Onlar, geride bıraktıkları dünya hayatı için bir üzüntü
duymayacaklardır.
O halde Yahudilerin
iddiaları bâtıldır. Cennete Yahudiler değil, Allah'ın emirlerine teslim olan
ve bütün varlıklarıyla rablerinin emirlerine boyun eğenler gireceklerdir. [303]
[1] Ta heri Tefsiri C. I, Forma: 7
[2] Bakara suresi, 2/3-5
[3] Bakara suresi, 2/6-7
[4] Bakara suresi, 2/7-10
[5] Bakara suresi, 2/40-41
[6] Bakara suresi, 2/286
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/97-99.
[7] Tirmizi, K. el-Fa&ıil ei-Kur'an hnh: 2 Hadis No:
2S7?/Müs1im, k. cl-Miisafirin rCıh: 212, Hadis No: 780/Ahmed b. Hanhel, MUsncd
c. 2, s. 284
[8] Timizi K. Foılail el-Kur'an hah: 2 Hadis No:
zÜ78/Darimi K. Fadnil el-Kur'an hah: 13
[9] Ruhari, K. Fadaj] û'-Kur'an hah: 10
[10] Ai'nned b. Ilanhcl, Miisnod, <;. fi, s. 26
[11] Ruhari, K. Faıİail el-Kur'an hah: I VMiislim, K.
e]-Müsafiriıı hak 242, Hadis No: 7%/Atı-med b. Ilanhcl, Miisncd c.3, s. 81.
[12] Müslim, K. el-Müsafirîn, bah: 252, Hadis No: 804
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/99-102.
[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/103-104.
[14] Fissilet suresi, 41/26
[15] Âl-i İmran suresi, 3/7
[16] Şuara suresi, 26/193-195
[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/104-109.
[18] Fussilet suresi, 41/44
[19] îsra suresi, 17/82
[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/109-111.
[21] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/111-114.
[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/114.
[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/114-115.
[24] Yunus suresi, 10/96,97
[25] İbrahim suresi, 14/28, 29
[26] Bakara suresi, 2/159
[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/115-117.
[28] Mutaffitin suresi, 83/14
[29] Mutaffifin suresi, 83/14
[30] Tirmizi, K. Tefsir cl-Kur'an sure: 83 hab: 1 Hadis No:
3334
[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/118-120.
[32] Bakara suresi, 2/109
[33] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/120-121.
[34] Tevhe suresi, 9/30
[35] Âİ-i İmran suresi, 3/178
[36] Mimafikûn suresi, 63/1,2
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/121-123.
[37] Tevbe suresi, 9/124, 125
[38] Münafikûn suresi, 63/1-2
[39] Mücadele suresi. 58/16
[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/123-125.
[41] Bakara suresi, 2/30
[42] Bakara suresi, 2/12
[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/125-127.
[44] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/127.
[45] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/127-128.
[46] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/128.
[47] Hatid .suresi, âyet, 57/12-14
[48] Âl-i îmran suresi, âyet: 3/178
[49] Nisa suresi, âyet, 4/142
[50] Tevbe suresi ayet 9/79
[51] Haşr suresi, âyet: 59/19
[52] Şûra suresi, âyet: 42/40
[53] Bakara suresi, âyet: 2/194
[54] En'am suresi, 6/110
[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/129-132.
[56] Fussilet suresi, 41/17
[57] Rak.ıra suresi, 2/108
[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/133-134.
[59] Mücadele suresi, 5S/1S
[60] Hadid suresi, 57/13-15
[61] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/134-137.
[62] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/137.
[63] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/137-141.
[64] Ahmed h. Hrınkıl, Müsned,e. 3,s. 17
[65] Buhari, K. el-İmam, bab: 24/ Müslim, ke. Ea-İmam, bab
106,II.N. 58
[66] Buhari, K. el-îman, hab: 24/Müslim, K. el-İman bab:
107, Hadis No:
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/141-144.
[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/144.
[68] Zuhruf suresi, 43/87
[69] Yunus suresi, 10/31
[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/145-147.
[71] îsra suresi, 17/88
[72] Yunus suresi, 10/38
[73] Hud suresi 11/13
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/147-148.
[74] Müslim, K. el-Mesalid, bah: 185, 186, 187, IIN. 617
Tirmi?., K. el-Cehennem bab: 9 Hadis No: 2592
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/148-149.
[75] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/149-152
[76] Kehf .suresi, 18/50
[77] En'am suresi, 6/44
[78] Ankebut suresi 29/41
[79] Hac suresi, 22/73
[80] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/152-154.
[81] Arar suresi, 7/172
[82] Âl-i îmran suresi, 3/187
[83] A'raf suresi, 7/169
[84] Muhammed suresi, 47/22
[85] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/154-157.
[86] Mümin suresi, 40/11
[87] A'raf suresi,7/172, 173
[88] Kamer suresi, 54/7
[89] Yasin suresi, 36/51
[90] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/157-159.
[91] Fussilet suresi, 41/11
[92] Nahl suresi, 16/15
[93] Fussilet suresi, 41/9-11
[94] Hadid suresi, 57/4
[95] Enbiya suresi, 21/30
[96] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/159-163.
[97] Buhari. K. cl-Magazi, bab: 82, K. cl-Filen, bab:
18/rirmizi, K. cl-Filcn bab, 75. IIAdis No: 2264/Ncsni, K. el-Kuıiah. bab:
8/Ahmcd b. Ilanbcl, Miisncd c. 5, s. 43, 51
[98] Nisa suresi 4/141
[99] İbn-i Kesir, c. l,s.72
[100] RAhman suresi, 55/14
[101] İsra stırcsİ, 17/11
[102] Hicr suresi. 1.V26
[103] Sad sumsi,31/71.72
[104] Enbiya suresi, 21/37
[105] A'mf suresi, 7/12-13
[106] Bakara suresi, 2/3 İ, 32
[107] Bakara suresi, 2/32, 33
[108] İnsan suresi, 76/1
[109] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/163-176.
[110] Ebu Duvud, K. es-Sütnne,bab 16, Hadis No:
4693/Tirmizi, K. Tefsir el-Kuran, sum: 2, Hadis No: 2955/Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c. 400,406
[111] Hud suresi. 11/45-47
[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/176-179.
[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/179-180.
[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/180-181.
[115] Kehf suresi, 18/50
[116] Saffal suresi, 37/158
[117] Kehf suresi, 18/50
[118] Tahrim suresi, 66/6
[119] Kehf suresi, 18/50
[120] Müslim, K. ez-Zühd, hah: 60, Ilndis No: 2996/Ahmcıİ b.
HAnbel, Müsned, c. 6, s. 153
[121] Rahman suresi, 5.V15
[122] A'raf suresi, 7/12
[123] Hicr suresi, 15/27
[124] Kehf suresi, 18/50
[125] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/181-184.
[126] Bakara suresi,
2/33
[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/184-187.
[128] Tâhâ suresi, 20/120
[129] Araf suresi, 7/20,27
[130] Nâs suresi, 144/1-6
[131] Buhari, K. Bed'al halk bab: İl/Müslim K.es-Sclam bab:
23, Hadis No: 2174/Khu Itavud K. es-Savm, bab: 79, Hadis No: 2470
[132] Ebu Davud, K. et-Hdeb, bab: 174, Hadis No: 5248
[133] Ebu Davud, K. el-Edeb, bab: 174, Hadis No: 5249
[134] Ehil Davud, K. cl-Iîdeb, bab: 174, Hadis No: 5250
[135] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/187-191.
[136] A'raf suresi, 7/23
[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/191-192.
[138] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/193.
[139] Nasa suresi, 4/169
[140] Ahzab suresi, 33/64, 65
[141] Cin suresi, 72/23
[142] TâhS suresi, 20/74
[143] Â'ia suresi,
87/11
[144] Fatır suresi,
35/36
[145] Müslim, K. el-İmnn, hah: .106, Hadis No: 185
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/193-195.
[146] Maide suresi, 5/20
[147] Maide suresi, 5/12
[148] Tevbe suresi. 9/111
[149] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/195-197.
[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/197-198.
[151] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/198.
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/199.
[153] Saff suresi, 61/2
[154] Ahmed b. Ilanbul, Müsncd, c. 3, s. 120,231,239
[155] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/199-201.
[156] Ahnıcd b. Hanbel, Müsncd, c. 5, s. 388
[157] naknra suresi, 2/1 5fi
[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/201-202.
[159] Kehf suresi, 18/53
[160] Hakka suresi, 69/20
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/202.
[161] İbn-i Mfıce, K. ez-ZUhd, hah: 34, Hadis No:
4288/Alımal b. Hnnbcl Müsncd. c. 4, s. 447, c. 5, 5/l'irmİ7.i, K. Tefsir
el-Kur'nn, sure 3, Kıh: 9, Hadis No: 3001
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/203.
[162] Tirmizî, K. el-Kıynmc, bab: 2, Hadis No: 2419
[163] Tâhâ suresi, 20/109
[164] Sebe'suresi, 34/23
[165] Müslim. K.el-İnıan.tmh: 338, Iladis No: 199/Tinnizi,
K. ed-Da vat, bab: 131.Had.sNo.
360/Müslim, K. el-lman
bab: 334, Hadis No: 198
[166] Buhari, K. ed-Da'vât, bab: l/Müslim, K. cl-İman,
bab:,334. Hadis No: 198
[167] Âl-i tmran suresi, 3/91
[168] Saffat suresi, 37/24-26
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/204-206.
[169] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/206-207.
[170] Şuara suresi, 26/60-67
[171] Yunus suresi, 10/90
[172] ŞiKira suresi, 26/52
[173] Şuam suresi, 26/54. 56
[174] A'raf suresi, 7/129
[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/207-211.
[176] Tâhâ suresi, 20/83-98
[177] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/211-213.
[178] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/214.
[179] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/214.
[180] Tâhâ suresi, 20/86, 87
[181] Tâhâ suresi, 20/94
[182] Tâhâ -suresi, 20/95-97
[183] Bakara suresi, 2/93
[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/214-216.
[185] A'raf suresi, 7/155
[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/217-218.
[187] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/218.
[188] Tinnizi, K. et-Tıb, hah: 22, Hadis No: 2066, 2068
[189] Maide suresi, 5/24
[190] Maide suresi, 5/25
[191] Maide suresi, 5/26
[192] Maide suresi, 5/26
[193] Bakara suresi, 2/57,60
[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/218-221.
[195] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/221-222.
[196] Bakara suresi, 2/57,60
[197] Tinnizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, Hadis No: 2956
[198] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, hah: 5
[199] Bkz. Umdetül Kari,c.15 s
[200] Bkz. Buharı, K. el-Enhiya, hah: 54
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/222-223.
[201] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/224.
[202] Maide suresi, 5/21, 22, 24
[203] Duhan suresi, 44/25-28
[204] Şuara suresi, 26/57-59
[205] Tevbc suresi, 9/29
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/225-227.
[206] A'raf suresi, 7/156
[207] Saff suresi, 61/14
[208] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/227-231.
[209] Bakara suresi, 2/83
[210] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/231-232.
[211] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/232.
[212] A'raf suresi, 7/163
[213] Nisa suresi, 4/47
[214] Nisa suresi, 4/154
[215] Maide suresi, 5/60
[216] AYaf suresi, 7/1 66
[217] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, c. i, s. 395, 397,
421/Müslim, K. el Kader, hah: 33, Hadis No: 2663
[218] A'raf suresi, 7/163
[219] A'raf suresi, 7/164
[220] A'raf suresi,
7/163
[221] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/233-238.
[222] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/238-241.
[223] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/242.
[224] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/242.
[225] Buhari.K. el-nisam hah: 2/Miislim, K. cl-Hacc, b;ıh:
412, Hadis No: 1337/Timıi/J. K. ellim, huh: İT; Hadis Nn: 276(Nusni, K.
ol-Mcnasik hah: 1
[226] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/243-244.
[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/244-245.
[228] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/245-247.
[229] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/247-248.
[230] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/248.
[231] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/249.
[232] Âl-i İmran, 3/72
[233] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/249-251.
[234] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/251-252.
[235] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/252.
[236] Tirmizi. K. Tefsir el-Kur'an, sure, 21. Hadis No:
3164/Ahmed K Ilanbcl Müsnetl c3, s. 75
[237] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/253-254.
[238] Buharı, K. el-Cizye hah: 7, K. el-Tıh hab: 55
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/254-256.
[239] Ahmed b. Hanbcl, Mii.sned, c. 1, s. 402
[240] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/256-257.
[241] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/257-258.
[242] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/258-259.
[243] Buhari, K. el-Rdeb, hah: 27/Milslim, K. cl-Birr, hah:
66. Hadis No: 2586
[244] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/260-261.
[245] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/261-263.
[246] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/263-264.
[247] Maide suresi, S/110
[248] Haşr suresi, 59/23
[249] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/264-265.
[250] Nisa-suresi, 4/155
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/265-267.
[251] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/267.
[252] Nisa suresi, âyel 4/51,54
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/268-269.
[253] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/269.
[254] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/269-270.
[255] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/270-271.
[256] ÂI-i İmran suresi, 3/61
[257] Ahıned b. HAnbcl, Müsncd, c. I, s. 248
[258] Maide suresi, 5/18
[259] Bakara suresi, 2/111
[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/271-273.
[261] Cuma suresi, 62/6-8
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/273.
[262] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/274.
[263] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 278
[264] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/275-279.
[265] Buharı, K. er-Rikak bab: 38
[266] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/279-280.
[267] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/280-281.
[268] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/281.
[269] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/281-282.
[270] Tâhâ suresi, 20/65, 66
[271] Butıari, K. Bcd'ül halk, bab: 11, K. et-Tıh, bab: 50
[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/282-292.
[273] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/292.
[274] Nisa suresi, 4/46
[275] Hucurat sumsi,
49/2
[276] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/292-294.
[277] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/294-295.
[278] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/295-296.
[279] isra suresi, 17/86
[280] Buharı, K. el-Mııgnzi, bnb: 28/Miislim, K d-Mesııdd
faıh: 297 Iliidis No: 677
[281] Müslim, K. ez-'Zekâl, hnb: İl1;, Hadis No: 1050
[282] isra suresi, 17/86
[283] Ala suresi, 87/6-7
[284] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/296-300.
[285] Ahzah suresi, 33/2
[286] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/300-301.
[287] Maıde suresi, .5/115
[288] Nisa .suresi, 4/110
[289] Müslim, K. et-Taharet, bab 14. Hadis no: 233
[290] Müslim K. el-İman, bab: 207, 208, Hadis No: 131
[291] Maide suresi, 5/101
[292] Buharı, K-ez-Zekât, bab: 53/Müslim, K. el-Akıliye,
bab: 13, Hadis No: 593
[293] Müslim, K. el-Hac, bab: 412, IIAdis No: 1337/Nesaî, K.
cl-Menasik, bab: I
[294] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/301-304.
[295] Tevbe suresi 9/29
[296] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/304-306.
[297] Müshim K. el-İman, hah: 134, Hadis No: 82/Hbıı Davud,
K. es-Siinnc bab: 15, Hadis No: 4678/Tirmizi, K. el-İman. bab: 9 Hadis No: 2618
[298] Bkz. Ebu Davud Şerhi (Mealim es-SUnen) c. 5, .s. 58
[299] Buhari, K. ez-Zekât hah: 3. K. et-Tefsir sure, 3 hab:
14/Nesai K. ez-Zekât, bab: 20
[300] Âl-i îmran suresi, 3/180
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/306-308.
[301] Maide suresi, 5/18
[302] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/308-309.
[303] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/309-310.