BAKARA SURESİ 2

Giriş. 2

Surenin Fazileti 3

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. 3

Surelerin Başinda Bulunan Bu Harfler Hakkında Lügat Âlim Leri İse Şunları Söylemiştir: 4

Nesih Nerelerde Meydana Gelir?. 85

 


BAKARA SURESİ

 

Giriş

 

Bakara suresi, hicretten sonra Medine'de nazil olan ilk surelerdendir. Kur'an-ı Kerimin en uzun süresidir ve iki yüz seksen altı âyettir. Resulullah (s.av.) bu sureye "Kur'an'ın otağı" yanı: "Kur'an'ın çadırı" adını vermiştir.

Bu sure-i celilede "Bakara" hadisesi zikredilmektedir. Olay şöyle cereyan etmiştir; İsrailoğullanndan birisi bi r adam öldürmüş ve cinayeti işleyen kişi bu­lunamamıştı. Durum Hz. Musaya arzedilmiş o da "Bir bakara" yani "Bir sığır kesin, kestiğiniz bu hayvanın bir parçasıyla ölüye vurun, O ölü dirilip kendisini kimin öldürdüğünü haber verecektir." demişti.[1]

Âyet-i kerimede olay şöyle açıklanmaktadır: "Musa, kavmine "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." demiş, onlar da: "Bizimle alay mı edi­yorsun?" demişlerdi. Musad da: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"

"Kesilen sığırın bir parçasıyla öiüyc vurun" dedik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz dîye delillerini size gösterir."

İsrailoğulian, Hz. Musadan, hem katili nasıl bulabileceklerini öğrenmek istemişler, hem de katilin gerçekten ortaya çıkmasını samimi olarak istemedik­lerinden, kesecekleri sığırın evsafını sormuşlar. Hz. Musa, sığırın evsafını açık­ladıkça onlar daha geniş açıklamalar istemişler ve sonunda, vasıfları ayrıntılı olarak açıklanan sığırı güçlükle bulmuş ve çok pahalı bir bedelle satın alıp kes­mek zorunda kalmışlar ve kestikleri sığırın bir parçasıyla ölüye vurmuşlar ölü de dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü heber vermiştir.

İşte bu olayın anlatıldığı bu sureye bakara suresi adı verilmiştir. Bu sure-i celile birçok konulan ihtiva eder. Bunlar, ana hatlarınya şöylece özetlenebilir:

a- Medine'de hicretten sonra meydana gelen İslan cemaatinin duru­mu: Yerlerini yurtlarını, mallarını mülklerini lerkederek imanlarının sesine uyup Medine'ye göç eden İslam cemaatinin durumunu Kur'an-ı Kerim şöyle tavsif ediyor: "O, Allah'tan korkanlar, gnyha iman ederler, nama/j kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıkiardan Allah yolunda harcarlar. [2]Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirctc de kesin­likle onlar iman ederler." "İşte rablcrinin doğru yolunda olanlar bunlar­dır. Kurtuluşa erenler de bunlardır. [3]

b- Kâfirlerin durumu: Müminlerin vasıflarından bahseden âyetlerden hemen sonra, kâfirleri vasıflandıran âyetler geliyor. Aslında bu sıfatlar, genelde inkarcıların ortak sıfatlandır. Fakat aynı zamanda, gerek Mekke'de gerekse Me­dine'de İslam davetine karşı çıkan kâfirlerin de vasıflandır. Âyet-i kerimeler on­ları da şöyle anlatıyor: "Ey Muhammed, şüphe yok ki, kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." "Allah onların kalblcrini ve kulaklarını mühürlcmiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır." [4]

c- Münafıkların durumu: Kâfirlerin umumi sıfatlarına işaret edildikten sonra, İslam toplumu için son derece tehlikeli olan münafıklar anlatılıyor: Mek­ke döneminde, iman eden, imanını açıklıyor, inkarcılar da açıkça İslama karşı çıkıyorlardı. Fakat İslamın, Medine'de güçlenip üstün duruma gelmesi üzerine, gerçekten iman etmediği hakle, iman etmiş gibi görünen bir başka gurup insan daha türedi ki bunlar da münafıklardı. Çeşitli sebeplerle inanmış gibi görünen fakat aslında iman etmeyen bu insanlann durumîan uzun uzun anlatılıyor: "Bir kısım insanlar vardır ki, "Biz, Allah'a ve âhiret gününe iman ettik." derler. Halbuki onlar, mümin değillerdir." "Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değil­lerdir." "Onların kalblcrinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için can yakıcı bir azap vardır.

d- Yahudilerin durumları: İslam dininin gelmesinden evvel Medine'de bulunan Yahudiler, ehl-i kitap olmaları sebebiyle, müşrik Araplardan, dini, tica­ri, içtimai vb. bakımlardan üstün durumdaydılar. Fakat Allah'ın son dini İslami­yet gelip te onları Müslüman olmaya çağırınca, bu üstünlüklerinin ellerinden gitmesi sebebiyle, geien dinin gerçek din olduğunu, bile bile, inatla inkâr ettiler Onların bu inatçı ve mânâsız tutumları âyet-i kerimelerde şöyle anlatılıyor: "Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdimi yerine gelirin ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden kor­kun." "Elinizidcki Tcvratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değîşmeyin. Ve yalnız benden korsun. [5]

Bir kaç madde halinde özetlemeye çalıştığımız bu konulardan başka, ce-nab-t hak, bu sure-i celilede, bütün insanlan, Hz. Muhammed (s.a.v.)e nazil olan Kur'ana inanmaya davet ediyor ve bu Kur'an hakkında şüphe edenleri, ay­nı kitabın bir benzerini yapmaya davet ediyor.

Surede, Hz. Âdemle Şeytan arasında cereyan eden çetin mücadele anlatı­lıyor. Ve mevzu, Hz. Âdemin, yeryüzünde Halife olduğu beyan edilerek bitirili­yor.

Allah yolunda savaşarak öldürülenlere "Ölüler" denemeyeceği, onların gerçekte diri oldukları bildiriliyor.

Sure-i celile, yenilecek ve içilecek şeylerin haram ve helal olanlarını açıklıyor. Haksız yere adam öldürmenin ve vasiyetin hükülerini beyan ediyor.

Sure-i celile Oruç, cihat ve Hac hükümlerini, aile hukuku meselelerini açıklıyor, sadaka, borç alıp verme ve ticari meselelerin prensiplerini beyan edi­yor. Faizin haram olduğunu açıklıyor.

Sure-i celilenin sonunda, rabbimizden nasıl istek ve duada bulunacağımız beyan edilerek buyuruluyor ki: "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden önccklilcrc yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmediğini de ta­şıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bizim mcvlamızsın. Kâfir topluluğa karşı bize yardım et. [6]

 

Surenin Fazileti

 

Bu surenin fazileti hakkında muhtelif hadis-i şerifler rivayet edilmiştir. Peygamberimiz bü hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki:

"Evlerinizi kabirlere çevrimeyin. İçinde Bakar suresi okunan bir cv'e şeytan girmez. [7]

"Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an-ı kerimin zirvesi de Bakara sü­residir. Onun içinde, Kur'anın âyetlerinin efendisi olan bir âyet bulun­maktadır ki o da âyete! Kürsidir. [8]

"Kim Bakara suresinin son iki âyetini geceleyin okursa o âyetler o kişi için kâfidir." [9]

"Bakara suresi Kur'anın zirvesi ve nişanesidir. Onun her âyctiyle birlikte gökten seksen melek inmiştir. Âyctcl Kürsi, arş'ın altından alınıp Bakara suresine katılmıştır. Yasin ise, Kur'anın kalbidir. Her kini Allah rı­zasını ve âhiret yurdunu dileyerek Yasin'i okursa günahları muhakkak ba­ğışlanır. Siz, Yasini ölüleriniz üzerine okuyan." [10]

Üseyd b. Huday'nn şöyle dediği rivayet edilir:

O, bir gece bakara suresini okurken yanında bağlı bulunan atı ürkmüş, bunun üzerine Üseyd susmuş, atı da sakinleşmiş. Tekrar sureyi okumaya baş­lamış, at tekrar ürkmüş yine susmuş ve at sakinleşmiş, tekrar okumaya başlamış at yine ürkmüş hatta atın, yakınında bulunan oğlu Yahya'ya zarar vermesinden korkarak kalkıp oğlunu beri çekmiş ve göğe doğru baktığında ilaha önce gördü­ğü şeyi göremez olmuş. Sabah olunca olayı Peygamber efendimize anlatmış, Rcsulullah ona "Ey Hudayr oğlu oku, Hudayr oğlu oku, devam et," demiş­tir, üsyed "Ey Allah'ın Resulü, atın yakınında bulunan oğlum Yahya'yı çiğneye­ceğinden korkmuştum. Bunun için okumayı kesip başımı kaldırdım. Oğluma doğru gittim. Göğe doğru baktım. Bir de ne göreyim, içinde lamba gibi şeyler bulunan bir gölgelik. Sonra oradan ayrıldım ve bir daha göremez oldum." Resu-lullah: "Onun ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Üseyd: "Hayır." de­di. Resulullah: "Onlar meleklerdi. Senin okuma sesine gelmişlerdi. Şayet okumaya devam edecek olsaydın, insanlar onları görecekler ve onların göz­lerinden de kaybolmayacaklardı." dedi. [11]

Ebu Ümameel-Bâhili diyor ki;

"Resulullah'm şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'aııı okuyun. Çünkü o kıyamet gününde okuyana şefaatçi olacaktır. Özellikle, iki çiçek olan Baka­ra ve Al-i Imran suresini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde âdeta iki bulut veya iki gölgelik yahut havada gurup halinde uçan iki bölük kuş gibi gelecekler ve kendilerini okuyanları müdafaa edeceklerdir. (Yani, cehen­nem ateşine karşı engel meydana getireceklerdir.) Bakara suresini okuyun. Onu almak bereket, bırakmak ise hüsrandır. Onu okumaya, bâtıl ile meş­gul olanların (Yani sihirbazların) gücü [12]           

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

 

1- Elif, Lâm, Mîm.

 

Bu harflere, "Huruf-ı Mukatta'a" denir. Bunların herhangi bir mânâ ifade edip etmediği, ediyorlarsa ne mânâya geldikleri hususunda çeşitli görüşler iler sürülmüştür. Bunlan şöylece özetlemek mümkündür.:

a- Katade, Mücahid ve İbn-i Cüreyc'den, bu harflerin Kur'an-ı kerimin isimlerinden biri olduğu rivayet edilmiştir.

b- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu harfler, Kur'an-ı kerimin bazı surelerinin girişi mahiyetindedir, Allah teala bazı surelere bu harf­lerle başlamaktadır.

c-Abdurrahman b. Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler, ba­şında bulundukları surelerin isimleridir.

d- Süddi ve Şa'bî'den nakledilen bir görüşe göre de bu harfler, Allah tea-lanm ism-i A'zamıdırlar.

e- Abdullah b. Abbas ve İkrimeden nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler Allah tealanın, kendileriyle yemin ettiği isimlerindendir. Allah teala bun­larla yemin ederek sureyi başlatmaktadır.

f- Bu harfler, isim ve fiillerden kısaltılmış mukatta'a harfleridir. Herbiri-nin kendine göre mânâsı vardır. Birinin mânâsı, diğerine benzememektedir. Mesela: "Elif, Lam, mim'in mânâsı, "Ben her şeyi en iyi bilen Allah'ım" demek­tir. Burada Elif "Ben", Lam "Allah", Mim "İyi bilirim.," mânâlarına gelmekte­dir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilmektedir.

g- Bu harfler, lisanda kullanılan normal hece harfleridir. Bu görüş te mü­cahidden nakledilmektedir.

h- Bu harflerin herbiri bir çok mânâya gelmektedir. Rebi' b. Enesten "Elif, Lam, Mim" harfleri hakkında şunlar rivayet edilmektedir: "Bu harflerden her biri, Allah tealanın isimlerinden birinin baş harfidir. Mesela Elif, "Allah", isminin. Lam, "Latif isminin, Mim "Mecid" isminin baş harfleridir. Bu harfler Allah'ın nimetlerini, musibetlerini, bir toplumun ne kadar yaşayacağını ve ecelinin ne zaman geleceğini gösterir. Hz. İsa'dan şunlar rivayet edilmektedir: Şaşa­rım İnsanlara ki onlar, Allah'ın isimlerini konuşurlar, nimetlerinin içinde yaşar­lar, buna rağmen ona nasıl nankörlük ederler?"

Elif, "Allah" isminin baş harfidir. Lam, "Latif isminin baş harfidir. Mim de "Mecid" isminin baş harfidir.

Elif, "Allah'ın nimetleri", Lam "Lütfü", Mim, "Yüceliği" anlamına gel­mektedir.

Hesaplamada Elif "bir sene"yi, Lam "Otuz sene"yi, mim de "Kırk se-ne"yi ifade etmektedir. Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiğini söyle­yenler de vardır.

I- Bir kısım âlimler ise bu harfler için şunu böylemişlerdir: "Her kitabın bir sırrı vardır. Kur'an-ı kerimin sırrı da, bazı surelerin basında zikredilen bu harflerdir. Yine de en iyi ve doğrusunu bilen Allah'tır.[13]

 

Surelerin Başinda Bulunan Bu Harfler Hakkında Lügat Âlim Leri İse Şunları Söylemiştir:

 

a- Bazıları, bu harflerin, yirmi sekiz hece harfinden bir kısmını teşkil et­tiklerini, bu harflerden bazılarının, bir kısım surelerin başında zikredilerek di­ğerlerine gerek kalmadığını söylemişlerdir. Nitekim bir insan, hece harflerini anlatmak isterken, baştan bazılarını saymakla yetinerek hepsini söylemez. Bu durum da buna benzemektedir.

b- Diğer bazıları ise bu haillerin, müşriklerin, Kur'an-ı Kerimi dinlemeye kulaklarını açmaları için zikredildiklerini söylemişlerdir. Zira müşrikler b irbir-lerine, Kur'an-ı kerimi dinlememeyi tavsiye ediyor ve diyorlardı ki: "Bu Kur'anı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki bu yolla galip gelirsiniz.., [14]

c- Bir kısım âlimler ise bu harflerin, surelerin başladığını ve butiğini gös­teren birer işaret olduklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Anlatılan bu görüşlerden her birinin bilinen bir yönü vardır. "Elif, Lam, Mim"in, Kur'anın isimlerinden biri olduğunu söyleyenlerin sözlerinin iki anlamı vardır.

1- Bunlar, "Elif, Lam, Mim, Kur'anın isimlerinden biridir," "Furkan" ismi gibidir." demek istemişlerdir. Bu izaha göre "Elif, Lam, Mim" yemin ifade eder. Allah teala: "Kur'ana yemin olsun ki bu kitapta hiçbir şüphe yoktur." de­mek istemiştir. 

2- Bu âlimler: "Bu harfler, Kur'an-ı kerimin surelerinin isimleridir. Mese­la: "Ben, Elif, Lam, Mim suresini okudum" diyen kimse o surenin ismini zikret­miş olur. Böylece dinleyici de o kimsenin, hangi sureyi okuduğunu anlamış olur. Her ne kadar "Elif, Lam, Mim" gibi harflerle başlayan sureler bir'den çok olsa da bu gibi harflerin yanında başka şeyleri de zikrederek bu harflerle surele­ri birbirinden ayırdetmek ve o surelerin ismi olarak zikretmek mümkündür. Me­sela: Bir kimse, Ben, Elif, Lam, mim, Bakarayı veya "Elif, lam, mim, Âl-i İmra-nı okudum." der. Böylece anlatmak istediği sureyi tanıtmış olur. Nitekim, "Ah­met" veya "Muhammed" gibi isimlerle adlandırılan insanlar, bir'den çok olabi­lirler. Bu gibi insanları da birbirlerinden ayırdetmek için bir kısım sıfatlar zikre­dilir.

Bu mukatta'a harflerinin birer giriş olduklarını, Allah tealanın, kelamını bunlarla açtığını söyleyenlerin görüşlerinin izahı ise şöyledir: "Bu harfler, bir surenin başlayıp bittiğini ve başında bulunduğu diğer surenin başladığını göste­rirler. Böylece Arap dilinde Bel kelimesi bir kasidenin başlayıp diğerinin bittiğini gösterdiği gibi bu harfler de sureleri bu şekilde birbirlerinden ayırdet-miş olurlar." Bu hafrlerin bazılarının, Allah tealanın isimlerinin, diğer bazıları­nın da, Allah tealanın sıfatlarının kısaltılmış şekilleri olduklarını ve her bir har­fin, kendisine göre bir mânâsı olduğunu söyleyenler ise şu şekilde izahlarda bu­lunmuşlardır. "Elif harfi "Ene" yani "Ben" zamirinin kısaltılmışıdır. Lam harfi "Allah" isminin kısaltılmışıdır. Mim harfi A'lemu ya­ni "Ben bilirim." kelimesinin kısaltılmışıdır. Böylece Elif, Lam Mim'in mânâsı: "Ben Ali ahım, bilirim." demek olur. Bu şekilde izahta bulunanlar, Arapçada konuşan kimsenin Yâ Nuh, yerine Yâ Nu, Yâ Mâlik, yerine Yâ Mâl, dediği yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. İşte bu hafrler de bunlara benzer bir takım kısaltmaları ifade ederler.

Bu harfler bir kısım kelimeleierin kısaltmalarıdır. Ancak "bu harflerden her birinin bir'den çok mânâsı vardır." diyenler şunu kastetmişlerdir. Elif, Lam, mim deki Elif harfi sadece bir kelimeden değil bir çok kelimeden kısaltılmış bir harftir. Yani Allah.keiimesinin birinci harfi, Âlâ, ni­metler kelimesinin birinci harfi, Ebced hesabındaki (1) sayısının karşılığı olan ve ömürlerinden bir yıl kalanları gösteren kelimesinin birinci harfidir. Lam harfi, Allah tealanın Latîf, isminin birinci harfi, Lütuf sıfatının birinci harfi, yine Ebced hesabında 30 rakamını gösteren ve ömürlerinden otuz yıl kalanları gösteren bir harftir. Mim harfi Allah tealanın Mecid, isminin birinci harfi, Mecd, sıfatının birinci harfi, Ebced hesabında (40) rakamını gösteren ve ömürlerinden kırk yıl kalanları ifade den bir harftir. Allah leaîa, bu harfleri tek başına zikredip bunla­rın kısaltıldığı kelime ve cümleleri zikretmemiştir ki, bir harfle bir çok mânâ ifade edilmiş olsun. Böylece Allah teala, kelamına başlamadan önce, kendisinin her şeyden haberdar olan ezeli bir ilim sahibi olüuğnu bildirmiş olmaktadır. Kullarına da konuşmalarının, mektuplarının ve önemli işlerinin başlarında bu yolu tutmalarını öğretmiştir. Nitekim diğer bir kısım surelere de kendisine hamd'i zikrederek, diğer bazılarına da kendisini tesbih'i beyan ederek başlamış­tır. Böylece Kur'an-i kerimin bazı surelerinin grisini de kendisine hamd ile baş­latmış, bazılarım teşbih ile başlatmış, bazılarını da ta'zim ile başlatmıştır. Başla­rında mukatta'a harfleri bulunan surelerin bazılarında kendisini ilimle, diğerle­rinde adaletle diğer bazılarında lütufla Överek veciz bir şekilde başlatmıştır.

Bu harflerin,, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiğini söyleyenler ise şunu di­yorlar: Biz, Mukatta'a harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade etme dışında bir mânâ taşıdıklarını bilmiyoruz. Allah tealanm, kullarına, anlayamadıkları ve dü­şünemedikleri şeylerle hitap etmesi caiz değildir. Bunlar, bu görüşlerine delil olarak, Abdullah b. Abbas'ın, Cabir b. Abdullah'tan naklettiği şu hadisi de delil olarak göstermişlerdir. Cabir diyor ki: "Resulullah Bakara suresinin girişi olan Zalikelkitabü Lareybe fin" âyetlerini okurken Ebu Ya-sir b. Ahtab onun yanından geçti ve Yahudilerle beraber bulunan kardeşi Huyey b. Ahtab'ın yanma vardı ve onlara "Biliyormusunuz, vallahi Muhammed'in, Aziz ve Celil olan Allah'ın, ona indirdiklerinden zali-kel kitabü âyetlerini okuduğunu işittim. Onlar, "Bizzat işittin mi?" diye sordu­lar, Ebu Yasir "Evet" dedi. Bunun üzerine Huyey b. Ahtab, oradaki Yahudilerle birlikte Resulullah'a gitti ve ona: "Ey Muhammed, sana indirilenler içinde zalikel kitabü, okuduğun anlatılıyor doğru mu?" diye sordular. Resu­lullah: . "Evet." dedi. Onlar: "Bunu sana Allah katından Cebrail mi getirdi?" dediler. Resulullah: "Evet." dedi. Onlar: "Allah, senden önce de Peygamberler gönderdi. Allah, onlardan herhangi bir Peygambere, iktidarının ve ümmetinin ecelinin ne kadar olacağını beyan ettiğini bilmiyoruz. Bunu ancak sana bildir­miş." dediler. Huyey b. Ahtab, arkadaşlarına yönelerek: "Elif (1) Lam (30) Mim ise (40) demektir. Bunlann hepsi (71) senedir. Şimdi sizler kendi iktidarı ve ümmetinin eceli yetmiş bir yıl sürecek olan bir Peygambaerin dinine mi gire­ceksiniz?" diye sordu. Sonra da Resulullah'a dönerek: "Ey Muhammed, bu za­mana ilave olarak başka bir şey var mı?" diye sordu. Resuluilah: "Evet." diye cevap verdi. Huyey: "O nedir?" dedi. Resulullah: Elif, Lam, Mim, sa'dir" dedi. Huvey: "Bu daha uzun." dedi. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Sa'd (90)'dır. Hepsi (161) senedir. Bunun dışında başka bir şey var mıdır?" dedi. Resulullah: "Evet" dedi. Huyey: "Bu daha uzundur. Elif (1) Lam (30) Râ (200)dür. Bunla­nn hepsi, (231) senedir. "Ey Muhammed, bundan başka bir şey yar mıdır?" de­di. Resulullah: "Evet" (,jı ) Elif, Lam, mim, Râ'dır." dedi. Huyey :" Bu daha uzundur. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Ra (200) dür. Bunların hepsi (271) yıl­dır." dedi. Sonra şunları söyIedi:"Ey Muhammed, senin işin bize karışık geldi. Öyle ki, sana çok şey mi yoksa az şey mi verildi bilemiyoruz." Bundan sonra Huyey kalkıp gitti. Ebu Yasir, kardeşi Huyey b. Ahtab ve onunla birlikte olan Yahudi hahamlarına şöyle dedi: "Ne biliyorsunuz, belki de Muhammed'e, bun­lann toplamı verilmiştir. Bunlar: 71 + 161+231+271= 734 yıl eder." Onlar da şu cevabı verdiler: "Onun durumu bize karışık geldi."

Mukatta'a harflerinin, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiklerini zikreden âlimler şu âyetlerin, yukarıda rivayet edilen Huyey b. Ahtab ve benzerleri hak­kında nazil olduğunu söylemişlerdir. "Sana kitabı indiren o'dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir kı­sım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür. Kablerinde eğrilik bulunnalar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunlann açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olan­lar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katındandır." derler. Ancak akıl sahipleri düşünür." [15]

Evet, bu görüşte olanlar, yukarıda zikredilen hadisin, söylediklerinin doğruluğunu ve bunlann dışındaki sözlerin fasit olduğunu gösterdiğini söyle­mişlerdir.

Taberi diyor ki: Bu görüşlerin doğru olanı" Bu harfler mukatta'a harfleri­dir, her birinin çeşitli mânâları vardır diyen görüştür. Öyle ki müfessirlerin zik­rettikleri bütün izah şekillerini kapsamaktadırlar "Bu harfler yirmi sekiz alfabe harfinden birer harftir. Allah teala bu hailleri zikrederek surelerin bu gibi harf­lerinden oluştuğunu bildirmek istemiştir." şeklindeki görüşü ihtiva etmemekte­dirler. Zira bu görüş, bütün sahabe ve tabiinin görüşlerinin dışında bir görüş ol­duğu için ve müfessirlerin görüşüne muhalif okluğu için fasit bir görüştür . Mevcut kesin delillerin bu görüşün aleyhine şehadet etmesi, bunun yanlışlığım ispatlamaya kâfidir. Aynca bu son görüşü ileri sürenlerin Zali-keMatabü', ifadesinin sonunun ötreli (merfu) okunması hususunda tereddüt et­meleri bazen Zalike'nin mübteda Kitabü'nün haber olduğunu söylemeleri bazan da Zalikel kitabü, mübteda "Lareybe fılV'in haber olduğunu bazan da "zalikel kitabü'nün mübte­da Hüden Lilmüttakîn'in haber olduğunu söylemeleri gösteriyor ki bunlar Elif-Lam, Mim harflerinin mübteda Zalikel Ki­tabü'nün de haber olduğu görüşlerinden vaz geçmişler ve "Bu harfler şu kitabın harfleridir" şeklindeki tevillerini bırakmışlardır.

Eğer denilcek olursa ki: "Mukatta'a harflerinden her birinin, değişik çeşit­li mânâları kapsaması nasıl caiz olabilir?" Ona cevaben denir ki: "Nasıl ki Arap-çada, bir kelimenin birden çok mânâsı olabilir, îek bir harfin de birden çok mânâsı olması mümkündür. Mesela Arapçada Ümmetün kelimesi, in­sanlardan oluşan bir cemaat" "Bir zaman dilimi" AUalıa itaat eden abıd kul an­lamına gelmekte, "Din" kelimesi. "Karşılık" "Kısas" İktidar" "itaat" ' Boyun eğme" "Hesap" vb, manalara gelmektedir. İşte, Allah tealanm zikrettiği gibi mukatta'a harflerinin her birinin de, bütün müfessirlerin söyledikleri görüşleri ihtiva edecek kadar mânaları olduğunu söylemek mümkündür. Bu harfler aynı zamanda surelerin başlangıcıdır. Bu harflerin, Allah tealanm isim ve sıfatlarından kısaltılmış harfler olduklarını söylemek, bu haillerin, surelerin başlangıcı olmalarına engel değildir. Zira Allah teala, Kur'an-ı kerimin bir çok surelerini, kendisine hamd ederek, kendisini överek, kendisini teşbih ve ta'zim ederek başlatmıştır. Bu harflerin de, Allah tealanm sıfatlarının ve isimlerinin kı­saltılmış şekilleri olarak surelerin başlarında bulundukları ve Allah tealanm bu sıfatlarına ve isimlerine yemin ederek sureleri başlattığını söylemek isabetlidir.

Aynı zamanda bu harfler, kısaltılmış birer hesabı ifade ederler, ve başla­rında bulundukları surelerin birer alamet ve isimleridirler, evet bu harfler bütün bu mânâları kapsamaktadırlar. Şayet bu harfler, bir çok mânâyı değil de tek bir mânâyı ifade etmiş olsalardı, ResuluUah (s.a.v.) o tek mânâyı, herhangi bir karı­şıklığa sebep olmayacak bir şekilde insanlara açıklardı. Çünkü Allah teala, Pey­gamberini, insanlara, ihtilaf ettikleri konulan açıklığa kavuşturması için gönder­miştir. Resululiahın, bunlann mânâlarını açıklamaması gösteriyor ki, bu harfler, yukarıda verilen mânâların sadece bir kısmını değil tümünü kapsamaktadırlar.

Taberi diyor ki: "Bu izah şeklini kabul etmeyenlere şunu sormak müm­kündür: "Bir kelimenin bir çok mânâya gelmesini kabul ediyorsun da bir harfin bir'den çok mânâya gelmesini nasıl kabul etmezsin?" Veya "Bu harfleri sadece mânâlardan birine tahsis edip diğerine tahsis etmemenin sebebi nedir? Senin ile­ri sürdüğün gerekçelerle diğerlerinin ileri sürdükleri gerekçeleri birbirinden üs­tün kılan delil nedir? Bu sorular karşısında teslim olmaktan başka çare yoktur.

Bu harfleri Arap şiirindeki Bel, harfine benzeterek bunlann sure­lerin başlangıç ve bitişlerini bildirme işaretleri olduklarını, bunlann başka bir mânâları bulunmadığını, sadece sözü uzatan harfler olduklarını söyleyen lügat âlimlerinin görüşlerine gelince: Bu görüş te bir kaç yönden yanlıştır.

Birinci olarak, bu görüş, Allah tealayı, Araplara kendi dillerinde bulun­mayan, hatta hiçbir dilde bulunmayan bir ifade ile hitabetmekle sıfatlandırmak­tadır. Zira Arapların, şiirlerinin başım Bel, harfiyle başlatmalan, kendile­rince bilinen bir husustu. Fakat bunların, herhangi bir sözlerini gibi harflerle başlattıkları, bilinmeyen ve görülmeyen bir husustur. Allah teala-nın, Araplara, bilmedikleri harflerle hiîabetttiğini söylemek, Kur'anın "Açıklayı­cı" sıfatına ters düşer. Halbuki Allah teala, Kur'an-ı kerimi açık bir Arap diliyle indirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhnmmcd, uyarıcılar­dan olasın diye bu Kur'am açık bir Arapça lisanı ile senin kalbine, ruhu! Emin olan Cebrail indirmiştir, [16]

Allah tealanm. Kur'anı, açık bir Arapça lisanıyla indirdiğini beyan etmesi, yukarıda zikredilen görüşü çürütmeye yeterlidir ve Arapların, bu harflerin mânâlarını bildiklerine delildir.

İkinci olarak Allah tealanm, kullarına, faydasız ve anlamsız şeylerle hita-bettiğini söylemek, onu boş bir şeyle meşgul olmak şeklinde sıfatlandırmak olur ki bütün muvahhitler, Alîaha böyle bir şeyin isnad edilmesini reddederler.

Üçüncü olarak, Arapların, şiirlerinin başında zikrettikleri Bel, har­finin, Arapçada bilinen bir mânâsı vardır. O da "Daha doğrusu, bilakis" demek­tir. Bu itibarla, mukatta'a harflerinin Bel, harfine benzeterek herhangi bir mânâ ifade etmediklerini söylemek doğru değildir. Zira Bel'in, bir mânâsı olduğu gibi bunlann da bir mânâsı vardır. Bu sebeple bunları Bel'e, benzetmek doğru değildir. [17]

 

2- İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe olmayan ve takva sahiplerine doğru yolu gösteren bir kitaptır.

Ey Muhammed, sana anlatıp açıkladığım bu Kur'anın, Allah katından geldiği hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bu Kur'an, rablerinin, kendilerine emret­tiği şeylerde ona tiaat ederek ve yasakladığı günahlardan da kaçınarak, Allah'tan korkan insanlar için, doğru yolu gösteren bir rehberdir.

Burada Kur'an-ı Kerimin rehberliğinin, sadece AHahtan korkanlara yani takva sahiplerine ait olduğu zikredilmektedir. Çünkü Kur'an, müminlerin kalb-leri için bir şifa, inkarcılar için de, onlann gözlerini kör eden bir perdedir.

Nitekim diğer âyet-i kerimelerde de Allah teala şöyle buyurmaktadır: "... Ey Mııhammcd, sen onlara şöyle de: "Kur'an, iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bîr ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür. [18] "Biz, Kur'anı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını artırır." [19]

Evet bu Kur'an, Allanın, kâfirlere karşı en mükemmel bir delilidir. Mü­min bu Kur'ania doğru yolu bulur. Bu Kur'an kâfirin ise aleyhine bir delildir.

Ayet-i kerimede geçen "İşte o kitap" ifadesinden maksat, Mücahid, İkri-me, Suddî, İbr.-i Cüreyc ve İbn-i Abbas'a göre "Bu kitap" demektir.

Taberi diyor ki: "Nasıl olur da görünmeyen bir şeyi işaret eden ve "O" aniamına gelen Zalike zamirinin, görünene işaret eden ve "Bu" anlamı­na gelen Hazâ yerine kullanıldığı söylenir?" diye sorulacak olursa ona cevaben denir ki: "Geçmiş olan ve geçmesi yakın olan bütün şeyler, görünür gibi kabul edilir ve ona göre cümleler kullanılır. Mesela bir adam diğer bir kimse­ye hitabettiğinde, dinleyen kimse ona: "Vallahi o şey söylediğin gibidir. Vallahi bu şey söylediğin gibidir." diye cevap verir. Böylece geçmiş şeyler hakkında bazan Zalike, yani "O" bazan da Hazâ, yani "Bu" zamiri kulla­nılır. Durum bu âyet-i kerimede de böyledir. Buradaki "O" zamiri mukatta'a harflere işaret etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Muhammetl, şimdi sana zikrettiğim ve açıkladığım bu harflerin kapsadığı mânâlar, kendisin­de şüphe olmayan bir kitaptır."

Burada, harfler biraz önce zikredildiğinden bunlara, görünmeyene işaret eden zalike, ile işaret edilmesi caiz olmuştur. Zira zalike, yeni geçen haberler için işaret olarak kullanılmaktadır. Bu haberlere, gözönünde bu­lunan haberler gibi muamele yapılır.

Bazı müfessirlere göre buradaki "O" zamiri. Bakara suresinden önce Mekke ve Medinede inen surelere işaret etmektedir. Buna göre mânâ şöyledir: "Ey Muhammet), sana indirmiş olduğum surelerin kapsadığı âyetler, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır." Buna göre, her ne kadar âyette "O sureler" derime-mişse de, sureler de Kur'anın birer parçası olduklarından "O" zamirini "Bu" za­miri diye izah etmek uygun olmuş zalikel kitabü, ifadesinden maksadın hazel kitab, olduğu söylenmiştir.

Bazı âlimlere göre, buradaki "O" zamirinden maksat, Tevrat ve İncite işa­rettir. Bu izaha göre zalike'nin hazâ, mânâsına olduğunu söy­lemeye ihtiyaç yoktur. Zira zalike, tam kendi mânâsında, göz ile görün­meyene işaret etmiş olur.

Ayette geçen ve "Kendisinde hiç şüphe olmayan" diye tercüme edilen "La reybe fıh" ifadesi, Mücahid, Atâ, Süddî, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Rebi b. Enes tarafından "kendisinde şek olmayan." diye izah edilmiştir.

Yine âyette geçen ve "Doğru yolu gösteren." diye tercüme edilen huden, kelimesi, Şa'bî tarafından "Sapıklıktan kurtaran" şeklinde. Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından "Nur olan" şeklinde izah edilmiştir. Bi­rinci izaha göre âyetin mânâsı "Takva sahiplerini sapıklıktan kurtaran" ikinci görüşe göre ise "Takva sahipleri için bir nur ve bir aydınlık olan" demektir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Allah tealanın kitabı, sadece takva sahipleri için mi bir nurdur ve sadece müminlere mi doğru yoiu gösterir?" Ona cevaben denilir ki: "Evet, Allah tealanın kitabı, onun vasıflandırdığı gibi­dir. Şayet o, takva sahibi olmayanlar için de bir nur olsa ve mümin olmayanlara da doğru yolu gösterecek olsaydı, Allah teala onu, "Takva sahiplerine doğru yo­lu göstermeye tahsis etmiş olmazdı. Tüm uyarılanlar için böyle olduğunu beyan ederdi. Doğrusu Kur'an, takva sahiplerine doğru yolu gösteren, müminlerin kalblerinde olan hastalıkları tedavi eden bir kitaptır. Kendisini yalanlayanların kulaklarında bir ağırlık, inkâr edenlerin gözlerini örten bir körlük, kâfirlere karşı Allanın kesin delilidir. Mümin, onunla doğru yolu bulur. Kâfir de onunla sustu­rulur.

Âyette zikredilen ve "Takva sahipleri" diye tercüme edilen ( lil müttakin, ifadesi, Hasan-ı Basri tarafından "Kendilerine haram kılınanlardan kaçman ve kendilerine farz kılananları eda edenler." diye izah edilmiştir. Abdul­lah b. Abbas tarafından da "Bildikleri hidayeti terketmeleri halinde, Allanın, kendilerini cezalandırmasından korkanlar ve Allanın gönderdiklerini tasdik et­tikleri takdirde, onun merhametini umanlar." şeklinde izah edilmiştir. Ebu Mâlik, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir izaha göre de onlar bu ifadeyi "Müminler" diye izah eünişlerdir. Kelbî tarafından ise, "Büyük günahlardan kaçınanlar." şeklinde izah edilmiş, Dehhak'ın Abdullah b. Abbastan rivayetine göre o da bu ifadeyi: "Allaha ortak koşmaktan kaçınan ve ona itaat eden müminler." şeklinde izah etmiştir. Katade ise "Müttakiler"den maksadın, daha sonra gelen âyetlerde, "Gayba iman etme, namazı kılma, kendi­lerine verilen nzıklan intak etme,, sıfatları zikredilen kişiler." olduğunu söyle­miştir.

Taberi, bu izahlardan, en tercihe şayan olanın, "Takva sahiplerinden maksat. Allanın yasakladığı şeylerden kaçınan ve Allanın emrettiği şeyleri yeri­ne getirerek ona itaat eden kimselerdir." diyen görüş olduğunu söylemiş, âyetin genel ifadesinin bunu gerektirdiğini, âyeti takvanın herhangi bir dalına tahsis et­meye dair herhangi bir delil bulunmadığını beyan etmiş ve buradaki "Tak-va"dan maksadın, "Allaha ortak koşmaktan kaçınmak ve nifaktan beri olmak" diyenlerin görüşlerinin doğru olmadığını söylemiştir. Bu görüşte olanların "ni­fakı" "Allanın haram kıldığı şeyleri işleme ve farz kıldığı şeyleri yapmama." mânâsına aldıkları takdirde, takvayı izahlarının doğru olabileceğini beyan et­miştir. [20]

 

3- 0 takva sahipleri ki gayba iman ederler, namazı dosdorğu kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan, Allah yolunda harcarlar.

Onlar, gayba iman ederler. Yani, gözleriyle görmedikleri, cennete, ce­henneme, sevaba, günaha, cezaya, mükâfaata içten inanırlar. Ve Allaha melek­lere, kitaplara ve Peygamberlere de iman ederler/Namazı dosdoğru kılarlar. Ya­ni, İbn-i Abbas'in da dediği gibi, o namazı, rükuunu, secdesini, kıraatini ve hu-şuunu tam yaparak, kendilerine farz kılındığı şekilde hakkıyla edea ederler.

İçinde haram bulunmayan helal malların zekâtlarını vermeleri ve övgüye layık, olan diğer harcamalarda bulunmaları gibi, kendilerine nzık olarak verilen şeyle­rin temiz ve helal olanlarından Allah yolunda harcarlar.

Âyet-i kerimede geçen "İman ederler" ifadesinden maksat, Abdullah h. Abbas'a göre "Tasdik ederler" demek, Rebi' b. Enes'e göre ise "Korkanlar" Züh-riye göre de "Amel İşleyenler" demektir.

Taberi diyor ki: "Araplara göre "İman etme"nin mânâsı "ikrar etmek ve doğrulamak" demektir. Bir şeyi sözüyle ikrar edene de "Mümin" denir. Bir sözü ameliyle doğrulayana da "Mümin" denir. Allah için herhangi bir şeyden kork­mak ta, sözle ve amelle tasdik eüne anlamına gelen "İman" kavramının içine gi­rer. "İman" kelimesi, Aİlahı, kitaplarını ve Peygamberlerini dil ile ikrar ve bu ikrarı amel ile doğrulamayı birlikte kapsamaktadır. Bu itibarla âyet-i kerimeyi, "Gayba iman ettiklerini kalbleriyle tasdik ve dilleriyle ikrar eden ve amelleriyle doğrulayanlar." şeklinde izah etmek daha evladır. Zira Allah teala. burada "İman" kelimesini özel bir kavramla sınırlamayıp genel bir şekilde zikretmiştir.

Âyet-i kerimede geçen Gayb, kelimesinden maksat, Said b. Cü-beyr'in, Abdullah b. Abbastan rivayet ettiğine göre "Allah kalından gelenler" demektir.

Ebu Salih'in, İbn-i Abbastan, Süddinin Ebu Mâlikten, Mürre'nin İbn-i Mes'uddan rivayet ettiklerine göre "öayb" kelimesinden maksat, "Cennet ve ce­hennem gibi, kulların gözleriyle göremedikleri şeyler." demektir. Katade de bu görüştedir. Âsım'ın, Zir b. Hubeyş'ten naklettiğine göre "Ğayb"den maksat, Kur'an demektir. Rebi' b. Enes'e göre ise "Gaybe iman etme" Allaha, melekleri­ne. Peygamberlerine, âhiret gününe, cennete, cehenneme, Allahın huzuruna çık­maya ve Öldükten sonra dirilmeye iman etme" demektir.

Müfessirler, bu ve bundan önceki âyetlerin, sıfatlarını zikrettiği kişilerden kimleri kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddinin Ebu Mâlikten, Ebu Salibin İbn-i Abbastan, Mürrenin İbn-i Me-suddan rivayet ettiklerine göre bu âyetlerde sıfatlan zikredilen müminlerden maksat, ehl-i kitap olmayan müminlerdir. Bundan sonra gelen "Onlar, sana indi­rilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar ina­nırlar." âyeti ise eh!-i kitabın iman edenlerini vasıflandırmaktadır. Zira. Allah teala. Hz. Muhammedi Peygamber olarak göndermeden önce ehl-i kitap olma­yan Araplara kitap göndermemiştir. Onların dışındaki Yahudilere ve Hıristiyan-lara kitap göndermiştir. Bu sebeple Allah teala müminleri iki kısım olarak zik­retmiştir. Birinci kısımda olanlar daha önce kendilerine kitap gelmeyen ve ima-ni meselelerden haberdar olmayan müminlerdir ki onları "Gayba iman edenler" şeklinde vasiflandırmıştır. İkinci kısmı ise, daha önce kendilerine kitap verilen ehl-i kitaptır ki onlan da "Sana ve senden önce indirilenlere iman edenler." şek­linde vasıflandırmıştır. Diğer bir kısım âlimlere göre bu surede zikredilen dört âyette sıfatlan anlatılan "Mümin"lerden maksat, sadece ehl-i kitaptır. Zira bun­lar, kendilerinin gözledikleri gaybla ilgili meseleleri, Kur'anın zikretmesi üzeri­ne, Kur'ana da iman etmişler bu sebeple "Gayba iman edenler" diye vasıflandı­rılmışlardır. Daha Önce indirilen İncil ve Tevrat'a iman ettiklerinden dolayı da "Senden önce indirilenlere iman edenler." diye vasıflandırılmışlardır.

Başka bir kısım âlimler ise bu surenin baş tarafındaki tört âyette zikredi­len "Müminler" ifadesine ehl-i kitap olsun veya olmasın bütün müminlerin gir­diğini söylemişlerdir. Bunlar, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi "öaybi hususlara iman etme" ifadesine, Resulullaha bütün indirilenler ve ondan öncekilere indirilenler" girmediğinden dolayı bunları beyan eden âyetin ayrıca zikredilmesine ihtiyaç olduğunu, bu nedenle zikredildiğini, yoksa müminleri iki sınıfa ayırma maksadıyla zikredilrnediğini söylemişlerdir. Müminler rablertni razı edecekleri bütün ful ve davranışları bilmelidirler ki onların hepsini yaparak rablerini razı etsinler. Bu nedenle "Gayba iman etme" yanında Resulullaha İndi­rilenlere ve ondan öncekilere indirilenlere iman etme ve diğer sıfatların hepsi zikredilmiştir. Bu görüş, Mücahid ve Rebi' b. Enes'ten rivayet edilmektedir. Mücahidin şöyle dediği nakledilmektedir: "Bakara suresinin başındaki dört âyet müminlerin sıfatlan hakkında, iki âyet kâfirlerin sıfatları hakkında, on üç âyet ise münafıkların sıfatlan hakkındadır." Rebi' b. Enes'ten de buna benzer bir ri­vayet nakledilmektedir.

Taberi, bu görüşlerden, dört âyetin iki sınıf mümini beyan ettiğini söyle­yen Örüşün daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşte olanların beyan ettikleri deliller kuvvetlidir. Ayrıca bunlardan sonra gelen âyetlerde kâfirlerin de, kalbleri mühürlenen açıkça kâfir olanlar, iman ettiklerini söyledikleri halde iman etmeyen münafıklar." şeklinde iki kısma ayrılmaları, müminlerin de iki kı­sım olduklarını gösteren bir delildir." demiştir.

Ayette zikredilen ve "Dosdoğru kılarlar" tliye tercüme edilen yukîmûne, ifadesinden maksat, "Namazı, bütün erkânıyla, mükemmel bir şekil­de kılanlar." demektir. Abdullah b. Abbas "Bu ifadeden maksat, rükuu, secdesi, kıraati ve huşuu tam olarak yerine getinnek ve namazda kişinin kendisini tama­men namaza venniş olması" demektir." dye izah etmiştir.   

Burada zikredilen "Namaz"dan maksat, farz namazlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı ise "Dua etmek" demektir. Taberi diyor ki: "Kanaatimce namazın, "dua" anlamına gelen salat. kelimesiyle ifade edilmesinin sebebi, dua edenin, duasıyla rabbînden, dileklerinin karşılanmasını istediği gibi, namaz kıla­nın da ibadetiyle rabbinden dilediklerini kabul etmesini istemesidir.

Âyette geçen: "Kendilerine verdiğimiz nziktan Allah yolunda harcarlar." ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas'a göre, Allanın kendilerine farz kıldığı zekâtı vermeleri ve bunun sevabını Allahtan beklemeleridir. Ebu Mâlik, Abdul­lah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifa­deden maksat, zekât âyeti inmeden önce, kişinin aile fertlerine harcadığı nafaka­lardır.

Taberi, âyeti umumi mânâda anlamanın ve buradaki "Harcama"dan mak­sadın, insanların, mallarında gerekli olan bütün harcamalar olduğunu söyleme­nin daha doğru olacağım, bu ifadeye, zekât ve nafaka gibi bütün mâli yükümlü­lüklerin de gireceğini söylemiştir. [21]

 

4- Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirctc de kesinlikle onlar inanırlar.

Onlar, senin, Allahtan getirdiğini ve senden önceki Peygamberlerin Al­lahtan getirdiklerini tasdik ederler. O Peygamberler arasında fark gözetmezler. Ve Allahtan etirdiklerini tasdik ederler. Onları inkâr etmezler. Onlar, bu dünya hayatından sonra gelen âhirete ve âhirette gerçekleşecek olan tekrar dirilme ve ortaya çıkmaya, sevaba ve cezaya, hesaba çekilmeye, amellerin Ölçülüp tartıl­masına kesin olarak iman ederler. Bunları inkâr eden müşrikler gibi olmazlar.

Allah teala bu âyeti kerime ile, dolaylı yolla, ehl-i kitabın, Resulullaha ve Kur'ana iman etmeyen kâfirlerini kınamaktadır. Çünkü onlar Resulullaha ve Kur'ana iman etmedikleri halde Resulullahtan önce indirilen kitaplara iman et­mekle kurtulmuş olabileceklerini, kendilerinin hidayette olduklarını ve cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanların girebileceklerini iddia etmişlerdir. Allah teala. Bakara suresinin başında, onların iddialarını yalanlamış ve kullarına bil­dirmiştir ki, bu Kur'an, hem Muhammede ve onun getirdiklerine hem de ondan önce gelen Peygamberlerin getirdiklerine iman edenlere rehberdir. Sadece, geç­miş dinlere iman edenlere rehber değildir.

Kıyamet gününe "Âhiret günü" denmesinin sebebi, onun, dünya hayatın­dan sonra gelmesidir. Veya âhiretin,.varlıklar yaratıldıktan sonra gerçekleşecek olmasıdır. [22]

 

5- İşte rablcrinin doğru yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa eren­ler de bunlardır.

Gayba iman edenler ve Muhammede indirilene ve ondan önceki Peygam­berlere indirilenlere iman edenler, işte onlar, rablerinden verilen bir nur, bir isti­kamet ve açık bir delil üzeredirler. Kurtuluşa erenler de bunlardandır. Bunlar, yaptıkları ameller karşılığında, diledikleri kurtuluşun ve cennette ebedi olarak kalışın şuuru içinde olanlardır.

Âyette zikredilen "Rablerinin gösterdiği doğru yokla olanlar"dan mak­sat, Ebu Mâlik, İbn-i Abbas ve İbn-i Mes'ud'a göre gayba iman eden takva sahi­bi müminler ve Resulullaha ve ondan Önceki Peygamberlere iman eden mümin­lerdir. Bunların hepsi hidayet üzere olmakla ve kurtuluşa erecek olmakla sıfat-landınlmışlardır.

Diğer bir kısım müfessirlere göre "Doğru yolda olanlar"dan maksat, "Gayba iman etmek, Resulullaha ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman etmekle sıfatlandırılan takva sahipleridir."

Başka bir kısım âlimlere göre ise "Doğru yolda olanlar"den maksat, hem Resulullaha bindirilenlere hem de ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman eden ehl-i kitaptır. Bunlar, hidayet üzere olmakla ve kurtuluşa ermekle sı-fatlandırılmışlardır.

Taberi, bu görüşlerden birinci görüşün daha tercihe şayan olduğunu, zira âyet-i kerimede, hidayet üzere olma sıfatının, müminlerden ehl-i kitap olan veya olmayan herhangi birine tahsis edildiğine dair bir işaret bulunmadığını, ayrıca amelleriyle elde edecekleri mükâfatlarda eşit olan müminlerden bir sınıfın özel bir mükâfatla Ödüllendirilmelerinin, Allanın adaletine ters düşeceğini söylemiş­tir.

Âyette zikredilen "Kurtuluşa erenler de bunlardır." ifadesi Abdullah b. Abbas tarafından şöyle izah edilmiştir: "İşte istediklerine kavuşanlar ve şerrin­den korkarak kaçtıkları şeylerden kurtulanlar bunlardır." Yani, işledikleri amel­leriyle ve iman etmeleriyle Allahtan istedikleri sevaplara ve cennetlerde ebedi kalmaya ulaşanlar bunlardır. Ve Allanın, düşmanları için hazırladığı cezalardan kurtulanlar da bunlardır. [23]

 

6- Şüphe yok ki, kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler.

Ey Muhammed, o kâfirler, Kur'an. ve senin Peygamberliğini inkâr eden­lerdir. Onlara göre senin onları uyarıp uyarmaman eşittir. Çunku onlar, ne ya parsan yap, imana gelmezler.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Üzerlerine rabbinin hükmü hak olanlar, iman-etmezler." "Onlara her türlü delil gelse de, can yakıcı azabı, görmedikçe, iman etmezler." [24]

Âyette zikredilen "Kâfirler"den kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. İkrime ve Said b. Cübeyr'in Abdullah b. Abbastan nak­lettiklerine göre, burada zikredilen "Kâfirler"den maksat, Resulullahın döne­minde Medine çevresinde yaşayan Yahudilerdir. Allah teala, Hz. Muhammedi tanımaları ve onun, Peygamber olacağını bilmelerine rağmen onu inkâr eden Yahudileri kınamış, kalblerinin mühürlü olduğunu zikretmiştir.

Ali b. Ebi Talha'nın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise, Abdul­lah b. Abbas bu âyeti şöyle izah etmiştir. "Resulullah (s.a.v.) bütün insanların iman etmelerini ve doğru yolda kendisine tabi olmalarını çok arzuluyoalıı. Onun bu şiddetli arzusunu bilen Allah teala, daha önce iman edecekleri yazılı olanlardan başkasının iman etmeyeceğini ve daha önce iman etmeyecekleri ya­zılı olanlardan başkasının da sapıklığa düşmeyeceğini bildirdi.

Rebi' b. Enes ise bu âyette zikredilen "Kâfırler"den maksadın. Bedir sa­vaşında öldürülen küfrün elebaşıları olduklarını ve bunların şu âyette de zikre-dildiklerini söylemiştir. "Kâfirlerin, AUahın nimetlerine şükredecekleri yer­de, Aîlahı inkâr ettiklerini, kavimlerini helak yurduna sürüklediklerini görmez misiniz?" "Helak yurdu cehennemdir. Onlar oraya gireceklerdir. O, ne kötü bir yerdir. [25] Rebi' b. Enes'in bu görüşünün dayanağı şudur: Al­lah teala bu âyette, kötüleri uyarıp uyarmamanın, onlara hiçbir fayda vermeye­ceğini, onların kalblerinin mühürlendiğini beyan etmiştir. Halbuki kâfirlerden bir kısmı, daha sonra, Resulullahın uyarısından faydalanarak iman etmişlerdir. Bundan anlaşılmıştır ki, âyette zikredilen kâfirlerden maksat, iman etmeden. Bedirde öldürülen küfrün elebaşılarıdır.

Taberi, Abdullah b. Abbastan nakledilen birinci görüşün tercihe şayan ol­duğunu zikretmiş ve gerekçe olarak şunları özetle söylemiştir. "Allah teala bun­dan önceki âyetlerde ehl-i kitabın iman edenlerini övmüştür. Bu âyetlerde de yi­ne ehl-i kitabin iman etmeyenlerinden haber vermesi ve onlan kınaması uygun­dur. Zira onların sıfatları farklı olsa da hepsi de ehl-i kitaptır. Böylece Allah tea­la, ehl-i kitabın iman edenleriyle iman etmeyenlerini karşılaştırarak birlikte zik­retmiştir.

Allah teala bu âyetlerle, Resulullahın hak peygamber olduğunu gizleyen Yahudi hahamlarına karşı onu desteklemiştir. Bunu böylece bilmiş olsunlar ki, Tcvratı Hz. Musaya gönderen Allah teala Hz. Muhammenle ele bunları öğretmiştir. Zira, ne Muhammed ne de kavmi, Kur'an inmeden önce bu gibi şeyleri bili­yorlardı. Bu hal de, Yahudilerin, Hz. Muhammedin Peygamberliği hakkında şüpheye düşmelerini bertaraf eder, Onun, Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu ortaya koyar. Zira onlar, okur yazarlığı olmayan bir millet içerisinde ortaya çıkan ve okur yazarlığı olmayan bir kişinin onların gizlemiş oldukları ha­berleri ortaya çıkarması durumunda onun peygamberliği hakkında nasıl şüpheye düşebilirler ki?

Resulullahın okur yazarlığı yoktu. O bir takım hesaplan da bilmiyordu. Bu itibarla ona, "Kitapları okudu da öğrendi." Yahut: "Hesap yaparak kâhinlik yaptı." Veya "Resulullah ile ilgili bir kısım haberleri gizleyen Hahamlardan okuyarak bu tür bilgilere sahip oldu." şeklinde iddialar onun hakkında hiç yakı­şık almayan iddialardır.

Taberi diyor ki: "Bu âyette zikredilen kâfirlerden maksadın ehl-i kitap olan kâfirler olduğunun diğer bir delili de şudur ki: "Allah teala, bundan sonra gelen âyetlerele, münafıklara ve Hz. Âdem ve Havva kıssasına değindikten son­ra tekrar ehl-i kitap'tan bahsetmiştir. Madem ki önce ehl-i kitabın müminleri söz konusu edilmiş ve yine ehl-i kitaba dönülmüştür. O halde bunların arasında zik­redilen kâfirlerden maksat ta, ehl-i kitap olan kâfirlerdir.

"Küfür" kelimesinin lügat mânâsı "Örtmek" demektir. Bundan dolayıdir-ki, karanlığı ile bütün eşyayı örten geceye de "Kâfir" denmiştir, Yahudiler de Resulullahın hak Peygamber olduğunu bildikleri halde o gerçeği gizlemeleri se­bebiyle kendilerine "Gerçeği örten" anlamına "Kâfir" denmiştir. Nitekim Allah teala bunlar hakkında başka bir âyette şöyle buyurmuştur: "İndirdiğimiz apa­çık delilleri ve hidayeti, biz, insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara Allah lanet eder. Hem de bütün lanet edenler lanet cdcr. [26]Bu âyeti kerimede de: "Şüphe yok ki kâfirleri uyarsan da uyar-masan da birdir. Onlar iman etmezler" buyurulmaktadır.

- Taberi diyor ki "Âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir: "Ey Muhammed. Medinede yaşayan Yrnudi hahamlarından, senin peygamberliğini bildikleri hal­de ve ben de kendiler nden, gönderdiğim şeyleri gizlemeyeceklerine dair ahit al­dığım halde, senin hak Peygamber olduğunu gizleyen ve seni inkâr eden bu ; Kâfirleri uyarsan da uyarmasan da aynıdır. Çünkü onlar iman etmezler. Hakka dönnîezler. Seni ve senin getirdiğin şeyleri doğrulamazlar.

Abdullah b. Abbas ta bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Onlar, kendilerinde bulunan ilmi ve Allanın, kendilerinden aldığı ahdi inkâr ederek hem kendi bilgi­lerini hem de senin getirdiklerimi inkâr etmişlerdir. Artık onlar senin uyarmanı ve korkutmanı nasıl dinleyeceklerdir?-..  [27]

 

7- Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlcmiştir. Gözlerinin üzerinde de perde bulunmaktadır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.

Allah onların kalblerini ve işitme duyularını kapatmıştır. Bunlar o mühür­lü kalbleri ve kulaklarıyla iman etmeye bir yol bulamazlar. İnkarcılıktan da kur­tulamazlar. Onların gözleri üzerinde de bir perde vardır ki bu halleriyle artık doğru yolu göremeler. İşte bunlar Allaha itaati terketmeleri ve farzları yerine getirmemeleri sebebiyle büyük bir azaba düşeceklerdir.

* Eğer denilecek olursa ki: "Kalbler nasıl mühürlenir? "Çünkü mühürle­mek, bir kısım kaplan, zarflan ve kılıfları kapatıp mühürlemektir? Cevaben de­nilir ki: "Kalbler de içlerinde bulunan ilimlerin kaplan, kulaklar da işitilen şey­lerin kutlarıdır. Bu itibarla onların da mühürlendiklerini söylemek yerinde bir deyimdir. Ancak bunların mühürlenmelerinin nasıl olacağı çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

A'meş diyor ki: "Mücahid bize elini göstererek şöyle dedi: "Kaiblerin bu yumruk gibi olduğunu söylüyorlardı. O, bir günah işlediğinde bunlardan biri (parmaklardan biri) kapanır. Mücahid bunu söylerken serçe parmağını gösterdi. Sonra diğer bir parmağım göstererek: "Kul, bir günah işlediğinde o da böyle ka­panır." Başka bir parmağını göstererek yine: "Kul, günah işlediğinde bu da böy­le kapanır." dedi ve böylece bütün parmaklanın kapattı ve devamla şöyle dedi: "Sonra bu kalbin üzeri bir mühürle mühürlenir." Hayır doğrusu onlann yaptikla-n kalblerini paslandımııştır. [28]âyetinde zikredilen "Paslandirrmştır" ifadesi­nin, bu mühürlenmeyi beyan ettiği söylenmiştir.

Abdullah b. Kesir, yine Mücahidin şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Paslanma, mühürlenmeden daha hafif, mühürlenme de kilitlenmeden daha ha­fiftir. Bunların en dehşetlisi kilitlenmedir.

Diğer bir kısım âlimler, kaiblerin mühürlenmesini şöyle izah etmişlerdir: "Allah teala, bu âyet-i kerimesinde bildirmiştir ki bir Önceki âyette zikredilen kâfirler, davet edildikleri hakkı dinlemekten yüzçevirmişjer ve hurra gururlarına yedirememişlerdir. Nitekim kendisine bir söz söylendiğinde onu dinlemekten imtina edene ve gururlanarak onu anlamak istemeyene "Bu adam bu söze karşı sağır kesildi." denir. Bu şekilde izahta bulunanlara göre mühüdenmekten maksat, mecazi bir ifadedir. Kâfirlerin, hakkı dinlemediklerini beyan eder.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu mühürlenmenin izahı hususunda doğru plan yorum, bu gibi şeyleri izah eden tefsir, Resulullahm şu sahih hadisidir.

"Şüphesiz ki kul, bir hata işlediğinde kalbinde siyah bir nokta mey­dana gelir. Eğer o, bu hatadan el çeker, af diler ve tevbe edecek olursa kal­bi parlatılır. Şayet tekrar o hataya dönecek olursa kalbindeki siyah nokta­lar artırılır. Öyle ki bütün kalbini kaplar. Allah tcalanın şu âyetinde zikret­tiği pas işte budur. "Hayır, doğrusu onların yaptıktan kalblerini paslandırmıştır, [29] [30]

Resulullah bu hadis-i şerifiyle, beyan ediyor ki: Günahlar peşpeşe kalbin üzerine gelirse onu perdeler. Ve perdeleyince de Allah tarafından bir mühür onu mühürler. Artık iman böyle bir kalbe yol bulamaz. İnkâr da oradan çıkamaz.

İşte âyet-i kerimenin beyan ettiği "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir." ifadesi de bu hususu beyan etmektedir. Gözle görülen kaplann içlerine bir şeyler konduktan sonra, açılmamaları için mühürlendikleri gibi âyette zikredilen kâfirlerin kalbleri de kapatılmış ve Allah tarafından mühürlen­miştir. Artık onlara dışandan iman girmez, içeriden de inkâr çıkmaz. Anc?'; mühürün açılmasından sonra bir değişiklik olabilir.

Ayette zikredilen "Mühürlenme"yi davet edildikleri haktan böbürlenme­leri sebebiyle yüz çevirmek olarak anlayanlara şunu sormak lazımdır: "Bu yüz çevirme işini, kibirlenk olarak mı yapmışlardır yoksa Allah mı onlara yüz çe-virtmiştir?" Eğer derlerse ki: "Yüz çevirme işini onlar yapmıştır." Onlara ceva­ben denilir ki: "Allah teala, âyet-i kerimede, kâfirlerin kalblerinin ve kulakları­nın bizzat kendisi tarafından mühürlendiğini bildirmektedir. Allanın onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemesini, onlann imandan yüz çevirmeleri ve on­lann, tevhid inancını kabullenmeye karşı böbürlenmeleri şeklinde izah etmek nasıl caiz olabilir? Zira bu. Allanın yaptığı bir iştir. Kâfirlerin yaptığı bir iş de­ğildir. Eğer derlerse ki: "Onlann yüz çevinTieleri ve böbürlenmeleri, Allanın,

onların, kalblerini ve kulaklarını mühürlemesi sebebiyledir. Burada sebebin ye­rine, sebebin meydana getirdiği sonuç zikredilmiştir." Onlara denilir ki: "Siz, bu izahınızla görüşünüzü terketmiş oluyorsunuz." Âyet-i kerimeyi, birinci görüşte olan âlimler gibi tefsir ediyor ve Allanın, kâfirlerin kalb ve kulaklarını mühür-Ieüğini söylüyorsunuz. Ayeti doğrudan doğaıya kâfirlerin İnkâr etmeleri ve imandan yüz çevirmeleri şeklinde izah etmiyorsunuz.

Âyet-i kerimede geçen "Gözlerinin üzerinde de perde vardır," ifadesi, kâfirlerin kalblerinin ve kulaklarının mühürlenmelerinden sonra zikredilmiş ve onların inkârlarında ısrarlı olduklarım beyan etmiştir. Böylece Allah teala bu âyet-i kerime ile Muhammed (s.a.v.)'e Yahudilerin hahamlarının halini tasvir et­miş, onların kalblerini mühürlediğini, böylece Allah tarafından gelen herhangi biröğütü dinlemeyeceklerini, Muhammede indirdiği kitabı düşünmeyeceklerini beyan etmiştir. Ayrıca onların kulaklarını da mühürlediğini böylece, Allanın Peygamberi olan Muhammed (s.a.v.)'in uyanlarını, öğütlerini de Peygamber ol­duğunu gösteren delillerini dinlemediklerini, düşünmediklerini, onun hak Pey­gamber olduğunu bildikleri halde onu yalanlayarak Allanın azabına uğrayacak­larından korkmadıklarını beyan ediyor ve yine Resuluİlaha bildiriyor ki. onların gözlerinin.üzerinde perde vardır. Hakkı göremezlerki kendilerinin sapıklıklarını ve adîliklerini anlamış olsunlar.

Allah teala, âyet-i kerimenin sonunda Resuluİlaha karşı çıkan bu Yahudi hahamları için büyük bir azap olduğunu, onun, Allah tarafından getirdiklerinin doğru olduğunu bildikleri halde, yalanlamalarının cezası olarak böyle bir azabı hak ettiklerini beyan etmektedir. [31]

 

8- Bir kısım insanlar vardır ki: "Biz, AHaha ve âhiret gününe iman ettik.11 derler. Halbuki onlar mümin değillerdir.

Bazı insanlar vardır ki: "Allahı ve kıyamet gününde tekrar dirilmeyi tas­dik ettik" derler. Halbuki onlar mümin değilierdir. Çünkü onlar, kalblerinde ola­nın aksini açıklıyorlar.

Bu âyette zikredilen "!nsanlar"den maksat, müfessirlerin ittifakıyla be­lirttikleri görüşe göre "Münafıklardır. Nitekim, Abdullah b. Abbas, Katade.

Mücahid, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyc bu insanlardan maksadın Medinede, Müslümanlardan korkarak mümin okluklarını söyleyen münafıklar olduklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, hicret yurdu olan Medine-i münevverede, Resuiullahı yerleştirip muzaffer kılınca ve onun davetini yayıp müslümanlan çoğaltınca müslümanlar, putlara tapan müşrikleri ve ehl-i kitap olan kâfirleri mağlup edince Yahudi hahamları, sırf kıskançlıklarından ve azgın­lıklarından dolayı Resuluİlaha kin ve düşmanlık beslediler. Allah, bunlar hak­kında başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu; "Kitap ehlinden bir çoğu, hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten dolayı, iman etmenizden sonra sizi tekrar kâfirliğe çevirmek isterler[32] Ehl-i kitap olan bu Yahudiler yanında Resuiullahı yurtlarında barındıran, onu destekleyen ve yardımına koşan Ensar'in içinden bir kısım insanlar, şirklerinde ve cehaletle­rinde devam ettiler. Açıkça kâfir olduklarını söylemeleri halinde müslümanlar tarafından öldürüleceklerinden veya esir edileceklerinden korktuktan için iman ettiklerini söyleyen fakat aslında iman etmeyen münafıklar ortaya çıkmışlardır. Bunlar da ehl-i kitabın kâfirleriyle işbirliği yaparak müminler aleyhine çeşitli tuzaklar kurmaya girişmişlerdir. Bunlar, Resuiullahı ve sahabilcri gördüklerinde "Biz, AHaha, Peygamberine ve âhiret gününe iman edenleriz." demişler, Yahu­dilerle başbaşa kaldıklarında da "Biz, sizinle beraberiz. "Biz iman ettik" diyerek müminlerle alay ediyoruz." demişlerdir. İşte Allah teala bu âyet-i kerimede bu tür insanları zikretmekte ve onların gerçekte iman etmediklerini açığa vurmakta ve "Halbuki onlar mümin değillerdir." buyurmaktadır. Âyet-i kerimenin bu son bölümü, imanı sadece "Dil ile ikrar" diye tanımlayan "Cehmiye" fırkasının gö­rüşlerini çürütmektedir. Zira Allah teala, kalben iman etmeyip, dilleriyle iman ettiklerini söyleyenlerin mümin olmadıklarını beyan etmiştir. [33]

 

9- onlar, Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değildirler.

Bunlar, inanmadıkları halde, öldürülmekten kurtulmak için. dilleriyle, kalblerindeki şüphe ve inkârın aksini söylerler. Ve bu sözleriyle Allahı ve mü­minleri kandınnaya çalışırlar. "İman ettik" derler. Oysa onlar, gerçekte başkasıni değil ancak kendilerini aldatmaktadırlar. Fakat bunun farkında değildirler.

Eğer denilecek olursaki: "Münafıklar, öldürülme ve esir edilme korku­suyla, inandıklarının aksine, müminlere karşı iman ettiklerini söylüyorlar böyle­ce kendilerini savunuyorlardı. Onların bu davranışlarına âyetin "Allahı ve mü­minleri aldatmaya çalışırlar." demesinin mânâsı nedir?" Buna cevaben denilir ki: "Araplar, kendisini savunmak için yalan söyleyip başkalarını kandırana da "Aldatan" derler. Burada münafıklar her ne kadar geçici dünyada müminleri al­datmaya girişmişi erse de aslında onlar, kendilerini aldatmışlardır. Zira bunlar, kendilerini çeşitli ümit ve emellerle savsaklarlar. Halbuki kendilerini elleriyle tehlikeye atar, zehir kâsesinden zehir içerler. Bizzat kendilerini Allanın azabına ve gazabına uğratırlar. Bu sebeple Allah teala onlar hakkında "Oysa sadece ken­dilerini aldatırlar." buyurmuştur.

Bu âyet-i kerimenin "Fakat bunun farkında değildirler." bölümü, "Allah teala ancak bilinçli bir şekilde kâfir olan, Allanın varlığını, birliğini ve Peygam­berlerinin ve kitaplarının hak olduğunu bildiği halde inkâr edenlere azap eder." diyenlerin görüşlerinin, Allah tarafından yalanlandığını gösterir. Zira, Allah tea­la bu âyet-i kerimede, münafıkları, Allahı ve Peygamberini aldattıklarım zannet­mekle vasıflandırmakta ve onların, Allah ve müminleri gerçekte aldatmadıkları­nın farkında olmadıklarını, bununla beraber cezalandırılacaklarını beyan etmek­tedir. Böylece inkarcıların kasıtlı olup olmadıklarının farketmediğini ortaya koymaktadır.

Taberi diyor ki: "Onlar, Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar." ifa­desinde Yuhadiûne, fiili, müşareket (İşteşlik) ifade eden bir fiildir. Bu­na göre, aldatmaların karşılıklı olması icabeder, yani, münafıklar, Allahı ve iman edenleri aldatmaya kalkışırken Allah ve müminler de onları aldatmaya kalkışmış olacaklardır.

Bir kısım lügat âlimleri buna cevaben demişlerdir ki Müfâale ba­bından gelen fiiller Arapçada bazan "Müşareket" (İşteşlik)" ifade etmezler. Ni­tekim Katelehumullah[34] âyetinin mânâsı "Allah onlarla savaş­tı." şeklinde değil "Allah onlan kahretsin" demektir. Bu âyet te bu kabildendir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Ben bu lügat âlimlerinin izah tarzına katılmıyorum. Âyette zikredilen  Yuhaddiûne fiili müşareket ifade etmektedir. Zira, münafıklar, kalblerinde olanların tersini dilleriyle söyleyerek Allah tealayı aldatmaya kalkışırken, Allah teala da onları derhal cezalandırma-yıp mühlet vererek aldatmış ve onlan hak yoldaymış gibi göstermiştir. Bu hu­susta şu âyet-i kerimede şöyle buyuru I m aktadır. "Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Biz onlara mühleti ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçallıct bir azap vardır[35]

Daha sonraki âyetlerin izahında da görüleceği gibi, Taberinin bu görüşü bir çok müfessir tarafından tasvip edilmemiş, "aldatma" sıfatı Allah tealaya iza­fe edilmemiştir.

Âyet-i kerimede zikredilen "Oysa sadece kendilerini aklatırlar." ifadesi gösteriyor ki, münafıklar aslında ne Allahı aldatabilmişlerdir ne de müminleri. Zira Allah, onların münafık olduklarını biliyor ve onlara mühlet veriyordu. On­lar Allah tealayı aldatmış olsalardı Allah tealanın, onları cezalandırmaması ica-bederdi. Münafıklar, aslında müminleri de alüatamamışlardır. Zira onlar, mii-ninlere karşı iki yüzlü görünmeleriyle onlardan herhangi bir menfaat elde ede­memişlerdir. Sadece kendi ellerinde bulunan mal ve evlatlarım muhafaza ede­bilmişlerdir.

Âyet-i kerimenin "Fakat bunun farkında değildirler." ifadesinden maksat, "Allahı aklattıklarını zanneden münafıklar, Allanın bunlardan haberdar okluğu­nun ve bunları derhal eezalandırmayıp, kendilerine mühlet verdiğinin farkında değillerdir." demektir."

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, münafıklar sana geldikleri zaman "Biz, şehadet ederiz ki, sen mutlaka Allanın Resulüsün." derler. Allah da bilir ki elbette sen onun Peygamberisin. Ve Allah, şehadet eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar." "Onlar, yeminlerini kendi­lerine siper edindiler. İnsanları Allanın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötü bir şeydi[36]

 

10- Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını da­ha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Onların kalblerinde. inançsızlık hastalığı vardır. O hastalık, Muhamme­din Peygamberliğinden şüphe etmeleridir. Allah, müminlerin imanlarını artırdı­ğı gibi onların da şüphe ve şaşkınlıklarını artırmıştır. Onlar için, acı veren, peri­şan eden bir azap vardır. Bu azap, inandıklarını iddia ederek yalan söylemeleri ve bunu, Allahı, Resulünü ve müminleri kandırmak için yapmalarından dolayı­dır.

Âyet-i kerimede "Onların kalblerinde hastalık vardır." buyurulnıakta-dır. Buradaki hastalık, maddi bir hastalık olmayıp, mânevi bir hastalıktır. Yani itikad ve inanç hastalığıdır. Bu hastalığın mahiyeti de Hz. Muhammedin Pey­gamberliği ve Allah katından getirdiklerinin hak olduğu hususunda şüpheye düşmeleri ve şaşkınlık içinde olmalarıdır. Nitekim, Abdullah b. Abbas, Abdur-rahman b. Zeyd, Katade ve Rebi' b. Enes, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.

Âyet-i kerimenin devamında "Allah, bu hastalıklarını daha da artırmış­tır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah teala, daha sonra farz kıldığı emirleri ve yasakladığı haramlarıyla münafıkların islam hakkında kalblerinde taşıdıkları şek ve şüphe hastalıklarını daha tla artırmıştır." demektir. Bu hususta başka bir âyet-i kerimede "Kur'andan bir sure indiği vakit, kâfirlerden bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını artırdı?" Doğrusu inen su­re iman edenlerin imanını kuvvetlendirir. Onlar bundan sevinç duyarlar." "Kalb­lerinde hastalık olanlara gelince: "Bu sure, onların murdarlıklarına murdarlık katar ve kâfir olarak ölür!er. [37] buyurulmaktadır.

Abdullah b. Abbas. Abdullah b. îvîes'ud, Kalade, Ahdurrahiîian b. Zeyd, ve Rcbi' b. Enes de, burada artırıldığı zikredilen hastalıktan maksadın, kalble-rindeki şüphe olduğunu ve onun artırıldığını söylemişlerdir.

Ayet-i kerimenin sonumla: "Onlar için can yakıcı bir azap vardır." buyu­rulmaktadır. Burada zikredilen Elîm kelimesi "Can yakıcı" diye tercü­me edilmiştir. Taberi, bu kelimenin Mu'iimun yani acı veren" mânâsına geldiğini söylemiştir.

Ayet-i kerimede geçen ve "Yalan söylediklerinden dolayı" diye ierdimc edilen "Bima kânü yekzibün, ifadsi. Küfe âlimlerinin kıraati şeklidir. Taberi de bu kıfaaiı tercih etmiştir. Medine, Hicaz ve Basralı âlimlerin çoğunluğu ise bu cümleyi "Bima kâmı Yükezzibıın" yani, "Yalanlamaları sebebiyle" şeklinde okumuşlardır. Buna göre ayetin mânâsı şöyledir: "Münafıkların, can yakıcı bir azaba uğratılmalannın sebebi, onların, Muhammedin Peygamberliğini ve onun Allah tarafından getirdikleri­nin hak olduğunu yalanlamaları sebebiyledir." Bu kıraati tercih eden âlimler

"Münafıkların sadece yalan söylemekle can yakıcı bir azabı hak etmeyecekleri­ni, bu azabı ancak Allanın Peygamberini ve kitabını yalanlayarak inkâra düş­mekle hak edeceklerini söylemişlerdir. Taberi bu son görüşe katılmadığını, bi­rinci kıraatin daha sahih olduğunu ve âyete, ona göre mânâ vermenin daha doğ­ru olacağını söylemiş, buna delil olarak ta diğer âyetlerde münafıkların yalan söylemeleriyle azaba uğratılacaklarının beyan edildiğini zikretmiştir. Nitekim, münafikûn suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, münafıklar sana geldikleri zaman "Biz şahadet ederiz ki, sen mutlaka Allanın Resulüsün." derler. Allah da bilir ki, elbette sen. onun Peygamberisin. Ve Allah şehadet eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar." "Onlar yeminlerini kendilerine siper edin­diler. İnsanları Allanın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötü bir şey­dir. [38]"Onlar yeminlerini kendilerine siper yaptılar. İnsanları Allanın yolun­dan uzaklaştırdılar. Onlar için alçaltici bir azap vardır." [39]

Görüldüğü gibi Allah teala, burada zikredilen birinci âyette, münafıkların yalancı olduklarını zikretaıiş, ikinci âyette ise, yeminlerini kendilerine siper edi­nerek yalan söylemeleri ve böylece insanları Allanın yolundan alıkoymaları yü­zünden, onlar için alçaltıcı bir azap olduğunu beyan etmiştir. Bu surede de, mü­nafıkların yalan yere "İman ettik" deyip müminleri aklatarak yalan söylemeleri sebebiyle can yakıcı bir azabı hak ettiklerini söylemek diğer âyetlerin ifadesine uygun bir ifadedir. Bu itibarla, bu mânâyı ifade eden kıraati tercih etmek yerin­dedir. [40]

 

11- Onlara, "yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" denildiği zaman onlar "Biz, ancak ıslah edicileriz." derler.

Onlara "İnkâr ve isyan ederek, Allahın dininden şüphe ederek ve Allah düşmanı Yahudileri dost edinerek yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denil­diği zaman onlar: "Biz, müminler ile ehl-i kitabın arasını düzeltmek isteyenle­riz. Bu sebeple bizler, bozgunculuk yapanlar değil, ıslah edicileriz." derler.

Âyette zikredilen "Onlar"dan maksat, Abdullah b. Abbas. Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilere göre "Münafıklardır. Yapmamaları iste­nen "Bozgunculuk" ise "İnkarcılıkları ve günah işlemeleridir."

Selman-ı Fârisî'den nakledilen başka bir rivayete göre ise "Onlar"dan maksat.-o döneme kadar henüz dünyaya gelmemiş olan insanlardır.

Taberi, "Onlar"dan maksadın. Resulullahm döneminde bulunan münafıklar ve onlardan sonra gelip aynı sıfatı taşıyan bütün münafıklar olduğunu söyle­menin daha evla olacağını zikretmiş ve özetle şunları söylemiştir. "Selman-ı Farisî, bu görüşüyle Resulullah döneminde bulunan daha sonra da ölüp giden münafıkları değil Selmanm yaşadığı dönemlerde henüz ortaya çıkmamış olan ve çıkmaları beklenen kimseleri kastetmiş olabilir. Bizim, diğer görüşü tercih etmemizin sebebi, bu hususta müfessirlerin ittifak etmeleridir."

Taberi diyor ki: "Yeryüzünde bozgunculuk yapmak"tîan maksat, orada Allanın yasakladığı şeyleri yapmak ve emrettiği şeyleri yapmamaktır. Nitekim melekler, Allah teaianın kendilerine yeryüzünde bir insan yaratacağını bildirme­si üzerine şöyle demişlerdir: "Bir zaman rabbin, meleklere: Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım." demişti. Melekler de "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni, överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilmedikleri­nizi bilirim." dedi. [41]

Münafıklar, yeryüzünde rablerine isyan ederek ve onun yasakladıklarını işleyip farz kddığı şeyleri yapmayarak ve Allanın dininden şüphe ederek yeryü­zünde fesat çıkarırlar. İman ettiklerini söyleyerek müminleri aldatmaya çalışır­lar. Al I ahi, kitaplarını ve Peygamberlerini yalanlayanlara yardım etmek için bir yol bulduklarında Allanın dostlarına karşı onlara yardım ederler. İşte böylece bozgunculuk çıkarırlar. Bu halleriyle de müminlerle kâfirlerin arasını bulmaya ' çalıştıklarını zannederek ıslah edici okluklarını iddia ederler. Fakat bu niyetleri­ne rağmen Allah onların azabını hiç de hafifletmez. Bilakis onlar için cehenne­min en alt katını vaadeder. Allah teala onlar hakkında "İyi bilin ki asıl bozgun­cular onlardır. Fakat farkında değillerdir.11[42]buyumıuştur. Bu âyet te gös­teriyor ki, kişinin inkâr veya günahında iyi niyetli oluşu onu kurtaramaz. Alla­nın azabı, sadece bilinçli bir şekilde inkâr edenleri değil, şuursuzca inkâr eden­leri de kuşatır. Ayet-i kerimenin sonunda "Biz ancak ıslah edicileriz." dediler" Duyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle izah etmiştir. "Münafıklar dediler ki, biz ancak müminlerle ehl-i kitabın arasını bulmak istiyoruz."

Mücahid ise şu şekilde izah etmiştir: "Münafıklar, Allaha isyan etmeye giriştiklerinde onlara, "Şöyle şöyle yapmayın." denilince onlar, "Biz ancak hida­yet üzere olanlar ve durumu düzeltenleriz." demişlerdir.

Taberi diyor ki: "Münafıklar gerek Yahudilere iyi davranarak onlarla mü­minlerin arasını bulup, ara bulucu olduklarını iddia etmiş olsunlar, gerekse Alla-hın yasak kıldığı şeyleri işledikleri halde onların kötü şeyler olmadığını söyle­yerek hidayet üzere olduklarını söylemiş olsunlar. Her iki halde de onlar, yaptıklan şeyde ıslah ediciler olduklarını zannediyorlardı. Fakat Allah teala, müna­fıkların bu iddialarını yalanlayarak buyurdu ki: [43]

 

12- İyi bilin ki asıl bozguncular onlardır. Fakat farkında değillerdir.

Ey müminler iyi bilin ki, Ali ahin koymuş olduğu sınırlan aşarak, kötü­lükleri işleyerek ve emredilen farzları terkederek bozgunculuk çıkaranlar aslın­da o münafıklardır. Fakat onlar, bozguncu olduklarının farkında değillerdir. On­lar ıslah ettiklerini zannederek bozguenculuk yapıyorlar. Zira onlar, Allanın em­rine karşı geliyorlar. Onun koyduğu sınırlan aşıyorlar. Onun farzlarını bırakıp haram kıldıklarını işliyorlar. Buna rağmen durumlarının farkında değildirler. [44]

 

13-.Onlara "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin." denildiği zaman: "Beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler, iyi bilin ki asıl beyinsizler onlardır. Fakat bilmezler.

Bu münafıklara: "Müminlerin tasdik ettikleri gibi siz de Muhammedi ve onun, Allah tarafından getinniş olduğu Kur'anı tasdik edin." dendiği zaman: "Beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edelim?" Aklı ve idraki olmayan şu in­sanlar gibi mi Muhammedi tasdik edelim?" derler. İyi bilinki, asıl cahil ve idra­ki olmayan beyinsizler onlardır. Zira onlar kendi kendilerine kötülük etmişler­dir. Aslında dinleri konusunda cahil olan, itikatlan ve görüşleri zayıf olanlar on-lardır,.Yoksa Allahı ve kitabını tasdik eden, cezayı ve mükâfaatı bilen müminler değil. Çünkü müminler rablerinin emirlerini tutup yasaklanndan kaçınarak ken­dilerini azaba sürüklenmekten kurtarmışlardır. Böylece fayda ve zararlarını bil­mişlerdir. Bu nedenle beyinsiz değillerdir. Fakat münafıklar bu durumun farkın­da değildirler.

* Âyette zikredilen "İnsanlardan maksat, Resulullaha ve onun getirdik­lerine iman eden "Sahabüerdir" Münafıklara: "Siz de Muhammedin ashabı gibi ona ve onun Allahtan getirdiklerine iman edin." denildiği zaman onlar mümin­leri, akılsızlık ve beyinsizlikle itham ediyor ve dış görünüşleriyle inanmış gibi görünseler de kalben iman etmiyorlardı.

Âyette zikredilen ve "Beyinsizler" diye tercüme edilen "Süfe-ha" kelimesi "Sefih" kelimesinin çoğuludur. "Sefıh"in asıl mânası ise

"Cahil" "Kıt görüşlü" ve "Fayda ve zararını düşünemeyen" kimse demektir. Münafıkların burada, beyinsizlikle itham ettikleri kimselerden maksat. Abdul­lah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes ve Abdurrahman b. Zeyd'in de izah ettikleri gibi, Resulullahın sahabileridir.

Allah teala, münafıkların bu ithamlarına cevaben, aslında beyinsizlerin kendileri olduklarını, zira kalbleriyle iman ederek Allanın emir ve yasaklarına uymadıkları için, kendilerini Allanın azabına sürüklediklerini, böylece fayda ve zararlarını bilmeyen beyinsiz ve cahil kimseler olduklarını ortaya koymuştur. Ne var ki bunlar bunu düşünmezler. [45]

 

14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" derler. Şey-tanlariyla başbaşa kalınca da "Şüphesiz biz sizinle beraberiz, onlarla sade­ce alay ediyoruz." derler.

Münafıklar, müminlerle karşılaştıkları zaman "Muhammede ve'onun, Al­lah tarafından gteirdiklerina iman ettik." derler. Ve bu sözü, canlarını ve malla­rını kurtarmak ve kendilerince kurnazlık etmek için söylerler. Diğer münafık ve müşriklerden, devamlı temasta olduklarının yanına gelip te, inkâr ve şirkte ele­başı olanlarla başbaşa kalınca da "Biz sizinle beraberiz, sizin izinizdeyiz ve ay­nen sizin gibiyiz. "Allaha ve âhiret gününe iman ettik" diyerek Muhammedin arkadaşlarıyla sadece eğleniyoruz." derler.

Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Yahudilerden bazı kimseler, Resulullahın sahabileri ile karşılaştıkları zaman "Şüphesiz ki biz sizin dininiz üzereyiz." diyorlardı. Kendilerini yoldan çıkaran arkadaşlarıyla başbaşa kaldıkları zaman da "Şüphesiz ki biz sizinle beraberiz, sizin dininiz üzereyiz. Biz, Muhammedin arkadaşlarıyla sadece alay ediyoruz." diyorlardı.

Ayet-i kerimede zikredilen "Onların şeytanlarTndan maksat, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud'a göre, münafıkların inkârda elebaşılarıdır. Kata-de ve Rebi' b. Enes'e göre bunlar, müşriklerdir. Mücahide göre bu şeytanlar, münafıkların, kâfirlerden, müşriklerden ve diğer münafıklardan olan arkadaşla­rıdır. Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu şeytanlardan maksat, mü­nafıkların elebaşıları ve şer işlerde önderleridir. [46]

 

15- Allah da onların alaylarının cezasını verir. Azgınlıkları içerisinde bırakır, bocalar dururlar.

Allah da onlara, alay etmelerinin cezasını verir. Görünüşte mallarını ve canlarını korumak suretiyle dünyada onların hoşlarına gidecek hükümleri icra eder. Halbuki müminlerle alay etmelerinin cezası olarak âhirette onlara elem ve­rici azaplar ve can yakıcı cezalar hazırlamıştır. Allah onların inkâr ve sapıklıkla­rını artırır. Şaşkınlık içerisinde bocalayıp dururlar. Kurtuluş için bir yol bula­mazlar.

Âyet-i kerimede geçen ve "Allah da onlann alaylarının cezasını verir." diye tercüme edilen ifadesinin lügat mânâsı "Allah da onlarla aley eder." demektir. Müfessirler, Allanın münafıklarla alay etmesinin ne mânâya geldiği hakkında farklı İzahlarda bulunmuşlardır. Bazı müfessirlere gö­re, Allah tealanın münafıklarla aley etmesinden maksat, Allanın onları derhal cezalandırmayıp kendilerine bir mühlet vermesi ve kıyamet gününde şu âyetlerde beyan buyurduğu şekilde davranmasıdır. "O gün mümin erkeklerin ve kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. (Melekler onlara) "Bugün sizin müjdeniz, altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebe-diyyen kalacaksınız. İşte büyük kurtuluş budur." (derler.) "O gün, münafık er­kek ve kadınlar, müminlere "Bize bakın da nurunuzdan istifade edelim." derler. Onlara: "Arkanıza dönün de nur isteyin" denilir. Müminlerle münafıklar arası­na, kapısı olan bir sur çekilir. Onun içinde rahmet, dış tarafında da azap vardır." "Münafıklar müminlere (Dünyada): "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye ça­ğırırlar. Müminler de: "Evet, fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız (müminlerin bir belaya uğramasını) beklediniz, (din hususunda) şüpheye düştünüz. Allanın emri gelinceye kadar boş emeller sizi aldattı. Sizi, Allaha karşı, aldatıcı (şeytan) aldattı." derler. [47]"Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Biz onlara mühleti ancak günahlarını ar­tırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır. [48]

Diğer bir kısım müfessirler, Allanın, münafıklarla alay etmesinden mak­sadın, onlan inkârlarından ve isyanlarından dolayı kınaması ve ayıplaması ya­hut da onlan helak etmesi ve yok etmesi olduğunu söylemişlerdir.

Başka bir kısım müfessirlere göre ise, Allanın onlarla alay etmesi, veya onlan aldatması yahut onlara hile yapmasından maksat, onları cezalandırmak is­tediğinde "Siz beni aldatamadınız ben sizi aldattım." şeklinde cevap vermesidir. Yani hile ve tuzaklarının kendi aleyhlerine dönmesi demektir.

Yine diğer bir kısım âlimlere göre: "Onlar Allahı aldatmaya çalışırlar.

Halbuki Allah da onlan aldatır. [49] Onlar müminleri alaya alıyorlar. Allah da onları alaya aldı[50]"Onlar Allahı unuttu. Allah da onlara kendilerini unutturdu[51]gibi âyetlerin mânâsı, Allanın, bu gibi işleri yapanları, layık ol­dukları ceza ile cezalandıracağını bildirmesidir. İşlenilen suçun gerektirdiği ce­zaya da, o suçun işlendiğini belirten fiil ile isim verilmiştir. Yani aldatmanın ce­zasına aldatma, alaya almanın cezasına alaya alma, hile yapmanın cezasına da hile yapma ismi verilmiştir. Kur'an-ı kerimde bu şekilde ifadeler mevcuttur. Ni­tekim bir âyet-i kerimede: "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür.. [52] "Kİm tecavüz ederse siz de ona karşı size yaptığı tecavüzün aynısıyla mu­kabele cdin.. [53]buyurulmaktadır.

Görüldüğü gibi birinci âyette, işlenilen günaha da "Kötülük" ismi veril­miş günahın cezasına da "Kötülük" ismi verilmiştir. Halbuki bu ceza bir adalet­tir. Yine ikinci âyette saldırıya da "Tecavüz" ismi verilmiş saldırının cezasına da "Tecavüz" ismi verilmiştir. Halbuki ikincisi aslında bir tecavüz değil, zalimi zulmünden alıkoymadır ve bir adalettir.

Başka bir kısım âlimlere göre, Allanın, münafıklarla alay etmesinin mânâsı, onlara dünyada iken âhirette varacakları akıbetin tersine bir durum gös­termesidir. Nasıl ki onlar ResuluUaha ve müminlere, kalbi erindeki inançsızlığın tersini göstererek iman ettiklerini söylemişlerdir Allah teala da onlara dünyada­ki hallerini âhiretteki hallerinin aksine bir şekilde göstermektedir. Öyle ki dün­yada onlara, evlenme, boşanma, miras vb. Hukuki muamemelercle müslüman muamelesi yaptırmakta âhirette ise onları cehennemin en alt tabakasına atmakla cezalandırmaktadır,

Taberi diyor ki: "Bize göre izahların doğrusu şudur: "Arapçada alaya al­manın mânâsı, alaya alan kimsenin, alaya alınana karşı görünüşte memnun edici ve davranışlarına uygun sözler söylemesi ve işler yapmasıdır. Böylece ,alaya alan kişi söz ve davranışlarıyla aslında alaya alınana kötülük yapmaktadır. "Al­datma" "Tuzak kurma" vb. kelimelerin mânâsı budur.

Madem ki alaya alma, aldatma, tuzak kunna gibi kelimelerin Arapçada anlamı budur, âyet-i kerimelerde de aynı anlamlara yorumlanınalıdır. Alaya al­manın, kendi anlamında kullanıldığının kabul edilmesi halinde ise âyetin izahı şöyle olur: "Münafıklar, görünüşte müminlere, razı olacakları sözleri söylüyor ve davranışlarda bulunuyorlar. Halbuki aslında söyledikleri sözlerin ve yaptıkla­rı amellerin aksine inanıyorlar. Bu yolla müminleri aldatıyorlar. Allah teala daaynen o münafıkların yaptıkları amellerin karşılığı olarak onlan ayın şekilde ce­zalandırmaktadır. Yani dünyada iken onlan müslümanlar olarak kabul ettiriyor böylece onlann davranışlarına ve arzularına göre muamele yapıyor, âhirette ise onlan cehennem azabına sokarak kâfirler gibi muamele yapacak ve onlan asıl inançlanna göre cezalandıracaktır. Allah tealanm, münafıkları bu şekilde ceza­landırması onlar için bir haksızlık değil, yaptıklarının tam karşılığını vererek onlara adaletini tatbik etmesidir. Abdullah b. Abbas da bu âyeti izah edeiken: "Allah onlardan intikam almak için onlan alaya alır." şeklinde açıklamıştır.

Taberi diyor ki: "Âyet-i kerimeyi "Biz, müminlerle ancak alay ediyoruz." diyen münafıklara Allah tealanın bir cevabıdır." şeklinde izah eden ve "Alaya alma" "Tuzak kurma" ve "Aldatma" gibi sıfatların Allaha yakışmayacağını söy­leyen görüşleri isabetli değildir. Zira onlar Allah tealanın, kendisi için ispat etti­ği şeyleri ondan uzaklaştım! ay a çalışıyorlar. Bu gibi kimselere denir ki: "Bir kimsenin, "Allah falan kimselerle alay eder." Veya "Falan kimseleri aklatır." Yahut "Onlara tuzak kurar" şeklindeki haberleri kabul etmemesi, "Allah falan kimseyi yerin dibine geçirdi." "Falan kavmi suda boğdu" şeklindeki haberleri de kabul etmemesini gerektirir. Şimdi. Allah teala bizlere, bizden önce geçen ve kendilerini görmediğimiz bir kavme tuzak kurduğunu, başka bir kavmi yerin di­bine geçirdiğini, diğer bir kavmi suda boğduğunu bildirmiştir. Biz bu haberler arasında herhangi bir ayınm yapmadan hepsini tasdik ettik ve onlara iman ettik. Sizlerin, bildirilen bu haberleri birbirinden farklı görmenize dair deliliniz nedir de Allahm bazı kavimleri yere geçirip diğer bazılarını suda boğduğunu kabul ediyorsunuz da başka bir kavme tuzak kurduğunu kabul etmiyorsunuz?

Eğer denecek olursa ki: "Alay etmek abes bir iştir ve eğlenmektir. Aîlah teala ise bu tür şeylerden beridir." Ona cevaben denir ki: "Peki, Allanın alaya al­masını kabul etmiyorsan: "Allah onlan alaya alır." "Allah onlarla eğlendi." "Al­lah onlara tuzak kurdu." âyetlerini okumuyor musun? Şayet "Hayır" diyecek oîufsa Kur'anı yalanlamış olur ve İslam dininden çıkar. Eğer "Evet o âyetleri . okuyorum" diyecek olursa ona denir ki: "Sen, "Allah onlan alay alır." "Allah onlarla eğlendi." derken "Allah onlarla oynar ve eğlenir fakat Allahm ne oyna­ması vardır ne de eğlenmesi." demek mi istiyorsun? Eğer "Evet" diyecek olursa Allahı, müslümanlann ittifakla kendisinden uzaklaştırdığı bir sıfatla sıfatlandır­mış olur ve Allaha, sapıkların izafe ettiği sıfatlan izafe etmiş olur. Eğer diyecek olursa ki: "Ben, Allah onlarla oynuyor ve eğleniyor." demiyorum, fakat ben, "Allah onları alaya alıyor ve onlarla istihza ediyor." diyorum." Ona denir ki: "Sen, oynama, eğlenme, alaya alma, istihza etme, tuzak kurma ve aldatma gibi kavramları birbirinden ayırıyorsun, herbirinin ayrı ayn yerlerde kullanılacakla­rım kabul ediyorsun. Bundan da anlaşılıyor ki, bu kelimelerden herbirinin mânâsı diğerinden farklıdır. O halde "Allah onlan alaya alıyor." ifadesini "Allah onlarla oynuyor ve eğleniyor." anlamında kabul ederek bunların ikisinin aynı şeyler olduklarını, bu itibarla "Allah onları alaya alıyor." demlemeyeceğini id­dia etmek doğru değildir. Zira alaya almak başka şeydir, oynama ve eğlenme başka şeydir.

Âyette geçen "Azgınlıkları içerisinde bırakır." ifadesindeki "Bırakır" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilere göre "Mühlet verir." demektir. Yani, Aliah, münafıklara mühlet verir." anlamındadır. Mücahid ise kelimenin mânâsının "Artırır" demek olduğunu söylemiştir. Buna göre âyetin mânâsı: "Allah onların azgınlıklarını artırır." demek olur.

Taberi, doğru olan izah tarzının: "Allah onlara mühlet vererek ve onları isyan ve inatlarında serbest bırakarak azgınlıklarım artırır." şeklinde olduğunu söylemiş ve benzen âyetlerde de Allah tealanın bu gibi insanlara aynı şeyleri yaptığım beyan ettiğini bildirmiştir. Bu mevzuda diğer bir âyette de şöyle Duyu­rulmaktadır: "Biz onların kainlerini ve gözlerini ters çeviririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi şimdi de iman etmezler. Onları, azgınlıkları içe­risinde bırakırız, bocalayıp dururlar. [54]

Âyette zikredilen "Azgınlık" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas, Ab­dullah b. Mes'ud ve diğer bazı sahabilere göre "Kâfirlik" demektir. Katade ve Rebi1 b. Enes'e göre "Sapıklık" demektir. İbn-i Zeyd'e göre ise "Kâfirlik ve sa­pıklık" demektir. Aslında "Azgınlık" "Sının aşmak, herhangi bir hususta haddi tecavüz etmek"tir.

Taberi, âyette geçen ve "Bocalar durur" diye tercüme edilen kelimesini şöyle izah şdiyor: "Allah, münafıkları, sapıklıkları içinde ve kendile­rini, pislikleriyle kaplayan inkarcılıkları içinde bırakır. Onlar, şaşkın ve sapık bir halde bocalayıp dururlar. Bu halden kurtulmak için herhangi bir yol bula­mazlar. Çünkü Allah, kalblerini mühürlemiş ve gözlerini kör etmiştir. Artık doğru yolu göremezler ve hakka erişemezler.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bazı sahabiler kelimesini "İnkarlarında ısrar ederler" diye izah etmişler, Mücahid, Rebi' b. Enes ve diğer bir rivayete göre de Abdullah b. Abbas "Bocalayıp dururlar" diye izah etmişlerdir. [55]

 

16- İşte onlar doğruluğa karşılık sapıklığı satın aldılar. Böylece tica­retleri kâr getirmedi. Doğru yolu da bulamadılar.

İşte onlar, sapıklığı satın alıp hidayeti bıraktılar. İman ile inkârı değiştir­diler. Böylece ticaretleri kâr etmedi, zarar ettiler. Bunlar, doğru yolu bulan kim­seler değillerdir. Sapıklığı hidayete tercihlerinde, imanla inkârı değiştirmelerin­de akıllılık yapmadılar.

Âyet-i kerimede geçen ve "Doğruluğa karşı sapıklığı satın aldılar." diye tercüme edilen ifadsi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabiler, bu ifadeyi "Sapıklığı alıp hidayeti bıraktılar" şeklinde izah etmişlerdir.

Katade ise "Sapıklığı hidayete tercih ettiler" şeklinde izah etmiş Mücahid de; "Önce iman edip sonra kâfir oldular." diye izah etmiştir.

Taberi diyor ki: "Âyet-i kerimeyi: "Sapıklığı hidayete tercih ettiler? şek­linde izah edenler, Arapların, "Satın alma" kelimesini "Tercih etme" mânâsına kullandıklarını dikkate alarak ve şu âyet-i kerimeyi de gözönünde bulundurarak âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Âyette Duyuruluyor ki: "Semud'a gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları günahlar yüzünden o zelil edici azabın yıldırımı [56]

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu izah tarzı yorumlardan biri ise de ben bu izah tarzını tercih etmiyorum. Zira Allah teala, âyetin devamında "Ticaretleri kâr getirmedi" buyurmaktadır. Bu da âyette zikredilen "Satın alma'-kelimesinin, "Bir şeyi verip karşılığında bir şeyi alma "mânâsında kullanıldığını gösterir ki, "Bir şeyi diğerine tercih etme" şeklinde yorumlanmasına müsait değildir.

... Âyet-i kerimeyi, "Önce iman edip sonra inkâra düştüler" şeklinde yorum­lamak ise kabule şayan bir yorum şekli değildir. Zira bu âyetten önce ve sonra zikredilen âyetlerden herhangi birinde, münafıkların, gerçekten iman ettiklerini gösteren hiçbir işaret yoktur. İşte bütün bu nedenlerdir ki, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan rivayet edilen "Sapıklığı alıp hidayeti bıraktılar" şeklin­deki izah, tercihe şayandır. Zira her kâfir, imam verip yerine inkârı almış olur. Böylece sanki bir eşyayı verip diğer eşyayı satın almış gibi bir davranışta bulu­nur. Nitekim buna benzer bir ifade de şu âyet-i kerimede zikredilmiştir. "Yoksa siz de peygamberinize daha önce Musaya sorulduğu gibi sormak mı istiyor­sunuz? Kim, îmanı inkâra değişirse şüphesiz doğru yoldan sapmıştır, [57]

Evet, münafıklar ve kâfirler, hidayetle sapıklığı değiştirmişlerdir. Böyle­ce AHah onlan saptırmış, hidayet nurunu onlardan çekip almış ve onların hepsi­ni küfrün karanlıkları içerisinde bırakmıştır.

Âyet-i kerimede, "Böylece ticaretleri kâr getirmedi" buyurulmaktathr. Çünkü kâfir ve münafıklar, körlüğü, şaşkınlığı, korkuyu ve ürkekliği basirete, istikamete ve güven içinde olmaya tercih ederek ,bu tür alış verişlerinde kâr et­meyip zarar etmişlerdir. Kendilerini âhirette şiddetli bir azaba sürüklemişlerdir.

Âyet-i kerimede, "Doğru yolu da bulamadılar" buyurulmaktadır. Yani, kâfirler, sapıklığı hidayete tercih ederek, imanı bırakıp inkârı alarak, müminliği reddedip münafık olarak akıllıca bir iş yapmamışlardır. [58]

 

17- Onların durumu, aydınlanmak,için ateş yakan kimsenin duru­muna benzer. Ateş çevresini aydınlatınca, AHah onların ışıklarını giderdi ve onları karanlıklar içerisinde bıraktı. Göremez oldular.

Bu münafıkların, iman nuruyla kalblerini aydınlatma durumu, ateş yaka­rak kendisini aydınlatmak isteyen şu kişinin durumuna benzer: Ateşi yakan, onun ışığına alışıp karanlıklara karşı onun aydınlığından istifade ederek çevresi­ni görmeye başlar. Fakat sonra ateş söndürülür, o da şaşkın bir halde tekrar ka­ranlıklar içerisinde kalır. İşte ateş tutuşturanin, ateşi söndükten sonra şaşkın ve aptal bir halde karanlıklar içerisinde kalması gibi Allah ta münafıkları şüphe ve iki yüzlülük karanlıkları içerisinde bocalar vaziyette bırakır. Artık gerçeği göre­mez olurlar.

Bu âyet-i kerime müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiş­tir:

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbasın bu âyeti şöyle izah ettiğini söyle­miştir: Allah teala, münafıkları bir misalle izah etmiştir. Münafıklar, hakkı gö­rürler, ve onu kabul etlilerini dilleriyle söylerler. Fakai inkarcılığın karanlığın­dan çıkmak üzere iken, kalbierinden yani içlerinden inkâr ederek hakkın nurunu söndürürler. Böylece de Allah onları inkârın karanlıkları içerisinde bırakır da onlar hidayeti göremezler ve doğru yolu bulamazlar.

Ali b. Ebu Talha da Abdullah b. Abbasın. bu âyeti şu şekilde izah ettiğini söylemiştir. O Allah teala bu âyet-i kerimeyi, münafıkların halini beyan etlen bir misal olarak zikretmiştir. Onlar dünyada iken İslamın izzet ve şerefinden fayda­lanırlar, müslümanlarla evlenirler. Onlara mirasçı olurlar, onlarla ganimetleri paylaşırlar, fakat öldüklerinde Allah onlardan İslamın lütuflanndau faydalanma­larım keser. Aydınlanmak için ateşi yakan kimsenin ateşinin sönmesi halinde karanlıklar içinde kaklığı gibi, münafıklar da öldükten sonra azap içinde kalırlar.

Ebu Malik ve Ebu Salibin Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'uddan ve diğer bir kısım sahabilerden rivayet ettiklerine göre ise onlar bu âyeti izah ederken özelle şunları söylemişlerdir: Bir kısım insanlar, Resulul-lah'ın Medine'ye gelmesiyle müslüman olmuşlar daha sonra ise münafık olmuş­lardır. Böylece bu insanların durumu, aydınlanmak için karanlıkta ateş yakan, böylece çevresinde bulunan zararlı şeyleri gören daha sonra ise ateşi sönerek çevresindeki zarar veren şeyleri göremeyen kişinin durumuna benzetilmiştir. Evet, münafık kimse ateş yakan bu kimseye benzer. Daha önce inkarcılığın ka­ranlıkları içerisinde bulunur, görünüşte Müslüman olarak helali haramıjıayın ve şerri öğrenerek aydınlanmış olur. Fakat bunları kalben inkâr ederek helal haranı tanımaz, hayır ve şer bilmez. Böylece inkarcılığın karanlıkları içerisinde kalır.

. Katade de bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Münafık, kelime-i şehadet getirir. Bu onun dünyasını aydınlatır. Zira o, bu sözüyle Müslümanlarla evlenir, onlara mirasçı olur. Onlara karşı kanını ve malını korumuş olur. Fakat ölünce mümin­lerin erişecekleri nimetlerden malınım kalır. Böylece Allah onun, dünyadaki nu­runu söndürmüş olur. Ve onu, karanlıklar içerisinde bırakır o artık göremez olur.

Dehhak diyor ki: "Âyette zikredilen ve "Işık" diye tercüme edilen oy ) kelimesinden maksat, onların, dilleriyle iman etmelerini söylemeleridir. O söz onlar için dünyada bir aydınlık ve bir ışıktır. "Karanlıklar" diye tercüme edi­len kelimesinden maksat, onların sapıklıkları ve inkarcılıklarıdır.

Mücahid: "Ateşin aydınlatmasından maksat, münafıkların müminlere ve hidayete yönelmeleridir. Işıkların giderilmesinden maksat ise inkarcılığa ve sa­pıklığa yönelmeleridir." demiştir.

Rebi' b. Enes ise bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "ateşin aydınlat­ması ve ışığı, yandığı sürece mevcuttur. Sönünce ışığı ve aydınlatması sona erer. Münafık ta kelime-i şehadeti söyledikçe o kelime onu aydınlatır. Fakat inancı hakkında her şüphe ettiğinde de aydınlatan o kelimenin tesiri söner ve münafık kişi karanlıklar içerisinde kalır.

Abılurrahman b. Zeyd ise şöyle demiştir: "Bu, önceleri iman edip sonra da inkâra düşen münafıkları vasıflandıran bir âyettir. Onlar iman ettikleri zaman ateşin, çevresini aydınlattığı gibi iman da onları aydınlatıyordu. İnkâra düşünce de, ateşin sönmesiyle ışığının kesilmesi gibi onların da iman nurları kesildi, ka­ranlıklar içerisinde kaldılar ve hakkı göremez oldular."

Taberi bu izahlardan, Katade ve Dehhaktan nakledilen ve Ali b. Ebi Tal-hanını, Abdullah b. Abbastan naklettiği izahın tercihe şayan olduğunu söyle­miştir. Yani âyet-i kerime, görünüşte iman ettiklerini söyleyip te İslamın dünya­daki nimetlerinden faydalanan ve gerçekte iman etmeyerek âhirette Allah'ın müminlere vereceği nimetlerden mahrum edilecek olan münafıkları tasvir et­mekte, onları, çevresini aydınlatmak için ateş yakan, daha sonra da ateşi söne­rek karanlıklar içerisinde kalan kimselere benzetmiştir.

Taberiye göre âyet-i kerimenin, önce hakiki bir şekilde iman edip te daha sonra inkâra düşenleri tasvir ettiğini söylemek doğru değildir. Zira bu âyetten önceki ve sonraki âyetler, "İman ettik" diyerek açıkça Allahı ve müminleri kan­dırmaya çalışan münafıkları anlatmaktadır.

Taberi (özetle) diyor ki: "Tercih edilen bu görüşe göre âyetin mânâsı şöy­ledir: "Münafıklar, diUIcriylc Rcsulullahi kabul ediklerini söyleyerek mü­minlere: "Biz, Allah'a, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gününe iman ettik" diyerek geçici dünyada mallarını ve canlarını koruma yönünden, güven içinde yaşama, müminlere mirasçı olma ve onlarla evlenme bakımından, haklarında İslamın hükümlerinin tatbik edilmesini sağlamaları ve İslamdan isti­fade etmeleri, Öyle bir kimsenin haline benzetilmiştir ki o kişi, çevresindeki kö­tü şeylerden korunmak için ateş yakıp onunla etrafını aydınlatır. Fakat ateş de­vam etmez söner. Böylece tekrar karanlığa düşer. Münafık ta ölünce danyada istifade ettiği İslami nimetler sona erer. Âhirette de müminlerin istifade edeceği nimetlerden mahrum kalır. Halbuki o, âhirette de, diğer müminler gibi ilahi ni­metlerden istifade edeceğini sanardı. Dünyadaki aldatmasının âhirette de geçerli olacağını zannederdi. Bu husus şu âyette de beyan edilmektedir: "Allah onla­rın hepsini dirilttiği gün dünyada size yemin ettikleri gibi ona da yemin edecekler ve kendilerine bir fayda getireceğini sanacaklardır. İyi bilinmeli­dir ki onlar, yalancıların ta kendileridir." [59]Münafıklar, dünyada iken mü­min okluklarını söyleyerek canlarını mallarını kurtardıkları gibi âhirette de aynı şeyi söyleyerek kendilerini ilahi azaptan kurtaracaklarını sanırlar. Fakat bu tah-minerinin boş olduğu ortaya çıkacak, Allah onların nurlarını söndürecek karan­lıklar içinde kalacaklar, müminlerden, kendilerini aydınlatmalarını isteyecekler fakat hiçbir fayda elde edemeyeceklerdir. Bu hususta diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "O gün münafık erkek ve kadınlar, müminlere: "Bize bakın da nurunuzdan istifade edelim." derler. Onlara: "Arkanıza dö­nün de nur isteyin." denilir. Müminlerle münafıklar arasına, kapısı olan bir sur çekilir. Onun içinde rahmet, dış tarafında da azap vardır." Münafıklar müminle­re: "Dünyada biz sizinle beraber değil miydik?" diye çağırırlar. Müminler de: "Evet fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız, müminlerin bir belaya uğramasını beklediniz. Din hususunda şüpheye düştünüz. Allah'ın emri gelinceye kadar boş emeller sizi aldattı. Sizi, Allah'a karşı, aldatıcı şeytan aldattı." derler. "Bu-,gün ne sizden ne de kâfirlerden, kurtulmanız için hiçbir fidye kabul edilmeye­cektir. Yeriniz cehennemdir. Dostunuz da o'dur. O ne kötü bir yerdir. [60]

Görüldüğü gibi Taberi, münafıkların, âhirette karanlıklar içerisinde kala­caklarını zikretmektedir. [61]

 

18- Onlar sağırdırlar dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden de (Sapıklık­tan) dönmezler.

O münafıklar hakkı işitmezler, hidayeti gönnezler ve bunları düşünmez­ler. Çünkü Allah, iki yüzlülükleri sebebiyle kalblerini mühürlemiştir. Doğru yo­lu bulamazlar. Onlar, azgınlıklarından, sapıklıklarından dönmez, iki yüzlülükle­rinden de vaz geçmezler.

Âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, müna­fıkların bir kısmı neticede iman etmeyeceklerdir.Bu sebeple onları hakka davet edenlerin, iman etmiyorlar diye üzülmeleri ve tebliğ çalışmalarından ümitsizliğe düşmeleri gerekmez. Zira onların inat etmeleri başkalarının itaat etmelerini en­gellemez.

Abdullah b. Abbastan, âyet-i kerimenin son cümlesinin izahı: "Münafık­lar, üzerinde bulundukları hali devam ettirdikleri müddetçe hidayete ve hayra dönmezler." şeklinde nakledilmişse de Taberi bu izaha katılmadığını, âyet-i kerimenin genel olarak zikredildiğini, münafıkların herhangi bir haline işaret etmediğini söylemiştir. [62]

 

19- Yahut onların durumu, gökten boşanan bir yağmura (yakalan­mış kimselerin durumuna) benzer. O yağmurla beraber karanlıkar, gök gürültüsü ve şimşek vardır. Onlar, yıldırımlardan dolayı, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatandır.

O münafıkların hali, gökten yağan sağanak yağmura tutulanın haline ben­zer. O yağmuru, karanlık bir gecede siyah bir bulut taşır. Bu sebeple o yağmurla beraber karanlıklar,g ök gürültüsü, ve şimşek vardır. Geceleyin yağan bu yağ­mur, o karanlık gecedeki siyah bulutun içinden iner. Böyle bir ortamda yürüyen " kişinin çevresini gök gürültüleri kuşatır. Etrafında, neredeyse gözleri alacak güçte bulunan ışıklarıyla çok parlak şimşekler çakar. Bu halde yürüyen kişi, yıl­dırımlardan dolayı ölüm korkusuyla parmaklarına kulaklarına tıkar. Sanki bu haliyle ölümden kurtulacağını zanneder.

Ey münafıklar, düyadayken, ölüm korkusuyla parmaklarınızı kulaklarını­za tıkayıp gök gürültülerini duymamaya çalışıyorsunuz. Peki âhirette ne yapa­caksınız? Zira Allah, bütün inkarcıları çepeçevre kuşalacaktir ve ondan kurtulu­şun imkânı yoktur.

Ayet-i kerimenin başında zikredilen ve "Yahut" diye tercüme edilen kelimesi Taberiye göre "Ve" mânâsındadir. Zira bu ve bundan önceki âyetler, münafıkların durumlarını misallerle İzah etmektedir. Münafıklar bu mi­sallerden sadece birine değil ikisine de benzemektedirler. Bu itibarla ke­limesini "Yahut" mânâsına almak yerine "Ve" mânâsına almak daha uygundur. Nitekim Araplar kelimesini "Ve" mânâsına da kullanmışlardır.

Ayet-i kerimede geçen ve "Karanlıklar" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, gecenin karanlığı, siyah bulutun karanlığı ve sağanak yağmurun karanlığıdır.

Yine âyet-i kerimede geçen ve "Gök gürültüsü11 diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı, Mücahid, Ebu Salih, Şehr b. Havşeb, İkrime, Katade, Ali b. Ebi Talib ve Abdullah b. Abbas'a göre bulutları yürüten melektir. "Gök gürültüsü" ise bulutlan yürüten bu meleğin, Allahi teşbih ederken çıkar­dığı sestir.

Ebul Hulde göre kelimesinden maksat, bulutların altında sıkışmış olan ve yol buldukça yukarı doğnı çıkan havadır. Ebu Kesir diyorki: "Ben, Ebul Huld'un yanında bulunuyordum. Abdullah b. Abbas'ın gönderdiği bir elçi ona bir mektup getirdi. Ebul Huld, mektuba cevap olarak şöyle yazdı; "sen bana in ne olduğunu soruyorsun, o rüzgârdır."

Yine âyet-i kerimede zikredilen ve "Şimşek" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı, Hz.Ali ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, bulutlan sevkeden meleklerin ellerinde bulunan kamçılardır.

Dehhak'm Abdullah b. Abbastan naklettiği diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat, meieğin, kendisiyle bulutlan yürüttüğü nur'dan bir kamçıdır.

Ebul Huld'dan nakledilen başka bir görüşe göre, kelimesinden maksat "Su" demektir.

Mücahide göre ise kelimesinden maksat, "Meleğin vuruşu"dur. Muhammed b. Müslim et-Taifı diyor ki: "Bana ulaşan bilgiye göre dört tane yüzü bulunan bir melektir. Bir yüzü insan., diğeri boğa, bir diğeri kartal bi­ri de arslan yüzüdür. Bu melek, kanatlarını birbirine vurunca işte şimşek ondan meydana gelir ve buna denir.

Taberi diyor ki: kelimesini "Bulutlan süren meleklerin ellerindeki nurdan kamçılar" şeklinde izah ederek bu görüşleri birleştirmek mümkündür.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime çeşitli şekillerde izah edilmiştir nite­kim Abdullah b. Abbasın bu âyeti şu şekillerde izah ettiği rivayet edilmektedir. Said b. Cübeyr'in Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre o bu âyeti şöyie izahe tmiştir: "Münafıklar, içinde bulundukları inkarcılık, öldürülme korkusu, mümin­lerden çekinme duygusu yönünden karanlık gecede kara buluttan yağan sağanak halindeki yağmura yakalanan bir kişiye benzerler. Öyle ki bu kişi, yıldırım çarp­ması korkusuyla, gök gürültülerini duymamak için kulaklarını parmak uçlarıyla kapatır. Aydınlığı güçlü olan hakkın karşısında münafıkların durumu, neredeyse gözleri alacak olan şimşeğin karşısındaki adamın durumun benzemektedir. Bu kişi nasıl ki şimşeğin aydınlatmasından istifade ederek belli bir mesafe yürür sonra karanlık olunca da yerinde kalır. Münafıklar da hakkı öğrenerek dilleriyle söyler belli bir mesafe aldıktan sonra kalblerindeki inkarcılık ortaya çıkınca şaşkın bir vazıyette ortada kalırlar.

Ebu Malik ve Ebu Salih'in, Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'uddan ve diğer sahabilerden rivayet ettiğine göre ise onlar bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: "Aliah teala bu âyet-i kerime ile, Medinede, (inco münafık olan ve daha sonra İslama dönen iki münafıkı diğer münafıklara ömek göstermiş, on-lanti da bu iki münafık gibi gerçekten iman etmelerini istemiştir. Şöyle ki: Me­dine halkından ve isminde iki münafık bulunuyordu. Bunlar Resulullah'tan kaçıp müşriklere sığınmak istemişlerdi. Kaçmaları esnasında kendilerine, Allah tealanm bu âyette zikrettiği yağmur isabet etti. Bu yağmur, şiddetli gök gürültüleri, yıldırımlar ve şimşeklerle doluydu. Yıldırım onların yo­lunu her aydınlattığında, kulaklarından girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, şimşek çaktığında onun aydınlığında yürü­yor, şimşek çakmayınca da olduktan yerde beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu halde olan bu iki kişi şöyle demeye başlamışlardı: Keşke sabaha erişebilsek te Muhammed'e varsak ve ellerimizi onun ellerine versek (Ona biat ederek müslü-man olsak) Bu adamlar sabahladılar, Resulullaha varıp Müslüman oldular ve ona biat ettiler, gerçek birer mümin oldular. İşte Allah teala, diğer münafıklara bu iki kişiyi misal vermektedir. Onların da böyle olmalarım islemektedir. Zira münafıklar, Resulullah'ın meclisinde bulunduklarnıda, aleyhlerinde bir vahiy geleceğinden veya aleyhlerine bir şey anlatılarak öldürüleceklerinden korkarak parmaklarıyla kulaklarını tıkıyor ve onu dinlemek istemiyorlardı. Tıpkı Resulul-lahtan ayrılıp giden bu iki münafıkın, yolda yıldırım korkusundan kulaklarını tıkamaları gibi. Yine Medine'de yaşayan bu münafıkların malları çoğaldığı, er­kek çocukları olduğu ve ganimetten pay aimalan durumunda İslamdan hoşlanı­yor "Muhammed'in dini doğru bir din" diyorlar ve doğru yolda devam ediyor­lardı. Tıpkı bu iki münafıkın şimşeğin aydınlatmasıyla yürümeleri gibi. Medine-deki münafıkların mallan helak olduğu, çocuklarının kız doğduğu ve başlarına bir felaket geldiğinde ise "Bu, Muhammed'in dininin yüzünden oldu" diyorlar ve kalblerindeki inkar üzerinde karar kılıyorlardı. Tıpkı bu iki münafıkın, şim­şek çakmadığı durumda, bulundukları yerde kalmaları gibi.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre o, bu âyeti şöyle izah etmiştir: Bu âyet bir münafıkı misal olarak zikretmektedir. Öyle ki müna­fık, Allah'ın kitabını konuştuğunda ve insanlara gösteriş olarak ameller işledi­ğinde aydınlık içerisinde bulunur. Tekbaşına kaldığında ise bunların aksine amel işler ve böylece karanlığa saplanmış olur. Bu âyette zikredilen "Karanlık­lar" "Sapıklık" demek Şimşek te "Aydınlık" demektir,

Ali b. Ebi Talha'nın, Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre, Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle izah etmiştir: Bu âyet-i kerime, münafıkları değil Kur'an-ı Kerimi misalle açıklamaktadır. Öyle ki Kur'an-ı Kerim, şimşek çakışları, gök gürültüleri ve karanlıklar içerisinde, gökten boşanan bir yağmura benzetilmiş­tir. Kur'an'daki, insana zor gelen hükümler karanlıklara, ondaki tehdit âyetleri gök gürültülerine, muhkem âyetler, gözleri kapıp alacak olan şimşeklere benze­tilmiştir. Zira muhkem olan âyetler, münafıkların ayıplarını ortaya koymaktadır. Münafıklar İslamdan faydalandıkça müsterih olurlar. İslam yolunda bir sıkıntıya düştüklerinde ise inkârlarına döner, orada karar kılarlardı.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bu görüşler ve ondan başkalarından da nakledilen benzer görüşler, kelimeleri farklı olsa da mânâları birbirine yakın olan görüşlerdir.Zira bu görüşlerin hepsi de ifade ediyorlar ki, Allah teala, münafıkın imanını, gökten inen yağmura, sapıklığını karanlıklara, geçici imanının aydınlatmasını, şimşeğin geçici aydınlatmasına, imanının zayıf­lığını ve Allah'ın azabına çarptırılma korkusuyla şaşkınlığa düşmesini, ölüm korkusuyla, şimşeğin çarpması anında parmaklarını kulaklarına tıkamasına, iman içerisinde bulunduğu süreyi, şimşeğin ışığında yürümesine, sapıklık içinde bocalayıp durmasını ise karanlıklar içerisinde kalmasına benzetmiştir. Bu izaha göre âyetlerin mânâsı şöyledir: "Münafıkların, Resulullah'a ve müminlere, dille­riyle "Allah'a, âhiret gününe, Muhammed'e ve Muhammed'in getirdiği dine iman ettik." demeleri kendilerine, dünyada müminlere uygulanan hükümlerin uygulanmasını sağlar. Aslında ise onların kalblerinde Muhammed'i ve onun ge­tirdiklerini yalanlamaları, onların bir cehalet ve bir kargaşa içinde olduklarını gösterir. İçinde bulundukları inkarcılığın mı yoksa iman etmenin mi kendileri için daha faydalı olacağını kestiremez bir halde bulurar. Onların, hem Hz. Mu­hammed'in kendilerini tehdit ettiği azaplardan korkmaları hem de o azabın ger­çekleşeceğinde şüphe etmeleri, işte bu halleri, karanlık gecede kara buluttan ya­ğan sağanak halindeki yağmura tutulmuş kişinin haline benzemektedir. Öyleki bu yağmura, gök gürültüleri, şimşek çakmaları eşlik etmekte, kendisine yakala­nanları şaşkınlığa ve dehşete düşürmektedir. [63]

 

20- Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır. Şimşek onları aydın­lattıkça ışığında yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Eğer Allah dikseydi, onların işitme ve görmelerini giderirdi. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.

Şimşeğin ışığının şiddeti ve parıltısı neredeyse gözlerini alır. Şimşek on­ları aydınlatınca ışığında yürürler. Şimşeğin aydınlığı üzerlerinden çekilip ka­ranlık çökünce de yürüyemez olur, bulundukları yerde kalakalırlar. Eğer Allah diieseydi onların işitme ve görme duyulanın yok ederdi. Şüphesiz ki Allah, her-şeye gücü yetendir

Âyet-i kerimede iman, çevreyi aydınlatan bir nur'a, inkâr, nifak ve şüp­he ise karanlığa benzetilmiştir. Münafıklar imana yaklaştıklarında onun nurun­dan faydalanmakta, ondan uzaklaştıkça da münafıklığın zifiri karanlıklarına gö­mü Irn ektedirler.

Bunların, iman ışığından istifade etmeleri, pek az ve kısa süreli olduğu için bu istifadeleri, gecenin karanlığında şimşeğin, ortalığı bir anlık aydınlatma­sından faydalanan kişinin edindiği faydaya benzetilmiştir. Aynca iman ışığı çok güçlü olduğu için, şimşeğin kuvvetli ışığına benzetilmiştir. Münafıkların iman nunından faydalanmaları, dünyada ekle ettikleri menfaatlerdir. Düşmanlara kar­şı zafer ganimetlerinden faydalanma, mal ve soylarının çoğalması ve mallarım emniyete aimalan bu tür menfaatlerdendir. Bu menfaatleri elde ettikçe razı olur­lar. Aksi halde İslama kızarlardı.

Âyet-i kerimede "Eğer Allah diyeseydi onların işitme ve görmelerini giderirdi." buyurutmakta ve kâfirler, göz ve kulaklarının yok edilecekleriyle tehdit edilmektedirler. Diğer orgnalanmn yok edilecekleriyle tehdit edilmemiş­lerdir. Bunun sebebi, göz ve kulakların bu ve daha önce geçen "Şimşeğin çak­ması neredeyse gözlerini alır." "Ölüm korkusuyla parmaklarını kulakları­na tıkarlar." âyetlerinde bu organlar zikredikliği için münafıklar bu organları­nın yok edilmeleriyle tehdit edilmişlerdir. Nitekim bundan önceki âyette de "Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır." ifadesiyle tehdit edilmişlerdir. Böy­lece, Allah tealanın, güç ve kudret sahibi olduğunu hissetsinler, kendilerini ce­zalandırmasından kaçınsınlar ve yaptıklarından vaz geçip Allah'a tevbe etmeye koşsunlar.

Âyet-i kerimenin sonunda, Allah teala kendisini her şeye gücü yetmekle sifatlandırmıştir. Böylece münafıkları yakalamasından ve cezalandırmasından sakındırmıştır. Onlara "Ey münafıklar, benim, Peygamberimin ve bana iman eden müminlerin, sizi, aniden yakalamamızdan korkun. Zira ben, bunları yapmaya kadirim." buyurmuştur.

Bakara suresinin buraya kadar zikredilen yirmi âyetinde insanlar dört kıs­ma ayrılmışlardır. Bunlardan birincisi gerçek müminlerdir. İlk dört âyet, bunları ve âhirette görecekleri mükâfaatı beyan etmektedir.

İkincisi ise açıkça kâfir olanlardır. Müminleri vasıflandıran âyetlerden sonra gelen iki âyet te bunları anlatmaktadır.

Üçüncüsü ise tam münafık olanlardır. Etrafı aydınlatmak için ateş yakan kimseler bunlara misaldir.

Dördüncü ise, imanla münafıklık arasında bocalayan kimselerdir. Yağ­murlu karanlık gecede, gök gürültüsünden kurtulmak için parmaklarını kulakla­rına tıkayan ve etrafı aydınlatan şimşekten istifade etmeye çalışan kimseler de bunlara misaldir.

Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Kalbler dört kısımdır. Birincisi, içinde kandil gibi bir şey yanan ve parlayan arınmış kalb, ikincisi perdelenmiş perdesinin ağzı bağlanmış kalb. Üçüncüsü ters dönmküş kalb. Dördüncüsü ise teneke gibi olan kalb-dir.Arınmış olan kalb, müminin kalbidir. İçindeki kandil ise nurudur. Per­delenmiş kalb ise kâfirin kalbidir. Ters dönmüş olan kalb de münafıkın kalbidir. Bu kimse önce İslam'ı kabul etmiş daha sonra dönmüştür. Teneke gibi olan kalb ise içinde hem imanı hem de münafıklığı barındırmaya çalı­şan kalbdir. Ondaki iman, temiz suların beslediği bir baklaya benzer. Mü­nafıklık ise, kan ve irinin toplandığı bir yaraya benzer. Onların hangisi ga­lip gelirse kalb o tarafa yönelir. [64]

Peygamber efendimiz bir diğer hadis-i şerifinde de münafık! tanıtarak şöyle buyuruyor:

"Kim de şu dört özellik bulunursa o kimse tam bir münafıktır. Bu özelliklerden sâdece bir tanesi kendisinde bulunan kimse ise bunu terke-dînceye kadar münafıklıktan bir özellik taşımaktadır. Bu özellikler şunlar­dır: Ona bir şey emanet edildiğinde emanete ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verdiğinde sözünden döner. Birisiyle tartıştığında fâcîrlcşir. (Haktan ayrılır, edepsizleşir) [65] Diğer bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

"Münafıkın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. VaadcUiğın-dc vaadinden döner. Kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet." [66]

 

21- Ey insanlar sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinizc ibadet edin ki ona karşı gelmekten okrunmuş olasınız.

Ey insanlar, itaat ve ibadetinizi sadece rabbinize tahsis edin. Ondan baş­ka, yaratıklarından birine değil. O, sizi, sizden önceki babalarınızı, ecdadınızı ve sizin dışınızdaki bütün mahlukatı yaratandır. Size zarar ve fayda vermeye gücü yeten o'dur. umulur ki kızgınlığının ve gazabının size isabetinden korunursunuz da, rablerinin kendilerinden razı olduğu takva sahiplerinden olursunuz.

* Allah Teala bu âyeti-i kerimede, kalbjeri kendisi tarafından mühürlen­diği için uyanlip uyanlmamalan eşit olan kâfirlere iman etmedikleri halde mü­min olduklarını söyleyerek Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışan münafıklara ve diğer insanlara hitabetmekte, onların Allaha boyun eğmelerini, ona itaat et­melerini, sadece onu rab kabul edip ona kullak etmelerini, diğer put ve heykel­leri bırakmalarını em re ün ektedir. Zira bu insanların da onlardan önce geçen ata­larının da yaratıcısı o, putlarının ve heykellerinin yaratıcısı da o'dur.

Âyette geçen ve "İbadet edin" diye tercüme edilen emri Ab­dullah b. Abbas tarafından "Allah'ı birleyin" şeklinde izah edilmiş, Taberi ise bu "İbadef'in asıl mânâsının "Allah'a itaatla boyun eğmek ve ona teslimiyetle zelil olduğunu göstermek" olduğunu söylemiştir.

Âyette zikredilen "Ey insanlar" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abba-sa göre "Kâfir ve münafik"lardır. Bu nedenle ifadesini "Birleyin" şeklinde izah etmiştir.

Ayeti kerimenin sonunda "Rabbinizc ibadet edin ki ona karşı gelmek­ten korunmuş olasınız." buyurulmaktadır. Bu ifadede "Umulur ki" mânâsına da kullanılan  kelimesi zikredilmektedir. Ancak burada "Umu­lur ki" anlamına olmayıp "İçin" manasınadır. Bu nedenle âyet-i kerime bu son mânâya göre izah edilmiştir. [67]

 

22- Yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kılan, gökten su indi­rip onunla size rızık olarak mahsuller çıkaran O'dur. O halde bile bfle Allah'a benzerler nisbet etmeyin.

Yeryüzünü sizin için, üzerinde yatılıp oturulmaya müsait bir yer ve istik­rar kılınabilecek bir karargâh yapan, gökyüzünü de âdeta kubbeye benzer bir bi­na yapan o'dur. Yağmuru yağdıran ve onunla size gıda ve iaşe olmak üzere ekinler, ağaçlar ve meyveler bitiren de o'dur. O halde Allah'a denk ve benzerler tanımayın. Zira size, ondan başka rızık verecek rabbiniz yoktur. Her şeyi, daha önce bir benzeri olmadığı halde var eden ve nzıklandıran o'dur.

Âyet-i kerimede "Yeryüzünü size bir döşek kılan o'dur." Duyurul­maktadır. Bundan maksat, yeryüzünün, insanların yaşamasına müsait hale geti­rilmesidir. Allah teala bu âyetiyle, kâfirlere, münafıklara ve diğer insanlara, dünyada verdiği nimetleri hatırlatmktadır, ki ona itaata dönsünler. Bu da, Al­lah'ın, onların kulluk ve itaatlarına ihtiyacı olduğundan dolayı değil, onlara olan şefkat ve merhametindendir. Ta ki doğru yolu bulsunlar ve Allah'ın, dünya ve âhirette, kullarına verdiği nimetlerin hepsinden faydalansınlar.

Yine âyet-i kerimede: "Göğü de bir bina kılan o'dur." buyurulmakta­dır. Abdullah b. Abbas, abdullah b. Mes'urd ve diğer bir kısım sahabiler, göğün bina kılınmasından maksadın, onun, yeryüzünün üzerinde bir kubbe gibi yaratıl­ması ve yeryüzünün tavanı gibi durması olduğunu söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Allah teala kullarına verdiği nimetleri sayarken özellikle gökleri ve yeri de saymıştır. Zira kulların nzıklan, yaşantıları göklerde ve yerde bulunmakta ve dünyaları bu iki âlemle var olmaktadır. Böylece Allah teala kul­larına bildirmektedir ki, gökleri ve yeri, onlarda bulunan bütün yaratık ve ni­metleri var eden o'dur. Bu nedenle kulların ona itaat etmeleri, onun nimetlerine karşı kendisine şükretmeleri ve ona ibadet etmeleri gerekir. Herhangi bir fayda veya zarar sağlamayan put ve heykellere değil.

Âyeti kerimede "Gökten su indirip onunla size rızık olarak mahsul­ler çıkaran o'dur." buyurulmaktadır. Allah teala bu ifade ile de kullarını, kud relinin ve saltanatının yüceliği hususunda uyarmakta, onlara verdiği nimetleri hatırlatmakta, kendilerini yaratan, nzıklandıran ve tekeffül edenin, Allah'a denk tutulan put ve heykeller olmayıp bizzat kendisinin okluğunu bildimnektedir.

Allah teaia. âyetin devamında ise "Kullarının kendisine herhangi bir şeyi denk tutmamalarını emretmektedir. Zira, Allah'ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. Allah'tan başka hiçbir şey kullarına ne zarar verebilir ne de fayda sağlayabilir. Ne bir şeyi yaratabilir ne de rızıklandırabilir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Benzer" diye tercüme edilen  kelimesi, Katade ve Mücahid tarafından "Denkler" şekünde izah edilmiştir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabiler ise "Allah'a benzerler nisbet etmeyin" ifadesini "Bir kısım insanları Allah'a denk tutarak Allah'a isyanda olanlara itaat etmeyin" şeklinde izah etmişlerdir. İbn-i Zeyd, burada Allah'a denk tutulan şeylerden maksadın, Allah'a yaptıkları herşe-yin aynısını kendilerine de yaptıkları putlar olduğunu söylemiştir. İkrime ise âyet-i kerimenin bu bölümünü şöyle izah etmiştir. "Köpeğimiz olmasaydı hır­sız eve girerdi." gibi sözleri söyleyerek Allah'a denkler tutmayın."

Allah teala, insanların, kendisine bir şeyi ortak koşmalarını, onun dışında herhangi bir şeye ibadet etmelerini, ona itaatte herhangi bir şeyi ona denk tut­malarını yasakladı. Ve buyurdu ki:"Madem ki sizi yaratmamda, rızıklandır-mam da ve sizin malikiniz olmamda ye size nimetler vermemde benim hiç­bir ortağım yoktur. O halde sadce bana itaat edin. İbadeti sadece bana ya­pın. Yaratıklarımdan herhangi bir şeyi bana denk tutmayın. sizler bi­liyorsunuz ki, üzerinizde bulunan her nimet bendendir."

Âyet-i kerimede "O halde bile bile Allah'a benzerler isnad etmeyin."

Duyurulmaktadır. Burada "Allah'a bile bile benzerler isnad edenlerden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş-zikredilmiştir:

Abdullah b. Abbas, bu insanlardan maksadın, bütün müşrikler olduğunu, Arap müşriklerinin de ehl-i kitap müşriklerinin de bu ifadenin içinde bulunduk­larını zikretmiştir.

Mücahid ise bu ifadeden maksadın, Yahudi ve Hıristiyanlardan iki gurup ehl-i kitap olduğunu, zira bunların, Tevrat ve incil'den Allah'ın birliğini öğren­diklerini bu nedenle Allah'a bile bile denkler tutmaya çalıştıklarını söylemiştir.

Taberi birinci görüşü tercih ediyor ve özetle diyor ki: "Mücahidi bu görü­şe sevkeden sebep, Arapların, rablerinin birliğini inkâr ederek onun kendilerinin yaratıcısı ve nzık vereni olduğunu bilmedikleri ve ibadette bir kısım pullan ona ortak koştukları kanaatinde olmasıdır. Halbuki Allah teala, âyet-i kerimede, Arap müşriklerinin, yaratıcı olarak Allah'ın birliğini ikrar ettiklerini ancak Al­lah'a ibadette bir takım putları ona şefaatçi yaparak ortak koştuklarını bildir­mektedir. Nitekim âyet-i kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır: "Ey Muhammcd, yemin olsun ki, eğer onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, şüphesiz ki "Allah" derler. Öyleyse nasıl oluyor da döndürülüyorlar[68]Ey Mu­hammcd, de ki: "Size gökten ve yerden nzık veren kimdir? Size kulak ve gözleri bahşeden kimdir? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? Bütün işleri düzene koyan kimdir?" "Allahtır" diyeceklerdir De ki »O halde Allah'tan korkmaz mıs.nız? [69] Görüldüğü gibi Arap muşnkle-ri de ehl-i kitap gibi, Allah'ın tek yaratıcı ve nzıklandmcı olduğuna iman edi­yorlardı. Bu nedenle âyette geçen "O halde bile bile Allah'a benzerler msbet etmeyin." ifadesindeki muhatapların sadece ehl-i kitap olmayıp, Arap, Acem, Ehl-i kitap olan veya olmayan bütün müşrikler olduklannı söylemek daha isa­betlidir. [70]

 

23- Kulumuz (Muhammcd'c) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir sure meydana getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Al­lah'tan başka şahitlerinizi de çağırın.

Ey müşrikler, eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz nurdan, apaçık delilden ve hakkı batıldan ayırdeden Kur'anın âyetlerinden şüphe ediyorsanız, bu Kur'an'ın surelerinden brine benzer bir sure meydana getirin. Çünkü sizler, belagat ve fesahat sahibi, edebiyatta ilerlemiş insanlarsınız. AUahtan başka size yardım edecek kimseleri ve size yön verenleri de yardıma çağırın da bu Kur'anın surelerine benzer bir sure meydana getirin görelim.

Taberi diyor ki: "Allah teala bu âyet-i kerimeyi, kavminin müşrik ve münafıktan ve ehl-i kitabın kâfir ve sapıklarına karşı Resulullah'a bir delil ve bir hüccet olarak zikretmiştir. Bunlara demiştir ki: "Ey Arap müşrikleri ve kitap kâfirleri, eğer sizler, kulumuz Muhammcd'c indirdiğimiz MCur'an âyetleri, aydınlatan nurlar ve ikna eden delillerin benim tarafım­dan gönderildiği hakkında şüphe ediyor da Muhammcd'c iman etmiyorsa­nız vr. söylediklerinde ona iman etmiyorsanız, onun delilini çürütecek baş­ka bir dcîii getirin de görelim. Çünkü sizler biliyorsunuz ki her Peygambe­rin, doğruluğunu ortaya koyan delili, bütün yaratıkların, benzerini getir­mekten âciz oldukları bir delili getirmesidir. Muhammcd'in doğru söyledi­ğini ve Peygamberliğinin hak olduğunu ortaya koyan delil de, sizlerin ve yardimlaşacağınız herkesin, benzerini getirmekten âciz olduğunuz bu Kur'andır. Sizler, belagat, fesahat ve diyanet ehli olduğunuz halde bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuza göre sizin dışınızdaki insanların, bunun benzerini getirmekten daha âciz olduklarını çok iyi bilmiş oldunuz. Böylece sîzin için kesin oldu ki Muhammcd'in bu Kur'anı gcfirnıeyc gücü yetmez. O bunu uydurmuş da değildir. Zira böyle olmuş olsaydı bütün ya­ratıklarının onun bir ben/crini getirmekten âciz olmaları söz. konusu ol­mazdı. Çünkü Muhammcd de sizin gibi bir beşerdir. O, sizden tamamen farklı bir vücut yapısına ve bir konuşma kabiliyetine sahip değil ki, sizin âciz kaldığınız şeye onun güç yclirıniş olabileceği tahmin edilsin.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadir: "Ey Muhammcd, de ki:"Yçmin olsun ki, insanlar ve cinler, Kur'ana benzer bir kitap uydur­mak için bir araya gelseler de hiçbir zaman onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile. [71] "Yoksa o müşrikler, "Kur'anı Muhammcd uydurdu" diye mi iddiada bulunuyorlar? Onlara de ki: "İddianızda samimi iseniz, Allah'tan Başka gücünüzün yetti­ği herkesi yardımınıza çağırın da onun surelerinden bir benzerini meydana getirsin. [72]Yoksa onlar "Kur'anı Muhammcd uydurdu" mu diyorlar? Ey Muhammcd de ki: Siz de, Kur'anın benzeri, on uydurma sure meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğru iseniz, Ajlah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın. [73]

 

24 - Eğer bunu yapamazsanız- Ki elbette yapamayacaksınız- o halde, kâfirler İçin hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan, cehennem ateşinden sakının.

O Kur'an'ın surelerine benzer.bir süre meydana getiremezseniz -ki böyle bir sureyi zaten ebediyyen meydana getiremeyeceksiniz- o halde, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden sakının. O ateş, Allah'ı ve Peygamberini inkâr edenler için hazırlanmıştır.

Âyette zikredilen "Taşlar"daıı maksat, abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud'a göre, siyah kibrit taşlandır. Bunlar, cehennem ateşinde, cehennem­liklerle birlikte yakıt olarak yanacaklardır.

Âyet-i kerimede, cehennem ateşinin, kâfirler için hazırlandığı zikredil­mektedir. Kâfir kelimesinin lügat mânâsı; "Herhangi bir şeyi, bir örtü ile örten" demektir. Allah tealanın, inkarcıları "Kâfir" olarak isimlendirmesinin sebebi, onların Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edip onlan örtmeleridir. Buna göre cehennem ateşinin, kâfırier için hazırlanmış olmasının mânâsı, bu ateşin, kendi­lerini ve kendilerinden önceki insanları yaratan, yeryüzünü onlara bir döşek, gö­ğü de bir bina haline getiren ve gökten yağmur indirip onunla kendilerine çeşitli nzıklar çıkaran rablerini inkâr edenlere, ona ibadette bir takım putları ortak ko­şanlara hazırlanmış olan bir ateşte yanma cezasıdır.

Cehennem ateşinin pek şiddetli olduğu muhakkaktır.Yakıtı insan ve taş­lar olan cehennem ateşi hakkında Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Cehennem ateşi rabbinc şikâyetçi oldu ve "Ey rabbim, kendi ken­dimi yeyip bitirdim. Nefes almam için bana izin ver." dedi. Bunun üzerine Allah teala, cehenneme yılda iki kere nefes alma izni verdi. Bunlardan biri kı­şın, diğeri de yazın meydana gelmektedir. Sizin hissettiğiniz en şiddetli soğuk­lar cehennemin nefesindendir. "Sizin gördüğünüz en şiddetli sıcaklar da yi­ne cehennemin nefesindendir. [74]

 

25- Ey Muhammed, iman edip iyi ameller işleyenleri, altlarından ır­maklar akan cennetlerle müjdele. Cennetlerden kendilerine rızık olarak her meyve verildiğinde "Bu, daha önce rızıklandığımız şeydir." derler. Onlara, birbirine benzeyen rızıklar verilmiştir. Onlara cennette tertemiz eşler vardır. Ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

Ey Muhammed, senin Peygamberliğini tasdik eden ve tasdik ettiğini sa-lih amelier işleyerek ispat edenleri, ağaçlanmn altından ırmaklar akan cennet­lerle müjdele. Onlara cennette, cennet meyvelerinden verildiğinde "Bunlar daha önce, dünyada bize verilen meyve nzıklardandır." derler. Onlara orada renk ve şekilleri birbirine benzeyen fakat tat ve zevkleri farklı olan nzıklar verilecektir. Aynca onlara cennette, maddi ve manevi her türlü tiksindirici şeylerden arındı­rılmış olan tertemiz eşler vardır. Bunlar, hayız, nifas gibi tiksindirici ve eziyet verici halleri bulunan dünyadaki kadınlara benzememektedirler. Bu müminler cennette, devamlı nimetler içinde, sevinçli olarak, ebediyyen kalacaklardır.

Âyette zikredilen "cennet"ten maksat, orada bulunan ağaçlar, meyveler ve diğer nimetlerdir. Yoksa Cennetin toprağı değildir. Zira, nehirlerin cennetin altından aktığı zikredilmektedir. Nehirler cennetin toprağının altından değil, herhangi bir su arkı olmaksızın, cnnetin ağaçlarının altından akacaktır. Zira top­rağın altından akacak suların, göz için bir zevk meydana getirdiği söylenemez. Bu hususta Mesruk'un şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Cennetin hurma ağaç­lan, kökünden başına kadar üst üste yığılmış hurma salkımlanyla doludur. Mey­veleri, testiler gibidir. Her bir meyve, yerinden kopan 1 ılığında aynen bir benze­ri onun yerine gelir. Cennetin suyu ise, arklan olmaksızın akar.

Allah teala, bundan önceki âyette, kendisine ortak koşanlara ve isyan edenlere cehennem azabını hazırladığını bildirerek onları inkârianndan vazg eç-meye teşvik ettiği gibi bu âyet-i kerimesinde de mümin ve itaatkâr kullarına cenneti ve içindeki nimetlerini hazırladığını bildirerek onları ibadet ve itaata teşvik etmiştir.

Âyet-i kerimede "Bu, daha önce rızıklandırıldığımız şeydir." ifadesi zikredilmektedir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Mücahid ve İbn-i Zeyd'e göre "Daha Önce" ifadesinden maksat, dünyada iken nzıklandınl-dıklan nimetlerdir. Cennetliklere, cennette meyveler getirildiğinde o meyvelere bakarlar ve "Bu, daha önce dünyada nzıklandırıldığımız şeylerdir." der­ler.

Ebu Ubeyde ve Yahya b. Ebi Kesir gibi diğer bir kısım âlimler ise "daha önce rızıklandınldiğımiz" ifadesinden maksadın, cennette daha Önce nzıklandi-nimalan olduğunu söylemişlerdir. Yani, cennetliklere cennet meyveleri getiril­diğinde o meyveler daha önce cennette kendilerine getirilen meyvelere, renk ve tat bakımından benzediği için "Bu, daha önce nzikîandınldığımiz şeydir." der­ler.

Taberi birinci izah tarzını tercih etmekte ve cennetliklere ilk nzık verildi­ğinde bunu söyleyeceklerine göre, "Daha önce ki rıziklandırılma"dan maksatlın, dünyada iken kendilerine verilen rızıklar olduğunu söylemek daha isabetli olur." demektedir.

Âyet-i kerimede: "Onlara, birbirine benzeyen rızıklar verilmiştir."

ifadesi zikredilmektedir. Müfessirler, nzıklann hangi yönlerden birbirlerine benzedikleri hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Güreye, cennet meyvelerinin, üstünlükleri bakımından birbirlerine benzediklerini, dünya meyveleri gibi onların da arala­rında kötüleri bulunmadığını söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Mücahid ve Rebi' b. Enes ise, cennette nzık olarak verilen meyvelerin, renk yönünden birbirlerine benzedikle­rini, tatlarının ise farklı olduğunu söylemişlerdir. Mesela dünyadaki salatalık ile acurun birbirlerine benzemeleri gibi.

Diğer bir kısım âlimler, bu meyvelerin hem renk hem de tat bakımından birbirlerine benzediklerini söylemişlerdir.

Katade, İkrime, İbn-i Zeyd ve diğer bir kısım âlimler ise cennette nzık olarak verilecek olan meyvelerin, dünyadaki meyvelere renk yönünden benze­yeceklerini fakat tatlarının farklı olacağını söylemişlerdir. Bazı âlimler ise cen­netteki meyvelerin, sadece isimleri bakımından dünyadaki meyvelere benzeye­ceklerini, diğer bakımlardan benzemeyeceklerini söylemişlerdir.

Taberi buradaki, birbirine benzeyen meyvelerin, dünya meyveleri İle cen­net meyveleri olduğunu ve bunların renklerinin ve görünümlerinin birbirlerine benzemelerine rağmen tatlarının farklı olduklarını söyleyen görüşün ilaha terci­he şayan olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede: "Onlara cennette tertemiz eşler vardır." buyurul-maktadır.Burada ifade edilen "Eşler"den maksat, hanımlardır. Eşlerin "Tertemiz ölmalan"ndan maksat ise dünyadaki hanımlarda görülen hayız nifas dışkı, id­rar, sümük, balgam, meni vb. şeylerden temiz olmaları, tiksindirici, eziyet verici ve kuşkuya düşürücü her türlü şeyden uzak olmalarıdır.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabiler, cennetteki eş­lerin tertemiz olmalarını şöyle izah etmişlerdir: "Onlar âdet gönnezler, abdest-sizlik haline düşmezler ve sümkünnezler."

Mücahdi ise: "Onlar, hayızdan, dışkıdan, idrardan, sümükten, balgamdan, meniden ve çocuk yapmaktan uzaktırlar." şeklinde izah etmiş Katade ise: "Gü­nahlardan ve maddi pisliklerden uzaktırlar." şeklinde açıklamıştır. Ata da Müca­hide yakın izahlarda bulunmuş, Hasan-ı Basri ve İbn-i Zeyd ise "Onlar âdet görinekten arınmış olacaklardır." demişlerdir. [75]

 

26- Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal ver­mekten çekinmez. İman edenler, onun, rablcri tarafından bir gerçek oldu­ğunu bilirler. Kâfirler ise: "Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Allah bu­nunla sadece yoldan çıkanları saptırır.

Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve daha üstününü misal vermekten çekin­mez. O, iman ve itikad sahibi kişileri, inkarcı sapıklardan ayırüetmek için bu misalleri verir. Allah ve Resulü'nü tasdik edenler Allah'ın verdiği bu ve benzeri misalerin, kendi kelamı olduğunu, kendi katından gönderildiğini ve gerçeğin ta kendisi olduğunu bilir ve kabul ederler. Allah'ın âyetlerini inkâr eden müna­fıklar, müşrikler ve benzerleri ise "Allah bu misalle neyi diledi ve niçin bu mi­sali verdi? derler. Allah, vermiş oduğu bu misalleriyle münafık ve kâfir olan birçoklarını saptırır. Buna mukabil yine bu ve benzeri misallerle, iman ve itikad sahibi olan birçoklarını da doğru yola iletir. Mümin ve muvahhitler ise bu mi­salleri tasdik ettikleri için hidayetleri artar. Allah bu türmisallaerle. sadece itaa­tinden ayrılan münafıkları saptırır.

Müşrikler, inkarcılar, Kur'un-ı kerimin, çeşitli vesilelerle, örümcek, si­nek gibi yaratıkları misal vermesini alay konusu yapmışlar ve "İlahi kitapta hiç misal olur mu?" gibi inkarcı itirazlarına devam etmişler, işte bu âyet-i keri­me de onlara bu cevabı vermiştir.

Ayette zikredilen "Fâsıklar"dan maksat, münafıklardır. kelimearıp çıkan hurma Fareye deyani "Fâsıkçık" yani "Yuvasından dışarı çıkan" denir. Münafık ve kâfirlere "Fâsık" denmesinin sebebi, onların, rablerine ilaattan ayrılmaları ve doğru yoldan çıkmalarıdır. Nitekim Allah teala. başka bir âyette, rabbinin emsinin asıl mânâsı, "Bir şeyden dışarı çıkmaktır" Kapçığını yaı İçin "Yaş hurma kapçığını yarıp çıktı." denir. Fa

rinden çıkanlar için Rabbinin emrinden çıktı[76] buyur­muştur.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin, kimlere cevap olarak nazil olduğu hak­kında çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilere gö­re bu âyet-i kerime, bundan önceki iki âyette misalleri zikredilen münafıklara cevaptır. Şöyle ki: Allah teala münafıkları, ateş yakıp ta sonra ateşi sönen ve ka­ranlık bir gecede yağmura yakalanan kimseye benzetince münafıklar: "Allah bu gibi misalleri vermekten beridir. O, bu seviyelere inmekten yüce ve büyük­tür." dediler. Allah teala da bu âyeti indirerek en zayıf yaratıklarından olan siv­risineği dahi misal vermekten çekinmeyeceğini beyan etmiş ve onları sustur-muştur.

Rebi' b. Enes ise: "Allah teala bu âyet-i kerimeyi dünya için ve ondan bol pay alan yaratıklar için misal vermiştir." demiştir. Şöyle ki, sivrisinek aç oldu­ğu sürece yaşar, yeyip doyunca da ölür. Allah tealanın, Kur'an-ı kerimde, kendi­lerini misal vermek istediği kavimler de böyledir. Onlar dünyadan tam paylarını alınca, Allah onları yakalayıverir." Rebi' b. Enes bu sözlerden sonra şu âyeti okumuştur: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalın­ca onları azabımızla ansızın yakalayıvcrdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. [77]

Katade ise bu âyetin, Kur'anda zikredilen sinek ve örümcek misallerine karşı çıkan sapıklara ve müşriklere cevap olduğunu, kendisinden başkalarını dost edinenlerin, ağını kendisine ev yapmaya kalkışan örümceğe benzedikleri-ni[78]Allah'tan başka kendilerine tapınılan putların, bir sineği bile yaratamaya­caklarım, sineğin kendilerinden bir şeyi kapıp kaçırması halinde, onu yakalayıp kaçırdığı şeyi almaktan bile âciz olduklarını[79] zikredince sapıklar ve müşrikler "Örümcek ve sinek nasıl olur da burada zikredilir? Allah bunları zikretmekle neyi kastetmiş olabilir?" dediler. Bunun üzerine Allah teala onlara cevaben: Bu âyeti indirdi ve Allah'ın, en zayıf varlıklarından sivri sineği dahi misal vermek­ten çekinmeyeceğini beyan etti.

Taberi bu izahlardan, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve bundan önce gelen âyetlerin de münafıkların halini, belli olaylara benzettiğini, bu nedenle münafıkların, bu benzetmelere karşı çıktıklarını, Allah tealanın da bu âyeti indirerek, en zayıf varlıklarından biri olan sivrisineği dahi misal verinekten çekinmeyeceğini beyan etmiş ve böylece âyetin münafıklara cevap ver­miş olduğunu açıklamıştır. Taberi diyor ki: "Bu surede zikredilen bir âyet-i ke­rimenin, diğer surelerde zikredilen âyetlere karşı çıkanlara cevap olduğunu söy-lemektense bu surede zikredilen âyetlere karşı çıkanlara cevap olduğunu söyle­mek daha evladır." [80]

 

27- Onlar, ahitleştiktcn sonra, Allah'a verdikleri sözlerini bozarlar. Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği bağı koparırlar ve yeryüzünde fesat çı­karırlar. Hüsrana uğrayanlar işte bunlardır.

Bu fâsıklar, Allah'ın, Tevratta Muhammed'in Peygamberliğini kabul et­melerine, onu insanlara açıklamalarına ve Allah'ın âyetlerini gizlememelerine dair kendilerinden almış olduğu ahdi bozanlardır.

Bunlar, Allah'ın, akbaya karşı iyi davranıp, münasebetleri kesmemeyi emretmesine rağmen, akrabalık bağını koparırlar ve inkâr ederek, günah işleye­rek, haramları irtikâb ederek ve Allah'ın Resulünü yalanlayarak yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Bunlar, Allah'ın rahmetinden alacaktan pay hakkını kay­bederek zarara uğramış olanlardır.

Âyet-i kerimede, haktan ayrılan münafıkların allah'a verdikleri ahdi bozdukları zikredilmektedir. Burada zikredilen "Ahit" ve ahit verenlerin kimler oldukları hususunda müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

Bir kısım âlimlere göre, bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat, Allah tealanın.kullanna Peygamberi Hz. Muhammedin diliyle kitabında gön­derdiği emir ve yasaklardır. "Ahdi bozma"dan maksat ise, bu emir ve yasaklara uymaktır. Bu izaha göre ahdi bozanlar, Allah'ın itaatinden ayrılan ve fâsık ola­rak sıfatlandırılan münafıklardır.

Diğer bir kısım âlimlere göre ise, bu âyette zikredilen "Allah'ın ah-di"nden maksat, Allah tealanın, Tevraîi göndererek İsrailoğullarından, onunla amel edeceklerine, Hz. Muhammed gönderildiğinde de ona uyup, getirdiklerini tasdik edeceklerine dair aldığı sözdür. "Ahdi bozma'dan maksat ise Hz. Mu­hammed (s.a.v.) gledikten sonra onun hak Peygamber olduğunu bildikleri halde onu inkâr etmeleri ve Tevratta onunla ilgili olan bilgileri gizlemeleridir. Hal­buki Allah teala onlardan bu gibi bilgileri gizlememelerine dair söz almıştır. Bu izaha göre burara "Ahdi bozanlar"dan maksat, ehl-i kitabın kâfirleri ve müna­fıklarıdır.

Başka bir kısım âlimlere göre bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat, Allah'ın birliği hakkında ortaya koyduğu delilleri, emir ve yasaklan hakkında Peygamberlerine verdiği mucizeleridir. Allah teala, varlığını ve birli­ğini gösteren delilleri ortaya koyarak ve emir ve yasaklarını beyan eden Pey­gamberlerine mucizeler vererek insanlardan, iman etmelerine dair söz almış gi­bidir. Zira bu deliller ve mucizeler karşısında iman etmeleri ve Allah'ın emirle­rine boyun eğmeleri gerekir. Allah'ın ahdini bozmalarından maksat ise Allah'ın birliğini gösteren delillere rağmen onun bir olduğuna inanmamaları ve Pey­gamberlere verilen mucizelere rağmen onları ve onlara gönderilen kitapları ya-anlamalandır. Bu izaha göre "Ahdi bozanlar"dan maksat, bütün müşriklerin, kâfirlerin ve münafıkların hepsidir.

Başka bir kısım âlimlere göre bu âyette zikredilen "Allah'ın ahdi"nden maksat, insanlar Hz. Âdemin sulbünde iken onları zerreler halinde çıkarıp rab-leri olduğuna, dair, kendilerinden söz almasıdır. "Ahdi bozmaları"ndan maksat ise, o sırada verdikleri sözü daha sonra yerine getirmemeleridir. Nitekim bu hu­sus, şu âyet-i kerimede beyan edilmektedir. "Rabbin, Âdcınoğullarının sıılb-İcrindcn zürriyctlerini çıkarmış» onları kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş. Onlar da "Evet şahidiz, sen bizim rabbimizsin" diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde "Bizim bundan ha­berimiz yoktu" dememeniz içindir." [81]

Taberi bu görüşlerden ikinci görüşün daha doğru olduğunu, âyet-i keri­menin, Resulullahın hicret ettiği Medine'nin çevresinde yaşayan İsrailoğullan-nın nesillerinden olan kâfir Yahudi hahamları hakkında ve müşrik olan müna­fıklar hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Ancak âyetin, kâfir olan Yahudi ha­hamları gibi herkesi ve münafık olan müşrikler gibi her ferdi de kapsar mahiyet­te okluğunu da bildirmiştir. Ve bu görüşü tercih etmesinin sebebinin. Bakara su­resinin beşinci âyetinden sonraki âyetlerin, Tevratîa verdikleri sözü bozan Ya-. hudi hahamlarını anlatmış olmaları ve şu âyetin de bunu açıklamış olması oldu­ğunu söylemiştir. Âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır: "Bir zaman Allah, kcndilcrine-kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına, onda olanları gizlemeyeceklerine dair ahit alınıştı. Onîar ise bunu arkalarına atarak az bir değere değiştiler. Bu alış verişleri ne ki>tüdür." [82]Ayrıca şu âyet-i kerimede de ehl-i kitabın, ahdi nasıl bozdukları beyan edilmekledir: "Ni­hayet  onların ardından yerlerine kötüler gelip kitaba vâris oldular. Onlar, şu dünyanın geçici menfaatlerini alırlar ve: "İlerde affolunuruz." derler. Aynı men-faatla karşılaştıktan zaman onu yine alırlar. "Allah hakkında gerçekten başka bi-rşey söylemeyin" diye Tevratta kentlilerinden söz alınmamış mıydı? Ve orada olanları okumamış mıydılar? Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlı­dır. Hiç aklınızı kullanmaz [83]Katade bu âyei-i kerimeyi açıklarken şöyle demiştir: "Sakın bu âyetin be­yan ettiği ahdi bozmayın. Zira Allah bunu bozmayı çirkin görmekte ve bunu bozma hususunda tehditte bulunmaktadır." Allah teala Kur'an-ı kerimin çeşitli âyetlerinde, aldığı bu ahit hususunda Öğüt ve nasihatlarda bulunmuş, buna dair deliller beyan etmiştir. Biz, Allah tealanın verdiği ahdi bozan hakkındaki tehdi­di kadar herhangi bir günah hakkında tehdit ettiğini bilmiyoruz. Kim Allah'a sa­mimiyetle ahd verecek olursa Allah içini bunu yerine getirsin.

Rebi' b. Enes de bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Münafıklarda altı özellik bulunmaktadır. Ortaya çıkma imkânı bulduklarında bu özelliklerini açı­ğa vururlar. Konuştuklarında yalan söylerler, vaadettiklerinde vaadlerini bozar­lar. Kendilerine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet ederler. Pekiştirdikten sonra Allah'a verdikleri ahdi bozarlar. Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği bağı kapanrlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar.

Âyet-i kerimede: "Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği bağı koparır­lar." buyurulmaktadır. Allah tealanın, birleştirilmesini emrettiği ve koparılma­sını kınadığı bağ'dan maksat, şu âyet-i kerimede beyan edilen akrabalık bağıdır. "Demek idareyi elinize geçirdiğinizde yeryüzünde fesat çıkarmayı ve akra­balık bağlarım parçalamayı arzu ediyorsunuz? [84]

Akrabalık bağını koparmak ise Allah tealanın, akrabalarına karşı yüküm­lü kıldığ vecibeleri kişinin yerine getirmemesiyle ve akrabalarına karşı gereken ilgi ve şefkati göstermemesi yle gerçekleşmiş olur.

Taberi diyor ki: Bir kısım âlimler, bu âyette zikredilen, AHahın birleştiril­mesini emrettiği bağdan maksadın, Resulullah ve müminlerle olan bağı birleş­tirmek olduğunu söylemişlerdir. Allah teaia birçok âyetinde, münafıkları zikre­derken onların, akrabalık bağını kopardıklarını beyan etmiştir. Bu âyet de onlar­dan biridir. Taberi, "Buna rağmen Allah tealanın, birleştirilmesini emrettiği her bağı koparanı kınadığını söylemek mümkündür. Bu bağ, ister akrabalık bağı ol­sun isterse din bağı olsun yahut başka bir bağ olsun." demiştir.

Ayet-i kerimede, yoldan çıkan münafıkların, yeryüzünde fesat çıkardıkla­rı zikredilmektedir.Bu fesattan maksat, onların, rablerine karşı gelmeleri, onu inkâr etmeleri, Peygamberini yalanlamaları ve Peygamberinin, kendi katından getirdikleri şeyleri inkâr etmeleridir.

Ayette zikredilen "Hüsrana uğramak"tan maksat, Allah'a isyan edereonun rahmetinden olan paylarını kaybetmeleri ve eksiltmeleri demektir. Bazı âlimler burada, hüsrana uğramayı "Helak olma" şeklinde izah etmişlerdir.

Dehhak, Abdullah b. Abbas'in şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Allah teala, müslüman olmayanları "Hüsrana uğrama" gibi herhangi bir sıfatla sıfat-landırırsa bununla onların kâfir olduklarını beyan etmek istemiştir. Müminleri sıfatlandınrsa, onlann günahkâr olduklarını beyan etmek istemiştir. Bu izaha göre âyette geçen hüsrana uğrayanlar sıfatı kâfirler için zikredikii-ğine "Onlar kâfirlerdir." şeklinde izah etmek mümkündür. Şayet bu sıfat mü­minler için zikredilecek olsaydı" Onlar günahkârlardır." şeklinde izah edilirdi. [85]

 

28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölüler idiniz sizi o dirilt­ti. Sonra öldürecek sonra tekrar diriUccektir. Nihayet ona döndürüleceksi­niz.

Allah'ın, sizi öldürdükten sonra tekrar diriltme gücünde olduğunu nasıl inkâr ederseniz? Halbuki sizler, atalarınızın sulbünde cansız bir damlacık su idi­niz. Sizleri, bütün organları yerli yerinde ve güzel bir varlık olarak o yarattı. Sizleri, en güzel bir vücuda sahip olan canlılar yaptı. O sizi yoktan var ettikten sonra öldürecek ve yok ettikten sonra da aynen diriltecektir. Kudretiyle bunu yapan Allah, amellerinizin karşılığını vermek için, sizleri huzurunda toplamak­tan elbette ki âciz değildir. Nihayet ona döndürüleceksiniz. Âhirette sizi mükâfaatlandırmak ve cezalandırmak için hesap verme alanında toplaya­caktır.

Bu âyet-i kerimede zikredilen "iki defa öldürülme" ve "iki defa dirilt-me"den neyin kastedildiği hakkında çeşitli izahlar yapılmıştır.

Abdullah-b.-Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Ebııl Âliye ve diğer bir kısım şa­rabilere göre bu âyetin izahı şöyledir: "Sizler, dünyaya gelmeden önce adı sanı ulmayan bir şey idiniz.Ölü gibi idiniz. Sonra Allah size hayat verip dünyaya ge­tirdi. Eceliniz gelince sizi öldürecek, kabir âlemine gönderecek sonra kıyamet kopunca sizleri lekrar diriltecek ve huzurunda toplayarak hesap soracaktır.

Abdulah b. Mes'ud, Ebu Mâlik ve Mücahid Bakara süresindeki bu âyetle mümin süresindeki şu âyetin birbirlerini izah ettiklerini söylemişlerdir. Mümin suresinde şöyle buyuruluyor:"Kıyamct günü kâfirler şöyle derler: "Ey rab-bimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Biz de günahlarınım itiraf ettik. Şimdi bir kurtuluş yolu var mıdır? [86] Yani: Biz, yaratılmadan önce herhangi bir şey değilken sen bizi, ölüler gibi kılmıştın. Birinci öldür­men bu idi. Bizi yarattıktan sonra hayatımıza son verip öldürdün. Böylece bizi iki kere öldürmüş oldun. Bizi, ilk dünyaya geldiğimizde hayat vererek dirilttin. Öldürüp kabre göndermenden sonra kıyamet gününde tekrar di­rilteceksin. Böylece bizi, iki defa da diriltmiş olacakasın." demektir.

Ebu Salih ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Sizler ölüp kabre girdikten sonra Allah orada, sorguya çekilmeniz için sizi diriltti. Kabirde iken tekrar öl­dürdü. Kıyamet gününde de tekrar d iri İtecektir."

Katade ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: Siz, babalarınızın sulbünde iken ölüler idiniz Allah sizi dünyaya getirip diriltti. Sonra sizi öidünip kabre gönder­di. Daha sonra da kıyamet gününde sizi diriltip huzurunda toplayacaktır. Böyle­ce iki ölüm iki de hayat gerçekleşmiş olacaktır.

İbn-i Zeyd ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Siz, atanız Âdemin sulbünde iken Allah sizi diriltip, sizin rabbiniz olduğuna dair sizden söz aldı. Söz aldıktan sonra sizleri öldürdü. Sizleri tekrar annenizin rahminde diriltti. Eceliniz gelince de öldürdü. Kıyamet günü gelince de tekrar çürütecektir." İbn-i Zeyd bu görüş­lerini anlatırken şu âyetleri okumuştur: "Rabbin, Âdemoğullannın sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da "Evet şahidiz sen bizim rabbimizsin" diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde "Bizim bundan haberimiz yoktu." dememe­niz içindir." "Yahut da daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onların arkalarından gelen zürriyetleriyiz. Şimdi o, hakkı batıl gösterenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindir"[87]

Diğer bir kısım âlimer ise bu âyette zikredilen birinci ölümden maksa­dın, erkeğin nutfesinin. vücudundan ayrılarak kadının rahmine dökülme anı ol­duğu söylenmiştir. Zira bu anda nutfe, kendisine ruh üfleninceye kadar ölüdür.' Sonra Allah ona ruh'u üfleyerek sapa sğlam bir insan meydana getirir. Vadesi yettiğinde onun ruhunu alarak tekrar öldürür. Kul, kabirde kıyamet kopııncaya kadar ölü olarak devam eder. Nihayet İsrafil sur'a üfürünce kıyamet kopar. Böy­lece insanlar bir daha diriltilmiş olur. İşte iki kere ölümden ve iki kere di silme­den maksat budur.

Tabari, bu görüşlerden birincisinin tercihe şayan olduğunu, diğerlerinin ise tenkid edilebilir olduklarını beyan etmiş ve özetle şunları söylemiştir: Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbastan nakledilen şu görüştür: "Sizler, atalarınızın sulbünde nutfe halindeyken, tanınmayan ve adı anılmayan şeylerdiniz. Bu bakımdan adı sanı olmayan ölüler gi­biydiniz. Sonra Allah sizi tam bir insan olarak yarattı. Tanındınız ve adınız anı­lır oldu. Sonra sizin ruhunuzu alarak sizi öldürdü. Dirilinceye kadar berzah âleminde yani kabirde bekletti. Adınız sanınız anılmaz oldu. Sonra Allah'ın hu­zuruna varıp hesap veresiniz diye ruhlarınızı tekrar cesetlerinize iade edip sizle­ri diriltecektir.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: "O gün insanlar, gözleri baygın bir halde kabirlerinden çıkarlar. Tıpkı etrafa yayılmış çekirgeler[88]"Sur-a üfürülünce bir de bakarsın ki, onlar kabirlerinden kalkmışlar rabîerine koşuyorlar[89]

"Sizler ölüler idiniz o sizi dirilti." âyeti kerimesi, dilleriyle "Allah'a ve âhiret gününe iman ettik." deyip te kalbleriyle iman etmeyen münafıkları kınamakta ve ayıplamaktadır. Âyet-i kerime onlara: "Siz, Allah'ı ve ölümü­nüzden sonra sizi diriltme ve hesaba çekme kurderitini nasıl inkâra kalkı­şırsınız? Halbuki o sizi yoktan var etti, sonra öldürecek daha sonra da tek­rar diriltip hesaba çekecektir." buyurmaktadır. [90]

 

29- Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan o'dur. Sora göğe yönclip onları yedi gök olarak düzenleyen de O'dur. O, herşeyi çok iyi bi­lendir.

Kendinden bir lütuf ve ikram olarak, yeryüzündeki bütün gıda maddele­rini ve diğer eşyayı sizin için yaratan Allah'tır. Sonra göğe yönelip oraları yedi gök şeklinde düzenleyen de o'dur. Allah, onları kudretiyle tanzim etti ve yedi gök olarak yarattı. Allah, işlerinizi, haillerinizi, gizlediğiniz ve açıkladığınız herşeyi eksiksiz ilmiyle bilendir.

Allah teala, bu âyet-i kerimesinde fâsıklara ve onların dostları olan Ya­hudi hahamlarına ve atalarına lütfettiği daha sonra da Allalıa isyan etmeleri se­bebiyle kendilerinden aldığı nimetlerini zikretmektedir. Böylece onları, geçmiş­teki atalarım uğrattığı gibi azaba uğratacağı tehdidiyle uyarmakta, derhal tevbe ederek kendisine yönelmelerini ve ancak bu şekilde kurtulabileceklerini beyanetmektedir.

Evet, Allah teala bu âyet-i kerimede yeryüzünde mevcut olan her şeyin insanoğlu için yaratıldığını zikretmiştir. Gerçek şudur ki, yeryüzünde bulunan  herşey hem dini bakımdan hem de dünyevi yöden insanoğlunun faydasınadır. Dini yönden, yeryüzünde bulunan bütün varlıklar Allah'ın birliğini gösteren bi­rer delildirler. Bunlar, kul'un, tevhid inancını kabullenmesini sağlarlar. Dünye­vi yönden ise, yeryüzünde bulunan varlıklar, insanın yaşamasını, rabbine itaat etmesini ve emirlerini yerine getirmesini sağlarlar. Bu bakımdan, yeryüzünde ne varsa din ve dünya yönünden, insanın faydası için yaratılmıştır.

Âyet-i kerimede "Sonra göğe yöneldi" şeklinde tercüme edilen ifadesi zikredilmektedir. Taberi bu ifadenin, müfessirler tarafın­dan şu şekillerde izah edildiğini söylemiştir.

Bir kısmı alimlere göre cümlesinin mânâsı "Göğe doğru yöneldi." demektir. Diğer bir'kisım âlimlere göre ise bu cümlenin mânâsı "Allah teala zatiyla değil, yapacağı işlerle göğe yöneldi." demektir. Başka bir kısım âlimlere göre de bu cümlenin mânâsı "Daha önceki işleri bitirip göğü ya­ratmaya girişti." demektir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Allah, göğe çıktı." demektir. Yine başka bir kısım âlimlere göre "Allah'ın, yeryüzü için bir sema halinde kıldığı duman, göğe yükseldi.." demektir.

Taberi, Arap dilinde kelimesinin şu mânalara geldiğini zikret­miştir. "Erkeğin gençlik ve gücü sona erdi" "Kişinin zor olan işleri düzeldi." "Kişi bir şeyi yapmak üzere ona yöneldi." "Bir şeyi elde etti ve kuşattı." "Yük­seldi, yukarıya çıktı." Taberi âyet-i kerimedeki kelimesinin "Yüksel­me ve yukarıya çıkma" anlamında izah edilmesinin daha evla olduğunu, âyet-i kerimenin mânâsının, "Allah teala göklere yükselerek onları yedi gök olarak ya­rattı ve kudretiyle onlan düzene koydu." demek olduğunu söylemiştir.

Taberi diyor ki: "Âyette zikredilen kelimesini, "Yükselme" mânâsına yorumlamaktan kaçınanlar buna gerekçe olarak Allah'a "yükselme" sıfatını isnat etmemeyi göstermişlerdir. Böyle yorumladıkları takdirde. Allanın, daha önce göğün altındayken daha sonra göğün üstüne çıktığını söylemiş ola­caklarını, bunun ise Allah'a yakışmayacağını söylemişlerdir. Fakat onlar, kelimesini "Daha sonra göğe yöneldi" şeklinde izah ederlerken "Kaçınmak istedikleri şeye düşmüşlerdir. Allah daha önce göğe sırt mı çevirmişti de şimdi yönelmiş oldu? sorusuna muhatap olmuşlardır. Şayet onlar derlerse ki "Burada­ki yönelmeden maksat, birşey yapmak için yönelmek" değil "Sevk ve idareye yönelme"dir. Onlara denilir ki: "Yükselme ve çikma"da bir yerden çıkıp diğer yere yükselme mânâsına değil "Mülkü ve egemenliği ile yükselme ve çıkma" demektir. Taberi bu hususta zikredilecek her sözü zikredip fasit olduğunu ispat­lamanın mümkün olduğunu, ancak bu kadar açıklama yapmasının diğer itirazlar için de yeterli olacağını ve bu konuyu daha fazla uzatmak istemediğini zik­retmiştir.

Taberi diyor ki: "Allah tealamn göğe yükselmesi, onlan duman halinde yaratmasından sonra ve yedi kat gök haline getirmesinden öncedir. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle bu vurulmaktadır. "Sonra Allah'ın iradesi duman halinde bulunna semaya yöneldi.Semaya ve yere" isteyerek veya istemeyerek geİin" dedi. Onlar da "İsteyerek geldik." dediler[91]

Âyet-i kerimede "Düzenledi" diye tercüme edilen ifadesi zik­redilmektedir. kelimesinin asıl mânâsı "Hazırlama" "yaratma" "Düze­ne koyma" ve "Düzeltme" dir, "Gök" kelimesi "Cins" ismi olduğundan dolayı bazen tekil, bazen de çoğul olarak kullanılmaktadır zamiri kelimesinin sonunda bulunmakta ve buradaki "Gök" kelimesinin "Çoğul" anla­mında kullanıldığını göstermektedir.

Muhammed b. İshak, yerin ve göklerin yaratılma safhaları hakkında şun­ları söylemiştir: "Allah teala önce aydınlığı ve karanlığı yaratmıştır. Sonra on­lan birbirlerinden ayırmış, karanlığı, her şeyi bürüyen karanlık bir gece, aydın­lığı da her şeyi aydınlatan aydınlık bir gündüz yapmıştır. Sonra yedi kat göğü, dumandan var etmiştir. Allah daha iyi bilir ya, zannederiz ki bu duman, sudan yükselmiştir. Böylece gökler müstakil bir hale gelmişler fakat Allah onları he­nüz muhkem bir hale getirmemişti. Dünya semasında, karanlık geceyi ve aydın­lık gündüzü var etti. Henüz, güneş, ay ve yıldızlar yokken gökte gece ve gündüz vardı. Sonra Allah, yeryüzünü düzene koydu. Onu dağlarla sağlamlaştırdı. Ora­da çeşitli gıda ve nziklan yarattı ve yeryüzüne dilediği yaratıklarını yaydı. Böy­lece yeryüzünü ve onun üzerinde bulunan nzık ve gıdaları dört günde yaratmış . i oldu. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Onu sağlamlaştırdı. Dünya semasında güneşi, ay'i ve yıldızları yarattı. Her göğe de emrini vahyetti. Onlan da iki günde yarattı. Böylece  gökleri ve yeri altı günde yaratmış oldu. Daha sonra, göklerin üzerine yükselerek göklere ve yere "Sizin için dilediğim şeyle­re, isteyerek veya istemeyerek gelin." dedi. Onlar tla "İsteyerek geldik" de­diler,

Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve bir kısım sahabiler özetle şun­ları söylemiş, kâinatın yaratılması safhalarını şöyle zikretmişlerdir: "Allah'ın ar­şı suyun üzerinde bulunmakta kli. Suyu yaratmadan önce, yaratıldığı beyan edi­lenlerden başka birşey yaratmamıştı. Yaratıklan var etmeyi dileyince sudan du­man (buhar) çıkarttı. Buhar suyun üzerine yükseldi. Allah ona "Yükselen" an­lamına gelen "Sema" ismini verdi. Sonra suyu kuruttu. Onu bir tek kütle haline getirdi. Sonra onu parçaladı. Onu, pazar ve pazartesi günlerinde yedi yer haline getirdi. Yeryüzü sarsıldı. Bunun üzerine dağlan var ederek sarsıntıyı durdur­du. Yeryüzünün dağlarını ve orada yaşayacak olanların nzıklarını, salı ve Çar­şamba olmak üzere iki günde yarattı. Böylece yeryüzünün yaratılması dört gün­de tamamlanmış oldu. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Bu duman, suyun buharlaşmasından meydana gelmişti. Allah onu bir tek sema yapmıştı. Sonra onu yayarak Perşembe ve Cuma günlerinde yedi gök haline getirdi. "Bir-l eştirme" anlamına gelen Cuma gününe bu ismin verilmesi: O günde göklerle yerin yaratılmasının birleştirilmesinden ve dumanlanmasındandır. Allah, her göğe emrini vahyetti. Yani her gökte Melekler ve diğer yaratıktan var etti. Son­ra yeryüzü semasını yıldızlarla süsledi. Yıldızlan hem bir süs aracı hem de gök­yüzünü şeytanlardan koruyucular olarak var elti. Allah, dilediği şeyleri yarattık­tan sonra, arşına yükseldi.

Bu görüşü zikreden sahabilcr şu âyetleri okumuşlardır: "Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sahif dağlar yerleştirdi. Orada ırmaklar ve iste­diğiniz yere şaşırmadan gidebilmeni/, için yollar yarattı. [92] ( "ey Muham-med onlara de ki: "Siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip ona eşler mi ko­şuyorsunuz? İşte o, âlemlerin rabbi olan Allahtır." "O, yeryüzünün üzeri­ne sabit dağlar yerleştirdi ve oraya bereket verdi. Orada yaşayanların rı-zıklarını takdir etti. Bütün bunları tam dört günde yarattı. Bu, soranlar için bir açıklamadır" "Sonra Allanın iradesi, duman halinde bulunan ese-maya yöneldi. Semaya ve yere" İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. Onlar da "İsteyerek geldik" dediler. [93]"Gökleri ve yeri allı günde yara­tan, sonra "Arş"a hükmeden O'dur, O, yere gireni ve çıkanı, gökten İneni ve göğe çıkanı bilir. Nerede olursanız olun, o sizinle bereberdir. Allah, yap­tıklarınızı çok iyi görendir[94]"Kâfirler, gökler ve yer birbirine bitişik­ken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler mi? hâlâ iman etmiyorlar mı? [95]

"Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan o'dur..." âyetinin so­nunda "O, herşeyi çok iyi bilendir." Duyurulmaktadır. Bunun mânâsı "lCy münafıklar ve ey chl-i kitaptan, inkâra düşen kâfirler, dillerinizle söyledi­ğinize kalben inanmamanız gökleri, yeri ve orada bulunanları yaratan Al­lah'a gizli değildir. Bilakis o, sizin de dışınızda olanların da her halini çok iyi bilendir.

"Semanın yedi gök düzenlenmesi" ifadesini müfessirler çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:

Günümüz Astronomi biliminin verilerine göre, kâinatın genişliği, "Eksi sonsuz, artı sonsuz" olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyle bu âleme bir hudut çizilememektedir. Durum böyle olunca insanoğlu aczini itiraf etmekte ve cenab-i hakkın var ettiği kâinat nizamının boyutları hakkında bir şey soy ley em emekte­dir. İşte böyle umumi bir acz halinin yaşandığı bir mevzuda söylenecek şeyler de o nisbette az oluyor ve kesinlik ifade etmiyor. Bu durum muvacehesinde mü-fessirlerin söylediklerini çok kısa olarak şöylece arzedelim:

"Dünyanın dışında bulunan bütün yıldızların süslediği maddi âlemin hep­si bir semadır, bir göktür. Bunun ötesinde daha altı sema vardır. Fakat bunların keyfiyetini şimdilik bilememekleyiz. Allah, her şeyin en iyisini bilendir." [96]

 

30- Bir zaman rabbin meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife yarata­cağım/' demişti. Melekler de: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan döke­cek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilme­diklerinizi bilirim." dedi.

Bir zaman rabbin. meleklere, yaratacağı Âdemi kastederek "Yeryüzünde yaratıklarım arasında hükmetmekte beni temsil edecek bir halife yarataca­ğım." demişti. Melekler de: "Ey rabbi m iz, bildir bize, sen, yeryüzünde fesat çı­karacak ve kan dökecek birini yaratıp ta Halifeni bizden yapmayacak mısın? Halbuki biz seni Överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz" dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben Âdem ve İblis hususunda sizin bilmediğniz şeyleri bilirim." dedi.

Allah teala, bundan önceki âyette yeryüzünü, gökleri ve onlarda bulu­nanları yaratıp insanoğlunun hizmetine tahsis ederek ona lütfettiği nimetlerini zikretmiş bu âyet-i kerimede ise, bizim de o fâsıkların da atası olan Hz. Ademi yaratacağını, onu yeryüzünde Halife kıldığını beyan etmiştir? Bundan sonra ge­len âyet-i kerimelerde de Hz. Âdemin, İblisin vesveselerine uyarak rabbinin ya­sağını ihlal ettiğini, böylece cezalandırıldığını daha sonra ise yaptığı hatadan dolayı tevbe edip o hatadan vaz geçmesi üzerine onu affettiğini fakat, Allah'a is­yan eden İblis'in isyanında direttiği için onu dünyada lanete uğrattığını âhirette ise ebedi olarak devam edecek cehennem azabına sokacağını beyan etmiştir. Böylece Allah teala, insanlardan fâsık ve kâfir olanlardan, tevbe edip kendisine yönelenler hakkındaki hükmüne ve isyanında ısrar eden mağrurlar hakkındaki yargısına dair uyarsın. Onlar da düşünüp ibret alsınlar, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu idrak etsinler, onun, Allah katından getirdiklerinin doğru olduğuna inansınlar. Zira Hz. Muhammed'in, Allah katından getirdiği şeyler, ehl-i kitabın kitaplarında da mevcut olan hükümlerdir. Onlar bu tür şeylere ya­bancı değillerdir. O halde Hz. Muhammed'e diğer insanlardan daha önce onlar iman etmelidirler.

Âyet-i kerimede geçen ve "Bir zaman" diye tercüme edilen keli­mesi, Basra âlimlerinin bir kısmı tarafından, "Anlam ifade etmeyen zaid bir harftir" şeklinde izah edilmeye kalkışılmış ise de Taberi bunun yanlış olduğunu kelimesinin, belli olmayan bir zamanı ifade ettiğini ve kendisinden Önce "Hatirlayın" anlamında bir kelimenin takdir edildiğini ve âyetin mânâsının "Ha­tırlayın bir zaman rabbin meleklere..." şeklinde olduğunu söylemiştir. "Melekler" anlamına gelen kelimesi ise kelimesinin çoğuludur. kelimesinin asli da dür. Hemze düşürülmüş ve harekesi Lam'a verilmiştir. Bu kelime "Göndemıek" mânâsına gelen  kökünden türetilmiştir. Meleklere bu adın verilmesi, Allah'ın Peygamberine ve kullarına gönderdiği elçileri olmalarındandır.

Ayet-i kerimede zikredilen "Yeryüzü" kelimesinden maksat, bir kısım âlimlere göre "Mekke-i Mükerremedir" Âyette geçen "Halife" kelimesinin mânâsı ise, "Gidenin yerine gelen" demektir. Bu hususta başka bir âyette şöyle Duyurulmaktadır. "Sonra da sizi o nesillerin ardından, ne yapacağınızı görme­miz için yeryüzünde Halifeler kildık."(10/4)

Eğer denilecek olursa ki: "Yeryüzünü Hz. Âdemden önce imar eden kim vardı ki Allah teala meleklere, onların yerine yeryüzünü imar edecek olan Hz. Ademi yaratacağını bildirdi? "Ona cevaben denilir ki: "Bu hususta müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, Hz Âdem daha önce yeryüzünde yaşayan ve orada bozgunculuk çıkardıkları için yok edilen cinlerin yerine yeryüzünde Halife olarak yaratılmıştır. Dehhak, Abdullah b. Abbas'm şunları söylediğini rivayet etmiştir: Yeryüzünde ilk yaşayan Cinlerdi, onlar ora­da bozfunculuk çıkardılar, kan döktüler ve birbirlerini öldürdüler. Bunun üzeri­ne Allah onlara, meleklerden meydana gelen bir ordusuyla birlikte İblisi gön­derdi. İblis, beraberinde bulunanlarla birlikte cinlere karşı savaştı. Onları adala­ra ve dağların başlarına kaçmaya zorladı. Sonra Allah teala Âdemi yarattı. Onu yeryüzünde Cinlerin yerine getirdi.

Hasan-ı Basri ise, bu,âyette zikredilen "Halifeliği" şöyle izah etmiştir: "Ben, yeryüzünde soyu birbirlerine Halife olacak Âdemi göndereceğim, "buna göre Hz. Âdemin soyundan gelenler hem Âdemin hem de birbirlerinin halifeleri olacaklarından Âdem'e "Yeryüzüne gönderilecek Halife" diye ad verilmiştir.

Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir görüşe göre âyette zikredilen "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." ifadesinden maksat, Allah tealanın yeryüzüne, Hz. Âdemi, kulları arasında hüküm verme bakımından Halifesi olarak göndermesidir. Bu sahabiler, âyeti izah ederlerken şöyle demişlerdir: "Allah teala meleklere: "Ben, yeryüzünde bir Halife yarataca­ğım." deyince Melekler: "Ey rabbimiz, bu halife nasıl bir şey olacak?., dediler. Allah teala: "O, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, birbirlerini kıskanan ve bir­birlerini öldüren soyların atası olan bir kişi olacaktır." buyurmuştur.

Müfessirler, bu âyet-i kerimeye dayanarak, insanlar arasında çıkacak an­laşmazlıkları çözüme kavuşturması, zalimden mazlumun hakkını alması, ceza­lan tatbik etmesi, hayasızlığı önlemesi ve devlet idaresiyle ilgili bütün vazifeleri yerine getirmesi için Halife seçmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. İşte Halife olacak bu kişide şu vasıfların bulunması da şarttır:

a- Halifenin erkek olması: Kadından Halife olmaz. İran Kisrasmm kızı­nın İranlılar tarafından kendilerine Kraliçe seçildiğini duyan Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"İdarelerini kadına teslim eden bir topluluk asla kurtuluşa eremez. [97]

b- Hür olması: Halife hür bir kişiden olur. Köleden Halife olmaz. Zira köle efendisine tabidir, müstakil hareket edemez.

c- Buluğa ermiş olması: Henüz buluğa ermemiş çocuklar mükellef de­ğildirler. Halifelik gibi ağır bir vazife böyle birisine verilemez.

d- Müslüman olması: Kâfirlerin Müslümanlar üzerine otorite kurmaları kabul edilemez. Bu hususta Allah teala diğer bir âyette şöyle buyuruyor:"... Allah, aranızda hükmedecek ve Müslümanlara karşı, kâfirlere asla yol vermeye-cektir.ıl[98]

c- Halifenin adaletli olması

f- Müctchîd olması

g- İleriyi gören bir kimse olması

h- Vücutça sağlam olması

ı- Savaş idare etmesini bilmesi

i- Kurcyştcn olması (Bu şart ihtilaflıdır[99]

Âyet-i kerimede, meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak ve kan döke­cek birisini mi yaratcaksın?" dedikleri zikredilmektedir.

Taberi diyor ki: ''Eğer denilecek olursa ki "Allah tealanın meleklere, yer­yüzünde bir halife yaratacağını bildirmesi üzerine melekler ona nasıl "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" diyebilmişler­dir? Çünkü o anda ne Âdem ne de soyu yaratılmıştır ve onların ne yapacaklarını da bilemezlerdi. Melekler bu sözü gaybi bilerek mi söylediler yoksa tahmin yü­rüterek mi? Elbette ki bu iki ihtimal de meleklereyakışan bir şey değildir. O hal­de melekler, Allah tealaya bu soruyu nasıl sormuşlardır? Müfessirler bu soruya farklı şekillede cevap vennişlerdir.

a- Dahhakın Abdullah b. Abbastan naklettiği bir rivayete göre Abdullah b. abbas, meleklerin bu sorularını şöyle izah etmiştir: Allah teala Hz. Âdemden önce cinleri yaratmıştı. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmış ve kan dök­müşlerdi. Allah teala da, İblisin başkanlığında özel bir kısım melekleri göndere­rek onlarla savaş yaptımış ve onları mağlup ettirmiştir. Allah teala bu özel me­leklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını beyan edince onlar da önceki bilgile­rine dayanarak: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat­caksın? diye sormuşlardı. Dehhak, Abdullah b. Abbastan nakledilen bu rivayeti şöyle anlatıyor: "İblis" vücudun gözeneklerinden geçebilen çok sıcak bir ateşten yaratılmış ve kendilerine "Cin" adı verilmiş, melekler sınıfından biri idi. Adı "Haris" idi ve cennetin bekçilerinden biri idi. Bu sınıfın dışındaki bütün melek­ler ise nur'dan yaratılmışlardır. Kur'an-ı kerimede zikredilen diğer cinler ise du­mansız saf alevden yaratılmıştır.

Yeryüzünde ilk olarak cinlen yaşamıştır. Onlar orada bozgunculuk çıkar­mışlar, kan dökmüler ve birbirlerini öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Allah onların üzerine, meleklerden bir sınıf olan cinlerle birlikte İblisi göndermişti. İblis ve beraberinde bulunan melekler, yeryüzünde yaşayan cinlerle savaşmışlar, onla­rın, denizlerdeki adalara ve dağların başlarına kaçıp sığınmalarını sağlamışlar­dır. İblis bunu yapınca gururlanmış ve "Ben, şimdiye kadar hiç kimseninyap-madığı bir şeyi yaptım." demiştir. Allah teala, tabii ki İblisin kalbine gelen bu gunıru bilmiş fakat onunla birlikte savaşan diğer melekler bilememişlerdir. Al­lah tealanın bu meleklere; "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." demesi üzerine bu melekler: "Orada, daha önce cinlerin çıkardığı gibi fesat çıkaracak ve onların kan döktükleri gibi kan dökecek varlıklar mı yaratacaksın?" Halbuki biz oraya, onların bu hallerinden dolayı gönderilmiştik." dediler. Allah teala da me­leklere; "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. Yani sizin, şeyta­nın kalbindeki gurur ve kibiri bilmediğinizi bilirim." diye cevap verdi. Sonra Allah teala, Âdemin toprağının gel i ilmesini emretti. Onnu toprağı getirildi. Al­lah teala Âdemi, yapışkan ve kokuşmuş bir çamurdan bizzat kendi elleriyle ya­rattı. Âdem, kırk gece sırtüstü yatan bir ceset halinde bırakıldı. İblis gelip ona ayağıyla vuruyor, Âdemin vücudu ses çıkarıyordu. Allah teala bu hususu beyan eden âyetinde şöyle buyuruyor: "Allah insanı, vurulduğunda testi gibi ses çıka­ran kuru bir balçıktan yarattı. [100]

İblis, Âdemin ağzından girip arkasından çıkıyor ve arkasından girip ağ­zından çıkıyordu ve diyordu ki: "Sen, sırf ses çıkarmak için yaratılmadın. Elbet­te ki bir şey için yaratıldın. Yemin olsun ki eğer ben sana musallat olursam mut­laka seni helak ederim. Şeyat sen bana musallat olursan mutlaka sana isyan ede­rim."

Allah, âdeme kendi ruhundan üfleyinee ruh âdemin baş tarafından girdi. Vücudun ulaştığı her yerini et ve kan'a dönüştürdü. Ruh, göbeğine kadar ulaşın­ca Âdem vücuduna baktı ve onun güzelliğini beğendi. Hemen ayağa kalkmak istedi. Fakat kalkamadı. Allah teala bu hususta da şöyle buyuruyor: "... İnsan çok acelecidir. [101]

Ruh, Âdemin vücudunun her tarafına ulaşınca Âdem aksırdı ve Allah'ın kendisine ilham etmesiyle "Âlemlerin rabbi olan Alla-ha hamdolsun." dedi. Allah, da ona: "Ey Âdem, Allah da sana merhamet etti." dedi. Sonra Allah, gökteki bütün meleklere değil, sadece iblisle beraber bulu­nan ve Özel bir sınıf olan meleklere: "Âdeme secde edin." dedi. O meleklerin hepsi Âdeme secde ettiler. Sadece İblis diretti ve kibirlendi. İblis: "Ben ona sec­de etmem. Çünkü ben ondan daha hayırlıyım. Yaşça daha büyüğüm, yaratılış bakımından daha güçlüyüm. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın. Ateş çamurdan daha kuvvetlidir." dedi. İblis secde etmemekte diretince Allah onu susturdu, bütün hayırlardan mahrum etli ve onun isyanına bir ceza olmak üzere kavulmuş şeytan yaptı.

Sonra Allah teala Âdeme, bugün insanların bildiği bütün eşyanın isimle­rini öğretti. Bu isimler, insanlara, canlı varlıklara, yeryüzüne, denizlere, dağlara ve benzeri şeylere ait olan isimlerdi. Sonra Allah bu isimleri, vücudun gözenek­lerinden geçecek nitelikteki ateşten yaratılan ve "Cin" diye anlandınlan özel melekler sınıfına sordu. Onlara: "Eğer sizler benim, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak bir halife yaratacağıma dair bilginizin doğru olduğunu iddia ediyor­sanız şu eşyanın isimlerini bana söyleyin bakayım." dedi. Melekler, Allah'ın kendilerini, gaybia ilgili bilgiler konuşmalarından dolayı hesaba çektiğini anla­yınca: "Biz seni, gaybı senin dışında herhangi bir kimsenin bilmesinden tenzih ederiz. Biz sana tevbe ettik. Senin bize öğrettiğinin dışında bizim herhangi bir bilgimiz yoktur." dediler.

Allah Ademe: "Bu eşyanın isimlerini sen söyle." dedi. Âdem eşyanın isimlerini söyleyince Allah meleklere: "Ey Melekler ben size dememiş miy­dim ki, göklerin ve yerin gaybıni ancak ben bilirim. Benim dışımda kimse bilemez. Sizin, açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim. Yani sizin açıktan söylediğiniz şeyleri de, İblisin içinde sakladığı kibir ve gururu da bilirim." dedi.

Görüldüğü gibi bu rivayete göre Allah teala, meleklerden, İblisin sınıfın­dan olan özel bir sınıfa, yeryüzünde halife yaratacağını beyan etmiştir. Bu sınıf ta daha önce yeryüzünde yaşayan ve fesat çıkaran cinlere karşı savaştıkları için, yeni yaratılacak olan halifenin de bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini sanmışlar, böylece bilemeyecekleri gayba dair fikir yürütmüşlerdir. Allah teala da onları, gaybı bilemeyecekerini beyan ederek uyannış, onların, bu tahminle-riyle hataya düştüklerini bildirmiştir. Bunun üzerine melekler de hatalarım an­layıp Allah'a tevbe etmişler, ondan başka herhangi bir varlığın gaybı bilemeye­ceğini ifade etmişlerdir.

b- Ebu Mâlik ve Ebu Salih'in, Abdullah b. Abbastan, Mürrenin Abdullah b. Mes'uddan ve diğer sahabiierden naklettikleri başka bir görüşe göre Melekle­rin Allah tealaya "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat-caksın?" şeklindeki sorulan şu şekilde izah edilmiştir:"Aliah teala meleklere. yeryüzünde bir halife yaratacağını, o halifenin soyundan gelenlerin yeryüzünde bozgunculuk çikaracaklanın, birbirlerini kıskanacaklarını ve birbirlerini öldüre­ceklerini bildinniş bunun üzerine melekler de: "Ey rabbimiz, orada bozguncu­luk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz" dediler. Allah da: "Şüphesiz sizin bilme­diklerinizi ben bilirim." dedi. Yani İblisin kalbinde taşıdığı gururu bilirim." ve­ya "Yeryüzüne göndereceğim halifenin soyundan gelen insanların bir kısmının Peygamberler ve itaatkâr kuüar olacaklarını bilirim. Siz bunu bilmiyorsunuz.

Halifenin soyundan gelen bütün insanların fesat çıkaracaklarını ve kan akıtacak­larını zannediyorsunuz." demek istedi.

Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen bu rivayet, özet­le şöyle nakledilmektedir: Allah teala, dilediği şeyleri yarattıktan sonra Arş1 a yöneldi. İblisi de dünya semasına hükümran kıldı. İblis, cennetin bekçileri ol­dukları için "Cin" diye adlandırılan özel melekler sınıfmdandı. İblis, hükümran­lığı ile birlikte cennetin bekçiliğini de yapıyordu. Onun kalbine bu sebeple gu­rur geldi ve kendi kendine şöyle dedi: "Allah, meleklerden üstün olan bu rütbeyi bendeki bir meziyetten dolayı bana verdi." Allah telaa, İblisin kalbinde bulunan bu gururu biliyordu. Bu sebeple Allah teala meleklere "Muhakkak ben, yeryü­zünde bir halife yaratacağım." dedi. Melekler "Bu halife nasıl bir şey olacak­tır?" dediler. Allah, »onun, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak, birbirlerini kıs­kanıp ve birbirlerini öldürecek olan soyu meydana gelecektir." dedi. Melekler de: "Ey rabbimiz, sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve seni tenzili ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. Yani, "İblisin kalbindeki gururu ve kibiri bilirim, demek istedi.

Allah, yeryüzünden çamur getirmesi için Cebrail gönderdi. Yeryüzü "Senden birşeyi eksiltmen veya beni kusurlu yapmandan Allah'a sığınırım." de­di. Cebrail bir şey almadan geri döndü. Ve dedi ki: "Ey rabbim, yeryüzü sana sı­ğındı. Ben de onun bu sığınmasını kabul ettim." Bunun üzerine Allah. MikaiLi gönderdi. Yeryüzü ondan da Allah'a sığındı. Mikail de onun sığınmasını kabul ederek bir şey almadan geri döndü ve Cebrail'in söylediklerini söyledi. Bundan sonra ölüm meleği olan Azrail'i gönderdi. Yeryüzü ondan da Allah'a sığındı. Azrail de ona: "Ben de Allah'ın emrini uygulamayıp boş geri dönmekten Allah'a sığınırım." dedi. Yeryüzünün çeşitli yerlerinden toprak alıp birbirine karıştırdı. Topraklardan bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz diğer bir kısmı ise siyahtı. Bu sebeple Âdemin soyundan gelen insanlar. çeşitli renklerde oldular. Azrail top­rağı alıp yukan götürdü. Onu ıslattı. Toprak yapışkan bir çamur haline geldi. Onu kokuşmuş bir hale gelinceye kadar bekletti.

Âyet-i kerime bu hususu şöyle beyan ediyor: "Şüphesiz biz insanı, vu­rulduğu zaman ses çıkaran işlenebilir kara topraktan oluşmuş kuru bir balçıktan yarattık. [102]

Allah teala, daha sonra meleklere şöyle buyurdu: "Hani bir zaman rab-bin, meleklere "Ben balçıktan bir insan yaratacağım, şeklini tamamlayıp ruhumdan üflediğin zaman hemen ona secde cdin. [103]

Allah teala. Âdemi bizzat kendi eliyle yarattı ki İblis ona karşı böbürlen­mesin ve ona "Benim, elimle yaratmaktan kibirlenmediğim bir varlığa karşı sen mi kibirleneceksin?" demiş olsun. Allah, Âdemi bir beşer olarak yarattı. Âdem kırk yıl, çamurdan bir ceset olarak kaldı. Bu müddet. Âdemin yaratıldığı Cuma gününün müddetidir.

Âdemin yanından geçen Melekler onu görünce korktular. Ondan en çok rahatsız olan da İblisti. İblis, Âdemin yanından geçerken ona vuruyor ve Âdemin vücudu, testinin çıkardığı gibi bir ses çıkarıyordu. İblis ona "Sen, bir şey için yaratıldın amma bilemiyorum niçin." diyordu. Onun ağzından girip ar­kasından çıkıyordu. Meleklere: "Bundan korkmayın, zira sizin rabbiniz, samcd-dir, ihtiyaçlar için kendisine başvurulandır. Bu ise içi boş bir şey. Yemin olsun ki eğer ben ona musallat edilirsem onu mutlaka helak ederim." dedi.

Âdeme ruh üfleme zamanı gelince Allah meleklere "Ben ona ruhum­dan üflediğim zaman si/ ona secde edin." dedi. Ona ruh lifleyince ruh baş ta-rafdan içine girdi. Âdem aksırdı. Melekler ona "Elhamdülillah de" dediler. "Âdem de "Elhamdülillah" dedi. Allah da Âdeme "Ycrhamükcllah" Allah da sana merhamet etsin." dedi. Ruh, Âdemin gözlerine varınca o, cennetin mey­velerine bakmaya başladı. Ruh, içine doğru ilerleyince Âdem yemek yeme ihti­yacı hissetti. Ruh, henüz ayaklarına ulaşmadan cennetin meyvelerini toplamakta cele etmek için ayağa kalkmak istedi. Bu hususla Allah teala: "İnsan aceleci bir tabiatta yaratılmıştır. [104] buyurmuştur.

Bütün Melekler Âdeme secde ettiler. İblis diretti. Secde edenlerle birlikte secde etmedi. Böbürlendi ve kâfirlerden oldu.

Bu hususta Allah teala şöyle buyurdu: "Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi?" İblis "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın." dedi. Allah teala da "Öyleyse in oradan. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık çünkü sen, âdilerdensin." [105] buyurdu.

Allah, Âdeme bütün eşyanın ismini öğretti. Sonra meleklere "Eğer siz­lerin, Adcmoğlunun bütün soyunun, yeryüzünde bo/.guncnluk çıkaracakla­rına ve kan akıtacaklarına dair gayb ilminiz doğru ise şu eşyanın isimlerini bana bildirin" dedi. Meleklerde "Seni teşbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışın­da hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, herşeyi çok iyi bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin" dediler. Allah: "Ey Âdem, eşyanın isimlerini onlara bil­dir." dedi. Âdem de onlara eşyanın isimlerini söyleyince Allah "Ben size, gök­lerin ve yerin gaybini bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi?" [106]

Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud burada, meleklerin açıkladık­ları şeylerden maksadın, meleklerin "Yeryüzünde bozgunculuk yapacak olan bi­risini mi yaratacaksın?" şeklindeki sözleri, gizledikleri şeylerden maksadın ise İblisin, içinde gizlediği böbürlenme duygusu olduğunu söylemişlerdir.

Taberi "Bu ikinci rivayetin baştarafı birinci rivayete muhalif sonu ise mu­tabıktır." demiş ve bu ikinci rivayeti te'vil yoluyla birinci rivayete mutabık hale getirmeye çalışmıştır.

c- Katadeden nakledilen bir görüşe göre o, meleklerin, tahminlerine da­yanarak Allah tealaya: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" dediklerini söylemiştir.

Katadeden ve Hasan-i Basri'den nakledilen başka bir görüşe göre, Allah meleklere, yeryüzünde yaratılan herhangi bir varlık bulunduğu takdirde orada fesat çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmiştir. Âdemi yaratacağını be­yan edince de melekler bu görüşlerine dayanarak Allah tealaya: "Nasıl, yeryü­zünde bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birisini yaratacaksın" demek iste­mişlerdir.

Bu hususta Hasan-ı Basri ve Katadeden şunlar nakledilmektedir: "Allah meleklere "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." dedi. Onlar gö­rüşlerini beyan ettiler. Allah da onlara bir kısım ilimler öğretti, bir kısmını da öğretmedi. Melekler, Allanın kendilerine öğretmiş olduğu ilme dayanarak "Ora­da bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" dediler. Zira melekler. Allanın kendilerine öğrettiği ilimle biliyorlardı ki, Allah katında kan akıtmaktan daha büyük bir günah yoktur. İşte bu sebeple bu soruyu sordular. Ve "Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum." dedi. Allah, Ademi yaratma­ya başlayınca melekler kendi aralarında şöyle fisıklaştılar "Rabbimiz yaratmayı dilediği şeyi yaratsın. Elbette ki o bizden daha bilgili ve daha üstün bir varlık yaratmayacaktır." Allah, Âdemi yaratıp ona ruhundan lifleyince, Meleklere, Âdeme secde etmelerini emretti ve Âdemi onlardan üstün kıldı. Böylece,melek­ler de Âdemden üstün olmadıklarını anlamış oldular. Fakat bu defa: "Biz, Âdemden daha hayırlı değilsek te ondan daha bilgiliyiz ya. Zira biz ondan daha önce var idik. Ondan önce başka ümmetler de yaratıldı." dediler. Melekler bilgi­leriyle övününce Allah onları bu hususta imtihan etti. Âdeme eşyanın isimlerini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi ve onlara "Eğer sizler, benim sizden da­ha bilgili bir yaratık var edemeyeceğim kanaatinizde doğru iseniz şu eşyanın isimlerini bana söyleyin bakayım." dedi. Bunun üzerine her müminin yapacağı gibi onlar da tevbeye sarıldılar ve "Seni teşbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışın­da hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen her şeyi çok iyi bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin." dediler. Allah da: "Ey Âdem, eşyanın isimlerini onlara bil­dir." dedi. Âdem de onlara eşyanın isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, gök­lerin ve yerin gaybını bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi? dedi. [107] Burada zikredilen ve meleklerin açığa vur­dukları bildirilen şeyden maksat: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" sözleridir. Meleklerin gizledikleri şeylerden maksat ise, birbirlerine: "Biz o halifeden daha hayırlı ve daha bilgiliyiz." demeleridir.

d- Rebi' b. Enes bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Allah, melekleri çar­şamba, Cinleri perşembe, Âdemi de Cuma günü yaratmıştır. Cinlerden bir top­luluk inkâra düşmüşlerdir. Bu yüzden melekler yeryüzüne iniyor ve Cinlerle sa­vaşıyorlardı. Yeryüzünde kan dökülüyor ve fesat kaynıyordu. Allah teaîa, yer­yüzünde halife yaratacağını beyan edince, bu durumu bilen melekler: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" dediler. Allah tealanın, bu halifeyi mutlaka yaratacağını anlayınca da birbirlerine: "Allah hiç­bir varlık yaratmaz ki, biz ondan daha bilgili ve daha üstün olmayalım." dediler. Allah teala da meleklere, Âdemi daha üstün kıldığını bildirmek için ona eşyanın ismini öğretti ve meleklere: "Üstün olduğunuz iddianızda doğru iseniz şu eşya­nın ismini bana söyleyin." dedi. Melekler, kanaatlarının yanlış olduğunu idrak ederek Allaha tevbe ettiler. Allah da onlara: "Ben sizin açığa vurduğunuz şeyle­ri de bilirim, gizlediğiniz şeyleri de bilirim." buyurdu. Burada meleklerin açığa vurdukları şeylerden maksat: "Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek bi­risini mi yaratacaksın?" demeleridir. Gizledikleri şeylerden maksat ise: "Allah hiçbir varlık yaratmaz ki1, biz ondan daha üstün ve daha bilgili olmayalım." söz­leridir. Melekler sonunda Allanın, Âdemi hem bilgi hem de rütbede kendilerin­den daha üstün kıldığını anlamışlardır.

e- İbn-i Zeyd bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Allah, cehennem ateşini yaratınca melekler ondan çok korktular ve "Ey rabbimiz, bu ateşi ne için yarat­tın?" dediler. Allah teala: "Yaratiklarftndan bana karşı gelenler için." dedi. O za­man da Allah tealanın, meleklerin dışında herhangi bir yaratığı yoktu. Yeryü­zünde kimse bulunmuyordu. Âdem daha sonra yaratıldı. Nitekim şu âyet bunu ifade etmektedir: "Gerçekten insanın üzerinden öyle bir zaman geçti ki o vakit insan, adı zikredilen bir şey dcğildi. [108]

Melekler, "Ey rabbimiz, bizim sana isyan edeceğimiz bir zaman da mı gelecek?" dediler. Çünkü onlar, kendilerinin dışında varlıklar yaratılacağım san­mıyorlardı. Allah teala onlara: "Hayır, öyle bir zaman olmayacak. Fakat ben yeryüzünde varlıklar yaratacağım. Onların içinde bir de halife var edeceğim. O yaratıklar kan akıtacaklar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaklar." buyurdu. Bunun üzerine melekler: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" Sen bizi seçkin varlıklar yaptın. Bizi oraya gönder. Biz seni överek teşbih ederiz ve tenzih ederiz. Orada sana itaatta bulunuruz." dediler. Melekler, Allah tealanın, yeryüzünde kendisine isyan edecek varlıklar yaratma­sını büyük bir olay olarak gördüler. Allah teala onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey Adem, sen bunlara isimlerini bildir." dedi. Âdem de onla­rın isimlerini söyledi. Melekler, Allah tealanın, Hz. Ademe verdiği ilmi anlayın­ca onun üstünlüğünü kabullendiler. Sadece İblis bunu kabullenmedi, diretti ve: "Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu ise çamurdan." dedi. Allah teala da ona: "İn buradan aşağı. Senin burada kibirlenmeye hakkın yoktur." dedi.

İbn-i Cüreyc, meleklerin: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" şeklindeki sorularının, Allah tealanın, daha Önce ken­dilerine, yaratacağı halife ve onun soyu hakkında verdiği bilgiden kaynaklandı­ğını söylemiştir.

Diğer bir kısım âlimler ise, meleklerin bu sorularının, Allah tealanın ken- ^ dilerine, yaratacağı halife ve onun soyu hakkında bilgi vennesinden sonra me­leklere bu hususta soru sorma yetkisi vennesinden kaynaklandığını söylemişler­dir. Yani melekler, yaratılacak halifenin ve soyunun, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini öğrendikten sonra Allah tealadan, soru sor­ma izni almışlar ve hayretlerini belirterek: "Ey rabbimiz, bunlar sana nasıl isyan edebilirler? Halbuki sen onlann yaratıcısısm" demişler. Allah teala da onlara: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim." demiştir. Yani, bu tür itaatsizlikler, o yaratacağım varlıklardan da meydana gelecek, sizin, bana itaat eder gördüğünüz bazı varlıklardan da zuhur edecektir." demek istemiştir. Bu son cümle İblise işa­ret etmektedir. Böylece Allah teala, meleklerin bilgilerinin, kendi bilgisine göre eksik olduğunu beyan etmiştir.

Başka bir kısım âlimler de demişlerdir ki: "Melekler" Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" şeklindeki sorulanın, rableri-nin yaptığı bir işe itiraz için değil meselenin mahiyetini öğrenmek için sormuş­lar, bir de kendilerinin, Allahi teşbih ettiklerini bildirmek için sormuşlardır."

Diğer bir bir kısım âlimler de, meleklerin, bu sorularını, bilmedikleri bir şey hakkında, kendilerine yol gösterilmesi için sorduklarını söylemişlerdir.

Taberi, Meleklerin Allah tealaya: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" şeklindeki sorulannın hikmetinin, verilen ha­berin mahiyetini öğrenme olduğunu söylemenin daha evla olduğunu açıklamış­tır. Yani melekler şunu demek istemişlerdir: "Ey rabbimiz, sen bize bildir, sen yeryüzünde sıfatı bu olan birini halife yapıp ta halifeni seni haınd ile teşbih ve tenzih eden bizlerden yapmayacak mısın?"

Taberi diyor ki: "Burada melekler her ne kadar. Allanın, kendisine karşı gelecek birisini yeryüzünde halife yapmasını garip karşılamtşlarsa da. Allanın bildirmiş olduğu bu habere karşı çıkmamışlardır."

Diğer görüşlere gelince, Allah teala meleklere, sıfatını beyan ettiği halife­yi yaratacağını bildirdikten sonra bu hususta meleklere soru sorma izni verdiği­ni, meleklerin de böyle bir halifenin yaratılacağına hayret ederek Allah tealaya soru sorduklarını beyan eden görüş açık bir delili olmadığı için kabule şayan de­ğildir. Zira Allah tealanın kitabını izah etmekte herhangi bir delile dayanmayan bir görüşü ortaya koymak caiz değildir.

Meleklerin, yeryüzüne gönderilecek halifeyi, fesat çıkarmak ve kan dök­mekle vasıflandırmalarının sebebi Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Katadeden nakledildiği gibi. daha önce Allah tealanın meleklere halifenin böyle olacağını bildirmiş olmasından kaynaklanmış olabilir. Veya Dehhakın. Abdul­lah b. Abbastan naklettiği ve Rebİ1 b. Enesten de nakledildiği gibi meleklerin, halifeyi bu şekilde sıfatlandırmalarının sebebinin, yeryüzünde daha önce yaşadı­ğı söylenen cinlerin davranışlarından elde edilen bilgiler okluğu da söylenebilir. Yani melekler rablerine: "Yeryüzünde daha önce yaşayan cinler gibi bozguncu­luk yapacak ve kan dökecek birisini mi yapatacaksın?" diye sormuşlardır. Böy­lece melekler, geçmişteki bilgilerine dayanarak konuşmuşlar, gayba dair bir tah­minde bulunmamışlardır.

Yine İbn-i Zeyd'den nakledildiği gibi, meleklerin bu soruyu, Allah leala-nm var ettiği bir yaratığın. Allah tealaya nasıl isyan edebileceğine şaşarak sor­muş olmaları da muhtemeldir. Fakat biz, Dehhakın, Abdullah b. Abbaslan nak­lettiği rivayeti ve İbn-i Zeyd'den nakledilen rivayeti makbul görmedik. Çünkü elimizde, bunların güvenilir olduğunu beyan eden kesin bir delil yoktur. Bu kundan âyetin en güzel te'vil şekli, Allah tealanın, meleklere, halifesinin ve onun soyundan gelecek olanların, yeryüzünde bozgunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini bildirmesi üzerine, meleklerin de, Allah tealaya: "Orada boz­gunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" diye sormuş olma­ları şeklindeki te'vildir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Allah tealanın meleklere, yer­yüzünde yaratacağı halifenin ve onun soyundan gelecek insanların bozgunculuk çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini önceden bildirdiği nerede zikredilmekte ve nasıl anlaşılmaktadır?" Buna cevaben denilir ki: "Meleklere bu hususların bildi­rildiği âyetin: "... Bir zaman rabbîn meleklere "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." Kısmı ile "Orada bozgnuculuk yapacak ve kan dökecek bi­risini mi yaratacaksın?" kısmı arasında, Allah tealanın, bu halife ve onun soyundan gelenler, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecekler." şeklinde gizli bir beyanının bulunmasından anlaşılmaktadır. Kur'an-ı Kerimde ve Arap dilimle bu gibi kısaltmalar pek çoktur. Biz bunu gözönünde bulundurarak bu te'vil şeklini tercih ettik."

Âyet-i kerimenin devamında: "Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz." Duyurulmaktadır. Arapçada AHahı teşbih etmenin asıl mânâsı, Allahı, kendisine yakışmayan sıfatlardan arındı nn ak ve o sıfatlardan beri olduğunu zikretmektir. Bu âyette zikredilen "Teşbih etmek"ten neyin kastedildiği hakkında çeşitli açık­lamalarda bulunulmuştur.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerden nakledilen bir görüşe göre buradaki: "Seni överek teşbih ediyoruz." ifadesinden maksat, "Senin için namaz kılıyoruz." demektir. Buna göre melekler Allah için namaz kıldıklarını bu ifade ile zikretmişlerdir. Bu hususta Said b. Cübyr'den mürsel bir hadis rivayet edilmiştir.

Katadeye göre ise bu âyette zikredilen "Tesbih"ten maksat de­mek ve Allahı teşbih etmektir.

Taberi: "Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz." ifadesinden naksadın. "Biz seni överek ve sana şükrederek seni yüceltiyoruz." demek okluğunu söyle­miştir.

Âyet-i kerimede "Seni tenzih ediyoruz." diye tercüme edilen ifadesi zikredilmektedir. Takdis'in asıl mânâsı, "Arındırmak ve yüceltmek"tir. Bu âyette zikredilen, meleklerin takdis etmelerinden maksat, "Biz seni, sana ya­kışan temiz sıfatlarla sıfatlandırır ve sana yakışmayan, kâfirlerin sıfatlandırdığı temiz olmayan sıfatlardan da arındırırız." demektir,

Katade, meleklerin, rablerini takdis etmelerinden maksadın, Allah için namaz kılmaları olduğunu, Ebu Salih ve Mücahid ise Allahı ululamak ve yü­celtmek olduğunu, İbn-i İshak da. Allaha karşı gelmemek ve Allahm sevmediği bir şeyi yapmamak." demek okluğunu söylemişler, Dehhak is, "Allahı arındır­mak" demek olduğunu zikretmiştir.

Taberi diyor ki: "Allahı takdis etmenin mânâsının, onun için namaz kıl-'   mak ve onu yüceltmektir." diyenlerin görüşü Allahı, kâfirlerin isnad ettikleri te­miz olmayan sıfatlardan arındırmaktır." diyenlerin görüşünün içinde bulunmak­tadır. Zira Allah için namaz kılmak ve Allahı ululamak, onu, kendisine, layık ol­mayan sıfatlardan arındı mı ak demektir.

Âyet-i kerimenin sonunda: "Allah da onlara "Şüphesiz ki ben sizin bil­mediklerinizi bilrim." dedi. Buyurulmaktadır. Burada, Allah tealanın bildiğini, meleklerin ise bilmediklerini beyan ettiği hususun ne olduğu hakkında farklı gö­rüşler zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, diğer bir kısım sahabiler ve Mü­cahide göre burada zikredilen ve Allah tealanın bildiği, meleklerin ise bilmedik­leri husustan maksat, İblisin durumu ve içinde AUaha isyan etme duygusunu ta­şıması ve gizlediği kibirdir. Allah bunu biliyordu melekler ise bilmiyorlardı.

Katadeye göre ise, Allah tealanın bildiğini, meleklerin ise bilmediğini zikrettiği husustan maksat, yeryüzüne gönderilecek halifenin soyundan Pey­gamberlerin, velilerin ve salih kulların gelmesidir. Melekler, yeryüzünde yaratı­lacak olan halifenin ve onun soyundan gelecek olan bütün insanların, orada boz­gunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini zannetmişler, Allah teala da onları uyarmış, yaratacağı halifenin soyundan itaatkâr kulların da çıkacağını, melekle­rin ise bunu idrak edemeyeceklerini bildirmek istemiştir.

Taberi, âyetin bu bölümünün her iki görüşü de kapsar şekilde olduğunu izah etmiştir. Buna göre Allah teala meleklere: "Ben sizin bilmediğiniz, İblisin durumunu ve halifenin soyundan gelecek olanların hepsinin aynı olmadığını bi­lirim." demiştir. [109]

 

31- Allah Âdeme bütün isimleri öğrettikten sonra onları meleklere göstererek şöyle dedi: "Eğer doğru söylüyorsanız şunîarın isimlerini bana bildirin."

Allah Âdeme insan soyunun, meleklerin ve her şeyin ismini öğretti. Son­ra bu isimleri meleklere göstererek şöyle dedi: "Ey meiekler, yeryüzünde sizi halife yaparsam beni teşbih sedeceği.niz ve beni yücelteceğiniz, sizin dışınizda-kilerden halife seçersem, onların soylarının bana isyan edecekleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunlann isimlerini bana söyleyin."

Aslında melekler de, Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığını ve yaptığı her işte hüküm ve hikmet sahibi olduğunu çok iyi bilmekteydiler. Fakat Allah teaîa, onların da bilmedikleri şeyleri Uz. Âdemin bildiğnini onlara göstererek, Hz. Ademin, yeryüzünde halife olmaya onlardan daha layık olduğuna işaret buyur­du.

"Âdem" ismi, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Ebu Musa el-eş'arî ve diğer bir kısım sahabilere göre kökünden türemiş bir kelime olup aslında "Yüz" veya "Deri" anlamına gelmektedir. Hz. Âdeme bu ismin verilmesinin sebebi, onun toprağının, yerin yüzünden alınma-smdandır.

Abdullah b. Abbas, Abüulah b. Mes'ud ve diğer bir k ısım sahabiierden, bu hususta şunları söyledikleri rivayet edilmiştir: "Ölüm meleği olan Azrail, Âdemin toprağını almak için yeryüzüne gönderilince O Âdemin toprağım, yemi yüzünden çeşitli yerlerden aldı. Birbirine karıştırdı. Aldığı toprak, kırmızı, be­yaz ve siyah gibi renklerdeydi. Bu nedenle Âdemin soyundan gelen insanlar çe­şitli renklerde oldular. Âdeme de "Deri" ve "Yüz" mânâsına gelen "Adem" adı verildi. Çünkü onun toprağı, yerin yüzü ve derisi durumunda olan bir topraktı.

Ebu Musa el-Eş'ari , bu hususta Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.

"Şüphesiz ki Allah Âdemi, yeryüzünün bütününden aldığı, bir avuç top­raktan yarattı. Bu sebeple Âdemin soyundan gelen evlatları, yeryüzünün şeklin­de oldu. Onlardan bazıları kırmızı, bazıları beyaz, bazıları siyah bazıları da bunlann arası bir renkte oldu. Bazıları ovalar gibi yumuşak bazıları kayalar gibi sert, bazıları kötü bazıları iyidir. [110]

Müfessirler, Allah tealanın, önce Hz. Âdeme öğretip daha sonra da me­leklere sorduğu isimlerden neyi kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişler­dir.

a- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Katade ve Hasan-ı Basriden nakle­dilen bir görüşe göre burada, öğretildiği zikredilen isimlerden maksat, bütün eş­yanın ismidir. Bu huusta Dehhak, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. Bu isimler bugün insanların, varlıkları tanımak için kullandığı isimlerdir. Mesela: "İnsan, hayvan yeryüzü, ova, deniz, dağ, merkep vb. şeylerin adları gibi isimlerdir." Mücahid de: "Allah Ademe her şeyin ismini öğretmiştir. Hatta, karganın, güvercinin ismini bile." Said b. Cübeyr: "Allah Âdeme her şeyin ismini öğretmiştir, hatta devenin, sığı­rın, koyunun ismini bile." demiştir. Said b. Mabed, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Âdeme bütün eşyanın ismini öğretti. Çanak ve çömleğin adını, hatta yellenmeyi bile öğretti." demiştir.

b- Rebi' b. Enes ise, burada Âdeme öğretilen isimlerden maksadın, me­leklerin isimleri olduğunu söylemiştir.

c- İbn-i Zeyd de, Allah tealanın, Hz. Âdeme öğrettiği isimlerden maksa­dın. Âdemin zürriyetinin isimleri olduğunu söylemiştir.

Taberi, âyet-i kerimede geçen ve "Onlar" anlamına gelen zamiri kullanıldığından ve bu zamirin de sadece insanlar ve melekler için kullanıldı­ğından, buradaki isimlerden maksadın, meleklerin ve Âdem soyunun isimleri olduğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiştir.

Taberi, insan ve melekler yanında, diğer varlıklar da kastedildiği zaman zamiri Kur'an-ı kerimde kullanılmış ise de aslında bu zamirin insan ve melekler için kullanılması daha doğru olduğundan, buradaki isimlerden maksa­dın meleklerin isimleri olduğunu söylemenin de daha evla olacağını beyan et­miştir.

Taberi, Abdullah b. Abbasın, "Buradaki isimlerden maksat, bütün eşya­nın ismidir." derken, Übey b. Kâ'b'ın bu âyeti şeklindeki kıraat a dayanarak söylemiş olabileceğini beyan etmiştir. Buna göre zamiri zik­redilmiştir. Bu zamir de canlı ve cansız bütün varlıklar için kullanılan bir zamir­dir.

Âyeti kerimede: "Sonra onları meleklere göstererek şöyle dedi." Du­yurulmaktadır. Burada geçen "Onlar" ifadesinden maksat, daha önce de belirtil­diği gibi, Abdullah b. Abbas Abdullah b. Mes'ud, Katade ve Mücahide göre. bü­tün eşyanın ismidir. İbn-i Zeyd'e göre. Âdemin soyundan gelen bütün insanların ismidir.

Ayet-i kerimede: "Eğer doğru söylüyorsanız." ifadesi zikredilmekte­dir. Müfessirler, melekerin hangi hususta doğru söyledikleri meselesinde farklı görüşler zikretmişlerdir.

Dehhakın Abdullah b. Abbastan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Eğer sizler benim yeryüzünde halife yarat­mayacağım sözünüzde doğru söylüyorsanız şunlann isimlerini bana bildirin."

Ebu Mâlik ve Ebu Salih'in İbn-i Abbastan, Mürrenin de İbn-i Mes'ud dan ve diğer bir kısım sahabilerden naklettiğine göre, onlar âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Sizler, Âdemoğuİlannın, yeryüzünde bozgunculuk ya­pacakları ve kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunların isimlerini bana bildirin."

Hasan-i Basri ve katade ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişler­dir: "Eğer sizler benim yaratacağım her mahluktan daha bilgili olacağınız iddiamzda doğru iseniz şunlann isimlerini bana bildirin."

Taberi bu izahlardan ikinci izah tarzının daha isabetli olduğunu söylemiş ve bu izaha göre âyetin mânâsının şöyle olduğunu izkretmiştir;"Ey, "Sen bizi bırakıp ta yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat-caksın? Halbuki biz seni överek teşbih edeyor ve tenzih ediyoruz." diyen melek­ler, eğer sizler." Bizim dışımızda birini yeryüzünde halife yaparsan, onun soyu sana isyan eder, yeryüzünde bozgunculuk yapar ve kan döker. Halifeyi bizden yapacak olursan o halife sana itaat eder, emirlerine uyar ve seni teşbih ve tenzih eder" iddianızda doğru iseniz, şunlann isimlerini bana söyleyin bakayım." Eğer sizler, bunlar gözününüzn önünde mevcut oldukları halde isimlerini bilemezse­niz ve sizin dışınızda birisi de benim kendisine öğretmemle bunları bilecek olursa, sizler gözünüzün görmediği ve henüz meydana gelmeyen şeyleri nere­den bileceksiniz? O hakle bilmediğiniz bir şeyi bana sormayın. Çünkü ben si­zin için de diğer yaratıklarım için de neyin daha uygun olduğunu çok iyi bil­mekteyim.

Taberi diyor ki: "Allah tealanın bu âyet-i kerimede meleklere sitem etme­si, oğlunun niçin suda boğulduğunu soran Nuh'a, şu âyetlerde sitem etmesi gibi­dir. ""Nuh rabbinc nidc ederek "Ey rabbim, şüphesiz ki oğlum ailemden-di. Senin, ailemi helak etmeme vaadin haktır. Sen de hükmedenlerin en adilisin." dedi." "Allah şöyle dedi: "Ey Nuh, o senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin bîr şeyi ben­den isteme. Cahillerden olınayasın diye sana öğüt veriyorum." "Nuh dedi ki: "Ey rabbim, bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez, rahmetinle esirgemezsen hüsrana uğrayanlardan olurum. [111]Melekler de hata ettiklerini anlayınca Allah'a tevbe etmişler ve şöyle demişlerdir: [112]

 

32- Melekler ise şöyle dediler: Seni teşbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, her şeyi çok iyi bilensin, hü­küm ve hikmet sahibisin.

Ey rabbimiz, seni, sana yakışmayan sıfatlardan arındırır, bize Öğrettikleri­nin dışında hiçbir şey bilmediğimize dair aczimizi beyan ederiz. Ey rabbimiz, gaybı ancak sen bilirsin.Senin dışında hiçbir varlık bilemez. Sen, hüküm ve hik­met sahibisin.

Taberi diyor ki: "Bu üç âyette, ibret almak isteyen kimse için ibretler, öğüt almak isteyen kimse için öğütler vardır. Böyle olan insanlar, Allah teala-nm,Kur'an-ı kerimin bu âyetlerinde, dillerin vasıflandırmaktan âciz kalacağı in­ce hikmetlerin bulunduğunu görür. Zira Allah teala bu âyetleri, Yahudilerin içinde yaşayan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hak Peygamber olduğunu ispatlayan deliller olarak zikretmiştir. Çünkü Resulullah, ancak Allah'ın bildinnesiyle bili­nebilecek gaybla ilgili haberler zikretmiştir. Böylece Yahudiler, Resulullah'ın Peygamberliğinin doğru olduğunu itiraf etmiş olsunlar. Yine bu âyetler göster­mektedir ki bir kimse gerek geçmişe gerekse geleceğe ait herhangi bir haberi, Allah kendisine bildirmeden ve habere dair elinde bir delil bulunmadan anla­tacak olursa o kimse kendi tahminlerine göre haber vermiştir ve rabbinin cezası­nı hak etmiştir. Nitekim meleklerin, Hz. Ademin soyundan gelecek olan insan­ların, dünyada bozgunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini bildirmeleri üzerine Allah teala onları kınamış, onlar da hatalarını anlayarak affedilmelerini dilemişlerdir. Bütün bunlar gösteriyor ki, gaybe ait bilgileri bildiğini iddia eden kâhinlerin, müneccimlerin, falcıların ve insanın şekline bakarak birtakım tah­minlerde bulunan kişilerin sözleri asılsızdır, yalandır. [113]

 

33- Allah: "Ey Âdem, eşyanın İsimlerini onlara bildir." dedi. Âdem de onlara eşyanın isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, göklerin ve yerin gaybını bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi? dedi.

Allah: "Ey Âdem, kendilerine gösterdiğim halde, isimlerini bilme­dikleri şu eşyanın isimlerini o meleklere bildir." dedi Âdem de o eşyanın isimlerini meleklere söyleyince Allah onlara dedi ki: "Ey Melekler, ben size demedim mi ki, bütün göklerin ve yerin gaybını ben bilirim. Onu benden başkası bilemez? Ben, sizin dilinizle açıkça söylediklerinizi de bilirim, içi­nizde gizleyip söylemediklerinizi de. Bana hiçbir şry gizli kalmaz.

* Âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır ki Allah teala meleklere, kaza ve ka­deri bilemeyeceklerini, gayba ait bilgiler kendilerine biklirümedikçe onu kavra-yamayacaklannı beyan etmektedir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Said b. Cübeyr'e göre, onların dilleriyle açıkladıkları sözleri: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" demeleriydi. Gizledikleri şey ise, özellikle İblisin içinde sakladığı şey, kibirinden dolayı Allah'ın emirlerine boyun eğmeme duygusuydu.

Katade ve Hasan-ı Basriye göre ise, meleklerin içlerinde gizledikleri şey, Hz. Âdemin yaratılışını görünce: "Allah bizden daha üstün bir yaratık var etme­yecektir." demeleridir.

Rebi' b. Enesten rivayet edildiğine göre, onların gizledikleri şey, "Rabbi-miz bizden daha bilgili ve daha üstün bir varlığı katiyyen yaratmayacaktır." şekîindeki düşünceleridir.

Fakat onlar sonunda, Allah'ın, Hz. Âdemi, ilimde ve değerde onlardan üstün kildığnı anladılar.

Taberi, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira İblisin böbürlendiği­nin daha sonraki âyetlerde beyan edildiğini söylemiş, ikinci ve üçüncü görüşün ise güvenilir delillere dayanmadığından tercihe şayan olmadığım bildirmiştir. [114]

 

34- Yine bir zamanlar meleklere: "Âdeme secde edin." demiştik, bu­nun üzerine onlar Âdeme secde ettiler. İblis hariç, O diretti, büyüklük tas­ladı ve kâfirlerden oldu.

Yine bir zaman meleklerimin, Âdeme secde etmelerini istedim. Melekle-nn hepsi Ademe secde ettiler. Fakat İblis ona secde etmekten çekindi. Bana ita­at etmekten kibirlendi ve nimetime nankörlük edenlerden oldu.

Taberi bu âyet-i kerimenin önceki âyetlerle irtibatını şöyle izah etmiş­tir: Allah teala, Resulullah'ın hicret ettiği Medine'nin çevresinde yaşayan Yahu­dilere ve onların atalarına verdiği nimetleri hatırlatmakta, onlara demektedir ki: "Yeryüzünde yars.tığım bütün şeyleri sizin faydalanmanıza tahsis ederek, atanız Âdemi yen üzündc halife yapıp onu üstün kılarak ve bütün melekle­ri ona sccüc ettirip onu yücelterek size ve atanıza lütfettiğim nimetleri ha­tırlayın. Böylece azgınlık ve sapıklıkta inat etmekten vaz geçin, kurtuluş yoluna yönelin. Aksi takdirde sizler de İblis gibi, Allah'ın cezasına çarptırı­lırsınız

Meleklerin âdeme secde etmeleri, ona ibadet için değil saygı göstermeleri ve Allah'ın emrine itaat etmeleri içindir.

Buradaki "İblis" kelimesi "İblas" kelimesinden türetilliş bir kelimedir. "Hayırdan., pişmanlıktan ve üznütüden kesilmiş, hayırı olmayan" anlamına ge­lir. İblisin meleklerden olup olmadıağı hususunda ihtilaf edilmiştir. İhtilaf edi­len çeşitli görüşleri şöylece özetlemek mümkündür.

a- Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, diğer bazı sahabiler, Said b. el-Müseyyeb, Katade ve Muhammed b. İshak, İblisin, meleklerden birisi oldu­ğunu söylemişlerdir. Bu hususta Dehhak, Abdullah b. Abbasın şunları söyledi­ğini rivayet etmiştir: İblis, meleklerin kabilelerinden biri olan "Cin" kabilesin-dendir. Meleklerin bu kabilesi, vücudun gözeneklerinden nüfuz edebilecek bir ateşten yaratılmıştır. Bu kabileden olan İblis'in adı "Haris" idi. O, cennetin bek­çilerinden birisi idi. Bu kabilenin haricindeki melekler ise nur'dan yaratılmış­lardır. Kuran-ı kerimde zikredilen cin'ler ise, dumansız alevden yaratılmışlardır.

Tavus da Abdullah b. Abbastan şunları rivayet etmiştir: "İblis, isyan et­mesinden önce meleklerdendi. İsmi "Azazil" idi. O, yeryüzü sakinierindendi. Meleklerin en çalışkan ve en bilgili idi. Onu, kibirlenmeye bu durumu sürükle­mişti. Ve o, "Cin" diye adlandırılan bir kabiledendi. Ebu Mâlik ve Ebu Salih'in, Abdullah b. Abbastan, Mürrenin de Abdullah b. Mes'ud ve diğer bazı sahabiler-den naklettiklerine göre, onlar, İblis hakkında şunları söylemişlerdir: İblise dün-. ya semasının mülkü verilmişti. O, meleklerin, "Cin" diye adlandırılan bir kabi-lesindendi. Çin'lere bu adın verilmesinin sebebi de onların, cennetin bekçileri olmalanndandı. İblis, hem dünya semasının idarecisi hem de cennetin bekçile-rindendi. Muhammed b. İshak da cinlere bu adın verilmesinin sebebinin, insan­ların gözüne görünmemeleri olduğunu söylemiştir. Bir âyet-i kerimede"... İblis hariç, O, cinlerdendi. [115]buyurulmaktadır. Bunun mânâsı, "O meleklerdendi." demektir. Zira melekler, görülmedikleri için onlara "Cin" denmiştir.

Bir âyet-i kerimede: "Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı kur-•dular. Şüphesiz ki cinler de o müşriklerin, Allah'ın huzuruna çıkarılacak­larını bilirlcr.. [116] buyurulmaktadır. Burada "Cinler" ifadesinden de melekle­rin kastedildiği muhakkaktır. Zira Kureyşliler, meleklerin, Allah'ın kızları ol­duklarını iddia ediyorlardı.

b- Hasan-i Basri, Şehr b. Havşeb ve İbn-i Zeyd, İblisin, meleklerden ol­madığını söylemişlerdir. Bu hususta Hasan-ı Basrinin şöyle söylediği rivayet edilmektedir. " İblis, hiçbir an meleklerden olmamıştır. Âdem insanların atası okluğ gibi o da cinlerin atasıdır. Onlar da Âdemoğullan gibi doğum yoluyla ço­ğalırlar. Şehr b. Havşeb ise şöyle demiştir: "İblis, meleklerin kovaladığı cinler­dendir. Bazı melekler İblisi esir edip onu göğe götürmüşlerdir. Bu hususta Ab­dullah b. Mes'udun şöyle dediği rivayet edilmiştir: Melekler cinlerle savaşıyor­lardı. İblis, küçükken'esir alındı. O, meleklerle beraber bulunuyor ve onlarla bir­likte Allah'a ibadet ediyordu. Meleklere, Âdeme secde etmeleri emredilince hepsi secde etti. İblis ise diretti. Bu nedenle Allah, "İblis hariç. Çünkü o, cinlerdendi. [117]buyurdu.

İblisin meleklerden olmayıp Cinlerden olduğunu söyleyenler de delil ola­rak şunları zikretmişlerdir:

a- İblis, melkelerden olsaydı Allah tealaya isyan etmezdi. Çünkü Allah teala melekler hakkında "Allah'ın emrine karşı gelmeyen, verilen emirleri olduğu gibi yerine getiren melekler vardır. [118] buyurmaktadır.

b- Melekler evlenmezler ve çocuk sahibi olmazlar. İblisin ise soyu vardı. Bu hususta Allah teala şöyle buyurmaktadır: "Beni bırakıp ta İblisi ve soyunu mu ortaklar ediniyorsunuz? [119]

c- Meleklerle cinlerin yaratılış özellikleri farklıdır. Melekler nurdan yara­tılmışlardır. Cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurul­maktadır:

"Melekler nurdan yaratılmış, cinler de saf ateşten yaratılmışlardır. Âdem is size vasfedildiği şekilde yaratılmıştır. [120] Âyet-i kerimede de: "Al­lah, cinleri de dumansız saf ateşten yarattı. [121] buyurulmaktadır. İblisin kendisi de Kur'an-ı kerimin beyanına göre, Hz. Âdeme secde etme emrine itiraz ederek" şöyle demiştir: "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten onu ire çamurdan yarattm. [122] İblis kendisini bizden daha iyi bilmektedir. Kur'an da bunun böyle olduğunu şöyle açıklamaktadır. "Cinleri de daha önce, insan vü­cudunun gözeneklerinden geçebilen bir ateşten yarattık. [123]

d- Kur'an-ı Kerim, Kehf suresinde, İblisin, Cinlerden biri olduğunu açık­ça beyan etmektedir. "Hani bir zaman biz meleklere: "Âdeme secde edin." de­miştik de İblisin dışında bütün melekler secde etmişlerdi. Cinlerden olan İblis ise rabbinin emrinden çıkmıştı. [124] Bu ifade, İblisin meleklerden olmadığını açıkça göstermektedir.

Taberi, Allah tealanm, meleklerin bir kısmını nurdan, diğer bir kısmını ateşten yarattığının söylenemeyeceğini, ayrıca meleklerin nurdan yaratıldığına dair açık bir nass bulunmadığını beyan etmiş, meleklerin bir kısmının evlenip çoğalacaklarını söylemenin de onları melek olmaktan çıkarmayacağını, bu ne­denle birinci görüşü tercih etmenin daha uygun olacağını söylemiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda: "İblis hariç o diretti." buyurulmaktadır. Bu-. un mânâsı: "İblis, Ademe secde etmemekte diretti. Allahın emrine boyun eğme­ye karşı böbürlendi ve büyüklük tasladı." demektir.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime, özellikle İblisi zikredi­yorsa da, Allah'ın emir ve yasaklarına, böbürlenerek boyun eğmeyen ve Alla­hın. birbirlerine karşı, yerine getirmelerini emrettiği vazifeleri yerine getirme­yen herkesi de kapsamına almaktadır.

Allahın emirlerine boyun eğmeyen ve ona itaate teslim olmayan ve baş­kalarına karşı olan vazifelerini yerine getirme hükmüne razı olmayan kavimler­den biri de Yahudilerdir. Yahudiler, Resulullah'ın hicret ettiği topraklarda yaşa­malarına, hahamlarının. Resulullah'ın sıfatlarını daha önceden bildirdikleri için onun hak peygamber olduğunu anlamalarına rağmen, onun Peygamberliğini ka­bul etmeye karşı böbürlenmişler ve sırf kıskançlıklarından dolayı Allah'ın emir­lerine boyun eğmemişlerdir. İşte Allah teala, kıskanması ve kibiri yüzünden Ademe secde etmeyen İblisi bu Yahudilere örnek göstererek onların da kıskan­ma ve böbürlenmelerinden dolayı, Hz. Muhammedin (s.a.v.) hak Peygamber ol­duğunu itiraf etmediklerini bildimnekte, onları da, İblis gibi cezalandırılmakla tehdit etmektedir.

iblis, Allah'ın kendisine verdiği, nimetlere karşı nankörlük etmiş, rabbinin emrine boyun eğmemiş, Yahudiler de kendilerine ve önceki atalarına verilen kudret helvası ve bıldırcın eti gibi çeşitli nimetlere karşı nankörlük etmişler. Hzf Muhamed'in hak Peygamber olduğunu kabulienmemişlerdir. [125]

 

35- Ve şöyle demiştik: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden hol boy yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa za­limlerden olursunuz.

Biz, Âdemi yarattıktan sonra ona şöyle demiştik: "Ey Âdem, eşinle bir­likte cennette yaşayın. Oradaki nimetlerden bol bol yeyin. Orada ne güçlük vardır ne de yorgunluk. Cennetin neresinden dilerseniz oradan yeyin. Yal­nız oradaki ağaçlardan belli bir ağaca yaklaşmaym.Yoksa Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşan, zalim kimselerden olursunuz.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, İblis, Âdeme secde et­meye karşı kibirlenmesinden sonra cennetten çıkarıldı. Fakat o, yeryüzüne in­meden önce Âdem cennete yerleştirildi." diyen görüş isabetlidir. Bu hususta Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerin şöyle de­dikleri rivayet edilmektedir: "Allah düşmanı İblis, Allahın lanete uğratmasından ve onu cennetten çıkarmasından sonra ve yeryüzüne inmeden Önce, Allahın yü­celiğine yemin ederek, Allahın ihlaslı kullan hariç, onun soyundan gelenleri ve eşini mutlaka azdıracağını ve yoldan çıkaracağını söylemiştir. Allah da Âdeme bütün isimleri öğretmiştir.

Taberi diyor ki: "Müfessirler, Hz. Âdemin zevcesinin ne zaman yaratıldı­ğı hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerden nakledildiğine göre İblis, lanete uğratıldıktan sonra cennetten çıkarıldı. Buna mukabil Âdem cennete yerleştirildi. Âdem cennette, kendisiyle beraber olacak bir eşi olmaksızın yalnız başına dolaşıyordu... Bir zaman uykuya daldı. Sonra uyandı. Bir de ne görsün, başucunda bir kadın oturuyor. Allah o kadını Ademin kaburgasından yaratmıştı. Âdem kadına: "Sen kimsin?" dedi. O, "Ben bir kadı­nım." dedi. Âdem: "Niçin yaratıldın?" diye sordu. Kadın: "Sen benimle birlikte yaşayasın diye" dedi.

Melekler, Âdemin ilminin derecesini ölçmek için "Ey Adem bu kadının ismi ne?" dediler. Âdem: "Havva" dedi. Melekler: "Niçin Havva diye adlandırıl­dı?" dediler. Âdem: Çünkü o, diri bir varlıktan yaratıldı." dedi. Allah teala Âdeme: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yeyin." dedi. Bu rivayetten anlaşıldığı gibi Hz. Havva, Hz. Âdem cennete yer­leştirildikten sonra yaratılmış ve Hz. Âdemin onunla birlikte yaşaması için var edilmiştir.

İbn-i îshak ise Hz. Havvanm. Âdemin cennete yerleştirilmesinden önce yaratıldığını söylemiştir. Seleme, İbn-i İshakın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, İblisi kınadıktan sonra Âdeme yönlendi. Ona bütün isimleri öğretmişti ve ona: "Ey Âdem, şunların isimlerini onlara bildir." dedi. Adem de onlara o şeylerin isimlerini söyleyince Allah: "Ben size, göklerin ve yerin gaybını bilirim ve sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim." demedim mi? Dedi. [126]

Sonra Allah Âdemi uyuttu. Âdemin sol kaburgalarından birini aldı. Yerine et doldurdu. Âdem uykusuna devam ediyordu ve uyanmamıştı. Nihayet Allah, Âdemin o kaburga kemiğinden eşi Havvayi yarattı ve Âdem onunla yaşasın di­ye tam bir kadın haline getirdi. Allah Âdemden uykuyu kaldırınca Âdem uyan­dı. Havyayı yanında gördü ve ona şöyle dediği rivayet edildi: "Benim etim ve benim kanımdan benim eşim." Böyle dedi ve onunla sükunete kavuştu. (En doğrusunu Allah bilir).

Allah teala Âdemin bizzat kendi vücudundan, onunla birlikte yaşayacak birini yarattıktan sonra ona: "Ey Âdcm,sen ve eşin cennette kalın. Orada iste­diğiniz yerden bol bol yeyin, yalnız şu ağacva yaklaşmayın yoksa zalimlcrr-den olursunuz." dedi.

Âyet-i kerimerde zikredilen ve "bol bol" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı "Bol yaşantı ve sahibini yormayan rahat geçim." de­mektir,

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud kelimesini "Rahat ya­şantı" anlamında izah etmişler, Mücahid "Hesap sorulmayan bir hayat" şeklinde açıklamşıtır.

Âyet-i kerimede" Şu ağaca yaklaşmayın" Duyurulmaktadır. Taberi di­yor ki: "Arapçada "Ağaç" diye tercüme ediilen kelimesi, sapı üzerin­de dikili duran her ağaç için kullanılır.

Müfessirler, Hz. Âdemin, meyvesini yemesi yasaklanan bu ağacın hangi ağaç olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

Abdullah b. Abbas, Ebu Mâlik, Atıyye, Katade, Muharip b. Dinar ve Ha­sanı Basriye göre bu âyette zikredilen "Ağaç"tan maksat, "Başak" demektir. Bu sebeple Allah Teala, başağı, dünyada Âdemin soyundan gelen insanlara rızık kılmıştır.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, diğer bir kısım sahabiler, Süddi, Câde b. Hubeyre, Said b. Cübeyr ve Muhammed b. Kays'a göre bu ağaçtan maksat, "Üzüm ağacı" demektir.

İbn-i Cüreyc ise, bir kısım sahabilerin, bu ağacın "İncir ağacı" olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir.

Taberi diyor ki: "Bu ağacın hangi ağaç olduğunu gösteren açık bir deil yoktur. Allah tealanın, bu ağacın hangi ağaç olduğunu bize biidirmemesinden anlaşılıyor ki bunu bilmek zaruri bir şey değildir. Eğer böyle bir zaruret olsaydı Allah teala onu bize mutlaka bildirirdi. Bu sebeple bu ağacın şu veya bu ağaç olduğunu söylemek yerine, Allah'ın, meyvesinin yenmesini Âdeme yasakladı­ğı herhangi bir ağaç olduğunu söylemek daha doğrudur.

Âyet-i kerimenin sonunda: "Yoksa zalimlerden olursunuz" Duyurul­maktadır. Bunun mânâsı, "Eğer ağaca yaklaşacak olursanız, sizler, kendisine izin verilmeyen şeye saldıranlardan ve sının aşanlardan olursunuz." demektir. Arapçada "Zulüm" kelimesinin asıl mânâsı "Bir şeyi yerine koymamaktır. [127]

 

36- Şeytan oradan her ikisinin de ayağını kaydırdı ve onları, içinde bulundukları nimetten çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak (yeryü­züne) inin. Sizin için orada belirli bir zamana kadar kalma ve geçim İmkânı vardır." dedik.

Şeytan onları hataya düşürerek, oradan her ikisinin <le ayağını kaydırdı ve Allah'a itaattan alıkoymaya çalıştı. Böylece Âdemi ve eşini, içinde bulundukları bol ve rahat yaşayıştan ve cennetin geniş nimetlerinden çıkarıp ayırdı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Size yeryüzünde, içinde istikrar bu­lup kalacağınız meskenler ve dünyanın sonu gelinceye kadar, lezzetler, ziynet­ler, yeyip içme ve faydalanma imkânı da vardır." dedik.

Müfessirler, İblisin, Hz Âdem ve Havvanm ayaklarını nasıl kaydırdığı, onlan hataya nasıl sürüklediği, cennetten kovulduktan sonra tekrar oraya nasıl girip Hz. Âdem ve Hz Havva ile nasıl muhatap olduğu ve onlara vesvese verdi­ği hususnda özetle şunları zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud gibi sahabiler, Vehb b. Mü-nebbih ve Rebi' b. Enes gibi Müfessirler, İblisin cennetten kovulmasından son­ra, yılanın ağzına veya kamına girerek tekrar cennete girdiğini ve orada önce Hz. Havvayı sonra da Hz. Âdemi aldatarak, kendilerine yasaklanan ağaçtan ye­melerine ve dolayısıyle cennetten çıkarılmalarına sebep olduğunu söylemişler­dir.

b- İbn-i İshak ise, İblisin cennete, Allah'ın ona verdiği özel bir güçle gir­diğini söylemiştir. İbn-i İshak demiştir ki: "İblis, Âdemin soyundan gelen insan­lara, görünmeden nasıl yaklaşıyor ve vesvese veriyorsa Âdeme de o şekilde yaklaşmış ve görünmeden vesvese vermiştir."

Taberi, İblisin cennetten kovulmasından sonra tekrar Hz. Adem ve Hav-vaya ulaşma yolunun, müfessirlerin rivayet ettikleri yılan vasıtasıyla olabilece­ğini söylemiş, İbn-i İshakın zikrettiği izahın bir çok ilim adamı tarafından rivayet edilen nakilleri bertaraf edemediğini söylemiştir.-

Bu konu hakkında Vehb b. Münebbih'in şunlan söylediği rivayet edil­mektedir: "Allah teala Âdemi ve zevcevsini cennette yerleştirip Âdeme, belli bir ağacın meyvesinden yemesini yasakladı. Bu ağaç, dallan birbirine girmiş bir ağaçtı. Melekler bunun meyvesini, ebedi olarak yaşamak için yerlerdi. Ailah te­ala işte bu ağacın meyvesini Hz. Âdeme yasaklamıştı. İblis, Hz. Âdem ile Hz. Havvanm ayaklarım kaydırmak isteyince yılanın karnına girdi. Yılan, dört ayaklı bir hayvandı. O, Allahıın yarattığı en güzel bir hayvandı, sanki o, Hora­san develeri gibi idi. Cennete girince İblis karnından çıktı. Allah tealanm, Hz. Âdem ve Havvaya yasakladığı ağaçtan ahp Havvaya götürdü ve ona: "Bak bu ağaca kokusu ne hoş, tadı ne kadar iyi ve rengi ne güzel," dedi. Âdem de ondan yedi. Bunun üzerine her ikisinin de avret yerleri birbirlerine göründü. Âdem ağacın içine girdi. Rabbi ona: "Ey Âdem nerdesin? dedi. Âdem : "burdayım ey rabbim." dedi. Allah teala: "Çıkmıyor musun?" dedi. Âdem: "Ey rabbim senden utanıyorum." dedi. Allah teala: "Senin, kendisinden yaratıldığın toprağa la­net edilmiştir. Öyle ki o toprağın meyveleri dikene dönüşecektir." dedi.

Allah teala sonra Hz. Havvaya şöyie dedi: "Benim kulumu sen aldattın. Sen her gebe kaldığında istemeyerek ve zahmetle gebe kalacaksın. Karnın­da bulunanı doğurmak istediğinde de bir kaç defa, ölümden döner gibi do­ğuracaksın." Yılana ise şöyle dedi: "Mel'un şeytan, senin karnında içeri girdi ve kulumu aldattı. Sen de lanete uğratıldın? Öycl lanetlendin kî, ayakların karnına girdi. Senin rızkın sadrecc toprak oldu. Sen Âdemoğlunun düşmanısın. Onlar da senin düşmanındır. Onlardan biriyle karşılaştığında onu kovalarsın. Onlardan biri seninle karşılaştığında ise se­nin başını ezer."

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerin ise bu hususta özetle şunlan söyledikleri rivayet edilmektedir: "Allah teala Hz, Ademe: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yeyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz." de­yince İblis cennette Âdem ile Havvanın yanma gitmek istedi. Cennetin bekçile­ri ona engel oldular. Bu defa İblis, yılana gitti. Yılan, deveye benzeyen dört ayaklı bir hayvandı. O, en güzel hayvanlardan biriydi. İblis yılana, ağzına gire­rek cennete gitmesini ve Âdeme ulaşmasını teklif etti. Yılan onu ağzına aldı cennete girerken bekçiler, İblisin, yılanın ağzında olduğunun farkına varamac ı-lar. İblis yılanın ağzında iken Âdeme konuştu. Âdem onun sözlerine aklınr et­medi. İblis bu defa dışarı çıktı ve "Ey Âdem sana, ebedilik ağacını ve yok ol­mayan bir mülkü göstereyim mi?" dedi. [128]Ayrıca İblis, Âdem ve Havvya

"Ben, ikinize de nasihat edenlerdenim." diye yemin etti. İblis bunu yaparken Âdem ve Havvaya, örtülü olan edep yerlerini göstennek istiyordu. Bu da onla­rın elbiselerini yok etmesiyle gerçekleşecekti. İblis, Âdem ve Havvanın avret mahalleri bulunduğunu, meleklerin kitaplarından okumuş ve öğrenmişti. Âdem bunu bilmiyordu. Ademle Havvanın elbiseleri tırnak'tandı. Âdem, o ağaçtan ye­medi. Havva ise ileri atılıp yedi ve Âdeme "Ey Âdem sen de ye. Çünkü ben yedim bana zarar vermedi." dedi. Âdem de yeyince her ikisinin de avret ma­halleri birbirlerine göründü. Bu sefer cennet yapraklanyla üzerlerini örtmeye başladılar.

Bu mesele ile ilgili olarak İbn-i İshak da özetle şunlan söylemiştir: "İblis Âdeme ve eşine, Allah'ın Âdemi ve onun soyundan gelenleri imtihan etmek için ona verdiği bir güçle ulaşmıştır, öyleki, İblis kendisine verilen bu güçle Âdemoğluna uykusunda da gelebilir, uyanık ikende. Dilediği zaman ona yakla­şır ve onu günah işlemeye davet eder, nefsini şehevani şeylere çeker. Halbuki Âdemoğlu onu gönnez. Nitekim Allah teala, âyetlerinde şöyle buyunnuştur: "Şeytan onlara, kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi ve şöyie dedi: "Rabbiniz size bu ağacı, sadece ikiniz de melek olmayası­nız veya cennette ebedi olarak kalmayasınız diye yasakladı." "Ey Adcmoğulları, Şeytan, atalarınızı avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü şey­tan ve taraftarları, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Şüphe­siz ki biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık. [129]Yine Allah teala Hz. Muhammed (s.a.v.)e: "Ey Muhammcd, de ki: "Cin ve insanlardan olan ve insanların kalblcrînc vesvese veren, o sinsi vcrvcsccinin şerrinden, in­sanların rabbi, insanların maliki ve insanların mabudu olan Allah'a sığını[130] buyurmuştur. Resulullah da:

"Şüphesiz ki şeytan, Âdcmoğlunda kanın dolaşımı gibi dolaşır." buy-rumuştur. [131]İbn-i İshak sözlerine devamla şöyle demiştir: "Âdemoğlunun, Allah düşmanı İblis ile durumian ne ise, Hz Âdemin de İblis ile dununu öyle olmuştur. Öyle ki, İblis, Âdemin soyuna görünmeyerek nasıl yaklaşıyorsa Ademe de cennette öyle yaklaşmıştır."

Daha önce de belirtildiği gibi Taberi, îbn-i İshak in bu izahını benimsememekte, sahabi ve tabiinden rivayet edilen Önceki grüşleri daha evla görmekte ve İblisin cennete belli bir vasıta ile girdiğini söylemenin daha isabetli olacağı kanaatindedir.

Âyeti kerimede "İblis onları içinde bulundukları nimetten çıkardı.buyurulmaktadır. Aslında Hz. Âdem ile Havvayı, içinde bulundukları nimetler­den çıkaran Allah tealadır. Fakat onların çıkmalarına İblis sebep oîduğ için çı-kama işi, mecazi olarak ona insad edilmiştir.

Âyet-i kerimede "yeryüzüne inin" buyurulmaktadir. Bu emrin Âdem ve Havvaya verildiği hususunda ittifak edilmekle beraber bunların dışında daha başka nelere ve kimlere verildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas, Siiddi ve Ebu Salih, âyette geçen "İnin" emrinin, Âdeme, Havvaya, İblise ve ayaklan kesilen yılana verildiğini söylemişlerdir.

Mücahid, Ebuî Âliye ve İbn-i Zeyd ise bu emrin Âdme, İblise ve onların soylarından gelecek olanlara verildiğini söylemişlerdir.

Âyet-i kerimede "Birbirinize düşman olarak" ifadesi zikredilmektedir. Taberi diyor ki: "Âdem ve zevcesi ile İblis ve yılanın, aralarındaki düşmanlığın nasıl olduğu ve nereden kaynaklandığı sorulacak olursa cevaben denilir ki: "İb­lisin, Âdeme ve zürriyetine düşmanlığı. Âdemi kıskanmısımlan ve Allanın ona "Secde et" emrine isyan etmesinden ve böbürlenmesindendir. Âdemin ve zürri-yetinin, İblise karşı düşmanlığı ise, İblisin, Allanın emrine karşı gelerek ona is­yan etmesindendir. Âdem ve onun soyu ile yılan arasındaki düşmanlık ise, yıla­nın şeytanı cennete sokarak Âdemin ayağının kaymasına sebep olmasındandır. Yılanın insanoğluna düşman olduğu ve onunla ilk' savaşı başlattıktan sonra bir daha barış yapılmadığını beyan eden şu hadisi şeriflerde Peygamber efendimiz buyurmuştur ki:

"Biz, onlarla savaştığımı?, zamandan beri bir daha banşmadsk. Kim onlardan birini korkarak bırakacak olursa o bizden değildir, [132]

"Bütün yılanları öldürün. Kim onların intikam alacağından korkar-sa o benden değildir. [133]

"Kim yılanların takibcdeccklerindcn korkarak onları bırakacak olursa o bizden değildir. Biz, onlarla savaştığımız andan beri bir daha ba-rışmamışızdır. [134]

Âyet-i kerimede: "sizin için yeryüzünde kalma vardır." buyurulmakta­dır. Bu ifadeden maksat, Ebul Âliye ve Rebi' b. Enes'e göre, yeryüzünde insan­ların karar kılıp yaşamalarıdır.

Abdullah b, Abbas ve Süddiye göre ise, kabirde kalmalarıdır.

Taberi, "Kalma" diye tercüme edilen keHmesinin Arapçada "Karar kılma yeri" mânâsına geldiğini âyet-i kerimenin de. Âdemin ve soyunun cennetteki ve semadaki yerlerine ilaveten dünyada da karar kılacak yerleri ve evleri olacağını bildirdiğini söylemiştir.

"Belli bir zamana kadar" ifadesinden maksat ise, Süddiye göre "Ölünceye kadar" demek. Mücahide göre "Kıyamet kopuncaya kadar" demek, Rebi1 b. Enes'e göre ise "Belli bir vadeye kadar" demektir.

Taberi "Kıyamete kadar" şeklinde izah etmenin, âyetin genel ifadesine daha uygun düştüğünü söylemiştir. [135]

 

37- Âdem, rabbinden kelimeler aldı. (günahının bağışlanmasını iste­di) Allah da tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, merhamet sahibidir.

Allah Âdeme bir kısım kelimeler telkin etti. Âdem de onları rabbinden alıp kabul etti ve o kelimelerin gerektirdiği gibi amel etti. O kelimeleri söyleye­rek ve ifade ettiği hükümleri yerine getirerek rabbine tevbe etti. Allah da Âdemin kabul edip söylediği o kelimelerle pişmanlığını ve tevbesini kabul etti. Allah, tevbeleri çokça kabul eden ve çokça merhamet edendir. 

Hz Âdemin, Aİlah tealadan alarak tevbe etmek için söylediği kelimele­rin neler oldukları hakkında çeşitli görüşler zikredilmiştir.

a- Hasan-ı Basri, Mücahid, Katade ve İbn-i Zeyd'den nakledilen bir gö­rüşe göre Hz. Âdemin rabbinden aldığı kelimeler, Allah tealanm, âyette zikretti­ği şu kelimelerdir: "Âdem ve zevcesi,, rablerine şöyle yalvardılar" Ey rabbimiz, biz kendimize zulmetik. eğer sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz. [136] Taberi bu görüşün, âyete dayandığından dolayı tercihe şayan olduğunu, bunun dışında zikredilenlerin güvenilen delillere dayanmadıkları için tercih edilemeyceklerini söylemiştir.

b- Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbasın, Hz. Âdemin rabbinden aldığ bu sözlerin şunlar olduklarını söylediğini beyan etmiştir: "Âdem, ey rabbim, beni sen kendi elinle yaratmadın mı?" demiş Allah da: "Evet" demiştir. Âdem: "Ey rabim, sen bana ruhundan liflemedin mi." demiş Allah da: "Evet" demiştir. Âdem: "Sen beni cennetine yerleştirmedin mi? " demiş Allah da: "Evet" de­miştir. Âdem: "Ey rabbim, rahmetin gazabını geçmiş değil midir?" demiş, Al­lah: "Evet" demiştir. Âdem: "Eğer ben tevbe eder kendimi düzeltirsem sen be­ni tekrar cennete döndürür müsün?" demiş Allah: "Evet" demiştir. Bu görüş, Katade, Ebuİ Âliye ve Süddiden nakledilmektedir.

Ubeyd b. Umeyr ise, Hz. Âdemin, Allah'tan aldığı sözlerin şunlar oldu-ğunğunu söylemiştir: Âdem: "Ey rabbim, benim işlemiş olduğum bu hatayı, be­nim alnıma beni yaratmadan önce sen mi yazdın, yosak bunu ben kendim mi icadettim?" dedi. Allah: "bunu, seni yaratmadan önce ben yazdım." dedi. Adem: "Bunu bana yazdığın gibi tevbemi kabul et ve beni affet." dedi.

Abdurrahman b. Yezid ise Hz Âdemin, rabbinden aldığı kelimelerin ve tevbe ediş şeklinin şöyle olduğunu söylemiştir: Âdem "Ey Allahım, senden baş­ka hiçbir ilah yoktur. Ben seni hamd ile teşbih ederim. Senden af diler ve sana tevbe ederim. Sen benim tevbemi kabul et. Zira sen, tevebeleri çokça kabul edensin ve çok merhamet sahibisin." demiştir.

Ayet-i kerimede Allah talanın, Hz Âdemin tevbesini kabul ettiği zikredil­mektedir. Kul'un, rabbine tevbe etmesi, Allah'ı gazaplandıran davranışlardan vazgeçip rabbine itaate yönelmesi ve onu razı etmeye çalışmasıdır. Allah teala-nın, kulun tevbesini kabul etmesi ise, kul'a tevbe etmeyi asibetmesi, ona gazap etmekten vaz geçip ondan razı olması, cezalandırmayı bırakıp onu affetmesidir. [137]

 

38- Biz onlara "Hepiniz oradan yeryüzüne inin. Tarafımdan sîze hi­dayet geldiğinde kim hidayetime uyarsa, onlara bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de." dedik.

Biz, Âdem, Havva ve İblis'e "Hepiniz gökten yere inin." dedik. Ey Âdemoğullan, tarafımdan size bir açıklama ve hidayet geldiğinde kim, Pey­gamberlerimin diliyle gönderdiğime ve açıkladığım hükümlere uyarsa, onlara gelecekte kıyamet korkusu yoktur. Onlar, dünyada yapmadıkları şeylerden dola­yı da üzülmeyeceklerdir.

Âyet-i kerimede, kendilerine hep birlikte inmeleri emredilenler, Ebu Salihin rivayetine göre, Hz. Âdem, Havva, Yılan ve İblis'tir.

Âyet-i kerimede zikredilen "Hidayet"den maksat, Ebul Âliyeye göre, Peygamberler ve Allah'ın onlara gönderdiği vahiylerdir. Bu izaha göre Allah te­la bu âyet-i kerimede, Hz. Âdem ve Havvamn yanında, onların soyundan gelen insanlara da hitabetmiştir. Hitap sadece Hz. Âdem ve Havvaya değildir. Çünkü Hz. Âdem zaten Peygamberdir. Ona "Peygamber geldiğnde ona uy" şeklinde bir emir gönderilmesi mümkün değildir. Bu itibarla Hz. Âdemin soyundan gelen insanlar söz konusudur.

Taberi diyor ki: Âyette zikredilen "Hidayet"ten maksat, Allah'ın gönde­receği emirler, göstereceği doğru yollardır.Buna göre hitap, Hz. Âdeme, Havva­ya ve onlarla birlikte yeryüzüne inenleredir. Ancak hitap bunlara ise de dolaylı yolla bütün mükellef olan kullaradır. Bu itibarla kim Allanın beyan ettiği emir­lere uyar, yasaklardan kaçınır ve gösterdiği doğru yolda gidecek olursa, artık onun için âhiret azabından korkma yoktur. Dünyadayken yapamadığı şeylerden dolayı da üzülmeyecektir. [138]

 

39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar, cehen­nemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

İnkâr edip âyetlerimizi ve Peygamberimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktirler, ve orada ebedi olarak kalacaklardır. Oradan hiçbir za­man çıkmayacaklardır.

Allah tealanın âyetlerinden maksat, onun birliğini ve rablığını gösteren delilleri ve peygamberlerine verdiği âyetleri ve mucizeleridir.

İmansız olarak ölenlerin, ebedi olarak cehennemde kalacakları ve oradan

hiç çıkmayacakları hususu, Kur'an-ı kerimin çeşitli âyetlerinde beyan edilmek­tedir. İşte o âyetlerde şöyle buyurulmaktadır.:

"Allah, inkâr edenlere ancak cehennemin yolunu göterir. Orada ebe­di olarak kalacaklardır. Bu Allah'a göre çok kolaydır. [139]"Şüphesiz ki Allah, kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş hazırlamış­tır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir. [140] "Ben ancak Allah'ın emirlerini tebliğ et­meye ve Peygamberlikle ilgili hususları bildirmeye kadirim. Kim, Allaha ve Peygamberine karşı gelirse şüphesiz ki ona, içinde ebedi olarak kalacağı cehennem ateşi vardır. [141]

Diğer taraftan, imansız olarak ölenlerin, cehennemde normal bir yaşantı­ları olmayacağı gibi ölmeyecekleri de çeşitli âyetlerde beyan edilmektedir: işte o âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Şüphesiz rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkanın cezası cehennem­dir. O, orada ne ölür ne de yaşar. [142]"Pek azgın olan ise, öğütten kaçına­caktır.O, en büyük ateşe girecektir." "Sonra orada ne ölecek ne de diri kalacaktır. [143]İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölüm-Icrnc hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez. Biz, her kâfiri, işte böyle cezalandırırız[144]

Peygamber efendimiz de bu hususta bir hadis-i şerifinde şöyle buyuru­yor:   

"Cehennemlikler cehennemin halkıdır. Çünkü onlar orada ne öle­cekler ne de normal bir hayat süreceklerdir. (İmanla öldükleri halde gü­nahlarından dolayı) cehenneme atılanar ise, Allah onları geçici oır sure içki öldürecek, yanıp kömür haline geldikten sonra, kendilerine şefaat olunma-sına izin verilecek, onlar, bölük bölük getirilip cennetin ırmaklarına dağıtı­lacaklardır. Sonra cennetliklere "Bunlara su bırakın" -denilecektir. Onlar, sel yatağında biten dere otları gibi yeniden biteceklerdir." [145]

 

40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdi­mi yerine getirin ki ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak ben­den korkun.

Ey İsraüoğüiîarı, ey İbrahimin oğlu Yakubun çocukları, sizi, Firavunun şer ve zararından kurtarma, sizden Peygamberler seçme ve onlara kitaplar ver­me nimetlerimi hatırlayın. Siz, benim, "Muhammede iman etme ve onun dâvasını insanlara açıklama gibi emirlerime uyun ki, ben de sizi cennete koya­cağıma dair olan vaadimi yerine getireyim. Ve Sadece benden korkun, başkasın­dan değil.

Âyette zikredilen "İsrailoğulları" ifadesinden maksat; Üz. Yakubun oğullandır. Zira Yakubun diğer bir adı da "İsrail'dir. İsrailin mânâsı da "Aİİahıîî kulu" demektir. Allalvteala burada İsrailoğullanmlan Yahudi âlimlerine hitabet-inektedir. Çünkü Resulullahı onlar yalanlamışlardı. Cenab-ı Hak bu âyette, Peygamberi Hz. Muhammen (s.a.v.)in lisanı ile, İsrailoğullarına verdiği nimeti hatırlatmaktadır. Nitekim Hz. Musa da kendi Peygamberliği döneminde bunla­ra, ataianna verilen nimetleri hatırlatmıştır.

Allah teala, İsrailoğullarına çeşitli nimetler vermiştir. Onları, kendisine taptıran Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi yarıp içinden geçirmiş, çölde taştan sular fışkırtmış, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti indirmiş, soyların­dan bir çok Peygamberler göndermiş ve kendilerine, dört büyük kitaptan biri olan Tevratı indirmiştir. Ayrıca İslam dini, Allah'ın en büyük nimeti olarak bü­tün insanlıkla beraber onlara da gönderilmiş fakat onların çoğu bu nimeti inkâr etmişlerdir.

Hz. Musanın, İsrailoğullanna bu nimetlerin bazılarını hatırlattığını şu âyet-i kerime beyan ediyor: "Musa kavmine şöyle demişti "Ey kavmim, Al-lahın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden Peygamberler çıkardı. Sizi, hükümdarlar yaptı ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. [146]

Âyete-i kerimede "Benim ahdimi yerine getirin ki ben de sizin ahdini­zi yerine getireyim." buyurulmaktadır. Allah tealanın, İsrailoğullanndan aldığı ahit, Tevratta Hz. Muhammedin geleceğini ve Hak Peygamber olduğuna bildir­mesi, geldiğinde de ona iman etmelerine dair kendilerinden söz almasıdır. Bu hususta şu âyet-i kerimede buyunıluyor ki: "Şüphesiz ki Allah, İsraiİoğulla-nndan söz aimsşî». Biz, onlara, içlerinden on iki başkan göndermiştik. Al­lah onlara şöyle dedi "Şüphesiz ben, sizinle beraberim. Yemi olsun ki, eğer namazı kdar zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman edip onlara yardım ederseniz ve Allah için güzel bir ödünç takdim ederseniz, muhakkak ki kö­tülüklerinizi örterim. Vç sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koya­rım. Bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, şüphesiz doğru yoldan sap­mış olur. [147]

İbn-i Cüreyc bu âyeti zikrettikten sonra şöyie demiştir: "İşte Allah'ın, îs-railoğullarından aldığı ahit ve onlara verdiği emir budur. Bize de Allanın ahdi ve emri budur. Kim Allahın emrini yerine getirirse Allah da ona verdiği vaadi yerine getirir."

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbasın, Allah tealanın ve İsrailoğullarının ahdini şöyle rivayet ettiğini zikretmiştir: "Muhammed size geldiği zaman ona iman etmenize dair.sizden aldığım ahdimi yerine getirin ki ben de Muhammedi tasdik edip ona uymanızla daha önce işlediğiniz günahları affedeceğime dair olan vaadimi yerine getireyim."

Rebi' b. Enes, Ebul Âliye'nin bu âyeti şöyle izah ettiğini rivayet etmiştir: "islam dinine uyacağınıza dair sizden aklığım ahdi yerine getirin'ki ben de size vaadettiğim cenneti vereyim."

Süddi ise şöyle izah etmiştir: "Benim size, kitapta emrettiğim hükümleri yerine getirin ki ben de size itaat etmeniz halinde cennete koyacağıma dair olan vaadimi yerine getireyim."

Dahhak ise, Abdullah b. Abbasın bu âyetin şöyle izah ettiğini rivayet et­miştir. Size emrettiğim hususlarda bana itaat edip, yasakladığım hususlardan kaçınarak emirlerimi yerine getirin ki ben de sizden razı olayım ve sizi, vaadettiğim cennete koyayım."

îbn-i Zeyd ise: Allahın ahdinden maksadın, Allahın emirleri, vaadinden maksadın ise, Allahın, kullarına vaadettiği nimetler olduğunu söylemiş ve şu âyeti okumuştur: "Şüphesiz ki Allah, cihad eden müminlerin canlarım ve mal­larını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allahın Tevratta, İncil'de ve Kur'anda olan ger­çek vaadidir. Allahtan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alış verişe sevinin.İşte büyük kurtuluş budur. [148]

Âyet-i kerimenin sonunda "Ancak benden korkun" Duyurulmaktadır. Yani, "Ey, kendilerine kitap indirerek göndereceğim Peygamberlere iman edeceğine dair söz aldığım İsrailoğulları, siz, bu ahdinizi bozdunuz. Peygamberim Muhammedi yalanladınız. Eğer inadınızdan vazgeçip Peygam­berime ve ona indirdiklerime iman edip, günahlarınızdan dolayı da bana tevbe etmezseniz, Peygamberimi yalanlayan atalarınız gibi, sizin de başını­za azabımın inmesinden korkun." [149]

 

41- Elinizdeki Tcvratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'ana iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değiş­meyin ve yalnız benden korkun.

Elinizdeki Tevratta yazılı olanları tasdik edici olarak, Muhammede indir­diğim Kur'ana iman edin. O Kur'am ilk yalanlayanlardan olmayın. Âyetlerimi, az bir ücret karşılığında, basit bir dünya metaı için satmayın ve yalnız benden korkun. Daha önce geçmişlerinizce verdiğim ceza ve felaketlerin sizin de başı­nıza geleceğinden sakının.

* Âyet-i kerimede, "Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin" buyurul-maktadır. Ebul Âliye, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Âyetlerimi öğ­retmeye karşılık ücret almayın. Muhammedin hak Peygamber olduğunu insanlara açıklayın." Ebul Âliye sözlerine devamla diyor ki: "Yahudilerin kitaplarının birinci bölümünde "Ey Âdemoğlu, şana ücretsiz öğretildiği gibi sen de ücretsiz öğret." ifadesi yazılıdır.

Süddi ise "Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin" ifadesini şöyle izahetmiştir: "Ayetlerimi, idarecilik gibi tamah ettiğiniz basit değerler karşılığında satmayın."

Yahudilerin, Allahin âyetlerini satmaları, kendi dinlerinde olan insanların liderleri olma karşılığında kitaplarında yazılı olan Hz. Muhammedi ve sıfatlarını gizlemeleridir. Halbuki,, onlann kitaplannda, Hz. Muhammedin, ümmi bir Pey­gamber olacağı yazılıdır. [150]

 

42- Hakkı batıla karıştırıp bile bile hakkı gizlemeyin.

Muhammed'in size değil de başkalarına Peygamber gönderildiği şeklin­deki zannınızla, doğruyu yalana, hakkı bâtıla karıştırmayın. Onun, benim Pey­gamberim, Kur'amn da benim sözüm olduğunu bildiğiniz halde, kitabınız Tev-ratta mevcut bulunan, Muhammed'in sıfatlarına dair olan şeyleri gizlemeyin.

"Hakkı bâtıla kanştırmak"tan maksat, Abdullah b. Abbas'a göre, doğru­yu yalana karıştırmaktır. İbn-i Zeyd' göre, Hz. Musaya inen asıl Tevratı, uydur­dukları Tevrata kanştırmaktır. Mücahide göre ise, uydurulmuş Yahudilik ve Hı­ristiyanlığı İslama karıştırmaktır.

Taeri diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Âyetin hitabettiği insanlar kâfirlerdir. Bunlar, hakkkı bâtıla nasıl kanştımış olacaklar ve bunlar hangi hak üzeredirler? "Cevaben denilir ki: "Bunların içinde münafıklar bulunuyordu. Gö­rünüşte Hz. Muhammed (s.a.v.)in peygamberliğini tasdik ediyorlar, gizli olarak ta onu inkâr ediyorlardı. İleri gelenleri de diyorlardı ki:"O, gönderilen biridir, fakat bizim dışımızdakilere gönderilmiştir." Böylece münafık olanlar, Hz. Mu­hammedin Peygamber olduğnu açıktan söyleyip gizli olarak da inkâr etmek su­retiyle hakkı bâtıla karıştırıyorlardı. İleri gelenleri ise, hem Peygamber olarak' gönderildiğini itiraf ediyorlar hem de kendilerine değil başkalarına gönderildiği­ni iddia ederek hakkı bâtıla karıştırıyorlardı.

Âyet-i kerimenin sonunda "Bile bile hakkı gizlemeyin" ifadesi zikredil­miştir. Abdullah b. Abbas, bu ifadeyi mealde zikredildiği gibi izah etmiştir. Ebul Âliye ve Mücahid ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir: "Sizler bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz"

"Bildikleri halde gizledikleri Hak'tan maksat, Hz. Muhammedin Pey­gamberliği ve ona gelenlerin Allah tarafından gönderilmiş olmasıdır. Kitap ehli, bunların hak oldğunu bildikleri halde, insanlardan gizlemişlerdir. Âyet-i kerime, onlann bu hallerini dile getirmektedir. [151]

 

43- Namazı kılın, zekatı verin. Rüku edenlerle birlikte rüku edin.

Müslümanlarla birlikte namazı kılın. Mallarınızın zekatını, onu almaya layık olanlara verin. Boyun eğenlerle birlikte siz de Allah'a boyun eğin.

Taberi diyor ki: "Bu âyetler, Allah tarafından, İsrailoğullan âlimlerine ve münafıklarına, tevbe edip Allah'a yönelmeleri, Müslümanlarla birlikte İslama girmeleri, itaat ederek Allah'a boyun eğmeleri için bir emirdir. Yine bu âyetler, onlara, deliller ortaya çıktığı ve uyarıldıkları hakle, Muhammcd(s.a.v.yin Pey­gamberliğini bile bile gizlemelerini yasaklamakladır.

Ayrıca bu âyetler. İsraİloğuIlanna ve onlann geçmiş kavimlerine, Allah'ın bir lütuf olarak vermiş okluğu nimetleri hatırlatmakta ve arlık bu konuda herhangi bir bahane bulamayacaklarını ilan etmektedir.

Taberi diyor ki: "Yahudi hahamları ve münafıklar, insanların namaz kıl­malarını ve zekat vermelerini emrettikleri hakle kendilerinin bunları yapmadık­ları bu sebeple de Allah tealamn,onları bu âyetle ikaz ettiği zikredilmektedir. Ta ki Müslümanlarla birlikte namaz kılsınlar, onlar gibi mallarının zekatını versin­ler ve yine onlar gibi, Allaha boyun eğsinler.

Taberi diyor ki: "zekat vcnnek"ten maksat, farz kılman zekatı vermektir. "zekat" kelimesinin lügat mânâsı, "Malın artması ve temizlenmesi"u*ir. Zekata bu adın verilmesinin sebebi, Allah Tealamn, malının zekatının veren mal sahibi­nin, zekat vermesinden soma malını artırmasmdandır. Yahulta zekat veren kişi­nin, malında bulunna fakirlerin hakkını vererek malım haksız kazançtan temiz­lemesi ve armdırmasındandır. Taberi, zekata bu adın, bu ikinci sebepten dolayı verildiğini söylemenin daha uygun olacağını zikretmiştir.

"RükıTdan maksat, Allaha itaat ederek boyun eğmektir. [152]

 

44- İnsanlara iyiliği emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor musu­nuz? Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?

Siz, insanlara, Allah'a itaati emrediyor da kendiniz ona isyan mı ediyor­sunuz. Allaha itaat hususunda kendinizi bırakıyor musunuz? İnsanlara emretti­ğiniz şeyleri kendi nefislerinize de emretseniz ya. Oysa siz, Tevratı da okuyup duruyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz? Bu şekilde davranışınızın çirkinliğini an­lamıyor musunuz?

Başkalarına tebliğ edip söyledikleri hakle, tebliğ ettikleri emirleri bizzat yerine getirmeyenler için diğer bir âyette de şöyle buyuruluyor: "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz? [153]

Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Bana İsra ve Miraç yaptırıldığı gece, bir kısım insanların yanından geçtim, onların dudakları, ateşten makaslarla kesiliyordu. Dedim ki: Bun­lar kimdir?" Dediler ki: "Bunlar, dünyadaki hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder kendilerini ise unuturlardı. Halbuki onlar, kitabı okurlardı. Hiç bunu düşünmezler mi? [154]

Âyet-i kerimenin hitabettiği kimselerin, başkalarına yapmalarını emredip te kendileri için unuttukları iyilikten maksadın ne olduğu, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbasın bu âyeti şöyle izah ettiğini söyle­miştir: "Ey Yahudiler, sizler, insanların, elinizde bulunan Tevratı ve onun beyan ettiği Peygamberliği yalanlamalarına karşı çıkıyorsunuz*: Halbuki kendiniz onda bulunan, Peygamberimi tasdik etme ahdimi inkâr ediyor, bana verdiğiniz sözü bozuyorsunuz. Ve kitabımdan, bildiğiniz şeyleri inkâr ediyorsunuz."

• Dehhak is Abdullah b. Abbasın, bu âyeti şöyle izah ettiğini söylemiştir. "Siz, insanlara, Muhammedin dinine girmelerini, namaz kılmalarını ve benzeri şeyleri emrediyor fakat kendinizi unutuyorsunuz"

Süddi, Katade ve İbn-i Cüreyc ise bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: " "Ey kitap ehli olanlar ve münafıklar, siz, insanlara, Allaha itaat etmelerini, ondan korkmalarını ve oruç tutup namaz kılmalarını emrediyor fakat kendiniz bunları yapmıyorsunuz."

Taberi diyor ki: "Bu görüşler, birbirlerine yakın görüşlerdir. Hepsi de âyetin hitabettiği insanların,Allahın razı olacağı şeyleri, diğerlerine emredip kendilerinin bunlara uymadıklarını ifade etmişlerdir.

Allah teala, bu âyette böyle davranan insanları kınamış ve bunun, kendilerine yakışmayacağını beyan etmiştir. [155]

 

45- Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki namaz, Allaha boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.

Sabırla ve namazla yardım isteyin. Bana verdiğiniz sözü tutabilmek ve bana itaat edebilmek için, hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyn ve benim rızama yaklaştıran, namazı kılarak yardım dileyin. Şüphesiz ki namaz, bana boyun eğip azabımdan korkan, yaad ve cezamı tasdik edenlerden başkasına ağır ve zor ge­lir.

Ayet-i kerimede, insanlara, sabırla ve namazla, yardımmaşmaları emre-dilmektedir. Taberi, bu iki şeyle, neye karşı yardımlaşılacağı hususumla şunları zikretmiştir: "Allah tealanın gönderdiği kitaplarda, emirlerine uyulup yasakla­rından kaçınılmasına dair, kullarından aklığı ahdi yerine getirme hususunda, bu iki şeyle yardımlaşmasının emredildiği beyan edilmektedir."

"Sabır"m asıl mânâsı, nefsi, sevdiği şeylerden alıkoymak ve heva ve he­vesinden el çektirmektir. Bu bakımdan, felaketler karşısında kendisini frenleye­ne "Sabreden" denilmiş. Ramazan ayına da, yeme ve içmeye karşı sabredildi-ğinden dolayı "Sabır" ayı" denilmiştir. Bir kısım âlimler, buradaki "sabır" keli­mesinden maksadın, oruç tutmak olduğunu ve bu âyet-i kerimenin "Oruç tuta­rak namaz kılarak sabredin" demek istediğini söylemişlerdir. Taberi ise, Allah tealanın, bu âyet-i kerimede insanları Allah'ın emir ve yasaklarından, nefislerine ağır gelenlere karşı sabretmelerini ist&liğini söylemiştir.

Burada, Allah'tan yardım dilerken yapılacak şeylerden özellikle namaz zikredilmektedir. Çünkü onda. Allah'ın kitabını okuma, dünya zevklerini terket-me, âhireti ve orada Allanın insanlar için hazırlamış olduğu şeyleri hatırlatma vardır.

Resulullah (s.a.v.) herhangi bir sıkıntı ile karşılaştığında hemen namaz kılmaya başlardı. [156]Abdurrahman diyor ki: "Abdullah b. Abbas, bir yolculuk yaparken kendisine kardeşi Kussem'in ölüm heberi ulşatı. Abdullah b. Abbas,  "Şüphesiz biz, Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz. [157]"(dedikten sonra yolun kenarına çekildi, devesini çöktürdü, iki reka na­maz kıldı ve namazı uzattı. Bitirdikten sonra kalkıp bineğine doğru yürüdü ve "Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki namaz, Allaha boyun eğenlerden başkasına ağır gelir." âyetini okudu.

Ebul Âliye diyor ki: "Allahın razı olacağı şeyleri başarmak için sabır ve namazla yardımlasın ve bilin ki bu ikisi de Allaha itaattendir."

İbn-i Cüreyc diyor ki: "Sabırla ve namazla yardımlasın. Çünkü bunlar Allah'ın rahmetine kavuşturan iki yardımdır."

Âyette zikredilen "Allaha boyun eğenler" ifadesinden maksat. Abdullah b. Abbas'a göre, Allahın indirdiklerini tasdik edenler, Ebul Âliye ye göre"Allah-tan korkanlar" Mücahide göre "Hakkıyla imanedenler"dir. [158]

 

46- Onlar, rablerinc kavuşacaklarını ve tekrar ona döndürülecekle­rini idrak edenlerdir.

O boyun eğenler, namazı gönül hoşluğu ile ve isteyerek kılanlar, Allah'a kavuşacaklarına kesin olarak inananlardır.

Âyet-i kerimede geçen ve "İdrak ederler" diye izah edilen  ke­limesinin asıl mânâsı, "Zannederler" demektir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Nasıl olur da, Allah teala, na­maz kendilerine ağır gelmeyen, itaatkar kullan, "Huzuruna çıkmayı zanneder­ler" şeklinde "sıfatlandırır? Zira " "zannetmek" şüphe taşıyan bir ifadedir. Alla­hın huzuruna çıkacağından şüphe eden kimse ise kâfirdir. "Buna cevaben denilir ki: "Araplar, bazan, kesin bilgiyi "Zan" ile ifade ederler. Bu âyetteki ifade de o kabildendir. Nitekim ebul Âliye, Mücahid, Sü-idi, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd, âyetteki "/.an" kelimesinin,kesin bilgi ifade elliğini söylemişlerdir, mücahid, Kıır'anda geçen her /.an keliesiniıı "Kesin bilgi" anlamına geldiğini söylemiştir. Nitekim şu âyetlerde de "Zan" kelimeleri zikredilmiş, bunlardan da "Kesinlik" kastedilmiştir. "Günahkârlar ateşi görürler ve oraya düşeceklerini zanne­derler (anlarlar). Fakat ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar. [159]O gün amel defteri sağından verilen, etrafındakilere şöyle der" İşte kita­bım, alın okuyun. licn, dünyadayken hesaba çekileceğimi zannediyordum. (Çok iyi biliyordum.) [160]

 

47- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zaman) âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Ey İsrailoğullan, ey Yahudi topluluğu, ey Yakubun torunları, geçmişleri­nize, ecdadınıza verdiğim nimetlerimi ve sizi bir zaman âlemlere üstün kıldığı­mı hatırlayın.

Allah teala, İsrailoğullannı, Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi ya­rıp onları karşıya geçinniş, çöllerde onlar için taşlardan sular fışkırtmış, gökten yemekler indirmiş, soylarından bir çok Peygamberler getirmiş ve böylece onla­rı, kendi zamanlarında yaşayan insanlardan üstün kılmıştır. Yoksa bu ifadede, onların, gelmiş geçmiş bütün insanlardan üstün oldukları kastedilmemekteüir.

Resulullah (s.a.v.) İsrailoğullarımn bütün âlemlerden üstün olmadıklarını, bu şerefe ancak ümmet-i Muhaınmedin nail okluğunu beyan eden bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

"Sizler, yetmiş ümmeti tamamlıyorsunuz. .Sizler, Allah katında o ümmetlerin en hayırlısı ve en üstünüsünüz. [161]  

 

48- Kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı, kimseden şefaat kabul olunmayacağı, kimseden karşılık alınmayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden sakının.

* Âyet-i kerime, kıyamet gününün bazı özelliklerini şöylece beyan et-mekterdir:

a- "O gün hiçbir kimse diğer bir kimseye fayda vcrcmcycck, kimse diğer bir kimsenin ihtiyacını göremeyecektir." Bir kimsenin diğer bir kimse­ye herhangi bir şey vermesi, ancak borucunu ödemesi şeklinde olacaktır. Zira, âhirette yargılanmanın konusu günah ve sevaptır. Nitekim hadisi Şerifte şöyle bu vurulmuştur:

"Allah o kula merhamet etsin ki (Ne mutlu o kul'a ki) ırz veya mal hususunda başka bir din kardeşine haksızlık der de, kendisinden bu hak alınmadan önce (kıyamette hesaplaşmaya bırakmadan) hak sahibiyle hclal-laşır. Çünkü orada ne dinar geçerlidir ne de dirhem. Haksızlık yapanın se­vabı varsa, yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir. Şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahlarından alınarak haksıza yüklenir. [162]

b- "O gün Allah, hiçbir şefaatçinin şefaatini kabul etmeyecektir. An­cak, kendilerine şefaat etme izni verilenler hariç." Bu hususta Allah teala di­ğer bir âyette şöyle buyuruyor:"O gün, rahman olan Allahın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermeye­cektir. [163] "Onun nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fay­da vermez. Nihayet kalblerindcki korku giderilince, şefaat olunanlar, şefaat edenlere "rabbiniz ne buyurdu?" derler. Şefaat edecek olanlar da: "Hakkı söyledi, layık olanlara şefaat olunma izni verdi. O, her şeyden yüecdir, her şeyden büyüktür" dcrlcr. [164]

Haklarında şefaatin kabul edilmeyeceği kişiler ise Allah'a tevbe etmeden önce kâfir olarak ölenlerdir. Bu hususta Resuluilah (s.a.v.) efendimiz şöyle bu­yuruyor:

"Her Peygamberin kahu! etliler, bir duası vardır. Her Peygamber bu duasında acele etmiştir. Ben ise duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. İnşallah ümmetimden, Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmayarak ölene bu^şefaatim erişecektir. [165]

Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmaktadır:

"Her Peygamberin kabul edilecek bir duası vardır. Onlar dualarını yapmışlar duaları kabul edilmiştir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefa­at için sakladım. [166]

c- "O gün kimseden karşılık alınmayacaktı." Yani, orada kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyu-rulmaktadir: "Şüphesiz ki inkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmaycaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktunn[167]

d- "O gün onlar yardım da görmeyeceklerdir." O gün onlara hiçbir yardımcı yardım etmeyecektir. Artık orada taraf tutma yoktur. Aracılıklar sona ermiştir. Yardımlaşmalar kalkmıştır. O gün hüküm vermek, katında şefaatçi ve yardımcıların fayda sağlayamayacakları, âdil ve Cebbar olan Allaha aittir. Evet. kıyamet gününde zalimlerin ne şefaatçisi vardır ne de bir yardımcısı.

Bu hususta şu âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onları durdurun. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir." "Ey müşrikler, size ne oldu ki birbi-rinizlc yardımlaşmıyorsunuz? Hayır, onlar bugün teslim olmuşlardır[168]

 

49- Hani bir zaman sizi, Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar, size a/abın kötüsünü tattırıyorlardı. Oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ harıkıyorlardı. Bunda, rabbiniz tarafından sîzin için büyük bir imtihan vardı.

Ey İsraiioğullan. sizi. Firavun ailesi ve yandaşlarının zulmünden kurtar­dığımızı hatırlayın, onlar, doğar doğmaz erkek çocuklarınızı kesiyor ve kız ço­cuklarınızı Öldürmeyip sağ bırakıyorlardı. Sizi, içinde bulunduğunuz, Firavunun bu işkencelerinden kurtarmamızda sizin için bir nimet vardı.

* Taberi özetle diyor ki: "Firavunun, İsrailoğullannın erkek çocuklarını kesme sebebi, rivayet edilen şu olaydır: Bir gün Firavun rüyasında, Kudüsfen Mısıra doğnı bir ateşin gelip Kıpti ırkından olanları yaktığını ve İsruüoğulları-na dokunmadığını görmüştü. Bunun üzerine sihirbaz ve kâhinleri toplayıp on­lardan bu rüyanın yom m unu sormuştu. Onlarda şu cevabı vermişlerdi: "İsraifo-ğullanndan bir çocuk doğacak, sen onun eliyle mülkünü kaybedip helak olacak­sın." İşte bundan sonra Firavun, İsrailoğullannın doğan her erkek çocuğunu öl­dürmeyi emretmişti.

Abrdullah b. Abbas diyor ki: "Bir zaman Firavun ve ileri gelenleri, Alia-hın, Hz. İbrahime, soyundan peygamberler ve Krallar göndereceğini vaadettiği hususunu görüştüler ve bu konuda şu karara vardılar. "Bir kısım insanları elle­rinde usturalarla göndererek İsrailoğullarmdan yeni doğacak olan erkek çocuk­ları keseceklerdi. "Bu kararı uyguladılar. Firavun ve taraftarları, İsrailoğullan-nm yaşlılarının ölerek, çocuklarının da kesilerek tükenmekte olduklarını görün­ce. Firavun onlara dedi ki: "İsrailoğullan neredeyse tükenecekler. Sizler, onla­rın, sizin için yaptıkan hizmetleri bizzat kendiniz yapmak zorumla kalacaksı­nız. Bunun için bir yıl, doğan erkek  çocukların hepsini öldürün. Ertesi yıl sağbırakın."

Hz. Musanın annesi, oğlu Hanımı, işte çocukların sağ bırakıldığı bir yılda doğurdu. Musayi ise, çocukların kesildiği yılda doğurdu.

Ebul Âliye diyor ki: "Firavun, idaresindeki insanlara dört yüz ene hük­metti. Bir gün kâhinleri "Bu sene Mısırda, İsrailoğullarmdan bir erkek çocuk doğacak sen onun eliyle helak olacaksın." dediler. Bunun üzerine Firavun, Mısı­rın her bir tarafına ebe kadınlar gönderdi. Kadınlar çocuk doğurduğunda ebeler onu alıp Firavuna götürüyorlardı. Firavun, erkek çocukları öldürüyor, kız ço­cuklarını sağ bırakıyordu.

İbn-i Cüreyc, "kadınları sağ bırakıyordu" ifadesini. "Kadınları köleleştiri-yordu" şeklinde izeh etmişse de, Taberi, bu izah şeklinin sahabi ve Tabiinin izahlarına ters düştüğünden kabul edilemeyeceğini söylemiştir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "İmtihan" diye tercüme edilen ke­limesi, Abdullah b. Abbas, Süddi, Mücahid ve İbn-i Cüreyc tarafından "Nimet" olarak izah edilmiştir. Aslında imtihan kelimesi hayır için de şer için de kulla­nıldığından burada hayır anlamına geldiği söylenmiştir. Buna göre âyetin sonu­nun izahı şöyledir: "Allah'ın, sizi, Firavunun yaptığı azaptan kurtarması, si­zin için büyük bir nimettir.

"Firavun" lakabı.Mısıra hakim olan Âmâlika Krallarına verilen bir la­kaptır. Allah tealanın, Hz. Musayı takibederken suda boğduğu Firavunun adı ise, Muhammed b. İshak'm rivayetine göre, Velid b. Musab. b. Reyyaıı'dır. "Fi­ravunun ailesi"nden maksat, onun dinini kabul eden, kavminden olan ve ona ta­bi olanlardır. Burada hitap aslında Firavunu görmeyen İsrailoğullannadır. Allah teala onların atalarını Firavunun zulmünden kurtardığı için onların nesillerine, atalarına olan lütuflannı hatırlatmaktadır.

İbn-i îshak. Firavunun, İsrailoğullarına yaptığı kötülükler hakkında şun­ları söylemiştir. "Firavun, İsrailoğullaarını hizmetçiler olarak kullanıyordu. On­ların sanatkârlarını çeşitli sanat dallarında işçi olarak çalıştırıyordu. Bazıları onun için ekin ekiyorlardı. Sanatı olmayanlardan ise cizye alıyordu.

Taberi diyor ki: "İsrailoğuilarınin erkek çocuklarını kesip kadınlarını sağ bırakan Firavunun emrini uygulayanlar onun memurlarıydı. Emri Firavunun vermesine rağmen iş onun memurlarına İsnad edilmektedir. Bu da zorba idareci­lerin emirlerine uyarak kötü işler yapanların sorumluluktan kurtulamayacakları­nı göstermektedir. [169]

 

50- Yine bir zaman sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık. Firavun ailesini suda boğmuştuk. Siz de bakıp duruyordunuz.

Ey İsrailoğulları, sizden, her torunun geçebileceği biryol olması için de­nizi yanp on iki yol açtığımızda size olan nimetimi hatırlayın. Sizi helak olmak­tan kurtarmış, Firavun ve yandaşlarını suda boğmuştuk. Siz de Firavunun bo­ğulmasına, deniz dalgalanılın, Firavun ailesini yutmasına bakıp duruyordunuz.

"Firavun" Mısır hükümdarlarına verilen bir unvan idi. Bu Firavunla­rın, rivayete göre sonuncusu, yukarıdaki âyetin izahında anlatıldığı gibi bir rüya görmüş ve bunun üzerine de İsrailoğullarmi yeni doğan bütün erkek çocuklarını boğazlatarak öldürtüyordu.

İsrailoğullarından, "İmran" adında bir şahsın da bir erkek çocuğu doğdu. Bu çocuk, büyüyüp ilerde Peygamber olacak olan Hz. Musa idi. Annesi, onun da öldürül memesi için onu bir sandığın içine koyup Nil nehrine bıraktı. Firavu­nun karısı Asiye, nehirde bu sandığı gördü ve onu nehirden çıkarttırdı. Sandığın içinde çok güzel bir çocuk bulunuyordu. Onun öldürülmesine mani oklu ve ken­di sarayında alıkoymaya karar verdi.

O sırada Firavunun sarayında hizmetçi olan Musanın kizkaıdeşi, durumu takibediyordu. Çocuğun hiçbir kadını emmediğini görence, ona bakacak ve em-zirecek bir kadın tavsiye edebileceğini söyledi. Teklifi kabul edildi. O da doğ­ruca gidip durumu annesine haber verdi. Ve annesini, çocuğun bakıcısı olarak saraya getirdi.

Böylece Hz. Musa, öldürülmekten kurtulduğu gibi Firavunun sarayında ve kendi öz annesinin sütüyle ve bakımıyla büyüdü.

Hz. Musa, Allah tarafından Peygamber olarak seçildi. Firavuna ve Mısır halkına Allanın emirlerini tebliğ etti. Onlara bir çok mucizeler göstererek, Alla­nın emir ve yasaklarını kabul etmeleri için çok mücadele etti. Fakat Firavun iman etmedi.

Hz. Musa, Mısırda çok kötü bir muamele gören israiloğullarını alıp Ken'an iline gitmek için Firavundan defalarca izin istedi. Önceleri buna izin vermeyen Firavun, sonra razı oldu. Fakat Hz. Musa İsrailoğullannı alıp Mısır­dan çıkarken, izin verdiğine pişman oldu. Ve onlar gittikten sonra arkalarından onlan takibe başladı.

Hz. Musa ve İsrailoğulları, Kızıldenizin kenarına varmışlardı ki, geriden, Firavun ve ordusunun geldiğini gördüler. Heyecanlanıp korktular. Önde deniz arkada düşman bulunuyordu. İşte bu zor durumda Hz.Musa, kendisine Allah ta­rafından verilen bir mucize daha gösterdi. Kızıkİenize âsâsıyla vurdu ve de­nizde, İsrailoğullanndan on iki kabilenin geçeceği on iki yo! açıldı. Deniz yarıl­mış yol olmuştu. İsrailoğulları, Hz. Musanın komutasında bu yollardan karşıya geçmeye başladı I ar. Firavun ve ordusu da yetişmiş bu açılan yollardan onları ta­kibediyordu. Fakat Hz. Musa ve İsrailoğullan karşıya geçer geçmez, yarılıp; yol olan deniz kapanarak Firavun ve ordusu sulara kanştı. Herkesin gözleri önünde Firavun ve ordusunun tamamı boğulup yok oldu.

İşte âyet-i kerime bu olaya işaret ediyor. Diğer âyetlerde de bu olay açık­ça anlatılmaktadır. Bu âyetlerde şöyle buyuruluyor:

"Firavun ve adamları, güneş doğarken onların ardına düştüler." "İki topluluk yaklaşıp birbirini görünce, Musanın tarftarları "İşte yaka­landık" dediler." "Musa" Hayır, şüphesiz rabbim bcnimledir. Bana mutla­ka kurtuluş yolunu gösterecektir." dedi." Bunun üzerine biz Musaya" Âsânı denize vur" diye vahyettik. Bir anda deniz yarılıvcrdi. Her bir kısmı kocaman bir dağ gibiydi." "Geriden gelen Firavun ve adamlarını da oraya yaklaştırdık." "Musa ve beraberindekilerin hepsini sağ salım kurtardık." "Sonra diğerlerini de suda boğuverdik." "Şüphesiz ki bunda büyük ir İb­ret vardır. Fakat çokları yine de iman etmediler. [170]

Bakara suresinin, izahını yaptığınız bu âyeti, Allah tealanın. İsrailoğulla-nna nimetlerini hatırlatıyor. Hz. Musayı yalanlamaları yüzünden Firavun ve ai­lesinin başına gelen azabın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i yalanlamaları halinde onu yal ani ay ani arın da başına gelebileceğine dikkatleri çekiyor.

Denizin nasıl yanldığı hususunda Süddi diyor ki: "Musa denize varınca onu "Ebu Halid" diye adlandırdı Âsâsıyla ona vurdu. Deniz yarıldı. Her bir par­çası büyük bir dağ gibiydi. İsrailoğullan, denizde açılan yollara daldı. Denizde, her toruna bir yol olmak üzere on iki yol açılmıştı.

Taberi, Allah tealanın Firavunu suda ne şekilde boğduğu hakkında özetle şu rivayetleri zikretmektedir: Abdullah b. Şeddad diyor ki: "Bana anlatıldığına göre Firavun,ordusundı\ki alaca atlara ilaveten yetmiş bin yağız atla Musayı ta­kibe çıkmıştı. Musa ise daha önce çıkıp denize varmıştı. Denizden geçeceği bir-yer yoktu. Arkadan Firavun ve ordusu göründü. Musanın arkadaşları onlan gö­rünce "Eyvah yakalandık" dediler. Musa ise "Hayır, hayır olmaz.Zira rabbim benimle beraberdir. O bana kurtuluş yolunu gösterecektir. O bana bunu vaadetti. O, vaadinden dönmez." dedi.

Abdullah b. Şeddad, başka bir rivayetinde şöyle demektedir: "Firavunun atı denize girmemekte diretince Cebrail bir kısrakla ona göründü. Cebrail denize daldı. Arkasından da Firavun daldı. Firavunun ordusu onlan görüp kedileri de denize daldılar. Böylece Cebrail Önden, Firavun ve ordusu da onun arkasından gidiyordu. En geride de İsrafil bulunuyor ve onları, Cebrail takibetmeye teşvik ediyordu. Deniz, Firavun ve ordusunun üzerine kapanmaya başlayınca Firavun. Allah'ın kudretim gördü, kendisinin acizliğini anladı ve orada "İsrailoğullannın

iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman etlim ve ben Müslümanlardanım" dedi. [171]

Allah teala da buyurdu ki: "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin ve fesat çıkaranlardandın."

İkrime ise, Firavunun denizde nasıl boğulduğu hakkında Abdullah b. Ab-bastan, şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Allah teala ımısaya: "... Kullarımı geceleyin al götür. Mutlaka takibcdilcccksiniz." diye vahyctlik. [172]buyurunca Musa, İsrailoğullanyla birlikte geceleyin yola çıktı. Musa ile birlikte altı yüz bin kişi bulunuyordu. Firavun onları görünce şöyle dedi: "Bunlar, basit ve sayısı az bir topluluktur. Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise gerçekten ihti­yatlı ve uyanık bir kitleyiz. [173]

Musa, İsrailoğullarıyla bilikte yürümeye devam etti. Denize doğru koştu­lar. Dönüp geri baktılar bir de ne görsünler, Firavunun ordusunun havaya kal­dırdığı toz ve gürültü ufku kaplamış. Bunun üzerine şöyle dediler: "Ey Musa, sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da. İşte önümüz­de deniz arkamızda ise bizi ezen Firavun." "Musa da onlara:"... Umulur ki rab-biniz düşmanlarınızı yok eder de sizi yeryüzünde onların yerine geçirir. Sonra da ne yapacağınıza bakar." dedi. [174]Bunun üzerine Allah teala Musaya: "Asanı denize vur." diye vahyettİ. Denize de "Musayı dinle ve sana vurdu­ğunda ona itaat et." diye vahyetti. Bunun üzerine deniz heyecanlandı. Musanın, kendisine neresinden vuracağını bilemiyordu. Bu sırada Yıışâ, Musaya: "Sana ne emredildi." diye sordu. Musa da: "Denize vurmam emredildi." diye cevap verdi. Yûşâ: "O hakle vur." dedi. Musa da denize âsâsıyia vurdu. Deniz yarıldı orada on iki yol açıklı. Her bir yol büyük bir dağ gibiydi. İsrailoğullannın on iki torunundan her biri bir yolu takibediyordu. İsrailoğuilan yola girince birbirleri­ne şöyle dediler: "Diğer arkadaşlarımızı ncĞen göremiyoruz?" Musaya da: "Ar­kadaşlarımız nerede onlan niçin göremiyoruz?" diye sordular. Musa da: "Yürü­yün. Onlar da sizin gibi bir yoldan yürüyorlar." dedi. Onlar: "Biz, arkadaşları­mızı görmedikçe rahat edemeyiz." dediler. Musa da: "Ey Allahım, sen bunların kötü huylarına karşı bana yardım et," dedi. Allah teala.Musaya: "Âsâna, denize şöyle yapmasını söyle." dedi. Musa da asasını, denizde açılan yolların sudan duvarlarına vurdu. Duvarlardan, İsrailoğuflannın birbirlerini görecekleri pence­reler açıldı. İsraİloğullan yürüyüp denizden çıktılar. Bunun üzerine Firavun ve ordusu, denize doğru hücuma geçti. Cebrailin, atı ile gelip teşvik etmesiyle Fira­vunu ve ordusunu denize çekti. Musanın kavmi, denizden tamamen çıktıktan sonra Firavun ve ordusu orada boğuldu.

Firavunun Musayı yakalamakta geç kalması hususunda Süddi diyor ki: "K.ptilerden çok kişi ölmüştü. Firavun ve adamları onlan defnetme e meşguldü­ler. Bu sebeple gün doğuncaya kadar Musay. takibe çıkamamışlardı. Israılogul-lannm önünde Harun yürüyor arkalarından da Musa gidiyordu.

Taberi Firavun ve Musanın denize dalmaları hususunda bu bilgilerin dı­şında başka rivayetler de zikretmektedir. Konuyu uzatmamak için bu rivayetler zikredilmemiştir. [175]

 

51- Bir zaman da Musa île kırk gece için vaadleşmiştik, Onun arka­sından siz buzağıyı ilah edindiniz ve zalimler oldunuz.

Bir zaman da Tevratı Musaya indirmek için. onunla tam kırk gece için vaadleşmiştik. Musa, verdiği vaad için sizin yanınızdan ayrıldıktan sonra, buza­ğıyı ilah edinip ona taptınız. Ve bu davranışınızla zalimler oldunuz. Çünkü siz­ler, ibadeti, layık olmayan bir şeye yaptınız.

* İsrailoğullannın bu hallerini anlatan diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadir:

"Musa, kavminden önce Tur dağına koşunca: "Seni, kavminden ön­ce davranmaya sevkeden nedir ey Musa?" dedik."

"Musa: "İşte onlar peşjmdeler. Razı olman için acele ettim ey rabbim, de­di."

"Allah: "Şüphesiz ki biz senden sonra kavmini imtihan ettik, Samiri onları saptırdı." dedi."

"Musa büyük bir öfke ve üzüntüyle kavmine döndü. "Ey kavmim, rabbi-niz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Aradan çok mu zaman geçti? Yoksa rabbinizin gazabına uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" dedi."

"Şöyle cevap verdiler: "Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irademizle caymadık. Fakat Mısırdan çıkarken, o kavmin mücavherlerinden yükler dolusu alıp götümıüştük. Biz onlan ateşe attık. Samiri de yanındaki mücevherleri ora­ya attı."

"Nihayet S amiri onlara, içinden rüzgâr geçtikçe böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yaptı. Samiri ve taraftarları: "Sizin de ilahınız, Musanın da ilahı budur. Fakat Musa bunu unuttu." dediler."

"Onlar bu heykelin kendilerine sözle hiçbir mukabelede bulunmadığını, kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermediğini görmüyorlar mıydı?"

"Doğrusu daha önce Harun onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, siz bunun­la imtihan edildiniz. Muhakkak ki sizin rabbiniz, rahman olan Allahtır. Sapık yolu bırakıp bana uyun, emrime itaat edin."

"Kavmi: "Musa bize dönünceye kadar buna tapmaktan vaz geçmeyece­ğiz," dediler."

"Musa dönünce: "Ey Harun, bunların saptıklarını gördüğünde bana uy­mana mani neydi? Emrime karşı mı geldin?" dedi."

"Harun: "Ey anamın oğlu sakalımı ve başımı tutma. Doğrusu ben, "İsrai-loğuları arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin." demenden korktum." dedi."

"Musa Samiriye: "Ey Samiri, ya senin yaptığın nedir?" dedi."

"Samiri: "Ben, îsrailoğuilarının görmediklerini gördüm." Ben, elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu, erimiş mücevherin içine attım. İşte böylece bu­nu bana nefsim hoş gösterdi." dedi,"

"Musa Samiriye şöyle dedi: "Haydi git sen hayatın boyunca "Bana do­kunmayın" diyeceksin. Âhİrette de sana.kaçıp kurtulamayacağın, vâadedilmiş bir azap vardır. Tapıp durduğun ilahına şimdi ne yapacağız bir bak. Onu mu­hakkak yakacağız. Sonra onu denize savuracağiz."

"Sizin ilahınız ancak, kendisinden baka hiçbir ilah olmayan Allahtır. Onun ilmi herşeyi çepeçevre kuşatmıştır. [176]

Ayette geçen ve "Vaadleşmiştik" diye tercüme edilen fiili, di­ğer bir kiraatta şeklinde okunmuştur. Bu kiraata göre âyetin mânâsı: "Hani bir zaman Musaya vaadctmiştik" şeklindedir. Taberi her iki kıraatin da sahih olduğunu, iki kıraatin da mânâda önemli bir değişiklik yapmadığını söylemiştir.

Taberi, "Musa"isminin, Kıpti dilinde iki kelimeden meydana geldiğini bunların da  anlamına gelen "Mu" ve "Ağaç" anlamına gelen "Sa" kelimeleri olduğunu söylemiştir.

Taberi diyor ki: "Musaya "Su" ve "Ağaç" anlamına gelen bu iki kelimenin ad olarak verilişinin sebebi, Hz.Musanm, Nil nehrinin kenarında ağaçlı bir yerde bulunup sandıktan çıkanlmasındandir. Bu sandığı, o sırada, Firavunun karısı Âsiyenin, nehir kenarında yıkanmakta olan cariyelerinin bulduğu rivayet edilmektedir.

Âyet-i kerimede, Allah teala ile Hz. Musanın kırk giin için vaadleştikleri zikredilmektedir. Ebul Âliye bu ifadeyi şöyle izah etmektedir: Bu kırk gün, Zil­kade ayı ile Zilhicce ayının on günüdür. Hz. Musa, kardeşi Harunu, İsrailoğulla-nnın başına Halife tayin ettikten sonra Tur dağına gidip orada rabbi ile kır kgün konuşmuştur. Allah teala, zebercedden yapılmış levhalar üzerine yazılı olan Tevratı Hz. Musaya vermiş Hz. Musa da orada kalemlerin sesini duymuş ve rabbiyle sessiz bir şekilde konuşmuştur.

îbn-i İshak diyor ki: "Allah teala, Firavunu ve kavmini helak edip Hz. Masayı ve kavmini kurtardıktan sonra, Hz. Musaya, kendisiyle görüşmek için kırk gün vaadetti. Musa, Harunu, İsrafloğullannın başına bıraktı ve ona: "Ben acele rabbime gidiyorum. Kavmimin başına benim yerime geç. Bozguncuların yoluna uyma." dedi. Musa, rabbinin huzuruna çıkmayı çok arzuladığından acele olarak çıkıp gitti. İsrailoğullannın başında Hz. Harun kaldı. Onun yanında Sa­miri de bulunuyordu. Harun, İsrailoğullarını Musanın peşinden götürüp ona ka­vuşmaya çalışıyordu.

Ayet-i kerimenin sonunda: "Musanın arkasından siz buzağıyı ilah edindi­niz." Duyurulmaktadır. Taberi, İsrailoğullannın buzağıyı ilah edinmelerinin se­bebi hakkında çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bunlardan bazılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

îkrime bu hususta Abdullah b. Abbastan şunları rivayet etmektedir. Fira­vun ve ordusu, Musayı ve İsrailoğullarını takibederken denize varınca Firavu­nun atı denize girmekte diretmiş, bunun üzerine Cebrail bir kısrakla gelerek Fi­ravunun atının denize girmesine sebep olmuştur. Bu arada Samiri de Cebrailin atının ayağınm izinden bir avuç toprak alıp saklamıştır. İsrailoğullan Mısırdan ayrılırken komşularının altın vb. süs eşyalarını bir merasim dolayısiyle emanet almışlardı. Bu emanetleri geri vennedikleri için kendilerini suçlu hissetmeye başlamışlardı. Hz. Musa, Allah teaîa ile konuşmaya gittiği zaman o süs eşyala­rını ateşe attılar ki yansın tükensinler. Bü arada Samiri, Cebrailin atının izinden aldığı bir avuç toprağı, yanan o eşyanın içine Mtı. O eşyalar da, arkasından ha­va girip önünden çıktığında böğüren bir buzağı şeklini aidi. S amirinin teşviki ile İsrailoğullan bu buzağıya tapmaya başladılar. Hz. Hanımın uyanlarını dinle­mediler. İşte âyet-i kerime onlann bu halini beyan etmektedir. [177]

 

52-Bu hareketinizden sonra, şükredesiniz diye sizi affettik.

Affımıza karşılık bize şükredesiniz diye, buzağıyı ilah edinmenizden son­ra sizi affettik, ceza vermedik. [178]

 

53- Yine bir zaman, hidayete eresiniz diye, Musaya kitabı ve hak ile bâtılı ayıranı vermiştik.

Doğru yolu bulup hakka uyasımz diye, Musaya Tevratı verdiğimiz zama­nı hatırlayın. Ona, hak ile bâtılı ayıran bir kitap vermiştik.

* Taberi diyor ki: Âyette ifade edilen "Hak ile bâtılı ayıran şey" Tevrattır. Tevratın Hz. Musaya verildiği zikredildikten sonra onun en belirgin sıfatı olan "Hak ile bâtılı ayırma " sıfatı da zikredilmiştir. [179]

 

54- Bîr zaman Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün. Yaratanınız katında bu, sîzin için daha hayırlı­dır. Allah, tevbenizi kabul etmiştir. Çünkü o, tcvbcîcri çokça kabui eden ve çok merhametli olandır.

Yine hatırlayın o zamanı ki, îvlusa, İsrailoğullanna: "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz." demişti. Bu günahlardan, sizi yaratana tevbe edin. Bir kısmınız diğer bir kısmınızı, yani, buzağıya tapmayan-lar tapanları öldürsün. Allanın emrine tıyarak birbirinizi Öldürmeniz, yaratanınız katında sizin, için daha hayırlıdır. Çünkü sizler bu sebeple Allanın, âhiretteki azabından kurtulmuş olursunuz. Allah sizi bağışlayarak ve suçlarınızı cezalan­dırmayarak tevbenizi kabul etmiştir. Çünkü o, kendisine yönelenlerin tevbesini kabul eden ve kullarına merhametli davranandır.

* Hz. Musa, buzağıya tapmayanlara, ona tapanları öldürmelerini emretti. Onlar da öldürmeye başladılar. Ölenlerin sayısı yetmiş bin'e ulaştı. Bunun üzeri­ne Hz. Musa ağlamaya başladı. Allah teala da onların tevbelerini kabil etti.

Âyet-i kerimede geçen ve "birbirinizi Öldürün" diye tercüme edüen ifadesi, Ebul Âliye, Ebu Abdurrahman, Said b. Cübeyr, Müca-hid, Abdullah b. Abbas, Süddi, Zühri, Katade, Ubeyd b. Umeyr, İbn-i İshak ve İbn-i Zeyd tarafından bu şekilde izah edilmiştir.

İsrailoğull arının, buzağıya taparak dinden çıkmalarının cezası olarak bir­birlerini öldürmeleri emredikliği söylenmiştir.

Taberi, adı geçen bu müfessirlerden Özetle şunları nakletmektedir: İkri-me, Abdullah b. Abbasın bu âyetin izahında şunları söylediğini rivayet etmiştir: Musa, kavmine, rabbinin, birbirlerini öldürmelerine dair emrini bildirmiştir. Bu­nun üzerine buzağıya tapanlar saklanmışlar ve bulundukları yerlerde oturup kal­mışlardır. Buzağıya tapmayanlar ise hançerleri ellerine alıp diğerlerini öldürmek istemişlerdir. Tam o sırada kendilerini şiddetli bir karanlık kaplamış onlar da karanlıkta birbirlerini öldürmeye girişmişlerdir. Karanlık kalktığında yetmiş bin kişinin öldüğü görülmüştür. Bu olay, öldüren için de, öldürülen için de bir tevbe idi.

Said b. Cübeyr ve Mücahid ise şöyle demişlerdir: "İnsanlar birbirlerine karşı hançerleri çekmişler ve birbirlerini öldürüyorlardı. Akrabası olsun olma­sın kimse kimseye acımıyordu. Nihayet Hz. Musa elbiseseini ters çevirdi. Bu­nun üzerine ellerinde bulunan hançerleri bıraktılar. Yetmiş bin kişinin öldüğü görüldü. Allah teala Hz. Musaya: "Bu kadarıyla yetindim" diye vahyetti.

Süddi bu olayı izah ederken şu âyetleri okumuş ve izahlarda bulunmuş­tur: "Musa, büyük bir öfke ve üzüntüyle kavmine döndü "Ey kavmim, rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı. aradan çok mu geçti, Yoksa rabbinizin ga­zabına uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" dedi." "Şöy­le cevap verdiler: "Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irademizle caymadık. Fa­kat Mısırdan çıkarken, o kavmin mücevherlerinden yükler dolusu alıp götür­müştük. Biz onları ateşe attık. Samiri de yanındaki mücevherleri ortaya attı. [180]

Hz. Musa gelip bu durumu görünce elinde bulunan Levhaları yere attı ve kardeşi Harunun başından tutarak kendine doğru çekti. Harun ise ona: "... Ey anamın oğlu, sakalımı ve başımı tutma. Doğrusu ben, "İsrailoğullan arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin" demenden korktum." dedi. [181]Bunun üzerine Hz. Musa Harunu bırakıp Samiriye yöneldi. Ona: "Ey Samiri, ya senin yaptığın nedir?" dedi." "Samiri: "Ben, İsrailoğullamun görmediklerini gördüm. Ben, elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevharatın içine attım. İşte boyle,bunu bana nefsim hoş gösterdi." dedi." "Musa Samiriye şöyle dedi: "Haydi git, sen, hayatın boyunca "Bana dokunmayın" diyeceksin. Âhirette de sana, kaçıp kurtulamayacağın, vadedilmiş bir azap vardır. Tapıp durduğn ilahı­na şimdi ne yapacağız bir bak. Onu muhakkak yakacağız. Sonra onu denize sa-vuracağız. [182] Sonra Musa tutup o buzağıyı parçaladı, yaktı ve denize savur­du. Sonra onlara: "Bu sudan için." dedi. Onlar da içtiler Buzağıyı çok sevenlerin bıyıklarında altın kalıntıları görüldü. İşte Allah teala bunlar hakkında:" ... İnkârlaından dolayı buzağı kendilerine içirildi. [183] buyurdu. Musa geri döndü­ğünde, pişman olan İsrailoğullan, kendi kendilerine şöyle demişlerdi: "Yemin olsun ki eğer rabbimiz bize merhamet etmez ve bizim günahlarımızı bağışla­mazsa şüphesiz ki bizler hüsrana uğFayanlardan oluruz."

Allah teala, İsrailoğullannin tevbesini kabul etmedi. Ancak buzağıya ta­parak mürted olanlarla, buzağıya tapmadıkları halde tapanlara mani olmayanla­rın savaşmaları halinde tevbelerini kabul edeceğini beyan etti. Bunun üzerine Hz. Musa onlara: "Ey kavmim, buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zul­mettiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün." dedi. Onlar da iki saf yaptılar, kılıçlarla savaştılar. Buzağıya tapanlar da tapmayanlar da kılıç­larla savaşıyorlardı. Her iki taraftan ölenler de şehit sayılıyordu. Öldürülenler çoğaldı. Neredeyse İsrailoğullan yok olacaktı. Öyleki onlardan yetmiş bin kişi öldürülmüştü. Nihayet Musa ve Harun: "Rabbimiz, sen İsrailoğullarını helak et­tin. Rabbimiz, geri kalanlarını bırak." diye dua ettiler. Allah da onlara, silahları­nı bırakmalarını emretti ve tevbelerini kabul etti.

Mücahid diyor ki: "İsrailoğullan bu hadisede babalarım ve oğullarını bile öldürüyorlardı. İşte Allah teala onların tevbelerini böyle kabul etmişti."

Buna benzer rivayetler, Ebul Âliye, Zühri, Katade, Ubeyd b. Umeyr, İbn-i İshak ve İbn-i Zeyd'den de nakledilmiştir. [184]

 

55- Hani: "Ey Musa, biz, AHahi açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz." demiştiniz de gözünüz göre göre sizi bir çığlık yakalayıvcr-mişti.

Ey İsraiîoğullan, hani siz Musaya: "Biz, Allahı, apaçık görüp gözlerimiz­le ona bakmadıkça seni tasdik edip bize getirdiğini kabul etmeyiz." demiştiniz. Bu sebeple sizi, bir çığlıkla helak etmiştik. Sizi helak eden bu çığılği bizzat göz­lerinizle görüyor, onu müşahade ediyordunuz.

Allah teala, bu ve bundan önceki âyetlerle, Resulullahın hicret ettiği Medinenin çevresinde bulunan ve Resulullahın hak Peygamber olduğuna inan­mayan Yahudileri kınamakta, onların, Resulullaha yaptıklarının, atalarının Hz. Musaya yaptıklarına benzediğini bildirmektedir. Öyle ki, ataları, Allah tealanin çeşitli nimetlerine erişmelerine ve onun Peygamberinin doğru olduğunu göste­ren mucizelerini bizzat gözleriyle görmelerine rağmen yine ele teslim olmamış­lar, kendilerini dinden çıkaran çeşitli davranış ve tekliflerde bulunmuşlardır. Ba-zan Hz. Musadan, Allanın dışında kendileri için ilahlar tayin etmesini istemiş­ler, bazan, Allahı bırakıp buzağıya tapmışlar, bazan, "Biz, Allahı bizzat gözleri­mizle görmedikçe sana inanmayız." demişler, savaşa davet edildiklerinde Hz. Musaya: "Git, sen ve rabbin savaşın. Bizler burada oturacağız." demişler, "Kut­sal şehirin kapısından secde ederek girin ve "Affet" deyin ki kusurları­nızı bağışlayalım." denilmiş, onlar ise sözü tersine çevirerek "Kutsal hamur içinde buğday" şeklinde söylemişler ve o şehire, kıçları üzerinde sürünerek girmişlerdir. Bu gibi davranışlarıyla Hz. Musaya çok eziyet etmişler­dir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e inanmayan Yahudiler de bunlar gibi, Allanın Pey­gamberini üzecek şeyler yapmaktadırlar.

Âyette zikredilen "Çığhk"tan maksat, Rebi' b. Enes'e göre "Bir gürültü", Süddiye göre "Bir ateş", İbn-i İshak'a göre ise "Bir sarsıntı"dır. Aslında "Çığlık" diye tercüme edilen insanın gördüğü veya yakalandığı, dehşetinden dolayı aklının gittiği veya bazı duyu organlarını kaybettiği yahut helak olduğu her şey'e denir. Bu şey, ses de olabilir ateş de, deprem de olabilir sarsıntı da,

Hz. Musa'ya: "Biz, Allahı açıkça gönnedikçe sana iman etmeyiz" diyen­ler. Hz. Musanın, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemeleri için İsrailoğul­lan arasından seçip Tur dağına götürdüğü yetmiş kişidir. Bunlar, Tur dağına vardıklarında Hz. Musa onlan biraz geride bırakmış, kendisi, Allah teala ile ko­nuşmak üzere dağın tepesine çıkmış. O sırada dağın tepesini bir duman kapla­mış, Allah tealanın, Hz. Musa ile konuşmasını duyan bu yetmiş kişi bu sefer de: "Biz, Allahı açıkça görmedikçe iman etmeyiz." demeye başlamışlardı. İşte onla­rın bu, hadlerini aşan talepleri sonunda kendilerini şiddetli bir sarsıntı yakalamış ve hepsi birden ölmüşlerdi.

Taberi diyor ki: "İsrailoğullarının Hz. Musaya: "Biz, Allahı açıkça görmeciikçe sana asla iman etmeyeceğiz." demelerinin sebebi olarak İbn-i İshak, Süddi, Reb'i' b. Enes, İbn-i Zeyd ve Katadeden nakledilen bu gibi rivayetlerin sıhhati hakkında kesin bir delil bulunmamaktadır. Nakledilenlerin belki bir kıs­mı doğru olabilir. Bununla birlikte İsraÜoğullannın, Hz. Musaya böyle bir tek­lifte bulunmalarının asıl sebebini ancak Allah tealanin bildiğini söylemek daha isabetli olacaktır. Allah tealanın bu âyette İsrailoğullanm, Hz. Muhammedi ka­bul etmelerinden dolayı kınadığı muhakkaktır.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyurul m aktadır: "Musa, tayin ettiğimiz o vakit için kavminden yetmiş kişi seçti. Onları kuvvetli bir sarsıntı yakalayınca Musa şöyle dedi: "Ey Rabbim, eğer dileseydin bunları ve beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzün­den bizi helak mi edeceksin? Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen bu imtihanla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bağışlayanların en ha-yırlısısın. [185]

Hz. Musanın bu dua ve taleplerinden sonra Allah teala, helak oan bu yet­miş kişiyi tevbe eder ve şükrederler diye tekrar diriltmiştir. Bundan sonra gelen âyet-i kerime bu hususa işaret etmektedir. [186]

 

56- Sonra şükredesiniz diye, ölmüşken size tekrar hayat verdik.

Sizi çığlıkla Öldürdükten sonra, size olan nimetimize karşılık şükredesi­niz diye sizi yeniden dirilttik.

Bundan sonra Allah teala, İsrailoğullanna, şükretme vazifelerini hatır­latarak onlara vermiş olduğu nimetleri saymaya başlamış ve şöyie buyurmuştur: [187]

 

57- Bulutları üzerinize gölgelik yaptık. Size, kudret hcvlası ve bıldır­cın indirdik "Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yy in." dedik. onlar bize zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Ey İsrailoğullan, Tin sahrasında bulunduğunuz sırada bulutlan üzerinize gölgelik yaptık. Orada size bir lütuf olarak, ağacın üzerine inen, baldan daha tat­lı ve güzel olan kudret nevası ve bıldırcın indirdik" Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin leziz ve temiz olanlarından yeyin" dedik. Fakat siz bu nimetlere karşı nankörlük ettiniz. Emrimize isyan ettiniz. Ancak, bizim emrimize isyan etmelke bize zulmetmediniz. İsyanlarınızla azabı hak ettiğiniz için kendi kendinize zul­mettiniz.

* Âyet-i kerimede zikredilen ve "Bulutlar" diye tercüme edilen kelimesi aslında gökyüzünü bürüyen her şeye denir. Bu şey bulut ta olabilir du­man da, olabilir başka bir şey de. Mücahid, âyet-i kerimede zikredilen ve İsrai-loğullarının üzerine gönderildiği beyan edilen in, bildiğmiz bulut ol­madığını söylemiş Abdullah b. Abbas da bu bulutun normal bulutlardan daha soğuk ve daha güzel bir bulut olduğunu ve kıyamet gününde Allanın emrinin içinde geleceği* ve Bedir savaşında meleklerin içinde geldiği bulut olduğunu söylemiş ve İsrailoğullarının Tih çölünde bu özel bulutla gölgelendiklerini be­yan etmiştir.

Taberi diyor ki: Âyette zikredilen ( fâ. ) kelimesi, göğü kaplayan her­hangi bir şey olarak izah edildiği takdirde, İsrailoğullanm gölgelendiren ( fuî ) in da bulut vb. herhangi bir şey olması mümkündür. Allah teala buna: "Göğü kaplayıp örten" mânâsına gelen ( r'ui ) ismini vermiştir. Buna "Bulut" mânâsına gelen ismini vermesi uygun düşmezdi. Zira, o takdirde o kaplayanın, buluttan başka bir şey olduğunu söylemek mümkün olmazdı.

Âyette zikredilen ve "Kudret helvası" diye tercüme edilen keli­mesi, Mücahide göre bazı meyve ağaçlannm gövdesinden akan ve bal'a benze­yen bir maddedir. Katadeye göre kar gibi beyaz olan bir maddedir. Rebi' b. Enes'e göre bal gibi bir içecektir. İbn-i Zeyd ve Âmir'e göre bal'dir. Vehb'e göre zerrecikler ve un'lar gibi ufanmış ekmeklerdir. Süddi'ye göre bu, Turrencebin ağacı üzerine inen bir nimet, Abdullah b. Abbas ve Âmir'e göre, ağaçların üzeri­ne gökten düşen ve yenilen bir maddeddir. Bazılarına göre ise bal gibi tatlı olan Sümam ve Uşer bitkilerinin üzerine düşen bir maddedir. Peygamber efendimiz ir hadis-i şerifinde:

"Mantar den yani kudret hclvasıhdandır. Suyu da göz için şifadır. [188] buyurmuştur.

"Bıldırcın kuşu" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Âmir tarafından bu şekilde izah edilmiş, Süddi ve Rebi1 b. Enes tarafından "Bıldırcından daha büyük bir kuş" şeklinde, Vehb tarafından "Güvercin gibi semiz  bir kuş" şeklinde, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ab­bas tarafından "Bıldtrcın'a benzeyen bir kış" şeklinde izah edilmiş, Katade de bu kuş'u, güneyden esen rüzgârların getirdiğini söylemiştir.

Tuberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Allah tealanın, bu kavmi bu­lutlarla gölgelendirmesinin ve bunlara kudret helvası ve bıldırcın eti indindesi­nin sebebi nedir?" Cevaben denir ki: "Bu hususta çeşitli rivayetler vardır:

Taberi bu hususta özetle şunları zikretmektedir: Süddi diyor ki "Allah te-ala Hz. Musanın kavminin tevbelerini kabul ettikten ve Musanın seçtiği yetmiş kişiyi öldürüp tekrar dirilttikten sonra İsrailoğullanna, Kudüs'e gitmelerini em­retmiştir. Onlar oraya yaklaşınca Musa onlardan on iki önder seçip orada bulu­nan zorba kavme gönderdi. Bu gidenlerle o kavim arasında cereyan eden olayla­rı Allah teala bizlere haber vermiştir. Kavmi Musaya: "Ey Musa, onlar orada ol­dukça biz oraya ebediyyen girmeyiz. Sen ve rabbin gidin savaşın biz burada oturacağız." dediler. [189]Bunun üzerine Musa hiddetlendi ve onlara beddua et­ti ve şöyle dedi: "Ey rabbim, ben, kendimden ve kardeşimden başkasına söz ge-çiremiyonim. Sen, bizimle bu fasık kavmin arasını ayır[190] Hz. Musanın bu duası, aceleye getirdiği bir duadır. Bu duanın üzerine Allah teala şöyle buyurdu: "Kırk sene o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. [191]Allah teala, İsrailoğullannı çölde dolaşmaya mecbur edin­ce Hz. Musa, yaptığı duadan dolayı pişman oldu. Kavminden, kendisiyle bera­ber olan ve kendisine itaat eden insanların yanına vardı. Onlar ona: "Ey Musa, bize ne yaptın?" dediler.Allah teala, Hz. Musanın bu pişmanlığı üzerine ona şu­nu vahyetti: "O fâsık kavim için üzülmc. [192]Bunun üzerine Hz. Musanın üzüntüsü gitti. Yine kavmi ona: "Ey Musa, biz burada suyu nerede bulacağız?" yemek nerede? dediler. Allah teala da onlara, Turrencebin ağacım üzerine indir­diği kudret helvasını, bıldırcın'a benzeyen Selva'yı gönderdi. İsrailoğullanndan herhangi birisi gelip kuş'a bakıyordu. Eğer semiz ise onu kesiyor yoksa bırakı­yordu. O zayıf kuş da semizleştikten sonra geliyordu. İsrailoğulları: "Yemek olarak bu var. Fakat içecek nerede?" dediler, Musa, âsâsıyla taş/a vurdu. Taştan on iki pınar fışkirdı. On iki toruna ayrılan her bir torun, bunlardan birinden su içmeye başladı. İsrailoğulları: "Yemek ve su olarak bunlar var. Fakat gölgelik hani?" dediler. Bunun üzerine onlar, bulutlarla gölgelendirildiler. İsrailoğulları tekrar: "Bu, gölgelik. Ya giyecek elbise nerede?" dediler. Allah teala da onlann elbiselerini hiç eskimeyecek bir şekle getirdi. Boylan büyüdükçe elbiseleri de büyüyordu. Allah teala şu âyetlerde bu hususları beyan etmektedir: "Bulutlan Üzerinize gölgelik yaptık. Size kudret hevası ve bıldırcın indirdik. "Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerimden yeyin." dedik. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı." "Bir zaman Musa, kavmi için su ara­mıştı. Biz de ona "Âsâsı taşa vur." dedik. Bunun üzerine taştan on iki göze fış-kirdı. Her cemaat su içeceği yeri bildi (ve dedik ki) "Allahın rızkından yeyin için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne çıkarmayın. [193]

Rebi' b. Enes diyor ki: "İsrailoğulları Tih çölünde beş veya altı fersahlık bir alanda şaşkın bir vaziyette dönüp duruyorlardı. Sabahtan akşama kadar dola­şıp aynı noktaya geliyorlardı. Kırk yıl bu şekilde devam ettiler. İşte burada onla­ra kudret helvası ve bıldırcın kuşu gönderiliyor, elbiseleri de eskimiyordu. Yan­larında, Tur dağından alıp götürdükleri bir taş bulunuyordu. Konakladıkları yer­de Hz. Musa, âsâsiyla o taşa vuruyor ve ondan on iki pınar fışkırıyordu."

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Onların çölde giydikleri elbise ne eskiyor ne de kirleniyordu."

İbn-i Cüreyc diyor ki: "Onların, kudret helvası ve bıldırcın etinden, bir günlük yiyeceklerinden fazla almaları halinde bu yiyecekler bozuluyordu. An­cak Cumartesi gününün yiyeceğini Cuma gününden alıyorlardı. O günün yiye­ceği bozulmuyordu. [194]

 

58- O vakit onlara şöyle demiştik: "Şu şehre girin ve oranın mahsul­lerinden dilediğiniz gibi bol bol ycyin.Kapıdan secde ederek girin ve "Af­fet" deyin ki kusurlarınızı bağşlayalım. İyilikte bulunanlara daha fazlasını vereceğiz.

O vakit onlara şöyle demiştik: "beytül Makdise yani Kudüse girin. Orada bulunan mahsullerden afiyetle, rahatlıkla ve hesapsız olarak yeyin. Kudüs şehri­nin kapısından, Allah'a şükür secdesi ederek girin ve "Ey rabbimiz, günahları­mızı affet" deyin ki günahlarınızı örtelim ve onların yükünü üzerinizden atalım.İçinizden, iyilikte bulunanların iyiliklerini artıracağız.

Âyet-i kerimede zikredilen şehirden maksat, Katade, Süddi ve Rebi' b. Enes'e göre Kudüs, İbn-i Zeyd'e göre ise Kudüsün yakınında bulunan Eriha ka-sabasıdır. Adı geçen kapıdan maksat ise, Kudüste "Hıtta kapısı" diye adlandırı­lan kapıdır.

Abdullah b.Abbas "Secde ederek girin" ifadesini "Rüku ederek girin" şeklinde izah etmiştir. Zira rüku da secde de eğilmeyi gerektirdiğinden boyun eğerek girmelerine "Rüku ederek girin" deme yerine "Secde ederek girin" den­miştir.

Burada "Affet" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Zeyd, Rebi' b. Enes ve Ata'ya göre "Günahlarımızı düşür" demektir. İkrimeye göre ise Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur" demektir. Abdullah b. Abbas'a göre ise "Allah'ım senden af dileriz deyin" de­mektir. Veya "Bu iş size söylendiği gibi haktır deyin" anlamına gelmektedir.

Âyette zikredilen ve "Bağışlayalım" diye tercüme edilen keli­mesi kökünden gelmektedir. Asıl anlamı ise bir şeyi kapatmak ve ört­mektir. Baş'a giyilen "Miğfer" e bu adın verilmesi, başı kapatmasındandır.

Allah telaa, bundan sonra glene âyette, İsrailoğullanna olan büyük lütfü-nu ve onlara gösterdiği birçok mucizelere rağmen onların büyük bir cehalet içinde okluklarını, rablerine itaatta gerekeni yapmadıklarını, Peygamberleriyle alay edip onlara karşı çıktıklarını beyan ediyor ve onları kınıyor. Böylece onla­rın soyundan gelen ve bu âyetteki ifadelere muhatap olan torunlarını da, Resu-lullah'a iman etmemeleri yüzünden kınamış oluyor. O hallerinden vazgeçmeme­leri halinde de atalarının durumuna düşeceklerini beyan ediyor. [195]

 

59- Fakat zalimler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular. Biz de, fâsik.olmaları sebebiyle üzerlerine gökten azap indirdik.

Fakat zalimler, kendilerine söylenen bu sözü değiştirdiler, başka bir şekle soktular. Yani o kelimeyi başka bir kelime ile değiştirdiler. Biz de, emrimize aykırı hareket etmeleri üzerine, işledikleri günahlar ve itaattan ayrılmaları sebe­biyle, gökten, Taun ve diğer hastalıklar gibi azap indirdik.

Bu hususta Ebu Hureyre (r.a.) Rasulullah'ın şöyle buyurduğnu rivayet

"İsrailoğullanna, "Kapıdan secde ederek girin" dendiğinde onlar, kıçları üzerine sürünerek içeri girdiler. Zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular. Onlar, diyorlardı. [196]

Diğer bir rivayette

İbn-i Abbas da diyor ki: "Secde ederek girmeleri emredilen kapıdan, kıç­ları üzerine gerisin geri sürünerek girdiler. Bu sırada bir işaret olmak üzere diyorlardı. Bunlar "Hıtta" kelimesi yerine Hınta fi şa'rah" diğer bir rivayet­te de "Habbe Fi Şa'rah" diyorlardı. Bu sözlerinin ne mânâya geldiği bilinmiyor­du. Bir kısım âlimler: "Bu anlamsız sözleri söyleyerek, Allah'ın kendilerinden af dilemeleri isteğini reddettiklerini ve bunun üzerine, Allah'ın, kendilerini ce­zalandırarak yetmiş bin kişinin Taun hastalığından öldüğünü" söylemişler­dir/[197]

Diğer bir kısım [198]âlimler ise bu sözün "Kızıl buğday" demek olduğunu, İs-railoğullan bunu söyleyerek, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı çıkma amacı taşıdıklarını ve bu şekilde alaycı bir davranışta bulnmalanndan dolayı cezalan­dırıldıklarını söylemişlerdir. [199]

Âyette, îsrailoğullannın uğratıldığı azap, mutlak olarak zikredilmiştir. Bu azap Taun hastalığı da olabilir başka bir şey de. Bunun Taun hastalığı olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Ancak İbn-i Zeyd'in bunu Taun olarak yorumlaması akla daha yatkın görünmektedir. Zira Resulullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde Ta­un hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu, sizden önceki bazı ümmetle­rin uğratıldığı bir azaptır. [200]

 

60- Bir zaman Musa kavmi için su aramıştı. Biz de ona: "Âsânı taşa vur." dedik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırdi. Her cemaat su içece­ği yeri bildi. (Ve dedik ki): Allah'ın rızkından yeyin, için, yeryüzünde boz­gunculuk yaparak fitne çıkarmayın.

Musa Tih çölünde iken, kavmi olan İsrailoğullan için su istedi. Biz de ona: "Âsânı taşa vur." dedik. O da vurdu. Bunun üzerine on ikiye ayrılan herbir torun cemaatına, taştan fışkıran bir göze meydana geldi. Herbirİ kendine mah­sus olan gözeden içiyordu. Başkalan oradan içmiyordu.

* Allah teala diğer yaratıklar için suyu dağlardan ve benzeri yerlerden çı­kardığı halde çöldeki İsrailoğullan için taşı yararak çıkarmış ve onlara şöyle buyurmuştu: "Allah'ın rızkı olan kudret helvası ve bıldırcın etinden yeyin, azamet ve ikram sahibi oian Allah'ın kudretiyle sizin için taştan fıkşkırtmiş olduğu soğuk ve tatlı sudan için. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne çıkarmayın." dedik."

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Hz. Musa'nın, kavmi için su istemesi Tih çölünde olmuştur. Allah teala İsrailoğullarını bu çölde bulutlarla gölgelendir­miş, onlara gökten kudret hevası ve bıldırcın eti göndermiş, elbiselerini eskimez ve kirlenmez elbiseler kılmıştı. Bunlara dört köşeli bir de taş vermişti. Onlar su­sadıklarında su isteyince Allah teala Hz. Musaya emretti o da asasını taşa vurdu. Taşın her kenarından üç pınar fişkırdı. Bu pınarlardan herbiri on iki torundan bi­rine aitti. Onlar nereye vanp konaklarlarsa o taşı orada buluyorlardı.

İbn-i Zeyd ise bu taşın, koyun kellesine benzeyen bir taş olduğunu İsrai­loğullan gezerlerken yüklerinde taşıdıklarım söylemiştir. [201]

 

61- O zaman siz, şöyle demiştiniz: "Ey Musa, bir çeşit yemeğe daya­namayacağız. Rabbine dua et de bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmı-sak, mercimek ve soğandan versin." Musa da: "İyi olanı daha basit bir şey­le mi değiştirmek istiyorsunuz? O halde bir şehre inin. Şüphesiz orada is­tediğiniz vardır." demişti. Onlara, zillet ve yoksulluk damgası vurulmuş­tur. Allahı'n gazabına uğramışlardır. Bu onların, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız eyer Peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan etme­lerinden ve haddi aşmalarından ileri gelmektedir.

Ey İsrailoğullan, Peygamberiniz Musaya: "Nefsimizi bir çeşit yemeğe mahkum etmeye artık dayanamıyoruz." dediğinizi hatırlayın. Diyordunuz ki: "Rabbinden iste de bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek, soğan ve benzeri şeyler versin." Musa da size dedi ki: "Değer ve kıymet yönünden da­ha hayırlı olan şeyi daha düşük ve basit bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Şüphe yok ki kim, kudret helvası ve bıldırcın etini, buğday, hıyar, soğan ve sar-mısakla değiştirirse o kimse, daha yüksek değerde olan bir şeyi daha düşük de­ğerli ile değiştirmiş olur. Öyleyse bir şehre inin. Şüphesiz orada istediğiniz var­dır. "Yahudilere aşağılık ve sefillik hak olmuştur. Onlar, Allah'ın gazap ve öfke­sini yüklenmişlerdir. Bu zillet, aşağılık ve gazap, onlann, Allah'ın birliğini gös­teren delilleri inkâr etmeleri ve yarattıklarının, doğru yolu bulmaları için gön­derdiği Peygamberleri, Allah'ın izni ve nzası olmadığı halde Öldürmeleri yüzün­dendir. Yine bu ceza, Allah'a isyan etmeleri ve koyduğu hudutlan aşmaların-d andır.

Görüldüğü gibi âyet-i kerime, israiloğullannm, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve Peygamberlerini düşmanlıkla, haksız yere öldürmeleri sebebiyle Al­lah'ın, onîann şereflerini zilletle, nimetlerini yoklukla, nzasını da gazabıyla de-ğişürdiğni haber vermektedir.

Ayet-i kerimenin: "O halde şehre inin. Şüphesiz ki orada istediğniz vardır." bölümünde bir kısaltma söz konusudur. İfadenin tam şekli ise şöyle­dir: "Musa rabbine dua etti. Biz de onun duasını kabul ettik ve oniara dedik ki: "O haide şehirlerden herhangi birisine gidin. Zira siz şu anda çöldesiniz.İstedi­ğiniz şeyler ise çölde bulunmaz. Onlar ancak köylerde ve şehirlerde bulunur. Şehirlerden birine gittiğinizde sizin için istediğiniz hıyar, sarımsak gibi besin maddeleri oralarda vardır."

Bazı müfessirlerin görüşüne göre, İsrailoğullarının: "Bir çeşit yemeğe da­yanamıyoruz." dedikleri yemek, kudret helvası ve bıldırcın etiydi. Vehb b. Mü-nebbih'in görüşüne göre ise bu yemek, et ile güzel bir ekmek idi.

Taberi diyor ki: "Tahıl, sebze, mercimek, soğan, yer bitkilerinden, insan­ların bildiği şeylerdir. Fakat âyette"Fum" olarak geçen kelime, İbn-i Abbas, Atâ, Katade, Hasan-ı Basri, Süddi ve Ebu Malik'e göre buğday veya buğday unundan yapılmış ekmek, Mücahid ve Rebi'nin görüşüne göre ise "Sar-misak"tır. İbn-i Mes'udun da âyetteki kelimesini, "Sarmısak" mânâsına gelen şeklinde okuduğu rivayet edilmektedir. Taberi, soğanla yakınlı­ğı sebebiyle bu görüşü tercih etmiştir.

Şüphesiz ki, kudret helvası ve bıldırcın etini, tahıl, hıyar, mercimek, so­ğan ve sarmısak gibi şeylerle değiştiren kimse, değerli yiyecekleri bırakıp basit şeyleri almış olur.

Ayette zikredilen ve "Bir şehir" diye tercüme edilen kelimesi Katade, Süddi, Mücahid ve İbn-i Zeyd1 tarafından "Şehirlerden bir şehir" diye izah edilmiş Rebi' b. Enes tarafından ise "Mısır şehri" şeklinde izah edilmiştir. Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğru olduğuna dair özetle şunları zikret­mişlerdir." Allah teala, İsrailoğullannı Mısırdan çıkardıktan sonra Şam toprak­larını onlara mesken kılmıştır. Onların , Şam'a gitmeden önce tih çölünde kırk yıl dönüp dolaşmaları ise, Kudüs ve çevresindeki kutsal topraklarda bulunan zorba kavimlerle çarpışmalarına dair olan Allah'ın emrine uymamalarındandır. Bu yüzden çölde kırk yıl dönüp dolaşmışlar, Uz. Musa'nın orada vefatından so­nar Yûşâ b. Nûn, kutsal topraklardaki zorbalara karşı savaşıp zafer elde etmiş ve böylece İsrailoğuIIarı, Şam topraklanılın bir bölümü olan Filistine yerleşmişler­dir. Allah teala, kitabında, İsrailoğullarının, mukaddes topraklara yerleşmelerini farz kıldığını beyan etmiş, onların, tekrar Mısıra dönmelerine dair bir beyanda bulunmamıştır. Onların Mısıra döndüklerini ifade ettiği zannedilen âyet-i keri­meler, onların, Şam topraklarına yerleştiklerine işaret etmektedir. Âyetlerde şöyle buyurulmaktadır: "(Musa kavmine şöyle dedi) Ey kavmim, Allah'ın si­ze takdir ettiği mukaddes yere girin. Geriye dönmeyin, yoksa hüsrana uğ­rarsınız." "Oniar da: "Ey Musa, orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, şühhesiz biz de gi­reriz." dediler[202]Kavmi ona: "Ey Musa, onlar orada oldukça biz ebediyen oraya girmeyiz.Sen ve rabbin.,gidin ve savaşın. Biz burada oturacağız.

Âyette zikredilen kelimesinden maksadın "Mısır şehri" olduğu­nu söyleyenlerin delili ise şu âyetlerdir: "Onlar (Firavun ve kavmi) geride ni­ce bahçeler, akan pınarlar, çeşitli bitkiler, güzel konaklar ve zevk ve sefa île içinde yaşadıkları nimetler bıraktılar." "Böylece biz onlara verdiğimiz nimetleri başka bir kavme miras bıraktık. [203]

"Nihayet biz, Firavun ve kavmini, bahçelerden, akar sulardan, hazi­nelerden ve şerefli makamlardan çıkardık." "İşte böyle yaptık. Onlara îs-railoğullarım mirasçı kıldık. [204]

Taberi diyor ki: "Bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu göste­ren bir âyet olmadığı gibi Resulullah'tan da bu hususta kesin bir rivayet yoktur. Bu nedenle âyetin izahında şöyle denmektedir: "Allah teala, Hz. Musaya, kav­mini alıp istedikleri bu mahsullerin yetiştiği bir beldeye götürmesini emretmiş­tir. Bu belde Şam'da olabilir Mısır da."

Âyet-i kerimede, Yahudilere zillet damgası vurulduğu zikredilmektedir. Bu zilletten maksat. Katade ve Hasan-1 Basriye göre şu âyet-i kerimelerde tasvir edilen zelil bir şekilde cizye vermeleridir. "Kitap ehlinden, Allah'a ve âhiret gü­nüne iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram say­mayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. [205]

 

62- Şüphesiz iman edenicr, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlcrdcn, Allah'a, âhiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin, rablcri ka­tında mükâfaatları vardır. Onlar için bir korku yoktur. Onlar üzülmeye­cekler de.

Allah'ı ve resulünü ve onun, Allah'tan getirmiş olduğu şeyleri tasdik eden müminler, tevbe ederek hidayete kavuşan Yahudiler, İsaya yardım eden Hıristi­yanlar, dinleri ve kitapları olmayan ve meleklere tapan bir kavim olan Sabitlerden kim Allah'ı tasdik eder ve Öldükten sonra dirilmeyi kabul eder ve salih amel işlerse onların, Allah katında salih amellerinin sevabı vardır. Onlar için kıyametin dehşetinden korku yoktur. Onlar devamlı nimetleri bizzat gözle­riyle görünce geride bırakmış oldukları dünyaya ve ondaki yaşayışa da üzülme­yeceklerdir.

* Âyet-i kerimede geçen "İman edenler"den maksat, Allah'ın Peygambe­rinin, Allah tarafından getirdiklerini ve Peygamberini tasdik edenler." demektir.

"Yahudiler" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Tev­be edenler" demektir. Yahudilerin "Tevbe edenler" diye sıfatlandınlmalan. on-lann, işledikleri günahlardan tevbe etmelerindendir.

İbn-i Cüreye ise, Yuhudilere "Yahudi" isminin verilmesinin sebebinin, şu âyet-i kerimede zikredildiği gibi  "Biz sadece sana yönel­dik. [206]demeleridir.

Hıristi yani ara "Nasrani" denilmesinin sebebi, oniann, birbirlerine yardım etmelerindendir. Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre ise, Hz. İsa'nın, "Nasıra" diye adlandırılan bir köyde doğmuş olmasındandır. Di­ğer bir kısım âlimlere göre ise Hz. İsa'nın, şu âyette belirtilen sorusuna cevap vermelerindendir. "Ey iman edenler, Allah'ın dininin yardımcıları olun. Ni­tekim Mcryemoğlu İsa da Havarilcrilcrinc: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?" deyince Havariler de: "Allah'ın dininin yardımcı­ları biziz." demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir giırup iman etmiş bir gurup ta inkâr etmişti. Ama biz, iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik tc muzaffer oldular. [207]

Ayet-i kerimede zikredilen kelimesi kelimesinin ço­ğuludur. Mânâsı ise "Dinini bırakıp başka bir dine dönen" demektir. Bu âyette zikredilen "Sâbiîn"den kimlerin kastedildiği hususunrda ise farklı görüşler zik­redilmiştir.

Mücahid, Katade -Hasan-î Basri, Ebu Necih ve Atâ b. Ebi Rebahîan nak­ledilen bir görüşe göre bunlar, dinleri olmayan bir topluluktur. Bunlar, Yahudi­lik, Hıristiyanlık ve Mecusilik arasında bocalayan bir topluluktur. İbn-i Zeyd'e göre ise bunlar, Musul civarında yaşayan ve "Lailahe İllallah" diyen fakat her­hangi bir dine ve kitaba uymayan, hiçbir amel işlemeyen ve Resulullah'a da iman etmeyen bir topluluktur.

Hasan-ı Basri, Katade ve Ebul Âliyeden nakledilen diğer birgörüşe göre bunlar, meleklere tapan, aynı zamanda kıbleye doğru dönüp namaz kılan ve Ze­bur okuyan bir kavimdir.

Süddiden nakledilen diğer bir görüe göre Sabitler, kitap ehlinden bir gu­ruptur.

Âyette zikredilen müminlerden maksat, "İmanlarında karar kılanlar" demektir. Yahudi, Hıristiyan ve Sabitlerden iman edenlerden maksat, ise Hz. Muharnmed'e ve onun Allah katından getirdiklerine iman edenler demektir. Bunlardan ehl-i kitap olan Yahudiler, Hz. İsa'ya kadar Tevrata sarıldıkları müd­detçe mümin sayılırlar. Hz. İsa geldikten sonra ona iman etmeyenler hüsranda­dırlar. Hıristiyanlar da Hz. Muhammed gelinceye kadar Hz. İsa'ya uydukları takdirde mümin sayılırlar. Hz. Muhammed geldikten sonra da ona imen etmek zorundadırlar. Aksi halde onlar da hüsrandadırlar.

Bu âyet-i kerimenin, Selman-ı Fârisinin arkadaşları hakkında nazil oldu­ğu rivayet edilmektedir. Selman-ı Fârisi, Resulullah'ı görmeyen Hıristiyan arka­daşlarının, Resullah'ı beklediklerini, onu görebilmiş olsaydılar ona iman ede­ceklerini söyleyince Resulullah, onların, İslam dini üzere ölmediklerini beyan etmiş, bunun üzerine Selman çokça üzülmüştür. İşte bu sırada bu âyet-i keime nazil olmuş, Hz. İsa'nın dinine tabi olup ta Resulullah'ı görmeden ölenlerin kur­tulmuş olacaklarını, Resulullah'ı görüp te iman etmeyenlerin ise helak olacakla­rını beyan etmiştir.

Bu hususta Süddiden özetle şunlar rivayet edilmiştir: "Bu âyet-i kerime, Selman-ı Fârisinin arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Selman, Cündi Sâbûr şehrinin ileri gelenlerindendi. Kralın oğlu da onun arkadaşıydı. Birgün beraber av yaparlarken elinde kitap okuyan bir rahibe rastlamışlardı. O kitap, Allah tea-lanın Hz. İsaya indirdiği İncil idi. Rahip onları dine davet etti. İkisi de Müslüm oldular. Rahip onlara, kavimlerinin kestiği hayvanların kendilerine haram oldu­ğunu ve etlerini yiyemeyeceklerini söyledi. Kral bir bayramda bütün ileri gelen­leri davet etti, oğlunu da yemeğe çağırdı. Oğlu gelmedi. Kralın ısrarı üzerine oğlu: "Kestiğiniz etleri yemiyoruz. Sizler kâfirsiniz, kestiğiniz helal değildir." dedi. Kral oğluna: "bunları sana kim öğretti?" diye sordu. Oğlu da "Rahip öğret­ti" dedi. Kral rahibi çağırdı ve sorguya çekti. Rahip oğlunu doğruladı. Kral: "Eğer kan akıtmak bize göre büyük bir cinayet olmasaydı seni öldürürdüm. Memleketimden çık." dedi. Ve ona belli bir süre verdi. Rahip, Krahn oğlu ile Selman'a: "Eğer sizler, dâvanızda sadık iseniz, biz Musul şehrinde altmış kişiy­le birlikte bir Havrada Allah'a kulluk ediyoruz. Siz de oraya gelin." dedi. Ve oradan ayrıldı. Selman, Krahn oğluna, rahibin yanına gitmeyi teklif edince Kra-1ın oğlu hazırlık yapmaya başladı. Fakat biraz ağırdan alınca Selman onu birakıp yola koyuldu ve rahibin yanına vardı. Rahip o Havra'nın sahibiydi. Orada bulunanlar da rahiplerin ileri gelenierindendi. Selman orada bütün varlığı ile rabbine ibadet ediyordu. Rahip ona, kendisini yormamasını, ibadetinin devamlı olması için itidali muhafaza etmesini tavsiye etti. Fakat Selman yine fazla iba­dete devam etti. Sonra Havranın sahibi olan rahip orayı bırakıp daha az ibadet edilen başka bir Havraya gideceğini, kendi Havrasında ibadet edenler gibi iba­det etmekten âciz olduğunu, Selmamn da dilerse kendisiyle beraber gidebilece­ğini yahut da orada kalabileceğini söyledi. Selman, Havranın sahibine hangi Havrada kalmanın daha üstün olacağını orup da orada kalmanın daha faziletli olduğunu öğrenince orada kalmıştır. Havranın sahibi olan rahip. Havranın en büyük âlimine Selman hakkında tavsiyede bulundu. Selman oradakilerle birlikte Allah'a ibadet ediyordu. Sonra o büyük âlim, Kudüse gitmek istediğini, Selma-nın da isterse beraber gelebileceğini isterse orada kalabileceğini söyledi. Sel­man, hangisinin daha fazliletli okluğnu sorup Kudüse gitmesinin daha faziletli olduğunu öğrenince o âlimle birlikte yola çıktılar. Kudüse vardılar. Âlim kişi ona: "Ey Selman, sen burada ilim tahsil et. Çünkü yeryüzünün en büyük âlimleri bu mescide gelirler." dedi. Selman orada âlimleri dinlemeye devam et­ti. Bir gün mescitten üzüntülü olarak döndü. O âlim kişi ona: "Neyin var ey Selman?" dedi. Selman: "Bizden önceki Peygamberlerin ve onlara tabi olanların bütün hayırlı işleri yaptıklarını, bizim ise onlara göre bîrşey yapmadığımızı zan­nediyorum." dedi. Âlim kişi: "Ey Selman üzülme. Geride bir Peygamber daha var. Hiçbir Peygambere tabi olan, ona tabi olandan daha üstün değildir. İşte bu zaman onun beklendiği zamandır. Ben ona kavuşacağımı sanmıyorum. Fakat sen gençsin bel ki de ona kavuşabilirsin. O, Arap topluluklarında ortaya çıka­caktır? Eğer ona yetişirsen ona iman et ve ona tabi ol." dedi. Selman: "Sen ba­na, onun belirtilerinden birşey öğret." dedi. Âlim kişi: "Öğreteyim.Onun sırtında Peygamberlik mühürü bulunacaktır. O, hediyelerden yiyecek, sadakadan yemi-yecektir." dedi. Selman ve rahip, Kudiisten geri dönerken rahip kayboldu. Sel­man onu ararken iki Arap kişiye rastladı. Onlardan, rahibi görüp görmediklerini sordu. Adamlardan biri bineğini çöktürdü ve: "Bu ne güzel bir deve çobanıdır." dedi ve onun bineğine bindirip Medine"ye götürdü.

Selman diyor ki: "O sırada üzüldüğüm kadar hiçbir zaman üzülrnemiş-tim." Selmanı, Cüheyniye kabilesinden bir kadın satın aldı. Selman, kadının di­ğer bir kölesryle birlikte sıra ile koyunlarını otlatıyorlardı. Selman birgün ko­yun otlatırken, kendisinden nöbeti devralacak olan arkadaşı geldi ve ona: "Far­kında mısın bugün Medineye bir adam geldi. O, kentlisinin Peygamer olduğunu zannediyor." dedi. Selman ona: "Ben gelinceye kadar sen koyunların başında dur." dedi ve hemen Medine'ye indi, Resulullah'a baktı, etrafında dolaştı Resu-lullah onu görünce ne aradığını anladı ve elbisesini sarkıttı, Peygamberlik mü­hürü göründü. Selman mühürü görünce Resulullah'a yaklaştı ve onunla konuştu. Gidip bir dinara bir koyun ve biraz ekmek aldı Resullah'a getirdi. Resululiah ona: "Bu nedir?" diye sordu. Selman: "Bu bir sadakadır." dedi. Resululiah:" Benim ona ihtiyacım yok. Sen onu götür Müslümanlar yesin." dedi. Bunun üzerine Selman tekrar gidip bir dinara ekmek ve et satın aldı. Onu Resulullah'a getirdi. Resullah: "Bu nedir?" diye sordu. Selman: "Bu bir hediyedir." dedi. Resululiah ona: "Otur" dedi. Selman oturdu. Beraberce onlardan yediler. Ye­mek yerlerken Selman Resulullah'a arkadaşlarını anlattı. Onlann oruç tuttukları­nı, namaz kıldıklarını, Resulullah'ın hak Peygamber olacağına iman ettiklerini. Peygamber olarak gönderileceğine şahitlik ettiklerini söyledi. Selman, arkadaş­larını övmeyi bitirince Resululiah ona: "Ey Selman, onlar cehennem ehli­dir." dedi. Bu, Selman'a çok ağır geldi. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. İsa Peygamber gelinceye kadar Hz. Musanın dininde olanların kurtul­muş olacaklarını, Hz. Muhammed gelinceye kadar da Hz. İsa'nın dinine tabi olanların kurtulmuş olacaklarını ancak, kendi Peygamberlerinden sonra gelen Pyeygambere, kendileri hayatta oldukları halde iman etmeyenlerin helak ola­caklarını beyan etti. [208]

 

63- Bir zaman sizden kesin söz almıştık. Üzerinize Tur dağnı kaldır­mıştık: "Size verdiğimize kuvvetle sarılın ve onda bulunanları hatırda tu­tun kî Allah'a karşı gelmekten korunasıniz." demiştik.

Ey İsrailoğullan, sizden, yeminle pekiştirdiğimiz kuvvetli bir söz aldığı­mızı ve üzerinize Tur dağını kaldırdığımızı hatırlayın. Size dedik ki: "Tevratta emrettiklerimize sanlın, herhangi bir eksiltme ve tembelliğe gitmeksizin ciddi­yetle ve gayretle amel edin ve o Tevratta bulunanları hatırda tutun. "Yani, vaad ve tehdidimden, teşvik ve sakındırmamdan ibret alın ki azabımdan çekine ve konmasınız.

* Allah tealanın, İsrailoğullarından, yemin ettirerek aldığ söz şu âyet-i kerimede zikredilmektedir. "Bir zaman İsrailoğuHarından" Allah'tan baş­kasına kulluk etmeyin, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere ve düşkünlere iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılıp zekatı verin." diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız müstesna yüzçcvirdiniz. Zaten siz, yüzçcvirieilcrsiniz. [209]

Allah tealamn, İsrailoğullarmdan söz almasının sebebi ise, İbn-i Zeydin rivayet ettiğine göre şudur: Hz. Musa, Allah katından üzerlerinde Tevrat yazılı levhaları getirip, kavminin, ondaki emir ve yasaklara uymalarını isteyince, on­lar, Allah'ı bizzat gözleriyle görmek istediklerini ve kitabı kendilerinin almak istediklerini söylemişlerdir.Bunun üzerine Allah teala onlara gazap ederek on­ların hepsini öldürmüştür. Allah teala daha sonra da onları dirilltmiştir. Yine Hz. Musa onlara: "Size ne oldu?" diye sormuş onlar da: "Öldük sonra da diril­dik" demişlerdir. Hz, Musa yine onlara: "Allah'ın kitabını alıp kabulenin." de­miş onlar da "Hayır" demişlerdir. Bunun üzerine Ailah teala meleklerini gönde­rerek Tur dağını onların üzerine kaldırmış: "Kitabı alıp kabullenin, aksi halde bu dağı sizin üzerinize bırakırız." buyurmuştur. İşte bunun üzerine İsrailoğulla-\, yukanda zikredilen ahdi vermişlerdir.

Âyette zikredilen Tur kelimesinden maksat, Mücahid, Katade, Ebul Âliye, îkrime, Süddi ve İbn-i Zeyd'e göre "Dağ" demektir ve aslı süryanice olan bir kelimedir.

Abdullah b. Abbas ve İbn-i Cüreyc'e göre ise buradaki Tur kelimesi, Al­lah tealamn, Hz. Musa ile üzerinde konuştuğu ve orada kendisine Tevratî indir­diği dağ'dır.

Dehhak ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre Tur, kendisinde bitki biten dağlara denir. Bitki bitmeyenlere Tur denmez. [210]

 

64- Sonra siz, bunun ardından yüzçcvirdiniz. Eğer size, Allah'ın lüt­fü ve merhameti olmasaydı, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

Rabbiniz sizden, emrolunduğunuz şekilde, ciddiyet ve gayretle amel et­menize dair kuvvetli söz aldığı halde siz yüzçevirdiniz. Size emredilen şeylerle amel etmeyi bıraktınız. Eğer, hata ve günahlarınızdan tevbe ettiğiniz için, rab­biniz size lütufda bulunarak merhamet etmeseydi şüphesiz ki helak olanlardan olurdunuz. [211]

 

65-66- İçinizden, cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette biliyorsu­nuz. Biz onlara "Hor ve zelil olarak maymunlar olun" dmiştik. Biz onların bu hallerini, o zamanada bulunanlara ve gelecek olanlara bir ibret ve müttakilcr için de bir nasihat yaptık.

Ey Yahudiler, sizden, emrime karşı gelmeye cesaret edip cumartesi yasa-ğınrçiğneyerek avlanmaya çıkanları çok iyi biliyorsunuz. Onlara ne yaptığımı da biliyorsunuz. Onlara "Maymunlar, hakir ve alçaklar, uzaklaştırılmışlar, ko­vulmuşlar olun" demiştik. Biz onların bu hallerini, yani onlarda yaptığımız bu şekil değişikliğini, geçmişteki günahlarına ceza olarak, onlardan sonra gelecek­lere de, aynı şekilde davrandıkları takdirde onlar gibi olacaklarını göstermek için yaptık. Bunu, öğüt alıp hatırlarından çıkarmamaları için, müttakilere bir uyan ve müminlere bir ibret yaptık.

* Taberi diyor ki: "Bu ve bundan sonra gelen ve Resulullah'm zamanın da Medine'nin çevresinde bulunan Yahudilere hitabeden bu âyetler Rasulul-lah'm zamanındaki Yahudileri uyarmakta, onları, Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak Hz. Muhammed (s.a.v.) in Peygamberliğini kabul etmeye davet etmekte­dir. Aksi takdirde Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelen ataları maymunlara dönüştürülerek cezalandırıldıkları gibi onların da Allah tarafından cezalandırıla­caklarını bildirmektedir.

İsrailoğullanna Allah teala tarafından konmuş olan cumartesi günü avlan­ma yasağı hususunda diğre âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, onlara, deniz kenarındaki şehir halkının başına gelenleri sor. Hani onlar, cumartesi günü haddi aşıyorlardı. Tatil yaptıkları cumartesi günü balıklar akın akın kendilerine geliyor, tatil yapmadıkları diğer gün­lerde ise onlara yaklaşmıyorlardı. İşte biz, yoldan çıkmaları sebebiyle onla­rı böylece imtihan ediyorduk. [212]Ey kendilerine kitap verilenler, bir kı­sım yüzleri silip belirsiz yaparak önünü arkasına çevirmeden veya cumar­tesi ehline lanet ettiğimiz gibi onlara lanet etmeden, yanınızdaki kitapları tasdik eder olduğu halde indirdiğimiz Kur'ana iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. [213]"Söz vermeleri için Tur dağını üzerlerine kal­dırdık. Onlara "O kapıdan secde ederek girin" dedik. "Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin." dedik. Ve onlardan sağlam bir söz aîdık. [214]

İzahını yaptığımız bu Bakara suresinin altmış beşinci âyetinde, Yahudileriıı, maymunlara çevrildiği beyan edilmektedir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "0c ki "Allah tarafından bir eczaya çarptırılma ba­kımından size bunlardan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah, kime la­net eder ve gazabına uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yaparsa, işte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sa­pık olanlardır. [215]"Kendilerine yasak edilen şeylerden vaz geçmemekte ısrar edince onlara "Hor ve hakir maymunlar olun" dedik. [216]

Bu hususta Abdullah b. Mes'uddan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle bu vuruluyor:

"Bir gün rcsulullah (s.a.v.)dcn, maymun ve domuzlar hakkında "Acaba bu hayvanlar, bunların şekline giren Yahudilerin soyundan mı gel­medir?" diye sorduk. Peygamber efendimizde şu cevabı verdi: "Allah'ın, la­netine uğratarak başka yaratıklar şekline döndürdüğü her topluluk yok olup gitmiştir, soyları kalmamıştır. Bu maymun ve domuzlar, ise daha önce var olan soylarının devamıdır. Allah, Yahudilere gazap edince onları, may­munlar ve domuzlar şekline çevirmiştir. [217]

Dehhak, Yahudilerin geçmişte maymunlara dönüştürülme hadisesini, Ab­dullah b. Abbastan özetle şu şekilde nakletmiştir: Abdullah b.Abbas demiştir ki: "Allah tala hiçbir Peygamber göndermemiştir ki ona cuma gününün faziletini, göklerdeki yaratıklar ve melekler nezdindeki üsttünlüğünii ve kıyametin o gün­de kopacağını bildirmiş olmasın. Ümmetinin Hz. Muhammed'e tabi olması gibi, geçmiş Peygamberlerin kendilerine tabi olan ümmetleri de cuma gününün kut­sallığını öğrenmişler, ona saygı göstermişler ve cuma gününü haftanın kutsal günü olarak devam ettirmişlerdir. Cuma gününü böyle kabul etmeyenler ise, âyet-i kerimede zikredildiği gibi, Allah'ın koyduğu sının aşmışlar ve neticede en aşağılatıcı cezalara uğramışlardır. Şöyle ki: Hz. Musa. Yahudilere cuma günü tatil yapmalarını emretmiş ve onun faziletli bir gün olduğunu kendilerine bil­dirmiştir. Fakat Yahudiler: "Ey Musa, sen bize nasıl cuma günü tatil yapmamızı emrediyor, onun diğer günlerden üstün olduğunu söylüyorsun? Halbuki günle­rin en üstünü cumartesi günüdür. Zira Allah teala gökleri, yeri ve rızıklan altı günde yaratmış altı günün nihayetinde cumartesi gününde her yaratık itaat ede­rek Allah'a boyun eğmiştir" demişlerdir. Bunun üzerine Allah teala Hz. Musa-ya. "Bırak onları cumartesi günü tatil yapsınlar. Fakat o günde ne balık avlasınlar ne de başka bir şey. Söyledikleri gibi herhangi bir iş de yapma­sınlar." buyurdu.

Cumartesi günü olunca onlara balıklar suyun üzerinde yüzerek geliyorlar­dı. Cumartesi gününün dışındaki günlerde ise avcılardan kendilerini sakınıyor­lardı. Nitekim bu husus şu âyet-i kerimede zikredilmektedir: "... Tatil yaptıkla­rı diğer günler de ise onlara yaklaşmıyorlardı. [218] Balıklar bu şekilde de­vam edince Yahudiler hem onları avlamak istiyor hem de Allah'ın kendilerini cezalandırmasından korkuyorlardı . Bazıları bu yasağı ihlal ettiler. Hz. Musanin, kendilerini sakındırdığı cezalandırma tehdidine aldırış etmediler. Balıklan ko­layca yakaladılar. Allah'ın kendilerini hemen cezalandırmadığını görünce de birbirlerine, balık avladıklarını, buna rağmen cezalandırılmadıklarını söylediler. Böylece cumartesi günü balık avlayanlar gittikçe çoğaldı. Onlar, Musa'nın ken­dilerine bildirdiği ihtarların asılsız olduğunu zannediyorlardı. İşte böylece, âyet-i kerimenin bildirdiği gibi, isyanlarından dolayı Allah onları maymunlara çevirdi. Onlar, yeryüzünde sadece üç gün yaşayabildiler. Bu üç günde de ne ye­diler ne içtiler ne de cinsel temasta bulundular. Allah teala. asıl maymunları domuzlan ve diğer yaratıkları, Kur'an-ı kerimde zikrettiği gibi altı günün içinde yaratmıştır. Yahudileri ise insan şeklinden çevirip maymun yapmıştır. Allah,di­lediğine dilediğini yapar ve dilediğini dilediği şekle sokar.

Abdullah b. Abbas'ın azatlı kölesi İkrime ise bu hususta Abdullah b. Ab-has'ın özetle şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Allah teata sizlere cuma gü­nünde namaz kılmayı farz kıldığı ve o günde tatil yapmayı emrettiği gibi İsrai-loğullarına da o gün de ibadet etmeyi farz kılmış o günü. haftanın bayram günü yapmıştır. Fakat İsrailoğulları cuma gününü bırakıp cumartesi gününe saygı göstermişler, onu kutsallaştırmalar ve bunda ısrar etmişlerdir. Bunun üzerine Allah teala onları imtihan etti, kendileri için helal olan bazı şeyleri haram kıldı. Onlar "Eyle" ile "Tur" arasında bulunan Medyen kasabasında kalıyorlardı. Al­lah onlara, cumartesi gününde balık avlamayı ve onu yemeyi haranı kılmıştı. Cumartesi gününde denizin kenarına akın akın balık geliyor cumartesi bitince de büyük küçük hiçbir balık kalmayıp gidiyorlardı. Daha sonraki cumartesi gü­nüne kadar durum böyle devam ediyor, cumartesi olunca da yine balıklar akınakın geliyorlardı. Durum uzun bir müddet böyle devam etti. Yahudiler balık yemeyi çok özlemişlerdi. Onlardan biri cumartesi günü bir balık yakalayıp ipe bağlayarak suya attı. İpin ucunu da sahile çaktığı bir kazığa bağladı. Onu bu va­ziyette bırakarak ertesi gün geldi aldı ve götürüp yedi. Daha sonraki cumartesin­de de aynı şeyi yaptı. İnsanlar balık kokusunu aldılar. Kasaba halkı "Vallahi biz balık kokusunu alıyoruz" dediler. Ve balık tutan adamın ne yaptığını öğrendi­ler. Kendileri de onun yaptığı gibi yaptılar. Uzun zaman böyle gizli bir şekilde balık yediler. Allah onlan derhal cezalandırmamiştı. Nihayet onlar açıkça balık avlayıp çarşıda satmaya başladılar. İçlerinden takva ehli olan bir gurup: "Vay halinize, Allah'tan korkun" diyor ve yapılan şeyin yasaklandığım söylüyorlardı. Diğer gurup ise ne balık yiyor ne de balık yiyenlere müdahale ediyordu. Onlar şöyle diyorlardı: Allah'ın helak edeceği yahut ta şiddetli bir azaba çarptıracağı kavme ne diye vaaz ediyorsunuz?" Vaaz edenler ise "Rabbinize bir Özür beyan edelim, ayrıca Allah'a karşı gelmekten de sakınırlar ümidiyle vaaz ediyoruz." [219]

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Onlar böyle devam ederken diğer gurup, meclislerinde ve mescitlerinde bulunuyorlardı. Allah'ın yasağını ihlal edenleri göremez oldular ve birbirlerine: "Galiba bu adamların başına bir şey geldi, bakı­nız ne oldu?" dediler. Gidip evlerine baktılar, kapılar arkasından kilitliydi. On­lar geceleyin evlerine girip herkesin yaptığı gibi kapıları arkasından kilitlemiş-lerdi. Onlar işte o evlerinde maymunlara dönüştürülmüşlerdi. Onları bakmaya gidenler, maymuna dönüşen erkekleri, kadınları ve çocukları tanıyorlardı.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "İşte bu kasaba, Allah tealanın Hz. Muham-med'e: "Muhammcd, onlara, deniz kenarındaki şehir halkının başına gelen­leri sor. [220]buyurduğu kasabadır.

Ebu Neciyh, Mücahidin: "Biz onlara hor ve zeli! maymunlar olun" de-dik." Ayet-i kerimesini şu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir. "Allah onların şekillerini değil, kalblerini maymunların kalbleri gibi kılmıştır. Allah teaia, Tev-ratı kabullenip sonra terkeden Yahudileri, sırtında kitap taşıyan merkeplere benzettiği gibi bu âyet-i kerimede de onları, maymunlara benzetmiştir. Onların şekli gerçekte maymuna dönüşmemiştir."

Taberi, Mücahidin bu görüşünün, Allah tealanın kitabının zahirine ters düştüğünü söylemiştir. Zira Allah teala Kur'an-ı Kerimde, Yahudilerin bir kıs­mını maymunlara bir kısmını domuzlara çevirdiğini ve onlardan bir kısmını Ta-ğuta tapanlar kıldığını, Yahudilerin, Hz. Musaya "Aliah'ı bize açıkça göster de onu açıkça görelim." dediklerini, buzağıya tapmalarından sonra tevbelerinin birbirlerini Öldürmek şeklinde olduğunu, Kudüse girmelerim emrettiğinde Musaya: "Git de o zorbalarla sen ve rabbin savaşın, biz burada oturup kalanlarız" dedik­lerini, bunun üzerine Allah'ın onları çölde şaşkın vaziyette dolaştırdığını beyan etmiştir. Yahduilerin maymuna çevirümediklerini söylemek, bunlar hakkında Kur'an-i kerimde zikredilen diğer şeylerin de meydana gelmediğini söylemek gibidir. Şayet diğer şeyler kabul edilir de sadece maymuna çevirilmedikleri söy­lenecek olursa buna dair delil gösterilmes gerekir. Aksi halde iddia delilsizdir, bu sebeple de reddedilir.

Âyet-i kerimede "Biz onların bu hallerini, o zamanda bulunanlara ve gelecek olanlara bir ibret ve müttakilcr için de bir nasihat yaptık." Duyurul­maktadır. Âyet-i kerimede zikredilen ve "Onların bu durumu" diye tercüme etlilen cümlesindeki ( u ) zamiri müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre buradaki zamir "May­muna çevirilme cezasını ifade etmektedir." Buna göre bu cümlenin mânâsı: "Biz onların maymuna çevirilme cezasını, o zamanda bulunanlara ve gelecek olanla­ra bir ibret ve müttakiler için de bir nasihat yaptık." demektir.

Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre burada geçen (ti ) zamirinden maksat, "Balıklar"dır.

Başka, bir kısım âlimlere göre, halkı, cumartesi günü yasağını ihlal eden şehirdir. Diğer bir guruba göre "Maymuna çevirilen insanlar"thr. Başka bir gö­rüşe göre de, cumartesi günü yasağım ihlal eden ümmettir. Bu izahlara göre âyetin mânâsı şu sekilidedir. "Biz, cumartesi günlerinde akın akın gelen o ba­lıklan veya sakinleri, cumartesi yasağını ihlal eden ve beldeyi yahut kendilerini maymuna çevirdiğimiz o insanları ya da cumartesi yasağını ihlal eden o ümme­ti, o zamanda buluna nlara bir ibret ve müttakiler için de bir nasihat yap­tık."

Âyet-i kerimede geçen ve "O zamanda bulunanlar" diye tercüme edi­len ifadesi de müfessirler tarafından farklı şekiller­de izah edilmiştir.

Dehhak, Abdullah b. Abbasın, âyetin bu bölümünü şöyle izah ettiğini ri­vayet etmiştir. "Biz bu durumu, maymuna çevirilen o kavimden sonra gelenler için ve onlarla birlikte olup ta maymuna çev iril mey enler için bir ibret kıldık ki bu duruma düşmekten sakınsınlar."

Rebi' b. Enes ise âyet-i kerimenin bu bölümünü şöyle izah etmkiştir: "O kavmi maymunlara çevirme işini biz, geçmişte işledikleri günahları için bir ce­za, geride kalan insanlar için de bir ibret kıldık. Takva sahipleri içni de bir nasi­hat yaptık."

İkrime ise, âyetin bu bölümü şu şekilde izah etmiştir: "biz bu hadiseyi, onların yaşadıkları şehirin önünde ve arkasında bulunan şehirler için bir ibret ve takva sahipleri için de bir nasihat yaptık."

Katade de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Onları maymuna çe­virmemiz, bizim onlan, işledikleri günahlardan ve avladıkları balıklardan dolayı cezai andı rm am ı zd andı r.''

Mücahid ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Onlan maymuna çevirmemiz, daha önce işledikleri günahları ve helak olmalarına sebep olan son günahları se­bebiyle cezalandimnamızdandır."

Başka bir görüşe göre Abdullah b. Abbas âyetin bu böfümünü şu şekilde izah etmiştir: "Bizim,balıklan cumartesi günü akın akın gönderip diğer günlerde gönderemememiz, onların, balıkların bu halinden önce işledikleri günahları ve ondan sonra işledikleri günahları sebebiyle cezalandırmamızdandır."

Tuberi bu görüşlerden birinci görüşü tercih etmiş ve âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: "Biz, cumartesi günü yasağını ihlal eden o Yahudilere "Hor ve hakir maymunlar olun" dedik. Bizim onlan cezalandınnamız, maymu­na çevirilmedenönce işlemiş olduklan günahlardan dolayıdır. Bir de onların iş­ledikleri gibi bir günahı işleyecek olanları aynı cezaya çarptıracağımızı bildir­mek içindir.

Taberi, âyette zikredilen "Müttekiler" ifadesinden maksadın, muhammed ümmeti olduğunu söylemiş, İbn-i Cüreyc ise, maymuna çevirileri bu Yahudi'ler den sonra gelen bütün müttakileri kapsadığını zikretmiş Abdullah b. Abbas da buradaki "Takva sahiplerinden maksadın, kıyamet gününe kadar devam edecek olan takva sahipleri olduğunu söylemiştir. [221]

 

67- Musa kavmine: "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." de­miş onlar da: "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. Musa da : "Cahil­lerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti.

Ey İsrailoğulları, Musa'nın, benim ahdimi bozan atlarınıza , içlerinden bi­ri öldürülüp te onun hakkında tartışmaya giriştikleri zaman, "Rabbiniz bir sığır boğazlamanızı emrediyor." dediğini hatırlayın Onlar da: "Bizimle oynayıp eğ­leniyor musun?" demişler Musa da onlara, demişti ki: "Allah'ın emrettiklerini takdir edemeyen cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım."

* Hz.Musa'nın, kavmine, "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." de­mesinin sebebi, Ubeyde, Ebul Âliye ve Süddi tarafından özetle şu şekilde izah edilmiştir: Ubeyde diyor ki: "İsrailoğullanndan, çocuğu olmayan bir adam bulu­nuyordu. Akrabalarından biri bu adamı öldürerek götürüp başka bir kabilenin mahallesine attı. Bu sebeple kabileler arasında fitne çıktı. Kabileler silaha sa-nldnlar. Bunun üzerine İsrailoğullanndan, akl-ı selim sahibi olanları "İçinizde Allah'ın Peygamberi bulunduğu halde birbirinizi öldürmeye mi kalkışıyorsu­nuz? dediler. Anlaşmazlığa düşen bu kabileler Hz. Musaya varıp meseleyi an­lattılar. O da onlara bir sığır kesip bir parçasıyla ölüye vurmalarını söyledi. On­lar da Hz. Musa'dan, sığırın vasılları hakkında uzunca bilgiler aldıktan sonar sı­ğın, ağırlığınca altın vererek satın aldılar. Onu kesip bir parçasıyla ölüye vurun­ca ölü dirildi ve katilin kim olduğunu onlara söyledi. Şayet onlar herhang ibir soru yöneltmeden rastgele bir sığır kesip bu işi yapmış olsalardı onlar için yeter­li olacaktı. Fakat onlar lüzumsuz sorular sordukları için Allah da onların yü­kümlülüklerini artırdı ve kesecekleri sığırın, vasıflan belli bir sığır olduğnu bil­dirdi. İşte bu olaydan sonra artık hiçbir katil mirasçı olamadı.

Ebul Âliye ise bu olayı şöyle izah etmiştir: İsrailoğullannin içinde çocu­ğu olmayan zengin bir adam bulunuyordu. Bu adamın, kendisine mirasçı olacak yakın bir akrabası vardı. Bu kişi, mirasını almak için o zengin adamı öldürdü ve onu götürüp bir yol kavşağına attı. Sonra da Musaya gidip "Akrabam öldürül­dü. Başıma büyük bir felaket geldi. Ey Allah'ın Peygamberi, senden başka onun kim tarafından öldürüldüğünü bana bildirecek kimse bulamıyorum." dedi. Bu­nun üzerine Musa insanlan çağırarak "Kim bu öldürülen adam hakkında bir şey biliyorsa Allah için onu söylesin." dedi. İsrailoğulları bu adam hakkımla herhan­gi bir şey bilmiyorlardı. Bunun üzerine katil olan kişi Musaya yönelerek: "Sen, allah'ın Peygamberisin rabbinden sor katili o bize bildirsin." dedi. Musa sordu. Allah teala da Musaya: "Onlara de ki "Allah, bir sığır kesmenizi emrediyor." di­ye vahyetti. İsrailoğulları şaşırdılar ve "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Ben, cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. İsrailoğullan "Bi­zim için rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın." dediler. Musa: "Rabbim diyor ki "O ne yaşlı bir sığırdır ne de küçük, ikisinin ortası bir sığır­dır." dedi. Onlar da: "Bizim için rabbine dua et de onun rengi nedir bize açıkla­sın." dediler. Musa da dedi ki: "O, görenlerin hoşuna giden sapsarı bir sığrdır." Onlar ise: "Bizim için rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın. Çünkü onu kanştırdık, seçemez olduk. Fakat Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz." dediler. Musa da dedi ki: "Rabbim diyor ki: "O ne tarla süren yıpranmış bir sı­ğırdır ne de ekin sulayan. Kusursuzdur. Onda alacakhk yoktur. "Bunun üzerine onlar: "İşte şimdi gerçeği bildirilin." dediler. Ve sığırı kestiler. Az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Ebul Âliye diyor ki: "Şayet bu topluluğa sığır kesmeleri emredilidiğinde bunlar, sığırlardan herhangi birini seçip kesecek olsalardı bu yeterliydi. Fakat onlar kendi kendilerine zorluk çıkardılar. Allah da onlan zorluğa soktu. Şayet bu topluluk, "Eğer Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz" demeseydiler, ke­silmesi emredilen sığın hiçbir zaman bulamazlardı.

Yine Ebul Âliye diyor ki: "Bize ulaşan haberlere göre bu kavim, vasıflan belirtilen bu sığın ancak, yanında yetimler bulunan bir ihtiyar kadında buldular. O sığır bu kavim için çok kıymetliydi. Kadın, onlann bu sığırdan başkasını ke-semeyeceklerini anlayınca onlardan sığınn değerinin iki katını istedi. Onlar Mu-saya gidip durumu anlattıar. Musa da: "Allah bunu size zor kılmamiştı. Siz ken­di kendinize zorlaştırdınız. O halde kadına razı olacağı değeri verin." dedi. On­larda o değeri verip sığın satın aldılar. Onu kestiler. Musa onlara sığırdan bir kemik alıp öldürülen kişiye vurmalarını emretti. Onlar bunu yaptılar. Ölen kişi­nin ruhu cesedine döndü. Onlara katilin kim olduğunu söyledi ve tekrar öldü. Onlar katili yakaladılar. O kimse Musaya gelip şikayette bulunan kişiydi. Allah onu, kötü amellerinin karşılığı olarak cezalandırıp Öldürttü.

Süddi ise Hz. Musa'nın, İsrailoğullanna Allah tealanın bir sığır kesmele­rini emrettiğini söylemesinin sebebini şöyle izah etmiştir. "İsrailoğulları arasın­da serveti bol ve bir de kızı bulunan bir adam vardı. Bu adamın erkek kardeşi­nin fakir bir oğlu da vardı. Gelip bundan kızını istedi. Adam kızını ona verme­di. Genç adam kızdı ve "Vallahi ben amcamı öldürüeceğim, malını alacağım ve kızıyla da evleneceğim. Ayrıca diyetini de alıp yiyeceğim." dedi. Bu genç bir gün amcasına gidip" Amca taşradan tüccarlar geldi. Haydi beraber gidelim de o tüccarlardan bana mal al. Belki o mallan satar da kâr ederim. Çünkü onlar seni görünce bana kolaylıkla mal verirler." dedi. Amcasıyla beraber geceleyin yola çıktılar. Genç yeğen yolda karanlıktan istifade ederek amcasını öldürdü ve evine döndü. Sabah olunca da amcasını anyormuş gibi yaparak onun evine gitti. Hal­kın, amcasının cesedinin başında toplandığını gördü ve şöyle dedi: "Amcamı siz öldürdünüz bana diyetini vereceksiniz. Sonra ağlamaya başladı. Başına toprak­ları saçıyor ve "Vah amcacığım." diye bagınyordu. Sonra bu genç orada bulu­nanları Hz. Musaya şikayet etti. Hz. Musa da onların diyet ödemelerine hüküm verdi, onlar da "Ey Allah'ın Peygamberi, rabbine dua et de bu gence katilin kim olduğunu bildirsin. O da cinayeti işleyeni suçlasın. Allah'a yemin olsun ki onun diyeti bizim için kolay bir şeydir. Fakat, biz böyle bir cinayeti işlemekle itham edilmekten utanıyoruz." dediler. Hz. Musa da onlara: "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor" dedi. Onlar da "Biz senden katilin kim olduğunu soruyo-'ruz sen ise bize sığır kesmemizi emrediyorsun. Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. Musada onlara: "Ben alay eden cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.

Süddi devamla diyor ki: "Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Şayet onlar herhangi bir sığın bulup kesmiş olsalardı onlar için yeterliydi. Fakat onlar kendi kendilerini zora koştular, Musaya karşı inatlaştılar. Allah da onlan zorluğa dü­şürdü. Sığırın bütün vasıflan belirtildikten sonra İsrailoğulları onu araştırmaya başladılar. Fakat onu bir türlü bulamıyorlardı. İsrailoğullannın içinde, babasına çok itaat eden, çok iyilikte bulunan bir kimse vardı, bir gün bu şahsın yanından, inci satan bir adam geçiyordu. Ondan inci satın almak istedi. Fakat kasanın anahtan babasının yastığının altındaydı. O sırada babası da uyuyordu. İnci satan adam, incilerini yetmiş bine satacağını söyledi. Genç adam ona, babasını uyan-dırmamak için "Babam uyanıncaya kadar bekle onlan seksen bin'e alayım." de­di. Satışı hemen yapmak isteyen inci tüccan "Babanı uyandır altmış bin'e sata­yım" dedi. Genç: "Bekle uyansın doksan bin'e alayım." dedi. Böylece tüccar de­vamlı fiyatı indirdi genç ise artırdı. Bu şekilde tüccar otuz bine indi. Gençte yüz bine çıktı. Tüccar daha fazla ısrar edince genç "Vallahi senden hiçbir şey satın almam." dedi ve babasını uyandırmamakta direndi.

Allah teala, babasına itaatkâr olan bu gence, satın alamadığı incilere kar­şılık, İsrailoğullanna vasıflan anlatılan sığın nasibetmişti. Sığırı araştıran îsraî-loğullan gencin yanından geçerken o sığın gördüler. Ona, kendisine başka bir sığır vermeleri karşılığnda o sığırı kendilerine vermesini istediler. Genç bunu kabul etmedi. Ona iki sığır verdiler yine kabul etmedi. Sayıyı sürekli artırdılar. Nihayet on sığıra ulaştılar genç yine vermedi. Bunun üzerine İsrailoğulları "Vallahi biz bu sığırı sende bırakmayız. Bunu mutlaka alacağız, dediler ve o genç adamı alıp Hz. Musaya götürdüler. Hz. Musaya dediler ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, biz sığırı bu gencin yanında bulduk. O sığın bize vennemekte di­reniyor. Halbuki biz ona öyle bir fiyat verdik ki o bu sığın bize vermeliydi."

Hz. Musa o gence "Sığınını onlara ver." dedi. Genç: "Ey Allah'ın pey­gamberi, malımda tasarrufta bulunmaya ben daha layıktm." dedi. Hz. Musa "Haklısın." dedi ve İsrailoğullanna: "Bu arkadaşınızı razı edin." dedi. İsraüoğul-lan o gence, sığınn ağırlığınca altın teklif ettiler. Genç vermemekte diretti, on­lar da artırmaya devam ettiler. Nihayet sığınn ağırlanın on katı altın verdiler. Genç te sığırı vermeye razı oldu. Ve onlara sattı parasını aldı. Hz. Musa, İsrailo­ğullanna "Onu kesin" dedi. İsrailoğulları sığın kestiler. Hz. Musa onlara "Sığı-nn bir parçasıyla Ölüye vurun." dedi. Onlar da sığınn iki omuzu arasından aldık­ları bir parçayla ölüye vurdular. Adam dirildi. Ona "Seni kim Öldürdü?" diye sordular. O da: "Beni kardeşimin oğlu öldürdü. O düşünmüş ki ben bunu öldü­reyim, malını alayım, kızıyla da evleneyim." dedi. Bunun üzerine o kişiyi yaka­layıp öldürdüler. [222]

 

68- Onlar: "bizim için rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açık­lasın" dediler Musa dedi ki: "Rabbim diyor ki "O ne çok yaşlıdır ne de çok gençtir. İkisinin ortası bir sığırdır. Emrolunduğunuzu yapın."

Onlar, eziyet verici huylan, kaba yaratılışları ve kötü anlayışlarıyla Mu-saya dediler ki: "Rabbine sor o sığırın mahiyetini bize açıklasın vasıflan neler­dir, şekli nasıldır? Onu iyice bilelim. "Musa dediki: "Rabbim diyor ki: "O sığır ne iyice yaşlanıp ihtiyarlamış bir sığırdır ne de henüz doığum yapmamış kadar küçük bir yaştadır. İkisinin ortası bir sığırdır. Yani henüz iki doğum yapmıştır. O halde emrolunduğnuzu yapın ki katili bilesiniz. [223]

 

69- Onlar "Bizim için rabbine dua et de onun rengi nedir bize açıkla­sın." dediîcr. Musa dedi ki: "O, görenlerin hoşuna giden sapsarı bir sığır­dır."

Onlar, Musaya karşı inatlaşarak dediler ki: "Rabbine sor bakalım rengi nasıldır?" Siyah mı yoksa san mı? Musa onlara dedi ki: "Allah teala diyor ki: "O sapsarı bir sığırdır. Görünüşünün ve şeklinin güzelliğiyle bakanların çok ho­şuna gider,

İsrailoğullarının bu isteği de, kendilerine lazım olmayan bir şeyi ikinci kez yapmaları ve kendilerini zora sokmalarıdır. Bu sebeple Allah onlan zor bir duruma düşürmüş ve sığırın belli bir renkte olduğunu beyan etmiştir.

Ayet-i kerimede zikredilen ve "San" diye tercüme edilen keli­mesi, Hasan-ı Basri tarafından "Simsiyah" şeklinde izah edilmiş, Said b. Cübyer ve yine Hasan-ı Basri tarafından "Boynuzları ve tırnakları san" diye izah edil­miştir.

Taberi, san renginin pekiştirme sıfatı olarak kullaınılan ve "Net sarı" dmek olan kelimesini gözönünde bulundurarak ifade­sinden maksadın "Sapsarı" demek olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede, sığırın, görenlerin hoşuna giden bir sığır olduğu zikre­dilmiştir. Vehb, bu ifadeyi şöyle izah etmiştir "Sığıra bakıldığında sanki gü­neşin ışınları derisinden çıkıyormuş gibi görünüyordu ve bakanları hayran bırakıyordu. [224]

 

70- Onlar: "bizim için rabbine dua et de onun mahiyetini bi/.c açık­lasın, çünkü onu karıştırdık, seçemez olduk. Fakat Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz." dediler.

Onlar: "Rabbinden iste de onun mahiyetini bize iyice açıklasın. Çünkü biz onu karıştırdık. Onu, benzeri sığırlardan ayıramıyoruz. Seçemediğimiz bu sığırın ne okluğunu, Allah'ın dilemesi ve emriyle bileceğiz dediler.

Taberi diyor ki: "İsrailoğullan, peygamberlerine eziyetlerini artırıp inatçı davranışlarını sürdürünce Allah da onların cezalannı şiddetlendirdi. İbn-i Abbas'm da dediği gibi İsrailoğullan alelade bir sığırı alıp ta kesseydiler onlara yetecekti. Fakat onlar işi zorlaştırınca Allah da onları iyice zora soktu.

Atâ diyor ki: "Eğer onlar." Allah dilerse şüphesiz doğruyu buluruz." de-meseydiler ve işi böylece Allah'ın dilemesine bırakmasaydılar bu işin sonu gel­meyecekti. Demek ki emredileni yapmak, hem Allah'ın emrine uymak hem de kolay olanı yapmak demektir. İlahi emirlere kayıtsız şartsız teslim olmak, ku­lun yapacağı en güzel iştir. Aksi takdirde kendisini zora sokanı Allah o zorlukla başbaşa bırakır.

Peygamber efendimiz bu hususa işaretle şöyle buyurmuştur:

"Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın. /İra sizden öncekiler (çokça) soru sormaktan ve Pcygambcrlcriylc ihtilaf etmekten helak olmuş­lardır. Ben size birşeyi yasakladığımda ondan kaçının. Bir şeyi emrettiğim­de de gücünüzün yettiği ölçüde onu yapın. [225]

Taberi, Abdullah b. Abbas, Ubeyde es-Selmani, İkrinıe, Mücahiü, İbn-i Cüreyc, Katade ve İbn-i Zeyd'in "Şayet İsrailoğullan en basit bir sığın alıp ta kesmiş olsalardı elbetteki onlar için yeterli olacaktı. Fakat onlar işi zora soktu­lar. Allah da onların işini zorlaştırdı. " şeklindeki ifadelerini naklettikten sonra bir usul-i Tefsir kaidesi olarak şunu zikretmiştir. "Allah tealanın kitapta zikrettiği ve Peygamberinin diliyle bildirdiği emir ve yasaklarının umumuna ve zahiri­ne bakılır. Bunların hususiliğine ve bâtınına bakı I m az. Ancak Allah'ın kitabında ve Resulullah'ın sünnetinde, onların umumi olan zahiri hükümlerini hususileşti-recek olan bir nass bulunacak olursa o zaman umumi olan hüküm bırakılarak hususi olan hüküm alınır. Hususi durumlarda âyetin hususi hükmü geçerlidir? Onun dışındaki durumlarda ise âyetlerin genel hükümleri geçerlidir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Yukarıda isimleri zikredilen sahabi ve tabiîler, İsrailoğullannı, kendilerine gelen emri genel mânâda almayıp özel­leştirmek istemelerinden dolayı onları kınamışlardır. Böylece bizim "Nasslann zahirine itibar edilir ve'onların genel hükümleri geçerlidir. Yeter ki onları husu-sileştiren bir nass bulunmasın." şeklindeki görüşümüzün, onların görüşlerine uygun düştüğü, hükümlerin husisiliğini iddia edenlein ise yanlışlığı ortaya çık­maktadır. [226]

 

71- Musa dedi kî: "Rabbim diyor ki"O ne tarla süren yıpranmış bir sığırdır ne de ekin sulayan. Kusursuzdur. Onda alacaklık yoktur." Bunun üzerine onlar: "İşte şimdi gerçeği bildirdin." dediler ve sığırı kestiler.Az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Musa dedi ki: "Rabbim diyor ki "O, çift sürerek yıpranmış bir hayvan de­ğildir. Ekinlerin sulanmasında kullanılan bir hayvan de değildir. O, kusursuz­dur. Asıl rengine kansan başka bir renk te yoktur üzerinde. "İsraiîoğulları da: "İşte şimdi gerçeği bize açıkladın. Biz de onu hakkıyla anladık." dediler. Ve özellikleri açıklanan o sığın bulup kestiler. Fakat az kalsın bunu yapmayacak­lardı. Fiyatının yüksek olması ve Allah'ın, ölüyü dirilterek katilin kim olduğunu ölüye söyletip kedilerini rezil edeceği korkusuyla neredeyse o sığın temin edip kesmeyeceklerdi.

* Ayet-i kerimede, sığınn tarla sürerek yıpranmadığı ve ekinleri sulama işinde çaliştınlmadiğı zikredilmektedir. Hasan-i Basri bu sığırın, ehlî olmayan vahşi bir sığır olduğunu, bu nedenle âyette zikredilen sıfatlan taşıdığını söyle­miştir.

Yine âyet-i kerimede "Kusursuzdur" diyen tercüme edilen ve lügat mânâsı "Berî"demek olan kelimesi, Mücahid tarafından "Alacalıktan beridir" şeklinde izah edilmiş, Katade, Ebul Âliye ve İbn-i Abbas tarafından da

"Kusurlardan beridir" şeklinde izah edilmiştir. Taberi de "Onda alacalık yoktur" ifadesini gözönünde bulundurarak ikinci görüşün tercihe şâyân olduğunu söyle­miştir. Zira aksi takdirde, ifadede lüzumsuz bir tekrar olacaktır.

Âyet-i kerimede "Az kalsın bunu yapmayacaklardı." buyurulmaktadir. Bu ifadeden maksat "Neredeyse sığın kesmeyeceklerdi." demektir. Sığırı nere­deyse kesmemelrerinin sebebi, Muhambed b. Kâ'b el-Kurezi, Mücahid ve Mu-hammed b. Kays'a göre, sığımı fiyatının yüksek olmasıdır. Zira sığırın fiyatı olarak Süddiye göre, ağırlığının on katı altın verilmiş Mücahid, Ubeyde es-Sel-mani ve İbn-i Zeyde göre, derisi dolusu altın verilmiş, İbn-i Abbas, Vehb b. Müııebbih ve Ubeyde den nakledilen başka bir görüşe göre derisi dolusu dinar verilmiştir. Halbuki İkrimenin rivayetine göre sığınn asıl değeri üç dinar idi.

Vehb b. Münebbih ise sığırı nerdeyse kesememelerinin sebebinin, Allah tealanın, katili ortaya çıkararak kendilerini rüsvay etmesinden korkmaları oldu­ğunu söylemiştir. Taberi ise, her iki sebepten dolayı da bunu yapmadıklarını söylemenin daha isabetli olacağını beyan etmiştir. [227]

 

72- Hani sizi bir adam öldürmüş ve aranızda tartışmış da suçu birbi­rinizin üstüne atmıştınız. Halbuki Allah, gizlemekte oîduğunuzu ortaya çı­karır.

Ey İsrailoğullaff, siz bir adam öldürmüş sonra da onu öldünne suçunu birbirinizin üstüne atmıştınız. Her gurup, katilin kendisinden olmadığını savu­nuyordu. Halbuki Allah, öldürdüğünüz kişinin meselesini ortaya çıkarıcıdır.

* Mücahid, İbn-i Cüreyc, İbn-i Zeyd ve Katade, öldürülen kişiyi kimin öldürdüğü hakkında İsfailoğuliannın birbirleriyle ihtilafa düştüklerini, âyet-i ke­rimenin de onların bu ihtilafını beyan ettiğini söylemişlerdir. Daha önceki âyetlerde, öldürülenin, kim tarafından ve nasıl öldürüldüğü, zikredilen rivayet­lerden nakledilmiştir.

Abdullah b.Abbas, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve Muhammed b. Kays, öldürülen kişi hakkında ihtilaf eden İsrailoğullaına dair şu rivayetleri de zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abas diyor ki:"Hz. Musa'nın döneminde, İsrailoğullarından malı çok olan ihtiyar bir zat vardı. Bunun fakir yeğenleri vardı. İhtiyarın çocuğu yoktu. Öldükten sonra kendisine kardeşinin oğulları mirasçı olacaktı. Bunlar: "Keşke amcamız ölse de kendisine mirasçı olsak" diyorlardı. Amcaları uzun sü­re yaşayınca Şeytan onlara gidip şu vesveseyi verdi: "Siz amcanızı öldürüp malına mirasçı olsanız ve yabancı bir şehre götürerek te oranın halkından diyetini alsanız nasıl olur." O dönemde bir insan öldürülür de mevcut olan iki şehirden hangisinde bulunursa diyeti o şehrin halkı ödermiş. İki şehirin arasında buluna­cak olursa mesafe ölçülür, ceset hangi şehre daha yakınsa diyeti o şehir öder­miş. Amcaları uzun süre yaşayınca yeğenleri, Şeytanın vesvesesine kapılmışlar ve amcalarını öldürüp diğer şehre götürmüşler ve oraya bırakmışlardır. Sabah olunca da amcalarını öldüren bu yeğenler, o şehir halkına gidip "Amcamız sizin şehirin kapısında öldürülmüş, Allah'a yemin olsun ki onun diyetini bize Ödeye­ceksiniz." demişlerdir. Şehir halkı: "Allah'a yemin ederiz ki biz onu Öldürme­dik, onu öldüreni de bilmiyoruz. Şehrimizin kapısını kapadıktan sonra sabaha kadar da hiç açmadık." demişlerdir. Bunun üzerine iki taraf ta Hz. Musaya başvurmuşlardır. Öldürülen adamın yeğenleri: "Biz amcamızı bunların şehirleri­nin kapısında Ölü olarak bulduk." demişler, şehir halkı ise "Allaha yemin olsun ki biz onu öldürmedik, şehirin kapısını akşamleyin kilitledikten sonra sabaha kadar hiç açmadık." demişlerdir. îşte bunun üzerine Cebrail (a.s.) herşeyi işiten ve bilen Allah tealanın Hz. Musaya "Onlara de ki "Allah size bir sığır kesmenizi ve onun bir parçasıyla ölüye vurmanızı emrediyor." âyetini getinniştir.

Muhammed b. Kâ' b el-Kurezi ve Muhammed b. Kays ise, öldürülen kişi hakkında İsrailoğullarının ihtilafa düşmelerini şöyle nakletmişlerdir: "Torunlara ayrılan İsrailoğullanndar. bir torun, insanlar arasında çokça şerrin yayıldığını görünce, kendilerine mahsus bir şehir kurmuşlar ve insanlardan uzaklaşmışlar­dır. Bunlar akşam olunca orada yaşayan herkesi şehirin içine topluyor kapılarını kapatıyoriarmış. Sabah olunca da reisleri şehri kontrol ediyor, herhangi bir şey görmeyince kapıyı açıyor ve insanları akşama kadar serbest bırakıyormuş. Böylece bu insanlar gidip başka yerlerdeki insanlarla alış veriş vb. münasebetlerde bulunuyorlarmış. Bu dönemde İsrailoğull arının içinde, malı çok olan ve karde­şinin oğlundan başka da mirasçı?.! bulunmayan bir kimse varmış. Adam uzun müddet yaşamış. Kardeşinin oğlu da, bir an evvel mirasını elde etmek için onu öldürmüş ve götürüp adı geçen şehirin kapısına atmıştır. Kendisi ve arkadaşları şehrin kapısına gizlenmişlerdir. Şehirin reisi, şehirin içinde herhangi bir durum olmadığını öğrendikten sonra şehirin kapısını açmıştır. Kapının Öünde bir kişi­nin Öldürüldüğünü görünce de kapıyı kapatmıştır. Bunun üzerine öldürülen ada­mın kardeşinin oğlu ve arkadaşları: "Dur bakalım onu hem öldürdünüz hem de kapıyı kapatıyorsunuz." demişlerdir.

Bu sırada çokça cinayetler işleniyor Hz. Musa da şehirlerinde cinayet iş­lenen insanları cezalandırıyordu. Bu yüzden öldürülen kişinin kardeşinin oğlu ile şehir halkı arasında neredeyse savaş çıkacaktı. Her iki tarafta silahlarını ku­şandılar fakat sonra savsamaktan vazgeçip Hz. Musaya başvurdular. Durumu anlattılar. Öldürülen kişinin yeğenleri: "Ey Allah'ın Resulü, bunlar amcamızı öl­dürdüler sonra da kapıyı kapattılar." dediler.Şehir halkı ise : "Ey Allah'ın Resulü, sen bizim, insanlardan aynlıp özel bir şehir kurduğumuzu biliyorsun. Sen bizim, şerli insanlardan uzak durduğumuzu görüyorsun. Biz o kişiyi ne öldür­dük ne de Öldüreni biliyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah teala, bir sığır kesip parçasıyla ölüye vurmalarını emretti. Hz. Musa da onlara: "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." dedi.

Ubeyde es-Selmani ve İbn-i Zeyd de İsrailoğullannın, öldürülen kişi hak­kındaki ihtilafları hususunda benzeri görüşler zikretmişlerdir. [228]

 

73- Kesilen sığırın bir parçasıyla o ölüye vurun." dedik. İşic Allah ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz diye delillerini size gösterir.

Musanm kavmine dedik ki: "Dirilip kendini kimin öldürdüğünü söylesin diye o sığırın bir parçasıyla o ölüye vurun." Onlar da vurdular. Allah o ölüyü di­riltti ve dirilen ölü, kendisini kimin öldürdüğünü söyledi. Allah bu ölüyü, dünya hayatında nasıl dirilttiyse ölümden sonra âhiret hayatında diğer ölüleri de öyle diriltecektir. o halde ey akıl sahipleri bundan ibret alın.

Ey, Muhammed'i yalanlayan kâfirler, Allah size, kendi birliğine ve Pey­gamberinin doğru söylediğine dair delillerini işte böyle gösterir ki, Allah'ın kudretini ve Muhammed'in doğru söylediğini düşünüp te iman edesiniz.

Müfessirler, öldürülen kişiye sığırın hangi parçasıyla vurulduğu husu­sunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Mücahid, İkrime ve Katade, öldürülen kişiye, kesilen sığırın bacağıyla vurulduğunu, bunun üzerine öldürüen kişi dirilerek kendisini kimin Öldürdüğü­nü söylediğini ve tekrar öldüğünü söylemişlerdir.

Süddi ise ölüye, sığırın iki omuzu arasındaki bir parçayla vurduklarını, bunun üzerine öldürülen kişi dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söylediğini ve tekrar öldüğünü söylemişlerdir.

Süddi ise ölüye, sığırın iki omuzu arasındaki bir parçayla vurduklarını, bunun üzerine ölünün dirilerek kendisini kardeşinin oğlunun öldürdüğünü söy­lediğini ve tekrar öldüğünü söylemiştir.

Ebul Âliye ise öldürülene, sığırın kemiklerinden biriyle vurduklarını, bu­nun üzerine adamın dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledikten sonra tekrar öldüğünü söylemiştir.

İbn-i Zeyd de, öldürülen kişiye sığırın organlarından herhangi biriyle vurulduğunu, bunun üzerine ölünün doğrulup oturduğunu, katili haber verdikten sonra tekrar öldüğün söylemiştir.

Taberi, sığırdan bir parça ile ölüye vurulduğunu bu parçanın hangi parça olduğna dair ise bir delil bulunmadığını, bu itibarla sığırın herhangi bir parça­sıyla vurulmuş olabileceğini, özellikle bir parça ile vurulduğunu söylemenin bir delile dayanmadığım söylemiştir. Allah teala bu parçayı açıkça zikretmediğin­den bunu bilmenin herhangi bir fayda sağlamayacağını beyan etmiştir. [229]

 

74- Bu mucizeden sonra kalblcriniz yine katılaştı. Onlar taş gibi hat­ta daha da katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardırki onlardan nehirler fışkırır. Öyleleri de vardır ki yarılır, aralarından su çıkar. Taşlar vardır ki, Al­lah'ın korkusundan yuvarlanırlar. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değil­dir.

Ey İsrailoğullarının kâfirleri, bu apaçık delilleri gördükten sonra yine kalbleriniz katılaşip sertleşti. Taşlar gibi sert ve kuru oldu. Hatta bazıları taştan da sert hale geldi. Öyle taşlar vardır ki onlardan ırmaklar çıkar. Öyleleri de var­dır ki su ile yarılır, o sular, kaynayan göze, akan nelirler olur. Öyle taşlar da var­dır ki, Allah'ın korkusundan dağların tepelerinden aşağıya doğru yuvarlanırlar.

Allah, sizin yaptığınız çirkin şeylerden habersiz değildir. Bilakis onları zaptedip muhafaza etmektedir. Âhirette onların hesabım soracaktır.

* Allah teala, onların kalbeleri için bu misali vererek şunu bildirmek is­temiştir: Taşlar bile, delilleri gördükleri halde iman etmeyen bu adamların kal­binden daha yumuşaktır. Halbuki Allah teala onlara, akıllara durgunluk verecek deliller göstermiş ve onlara, taşlara vermediği selim bir kalb ve akıl vermiştir. Buna rağmen, insanlığın efendisi olan Hz. Muhammedi yalanladılar. [230]

 

75- Onların, size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bîr cemaat, Allah'ın kelamını dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlardı.

Ey Müminler, Yahudilerin size ve Peygamberiniz Muhammed'in getir­diklerine inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemaat, Tevrat'ta Allah'ın kelamını okuyorlar, onu dinleyip anladıktan sonra da onu bozuyor, ne demek olduğunu anladıkları halde mânâsını değiştiriyorlardı. Bunu yaparken de Haklı olmadıklarını ve yalancı olduklarını biliyorlardı.

Bu âyet-i kerimeye göre, müminler, geçmişteki Yahudilerin devamı olan soylarının Hz. Muhammed (s.a.v.)in getirmiş olduğu hakka, nura ve hida­yete iman etmelerini beklememelidirler.

Muhammed b. İshak ve Rebi' b. Enes'e göre İsrailoğullanmn, Allah'ın kelamını dinlemeleri. Tur dağında Hz. Musa ile beraberken olmuştur, onlar bu kelamı dinledikten sonra geri dönmüş ve Musanın, Allanın emirlerini İsrailoğul-lanna tebliğ etmesi üzerine, onunla birlikte ilahi emirleri dinleyen yetmiş kişi Hz. Musayı yalanlamış ve Allah'ın emirlerini tahrif etmişlerdir. Mücahid, Süddi ve tbn-i Zeyd'e göre ise bu dinleme, Hahamların Tevratı okuyup dinlemeleridir. Onlar bu kitabı dinledikten sonra onda bulunan helali haram, haramı da helal saymışlardır. İşte âyetin sonu buna işaret etmektedir. Taberi: "İsrailoğullann-dan bir gurup, Allah'ın kelamım dinleyip, ifadesini gözönünde bulundurarak bi­rinci görüşü tercih etmiştir. Zira, Tevratı bütün İsrailoğullarının dinlediği mu­hakkaktır. İsrailoğullaırndan özel bir gurup ise Hz. Musa ile birlikte, Allah tea-lanın konuşmasını dinlemişlerdir. İşte bunlar bizzat kendileri Allah tealadan duyduklan şeyleri tahrif etmeye ve Musaya karşı çıkmaya girişmişlerdir ki Al­lah teala bunları örnek göstererek Muhammed ümmetinin, İsrailoğullarının iman edeceklerini beklemelerinin isabetli olup olmadığını beyan etmiştir. [231]

 

76- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" derler. Birbir­leriyle başbaşa kaldıkları zaman da "Allanın size açıkladıklarını, rabbinizin katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsu­nuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" derler.

Yahudiler, müminleri gördükleri zaman, münafıkça hareket ederek "Mu­hammedi ve onun, Allah'tan getirdiği şeyleri tasdik ettik." derler. Birbirleriyle yalnız başlarına kaldıklarında ise bir kısmı diğer bir kısmına der ki: "Muham-med'in sıfatlarıyla ilgili olarak, Allah'ın size kitabında bildirdiği şeyleri onlara haber veriyor ve onun Peygamberliğini tasdik mi ediyorsunuz? Rabbinizin hu­zurunda bunları size karşı delil göstersinler diye mi konuşuyorsunuz? Ey ka­vim, iyice düşünüp aklınızı neden kullanmıyorsunuz?"

Âyet-i kerimede geçen ve "Allah'ın size açıkladığı" şeklinde tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Dehhakm Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre Allah tealanın Yahudi­lere açıkladığı şeylerden maksat, Allah'ın Tevratta onlara emrettiği şeylerdir. Bazı Yahudiler, müminleri gördüklerinde "Biz, arkadaşınız Muhammed'e iman ettik." diyorlardı. Kendi aralarında başbaşa kaldıklarında ise "Allah'ın size, Mu­hammed'e iman etmeniz gerektiğitıi bildirdiğini niçin Müslümanlara söylüyor da rabbiniz katında onların, aleyhinize şahitlik etmelerini sağlıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" diyorlardı. "İman ettik" diyen Yahudiler de "Biz onlar­la alay ediyoruz." diyorlardı.

Ebul Âliye'ye, Kadadeye ve Abdullah b.Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Allah tealanın, Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, Tevratta zikredilen, Hz. Muhammed'in sıfatlarıdır. Bir kısım Yahudiler, Hz. Muham-med'in hak Peygamber olduğunu ve onun sıfatlarının Tevratta zikredildiğini müminlere söylüyoıriardi. Yahudilerle bir araya geldiklerinde diğer Yahudiler onları hesaba çekiyorlar ve "Allah'ın Tevratta size açıkladığı Muhammedin sı­fatlarını niçin Müslümanlara anlatıyorsunuz? Böylece onlar, Allah katında bu sözlerinizi aleyhinize delil olarak kullanacaklardır. Halbuki Allah sizden, sıfat­lan belirtilen böyle bir Peygambere iman etmenize dair söz almıştır.

Mücahide göre ise Allah'ın, Yahudilere açıkladığı şey onlann geçmişteki atalarının maymunlara ve domuzlara dönüştürülmeleridir. Resululiah, Kureyza oğullarının kalelerini kuşatma altına aldığında onlara "Ey, maymunların, do­muzların kardeşleri, ey tağuta tapanlar," diye seslenmiş bunun üzerine Yahudi­ler" Bizim böyle olduğumuzu Muhammed'e kim bildirdi? Bu mutlaka içinizden biri tarafından söylendi. Siz, Allah'ın size açıkladığı şeyleri onlara açıklıyorsu­nuz, sizin aleyhinize onların elinde delil oluyor." dediler.

Süddiye göre ise Allah'ın Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, onlann geçmişte uğratıldıkları azaplardır. Yahudilerden bir kısmı Müslüman olmuş, o esnada, geçmişte uğratıldıkları azapları müminlere anlatmışlardır. Daha sonra ise münafık olmuşlar, bu sebeple diğer Yahudiler onları, müminlere anlattıkları şeylerden dolayı kınamışlardır. "Allahın sizi uğrattığı azapları müslümanlara anlatıyorsunuz ki sizin aleyhinize, onlann elinde delil olsun ha? Yapmayın bu­nu." demişlerdir.

İbn-i Zeyd'e göre ise Allah'ın, Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, Tevratta açıkladığı bir kısım hükümlerdir.. Bir kısım Yahudilere "Siz bunun, Tevratta böyle böyle olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sorulduğunda onlar "Evet biliyoruz" diyorlardı. Liderlerinin yanlarına vardıklannda liderleri onlara "Allahın size indirdiği şeyleri niçin onlara haber veriyorsunuz ki rabbiniz katın­da onlann elinde aleyhinizde bir delil olsun, hiç düşünmüyor musunuz?" diyor­lardı. İbn-i Zeyd sözlerine devamla diyor ki"Resulullah mümin olmayanların, Medineye girmelerini yasaklamıştı. Yahudilerin kâfir ve münafık olan liderleri onlara "Siz gidin iman ettik" deyin içlerine girin. Döndüğünüz de ise inkâr edin." diyorlardı. Yahudiler, Resulullah'in haber ve emirlerini öğrenmek için Medineye geliyor "biz Müslüman olduk" diyerek sabahleyin şehre giriyorlar. İkindiden sonra oradan çıkıyorlar ve kâfir olduklannı belirtiyorlardı. Bu hususu Allah teala şu âyetinde açıklamaktadır "Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi" İman edenlere indirilene günün başlangıcında iman edin sonunda inkâr edin. Umulur ki dinlerinden dönerler. [232]Taberi bu görüşlerden, Hz. Muhammed'in hak Peygamber olarak gönderildğini söylemenin kastedildiğini beyan eden gö­rüşün, tercihe şâyân olduğunu zira âyetin başında Resulullah'a ve müminlere "Biz iman ettik." ifadesinin bulunduğunu âyetin devamında da aynı ifadeden dolayı, kâfir liderleri tarafından hesaba çekildiklerim söylemenin âyetin insica­mı ve birliği bakımından daha doğru olacağını söylemiştir. Buna göre Yahudi­ler "İman ettik" diyen ve Hz. Muhammed'in sıfatlarının Tevratta zikredildiğini beyan eden diğer Yahudileri hesaba çekiyorlar. Tevratta yazılı olan bu tür şeyle­ri söyledikleri takdirde Allah katında aleyhlerine delil olacağını bildiriyorlardı. [233]

 

77- Bilmezler mi ki, Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da muhakkak bilir.

Bu Yahudiler bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizledikleri inkâr ve yalan­larını da, açıkladıktan, Allah'a, Resulüne ve müminlere karşı "İman ettik" şeklindeki münafıklık ve oyunlarını da çok iyi bilmektedir.

Müminlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" diyen ve liderleriyle yan yana geldiklerinde de "Biz müminlerle alay ediyoruz" diyen Yahudiler bilmez­ler mi ki, Allah onların gizledikleri "Muhammedi inkâr etme ve yalanlama" dü­şüncelerini de bilir. Açığa vurdukları "Muhammed'e iman ettik" şeklindeki ya­lan sözlerini de bilir. Bu itibarla müminlere söyledikleri sözün Allah katında aleyhlerine delil olacağına dair bir düşüncenin anlamı yoktur. Zira onlar konuş­sa da konuşmasa da Allah onlan bilmektedir. [234]

 

78- Onlardan bazılarının okuyup yazması yoktur. Bir takım kurun­tular hariç, kitabı bilmezler. Onlar sadece zanda bulunurlar.

Bu Yahudilerden öyle bir halk tabakası vardır ki okuyup yazmaz, hiç bir şey bilmezler. Tevratı ve onun içindekileri bilmezler. Fakat yalan uydururlar. Bâtıl, yalan ve günah sözler söyleyip dururlar. Onlar ancak şüphe içinde bulu­nurlar. Gerçekçi olduklarını zannederler fakat bâtılın peşindedirler.

* Âyet-i kerime bu insanları "Zan peşinde koşmak"la vasıflandırmakta­dır. Çünkü onlar, âlimlerinden ve idarecilerinden duydukları sözlerin, Allah'ın kitabından alındığını zannediyorlardı. Halbuki bunlar Allah'ın kitabından alın­mış değillerdi. Böylece Allah'tan gelen şeyleri tasdik etmeyi terkettiler de bü­yüklerinin ve idarecilerinin haber verdiklerine tabi olduiar.

Âyet-i kerimenin anlattığı bu sınıf, haham ve ruhbanlardan olan dini li­derlerin saptırdığı cahil halk tabakasıdir. Bunlar âdeta, kesilmek için mezbahaya götürülen koyunlar gibidirler. Kendilerine neler yapılacağının, nereye sürükle­neceklerinin farkında değildirler.

Bu gibi insanlar, yanlış bin anlayışla, Allah'ın "Halım" sıfatına sığınırlar. "Halîm" sıfatı, Allah'ın, affetme, sert davranmama sıfatıdır. Böyleleri kendi sa­pıklıklarını düzeltme yerine Allah tealanın "Halim" sıfatına sarılarak günah işle­dikleri halde affedileceklerini umarlar. Böylece kendilerini tatmin ederler. Allah teaianın, aynı zamanda hak edenlere cezalarını veren olduğunu unuturlar. [235]

 

79- Kitabı elleriyle yazıp sonra onu az ir değer ile değiştirmek için "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline. Ellerinin yazdığından dola­yı vay hallerine. Kazandıkları günahtan dolayı vay hallerine.

Atlanın kitabını günahkâr elleriyle yazıp sonra da "Bu, Allah katından­dır" diyenlerin vay hallerine. Onu. bilgisi olmadan ve Tevratta ne bulunduğunu bilmeyen cahil bir kavme basit bir dünya malı karşılığında satmak için yaptılar. Allahın indirdiğinin aksine, elleriyle kitabı yazıp sonra onu satarak yiyenlere azap vardır. Hatalar işledikleri, günahlar kazandıkları için vay hallerine.

Bu âyet-i kerimede, Yahudilerin başka bir sınıfına işaret edilmektedir. Bunlar, haksız yere insanların mallarını yemek için Allah'a karşı yalan uyduran ve kendi elleriyle yazdıklarını Allah tarafından gönderilmiş gibi göstererek bil­gisiz insanları sapıklığa sürükleyen Yahudi ilim adamlarıdır. Bunlar, Hz. Mu-hammed (s.a.v.) in Tevrattaki sıfatlarını siliyor onun yerine insanların hoşuna gidecek şeyler yazıyorlardı. Ayrıca kendi ictihadlannı, Allah tarafından indiril­miş âyetler gibi gösterdiyorlardı. Böylece Allah'a karşı yalan ve iftirada bulunu­yorlardı. Bu yüzden veyl azabını hak etmişlerdir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Vay hallerine" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.

Dehhakın Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre bu kelimeden maksat "Onlara azap olsun" demkektir.

Ebu İyad'a göre ise aslında cehennemliklerin kan ve irinlerinin aktığı bir kuyunun adıdır. Bu izaha göre bu kelimenin mânâsı "Onlar veyl ku­yusuna düşsünler" demektir.

Ebu Saki el-Hudri, Resulullah (s.a.v.)in bu kelimenin izahında şöyle bu­yurduğunu rivayet ediyor:

"Veyl cehennemde bir vadidir. Bir kâfir onun tam dibine ulaşmadan kırk sene aşağı doğru yuvarlanır. [236]

Hz. Osman (r.a.)dan da Resulullah'ın Veyİ hakkında, onun cehennemde bir dağ olduğunu rivayet ettiği nakledilmektedir.

Taberi, bu izahlara göre âyetin mânâsının, "Elleriyle kitabı yazıp sonra da onun, Allah katından olduğunu söyleyen Yahudilere, cehennemin dibindeki Veyl kuyusundan kan ve irin içme azabı olsun" demek olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede Yahudilerin bilgin zümrelerinin , maddi menfaatler elde etme karşılığında, Allah'ın kitabından olmayan şeyleri elleriyle yazarak Allah'ın ki tabı nd anmış gibi gösterdikleri zikredilmektedir. Özellikle "Elleriyle yazdıkla­rı" ifadesinin zikredilişi, bu işi bizzat kendilerinin yaptığını, cahillerine emrede­rek onlar vasıtasıyla yaptırmadıklarım belirtmek içindir. Bu da, bu işi yapanla­rın, tam olarak ve kasıtlı bir şekilde, başkalarından gizleyerek yaptıklarını gös­termektedir. [237]

 

80- Onlar: "Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır." derler. Deki: "Böyle olacağına dair Allah'tan bir söz mü aldınız -ki Allah sözün­den caymaz- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?

Yahudiler dediler ki: "Buzağıya taptığımız kırk günden başka biz ateşe girmeyeceğiz." Ey Muhammed, o Yahudi topluluğuna de ki: "Bu söylediğinize dair Allah'tan bir ahit, bir vaad mi aldınız? Şayet öyleyse delillerinizi gösterse­niz ya. Zira Allah, vaadinden dönmez. Yoksa bilmeyerek ve haddinizi aşarak Allah'a bâtıl şeyler mi isnad ediyorsunuz?

Yahudilerin, ateşin kendilerine dokunacağını söyledikleri sayılı günler hakkında müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

Dehhakın rivayetine göre, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi. Ebul Âliye, Ikrime, Dehhak ve ibn-i Zeyd'e göre, Yahudilerin söyledikleri bu sayılı günler­den maksat, buzağıya tapma süresi olan kırk gündür. Onların iddialarına göre Allah, onlara kırk gün azap edeceğine dair yemin etmiştir. Allah'ın bu yemini yerine geldikten sonra onları cehennemden çıkaracak yerine Muhammet! üm­metini koyacaktır. Âyet-i kerime, Yahudilerin bu iddialarını yalanlamaktadır.

Yahudilerin "Buzağıya taptığımız kırk günden başka biz ateşe girmeye­ceğiz." dedikleri şeklindeki tefsir, İbn-i Abbastan rivayet edilmektedir. Said b. Cübeyr ve İkrime'nin İbn-i  Abbastan naklettiklerine ve Mücahide göre ise Yahudiler şöyle demişlerdir: "Dünyanın ömrü yedi bin senedir.Biz, her sene için sadece bir gün azap göreceğiz. Böylece bütün azap göreceğimiz gün sayısı yedi­dir. Ondan sonra azap kesilecektir.

Âyet-i kerime, işte bu şekilde hadlerini aşarak sapık ve bâtıl bir görüşün peşine takılan Yahudilerin, Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri isnad ettiklerini ve bu haleriyle hadlerini aşarak sonuçta cezayı hak ettiklerini beyan etmektedir.

Yahudiler, cehennemde ancak sayısı belli olan günler kadar kalacakları iddialarını devamlı olarak tekrar etmekteydiler. Hayberin fethi sırasında, Resu-lullah ile aralarında geçen şu konuşmada da bu iddialarını tekrarlamışlardır.

Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

"Hayberin fethinde Resulullah'a, içine zehir konmuş bir koyun ikram edildi. Rasulullah (s.a.v.) "Çevrede bulunan Yahudileri bana getirin." buyurdu. Toplanıp getirildiler. Resulutlah (s.a.v.) onlara "Ben size bir şey soracağım. O hususta bana doğru cevap vcreccğinİ7x söz veriyor musunuz? " dedi. Onlar da "Evet ey Ebul Kasım." dediler. Resulullah onlara "Babanız kim?" diye sor­du. Onlar: "Falan" diye cevap verdiler? Resulullah "Yalan söylediniz. Aslında sizin babanız filandır." dedi. Onlar: "Doğru söyledin. Haklısın." dediler. Resu-lullah: "Size bir şey daha sorsam bana doğru cevap vereceğinize söz verir misiniz?" dedi. Onlar: "Evet ey Ebul Kasım. Doğru cevap vermek zoundayız. Şayet yalan söyleyecek olursak, babalarımız hakkında yalanımızı bildiğin gbi bunu da bilirsin." dediler. Resulullah (s.a.v.) onlara "Cehennemlikler kimler­dir?" diye sordu. Onlar :"Biz orada az bir zaman kalacağız. Sonra oraya bizim yerimize sizler gireceksiniz." dediler. Bunun üzerine Resulullah {s.a.v.) onlara "Kesin sesinizi, orada sinip kalın. Allah'a yemin olsun ki biz sizin ardınız­dan oraya girmeyeceğiz." dedi. Resulullah sözlerine devamla şöyle buyurdu: "Size birşey daha sorsam, bana doğru söyleyeceğinize dair söz verir misi­niz?" Onlar: "Evet ey Ebul Kasım." dediler. Resulullah: "Siz bu koyuna zehir koydunuz mu?" diye sordu. Onlar da "Evet" dediler. Resulullah: "Sizi buna sevkeden sebep nedir?" diye sordu. Onlar "Dedik ki, eğer yalancı isen senden kurtulmuş oluruz. Şayet Peygamber isen zaten zehir sana zarar vermez." dediler. [238]

 

81- Evet, kim bîr kötülük işler ve hataları kendisini kuşatırsa, işte onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

Kim Allah'a ortak koşar, onun Peygamberlerini yalanlar ve hatalan ken­disini kuşatırsa o kimse cehenneme girecektir. Böyleleri cehennemden hiç çık­maksızın ebedi kalacaklardır.

Yapılan hatalan küçümsememelidir. Zira birikerek çoğalan hatalar kişi­yi sonunda cehenneme sürükleyebilir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir ha-dis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

Sizlcr, küçük günahlardan da kaçının. Çünkü onlar bir kişide biri­kip sonunda onu helak cdcr. [239]

Âyette zikredilen ve "Evet" diye tercüme edilen kelimesi Arap-çada olumsuz cümlelerden sonra olumlu cvap mahiyetindedir? Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Yahudiler, "Bize sayılı günler dışında azap dokunmaya­caktır." demişlerdir." Bu iddianız yanlıştır. Evet size ateş dokunacaktır." şeklindedir.

Âyette zikredilen "Kötülük" ifadesinden maksat, özel bir kötülük olan, Allah'a ortak koşmaktır. Zira âyetin sonunda kötülüğü işleyenlerin ebedi olarak cehnemde kalacakları zikredilmektedir. Halbuki, mümin olan kişinin büyük gü­nah işlemesi halinde bile sonunda cennete gireceği Resulallah'tan nakledilen çe­şitli hadislerde zikredilmiştir.

Nitekim, Ebu Vâil, Mücahid, Katade, Ata, İbn-i Cüreyc, Rebi' b. Enes, âyette zikredilen "Kötülük"ten maksadın Allah'a ortak koşmak olduğunu söyle­mişlerdir.

Âyette zikredilen "Hatalan kendisini kuşatırsa" ifadesinden maksat, "Allah'a ortak koşar ve işlediği günahlar kendisini kuşatır ve onlardan tevbe et­meden ölürse" demektir. "Hataların kulu kaplaması", onlardan vaz geçmemesi ve onlara devam ederek Ölmesiyle gerçekleşir. Nitekim, Dehhak, Rebi' b. Hay-sem, Ebu Rezin, A'meş ve Süddi, "Kuşatma" ifadesini "Hatalar üzerine ölme" şeklinde izah etmişlerdir.

Abdullah b. Abbas buradaki "Hata"dan maksadın, "İnkarcılık" olduğunu, Mücahid, bundan maksadın "Allah'ın, cehennem, azabını gerektiren şeyler." saydığı günahlar olduğunu, Katade, maksadın "Büyük günahlar" olduğunu, Ha-san-ı Basri bundan maksadın "Allah'ın, işlenmesiyle cehenneme koyacağını bil­dirdiği günahlar" olduğunu, Atâ ise, buradaki "Hata" dan maksadın, Allah'a or­tak koşmak olduğunu söylemişlerdir. [240]

 

82- İman edip saîih ameller işleyenler ise, işte onlar cennetliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

İman edip salih amel işleyenler, farzları eda edip haramlardan kaçınarak Allah'a itaat edenler ise cennet ehlidirler. Orada ebedi olarak ikamet edecekler­dir.

Burada zikredilen "îman edenler"den maksat, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve onun getirdiklerine iman edenlerdir. "Salih amel işleyenler"den maksat, ise Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ona itaat edenlerdir. Allah te-ala, bundan Önceki âyette, kâfirlerin cehennemde, bu âyette de müminlerin cen­nette ebediyyen kalacaklarını zikretmiş böylece "Biz cehennemde sadece sayılı günler kalacağız" diyen Yahudileri yalanlamıştır. [241]

 

83- Bir zaman İsrailoğullarından "Allah'tan başkasına kulluk etme­yin, anaya, babaya, yetimlere, düşkünlere iyilik yapın. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı kılıp zekatı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, pek azınız müstesna, yüzçcvirdiniz. Zaten siz yüzçcviricilcrsiniz.

Ey İsrailoğullan topluluğu, sizden, "Allahtan başkasına ibadet etme-yin,anaya, babaya, şefkat kanatlarını indirerek, onlara acımak, onlara kaşı ince kalbli olmak ve hayır dua etmek suretiyle iyilikte bulunun.Yakm akraba ile mü­nasebetleri devam ettirin. Onların haklanın verin. Kız olsun erkek olsun yetim­lere şefkat ve merhametli davranın. İhtiyaç ve fakirlikten dolayı sefil olanlara, , Allah'ın, mallarınızdan farz kıldığı haklarını vermek suretiyle iyilik yapın. İn­sanlara edeple ve iyi bir davranışla güzel söz söyleyin. Rükuunu, secdesini, kı­raatim ve huşuunu tam yapmak suretiyle namazı eda edin. Zekatı almaya layık olanlara mallarınızın zekatını verin" diye kesin söz aktığmızı hatırlayın. Ey Ya­hudi topluluğu, bundan sonra siz, pek azınız müstesna ahde vefadan yüzçevirdi-niz. Zaten siz, haktan ve doğru yoldan yüzçeviricilersiniz.

*Âyette geçen "Allah'tan başkasına kullak etmeyin" ifadesinden maksat, Allah'a ihlasla ibadet edin ve onun dışında herhangi bir şeye kulluk etmeyin" demektir. "Anaya babaya iyilik yapın" ifadesinden maksat, Muhammed ümmetine emredilen iyiliklerdir. Bu da anneye babaya iyi davranmak, güzel sözler söylemek, merhamet için tevazu kanatlarım indirmek, onlara saygı, göstermek, onlar için hayır dualar etmek vb. şeylerdir.

"İnsanlara güzel söz söyleyin" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbasa göre insanlara Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" demeyi emre­din." demektir.

Ebul Âliyeye göre, "İnsanlara iyiliği emredin" demek, İbn-i Cüreyce göre "İnsanlara Muhammed  (s.a.v.) hakkında doğru söyleyin" demek, Süfyan es-Sevriye göre "Onlara iyiliği emredin ve onlan kötülüklerden alıkoyun" demek,. Atâ b. Ebi Rebah'a göre ise "Karşılaştığınız her insana güzel söz söyleyin" de­mektir.

İsrailoğullanna, vermeleri emredilen "Zekat" tan maksat ise, Dahhak'ııı Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre İsrailoğullanna mahsus olan bir zekat çeşididir. Bu, Muhammed ümmetine farz kılınan zekat gibi değildir. Onların ze­katı, Allah için kurban kesmeleriydi. Eğer kurbanları kabul edilecek olursa gök­ten bir ateş iner onu alıp götürürdü. Kabul edilmezse bu olay cereyan etmezdi. Malını helal yollardan kazanmayanın kurbanı kabul olunmazdı.

Ali b. Ebi Talhanm, Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise İsrailo­ğullanna emredilen zekattan maksat, Allah'a itaat etmeleri ve itaatlerinde ihlaslı olmalarıdır. Böylece mallarım değil kendilerini arındırmış, olurlardı.

Âyetin sonunda "Siz pek a/.ınız müstesna yüzçcviricilcrsiniz" Duyurul­maktadır. Abdullah b. Abbas bu ifadeyi şöyle izah etmektedir: Allah teala kita­bında açıkladığı bu İsrailoğullarından, zikredilen şeyleri yapacaklarına dair ye­minle kuvvetlendirilmiş bir ahit aldıktan sonra onlar, yapmayı taahhüt ettikleri şeyleri ağır bulmuşlar, onlan sevmemişler ve yapmamışlardır. Kendilerine daha hafif şeylerin emredilmesini istemişlerdir. İsrailoğullarından pek az bir zümre, verdikleri sözde durmuşlar ve Allah'a itaat etmişlerdir.

Âyetin sonunda da "Zaten siz yüzçeviricilcrsiniz" buyurulmaktadır. Bir kısım âlimler âyetin bu bölümünde, kendilerine hıtabedilen Yahudilerin, Uz. Muhammed'in döneminde bulunan Yahudiler olduğunu, âyetin bundan önceki kısmında hıtabedilen Yahudilerin ise daha önce yaşayan Yahudiler olduklarını söylemişlerdir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Yahudi topluluğu, geç­mişteki atalarınızdan, belli şeyleri yapacaklarına dair söz almıştık. Onlar verdik­leri sözü yerine getirmeyip yüzçevirdiler. Onlardan sonra gelen sizler de ataları­nız gibi verdiğiniz sözden yüzçeviriyorsunuz."

Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu âyetin tümü, Resululhıh'ın hicreti sı­rasında mevcut olan İsrailoğullanna hitap etmektedir. Onlara, Tevratta kendile­rinden alınan ahitlerini bozduktan hatırlatılmakla ve bu yüzden kınanmaktadırlar. [242]

 

84- Yine sizden: "Kanınızı dökmeyin ve birbirinizi yurdunuzdan çı­karmayın" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, şahitler olarak bunu kabul etmiştiniz.

Ey Yahudi topluluğu, yine hatırlayın sizden "Birbirinizi öldürmeyin ve düşmanlık yaparak bir kısmınız bir kısmınızı vatanından çıkarmasın." diye ke­sin söz almıştık. Sizden aldığımız bu ahdi siz de kabul etmiştiniz ve bu ahde şahitlik ediyordunuz.

Âyet-i kerimede "Kanınızı dökmeyin ve kendinizi yurdunuzdan çı­karmayın" diye kesin söz almıştık." buyurulmaktadır. Aslında İsrailoğullan kendilerini öldürüp intihar etmiyorlar ve kendilerini öz diyarlarından çıkarmı­yorlardı. Müminler tek vücut sayıldıklarından bir müminin diğerini öldürmesi kendini öldürmesi gibi kabul edilmiştir. Bu nedenle âyette "Kanınızı akıtma­yın ve kendinizi yurdunuzdan çıkarmayın" buyurulmaktadir.

Peygamber efendimiz müminlerin tek bir vücut gibi olduklarım şu hadis-i şerifinde beyart etmektedir:

"Sen müminleri, birbirlerine karşı merhametli davranmada, birbir­lerini sevmede, birlirlcrinin acılarına ortak olmada tek vücut gibi görür­sün. Öyle ki, vücuttan bir organ hasta olursa diğer organlar, uykusuz ka­larak ve acıya ortak olarak o organa katılırlar," [243]

Âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmek te mümkündür. "Sizler, birbirinizin kanım akıtmayın ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın. Zira, böyle yaptığınız takdirde size kısas uygulanacak böylece kendi kanınızın akmasına ve kendini­zin yurdunuzdan kovulmanıza sebep olacaksınız. Bu itibarla kendi kendinizi ötdürmüş ve kendi kendinizi sürgün etmiş gibi olacaksınız.

Katade ve Ebul Âliye, âyet-i kerimeyi birinci izah şekliyel izah etmişler­dir.

Âyet-i kerimede "Siz, şahitler olarak bunu kabul etmiştiniz." buyurul-maktadır. Bir kısım âlimlere göre, bu ve bundan sonra gelen âyetlerin hitabettiği kişilerden maksat, Resulullah'ın hicreti esnasında Medine ve çevresinde yaşa­yan Yahudilerdir. Âyet-i kerime, bunları kınamakta, Allah'ın Tevratta kendile­rinden aldığı sözü bozdukları zikredilmektedir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise burada kendilerine hitabedilenler, Yahudilerin atalarıdır. Ancak Resulullah'ın döneminde bulunan Yahudiler de Tevrata uymaları sebebiyle, dolaylı yolla bu âyetin muhatabıdırlar. Taberi, âyetin genel ifadesini gozönünde bulundurarak bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. [244]

 

85- Sonra siz o kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyorsunuz. İçiniz­den bir kısım insanları yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhine gü­nah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşıyorsunuz. Bununla beraber size esir olarak başvurduklarında fidye verip kurtarıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı. Siz, kitabın bir kısmına iman ediyor bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktır. Kıyamet gününde de böylclcri en şiddetli azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarından habersiz değildir.

Ey Yahudi topluluğu, ahdi kabul ettikten sonra da din kardeşlerinizi öl­dürüyorsunuz. Müşriklere, zulüm ve düşmanlıklarında yardımcı olarak, kendi dininize mensup bazı gurupları yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhine, günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yartiımlaşıyorsunuz. Sizden olanları. düşmanlarınızın elinde esir olarak gördüğünüzde de fidyesini verip kurtarıyor­sunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmıştı. O halde nasd oluyor da onların, düşmanlarının elinde esir kalmalarını caiz görmüyorsunuz da öldürülmelerini caiz görüyorsunuz? Tevratın bir kısmını tasdik ediyor da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden, Allah'a verilen ahdi bozanların cezası, âhiret hayatından evvel daha bu dünyadayken zillet ve alçaklığa düşmektir. Böyleler! âhirette de, bu dünyadayken zillet ve alçaklığa düşmektir. Böyîeleri âhirette de, bu dünyadayken kendi düşmanları için hazırlamış oldukları azaptan daha şiddetlisine çarptırılırlar, Allah, sizin bu çirkin işlerinizden habersiz değil­dir. Bilakis onları zaptedip muhafaza etmektedir. Onları yapanları âhirette rez.il ve rüsvay edecektir.

Yahudilerin birbirlerini öldürmeleri ve esirlerini de fidye vererek kur­tarmaları hususunda özetle şunlar zikredilmiştir:

Abdullah b. Abbas diyor ki "Allah teala, Yahudilere Tevratta birbirlerinin kanlanın dökmelerini haram kılmış ve esirlerini fidye vererek kurtarmalarını da farz kılmıştı. Yahudiler iki fırkaya ayrılmaktaydılar. Bunlardan Kaynuka oğul­lan, Araplardan , müşrik olan Hazreç kabilesiyle muahabe yapmışlardı. Bu müşrik Arap kabileleri birbirleriyle savaşırken, herbiriyle sözleşme yapan Ya­hudi kabileleri de onlara, düşmanlarına karşı yardım ediyorlardı. Böylece Yahu­diler, ellerindeki tevratta bulunan, Allah'ın kan dökme yasağını bilmelerine rağ­men, dolaylı yollardan birbirlerinin kanlanın döküyorlardı. Evs ve Hazreç kabi­leleri müşrik olduklanndan putlara tapıyorlardı. Cennet ve cehenneme inanmı­yorlardı. Öldükten sonra dirilip hesap vermeye de inanmıyor, haram helal bilmi­yorlardı. Buna rağmen, ehl-i kitap olan Yahudiler onlara destek oluyorlardı. Fa­kat Yahudiler, savaş bittikten sonra, kendi dindaşlarından esir düşenleri fidye vererek kurtarıyorlardı. Bu davranışlarıyla da Tevratın hükümlerine uyduklarına inanıyorlardı. İşte bu sebeple Allah teala onları bu âyette "Siz kitabın bir kısmı­na iman ediyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" buyurarak kınadığını beyan etmektedir.

Süddi ise Kureyza oğullarından olan Yahudilerin, Arapların müşrik olan Evs kabilesiyle muahade yaptıklarını Nadr oğulları Yahudilerinin de Hazreç ka­bilesiyle Mahade yaptıklarını böylece onların savaşlarına katılarak kendi dinle­rinden olan Yahudileri Öldürdüklerini, esir düşenlerini ise, kabile farkı gözetme­den fidye vererek kurtardıklanni bu sebeple de âyette kınandıklarını söylemiştir. Süddi sözlerine devamla diyor ki: "Arpalar Yahudilerin bu şekildeki davranışla­rından dolayı onlan ayıplıyor ve onlara "Hem kendi dindaşlarını öldürüyor hem de esir düşenlerinizi, iki Yahudi kabilesi birleşerek kurtarıyorsunuz, bu nasıl oluyor?" diyorlardı. Yahudiler ise "Bize, onlan esaretten kurtarmak emredilmiş ve birbirimizi öldürmemiz yasaklanmıştır" diyorlardı. Araplar da "O halde niçin onları öldürüyorsunuz?" diye sorduklarında onlar "Biz, kendileriyle antlaşma yaptığımız dostlarımızın zelil düşmelerinden utanıyoruz ve bu sebeple savaşıyo­ruz." diyorlardı.

Ebul Âliye ise bu âyeti şöyle izah ediyor "İsrailoğulları, içlerinden bir kavmi zayıf gördükleri zaman onlan yurtlarman çıkarıp sürgün ediyorladı. Hal­buki onlardan Tevratta, birbirlerinin kanlarını akıtmayacaklarına ve birbirlerini yurtlanndan çıkarmayacaklanna dair söz alınmıştı. İşte âyet-i kerime, Yahudile­rin bu hallerini beyan etmektedir.

Allah teala, Yahudilerin birbirlerini öldürmelerini Tevratın bir bölümünü inkar etmek saymış ve fidye vererek esirlerini kurtarmalannı da Tevrattn bir bö­lümüne iman etme kabul etmiştir. Ve Yahudilerin, kendilerine gönderilen kita­ba, heva ve heveslerine göre uyduklarım beyan etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) bu âyeti izah ederken "Şüphesiz ki, artık İsrailoğulları gitmiştir. Bu âyet şimdi siz­leri kastetmektedir." demiştir.

Âyet-i kerimede "İçinizden, bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktır." Duyurulmaktadır. Yani siz Yahudilerden, birbirlerini öldüren­lerin ve birbirlerini yurtlanndan çıkaranların cezası, dünya hayatında rezil ve zelil olmaktır." demektir.

Yahudilerin dünya hayatında, nasıl rezil oldukları ise farklı şekillerde izah edilmiştir. Bazı müfessirlere göre, onların dünya hayatlarında rezil edilme­lerinden maksat, Allah tealamn. Hz. Muhammed'e gönderdiği şeriatta katillere karşı kısas yapılması ve zalimlerden, mazlumun hakkının alınması hükmüdür. Bu hükümlerle, Yahudilerin katilleri ve zalimleri zelil kılınmıştır. Diğer bir kı­sım müfessirlere göre ise, Yahudilerin, dünyada zelil kılınmalarından maksat, dinlerinde kaldıkları müddetçe boyun eğerek bizzat kendi elleriyle cizye verme-leridir. Diğer bir kısım müfessirlere göre ise Yahudilerin dünyada uğratıldıktan zilletten maksat, Resulullah'ın Nadr oğullarından olan yahudileri kovması Ku-reyzaoğlu Yahudilerinin ihanet eden .savaşçılarını öldünrıesi ve soylarım esir al­masıdır. [245]

 

86- İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Onların azabı hafifletilmeyecek tir. Yardım da olunmayacaklardır.

İşte onlar, dünya hayatından, basit ve değersiz şeyler mukabilinde âhiret nimetlerinden olan paylarım sattılar. Onların, cehennemdeki azabı hafifletilmeyecekür. Onların, Aüahm azabını kendilerinden uzaklaştıracak bir yardımcıları da bulunmayacaktır. Onlara kimse şefaatçi olmayacaktır.

Yahudilerin, Allanın, kendilerine yasakladığı, mümin kardeşlerini öl­dürme gibi günahları işleyerek Tevrattaki âyetlerin bir bölümünü reddetmiş ol­maları, bir takım dünya nimetlerine ve onun makam ve mevkilerine ulaşmak içindi. Bu itibarla onlar, âdeta âhireti satıp karşılığında dünyayı almışlardır. Do­layısıyla âhirette cezalarını tam olarak göreceklerdir. [246]

 

87- Şüphesi/, ki Musaya kitabı verdik ve ondan sonra herbiri ardınca Peygamberler gönderdik. Mcrycmoğlu İsaya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhu] Kudüs ile tc'yid eltik. Her Peygamber size nefislerinizin isteme­diği şeyleri getirdiği zaman büyüklük taslayıp, bir kısmını yalanlıyor bir kısmını da öldürüyor musunuz?

Biz, Musaya Tevratı verdik. Ondan sonra Peygamberleri, Tevrat ile hük­metmek üzere peşpeşe gönderdik. Meryemoğlu İsaya da, ölüleri diriltme, körle­ri ve cüzzamhlan iyileştirme gibi. Peygamberliğini gösteren apaçık mucize ve deliller verdik. Ve onu, diğer bir adı Ruhul Kudüs olan Cebrail ile destekledik. Ve ona yardım ettik. Ey Yahudi topluluğu size. Peygamberlerden herhangi biri, nefsinizin arzulamadığı şeyleri getirdiği zaman şımararak ve böbürlenerek onla­ra karşı büyüklük mü taslıyorsunuz? Peygamberlerden, İsa ve Muhammed gibi bir kısmını yalanladınız. Zekeriyya ve Yahya gibi bir kısmını da öldürdünüz. Peygamberlere karşı sizin tutumunuz hep böyle olmuştur.

* Âyette zikredilen "Ruhül Kudüs"ten maksat, Katade, Dehhak ve Rebi' b. Enese göre, Cebraildir. İbn-i Zeyd'e göre İndidir. Dehhakın Abdullah b. Ab-bastan naklettiğine göre ise Ruhul Kudüs'ten maksat, Hz. İsanm kendisini zikre­derek ölüleri dirilttiği bir isimdir. Taberi, diyor ki: "Ruhul Kudüs'ten maksadın Cebrail olduğunu söyleyen görüş daha isabetlidir. Zira bu âyet-i kerimede Allah tealanm, hem İsayı Ruhul Kudüs ile desteklediği hem de ona, kitap ve hikmeti öğrettiği zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Ruhul Kudüs, İndiden başka bir şeydir. Aksi halde İncilin, âyette iki kere zikredildiği söylenmiş olur ki bu, ilahi kelamın az kelime ile Öz mânâ ifade etme özelliğine yakışmayan bir durumdur.

Taberinin delil gösterdiği âyetle şöyle Duyuruluyor: "O gün Allah şöyle der: "Ey Mcrycmoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken ve kemale ermiş iken insan­larla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretmiş-tim... [247]

Cebraile "Ruhul Kudüs" diye isim verilmiştir. Aslında annesiz babasız olarak yaratılanlara "Ruh" denilmektedir. Hz. İsaya da "Ruh" denilmesi bundan­dır. "Kudüs" kelimesinin lügat mânâsı ise "Temiz" demektir. Cebrailin isminde kullanıldığı şekliyle "Kudüs" kelimesinden neyin kastedildiği hususu çeşitli şe­killerde izah edilmiştir.

Süddiye göre, buradaki "Kudüs"ten maksat, "Bereket" demektir. Ebu Ca-fere göre "Rab" demektir. İbn-i Zeytİ ve Kâ'bul Ahbar'a göre ise Allah tealanın sıfatıdır. Bunlara göre "Ruhul Kudüs" demek Allanın ruhu" demektir. Cebraile bu isim verilmiştir. İbn-i Zeyd şu âyette Allah tealanın sıfatı olarak zikredilen kelimesiyle kelimesinin aynı anlamda olduklarını söyleye­rek görüşüne delil göstermiştir. Âyette şöyle Duyurulmaktadır. "O, kendisin­den başka hiçbir ilah olmayan, hükümran, kuddûs (Noksan sıfatlardan uzak) olan Allahtır. [248]

Âyet-i kerimenin sonunda Allah teala, Yahudiler topluluğuna hitabederek buyuruyor ki: "Ey İsraiîoğulları size Peygamber olarak gönderdiğimiz Musaya Tevratı verdik. Musadan sonra da, yine Tevratla amel eden Peygamberler gön­derdik. Bunlardan sonra da Meryemoğlu İsaya çeşitli mucizeler verdik ve onu Cebrail ile destekledik. O halde şimdi sizler kendinize, heva ve hevesinize uy­mayan her Peygamber geldiğimle İblisi önder edinerek böbürleniyor ve onlara karşı gururlanıyor musunuz? O Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız. Di­ğer bir kısmını ise öldürdünüz. Ve halen de Peygamberi öldünneyi istiyorsu­nuz." Duyurulmaktadır. [249]

 

88- "Kalblcrimiz pcrdclcnmiştir."   dediler. Hayır, Allah onları inkârlarından dolayı lanctlcmişıir. Ne de az iman ederler.

Onlar: "Ey Muhammed, bizim kalblerimiz senin davet ettiğin şeylere kar­şı perdelenmiş ve kapalı bir haldedir." dediler. Hayır, Allah onları, inkârlarından, AUahı gösteren delilleri reddetmelerinden dolayı rahmetinden uzaklaştırıp kovmuştur. Onlardan çok azı iman eder.

Âyet-i kerimede geçen ve "perdeleniniştir" diye tercüme edilen kelimesi şeklinde de okunmuştur. Birinci okunuş şekli âlimlerin ço­ğunluğunun okuyuş şeklidir. Buna göre kelimenin mânâsı "Perdelenmiş, üzerine perde çekilmiş" demektir. Âyetin meali buna göre hazırlanmıştır. Nitekim Ab­dullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Ebul Âliye, Süddi ve İbn-i Zeyd bu kelimeyi bu şekilde izah etmişlerdir.

Atiyyeye ve Dehhakın Amdullah b. Abbastan naklettiğine göre onlar bu kelimenin şeklinde okunuşunu almışlar ve mânâsının "Dolu" demek olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyetin meali: "Ey Muhammed, kalblerimiz ilimle doludur. Senin ve başkalarının izah edeceği şeylere ihtiyacımız yoktur." demektir.

Taberi, bu kıraat şeklinin şaz olduğunu ve buna itibar edilemeyeceğini söylemiştir.

Allah teala bu âyette Yahudilerin "Kalblerimiz perdelenmiştir." şeklinde­ki iddialarını yalanlamakta, onlara: "Mesele sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Aslında Allah sizi, inkârlarınız sebebiyle merhametinden uzaklaştınnıştır. Bu yüzden size tebliğ edilenleri dinlemiyorsunuz." demektedir.

Ayet-i kerimenin sonumla: "Ne üe az iman ederler" Duyurulmaktadır. Bu ifade müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Katadeye göre bu ifadenin mânâsı: "Yahudilerden çok az kimseler iman etmiştir." demektir. Zira müşriklerden iman edenlere mukabil Yahudilerden iman edenler pek azdır. Ma'mer ise bu ifadeden maksadın "Yahudiler ellerinde bulunan kitabın çok azı­na iman ederler." demek olduğunu söylemiştir.

Taberi de bu ifadeden maksadın: "Yahudiler Muhammede indirilenden çok azına iman ederler." demenin daha tecrihe şayan olacağını söylemiştir. Ni­tekim Yahudiler, Allanın birliğine, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya iman etmişlerdir. Fakat onlar Hz. Muhammedin Peygamberliğini ve ona kitap gönderilmesini inkâr etmişlerdir. Böylece hem ellerindeki Tevratın hem de Kur'anın bildirdiği hükümlerin az bir kısmına iman etmişler diğerini ise inkâr etmişlerdir.

Bir kısım âlimler ise âyet-i kerimenin bu son bölümünü şöyle izah etmiş­lerdir. "Yahudiler hiç iman etmezler. Her şeyi inkâr ederler. Zira Arapçada "Ne de az" ifadesi "Hiç yok" anlamına da gelmektedir.

Yahudilerin kalblerinin perdeli olduğu hususunda diğer bir âyet-i kerime­de de şöyle buyurulmuştur: "Ahitlcrini bozdukları ve Allanın âyetlerini inkâr ettikleri, haksız yere Peygamberleri öldürdükleri ve "Kalblerimiz perdelidir" dedikleri için onlara lanet ettik. Doğrusu Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların kalblerinc mühür vurmuştur. Onlardan pek azı iman cder. [250]

 

89- Onlara, Allanın katından, ellerinde bulunanı tasdik eden bir ki­tap gelinec-ki onior daha önce, kâfirlere karşı kendilerine yardım edilmesi­ni bekliyorlardı- Evet, kendilerine, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Alla-hm laneti kâfirlerin üzerinedir.

Yahudilere, ellerinde bulunan Tevratı ve İncili tasdik eden Kur'an gelince -Ki, o Yahudiler, Muhammed gönderilmeden önce, müşrik Araplara karşı, onu vesile kılarak AHahtan yardım ditiyorlardı- Evet, kendilerine, Tcvratta vasıfları­nı okudukları Muhammed gelince onu inkâr ettiler, yalanladılar. Allanın hor ve hakir yapması ve rahmetinden kovması, Muhammedin Peygamberliğini inkâr eden kâfirlerin üzerinedir.

Abdullah b. Abbas, Katade, Ebul Âliye, Süddi, Atfı, Mücahid, Said b. Cübeyr AH el-Ezdi ve İbn-i Zeydden rivayet edildiğine göre Yahudiler, Uz. Mu­hammedi vesile kılarak yardım diliyor ve müşriklerle savaştıkları zaman şöyle diyorlardı. "Ey Allahım, sen, gönderilecek âhir zaman Peygamberi hürmetine, müşriklere karşı bize yardım et." Fakat Peygamber gönderilip te onun, kendi ırklarının dışında biri okluğunu görünce, Arapları kıskanarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i inkâr ettiler. [251]

 

90- Allahın, kullarından dilediğine I utlundan bir şey indirmesini kıs­kanarak, onun indirdiklerini inkâr etmekle, kendilerini karşılığında sattık­ları şey ne kötüdür. Bu yüzden onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için, hor ve hakir kılıcı bir azap vardır.

Allahın, Muhammede Peygamberlik vermesini kıskanarak onun, Pey­gamberine verdiklerini inkâr etmekle, o Yahudilerin, kendilerini bunlar karşılı­ğında sattıkları şey ne tkötiidür. Yahudiler, daha önce Tevratı tahrif etmelerin­den veya Hz. İsaya iman etmemelerinden yahut buzağıya tapmalarından dolayı uğradıktan gazaba ilaveten, Muhammedi inkâr etmelerinden dolayı da Allahın büyük bir gazabına uğramışlardır. Muhammedin Peygamberliğini yalanlayan kâfirler için hor ve hakir edici bir azap vardır. Bu azaba düşen, orada hakir ola-rak ebedi kalır.

*İnsanlann, devamlı olarak içinde kaldıkları azaba "Hakir kılıcı" azap denmektedir. Kâfirler, böyle bir azaba uğratılacaklardır. İnsanların geçici bir sü­re için görecekleri azaba ise "Hakir kılıcı olmayan azap" denmektedir. İman etlen günahkârlar böyle bir azaba uğratılacaklar, günahları kadar yandıktan son­ra ebedi hayatlarım cennette-sürdüreccklerdir.

Yahudiler, Hz. Muhammet.! (s.a.v.)'i kıskanıyorlardı. Çünkü o, Araplar-dundı, İsrailoğullarından değildi. Halbuki İsrailoğuliarı son Peygamberin de kendi ırklarından gelmesini bekliyorlardı. Allahın takdiriyle bu Peygamber Araplardan gönderilince onu kıskandılar ve yalanladılar. Bu âyet-i kerime, Ya­hudilerin, Hz. Muhammedin doğruluğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu bildikleri halde onu nasıl kıskandıklarını izah etmektedir. Bu hususta diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri gormüyormusun? Onlar, puta ve şeytana inanı­yorlar ve inkâr edenlere: "Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır." diyorlar." "Allahın lanet ettiği kimseler İşte bunlardır. Allah kime lanet ederse artık sen ona bir yardımcı bulamazsın." "Yoksa onların, mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı insanlara bir çekirdek parçası bile vermezlerdi." "Yoksa Allahın, lütfundan insanlara verdiklerini onlardan kıskanıyorlar mı? Şüphesiz biz, İhı ahimin soyuna kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık. [252]

 

91- Onlara: "Allahın indirdiklerine iman edin." denildiğinde "Biz, sadece bize indirilene iman ederiz." derler. Ondan sonra geleni inkâr eder­ler. Halbuki o, ellerindeki Tevratı tasdik eden hak bir kitaptır. Ey Muham-med de ki: "Eğer mümin iseniz, daha önce Allahın Peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?

Yahudilere: "Muhammede indirilen Kur'anı tasdik edin" denildiği zaman Onlar: "Biz sadece Allahın bize indirdiği Tevratı tasdik ederiz, derler. Tevratın peşinden, Allahın, Peygamberlerine indirdiği İncil ve Kur'anı inkâr ederler. Hal­buki o indirilen kitap Tevratı tasdik eder. Çünkü hepsini Allah gönderdiğinden, Alîahın kitaplan birbirini reddetmezler.

Ey Muhammed de ki: "Ey Yahudi topluluğu, eğer sizler, Allahın size in­dirdiklerine iman ediyorsanız o halde niçin Allahın Peygamberlerini öldürdü­nüz? Halbuki Allah, onları öldünrıeyi size haram kılmış ve sizlerin, onları tas­dik edip itaat etmenizi emretmiştir.

Her ne kadar Peygamberlerini öldüren Yahudiler, Hz. Muhammedin zamanındaki Yahudiler olmayıp onlann atalan idiyseler de o dönemdeki Yahu­diler de atalarının yaptıklarına karşı çıkmadıktan için âyet-i kerime "Atalarınız Peygamberleri Öldürdüler" dememiş "Sizler Peygamberlerinizi öldürdünüz" de­miştir. [253]

 

92- Şüphesiz Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra siz onun ardından zalimler olarak buzağıyı ilah edindiniz.

Şüphesiz ki Musa size, asasını denize vurarak denizi yarması, elini cebin­den çıkardığı zaman bembeyaz görünmesi gibi, kendisinin hak Peygamber oldu­ğunu ve doğru söylediğini gösteren apaçık deliller getirdi. Sonra siz, Musa rab-bine vermiş olduğu sözü yerine getirmek için sizden aynlıp Tur dağına gittikten sonra buzağıyı ilah edindiniz. Böylece kendi kendinize zulmetmiş oldunuz. Çünkü sizler, ibadete layık olmayan bir şeye ibadet etmekle azabı hak ettiniz.

*-Bu âyet-i kerime, kendilerine bir menfaat ve zarar sağlayamayacak olan buzağıya tapınmalarından dolayı Yahudileri kınamaktadır. Halbuki onlar, Hz. Musanın eliyle. Firavun ve ordusunun gücünün yetmeyeceği mucizeleri göste­ren rablerinin nasıl harikalar yarattığını görmüşler ve Allah'ın, akıllara dehşet veren hikmetlerini de yakın bir geçmişte izlemişlerdi. Bu itibarla bu gibi insan­ların, Hz. Musadan çok sonra gelen Hz. Muhammed (s.a.v.)'i yalanlamaları, kendilerinden beklenen bir davranıştır. [254]

 

93- Bir zaman sizden kesin söz aldık. Tûr dağını üzerinize kaldırdık. "Size verdiğim Tcvrata kuvvetle sarılın ve dinleyin" dedik. Onlar ise "Din­ledik ve isyan eüik" dediler. İnkârlarından dolayı buzağının sevgisi kalble-rine işledi. Ey Muhammed de ki: "Eğer mümin iseniz, imanınız size ne kö­tü bir şey emrediyor."

Ey îsrailoğullan, hatırlayın bir zaman sizden Tevrattaki hükümlerle amel edeceğinize dair kesin söz aldık. Fakat söz veremenize rağmen o hükümlerle amel etmeyip yüzçevirdiniz. Biz de Tur dağını sizin üzerinize kaldırdık. Tur da­ğının üzerinize kalktığını görünce çok korktunuz ve o anda Tevratın hükümle­riyle amel etmeyi kabui ettiniz de sonra yine bu hükümlere uymadınız. Ey Ya­hudi topluluğu, size "Tevrattaki şeyleri ciddi bir şekilde alın, onda size emret­tiklerimizi dinleyin ve boyun eğerek kabui edin" demiştik. Sizin de cevabınız şu olmuştu: "Dinledik ve isyan ettik". Senin ne söylediğini anladık fakat emrine uymuyoruz." İnkâr ve sapıklığınızdan dolayı buzağının sevgisi kalblerinize işle­mişti Ey Muhammed, onlara da ki: "Şayet iddia ettiğiniz gibi Allah m size in­dirdiklerine iman ediyorsanız o imanınızın size emrettiği. Peygamberler, öldür­meniz, Allah'ın kitaplannı ve katından size gönderdiklerini yalanlamanız ne kö­tü bir şeydir.

Bu âyet, Yahudilerin, iman ettikleri şeklindeki iddialarını yalanlamakta ve bunlann yaptıkları çirkin fiillerden herhangibirini Tevratın emredebileceğim Allah tealanın reddettiğini bildirmektedir. Onlara bu hususları ancak heva ve heveslerinin, azgınlık ve saldırganlıklaımn emretmekte olduğunu beyan etmek­tedir. [255]

 

94- De ki: "Eğer âhiret yurdu, Ailah katında başka insanlara değitde sadece size tahsis edilmişse ve bu iddianızda samimi iseniz ölümü îsteseni-ze.

Ey Muhammed, de ki: "Ey Yahudi topluluğu, eğer âhiret nimet ve lezzet­leri diğer insanlara değil de sadece size ait olacaksa ve bu zamlınızda samimi iseniz ölümü arzulayıp onu istesenize. Zira ancak öldükten sonra bu nimetlere kavuşacaksınız.

Allah teala bu âyet-i kerimeyi. Resulullah'ın hicret ettiği bölgede yaşa­yan Yahudilere karşı Resulullah'a bir delil olarak göndermiştir. Çünkü Allah te­ala bu âyette, Resulullah'a karşı çıkan Yahudileri, onunla muhakeme olmaya ve açık tartışmaya davet etmektedir. Ve Yahudilere demektedir ki: "Eğer sizler mümin olduğunuz, Allah katında üstün derecelere sahibolduğunuz ve âhiret nimtelerinin size mahsus olduğu iddianızda samimi iseniz ölümü isteyin. Bu yolla arzularınıza kavuşun. Fakat siz bunu yapmazsınız. Çünkü sizler Muham-med'e karşı çıkma gibi davranışlarınızla isyan içinde olduğunuzu bilirsiniz. Öl­düğünüz takdirde cehenneme gireceğinizi anlamış durumdasınız.

Allah teala şu âyette, ehl-i kitap olan Hıristiyanlar! Resulullah ile muha­keme olunmaya ve açık tartışmaya davet etmiştir. Bu açık tartışmaya davet eden âyete "Mubahale" âyeti denmektedir. Bu âyette şöyle buyurulmaktadır: "Kim, kendisine ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse ona şöyle de: "Gelin ço­cuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendi­nizi çağıralım. Sonra yalvaralım da yalancıları Allah'ın lanetiyle lanetleye-Hm. [256]

İzahını yaptığımız âyet de Yahudileri mübahaleye davet etmiştir. Fakat hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar böyle bir karşılaşmadan şiddetle kaçınmış­lardır. Çünkü onlar, böyle bir şey yaptıkları takdirde hüsrana uğrayacaklarını idrak etmişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Ebu Cehil dedi ki: "Allah'a yemin olsun ki ben Muhammedi Kfıbenin yanında namaz kılarken görürsem mutlaka yanına gidip ayağımı boynuna basa­cağım." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Şayet bunu yapmış olsaydı onu melekler açıkça yakalarlardı. Eğer Yahudiler ölümü temenni etmiş olsalardı mutlaka ölür ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi. Şayet Allah'ın Resulüyle tartışmaya davet edilen Hıristiyanlar mübahaleye çıkmış olsalardı geriye dön­düklerinde ne mal ne de aile bulabilirlerdi. [257]

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime nazil olunca Yahudiler hakkında karar vermekte zorluk çeken insanlar için, onların yalancı , iftiracı ve Resulullah'a karşı kindar ve haksız oldukları ortaya çıktı. Resulullah'ın ve sahabilerinin haklı oldukları anlaşıldı. Böylece Resulullah ve sahabileri, Yahudilere karşı galip gel­miş oldular. Allah'a hamdolsun, günümüze kadar, Resulullah'ın izinden giden­ler, Yahudilere ve diğer dinlerde olanlara karşı galip durumdadırlar.

Resulullah'ın, Yahudileri böyle bir tartışmaya davet etmesinin emredilme sebebi, Yahudilerin: "Biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız. [258] ve "Cnnctc ancak Yahudi olanlar ve Hıristiyanlar girecektir. [259]demeleridir.

Yahudilerin, ölümü ne şekilde temenni etmelerinin istendiği hususu mü-fessirler tarafından şu şekilde izah edilmiştir:

Abdullah b. Abbasa göre bu arada ölümü temelini etmeleri, Yahudilerin iki fırkadan yalancı olan için Allah'tan ölüm istemeleri şeklinde olacaktır.

Katade, Ebul Âliye ve Rebi' b. Enese göre ise Yahudilerin ölümü isteme­leri, hemen ölmeyi ve nimetlere kavuşmayı talep etmeieri şeklinde olacaktır.

Âyette zikredilen "Başka insanlar"dan maksat, bazı âlimlere göre "Bü­tün insanlar" demektir. Bu izaha göre Yahudiler, ahire* yurdunun sadece kendi­lerine mahsus olduğunu iddia etmişlerdir.

Abduliah b. Abbastan nakledilen başka bir izaha göre bu arada zikredi­len "Başka insanlar" ifadesinden maksat, Hz. Muhammed ve sahabiteridir. Zira Yahudiler bunları küçümsüyor ve cennete giremeyeceklerini iddia ediyorlardı. [260]

 

95- Yaptıklarından dolayı ölümü asla istemeyeceklerdir. Allah, za­limleri çok iyi bilir.

Daha Önce bizzat işlemiş oldukları günahlar yüzünden, ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Allah, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve diğer din ve mez­hep mensuplarından zalim olanları çok iyi bilir. Yahudilerin, ölümü temenni edip cennete kavuşmayı istemelrine engel olan emelleri, Allah tealanın Hz. Mu­hammed hakkındaki, Tevratta knedilerine gönderdiği emirlere karşı gelmeleri­dir. Zira onlar, Resulullah'ın hak Peygamber olduğunu Tevrattan öğrendikleri halde sadece kıskançlıkları ve kinleri yüzünden Resulullah'ı yalanlamışlardır. Haksız olduklarını bilen Yahudiler elbetteki Ölümü istemeyeceklerdir.

* Bu hususta diğer âyeti kerimelerde de şöyle Duyurulmaktadır: "Ey Muhammed, de ki: "Ey Yahudiler, insanlar içinde Allah'ın dostlarının sa­dece kendiniz olduğunu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz." "Yahudiler, yaptıklarından dolayı ölümü asla iste­mezler. Allah, zalimleri çok iyi bilir." "Ey Muhammed, de ki: "O kaçtığı­nız ölüm, mutlaka sizi yakalaycaktır. Sonra gizliyi de açığı da bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Ve o, size dünyada yaptıklarınızı haber verecektir. [261]

 

96- Muhakkak ki sen, onları hayata, diğer insanlardan ve hatta AUa-ha şirk koşanlardan da daha düşkün bulursun. Her biri bin sene yaşamak ister. Oysa herhangi birinin çok yaşaması, kendisini azaptan uzaklaştıra­cak değildir. Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür:

Ey Muhammed, sen o Yahudileri, dünya hayatını diğer insanlardan daha çok sever, ölümden de daha fazla nefret eder görürsün. Yahudiler, Allah'ın, inkârları sebebiyle âhirette kendilerine kötü bir sonuç hazırlamış olduğunu bil­diklerinden, bu dünya hayatına, öldükten sonra dirilmeye inanmayan müşrikler­den daha düşkündürler. Ölümden ise bunlardan daha çok nefret ederler Müşrik­lerden her biri bu dünyada bin sene yaşamak arzusundadır. Oysa uzun yaşama­ları, onları, Allah'ın azabından uzaklaştıracak değildir. Çünkü ömür bir gün mutlaka nihayete erecektir. Onların yaptikanndan hiçbir şey Allah'a gizli kal­maz. Aksine, Allah onların yaptıkları her şeyi zaptedip muhafaza etmektedir.

Allah teala bu âyet-i kerimede, Yahudilerin, dünyada yaşamaya, bin se­ne yaşamak isteyen müşriklerden bile düşkün olduklarını zikretmektedir. Zira. müşriklerin âhiret inancı olmadığndan, öldükten sonra artık dirilmeyeceklerini ve hesaba çekilmeyeceklerini zannederler. Bu sebeple dünya zevklerini devam ettirmek için uzun ömür isterler. Yahudiler ise, öldükten sonra dirileceklerine inanmaktadırlar. Dünyada yaşarken Hz. Mııhammed'in hak Peygamber oluşunu reddetmek gibi isyankâr davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekileceklerini ve cehenneme atılacaklarını bilmektedirler. Bu sebeple bin sene yaşamak arzu­sunda olan müşriklerden bile fazla yaşamak isterler.

Allah teala, çok yaşamanın, hak eden insanı, cehennem azabından uzak­laştı rmayacağını beyan ederek Yahudilerin bu gibi isteklerinin yersiz ve tutarsız olduğunu beyan etmiştir.

Âyette zikredilen ve bin sene yaşamayı isteyen müşriklerden maksat öl­dükten sonra dirilmeye inanmayan müşriklerdir.

Ebul Âliye ve Rebi' b. Enes'e göre ise bunlar, mecusilerdir. Zira onlar bir­birlerini selamlarken "On bin sene yaşa" diye tenennide bulunurlar yine aksının kimseye de "Onbin sene yaşa" derler. [262]

 

97- De ki: "Kim Cebrailin düşmanı ise bilsin ki, geçmiş kitapları tas­dik eden, müminler için bir hidayet ve müjde olan Kur'anı, Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.

Ey Muhammet!, kendilerine azap ve ceza emirlerini getirdiği için, Cebra-ili kendilerinin düşmanı kabul eden o Yahudilere de ki: "Kim Cebraili düşman kabul ederse bilsin ki, Tevrat ve İncil gibi ilahi kitapları tasdik edici, müminler için de bir hidayet ve müjdeici olan Kur'anı Allah'ın izniyle senin kalbine Ceb­rail indirmiştir.

Kur'an bir hidayet rehberidir. Zira müminler onu, imam ve önderleri kabul etmişlerdir. Onun emir ve yasaklarına, helal ve haram kıldığı hususlara boyun eğerler. Kur'an müminler için bir müjdedir. Zira o. müminlere. Allah'ın, kendileri için âhiret hayatında hazırladığı nimet ve ikramları müjdelemektedir.

Allah teala, bu âyet-i kerime ile, Hz. Muhammed (s.a.v.)e vahiy getiren Cebraile düşman olan Yahudileri kınamakta, Peygamberine vahiy getiren bir meleğe düşman olanların iddialarının tutarsız olduğnu beyan etmektedir.

Abdullah b. Abbas, Ali b. Hüseyin. İkrime vb. Müfassirler, "Cebrail" ve "Mikâil" kelimelerinin iki kelimeden meydana gelmiş birer isim okluklarını söylemişlerdir. "Cebrail"in "Kul" mânâsına gelen "Cibr" ve "Allah" mânâsına gelen "İl" kelimesinden meydana gelmiş bir isim olduğunu, mânâsının "Allahın kulu" demek olduğunu söylemişlerdir. "Mikâilin" ise "Kulluk" mânâsına gelen "Mik" ve "Allah" manâsına gelen "İl" kelimelerinden meydana gelmiş bir isim olduğunu ve mânâsının da "Allahın kuîcağızı" okluğunu söylemişlerdir.

Kur'an-ı kerimin, kendinden önceki Peygamberlere indirilen kitapları tas­dik etmesinden maksat, Muhammed (s.a.v.)'e ve Allah tarafından ona gönderi­lenlere uymayı emreden hükümlerin Kur1 anda da diğer kitaplarda da aynı olma­sıdır. Kitap ehli, Allah'ın varlığı, âhiret hayatı vb. hükümleri kabul etmelerine rağmen Hz. Muhammed ile ilgili olan Kur'anın hükümlerini kabul etmemişler­dir. Halbuki Kur'anın bu hükümleri, Tevrat ve İncil'de de mevcut olan hüküm­lerdir. Yeni çıkan bir şey değildir ki garip karşılayarak inkâr etmiş olsunlar.

Bütün müfessirler bu âyeti kerimenin, Cebrailin kendilerinin düşmanı. Mikâilin de dostlun olduklarını iddia eden Yahudilerin neden dolayı bu iddiada bulundukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas.   Şehr b. Havşeb, İbn-i Cüreyc ve Kasım Bezzeden nakledilen bir görüşe göre, Yahudilerin böyle bir iddiayı ileri sürmelerinin sebebi, Resulullah'ın Peygamberliği hakkında bizzat kendisiyle tartışma-ya girişmeleri ve âciz kaldıklarında da böyle bir iddiayı ileri sürerek iman et­memekte diretmeleridir. Bu hususta Şehrb. Havşeb, Abdullah b. Abbasın şunla­rı.söylediğini rivayet etmektedir:

Bir gün Yahudilerden bir topluluk Resulullah'a geldi ve ona: "Ey Ebul Kasım, sana, Peygamber olmayanın bilemeyeceği bazı hususlar soracağız sen onları bize bildir" dediler. Resulullah da: "Dilediğinizi sorun fakat siz bana, Allah'ı şahit tutarak yemin edin ve Yakup(s.a.v)ın, oğullarından aldığı ah­dî verin ki eğer ben sizlere, doğru olduğunu bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursam Müslüman olmakta mutlaka bana uyacaksınız." dedi. Yahudiler: "Sana bu sözü veriyoruz," dediler. Resulullah: "Şimdi dilediğinizi sorun." de­di. Yahudiler: "Sana soracağımız şu dört hususu bize bildir. Tevrat inmeden ön­ce Yakubun kendisine haram kıldığı yemek hangisidir? Söyle bize, erkeğin su­yu (menisi) nasıl, kadının suyu nasıldır? O sudan erkek çocuk nasıl olur? Yine söyle bize, timmi olan Peygamberin, meleklerden velisi (en yakın dostu) kim­dir?" dediler. Resulullah: "Şayet ben size bu şeyleri bildirecek olursam bana uyacağınıza dair Allah'a ahd ve misak eder misiniz? (Kesin söz verir misi­niz?) dedi. Onlar da Resulullah'ın istediği kadar ahdü misakta bulundular, Resu­lullah: "Musa (a.s.)a Tcvratı indiren Allah hakkı için söyleyin bana, Yakup (a.s.)ın ağır bir şekilde hastalandığını, hastalığının uzun sürdüğünü, bu yüzden Allah'a yemin ederek, eğer Allah onu bu hastalığından kurtaracak olursa yiyeceklerin ve içeceklerin en sevimli olanını kendisine yasaklaya­cağına dair bir adakta bulunduğunu, Yakub'a yiyeceklerin en sevimlisinin deve eti olduğunu içeceklerin en sevimlisinin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Allah için evet, biliyoruz." dediler. Resulullah tek­rar sordu: "Musaya Tcvratı indiren Aîlah hakkı için söyleyin bana, sizler, erkeğin suyunun beya? ve katı, kadının suyunun ise sarı ve ince olduğunu, bu sulardan hangisi ciğerine galip gelirse çocuğun, Allah'ın izniyle onun cinsinden ve benzerin den olduğunu, eğer erkeğin suyunun kadının suyuna galip gelirse; Allah'ın izniyle çocuğun erkek, kadının suyu erkeğin suyuna galip gelirse, Allah'ın izniyle çocuğun kız olacağını biliyor musunuz?" Ya­hudiler: "Allah için evet biliyoruz" dediler. Resulullah da buyurdu ki: "Ey Alla-hım sen bunlara şahit ol." Yine Musaya Tevratı indiren Allah hakkı için söy­leyin bana, sizler, bu iimmi Peygamberin gözlerinin uyuduğunu kalbinin ise uyumadığını biliyor musunuz?" dedi. Yahudiler: "Allah için evet biliyoruz." de­diler. Resulullah buyurdu ki: "Ey Allah'ım sen şahit ol." Yahudiler: "Şimdi sen, meleklerden kimin senin samimi dostun olduğunu söyle. İşte o zaman se-.ninle beraber oluruz veya senden ayniniz." dediler. Resuluİlah: "Şüphesiz ki benim meleklerden en yakın dostum Ccbraildir. Allah, hiçbir Peygamber göndermemiştir ki onun yakın dostu Cebrail olmamış olsun." buyurdu. Ya­hudiler: "İşte şimdi o melek hususunda senden ayrılıyoruz. Şayet senin, melek­lerden olan dostun ondan başka birisi olsaydı elbette ki sana uyar ve seni tasdik ederdik, dediler. Resulullah: "Sizin, Cebraili tasdik etmenize mani olan ne­dir?" dedi. Onlar da: "O bizim düşmamrmzdır." dediler. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, "Dedi ki: Kim Ccbrailin düşmanı ise bilsin ki, geç­miş kitapları tasdik eden, müminler için bir hidayet ve müjde olan Kur'am Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir." ayetini ve bundan sonra gelen dört âyeti indirmiştir. İşte o zaman Yahudiler, gazap üstüne gazaba uğradtlar[263]

b- Şa'bî, Katade, Süddî ve Mücahide göre ise, Yahudilerin, Cehrailin kendilerinin düşmanı, İsrafilin ise dostları olduğunu iddia etmelerinin sebebi, Resulullah hakkında Hz. Ömer ile Yahudiler arasında geçen bir tartışmadır. Bu hususta Şa'bî diyor ki: "Ömer, "Revha" denen yere gitti. Orada bir kısım insan­ların,-taşlara yönelerek namaz kıldıklarını gördü. "Bunlar ne yapıyor?" dedi. "Bu insanlar resulullah'm burada.namaz kıldığını zannediyorlar." diye cevap verdiler. Ömer, onların bu hallerinden hoşlanmadı ve dedi ki: "Resulullah (s.a.v.)e bu vadide namaz gelip çatmıştı. O, burada namazını kılıp gitti. "Ömer sözlerine devamla dedi ki: "Ben, Yahudilerin Tevratın okunduğu mekteplerinde bulundum. Tevratın Kur'am, Kur'anın da Tevrati doğrulamaları hoşuma gidiyor­du. Yine bir gün ben onların yanında bulunurken o Yahudiler: "Ey Hattabın oğ­lu, arkadaşların içinde bize en sevimli olan sensin," dediler. "Neden dolayı?" di­ye sordum. Yahudiler: "Çünkü sen bize geliyorsun." diye cevap verdiler? Ben de dedim ki: "Benim size gelişimin sebebi, Kur'anın Tevratı, tevrattn da Kur'am nasıl doğruladıklarının hoşuma gitmesidir." O sırada Resulullah oradan geçti. Yahudiler: "Ey Hattabın oğlu, işte arkadaşınız. Haydi yetiş ona." dediler. Ben de onlara dedim ki: "Kendisinden başka ilah olmayan, sizi koruyup besleyen ve size kitabını emanet eden Allah hakkı için söyleyin oana, siz, onun, Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyor musunuz? "Bunun üzerine sustular. Sonra içilerin-de en âlim olanları ve büyükleri dedi ki: "Bu size büyük bir yemin verdirdi. Bu­na cevap verin." Onlar da: "Sen bizim âlimimizsin ve efendimizsin buna sen ce­vap ver." dediler. Bunun üzerine o âlim kişi: "Senin bizi Allah'a havale ettiğin meseleye gelince, bizler onun, Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz." dedi. Dedimki: "O halde vay halinize (Yani helak oldunuz)" Dediler ki: "Hayır, biz helak olmadık." Dedim ki: "Nasıl olmadınız. Siz onun Peygamber olduğunu bi­liyor sonra da ona tabi olmuyor ve ona iman etmiyorsunuz?" Dediler ki: "Bizim, meleklerden hem düşmanîmiz hem de kendisiyle barışık olduklarımız vardır. Bizim, meleklerden düşmanı olduğmuz melek, Muhammed'le arkadaş okiu. Dedim ki: "Meleklerden düşmanınız kim? Barışık olduğunuz kim?" Dediler ki: "Düşmanımız Cebrail, barışık olduğumuz da Mikâüdir." dedim ki: "Cebrail ile neden düşman oldunuz? Mikâil ile neden barışık oldunuz?" Dediler ki: "Cebra­il, dehşet, katılık, sıkıntı, şiddet, azap vb. hadiselerin meleğidir. Mikâil ise, şe­faat, merhamet, hafifletme vb. Hadiselerin meleğidir." Dedim ki: "Peki bunla-" nn, rableri katında dereceleri nasıldır?" Dediler ki: "Biri sağ tarafındadır diğeri de sol tarafında." Bunun üzerine dedim ki: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki bu iki melek te ve bu ikisinin arasında bulunanlar da, bu iki meleğe düşman olanlara düşman ve bunlara karşı barışık olanlara da barı­şıktırlar. Cebrailin, Mikâilin düşmanlarına, Mikâiün de Cebrailin düşmanlarına karşı barışık olmaları bunlara yakışmaz." Ömer devamla diyor ki "Sonra kalk­tım Resulullah'ın arkasından gittim. O, bir kabilenin hurma bahçesinden çıkar­ken ona kavuştum. O bana dedi ki: "Ey Hattabın oğlu, şimdi inen âyetleri sa­na okuyayım mı?" Sonra "Dedi ki: "Kim, Cebrailin düşmanı ise bilsin ki, geçmiş kitapları tasdik eden, müminler için bir hadiyet ve müjde olan Kur'am Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir." âyetini ve bundan son­ra gelen âyetleri okudu. Bunun üzerine dedim ki: "Ey, Allahin Resulü, babam anam sana feda olsun, seni, hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ol­sun ki ben sana bunu haber vermek için gelmiştim. Halbuki, lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah, bu haberi sana benim söylememden önce bildirdi. [264]

 

98- Kim Allah'a, meleklerine, Peygamberlerine, Ccbrailc ve Mikâîic düşman olursa, şüphesiz ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.

Allah teala bu âyet-i kerimede "Cebrail bizim düşmanımız, Mikâil ise dostumuzdur." diyen Yahudilere cevap veriyor, onları bu gibi sözlerinden dola­yı kınıyor ve bildiriyor ki, Cebrail, Allah'ın dostudur. Allah'ın dostuna düşman olan, bizzat Allah'a ve Allah'ın diğer dostları olan meleklerine ve Pegyamberle­rine de düşman olmuş olur. Böylece inkâra düşer. Bir hadis-i Kudside şöyle bu-yurulduğu rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.v.) dedi ki:

"Allah şöyle buyurdu: "Kim benim bir dostuma düşmanlık edecek

olursa, şüphesiz ki ben ona karşı savaş ilan etmiş olurum... [265]

Âyeî-i kerimede melekler zikredildikten sonra özellikle, Cebrail ve Mikâilin de zikrerdilmeleri, Yahudilere net bir şekilde cevap verilmesi ve onla­rın, bu hususta bilgisi olmayanları aldatmalarına imkân verilmemesi içindir. Çünkü "Allah, meleklere düşman olanlara düşmandır" denilip yetinilseydi, Ya­hudiler, aralarında bulunan bilgisiz kişilere "Biz, meleklerin düşmanı değiliz. Bundan dolayı da Allah bizim düşmanımız değildir." diyebilir ve onları kandı­rabilirlerdi. Bu gibi aldatmalarına imkân verilmemesi için özellikle Cebrail ve Mikâilin isimleri de zikredildi.

Taberi, bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şu hadisi şerifi rivayet etmektedir. "Bir gün Resulullah, Yahudilere soru sorarak onlara, "Okumuş ol­duğunuz kitap hakki için size soruyorum, Meryemoğlu İsanın. beni müjdeledi­ğini ve o müjdelemesinin, "Size bir Peygamber gelecek, adı. da Ahmet'tir." şek­linde olduğunu o kitabınızda bulmuş muydunuz?" dedi. Yahudiler, "Allah hakkı için evet. Biz seni, kitabımızda bulmuştuk. Fakat biz senden hoşlanmaz olduk. Çünkü sen, mallan helal kılıyor, kanları akıtıyorsun." dediler. İşte bunun üzeri­ne Allah "Kim Allah'a, meleklerine. Peygamberlerine , Cebraile ve Mikfüle düşman olursa şüphesiz ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." âyetini indirdi. [266]

 

99- Ey Muhammcd, şüphesi/ ki biz sana apaçık âyetler indirdik. On­ları ancak (asıklar inkâr ederler.

Ey Muhammed sana, senin Peygamberliğini gösteren apaçık deliller in-lirdik. Senin Peygamberliğinin doğru olduğunu gösteren bu delilleri ancak, din­lerinden çıkmış ve rablerine isyan etmiş kimseler inkâr ederler.

Burada zikredilen "Apaçık âyetler" den maksat, Hz. Muhammed (s.a.v.)e verilen Kur'anın ihtiva ettiği apaçık delil ve bilgilerdir.Bu bilgiler İsrai-loğullannm, başkalarından gizledikleri bilgiler ve bir kısmını değiştirdikleri hü­kümlerdir. Allah teala bunları Hz. Muhammed (s.a.v.)e açıklamış böylece onun hak Peygamber olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki, kıskanma ve kin duygulan taşımayan her sağlam fıtrat sahibi insan, Hz. Muhammed'in hak Peygamber ol­duğunu kabul eder olmuştur. Hz. muhammed'in hak Peygamber olduğunu gös­teren bu delil ve alâmetleri ancak Yahudi Hahamları gibi, dinden çıkan insanlar inkâr ederler. Dinlerine bağlı olanlar ise Hz. Muhammed'in ve ona indirilenlerinhak olduğunu kabul ederler. [267]

 

100- Onlar her ne zaman bir ahitte bulunmuşlarsa, içlerinden bir kısmı onu bozmamış mıdır? Zaten onların çoğu iman etmezler.

O Yahudiler her ne zaman, Allah'ın emirlerine uyacaklarına, Tevratla amel edeceklerine ve Muhammed'e iman edeceklerine dair, rablerine kesin ola­rak söz vermişlerse, içlerinden bir gurup bu sözü kenara atmış ve ahdi bozmuş değil midir? Doğrusu bu Yahudilerin bir çoğu, Allah'ı ve Peygamberini tasdik etmez, vaadine ve korkutmalarına inanmazlar. Artık böylelerinden, sözlerini yerine getirmeleri beklenir mi?

İsrailoğulları, Tevratin içinde bulunan hükümlerle amel edeceklerine dair rablerine defalarca yeminle pekiştirilmiş kesin söz verdiler. Sonra da içle-. rinden bazılan, birçok defa vermiş olduklan bu sözleri bozdular. Ailah teala bu âyet-i kerimede, ahitterinde dunnayan-Yahudileri kınamakta ve onların soyun­dan gelen, Hz. Muhammed zamanında mevcut olan Yahudileri de yermektedir. Çünkü onlar da, Tevratta sıfatları zikredilen Hz. Muhammed'in Peygamberliğini reddererek Allah'a vermiş olduklan sözlerini bozuyor ve atalarından, ahitlerini bozanlann durumuna düşüyorlardı.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resulullah, Mâlik b. Sayfa birini gönderip onlara, kendilerinden kesin söz alındığını ve Allah'ın, Resulullah hakkında ken­dilerine emirler verdiğini hatırlatınca Mâlik b. Sayf: "Vallahi Muhammed hak­kında bize hiçbir emir gelmedi ve onun hakkında bizden her hangi bir söz alın­madı." dedi. Bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Onlar her ne zaman bir ahitte bulunmuşlarsa içlerinden bir kısmı onu bozmamış mıdır? Zaten onların çoğu iman etmezler." [268]

 

101- Ne zaman Allah katından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik eden bir Peygamber geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir toplu­luk, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.

Allah'ın, kendilerine Tevrat vasıtasıyla bilgi verdiği Yahudi âlimlerine, Tevrati tasdik eden ve Tevratın da geleceğini'haber verdiği Muhammed gelince bu Yahudiler, Allah'ın kitabını arkalarına attılar ve ondan yüzçevirdiler. Bu Ya­hudiler, sanki Tevrattaki, Muhammed'i tasdik edip ona uymalarını emreden hükmü bilmiyorlarmış gibi hareket ettiler.

* Herhangi bir işi kabul etmemeye: "Onu arkasına attı." denir.Yani onu kabul etmedi, ondan yüzçevirdi ve ondan uzaklaştı." demektir. İşte burada ge­çen "Kitabı arkalarına attılar" ifadesi bu mânâya gelmektedir. Yine âyet-i keri­mede geçen "Sanki onu hiç bilmiyorlarmış gibi " ifadesi, onların, gerçeği bile bile inkâr ettiklerine işaret etmektedir. [269]

 

102- Onlar, Şeytanların, Sülcymanın mülkü hakkında uydurup oku­duklarına tabi oldular. Oysa Süleyman inkâr etmemişti. Fakat o Şeytanlar inkâr etmişlerdi. İnsanlara sihiri ve Babildc, Harut ve Marut denen iki me­leğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Halbuki bu iki melek: "Biz ancak bir im­tihan vasıtasıyız, sakın inkâr etme." demedikçe hiç kimseye bir şey öğret­miyorlardı. Fakat insanlar bu meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıra­cak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadıkça onlar, bununla kimseye zarar verecek değillerdi. Onlar, kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki onlar, o sihiri satın alan kimse­nin, âhirette bir nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Kendilerini karşılı­ğında sattıkları şey ne kötüdür. Keşke bilselerdi.

Yahudi bilginleri. Şeytanın, Süleymamn iktidarı hakkında uydurup riva­yet ettikleri sihire tabi oldular. Oysa Süleyman sihir yapmamış, zaten onu öğ­renmemişti de. O, sihirbaz da değildi. Zira sihir yapmak kâfirliktir. Fakat Şey­tanlar, insanlara sihiri öğretmeleri sebebiyle kâfir olmuşlardı. İnsanlara sihiri öğretip onu nakledenler Şeytanlardı. Yoksa Süleyman değildi. Yine Yahudiler, Babil şehrinde bulunan Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen sihire tabi oluyorlardı. Halbuki bu iki melek, hiçbir kimseye, bu sinirin bir imtihan ve bela olduğunu, onu öğrenmenin ve onunla amel etmenin yasaklandığını peşinen söylemeden onu kimseye öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu iki melekten, kişi ile karısının arasını açacak, onları birbirinden ayıracak sihiri öğreniyorlardı. Gerçekte ise onlar bu öğrendikleri sihir ile hiçbir kimseye zarar verecek değil­lerdi. Ancak, Allah'ın zarar görmesini takdir ettiği kimseler müstesna. Bu kim­seler, dinlerine zarar verecek ve âhiretlerine hiçbir faydası olmayacak sihiri öğ­reniyorlardı. Bunlar, o sihirin, âhirette kendilerine hiçbir faydası olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. O sihiri öğrenmenin karşılığnda kendilerini satmaları ne kötüdür. O sihirin sonucunun kötü olduğunu bir bilseler.

Âyet-i kerimenin başında "Onlar" şeklinde zikredilen zamirden maksat:

a-Süddi, Rebi' b. Enes ve İbn-i Zeyd'e göre- Resulullah'ın hicret ettiği Medine'nin çevresinde bulunna Yahudi Hahamları ve bilginleridir. Resulullah, bunları Müslüman olmaya davet edince onlar, Resulullah1 a karşı Tevrata daya­narak tartışmaya girişmişlerdir.Fakat Tevratın âyetleri, Hz. Muhammed'e uy­mayı emretme bakımından Kur'anın âyetleriyle aynı olunca bu defa Yahudiler Tevratı bırakıp Şeytanlann, Hz. Süleymamn mülkü hakkında uydurdukları ya­zılara dayanmışlar, Resulullah'a karşı o yazılarla tanışmaya girişmişlerdir. Ayet-i kerime bunu yapan Yahudilerin gerçek yüzlerim göstermektedir. Şeytan­ların uydurdukları şeyler hakkında Süddi diyor ki: "Şeytanlar göklere tırmanı­yorlardı. Oralarda meleklerin konuştuklarını işitecekleri yerlerde oturup bekli­yorlardı. Meleklerin, yeryüzünde meydana "gelecek olan, ölümler, yağmurlar vb. şeyleri konuşunca Şeytanlar onları dinleyip yeryüzünde bulunan kâhinlere ulaş­tırıyorlar, kâhinler bunları insanlara anlatıyorlardı ve insanlar olayların, kininlerin anlattıkları gibi çıktığını görüyorlardı. Şeytanlar kâhinlerin kentlileri­ne güvendiklerini görünce bu defa yalan söylemeye başlıyorlardı. Meleklerden duyduklarına başka şeyler sokuşturuyorlardı. Öyle ki, herbir kelimeye yetmiş Kelime katıyorlardı. İşte insanlar, kâhinlerin söyledikleri bu sözleri yazarak ki­tap haline getirmişlerdi. İsrailoğullannın arasında, cinlerin gaybı bildikleri ha­beri yayılmıştı. Bunun üzerine Hz. Süleyman her tarafa insanlar gönderip bu hususta yazılan kitapları toplattı. Bir sandığın içine koyup tahtının altına gömdü. Hiçbir Şeytan, Hz. Süleymanm tahtına yaklaşamıyordu. Yaklaştığı takdirde ise yanıyordu. Hz. Süleyman, "Kimin, "Şeytanlar gaybı biliyor" dediğini duyar­sanız boynunu vurun." demişti. Nihayet Hz. Süleyman vefat etti. Onun bu halini bilen âlimler de zamanla yok oldular. Arkadan başka nesiller geldi. Şeytan, in­san suretine girerek bu insanlara yaklaştı ve bunlara "Ben size, yeyip bitireme­yeceğiniz bir hazineyi göstereyim mi?" dedi. İsraİloğülları da "Evet" dediler. Şeytan "O halde siz, Süleymanm tahtının altını kazın." dedi. Kendisi de gidip yeri bizzat gösterdi ve çekilip bir kenarda durdu. Kendisine "Yaklaş" dedikle­rinde "Hayır, ben burada önünüzde bulunacağım. Şayet o defineyi bulamazsanız beni Öidürün." dedi. İsraİloğülları. tahtın altını kazdılar. İnsanların yazdığı ki­tapları buldular. Şeytan onlara "Süleyman, insanları, şeytanları ve kuşları işte bu sihirlerle kontrolüne almıştı." dedi ve kaybolup gitti. Bunun üzerine, İsrailoğul-lannin arasında, "Süleyman sihir yazdı." görüşü yayıldı. İsrailoğullan bu kitap­lara inandılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) gelince bu kitaplara dayanarak onunla tartışmaya giriştiler. İşte âyet-i kerime bu olayı zikretmektedir.

b- İbn-i Cüreyc ve İbn-i İshak'a göre ise, âyet-i kerimenin başında zikre­dilen "Onlar" kelimesinden.maksat, Hz. Süleymanm döneminde bulunan Yahu-dilerdir. Zira o dönemde bulunan Yahudilere Şeytanlar siniri öğretmişler onlar da bu hususta Şeytanlara uymuşlardır. Âyet-i kerime o günün Yahudilerin! zik­retmektedir. Bu hususta İbn-i İshak eliyor ki: "Şeytanlar Davut (a.s.)ın oğlu Sü-ieymanın ölümünü öğrenince çeşitli sihirleri yazmaya giriştiler. Onları kitap ha­line getirdiler. Üzerini Hz. Süleymanm mühürü ile mühürlediler ve kitabm üze­rine şunu yazdılar."Bu yazılar. Davudoğlu, Kral Süleymanm arkadaşı Berhiya oğlu Asıf m yazdsğ iimi hazineierdir." Sonra bu kitabı tahtın aîtma gömdüler, is-railoğullarından, sonra gelenler bu kitabı çıkardılar. Onu okuyunca "Davudoğlu Süleyman işte bunlarla eriştiği hallere erişmiştir." dediler. İnsanlar arasında si-hiri yaydılar. Onu hem kendileri öğrendi hem de insanlara öğrettiler. Öyleki si­hir, Yahudilerde olduğu kadar hiç bir ümmette revaç bulmamıştı. Kur'an Hz. Muhammede inip te onun, Hz. Süleymanı da Peygamberlerden sayması üzerine Midene'de bulunan Yahudiler "Muhammedin söylediklerine hayret etmiyor mu-sunuz"? O, Davudoğlu Süleymanm Peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, sadece bir sihirbazdı." dediler. İşte Allah teala bir Ayeti indirerek onlara cevap verdi.

Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, âyet-i Ke­rimenin Resulullah'ın döneminde yaşayan Yahudileri fcmadtğım, zira bunların^ Resuiullah'a karşı çıktıklarını bu sebeple de âyete muhatap olduklarını söyle­miştir. Ayrıca atalarının izlerini takibeden insanlara, atalarının işledikleri suçla­rı kemlilerinin işlemiş olduklarını söylemek Arapça ifadede kullanılan bir üslup şeklidir. Bu bakımdan âyetin sadece geçmişteki Yahudileri zikrettiğini söyle­mek delilsiz bir iddiadır.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Tabi oldular" diye tercüme edilen kelimesi Arapça'da "Okuma" ve "tabi olma" mânâlarına gelmektedir. M üc a-hid, Katade ve Atâ'ya ve Abdullah b.Abbastan nakledilen nakledilen bir görüşe göre buradaki kelimesi 'Okuma" anlamındadır. Buna göre âyetin izahı şöyledir: "Yahudiler, Şeytanın. Süleymanm mülkü hakkında insanlara, okuyup öğrettikleri sihirlere uydular."

Abdullah b. Abbas ve Ebu Rezin'den nakledilen başka bir görüşe göre ise burada nün mânâsı "Tabi oima"demektir. Buna göre ise âyetin mânâsı "Yahudiler, Şeytanların, Süleymanm mülkü hakkında uydukları ve amel ettikle­ri sihirlere tabi oldular." demektir. Taberi âyeti kerimenin mutlak ifadesinin her iki görüşü de kapsar mahiyette olduğunu söylemiş. Şeytanların, sihiri hem in­sanlara öğretmiş olabileceklerini hem de kendilerinin bizzat sihir yapmış olabi­leceklerini zikretmiştir.

Âyeti kerimede "Oysa Süleyman inkâr etmemişti fakat o Şeytanlar inkâr etmişlerdi." buyurulmakladır. Taberi diyor ki: "Âyetin bu bölümünün, bundan önceki bölümüyle irtibatı şöyledir: Yahudiler, Allah'ın haram kıldığı si­hiri. Şeytanların telkini ile öğrendikleri halde bunu bilmeyen halk tabakasına, sihiri Süleymandan öğrendiklerini ve doiayısiyle bunun caiz olduğunu söylü­yorlardı. Böylece Hz. Süleymanı sihirbazlıkla itham 'erek onu inkarcılıkla suçlamış oluyorlardı. Allah teala bu âyet-i kerimede, Hz. Süleyman'ın sihirle ii-gisi olmadığını, doiayısiyle inkarcılığa düşmediğini, aslında sihiri ortalığa ya- -yarak inkarcılığa düşenlerin Şeytanlar olduğunu ve Yahudilerin Hz. Süleymana iftirada bulunduklarını beyan etmiştir. Böylece âyetin bu bölümü, baş taraftaki, Yahudilerin, Şeytanların aktardıkları sinire uyduklarını beyan eden bölümüne mutabık düşmektedir. Nitekim Said b. Cübeyr, Ebu Miclez. katade, Mücahid, Şehr b. Havşeb, İbn-i İshak ve Abdullah b. Abbasın bu hususta rivayet ettikleri görüşler, âyetin bu bölümünü, zikredikliği şekilde anlatmaktadır.

Said b. Cübeyr. Katade. Mücahid, Şehr b. Havşeb ve İbn-i ishak. Şeytan-lann. sihirle ilgili yazılar yazdıklarını, Hz. Süleyman'ın da bunları toplatıp tahtı­nın altına gömdürdüğünü, daha sonra da Şeytanların, onları çıkarttınp-insanlara yaydıklarını ve Hz. Süleymanm bu sihirler sayesinde varlıkların bir kısmını sevk ve iderisi altına aklığnı söylemişler insanlar da bu yalanlara inanmışlardır.

Abdullah b. Abbastan bu hususta Said b. Cübeyr şu görüşü nakletmiştir. Hz. Süleyman, hanımlarından biri olan Ceradeyi çok seviyordu ve onun akraba­larına iyilikte bulunmak istiyordu. Bu hususta Allah onu imtihana tabi tuttu. Hz.. Süleyman tuvalete gittiğinde veya cinsi ilişkide bulunduğunda mühürü Cerade-ye veriyordu. Birgün Şeytan, Süleymanm suretinde gelerek Ceradeye "Mühürü-mü ver bana" dedi. Cerade mühürü verdi. Şeytan onu parmağına takınca diğer Şeytanlar, Cinler ve insanlar onun itaatına girdiler. Süleyman gelip mühürünü isteyince Cerade ona: "Sen Süleyman değilsin, sen yalancısın." dedi. Süleyman bu halin, kendisi için bir imtihan olduğunu anladı. İşte o günlerde Şeytanlar, içinde sihir ve inkarcılık bulunan bir kitap yazdılar. Sonra onu Süleyman'ın tah­tının altına gömdüler. Daha sonra da çıkarıp insanlara okudular ve onlara: "İşte Süleyman insanlara bu yazılarla galip geliyordu." dediler. Bunun üzerine insan­lar Süleymandan uzaklaştılar, onu inkarcılıkla suçladılar. İşte Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirerek Hz. Süleyman'ın suçsuz olduğunu ortaya koydu.

Ebu Miclez ise bu hususta şunu rivayet etmektedir. "Hz. Süleyman, bütün canlı varlıklardan, insanlara dokunmayacaklarına dair söz almıştı. Herhangi bir insan bir varlıktan kötülübgörür ve o varlığın, Hz. Süleyman'a verdiği sözü ha­tırlatırsa o varlık o kişiye dokunmazdı. İnsanlar şiir ve sihir gibi şeyleri görünce "Süleyman işte bunu yapıyordu" demeye başladılar. Allah teala bu âyeti indirip Hz. Süleyman'ın, sihir ve benzeri şeylerle alakası olmadığını beyan etti.

Taberi diyor ki: "Sinirin varlığı Hz. Süleyman zamanında ortaya çıkma­mıştır. Âyetler, Firavunun sihirbazlarından ve Hz. Nuhun kavminin, onu sihir­bazlıkla suçladıklarından bahsetmektedir. Banımla beraber Yahudilerin, Şeytan­ların uydurduğu sihirlere tabi olduklarının zikredilmesi, Hz. Süleymanı Yahudi­lerin ithamlarından tenzih etmek içindir. Yoksa sinirin, Hz. Süleyman dönemin­de başladığını beyan etmek için değildir.

Müfessirler, bu âyet-i kerimede geçen kelimesini çeşitli şekil­lerde tefsir etmişlerdir.

Abdullah b. Abbas ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir rivayete göre onlar deki kelimesinin olumsuzluk edatı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bâbilde Hamt ve Marut denen iki meleğe bir şey indirilmemiştir." Yahudiler, Şeytanların, Süleymanın mülkü hakkında naklettikleri sihire tabi oldular. Halbuki Süleyman inkâra düşmemişti. Allah, si-hiri, Yahudilerin iddia ettikleri gibi iki melek olan Cebrail ve Mikaile indirme-mişti. Fakat Şeytanlar inkâra düşmüşlerdi. Bâbil şehrinde insanlara sihiri öğreti­yorlardı. Özellikle Hamt ve Marul ismindeki iki kişiye öğretiyorlar, onlar da di­ğer insanlara öğretiyorlardı..."

b- Abdullah b. Mes'ud, Katade, Süddi ve Ibn-i Zeyd'e ve Ali b. Eni Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre buradaki mânâsına gelen bağlaçtır. Bu görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: "Yahudiler, Şeytanların, Süleymanın mülkü hakkında naklettikleri sihire bir de Babil şehrin­de, Allah'ın Harut ve Marut isimli iki meleğe indirdiği sihire uydular. Aslında Süleyman inkarcılığa düşmemişti. Şeytanlar inkarcılığa düşmüşlerdi. İnsanlara sihiri öğretiyorlardı. Kendilerine sihir indirilen iki melek te "Biz ancak bir imti­han vesilesiyiz, inkâra düşme" demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı," Bu izah tarzına göre, Allah teala, Harut ve Marut isimli iki meleğe sihir yapma bil-

gisini indirmiştir. Bu izahı benimseyen âlimler, Allah tealanin, haram olan sihiri meleklere indirmesinin mahzurlu olmadığını zira hayın da şerri de Allah'ın ya-rattığnı söylemişlerdir. Bunlar, Allah tealanın, zina etme, hırsızlık yapma vb. günahları kullarına tanıtıp onlan yasakladığı gibi sihiri de kullarına tanıtarak ya­sakladığım söylemişlerdir. Bunlar "Sihiri öğrenmek haram değil yapmak ha­ramdır." demişlerdir.

c- Mücahid ise buradaki yani "ki" mânâsında oldu­ğunu ancak Şeytanların, insanlara öğrettikleri sinirin genel sihir olduğunu me­leklerin, insanlara öğrettikleri sinirin ise, kişi ile karısının arasını açma özelliği-ni taşıyan bir sihir olduğunu söylemiştir.

d- Kasım b. Muhammed ise buradaki nın olumsuzluk edatı da olabileceğini bağlaç ta olabileceğini söylemiştir.

Taberi bu görüşlerden ikinci görüşün daha doğru olduğunu, mânâsına geldiğini, gökten Harut ve Marut isimli iki meleğe sihir in­dirildiğini, bunların da, insanları uyardıktan sonra onlara sihir »öğrettiklerini söylemiştir Taberi buravdaki olumsuzluk kabul edildiği takdirde şu iki ihtimalin söz konusu olabileceğini ve bu ihtimallerin de uygun olmayacağını söylemiştir.

aa- İki Melekten maksadın Harut ve Marut oldukları söylenecektir. Hem-de bunlara sihir indirilmediği ileri sürülecektir. Bu takdirde âyetin devamındaki "O iki melek, biz ancak bir imtihan vasıtasıyız sakın inkâr etme." deme­dikçe hiç kimseye birşey öğretmiyorlardı." ifadesi anlamsız olacaktır.

bb- Veya, Harut ve Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği kimse­ler olacaktır. Bu takdirde Harut ve Marut iki melek kabul edilecek olursa bunla­rın Şeytanlardan sihir öğrendikleri ve inkâra düştükleri söylenmiş olur ki bu , meleklere yakıştınlamaz. Ayrıca onların öğrettikleri insanlara "Sakın inkâra düşmeyin" şeklindeki uyarılan da bu iddiayı reddeder. Yahut ta Harut ve Marut, Şeytanların kendilerine sihir öğrettiği iki insan kabul edilecektir. Bu takdirde de Hamt ve Marut ölünce sihirin son bulması gerekecektir. Sinirin varlığı devam ettiğine göre bu faraziye de reddedilir. Dolayısiyle olumsuzluk takısı olmadığı ve başlangıç edatı olduğu ortaya çıkar.

Harut ve Marut: Âyette zikredilen Hamt ve Marulun kimler oklukları hakkında çeşitli rivayetler zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Hz. Ali, Kâ'bul Ahbar. Süddi, Reb' b. Enes ve Mücahid'den nakledilen rivayetlere göre bunlar iki melektir. Yeryüzüne indirilme ve insanlara sihir öğ­retme cezası ile cezalandırılmışlardır. Bu cezanın sebebi ise şudur? Bütün me­lekler günah işleyen insanları kınamışlardı. Allah teala da onlara içlerinden iki melek seçip yeryüzüne göndermelerini emretmişti. Onlar, Harut ve Manıt isimli iki meleği yeryüzüne göndermişlerdi. Bu melekler insanlar arasında hüküm ve­rirken bir kadına iltimas yapmışlar yahut güzelliğinden dolayı kendilerini o ka­dına kaptırmış ve günah işlemişlerdi. Bunun üzerine kendilerine ya dünya ha­yatında cezalandınlacaklan veya âhirette azap edileceği bildirilmişti. Onlar ise, dünya hayatı geçici olduğu için dünyada cezalandırılmayı kabul edip âhirette cezalandırmamalarını istemişlerdi. İşte bu sebeple onlar Babil'de hapsedilip orada insanlara siniri öğretmekle cezalandırılmışlardı. Onlar insanlara "Biz an­cak bir imtihan vesilesiyiz. Sakın inkarcılığa düşmeyin." dedikten sonra sihiri öğretiyorlar insanlarda onlardan sinirin en kötüsü olan, kişiyi hanımından ayır­ma işini öğreniyorlardı.

Bu hususta Abdullah b. Abbas özetle şunları zikretmektedir: "Bir zaman Allah teala melekler için göğü açtı. Onlar, Âdemoğullannm yeryüzünde ne yap­tıklarına baktılar. Melekler, ÂdemoğuUarınm günah işlediklerini görünce "Ey rabbimiz bunlar, senin bizzat elinle yarattığın, melekleri kendisine secde ettirdi­ğin ve herşeyin ismini kendisine öğrettiğin Âdemoğullandır. Bunlar günah işli­yorlar." dediler. Allah teala da: "Dikkat edin siz de onların yerinde olsanız onların işlediklerini işlersiniz." buyurdu. Melekler: "Biz seni tenzih ederiz. Bunları işlemek bize yakışmaz." dediler.Bunun üzerine Allah teala meleklere, içlerinden yeryüzüne inecek bazı melekleri seçmelerini emretti. Onlarda Harut ve Marutu seçtiler. Harut ve Marut yeryüzüne indirildi. BunlanuAlkıh'a ortak koşma, hırsızlık yapma, zina etme, içki içme ve Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıyma dışında her şey helal kılınmıştı. Aradan çok geçmeden (Bazı rivayetlere göre indirildikleri günün akşamı olmadan) kendilerine "Bizaht" diye adlandırılan güzel bir kadın musallat oldu. Bunlar o kadını görünce kendilerini ona kaptırdılar ve ona çirkin işi teklif ettiler. Kadın ise onlara "Hayır olmaz. Ancak Allah'a ortak koşar, içki içer, adam öldürür ve şu puta secde ederseniz olur." dedi. Harut ve Marut: "Biz Allah'a asla ortak koşmayız." dediler. Bunlar­dan biri diğerine: "Sen yine kadına bir git bakalım." dedi. Kadın ona: "Hayır ol­maz. Ancak içki içerseniz olur." dedi. Harut ve Marut içki içtiler sarhoş oldular. O sırada yanlarına bir dilenci geldi. Durumlarının ortaya çıkmasından korkarak dilenciyi öldürdüler.Bunlar bu gibi günahlara düşünce Allah tekrar göğü me­leklere açtı. Harut ve Marulun durumunu gören melekler: "Ey rabbimiz, seni tenzih ederiz sen bizden daha iyi biliyorsun." dediler. Allah teala Davudoğlu Süleymana vahiy göndererek Harut ve Marutun, dünya ve âhiret azabından bi­rini seçmelerini bildirdi. Harut ve Marut dünya azabını seçtiler. Bunun üzerine onlar, topuklarından boyunlarına kadar bağlanıp Babil şehrinde yaşamaya mec­bur edildiler ve kendilerine, insanlara sihiri öğretme vazifesi verildi.

Yukarıda zikredilen kişilerden nakledilen rivayetlerin bazılarında, melek­lere musallat olan kadının "Zühre" yıldızı olduğu ve Allah tealanın, Harut ve Marutu, bu yıldızı kadın haline getirerek imtihan ettiği zikredilmiştir. Harut ve Marut hakkında, Taberi tarafından diğer rivayetler de zikredilmiş ise de hepsi­nin ortak oldukları nokta, Abdullah b. Abbastan nakledilen rivayette toplanmak­tadır. Bu nedenle bu rivayetle yet inil m iştir.

BÂBİL: Bâbil şehri Süddiye göre "Denbâvend" diye adlandırılan bölge­deki Bâbild'ir. Urve b. Zübeyrin Hz. Aişeden naklettiği başka bir rivayete göre âyette zikredilen Bâbil'den maksat, ıraktaki Bâbil'dir. Bu da Keldanilerin hükü­met merkezi olan şehirdir. Bağdatın doksan kilometre kadar güneyinde Nemrut tarafından yaptırılmıştır. Bu şehir, birçok hükümdarın eline geçtikten sonra ha­rap olup gitmiştir.

SİHİR; Müfessirler sihirin ne demek olduğu, etkisinin bulunup bulunma­dığı ve etki derecesinin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre sihir, sihirbazın yaptığı aldatmalar, hokkabazlıklar ve hilelerdir. Öyleki bunları yaptığı takdirde büyülenen kişi eşyayı gerçek mahiye­tinden farklı bir şekilde görür. Susayan insanın serabı su zannetmesi, gemide gi­den insanın, çevresindeki dağlann ve ağaçların gemiyle birlikte yürüdüğünü zannetmesi gibi. Büyülenen insan da bir kısım hayallere kapılır ve eşyayı ger­çek şeklinin dışında gönneye başlar. Bu görüşte olan âlimlere göre sihirbaz eş­yanın hakikatini değiştiremez. Mesela denizi karaya çeviremez. Yine Allah'ın yaratıklamdan herhangi birini, yaptığı sihirle emrine alamaz. Sihirbaz da ancak diğer insanların yaptığı şeyleri yapar. Fakat büyülediği kimseleri etkileyerek yaptıklarını gerçek gibi gösterir ve inandınr. Bunlara göre sihirin hayalden iba­ret olduğu, şu Nass'lardan anlaşılmaktadır. "Sihirbazlar "Ey Musa, ya sen at ve­ya önce atan biz olalım" dediler." "Musa "Hayır siz atın" dedi. Bir anda onların ipleri ve değnekleri, sihirleri yüzünden Musaya, hareket ediyorlarmış gibi gö-ründü. [270]

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Resulullah'a sihir yapıldı. Öyie ki o, yapmadığı bir şeyi yapmış zannedi­yordu. Bir gün benim yanımdayken Allah'a çokça dua etti sonra şöyle dedi: "Ey Aişe hissettin mî? Allah bana neden şifa bulacağımı bildirdi. (Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, o nedir?) Resulullah dedi ki: " Yanıma iki kişi geldi. Biri ba-ş ucu mu diğeri de ayak tarafıma oturdu. Sonra biri diğerine: "Bu adamın ağrısı nedir. " diye sordu. Diğeri: "Kendisine büyü yapılmış." dedi. O da : "Kim büyü yapmış?" dedi. Diğeri: "Zürcyk oğulları Yahudilcrindcn Lcbid b. El-A'sam yapmış" dedi. o "Ne ile yapmıyş?" dedi. Diğeri: "Tarak, tarak dişinde kalan saçlar, burmanın erkek tomurcuğunun kapçığı ile yapmış. " dedi. O, "Şimdi onlar nerede." dedi. Diğeri: "O, Zicrvan kuyusundadır (Başka bir rivayette Zcrvan kuyusu şcklindcrdir) diye cevap verdi. [271]

Diğer bir kısım âlimlere göre ise sihirbaz, yaptığı sihirle bir kısım eşyayı başka bir şekle sokabilir. Yok olan bir takım şeyleri ortaya çıkarabilir. Öyle ki bir insanı başka bir varlığa çevirebilir. Bunlar, görüşlerine delil olarak âyet-i ke­rimenin "... İnsanlar bu meleklerden kişi ile karısının arasını ayıracak şey­ler öğreniyorlardı...." bölümünü zikretmişlerdir. Şayet sihirbaz, sihiriyle bir şey yapma gücünde olmasaydı insanlar, meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıracak şeyleri nasıl öğrenmiş olacaklardı? Bu görüşte olanlar, sihirin etkileyi­ci olduğu hususunda delil olarak Urve b. Zübeyrin Hz. Aişeden naklettiği ve özetle anlatmaya çalıştığımız şu kıssayı da zikretmişlerdir. Uz. Aişe (r.a.) diyor ki: "Dûmetül Cendel halkından bir kadın Resulullah'ın vefatından sonra geldi ve içine sürüklendiği bizzat kendisinin yapmadığı bir sihir hakkında Resulullah ile konuşmak istediğini söyledi. Fakat derdine çare olmasını istediği Resulullah't bulamayınca ağlamaya başladı. Ben ona acıyor ve kendisini teskin etmeye çalı­şıyordum. O ise: "Ben helak okluğumdan korkuyorum." diyordu. O kadın, ba­şından geçeni şöyle anlattı: Kocam vardı, o, bir ara yanımda değildi. İşte o sıra-da yanıma bir kadın geldi. Ben . kocamı ona şikayet ettim. Kadın bana "Eğer dediklerimi yaparsan ben onu sana getiririm." dedi. O gece olunca katini benim yanıma iki siyah köpekle geldi. Birine o bindi birine ben. Birden Bâbil şehrinin kapısında bulduk kendimizi. Bir de ne görelim, orada aykalarından bağlı iki adam. Onlar bana: "Seni buraya getiren sebep nedir?" dediler. Ben de: "Sihir öğrenmek" dedim. Onlar bana: "Bizler ancak bir imtihan vasatasıyız, inkâra düşme, geri don dediler. Fakat ben ısrar ettim ve: "Hayır dönmüyorum." dedim. Bunun üzerine onlar bana: "Git şu tandıra idrarını yap." dediler. Tandıra gittim  fakat korktum bir şey yapmadan onların yanına döndüm. Bana "Yaplım mı?" diye sordular. Ben de "Evet" dedim. Bana "Bir şey gördüm mü?" dediler. Ben "Hayır bir şey görmedim." dedim. Onlar: " O halde sen idrarım yapmamışsın, dön memleketine git, inkara düşme." dediler. Ben yine ısrar ettim: Hayır dön­mem." dedim. Onlar bana: "Git o tandıra idrarını yap." dediler.Beıı yine gittim, korkumdan bir şey yapamadım ve geri döndüm. Onlar sorduklarında da "Yap­tım" diye cevap verdim. Onlar bana "Bir şey gördün mü?" diye sorunca yine "Hayır" dedim. Onlar yine bana "Memleketine dön.İnkârcılığa düşme. Zira ^en daha işin basındasın." dediler. Ben yine ısrar etlim. Onlar da yine bana, gidip o tandıra idrarımı yapmamı söylediler. Bu defa gidip oraya idrarımı yaptım. Bir ed ne göreyim, yüzüne demirden yaşmak çekmiş olan bir süvari içimden çıkıp göğe doğru yükseldi. Sonra gökte kayboldu gitti. Sonra dönüp o iki kişiye gel­dim? Durumu onlara anlattım. Onlar: "Şimdi doğru söyledin işte..Bu senin ima­nındı. Senden çıkıp gitti. Şimdi gil." dediler. Ben dönüp ihtiyar kadına dedim ki: "Vallahi ben bir şey öğrenemedim. O iki adam da bana bir şey söylemedi. Ka­dın bana: "Evet öğrendin istediğin herşey artık olacak." dedi. Ben de şu buğ­dayları al da etrafa serp." dedim buğdayları serpti. "Şimdi buğdayları bitirip çı­kar." dedim. Bitirip çıkardı: "Onları biç" dedim. Biçti, "ovalayıp tanelerini çı­kar." dedim. Ovalayıp çıkardı. "Kurut" dedim. Kuruttu. "Öğür dedim öğüttü. "Ekmek pişir" dedim pişirdi. İstediğim her şeyin okluğunu görünce pişman ol­dum, üzüldüm. Vallahi ey müminlerin annesi ben şimdiye kadar hiçbir şey yap­madım. Şimdiden sonra da asla yapmayacağım." dedi.

c- Diğer bir kısım âlimler "Bu sihir göz boyamaktan başka bir şey değil­dir." demişlerdir.

Ayet-i kerimede meleklerin insanlara sihiri öğretirken "Biz ancak bir im­tihan vasatasıyız sakın inkâr etme" dedikleri zikredilmektedir. Katade. Hasan-ı Basri ve İhn-i Cüreyc, meleklerden insanlara böyle söyleyeceklerine dair ahit alındığını zikretmişlerdir. Âyet-i kerimede: "İnsanlar hu meleklerden, kişi ile karısının arasını ayıracak şeyer öğreniyorlardı." buyurulmaktadır.

Taheri diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Nasıl olurda bir sihirbaz, kişi ile karısının arasını ayırır? "Cevaben denilir Ki: "Sihir yapan kimse bazı eşyayı büyülenen kişinin gözüne gerçeğin tersine gösterir, onu vehme düşürür. Böyle­ce kişiye hanımını bulunduğu durumdan çirkin ve kötü gösterir. Kişi de hanımı­nı sevmez olur. İşte bu yolla kişi ile karısının arası açılır. Aslında onların aıasını açan Allah'tır, sihir yapan kimse buna sebep olur. Arapça'da bir şeye sebep olan kişiye "O iv i yapan" denir.

Âyette zikredilen "Allah'ın izni"ndcn maksat, Allah'ın hükmü ve Allah'ın hilgİMdir. Sihirbaz, Allah'ın ca-H ilmiyle bildiği şeyin haricinde hiçbirşey yapa­maz. Yani sihir kaza ve kaderi değiştiremez.

Âyette "Halbuki onlar sihiri satın alan kimsenin âhiretten bir nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı." buyuru im aktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Allah'ın elçisi olan Muhammed, Yahudilere geldiğinde Allah'ın kitabı olan Tevratı sanki hiç bilmiyorlarmışcasına arkalarına attılar ve onlar, Şeytanların, Süleymanın mülkü hakkında uydurup yaydıkları sihirlere ve Babil şehrinde iki meleğe indirilen sihirlere uydular. Süleyman sihir yaparak inkâra düşmemişti. Şeytanlar inkâra düşmüşlerdi. İnsanlara sihiri onlar Öğretiyorlardı. Bir de kendi­lerine sihir indirilen Harut ve Marut adlı melekler öğretiyorlardı. Halbuki Yahu­diler, Peygamberlerine indirdiğim kitabı verip te sihiri satın alanların âhirette herhangi bir paylan olmadığını çok iyi biliyorlardı. Böylece onlar, bu günahı bi­le bile işlemiş oldular."

Âyette zikredilen ve "Nasip" diye tercüme edilen kelimesi Mü-cahid, Süddi ve Sevri tarafından "Nasip" olarak izah edilmiş Katade tarafından "Delil" olarak Hasan-ı Basri tarafından "Din" olarak ve Abdullah b. Abbas tara­fından "Destek" ve "Güç" olarak izah edilmiştir. Taberi bu kelimeyi "Nasip" mânâsında izah edenlerin görüşünün daha isabetli olduğunu söylemiştir. [272]

 

103- Eğer onlar iman edip Allah'tan korksalardı Allah katındaki se­vapları daha hayırlı olurdu. Keşke bilmiş olsalardı.

Şayet o sihiri öğrenen insanlar Allah'ı ve Resulünü tasdik etseler ve Al­lah'ın farzlarını yerine getirip yasaklarından kaçınarak azabından korksalardı, imanları ve Allah'tan korkmaları karşılığında Allah'ın onlara vereceği mükâfaat ve sevap, sihirden ve onun kazandırdıklarından daha hayırlı olurdu. Keşke bu hali bilmiş olsalardı. [273]

 

104- Ey iman edenler,. "Raina" demeyin. "Bize bak" dcyin.Ve sözü iyi dinyelin. Kâfirler için can yakıcı bir azap vardır.

Ey, Allah'ı ve Peygamberi tasdik edenler, "Ne konuştuğumuzu anlaman için bize kulak ver." mânâsına gelen "Râina" sözünü söylemeyin. "Bize söyledi­ğini anlamamız, ve ayirdedebilmemiz için bize bak, bizi gözetle" deyin. Ve Re-sululiahm size söylediğini dinleyin, anlayın ve ezberleyin. Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve Peygamberini yaanlayanlar için acı veren bir azap vardır.

Müfessirler "Râina" ifadesini iki şekilde izah etmişlerdir. Atâ ve Müca­hide göre "Râina demeyin" cümlesinden maksat, "Muhalif bir söz söylemeyin." demektir. Abdullah b. Abbas ve Dehhak'a ve Mücahidden nakledilen diğer bir .görüşe göre "Raina demeyin" ifadesinden maksat, "Sen bizi dinle biz de seni dinleyelim." demektir. Buna göre bu cümlenin mânâsı "Ey iman edenler "Sen bizi üinle biz de seni dinleyelim" demeyin" şeklindedir.

Müfessirler, Allah tealanın, müminlere böyle birşey söylemelerini yasak­laması hakkında şu görüşleri zikretmişlerdir:

Katade, Atıyye, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'e göre müminlere "Rai­na" demelerinin yasaklanmasının sebebi, Yahudilerin bu sözü Resulullah ile alay etmek ve ona hakaret etmek maksadıyla söylemeleridir. Allah teala, Yahu­dilerin bu maksadını bilmeyen müminleri uyarmış ve böyle söylememelerini emretmiştir.

"Raina" kelimesi, Yahudilerin dilinde hem sövmek hem de "Gözet ve ko­ru" mânâsına geliyordu. Yahudiler bu kelimeyi kullanmakla Hz. Muhammed (s.a.v.) e hakaret etmek gayesini güdüyorlardı.

Atâ, Ebul Aliye ve İbn-i Cüreyc'e göre ise Allah tealanın müminlere "Râinâ" demeyi yasaklamasının sebebi bu kelimeyi cahiliyye döneminde Medi-neli Ensann birbirlerine karşı kullanmaları, küçük düşürücü argo bir kelime ol­masındandır.

Süddiye göre ise Allah tealanın, müminlere bunu yasaklamasının sebe­bi, Rifâ'a b. Zeyd isimli bir Yahudinin bu ifadeyi bir sövme aracı olarak kullan­masıdır. Bu kişi Peygambere geliyor, "Kulağını bana ver işitmeyesice beni din­le" diyordu. Müslümanlar da Peygambere karşı böyle konuşmanın saygılı olaca­ğını zannediyor ve onu tasdik ediyorlardı. Bu sebeple Allah teala onlara bu ifa­deyi kullanmalarını yasakladı. Nitekim Yahudilerin, Resulullaha karşı böyle konuştukları şu âyette zikredilmektedir. "Yahudilerden bir kısmı, sözü esas mânâsından kaydınp "İşittik karşı geldik. Dinle işitmez olası" derler. Yine dille­rini eğerek ve dini kötüleyerek "Râinâ" derler. Eğer onlar "İşittik itaat ettik. Dinle ve bizi gözet" deselerdi kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah onlara, inkârlarından dolayı lanet etmiştir. Onlardan iman etlen çok azdir. [274]

Taberi diyor ki: "Doğru olan görüş şudur ki, Allah teala müminlere "Râinâ" kelimesini kullanmalarını yasaklamıştır. Nitekim Resulullâh da kölele­re "kulum" demeyi yasaklamış, onlara "Gencim" denmesini emretmiştir. "Râinâ" kelimesi, hem "bizi koru biz de seni koruyalım. Bizi denetle biz de seni denetleyelim." mânâsına gelmekte hem de "Kulağını sadece bize ver. Başka şeyler dinleme" mânâsına gelmektedir. Bu sebeple, Allah teala, müminlere. Peygamberlerine tam saygı göstermeleri için onlara bu tür çeşitli mânâlara gele­bilecek kelimeleri kullanmayı yasaklamış ve saygı ifadelerini Öğretmiştir. Nite­kim başka bir âyette de müminlerin Peygamberle konuşurken alçak sesle konuş­malarını, aksi halde amellerinin boşa çıkarılmasına sebep olacaklarını beyan et­miş ve şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinizlc yüksek sesle konuştuğunuz gi­bi Peygamberle de yüksek sesle konuşmayın. Yoksa amelleriniz boşa gider de farkında bile olmazsınız. [275]

Taberi, müminlerin, böyle bir ifadeyi Yahudilerden alarak kullandıklarını söylemenin doğru olmadığını zira müminlere böyle bir sıfatın yakıştınlamaya-cağını, aynca "Râinâ" kelimesinden maksadın "Muhalif söz" olduğunu söyle­menin de doğru olmadığını zira Arapçada "Râinâ" kelimesinin bu mânâya gel­mediğini, sadece "Denetleme" ve "Tam kulak verme" anlamına geldiğini söyle­miştir. Ancak, Katadenin izah ettiği şekilde "Râinâ" kelimesinin Arapçada ha­karet anlamı taşımadığı, İbranicede hakaret anlamı taşıdığı, Yahudilerin onu-kendi dillerindeki anlamda kullandıkları, müminlerin de Arapçadaki anlamında kullandıkları bu yüzden karışmaya vesile olduğundan müminlere bu gibi ifadeyi kullanmanın yasaklandığı söylenebilir. [276]

 

105- Ne kitap ehlinin inkâr edenleri ne de müşrikler, rabbiniz tara­fından size bir hayır indirilmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.

Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve Allahtan başka varlıklara ve putlara tapan   müşrikler, kıskançlıklarından ve azgınlıklarından dolayı, rabbiniz tarafından, si­zin üzerinize Kur'an gibi hayırlı bir kitabın indirilmesini istemezler. Oysa Allah, Peygamberliği, hidayeti ve imanı, yarattıklarından dilediğine tahsis eder. Allah, nimetler veren büyük lütuf sahibidir. Kullarının dinleri ve dünyaları hususunda eriştikleri bütün hayırlar, lütuf olarak, karşılıksız bir şekilde Allah tarafından -verilmiştir. Yoksa kullar bunu hak ettiklerinden değildir.

Bu âyet-i kerime, ehl-i kitabın, Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere karşs kıskanç davrandıklarına işaret etmektedir ve Allah tealanın, müminlere, ehl-i ki­tabın kâfirlerini ve müşrikleri dost edinmelerini, onlanh, nasihat şeklinde de ol­sa sözlerini dinlemelerini yasakladığını göstermektedir. Zira Allah teala bu in­sanların, müminlere karşı içlerinde gizledikleri kin ve kıskanma duygularını müminlere bildirmiş ve onlardan uzak dunnalannı emretmiştir.

Âyet-i kerimede: "Allah, rahmeti dilediğine tahsis eder." bu y uru İm ak-a-dır. Burada ifade edilen "Allanın rahmetinden maksat, Peygamber göndermesi-dir. Allah, Peygamberini, yaratıklarından dilediğine gönderir ve onları iman et­tirip hidayete erdirir ve rızasına kavuşturarak cennetine koyar. Zira Allah büyük bir lütuf sahibidir.

Âyet-i kerimenin bu bölümü de ehl-i kitabı dolaylı yolla kınamaktadır. Zira onlar, AUahm, Peygamber gönderme rahmetinin kendilerine mahsus oldu­ğunu iddia ve temenni etmişlerdir. Allah teala. Peygaıv.,;er gönderme rahmeti­nin, herhangi bir kimseye mahsus olmadığını, bunun, Allah tarafından bir lütuf olduğunu, onu kullarından dilediğine tahsis edeceğini beyan etmiştir. [277]

 

106- Biz, bir âyetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak daha iyisini veya aynısını getiririz. Allanın her şeye kadir olduğunu bilmez mi­sin?

Biz, bir âyetin hükmünü, helali haram, haramı helal, mubahı sakıncalı sa­kıncalıyı mubah şeklinde değiştirirsek yahut da onu değiştinneksizin olduğu gi­bi bırakırsak, bu durumda hemen veya bir müddet sonra, sizden bir zorluğu kal­dırmak veya mükâfaat ve sevabınızı artırmak suretiyle sizin için o âyetin daha hayırlısını getiririz. Yahut da sizler için aynı faydalan sağlayan benzer âyetler getiririz. Ey Muhammed, bilmez misin ki Allah, farz kıldığı bir takım hükümle­ri neshettiği takdirde onların yerine kullan için ya dünyaları veya âhiretleri bakınımdan daha hayırlı olan hükümleri yahut da onlar için, dünya ve âhiretleri bakımından aynı olan hükümleri getirmeye kadirdir?

* "Âyetin hükmünü kaldırma" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı, bir meseleyi bir kitaptan kopya edip başka bir yere yazmaktır.

Taberi diyor ki: "Madem ki nesih bu demektir o halde bir âyetin hükmü­nün kaldırılıp lafzının bırakılması veya lafzının da kaldırılması aynı şeydir. Bir kısım âyetlerin sadece hükümleri değiştirilmiş lafızları ise aynen kalmış veya unutturulmuştur. İşte bunların hepsi de nesih ifadesinin içine girmektedir. Nite­kim Hasan-ı Basri bu hususta şöyle demiştir: "Peygamberimize Kur'andan bazı âyetler okutuluyor sonra da unutturuluyor ve onlardan bir eser kalmıyordu. Kur'anın bazı âyetleri de vardır ki onlar nashedilmiştir. Fakat halen siz onları okumaktasınız. Yani hükümleri kaldırılmıştır fakat lafızları bakidir."

Müfessirler, "Nesih" kelimesinin mânâsını çeşitli şekillerde izah etmişler­dir. Süddiye göre âyetin neshi, onu alıp götürmektir. Abdullah b. Abbasa göre onu değiştirmektir. Abdullah b. Mes'udun arkadaşlarına ve Mücahide göre âyetin lafzını bırakıp hükmünü değiştirmektir. [278]

 

Nesih Nerelerde Meydana Gelir?

 

Taberi diyor ki: "Âyetlerin hükümlerini değiştirme mânâsında Nesih, emirlerde, nehiylerde, mubahlarda, men edilen şeylerde ve mutlak hükümlerde olabilir. Fakat haberlerde nesih cereyan etmez. Mesela, Allah teala cennetteki hayatın ebediliğini haber verdikten sonra onu değiştererek cennet hayatının ge­çici olduğunu bildirmez.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "unutturursak" diye tercüme edilen ifadesi çeşitli şekillerde okunmuş ve her okunuş şekline göre de farklı mânâlar verilmiştir. Bu okunuş şekillerini ve izahları şu şekilde özetlemek mümkündür.

1- Medine ve Küfe kurlalan âyetin bu bölümünü, Kur'anda tesbit edildiği gibi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat şekline göre âyetin bu kısmına iki türlü mânâ verilmiştir.

a- "Unutturmak" Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Biz bir âyetin hük­münü değiştirecek olur veya unutturacak olursak ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Abdullah b. Mes'ud, Katade, Übey b. Humeyd, Hasan-ı Bas­ri, Rebi' b. Enes, Abdurrahman b. Zeyd ve Sa'd b. Ebi Vakkas âyet-i kerimeyi bu kıraat şekline ve bu izah.tarzına göre tefsir etmişlerdir. Mesela, Abdullah b. Mes'ud, âyetin izahında şöyle demiştir: "Sana bir âyeti unutturacak olursak veya hükmünü değiştirecek olursak daha iyisini veya aynısını getiririz."

Katade şöyle demiştir: "Bir âyet, kendisinden sonra gelen başka bir âyetle neshediliyordu. Resulullah o âyeti okuyordu. Daha sonra ise âyet unutturulup kaldırılıyordu. Böylece Allah, dilediğini Peygamberine unutturuyor dilediğini de neshediyordu. Abd b. Humeyd bu konuda şöyle demiştir: "Bu âyetin mânâsı şöyledir "Biz bir âyetin hükmünü değiştirir veya onu kaldırıp elinden alacak olursak daha iyisini veya aynısını getiririz."

Hasan-ı Basri de şöyle demiştir: "Peygamberimize Kur'anın bazı âyetleri okundu sonra da o âyetleri unuttu."

Rebi' b. Enes ve Abdurrahman b. Zeyd de âyetin bu bölümünü: "Âyetleri kaldırırsak veya silersek" şeklinde izah etmişlerdir.

b- "Bırakmak11 buna göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Biz bir âyetin hük­münü değiştirecek olursak veya o âyetin hükmünü değiştirmeyip aynen bıraka­cak olursak o değiştirdiğimizden daha hayırlısını veya benzerini getiririz."

Abdullah b. Abbas ve Süddi, âyet-i kerimeyi bu kıraat şekliyle ve bu izah tarzıyla tefsir etmişler Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir. "Allah teala, âyet-i kerimenin baş tarafında, hükmü­nü kaldırdığı âyetlerden daha hayırlısını veya benzerini getireceğini beyan et­miştir. Âyetin devamında da, bir takım âyetleri olduğu gibi bırakacağını beyan etmesi daha münasiptir. Bu bakımdan âyetin bölümünü "Bırakmak" mânâsında almak daha uygundur.

2-  Sahabe ve tabiinden bir topluluk ile Küfe ve Basra kurralarından bir cemaat da âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat şekline göre âyetin bu bölümünün mânâsı "Veya erteleyecek olursak." demektir. Buna göre âyetin mânâsı ise şöyledir: "Ey Muhammed, sana indirdiğimiz âyetlerden bazılannın lafzını bırakıp hükümlerini değiştirecek olursak veya onu neshetmeyip hükmünü aynen bırakacak olursak, biz, neshettiklerimizden daha hayırlısını veya onların benzerlerini getiririz. "Müfessirlerden Atâ, Ebu Neciyh, Mücahid, Atıyye, Ubeyd b. Umeyr, âyet-i kerimeyi bu kıraat şekline ve bu izah tarzına göre tefsir etmişlerdir.

3-  Sa'd b. Ebi Vakkas başta olmak üzere, diğer bir kısım müfessirler âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu bölü­mün mânâsı: "Ey Muhammed, sen unutacak olursan.." demektir. Âyetin mânâsı ise: "Biz bir şeyin hükmünü değiştirecek olursak veya onu sen unutacak olursan biz o âyetten daha hayırlısını veya onun aynısını getiririz." şeklindedir.

Bir kısım âlimler bu kıraat şekline göre âyete mânâ vermenin doğru ol­madığım zira Resulullah'ın, neshedilmeyen bir kısım âyetleri unuttuğunu söyle­menin caiz olmayacağını, ancak unutup tekrar hatırladığını söylemenin müm­kün olabileceğini, keza Resulullah'ın ve sahabilerin de Resulullah'tan aldıkları âyeti unutabileceklerini söylemenin bütün sahabilere yakiştınlamayacağını soylemisler ve delil olarak ta şu âyet-i kerimeyi zikretmişlerdir. "Yemin olsun ki dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız. Sonra bize karşı, sana yar­dım edecek bir vekilde bulamazsın. [279] Bu âyet-i kerime, Allah tealanın Resulullah'a gönderdiği âyetlerden herhangi birini unutturmadığım ifade etmek­tedir.

Taberi, bu görüşü tercih etmemesine rağmen bu görüşe karşı çıkanlara özetle şu cevabı vermektedir; "Enes b. Mâlik ve Ebu Musa el-Eş-an gibi bir kı­sım sahabiler, önce indirilen bir kısım âyetlerin daha sonra neshedildiklerini ri­vayet etmişlerdir. Bu rivayetler, Allah tealanm, dilediği bazı âyetleri Peygambe­rine unutturma yoluyla kaldıracağını ifade etmektedir. Bu hususta Enes b. Mâlik diyor ki:

Zekvan, Usayye ve Beni Lihyan kabileleri, düşmanlarına karşı Re-sulullah'tan yardım istediler? Resulullah ta onlara yardımcı olarak Ensardan yet­miş kişi gönderdi. Biz onları o zaman "Kurralar" diye adlandırıyorduk. Onlar gündüzleyin odun toplayıp nzıklanm tedarik ediyor geceleri ise namaz kılarak geçiliyorlardı. Resulullah'ın gönderdiği bu insanlar, "Bi'ir-i Maûne" denen yere varınca, yardım isteyen bu adamlar yardıma gelenlere.ihanet ettiler ve onları öl­dürdüler. Bu haber Resulullah'a ulaşınca Resulullah bir ay sabah namazında, Ri'l, Zekvan, Usayye ve Beni Lihyanhlara bedduada bulundu. Biz bu Öldürülen­ler hakkında Kur'andan âyet okumuştuk. Sonra bu âyet kaldırıldı. Bu âyet şöy­leydi: "Bizim kavmimize bildirin ki muhakkak biz rabbimize kavuştuk, o, bizden razı oldu ve bizi razı etti..." (Başka bir rivaeyte "Biz de ondan razı olduk" şeklindedir) [280]Ebu Musa el-Eş'avîdiyorki:

"Ben, unuttuğum surenin âyetlerinden şunu hatirlıyormu "Şayet Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncü bir vadiyi ister.İnsanoğlunun kanh boşluğnu ancak toprak doldurur... [281]

Taberi diyor ki: "Akl-ı selim bir insan, Allah tealanm, Peygamberine in­dirdiği âyetlerden bazısını unutturmuş olabileceğini imkânsız görmez. Buna karşı çıkanların zikrettikleri: "Yemin olsun ki dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız sonra bize karşı, sana yardım edecek birini de bulamaz[282] âyetine gelince deriz ki: " Allah teala bu âyet-i kerimesinde Peygam­berinden hiçbir şeyi alıp götürmediğini zikretmiyor. Bu âyetle, eğer dilemiş ol­saydı vahyeîtiği şeylerin tümünü alıp götürebileceğini bildiriyor. Allah'a ham-dolsun ki böyle birşey yapmamıştır. Sadece kendilerine,ihtiyaç kalmayan âyetlerini neshedip kaldırmıştır. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammcd, sana Kur'anı biz okutacağız ve onu asla unutmayacak­sın." "Ancak Allah'ın dilediği müstesna. [283] Allah tealanm, neshederek ve­ya unutturarak kaldırdığı âyetler, işte bu istisna ettiği âyetlerdir.

Âyet-i kerimenin devamında "Daha iyisini veya aynısını getiririz." buyurulmaktadir. Âyetin bu bölümü müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Abdullah b. Abbas bu bölümü şöyle izah etmiştir: "Size fayda bakımın­dan daha iyisini ve daha yumuşak olanını veya benzerini getiririz."

Katade ise şöyle izah etmiştir: "Size daha hafifini, daha merhametlisini, içinde emir ve yasaklar bulunanları veya benzerlerini getiririz."

Süddi ise, "Neshettiğimizden daha hayırlısını veya neshetmeyip bıraktığı­mızın benzerini getiririz." şeklinde izah etmiştir.

Mücahid ise "Bir âyeti unutturup kaldıracak olursak onun bir benzerini veya daha hayırlısını getiririz" şeklimle izah etmiştir.

Taberi âyetin mânâsını şu şekilde izah etmenin daha doğru olduğunu söy­lemiştir: "Biz bir âyetin hükmünü değiştirir isek veya değiştirmez onun hiikmünü aynen bırakacak olursak, hükmünü değiştirdiğimiz âyetten, sizin için ya he­men yahut gelecekte daha hayırlı olacak olanını veya değiştirdiğinizin külfet ve sevap bakımından aynısını getiririz."

Taberinin izahına göre neshin (Âyetlerin hükümlerinin kaldırılmasının) çeşitleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

a- Dünya hayatı bakımından zor görülen hükmün kaldırılıp yerine kolay hükmün getirilmesi. Gece namazının müminlere farz oluşunun kaldırılması gibi.

b- Dünya hayatı bakımından kolay hükmün kaldıniip zor hükmün getiril­mesi. Bu da müminler için gelecekte daha hayırlıdır. Sayılı günlerde oruç tut­manın kaldırılarak yerine tam bir ay Ramazan orucu tutmanın farz kılınması gi­bi. Böyle bir değişikliğini neticesi, her ne kadar müminler tarafından yapılması zor ise daha sevaph olduğu için hakklannda daha hayırlıdır.

c- Bir hükmün kaldırılıp yerine, zorluk ve kolaylık bakımından aynı olan diğen bir hükmün getirilmesi. Beytül Makdisin (Kudüsün) kıble oluşunun hük­münün kaldırılıp, Kâbe-İ Muazzama'nın kıble olduğunu bildiren hüküm gibi. İş­te âyet-i kerimede ifade edilen "Veya aynısı getiririz" den maksat budur. Zira Kudüs veya Kâbeye yönelmenin külfet ve sevabı aynıdır. [284]

 

107- Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Ey Muhammed, bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü bana aittir? Orada dilediğim gibi hükmederim. Hükümlerimi dilediğim gibi kaldırır, değişti­rir veya olduğu gibi bırakırım. Ey müminler, sizin için Allah'tan başka bir yar­dımcı yoktur. Ondan başka sizin işlerinizi yoluna koyacak, sizi destekleyecek ve düşmanlarınıza karşı size yardım edecek kimse de yoktur.

* Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Hz. Muhammed, Allah'ın her şeye kadir olduğunu, göklerin ve yerin mülkünün ona ait olduğunu bilmiyor muydu ki, Allah teala ona bunları bildirdi?" Cevaben denilir ki: "Her ne kadar âyetin başlangıcında hitap Resulullah'a ise de devamından da anlaşıldığı gibi as­lında hitap onun ashabına ve müminleredir. Arapçada bir çok insana hitabeder-ken önce içlerinden birine, daha sonra da tümüne birden hitabetmek yaygın bir usuldür. Nitekim şu âyet-i kerimede de durum böyledir: "Sen sadece rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan habcrdardır. [285]

Ayetten geçen ve "Dost" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı yani "işi üzerine alan" demektir. Allah teala müminlerin bü­tün işlerini sevk ve idare etmektedir. Bu itibarle onların (Veliyyül Emridir)

Âyette geçen ve "Yardımcı" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı ise "Destekleyen, takviye eden" demektir. Allah, müminlerin yardımcısı ve destekleyenidir.

Yahudiler, "Nesh" olayını reddetmekte ve Tevratın hükmünün ilelebed devam edeceğini söylemektedirler. İşte bu âyet her ne kadar Resulullah'a hita-betmekte ise de onların, Tevratın hükümlerinin değişmesini reddetmelerini, İsa (a.s.)ı ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in Peygamberliklerini inkâr etmelerini kına­makta ve göklerin ve yerin mülkünün Aİİah'a ait olduğunu, Allah'ın orada dile­diğini yaptığım, Yahudilerin, Allah'ın mülkünde herhangi bir şeye karar verme­ye haklarının olmadığını heber vermekte, Rasulullah'a ve müminlere de Allah'ın emirlerine boyun eğmelerini bildirmektedir. [286]

 

108- Yoksa siz de Peygamberinize, daha önce Musaya sorulduğu gibi sormak mı, istiyorsunuz? Kim, inkârı imana değişirse şüphesiz doğru yoî-dan sapmıştır.

Ey insanlar, daha önce kendi kavminin Musaya lüzumsuz sorular sorduğu gibi siz de Peygamberinize bu çeşit sorular mı sormak istiyorsunuz? Onlann sa­pıklığa düştükleri gibi siz de mi sapıklığa düşmek istiyorsunuz? Siz de inat ve kibirle kendi Peygamberlerine "Allah'ı bize açıkça göster" diyen Yahudiler gibi mi olmak istiyorsunuz? Kim Allah'ı ve âyetlerini tasdik etmeyi bırakır da onu ve âyetlerini inkâr etmeye kalkarsa o kimse doğru istikametten ayrılmış, nimet­lerle dolu olan cennete ulaştıran yoldan sapmıştır.

* Müfessirler, bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:                         .

Abdullah b. Abbastan naklediîen bir görüşe göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Rafı' b. Hureymile ve Vehb b. Zeyd, Resulullah (s.a.v.)e "Sen, gökten bize indirilen bir kitap getir de okuyalım ve nehirler akıt. Böylece sana uyalım ve seni tasdik edelim." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Katade ve Süddiye göre ise bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, Yahudile­rin Hz. Musa'dan, Allah'ı kendilerine göstermesini istedikleri gibi Arapların da Resulullah'tan, Allah'ı kendilerine açıkça göstennesini istemeliridir.

Mücahid de bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında diyor ki: "Kureyş kabilesi, Hz. Muhammed (s.a.v.)den. Safa tepesinin, kendiler için altın yapılma­sını istediler. O da buyurdu ki: "Safa tepesi sizin için, İsrailoğullanna inen sofra gibi olur. Eğer altın yapıldığı halde inkârınıza devam ederseniz, Allah'ın, Yahu­dilere dediği gibi "Âlemlerden hiçbir kimseye yapmayacağı azapIa[287] sizi cezalandırır. Bunun üzerine teklifi yapanlar ondan vazgeçtiler ve Allah teala işte bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Ebul Âliye ise bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları zikretmiştir. "Bir adam Resulullah'a gelerek "Ey Allah'ın Resulü, keşke bizim keffaretlerimiz de İsrailoğullarınin keffaretleri gibi olsaydı." dedi. Resulullah da şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım, biz bunu istemiyoruz." Allah'ın size verdikleri, İsrailoğullan­na verdiklerinden daha hayırlıdır. İsrailoğullanndan biri bir günah işlediğinde günahı ve günahının keffareti kapısına yazılırdı. Eğer onun keffaretini yerine getirecek olursa dünyada rezil olurdu. Getiremezse kendisi için âhirette rüsvay olma sebebi olurdu. Halbuki Allah size, İsrailoğullanndan daha hayırlısını ver­miş ve şöyle buyumıuştur: "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de son­ra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı, mağfiret ve merhamet edici olarak bulur. [288]

Resulullah (s.a.v.) sözlerine devamla şöyle buyurmuştur:

"Beş vakit namaz ve Cuma namazı, diğer Cuma namazına kadar aralarında işlenen günahların keffaretîdir. Yeter ki büyük günah işlenme­miş olsun. [289]Kim bir iyilik yapmayı ister de onu yapamayacak olursa Allah, katında o kimse için tam bir iyilik mükâfaatı yazar. Kim de bir iyiliği diler ve onu yapa­cak olursa Aziz ve Celil olan Allah, kendi katında on mükâfaat yazar. Yedi yüz mükâfaata ve daha çok mükâfaatlara ulaştırabilir. Kim de bir kötülük yapmaya niyet eder de onu yapmayacak olursa Allah, kendi katında o kimse için tam bir iyilik mükâfaatı yazar. Kim üe bir kötülüğe niyet eder ve onu işleyecek olursa Allah onun için sadece bir kötülük cezası yazar. (Bütün bunlardan sonra Allah'a karşı, ancak kendisini helak etmek isteyen helak olur.) [290]İşte o adamın Resu­lullah'tan İsrailoğullannın keffareti gibi keffaret istemesi, Resulullah'ın da ona bu cevabı vermesi üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve Allah teala "Yoksa sîz de Peygamberinize, daha önce Musaya sorulduğu gibi somak mı istiyor­sunuz? Kim inkârı imana değişirse şüphesiz doğru yoldan sapmıştır." bu­yurmuştur.

Peygamber (s.a.v.)e lüzumsuz sorular sormanın mahzurlu olduğu husu­sunda diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın.,. [291]Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz ki Allah sizin için üç şeyi çirkin görmüştür. Bunlar, dedi­kodu, malı lüzumsuz yere harcamak ve çokça soru sormaktır. [292]

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: "Ebu Hurcyrc (r.a.) di­yor ki:

"Resulullah (s.a.v.) bizlere bir hutbe okudu. Hutbesi esnasında şöyle bu­yurdu: "Ey insanlar, şüphesiz ki Allah size Hac yapmayı farz kıldı. O halde Hac yapın." "Bunun üzerine bir adam: "Ey AHahın resulü, her sene mi?" diye sordu. Resulullah sustu. Adam sorusunu üç kere tekrarladı. Sonunda Resulullah "Şayet "Evet" diyecek olsaydım sizin için her sene Hac yapmak farz olurdu. Siz de buna güç yetiremezdînîz." buyurdu. Resulullah (s.a.v.) daha sonra da şöyle buyurdu: "Ben sizi bıraktığım müddetçe siz de beni bıra­kın. Çünkü sizden önceki ümmetler çokça soru sormaları ve Peygamberlc-riyle ihtilafa düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben size bir şeyi em­rettiğimde onu gücünüz yettiği ölçüde yerine getirin. Bir şeyi de yasakladı­ğım zaman onu tcrkedin. [293]

Âyet~i kerimenin devamında "Kim inkân imana değişirse şüphesiz doğru yoldan sapmıştır." buyurulmaktadır. Bunun mânâsı "Kim Allahi ve âyetlerini inkâr etmeyi, Allaha ve âyetlerine iman etme ile değiştirecek olursa şüphesiz ki o kimse doğru yoldan sapmış ve kendisini helake sürüklemiş olur." demektir."

Ebul Âliye, âyetin bu bölümünü "Kim bollukla zorluğu değiştirecek olur­sa şüphesiz ki o, doğru yoldan sapmış olur." şeklinde izah etmiş Taberi, inkârın "Zorluk" imanın da "Bolluk" anlamlarına geldiğini duymadığı gerekçesiyle Ebul Âliye'nin bu izah tarzını isabetli görmemiştir. Ancak "Zorluk"tan maksa­dın, inkarcının âhirette göreceği zorluk, bolluktan maksadın da müminin âhirette göreceği bolluk kabul edilmesi halinde Ebul Âliye'nin görüşünün çıkar bir tarafı olacağını, buna rağmen âyetin zahirinin böyle bir şeye işaret etmediği­ni söylemiştir. [294]

 

109- Kitap ehlinden bir çoğu, hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekemezlikten dolayı, iman etmenizden sonra sizi tekrar kâfirliğe çevirmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedin ve

[295]hoşgörülü olun, Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

Yahudi ve Hiristiyanlardan bir çoğu, Muhammed'in Peygamberliğinin gerçek olduğu ortaya çıktıktan sonra, Allah'ın size verdiği basanları ve size bah­şettiği olgunluğu kıskanmalarından dolayı, iman etmenizden sonra sjzi tekrar inkarcılığa çevirmek isterler. Onlar hakkında Allah'ın yeni bir emir göndermesi­ne ve dilediğini yapmasına kadar, onların cahillik ve kötülüklerine aldırmayın. Şüphesiz ki Allah, her şeye gücü yetendir. Dilerse onlardan intikam alır, dilerse hidayete erdirir. Yaratma ve emretme ona aittir.

* Taberi diyor ki; "Bu ve bundan önceki âyet-i kerimeler, Resülullah'ın sahabilerine ve müminlere hitabetmekte, onların, Yahudileri ve   Yahudilerin benzeri olan müşrikleri dinlemelerini, görüşlerini almalarını ayıplamakta ve on­lara, dinleri hakkında, Yahudi ve müşriklerden nasihat gibi görünen sözlerini al-malaranı yasaklamaktadır. Bu ve bundan Önceki âyetler gösteriyorlar ki, resulul-lah'ın sahabileri ve müminler yahut ta onlann bir kısmı, Yahudilerin davranışla­rım örnek alarak, Resululhh'a layık olmayan bir şekilde, katı bir eda ile konuşu-yorlarlardi. Allah onları uyardı: "Sizler de Yahudiler gibi, Peygamberinize "Râina" demeyin. " Bize bak ve bizi dinle" deyin. Aksi takdirde Rcsulul-lah'a eziyet etmiş olursunuz. Ona eziyet etmek ise beni inkâr etmek ve be­nim, üzerinizdeki haklanma karşı nankörlük etmek olur ki, bunun cezası da can yakıcı bir azaptır. Sizler, Yahudileri ve müşrikleri dinlemeyin. Çün­kü onlar sizin için, rabbinizden herhangi bir bayırın gelmesini islemezler. Bilakis onların çoğu, Muhammed'in hak Peygamber olduğu ortaya çıktık­tan sonra sırf sizi kıskanmalarından dolayı mümin olmanızdan sonra tek­rar kâfirler olmanızı isterler.

Âyette zikredilen ve müminlerin inkâra düşmesini arzuladıkları belirtilen ehl-i Kitaptan maksat, Zühri ve Katadeye göre, Kâ'b b. el-Eşreftir. Said b. Cü-beyr veya İkrimenin Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise Huyey b. Ah-tab ve Ebu Yasir b. Ahtab'dır.

Taberi, âyet-i kerimenin çoğul şeklindeki ifadesine rağmen ehl-i kitap ke­limesinden sadece Kâ'b b. el-Eşref in kastedildiğini söylemenin isabetli olmadı­ğını ifade etmiştir.

Âyet-i kerimede " Hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra" bu­yurulmaktadır. Buradaki hakkın belli olmasından maksat, Hz. Muhammed'in ve İslâm dininin hak olduğunun ortaya çıkmasıdır. Zira Tevrat ve İncil'de Resülul­lah'ın ve İslam dininin ortaya çıkacağı zikredilmiş, Resulullah gelip İslam'a da­vet edince mesele tamamen aydınlanmıştır. Fakat Yahudiler bunu içlerine sintli-remeyip inkarcılıklarına devam etmişlerdir.

Âyet-i kerimenin devamında "Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedin ve hoşgörülü olun" buyurulmaktadır. Daha sonra ehl-i kitap ve müşrikler hakkında Allah'ın şu emirleri gelmiş ve bu âyet-i kerimenin "Onları affedin ve hoşgörülü olun" emirleri neshedilmiştir. Nitekim Katade ve Rebi' b. Enes ve Süddi, ehl-i kitap hakkında nazil olan şu âyetin, burada zikredilen "Onları affe­din ve hoşgörülü olun" emirlerini neshettiğini söylemişlerdir. "Kitap ehlin­den Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslam'ı din edinme-ycnlcrle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."

Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre de şu âyet-i kerime, bu âyetin, "Onları affedin ve hoşgörülü olun." kısmım neshetmiştir. "Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakala­yın, çember içine alın. Her gözetileceli yerden onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namzi kılıp zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bıkarın. Şüphe­siz Allah, çok bağışlayan ve merhamet edendir. [296]

 

110- Namazı kılın zekâtı verin.Kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayırı Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Namazı, bütün şartlarını yerine getirerek kılın. Mallarınızın zekatlarını, içinizden gelerek, gönül hoşluğu ile verin. Ne kadar salih amel işler de onu âhiretiniz için önceden gönderirseniz onun sevabını Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, kullarının yaptığı herşeyi çok iyi gömlektedir. O halde ona ciddiyetle itaat edin, isyandan kaçının.

Taberi diyor ki: "Allah tealanın, bu âyette müminlere namaz kılmaları­nı, zekat vermelerini ve salih ameller işleyip kendileri için önceden âhirete gön­dermelerini emretmesinin sebebi şudur. Allah teala müminleri, Yahudilerden öğüt beklemeleri, onlara meyletmeleri ve Resulullah'a kabaca konuşmaları yü­zünden, işledikleri günahlardan arındırmak istemiştir. Zira müminlerin namaz kılmaları, günahlarının keffaretidir. Zekat vermeleri, nefislerini ve bedenlerini günah kirinden arındırmadır. Salih amel işlemeleri ise Allah'ın rızasına erişme­lerinin bir vasıtasıdır.

Âyet-i kerimenin sonunda " Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iy gö­rendir." buyurulmaktadır. Âyetin bu bölümü her ne kadar Allah'ın her şeyi gördüğünü haber verme mahiyetinde ise de bu bölüm, zımnen bir kısım vaad ve tehditler emir ve yasaklan içermektedir. Zira Allah tealamn kullarına, yaptık­larını gördüğünü bildirmesi, onlann kendisine itaat etmeleri gerektiğini ve ya­saklarından kaçınmaları icebettiğini, itaat ettikleri takdirde bir kısım mükâfaatlara kavuşacaklarını, isyan ettikleri takdirde ise cezalandırılacaklarını ifade eder. Çünkü Allah, onlann yaptıkları her şeyi gören ve denetleyendir.

Bu âyette, dinin direği olan namazın kılınması, sosyal-adaleti sağlayan en önemli ibadet olan zekatın verilmesi emredilmektedir. Namaz ve zekât, dinimi­zin emrettiği en önemli ibadetlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:

"Kişi ile Allah'a ortak koşmak ve kâfirlik arasındaki şey, namazı ter-kctmcktir. [297]

İslam âlimleri, namazı terketmenin çeşitli şekilleri ve hükümlerini beyan etmişlerdir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

a- Namaz, inkâr edilerek terkedilirse bunu yapan kimse kâfirdir. Bu hük­mün aksini iddia eden hiçbir kimse yoktur.

b- Namaz unutularak terkedilirse bunu yapan kimse kâfir değildir. Bu hükmün böyle oluşunda da ihtilaf yoktur.

c- Namaz inkâr edilmediği halde kasten terkedilirse bunu yapan kişi hak­kında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ahmed b. Hanbel, İbrahim en -Nehâî ve İbn-i Mübarek gibi âlimler "Kim, özürsüz olarak namaz vakti geçinceye kadar onu terkeder kılmazsa o kimse kâfirdir." demişlerdir. Ahmed b. Hanbel, "Hiçbir Müslümanı günahından dolayı tekfir etmeyiz.Namazı terkeden hariç." demiştir.

İmam Şafii ve Mekhul gibi âlimler ise namazı inkâr etmediği halde kas­ten terkedip kılmayan kişinin kâfir olmayacağını fakat kendisine kısas tatbik edilen bir mümin gibi öldürüleceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, inkâr etme­diği halde namazı kasıtlı olarak terkeden kişi öldürülür. Fakat kendisine Müslü­man muamelesi yapılır. Yani cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına def­nedilir, mirasçıları kendisine mirasçı olurlar. Ancak bazı Şafii halimeri, böyle bir kimsenin cenazesinin kılınmayacağım söylemişlerdir.

Ebu Hanife ve arkadaşları ise inkâr etmediği halde özürsüz olarak namazı terkedenin kâfir olmayacağını ve öldürülmeyeceğini fakat namaz kılıncaya ka­dar hapsedilip kendisine sopa atılacağını söylemişlerdir. Bunlara göre Hadis-i Şerifin sert ifadesi namazın ehemmiyetini ortaya koymak içindir[298]

Resulullah (s.a.v.), zekâtını vermeyenler hakkında da şöyle buyurmakta­dır:

"Allah kime mal verir de o da malın zekâtını vermeyecek olursa o ki­şinin malı, kıyamet gününde, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan bir kel yılan şekline dönüşerek sahibinin boynuna dolanacak sonra onun avurtlarından yakalayıp "İşte senin malın benim, senin hazinen ben'im," diyecektir. [299] Resulullah ( s.a.v.) sözlerini bitirmiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur. "Allah'ın, kendilerine, lütfundan verdiği nimetlere karşı cimri­lik yapanlar bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilakis bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunla­rına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirafsV Allah'a aittir. Allah, yaptıkları­nızdan haberdardır. [300]

 

111- Onlar: "Cennete ancak Yahudi olanlar veya Hıristiyan olanlar girecektir." dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söylü­yorsanız, delilinizi getirin."

Yahduiler: "Cennete ancak Yahudiler girecektir." Hıristiyanlar da "Cen­nete ancak Hıristiyanlar girecektir." dediler. Bu onların nefislerinden kaynaklanan asılsız hayellerdir. Delilsiz, dayanaksız olarak haksız yere Allah'a besledik­leri kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız, iddia ettiğiniz hususa dair delillerinizi getirin."

Diğer bir âyet-i kerimede de, Yahudi ve Hıristiyanların, Allah'ın dostla­rı olduklan iddialarına cevap verilerek şöyle buyuruluyor:" Yahudiler ve Hıris­tiyanlar: "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." dediler, onlara de ki: "O halde niçin günahınızdan dolayı size azap ediyor?" Hayır, siz de Allah'ın yarattığı birer insansınız." Allah, dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilcrin mülkiyeti Allah'a aittir. Dö­nüş sadece ona'dır. [301]

Âyet-i kerimede geçen ve "Yahudi olanlar" diye tercüme edilen kelimesinin izahı hakkında iki görüş zikredilmiştir. Birinci görüşe göre bu ke­lime "Tevbe eden, hakka yönelen" anlamına gelen kelimesinin çoğulu­dur. Diğer bir görüşe göre ise, bu kelime mastardır. Çoğul sıfat yerine kullanıl­mıştır. Yani "hidayette olanlar" demektir. Bazılarına göre de Kelimesi kelimesinin kısaltılmış şeklidir." Nitekim denilmiştir ki: "Übey b. Kâ'b'm kıraatına göre bu kelime şeklindedir."

Âyet-i kerimenin sonunda "Eğer doğru söylüyorsanız delillerinizi ge­tirin." buyurulmaktadır. Allah teala burada Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları, hepsi için adaletli olan bir hük­me çağırmayı emretmektedir. O da, herbir fırkanın iddiasının doğru olduğuna dair kesin bir delil getirmesidir. Her ne kadar, âyetin zahiri "Cennete ancak Ya­hudiler girecektir." diyen Yahudilere ve "Cennete ancak Hıristiyanlar girecek­tir." diyen Hıristiyanlara iddialarının doğruluğunu ispatlayacak deliller getirme­lerini emrediyorsa da aslında âyet, onların bu tür iddialarını yalanlamaktadır. Zira onların, bu iddialarını ispatlayacak bir delil getiremeyecekleri muhakkaktır. Nitekim bundan sonra gelen âyet, ancak Allah'a boyun eğen müminlerin âhirette mükâfaata nail olacaklarım beyan ederek, izahını yaptığınız âyetin bu işaretini pekiştirmektedir. [302]

 

112- Öyle değil, kim iyilik yaparak kendini Allah'a teslim ederse,

onun mükâfaatı rabbinin kalındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülme­yeceklerdir de.

Kim, Allah'ın emirlerine teslim olur ve bütün varlığı ile rabbine itaat için boyun eğerse cennete girecektir. İşte o kimse mümindir. İşlerinde ve dininde en güzeli seçmiştir, Rabbine itaat edip boyun eğmesinin mükâfaat ve sevabı, âhirette Allah katındadır. Onlara rablerinin cezası olan cehennem azabından dolayı korku yoktur., Onlar, geride bıraktıkları dünya hayatı için bir üzüntü duymayacaklardır.

O halde Yahudilerin iddiaları bâtıldır. Cennete Yahudiler değil, Al­lah'ın emirlerine teslim olan ve bütün varlıklarıyla rablerinin emirlerine boyun eğenler gireceklerdir. [303]

 

 



[1] Ta heri Tefsiri C. I, Forma: 7

[2] Bakara suresi, 2/3-5

[3] Bakara suresi, 2/6-7

[4] Bakara suresi, 2/7-10

[5] Bakara suresi, 2/40-41

[6] Bakara suresi, 2/286

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/97-99.

[7] Tirmizi, K. el-Fa&ıil ei-Kur'an hnh: 2 Hadis No: 2S7?/Müs1im, k. cl-Miisafirin rCıh: 212, Hadis No: 780/Ahmed b. Hanhel, MUsncd c. 2, s. 284

[8] Timizi K. Foılail el-Kur'an hah: 2 Hadis No: zÜ78/Darimi K. Fadnil el-Kur'an hah: 13

[9] Ruhari, K. Fadaj] û'-Kur'an hah: 10

[10] Ai'nned b. Ilanhcl, Miisnod, <;. fi, s. 26

[11] Ruhari, K. Faıİail el-Kur'an hah: I VMiislim, K. e]-Müsafiriıı hak 242, Hadis No: 7%/Atı-med b. Ilanhcl, Miisncd c.3, s. 81.

[12] Müslim, K. el-Müsafirîn, bah: 252, Hadis No: 804

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/99-102.

[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/103-104.

[14] Fissilet suresi, 41/26

[15] Âl-i İmran suresi, 3/7

[16] Şuara suresi, 26/193-195

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/104-109.

[18] Fussilet suresi, 41/44

[19] îsra suresi, 17/82

[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/109-111.

[21] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/111-114.

[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/114.

[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/114-115.

[24] Yunus suresi, 10/96,97

[25] İbrahim suresi, 14/28, 29

[26] Bakara suresi, 2/159

[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/115-117.

[28] Mutaffitin suresi, 83/14

[29] Mutaffifin suresi, 83/14

[30] Tirmizi, K. Tefsir cl-Kur'an sure: 83 hab: 1 Hadis No: 3334

[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/118-120.

[32] Bakara suresi, 2/109

[33] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/120-121.

[34] Tevhe suresi, 9/30

[35] Âİ-i İmran suresi, 3/178

[36] Mimafikûn suresi, 63/1,2

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/121-123.

[37] Tevbe suresi, 9/124, 125

[38] Münafikûn suresi, 63/1-2

[39] Mücadele suresi. 58/16

[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/123-125.

[41] Bakara suresi, 2/30

[42] Bakara suresi, 2/12

[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/125-127.

[44] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/127.

[45] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/127-128.

[46] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/128.

[47] Hatid .suresi, âyet, 57/12-14

[48] Âl-i îmran suresi, âyet: 3/178

[49] Nisa suresi, âyet, 4/142

[50] Tevbe suresi ayet 9/79

[51] Haşr suresi, âyet: 59/19

[52] Şûra suresi, âyet: 42/40

[53] Bakara suresi, âyet: 2/194

[54] En'am suresi, 6/110

[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/129-132.

[56] Fussilet suresi, 41/17

[57] Rak.ıra suresi, 2/108

[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/133-134.

[59] Mücadele suresi, 5S/1S

[60] Hadid suresi, 57/13-15

[61] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/134-137.

[62] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/137.

[63] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/137-141.

[64] Ahmed h. Hrınkıl, Müsned,e. 3,s. 17

[65] Buhari, K. el-İmam, bab: 24/ Müslim, ke. Ea-İmam, bab 106,II.N. 58

[66] Buhari, K. el-îman, hab: 24/Müslim, K. el-İman bab: 107, Hadis No:

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/141-144.

[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/144.

[68] Zuhruf suresi, 43/87

[69] Yunus suresi, 10/31

[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/145-147.

[71] îsra suresi, 17/88

[72] Yunus suresi, 10/38

[73] Hud suresi 11/13

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/147-148.

[74] Müslim, K. el-Mesalid, bah: 185, 186, 187, IIN. 617 Tirmi?., K. el-Cehennem bab: 9 Hadis No: 2592

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/148-149.

[75] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/149-152

[76] Kehf .suresi, 18/50

[77] En'am suresi, 6/44

[78] Ankebut suresi 29/41

[79] Hac suresi, 22/73

[80] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/152-154.

[81] Arar suresi, 7/172

[82] Âl-i îmran suresi, 3/187

[83] A'raf suresi, 7/169

[84] Muhammed suresi, 47/22

[85] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/154-157.

[86] Mümin suresi, 40/11

[87] A'raf suresi,7/172, 173

[88] Kamer suresi, 54/7

[89] Yasin suresi, 36/51

[90] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/157-159.

[91] Fussilet suresi, 41/11

[92] Nahl suresi, 16/15

[93] Fussilet suresi, 41/9-11

[94] Hadid suresi, 57/4

[95] Enbiya suresi, 21/30

[96] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/159-163.

[97] Buhari. K. cl-Magazi, bab: 82, K. cl-Filen, bab: 18/rirmizi, K. cl-Filcn bab, 75. IIAdis No: 2264/Ncsni, K. el-Kuıiah. bab: 8/Ahmcd b. Ilanbcl, Miisncd c. 5, s. 43, 51

[98] Nisa suresi 4/141

[99] İbn-i Kesir, c. l,s.72

[100] RAhman suresi, 55/14

[101] İsra stırcsİ, 17/11

[102] Hicr suresi. 1.V26

[103] Sad sumsi,31/71.72

[104] Enbiya suresi, 21/37

[105] A'mf suresi, 7/12-13

[106] Bakara suresi, 2/3 İ, 32

[107] Bakara suresi, 2/32, 33

[108] İnsan suresi, 76/1

[109] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/163-176.

[110] Ebu Duvud, K. es-Sütnne,bab 16, Hadis No: 4693/Tirmizi, K. Tefsir el-Kuran, sum: 2, Hadis No: 2955/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 400,406

[111] Hud suresi. 11/45-47

[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/176-179.

[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/179-180.

[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/180-181.

[115] Kehf suresi, 18/50

[116] Saffal suresi, 37/158

[117] Kehf suresi, 18/50

[118] Tahrim suresi, 66/6

[119] Kehf suresi, 18/50

[120] Müslim, K. ez-Zühd, hah: 60, Ilndis No: 2996/Ahmcıİ b. HAnbel, Müsned, c. 6, s. 153

[121] Rahman suresi, 5.V15

[122] A'raf suresi, 7/12

[123] Hicr suresi, 15/27

[124] Kehf suresi, 18/50

[125] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/181-184.

[126] Bakara suresi, 2/33

[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/184-187.

[128] Tâhâ suresi, 20/120

[129] Araf suresi, 7/20,27

[130] Nâs suresi, 144/1-6

[131] Buhari, K. Bed'al halk bab: İl/Müslim K.es-Sclam bab: 23, Hadis No: 2174/Khu Itavud K. es-Savm, bab: 79, Hadis No: 2470

[132] Ebu Davud, K. et-Hdeb, bab: 174, Hadis No: 5248

[133] Ebu Davud, K. el-Edeb, bab: 174, Hadis No: 5249

[134] Ehil Davud, K. cl-Iîdeb, bab: 174, Hadis No: 5250

[135] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/187-191.

[136] A'raf suresi, 7/23

[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/191-192.

[138] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/193.

[139] Nasa suresi, 4/169

[140] Ahzab suresi, 33/64, 65

[141] Cin suresi, 72/23

[142] TâhS suresi, 20/74

[143]  Â'ia suresi, 87/11

[144] Fatır  suresi, 35/36

[145] Müslim, K. el-İmnn, hah: .106, Hadis No: 185

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/193-195.

[146] Maide suresi, 5/20

[147] Maide suresi, 5/12

[148] Tevbe suresi. 9/111

[149] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/195-197.

[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/197-198.

[151] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/198.

[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/199.

[153] Saff suresi, 61/2

[154] Ahmed b. Ilanbul, Müsncd, c. 3, s. 120,231,239

[155] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/199-201.

[156] Ahnıcd b. Hanbel, Müsncd, c. 5, s. 388

[157] naknra suresi, 2/1 5fi

[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/201-202.

[159] Kehf suresi, 18/53

[160] Hakka suresi, 69/20

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/202.

[161] İbn-i Mfıce, K. ez-ZUhd, hah: 34, Hadis No: 4288/Alımal b. Hnnbcl Müsncd. c. 4, s. 447, c. 5, 5/l'irmİ7.i, K. Tefsir el-Kur'nn, sure 3, Kıh: 9, Hadis No: 3001

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/203.

[162] Tirmizî, K. el-Kıynmc, bab: 2, Hadis No: 2419

[163] Tâhâ suresi, 20/109

[164] Sebe'suresi, 34/23

[165] Müslim. K.el-İnıan.tmh: 338, Iladis No: 199/Tinnizi, K. ed-Da vat, bab: 131.Had.sNo.

360/Müslim, K. el-lman bab: 334, Hadis No: 198

[166] Buhari, K. ed-Da'vât, bab: l/Müslim, K. cl-İman, bab:,334. Hadis No: 198

[167] Âl-i tmran suresi, 3/91

[168] Saffat suresi, 37/24-26

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/204-206.

[169] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/206-207.

[170] Şuara suresi, 26/60-67

[171] Yunus suresi, 10/90

[172] ŞiKira suresi, 26/52

[173] Şuam suresi, 26/54. 56

[174] A'raf suresi, 7/129

[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/207-211.

[176] Tâhâ suresi, 20/83-98

[177] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/211-213.

[178] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/214.

[179] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/214.

[180] Tâhâ suresi, 20/86, 87

[181] Tâhâ suresi, 20/94

[182] Tâhâ -suresi, 20/95-97

[183] Bakara suresi, 2/93

[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/214-216.

[185] A'raf suresi, 7/155

[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/217-218.

[187] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/218.

[188] Tinnizi, K. et-Tıb, hah: 22, Hadis No: 2066, 2068

[189] Maide suresi, 5/24

[190] Maide suresi, 5/25

[191] Maide suresi, 5/26

[192] Maide suresi, 5/26

[193] Bakara suresi, 2/57,60

[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/218-221.

[195] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/221-222.

[196] Bakara suresi, 2/57,60

[197] Tinnizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, Hadis No: 2956

[198] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, hah: 5

[199] Bkz. Umdetül Kari,c.15 s

[200] Bkz. Buharı, K. el-Enhiya, hah: 54

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/222-223.

[201] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/224.

[202] Maide suresi, 5/21, 22, 24

[203] Duhan suresi, 44/25-28

[204] Şuara suresi, 26/57-59

[205] Tevbc suresi, 9/29

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/225-227.

[206] A'raf suresi, 7/156

[207] Saff suresi, 61/14

[208] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/227-231.

[209] Bakara suresi, 2/83

[210] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/231-232.

[211] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/232.

[212] A'raf suresi, 7/163

[213] Nisa suresi, 4/47

[214] Nisa suresi, 4/154

[215] Maide suresi, 5/60

[216] AYaf suresi, 7/1 66

[217] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, c. i, s. 395, 397, 421/Müslim, K. el Kader, hah: 33, Hadis No: 2663

[218] A'raf suresi, 7/163

[219] A'raf suresi, 7/164

[220] A'raf suresi, 7/163

[221] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/233-238.

[222] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/238-241.

[223] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/242.

[224] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/242.

[225] Buhari.K. el-nisam hah: 2/Miislim, K. cl-Hacc, b;ıh: 412, Hadis No: 1337/Timıi/J. K. el­lim, huh: İT; Hadis Nn: 276(Nusni, K. ol-Mcnasik hah: 1

[226] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/243-244.

[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/244-245.

[228] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/245-247.

[229] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/247-248.

[230] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/248.

[231] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/249.

[232] Âl-i İmran, 3/72

[233] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/249-251.

[234] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/251-252.

[235] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/252.

[236] Tirmizi. K. Tefsir el-Kur'an, sure, 21. Hadis No: 3164/Ahmed K Ilanbcl Müsnetl c3, s. 75

[237] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/253-254.

[238] Buharı, K. el-Cizye hah: 7, K. el-Tıh hab: 55

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/254-256.

[239] Ahmed b. Hanbcl, Mii.sned, c. 1, s. 402

[240] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/256-257.

[241] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/257-258.

[242] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/258-259.

[243] Buhari, K. el-Rdeb, hah: 27/Milslim, K. cl-Birr, hah: 66. Hadis No: 2586

[244] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/260-261.

[245] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/261-263.

[246] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/263-264.

[247] Maide suresi, S/110

[248] Haşr suresi, 59/23

[249] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/264-265.

[250] Nisa-suresi, 4/155

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/265-267.

[251] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/267.

[252] Nisa suresi, âyel 4/51,54

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/268-269.

[253] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/269.

[254] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/269-270.

[255] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/270-271.

[256] ÂI-i İmran suresi, 3/61

[257] Ahıned b. HAnbcl, Müsncd, c. I, s. 248

[258] Maide suresi, 5/18

[259] Bakara suresi, 2/111

[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/271-273.

[261] Cuma suresi, 62/6-8

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/273.

[262] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/274.

[263] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 278

[264] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/275-279.

[265] Buharı, K. er-Rikak bab: 38

[266] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/279-280.

[267] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/280-281.

[268] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/281.

[269] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/281-282.

[270] Tâhâ suresi, 20/65, 66

[271] Butıari, K. Bcd'ül halk, bab: 11, K. et-Tıh, bab: 50

[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/282-292.

[273] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/292.

[274] Nisa suresi, 4/46

[275] Hucurat sumsi, 49/2

[276] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/292-294.

[277] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/294-295.

[278] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/295-296.

[279] isra suresi, 17/86

[280] Buharı, K. el-Mııgnzi, bnb: 28/Miislim, K d-Mesııdd faıh: 297 Iliidis No: 677

[281] Müslim, K. ez-'Zekâl, hnb: İl1;, Hadis No: 1050

[282] isra suresi, 17/86

[283] Ala suresi, 87/6-7

[284] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/296-300.

[285] Ahzah suresi, 33/2

[286] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/300-301.

[287] Maıde suresi, .5/115

[288] Nisa .suresi, 4/110

[289] Müslim, K. et-Taharet, bab 14. Hadis no: 233

[290] Müslim K. el-İman, bab: 207, 208, Hadis No: 131

[291] Maide suresi, 5/101

[292] Buharı, K-ez-Zekât, bab: 53/Müslim, K. el-Akıliye, bab: 13, Hadis No: 593

[293] Müslim, K. el-Hac, bab: 412, IIAdis No: 1337/Nesaî, K. cl-Menasik, bab: I

[294] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/301-304.

[295] Tevbe suresi 9/29

[296] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/304-306.

[297] Müshim K. el-İman, hah: 134, Hadis No: 82/Hbıı Davud, K. es-Siinnc bab: 15, Hadis No: 4678/Tirmizi, K. el-İman. bab: 9 Hadis No: 2618

[298] Bkz. Ebu Davud Şerhi (Mealim es-SUnen) c. 5, .s. 58

[299] Buhari, K. ez-Zekât hah: 3. K. et-Tefsir sure, 3 hab: 14/Nesai K. ez-Zekât, bab: 20

[300] Âl-i îmran suresi, 3/180

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/306-308.

[301] Maide suresi, 5/18

[302] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/308-309.

[303] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/309-310.