219- Ey
Muhammedi, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah
vardır. İnsanlar için (bazı dünyevi) faydaları da vardır Ancak, günahları
faydalarından çok büyüktür." Ve yine sana (Allah yolunda) ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla olanı." İşte Allah,
âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.
Ey Muhammed, ashabın
sana içkiyi ve kuman soruyorlar. Onlara de ki: "Onlarda büyük günahlar
vardır. İçki, onu içenin aklını giderir. İşte bu, günahların en büyüğüdür.
Kumar insanı meşgul ederek Allahı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Onu
oynayanların arasına kin ve düşmanlık sokar. İçki ticaretinden elde edilen
kârlar ve içenlere geçici olarak sağladığı sun'î bir zevk, onun faydası olarak
sayılabilir. Kumarda ise kazanan kimsenin kumar parasını yorulmadan,
kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak görülebilir. Ancak içki ve kumarın
zararları, zikredilen önemsiz menfaatlan yanında çok daha büyüktür. İçki insanı
diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün bir duruma getiren aklı giderir.
İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve dövüşürler. Böylece aralarında kötülük
meydana gelir. Kumar oynayanların ise birbirlerine girdikleri ve aralarında
çok büyük husumetler meydana geldiği bir gerçektir, Ve yine sana, ey Muhammed,
mallarından hangi şeyi Allah yolunda harcayacaklarını ve sadaka olarak
vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: "Fazla olanı verin" O da
ihtiyacınızri
dan ve ailenizin
nafakasından fazla olanıdır. Allah size, birliğini gösteren delilleri
açıkladığı gibi, koyduğu sınırlan, farzları ve Peygamberi Muhammede indirdiği
diğer şeyleri de açıklıyor ki dünya ve âhirette vaadini, korkutmasını, sevabını,
cezasını düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih
edesiniz,
Âyet-i kerimede geçen
ve "İçki" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı, "Bir
şeyi örtmek, kapatmak ve gizlemektir." Arapçada demek "Kabın ağzını
örttüm" dmektir. Yine kadının başörtüsüne "Örtü" anlamına gelen
kelimesi kullanılmıştır. Yine Arapçada "O, sana karşı giziice yürüyor"
denilmekte ve kelimesinden "Gizlemek" mânâsı kastedilmektedir.
İçkiye denilmesi, insanların aklını örtmesi ve göl gelem es indendir. Bu
itibarla her aklı gölgeleyen ve sarhoş eden şeye denilmiştir.
Ayette geçen ve
"Kumar diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Katade,
Süddi, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Said b. Cübeyr tarafından bu şekilde
"Kumar" olarak izah edilmiştir. Kumar, galip gelenin mağlup olandan
bir şey almayı şart koştuğu her türlü oyuna denir. Mü-fessirler, hangi çeşit
oyunun kumar sayılacağı hakkında Özetle şunlan söylemişlerdir.
"Abdullah b.
Mes'ud, hayvanların mafsalları olan ve "Aşık kemiği" denen kemiklerle
oynamanın dahi kumar olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun
şöyle dediği zikredilmiştir. "Bir şey bekleyerek attığınız bu aşıklardan
kaçının. Çünkü bunlar kumar sayılır."
Mücahid ve Said b.
Cübeyr, çocukların cevizlerle oynamalarını da kumar saymıştır, Atâ ve Tâvûs da
çocukların aşık ve cevizle oynamalarını kumar saymışlardır. Muhammed b. Şîrîn
ise: "Tahakkuk edip etmeyeceği belli olmayan her muamele kumardır. Her
kumar, bu âyette zikredilen Meysir'dendir. Hatta "Ayakta durdurma veya
bağımıa yahut başına kuş tüyü takmayı şart koşan tavla da kumardır. Bir şey
içirmeyi veya bağınnayı yahut ayakta dunnayı şart koşan her türlü oyun
kumardır." demiştir. Kasım b. Muhammed ise, "İnsanı, Allahi anmaktan
ve namazı kılmaktan alıkoyan her oyun kumardır." demiştir.
Ayet-i kerimede, içki
ve kumarda büyük günah olduğu, fakat insanlar için bir kısım faydalan da
bulunduğu zikredilmiştir. İçkideki günah, kişinin, içki içme neticesinde
sarhoş olması yüzünden rabbini dahi tanımaz hale gelmesidir. Elbetteki bu,
günahların en büyüğüdür. Ayrıca Süddinin de dediği gibi, içki içen kimse
sarhoşluğu yüzünden insanlara zarar verir. Abdullah b. Abbas: "İçki içen
kimsenin dini eksilir." demiştir. Yani, Allahı tanımayı bile unutur hale
gelir. Kumarın günahı ise, onu oynayanın, Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan
uzak olmasıdır. Kumar oynayanlar arasında kin ve düşmanlık meydana gelir.
Nitekim bu hususta
Allah teaia şöyle buyurmaktadır: "... Şüphesiz ki Şeytan, kumar ve içki
ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allanın zikrinden ve namazdan men
etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" [1]
İçkide bulunduğu ifade
edilen faydalara gelince, onun haram kılınmasından önceki ticaretinden elde
edilen kazançlar ve içilmesiyle meydana gelen geçici zevktir. Kumarda
bulunduğu ifade edilen faydalar ise, kumarın haram kılınmasından önce kumar
neticesinde kazandıkları devenin kesilmesinden eide ettikleri paylar vb.
değerlerdir.
Âyet-i kerimede içki
ve kumar için "Ancak, günahları faydalarından çok daha büyüktür."
buyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Rebi' b. Enes ve Dehhak bu âyeti şöyle izah etmişlerdir:
"İçkinin ve kumarın haram kılınmalarından sonraki günahları, haram kılınmalarından
Önceki faydalarından çok daha büyüktür."
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise şöyle izah etmişlerdir: "İçki ve kumarın, haram
kılınmalarından önceki günahları yine o zamanki faydalarından daha büyüktü.
Çünkü onlar sarhoş oldukları zaman birbirlerine sataşıyor ve birbirleriyle
savaşıyorlardı. Kumar oynadıklarında da aralarına kötülük giriyor ve onları
fenalıklar yapmaya sürüklüyordu. Bu şeyler, içkiden kazandıkları para ve hissettikleri
zevkten daha kötüydü. Taberi, âyeti bu şekilde izah etmenin daha doğru
olduğunu söylemiştir. Çünkü bu âyet, içki ve kumarın kesin olarak haram kılınmasından
önce inmiştir bu sebeple o zamana göre tefsir edilmelidir.
Taberi bu âyetin, içki
ve kumamı kesin olarak haram kılınmasından önce indiğini zikreden haberlerin
tevatür derecesine ulaştığını söylemiş ve özetle şunları rivayet etmiştir: Said
b. Cübeyr diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince, bir kısım insanlar burada
zikredilen: "Onlarda büyük günahlar vardır." ifadesini gö-zönünde
bulundurarak içki içmeyi hoş görmemişlerdir. Diğer bir kısım insanlar ise:
"Faydalan da vardır. " ifadesini gözönünde bulundurarak içki içmeye
devam etmişlerdir. Nihayet: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi
bi-linccyc kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz
kılmayın. Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz
yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya cinsi münasebette bulun-muşsanız ve bu durumda
da su bulamamışsanız, tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin, yüzlerinize ve
ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. [2]âyeti
nazil oldu. Bu defa namaz kılma zamanlarında içkiyi bırakıyor onun dışındaki
zamanlarda içiyorlardı. Nihayet: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve
faal okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının
ki kurtuluşa eresiniz[3] âyeti
indi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Bu gün senin vay haline içki.
Kumarla birlikte anıldın."
Abdullah b. Ömer diyor
ki: "Aziz ve Celil olan Allah, içki hakkında üç defa âyet indirmiştir. İlk
indirdiği âyet: "Ey Muhanımcd, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki:
Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalar da vardır..."
âyetidir. Bu âyet indikten sonra insanlar: "Ey Allahın Resulü, biz içki
içelim ve Allahın, kitabında zikrettiği gibi ondan faydalanalım rm?"
dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi
bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. [4] âyeti
nazil oldu. Bu defa insanlar: "Ey Allahın Resulü, biz içkiyi namaza yakın
bir vakitte içmeyiz." dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, içki,
kumar, putlar ve fal okları sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu
pislikten kaçının ki kurtuluşa eresi[5]âyeti
indi. Resulullah da buyurdu ki. "Artık içki haram kılındı."
İkrime ve Hasan-ı
Basri demişlerdir ki: "Ey Muhammcd, sana içki ve kumardan soruyorlar"
âyetiyle "Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın. " âyeti,
Mâide suresinin: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları
sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçınınki kurtuluşa
eresiniz." âyetiyle neshedilmiştir.
Süddi diyor ki:
"Ey Muhammed, sana içki ve kumardan soruyorlar..." âyet-i kerimesi
nazil olduktan sonra da insanlar içki içmeye devam ettiler. Bir gün Abdurrahman
b. Avf bir yemek hazırlayıp içlerinde Ali b. Ebi Talibin de bulunduğu
sahabileri davet etti. Ali b. Ebi Talib, Kâfinin sûresini okudu. Fakat
okuduğunun ne olduğunu anlayacak durumda değildi. Bunun üzerine Allah tea-Ia
içki hakkında daha sert davranarak Nisa suresinin kırk üçüncü âyetini indirdi.
İçki içmek yasak değitdi. Onlar onu, sabah namazından sonra günün ortalarına
kadar içiyorlardı. Öğlende ayılıp öğle namazını kılıyor yatsıya kadar içmiyorlardı.
Yatsıdan sonra gecenin yansına kadar içiyor ve yatıyorlardı. Sabahleyin ayılıp
namaz kılıyorlardı. Böylece içkiye devam ediyorlardı. Nihayet Sa'd b. Ebi
Vakkas bir gün bir yemek hazırladı. İçlerinde Ensar'dan bir kimsenin de bulunduğu
sahabileri davet etti. Sa'd devenin kellesini kebap yaptı ve onları bu kebabı
yemeye davet etti. Onlar yediler ve içki içerek sarhoş oldular ve sohbete daldılar.
Bu sırada Sa'd, Ensardan olan kişiyi kızdıracak bir söz söyledi. Bunun üzerine
Ensardan olan o kişi, devenin çene kemiğini alarak Sa'd'ın burnuna vurup kırdı.
İşte bu olay üzerine de Allah teala, içki içmeyi tamamen yasaklayan şu âyeti
kerimeyi indirdi. "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler.
Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. [6]
İçkinin aşamalı bir
şekilde yasaklandığına dair Taberi, Zeyd b. Aliden, Şa'biden, Katadeden,
Mücahidden, Rebi' b. Enesten ve İbn-i Zeydden de rivayetler nakletmiştir.
Ayrıca bu hususta Ebu Meysereden de şunlar nakledilmiştir. Ebu Meysere diyorki:
"Hz. Ömer, içkinin haram olduğunu beyan eden âyetin inmesinden az bir
müddet önce şöyle demiş: "Ey Allahim sen, içki hakkında bize şifa veren
bir açıklama gönder." bunun üzerine: "Ey Muhammed, sana içki ve
kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için
bazı dünyevi faydaları da vardır. Ancak günahları faydalarından çok
büyüktür..." âyeti inmiştir. Ömer çağırılmış ve kendisine bu âyet
okunmuştur.
Yine Ömer: "Ey
Allahım sen, içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." demiş
bunun üzerine de: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye
kadar namaza yaklaşmayın. [7]âyeti inmiştir. Bu âyetin
inmesinden sonra namaza başlarken Resulullahın bir davetçisi (Bu iş için
gönderdiği birisi) "Dikkat edin, sarhoş olan sakın namaza
yaklaşmasın" diye bağırıyordu. Ömer bu sefer de çağırıldı ve bu âyet ona
okundu.
Ömer yine, "Ey
Allahım, sen içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." demiş.
Bunun üzerine de: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları,
sadece şeytanın İşinden birer pisliktirler. 8u pislikten kaçının ki kurtuluşa
eresiniz," "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık
ve kin sokmayı, sizi Aüahın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık
bunlardan vaz geçmez misiniz? [8]
âyetleri inmiştir. Âyetin sonunda bulunan: "Artık bunlardan vaz geçmez
misiniz?" ifadesini işiten Ömer:
"Artık vaz
geçtik." demiştir. [9]
Âyet-i kerimenin
devamında: "Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki
"İhtiyaçtan fazla olanı." buyuru İm aktadır. Burada geçen ve
"İhtiyaçtan fazla olan" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, Ata, Süddi, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basriye göre, burada
zikredilen kelimesinden maksat, kişinin aile efradının na fakasından arta kalan
malı" demektir. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "İnsanlar her gün,
içinde bulundukları günün şartlarına göre çalışıyorlardı. Şayet çalıştıkları
günlerde elde ettikleri mallarından aile efradına harcadıkları dışında bir şey
artarsa onu tasadduk ediyorlardı. Yoksa aile efradını aç bırakarak insanlara
ta-sadduk etmiyorlardı.
b- Abdullah
b. Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
kelimesinden maksat, "Mallarınızdan pek önem vermediğiniz basit
şeyler" demektir.
c- Yine
Hasan-ı Basri, Atâ ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada
zikredilen kelimesinden maksat, "Orta derecede infak" demektir. Yani
ne malının tümünü harcayıp insanlara muhtaç hale düşmek ne de malından çok az
bir bölümünü harcayarak cimriliğe kaymaktır.
d- Abdullah
b. Abbaslan nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden
maksat, insanların gönül hoşluğu ile verdikleri şeylerdir.
e- Rebi1 b.
Enes ve Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen den
maksat, "Kişinin mallarının en güzelidir."
f-
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden
maksat, kişinin vermesi farz olan zekat vb. mali yükümlülüklerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olanı, burada zikredilen kelimesinden maksat,
kişinin kendisinin ve ailesinin nafakasından arta kalan malıdır. Zira bu
hususta Resulullahtan bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları
şunlardır:11
Ebu Hüreyre (r.a.)
diyor ki:
"Resulullah,
sadaka vermeyi emretti. Bunun üzerine bir adam: "Ey Allanın Resulü, benim
bir dinarım var." dedi. Resuiullah: "Sen onu kendine harca"dedi.
Adam "Başka bir dinarım daha var" dedi. Resulullah: "Onu da
çocuğuna harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var." dedi.
Resulullah: "Onu da eşine harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım
daha var" dedi. Resulullah: "Onu da hizmetçine harca" dedi.
Adam: Bir başka dinarım daha var" dedi. Resulullah: "Onu ne yapacağını
sen daha iyi büirsin." dedi/[10]
Cabir b. Abdullah,
Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Sizden biriniz
fakir olursa (malını harcamada) önce kendisinden başlasın. Şayet bir şey
artarsa aile efradına harcasın. Yine bir şey artarsa akrabalarına harcasın.
Yine bir şey artarsa şöyle şöyle yapsın. Yani önüne arkasına, sağına soluna
harcasın. [11]
Yine Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Bir gün biz,
Resulullahm yanında iken bir kişi ona, bir savaşta elde ettiği yumurta kadar
bir altın külçesi getirdi. (Diğer bir rivayette, "Bazı maden ocaklarından
elde ettiği" şeklindedir) ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, bunu benden
sadaka olarak al. Allaha yemin olsun ki benim bundan başka malım yoktur.
"Resulullah ondan yüzünü çevirdi. Adam ona sol tarafından geldi ve aynı.
Şeyi söyledi. Sonra
önünden geldi yine aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Resulullah kızgın bir
şekilde "Getir onu" dedi. Onu alıp adama doğru öyle bir attı ki şayet
ona dokunacak olsaydı onun bir tarafını ağntacak veya yaralayacaktı. Sonra
şöyle buyurdu: "Sizden biriniz malını alıyor, ondan başka bir şeye sahip
olmadığı halde onu tasadduk etmek istiyor. Sonra da oturup insanlara el açıyor.
Sadaka ancak zenginin sırtındandır. Al bu senin olsun. Bizim buna ihtiyacımız
yok." Adam onu alıp gitti. [12]
Ebu Ümame, Resulullah
(s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Ey Ademoğlu eğer
sen ihtiyacından artanı harcarsan o senin için daha hayırlıdır. Eğer harcamayıp
elinde tutarsan o senin için daha kötüdür. Sen kendi kendine yetinmenden
dolayı kınanmazsın. (Yani kişi kendi ihtiyaç duyduğu şeyleri harcamadığından
dolayı kınanmaz) sen, harcamakla yükümlü olduğundan başla (ve bil ki) üstte
olan el altta olan elden dahahayırlıdır. [13]
Taberi diyor ki:
"Bütün bu hadis-i şerifler gösteriyor ki bu âyette zikredilen
"Afv" kelimesinden maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin
ihtiyacından arta kalandır.
Müfessirler âyet-i
kerimenin bu bölümünün mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş
zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas ve Süddiye göre bu âyet-i kerime, zekâtın farz olduğunu beyan eden
âyet-i kerimelerle neshedilmiştir. Bu hususta, Abdullah b-Abbasın şunları
söylediği rivayet edilmiştir: "Ey Muhammed, sana, (Allah yolunda) ne
harcayacaklarım soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla olanı." âyet-i
kerimesi nazil olmuş, bu âyet harcanacak şeyler bakımından farz olan belli bir
miktar tayin etmemiştir. Sonra: "Ey Muhammed, sen af yolunu tut, iyiliği
emret ve cahillere aldırış etme. [14]
âyeti nazil olmuştur. Daha sonra ise gelen âyetlerle miktarlar belirtilerek
farz olan miktarlar beyan edilmiştir.
b- Mücahide
göre ise bu âyetin hükmü geçerlidir, neshedilmemiştir. Zira
Mücahid bu âyeti, farz
olan zekâtlara yorumlamıştır.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet ne başka bir âyeti neshetmiş ne de başka bir âyet tarafından
neshedilmiştir. Allah teala bu âyet-i kerimede, farz olmayan sadakaların nasıl
harcanacağını beyan etmiştir. Bu bakımdan din ve takva sahibi olan bir insanın,
Allah tealanın kullarına öğrettiği bu yolu takibetmesi gerekir. Resulullah bu
yolun nasıl olduğunu bizlere açıklamıştır. O yolda kişinin önce kendisinden
başlaması, sonra aile efradına harcaması, daha somra da Allahı razı edecek
diğer yerlerde harcamasıdır. İşte Allah tealanın beyan ettiği israfla cimrilik
arasında tutulacak olan yol da budur. Allah teala, Peygamberine bu hususu
beyan ederek şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri
olma. İsrafa dalarak ta elini tamamen açma. Sonra kınanmış ve açıkta
bırakılmış olarak oturup kalırsın. [15] Yine Allah teala kullarını
"İbadür-rahman" olarak vasıflandırırken şöyle buyuruyor: "Onlar
harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol
tutarlar[16] Âyet-i kerimenin mensuh
olduğunu iddia eden kimseye denir ki: "Senin buna dair delilin nedir?
Halbuki herkes kişinin malından, farz olan zekâtlar dışında, sadaka
verebileceği, bağışta bulunabileceği ve malının üçte birini vasiyet edebileceği
hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu âyet nasıl mensuh olabilir? Eğer
diyecek olursa ki: "Arta kalanın verilmesinin farz oluşu
neshedilmiştir." Cevaben denilir ki: "Kişinin malından arta kalanını
harcamasının farz olduğuna dair delilin nedir? Ta ki zekatın farz oluşunun bu
farzı düşürdüğünü iddia edesin? Bu âyet-i kerime bir farz hüküm koymamıştır.
Sadece Resulullaha sorulan infakın nasıl yapılacağını beyan etmiştir.[17]
220- Hem
dünya hem de âhiret işlerini düşünesiniz. Sana yetimlerden soruyorlar. De ki:
"Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğeı* onları
aranıza alırsanız, onlar sizin din kardcşlcrinizdir. Allah, bozguncuyu ıslah
edenden ayırdetmcsini bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zor durumda bırakırdı.
Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey müminler, bu surede
zikredilen âyet ve delilleri açıkladığım gibi size bir kısım emir ve
yasaklarımı açıklarım ki, hem dünyanın geçiciliğini hem de âhiretin
devamlılığını ve kalıcılığını düşünesiniz. Böylece âhiretin dünyadan daha
üstün olduğunu anlayasınız ve onun için çalışasınız. Ey Muhammed, sana
yetimlerden ve mallarının, kendi mallarınıza karışması halinden soruyorlar. Onlara
de ki: "Yetimlerin mallarının idaresini düzene koymakla lütufta bulunmanız,
Allah yanında sizin için daha hayırlı sevap bakımından da daha büyüktür. Eğer
onların yiyeceklerini kendi yiyeceklerinize, içeceklerini kendi içeceklerinize
ve mallarını da kendi malarınıza karıştırırsanız artık onlar dinde sizin
kardeş-lerinizdir. Kardeşlerin bir kısmı diğerlerine yardım eder. O halde size,
onların mallarına şefkatli bir kardeş nazarıyla bakmak gerekir. Allah sizden,
kendi malını, yetimin malına katan kişinin maksadının, o malı dağıtıp haksız
surette yemek mi olduğunu yoksa düzeltip çoğalmasını sağlamak mı olduğunu çok
iyi bilir. Eğer Allah dileseydi sizi, mallarınızı yetimlerin mallarından ayrı
tutmakla yükümlü kılarak zor durumda bırakır ve sıkıntıya sokardı. Fakat o,
rahmeti ve acımasıyla sizi buna mecbur etmedi. Böylece sizi genişliğe çıkardı
ve işinizi kolaylaştırdı. Şüphesiz ki Allah, hükümranlığında herşeye galiptir,
idaresinde hüküm ve hikmet sahibidir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına göre bu âyetin nüzul sebebi, bundan önce inen Nisa suresinin onuncu
âyetinin, yetimlerin mallarına yaklaşılmasını yasaklaması üzerine, müminlerin
sıkıntıya düşmeleri ve Resulullahtan çare-istemeleridir. Bu görüş, Abdullah b.
Abbas, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebi Leyla, Katade ve Rebi' b. Enesten
nakledilmiştir. Ancak, Katade, Rebi' b. Enes ve Said b. Cübeyre göre, bundan
önce inen ve inmesiyle müminlerin sıkıntıya düştükleri âyet: "Yetimin
malına, rüşdüne erinceye kadar yaklaşmayın. Sadece en güzel bir şekilde
yaklaşın[18] âyetidir. Bu hususta
Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Allah tcala
"Yetimin malına, rüşdünc erinceye kadar yaklaşmayın. Ancak en güzel bir
şekilde yaklaşın. [19] "Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamış olurlar. Onlar yakında alev alev
yanan bir ateşe sokulacaklardır. [20] âyetlerini gönderince, yanlarında yetim
bulunan insanlar gidip yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini, kendi yiyecek
ve içeceklerinden ayırdılar. Öyle ki artan yemekler bekletilip ya onlara
yediriliyor veya kimse yemiyor, bozuluyordu. Bu durum müminleri sıkıntıya
düşürdü. Durumu Resulullaha aksettirdiler. Bunun üzerine Allah teala:
"Sana yetimlerden soruyorlar. De ki: "Onların işlerini düzeltmek,
kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız, onlar sizin din
kardcşlerinîz-dir..." âyetini indirdi. Artık yetimlerin varisleri,
yiyeceklerini ve içeceklerini yetimlerinki ile karıştırdılar. [21]
b- Abdullah
b. Abbas, Süddi ve Dehhaktan nakledilen diğer bir örüşe göre bu âyetin nüzul
sebebi, daha önce inen bir âyet değil, Arapların, yetimlerin malına
yaklaşmaktan uzak durma örfleri ve bu örflerinden dolayı sıkıntıya düşmemeleri
için istekte bulunmalarıdır. Bu hususta Süddi diyor ki: "Araplar cahi-liye
döneminde yetim hakkında çok titiz davranıyorlardı. Öyle ki haklanna tecavüz
ederler korkusuyla aynı kaptan onlarla yemek yemiyorlar, develerine binmiyor,
hizmetçilerine hizmet ettirmiyorlardı. Bu âdet hususunda Resulullaha geldiler
ondan bu meseleyi sordular. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Eğer Allah dikseydi sizi zor durumda bırakırdı."
Duyurulmaktadır. Müfessirler burada geçen ve "Zor durumda bırakırdı."
diye tercüme edilen cümlesini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
Mücahide göre bu
ifadeden maksat: "Eğer Allah dileseydi yetimlerin otlaklarında
hayvanlarınızı otlatmayı ve onların katıklarını yemeyi size haram kılar
böylece sizi sıkıntıya sokardı." demektir. Mücahid: "Eğer yetimleri
aranıza alırsanız bu sizin için daha hayırlıdır," ifadesini, "Eğer
yetimlerin mallarını otlakta kendi mallarınıza katar ve onların katıklarını
kendi katıklarınızla birlikte bulundurur ve yerseniz sizin için daha
hayırlıdır." şeklinde izah ettiği için bu âyetin bu bölümünü de bu şekilde
izah etmiştir.
Abdullah b. Abbas ise
âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Eğer Allah dileseydi sizi
zorluğa koşar ve sıkıntıya düşürürdü. Fakat o, işi kolaylaştırdı ve buyurdu ki:
"İçinizden zengin olanlar, yetimlerin malını yemekten çekinsin, fakit
olanlar ise meşru surette yesin. [22]
Abdullah b. Abbastan
nakledilen başka bir görüşe göre, o bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Eğer
Allah dileseydi, yetimlerin mallarından size geçenler yüzünden sizi helak
ederdi. [23]
221- İman
etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cariye, hür olan müşrik bir
kadından daha hayırlıdır. Hür olan müşrik kadın hoşunuza gitse bile. Müşrik
erkekleri de, iman etmedikçe mümin kadınlarla evlendirmeyin. Mümin bir köle,
hür olan müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Müşrik olan erkek hoşuna gitse
bile. Bu müşrikler insanı ateşe davet ederler. Allah İse izni ile cennete ve
mağfirete davet eder ve âyetlerini insanlara açıklar. Gerekir ki düşünürler.
Ey iman edenler, kitap
ehli olmayan ve putperest olan müşrik kadınlarla, Allaha, Peygamberine ve
Peygambere indirilene iman etmedikçe evlenmeyin. Sizlerin, Allaha ve
Peygamberine iman eden bir cariye ile evlenmeniz, hür olanmüşrik veya kâfir bir
kadınla evlenmenizden, Allah katında daha hayırlı ve daha üstündür. Müşrik olan
kadın, güzelliği, soyu ve malı bakımından hoşunuza gitse bile. Ey iman edenler,
müslüman olan bir kadını da, Allah ve Resulüne iman etmedikçe, bir müşrik
erkekle evlendirmeyin. Müslüman kadınları, Allah ve Resulüne iman eden
kölelerle evlendirmeniz, onları hür olan müşriklerle evlendirmenizden sizin
için daha hayırlıdır. Hür olan müşrik erkekler, mal, soy ve mevki bakımından
hoşunuza gitse bile. Kendileriyle evlenmeniz yasaklanan bu kadın ve erkek
müşrikler sizleri, cehenneme götürecek işleri yapmaya çağırırlar. Allah
sizleri, yardımı ve kolaylaştırması ile cennete götürecek amelleri işlemeye,
hatalarınızı silecek işleri yapmaya davet eder. Ve kitabındaki âyet ve delillerini
kullarına açıklar ki düşünüp ibret alsınlar, cehennem ateşine davet eden ile
cennete ve affa davet edeni birbirinden ayırsınlar.
Âyet-i kerimede, mümin
erkeklerin, müşrik kadınlarla evlenmelerinin yasak olduğu beyan edilmektedir.
Ancak ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyan kadınlarla mümin erkeklerin
evlenmeleri caizdir. Bu hususta diğer bir âyette şöyle Duyurulmaktadır:
"... Hür ve iffetli mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden (chl-i kitaptan) hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina
yapmamanız, dost edinmemeniz ve kendilerine mehir vermeniz şartıyla size
helaldir... [24]
Buna mukabil, mümin
kadrınlar, hiçbir kâfirle evlenemezler. Bu kâfirler ehl-i kitap ta olsa bu
böyledir. Bu hususta da şu âyet-i kerimede buyuruluyor ki: t " .. Çünkü ne
mümin kadınlar kâfirlere helaldir ne de kâfir erkekler mümin kadınlara
helaldir... [25]
Müfessirler,
açıklamakta olduğumuz bu âyet-i kerimenin, bütün müşrikleri kastederek mensuh
olduğu yahut müşriklerden sadece belli bir sınıfı kastederek mensuh olmadığı
hususda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, İkrime, Mücahid ve Rebi' b. Enes, izah etmekte olduğumuz bu âyet-i
kerimenin, bütün müşriklerin müslümanlarla evlenmelerinin haram olduğunu
bildirdiğini, bu itibarla Maide suresinin dördüncü âyetinde zikredilen, ehl-i
kitapla evlenme hükmüyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bu âyette buyuruluyor
ki: "Hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina yapmamanız, dost edinmemeniz ve
kendilerine nıchir vermeniz şartiylc evlenmeniz size helaldir. [26]
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerime, kâfir ve müşrik olan ehl-i kitabın
kadınlarının mümin erkeklerle evlenebileceklerini beyan etmiştir. Bu itibarla
izah etmekte okluğumuz âyetneshedilmiştir.
b- Katade ve
Said b. Cübeyr'e göre ise bu âyet- kerimenin her ne kadar ifadesi genel ise de
hükmü özeldir. Bu itibarla neshedilmemiştir. Zira âyette zikredilen ve
evlenilmesi yasaklanan müşrik kadınlardan maksat, bütün müşrik kadınlar değil,
özellikle ehl-i kitap olmayan müşrik kadınlardır. Nitekim Arapların müşrik
kadınları böyleydi. Ehl-i kitap olan müşrik kadınlarla evlenmenin hükmü ise
başka bir âyette belirtilmiş ve bazı sahabiler de bu hüküm uyarınca evlenmişlerdir.
Mesela Huzeyfetül Yeman bir Yahudi veya Hristiyan kadınla ev-' lenmiştir.
c- Şehr b.
Havşebin, Abdulluh b. Abbastan naklettiği diğer bir rivayete göre bu âyet-i
kerime neshedilmemiştir. Ve bu âyetle, bütün müşrik kadınlarla evlenmek
yasaklanmıştır. Müşrik kadının putperest, mecusi ve ya ehl-i kitap olması
farketmez. Bu hususta Abdullah b. Abbasin şunîan söylediği rivayet edilmiştir:
"Resulullah, hicret eden mümin kadınlar dışındaki bütün kadınlarla evlenmeyi
yasaklamıştır. Resulullah, İslam dini dışında herhangi bir din mensubuyla
evlenmeyi haram kılmıştır. Bu hususta Allah teala: "kini dini inkâr ederse
şüphesiz ki onun, daha önceki amelleri boşa gider ve ahiret gününde o, hüsrana
uğrayanlardandır."*4^ buyurmuştur. Talha b. Ubeydullah, bir Yahudi
kadınla, Huzeyfe b. Yeman da Hristiyan bir kadınla evlenmiş Hz. Ömer de onların
bu hallerine şiddetli bir şekilde kızmış ve onları dövmek istemiştir. Bunun
üzerine onlar: "Ey müminlerin em iri sen kızma biz onları boşanz." demişler.
Hz. Ömer de: "Allah'a yemin olsun ki, eğer onları boşamak helal olsaydı
onlarla evlenmek te helal olurdu. Ben onları sizin elinizden hor ve hakir bir
şekilde çekip alacağım." dedi.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olanı, âyet-i kerimenin zahirinin genel mânâda
olduğunu fakat aslında ise bu âyetten, ehl-i kitap dışındaki müşrik kadınların
kastedildiğini, bu itibarla âyet-i kerimenin neshedihnediğini söyleyen
görüştür. Zira Allah teala, müslüman erkeklere, müslüman kadınlarla evlenebileceklerini
beyan ettiği gibi, ehl-i kitabın iffetli kadınlarıyla da evlenebileceklerini,
Maide suresinin beşinci âyetinde zikretmiştir. Birbirlerine muarız gibi görüldüğü
zannedilen her âyetten birinin diğerini neshettiğini söylemek, buna dair kesin
bir delilin var oluşuna bağlıdır. Ortada böyle kesin bir delil olmadığına göre,
Maide suresinin beşinci âyetinin, ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmeyi beyan
eden bölümün, müşrik kadınlarla evlenmeyi kesinlikle yasaklayan bu âyet-i
kerimeyi neshettiğini söylemek caiz değildir. Zira bu, delilsiz bir iddia olur.
Abdullah b. Abbastan,
Hz. Ömer'in, Talha ile Huzeyfe'nin evlendikleri ehl-i kitaptan olan kadınları
bunlardan ayırdığına dair olan rivayetinin bir anlamı yoktur. Zira, bütün
ümmet, Allah tealanın kitabının açık hükmüyle, ehl-i kitap olan kadınlarla
evlenilebileceğİ hususunda ittifak etmişlerdir. Resulullah'tan
gelen hadis-i şerifler de bunu beyan
etmişlerdir. Diğer yandan, Hz Ömer'den, yukarıda zikredilenin aksine bir
rivayet, daha sağlam senetlerle rivayet edilmiş- -tir. Mesela, Zeyd b. Vehb,
Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakletmiştir. "Müslüman erkek, Hrıstiyan bir
kadınla evlenebilir. Fakat Hristiyan bir erkek, Müslüman bir kadınla
evlenemez." Zeyd sözlerine devamla demiştir ki: "Ömer'in, Talha ve
Huzeyfe'nin, Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenmelerini hoş görmemesi, insanların
bu iki sahabeye uymalarından ve müslüman kadınlarla evlenmekten vaz
geçeceklerinden korkmasındandır. Veya bunun dışında başka bir sebeptendir. Bu
yüzden Ömer onlara, bu hanımlarını serbest bırakma]arını emretmiştir. Nitekim
bu hususta ŞaViiyk şunları nakletmiştir. "Huzeyfe, Yahudi bir kadınla
evlendi. Ömer ona mektup yazarak "Kadını bırak" dedi. Huzeyfe de ona
bir mektup yazarak "Sen, bunun haram olduğunu zannederek mi benim kadını
bırakmamı istiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Ömer: "Onun haram okhığnu
sanmıyorum fakat ben, onların karşısında mümin kadınları ezik düşüreceğinizden
korkuyorum." diye cevap verdi.
Bu hususta, Cabir b.
Abdullah da Resulullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.: "Bitz,
chl-i kitabın kadınlarıyla evleniriz. Fakat onlar bizim kadınlarımızla
cvlcncmczlcr."
Taberi diyor ki:
"Her ne kaüar Cabirden rivayet edilen bu hadisin senedinin sağlamlığında
bir eleştiri varsa da bu hadisi almak, Şehr b. Havşebin, Abdullah b. Abbastan
naklettiği sözü almaktan daha evladır. Zira, ehl-i kitap kadınlarla
evlenilebileceği, ümmet arasında ittifak edilen bir konudur.
Âyet-i kerimede,
"Mümin bir cariye, hür olan müşrik bir kadından daha hayırlıdır."
Duyurulmaktadır. Süddi, âyetin bu bölümünün Abdullah b. Revaha hakkında nazil
olduğnu söylemiştir. Abdullah'ın, siyah bir cariyesi bu-lunuyOTdu. Bit gün,
Abdullah onu kızarak yüzüne bir tokat vardu. Sonra da koşup Resulullah'a
söyledi Resulullah ona: "Ey Abdullah o nasıl bir cariye?" diye sordu.
Abdullah da: "Ey Allah'ın Resulü, o orucunu tutuyor, namazını kılıyor,
abdestini alıyor ve Allah'tan başka hiçbir ilah bulunmadığına, senin de Allah'ın
Peygamberi olduğuna dair şehadet getiriyor." dedi. Bunun üzerine Resulullah,
"Bu mümin bir kadındır." dedi. Abdullah, "Seni hak Peygamber olarak
gönderene yemin ederim ki, Ben onu mutlaka azad edecek ve mutlaka onunla
evleneceğim." dedi ve bu dediğini de yaptı. Bunun üzerine bazı müslümanlar
onu ayıplayarak dediler ki: "Bu adam bir cariye ile evlendi." O
zamanda müminler müşriklerin soylarına rağbet ederek kendi kadınlarını
müşriklerle evlendirmeyi, kendileri de müşrik kadınlarla evlenmeyi
istiyorlardı. İşte bunun üzerine Allah teala" Mümin bir cariye hür olan
müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Hür olan müşrik kadın, hoşunuza gitse
bile. Müşrik erkekleri de iman etmedikçe mümin kadınlarla evlendirmeyin. Mümin
bir köle., hür olan müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Müşrik olan erkek,
hoşunuza gitsc bile." âyetini indirdi. Ve mümin kadınların, müşrik
erkeklerle, (ehl-i kitap olsun veya olmasın) evlenemeyeceklerini kesin olarak
bildirdi. [27]
222- Ey
Muhammed, sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De ki: "O eziyettir.
Hayız halindeyken kadınlardan uzaklasın ve temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın. Temizlendikten sonra, Allahın size emrettiği yerden
yaklaşın." Şüphesiz ki, Allah , tevbe edenleri de sever, temizlenenleri
de sever.
Ey Muhammed, ashabın
sana, kadınların hayız halinden soruyorlar. Onlara de ki: "Hayız,
kokusunun çirkinliği, kirliliği ve pis oluşu gibi sebeplerle eziyet veren bir
haldir. Hayızlı günlerinde kadınlarla cinsi münasebette bulunmaktan kaçının.
Hayızdan temizlenip yıkanmadikça onlarla cinsi münasebette bulunmayın,
kadınlar, hayizları kesilip su ile yıkanarak temizlenince onlara Allahın izin
verdiği ön taraftan yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, itaatına yönelenleri, maddi ve
cünüplük gibi manevi pisliklerden temizlenenleri sever.
Âyeti kerimede: "Ey Muhammed, sana
kadınların hayız halinden
soruyorlar"
buyurulmaktadır. Sahabilerin bu hususu Resulullahtan sormalarının sebebi
hakkında iki görüş zikredilmiştir.
a- Katade ve
Rebi' b. Enese göre sahabilerin bunu Resulullahtan sormalarının sebebi, bu
âyet inmeden önce insanların, âdet gören hanımlanyla âdet halindeyken aynı
evde kalmamaları ve onlarla birlikte yeyip içmemeleridir. Onların bu sorusu
üzerine Allah teala bildirmiş oldu ki, adetli olan kadınların adetli hallerinde
onlarla sadece cima etmek yasaktır. Onlarla birlikte oturup kalkmakta ve yeyip
içmekte herhangi bir sakınca yoktur.
Enes b. Mâlik diyor
ki:
"Yahudiler, kadın
hayızlı iken onunla birlikte bir şey yemiyor, içmiyor ve onunla evde
oturmuyorlardı. Sahabiler Resulullahtan bunu sordular ve bunun üzerine Allah
teala: "Ey Muhammcd, sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De ki:
"O, eziyettir, ilayız halindeyken kadınlardan uzaklasın ve temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikten sonra onlara, Allanın emrettiği yerden
yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de
sever." âyetim indirdi. Resulullah da insanlara "Âdet halindeki
kadınlarla cinsi münasebet dışında her şeyi yapın." buyurdu[28]
b-
Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre, sahabilerin, âdet halinde bulunan
kadınlardan sormalarının sebebi şu idi. İnsanlar, kadınlar adetli iken onlara
âdetü olan ön taraflarını bırakıp arkadan yaklaşıyorlardı. İşte bunun üzerine
Allah teala, insanlara, hayızlı iken kadınlarına yaklaşmamalarını, onlara ancak
hayızdan temizlendikten sonra ve ön taraflarından yaklaşabileceklerini beyan
etti ve arkadan yaklaşmalarını haranı kıldı. Süddi, bu âyette som sorduğu
zikredilen kimsenin, Sabit b. Dehhak el-Ensari okluğunu rivayet etmiştir.
Âyet-i kerimede:
"De ki o, eziyettir." buyurulmaktadır. Buradaki eziyetten maksat,
âdetin korkusunun çirkin ve tiksindirici oluşu ve necis oluşudur.
Süddi ve Katade,
buradaki "Eziyettir" ifadesinden maksadın "Murdardır" demek
olduğunu, Mücahid ise bundan maksadın "Kan" demek okluğunu zikretmişlerdir.
Âyet-i kerimede.
"Hayız halindeyken kadınlardan uzaklasın." buyurulmaktadır.
Müfessirler burada zikredilen, "Kadınlardan uzaklaşmanın" ne demek
olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas ve Üheyde es-Selmaniden rivayet edilen bir görüşe göre burada
zikredilen "Kadınlardan uzaklaşmaktan maksat, âdet halindeyken, kadının
vücudundan uzak durmak ve ona dokunmamaktır. Zira Allah teala burada
"Uzaklasın" ifadesini mutlak olarak kullanmış ve buna herhangi bir
kayıt getirmemiştir. Bu itibarla onların tüm vücutlarından uzak olmak gerekir..
Nüdbe diyor ki:
"Beni, ya Meymune.bint-i Haris veya Hafsa bint-i Ömer Abdullah b. Abbasın
hanımına gönderdi. Ben, Abdullah b. Abbasın hanımının
döşeğinin, Abdullah b. Abbasın döşeğinden
ayrı olduğunu gördüm. Bunların, birbirlerinden uzak durmalarından dolayı böyle
yaptıklarını zannettim. Abdullah b. Abbasın hanımına, kendi döşeği ile
kocasının döşeğinin ayrı olmasının sebebini sordum. O da bana dedi ki:
"Ben adetliyim. Adetli olduğum zaman döşeğimi ayınnm." Geri dönüp
meselyi Meymuneye veya Hafsaya anlattım. O beni tekrar Abdullah b. Abbasa
gönderdi. Ona şunları söylememi istedi: "Annen (müminlerin annesi) sana
diyor ki: "Yoksa sen Resulullahm sünnetinden yüz mü çevirdin? Allaha yemin
olsun ki Resulullah, hanımlarından biri hayızlı iken onunla bir yatakta
yatardı. İkisinin arasında, dizlerine kadar örten elbiseden başka bir şey
yoktu."
b- Hz. Aişe,
Ümmü Seleme, Hasan-ı Basri, Mücahid, Âmir eş-Şa'bî, İkri-me ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen ikinci bir görüşe göre, adetli bir kadından uzaklaşma,
sadece onun, eziyet veren yeri olan kanın geldiği yerden uzaklaşmadır. Âdet
gören kadının, avret mahallinin kapalı olması şartiyle bütün vücudu kocası
için helaldir. Bu hususta Mesruk diyor ki: "Ben, Aişeden, adetli olduğu
zaman kadının erkeğe neresi helal olur?" diye sordum. O da: "Cinsi
münasebette bulunma dışında her şey." diye cevap verdi. Ebu Kılabe diyor
ki: "Mesruk bineğine binip Hz. Aişenin yanına varmış ve ona:
"Peygambere ve ehl-i beytine selam olsun." demiştir. Hz. Aişe de
"Hoş geldin ey Ebu Aişe." demiştir. Orada bulunanlar, Mesrukun,
Aişenin yanma girmesi için izin vermişler o da girip "Ben senden bir şey
sormak istiyorum. Fakat sormaya utanıyorum." demiştir. Bunun üzerine Hz.
Aişe "Ben senin annenim sen de benim oğlumsun." demiştir. Bunun
üzerine Mesruk, "Adetli olan karısının, erkeğe neresi helaldir?" diye
sormuş Hz. Aişe'de ona: "Avret yeri hariç her şeyi helaldir"
demiştir.
Bu görüşte olanların
delilleri, Resulullahm, adetli olan hanımlarına dokunduğunu bildiren, tevatür
derecesindeki haberlerdir. Şayet adetli olan kadının hiçbir yerine dokun
utmaması gerekli olsaydı Resulullah bunu yapmazdı. Fakat Resulullahm dokunması,
cima etme dışındaki dokunmalardı. Bu itibarla adetli kadınla cima etme haram
fakat vücudunun diğer yerlerine dokunma ise caizdir.
c- Abdullah
b. Abbas ve Şüreyh el-Kadi'den rivayet edilen diğer bir görüşe göre adetli
olan kadına dokunulmam asından maksat, onun, dizkapağı ile göbeği araşma
dokunmamaktır. Zira bu hususta Resulullahtan, sahih olan çeşitli hadis-i
şeritler zikredilmiştir. Bu hususta Hz. Meymune diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) Hayızlı olan hanımlarından herhangi birine dokunmak istediğinde ona
emrederdi o da dizi ile göbeğinin arasını, örten bir şey gi-yerdi[29]Diğer
bir rivayetle Meymune şöyle demektedir:
"Resulullah,
hayızh olan hammlanna,diz ile göbek arasına elbise üzerinden dokunurdu.'[30]
Hz. Aişe diyor ki:
"Bizden birimiz,
hay izli okluğumuz zaman Resulullah ona hayızh ânının başlangıcında dizi ile
göbeği arasında bir şey giymesini emrederdi. Sonra ona dokunurdu. Sizden
hanginiz ResuluHahın hakim okluğu kadar nefsine hakimdir? [31]
Taberi de yukarıda
zikredilen hadislerin sahih olduklarım beyan ederek bu görüşü tercih etmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Temizleninceye kadar" diye tercüme edilen ifâdesindeki kelimesi
kurralar tarafından iki şekilde okunmuştur:
a- Bazı
Kurralar bunu şeklinde okumuşlar, mânâsının da: "Temizleninceye kadar"
demek olduğunu söylemişlerdir. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Sizler, âdet gören hanımlarınıza hayız kanlan ke-iîip
temizlenmelerine kadar yaklaşmayın." Bu izaha göre, hayız" halinden
temizlenen kadın, yıkanmadan kocasına helaldir. Bu görüş, Süfyan es-Sevri ve
İknmeden nakledilmiştir.
b- Diğer bir
kısım kurralar ise âyetin bu bölümünü ( şeklinde okumuşlar ve mânâsının:
"Kendilerini temizleyinceye kadar" demek
olduğunu söylemişlerdir. Taberi de bu
kıraat şeklini tercih etmiştir. Ancak bu görüşte olan âlimler, âdet gören
kadınların, kendilerini temizlemelerinden m aksatın ne olduğu hakkında farklı
görüşler zikretmişlerdir.
Bazılarına göre
burada, kadınların kendilerini temizlemelerinden maksat, adet halinden sonra
bütün vücutlarını yıkayıp banyo yapmalarıdır. Kadınlar ancak bundan sonra
kocalarına helal olurlar.
Diğer bazılarına göre
ise, kadının sadece âdet gördüğü avret mahallini yı-kamasıdir. Kadın bundan
sonra kocasına helal olur.
Taberi, yıkandıktan
sonra temizlenmiş olacaklarını söyleyen görüşü tercih etmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Temizlendikten sonra Atlahın emrettiği yerden yaklaşın"
Duyurulmaktadır. Burada zikredilen "Temizlenmek"ten maksat, Abdullah
b. Abbas, Mücahid. Süfyan es-Sevri, Hasan-ı Basri ve İbrahim en-Nehai-ye göre
"Yıkanmak"tır. Kadınlar âdet hallerinden temizlendikten sonra yıkanın
ad ıkç a kocalarına helal değildirler.
Tavus ve Mücahidden
nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Temizlenmekten"
maksat, kadınların sadece abdest almalarıdır. Buna göre âdetten temizlenen
kadınlar, abdest aldıkları takdirde kocalarının kendilerine yaklaşmaları
caizdir.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve adetli kadının lam olarak temizlenmesi için yıkanmasının
gerekli olduğunda ittifak edildiğini, buradaki, "Temiz-lcnmek"ten
maksadın da böyle bir temizlik olduğunu söylemiştir. Zira "Temizlendikten
sonra" ifadesinden, şu iki şeyden birini anlamak mümkündür:
a-
"Necasetten temizlendikten sonra" demektir. Ayete bu şekilde mânâ
verildiği takdirde, kadınlar âdetten kesilir kesilmez abdest almadanda onlara
yaklaşilabileceğine hüküm verilini.1; olur ki bütün âlimler bu dunımda
kadınlara yaklaşmanın caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
b- Bu
ifadeden anlaşılabilecek ikinci mânâ ise şudur: "Kadınlar namaz için
temizlendikleri zaman onlara Allanın emretiği yerden yaklaşın." Adet gören
kadınların, yıkanmadan, sadece abdest alarak namaz kılamayacakları hususunda
icma bulunduğundan bu âyette zikredilen "Temizlenmek"ten maksadın da
"Namaz için temizlenmek" olduğu ve bu temizlenmenin de yıkanmakla
gerçekleşeceği ortaya çıkmış olur."
Âyet-i kerimenin:
"Allanın emrettiği yerden yaklaşın" bölümü, müfes-sirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
Abdullah b. Abbas,
İkrime, Mücahid, Süfyan es-Sevri, Katade, Rebi' b. Enes ve İbrahim en-Nehaiye
göre bu ifadeden maksat şudur: "Siz, hanımlarınıza
temizlendikten, adetli iken yaklaşmamanın
emrediİtliği yerden yaklaşın. Yani on taraftan yaklaşın." demektir, buna
göre kadınlara, tabii olan cinsel organlarından yaklaşmayanlar, Allanın bu
emrini terkeden ve koyduğu sınırları aşan kimselerdir.
Abdullah b. Abbas, Ebu
Rezin, İkrime, Katade, Süddi ve Dehhaktan naK-ledilen diğer bir görüşe göre
"Allahın size emrettiği yerden yaklaşın" ifadesinden maksat, Allahın
size emrettiği yönüyle kadınlara yaklaşın, yani, adetli iken değil,
temizlendikten sonra yaklaşın." demektir.
İbn-i Hanefiyye'ye
göre ise bu ifadeden maksat, kadınlara, Allahın emrettiği nikâhla yaklaşın,
nikâhsız yaklaşmayın." demektir.
Taberi bu görüşlerden
"Kadınlarınıza temiz iken yaklaşın, adetli iken yaklaşmayın." diyen
görüşün daha evla olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de sever temizlenenleri de
sever." buyurulınaktadir. Burada zikredilen "Temizlenenler"
ifadesinden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikredilmiştir:
Ataya göre buradaki
"Temizlenen"lerden maksat, "Su ile temizlenenler" demektir.
Yani yıkanıp namaz için temizlenenler nbdest alanlar." demektir.
Mücahidden nakledilen
başka bir görüşe göre, bu nida zikredilen "Temiz-lenenler"den maksat,
hanımlarına arkadan, tabii olmayan yerden yaklaşmayanlardır. Bunlar
"Temiz olanlar" diye vsaıflandırılmiş ve Allahın sevgisine mazhar
oldukları zikredilmiştir.
İbn-i Cüreyc'in,
Mücahidden naklettiği başka bir görüşe göre burada zikredilen
"Temizlenenler"den maksat, günahlarından tevbe etlikten sonra tekrar
günah işlemeye dönmeyenlerdir.
Taberi buradaki
"Temizlenenlerden maksadın, su ile namaz için temizlenenler olduğunu
söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu zikretmiştir. Zira "temizlenme"
kelimesinden akla ilk gelen şey, su ile temizlenmedir. [32]
223-
Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde
yaklaşın. Kendinize ilerisi için hazırlık yapın ve Allahtan korkun. Kilin kî
ona mutlaka kavuşacaksınız. Ey Muhammcd, sen müminleri müjde-
Kadınlarınız sizin,
çocuklarınızı yetiştirdiğiniz tarlanızdır. O halde kadınlarınıza normal cins-i
temas yolundan olmak şartıyla, istediğiniz gibi ve istediğiniz taraftan cinsi
münasebette bulunun. Kendinize âhiret için salih ameller hazırlayın. Ve
Allanın koymuş olduğu hudutları aşmak ve isyana yaklaşmaktan korkun. Bilin ki
âhirette ona kavuşacaksınız. O size, amellerinizin karşılığım verecektir. Ey
Muhammed, kıyamette kurtulacakları ve cennette ebedi kalacakları hususunda
müminleri müjdele.
* Yahudiler diyorlardı
ki:
"Kişi, hanımı yi
n normal yoldan da olsa arka taraftan cinsi münasebette bulunursa doğacak
çocuk şaşı olur." İşte bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin
tarlanı/dır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın." âyeti nazil
oldu. [33]
"Kadınlarınıza
istediğiniz şekilde şaklasın." ifadesindeki "İstediğiniz şekilde"
kelimesinden maksat, çocuğun dölleneceği ve doğacağı yerden olmak şartıyla
istediğiniz yerden ve istediğiniz şekilde yaklaşın." demektir. O yol da ön
taraftır, arka taraf değildir.
Taberi diyor ki:
"Yani nasıl isterseniz. Ayakta iken, otururken veya yan yatarken, fakat
sadece ön yoldan yaklaşın. Çünkü neslin ürediği ve doğduğu yol sadece orasıdır,
başka yer değildir. Bazı cahiller ise "İstediğiniz şekilde" ifadesini,
"İstediğiniz yerden" diye anlamaktadırlar. Bu, çok yanlış bir
anlayıştır.
Ali b. Talk diyor ki:
"Bir Bedevi
Resulullaha geldi ve şöyle dedi: "Ey AH ahin Resulü, bizden bazıları
çöllerde bulunduğunda yelleniyor yanımızda su da az bulunuyor (Bu durumda
abdest almamız gerekir mi?) Resulullah; "Sizden biriniz yellendiğinde
abdeset alsın. Kadınlara makatlarından yaklaşmayın. Allah, hakkı söylemekten
çekinmez" buyurdu[34]
Diğer bir hadis-i
şerifte de Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
^Hanımına makattan
yaklaşan melundur [35]
Bu âyet-i kerime,
kadınlara makattan yaklaşmanın haram olduğuna delildir. Çünkü arka yol, neslin
doğum yoluyla meydana geldiği tabii yol değildir.
Taberi, âyet-i
kerimeyi, diğer âyetlerde olduğu gibi çeşitli görüşleri zikrederek
açıklamıştır. Bu açıklamalar da özetle şöyledir: Âyet-i kerimede geçen ve
"İstediğiniz şekilde yaklaşın" diye tercüme edilen ifadesi,
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde
izah edilmiştir:
1- Abdullah
b. Abbas, Mücahid, İkrime, Übey b. Kâ'b, Mürre el-Heme-dani ve Süddiden
nakledilen bir görüşe göre ifadesinden
maksat, kadınlara
arkalanndan ve adetli iken yaklaşmamak şartıyla nasıl dilerseniz öyle
yaklaşın" demektir. Yani onlara normal cinsi temas yolundan olmak şartıyla
istediğiniz şekilde ve istediğiniz taraftan yaklaşın." demektir. Bu görüşte
olanlar delil olarak şunu zikretmişlerdir. Bu âyet-i kerime, Yahudilerin, kadınlara
tabii yoldan olmak üzere arkadan yaklaşmaya karşı çıkmaları üzerine nazil olmuş
ve onlara, tabii yoldan olmak üzere önden de arkadan da yaklaşılabileceğini
beyan etmiştir. Bu da âyet-i kerimenin bu izah şeklinin doğru olduğ-nu
göstermektedir. Bu hususta Mücahidin şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"Ben, Kuran-ı kerimi fatihadan sonuna kadar Abdullah b. Abbas'ın öünde üç
kere okudum. Ben onu, her âyetin sonunda durdurup ona âyetin mânâsını
soruyordum. Nihayet bu âyet-i kerimeye geldik. Abdullah b. Abbas dedi ki:
"Kureyş kabilesinin şu kolu Mekke'de kadınları her şekilde yatılıyorlardı
ve onların tabii cinsel organlarından olmak üzere önden üe arkadan da ilişki
kuruyorlardı. Kureyşliler Medineye gelince Ensardan olan kadınlarla
evlendiler? Onlara da Mekke'deki kadınlara yaptıkları gibi davranmak istediler.
Fakat Ensardan olan kadınlar buna karşı çıktılar ve dediler ki: "Bu bize
daha önce yapılmayan bir şeydir." Bu davranış, insanlar tarafından
duyuldu. Olay Resulullah'a kadar ulaştı. Bunun üzerine Allah teala:
"Kadınlar sizin tarlanızdır. Siz, tarlanı/, a nasıl isterseniz öyle
yaklaşın." âyetini indirdi. Yani, ön yoldan olmak üzere isterseniz arkadan
yaklaşın. İsterseniz önden yaklaşın. İsterseniz diz çökerek yakalşın."
demekti r. [36]
Cabir b. Abdullah
diyor ik:
"Yahudiler
"Kişi, hanımıyla ön yoldan olmak üzere fakat arka tarafından ilişki
kurarsa doğacak çocuk şaşı olur." diyorlardı. İşte bunun üzerine
"Kadınlar sizin tarlanızdır o halde tarlanıza istediğiniz şekilde
yaklaşın." âyeti nazil oldu. [37]
Abdurrahman b. Sabit
diyor ki:
"Ben,
Abdurrahmanin kızı H af sanın yanına vardım ve dedim ki: "Ben
senden bir şey soracağım amma onu
sormaktan utanıyorum." Hafsa dedi ki; "Ey kardeşimin oğlu
utanma." Ben de: "Sorum, kadınlara tabii yoldan olmak üzere arkadan
yaklaşmaktfr." dedim. Hafsa dedi ki: "Ümmü Seleme bana anlattı ki
Ensar, kadınları yüzükoyun yatırarak onlara yaklaşmazlardı. Zira Yahudiler:
"Kim karısını yüzükoyun yatırarak ona yaklaşırsa çocuğu şaşı olur."
diyorlardı. Muhacirler Medineye gelince Ensardan kadınlarla, evlendiler, Oniar,
hanımlarını yüzükoyun yatırarak yaklaşmak istediler. Bir kadın bu hususta kocasının
isteğini reddetti ve ona dedi ki: "Ben, Resulufİaha varıp bunu sormadıkça
bunu yapamazsın," Kadın, Ümmü Selemenin yanına varıp meseleyi ona
anlattı. Ümmü Seleme ona: "Resulullah gelinceye kadar otur bekle."
dedi. Resulullah gelince de o kadın sorusunu sormaktan utandı ve dışarı çıktı.
Meseleyi Resulullaha Ümmü Seleme anlattı. Resulullah "Ensarlı kadını
çağır." dedi. Ümmü Seleme kadını içeri çağırdı. Resulullah da ona:
"Kadınlar sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde
yaklaşın." âyetini okudu ve "Tek yoldan." dedi. [38]
Abdullah b. Abbas
diyor ki;
"Bir gün Ömer
Resulullaha geldi ve "Ey Allanın Resulü, ben helak oldum." dedi.
Resulullah: "Seni helak eden şey nedir?" diye sordu. Ömer de:
"Ben bu gece palanımı ters çevirdim (Yani hanımıma tabii yoldan olmak
üzere arka taraftan yaklaştım) dedi." Resulullah ona herhangi bir cevap
vermedi ve şu âyet nazil oldu. "Kadınlar sizin tarlanındır. O halde
tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın." Yani, ister önden yak)aş,istcr
arkadan yaklaş, fakat makattan (anüsten) yaklaşmaktan ve adetli iken
yaklaşmaktan kaçın. [39]
2- Abdullah
b. Abbas, İklime. Rebi' b. Enes ve Mücahiıklen nakledilen diğer bir görüşe göre
ifadesinden maksat, "Ne şekilde isterseniz." demektir. Yani.
kadınlara tabii yollarından yaklaşmanız şartıyla onlarla istediğiniz şekilde
temasta bulunabilirsiniz." demektir.
3- Dehhak ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre
ifadesinden maksat, "Ne zaman
dilerseniz." demektir. Yani, ka-dınlanmz âdetlerinden temizlendikten sonra
onlara, dilerseniz gece, dilerseniz gündüz yaklaşabilirsiniz." demektir.
Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Ben ve Mücahid, Abdullah b. Abbasın
yanında oturuyorduk. O anda ona bir adam geldi yanına dikildi ve dedi ki:
"Ey Ebul Fadl, sen benim, hayız âyeti hakkındaki derdime şifa olmaz
mısın?" Abdullah b. Abbas da "Evet olurum." dedi. Adam: "Ey
Muhammed, sana kadınların âdet (hayız) halinden soruyorlar." ' âyetini
sonuna kadar okudu. "Allanın size emrettiği yerden yaklaşın." kısmına
gelince Abdullah b. Abbas: "Burası kanın geldiği yerdir. Sen hanımına
(âdetinden temizlendikten sonra) buradan yaklaşmakla emrolundun." dedi. Bunun
üzerine adam: "Ey Ebul Fadl, bundan sonra gelen: "Kadınlarınız sizin
Uırla-nızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın." âyeti nasıl
olacaktır'?" dedi. Abdullah b. Abbas da "Vay haline, hiç makatta
(antiste) etcilecek bir tarla var mı?. Şayet senin söylediğin doğru olmuş
olsaydı, adetli iken kadınlara yaklaşmayı yasaklayan âyet neshedilnıiş olurdu.
Zira kadının şurası meşgul olsa siz ona diğer tarafından yaklaşırdınız. Fakat
buradaki "İstediğiniz şekilde" ifadesinden maksat, "Dilediğiniz
zaman yaklaşın" demektir." şeklinde olurdu." demiştir.
4- Said b.
el-Müseyyeb ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre burada
zikredilen ifadesinden maksat, "Kadınlarınıza, nasıl isterseniz öyle
yaklaşın, ister azil yaparak (meniyi dışarıya boşaltarak) yaklaşın isterseniz
azil yapmayarak yaklaşın." demektir.
5- Abdullah
b. Ömer ve Atâ b. Yesardan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen
ifadesinden maksat, "Nereden isterseniz" demektir. Yani
kadınlarınıza tabii yoldan da yaklaşabilirsiniz makattan da." demektir.
Bu görüşü, Abdullah b. Ömerden, kölesi Nâfi nakletmiş, oğlu Salimden ise,
babasının böyle bir şey söylemediği rivayet edilmiştir. Ayrıca Haris b.
Ya-kubun Said b. Yesardan rivayet ettiğine göre Hz. Ömer'in oğlu Abdullaha,
cariyelere makattan yaklaşmanın hükmü sorulunca onun: "Yazık, yazık,
mümin böyle bir şey yapar mı?" dediği rivayet edilmiştir. Rebia'nın Said
b. Yesardan rivayet ettiğine göre ise Abdullah b. Ömer'in buna izin verdiği
rivayet edilmektedir.
Ebu Macid-i Ziyadiden
de, Nâfi'nin, Abdullah b. Ömerden, kadınlara makattan yaklaşılabileceği
şeklindeki rivayetlerde yalan söylediği rivayet edilmiştir. Katade,
Ebudderdadan böyle bir yaklaşmanın hükmü sorulduğunda onun, "Bunu ancak
bir kâfir yapar." dediğini rivayet etmiş fakat Revh Katadenin bu rivayetini,
İbn-i Ebi Müleykeye anlatınca o, Revh'â da Katadeye de lanet okumuştur.
Görüldüğü gibi, Abdullah
b. Ömerden nakledilen bu görüş hakkında tabiiler kendi aralarında ihtilaf
etmişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olanı, bu ifadenin mânâsının, "Kadınlarınıza
dilediğiniz yönden yaklaşın." Yani, tabii yoldan olmak şartıyla
kadınlarınıza otururken, ayakta iken, yatarken, eğilirken, ön taraftan, arka
taraftan yaklaşın." diyen görüştür. Taberi sözlerine devamla ve özetle
şunları zikretmiştir: "Burada geçen kelimesi Arapçada bir şeyin yönü ve
yolunu sorma edatıdır. Nitekim Hz. Zekeriyya da bu edatı kullanarak Meryeme
gelen yemeklerin hangi yönden ve hangi yolla geldiğini sormuş Meryem de ona:
Allah tarafından geldiğini söylemiştir. Olayı anlatan âyette şöyle buyuruiuyor:
"Zekeriyya Meryemin bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında rızık
buldu. Bu sana nereden ey Meryem?" dedi. Meryem de ona: "Allah
tarafmdandır." dedi. [40] Her ne kadar, bir şeyin
yönünü sorma edatı olan kelimesinin mânâsı ile bir şeyin yerini sorma edatı
olan "Nerede" kelimesinin mânâsı ve bir şeyin durumunu sonu a edatı
olan "Nasıl" kelimesinin mânâsı birbirine yakın iseler de aslında
bunlar farklı şeylerdir. Fakat bunlann-birbirlerine yakın olmaları,
inüfessirlerin bunları birbirlerine kandırmalarına sebep olmuş ve bu âyette
zikredilen kelimesini bazıları bazılan hatta bazıları da ne zaman"
mânâlarında izah etmişlerdir. Halbuki bu kelimelerin farklı oluşları bunlarla
sorulan sorulara verilen cevaplarla ortaya çıkmaktadır. Mesela: "Bu mal
sana hangi yönden geleli?" denildiğinde cevabı: "Şu ve şu yönlerden
geldi." şeklinde olur. "Malın nerede?" şeklinde sorulduğunda
cevabı: "Malını filan yerdedir." şeklinde ojur. "Halin
nasıl?" diye sorulduğunda cevabı "İyiyim" şeklinde olur. İşte
bütün bu izahlar gösleriyorki kelimesini "Nereden" "Nasıl"
ve "Ne zaman" mânâlarında izah etmek isabetli değil "Ne
yönden?" şeklinde izah etmek doğrudur. Bu itibarla bu âyete dayanarak
kadınlara makatlarından yaklaşılabileceğini söylemek tutarsızdır. Çünkü âyette
"Kadınlara dilediğiniz yerden yaklaşın" Duyurulmuyor,
"Dilediğiniz yönden yaklaşın" buyuruiuyor. Yönlerin farklı oluşu,
yaklaşılacak yerin farklı oluşunu gerektirmez. Aynı yer de olabilir. Nitekim
hadis-i şeritlerde, farklı yönlerden de olsa aynı yere yaklaşılması emredilmiştir.
Bu da kadınların tabii olan cinsel organlarıdır. Aynca kadınların makatlarından
hangi ekin (döl) beklenir ki, oraya "Tarla" densin ve kadınlara o
yönden yaklaşılması emredilmiş olsun?"
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kendinize ilerisi için hazırlık yapın" şeklinde tercüme edilen
ifadesi iki şekilde izah edilmiştir:
Süddiye göre bu
ifadenin mânâsı: "Sizler, âhiretiniz için hayırlı ameller
işleyin ve oraya gönderin."
demektir.
Ataya göre ise:
"Kadınlara yaklaşmadan önce besmele çekin." demektir.
Taberi, Süddinin
görüşünün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Allah teala,bundan önceki
ifadesiyle bir takım şeylerden kaçınılmasını emretmiştir. Bu ifadesiyle de
salih ameller işlemeyi emretmesi ise daha tabiidir. [41]
224- Alkili
a yemin ederek onu, iyilik yapmanıza, kendisinden korkmanıza, insanların
arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah çok iyi işiten ve çok iyi bitendir.
Allaha yaptığınız
yemini, hayır işlemeyi terketmeye vasıta yaparak iyilikte bulunmaktan,
rabbinizden korkmaktan ve insanların arasını iyilikle bulmaktan geri durmayın.
İyi bilin ki Allah, kullarının sözlerini çok iyi işiten, maksatlarını çok İyi
bilendir.
Bir kimse yaptığı
yemini, iyilik yapmasına naşı! engel kılar? Mesela birisinden bir iş yapması
istenir o da "Ben o işi yapmamak için Allaha yemin ettim." i\tr ve o
yeminini, hayır İşlememek ve insanların arasını düzeltmemek İçin bahane yapar.
Böylece yeminini, hayır işlemesine engel kılmış olur.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Allaha yemin ederek onu kendinize engel kılmayın." şeklinde
tercüme edilen ifadesi miifessirler tarafından farklı şekillerde izah
edilmiştir.
a- Tavus,
Abdullah b. Abbas, Katade, Said b. Cübeyr, Atâ, Dehhak ve İbrahim en-Nehaiye
göre bu ifadenin mânâsı şudur: "Allaha yemin etmeyi kendinize bahane
edinmeyin. Yani sizden bir iyilik yapmanız veya Allatılan korkmayı gerektiren
bir davranışta bulunmanız yahutta insanların arasını bulmanız istendiği zaman:
"Yemin olsun ki ben bunu yapmam" veya "Ben bunu yapmamaya dair
daha önce yemin etmiştim." demeyin. Böyle yaptığınız takdirde Allaha
yemini kendiniz için bir siper etmiş oluyor ve bahane ileri sünnüş
oluyorsunuz." Tavus diyor ki: "Kendisinden, yukarıda zikredilen
şeyleri yapması istenen kimse böyle bir yemini yapmış bile olsa yeminini
bozar, bu işleri yapar ve yeminin keffaretini yerine getirir.
Abdullah b. Abbas bu
hususta diyor ki: "Bu ayet-i kerime şu gibi insanları beyan etmektedir.
Kişi, akrabalarıyla konuşmayacağına veya sadaka verme-
yeceğine yahut
kendisiyle dargın olan insanlarla konuşup aralanın düzeltmeyeceğine dair yemin
eder. Kendisinden bunlar istendiğinde ise "Ben bunları yapmayacağıma dair
yemin etmiştim." der. İşte bu kimsenin yeminini bozması ve yemininin
keffaretini yerine getirmesi emredilmiştir.
b- Abdullah
b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Hz. Aişe, İbn-i Cü-reye ve Mekhulden
nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Allah;» yemin ederek
onu kendinize engel kılmayın." ifaadesintlen maksat, "Kendi aranızda
konuşurken Allaha yemin ederek onu, hayırlı işleri yapmamak için kendinize bir
delil edinmeyin." Yani, Allahtan korkmayacağınıza dair, akrabalarınıza
iyilikte bulunmayacağınıza dair yemin etmeyin. Hayırlı bir amel işlemeyeceğinize
dair, insanların arasını bulmayacağınıza dair yemin etmeyin. Keza, Allanın
yasakladığı bir şeyi yapacağınıza dair de yemin edip onu yapmayın. Böyle bir
yemin yapacak olursanız onu bozup keffaretini de yerine getirin."
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, "Allaha yemin etmeyi, iyilikleri yapmama
hususunda kendinize delil edinmeyin." diyen görüştür."
Ayette zikredilen
"İyilik yapmanız" ifadesinden maksat, bazı alimlere göre bütün
hayırları işlemektir. Taberi tle bu görüşü tercih etmiştir. Diğer bazı âlimlere
göre ise sadece akrabalara iyi davranmaktır.
Âyette zikredilen:
"Rabbinizden korkmanız" ifadesinden maksat, bazı mufessirlere göre
Allah tealadan mutlak şekilde korkmaktır. Yani onun emirlerini yerine getirme
ve yasaklarından kaçınma hususunda ondan korkmaktır. Diğer bazı mufessirlere
göre ise insanların birbirlerinden kaçınmalarıdır. Yaniu Alhha yemin ederek
birbirlerine yapacakları iyilikten kaçınmalarıdır.
Âyet-i kerimenin
sonunda: " AUah çok iyi işiten ve çok iyi bilendir" buyurulmaktadır.
Bu ifade Allah teala tarafından kullan için bir uyarı ve bir tehdittir. Yani
şunu ifade eder: Ey insanlar, sizler dillerinizle, organlarınız ve kalbinizle
emirlerime karşı davranışlarda bulunmayın. Aksi halde size tanıtmış okluğum
cezama layık olursunuz. Çünkü ben, sizin fısıltılarınızı da işiten, gizlediklerinizi
de bilenim. Yaptığınız hiç bir şey benden gizli kalamaz."
Bu âyet-i kerimenin
nüzul sebebi olarak şu olay zikredilmektedir: Abdullah b. Revaha ile damadı
Beşir b. Nuam birbirlerine danlmışlar, Abdullah damadının yanına gitmemeye,
onunla konuşmamaya, onun hasmiyla olan dargınlığını barıştırmamaya yemin
etmişti. Kendine "Niçin böyle yapıyorsun?" diyenlere "Ne
yapayım Allaha yemin ettim, yeminimden dönemem." diye cevap veriyordu.
İşte bu âyet bu olay üzerine nazil olmuştur.
İbn-i Ciireyc ise bu
âyetin nüzul sebebi olarak Hz. Ebubekirin, Hz. Aişc-ye iftira olayına kansan
Mıstah'a yardımını keseceğine dair yemin etmesi okluğunu söylemiştir. [42]
225- Allah
sîzi, gelişi güzçl yaptığınız yeminlerinizden değil fakat kainlerinizin
kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak
davranandır.
Allah sizi, kasıtsız
olarak ağızlarınızdan çıkan yeminlerinizden sorumlu tutmaz." Hayır
vallahi, evet billahi" şeklinde söylenen sözler gibi. Fakat Allah,
kasıtla, bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Yalan
yere yemin etmek veya günaha sebep olacak şekilde yemin etmek gibi. Allah,
bağışlaması geniş olandır, yumuşak davranandır. Kullarına ceza vermekte acele
etmez.
Bu âyet-i kerimede
zikredilen ve "Gelişi güzel yaptığınız yeminler" şeklinde tercüme
edilen "Yemin-i Lağiv"den neyin kastedildiği hakkında mü-fessirler
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Hz. Aişe, Şa'bi, İkrime ve Mücahide göre burada zikredilen
"Yemin-i Lağiv"den maksat, insanların kasıtsız bir şekilde konuşmalarında
gelişi güzel söyledikleri "Hayır vallahi evet billahi" şeklindeki
sözleridir. Bu hususta Hz. Aişe (r.anh). Resulullahın şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Yemin-i Lağiv,
kişinin, evinde "Hayır vallahi, evet billah[43]görüşe
olaıı âlimlere göre bu gibi yeminleri yapanların yeminleri boş olduğundan
bunlar için herhangi birkeffaret gerekmez.
b- Ebu
Hureyre, Abdullah b. Abbas, Süleyman b. Yesar, Hasan-ı Basri, Mücahid, İbn-i
Ebi Neciyh, İbrahim en:Nehai, Ebu Mâlik, Ziyad, Katade, Züra-re b. Evfa, Süddi,
Rebi' b. Enes, Yahya b. Said, İbn-i Ebi Talha ve Mekhul'e göre bu âyette
zikredilen "Yemin-i Lağiv"den maksat, kişinin, bir şeyin doğru
olduğunu zannederek yemin etmesidir. Halbuki o şey yeminin aksinedir. Mesela
bir kimse "Allaha yemin olsun ki bu ev falan kişiye aittir." diye
yemin eder. Sonra da o evin o kişiye ait olmadığı ortaya çıkar. Böyle bir
yemini yapana da keffaret gerekmez.
c- Abdullah
b. Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
yemi-i lağivden maksat, kişinin öfke halinde, kasıtsız bir şekilde,
gelişigüzel konuşarak yemin etmesidir. Bunlara göre böyle bir yemini yapana da
keffaret yoktur.
Abdullah b. Abbas,
Resulullahın "Öfkeli halde yemin yoktur" (Bu hakle yapılan yemin
geçerli değildir) buyurduğunu rivayet etmiştir,
d- Said b.
Cübeyr, Mesruk ve Şa'bîye göre bu Ayette zikredilen yemin-i lağivden maksat,
kişinin, Allanın yasakladığı bir şeyi yapmaya veya emrettiği bir şeyi yapmamaya
dair yapmış olduğu yemindir. Böyle bir yemin yerine getirilmez ve keffaret de
ödenmez. Halid b. İlyas diyor ki; "Babaannem, oğlu Ebul Cehm'in kızı ile
konuşmayacağına dair yemin etmişti. Sonra o, Said b. EI-Mü-seyyeb, Ebubekir ve
Urve b. Zübeyr'e gitti. Onların hepsi de: "Günah işleme hakkında yemin
yoktur, yemini bozması halinde yemin edene keffaret gerekmez." dediler.
Yani bunlar da bu gibi yeminlerin bozulması halinde keffaret gerekmeyeceğini
söylemişlerdi. Bu görüşte olanlar, delil olarak şu hadis-i şerifleri
zikretmişlerdir.
"Abdullah b. Amr
diyor ki:
"Resulullah şöyle
buyurdu: "Kim, bir günah işleyeceğine dair yemin edecek olursa onun
yemini geçerli değildir. Kim, akrabalık bağını koparacağına dair yemin edecek
olursa onun yemini geçerli değildir. [44]
Hz. Aişe (r.anh) diyor
ki:
"Resulullah şöyle
buyurdu: "Kim, bir akrabalık bağını koparma hususunda veya doğru olmayan
bir şey hakkında yemin edecek olursa onun. yeminini muhafaza etmesi, onu devam
ettinnemesidir. [45]
c- İbrahim en-Nehai,
Mücahid ve Hz. Aişeden nakledilen diğer bir görüşe göre, yemi-i lağivden
maksat, kişinin, konuşması sırasında, kasıtsız bir şekilde
yaptığı ve kendisini bağlamayacağına
inandığı yemindir. Bu hususta Mücnhid diyor ki: "Burada zikredilen
"Yemin-i lağiv"den maksat, şu iki kimsenin yaptığı şekildeki
yeminlerdir. Bunlar bir şey üzerinde pazarlık yaparlar. Onlardan biri:
"Vallahi ben bunu senden şu kadara satın almam." der. Diğeri de:
"Vallahi ben bunu sana şu kadara satmam." der. Hz. Aişe (ra.nlı)
diyor ki: "İnsanların, şaka-laşırken, tartışırken ve birbirleriyle kavga
ederlerken kasıtsız bir şekilde yaptıkları yemin, yemi-i lağiv"dir. Bu
gibi yeminler için de keffaret gerekmez. Bunİa-rın görüşlerine delil olarak,
Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasanın rivayet ettiği şu hadis-i şerif zikredilmektedir.
Hz. Hasan diyor ki: "ResuluIIah, ok atarak birbirleriyle yarışan bir
topluluğun yanından geçti. Yanında da sahabilerinden biri bulunuyordu.
Topluluktan bir adam oku attı ve şöyle dedi: "Vallahi hedefe isabet ettirmiştim
fakat saptı." Bunun üzerine Resulullalıııı yanında bulunan ati anı dedi
ki: "Ey Allanın Resulü, bu adam yeminini bozdu." ResuluIIah da:
"Hayır, okçuların yemini yemin-i lağivdir. Onların yeminleri için ne bir
keffaret vardır ne tle bir ceza." buyurdu.
f- Zeyd b.
Esleme göre ise, yemin-İ lağivden maksat, yemin eden kimsenin kendi aleyhine
beddua olacak şekilde yemin etmesi veya yemin eden kişiyi şirke ve inkâra
götürecek şekilde yemin etmesidir. Mesela kişinin: "Eğeıben bunu
yapmazsın Allah gözümü kör etsin." veya "Eğer yarın sana gelmezsem
Allah beni buradan çıkarıp şuraya soksun." şeklindeki yeminlerdir. Şayet
Allah bu gibi yemin yapanları hesaba çekecek olsa bunlar için ne bir çocuk
bırakır ne de bir mal." Yine, "Eğer ben şunu yapmazsam kâfir olayım,
yahut müşrik olayım veya Yahudi olayım." şeklinde yemin eder ve bu
yeminini bozacak olursa, kasıtsız bir şekilde yemin etmiş olduğu için Allah
tarafından hesaba çekilmez.
g- Abdullah
b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğerbir görüşe göre burada zikredilen yem-i
lağivden maksat, bozularak yerine keffaret verilen yeminlerdir. Mesela bir
insan bir şeyi yapacağına dair yemin etler tle sonra onun kendisi için zararlı
olduğunu görürse yeminini bozar ve yemin keffareti verir. İşte bu tür yeminlere
de yemin-i lağiv denilmiştir.
h- İbrahim
en-Nehaiye göre ise burada zikredilen, yemin-i lağivden maksat, kişinin
unutarak bozduğu yemindir.
Taberi diyor ki:
"Arapçada "Lağiv" kelimesinin mânâsı kötü olan bir sözü
söylemek ve anlamsız bir işi yapmaktır. "Lağiv" kelimesinin boş ve
kötü .söz mânâsında kullanıldığı şu âyet-i kerimede görülmektedir. "Onlar
boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüzçevirirler." Bizim
amellerimiz bize sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun, biz, cahillerden
olmak istemeyiz." der-ler[46]
Lağiv kelimesinin, anlamsız bir iş mânâsında kullanıldığı ise şu âyette
görülmektedir: "Ve yine Rahman olan Allanın kulları yalan yere şehadet
ctmczlcr. Boş söz ve çirkin bir davranışla karşılaştıkları zaman vakarla oradan
geçip giderler. [47]
Taberi diyor ki:
"Madem ki lağiv kelimesinin mânâsı budur o halde her anlamsız yemin bu
âyette zikredilen yemiivi lağiv ifadesinin içine girer. Kul böyle bir yemini
yapmaktan dolayı ne dünyada keffaret vermekle yükümlüdür ne de bundan dolayı
âhirette hesaba çekilir. Ancak yukarıda Said b. Cübeyr tarafından zikredilen,
Allahın emirlerine karşı gelme veya yasaklarını ihlal etme şeklindeki yemin bu
âyetteki yemi-i lağiv kavramına girmez. Zira Said b. Cü-beyrin dediği yemini
yapan kimsenin, yeminini bozarak yerine keffaret vermesi gerekir. Halbuki
yemin-i lağivde böyle bir şey söz konusu değildir.
Said b. Cübeyrin
zikrettiği şekildeki yeminin bozulması halinde ona keffaret icabedeceği
Resulullahın şu hadis-i şerifinden anlaşılmakladır. Rcsulııllah (s.a.v.)
buyuruyor ki:
"Kim, bir şey
hakkında yemin eder de onu yapmaktansa başka bir şeyi yapmasının daha hayırlı
olduğunu görecek olursa, hayırlı olanı yapsın, yeminine keffaret versin. [48]
Ayeti kerimede:
"Fakat kainlerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar."
buyurulmaktadır. Müfessirler âyet-i kerimenin bu bölümünün izahında da çeşitli
görüşler zikretmişlerdir.
a- İbrahim
en-nehai, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Ata'dan nakledilen bir görüşye göre
burada zikredilen "kalblerin kazandığından maksat, kişinin yalan yere ve
haksız olarak yapmış olduğu yeminlerdir. Bu gibi yeminleri yapanların,
keffaret vererek sorumluluktan kurtulmaları mümkün değildir. Allah onları,
yalan yere yemin ettiklerinden dolayı âhirette cezalandıracaktır. Bunlara göre
kalblerin kastettiği yeminler için dünyada keffaret yoktur. Keffaret, yem
i-ilagivlev için söz konusudur.
b- Katade,
Ata ve Hakemden nakledilen diğer bir görüşe göre de, kalble-rin kazandığından
maksat, yemin eden kimsenin, bile bile haksız bir şekilde ve yalan yere yemin
etmesidir. Ancak bunlara göre böyle bir yemini yapan kimsenin keffaret ödemesi
gerekir. Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre kalblerih kastettiği yeminler
için keffaret gerekir. Fakat yemi-i lağiv yapanlara keffaret gerekmez.
c- Süddiden
nakledilen başka bir görüşe göre "Kalblerin kazandığımdan iki türlü yemin
anlaşılmaktadır: Bunlardan biri, "Yemi-i Amd"dır. Yani kalblerin
kasten yapmış olduğu yeminlerdir ki bu tür yeminler bozulduğu takdirde keffaret
Ödenir ve kişi yemininin sorumluluğundan kurtulur. Mesela bir insan bir şeyi
yapmayı ister de onu yapacağına dair yemin ederse bu, kalblerin kastettiği bir
yemindir. Kişi bu yeminini yerine getirmemeyi daha hayırlı görür de onu bozacak
olursa yerine keffaret Öder ve sorumluluğundan kurtulur. "Kalblerin
kazandığı yemin" türlerinden ikincisi "Yemi-i Ğfımûs"tur. Bu
gibi yeminlerde kişi, işini yürütmek için yalan yere yemin eder. Bu tür
yeminleri yapan insanlara dünyada keffaret icabetmez. Fakat bunların cezası
âhirette Allaha kalmıştır. Allah bunları âhirette dilediği şekilde
cezalandıracaktır. Süddinin bu izahına göre bu âyet-i keriede geçen ve
"Kalblerin kazandığı yemin" olarak ifade edilen yemin şekli ile Maide
suresinin seksen dokuzuncu âyetinde geçen ve "Kalblerin kastettiği
yemin" şeklinde ifade edilen yemin birbirinden farklıdır. Burada
zikredilen "Kalblerin kazandığı yemin"den daha ziyade "Yemini
Gâmûs" anlaşılmaktadır. M aide suresinde zikredilen "Kalblerin kastettiği
ye-min"den ise "Yemin-i Amd" anlaşılmaktadır.
d- Zeyd b.
Eşlem ve oğlu tbn-i Zeyd'e göre ise bu âyette zikredilen "Kalbierinizin
kazandığı" ifadesinden maksat, kişinin kalbinde bulunan Allaha ortak koşma
ve inkarcılık duygusudur.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olan görüş şöyle diyen görüştür. Allah teala bu
âyet-i kerimesinde, kalbleriyle yemin kazanan kullarını tehdit etmektedir.
Kalblerin kazandığı yeminden maksat, kişinin, kasıtlı ve bilinçli bir şekilde
yapmış olduğu yeminlerdir. Bu tür yeminler de iki kısma ayrılmaktadır.
a- Kasıtlı
bir şekilde yemin eden bir kimse bu yemini ile kasıtlı bir şekilde günah
istediğini bilmekte buna rağmen yeminini yapmakladır. Yani. yalan yere yemin
etmektedir. İşte böyle bir yemini yapan kimsenin dünyada herhangi bir keffareti
yoktur. Cezası, âhirette Allaha kalmıştır. Çünkü bu tür yeminler, bozulabilen
yeminler değillerdir ki bozuldukları takdirde keffaret verilsin.
b- Kişi, bir
şeyi yapacağına dair bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yemin eder. Böyle bir
yeminden dönmemesi halinde onun için bir sorumluluk söz konusu
değildir. Şayet, yeminini bozacak olursa,
kendisine yemin keffareli gerekir.[49]
226-
Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler, dört ay bekleyebilirler. Eğer bu süre
içinde yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.
Kadınlarıyla cinsi
münasebette bulunmayacaklarına yemin edenlerin bekleme süreleri dört aydır.
Eğer bu süreden sonra yeminlerinden dönerlerse Allah onları, yapmış oldukları
yeminlerinden dolayı affeder. Çünkü o, mümin kullarına acıyıcıdır.
Kişinin, hanımıyla
belli bir süre için cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin etmesine
"İyla" denir. Müfessirler, erkeğin nasıl bir yemin yapması halinde
"İyla" yapmış olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Hz. Ali,
Abdullah b. Abbas. Hasaıvı Basri, Atfı ve İbn-i Şihab ez-Züh-riye göre kişinin,
hanımına zarar vermek için kızgın bir halde, ona yaklaşmayacağına dair yenlin
etmesi "İyla" sayılır. Bunlara göre kişinin, hanımına zarar vermek
için değil de faydalı gördüğü başka bir sebepten dolayı ona yaklaşmayacağına
dair yemin etmesi "İyla" sayılmaz. Mesela kişi, çocuğunu emziren hanımını
hamile bırakmamak için ona, çocuğu emzikten kesilinceye kadar yaklaşmayacağına
dair yemin etmesi "İyla" sayılmaz. Çünkü Allah teala "İyla"
yapan erkek için takdir ettiği süreyi, erkek tarafından kadına yapılan baskı ve
zorlamadan kadını kurtarmak için bir çıkış yolu kılmıştır.
Erkeğin, karısına
yaklaşmayacağına dair yemin etmesinde ona baskıda bulunmayı veya zarar vermeyi
kastetmemesi halinde "İyla"nın asıl sebebi mevcut olmaz. Zira böyle
bir durumda erkek, aile efradının ve hanımının menfaatini düşünmektedir. Bu
nedenle kadına zarar verme amacını taşımayan "Yaklaşmama yeminleri"
"İyla" sayılmaz. Bu hususta Ümmü Atiyye diyor ki: "Kocam Cü-beyr
bana dedi ki: "Kendi çocuğunla birlikte kardeşimin çocuğunu da
emzir." Dedim ki: "Ben ikisini de birlikte emzirmeye güç
yetiremem." Cübeyr, ben çocuğu memeden kesinceye kadar bana
yaklaşmayacağına dair yemin etti.
Ben çocuğu memeden
kesince Cübeyr onu alıp bir toplantıya götürdü. Çocuğu görenler Cübeyre:
"Bunu ne güzel beslemişsiniz." dediler. O da: "Ben
hanıma, çocuğu memeden kesinceye kadar
yaklaşmayacağıma dair yemin etmiştim." dedi. Orada bulunanlar: "Bu
bir İyla'dır." dediler. Bunun üzerine Cübeyr, Hz. Aliye gitti, ondan bu
hususta fetva istedi. AH de dedi ki: "Eğer sen bu yeminini kadına
kızdığından dolayı yaptıysan hanımın sana helal değildir. Şayet ona kızarak
yapmadıysan o senin hanımındır."
b- İbrahim
en-Nehai, İbn-i Şîrîn ve Şa'bî'ye göre ise, erkeğin, hanımına yaklaşmayacağına
dair yapmış olduğu her türlü yemin "İyla" sayılır. Kişinin, öfkeli
bir şekilde veya sakin bir halde bunu yapması farketmediği gibi kadına zarar
vermeyi veya çocuğu emzirtmesi gibi bir fayda sağlamayı düşünmesi de farketmez.
Zira âyet-i kerime "İyla"yı mutlak bir şekilde zikretmiştir. Herhangi
bir yemin şekline tahsis etmemiştir. Bu itibarla kişinin, hanımıyla cinsi
münasebette bulunmayacağına dair yaptığı her türlü yemin "İyla"dır.
c- Şa'bi,
Hakem ve Said b. el-Müseyyebc göre erkeğin, hanımının hoşuna gitmeyen her
yemini "İyla"dır. İsterse kadınla cinsi bünasebette bulunmayacağına
dair isterse onunla konuşmayacağı gibi hususlara dair yemin etsin. İster öfkeli
halinde yemin etsin isterse normal halinde. Bu hususta Şa'binin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Kan ile kocasının arasına girecek her yemin iyladır. Mesela
kocasının: "Allaha yemin olsun ki ben seni kızdıracağım." veya
"Allaha yemin olsun ki ben sana kötü davranacağım." yahut
"Allaha yemin olsun ki ben seni döveceğim." şeklindeki yeminleri,
iyladır.
İbn-i Ebİ Zi'b diyor
ki: "Bir adam karısına "Eğer ben seninle bir sene içinde konuşacak
olursam sen benden boşsun." dedi. Sonra bu meseleyi Kasım ve Salime
sordular. Onlar da dediler ki: "Eğer sen onunla bir seneden önce konuşacak
olursan o senden boş olur. Eğer konuşmayacak olursan dört ay geçtikten sonra
boş olur." Bu görüşte olanlar görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir.
Allah tealanın, iyla yapan koca için takdir ettiği dört aylık süre, kadının,
kocasının sohbet ve muhabbetinden mahrum olmasına engel olması içindir. Bu
itibarla kocanın karısıyla konuşmayacağına dair vb. yeminleri yapması kadının
kendisiyle olan sohbet ve muhabbetini kesmesi bakımından, kadına yaklaşmayacağına
dair yaptığı yeminden daha aşağı değildir.
Taberi diyor ki:
"İyla, erkeğin, hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair, iyla
müddetinden daha uzun bir süre için yemin etmesidir." diyen görüş daha
evladır. Erkek bu yemini ister normal halinde yapsın isterse gazaplı iken yapsın
farketmez.
Ayet-i kerimede
"Eğer bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse," bu-yurulmaktadir.
Müfessirler, iyla yapan erkeğin yeminlinden nasıl dönmüş olabileceği hususunda
çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Mesruk, Âmir eş-Şâ'bi, Said b. Cübeyr, Said b. el-
Müseyyeb, Hakem ve Şa'bî'ye göre,
hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin eden kimsenin bu
yemininden dönmesi sadece hanımıyla cinsi münasebette bulunmasıyla olur.
Bunlara göre böyle bir yemini yapan erkek, hapsedildiğinden veya uzun bir
yolculuğa çıktığından yahut hasta olduğundan dolayı, iyla müddeti olan dört ay
içinde hanımıyla cinsi münasebette bulunmazsa hanımı kendisinden boş olur.
Görüldüğü gibi bunlar, erkeğin fiilen hanımına dönmesine engel olacak herhangi
bir mazereti kabul etmemektedirler.
b- Hasan-ı
Basri, İkrime, Ebu Vâil, Zühri, Abdullah b. Mes'ud'ıın, arkadaşları, Alkame,
İbrahim en-Nehai, Katade, Hammad, Said b. el-Müseyyeb ve Rebi' b. Enesten
nakledilen diğer bir görüşe göre, .hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına
dair yemin eden kimsenin tekrar hanımına dönmesi, herhangi bir mazereti yoksa,
fiilen münasebette bulunmasıyla olur . Şayet bu yemini yapan erkeğin,
hastalık, yolculuk ve hapsedilme gibi herhangi bir özürü bulunursa veya tam
"İyla" süresinin anında hanımı hayızlı veya nifaslı ise bu gibi
hallerde erkeğin hanımına dönmesi sözle de olabilir, kalben karar vermesiyel
de. Ancak bu âlimlerden bazıları, sözle dönülmesi halinde buna dair iki şahit
tutmasını şart koşmuşlardır.
c- İbrahim
en-Nehai, Hasan-ı Basri ve Ebu Ktlabeden nakledilen diğer bir görüşe göre,
hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin eden kimsenin hanımına
dönmesi, dille bunu belirtmesiyle olur. Bir öziirünün bulunup bulunmaması
farksızdır.
Tabeh diyor ki:
"Sahih olan görüş, hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin
eden erkeğin tekrar hanımına dönmesi ancak onunla cinsi münasebette
bulunmasıyla olur." diyen görüştür. Zira yeminin mahiyeti, kadınla cinsi
münasebette bulunmamaktır.
Bu yemini bozma da
ancak bu yolla olur. Bununla birlikte, kadınla cinsi münasebette bulunmamaya
dair özürü bulunan kimsenin, bu yemininden döndüğünde kalben kaar vermesi de
dönme sayılır. Çünkü cinsi münasebette bulunmak buna gücü yeten için söz
konusudur. Buna gücü yetmeyeni bununla mükellef tutmakkişiyi gücünün yetmediği
şeyle yükümlü tutmak olur. Böyle bir Özürü bulunan bir kimsenin, yeminden sonra
hanımına döndüğüne dair kararını diliyle; söylemesi ve bu olaya şahit tutulması
gerekli değildir. Ancak bunu yapması bize göre daha iyidir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Eğer bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse şüphesiz ki Allah,
çok bağışlayan, çok merhamet edendir." buyurul-maktadır. Müfessirler
ayetin bu bölümünde zikredilen "Allanın bağışlamasından neyin kastedildiği
hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- Hasan-ı
Basri ve İbrahim en-Nehaiden nakledilen bir görüşe göre, burada zikredilen:
"Allahın affetmesinden maksat, iyla yeminini yapandan yemin keffaretinin
düşmesidir. Bunlara göre bir erkek hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına
dair yemin eder sonra da bu yeminini bozacak olursa onun, yeminini bozmasından
dolayı keffaret vermesi gerekmez.. Çünkü o, kötü bir şey İçin yemin etmemiştir.
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanların izahı: "Herhangi bir kötülüğü işlemek için yemin eden
kimsenin, yeminini bozması halinde Ki bu gereklidir yemini için keffaret
gerekmez" diyenlerin görüşüne uygundur.
b- Abdullah
b. Abbas, Rebi' b. Enes, Katade ve İbrahim en-Nehaiden nakledilen diğer bir
görüşe göre burada Allahın affetmesinden maksat, iyla yapan erkeğin, yeminini
bozması halinde Allahın onu âhirette cezalandınnaması-dır. Fakat böyle bir
erkeğin, yeminini bozmasından dolayı yemin keffaret i vermesi gereklidir.
Görüldüğü gibi bu
görüş,: "Yeminini bozan herkese yemin keffaret i gerekir. İster bir
iyilik yapmak için yemin etmiş olsun isterse bir kötülük." diyen kişilerin
görüşlerine mutabıktır. Tabeıi de bu görüşü tercih etmiştir. [50]
227- Şayet
boşamayı kastederlerse, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
bilendir.
Şayet onlarla beraber
yaşamayı terketmeye karar verir de onları boşarlar-sa şüphesiz ki Allah,
kadınlarınızı boşamanızı işiten ve çok iyi bilendir.
İyla yapan erkek dört
ay içinde yeminini bozup hanımına dönerse o yine onun hanımıdır. Nitekim
Resulullah (s.a.v.), hanımlarına bir ay yaklaşmayacağına dair yemin etmiş, bir
ay bittikten sonra hanımlarına dönmüştür. [51]
Eğer erkek dört ay
süresince hanımına yaklaşmayacağına yemin eder de bu süre içinde yaklaşmazsa
"İyla" söz konusu olur. İmam Şafii, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b.
Hanbel'e göre kadın boş olmaz. Hakim, erkeğe ya yeminini bozup hanımına
dönmesini veya onu boşamasını emreder. Şayet hem dönmez hem de boşamazsa hakim
boşar. Ebu Hanifeye göre ise bu döıt ay'ııı geçmesinden sonra kadın
kendiliğinden bir talak-ı bâin ile boş olur.
Taber ibu âyet-i
kerimenin izahında şunları zikretmiştir: Müfessirler: "Şayet boşamayı
kastederlerse şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
bilendir." âyet-i kerimesinin izahında çeşitli görüşler ilen sürmüşlerdir:
a- Bazılarına göre bu
âyetin izahı şöyledir: "Şayet hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eden
kimse, kendisi için tayin edilen dört ay bekleyebilme süresi içinde hanımına
dönmez ve yemininde kararlı olursa hanımı ondan boş olur."
Görüldüğü gibi
"İlya" yapan erkek döıt ay içinde hanımına dönmezse hanımı ondan boş
olur. Ancak bu görüşte olan âlimler, hanımın ric'î bir talakla mı yoksa bâin
bir talakla mı boş olacağı hakkında iki ayn görüş zikretmişlerdir.
a- Hz. Ali,
Abdullah b. Mes'ud, Osman b. Af fan, Zeyd b. Sabit, İkrime, Katade, Abdullah b.
Abbas, Abdullah b. Ömer, Kubeyse b. Züeyb, Salim b. Abdullah, Ebu Seleme b.
el-Ekva, Abdurrahman, Ata, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai ve Dehhaka göre,
hanımına yaklaşmayacağına dair yemin etlen erkek dört ay içinde hanımına
yaklaşmayacak olursa hanımı ondan bir bain talak ile boş olur. (Yani hanımın üç
talakından biri gider ikisi kalmış olur. Bununla birlikte kocasına dönüp
dönmeme karan hanımının yetkisine geçer. Dilerse yeniden mehir alıp tekrar
kocasıyla evlenir ve kalan iki talak ile yaşar dilerse kocasına tekrar dönmeyi
kabul etmez, iddeti bittikten sonra sonra kocasından tamamen ayrılmış olur ve
başka biriyle evlenebilir.)
Bu hususta İbrahim
en-Nehai diyor ki: "Abdullah b. Üneys, hanımına yaklaşmayacağına dair
yemin etmişti ve bu esnada yolclıığa çıkmak zorunda kalmış ve yolculuğu
dolayısıyle hanımından altı ay uzak kalmıştı. Abdullah yolculuktan dönüp geri
geldi, hanımının yanına girdi. Abdullaha denildi ki "Hanımın senden
talak-ı bâin ile boş oldu." O da bunun üzerine Abdullah b. Mes'udun yanına
gitti ve ona meseleyi anlattı. Abdullah b. Mes'ud da: "Hanımın senden
talak-ı bâin ile boş oldu ona git bunu bildir ve kendisiyle tekrar evlenmek
istediğini teklif et." dedi. Abdullah b. Üneys hanımına döndü, onun,
kendisinden talak-ı bâin ile boş olduğunu söyledi ve ona evlilik teklifinde
bulundu. Hanımının J*;abul etmesi üzerine ona bir ntıl gümüş verdi.
bb- Said b.
el-Müseyyeb, Ebubekir b. Abdurrahman, Mekhul, Zühri ve Rebi' b. Enese göre
hanımına yaklaşmayacağına dair yemen etlen erkek dört ay içinde hanımına
yaklaşmayacak olursa hanımı ondan bir ric'î talakla boş olur. (Yani hanımın
iddeti bitmedikçe kocası tekrar ona dönebilir. Hanımının razı olup olmaması
farketmez.)
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre bir erkek hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eder de
dört ay ona yaklaşmayacak olursa yaklaşmamasından dolayı hanımı ondan boş
olmaz. Ancak erkeğin bu hali hanıma, hakime başvurma
hakkını sağlar. Hanım hakime başvurarak
kocasının ya tekrar kendisini kabul etmesini veya boşatmasını ister. Hakim de
kocayı bu şıklardan birini kabule mecbur eder. (Yani koca dört aydan sonra bu
hali devam ettirmekten ahkonur. Ya kan sini boşar veya yeminini bozup tekrar
ona döner.)
Bu görüş Hz. Ömer, Hz.
Ali, Hz. Osman, Ebuddeıda, Said b. el-Müseyyeb, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer,
Tavus, Mücahid, Mervan b. ei-Hakem, Ömer. b. Abdülaziz, Abdullah b. Abbas, İmam
Mâlik, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve Kasım b. Muhammedden nakledilmiştir.
Bu hususta Ebu Salih
diyor ki: "Ben, Resulullahin on iki sahabisine, karısına yaklaşmayacağına
dair yemin eden erkeğin hükmünü sordum. Onların hepsi de dediler ki:
"Dört ay geçinceye kadar erkek için herhangi bir şey yoktur. Döıt ay
geçtikten sonra artık erkek yeminini devam ettirmekten ahkonur. Yani ya
hanımını boşar veya ona döner.
İmam Mâlik, bir
erkeğin dört aydan az bir süre için hanımına yaklaşmayacağına dair yemin
etmesini "İyla" saymamıştır. İyla'nın gerçekleşmesi için erkeğin
hanımına döıt ay veya daha fazla bir süre için yaklaşmayacağına dair yemin
etmesini gerekli saymıştır. Böyle yapan erkek için döıt ay geçtikten sonra
müdahale edilir. Artık o ya hanımına döner ve yeminini bozar yahutta hanımını
boşar.
c- Said b.
el-Müseyyeb ve diğer bazı âlimlerden nakledilen başka bir görüşe göre "İyİa"
yapmanın herhangi bir hükmü yoktur.
d- İbrahim
en-Nehaiden nakledilen diğer bir görüşe göre ayetin bu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Şayet iyla yapan koca döıt ay geçtikten sonra hakim tarafından
hanımına dönmesine veya onu boşamasına dair karar verilirse ve koca karısına
dönmemekte ısrar edecek olursa işte o zaman hanımı kendisinden bir talak-i bâin
ile boş olur."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden Allanın kitabının zahirine daha uygun olanı, Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Aliden nakledilen görüştür. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eden erkeğe bu yemininin üzerinden
dört ay geçtikten sonra hakim bu haline son vermesine dair karar verir de erkek
te tekrar hanımına dönecek olursa şüphesiz ki Allah onu affeder ve ona merhamet
eder. Şayet o erkek hanımını boşamaya karar verirse Allah onun boşamasını
işiten ve hanımına yaptıklarını bilendir."
Görüldüğü gibi
Taberiye göre bir erkek hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eder de bu
yeminini döıt ay bozmayacak olursa hanımı ondan herhangi bir talak şekli ile
boş olmaz. Ancak hakime baş vurulduğunda o, erkeği iki durumdan birini seçmeye
mecbur kılar. Bunlar da, tekrar hanımına dönmesi veya onu boşamasıdır.
Taberi bu görüşü
tercih edişinin gerekçesi olarak özetle şunu zikretmiştir. Âyeti kerimede
"Şayet boşamayı kastederlerse şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi işiten
çok iyi bilendir." buyuruluyor. Elbetteki işitme söylenilen bir söz için
olur. Yapılan bir iş için söz konusu olmaz. Şayet, diğer görüşlerin belirttiği
gibi erkeğin hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi hali, dört ay geçmekle hanımının
boş olmasını gerektirseydi âyetin sonunda: "Şüphesiz ki Allah
işitendir." denilmezdi. Böyle denildiğine göre anlaşılıyor ki dört ay
geçmesi ile kadın boş olmuyor, dört ay geçtikten sonra erkeğin boşamayı tercih
ettiğini söylemesi ile boş oluyor.
İyla yapmanın süresi,
âyette zikredildiği gibi dört aydır. Bu hususla ilgili olarak Hz. Ömerden
şunlar nakledilmektedir: Hz. Ömer (r.a.), kocası yanında bulunmayan bir
kadının, geceleyin kendi kendine söylenip şikâyette bulunduğunu duyunca gelip
kızı Hafsaya bir kadının kocasından en çok ne kadar ayrı kalmaya
sabredebileceğim sormuş Hafsa da dört ay veya altı ay sabredebileceğim
söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Orduda hiçbir kimseyi bu müddetten
fazla tutmayacağım." demiştir. [52]
228-
Boşanmış kadınlar üç ay hali iddet beklerler. Eğer AHalıa ve âhiret gününe iman
ediyorlarsa Allanın, rahimlerinde yarattığı şeyi gi/lc-mclcri kendileri için
helal değildir. Kocaları sulh olmak isterlerse, iddet müddeti içerisinde onları
geri almakta daha çok hak sahibidirler. Örfe göre kadınların, vazifeleri kadar
hakları da vardır. Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür. Allah, her
şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Hayız gören kadınlar,
kocalarından boşandıklarında, bir başka erkekle evlenebilmek için üç ay başı
hali iddet beklemek zorundadırlar. Üç ay başı halinin sonunda iddetleri sona
erer. Boşanmış kadınlara, rahimlerinde bulunan hayız ve gebelik gibi hususları
gizlemeleri helal değildir. Şayet onlar, Allahı ve âhiret gününü tasdik eden
gerçek müminler ise bunu böyle yapmazlar. Zira rahminde bulunan hayız ve
çocuğu gizlemek, Allaha ve âhiret gününe iman eden kimsenin yapacağı iş
değildir. Bu ancak kâfir kadınların yapacağı bir iştir. Tekrar geri
dönebilecek şekilde karısını boşayan bir koca eğer sulh olup anlaşmak isterse,
boşanmış karısını iddet müddeti içerisinde geri almakta herkesten daha çok
hakka sahiptir. Kadınların, kocalarına itaat etme vezifeleri olduğu gibi, hoş
ve iyi muamele ve örfe göre bakımları hususunda kocaları üzerinde haklan da
vardır. Emir ve itaat mevzunda erkekler, kadınlardan bir derece daha üstündürler.
Allah, yasaklan çiğneyip, koymuş olduğu hudutları aşanlara galiptir, yaptıklarında
hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerime,
hayız gören kadınların iddet sürelerini beyan etmektedir. Âyet-i kerimede
"Ay başı hali" diye tercüme edilen kelimesinin, hayız mânâsına mı
yoksa "Hayızdan temizlenme" mânâsına mı geldiği hususunda âlimler
ihtilaf etmişlerdir.
Ebu Haııife ve Ahmed
b. Hanbel'in tercih edilen görüşüne göre âyette geçen kelimesinden maksat,
"Hayız" halidir. Bunlara göre âyetin mânâsından şü hükümler
çıkarılır: Kadın temiz iken boşanır, âdet görür temizlenir, tekrar âdet görür
temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse iddeti bitmiş olur. Şayet erkek
hanımını bir veya iki ric'î talakla boşamış olursa ve hanımına tekrar dönmek
isterse üçüncü hayız görmesinin içinde bu kararını açıklaması gerekir. Şayet
açıklamaz da üçüncü hayız da bitecek olursa artık erkek hanımına dönme hakkını
kaybeder. Artık dönüp dönmeme kararı kadına aittir. Bunlar bu görüşlerine delil
olarak Resulullahm şu hadis-i şerifini zikretmişlerdir. Resulul-lah,
kendisinden devamlı olarak kan gelen bir kadına: "Kur'u günlerinde namazı
bırak. Bunlar bitince yıkan, namazını kıl ve her vakit için abdest al."
buyurmuştur. Diğer bir rivayette ise,
Ebi Hubeyş'in kızı
Patıma Resulullaha gelmiş ve kendisinden devamlı olarak kan geldiğine dair
şikayetçi olmuş Resulullah da şu cevabı vermiştir: "Bu, damardan gelen bir
kandır. Durumuna bak, senin kuru günlerin gelince namazı kılma. Kuru günlerin
geçince de yıkan. Sonra iki kuru günleri arasında geçen sürede namaz kıl. [53]
Görüldüğü gibi Resulullah (s.a.v.) kuru, günlerinde namaz kılınmamasını
emretmektedir. Bundan da kuru' kelimesinin "Hayız" mânâsına geldiği
anlaşılmaktadır.
İmam Şafıiye, İmam
Mâlike ve İmam Ahmed b. Hanbclden rivayet edilen ikinci bir görüşe göre
âyetteki "Kum" kelimesinden maksat "Hayızdan
te-mizlenmek"tir. Bunlara göre kadın temiz iken boşanır. Âdet görür
temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse bu temizliğinin bitmesiyle iddeti
bitmiş olur. Çünkü içinde boşandığı birinci temizlik te hesaba dahildir. Bu
görüşte olanlar delil olarak şu âyeti zikretmişlerdir; [54]Ey
Peygamber, kadınları boşamak istediğiniz zaman iddctlcri içinde
boşayın..."Görüldüğü gibi âyet-i celile-de, kadınların, iddetleri içinde
boşanılması emredilmektedir. Kadınların boşanması temiz iken başladığına göre,
üç temizlik bitince iddetleri bitmiş olur. Buradan da anlaşılıyor ki
"Kuru"dan maksat "Temizlik"tir.
Taberinin beyanına
göre de müfessirler bu âyette zikredilen kelimesinin mânâsı hakkında iki görüş
zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına göre bu kelimenin mânâsı "Hayız görmek" demektir. Bu
görüş, Rebi' b. Enes, Katade, Dehbak, Abdullah b. Abbas, Amr b, Dinar, İkri-me,
Süddi, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Mes'ud, Ömer b. el-Hattab, Ebu Musa
el-E.ş'ari, Hz. Ali, Said b. Cübeyr ve Ma'bed el-Cüheni'den nakledilmiştir.
. İbrahim en-Nehai, bu
hususta Hz. Ömerin şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Bir erkek
karısını bir veya iki ric'i talakla boşayacak olursa boşanan kadın, üçüncü
hayız görmesinden sonra temizlenip yıkanmadıkça ona dönmeye kocası daha
layıktır ve aralarında miras hükümleri devam eder." Yine İbrahim en-Nehai
diyor ki: "Hz. Ömere, hanımını, tekrar geri alabilecek şekilde boşayan bir
erkeğin meselesi arzedikli. O da bu meseleyi Abdullah b. Mes'uda havale etti
ve "Sen bu mesele hakkında görüşünü söyle." dedi. Abdullah b. Mes'ud
da "Bu mesele hakkında senin konuşman daha evladır." dedi. Ömer:
"Sen mutlaka görüşünü söyleyeceksin." dedi. Abdullah b. Mes'ud:
"Benim kanaatim şu ki, katlın üçüncü âdetinden yıkanmadıkça kocası onu
tekrar hanımlığına kabul etmeye daha layıktır." dedi. Ömer de:
"Benim görüşüm de budur. Söylediğin söz, kalbimdeki kanaatime uygun
düştü." dedi ve böyle hüküm verdi.
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat,
"Âdetten temizlenmek" demektir. Bu görüş ise. Hz. Aişe, Ebu Bekir b.
Abdurrahman, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Zahirî. Salim b. Abdullah ve Eban
b. Osmandan nakledilmiştir.
Bu hususta Süleyman b.
Yesar diyor ki: "Şam halkından "Ehvas" adında bir kişi karısını
bir talakla boşadı ve kadın boşandıktan sonra gördüğü üçüncü hayızının içinde
iken adam öldü. Durum Muaviyeye arzedikli. Muaviye meselenin hükmünü bilemedi.
Bunu Fedale b. Ubeyd'e ve Resulullahın Samda bulunan sahabilerine sordu. Onlar
da bu meselenin hükmünü bilemediler. Bunun üzerine Muaviye, Zeyd b. Sabite
binekli bir adam gönderdi. Zeyd o adama dedi ki: "Üçüncü hayızının içinde
olan bu kadın kocasının mirasçısı olamaz. Bu kadın da ölmüş olsaydı kocası ona
mirasçı olamazdı." Süleyman diyor ki: "ömerin oğlu Abdullah da bu
görüşte idi."
Taberi diyor ki:
"kelimesinin Arapçada asıl mânâsı "Belli bir vakitte gelmesi mutad
olan bir şeyin gelme vaktidir" Bir de belli bir vakitte gitmesi
alışılagelmiş olan bir şeyin gidiş vaktidir. Bu bakımdan hem âdet görme hem de
âdetten temizlenme mânâlarında tefsir edilmeye müsaittir. Bu nedenledir ki
bazı Araplar kadının âdetinin gelişine demişler diğer bazıları da âdetten
temizlenmesinin gelişine demişlerdir. Resulullah (s.a.v.)in. Falıma bint-i
Hubeyşe: "Kuru' günlerinde namazı bırak." hadis-i şerifinde kelimesi,
âdet görme mânâsında kullanılmıştır. Taberi sözlerine devamla diyor ki:
"Madem kî kuru' kelimesinin mânâsı budur ve madem ki Allah teala, karısını
boşamak isteyen erkeğe onu cinsi münasebette bulunmadığı temiz durumunda
boşamasını emretmiştir ve adetli iken boşamasını yasaklamıştır ve kendisi ile
zifaf yapılan kadın boşandığı takdirde üç kum' beklemekle yükümlüdür, buradan
anlaşılmaktadır ki kadın boşandığı temiz hali ile birlikte iki temiz halini
daha beklemek zorundadır. Üç temizlik hali bittikten sonra anık iddeti
bitmiştir. Yani boşandıktan sonra üçüncü âdetini görür görmez iddeti bitmiş
olur ve kendisiyle evlenmek isteyenlerin tekliflerini kabul edebilir.
Görüldüğü gibi Taberi,
şıkkında belirtilen görüşü tercih etmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Eğer Allaha ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Al-lahın, rahimlerinde
yarattığı şeyi gizlemeleri kendileri için helal değildir."
buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyette, kadınların rahimlerinde gizlememeleri
emredilen şeyden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Zühri,
İbrahim en-Nehai ve İkrimeye göre burada kadınlara, rahimlerinde gizlememeleri
emredilen şeydan maksat, hayızdır. Boşanan kadınlar, Alla-hın, rahimlerinde
yarattığı hayız hallerini, kendilerini boşayan kocalarından gizlemeleri helal
değildir. Zira bu yolla, boşamadan sonra karısına dönme hakkı bulunan kocanın
bu hakkı kaybedilmiş olur. Mesela: Karısını bir veya iki ric'î talakla boşamış
olan erkek, karısının iki âdet görmesinden sonra ve üçüncü âdetinden önce
tekrar ona dönmesini istemesi halinde kadın yalancı olarak: "Ben üçüncü
âdetimi gördüm." deyip kocasının kendisine dönmesini engellemesi
haramdır.
b- Abdullah
b. Ömer, Mücahid, Rebi' b. Enes, İbn-i Zeyd ve Delıhaka göre Allah tealamn bu
âyette, kadınlara gizlemelerini yasakladığı rahimlerindeki şeyden maksat, hem
hamilelik durumları hem de âdet görmeleridir. Kadınların bu iki hallerini
gizlemeleri haramdır.
c- Diğer bir
kısım müfessirlere göre burada kadınlara, gizlemeleri yasaklanan,
rahimlerindeki şeylerden maksat, sadece hamile olmalarıdır. Ancak bu görüşte
olan âlimler, kadınların, hamile olduklarını gizlemelerinin yasak oluş sebebi
hakkında farklı şeyler zikretmişlerdir.
aa- Abdullah
b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve İkrimeye göre, kadınların rahimlerindeki
hamileliği gizlemelerinin yasaklanış sebebi, kendilerini boşayan kocalarının,
hamile oldukları zamanda kendilerine tekrar dönmelerine engel olmalarıdır. Bu
hususta Ali b. Ebu Talha, Abdullah b. Abbasın şunu söylediğini rivayet
etmiştir: Eğer bir kişi karısını bir veya iki talakla boşayacak olur da karısı
da hamile olursa, doğum yapmadıkça ona tekrar dönmeye kocası daha layıktır.
bb- Katadeye
göre ise, kadınların, rahimlerinde bulunan hamileliği gizlemelerinin
yasaklanmasının sebebi şudur: Cahiliye döneminde kadınlar, kendilerini boşayan
kocalarının tekrar kendilerine dönmesi korkusuyla hamile olduklarını
kocalarından saklarlardı. Böylece başka kocalarla evlenir, önceki kocalarından
hamile kaldıkları çocuklarını yeni evlendikleri kocalarına isnad ederlerdi.
İşte Allah teala bu sebepten kadınlara, rahimlerindeki hamileliği gizlemelerini
yasakladı.
cc- Süddiye
göre ise, kadınların, rahimlerindeki çocukları gizlemelerinin yasaklanmasının
sebebi şudur: Erkekler kanlanın boşamak istediklerinde onların hamile olup
olmadı klanın sorarlardı. Hamile olduklarını bilince karılarını boşamak
istemezlerdi. Çünkü bu takdirde hem kendileri hem de kadınları, doğacak
çocuktan dolayı zarar görüyordu. İşte bu sebeple kadınların, irâh i mi erindeki
çocuklarını kocalarından gizlemeleri yasaklandı.
Süddiye göre, kocasına
bu şekilde davranan kadının hamile olduğu ortaya çıkınca doğum yapsa bile bir
ceza olarak tekrar kocasına döndürülmesi gerekir.
Tabeıi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: Kadınların rahimlerinde
gizlemeleri yasaklanan şey, hem hamile olmaları hem de adetli olmalarıdır.
Kadınların, kendilerini bir veya iki talakla boşayan kocalarından hamile
olduklarım veya âdet gördüklerini gizlemeleri haram kılınmıştır. Zira, kadının
bu iki şeyi gizlemesi halinde de erkeğe zarar venne ihtimali vardır. Çünkü
karısını bir veya iki ric'î talakla boşayan erkek, kadının iddet süresi bitmeden
tekrar ona dönme hakkına sahiptir. Hamile olan kadının iddeti doğum yapması ile
biteceğinden âdet gören kadının idcîeti de üç âdet veya üç âdetten
temizlenme ile biteceğinden kadının,
hamileliğini veya âdet gönnesini gizlemesi yasaklanmıştır. Ta ki kocasının
kendisine dönme hakkı iptal edilmiş olmasın.
Âyet-i kerimede:
"Kocaları sulh olmak isterlerse, iddet müddeti içinde onları geri almakta
daha çok hak sahibidirler." Duyurulmaktadır. Bu ifadenin izahı şöyledir:
Karısını bir veya iki talakla boşayan erkek, karısı ickiet beklediği sırada
veya hamilelik esnasında onu tekrar kendine kabul edip zevce yapmaya
başkalanndan daha layıktır. Bu hususta Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: Bir
adam kansını bir veya iki talakla boşar kanst da hamile olur ise o adamın,
kansını tekrar geri almaya daha çok hakkı vardır, yeter ki doğum yapmış
olmasın."
İkrime ve Hasan-ı
Basri ise bu âyet-i kerimenin, Bakara suresinin iki yüz yinni dokuzuncu âyeti
ile neshedildiğini söylemişlerdir. Zira bu âyete göre kişi hanımını üç talak
ile boşasa dahi onu tekrar geri almaya daha evla görülüyordu. Fakat iki yüz
yinni dokuzuncu âyet bunu neshetti. Kansını üç talakla boşayan kocanın artık
onu tekrar geri alma hakkı kalmadığı bildirildi.
Âyet-i kerimede:
"Örfe göre kadınların vazifeleri kadar haklan da vardır."
Duyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir:
a- Dehhak ve
İba-i Zeyd bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Kadınların, kocalarına karşı,
Allanın kendilerine farz kılmış olduğu itaat etme vazife ve yükümlülükleri
olduğu gibi onların, kocalarının üzerinde, hoş sohbette bulunma ve örfe göre
iyi "davranma haklan da vardır.
b- Abdullah
b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Kadınların,
kocalarına karşı temizlenip süslenme yükümlülükleri olduğu gibi kocalarının da
karılanna karşı ayrı yükümlülükleri vardır. Bu hususta Abdullah b. Abbasın
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hanımımın bana karşı süslenmesini sevdiğim
gibi benim de hanımıma karşı süslenmemi severim. Çünkü Allah teala buyunnuştur
ki: "Örfe göre kadınların vazifeleri kadar hakları da vardır."
Taberi diyor ki:
"Bana göre ayetin en güzel tefsiri şöyledir: "Bir veya iki talakla
boşanmış olan kadınların, kendilerini boşayan kocaları üzerinde haklan vardır.
O hak da, kocalarının, sırf zarar vennek için kendilerine dönmeme durumlarıdır.
Yani bu şekilde boşanan kanlara, iddetleri içinde tekrar dönmek isteyen
kocaları, onlara zarar vennek için değil faydalı olmak için dönmelidirler.
Kadınların, kocalan üzerinde böyle bir haklan vardır. Kocaların da bir veya iki
talakla boşadıklan karıları üzerinde hakları vardır ki o da, kadınların,
rahimlerindeki âdetlerini ve çocuklarını gizleyerek kocalarına zarar
vennemeleridir. Kadınların, rahimlerindeki durumu gizleyerek kocalannın bu
haklarını iptal etmeye hakları yoktur. Taberi, âyetin bu bölümünü bu şekilde
izah etmesinin gerekçesi olarak âyetin, boşanma ve iddet bekleme hükümlerini
kapsamış olduğumı göstermiştir. Buradaki karı ve kocanın haklarının boşama ve
iddetle ilgili haklar olmasını kabul etmenin daha doğru olduğunu söylemiştir.
Bununla birlikte bu âyet-i kerimenin, karı kocadan herbirinin diğeri
üzerindeki bütün hakları ifade ettiğini söylemenin de mümkün olabileceğini
bildirmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür."
bu yurul m aktadır.
Burada zikredilen üstünlük derecesinden neyin kastedildiği hakkında müfessirler
çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Mücahid
ve Katadeye göre, burada zikredilen, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu
dereceden maksat, Allah tealanın, miras, cihad vb. şeylerde erkeklere verdiği
üstünlüktür.
b- İbn-i
Zeyd ve Muhammede göre ise buradaki üstünlükten maksat, erkeklerin emirlik ve
kendilerine itaat edilme üstünlükleridir.
c- Şa'biye
göre buradaki üstünlükten maksat, erkeğin mehir verme ve karısına "Zina
etti" iddiasında bulunması halinde "Lanetleşme" ile zina
İftirası cezasından kurtulmuş olması üstünlüğüdür. Kadın ise erkeğe mehir
vermediği gibi kocasının zina ettiğini iddia edecek olursa bu iddiasını
doğrulayacak şahit bulamadığı takdirde kendisine zina iftirası cezası
uygulanır. O, "Lanetlenerek" bu cezadan kurtulamaz.
d- Abdullah
b. Abbasa göre burada zikredilen erkeğin üstünlüğünden maksat, onun, karısının
üzerinde olan bir kısım haklarını tam olarak almaktan vaz geçmesi ve kadının
kendi üzerindeki bütün haklarını ona vermesidir. Bu hususta Abdullah b.
Abbasin şöyle dediği rivayet edilmektedir. "Ben, hanımım üzerinde bulunan
bütün haklarımı almak istemem Zira Allah teala: "ftrkcklcr kadınlardan bir
derece üstündürler." buyurmuştur."
e- Humeyd'e
göre ise, bu âyette zikredilen, erkeklerin üstünlüğünden maksat, erkeklere
sakalın Kitfedilişi, kadınların ise bundan mahrum kalmalarıdır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden âyetin tefsirine daha uygun olanı, Abdullah b. Abbasın
görüşüdür. Yani buradaki dereceden maksat, erkeğin karısı üzerindeki haklarına
karşı bağışlayıcı ve hoşgörülü olması ve onların bir kısmından vazgeçmiş
olmasıdır. Zira Allah teala bu dereceyi erkek ve kadından herbirinin diğeri
üzerindeki haklarını zikrettikten sonra beyan etmiştir. Bu derecenin de bu
haklarla ilgili olması daha uygundur. Bu da erkeğin, kadının üzerindeki
haklarını kullanırken ona karşı müsamahalı davranmasında görülür. Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Her ne kadar: "Erkekler kadınlardan bir derece daha
üstündür." ifadesi bir haber mahiyetinde ise de manen, erkeklere, bu üstünlüklerinin
gereği gibi davranmaları emredilmektedir."
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir." buyumlmaktadir. Bu
ifadenin mânâsı şudur: Allah teala, hayızlı iken kadınlarına yaklaşarak veya
iyilik yapmamak için Allaha yemini kendilerine siper edinerek yahut karısına
yaklaşmayacağına dair yemin edip ona zarar vererek Allanın hudutlarını aşan
erkeklerden ve rahimlerinde bulunan durumu gizleyip kocalarına zarar vererek
Allanın koyduğu sınırları aşan kadınlardan intikam almakta her şeye galiptir.
Bunları cezalandırmasına kimse engel olamaz. Verdiği bütün hükümlerde mutlak
bir hikmet sahibidir." Âyet-i kerimenin bu şekilde bitmesinin hikmeti,
Allah tealanın bundan önceki âyetlerde bir kısım emir ve yasaklar koyması ve bu
emir ve yasaklara uymayanları tehdit etmesidir. [55]
229- Boşanma
iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle
bırakılır. Kadınlara verdiğiniz inallardan herhangi bir şeyi geri almanız size
helal değildir. Ancak eşlerin, Allanın koyduğu hudutları koruyamamaktan
korkmaları hali müstesnadır. Şayet Allanın koyduğu hudutları koruyamamalarından
korkarsanız, kadının, boşanması için bir bedel vermesinde, her ikisine de bir
günah yoktur. İşte Allanın koyduğu hudutlar bunlardır. Bunları aşmayın. Kim,
Allanın koyduğu hudutları aşarsa işte zalimler onlardır.
Tekrar geri dönme
imkânı olan boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ve
onlarla hoş geçinilir yahut da tamamen ayrılıp serbest bırakılır, hakları yenip
zulme uğratmazlar. Ey erkekler, kadınlara mehir olarak vermiş olduğunuz
mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak eşlerin,
beraber oldukları sürece birbirlerine karşı hoş davranmayarak aşırı
gitmelerinden korkmaları halinde durum farklıdır. Şayet eşlerin, Allahın
emrettiği şekilde hoş muamele ve güze! sohbetle yaşayamamalarından korkarsanız,
kendisini boşaması karşılığında kadının, kocasına bir şey vermesinde, kocasının
da kadını boşamak için ondan bir karşılık almasında bir günah yoktur. İşte
bunlar, Allahın emrettiği veya yasakladığı dini sınırlardır. Bunları aşmayın.
Kim, Allahın koyduğu sınırları aşıp haram kıldığı şeyleri işlerse işte onlar,
işi yerli yerince
yapmayan zalim kimselerdir.
Cahiliye döneminde bir
erkek, hanımını dilediği kadar boşuyor ve tekrar geri alıyordu. Bazan da
erkek, bu durumu kötüye kullanarak hanımını boşu1 yor, onu bekletiyor, o kadın
başkasıyla evlenmeye kalkınca üa onu tekrar geri alıyordu. Allah teala bu âyeti
indirerek boşamanın üç olduğunu, üç talakla boşa-dtktan sonra o kadın başka bir
erkekle evlenip ondan da ayrılmadıkça ilk kocasına helal olmayacağını hükme
bağladı. Böylece erkeklerin, haklarını kötüye kullanmalarını önlemiş oldu[56] Bu
konuda Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Daha Önce
erkekler kadınlarım üç talak ile boşasalar bile kendilerini onlarla tekrar
evlenmeye daha layık görüyorlardı. İşte bunun üzerine; "Boşama iki
defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle
bırakılır." âyeti nazil oldu ve bu neshedildi (bu âdeti ortadan kaldırdı.) [57]
Müfessirler, âyet-i
kerimenin: "Boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur
ya da güzellikle bırakılır." bölümünü izah ederken iki görüş
zikretmişlerdir:
a- Urve b.
Zübeyr, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi ve İkrimeye göre âyetin bu bölümü, karısını
boşayan kişiye, kaç talakla boşarsa ona bir daha dönemeyeceğini öğretmek için
nazil olmuştur. Zira daha önce de belirtildiği gibi cahiliye döneminde ve
islam'ın ilk yıllarında, karıyı boşamanın bir sınırı yoktu. Kişi hanımını
dilediği kadar boşuyor ve icîdeti bitmeden tekrar ona dönüyordu. Bu durum
erkeğin dilediği kadar tekrar ediyordu ve böylece kadınlara zarar veriliyordu.
Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirerek boşamanın bir sınırı olduğunu beyan
etti. Bu hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: "Kişi karısını dilediği kadar
boşu-yordu. Ona tekrar dönmek isterse iddeti bitmeden Önce ona dönüyordu. Bir
gün Ensardan bir adam karısına kızmıştı ve ona şunları söylemişti: "Ben ne
sana yaklaşacağım ne de sen benden kurtulup evlenebileceksin." Karısı:
"Bu nasıl olur?" dedi. Kocası: "Ben seni boşayacağım. İddetinin
bitmesi yaklaşınca da sana döneceğim. Sonra seni tekrar boşayacağım yine
iddetinin bitmesi yaklaşınca tekrar sana döneceğim." dedi. Kadın, kocasını
Resulullaha şikayet etti. İşte bunun üzerine Allah teala: "Talak iki
defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır."
âyet-i kerimesini indirdi. Bu hususta Katade şunları söylemiştir:
"Cahiliye döneminde kişi karısını üç talakla veya on talakla yahut daha
fazlası ile boşuyordu. Karısı iddet süresi içinde olduğu sürece kocası ona
tekrar dönüyordu. İşte bu sebeple Allah teala, boşamanın sınırını üç talakla
belirledi.
Bu izaha göre âyet-i
kerimenin bu bölümünün açıklaması şöyledir; "Ey insanlar, sizin,
kendileriyle zifafa girdiğiniz hanımlarınızın geri döndürülebileceklerine
imkân veren boşamanızın sayısı ikidir. Kanlarınızı iki talakla boşadı-ğınız
takdirde onları tekra geri alabilirsiniz. İki talaktan sonra ise koca ya tekrar
hanımına dönüp ona iyi davranır veya bir talak daha boşayarak karısından güzellikle
uzaklaşır.
b- Abdullah
b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Mücahidin izahlarına göre ise bu âyetin asıl
nüzul sebebi, Allah tealanm, kullarına, kanlanın nasıl boşayacaklarını
öğretmesidir. Bunlara göre bu âyette kocanın, karısını ne kadar talakla boşarsa
ona tekrar dönebileceğini ve ne kadar talakla boşarsa ona tekrar dönemeyeceğini
beyan eden bir işaret yoktur. Abdullah b. Mes'ud bu âyetin izahında şunları
söylemiştir: Erkek hanımını, temizlenme halinde, kendisine yaklaşmadan bir
talakla boşar sonra onu bırakır. Kadın ikinci kez âdet görüp temizlenince
dilerse onu bir talakla daha boşar, bundan sonra ona dönmek isterse tekrar onu
hanımı kabul eder. Dilerse onu boşar yahut da onu bırakır. Kadın üç kere âdet
görmüş olur ve böylece kocasından tamamen ayrılmış olur. Mücahid de âyetin bu
bölümünün izahında şöyle demiştir: "Kişi, karısını, kendisine yaklaşmadığı
temiz halinde bir talakla boşar, kadın âdet görür ve tekrar temizlenecek olursa
kum' tamam olduğu için bir talak daha boşar sonra kadın tekrar âdet görürse kadın
İki talakla boş olmuş ve iki de kuru' geçilmiş olur. Bundan sonrası için ise
Allah teala şöyle buyurmuştur: "Kadını ya örfe göre tutmak vardır veya güzellikle
serbest bırakmak vardır. Kişi bu son kuru'ünda dilerse karısını la-inamen
boşar." Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey ihsanlar,
benim size mubah kıldığım boşanma usulü şudur: "Sizler kanlarınızı her
temizlenme halinde bir defa olmak üzere iki talakla boşayın. Bundan sonra sizin
üzerinize gerekli olan şudur: Ya karılarınızı iyilikle tutun veya güzellikle
bırakın."
Taberi diyor ki: "Âyetin
zahirine daha uygun olan görüş, birinci görüştür. Yani âyetin bu bölümünün,
insanlara karılarını boşamanın sayısını bildirdiğini, iki talakla boşarlarsa
tekrar onlara dönebileceklerini, üç talakla boşarlarsa bir daha onlara
dönemeyeceklerini beyan ettiğini söyleyen görüştür. Taberi, bu görüşü tercih
etmesinin sebebi olarak şunu zikretmiştir: Bundan sonra gelen âyet, karisini
tamamen boşayariih onu tekrar alamayacağını bildinnektedir. Karisi
başka bir koca ile evlenmedikçe onunla
bir daha evlenemeyeceğini beyan etmiştir. Bu da gösteriyor ki, izah etmekte
olduğumuz âyet-i kerime, karıları boşama usulünü değil boşama sayısını
bildirmektedir. Kişi hanımını iki talakla boşayın-ca ona tekrar dönebilecek, üç
talakla boşaması halinde ise ona tekrar dönemeyecektir.
Âyet i kerimede geçen;
"Ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır." ifadesi de
müfessirlerarafı.ndan iki şekilde izah edilmiştir:
a- Bazılarınla
göre bu ifadeler, talakın üç olduğunu ortaya koymak içindir. Bu görüş, Atâ,
Mücahid, K'atâde ve Ebi Rüzeyn'den nakledilmiştir. Bu hususta Ebi Rüzeyn diyor
ki: "Bir adam Resulullaha geldi ve dedi ki: "Ey Alkilim Resulü,
söyle bana, Allah teala "Boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle
tutulur ya da güzellikle bırakılır." buyurmaktadır. Üçüncü talak nerededir?"
Resuluflah da buyurdu ki: "Ya iyilikle tutulur ya da güzellikle
bırakılır." ifaclesindeki "Ya da güzellikle bırakılır" cümlesi
üçüncü talaktır."
b- Diğer
bazı müfessirlere göre: "Kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle
bırakılır." ifadesinin maksadı, iki talakla boşanmış olan kadına tekrar dönülebileceğini
beyan etmektir. Bu ifadeden üçüncü talakı anlamak doğru değildir. Bu görüşte
olanlara göre: "Kadınlar ya da güzellikle bırakılır." İfadesinden
maksat, "Kadınlar iddetlerini bitirmeleri için serbest bırakılırlar."
demektir. Bu görüş, Süddi ve Dehlıaklun nakledilmiştir. Süddinin, âyetin bu
bölümünü şu şekilde izah ettiği rivayet edilmiştir: "Kadınlar ya iyilikle
tutulur ya da güzellikle bırakılır." demek, kadınlar bir veya iki talakla
boşandıktan sonra ya kocası ona tekrar döner ve hanım edinir yahut da
döneceğine dair herhangi bir şey söylemez susar. Ta ki kadının iddeti biter.
Böylece kadın kendisi hakkında karar verme yetkisine sahibolur.
Taberi diyor ki:
"Eğerirind görüşte zikredilen Resukıllahın hadis-i şerifi olmasaydı bu
görüşte âyetin zahirinin gösterdiği muhtemel bir görüş olurdu. Fakat
Resulüİlahtan gelen habere uymak gerektiğinden birinci görüş tercihe şayandır.
Bu görüş esas alınacağına görcayete şu şekilde mânâ verilmelidir "Kocaların,
kanlarına tekrar dönebilecekleri kadar boşamaları iki talaktır. Bundan sonra
karılarına döndükleri takdirde dunun şudur: Ya onları iyilikle tutarlar ya da
üçüncü bir boşama ile onları güzellikle bırakırlar. Böylece artık kocaların,
karılarına tekrar dönebilene hakları bilmiş olur. Kadınlar kocalarına dönüp
dönmemeye karar vermekte serbest olurlar.
Âyette zikredilen
"İyilikle tutmak"tan maksat. Dehhak ve Abdullah b. Abbasın da izah
ettikleri gibi, kadına karşı hoş davranmak ve onunla güzelce sohbet etmektir.
"Güzellikle bırakılmaktan maksat ise, yine Abdullah b, Abbas ve Dehhakın
izah ettikleri gibi kadının haklarından herhangi bir şeyi yememek,
onun haklarını tam vermek, ona eziyet
etmemek ve ona sövmemek!ir.
Âyet-i kerimede:
"Kadınlara verdiğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal
değildir. Ancak eşlerin, Allahın koyduğu hudutları koruyamamaktan korkmaları
hali müstesnadır." buyurulmaktadır. Allah teala bu kelamı ile şunu ifade
etmektedir: Ey erkekler, sizler karılarınızı boşayıp onlardan ayrılmak
istediğinizde, evlenirken onlara verdiğiniz mehillerden herhangi bir şeyi geri
almanız sizin için helal değildir. Bilakis size farz olan, onların geri kalan
mehirlerini vermeniz ve bir kısım giyim eşyalarını lutfetmenizdir. -Ancak kan
ile kocanın, Allahın koyduğu sınırları ayakta tutamayacaklarına dair korkma
durumları müstesnadır. Bu durumda koca karısından bir bedel alarak ondan
ayrılabilir.
Kan ve kocanın,
Allanın koyduğu sınırları koruyamayacaklarına dair korkmaları şu durumda söz
konusu olur: Kan kocasına karşı gelir ve ona huğuz etliğini açığa vurursa onun,
Allahın kendisine farz kıldığı, kocasına ait bir takım hakları yerine
getiremeyeceğinden korkulur. Koca ela Allahın kendisine farz kıldığı, karısına
ait bir takım haklarda ihmalkâr davranması halinde. Allahın kendisine farz
kıldığı yükümlülükleri yerine getiremeyeceğinden korkulur. İşte kan kocadan
herbirinin, Allahın koyduğu sınırları koruyamayacaklarına dair korkma
durumları bu hallerde olur.
Müfessirler, karı ve
kocadan herbirinin, Allahın koyduğu sınırları koruyamayacaklarına dair
korkmalarının hangi durumlarda gerçekleşeceği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, TJrveb. Zübeyr, Cabirb. Zeyd. Âmireş-Şa'bî, Said b. Cübeyr, Rebi' b.
Enes, Zühri ve Dehhaka göre kan ve kocadan herbirinin, Allahın koyduğu
hudutları koruyamayacaklarına dair korkmaları, karının kocasına karşı kötü
davranması ve ona kötü muamele yapması durumunda gerçekleşir. Kocası karısının
böyle davrandığını görünce ondan ayrılması için, evlenirken verdiği mehiri
kandan geri alıp onu boşayabilir." Bu görüşte olan âlimlere göre, kadın
tarafından kocaya herhangi bir kötülük söz konusu olmazsa kocanın karıdan bedel
alarak onu boşaması helal değildir. Kötülüğün mutlaka kadın tarafından olması
gerekir. Bu hususta Said b. Cübeyrin şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"Kocasına bir bedel vererek boşanmak isteyen kadına kocası öğütte bulunur.
Kadın bu isteğinden vaz geçerse mesele kalmaz. Şayet ısrar edecek olursa erkek
ondan ayrı yatar ve onunla konuşmaz. Kadın vaz geçerse mesele kalmaz. Şayet
yine ısrar edecek olursa bu defa erkek onu, ağır olmayacak bir şekilde döver.
Kadın vaz geçerse mesele kalmaz. Şayet yine ısrar ederse koca meseleyi
mahkemeye arzeder. Mahkeme bir kocanın bir de katlının tarafından olmak üzere
iki hakem tayin eder. Kadının ailesi tarafından olan hakem kocaya: "Sen
karına şöyle davranıyorsun, sen karına böyle davranıyorsun." der.
Kocanın ailesi
tarafından olan hakem de karıya "Sen kocana şöyle davranıyorsun, sen
kocana böyle davranıyorsun" der. Hangisi daha fazla haksız ise mahkeme
onun haksızlığını giderir ve ona engel olur. Şayet kadın kocasına karşı gelen
biri ise mahkeme emreder, koca da karıdan bedel olarak onu boşar. Rebi' b. Enes
diyor ki: "Şayet kan kocasından razı olur ve ona itaaîta bulunursa
kocanın, karısı bir karşılık verip te kendisinden boşansm diye karısını dövmesi
helal değildir. Kocanın böyle bir kadına kötü davranarak ondan herhangi bir
şey alması haramdır. Buna mukabil şayet itaatsizlik, haksızlık ve buğuz etme
kadın tarafından olacak olursa kocanın kandan bir bedel alarak onu boşaması
caizdir.
b- Hasan-ı
Basri, Süddi, Miksem ve Mücahiüden nakledilen diğer bir görüşe göre kan ve
kocadan herbirinin, Allahm koyduğu sınırlan koruyamayacağına dair korkma
durumları şu halde söz konusudur. Kadın, kocasının yaptığı bir yemini yerine
getirmemek isterse, onun emrine itaat etmezse ve ona: "Ne cüniiplükten
yıkanırım ne de bir emrine itaat ederim." diyecek oiursa işte bu durumda karı
ve kocadan herbiri, Allahın kendileri için koyduğu sının koruyamayacaklarından
korkar olurlar. Böyle bir dununda kocanın, karıdan bir bedel alarak onu
boşaması caiz olur.
Muhammet! b. Salim
diyor ki: "Ben Şa'biye sordum ki, erkeğin karısından ayrılmasına karşılık
ondan mal alması ne zaman helal olur?" Şa'bi dedi ki:
"Kocasına karşı
sevmediğini açığa vurduğu ve kocasına: "Senin hiçbir yeminini yerine
getirmeyeceğim." dediği zaman helal olur."
c- Ata b.
Ebi Rebah'a göre koca ile karının herbirinin Allahın koyduğu sınırlan yerine
getirmekleri korkmaları şu durumda olur: Karı kocasına: "Ben seni
sevmiyorum." der ve bunu rahatça söyleyecek olursa bu durum söz konusu
olur. Bu hususta Atâ şöyle demiştir: "Kocanın bedel alarak karısını boşaması,
karının şunları söylemesi halinde helal olur." Karısı derse ki: "Ben
senden nefret ediyorum, seni sevmiyorum. Yanında yatmaktan çekiniyorum,
hakkını yerine getiremiyorum." işte bu durumda koca gönül hoşluğu ile
bedel alarak karısını boşayabilir.
d- Amir,
Tâvûs, Kasım b. Muhammet! ve Said b. el-Müseyyeb'e göre ise koca ile kandan
herbirinin, Allahın koyduğu hudutları yerine getirmekten korkma durumları şu
halde söz konusudur. Karı ve kocadan herbirinin diğerini sevmemesi ve
herbirinin diğerine ait olan haklan yerine getirememesi durumudur.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiştir. Taberiye göre bir kocanın, karısını boşamak için bedel
almasının helal olması için kan ve kocadan herbirinin diğerine karşı, üzerinde
bulunan hakkı yerine getirmekten korkmuş olması gerekir. Çünkü Allah teala
kocaya, karısını boşama karşılığında bedel almasını, Müslümanların, karı
kocadan herhangi birinin, haklarını yerine getiremeyeceklerinden
korkmaları halinde caiz kılmıştır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Senin ifade ettiğine göre eğer sadece
kadın itaatsiz olursa kocanın ondan bedel alarak karısını boşaması haram olur.
Zira sen her iki tarafın da itaatsizliğini şart koşmuştum." Cevaben
denilir ki: "Kadının itaatsizliği halinde koca da onu sevmez olur. Böylece
her iki tarafın birbirinin hukukuna riayet etmemeleri gerçekleşir ve kocanın
bedel alarak karısını boşaması caiz olur.
Âyet-i kerimenin:
"Şayet (erkek ve kadının) Allahın koyduğu hudutları koruyamamalarından
korkarsaniz, kadının, boşanması için bir bedel vermesinde, her ikisine de bir
günah yoktur" kısmında kadının, bir bedel vererek kocasını razı edip
ondan boşanabileceği hükme bağlanmaktadır ki İslâm hukukunda buna
"Muhalaa" denir. Bu hususta şu hadis zikredilmektedir: Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Sabit b. Kays'ın karısı Resulullaha gelip: "Ey
Allahın Resulü, ben Sabit b. Kays'ın dini ve ahlaki bakımdan bir kusurunu görüp
onu ayıplamıyorum. Fakat ben artık ona tahammül edemiyorum." dedi.
Resulullah da ona: "Sabitin bahçesini ona iade eder misin?" diye
sordu. Kadın "Evet" dedi. Kadın bahçeyi Sabite verdi (böylece onu
razı etti) Resulullah da Sabite emretti ve o da katlını boşadı. [58]
Âyet-i kerimenin
devamında: "Ancak eşlerin, Allahın koyduğu hudutları kotu yamam atarından
korkarsanız." Duyurulmaktadır. Müfesirler, koca ve karının, Allah
tealanın koyduğu hudutları koruyamayacaklarına dair müminlerin korkması
durumunun hangi halde gerçekleşeceği hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır:
a- Abdullah
b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Zahiriye göre böyle bir korku, kadının, kocasının
haklarını küçümsemesi, ona itaatında kötü davranması ve ona, konuşmaları ile
eziyet etmesi halinde söz konusu olur. Mesela: Karı kocasına: "Vallahi
ben senin hiç bir yeminini yerine getirmem. Yatağına ayak basmam, hiç bir
emrine itaat etmem." diyecek olursa ve fiilen bunları yapmaya da girişecek
olursa artık kocasının bedel alarak onu boşaması helaldir.
b- Âmir ve
İbn-i Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre müminlerin, karı ve kocanın,
Allahın koyduğu sınırlan koruyamayacaklarına dair korkmaları, bunlardan
herbirinin Allaha tiaat etmeyeceklerinden korkulması durumumla gerçekleşir.
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan tefsir şudur: "Ey müminler, şayet sizler, kan
ve kocadan herbirinin, Allanın, üzerlerine farz kıldığı haklan yerine
getiremeyeceklerinden ve birbirlerine iyi davranmayacaklarından korkacak
olursanız, erkeğin bedel alarak karısını
boşamasında bir mahzur yoktur.
Taberi diyor ki:
"Âyeti bu şekilde izah etmek her iki görüşü de kapsar."
Âyet-i kerimede:
"Kadının, boşanması için bir bedel vermesinde her ikisine de bir günah
yoktur." Duyurulmaktadır. Bunun izahı şudur. "Ey müminler, eğer
sizler, karı ve kocadan herbirinin. Allanın kendilerine farz kıldığı emirieri
yerine getiremeyeceklerinden ve birbirlerine ait olan haklan ifa edemeyeceklerinden
bu yüzden de Allanın koyduğu sınırlara riayet edemeyeceklerinden korkacak
olursanız bu takdirde kadının, kendisini boşattırmak için bir bedel vermesinde,
kocanın, karısını boşamak için bu bedeli almasında onlara herhangi bir günah
yoktur."
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Şayet koca bir bedel alıp boşamak için
karısına kötü davranacak olur da karı da kendisini kurtarmak için kocasına bir
bedel verir ve kendisini boşattırıp kurtulacak olursa karıya bir günah var
mıdır? Cevaben denilir ki: "Eğer karı, kocasının, bir bedel karşılığında
kendisini boşamak için kötü davrandığını görür ve kocasına, boşaması için herhangi
bir fidye vermediğinde kendisine veya dinine bir zarar dokunmayacağından ve
kocasına bir haksızlık yapmayacağından emin olursa bu durumda herhangi bir
bedel vererek kendisini kocasından boşattımıası caiz olmaz. Çünkü bu durumda
kocasının ondan boşama karşılığında bedel alması haramdır. Karının, kocasının
böyle bir harama düşmesine âlet olması caiz değildir. Şayet kadın bu durumda
malı verip kendisini boşatmazsa kocasının kendisi için veya dini için yahut
kadının üzerinde bulunan haklan için zararlı olacağından korkacak olursa bu
durumda kadın sorumlu olmaz. Keza, geçimsizlik kadın tarafından olur da bir
bedel verip boşanmadığı takdirde kendisinin ve kocasının günaha düşmelerinden
korkacak olur da bu yüzden gönül hoşluğu ile bedel ekler ve boşanırsa kadın
sorumlu olmadığı gibi Allah tealadan sevap alacağı da ümit edilmektedir. Buna
mukabil kadın, kocasının ahlakını veya fiziğini beğenmediğinden değil sırf
kocasını bırakıp başka biriyle evlenmek için bir fidye verir ve kendisini kocasından
boşattıracak olursa bu onun için haramdır. Resulullah bu şekilde boşanan
kadınları münafık olarak vasiflandınnıştır. Bu hususta Resulullahın azatlı
kölesi olan Sevban, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Herhangi bir
kadın bir sıkıntı olmaksızın kocasından kendisini boşatmak isteyecek olursa
Allah ona cennetin kokusunu haram kılar, (böyle olduğu halde)
bedel ödeyerek kocalarından boşanan
kadınlar münafıktırlar. [59]
Taberi diyor ki:
"Bu izahlardan anlaşılıyor ki, karının, bir bedel vererek kendisini
kocasından boşattırması meselesinde özetle şu ihtimaller vardır:
a- Böyle bir
şeyi yapmakta sadece kadın günahkâr olabilir. Bu da karının, kocasının
kötülüğünden değil sırf başka erkekle evlenebilmek için kocasına mal verip
kendisini boşattırması durumunda söz konusu olur.
b- Sadece
koca günahkâr olur. Bu da kocanın, sırf bedel almak için karısına kötü
davranması ve karısını bezdirerek bedel alıp boşaması durumunda söz
konusudur.
c- Hem karı
hem de koca günahkâr olur. Bu da kocanın bir bedel alıp boşamak için karısına
kötü davranması, karısının da bir bedel vermeden kocasının bu kötülüğünü
önleyebileceğini bildiği halde bedel verip kendisini kocasından boşattırması
halinde ve benzeri hallerde söz konusudur.
d- Böyle bir
boşamadan dolayı ne karıya ne de kocaya günah vardır. Bu durum da şu halde söz
konusudur: Kan ve kocadan her biri, birbirlerine karşı olan haklarını yerine
getirmeyerek Allah tealanm koyduğu sının aşacaklarından korkacak olmaları
durumunda söz konusudur.
Taberi diyor ki:
"Müfesirler, kadının boşanması için ne kadar bedel verdiği zaman kadın ve
erkekten her birine güah terettüp etmeyeceği hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir:
a- Rebi' b.
Enes, Amr b. Şuayb, Atâ b. Ebi Rebah, Zühri, Âmir eş-Şa'bi, Hz. Ali, Hakem,
Hasan-ı Basri, Said b. el-Müseyyeb, Tâvûs ve Zühriye göre kocasından kendisini
boşattırmak isteyen kadının, boşama karşılığında vereceği bedel, erkeğin ona
verdiği mehirden fazla olamaz. Bunlar görüşlerine delil olarak, âyet-i
kerimede zikredilen "Kadınlara yediğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri
almanız size helal değildir. ifadesini zikretmişlerdir. Zira bu ifade, erkeğin,
kadının rızası olmaksızın verdiği mehiri geri alıp onu boşamasının haram
olduğunu beyan etmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, kadının, rızası ile boşanmayı
istemesi halinde vereceği bedel, bu ifadede geçen bedeldir. O da evlenirken erkekten
aldığı mehir miktarıdır. Erkeğin bu miktardan fazla alması helal değildir. Bu
görüşte olan müfessirler ikinci bir delil olarak Sabit b. Kays'ın daha önce
nakledilen kıssasını zikretmişlerdir. Bu kıssada Resulullah Sabitin hanımına,
evlenirken Sabitten aklığı bahçeyi tekrar geri vermesini emretmiştir.
b- Hz. Ömer,
oğlu Abdurrahman, Kubeyse b. Zü'eyb, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve
Mücahide göre, bir bedel karşılığında karısını boşayan
koca, karısının malından az veya çok
miktarda almakta serbesttir. Evlenirken ona verdiği mehirden daha fazlasını almasında
bir mahzur yoktur. Zira âyet-i kerime, kadının vereceği boşanma bedelinin
miktarını belli bir ölçü ile sınırlamamış, genel olarak bırakmıştır.
Âyetin genel hükmünü
kayıtlayan ikna edici bir delil bulunmadıkça âyetin genel hükmü geçerlidir.
Semtire'nin azadlı
kölesi Kesir, bu konuyla ilgili olarak şunu zikretmiştir. Ömere, kocasına itaat
etmeyen bir kadın getirildi. Ömer o kadının, içinde çokça çöp bulunan bir eve
üç gün hapsedilmesini emretti. Sonra kadını çağırdı ve ona: "Burayı nasıl
buldun?" diye sordu. Kadın: "Ben kocamın yanında bulunduğum müddetçe
hiçbir rahatlık hissetmedim. Ancak burada hapsettiğin gecelerde rahatlık
hissettim." dedi. Bunun üzerine Ömer, kadının kocasına "Küpesini
alarak ta olsa sen bu kadını bedel karşılığında boşa." dedi.
Nâfi de bu konuda şunu
zikretmiştir: "Safıyenin azadlı cariyesi, elbisesi dışında bütün mallarını
verip kendisini kocasından boşattırdı. Ve Ömerin oğlu Abdullah bunu ayıplamadı.
Kubeyse b. Züeyb de
"Kadının boşanması için bir bedel vermesinde her ikisine de bir günah
yoktur." âyetini okuyarak erkeğin kadına verdiği mehirden daha fazlasını
almasının bir mahzuru olmayacağını söylemiştir.
c- Bekr b.
Abdullaha göre ise kadının bedel vererek kendisini kocasından
boşattırabileceğini beyan eden bu âyet-i kerime, Nisa suresinin şu âyet-i
kelimesiyle neshedihniştir. "Bir eşi bırakıp ta yerine başka bir eş almak
istediğiniz zaman onlardan birine (bıraktığınıza) pek çok mal verseniz dahi
ondan bir şey geri almayın. [60]
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olmaya daha layık olanı şöyle diyen görüştür:
"Şayet erkek ve kadından her birinin, Allanın koyduğu sınırlara riayet
«demeyeceklerinden korkulur ise kadının, sahip olduğu' az veya çok malını
verefek kendisini boşattırmasında kadın ve erkek için bir mahzur yoktur. Yeter
ki kadının verdiği mal, müslümanlann mâlik olabilecekleri bir mal cinsinden olsun.
Bu malın, kadının bütün mülkünü kapsaması da mümkündür. Zira üyet-i kerime,
boşanma bedelini mutlak olarak zikretmiştir.
Bu âyet-i kerimenin
mensuh olduğunu söyleyen görüş, mânâsız bir görüştür. Zira sahabiler, tabiiler
ve ondan sonra gelen âlimler, boşanmaya karşılık kadından mal alınmasının caiz
olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Nisa suresinde zikredilen âyette, kadın
tarafından herhangi bir geçimsizlik söz konusu olmaksızın, kocanın sırf bir
kadını bırakıp diğerini alması meselesi zikredilmektedir. Böyle bir durumda
koca, bıraktığı karısından bir şey alamaz. Orada zikredilen mesele, bir muhalaa
değildir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "İşte Allanın koyduğu hudutlar bunlardır. Bunları aşmayın. Kim,
Allanın koyduğu hudutları aşarsa işte zalimler onlardır." buyunılmaktadir.
Burada zikredilen "Bunlar" İfadesinden maksat putperest olan müşrik
kadınlarla evlenmek, müşrik bir erkekle müslüman bir kadını evlendirmek, kadınlara
adetli iken yaklaşmak vb. hususlardır. All-ah teala bunların yasak olduğunu
bildirmiş ve hudutlarını koymuştur. Bunları yapanlar, Allanın koyduğu sınırlan
aşan zalim kimselerdir. Bu hususta daha geniş bilgi için şu kaynaklara
bakıııız. [61]
230- Eğer erkek
bu iki boşamadan sonra kadını bir daha bnşarsa, kadın başka bir erkekle
evlcnmcdikçe kendisine helal olmaz. Eğer ikinci koca kadını boşarsa ve onlar da
(birinci kocası ve kadın) Allanın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat
getirirlerse tekrar nikahla birbirlerine dönmelerinde her ikisine de bir günah
yoktur. İşte bu, Allanın hudutlarıdır. Onu, bilen bir kavim için açıklıyor.
Eğer erkek, kadını
üçüncü defa boşarsa kadın başka bir erkekle evlenip onunla gerdeğe girmedikçe
ilk kocası onunla tekrar evlenemez. Kadının evlendiği ikinci kocası da onu
boşar yahut ölürse, kadınla eski kocası. Allanın emirlerini yerine
getireceklerine ve güzel bir şekilde yaşayacaklarına inanırlarsa, kadının,
eski kocasıyla yeniden nikahlanarak evlenmesinde bir günah yoktur. İşte bunlar,
Allanın hükümleri ve emirleridir. Allah bunları, kendisinin adaletini bilen ve
âyetlerini tasdik eden bir kavim için açıklıyor.
Müfessirler, âyet-i
kerimenin "Eğer erkek bu iki boşamadan sonra kadını bir daha boşarsa kadın
başka bir erkekle cvlennıedikçc kendisine helal olmaz." bölümünü iki
şekilde izah etmişlerdir:
a- Katade,
Abdullah b. Abbas, Dehlıak ve Süddiye göre âyet-i kerimenin bu bolümü kişinin,
kansını üçüncü talakla boşamasını ve böyle bir boşamayı yaptığı takdirde artık
o karasının başka bir erkekle evlenip ayrılmadıkça onunla evlenemeyeceğini
ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivayet
edilmiştir. "Allah, talakı üç adet kılmıştır. Eğer bir koca karısını tek
bir talakla boşayacak oıursa kadının İddeti bitmedikçe ona dönmeye kocası daha
layıktır. Kadının iddeti üç kere âdet görmesidir. Şayet kadın, kocası kendisine
dönmeden önce iddetini bitirecek olursa, kocasından bir talak-ı bâin ile boş
olur ve kendisi hakkında karar venneye kendisi daha layık olur. Kocası ise
onunla evlenmek i steyen taliplerden biri durumuna düşer. Bir erkek hanımını
boşamak istediğinde Onun âdet gömıesini bekler. Kadın, âdetinden temizlenince
erkek onu, âdil olUn iki şahit huzurunda bir talak ile boşar. Şayet tekrar ona
dönmek isterse iddeti içinde ona döner. İddeti bitinceye kadar ona dönmeyecek
olursa kadın ondan bir talak-ı bâin ile boş olur. Erkek bundan sonra kan-sına
döner ve bir kere daha boşamak isterse âdetinden temizlenmesini bekler ve onu
bir talak ile daha boşar. Bu durumda kadın ona sadece bir talak ile bağh kalmış
olur. Erkek karcına döndükten sonra onu bir kere daha boşamak isterse yine
adetinden temizlenmiş olarak ^şar. Böylece kadın ondan üç talakla boşanmış
olur. işte Allah teala böyle bir erkek için "Kadın başka bir erkekle
evlenmedikçe kendisine helal olmaz;- buyurmuştur.
b- Mücahide
göre }se âyetin bu bölümünden maksat, iki talaktan sonra kansını serbest
bırakan erkeğin ve serbest bırakılan kadınlar hakkındaki hükümleri beyan
etmektir. Ayetin bu bölümü, üçüncü bir talak halini beyan etmek için
zıkredilmemıştir. Zira daha önce Resulullahtan rivayet edildiği gibi, erkeğin
iki talaktan sonra kansına dönmeyip onu serbest bıraktığını bildirmesi üçüncü
bir talaktır. Bu itibarla bu âyetteki" boşamayı üçüncü talaka yorumlamaya
gerek yoktur. Fakat bu ayet, üç talakla boşanmış olan kadının, eski kocasına
tekrar nasıl dönebileceğini beyan etmek için zikredilmiştir.
Taben, Resulmıanm
hadisini delil göstererek Mücahidden nakledilen bu son görüşü tercih etmiş vebu
âyetin, üçüncü talakı değil üç talakla boşanan kadının hükmünü beyan ettiğini
zikretmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Başka bir erkekle evlenmedikçe" diye tercüme edilen ifadesinin fiili
Arapçada hem "Nikahlanmak" hem de "Cinsi münasebette bulunmak"
mânâlarına gelmektedir. Bu nedenle Taben diyor ki; "Eğer denilecek olursa
ki "Âyet-i kerimede zikredilen "Başka bir erkekle evlenmedikçe'1
ifadesinden maksat evlilik akdi yapmak mıdır.11 Yoksa cinsi münasebette
bulunmak mıdır? Cevaben denilir ki: "Her ikisidir," Yanı kocasından
üç talak ile boşanmış olan kadın başka bİT erkekle sadece nikah akdi yapıp
zifafa girmeden boşanacak olursa birinci kocasına helal olmaz. Aişe, Ebu
Hureyre, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b.
Ömerin rivayet ettiklerine göre Rifae
el-Kurezi, bir kadınla evlenip sonra onu boşamiş kadın da gidip başka biriyle
evlenmiştir. Daha sonra kadın, Resulullaha gelerek yeni evlendiği kocasının
yanındakinin, elbise saçağı gibi (yumuşak) olduğunu söylemiştir. Resulullah da
ona:
"Hayır, o senin
balcağizından sen de onun balcağizından (atmadıkça birinci kocana
dönemezsin." Buyurmuştur.
Görülüyor ki erkek,
karısını üç talak ile boşadıktan sonra kadın, başka bir erkekle sahih bir nikah
yaparak onunla gerdeğe girip ve tekrar ondan boşanma-dıkça ilk kocasıyla
evlenmesi caiz değildir. Hz. Aişe (r.anh) diğer bir rivayette de diyor ki:
"Rifae
el-Kurezi'nin karısı, Resuluîlaha geldi ve: "Ey Allanın Resulü, ben,
Abdurrahman b. Zübeyr el-Kurezi ile evlendim. Onun yanındakini elbise saçağı
gibi (yumuşak) buldum." dedi. Bunun üzerine Resulullah: "Belki de
sen, tekrar Rifacye dönmek istiyorsun? Hayır o, (Abdurrahman) senin
balcağızından sen de onun baicağızından tatmadıkça Rifae'yc dönemezsin"
buyur-du. [62]
Hz. Aişe diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) "Baicağızından maksat, cinsi münasebette
bulunmaktır." buyurdu
Diğer yandan üç talak
ile boşanmış olan kadın, zina ederek başka bir erkekte cinsi münasebette
bulunmuş olsa bu onun, birinci kocasına dönmesini helal yapmaz. Bu hususta
görüş birliği vardır. Ancak üç talak ile boşanmış olan bir kadını, tekrar onu
boşayan kocaya döndürmek için ikinci bir erkekle evlendirirken onu boşamasını
şart koşmanın, yani "Hülle"nin caiz olup olmadığı hususu âlimler
arasında tartışmalıdır:
İmam Şafii, İmam Mâlik
ve İmam Ahmed b. Hanbele göre böyle bir evlilik bâtıldır. Bunlar bu
görüşlerine delil olarak şu hadisleri zikretmişlerdir.
Hz. Ali (r.a.) diyor
ki:
"Rcsi'.luilah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah, hülleyi yapan erkeğe de yaptıran erkeğe de
lanet eder. [63]'Tirmizi bu hadisi aynı
zamanda. Abdullah b. Mes'ud, Ebu Hureyre, Ukbe b. Âmir ve Abdullah b. Abbasın
da rivayet ettiklerini kaydetmektedir.
Ukbe b. Âmir diyor ki:
"Resıılullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ben sizlere, emanet alınan tekenin kim olduğunu
haber vereyim mi?" Sahabiler: "Evet ey Allanın Resulü." dediler.
Resıılullah: "O, hülle yapandır. (Yani boşamak şartıyla evlenen ikinci
kocadır) Allah, hülleyi yapan erkeğe de yaptıran erkeğe de İane! eder." buyurdu. [64]
Ebu Hanifeye göre ise
böyle bir nikahı yapmak hem hülleyi yaptıran birinci koca için hem de onu
yapan ikinci koca iyin mekruhtur. Bu konuda rivayet edilen yukarıdaki hadis-i
şerif bu hususu açıklamaktadır. Ebu Hanifeye göremekruh olmakla birlikte böyle
bir nikahın sahih oluşunun sebebi, âyette geçen: "Kadın başka bir koca ile
cvlenmcdikçc" ifadesinin genel bir mânâ taşıyarak nikahın hülle yoluyla
yapılıp yapılmamasının ayırımına gitmemesidir.
[65]
231-
Kadınları boyadığınızda iddctlcrini tamamlayınca ya onları iyilikle tutun ya
da iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz etmek İçin onlara zarar verecek şekilde
tutmayın. Kim böyle yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Alla-hın âyetlerini alay
konusu yapmayın. Allanın, üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği kitap ve
hikmeti hatırlayın. Allah bununla size öğüt verir. Allah-tan korkun ve bilin ki
Allah her şeyi çok iyi bilendir.
Kadınlarınızı
boşadığınızda, Allanın kendileri için tayin etmiş olduğu temizlenme sürelerini
yahut aylanın tamamlayınca onları ya örfe göre bakımlarını temin etmek ve
kendileriyle iyi geçinmek üzere tutun yahut da mehillerini, nafakalarını ve
diğer haklanın vererek bırakın. İddet süresini uzatarak yahut onlara
verdiğiniz bazı şeyleri geri alarak onlara zarar vermek için tutmayın. Bu takdirde
AH ahin koymuş olduğu sınırları aşmış olursunuz. Kim kadına sırf zarar vennek
için, boşadiktaıı sonra tekrar ona dönerse günahkâr olur, cezayı hak eder ve
böylece kendisine zulmetmiş olur. Allahın indirdiği âyetleriyle alay etmeyin,
onları eğlenceye almayın. İslam dini sebebiyle Allahın üzerinizde olan nimetini,
size indirmiş olduğu Kur'anı ve Peygamberin size getirmiş olduğu sünnetleri hatırlayın.
Allah size, indirdiği bu Kur'anla Öğüt verir. Allahın emirlerini tutup yasaklarından
kaçınarak ondan korkun ve bilin ki Allah, hayır, şer, gizli ve açık bütün
amellerinizi çok iyi bilendir. O, iyiliğinize karşı sevap, kötülüğünüze karşı
da ceza verecektir.
İbn-i Abbas diyor ki:
"Kişi karısını boşar sonra iddetini tamamlamadan ona döner sonra tekrar
boşar ve bunu da o. kadına zarar vennek ve başkasıyla
evlenmesine engel olmak için yapardı.
İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu.
Mesruk, Hasan-ı Basri,
Zühri, Katade, Sevr b. Zeyd, pehhak, Abdülaziz ve Atiyye de âyet-i kerimenin
nüzul sebebi olarak Abdullah b. Abbasın zikrettiği hususu söylemişlerdir.
Kadını engelleyici ve zarar verici bu boşama şekline
denilmektedir. Mücahid talak-ı dırarı
izah ederken şöyle demiştir:
"Kişi hanımını
boşar ve onun iddetinin son gününde ona döner. Öyle ki karısına zara vernıek
için onu dokuz ay böyle tutar."
Rebi1 b. Enes de bu
âyetin izahında şöyle demiştir: "Önceleri erkek karısını bir talakla
boşuyor ve onu serbest bırakıyordu. Kadının iddetinin dolması yaklaşınca da ona
dönüyor, bir müddet sonra tekrar boşuyordu. Yine iddetinin dolması yaklaşınca,
kadına ihtiyacı okluğu için değil sırf ona zarar vermek için tekrar ona
dönüyordu. İşte Allah teala bunu yasakladı ve buyurdu ki: "Kim böyle
yaparsa nefsine zulmetmiş olur."
Süddi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime Ensardan Sabit b. Beşşar adında bir kişi hakkında nazil
olmuştur. Bu adam hanımını boşamıştı. İddetinin bitimine iki veya üç gün
kalarak ona tekrar döndü. Sonra tekrar onu boşadı. Adam kadına zarar vernıek
için bu durumu dokuz ay devam ettirdi. İşte bunun üzerine Allah teala:
"Haklarına tecavüz etmek için onlara zarar verecek şekilde tutmayın."
âyetini indirdi.
Âyeti kerimede
"Allahın âyetlerini alay konusu yapmayın." buyurulmaktadır. Yani
Allanın koyduğu sınırlarla, helalleri haramları, emirleri ve yasaklan arasına
koyduğu hudutlarla alay etmeyin. Çünkü Allah sizlere kitabının âyetlerinde
hangi tür boşamalarda tekrar hanımlarınıza dönebileceğinizi ve hangi tür
boşamalarda dönemeyeceğinizi beyan etmiştir.
Hasan-ı Basri diyor
ki: "Resulullah dönminde öyle insanlar vardı ki, kişi hanımını boşuyor
veya kölesini azad ediyordu. Ona "Sen ne yapıyorsun?" denilince de
"Ben ancak şaka yaptım, eğlendim." diyordu. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Kim şakadan karısını boşayacak olursa veya kölesini
azad edecek olursa bu davranışı onun aleyhine olmak üzere geçerlidir."
Hasan-ı Basri âyetin bu bölümünün bu gibi insanlar için nazil olduğunu söylemiştir.
Ebu Musa el-Eş'ari
diyor ki: "Bir zaman Resulullah, Eş'ari kabilesi mensuplarına kızdı.
Bunun üzerine Ebu Musa ona gelerek: "Ey Allahın Resulü, sen Eş'arilere
kızmışsın." dedi. Resulullah da "Sizden biriniz "Boşadım, tekrar
döndüm" diyor. Bu, müslümanlann boşama şekli değildir. Siz kadınları,
itidalleri gelince boşayin." buyurdu.
Âyeti kerimede
"Allahın, üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği kitap ve hikmeti
hatırlayın." Duyurulmaktadır. Burada zikredilen "Nimet'.'ten
maksat, İslam dini ve Allahın bu ümmete,
özellikle verdiği diğer nimetlerdir. Bunları anmak ise Allaha emirlerinde itaat
edip yasaklanndan kaçınarak şükretmekle olur. Buradaki "Kitap"tan
maksat, Kur'an-ı Kerim "Hikmef'ten maksat ise Resulullahm sünnetidir.
"Hikmet" kelimesinin ne gibi mânâlara geldiği "Size kitap ve
hikmeti öğreten[66] âyetinin izahında
zikredilmiştir. [67]
232-
Kadınları boşadiğınızda, iddctlcrini tamamlayınca ve karı koca aralarında
iyilikle anlaşmışlarsa, kadınları, kocalarıyla tekrar nikahlan-maktan men
etmeyin. Bununla sizden Allaha ve âhiret gününe iman eden kimseye nasihat
ediliyor. Bunlar sizin için daha faydalı ve daha temizdir. Allah bilir siz ise
bilemezsiniz.
Kadınları boşadığmızda
ve iddet süreleri de dolunca, kadınlar ve kocaları, aralarında anlaşmışlarsa
ve kadın, yeni bir nikah ile kocasına dönmek istiyorsa, artık kocalarına dönüp
yeniden onlarla nikahlanmalanna engel olmayın. Allah bununla sizden, Allahı
tasdik eden, onun rablığını kabul eden, öldükten sonra dirilmeye ve hesaba
çekilmeye iman edenlere nasihat ediyor. Kocaların, kadınlarını, tekrar mehir
vererek nikahlamaları daha güzel ve Allah yanında daha hayırlıdır. Sizin ve
kadınlarınızın kalbindeki şüpheyi gidennek bakımından da daha temizdir. Çünkü
eşler arasında hâlâ bir sevgi bağı bulunduğu halde tekrar evlenmezlerse bu
sevginin, onlan helal yoldan saptırıp harama düşürmesinden korkulur. Allah,
sizlerin, birbirinize karşı bilemediğiniz gizlilikleri ve bütün kapalı
hususları bilir.
Allah teala,
kadınların velilerine, onlnn evlenmelerine mâni olmalarını yasakladı. Çünkü
Allah teala, evlenme teklifinde bulunan erkek ile evlenmesi istenen kadının
kalblerindeki sevgiyi, birbirlerine karşı olan meyillerini bilmektedir.
Veliler ise bunu bilmemektedirler.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin, kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli izahlarda
bulunmuşlardır.
a- Hasan-ı
Basri, Katade, Bekr b. Abdullah el-Müceni, Mücahid, İkrime
ve Ebu İshak el-Hemedaniye göre bu ûyet-i
kerime, Ma'kil b. Yeşnr hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Hasan-ı Basri diyor
ki:
"Ma'kıl b. Yesar,
Resulullahın zamanında, kızkardeşini müsKim ani ardan bir erkekle evlendirmiş,
kızkardeşi kocasıyla belli bir süre yaşadıktan sonra kocası onu bir talak ile
boşamış, iddeti bitinceye kadar onu tekrar almamıştır. Fakat adamın kadında
kadının da adamda gözü varmış. Adam Ma'kıle gelerek kız-kardeşini diğer
dünürler gibi ondan istemiş Ma'kıl de ona "Behey âdi adanı, ben onu
seninle evlendirerek sana ikramda bulundum sen ise onu boşadin. Vallahi o sana
asla dönmeyecektir." demiştir. Allah teala o erkeğin hanıma, hanımın da
ona arzu ve ihtiyaç duyduklarını bildiği için bu âyeti indirmiş ve
"Kadınları, tekrar kocalarıyla evlenmekten men etmeyin." buyurmuştur.
Ma'kıl bu âyeti duyunca; "Başüstüne rabbim, işittim ve itaat ettim."
demiş. Sonra da o adamı çağırarak: "Bunu seninle evlendiriyorum ve sana
ikramda bulunuyorum." de-miştir. [68]
b- Süddi ise
bu âyet-i kerimenin, Cabir b. Abdullah el-Ensari ile amcasının kızı hakkında
nâzi! olduğunu söylemiştir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Cabir b. Abdullah
el-Ensarinin amcasının bir kızı bulunuyordu. Onu kocası bir talakla boşadı.
Kadın iddet bekledi ve iddeti bitti. Sonra kocası gelip karısını tekrar geri
almak istedi. Bunun üzerine Cabir, "Amcamızın kızını boşadin. Şimdi de
onunla tekrar evlenmek mi istiyorsun?" dedi. Cabirin amcasının kızı ise
kocasıyla tekrar evlenmek
istiyordu. İşte bu âyet-i kerime onun hakkında nazil oldu."
c- Abdullah
b. Abbas, Mesruk, İbrahim en-Nehai, İbn-i Şihab ez-Zühri ve Dehhaka göre ise bu
âyet-i kerime, karısını bir veya iki talakla boşayıp ta iddeti bittikten sonra
tekrar onunla evlenmek isteyen kocası ile böyle bir evliliği isteyen ve fakat
velisi tarafından engellenen kadın hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. İşte
Allah teala böyle bir engellemeyi yasaklamıştır.
Taberi diyor ki: Bu
âyetin izahında doğru olan görüş şudur: Allah teala bu âyet-i kerimeyi,
kocalarından boşanarak iddetlerini bitirip onlardan ayrılan fakat üç talakla
boşanmadıklan için tekrar kocalarına dönebilen, kocalarıyla yeniden
kendileriyle evlenilmek istenen ve kendilerinin de kocalarıyla evlenmek
istedikleri ancak velileri tarafından evlenmelerine engel olunan kadınlar
hakkında indirmiş ve böyle bir engeli yasaklamıştır. Bu âyetin, Ma'kıl b.
Yesar ve kızkardeşi hakkında nazil olması da muhtemeldir. Cabir b. Abdullah ve
amcasının kızı hakkında da. Durum ne olursa olsun âyet-i kerime zikrettiğimiz
mânâyı ihtiva etmektedir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Nikahlanmaktan men etmeyin" diye tercüme edilen ifadesinin
asıl mânâsı "Onları sıkıştırmayın'1 demektir. Yani kanların yeni bir
nikahla eski kocalarına dönmelerini istemeleri hallerinde sizler onların
evlenmelerine engel olarak onları sıkıştırmayın, zorluğa düşürmeyin."
demektir.
Âyet-i Kerimede,
"Kan koaca, aralarında iyilikle anlaşmışlarsa" buyunıl-maktadır.
Yani, kan ve koca, aralarında yeni bir nikah ve yeni bir mehirle anlaşmalarsa"
demektir.
Taberi diyor ki:
"Asabeden bir velisi bulunmaksızın kadının nikahı sahih olmaz." diyen
görüşe bu âyette açık bir delil vardır. Zira bu âyette, kadının velisinin,
kadının evlenmesine engel olması yasaklanmaktadır. Şayet kadının evlenmesinde
velinin yetkisi olmasaydı böyle bir yasaklama söz konusu olmazdı. [69]
233- Anneler
çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu hüküm, emzirmenin tamamlanmasını
isteyen içindir. Annelerin yiyecek ve giyeceği, örfe göre çocuğun babasına
aittir. Herkes ancak gücünün yettiği ile mesul tutulur. Ne anne çocuğu yüzünden
ne de çocuk kendisine ait olan baba, çocuğu yüzünden zarara uğratılsın.
Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da geçer. Eğer kan koca aralarında
İstişare ederek kendi istekleriyle çocuğu sütten erken keserlerse onlar için
bir günah yoktur. Çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, anlaştığınız
ücreti iyilikle verdiğiniz takdirde sizin için bir günah yoktur. Allahtan
korkun ve bilin ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Eğer kadınlar
boşanmışlarsa ve emzirme çağında çocuklun da varsa,bun-lar çocuklarını tam
olarak iki yıl emzirirler. Yani çocuklarını emzinneye başkalarından daha
ziyade anneleri layıktır. Bu hüküm, babalar ve anaların, çocuğun tam olarak iki
yıl emzirilmesi hususunda anlaşmaları halinde söz konusudur. Çocuğu emziren
ananın yiyecek ve giyeceği, gücü ölçüsünde, emzirilen küçük çocuğun babasına
aittir. Herkes ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutulur. Kimseye gücünün
yetmediği yük yüklenmez. Anne çocuğu emzirmeye razı olduğu takdirde babası
çocuğu ondan ayırarak anneye zarar veremez. Baba da çocuğu yüzünden zarara
uğratılmaz. Yani anne de emzirebikliği halde çocuğu emzirme-yip babasının
üzerine atarak babaya zarar veremez. Çocuğun malı yoksa onun emzirme ücreti ve
diğer nafakası çocuğun mirasçılarına yani velilerine aittir. Eğer çocuğun
babası ve annesi anlaşarak çocuğun yararına olmak üzere, tam iki sene dolmadan
onu sütten kesmek isterlerse bu takdirde onlara bir günah yoktur. Ey babalar,
çocukları anneleri emzirmek istemezler de onları annelerinden başka kadınlara
emzirtmek isterseniz, Allanın, emzirenler için üzerinize farz kıldığı
haklarını, emziren kendi annelerine veya süt annelere, zulmetmeden, eksiksiz
olarak verdiğiniz takdirde sizin için bir güçlük ve günah yoktur. Allahtan
korkun ve koyduğu hudutları aşmaktan sakının. Yoksa cezasını hak edersiniz.
Bilin ki Allah, sizi devamlı kontrol altında tutar ve işlerinizden hiçbir şey
ona gizli kalmaz.
* Kocasından boşanmış
olan anne, iki yıl içinde çocuğu emzirmeye başkalarından daha layıktır. Anne
bu süre içinde çocuğu eer-i misil ile emzirmeyi kabul ettiği takdirde baba
çocuğu başka bir kadına emzirtmez. Çünkü annenin sütü çocuk için daha faydalı
ve annenin çocuğa şefkati başkalarından daha fazladır. Diğer yandan çocuğu
emzirme durumunda bulunan bir annenin, sadece babaya zarar vermek için çocuğu
emzirmekten kaçınması caiz değildir. Çünkü bu davranışın kurbanı, masum olan çocuktur. Ancak
çocuğun babası emzirme ücretini verecek kadar zengin ise anne çocuğu emzirme
mecburiyetinde değildir. Bu hususta başka bir âyet-i kerimede şöyle
Duyurulmaktadır: "Boşanmış kadınlar eğer çocuklarınızı emzirirlerse
ücretlerini verin. Meselelerinizi aranızda güzellikle halledin. Eğer
hallcdcmczscniz çocuğu, babası hesabına başka bir kadın emzirecektir." [70]
Süddi ve Dehhaka göre,
âyet-i kerimede zikredilen: ı!Anneler"den maksat, kocalarından talak-ı bâin
ile boşanmış ve kendilerini boşayan kocalarından emzirme çağında çocukları
bulunan annelerdir.
Âyet-i kerimede,
annelerin çocuklarını tam iki yıl emzirecekleri ifade edilmektedir. Bu
ifadeden, annelerin, çocuklarını emzirme mecburiyetinde oldukları anlaşılmaktadır.
Bu ifadede, annelerin çocuklarını emzirmede öncelik haklarına sahib oldukları
belirtilmektedir. Zira başka bir âyette de: "İddct bekleyen kadınlar eğer
çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin. Meselelerinize aranızda
güzellikle halledin. Eğer hallcdcmczscniz çocuğu babası hesabına başka bir
kadın emzirecektir. [71] Duyurulmaktadır.
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede, annenin çocuğu emziremeyeceği ihtimali de
zikredilmiştir.
Âyet-i kerimede,
annelerin çocuklarını iki yıl emzirecekleri beyan edilirken "İki
yıl" ifadesi, "Tam" anlamına gelen kelimesiyle pekiştirilmiştir.
Bunun sebebi, Arapçada bir yıldan fazla olan süreler için "İki yıl"
ifadesinin kullanılmasıdır. "İki yıl"ın eksiksiz olduğunu belirtmek
için kelimesi kullanılmıştır.
Müfessirler, iki yıl
emzirmenin, doğan her çocuk için mi yoksa özellikle belli süreler içerisinde
doğan çocuklar için mi geçerli olduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, îkrime ve Hz. Osmandan nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen
iki yıl emzirme süresi, annelerinden erken doğan çocuklar için söz konusudur.
Abdullah b. Abbas: "Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi
müddeti otuz aydır. [72] âyetini gözönünde
bulundurarak, çocuğun, anne kanımda kalma süresine göre emzirme süresinin tayin
edileceğini ve her ikisinin otuz ayı aşmayacağını söylemiştir. Bu itibarla
Abdullah b. Ab-basa göre altı aylık iken doğan çocuk tam iki yıl emzirilir.
Yedi aylık iken doğan çocuk yirmi üç ay emzirilir. Dokuz aylık çocuk ise yirmi
bir ay emzirilir.
Ebu Ubeyde bu hususta
diyor ki: "Altı aylık hamile iken doğum yapan bir kadın Hz. Osmana şikayet
edildi. O da "Bu kadın şikayet edildi, kanaatime
göre bu, şer bir iş yaptı. Altı ;ıy
içinde doğum yaptı." dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas: "Emzirme
süresi tam olarak alındıktan sonra hamilelik süresi altı ay kalır." dedi
ve "Onun, annesinin karnında kalması ve memeden kesilme süresi otuz aydır[73]
âyetini okudu. Emzirme süresi tamamlanacak olursa hamilelik süresi altı ay
olur." dedi. Bunun üzerine Iiz. Osman kadını ser best bıraktı.
b- Ali b.
Ebi Talhanın, Abdullah b. Abbastan rivayetine, Ata'ya ve Sevri-ye göre buradaki
"İki yıllık emzirme süresi" anne ile babanın emzirilme süresi
üzerinde anlaşamadıkları her çocuk için geçerli olduğunu söylemişlerdir. Çocuğun
erken veya geç doğması farksızdır. Bu hususta Sevri diyor ki: "Baba ile anne,
çocuğun emzirilmesi süresinde ittifak edecek olurlarsa iki yıldan az bir süre
için emzirilmesine karar verebilirler. Şayet emzirme süresi hususunda ittifak edemezlerse,
mesela baba iki yıldan daha az bir süre ister veya anne bunu ister fakat baba
istemeyecek olursa bu takdirde, çocuğun iki yıl emzirilmesi gerekir.
c- Abdullah
b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Alkame ve Şa'bî'ye göre bu
âyette emzirme süresinin iki yıl olarak zikredilmesinin sebebi, süt emzirmenin
ne zaman sona ereceğini belirtmektir. Bunlara göre süt emme ile ilgili olan
hükümler, çocuğun iki yaşının dolmasına kadar emmesi halinde geçerlidir. İki
yıldan sonra emerse süt emmiş sayılmaz. [74]
d- Katade ve
Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin "Anneler
çocuklarım tam iki yıl emzirirler." bölümü, annelerin çocuklarını iki yıl
emzirmelerini farz kılmıştı. Sonra Allah teala bunu hafifleterek "Bu
hüküm, emzirmenin tamamlanmasını İsteyen içindir." hükmünü indirdi.
Böylece anne ile babayı, iki yıl emzirme süresini tamamlayıp tamamiamamakta
serbest bıraktı. Onlar dilerlerse çocuğu iki yıl emzirirler dilerlerse çocuğun
faydasını düşünerek sütten daha erken keserler.
Taberi diyor ki:
"Âyetin "Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler." bölümünün
izahındaki görüşlerden tercihe şayan olan görüş, ikinci ve üçüncü görüşlerdir.
Bu da özetle şudur: "Âyet-i kerime, çocuğun emzirilme süresinde ihtilaf
eden anne ve babaya, çocuğun emzirilme süresini bildirmektedir. Ayrıca.âyet,
süt emzirme hükümlerinin, iki yaşına kadar emen çocuk için geçerli olduğunu,
ondan sonra emen çocuk için geçerli olmadığını beyan etmektedir.
Taberi bu görüşü
tercih ediş sebebi olarak, özetle şunları söylemektedir: "Allah teala bu
âyette, emzirmeye bir sınır koymuştur. Elbette ki Allanın koyduğu sınırın
içinde bulunanla bulunmayan aynı hükme tabi değildir. Aksi halde, sınır
koymanın bir anlamı olmaz. Allah teala, emzirmeye iki yıl süre koyduğuna göre
elbetteki bu sürenin dışındaki emzirmeler herhangi bir hüküm ifadeletmezler.
Diğer yandan, âyet-i kerimede "Çocuklar" kelimesi, umumi olarak ifade
edilmiştir. Bunlan, belli aylarda doğan çocuklara tahsis etmeye dair hiçbir
delil olmadığından, tahsis edildiğini söylemek isabetli değildir.
Âyet-i kerimede
"Annelerin yiyecek ve giyeceği örfe göre çocuğun babasına aittir."
Duyurulmaktadır. Burada zikredilen "Örfe göre" ifadesinden maksat,
çocuğu emziren annenin benzeri olan annelere yedirilen ve giydirilenlerdir. Allah
teala, kullarının imkânlar bakımından birbirlerinden farklı olacaklarını
bildiği için böyle emretmiştir. Nitekim başka bir âyet-i kerimede: "Varlıklı
kimse, nafakasını varlığı ölçüsünde versin. Rızkı darlan da, Allanın kendisine
verdiği kadarıyla versin. [75] bu yutulmaktadır.
Âyet-i kerimede:
"Herkes ancak gücünün yettiği ile mcs'ul tutulur."
Doyurulmaktadır. Yani
erkekler, boşamış oldukları hanımlarının çocuklarını emzirmeleri durumunda,
ancak güçlerinin yettiği ölçüde onlara ücret vermekle yükümlüdürler.
"Güc
yetirme" diye tercüme edilen kelimesi hakkında Taberi diyor ki:
"Bunun asıl mânâsı, kişinin zorlanmadan güç yetirmesi" demektir. Kişinin,
zorlanarak güç yetirmesine ise denir.
Âyet-i kerimede:
"Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuk kendisinin olan baba, çocuğu yüzünden
zarara uğratılsın," buyurulmaktadır. Süt emzirerek olan annenin, babayı
sıkıntıya sokması çocuğu emzirmekten çekinmesiyle olur. Babanın anneye zarar
vermesi ise, onun Çocuğu emzirmesine engel olarak üzüntüye düşürmesiyle olur.
Âyet-i kerime, babaya, çocuğunu emzirme süresinde, annesinden ayırmamasını,
anneyi de emzirme süresinde çocuğu reddetmemesini istemektedir. Bu âyette
zikredilen "Anne"den maksat, Mücahid, Katade, Hasan-ı Basıi, Dehhak,
Süddi, Zühri, Süfyan es-Sevri, İbn-i Zeyd ve Ataya göre, çocuğu doğuran
kadındır. İkrimeye göre ise, çocuğu emziren süt annesidir.
Taberi âyet-i
kerimenin izahında diyor ki: "Madem ki Allah teala, çocukları yüzünden
anne ve babanın her birinin diğerine zarar vermesini yasaklamıştır. 0 halde
hakimin çocuk hususunda şu şekilde karar verme yetkisi vardır. "Şayet
erkek, karısından tamamen ayrıldıktan sonra çocuğunu karısından almak isterse
kadın da onu, başkalarının bakabileceği ve emzirebileceği bir ücretle bakacağını
ve emzireceğini tekeffül ederse, çocuğu babadan alıp anneye verir ve çocuğun
anneye ihtiyacı bulunduğu sürece böyle yapar. Keza hakim, çocuğun, annesinden
başkasını emmemesi halinde veya babasının, emzirecek bir süt annesi bulamaması
halinde yahut babası fakir olup ta emzirme ücreti veremediği için süt annesi
tutamadığı ve çocuğu ücretsiz olarak emzirecek birini de bulamadığı halde,
kadını, çocuğu emzinneye ve büyütmeye icbar etme hakkına sahiptir. Aksi
takdirde anne ve babadan herbiri dolaylı yolla da olsa, çocukları yüzünden birbirlerine
zarar vermiş olurlar.
Âyet-i kerimede:
"Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da geçer."
Duyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikredilen:
"Vâris"ten ve onun miras bırakanından kimin kastedildiği hakkında
farklı görüşler zikretmişlerdir.
1- Katade ve
Süddi gibi bazı âlimlere göre burada zikredilen "Vâris"Ier-den
maksat, meme emen çocuğa mirasçı olacak kimselerdir. Miras bırakacak olandan
maksat ise çocuktur. Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Meme
emmekte olan çocuğun ölmesi halinde ona mirasçı olacak kimseler de, çocuğun sağ
kalan babası gibi süt emziren anneye yiyecek ve giyecek temin etmekte
yükümlüdürler. Buradaki "Mirasçılardan maksadın, çocuğun mirasçıları
olduğunu söyleyen âlimler bu mirasçıların kimler olduğu hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri, Said b. el-Müseyyeb, Abdullah b. Utbe, İbrahim en-Ne-hai, Mücahid, Ata,
Katade ve Dehhaka göre, çocuğun mirasçılarından maksat, babası tarafından asabe
sayılan mirasçılarıdır. Onlar, çocuğun kardeşi, kardeşi-ran-oğlu, amcası,
amcasının oğlu vb. asabeleridir. Bu hususta Said b. el-Müseyyeb diyor ki:
"Ömerb. el-Hattab, usulü ve füruu bulunmayan bir kişinin nafakası
hakkında, amcasının oğullarını, diyette âkile oldukları gibi nafaka için de sorumlu
tutmuş ve bu konuda vazifelerini yapmadıklarından dolayı hapsetmiştir. Başka
bir rivayete göre bu nafaka, süt emzirme nafakasıdır. Dehhak diyor ki:
"Şayet bir çocuğun babası ölür de çocuğun malı bulunacak olursa onun
emzirilme ücreti kendi malından alınır. Eğer malı yoksa asabesinin malından
alınır. Asabesinin de malı yoksa, annesi çocuğu emzinneye mecbur edilir.
b- Katade ve
diğer bazı âlimlere göre burada ifade edilen "Çocuğun
mi-rasçıları"ndan maksat, çocuğa mirasçı olacak kadın ve erkek. Çocuğun sadece
babası tarafından asabe olan erkek akrabaları değildir. Bu hususta Zühri diyor
ki: "Hz. Ömer, çocuğa mirasçı olan
üç kişinin hepsini de süt emme ücretini vermeye mecbur etmiştir.
c- Ebu
Huzeyfe, Ebu Yusuf ve Muhammede göre, buradaki, "Çocuğun mirasçıları"ndan
maksat, kendisiyle evlenmeleri ebediyyen haram olan mirasçılarıdır. Mesela:
Teyzesi, halası, amcası, dayısı gibi. Amcasının oğlu mirasçı sayılmaz. Bu
sebeple de süt emme ücretinin venne mecburiyeti yoktur.
2- Bişr b.
Nasr, Kubeyse b. Züeyb ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette
zikredilen "Vâris"ten maksat, çocuğun kendisidir. Bu izaha göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Baba öldükten sonra çocuğu emzirme nafakası ve
diğer yükümlülükler babaya imrasçi olan ve annesini emmekte olan çocuğa aittir.
3- Süfyan
es-Sevriye göre buradaki mirasçıdan maksat, çocuğun anne ve babasından sağ
kalmış olandır. Hangisi sağ kalmışsa çocuğu emzirme yükü ve nafakası ona ait
olur.
Âyet-i kerimede
"Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da geçer." buyurulmaktadır.
Burada mirasçılara geçecek olan yükümlülüklerden neyin kastedildiği hakkında
farklı görüşler zikredilmiştir.
a- İbrahim
en-Nehai, Abdullah b. Utbe, Şa'bi, Hasan-ı Basri, Mücahid, Ata, Abdullah b.
Abbas ve Katadeye göre burada mirasçılara intikal eden yükümlülükten maksat,
çocuğu emzirme mükellefiyeti ve nafakasıdır. Şayet çocuğun anne ve babası
ölürse ve çocuğun da emzirme nafakası bulunmazsa bu nafakayı çocuğun
mirasçıları ödemek zorundadırlar.
b- Dehhak,
Mücahid ve Zühriden nakledilen diğer bir görüşe göre mirasçılara intikal eden
mükellefiyetten maksat çocuğu emzirecek olan anneyi zarara sokmama ve çocuğu
emziren anne tarafından zarara uğratılmamaktır. Yani mirasçılar da çocuğu
annesinden çekip almaya kalkışmamalı anne de çocuğu em-zirmeyerek onları zarara
sokmamalıdır.
c- Dehhaktan
nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: Babanın
ölümünden sonra ona mirasçı olan ve annesini emmekte olan çocuğa da emzirme
nafakalarım yükleme bakımından, babasının mükellefiyeti gibi bir mükellefiyet
vardır. Yani çocuğun babası ölürse, emziren annenin yiyecek ve giyeceği çocuğa
ait olur. Şayet çocuğun malı yoksa asabesinden alınır. Onların da yoksa anneye
herhangi bir ücret verilmez ve çocuğunu emzirmeye mecbur edilir.
d- Ata ise âyetin
bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Mirasçı olana da Allah tealanın
zikrettiği gibi şeyler vardır."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: Âyette zikredilen vâristen
maksat, Kubeyse b. Züeyb ve Dehhakın dediği gibi, annesini emmekte bulunan
çocuktur. Annesinin örfe göre yiyecek ve giyeceği, babasına farz okluğu gibi
babası yoksa bu masraflar çocuğa ait olur. Ancak annenin muhtaç olması ve
kocasının bulunmaması gerekir. Şayet anne muhtaç değilse çocuk annesine sadece
emme ücretini vermekle yükümlüdür, yedirme ve giydirme ile yükümlü değildir.
Âyeti kerimede:
"Eğer kan koca aralarında istişare ederek, kendi istekleriyle çocuğu
sütten erken keserlerse onlar için bir günah yoktur." buyurulmaktadır.
Müfessirler, anne ile
babanın ne zaman anlaşarak çocuklarını sütten kesmeleri halinde kendileri için
bir günah olmayacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
Süddi, Katade,
Mücahid, Zühri, Siifyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd buradaki: "Anne ve babanın
anlaşacakları süre"nin iki yıldan daha az olabilecek bir süre olduğunu
zikretmişlerdir. Yani anne ve baba, çocuğun emzirilme süresi hususunda
aralarında ittifak sağlayacak olurlarsa iki yıl dolmadan sütten kesebilirler.
Bunda onlar için bir günah yoktur. Şayet anlaşamazlarsa emzirme iki yıla tamamlanır.
Abdullah b. Abbas ve
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, anne ve babanın, üzerinde ittifak
edecekleri süre, herhangi bir zaman olabilir. İki yıldan daha az da olabilir
çok da. Anne ve baba ittifak ettikleri takdirde çocuğu iki yıldan daha az da
emzirebilirler daha çok da.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan, birinci görüştür. Zira çocuğun
emzirilmesinin son sının iki yıl olarak belirlenmiştir. Artık anne ve babanın
iki yılı uzatmada istişare edip karar vernıeleri söz konusu olmaz.
Ayet-i kerimede:
"Çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, anlaştığınız ücreti
iyilikle verdiğiniz takdirde sizin için bir - ünah yoktur."
buyurulmaktadır. Yani
çocuklarınızın öz anneleri, onlan emzirmemekte diretirler veya sütlerinin kesilmesi
gibi herhangi bir sebepten dolayı çocuklarınızın hayatlarının tehlikeye
gireceğinden korkarsanız. Örfe göre ücretlerini verdiğiniz takdirde
çocuklarınızı başka annelere emzirtmenizde bir mahzur yoktur. Yani çocukları
asıl anneleri emzirmezler veya emziremeyecek durumda olurlarsa velilerin süt
annesi tutmaları caizdir.
Ayette kendilerine
emzirme ücreti verilmesi istenen annelerden kimin kastedildiği hususunda farklı
görüşler zikredilmiştir.
a- Mücahid,
Süddi ve Ataya göre burada, kendilerine emzirme ücreli verilmesi istenen
anneler, çocukları daha (ince emziren asıl anneleridir. Bunlara göre âyetin
izahı şöyledir: Çocuklarınızı emziren asıl anneleri belli bir mazeretten dolayı
onlan emziremeyecek olurlarsa onlara emzirdikleri kadar ücretlerini vermeniz
şartıyla çocuklarınız için yeni süt annesi tutmanızın bir mahzuru yoktur.
b- Katade ve
İbn-i Şihab ez-Zühriye göre ise bu âyetin mânâsı şöyledir: "Çocuklarınızın
annesiyle istişare ederek kendi isteğinizle çocuklarınızı emzirtmek
istediğiniz takdirde sizin için bir günah yoktur.
c- Süfyan
es-Sevriye göre ise burada, kendilerine ücretleri verilmesi emredilen
annelerden maksat, süt anneleridir. Bunlara göre âyetin izahı şöyledir: Çocuğun
asıl annesi Örfe göre verilen ücretle çocuğu emzirmediği takdirde süt
annelerine ücretlerini vererek çocuklarınızı emzirtmekte sizin için bir mahzur
yoktur.
Taberi diyor ki:
"Âyetin izahında tercih edilen görüş, âyeti şöyle izah eden görüştür.
"Boşadığmız ve daha önce çocuklaıınızı emziren annelerine ve daha sonra
tuttuğunuz süt annelerine emzimıe ücretini verdiğiniz hakle asıl annelerinin,
çocukları emzirme müddetinin sonuna kadar emzinnedikleri takdirde, süt annesi
tutmanızda sizin için bir mahzur yoktur." Taberi sözlerine devamla diyor
ki: "Bu görüşün tercih edilişinin sebebi, âyet-i kerimenin, çocuğu
emzire-cek olan annelere ücretlerinin verilmesini genel bir şekilde ifade
etmesidir. Bu genel ifadeyi, sadece boşanmış ve çocuğunu emzinneye devam eden
öz annelere tahsis etmenin yahut öz annelerin emzimıemesi yüzünden tutulan süt
annelerin ücretine tahsis etmenin bir anlamı yoktur. Âyet, her ikisinin de hak
ettikleri ücretlerinin verilmesini emretmiştir. [76]
234- Sizden,
ölen ve geride eş bırakan erkeklerin eşleri dört ay on gün iddet beklerler.
İdctlcrini tamamlayınca, kendileri için meşru bir surette yaptıkları işlerden
size bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Ölen erkeklerin
eşleri, kendilerine meşru olan bazı şeylerden, iddeî süresi içerisinde, ölen
kocalarına hürmeten kendilerini çekmek zorundadırlar. Yani onlar, evlenemez,
koku sürünemez. Süslü elbiseler giyemezler ve bu duruma dört
ay on gün devam etmek zorundadırlar.
Hamile olanlar ise bu duruma doğum yapıncaya kadar devam ederler. Ey
kadınların velileri, onlar iddet sürelerini tamamlayınca evlenmeleri, koku
sürünmeleri, süslenmeleri ve Allanın kendileri için mubah kıldığı diğer işleri
yapmalarına müsaade etmenizde sizin için bir zorluk ve günah yoktur. Bilin ki
sizin işlerinizden hiçbir şey Allaha gizli kalmaz.
Bu âyet-i kerime,
kocası ölen kadının dört ay on gün iddet beklemek zorunda olduğunu beyan
etmektedir. Ancak kocası ölen kadın hamile ise bunun iddeti doğum yapması ile
sona erer. Bu süre, doğumun meydana gelmesine göre dört ay on günden az da
olabilir çok ta. Bu hususta Abdullah b. Utbe diyor ki:
"Sübey'a"
ismindeki bir kadın Sa'd b. Havlenin karısı idi. Sa'd, Amir oğullarından ve
Bedir savaşına katılanlardan bir kimse idi. Sübey'a hamile iken Sa'd Veda
haccında vefat etti. Sa'dın vefatından kısa bir süre sonra kadın doğum yaptı.
Nifas halinden temizlenince kendisini istemeye gelenlere karşı süslenmeye
başladı. Abdüddar oğullarından Ebu es-Senabil b. Ba'kek, Sübey'anın yanına
gitti ve ona: "Bakıyorum süsleniyorsun. Belki de evlenme ümidindesin.
Vallahi sen kocanın ölümünden sonra dört ay on gün geçmedikçe
evlenemeyeceksin." dedi.
Sübey'a diyor ki:
"Ebu es-Senabil bunu bana söyleyince akşam dış kiyafetlerimi giydim.
Resulullaha gittim ve ona bu meselenin hükmünü sordum. Re-sulullah bana, doğum
yapmamdan sonra başkalarıyla evlenmemin helal olduğunu ve imkân çıkarsa hemen
evlenebileceğimi emretti. [77]
Ölen kocaları için,
hamile olmadıkları takdirde dört ay on gün iddet bekleyen kadınlara nelerin
yasaklandığı hususunda müfessirler farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Ümmü
Seleme, Hafsa, Ümmü Habibe, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbastan
nakledilen bir görüşe göre, kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadın,
iddeti bitmeden evlenemez, süslenemez, güzel kokular sü-rünemez ve kocası
ölmeden önceki bulunduğu evden aynlıp başka bir eve gidemez. 2ira âyet-i
kerime genel bir ifade beyan etmiş ve kadının iddet beklemesini emretmiştir.
Koku sürme, süslenme ve kocasının evini terkedip başka yerde kalma meseleleri
de evlenmeme emrinde olduğu gibi âyetin genel ifadesine tabidir. Zira koku
sürünmeme, süslenmeme ve kocanın evinden başka yerde kalmama hakkında
Resulullah (s.a.v.)den sahih olan şu hadis-i şerifler zikredilmiştir.
Ümmü Seleme diyor ki:
"Bir kadın
Resulullaha geldi ve dedi ki: "Ey Allahın Resulü, kızımın kocası Öldü. Onun
gözleri ağrıyor o gözlerine sürme çekebilir mi?" Resulullah (s.a.v.) iki
veya üç defa "Hayır" dedi. Soran devamla buyurdu ki: "Onun
iddeti dört ay on gündür. Sizler cahiiiye döneminde ancak bir yıl bekledikten
sonra kı-ğıları (deve, koyun, keçi gibi hayvanların dışkılarını) serpiyordunuz.
"Hümeyd diyor ki: "Ben, hadisi Ümmü Selcmeden rivayet eden Zeynebe
dedim ki: "Bir yıl sonra kığılan saçmanın mânâsı nedir? Zeyneb dedi ki:
"Bir kadının kocası öldüğü zaman evlerin en kötüsüne girer ve elbiselerin
en çirkinini giyerdi, koku sürünmezdi Böylece bir yıl geçirirdi. Sonra ona eşek
veya koyun yahut kuş gibi bir hayvan getirilirdi. Kadın, âdet kanını ona
sürerdi. Kadının âdet kanını sürdüğü hayvanlardan pek azı ölmezdi. Sonra kadın
evden dışarı çıkardı. Ona kığı getirilirdi, onu serperdi ve ondan sonra koku
sürme ve diğer şeylerden dilediğini yapmaya tekrar dönerdi. [78]
Hz. Hafsa ve Hz, Aişe,
Resulullah (s.a.v.)'in şöyie buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Allaha ve âhiret
gününe iman eden herhangi bir kadının, kocası dışında herhangi bir ölü için üç
günden fazla yas tutması helal değildir. [79]
Taberi diyor ki:
"Kadimn kocasının evinden taşınmayacağına dalı delil olarak su hadis-i
şerif zikredilmiştir:
"Ebu Said
el-Hııdnnin bacısı Fürey'a bint-i Mâlik demiştir ki:
Kocası, kendisine ait,
yabancı adamları (kölelerini) getirmeye gitmiş sonra "Kaddum" denen
yerde öldürülmüş." Fürey'a diyor ki: "Resulullaha gittim ona,
bulunduğum evden çıkıp ailemin evine gitmek istediğimi söyledim ve kaldığım
evin durumunun iyi olmadığını anlattım. Resulullah önce taşınmam için bana izin
verdi. Sonra beni geri çağırdı ve dedi ki: "Vâde bitinceye kadar ailenin
yanında kal[80]Bu hususta Hz. Aişenin,
kocası ölen kadın hakkında, iddeti bitinceye kadar yas tutmasına/renkli ve
kokulu elbise giymemesine, içinde koku bulunan sünneyi kullanmamasına dair
fetva verdiği zikredilmektedir. Abdullah b. Ömer'in de, kocası Ölen kadının
sürme çekemeyeceğini, iddet beklediği yerden ayrılamayacağını ve renkli
elbiseler giyemeyeceğini söylediği rivayet edilmektedir.
b- Atanın,
Abdullah b. Abbastan naklettiğine ve Hasan-ı Basriye göre ise kocası ölen kadın
dört ay on gün iddet beklerken yasaklanan şey sadece evlcn-memesidir. Bunlara
göre kocası ölen kadın koku sürünebilir, süslenebilir, kocasının evinden çıkıp
başka yerde iddet bekleyebilir. Zira Allah teala, kocası ölen kadına, sadece
evlenmemesi İçin iddet beklemesini emretmiştir. Nitekim Esma bint-i Umeys,
kocası Cafer ölünce Resulullahın ona şöyle söylediğini rivayet etmiştir.
"Üç gün yas elbisesini giy. Ondan sonra dilediğini yap."
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve bu görüşte olan âlimlerin, Esma bin-ti Umeysden rivayet edilen
hadisi şu şekilde izah ettiklerini söylemiştir. "Resıı-hıllahm Esmaya üç
güne kadar yas elbisesini giyip üç günden sonra çıkannasini emretmesi onun,
kocası ölen kadına yas tuünasmı kaldırdığını ifade etmez. Burada Resulullah
Esmaya üç güne kadar belli bir yas elbisesini giymesine izin vermiş üç günden
sonra ise her türlü yas elbisesini giyebileceğini beyan etmiştir. Elbetteki bu
elbiseler süslü ve kokulu elbiseler olmayacaktır. Nitekim bir kısım elbiseler
vardır ki onlar süslü ve kokulu değildirler. Bununla birlikte yas için giyilen
çok özel elbiseler gibi de değildirler. Bunların, yas süresi içinde giyilmeleri
Resulullah tarafından serbest bırakılmıştır. [81]
235- İddet
bekleyen kadınlara, kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya bu isteği
içinizden geçirmenizde sizin için bir günah yoktur. Allah onları yakında
anacağınızı bilmektedir. Fakat onlarla gizlice vaadlcş-meyin. Ancak meşru bir
şey konuşmanız müstesnadır. İddct bitinceye kadar nikah akdine kalkışmayın.
Bilin ki Allah, içinizde olan şeyi bilir. O hai-dc ondan çekinin. Bilin ki
Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.
Ey erkekler, iddet
bekleyen kadınlara açıkça değil de imalı yollarla, evlenme isteğinde
bulunduğunuzu bildirmenizde size bir sıkıntı ve günah yoktur. Onlara, nikahlama
niyetinde olduğunuzu söylemediğiniz halde içinizden geçirmenizde de bir günah
yoktur. Allah, iddet bekleyen o kadınlar hakkındaki düşüncelerinizi yakında
açıklayacağınızı bildiği için bu imalı konuşmaları size mubah kıldı. Onlarla
zina ve çirkin bir fiil için anlaşmayın. Doğru dürüst konuşun. Bu şekilde
konuşmanız da, açıkça evlenme teklifi yapmadan onlarla nikahlanmak istediğinizi
imalı yollarla hissettirmenizdir. İddet bitinceye kadar nikah akdine
kalkışmayın. İddet süresi bitmeden onlarla nikah yapmayı sahih kabul etmeyin,
geçerli saymayın. Bilin ki Allah, içinizde olan şeyi, kadınlarla gizlice
vaadleşme ve benzeri şeyleri bilir. O halde ondan çekinin. Yine bilin ki Allah,
çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. O, günâhları örten ve ceza vermede
acele etmeyendir.
Ayet-i kerimede:
"İddct bekleyen kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde
sizin için bir günah yoktur." Duyurulmaktadır. Bu âyeti kerime, kocaları
Ölmüş olan kadınlara, iddetlerini beklerken imalı bir şekilde evlilik
teklifinde buîunulabileceğine müsaade etmektedir. Kocası ölen kadın iddet
beklerken ona açıktan evlenme teklif yapılamaz. Ancak imalı bir şekilde yapılır.
İmalı şekilde evlenme teklifinin nasıl olacağı hususunda müfessirler şunları
zikretmişlerdir:
Abdullah b. Abbasa
göre bu imalı teklif "Ben evlenmek istiyorum." "Ben, şöyle şöyle
olan bir kadınla evlenmek istiyorum." "Ben inşallah senin dışında
biriyle evlenmek istemiyorum." "Ben, saliha bir kadınla evlenmek
istiyorum." "Beni de hesaba katmadan nikah hakkında karar vermemen
gerektiği kanaatindeyim." "Allahin, benimle senin aranı müsait hale
getirmesini isterim." şeklindeki sözlerle olabilir.
Mücahide göre ise bu
teklif, erkeğin kadına: "Sen güzelsin, sen geçer akçesin."
"Senin sonun hayırlıdır." şeklindeki sözler olabilir.
Said b. Cübeyre göre
bu teklif "Ben evlenmek istiyorum. Evlendiğim takdirde hanımıma çok iyi
davranacağını." "Ben sana bir şeyler vereceğim." "Ben sana
iyilikte bulunacağım." "Ben sana şunu ve şunu yapacağım."
şeklindeki sözler olabilir.
Abdurrahman b. Kasıma
göre: "Vallahi ben senin hakkında istekliyim." "Ben sana karşı
çok harisim." şeklindeki sözler olabilir.
Kasım b. Muhammede
göre ise: "Şüphesiz ki sen güzelsin." "Şüphesbiz ki sen geçerli
bir akçesin." "Şüphesiz ki senin sonun hayırlıdır."
"Şüphesiz ki ben senin hakkında istekliyim." Ben sana karşı
harisim." "Ben sana hayranım." şeklindeki sözler olabilir.
İbrahim en-Nehaiye
göre evlenme teklifi kadına hediye vermekle de olabilir."
Diğer bazı müfessirler
de kocası ölen kadına iddetini beklerken yapılacak imalı evlilik tekliflerinin
bunlara benzer sözlerle olabileceğini zikretmişlerdir. Ancak hepsi de açıktan
evlilik teklifinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Zira daha Önce
de belirtildiği gibi âyetin devamında açıkça evlenme teklifi yasaklanmıştır.
Taberi, kocasının
ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadına ima yoluyla evlilik teklifi ile açıktan
evlilik teklifinin farklı hükümlere tabi oldukları gibi iffetli bir kadına
zina isnadında da, imalı bir şekilde zina isnadıyla açıktan zina isnadının
farklı hükümlere tabi olduklarını söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Fakat onlarla gizlice vaadleşmcyin." buyuru İm aktadır.
Müfessirler burada yasaklanan "Gizlice vaadleşmekten" maksa-tın ne
okluğu hakkında farklı görüşler zikredmişlerdir.
a- Cabir b.
Zeyd, Ebu Miclez, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai, Katade, Dehhak, Abdullah b.
Abbas ve Rebi' b. Enese göre "Gizlice vaadleşmekten" maksat, zina
edeceklerine dair gizlice anlaşmalarıdır.
b- Said b.
Cübeyr, Şa'bi, Mücahid, İkrime, Süddi, Katade, Süfyan es-Sev-ri ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Gizlice
vaadleşmek"ten maksat, bir erkeğin, kocasının ölümü sebebiyle iddet
Bekleyen kadından, kendisinden başka bir erkekle evlenmeyeceğine dair söz al
maşıdır.
c-
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen "Gizlice
vaadi eşmekten" maksat, kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadına
bir erkeğin: "Beni düşünmeden kendin hakkında karar venne."
şeklindeki sözüdür.
d- İbn-i
Zeyde göre ise burada zikredilen "Gizlice vaadlcşmek"ten maksat,
kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadınla gizlice nikah akdi yapmaktır.
Taberiye göre bu
görüşlerden tercihe şayan olanının, gizlice vaadlcşmek-ten maksadın, zina
yapmaya dair anlaşmak olduğunu söyleyen görüştür. Zira âyet-i kerimede geçen ve
"Gizlice" diye tercüme edilen kelimesinin Taberiye göre üç anlamı vardır.
Bunlar da kadının erkekle cinsi münasebette bulunması veya kişinin bir şeyi
içinde gizlemesi yahut da kişinin toplum içinde şerefli biri olması
mânâlarıdır. Âyette zikredilen kelimesini, kişinin kavmi içinde şerefli olması
mânâsına almak mümkün olmadığından diğer iki mânâdan birine yorumlamak
zaruridir. Bu mânâlardan: "Kişinin içinde bulunduğu sır" mânâsına
yorumlamak da doğru değildir. Zira kişinin kadına, evleneceğini söylemesi
bunu, içindeki bir sır olmaktan çıkarmıştır. O halde kelimesini "Cinsi
münasebette bulunmak" mânâsına almaktan başka bir yol yoktur. Bu mânâya
göre de âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Siz, kocalarının ölümü
sebebiyle iddet bekleyen kadınlarla zina edeceğinize dair vaadleşme-yin.
Onlarla ancak meşru bir şey konuşmanız müstesnadır." Bu meşru söz de Allah
tealanın mubah kıldığı imalı bir şekilde evlilik teklifidir.
Ayet-i kerimenin:
"İddet bitinceye kadar nikah akdine kalkışmayın"
bölümünün harfi
tercümesi şöyledir: "Kitabın belirlediği vade doluncaya kadar nikah akdi
yapmaya girişmeyin." Kur1 anı kerim, kocaları ölen kadınların iddet
bekleme vadeleri olarak dört ay on gün belirlemiştir. İşte bu âyetin bu bölümü
bu süreye işaret etmektedir. [82]
236-
Kadınlara yaklaşmadan veya onlara mehir takdir etmeden bo-şarsaniz, sizin için
bir mcs'uliyct yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre fakir de kendi
imkânına göre, usulüne uygun bir şekilde onlara, faydalanacakları bir şeyler
verin. Bu, iyilikle bulunanların üzerine bir borçtur.
Ey iman edenler,
evlendiğiniz ve kendilerine mehir takdir ettiğiniz kadınları, kendilerine
dokunmadan önce boşamanızda bir günah yoktur. Yine sizlerin, kendileriyle
evlendiğiniz, kendilerine mehir takdir etmediğiniz ve kendilerine
dokunmadığınız kadınları boşamanızda sizin için bir günah yoktur. Kadınları
boşamanız halinde onlara, "Mut'a" diye adlandırılan bir kısım şeyler
veriniz. Bu eşyalar zenginin kendi haline göre fakirinde Rendi haline göre
takdir edilir. Bu eşyalar Allanın size emretiiği veçhile verilir. Bunlar,
iyilikte bulunanlar üzerine gerekli olan bir borçtur.
Taberiye göre bu
âyetin baş tarafında, evlendikten sonra kemlilerine 'dokunulmayan ve bu haliyle
boşanan iki sınıf kadın zikredilmiştir.
Bunlardan biri,
evlenildikten sonra kendilerine dokunulmayan ve evlenirken kendilerine mehir
takdir edilen kadınlardır. Kişi böyle bir kadını hoşaflığında; bundan sonra
gelen âyette de zikredikliği gibi, ona takdir edilen nıehirin yarısını veımek
zorundadır.
Diğeri ise,
evlenildikten sonra kendilerine dokunulmayan ve mehir dciak-dir edilmeyen kadınlardır.
Kişi böyle bir evlilik yapar ve kadına dokunmadan boşayacak olursa bu kadının
mehiri zikredilmediğinden ona"Mut'a*1 diye adlandırılan bir kısım eşyalar
verilir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Faydalanacakları şeyler verin." diye tercüme edilen kelimesinden
anlaşılan "MutV'dan neyin kastedildiği hususunda müfessirler farklı
görüşler zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına görer erkeğin, boşadığı kadına vermesi eredilen "Eşya"dan
maksat, en fazla bir köle, orta olanı para en azı ise elbisedir. Elbisenin ise bir
başörtüsü, bir vücudun üst kısmına giyilen bir elbise ve vücudun alt kısmına giyilen
elbise bir de çarşaftır. Kadı Şüreyh bu "MutY'yı beş yüz dirhem olarak
takdir etmiştir. İbn-i Şîrîn, mut'anm bir köle veya nafaka yahut elbise
olacağını açıklamış ve Hz. Alinin oğlu Hasanın, boşadığı kadına on bin dirhem
verdiğini söylemiştir.
b- Diğer b
ir kısım âlimler ise mut'anın, boşanan kadının benzeri olan kadınlara verilen
mehirin yansı kadar olacağını söylemişlerdir. Zira mehiri belli olan kadınlar
dokunulmadan boşanacak olurlarsa onlara mehirleriniıi yarısı verilir.
Mehilleri tesbit edilmemişse onlara da "Mut'a" denen şeyler verilir.
Bu şeylerin de, kendisine mehir tesbit edilen kadının mehirinin yarısı kadar
değerde olması hakkaniyete daha uygundur,
Taberi, âyet-i
kerimede: "Zengin kendi imkânına gorc, fakir de kendi imkânına göre"
buyurulmasını gözönünde bulundurarak "Mut'a" denen eşyanın, kadının
mehiri gözönünde bulundurularak takdir edilemeyeceğini, erkeğin
mali gücü gözöntinde
bulundurularak takdir edileceğini bu itibarla birinci görüşün tercihe şayan
olduğunu söylemiştir.
Müfessirler:
"Faydalanacakları bir şeyler verin." diye tercüme edilen emrinin farziyet mi yoksa mendubiyet mi ifade
ettiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu emir
farziyet ifade etmektedir. Karısını boşayan erkeğin ona bir kısım eşyalar
vermesi farzdır. Diğer bazılarına göre ise karısını boşayan erkek ona bir kısım
eşya verip vermemekte serbesttir. Ancak vermesi daha evladır. Bu görüşleri şu
şekilde özetlemek mümkündür.
a- Hasan-i
Basri, Ebul Âliye ve Said b. Cübeyre göre erkek karısını hangi halde boşarsa
boşasın onun, boşadiğı karısına "Mut'a" diye adlandırılan bir kısım
eşyalar vermesi onun üzerine farzdır. Bu hususta Hasan-ı Basri'den, kendisine
mehir takdir edilen ve dokunulmadan boşanan kadına "Mut'a" denen eşya
verilecek midir? diye sorulunca o da: "Evet vallahi" demiştir.
Görüldüğü gibi bunlara göre evi eni lirken kendisine mehir takdir edilen ve
kendisine dokunulmadan boşanan kadına dahi mehirin yansı verildiği gibi
"Mut'a" denen diğer bir kısım eşya da verilir.
b- Abdullah
b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Mücahid, Nâfi, İbn-i Ebu Neciyh ve Kadı Şüreyhten
nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen ve "Mut'a" diye
adlandırılan eşya, kendisine mehir takdir edilmeden evlenilen ve kendisine
dokunulmadan boşanan kadınlar için farzdır. Böyle bir evlilik yapıp sonra da
karısını boşayan bir erkeğin, karısına "Mut'a" diye adlandırılan eşyayı
vermesi, üzerine farzdır. Kaîade bu hususta Said b. el-Müseyyebin şunları
söylediğini rivayet etmiştir. "Ahzab suresinin şu âyet-i kerimesinde,
kendisine dokunulmadan boşanan her kadın için şöyle Duyurulmuştur: "Ey
iman edenler, mümin kadınları nikahlar sonra da kendilerine dokunmadan
boşarsanız artık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal
onlara boşama bedellerini verin ve onları güzellikle salıverin. [83]Daha
sonra ise şu âyet-i kerime nazil oldu ve kendilerine dokunulmadan boşanan
kadınlardan mehir takdir edilenlere mehirlerinin yarısının verileceği
emredildi. Ahzab süresindeki âyeti nesneden Bakara süresindeki âyet şudur:
"Eğer kadınlara mehir (akdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız
tayin ettiğiniz mehirin yarısını onlara verin. [84]
c- Zühriden
rivayet edilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen ve "Mut'a"
diye adlandırılan eşya, boşanan her kadının hakkıdır. Ancak bu hak, boşanan
kadınlardan bazıları için mahkeme kararıyla teminat altına alınan haklar
dandır. Diğerleri için ise boşayan kişinin vicdanına kalmış olan haklardandır.
Yani kendisine mehir
takdir edilmeden evlenilen ve kendisine dokunulmadan boşanılan kadın için mut'a
alma bir haktır. Boşayan koca bunu vermediği takdirde kadın mahkeme kararıyla
bu hakkını alır. Zira böyle bir kadının mehiri hiç zikredilmediğinden kocanın
ondan herhangi bir şey almaya (mehrin yarısını vermemek gibi) hakkı yoktur.
Buna mukabil kendisine mehir takdir edilen kadın, gerek zifaftan önce gerekse
sonra boşandığı takdirde bunun da "Mut'a" diye adlandırılan bazı
şeyler alma hakkıdır. Ancak kocası bunu vermezse kadın herhangi bir mercie baş
vurarak bu hakkını alma imkânına sahip değildir. Bu izaha göre bu âyette
zikredilen "Mut'a"dan maksat, hakim kararıyla teminat altına alınan
eşyadır. Bu surenin yüz kırk birinci âyetinde zikredilen "MutY'dan maksat
ise hakim kararıyla teminat altına alınamayan sadece takva sahiplerinin
insiyati-fınde kalan bir mut'adır.
d- Kadı Şüreyhden
rivayet edilen başka bir görüşe göre boşanan kadına mut'a, yani bir kısım eşya
vermek farz değildir. Kadın ne suretle boşanırsa bo-şansın bu gibi eşyayı
kocasından hakim kararıyla alma hakkına sahip değildir. Bu gibi eşyayı vermek
koca için menduptur. Zira mut'a verilmesini beyan eden ayetlerden birincisinin
sonunda "Bu, iyilikte bulunanların üzerinde bir haktır." Duyurulmakta
diğerinin sonunda ise "Bu, takva sahipleri üzerinde bir haktır."
Duyurulmaktadır [85]Şayet mut'a verme mendup
olmayıp farz olsaydı bütün insanların üzerinde bir hak olduğu zikredilirdi.
Sadece iyilikte bulunanların ve takva sahiplerinin üzerinde bulunan bir
haktır." şeklinde zikredilmezdi.
Taberi diyor ki:
"Tercih edilen görüş şudur ki: Mut'a denen eşya, boşanan her kadın için
bir haktır. Boşayan kocanın bu hakkı yerine getimıesi bir vecibedir. Taberi bu
görüşü tercih edişinin gerekçesi olarak mut'a vermeyi emreden âyet-i kerimenin
mutlak bir şekilde zikredilmiş olmasını göstermiştir. Mutlak olarak zikredilen
bir âyeti, delilsiz olarak özel bir şekilde yorumlamaya kimsenin hakkı
olmadığını beyan etmiştir. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki "Sen
âyetin umum ifade ettiğini söylüyorsun halbuki Allah teala, kendilerine mehir
takdir ediierek, dokunulmadan boşanılan kadınlara mehirlerinin yarısının
verileceğini beyan etmiş, bunlara daha başka şeyler verileceğini
zikretmemiştir. Bu da gösteriyor ki mut'a vermeyi emreden âyet, umumi mânâ
ifade etmemektedir. Sadece belli bir durumda boşanan kadınlar için
geçerlidir." Cevaben denilir ki: "Allah teala, kitabının herhangi
bir yerinde belli bir şeyin farz olduğunu belirtirse artık her yerde aynı şeyi
tekrar etmesi gerekli değildir. Allah teala şu âyette, her boşanan kadına,
mut'a diye adlandırılan eşyanın verileceğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki:
"Boşanan kadınların örfe göre faydalanacakları bir kısım eşyalar (mut'a)
alma hakları vardır. Bu, takva sahipleri üzerine bir borçtur. [86]
Aiiah teala bu
âyetinde, herhangi bir ayırım yapmaksızın, boşanan kadınlara mut1 a vermenin
bir hak okluğunu beyan ettiğine göre, kendilerine dokunulmadan boşanan
kadınların mehillerinin yansını almalarından sonra artık mut'a almaya
haklarının olmadığım söylemek, delilsiz b ir iddiadır. Zira böyle bir kadının,
hem mehirin yansını hem de mut'a diye adlandırılan eşyayı birlikte almayı hak
ettiğini söylemeye engel nedir? Ancak âyetlerden biri bu kadının haklarından
birini, diğeri ise diğer haklanın beyan etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Kanaatim kısaca şudur ki: "Boşanan her kadının, mut'a diye
adlandırılan bir kısım eşyalar alması, onun, kendisini boşayan kocasının
üzerinde bulunan bir hakkıdır. Koca, karısının mehirini verme hususunda hukuken
hesaba çekileceği gibi bu eşyayı verme hususunda da hesaba çekilir. Kocanın
böyle bir borçlan kurtulması ya bunu ödemesiyle veya karısının ona bunu
bağişlamasıyla mümkündür. Bunu vermekten imtina eden kocanın, satılarak borcu
ödenecek mah yoksa hapsedileceği kanaatindeyim. Zira Allah teala izah ettiğimiz
bu âyet-i kerimede cümlesiyle "Onlara met'a verin" diye
emretmektedir. Allah tealanın kayıtsız şartsız emirleri ise, memlup oldukları
yine bizzat kendisi tarafından bildirilmediği takdirde farziyet ifade eder.
Diğeryandan "Boşanan kadınların Örfe göre faydalanacakları bir kısım
eşyalar alma haklan vardır[87]
âyet-i kerimesi, bütün müfcssirlerin görüş birliği ile "Kocalar
üzerindeki-haktır" anlamına gelmektedir. Durum böyle olduğuna göre kocanın,
bu borçlarından kurtulması için yukarıda zikredilen ödeme veya borcunun
bağışlanması şıklarından birine haiz olması gerekir. Şayet, kafası çalışmayan
birisi diyecek olursa ki "Allah teâla mut'a diye adlandırılan eşyanın
verilmesini beyan ettiği âyetlerin sonunda "Bunu vermek, iyilikte
bulunanların üzerine bir borçtur. Bunu vermek, takva sahiplerinin üzerine bir
borçtur. [88]buyurarak, bu borçların
farz olmadığını ifade etmiştir! Zira bu borçlar farz olsaydı, sadece iyilikte
bulunanlara ve takva sahiplerine değil bütün insanların üzerine borç olduğu
beyan edilirdi." Cevaben denilir ki: "İnsanları, iyilikte bulunmak ve
takva sahibi olmakla sıfatlandırmak, bu gibi sıfatlara sahip olan insanların
yükümlü oldukları vazifelerle diğer insanlaınn yükümlü olmadıkları anlamına
gelmez. Zira Allah teala bütün insanların, iyilikte bulunanlardan ve takva
sahibi olanlardan olmalarını istemektedir. O halde iyilikte bulunanlara ve
diğer lakva sahiplerine farz kıldığı şeyler, diğer insanlar için de farzdır.
Taberi sözlerine devamla
diyor ki: "Bütün müfessirlere göre evlenme sırasında kendisine mehir
tayin edilmeyen ve kendisine dokunulmadan boşanılan kadınlar için
"Mut'a" diye adlandırılan eşyanın verilmesi farzdır. Zira bunlar,
mehirden herhangi bir şey almaya haklan olmadığı için onun yerine
"Mut'a" diye adlandırılan eşyayı alırlar. Nitekim Abdullah b. Abbas,
Hasnn-ı Basri, Nafi, Mücahid, Süddi, Katade ve Dehhuk, kendisine mehir takdir
edilmeyen ve kendisine dokunulmadan boşanan kadının mut'a dan başka bir şey
alamayacağı hususunu zikretmişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Âyet-i kerimede "Kadınlara
yaklaşmadan boşarsanız sizin için bir mes'uliyet yoktur."
buyurulınaktadır. Şayet kadınlara yaklaştıktan sonra onları boşayacak olursak
bizim için bir mes'uliyet mi vardır?" Cevaben denilir ki: "Sırf
kadınlardan zevk almak için evlenip sonra da boşamak doğru bir davranış
değildir. Bu hususta Resulullahin: "Şüphesiz ki Allah, sırf zevkini
tatmin için evlenen erkekleri, yine sırf zevkini tatmin etmek için evlenen
kadınları sevmez." buyurduğu rivayet edilmektedir. Diğer bir.hadis-i
şerifinde de:
"Ne oluyor şu bir
kısım insanlara ki onlar, AHahın koyduğu sınırlar ile oynuyorlar. Onlardan biri
karısına "Seni boşadım. Seni tekrar geri aldım." ve seni tekrar
boşadım." şeklinde konuşuyor? [89]
Âyet-i kerimede,
kendisine dokunulmayan kadının boşantimasından bir mes'uliyet olmadığının
bildirilmesinin bir sebebi de şudur: "Kendisine dokunulmayan kadın,
iddetli iken de boyanabilir. Halbuki kendisiyle zifafa girilen kadın, ancak
kendisine yaklaşılmayan bir temizlik halinde boşanır. Bu nedenle âyeti
kerimede: "Kentlilerine dokunulmayan kadının her zaman boşanıl-masında bir
mcs'uliyct olmadığını Bildirilmiştir. [90]
237- Eğer
kadınlara mchir takdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız, tayin
ettiğiniz mehirin yansını onlara verin. Ancak kadınların, haklarından
vazgeçmesi veya nikah akdi elinde bulunanın (erkeğin) vazgeçmesi müstesnadır.
Fakat sizin lütufkâr davranmanız, takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği
unutmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görür.
Eğer kadınları
nikahlayıp mehirlerini de takdir ettiğiniz halde onlarla cinsi münasebette
bulunmadan boşarsanız onlara, tayin edilen mehirin yarısını vermek
zorundasınız. Ancak o boşanan kadınlar buluğa ermiş ve rüştlerine kavuşup
reşit olmuşlarsa onların, bir lütuf olarak mehillerinin yarısını istemekten vaz
geçmeleri veya boşayan kocasının, mehirin tamamını vererek lütufta bulunması
müstesnadır. Fakat sizin birbirinize karşı lütufkâr davranmanız takvaya daha
yakındır. Ey İnsanlar, aranızdaki sevgiyi, iyiliği ve güzel muameleyi unutmayın.
Yaptıklarınızdan hiçbir şey Allaha gizli kalmaz ve o sizin yaptıklarınızın
karşılığını verir.
Allah teala bundan
önceki âyet-i kerimede, kendisine mehir takdir edilmeden ve cinsi münasebette
bulunulmadan boşanan kadına ait hükmü beyan etmiş ve ona "Mut'a"
diye adlandırılan birtakım eşyanın verileceğini zikretmiştir. Bu âyet-i
kerimede ise yine kendisiyle evlenilen ve cinsi münasebette bulunulmadan
boşanan ancak evlenilirken kendisine mehir takdir edilen kadına ait hüküm
zikredilmiş ve böyle bir kadına, takdir edilen mehirin yarısının verileceği
beyan edilmiştir. Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katacle, Rebi' b. Enes ve Zühri
bu âyetin sadece kendisi için mehir takdir edilen kadına ait hükmü zikrettiğini
söylemişlerdir.
Ayet-i kerimede
"Ancak kadınların, haklarından vazgeçmesi müstesnadır."
buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, kendisine mehir takdir edilerek evlenilen
ve kendisiyle cinsi münasebette bulunulmadan boşanan kadınların haklan olan
mehirin yansını kocalarından almamaları ve onlara bağışlamalarıdır. Nitekim,
îkrîme, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Mücahid Rebi' b. Enes, Kadı Şü-reyh,
Muhammed b. Şîrîn, Süddi, Nafı, Zühri, Ebu Salih, İbn-i Zeyd ve Süfyan es-Sevri
âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. Taberi ise böyle olan
kadınların, mehirin yansı olan haklarından vazgeçebil mel eri için ergenlik
çağına gelmiş olmaları ve reşit olmaları şartını aramıştır.
Ayet-i kerimede:
"Veya nikah akdi elinde bulunanın vazgeçmesi müstesnadır."
buyurulmaktadır. Müfessirler, "Nikah akdi elinde bulunurfdan kimin
kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Alkame, Esved b. Zeyd, Hasan-i Basri, İbrahim
en-Nehai, Şa'bi Ebu Salih, Zühri, İbn-i
Zeyd, Rebia ve İkrimeye göre, Tavus Mücahid ve Kadı Şüreyhin de önceki
görüşlerine göre burada zikredilen "Nikah akdi elinde bulunan"dan
maksat, kadının velisidir. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir:
"Veya kadının nikah akdini yapan velisinin, kadının hak ettiği mehirin
yansını kadını boşayan kocaya bırakmasında bir mahzur yoktur." Yani
kadın, hak ettiği mehirin yansım kendisini boşayan kocasından almayıp ona
bağışlayabilir. Ancak Taberi, velinin böyle bir bağışı yapabilmesi için boşanan
kadının kendi malından tasarrufta bulunamayacak bir durumda olmasını şart şart
koşmuştur.
b- Hz. Ali,
Abdullah b. Abbas, Kadı Şüreyh, Cübeyr b. Mut1 im, Said b. el-Müseyyeb,
Mücahid, Said b. Cübeyr, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi, Şa'bi, Nafı, Rebi' b. Enes,
Dehhak, Süfyan es-Sevri ve Said b. Abdülazizden nakledilen diğer bir görüşe
göre âyetin bu bölümünde zikredilen "Nikah akdi elinde bulunan
kişi"den maksat, kadını boşayan kocadır. Bu görüşte olanlara göre âyetin
bu bölümünün manası şöyledir: "Eğer mehir takdir edilerek evlenilen ve
kendisiyle cinsi münasebette bulunulmadan boşanan kadının kocası, mehirin
sadece yansım değil de tümünü ona verecek olursa bunun bir mahzuru yoktur. Bu
hususta Amr b. Şuayb diyor ki: "Resulullah: "Nikah akdi elinde
bulunan kocadır. O, hoşgörülü davranabilir veya boşanan kadın hoşgörülü
davranabilir." buyurmuştur.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı: "Nikah akdi elinde bulunadan
maksat, kadını boşayan kocadır." diyen görüştür. Zira bütün âlimler,
evlenen büyük veya küçük bir kadının velisinin, kocası bu kadını boşamadan önce
mehilinden herhangi bir miktarını kocasına bağışlamış olmasının bâtıl olacağı
hakkında ittifak etmişlerdir. Kadın, boşanmadan önce velinin böyle bir hakkı
olmadığına göre boşandıktan sonra da velinin durumu böyledir. Yine bütün
âlimler, kocasından bâin talak ile boş olan kadının velisinin, kadını boşayan
kocasına, kadının malından herhangi bir şeyi bağışlamasının bâtıl olduğu hakkında
ittifak etmişlerdir. Kadının hak ettiği mehiri de kadının malı olduğuna göre
velinin mehiri bağışlayacağı nasıl söylenebilir? Keza bütün âlimler, bekâr kızın,
amcasının oğullarının ve öz kardeşlerinin oğullanılın evlendirme hususunda
velisi oldukları hakkında ittifak etmişlerdir. Ancak bu velilerin, bekâr kızın
malından veya kocasıyla gerdeğe girdikten sora evli olan bu kadının malından,
herhangi bir şeyi kocasına bağışlamalarının bâtıl olduğu hakkında da ittifak
etmişlerdir. Madem ki amca oğlu veya kardeş oğlu olan kişilerin, kadının
malından herhangi bir şeyi kocasına bağışlamayacağı hakkında ittifak edilmiştir
o halde diğer bütün veliler de bunlar gibidir. Zira âyet-i kerime umumi bir
şekilde beyanda bulunmuştur. "Nitekim akdi elinde bulunan" demiştir.
Eğer bu ifadeden velinin kastedildiği söylenirse -ki bu görüşte olanlar böyle
izah etmişlerdir-buradan her türlü velinin bu hakka sahib olduğu
anlaşılmalıdır. Bir kısım velilerden bu hakkı alırken diğerlerine vermenin
hiçbir delili yoktur. O halde âyelte zikredilen "Nikah akdi elinde
bulıınan"dan maksat, kadının velisi değil onu boşayan kocadır. Kocanın
mehirden vazgeçmesi ise mehirin bir kısmını değil onun tümünü vermesiyle olur.
Âyet-i kerimenin
devamında "Fakat sizin lütufkâr davranmanız takvaya daha yakındır."
buyurulmaktadir. Müfessirler bu âyet-i kerimede "Sizin" diye
hitabedüen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:.
Abdullah b. Abbas ve
Said b. Abdülazizden nakledilen bir görüşe göre buradaki hitap, hem kadınları
boşayan erkeklere hem de boşanan kadınlara aittir. Bu izaha göre âyetin mânâsı
şöyledir: "Ey insanlar, sizlerin evlenme dolayi-sıyle ortaya çıkan mehir
hakkında, boşama anında birbirinize karşı hoşgörülü olmanız Allahtan korkmaya
daha yakındır.
Şa'biden nakledilen
diğer bir görüşe göre burada kendilerine hitabedüen kişiler, kanlanın boşayan
kocalardır. Bu görüşe göre âyetin izahı şöyledir: Ey Karılannn boşayan
erkekler, sizlerin, boşamadan Önce Karılarımıza verdiğiniz mehirlerin bir
kısmını, onları boşadiktan sonra geri almayıp bağışlamanız, Allahtan korkmaya
daha yakındır.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, buradaki hitabın, birbirlerinden ayrılan
kadına da erkeğe de ait olduğunu söyleyen görüştür. Bunların birbirlerine
karşı, mehir hususunda hoşgörülü olmaları kendilerini Takvaya daha fazla yaklaştırır.
Mesela, taraflardan herhangi biri, diğerine verdiğinden herhangi bir şeyi geri
almazsa veya diğerinde kalan hakkının tamamını almaktan vazgeçecek olursa
böylece birbirlerine karşı hoşgörülü olurlar ve takvaya daha fazla yaklaşmış
olurlar. Böyle davranmaları sadece Allah rızası için olacağından onları
takvaya yaklaştırmış olur.
Âyet-i kerimede
"Aranızdaki iyiliği unutmayın" buyurulmakfadır. Bu Jf adeden maksat
şudur: "Ey insanlar, birbirinize karşı lütufkâr davranmayı unutmayın.
Karısıyla cinsi münasebette bulunmadan önce onu boşayan erkek, karısının
mehirinin tamamını vermemiş ise ona mehirin tamamını vererek lütufta bulunsun.
Şayet mehirin tamamını vermişse yansını geri almama lütfunda bulunsun. Şayet
taraflardan herbiri hakkını tam olarak geri almakta ısrar edecek olursa kadına
mehirin yansı verilir."
Mücahid, Rebi' b.
Enes, Dehhak, Süddi, İkrime, İbn-i Zeyd, Siifyan es-Sevri ve Said b. Ciibeyr,
âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. [91]
238-
Namazlara ve orta namaza devam edin. Gönülden boyun eğerek Allahnı huzurunda
durun.
Farz namazlara ve orta
namaza, yani ikindi namazına devam edin. Na-mazlannızda Allanın huzurunda,
gönülden itaat içinde, huşu ile sessizce durun.
Müfessirler, âyet-i
kerimede zikredilen "Orta namaz"dan neyin kastedildiği hususunda
farklı görüşler beyan etmişlerdir.
a- Hz. Ali,
Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudri, Hz. Ai-şe, Ümmü Seleme, Hz.
Hafsa, Abdullah b. Mes'ud, Semüre b. Cündeb, Ümmü Habibe, Hasan-ı Basri,
İbrahim en-Nehai, Rüzeyn b. Hubeyş, Katade, Dehhak, Mücahid, Ebu Eyyub ve Zır
b. Hubeyşe göre bu âyette zikredilen "Orta na-maz"dan maksat, ikindi
namazıdır. Bu hususta bazı sahabilerden şu hadis-i şerifler rivayet
edilmiştir:
Hz. Aişenin azadh
kölesi Ebu Yunus diyor ki:
"Aişc (r.anh.)
bana, kendisi için bir Kur'an nüshası yazmamı emretti ve dedi ki:
"Namazlara ve orta namaza devam edin." âyetine gelince onu bana
bildir." Ben de o âyete geiincc ona haber verdim. O da bana: "Namazlara,
orta namaza ve ikindi namazına devam edin." şeklînde yazdırdı ve dedi ki:
"Ben bunu Rcsulullah (s.a.v.)dcn duydum. [92]
Ümmü Selemenin azadh
kölesi Abdullah b. Rafı de Ümmü Selemenin kendisine Kur'an nüshası yazdırırken
aynen Hz. Aişeden rivayet edilen şekilde yazdırdığını, Nafı de Hz. Hafsanın
Kur'an nüshası yazdınrken yazana aynen Hz. Aişenin söylediği şeyleri söyleyip
yazdırdığını rivayet etmişlerdir.
Bu hususta Semure b.
Cündeb, Resulullah (s.a.v.)'in, "Orta namaz ikindi namazıdır"
buyurduğunu rivayet etmiştir. [93]
Abdullah b. Mes'ud da
Resulullah (s.a.v.)'in "Orta nama/ ikindi namazıdır." buyurduğunu
söylemiştir[94]
Hz. Aliye (r.anh.)
Hendek savaşı sırasında ikindi namazı hakkında Resu-lullahın şöyel buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Düşmanlar bizi
orta namazdan alıkoydular. Nihayet güneş battı. Alah onların kabirlerini ve
evlerini ateşle doldursun." (I)iğef bir rivayette, "Kabİrierirîi ve
içlerini ateşle doldursun," şeklindedir")[95] Hu
hadis-i şerif Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbasîan da rivayet
edilmiştir. Bcrâ b. Âzib ise şöyle demiştir: "Bu âyet indiğinde "Namazlara
ve ikindi namazına devam edin." şeklindeydi. Ben bunu Rcsulullalnn
döneminde Allanın dilediği kadar okumuştum. Daha sonra ise Allah teala âyetin
bu şeklini neshetti ve "Namazlara ve orta namaza devam edin."
şeklinde indirdi.
İbrahim b. Yezitl ed-Dımışkî
diyor ki: "Ben Abdulaziz b. Mervanın yanında oturuyordum. O bir adama:
"Ey filan, falan adamın yanına git ve ona de ki: "Sen Resulullahtan orta namaz hakkında ne
işittin?" Bunun üzerine orada oturan bir adam şöyle dedi: "Ben, küçük
bir çocuk iken Ebubekir ve Ömer, orta namazın ne demek olduğunu sormam için
beni Resulullaha gönderdiler. O benim, serçe parmağımı tuttu "İşte sabah
namazı budur" Sonra serçe parmağımın yanındaki parmağı tuttu "Öğle
namazı da budur." dedi. Sonra baş parmağımı tuttu "Akşam namazı
budur." dedi. Daha sonra onun yanmdakini (şehadet parmağını) tuttu ve
"Yatsı namazı budur" dedi. Sonra da "Hangi parmağın kaldı?"
dedi. Dedim ki: "Orta parmağım." Dedi ki: Hangi namaz kaldı?"
Dedim ki: "İkindi namazı." dedi ki: "İşte orta namaz budur."
Resulullah, ikindi
namazını kılmayanlar için büyük bir ceza bulunduğunu haber vermiştir.
Abdullah b.
ÖmerResulullahın, ikindi namazını geçiren kimse için
"O adam, ailesi
ve malı helak edilmiş gibidir." buyurduğunu söylemiştir[96]
b- Abdullah
b. Ömer ve Zeyd b. Sabit'ten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette
zikredilen "Orta namaz"dan maksat, öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit
diyor ki: "Resulullah öğle namazını sıcaktan dolayı insanların ortalıktan
çekildikleri zamanda kılardı. Resulullahın kıldığı namazlar içinde, sahabilere
bundan daha zor gelen bir namaz yoktu. Onların bu zorlanmaları üzerine
"Namazlara ve orta namaza devam edin." âyeti nazil oldu. Zeyd b.
Sabit, diyor ki: "Öğleden önce de iki namaz vardır. Ondan sonra da iki
namaz vardır.
Hz. Hafsamn Kur'an-ı
Kerim nüshası yazdırırken bu âyeti: "Namazlara, orta namaza ve ikindi
namazına devam edin." şeklinde yazdırdığı ve bunu Resulullahtan işittiği
rivayet edilmektedir. Görüldüğü gibi bu rivayete göre ikindi namazı, orta
namazdan ayn bir namaz olarak zikredilmiştir. Bu da orta namazın, öğle namazı
olduğunu göstermektedir.
c- Kubeyse
b. Züeyb'e göre ise "Orta namaz"dan maksat, akşam namazıdır. Zira,
rekatlarının sayısı bakımından namazların ne en azı ne de en çoğudur. Onların
ortasındaki bir sayıdadır. Ayrıca, yolculukta dahi kısaltılmaz. Keza Resulullah
onun ne vaktini ertelemiş ne de onu acele ederek kılmıştır.
d- Abdullah b. Abbas,
Cabir b. Abdullah, Ata, İkrime, Müeahid, Abdullan b. Şeddad ve Rebi' b. Enesten
nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Orta namaz"dan
maksat, sabah namazıdır. Taberi diyor ki: "Bunların, "Orta
namaz"dan maksadın sabah namazı olduğunu söylemelerinin sebebi, şudur:
"Bunlar âyetin devamında gelen ve "Gönülden boyun eğerek."
şeklinde tercüme edilen ifadesini "Kunut duası yapanlar" şeklinde
izah etmişlerdir. Buradaki "Orta namaz"dan maksadın da sabah namazı
olduğunu söylemişlerdir.
c- Abdullah
b. Ömer, Rebi' b. Haysem ve Said b. el-Müseyyebden nakledilen diğer bir
rivayete göre bu âyette zikredilen "Orta namaz" beş vakit namaz
içinde herhangi bir vakittir. Bu vaktin hangi vakit olduğu belirtilmemiştir.
Zira bu vakit belirtilecek olsaydı insanlar sadece ona titizlik gösterir
diğerlerini ihmal ederlerdi. Bu nedenle "Orta namaz"dan maksadın
hangi vakitte kılman namaz olduğu belirtilmedi. Ta ki kullar bütün vakitlere
devam etmek suretiyle ona da devam etmiş olsunlar.
Taberi diyor ki:
"Zikrettiğimiz bu görüşler içerisinde doğru olanı, hakkında Resulullahtan
birbirini destekleyen çokça haberler zikredilenidir. O da ikindi
namazıdır."
Allah teala, kullarını
özellikle bu vakitte namaz kılmaya teşvik etliği gibi Resulullah da bu vakitte
namaz kılmaya teşvik etmiştir.
Ebu Basra el-Ğifari
diyor ki:
"Resulullah
"Muhammas" denen yerde bizlere ikindi namazını kıldırdı. Sonra
buyurdu ki: "Bu namaz, sizden öncekilere arzcdilmişti. Fakat onlar bunu
zayi ettiler. Kim bu namaza devam edecek olursa onun için iki kat nıükâfaat
vardır. Şahit doğuncaya kadar bu namazdan başka namaz yok: tur. (Yani başka
namaz kılınmaz) Şahit ise yıldızdır. [97]
Resulullah (s.a.v.)
ikindi namazını geçiren kimse için "O adam, ailesi ve malı helak edilmiş
gibidir. [98]buyunnuştur.
Umare b. Rüeybe eliyor
ki:
"Resulullah
(s.a.v.)'in güneşin doğmasından önce ve batmasından önce namaz kılan bir kimse
asla cehennem ateşine girmeyecektir. "Yani sabah ve ikindi namazını kılan
bir kimse asla cehennem ateşi görmeyecektir." buyurduğunu işittim. [99]
Taberi diyor ki:
"Bütün namazlara devam etmek farz loduğu halde Resu-lullalıın özellikle
ikindi namazına devam etmeyi teşvik etmesi gösteriyor ki Allah teala da
"Orta namaza devam edin" buyurarak ikindi namazına devam etmeyi
teşvik etmiştir. Taberi devamla diyor ki: "Diğer vakitler arasında,
özellikle ikindi namazına devam edilmesinin emredilmesi şu hikmete binaen
olmalıdır. Akşam yatsı ve sabah namazları insanların çoğunun işlerini
bıraktıkları ve dinlendikleri vakitlerde olduğu için onları kılmaları
kendileri için bir zorluğa sebep olmaz. Öğlen namazı da sıcağın şiddetli anma
rast geldiğinden, insanların istirahata çekilme anlarında kılınır. Bu da onlar
için zor değildir. İkindi namazı ise. insanların çalışmalarının yoğun olduğu
bir zamana rastlar. Bu bakımdan onu ihmal etme durumu tlaha çoktur. Bu sebeple
Allah teala bütün namazlara devam edilmesini emrederken, özellikle ikindi
namazına da devam etmelerini emretmiştir. İkindi namazına "Orta
namaz" denmesinin sebebi ise, kendisinden Önce iki vakit kendisinden sonra
iki vaktin bulunması ve kendisinin beş vakit namazın tam ortasında
bulunmasındandır.
Âyet-i kerimenin devamında
zikredilen ve "Gönülden boyun eğerek Allanın huzurunda durun." diye
tercüme edilen cümlesinde geçen ve "Gönülden boyun eğerek" diye
tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hakkında müfessirler farklı
görüşler zikretmişlerdir:
a- Şa'bi,
Ata, Said b. Cübeyr, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Hasan b. Ebil Hasan, Mücahid,
Atiyye, Said b. Abdülaziz, Tâvûs ve Ebu Said eMIudriden rivayet edilen bir
görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinin mânâsı "İtaat ediciler"
demektir. Bu hususta Ebu Said el-Hudri, Resulullahın:
"Kur'anda
zikredilen her kelimesinden maksat, "İtaattir. [100]buyurduğunu
rivayet etmiştir.
b- Süddi,
Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Erkam, İkrime ve İbn-i Zeyd'den rivayet edilen
diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat "Sükut
edenler, konuşmayanlar." demektir.
Bu hususta Abdullah b.
Mes'ud diyor ki: "Resulullah beni, namazda iken selamımı almaya alıştırdı.
(O namazda iken selam verdiğimde selamımı alırdı) Yine bir gün onun yanma varıp
namazda iken selam verdim. Selamımı almadı. (Namazı bitirince) şöyle buyurdu:
"Allah, dilediği zaman işinde yeniük yapar. O namazda, AHahı zikretme,
onu şanına layık bir şekilde teşbih etme ve yüceltme dışında herhangi bir
kimsenin herhangi bir şey konuşmaması esasını İhdas etti. Siz, Allah için sükut
ederek namaz kılın."
Zeyd b. Erkam diyor
ki:
"Biz, daha
önceleri namaz kılarken birbirimizle konuşuyorduk. Öyle ki bazımız diğer
kardeşinden ihtiyacı olduğu şeyi istiyordu. Nihayet, "Namazlara ve orta
namaza devam edin ve sukut ederek Allanın huzurunda durun." âyeti indi ve
namazın içinde iken susmamız emredildi. [101]
c- Mücahid
ve Rebi" b. Enese göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, "Rüku
eden, huşu içinde olan" demektir. Bu hususta Mücahidin şunları söylediği
rivayet edilmektedir. "Namazda rtikuun uzun oluşu, gözlerin kapalı olması,
namaz kılan kimsenin rabbine karşj kendisini zelil hissetmesi ve Allah
korkusundan dolayı huşu içinde olması (Bunların hepsi) kunuttardır. Alimlerden
biri namaz kıldığında Rahman olan Allanın huzurunda ondan çekinerek etıafına
bakamazdı. Secde yerindeki çakıl taşlarını dahi bir tarafa ilemezdi. Herhangi
bir şeyle oynayamaz hatta dünyaya ait bir işi hatırından bile geçiremezdi.
Ancak dalgın olduğu durumlarda böyle bir şey olurdu.
d- Abdullah
b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden
maksat "Dua edenler" demektir. Buna göre âyetin mânâsı "Siz,
namazı, AUaha yalvararak onun için kılın" demektir. Bu hususta Ebu Reca
diyor ki: "Ben, Basra Mescidinde Abdullah b. Abbasın arkasında sabah
namazını kıldım. O, rükudan Önce kunut yaptı. Sonra dedi ki: "Allah
teala-nın "Kunut yapanlar" olarak Allah için namaz kılın."
buyurduğu orta namaz işte budur." dedi.
Teberi diyor ki:
"Bu âyetin tefsirinde tercihe şayan olan görüş kelimesinden maksat
"İtaat edenler"dir, diyen görüştür.. Allaha itaat, namazda susmayı da
huşu içinde olmayı da Allaha yalvarmayı da kapsar. Bu nedenle, âyeti geniş
şekilde yorumlamak daha evladır. [102]
239- Eğer
korku içinde bulunursanız, yaya olarak yahut binckli iken namazınızı kılın.
Emniyet İçinde olduğunuzda da, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde
Allahı zikredin.
Eğer savaş sırasında
düşman korkusundan dolayı, durup ta namazı ayakta kilamıyorsanız, yürüken yahut
bineklerin üzerinde kılın. Düşmanlarınızın saldırısından emin olur da korku
kalmazsa, namazınızı, Allanın size öğrettiği şekilde ona şükür ve övgüde
bulunarak kilin. Yani namazı, rükuu ile, secdesi ile ve diğer erkânı ile tam
olarak kılın.
İbrahim en-Nehai,
Zühri ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir görüşe göre, düşmanla çarpışmakta olan
kişi kıbleye tam olarak yönelme şartı olmaksızın, dilediği yöne doğru,
yürüyerek veya bineğinin üzerinde namazını kılabilir. Bu durumda namaz iki
rekattır ve ima ile kılınır. Yani secdeyi rükudan biraz daha fazla eğilerek
yapar.
Said b. Cübeyr,
Hasan-i Basri, Mücahid, Süddi ve Ata da, korku içinde olan kimsenin, bineğinin
üzerinde veya yürüyerek ve ima ile namazını kılacağını söylemişlerdir.
Dehhak ise dilediği
yöne doğru, bineğinin üzerinde veya yürüyerek namaz kılabileceğini söylediği
gibi, ima ile namaz kılma imkânı bulamaması halinde de iki kere tekbir alarak
namaz kılmış olabileceğini söylemiştir.
Katade, Hasan-ı Basri
ve Cabir b. Abdullah ise, korku anında iki rekat kı-lamayanm tek rekat kılması
halinde bunun yeterli olacağını söylemişlerdir.
Taberi ise, âyette
zikredilen korkunun insanı helake sürüklemesi ihtimali kuvvetli olan hertürlü
korku olduğunu, düşman korkusu, yırtıcı hayvan saldırısı, evcil hayvanların
saldırması ve sel baskını gibi bütün korkuların bu âyette zikredilen korkuya
dahil olduğunu, zira âyetin genel olarak korkuyu zikrettiğini söylemiştir.
Ayrıca korku namazı hakkında Abdullah b. Ömerin şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
korku namazını şöyle kıldırdı. (Müslümanlar iki guruba ayrıldı). Resulullah
bir guruba bir rekat namaz kıldırdı. Diğer gurup düşmanın karşısında
duruyordu. Resulullah birinci guruba bir rekat namaz kıldırınca onlar ayrılıp
arkadaşlarının yerine düşman karşısına gittiler. Düşmanın karşısında bulunan
gurup geldi. Resuiullah bir rekat da onlara kıldırdı. Somu selam verdi. Bundan
sonra ise her gurup, eksik kalan birer rekatlarını kendi kendilerine
tamamladılar[103]
Ayet-i kerimede zikri
geçen namaza "Korku namazı" denmektedir. Ebu Hanifeye göre, muharebe
sırasında namazı nomıal şekilde durup kılma imkanı olmazsa, yaya olanlar namazı
tehir edip sonra kaza ederler. Eğer binekli iseler binekleri üzerinde kılarlar.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) Hendek muharebesinde öğle, ikindi ve akşam
namazlarını, güneş battıktan sonra hep birlikte kılmıştır.
Bu hususta Cabir b.
Abdullah diyor ki:
"Hendek savaşında
Ömer b. Hattab gelip Kureyş kâfirlerine fena sözler söyledi ve "Ey Allanın
Resulü, ben daha ikindiyi kılmadım, güneş neredeyse batmak üzere." dedi.
Resulullah da: "Vallahi ben de kılmadım." dedi. Sonra bir düzlüğü
indi, abdest aldı, güneş battıktan sonra, önce ikindiyi, daha sonra da akşam
namazmı kıldi. [104]
İmam Şafıiye göre ise,
savaşın kızıştığı zamanlarda, binekli olsun yürüyerek olsun, kıbleye karşı
olsun veya başka tarafa doğru olsun, namaz işaretle kılınır.
İmam Şafii, Ebu
Hanifenin delil gösterdiği hadîsi şerife mukabil şöyle demektedir: "Hendek
savaşı zamanında henüz bu âyet nazil olmamıştı ve korku namazı da yoktu. Âyet-i
kerime daha sonra nazil oldu. Korku namazı hakkında daha geniş bilgi için Nisa
suresinin yüz bir ve yüz üçüncü âyetlerinin izahına bakınız. [105]
240-
İçinizden ölüp tc geride eşler bırakan erkekler, kadınlarının, evlerinden
çıkarılmayarak bir yıla kadar bırakılmasını vasiyet etsinler. Şayet kadınlar
evden çıkacak olurlarsa, kendileri için yaptıkları meşru işlerde size bir
günah yoktur. Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey müminler, sizden
kim ölür de geride de eşleri kalırsa, Allah, size o kadınları, tam bir yıl,
ölen kocalarının evlerinden çıkarmamanızı farz kıldı. Eğer kadınlar, ölen
kocalarının evlerini, bir yılı tamamlamadan icrkcdcrlcrse onların, kocalarının
yasını tutmayarak evlerini terkelmelerinde. süslenip koku sürmelerinde, ölenin
varisleri için bir zorluk ve sorumluluk yoktur. Allah, ceza verişinde her şeye
galiptir, koyduğu şeriat ve hükümlerde hikmet sahibidir.
Katade, Rebi' b. Enes,
Abdullah b. Abbas, Dehhak, Ata, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime,
Nisa suresinin on ikinci âyeti ve Bakara suresinin iki yüz otuz dördüncü
âyetiyle neshedilmiştir. Zira, önceleri bir insan ölür de geride kansı sağ
kalırsa o kimse ister karısı lehine vasiyetle bulunsun, isterse bulunmasın
kansı, ölen kocasının evinde bir yıl kalırdı. Bu âyet-i kerime bu hususu beyan
etmektedir. Ancak, Bakara suresinin iki yüz otuz dördüncü âyeti inerek kocası
ölen kadınların bir yıl değil dört ay on gün iddet bekleyeceklerini beyan
etti. Nisa suresinin on ikini âyeti de nazil oldu ve kocası ölen kadına nafaka
verilmeyeceğini, zira onun, kocasının malına mirasçı olacağını kocasının
çocukları varsa malının sekizde birini, yoksa dörtte birini alacağını beyan
etti ve böylece kadının artık nafaka alamayacağı bildirildi.
Katade ve Süddiden
nakledilen diğer bir görüşe göre de bu âyet-i kerime mensuhtur. Ancak
neshedilen bu âyet, sadece kadına vasiyette buluntılabileeeği-ni beyan
etmektedir. Öyle ki mirasın nasıl taksim edileceğini beyan eden âyetler nazil
olmadan önce kişi, hanımına ve dilediği kimselere terekesinden vasiyette
bulunabiliyordu. Mirasın hükümlerini beyan eden âyetler nazil olunca artık kişinin,
karısı lehine vasiyette bulunması hükmü kaldırılmış oldu. Yine kişinin hanımına
terekesinden bir yıl nafaka veriliyordu. Daha sonra bu da, kocası ölen kadının
dört ay on gün iddet bekleyeceğini beyan eden âyetle ne.shedilmiş oldu.
Mücahid ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyet-i kerime mensuh değildir.
Hükmü geçerlidir. Allah teala. Bakara suresinin iki yüz otuz dördüncü âyetinde
kocası ölen kadınların mutlaka ilört ay on gün iddet beklemelerini emretmiş bu
âyet-i kerimede ise kocalarının ölümünden sonra kanlanılın bir yıl evlerinde
kalıp kendi mallarından yiyebileceklerine dair vasiyette bulunabileceklerini
beyan etmiştir. Böylece kadın dilediği takdirde, döıt ay on gün olan mecburi
iddetini bekledikten sonra kocasının vasiyetine uyarak yedi ay yirnıi gün daha
kocasının evinde kalabilir. Veya bu vasiyete uymayarak dört ay on günden sonra
kocasının evinden çıkabilir. Çünkü âyet-i kerimenin sonunda "Şayet
kadınlar evden çıkacak olurlarsa, kendileri için yaptıkları meşru işlerden
size bir günah yoktur." Duyurulmaktadır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: Allah teala, ölen
erkeklerin hanımlarına bir yıl kocalarının evinde kalma ve kocalarının bıraktıkları
mallardan nafaka olarak harcama hakkını vermiştir. Ölen kişinin mirasçılarına
da bir yıl tamamlanıncaya kadar bu kadını içinde yaşadığı evden çıkarmamayı
emretmiştir. Böylece bir kadın, ölen kocasının evini, kendiliğinden terkedecek
ol nisa artık mirasçılar için bir günah olmayacağını beyan etmiştir. Ancak
daha sonra gelen miras âyeti, kadına harcanacak nafakayı kaldırmış,
kadınların dört ay on gün iddet
bekleyeceklerini hükme bağlayan âyet de bu kadınların yedi ay yirmi günlük
mesken haklarını kaldırmıştır. Ancak kocasının ölümü üzerine dört ay on gün
iddet bekleyecek kadının bu müddet içerisinde kocasının meskeninde kalma
hakkına sahip olduğu, Resulullahın hadisi şen fi ile beyan edilmiştir.
Bu hususta Fürey'a
bint-i Malik (Başka bir rivayete göre Faria bim-i M;ı-Uk)in anlattığına göre
kocası, köleleri ücretle çalışmıyormuş. Bir gün köleler birleşerek kocasını
öldürmüşler. Fürey'a Resulullaha gelerek meseleyi anlatmış ve şunlan
söylemiştir: "Ben, şimdi mülkiyeti kocama ait olan bir evde değilim. Kocam
tarafından bana herhangi bir nafaka da gelmiyor. Ben yetimlerimle birlikte
aileme gidip onlara orada bakayım mı?" Resulullah ila ona "Yap"
demiş daha sonra "Ne demiştin?" diye sormuş kadın da sorusunu
tekrarlayınca Resulullah ona- "Kocanın ölüm haberi sana geldiği yerde
iddetini bekle." buyunmıştur. [106]
Diğer bir rivayette
Resulullah o kadına şöyle demiştir:
"Sen, süre
doluncaya kadar, dört ay on gün evinde kal. [107]
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Şayet kadınlar evden çıkacak olurlarsa kendileri için yaptıkları
işlerde size bir günah yoktur." buyrulmaktadır. Yani, kadınların,
kocalarının ölümünden sora, kocalarının evinde kalmaları halinde bir yıl kalma
haklan vardır. Öyle ki ölenin mirasçıları bu bir yıl içinde kadın istemedikçe
onu evden çıkaramazlar. Ancak kadın kendi isteğiyle kocasının evini bir yıldan
önce terkedecek olursa bu takdirde mirasçılara herhangi bir vebal yoktur. Kadın
da aynı evde kalıp kalmama mecburiyeti yoktur. Bu onun için bir haktır. Kadın,
dört ay on günlük müddeti bittikten sonra, iddet beklemekte olduğu kocasının
evini terkedip yas tutmaya sona erdirebiiir ve kendisiyle evlenmek isteyenlere
imkân verebilir. [108]
241- Boşanan
kadınların, örfe göre faydalanacakları bir lakım şeyler alma haklan vardır. Bu,
takva sahipleri üzerine bir borçtur.
Her boşanan kadının,
örfe göre elbise, giyim kuşam ve iyilikle istifade edilecek şeylerde hakkı
vardır. Bu, rablerinin emirlerini tutup yasaklarından kaçınan takva sahiplen
üzerine bir borçtur.
* Boşanan kadınlara
verilmesi gereken eşyaya İslam hukukunda "Mut'a" denir. Mut'umu,
boşanan her kadına mı yoksa belli şartlar altında boşanan kadınlara mı
verileceği hususunda farklı görüşler zikredilmektedir.
a-Said b.
Ciibeyr, Zühri ve Alaya göre. her boşanan kadına nıut'a vermek gerekmektedir.
Çünkü bu âyet-i kerime genel bir mânâ ifade etmekte, boşananlar arasında
ayırım yapmamaktadır.
b- Atâ ve
Mücahide göre bu âyette, kendilerine mut "a verileceği beyan edilen
kadınlar, kendiieriyie zifafa girildikten sonra boşnan kadınlardır. Zira
kendilerine dokunulmadan boşanan kadınların durumu şu âyelte beyan edilmektedir.
"Ey iman edenler, mümin kadınları nikahlar sonra da kendilerine dokunmadan
bozarsanız arlık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal
onlara boşanma bedellerini (faydalanacakları bir takım eşyayı, mut'ayı) verin
ve onları güzellikle salıverin. [109]
c- İbn-i
Zeydc göre ise, burada kendilerine nıut'a verilmesi emredilen kadınlar,
boşanan bütün kadınlardır. Ancak bu âyetin nüzul sebebi şu âyetin yanlış
anlaşılmasını önlemektir. "...Zengin kendi imkânına göre fakir de kendi
imkânına göre. usulüne uygun bir şekilde onlara faydalanacakları bir şeyler verin.
Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur.
[110] Bu
âyet nazil olunca bir kişi: "Bğer ben iyilikte bulunursam bunu yaparım.
İyilikte bulunmazsam bunu yapmam"
demiş bunun üzerine de: "Boşanan kadınların, örfe göre faydalanacakları
bir takım şeyler alma haklan vardır. Bu, takva sahipleri üzerine bir borçtur."
âyeti nazil olmuştur.
Taberi diyor ki:
"Bu âyel-i kerimede zikredilen mut'anm, boşunanan her kadına verilmesi
gereken mut'a olduğunu söyleyen görüş, doğru olan görüştür. Yani her boşanan
kadının mut'a alma hakkı vardır. Zira Allah
teala, Kur'an-ı Kerimin diğer âyetlerinde, belli durumlarda olup ta
boşanan kadınlara mut'a verileceğini beyan etmiştir. Mesala: Kendilerine mehir
takdir edilmeyen ve kendileriyle cinsi münasebetle de bulunulmadım boşanan
kadınlara mut'a verileceği şu âyette beyan edilmiştir. "Kadınlara
yaklaşmadan ve onlara mehir takdir etmeden boşarsanız sizin için bir
mes'uliyet yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre fakir de kendi
imkânına göre, usulüne uygun bir şekilde onlara, faydalanacakları bir şeyler
verin. Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur. [111]Kendisiyle
evlenilen ve zifafa girildikten sonra boşanılan hür kadınlara mut'a verileceği
şu âyette zikredilmektedir. "Ey Peygamber, hanımlarına şöyle de:
"Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi
verip hepinizi güzellikle salıvereyim, [112]Kendilerine
mut'a verilip verilmeyeceği açıklanmayan kadınlar, kâfir kadınlar, köleler bir
de küçük yaşta iken evlenip boşanan kadınlardır. İşte âyet-i kerimede boşanan
bu gibi kadınlara da mut'a verileceğini umumi bir şekilde beyan etmiştir. [113]
242- Allah,
âyetlerini size, düşünesiniz diye böylece açıklıyor.
Allah size,
hükümlerini bildirdiği, birbirinize karşı olan vazifelerinizi açıkladığı gibi
Peygamberine indirdiği âyetlerde diğer hükümleri de açıklıyor ki, koymuş okluğu
hudutları tanıyasınız. Dininiz ve dünyanız için doğru ve faydalı olanı
bilesiniz. [114]
243-
Sayıları binlere vardığı halde, ölüm korkusundan memleketlerini tcrkcdcnlcri
görmedin mi? Allah onlara "Ölün" dedi. Ve sonra kendilerine yine
hayat verdi. Şüphesi/, kî Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat
insanların çoğu şükretmezler.
Ey Muhammed, sayıları
binlere vardığı halde, ölümden kaçmak için memleketlerini terkedeııleri
bilmedin mi? Allah onları önce öldürdü sonra tekrar diriltti. Şüphesiz ki
Allah, yarattıklarına karşı lütuf sahibidir. Fakat o insanların - çoğu,
nimetlere şükretmezler ve AMahtan başka ilahlar edinirler.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Binler" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından iki
şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Vehb b. Münebbih, Haccac b. Ertee, Siiddi, Atâ el Horasani ve
Muhammed b. İshaka göre bu âyette geçen kelimesi, kelimesinin çoğuludur ve
mânâsı "Bilenler" demektir. İsrailoğulları ya Taun hastalığından veya
cihad etmenin korkusundan dolayı memleketlerinden binlerce sayıda çıkıp
gitmişler, neticede ölümden kurtulamamış ve öldürülmüşler daha sonra ise Allah
teâla onları diriltmiş ve vadeleri gelinceye kadar yaşamışlar sonra tekrar
Ölmüşlerdir.
b- İbn-i
Zeyd, Hasan-ı Basri, Amr b. Dinar ve benzeri âlimlere göre bu âyette zikredilen
kelimesi kökünden türetilmiştir. Mânâsı "Ülfet ve uyum içinde olarak"
demektir. Yani İsrailoğullan, memleketlerinden çıkarken kendi aralarında
ayrılığa düşmemişler birbirlerine karşı huğuz eder halde olmamışlar, bilakis
birlik ve beraberlik içinde çıkmışlardır" elemektir.
Bu kelimeyi sayı
mânâsına alan Abdullah b. Abbastan özetle şunlar rivayet edilmektedir:
Yerlerinden çıkan İsrailoğullannın sayısı dört bin idi. Onlar Taun
hastalığından kaçarak köylerinden çıkmışlar ve "Biz, ölümün olmadığı bir
yere gidelim." demişlerdi. Fakat onlar belli bir yere varınca Allah onlara
"Ölün" demiş.onlar da ölmüşlerdi. Bunun üzerine Peygamberlerden bir
Peygamber onların yanından geçmiş, Allah tealaya onlan dirilitmesi için
niyazda bulunmuş Allah teala da onları diriltmişti. Vehb b.Münebbihe göre bu
Peygamber "Hez-kil"dir. Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir
rivayete göre Yahudiler Taun hastalığından değil Allah yoyunda cihad etmekten
kaçmışlar ve başlarına yukarıda anlatılan olay gelmiştir.
Eş'as b. Eşlem
el-Basri diyor ki: "Ömer namaz kılarken geri tarafta iki Yahudi
bulunuyordu. Ömer rüku yapınca kamını içeri çekerdi. Bu Yahudilerden biri
diğerine: "Bu o mu?" diye sordu. Ömer namazı bitirince dedi ki:
"Sizden birinizin arkadaşına "Bu o mu?" diye sorduğunu
hissettim." Onlar da "Biz kitabımızda Allahm izniyle ölüleri dirilten
Hezkil'e verilen demir boynuzun benzerinin o anlattığınız kişiye de
verileceğini bulmaktayız." dediler. Ömer de: "Biz, Allahın kitabında
ne Hezkil'i ne de İsanın dışında, Allahm dışında ve ölüleri dirilten birini
görüyoruz." dedi. Onlarda: "Sen, Allahın kitabında " Bazılarını
da sana anlatmadığımız Peygamberler gönderdik.
[115]
âyetini bulmuyor musun? dediler Ömer de "Evet" dedi. Onlar da:
"Ölüleri diriltmesi meselesine gelince biz onu sana anlatalım."
dediler ve şunları söylediler: "İsrailoğullan Veba hastalığına
yakalandılar. Onlardan bir topluluk Vebadan kurtulmak için yurtlarını terkedip
gittiler. Oradan bir mil uzaklaşınca Allah onları Öldürdü. Diğer insanlar
onların mezarlarının etrafını duvarlarla çevirdiler. Kemikleri çürüdükten sonra
Allah Hezkil Peygamberi gönderdi. O, onların öldüğü yerde Allahın dilediği
kadar kaldı. Allah onlan Hezkil vasıtasıyla diriltti. Eş'as diyor ki:
"İşte Allah teala bu âyeti bunlar hakkında indirmiştir."
Âyette zikredilen
kelimesinin mânâsının "Binlerce" demek değil "Ülfet
içinde" demek olduğunu söyleyen İbni-i Zeyd ise bu hususta özetle şunları
söylemiştir: Bu âyet. Taun hastalığına uğrayan bir kasabadan bahsetmektedir. O
kasabanın halkından bir gurup kasabayı tevketmiş diğer bir kısmı ise orada
kalmıştır. Orada kalanlara taun hastalığı büyük zayiat vermiş, çıkanlara ise
bir şey olmamıştır. Ertesi yıl tekrar taun hastalığı çıkmış bu defa, daha önce
çıkanlardan daha çok sayıda insan kasabayı terketmiştir. Taun hastalığı, orada
kalan insanları kasıp kavurmuştur. Üçüncü yılda tekrar taun hastalığı gelmiş bu
defa İsrailoğulları ayrılığa düşmeden hep birlikte kasabayı terketmişlerdir.
Fakat onlar,' yaşamak için gittikleri yere varınca Allah onlara "Hep
birlikte ölün" demiş onlar da Ölmüşlerdir. Oradan geçen bir kişi parlayan
kemikleri görünce dikkatini çekmiş, durup onlara bakmış ve kendi kendine şöyle
demiştir: "Allah bunları öldürdüktensonra acaba nasıl diriltecektir?"
Allah bu defa o kişiyi de öldürmüş ve yüz yıl sonra diriltmiştir.
Taberi diyor ki:
"Bu iki görüşten tercihe şayan olan kelimesinin mânâsının
"Binler" olduğunu söyleyen görüştür, israiloğullannın kasabadan
kaçmalannın sebebi ise cihattan veya taun hastalığındandır. Kaçan İsrailoğullannın
sayısı ise on binin üzerindedir. Zira kelimesi, on'dan yukan sayılarda
kullanılan çoğullar kahbındandır.
Ayet-i kerimenin
devamında, memleketlerini terkeden İsrailoğullannın,
ölüm korkusuyla terkettikleri
zikredilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi İs-railoğullan ya uğradıkları
taun hastalığı sebebiyle ölçeklerinden korkmaları yüzünden memleketlerinden
çıkmışlar veya Allah tealadan bir komutan göndermesini istemeleri üzerine
kendilerine komutan geldiğinde düşmanla savaşarak ölecekleri korkusundan dolayı
çıkmışlardır. Allah teala bunların kıssalarını müminlere anlatarak kendilerine
Allah yolunda cihad etmeyi ve din düşmanları ile savaşta dirençli olmayı teşvik
etmekte, öldürmenin de diriltmenin de sadece kendi elinde olduğunu hatırlatarak
mümin kullarına cesaret vermekte ve savaştan ve cihattan kaçıp kalelere,
evlere ve müstahkem mevkilere sığınmanın hiçbir kimseyi Allanın kaza ve
kaderinden kutaramayacağmi bildirmektedir. Nitekim taun hastalığından kaçan
İsrailoğulları Allanın kaderinden kurtulamamış ve yine ölmüşlerdir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat
insanların çoğu şükretmezler." buyunılmaktadır. Allah tealanm, insanlara
hidayet yolunu göstermesi ve onları helak olacakları yönlerden sakındırması,
kullarına lütfettiği nimetlerdendir. Ölüm korkusuyla memleketlerinden çıkan
insanları öldürüp onları tekrar diriltmesi, kullarına ibret olması bakımından
Allah tealanm lütuf ve nimetlerindendir[116]
244- Allah
yolunda savaşın. Bilin ki Aîlah hçr şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
Ey iman edenler,
Allanın dini için, din düşmanlarıyla savaşın. Sizi dininizden alıkoyan ve
rabbinizin yolundan çeviren Şeytana itaat yolunda savaşmayın. Allah
düşmanlarıyla savaşmaktan çekinmeyin. Zira diri kalmanız veya ölmeniz Allanın
elindedir. Sakın ölüm korkusu sizi, düşmanlarla sataşmaktan alıkoymasın, Aksi
takdirde zelil olursunuz, siz de daha Önce ölüm korkusuyla evlerinden çıkıp
kaçanlar gibi Ölümden kurtulamazsınız. Sizler de evlerinizde ölürsünüz. Bilin
ki rabbiniz, samimi olan müminleri de bilir sinelerinde nifak ve inkârı
saklayanları da. Ve herkesin söylediği sözü de. Bu itibarla herkesi layık
olduğu şeyle cezalandıracak veya mükafaatlandıracaktır. [117]
245- O
kimdir ki Allah için güzel bir ödünç takdim etsin de Allah onun karşılığını kat
kat versin. Rızkı daraltan da Allahtır bol veren de. Yine ona
döndürüleceksiniz.
Sizden kim Allah
yolunda ve onun rızasını isteyerek harcamada bulunur, zayıf olana yardım eder,
fakiri destekler, ihtiyaç sahiplerine infakta bulunursa Allah, yapmış olduğu
iyiliklerden dolayı o kişiye sınırsız ve sayılamayacak kadar kat kat mükâfaat
verir. Dilediği kulu için rızkı daraltan dilediği için de bol-laştıran
Allahtır. Sonunda dönüşünüz Allahadir. Sizleri amellerinize göre cezalandıracak
veya mükâfaatlanuıracaktır.
Bu konuda diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadir: "Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir
tanenin durumuna benzer. Allah, dilediğini kat kat verir. Allah, lütfü geniş
olan ve her şeyi bilendir. [118]
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince Ebudderda dedi ki: "Ey Allanın
Resulü, Allah bizden ödünç mü istiyor?" Resulullah da "Evet ya
Ebudderda." dedi. Ebudderda ise "Ver elini ya Resulullah," dedi.
Resulullah da elini on verdi. Ebudderde: "Ben (hurma) bahçemi rabbime
karz-ı hasen olarak verdim. Onun içinde altı yüz hurma ağacı
bulunmaktadır." dedi. Sonra yürüyerek bahçesine geldi. Kansı Ümmü Dahdah
ve çocukları bahçede bulunuyorlardı. Ebudderda hanımına "Ey Ümmü Dahdah,
diye seslendi. Ümmü Dahdah "Buyur emrin nedir?" diye cevap verdi.
Ebudderda "Bahçeden çık zira ben içinde altı yüz hurma ağacı bulunan
bahçeyi rabbime karz-ı hasen olarak verdim." dedi. Resulullah, Abudderda
öldüğünde onun cenaze namazını kıldırdıktan sonra hakkında şöyle buyurmuştur:
"Cennette Ebudderdanın asılı duran nice hurma salkımları
bulunmaktadır"[119]
Âyet-i kerimede,
malını Allah yolunda harcayana Allahın kat kat karşılığını vereceği
vaadedilmektedir. AUahm vaadettiği nimetlerin hududu belirtilmemekte, kişilerin
ihlas ve niyetlerine göre karşılık alabileceklerine işaret edilmektedir. Bu
hususta bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Allah size dünyayı ödünç olarak
verdi ve onu sizden ödünç olarak istedi. Şayet sizler içinizden gelerek gönüllü
bir şekilde onu Ödünç verecek olursanız o ödüncünüzün karşılığında size on ile
yedi yüz arasında değişen, hatta daha da fazla olabilen karşılık verilecektir.
Şayet Allah dünyayı sizden, istemediğiniz halde çekip alacak olurda siz de buna
sabreder ve iyi davranırsanız bu sizin için bir rahmet olur ve sizin hidayete
kavuşmanıza sebep olur
Ayet-i kerimenin
devamında "Rızkı daraltan da Allahtır bol veren de", bu ym İ m
aktadır. Allah teala bu ifade ile kendilerine bol nzık verdiği mümin kullarını,
nzıklan dar olanlara karşı infakta bulunmaya teşvik etmekte ve onları
müşriklere karşı savaşmak için mallarını Allah yolunda harcamaya davet etmektedir.
Zira bu harcamalar onların azıklarını azaltmayacaktır. Çünkü nzıklan daraltan
da genişleten de Aîlahtır. Kullar yaptıkları harcamaların karşılığını kat kat
alacaklardır.
Taberi, âyetin bu
bölümünün izahında, rızkın dar veya bol oluşunun Alla-tim elinde olduğunu beyan
etmiştir ve Resulullahın şu hadis-i şerifinde de aynı meseleninbeyan edildiğini
zikretmiştir.
Enes b. Malik diyor
ki:
"Resulullah
(s.a.v.)'m zamanında (bir ara) fiyatlar yükseldi. Dediler ki: "Ey Allanın
Resulü, bize fiyat (Narh) koysana " Resulullah: "Şüphesiz ki fiyat
koyan, daraltan, bollaştıran ve nzıklandıran ancak Allahtır. Ben dilerim ki
rab-bimiıı huzuruna çıktığımda sizden herhangi biriniz benden kanı ve malı
hakkında bir haksızlıktan dolayı bir şey istemiş olmasın. [120]
246- Musadan
sonra gelen îsrailoğuHarından bir topluluğu görmedin mi? Onlar Peygamberlerine
şöyle demişlerdi: Bize bir hükümdar gönderde allah yolunda savaşalım."
Peygamber de "Ya savaş size farz kılınınca savaşmazsanız?" dediğinde
"Memleketimizden ve çocuklarımızdan üzskîsş--tırıldığımız halde niye Allah
yolunda savaşmayalım?" demişlerdi. Fakat onlara savaş farz kılınınca da
pek azı müstesna, savaştan yüz çevirdiler. Allah zalimleri çok iyi bilir
Ey Muhammed, Musanın
ölümünden sonra İsrailoğullarmm ileri gelenlerini, başkalarım ve şereflilerini
kalb gözüyle görüp benim de sana haber vermemle bilmedim mi? Bir zaman onlar.
Peygamberleri İsmıûle veya Şem'una yahut Yûşâ b. Nun'a "Bizim için
ordumuza komutan olacak birini gönder de onunla birlikte Allah yolunda,
düşmanlarımıza karşı savaşalım." demişlerdi. Peygamberleri de onlara:
"Ya savaş size farz kılınır da Allah yolunda cihad edeceğinize dair
yaptığınız vaadi yerine getirmeyip savaşmazsanız ne olacak" dedi. Onlar:
"Bizleri Allah yolunda düşmanlarımıza karşı ve Allahın düşmanlarına karşı
savaşmaktan alıkoyacak ne olabilir? Halbuki bizler ezilerek ülkelerimizden
kovulup çoluk çocuğumuzdan ayn düştük." dediler. Kendilerine düşmanlarıyla
savaşmak farz kılınınca da Talutla beraber nehiri geçen çok az kimseler hariç
savaştan kaçtılar. Peygamberlerinden istedikleri cihadın farz oluşunu ayağa
düşürdüler. Allah, vaadinde durmayan, verdiği sözü bozan zalimleri çok iyi
bilmektedir.
Âyet-i kerimede,
İsrailoğullannın ileri gelenlerinin kendisinden bir komutan istedikleri
bildirilen Peygamberin hangi Peygamber olduğu hususu mü-fessirler tarafından
ihtilaf konusu olmuştur. Vehb b. Münebbihe göre bu Peygamber îsmaildir.
Süddiye ve Mücahide göer ise Şem'undur. Şem'umm mânâsı ise "Allah duamı
kabul etti." demektir. Zira Şem'unun annesi Alİahtan kendine
oğlan çocuğu nasibetmesini niyaz etmiş
Allah da nasibetmiş o da oğlunun adını "Şem'un" koymuştur. Kaîadeye göre
ise bu Peygamber Yûşâ b. Nûn'dur.
îsrailoğulannın ileri
gelenlerinin, Peygamberlerinden, kendisiyle birlikte savaşacakları bir komutan
istemelerinin sebebi, çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Vehb b.
Münebbihin, İsrailoğullannın bu isteklerinin sebebini şöyle izah ettiği rivayet
edilmektedir: Vehb diyor ki: "Hz. Musadan sonra İsrailoğul-(arına
Peygamber olarak Yuşa b. Nun gönderilmişti. O, İsrailoğull arına Tevratı ve
Allahın diğer emiTİerini tatbik ediyordu. Nihayet Allah onu da vefat ettirdi.
Ondan sr-nra İsrail oğullarına Kâlib b. Yukarına gönderildi. O, da onlara
Tevratı ve Allahın diğer emirlerini tatbik etti. Allah onunda ruhunu aldı.
Ondan sonra İsrailoğullanna Hizkil b. Buzi gönderildi. Allah teala onun da
ruhunu aldıktan sonra İsrailoğuIIan arasında olaylar büyüdü. Onlar, Allaha
verdikleri ahdi unuttular. Öyle ki, putlar dikip Allanın dışında onlara
tapmaya başladılar. Allah onlara, İlyas b.Nesi (Yasin) b. Finhasi Peygamber
olarak gönderdi. Hz. Musadan sonra, İsrailoğullanna gönderilen Peygamberler,
Tevratın unutulan bölümlerini hatırlatmak için gönderilirlerdi. İlyas, İsrai
loğu fi arından "Ehab" diye adlandırılan bir Kralla birlikte
bulunuyordu. Kral, İlyas Peygamberin sözünü dinliyor ve Onu tasdik ediyordu.
İlyas da Krala yol gösteriyordu. İsrailoğull an nin diğer kabileleri ise bir
kısım putlar edinmiş, Allahın dışında onlara tapıyorlardı. İlyas onları Allaha
davet ediyor fakat bu Kral dışında diğer İsrailoğuIIan onun hiç bir sözünü
dinlemiyorlardı. O zamanda çeşitli Krallar bulunuyordu. Bunlar Şam diyarında
çeşitli bölgelere yayılmışlardı ve her Kraİ belli bir bölgeyi kendisine ülke
edinmişti ve orada yaşıyordu. Bir gün. Peygamber İlyasın sözünü dinleyen Kral
ona: "Ey İlyas, vallahi senin insanları davet ettiğin şeyin batıl olduğunu
görüyorum." dedi. İsrailoğullannın diğer Krallarını sayarak sözlerini
şöyle devam ettirdi. "Bütün bunlar, Allahı bırakıp putlara tapıyorlar,
bununla birlikte bunlar aynen bizim gibiler. Yiyorlar içiyorlar, çeşitli
nimetlerden istifade ediyorlar, çeşitli eşyaları var. Dünyada hiçbir şeyleri
eksik değil. Bizim onlardan herhangi bir üstün tarafımız olduğunu da
görmüyorum." dedi. Bunun üzerine İl-' yas üzüldü ve istircada bulundu.
Yani dedi. Saçları ve tüyleri üıperdi. Kralı bırakıp yanından çıktı. Kral da
diğer Kralların yaptığı gibi putlara tapmaya devam etti.
Ilyastan sonra da
İsrailoğullanna Elyesa Peygamber geldi. O da, Allahın dilediği kadar onların
içinde kaldı. Sonra Allah onun da ruhunu kabzederek kendisine aldı. Bundan
sonra İsrailoğullanna, bir kısım insanlar geldiler. Fakat İsrailoğullannın
günahları gittikçe arttı. İsrailoğullannın elinde büyüklerden birbirlerine
intikal edip gelen bir Tabut bulunuyordu ki bu tabutun içinde, bir huzur ve
Musa ile Hanımın ailesinin bıraktıklarından aita kalanlar vardı.
İsrailo-ğuiları, düşmanla her karşılaştıklarında bu tabutu Önlerine alarak
yürüyorlar ve bu sayede, Allah
onlann düşmanlarını mağlup ediyordu.
Sonra İsrailoğullanna
"İyla" isimli bir Kral geldi. Allah, İsrailoğullannın
"İlya" denen yerdeki dağlarını bol ve bereketli kılmıştı. O dağa
düşman gelemiyor, İsrailoğuIIan da o dağın dışında başka bir yere muhtaç
olmuyorlardı. Öyle ki kayalar üzerine serdikleri topraklara ektikleri
mahsuller, sıktıklan zeytin yağlan onlara yetiyordu. İsrailoğuIIan arasında olaylar
büyüyünce ve onlar, Allaha verdikleri sözü terkedince, kendilerine düşman
musallat oldu. Onlar da önceleri yaptıklan gibi tabutu da yanlarına alarak
düşmana karşı çıktılar, savaştılar. Fakat mağlup oldular. Öyle ki düşman,
tabutlanm alıp götürdü. Onlar da Kralları, İyla'ya giderek tabutun düşman
tarafından gaspedildiğini bildirdiler. Bunun üzerine Kral başını yere eğdi ve
üzüntüsünden öldü. İşte bundan sonra İsraiİoğulla-nnın işi iyice karıştı.
Düşmanları onlara baskın yaptı. Çocuklannı ve kadınlarım esir aldı. O sırada
içlerinde Allahın Peygamberi İşmoil bulunuyordu. Fakat İsrailoğuIIan onun
hiçbir sözünü dinlemiyorlardı. İşte Allah teala bu âyette, Hz. Muhammede bu
Peygamberi haber vermektedir.
İsrailoğuIIan,
Peygamberleri, İşmoil b. BâH'ye: "Bize bir hükümdar gönder de Allah
yolunda savaşalım." dediler. Zira, İsrailoğullannın, iyi olma du-rumlan,
Kral ve Peygamberle uyum içinde olmaları halinde gerçekleşiyordu. Kral onları
sevk ve idare ediyor fakat Peygamberi dinleyip emirlerine bağlı kalıyordu.
İşte böyle olduklannda İsrailoğuIIan mutlu oluyorlardı. Fakat Kralları
Peygamberlerine karşı gelip onların emirlerini bırakınca İsrailoğull arının
hali perişen oluyordu. Zira insanlar, Peygamberi bırakıp Kralın emrine talip
oluyorlardı. Böylece Peygamberlerden bazılarını yalanlıyor, bazılarını da
öldürüyorlardı. İsrailoğulannın bu kötü durumları devam etti. Nihayet
Peygamberlerine "Bize bir komutan gönder de onunla birlikte Allah yolunda
savaşalım." dediler. Peygamberleri de onlara: "Sizde vefakârlık, sadakat
ve cihad isteği yoktur." dedi. Onlar da "Biz, cihaddan çekiniyor ve
ondan geri duruyorduk. Çünkü bizler, memleketimizde güven içindeydik. Kimse
bizim topraklanmıza ayak basmıyor ve kimse bize orada galip gelemiyordu. Şimdi
ise durum farklı. Bizim cihad etmekten başka çaremiz yoktur. Düşmanımıza karşı
cihad hususunda rabbimize itaat edeceğiz. Çocuklanmizi ve kadınlarımızı düşmana
karşı koruyacağız." dediler
b- Süddi
ise, İsrailoğullarnn Peygamberlerinden, savaşmak için bir komutan
istemelerinin sebibini şöyle izah etmiştir. İsrailoğullan, Âmâlıklara karşı
savaşıyorlardı. Onlann o zaman ki Kralı Calut idi. Âmâlıklar, İsrailoğullanna
galip geldiler. Onları haraca bağladılar ve.Tevratlarmi ellerinden aldılar. Bu
yüzden İsrailoğullan, Allah tealaya, kendisiyle düşmana karşı savaşacakları bir
Peygamber göndermesin! diliyorlardı. Ancak İsrailoğullannın, kendilerinden
Peygamberler gelen torunun kolu helak olmuştu. Onlardan sadece hamile olan
bir kadın kalmıştı. îsrailoğullan o
kadını bir yerde ikamete mecbur eltiler. Kadının kız çocuğu doğurup onu oğlan
çocuğu ile değiştireceğinden korkuyorlardı. Çünkü kadın, kendisinden doğacak
olan çocuğa, İsrailoğullarınm çok rağbet ettiklerini anlamıştı. Kadın Allaha
yalvarıyor, kendisene erkek çocuk nasibetme-sini niyaz ediyordu. İşte bu kadın
nihayet bir erkek çocuk doğurdu. Çocuğun ismini "Şem'un" koydu. Bu
çocuk büyüdü, Kadın onu, Tevrat ı öğrenmesi için Kudüse gönderdi.
İsrailoğullarınm âlimlerinden bir yaşlı din adamı onu evlat edinip büyütmeyi
üzerine aldı. Çocuk Peygamber olacak çağa ulaşınca, kendisini büyüten o
ihtiyar din adamının yanında uyurken ona Cebrail geldi ve ihtiyarın sesine
benzer bir sesle "Ya Şimol" diye seslendi. Çocuk uyanıp ihtiyar zatın
karşısına dikildi ve ona "Beni sen mi çağırdın baba?" dedi. İhtiyar
çocuk korkmasın diye hayır demedi yat uyu evladım dedi. Çocuk yatıp uyudu.
Cebrail tekrar seslendi. Çocuk yine kalktı ve ihtiyara aynı şeyi sordu.
İhtiyar da ona: "Yat uyu şayet seni üçüncü defa çağırırsam bana cevap
verme." dedi. Fakat üçüncü defa Cebrail çocuğun gözüne göründü, ve ona:
"Kavmine git. Onlara, rabbinin Peygamberliğini tebliğ et. Zira Allah seni
onlara Peygamber olarak gönderdi." dedi. Şem'un kavmine gidip durumu
anlatınca onlar onu yalanladılar ve: "Sen Peygamberlikte acele ettin. Sen
henüz bu mertebeye erişmedin. Eğer sen doğru isen bize bir komutan tayin et de
Allah yolunda onunla birlikte savaşalım. O komutan de senin peygamberliğinin
mucizesi olsun." elediler. Şem'un da onlara "Belki de savaşmak size
farz kılınınca savaşmayacaksınız" dedi.
Âyet-i kerimede:
"memleketimizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımız halde niye Allah
yolunda savaşmayalım" buyurulmaktadır aslında bu ayetin ifadesi genel bir
mana taşımakta ise de İsrail oğullarından sadece belli bir sınıf memleketlerinden
çıkarılmıştır. Bunlar da esir düşen insanlardır. Çünkü pey-gamberilerinden
komutan gönderilmesini isteyen İsrailoğullan bu istekleri esnasında kendi
vatanlarında bulunuyorlardı.
Yine âyet-i Kerime'de
"Fakat onlara savaş farz kılınınca da pek azı müstesna savaştan yüz
çevirdiler." buyrulmaktaehr. Bu âyette istisna edilen "Pek az"
kimseler, Talutla birlikte nehirden su içmeyerek karşıya geçen itaakâr askerlerdi.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, Peygamberimizin döneminde bulunan Yahudileri, Allanın
Resulünü yalanlamaları ve rablerinin emrine karşı gelmeleri sebebiyle
kınamaktadır. [121]
247- Peygamberleri
onlara şöyle dedi: "Allah size hükümdar olarak Talutu gönderdi."
Onlar da: "Nasıl olur da Talut bize hükümdar olur. Halbuki biz
hükümdarlığa ondan daha iaytkız. Ona çok mal verilmemiştir." dediler.
Peygamber: "Allah onu sizin için hükümdar seçti, ilim ve vücut bakımından
geniş imkân vererek gücünü artırdı., Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah,
lütfü bol olandır ve her şeyi çok iyi bilendir" dedi.
Peygaberleri onlara
dedi ki: "Allah size dilediğiniz şeyi verdi. Ordunuza komutan olarak
Talutu gönderdi." Onlar da Peygambere şu cevabı verdiler: "O bizim
üzerimize nasıl hükümdar olacak? O, Bünyaminin torunlarındandir. Onların ne
hükümdarlığı ne de Peygamberliği vardır. Biz, hükümdarlığa Talutta;ı üa-ha
layıkız. Çünkü biz, Yakubun oğlu Yahudanın torunlarıyız. Ayrıca Talut kendisine
çokça mal verilen birisi değildi." Peygamber onlara: "Allah onu, ilim
ve vücut bakımından sizden üstün kıldı. Ona sizden fazla ilim ve sizden büyük
bir vücut verdi. Allah, mülkünü yarattıklarından dilediğine verir. Çünkü
mülkünün tasarrufu onun elindedir. Allah, lütfü ve ihsanı bol olan ve kimlerin
ikrama layık Olduklarını çok iyi bilendir." dedi.
Katade diyor ki:
"îsrailoğulkmndan meşhur olan iki torun soyu yardi: Birisi Peygamberlik
verilen torunlar diğeri de hükümdarlık verinlen torunlardı. Kendilerine
Peygamberlik verilen torunlar, Leyinin torunlarıdır. Talut bu iki torun
soyundan da gönderil mey i ne e İsrailoğullan onu benimsemediler ve karşı
çıktılar.
Talutun
İsrailoğullanna hükümdar tayin edilmesi olayı, müfessirler tarafından özetle
şu şekilde anlatılmaktadır:
a- Vehb b.
Münebbih eliyor ki: "İsrailoğullarınm ileri gelenleri, Peygamberleri
İşmoil b. Bâli'ye "Bize bir hükümdar gönder de onunla birlikte Allah yolunda
savaşalım." dediler. Peygamberleri kendileri için bir hükümdar göndermesini
Allahtan diledi. Allah da onların Peygamberlerine "Evindeki boynuzun
içindeki yağa bak. Senin yanına biri gelir de boynuzdaki yağ damlamaya başlarsa
işte İsrailoğullarınm hükümdarı o kimse olacaktır. Sen o kimsenin başını o
boynuzdaki yağ ile yağla ve onu İsrailoğullanna hükümdar tayin et ve ona vazifesini
bildir" diye buyurdu. İşmoil Peygamber böyle bir adamın gelmesini beklemeye
başladı. Talut, deri tabaklayan bir sanatkârdı ve Bünyaminin soyundan
gelen torunlardandı. Bu torunlarda ise
Peygamberlik ve hükümdarlık yoktu. Bir gün Talut, kaybolan bir hayvanını armaya
çıktı. Yanında da oğlu bulunuyordu. Peygamberin evinin yanından geçerken oğlu
ona "Bu Peygamberin evine girip te kaybolan hayvanımızı ona anlatsak o
bize bir yol gösterir ve o hayvan hakkında bizim için hayırlı bir duada
bulunur." dedi. Talut oğluna: "Söylediğin şeyin bir mahzuru
yok" dedi. İkisi birden Peygamberin evine girdiler.
Hayvanlarının durumunu
ona anlatıp dua etmesini isterken, orada boynuzun içindeki yağ damlamaya
başladı. Peygamber kalkıp yağı aldı ve Taluta "Başını uzat." dedi.
Talut başını uzattı. Peygamber onun başını yağladı ve ona: "Sen, İsrailoğuUannın
hükümdarısın. Allah bana seni onların başına hükümdar yapmamı emretti."
dedi.Talutun Süryanicedeki adı "Şadil b. Kays" idi. "Talut, Kral
oldu." demeye başladılar. Bunun üzerine İsrailoğuHannin ileri gelenleri,
Peygamberlerinin yanına vardılar. Ve ona "Nasıl olur da Talut bize
hükmeder? Halbuki o ne Peygamberlik ne de hükümdarlık ailesindendir. Sen de
biliyorsun ki peygamberlik ve iktidar Levi ve Yehuda ailelerine aittir."
Bunun üzerine Peygamberleri onlara "Allah onu sizin üzerinize seçti. İlim
ve vücut yönünden onu sizden güçlü kıldı." dedi.
Süddi ise, Talutun
hükümdar oluşunu şöyle anlatmaktadır: İsrailoğullan Şem'un Peygamberi
yalanlayınca ve ona "Eğer sen doğru isen, bize bir komutan getir de onunla
birlikte Allah yolumla savaşalım. O da senin Peygamberliğinin mucizesi
olsun." dediler. Şem'un da onlara "Bel ki de savaş size farz kıhmrsa
savaşmazsınız." dedi. Onlar da: "Allah yolunda nasıl savaşmayız?
Bizler yerimizden ve çoluk çocuğumuzdan uzaklaştırıldık." dediler. Bunun
üzerine Şem'un Allaha niyaz etti. Allah da ona, İsrailoğulianna hükümdar olacak
kişinin boyunu belirleyen bir âsâ gönderdi. Şem'un, İsrailoğulianna "Size
gelecek olan hükümdarın boyu bu âsa'nın boyu kadar olacaktır." dedi.
Onlar, kendi boylarını
Ölçtüler. Fakat âsâya uygun olmadığını gördüler. Talut da suculuk yapan birisiydi.
Merkebiyle su taşıyordu. Merkebi kayboldu. Talut onu aramaya başladı.
İsrailoğullan onu görünce, çağırıp onun boyunu ölçtüler. Talutun boyu tam
âsâya denk geldi. Bunun üzerine. Peygamberleri, İsrailoğulianna: "Allah
size hükümdar olarak Taiutu gönderdi." dedi. İsrailoğullan da: "Sen
şu andakinden daha fazla yalancı olmamıştın. Soyundan hükümdarlar çıkan
torunlar biziz. O, bu gibi torunlardan değil. Ayrıca ona bolca mal verilmemiş
ki biz ona uyalım." dediler. Peygamberleri de onlara: "Allah onu,
size karşı seçti. İlim ve vücut yönünden onu sizden daha güçlü kıldı."
dedi.
Talutun ilminin fazla
oluşunun sebebinin, ona vahiy gelmesi hadisesinden olduğu rivayet edilmiştir.
Boyunun da İsfailöğU Harından uzun olduğu, diğer insanların ancak onun omuzuna
ulaşabildikleri rivayet edilmiştir[122]
248-
Peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının delili, Tabut denilen
sandığın size gelmesidir. Onun içinde size, rabbinizden bir huzur ve Musa
ailesi ve Harun ailesinin bıraktıklarından arta kalanlar vardır. Onu, melekler
taşıyacaktır. Eğer iman ediyorsanız bunda sizin için ibret vardır.
Peygamberleri onlara
şöyle dedi: "Talutun hükümdarlık alâmeti, kendisiyle zafer dilediğiniz
tabutun size tekrar iade edilmesidir. O tabutta sizin için bildiğiniz
alametlerden dolayı vakar ve gönül rahatlığı vardır. Yine onda Musa ailesinden,
Harun ailesinden geri kalan, Musanın âsâsı, takunyaları. Musanın Tur dağında
kendisine vahyedilenlerin yazılı olduğu Levhalardan bir kısmı bulunmaktadır. O
tabutu melekler getirip Talutun evine koyacaklardır. Şüphesiz ki tabutun
Melekler tarafından taşınarak size gelmesinde sizin için bir alâmet ve delil
vardır. Şayet sizler, söylediğim şeylerde bana inanıyorsanız bu böyledir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, İsrailoğuUannın. Peygamberlerinden kendilerine gönderilmesini
istedikleri hükümdara uymadıklarını, o hükümdardan, gerçek hükümdar olup
olmadığını ortaya koyan bîr delil istediklerini, bunun üzerine de
Peygamberlerinin tabutun gelmesini delil gösterdiğini beyan etmektedir.
Her ne kadar bu âyet-i
kerime, geçmişteki İsrailoğuUannın, Peygamberlerine karşı geldiklerini haber
verir mahiyette ise de aslında âyet-i kerime, Rcşu-lullahın. Hicreti esnasında
çevresinde bulunan Kureyza ve Nadr oğullan gibi Yahudileri ııyamıaktadir.
Bunların, daha Önce Resulullahı vasıta yaparak düşmanlarına karşı yardım
dilediğinde bulunmalarına rağmen Resulullah geldikten sonra ona karşı
çıkmalarını ve ona iman etmemelerini kınamakla, onlun atalarının izini
takibetmekle suçlamaktadır.
Aynea âyet-i kerime,
Hz. Muhammede iman eden samimi Müslümanları da cihattan geri kalma, zevkti
Kafaya dalıp eğlenme gibi davranışlarda Yahudilere uymamaları hususunda
uyarmaktadır Onları cihada teşvik etmektedir.
Âyette zikredilen
"Tabuf'dan maksat, İsrailoğullanmn, düşmanlarına karşı beraberlerinde
taşıdıkları ve onun sayesinde düşmanlarım mağlup ettikleri bir tabuttur.
İsrailoğullan peygamberlerine karşı çıktıkça Allah teala bu tabutu ellerinden
almış ve zaman zaman da onlara geri vermiştir.
Müfessirler Allah
tealanın, gelmesini Talutun hükümdarlığına bir alamet kıldığı bu tabutun geliş
şekil ve sebebini izahta çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu
tabut, Musa ve Hamının zamanından itibaren, babadan oğula miras olarak intikal
etmek üzere İsrailoğuilannın elinde bulunuyordu. Fakat bir zaman geldi ki,
kâfirlerin Krallarından biri bu tabutu israiloğuilannın elinden gasbetti. Sonra
Allah teaia, Talutun hükümdarlığına bir delil olmak üzere onu tekrar
İsrailoğullarına döndürdü.
Vehb. b..Münebbih'in
bu hususu şöyle anlattığı rivayet edilmektedir. "Şi-moil Peygamberi
besleyip büyüten "Ayli" adındaki yaşlı bir zatın iki genç oğlu
bulunuyordu. Bu gençler, kesilen kurbanlar hakkında daha önce olmayan iki âdet
icadetmişlerdi. Öyleki İsrailoğullan, kesmiş oldukları kurbanların etlerini
pişirirken karıştırmak için kanca şeklinde iki kaşık icadetmişlerdi. Bu iki
kancaya takılıp çıkan etler, onu karıştıran kâhine ait oluyordu. Aylinin
oğulları, bir çok kancalar yaptılar. Kadınlar, Kudüse gelip namaz kıldıklarında
bu adamlar o kadınlara laf atıyorlardı. Bir gün Şimoil, Aylinin evine doğru
yatmış uyurken gaipten "Ey Şimol" diye bir ses işitti. Şimoil
yerinden fırlayıp Aylinin yanına geldi ve ona "Emret, beni niçin
çağırdın?" dedi.
Ayli de: "Ben
seni çağırmadım, git uyu." dedi. Şimoil giüip uyudu. Tekrar "Ey
Şimoil" diye bir ses işitti. Yine yerinden kalkıp Ayliye gitti ve ona
"Buyur, ne emrediyorsun, beni niye çağırdın?" dedi. Ayli, "Ben
seni çağırmadım. Dön ve tekrar uyu. Yine bir şey işitecek olursan de ki:
"Buyur emret yapayım." dedi. Şimoil gidip tekrar uyudu. Yine "Ey
İşmoil" diye bir ses işitti, Bu defa "Buyur, işte ben buradayım emret
yapayım." dedi. O ses "Ayli'ye git ve ona de ki: Çocuk sevgisi sana
oğullanılın, Kudüsün ve kurbanlarımın haklarında bir kısım şeyler uydurmalarına
ve bana karşı gelmelerine mani olmanı engelledi. Ben, kâhinliği ondan ve
oğullarından alacağım. Onu da iki oğlunu da mutlaka helak edeceğim." dedi.
Sabah olunca Ayli İşmoile, kendisine ne söylendiğini sordu.
O da meseleyi ona
anlattı. Bunun üzerine Ayli dehşetli bir şekilde korktu. Sonra çevrelerinde
bulunan düşmanları onlara saldırdı. Ayli iki oğluna düşmana karşı çıkmalarını
ve onunla savaşmalarını emretti. İki oğlu çıkıp, yanlarına tabutu da alarak
düşmanlarına karşı savaşmaya gittiler. Tabutun içinde Levhalar ve
Musanın âsâsı da bulunuyordu. Onlar
tabutu, düşmanlarına karşı zafer elde etmeleri için yanlarında götürmüşlerdi.
Onlar savaşa gidince Ayli de arkalarından haberlerini beklemeye başladı. Ayli
tahtında otururken bir adam geldi ve ona, iki oğlunun da öldürüldüğünü ve
diğerlerinin de mağlup olduklarını bildirdi. Ayli "Tabut ne oldu?"
diye sordu. Adam, tabutu düşmanın alıp götürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Ayli
göğsünü geçirerek, kürsüden kafasının üzerine düştü ve öldü. Tabutu
gasbedenler, onu götürüp putların bulunduğu bir binanın içinde, tapmış olduklan
putun altına koydular.
Fakat sabahleyin,
putun aşağı düştüğünü, tabutun ise, onun üstüne çıktığını gördüler. Bunun
üzerine tabutu aşağı indirip putu yukarı çıkardılar ve onun ayaklanın tabuta
çivi ile çaktılar. Ertesi gün sabahleyin gelip putun iki elinin ve iki ayağının
koptuğunu ve tabutun uluna yüzü koyun düştüğünü gördüler. Bunun üzerine
birbirlerine şöyle dediler: "Siz biliyorsunuz ki hiçbir şey,
İsrailoğul-lan hin ilahına karşı mukavemet edemez. Siz bunu putlarınızın
bulunduğu binadan çıkann" Onlar tabutu çıkarıp şehirlerinin bir kenarına
attılar. Bunun üzerine o yörede yaşayan insanların boyunlarında bir ağrı
meydana geldi. Onlar bunun sebebini anlamayarak "Bu nedir?" diye
hayrete düştüler. İs rai I oğullarından, esir düşen bir cariye onlara, "Bu
tabut burada bulunduğu müddetçe sizler arzu etmediğiniz şeyleri görmeye devam
edersiniz. Siz bunu şehirinizden çıkarın" dedi. İsrailoğullan o cariyeye
"Yalan söylüyorsun." dediler.
Cariye de "Bunun
doğnı olduğunun delili şu olacaktır. Sizler yeni doğurmuş ve hiç koşulmamış
iki inek getirin. Sonra onlan bir arabaya koşun, tabutu da arabanın üzerine
koyun ve onları sürün, yavrularını da geride bırakın. Göreceksiniz ki onlar
tam boyun eğerek gidecekler. Sizin ülkenizden çıkıp İsrailoğuilannın toprağına
ayak basınca da boyunduruklarım kırıp yavrularına doğru koşup
geleceklerdir." Onlar bunu yaptılar. Koşulan hayvanlar, kendi topraklarından
çıkıp İsrailoğuilannın topraklarına varınca boyunduruklarını kırıp yavru-lanna
doğru koşmaya başladılar. Tabutu ise, İsrailoğuilannın sebzeliği olan bir
harabeye bıraktılar. İsrailoğullan tabutu görünce korkup şaşırdılar.,Ve ona doğru
yöneldiler. Fakat ona yaklaşan herkes ölüyordu.
Bunun üzerine
Peygamberleri îşmoil "Bunu insanlara gösterin. Kim, kendisinde buna
yaklaşma gücü hissederse o yaklaşsın." dedi. Bunun üzerine insanları
çağırıp tabutu onlara gösterdiler. İsrailoğullan m! an. iki adam dışında kimse
ona yaklaşamadı. İşmoil Peygamber bu iki adama, tabutu götürüp annelerinin
evine koymalarına izin verdi. Anneleri dul bir kadındı. Bu tabut, Talut hükümdar
olup İsrailoğullannın aralan, Peygamberleri İşmoil ile düzelinccye kadar o
kadının evinin önünde kaldı.
Vehb b. Münebbihe göre
bu tabutu gasbedip götüren Kral Calul idi Tabutu Ürdün'e götünnüştü.
Diğer bir kısım müfessirlere göre, ise,
Allah tealanın Talutun hükümdarlığına alamet kıldığı bu tabut gasbedilmişti.
O, çölde bir yerde bulunuyordu. Zira Hz. Musanın vefatı sırasında onu genç
arkadaşı Yuşa b. Nûn'a bırakmıştı. Melekler onu oradan alıp Talutun evine
getirmişlerdi. Katade ve Rehi' b. Enes bu görüştedirler.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, Tabutun, İsrailoğullarının elinde iken
düşmanları tarafından gasbedildiğini, daha sonra da düşmanlarının elinden çıkıp
tekrar İsrailoğullanna döndürüldüğünü söyleyen görüştür. Zira, Tabut kelimesi
âyet-i kerimede harf-i tarifi ile zikredilmiştir. Bu da, tabutun İsrailoğullan
tarafından tanınan bir tabut olduğunu ifade eder. Şayet onların bilmedikleri ve
çölde bulunan bir tabut olsaydı tabut kelimesi harf-i tarifiyle zikredilmezdi.
Âyet-i kerimede;
"O tabutun içinde size rabbinizden bir huzur vardır." buyrulmaktadır.
Müfessirler, burada "Huzur" diye tercüme edilen kelimesinden neyin
kastedildiği hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Hz.
Aliden nakledilen bir görüşe göre buradaki "Sekinet" kelimesinden
maksat, insanın yüzüne benzer bir yüzü bulunan ve esen bir çeşit rüzgârdır.
b- Mücahide
göre ise bu âyette zikredilen "Sekinet" kedi başı gibi bir başı
bulunan ve iki de kanadı bulunan bir yaratıktır.
c- Vehb b.
Mühebbihten nakledilen başka bir görüşe göre "Sekinet" ölmüş kedi
başı şeklinde bir yaratıktır. Tabutun içinden kedi sesi çıkınca İsrailo-ğırilan
zafere erişeceklerini garanti ediyorlardı.
d- Abdullah
b. Abbas ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen
"Sekinet"ten maksat, içinde Peygamberlerin kalbi yıkanan altından
bir leğen idi.
e- Vehb b.
Münebbihten nakledilen başka bir görüşe buradaki "Sekinef'ten maksat, Allah
tarafından gönderilen ve konuşan bir ruh idi. İsraioğullan bir şey hakmda
ihtilafa düştükleri zaman o ruh konuşuyor ve onlara istediklerini bildiriyordu.
f- Ata b.
Ebi Rebaha göre buradaki "Sekinef'ten maksat, İsraioğullannin bildikleri
bir takım alametlerdi. Bunları gördüklerinde sükunete kavuyuyorlardı.
g- Rebi' b.
Enesten nakledilen başka bir görüşe göre buradaki "Sekinef'ten maksat,
rablerinin rahmetiydi.
h- Katadeden
nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "Sekinef'ten maksat, vakar ve
sükunettir.
Taberi diyor ki:
"Sekinet hakkında ifade edilen bu görüşlerden doğruya en yakın olanı, Ata
b. Ebi Rebahtan nakledilen görüştür. O da Sekinetten maksat, İsrailoğullarının
bildikleri ve kendisini görünce sükunete kavuştukları bir kısım
alametlerdir." şeklindeki görüştür. Zira, "Sekinet" kelimesi
Arapçada kökünden gelmekte, mânâsı ise "Sakin olmak, mutamın olmak"
demektir. Sekinet1 in mânâsı bu olduğuna göre bu âyette zikredilen
"Sekinef'ten maksat, Hz. Alinin dediği gibi özel bir şekil olan ve
estiğinde sükunete kavuşturan bir rüzgâr olabilir. Mücahidin dediği gibi özel
bir şekilde olan ve İsrailoğul-lanni huzura kavuşturan bir hayvan olabilir.
Diğerlerinin zikrettikleri yaratıklar şeklinde de olabilir. Önemli olan, ortaya
çıktığında İsrailoğullanna huzur vermiş olması ve onları mutam in etmesidir.
Yine âyet-i kerimede,
"O tatubutun içinde Musa ailesi ve Harun ailesinin bıraktıklarından arta
kalan vardır." bu ynıl m aktadır. Müfessirler, bu arta kalan şeyler
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, Süddi, Rebi' b. Enes ve îkrimeye göre bunlardan maksat, Hz.
Musanın âsâsi bir de Hz. Musanın, rabbinden getirdiği levhaların parçalandır.
b- Ebu Salih
ve Atiyye b. Sa'de göre burada zikredilen "Ana kalan" şeylerden
maksat, Hz. Musanın âsâsı, Hz. Hanımın asası, bir de levhaların az bir kısmı
idi.
c- Sevri'den
nakledilen başka bir görüşe göre bu arta kalan şeylerden maksut, Hz. Musanın
âsâsı ve takunyaları idi.
d- Vehb b.
Münebbihten nakledilen başka bir görüşe göre buradaki "Arta kalan
şey"den maksat, sadece Hz. Musanın âsâsıdır.
e- Abdullah
b. Abbas ve Ata b. Ebi Rebah'dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada ifade
edilen, arta kalan şeylerden maksat, Hz. Musaya gönderilen levhaların parçalan
ve kınklan idi.
f- Dehhaktan
nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette, Hz. Musa ve Harundan kaldığı
söylenen şeylerden maksat, Allah yolunda cthâd etmektir.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen "Arta kalan
şeyler"in herhangi bir şey olduğunu kesin olarak söylemeyen görüştür. Zira
bu arta kalan şeylerin, Hz. Musanın âsâsı, levhaların parçalan, Tevrat veya
Teyra-tın bir bölümü yahut takunyalar ya da Allah yolunda cihad etme emri
olması mümkün olduğu gibi bunların hepsi veya bir bölümü de olabilir. Bu arta
kalanların ne olduğunu beyan eden herhangi bir kelime zikredilmediğine ve bu
hususta kesin ilim ifade eden herhangi bir haber bulunmadığına göre bu
görüşlerden herhangi birini tercih edip diğerini zayıf görmeye mahal yoktur.
Âyet-i kerimede,
tabutu Meleklerin taşıyacağı beyan edilmektedir. Meidelerin tabutu nasıl
taşıyacakları müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:
Abdullah b. Abbas,
İbn-i Zeyd, Süddi ve Katadeye göre melekler bu tabutu, göklerle yer arasında
taşımışlar ve İsrailoğulfannm arasına koymuşlardır. Zira İsrailoğulları,
Peygamberleri İşmoilden, Talutun gerçekten hükümdar olduğunu beyan eden bir
mucize istemeleri üzerine melekler de tabutu gündü^Ieyin getirip göz göre göre
İsrailoğullannin arasına koymuşlar onlar da istemeyerek Talutun hükümdarlığını
kabul etmek zorunda kalmışlar ve öfkeli bir şekilde onun evinden çıkıp
gitmişlerdir.
Sevri ve Vehb b.
Münebbihten nakledilen diğer bir görüşe göre melekler tabutu, sığırların
çektiği arabayı idare ederek ve sığırları sürerek getinnişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Tercih edilen görüş, meleklerin tabutu, gökle yer arasında bizzat
yüklenerek getirdiklerini söyleyen görüştür. Zira âyette meleklerin tabutu
taşıdıkları zikredilmekte, onların onu herhangi bir vasıta ile getirdikleri bildirilmemektedir. [123]
249- Talut
ordusuyla birlikte ayrıldıktan sonra şöyle dedi: "Şüphesiz ki Allah sizi
bir ırmakla imtihan edecektir. Kim o ırmaktan su içerse benden değildir. Kim
ondan tatmazsa bendendir. Eliyle bir avuç alan müstesna." Onların pek azı
hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Talut ve kendisiyle birlikte iman edenler,
ırmağı geçtikten sonra: "Bugün Calut ve askerleriyle savaşmaya gücümüz
yoktur." dediler. İçlerinden, Allaha kesinlikle kavuşacaklarına inananlar
da: "Nice az topluluklar vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara, Allanın
izniyle galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir." dediler.
İs rai loğu 11 an,
Peygamberlerinin kendilerine söylediği sözlere inandılar. Allahın Talutu
kendilerine gönderdiğini kabul ettiler ve onun emirlerine boyun eğdiler. Talut
da seksen bin savaşçıdan meydana gelen ordusunu düzenleyip Kudüsten ayrılınca
şöyle dedi: "Allah, kendisine nasıl itaat edeceğinizi ortaya çıkarmak için
sizleri bir ırmakla imtihan edecektir. Sizden kim o ırmağın suyundan içerse o
benim ordumdan ve bana itaat edenlerden değildir. Kim de bu ırmağın suyundan
tatmazsa o benim ordumdandır ve bana itaat edenlerdendir. Ancak eliyle tek bir
avuç alıp içenler hariç. Bunlar bendendir." Fakat onlardan pek azı hariç,
hepsi ırmaktan içtiler. Çok içenler daha fazla susadı, emre uyarak tek avuç
içenlerin ise susuzluğu gitti. Talut, kendisiyle beraber olan inanmış askerleriyle
birlikte ırmağı geçince askerleri ona şöyle dediler: "Calut ve ordusuna
karşı savaşmaya bizim gücümüz yetmez Allahın huzuruna kesinlikle çıkacaklarına
ve sonunda mutlak Allaha döneceklerine inanlar ise şöyle dediler: "Nice az
topluluklar vardır ki Allahın izni va takdiriyle nice çok sayıdaki topluluklara
galip gelmişlerdir. Allah, yardımı ve zafer nasibetmesiyle, sabredenlerle
beraberdir.
Âyet-i kerimede
Talutun ordusuyla birlikte ayrıldığı zikredilmekledir. İsrailoğullan, Talutun
gerçekten hükümdar olduğuna inamca içlerinden hasta, yaşlı ve savaşmaya gücü
yetmeyen özürlüleri dışında hep birlikte Talutun ordusuna katılmışlardır. Bu
ordunun sayısının seksen bin savaşçıya ulaştığı rivayet edilmektedir. Allah
teaîa, çok sayıda olan bu orduyu susuzluğa düşürdükten sonra onlan bir nehire
rastlatarak imtihan etmiş ve onları Taluta tanıtmıştır. Bu nehirin hangi nehir
olduğu hakkında miifessirler iki görüş zikretmişlerdir.
a- Reb' b.
Enes, Katade ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu nehir, Ürdün
ile Filistin arasında bulunan, suyu tatlı bir nehirdir.
b- Yine
Abdullah b. Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre bu nehir Filistin
nehridir.
Talut ordusuna bu
nehirden su içmemeyi emretmiş ancak bir avuç içmeye müsaade etmiştir. Fakat
ordusundan pek az kimseler hariç diğerlerinin hepsi bu nehirden su içmiş ve
Talutun emrine karşı gelerek imtihanı kaybetmişlerdir. Bu nehirden hiç su
içmeyenler veya sadece bir avuç içip fazla içmeyenler, gerçekten iman etmiş
olan kişilerdi. Kâfir ve münafıklar ise orada bolca su içiyorlar buna rağmen
suya kanmıyorlardı.
Ayet-i kerimede
Talutun ve ona iman edenlerin, nehri geçtikleri zikredilmektedir. Müfessirler,
Talutla birlikte nehiri geçen İnsanların sayısının ve "Bugün Biz Caluta ve
ordusuna güç yetiremeyiz." diyenlerin sayısının ne kadar olduğu hakkında
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Berab.
Âzib, Katade ve Rebi' b. Enese göre, Talutla birlikte nehirden sadece iman eden
insanlar geçmişlerdir. Ve sayıları da Bedir savaşına katılan sahabilerin sayısı
kadardır. Yani, üç yüz on kişidir.
Ebu İshak diyor ki:
"Ben, Bera b.
Âzibin şunu söylediğini işittim." "Ben muhammed (s.a.v.)'in Bedir
savaşını gören sahabilerinden işittim ki onların sayıları Talutla birlikte
nehri geçen Talutun arkadaşlarının sayısı kadarmış. Bu sayı üç yüz oh küsur imiş. [124]
b- Süddi ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre, Talutla birlikte
nehirden dört bin kişi geçmiş ancak, Cakıtu ve ordusunu gördükten sonra, kâfir
ve münafıklar, Talulun ordusundan ayrılmışlar geride sadece, Bedir savaşma
katılan müminlerin sayısı kadar samimi müslüman kalmıştır.
Taberi, bu son görüşü
tercih etmiş. Talutla beraber müminlerle birlikte bir kısım kâfirlerin de
nehirden geçtiklerini ve bu kâfirlerin Calütuıı ordusunu gördükten sonra
Taluttan ayrılıp onu müminlerle birlikte, düşmanın karşısında bıraktıklarını
söylemiştir. Zira, nehiri geçen insanlardan bir kısmı "Bugün Calut ve askerleriyle
savaşmaya gücümüz yoktur." demişlerdir. Bunların, mümin kişiler
oynadıkları muhakkaktır. Çünkü, diğer bir kısım insanlar da "Nice az topluluklar
vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara Allahın izniyle galip gelmişlerdir."
demişlerdir. Bunlar da, âyette de belirtildiği gibi, mümin kimselerdir. Fakat
Allah teala, âyette sadece mümin kimselerin ırmaktan geçtiğini belirt mistir.
Çünkü gerçekte Talutla beraber kalanlar sadece onlar olmuşlardır. Diğerleri ise
ayni ip gitmişlerdir. Bununla birlikte müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen
şu iki fırkanın da mümin mi yoksa birinin mümin diğerinin kâfir mi olduğu hususunda
iki görüş zikretmişlerdir. Bu fırkalar, âyetin şu bölümünde zikredilenlerdir.
"Calut ve ordusuyla savaşmaya gücümüz yoktur" diyen fırka ve
"Nice az topluluklar vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara Allahın
izniyle galip gelmişlerdir." diyen fırkadır. Daha önce de belirtildiği
gibi, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Cüreyce göre bu fırkalardan birincisi,
nehiri geçen kâfir ve münafık olan fırkadır. İkinci fırka ise yine nehiri geçen
samimi müminlerdir. Fakat Katade ve İbn-i Zeyde göre bu iki fırka da aslında
nehirden çok az su içen ve Talutla birlikte orayı geçen mümin fırkalardır.
Ancak bu mümin fırkalardan birinci olarak zikredilenler imanlan zayıf
olanlardır. İkincileri ise imanlan güçlü olanlardır. Zira müminlerin bir
kısmının diğerlerinden daha azimli ve daha kararlı ol-malan mümkündür.
Taberi, daha önce de
beyan edildiği gibi, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Cüreycden nakledilen
birinci görüşü tercih etmiş ve bu fırkalardan birinin kâfir diğerinin mümin
olduğunu söylemiştir.
İbn-i Abbas diyor ki:
Bu ırmak Ürdün ile Filistin arasında bulunan, suyu tatlı ve güzel bir ırmaktır.
Talutun ordusu susuzluktan şikayet etmiş o da onlara yukanda geçen cevabı
vermiştir. [125]
250-
Müminler Calut ve ordusuyla karşılaştıklarında şöyle dediler "Ey rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver ve kâfir kavme karşı
bize yardım et.
Talut ve ordusu, Calut
ve onun ordusuyla karşılaşınca şöyle dua ettiler: "Ey rabbimiz, sen bizim
üzerimize sabır indir, ayaklanmızı yerlerinde sabit kıl. Calut ve ordusu
karşısında mağlup duruma düşmememiz için bize kuvvet ver. Sen, ilahhğını inkâr
edip putlara tapan bu kâfirlere karşı bize zafer nasibet. [126]
251- AHahın
izniyle kâfirleri bozguna uğrattılar. Davut Calutu öldürdü. Allah, Davuda
hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve dilediği şcyîeri ona öğretti. Eğer Allah,
insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla dcfctmcscydi yeryüzü fesada uğrardı.
Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.
Allah, müminlerin
duasını kabul etti, Talut ve ordusu, Calutun taraftarlarım, Allanın izni ve
takdiriyle mağlup etli. Müminlerden biri olan Davud, azgın olan kâfir Calutu
öldürdü. Allah, Davuda hükümdarlık ve Peygamberlik verdi. Ve ona zırh yapma
sanatı gibi, dilediği şeyleri öğretti. Eğer Allah, iman ve itaat ehli
vasıtasıyla şirk ve isyan ehlini defetmeseydi yeryüzü fesada uğrar, orada
bulunanlar helak olur ve orada fitne çıkardı. Fakat Allah, bütün yaratıklarına
karşı lütuf sahibidir. Onun için böyle yaptırdı.
*Hz. Davudun,
kâfirlerin Kralı olan Calutu ne şekilde öldürdüğü hususunda müfessirler
çeşitli rivayetler nakletmişlerdir.
a- Vehb b.
Münebbihten nakledilen bir rivayette Vehb özetle şunları anlatmıştır: Talut,
Calutun karşısına çıkınca Calut ona "Benimle teke tek vuruşacak bir
kimseyi ortaya çıkarın. Eğer beni öldürürse benim ülkem sizin olsun, şayet ben
onu öldürecek olursam sizin ülkeniz benim olsun" demiştir. Bunun üzerine
Hz. Davud, Taluta getirilmiş Talut da ona: "Eğer Calutu öldürecek olursa
kızını onunla evlendireceğini ve onu, mallarının idarecisi yapacağını söylemiştir.
Talut onu silahla teçhizattandırmış Davud ise bunu istememiş ve "Eğer Allah,
ona karşı bana yardım etmeyecek olursa silahın hiçbir faydası olmaz." demiştir.
Davud, Caluta karşı sapanla ve içine taş doldurduğu bir sepetle çıktı. Calut
onu "Benimle sen mi savaşacaksın? dedi. Davud : "Evet" detli.
Calut "vay haline, benim karşıma köpeğin karşısına çıkıyormuşcasına sapan
ve taşla mı çıkıyorsun? Ben, senin etlerini parçalayacağım ve bugün seni
kuıtlara kuşlara yem edeceğim." dedi. Davud da ona : "Ey Allahın
düşmanı, sen, köpekten daha kötüsün." dedi. Bir Taş alıp sapanına koydu
ve Caluta doğru attı. Taş Calutun iki gözünün arasına isabet etti. Kafasını
kırarak içine girdi. Calut yere düştü. Ordusu mağlup oldu. Davud, Calutun
kafasını kesti. Ordu, Calutu mağlup ettikten sonra Taluta dönünce herkes
Calutu, kendisinin Öldürdüğünü idda etmeye başladı. Bazıları kılıcını
getiriyor, bazıları diğer silahlarını getiriyor bazıları da Calutun vücudundan
bir kısım parçalar kopararak getiriyordu. Davud, Calutun kestiği kafasını
saklamıştı. Talut, "Kim Calutun başını getirirse onu öldüren odur."
dedi. Bunun üzerine Davut Calutun başını getirdi ve Taluta: "Bana
vaaüettiğini ver" dedi. Fakat Talut daha önce vermiş olduğu sözden dolayı
pişman oldu ve Davuda "Biliyorsun ki Kralların kızlarının mehirleri
pahalıdır. Sen cesaretli bir adamsın. Kızımın mehiri, düşmanlarımızdan üç yüz
kişinin, sünnet edilirken kesilmesi gereken kabuklandır" dedi. Talut, bu
davranışıyla Davudu öldürtmek istiyordu. Fakat Davut savaştı, düşmanlarından
üç yüz kişiyi esir aldı. Onları sünnet edip kabuklarını aldı ve Taluta
götürdü. Talut bu durumda kızını Davuda vermekten başka çare bulamadı. Fakat daha sonra buna
pişman oldu ve Davudu Öldürmek istedi. Davud kaçıp dağlara sığındı. Talut onu
takibetti ve çenber içine aldı. Bir gece Talut ve muhafızları uykuya daldılar.
Davud dağdan gelip Talutun su içtiği ve abdest aldığı ibriği aldı. Sakalından
kıllar, elbisesinden de parçalar kesip aldı. Sonra yerine dönüp Taluta şöyle
bağırdı: "Muhafızlarını değiştir. Eğer ben isteseydim seni dün
öldürürdüm. İşte senin ibriğin, sakallarının kılları ve elbisenin parçalan
"Davud bu aldığı şeyleri Taluta gönderdi. Talut anladı ki, Eğer Davud
isteseydi kendisini öldürmüş olurdu." bunun üzerine Talut Davuda yumuşak
davranmaya başladı. Ona güven verdi. Kendisinden Davuda herhangi bir kötülük
gelmeyeceğine dair Allaha söz verdi ve çekilip gitti. Talut, son zamanlarda
yine de Davudu öldümıek için planlar kuruyordu. Fakat ona bir şey yapamadan
öldü.
Talut, savaştığı her
düşmanı mağlup ediyordu. Vehb b. Münebbihe "Talut Peygamber miydi?"
diye sorulunca o şeyle cevap vermiştir: "Taluta vahiy gelmiştir. Fakat
onun yanında, kentlisine vahiy gelen "İşmoil" isimli bir Peygamber
vardı. Talutu hükümdar yapan da o idi.
Vehb b. Münebbihin,
Hz. Davudla Talutun arasında geçen bu olayı, daha farklı şekilde izah ettiği de
rivayet edilmiştir. Mesela, diğer bir rivayette Vehb'in özetle şunları
söylediği nakledilmektedir.
İsrailoğulları Talutun
hükümdarlığını kabul edince, Peygamberlerine şöyle bir vahiy gelmiştir:
"Taluta söyle, Medyen halkına karşı savaşsın. Orada hiçbir cani
bırakmayarak hepsini öldürsün. Çünkü ben onu onlara galip getireceğim."
bunun üzerine Talut, ordusuyla birlikte Medyenin üzerine yürüdü. Kralları
hariç orada bulunanların hepsini öldürdü. Krallarını ise esir edip getirdi.
Ayrıca canlı hayvanlarını da sürüp getirdi. Bunun üzerine Allah teala,
Peygamberi İşmoile: "Talutun yaptıklarına hayret etmiyor musun? Ben ona
bir şey emrettim. O ise emrime karşı geldi. Medyenlilerin Kralım sağ bırakıp
esir aldı ve hayvanlarını da sürüp getirdi. Git ve ona de ki: "Ben,
hükümdarlığı onun ailesinden mutlaka alacağım. Sonra da, kıyamete kadar bir
daha bu duruma dönemeyecektir. Çünkü ben, bana itaat edene ikram eder, emrimi
tutmayanı da hor ve hakir hale getiririm." diye vahyetti. İşmoil Talutu
gördü ve ona "Ne yaptın? Niçin onların Kralını esir alarak getirdin ve
hayvanlarını da sürüp getirdin?" dedi. Talut, "Ben, hayvanlarını
kurban etmek için getirdim." dedi. İşmoil Taluta, "Allah, hükümdarlığı
senin ailenden aldı. Bir daha kıyamete kadar ona dönmeyeceksin." dedi.
Sonra Allah, İşmoile şunu vahyetti: "Sen îşi'ye git. O, oğullarını sana
göstersin. Sana emrettiğim oğlunu Kudüsün yağı ile yağla. O, İsrailoğulhırının
hükümdarı olsun'." İşmoil îşi'ye gitti ve "Oğullarını bana
göster" dedi. îşi1 en büyük oğlunu çağırdı, O, vücudu iri ve yakışıklı bir
genç olarak çıkıp geldi. İşmoil ona bakmca beğendi ve "Alhıha hamdolsun,
şüphesiz ki Allah, kullarını çok iyi görendir." dedi. Allah teala da ona
"Senin gözlerin zahiri görüyor. Ben ise kalblerde olanı bilirim."
diye vahyetti. Bunun üzerine İşmoil "Bu oğlunu değil diğer oğlunu
göster." dedi. îşi', îşmoile, altı oğlunu da gösterdi. Herbirinde İşmoil
"Bu değil" dedi. Nihayet ona "Senin bunlardan başka herhangi bir
çocuğun var-mı?" dedi. îşi', "Benim, çobanlık yapan küçük bir oğlum
daha var." dedi. İşmoil "Birini gönderip onu getirt." dedi.
Bunun üzerine Davud geldi. O, beyaz ve kırmızı tenli birisiydi. İşmoil onu
Kudüs yağı ile yağladı ve babasına "Sen bunu gizle, zira Talut bunun
gelecekteki durumunu anlayacak olursa onu öldürür." dedi. İşte o
dönemlerde Calut, ordusuya birlikte İsraioğullannm üzerine yürüdü. Talut da,
İsrailoğullan ile birlikte Calutun karşısına yığınak yaptı. Her iki ordu da
savaş hazırlığı yaparken, Calut, Taluta bir adam göndererek ona "Niçin sen
benim kavmimi ben de senin kavmini öldüreceğiz? Seninle ben teke tek savaşalım
veya sen dilediğin kimseyi benimle teke tek savaştır. Eğer ben seni öldürecek
olursam iktidar benim olsun. Sen beni öldürecek olursan iktidar senin olsun."
dedi. Bunun üzerine Talut, askerinin içine bir adam göndererek Calutla teke
tek savaşacak kim var? Eğer o Calutu öldürecek olursa, Kral Talut kızını onunla
evlendirecek ve onu mülküne ortak yapacak." diye ilan ettirdi. Bu sırada,
Davudim babası îşi', Davudu Talutun ordusunun içinde bulunan diğer kardeşlerinin
yanına gönderdi ve ona "Git kardeşlerini bana çağır ve diğer insanların durumunun
ne olduğunu öğren ve bana bildir." dedi. Davud, kardeşlerinin yanına geldi
ve orada, Kral Talut, Caluta karşı savaşıp onu öldürene kızını verecek "
şeklinde bir ilan duydu. Davut, kardeşlerine "Sizin içinizde Calutla teke
tek savaşıp ta Kralın kızı ile evlenecek birisi yok mu?" dedi. Onlar da:
"Sen, ahmak bir çocuksun, Caluta karşı kim güç yetirebilir? O, zorbaların
hayatta kalanların-dandir." dediler, Davut, kardeşlerinin istekli
olmadıklarını görünce "Ben, gidip onu Öldüreceğim." dedi. Kardeşleri
onu azarladılar ve ona kızdılar. Fakat Davut, onların bir ara dalgınlıklarından
istiafade ederek gidip Kralın tellalının yanına vardı ve ona: "Caluta
karşı teke tek ben savaşacağım." dedi. Tellal onu alıp Krala götürdü.
Kral ona: "Bana İsrailoğullanndan bu gencin dışında kimse cevap vermedi
ha? O da bu genç öyle mi?" dedi. Sonra gence "Yavrum, sen Caluta
karşı teke tek savaşıp onu öldürecek misin?" dedi. Davud, "Evet"
dedi. Kral, "Sen, şimdiye kadar, kendine güveneceğin bir şey yaptın
mı?" dedi. Davud: "Evet, ben koyunlara çobanlık yapıyordum. Bir
arslan bana hücum etti. Ben onun iki çenesini tutup ağzını ayırdım." dedi.
Bunun üzerine Talut ona bir yay ve diğer bütün teçhizatı istetti. Davut onları
giyip ata bindi. Halkın yanına vardı. Ve orada attan inerek tekrar Kralın
yanına döndü. Kral ve yanında bulunanlar "Bu genç korktu" demeye
başladılar. Davut gelip Kralın yanında durdu. Kral ona "Ne var?"
dedi. Davut, "Eğer Allah onu Öldürmeyecek olursa bu at ve bu silahlar onu
öldüremez. Bırak beni de onunla dilediğim gibi savaşayım." dedi. Kral ona
"Peki yavrum." dedi. Bunun üzerine Davut, torbasını aldı, içine taş
doldurdu. Çobanlık yaparken yanında bulundurduğu sapanını aldı. Caluta doğru
ilerledi. Ordusuna yaklaşınca, "Calut nerede Benimle teke tek
savaşsın." dedi. Calut,
bütün silahlarını kuşanmış bir şekilde atının üzerinde geldi. Davudu görünce
"Teke tek seninle mi savaşacağım?" dedi. Davut, "Evet."
dedi. Calut: "Sen benim karşıma köpeğin karşısına çıkarmış gibi sapan ve
taşlarla mı çıkıyorsun?" dedi. Davut "Evet öye." dedi. Calut:
"Peki şimdi senin etlerini göklerdeki kuşlara ve yerdeki kurtlara yem
edeceğim." dedi. Davut, "Belki de Allah senin etini öyle yapar."
dedi. Bunun üzerine sapanına bir taş koyup onu Caluta doğru fırlattı. Taş,
Calutun başında bulunan miğferin burun tarafına isabet etti. Onun kafasını
kırıp beynine işledi. Calut, kafası üzerine yere düştü. Davut ilerleyip
kafasını kılmayla kesti. Boynundaki torbasıylîı birlikte, Talutu techizatıy-la
birlikte sürükleyerek götürüp Talutun önüne attı. Herkes sevinç içindeydi.
Talut geri dönerken, şehrin kapısına varınca, bütün insanların Davultan bahsettiklerini
gördü. İçinden onu kıskandı. Bu arada Davut, Taluta gelip "Hanımımı
ver." dedi. Talut, "Sen Kralın kızıyla mehirsiz olarak mı evlenmek
istiyorsun?" dedi. Davut ona: Sen bana mehiri şart koşmam ıştın. Benim
verecek bir şeyim yok." dedi. Talut ona: "Ben seni gücünün yetmediği
bir şeyle yükümlü tutmayacağım. Sen cesaretli bir adamsın. Bizim dağlarımızda
insanlara karşı savaş açan bazı insanlar var. Bunlar sünnetsiz kişilerdir.
Onlardan iki yüz kişiyi öldür ve kabuklarını bana getir." dedi. Bunun
üzerine Davut, öldürdüğü her kişinin, sünnet eder gibi kabuğunu kesip ipe düzüyordu.
İki yüz kişi tamamlanınca onların kabuklanın getirip Taluta verdi. Ve ona:
"Artık hanımımı bana ver. Şart koştuğun şeyi getirdim." dedi. Talut
da kızını onunla evlendirmek zorunda kaldı. Bunun üzerine insanlar Davudu daha
fazla Övmeye başladılar. Bu defa Talut oğluna: "Davudu
öldüreceksin." dedi. Talutun oğlu, "Sübhanallah, bu sana yakışır
mı?" dedi. Talut "Sen ahmak bir çocuksun, yakında o seni de aileni de
iktidardan uzaklaştıracaktır." dedi. Talutun oğlu, babasından bunları
işitince, kızkarde-şinin yanına gitti ve ona: "Ben babamın, senin kocan
Davudu Öldüreceğinden korkuyorum. Kocana söyle de tedbirini alsın ve babamın
gözünün önünden kay-bolsun." dedi. Davudun karısı durumu kocasına anlattı.
Bunun üzerine Davut ortadan kayboldu. Sabah olunca Talut, Davudu çağırması için
bir adam gönderdi. Davudun kansı, yatakta birisi yatıyormuş gibi bir şekil
yaptı vq üzerine yar-ganı öıttü. Talutun gönderdiği adam geldi ve "Davut
nerede? Kral onu çağırıyor gelsin." dedi. Kız ona: "Geceleyin
hastalanmıştı. Şu anda gördüğünüz gibi yatağında uyuyor." dedi. Adamlar
gidip Taluta durumu anlattılar. Talut biraz durdu, sonra tekrar adam gönderdi.
Kızı yine: "Gördüğünüz gibi henüz uyanmadı." dedi. Gelen bu adamlar
Krala gidip durumu anlatınca bu defa Kral, "Uyuşa da kaldırıp
getirin." dedi. Onlar gidip yatağı kontrol ettiler fakat içinde kimseyi
bulamadılar. Tekrar Kralagidip durumu anlattılar. Kral bu sefer kızını
çağırttı ve ona "Bana karşı yalan söylemene sebep neydi?" dedi. Kızı
da: "Böyle yapmamı benden Davut istemişti. Eğer öyle yapmayacak olsaydım
beni öldüreceğinden korkuyordum." dedi. Davut dağlarda kaçak olarak
yaşamaya devam etti. Nihayet Talut öldürüldü. Ondan sonra Davut gelip
İsrailoğullanna hükümdar oldu.
b- Süddi ise
Hz. Davulla Talutun arasında geçen bu hadiseyi özetle şöyle nakletmiştir.
"Talutla birlikte nehirden Davudun babası on üç oğlu ile birlikte geçti.
Davut, babasının en küçük evladı idi. Bir gün babasına geldi ve ona: "Ey
babacağım, bu sapanımla her attığımı öldürüyorum," dedi. Babası ona:
"Müjdeler olsun sana evladım. Allah senin rızkını, bu sapanına
bağladı." dedi. Yine bir gün Davut, babasına gelerek: "Ey babacığım
ben, dağların arasında yürüdüm. Orada yatan bir arslan gördüm onun sırtına
binip kulaklarından tuttum. O bana bir şey yapmadı." dedi. Bunun üzerine
babası ona: "Müjdeler olsun oğlum. Bu büyük bir şey, Allah bunu sana
verdi." dedi. Yine başka bir gün, Davut babasına gelerek "Ey
babacığım, ben dağların arasında yürüyor ve Allahı teşbih ediyorum. Benimle
birlikte, Allahı teşbih etmeyen hiçbir dağ kalmıyor." dedi. Bunun üzerine
babası ona: "Müjdeler olsun evladım. Bu, hayırlı bir şeydir. Allah bunu
sana verdi." dedi. Davut, çobanlık yapıyordu. Babası ona ve diğer
kardeşlerine azık getiriyordu. Bu sırada tsrailoğullannın Peygamberleri, içinde
yağ bulunan bir boynuzu, demirden yapılmış bir elbiseyi (Zırhı) Taluta göndermiş
ve ona "Sizin arkadaşlarınızdan Calutu öldürecek olan kişinin başına bu
boynuz konulduğunda boynuz kaynayacak, ondan akan yağlarla o kişi başını
yağlayacak fakat o yağlar, kişinin yüzüne akmayacak ve sadece başında bir taç
gibi kalacaktır. O kişi bu elbiseyi onlara giydirdi. Fakat hiçbirinin vücuduna
uygun gelmedi. Onları elbiseyi giyecek ve vücuduyla onu
dolduracaktır."Bunun üzerine Talut bütün İsrailoğullarmı çağırıp bu
elbiseyi onlara giydirdi. Fakat hiçbirinin vücuduna uygun gelmedi. Onlar
elbiseyi deneme işini bitirdikten sonra Talut, Davudun babasına : "Senin
bizim göremediğimiz herhangi bir oğlun kaldı mı?" dedi. Davudun babası:
"Evet, oğlum Davut kaldı. O bize azığımızı getiriyor." dedi. Davut
yolda gelirken, kendisine üç taş tesadüf etti. Taşlar onunla konuşlu ve ona
"ey Davut, sen bizi al Calutu bizimle öldürürsün." dediler. Davut
onları alıp torbasının içine koydu. Talut: "Kim Calutu öldürürse kızımı
onunla evlendireceğim ve onu mülküme ortak edeceğim." demişti. Davut
gelince, boynuzu başına koydular. Boynuz kaynadı ve içindeki akan yağ ile
yağlandı. Elbiseyi giydi. Aslında Davut hastalıklı ve sararmış birisiydi.
Elbiseyi daha önce kim giyiniş idiyse, onun içinde kaybolur gibi olmuştu.
Fakat Davut giyince ona dar geldi. Davut, Caluta doğru ilerledi. Calut
insanların vücutça en irileri ve en güçlüleri idi. Davudu görünce kalbine korku
düştü. Ve ona: "Ey genç, geri dön ben .sana acıyorum ve seni Öldürmek
istemiyorum." dedi. Davut, "Bilakis ben seni öldüreceğim."
dedi. Torbasından taşı çıkarıp sapana yerleştirdi. Her taşı çıkardığında ona
bir şey okudu. Birinciye "Bu, atam İbrahim adıyla" İkinciye "Bu,
Atam İs-hakin adıyla." Üçüncüye de: "Bu, atam Yakubun adıyla."
dedi. Sonra taşlan atmaya girinşince hepsi tek taş haline geldi. Davut pnlan
fırlatıp attı. Taş Calutun iki gözünün arasından girip kafasını deldi ve onu
öldürdü. Bundan sonra Davut, Talutun kızıyla evlendi. Fakat Talut bu sefer Davudu kıskanmaya başladı
ve onu öldürmeye kalktı. Bunu hisseden Davut, yatağına içki dolu bir küp
koyarak kaçtı. Davudun yatakta olduğunu sanan Talut, küp'e bir kılıç vurdu.
Küpten ağzına bir damla sıçrayınca "Allah Davuda rahmet etsin. Ne de çok
içki içiyor-muş." dedi. Ertesi gün Davut, Tuluk uyurken onun evine vardı.
Başına iki, ayakları ucuna İki, sağına İki, soluna da iki ok bıraktı. Talut
uyanınca okları gördü ve meseleyi anladı. Kendi kendine şöyle dedi: "Allah
Davuda rahmet eylesin, o benden daha hayırlı. Zira ben onu yakaladığımda
vurdum. Fakat o beni yakaladığında bana dokunmadı." dedi. Sonra bir gün
Talut, atının üzerinde çölde geçerken Davudun oralarda dolaştığını gördü ve
"Allık bugün Davudu öldüreceğim." dedi. Davut, korktuğu zaman
kaçarken ona hiçbir şey kavuşamazdı. Talut kovaladı. Davut kaçtı. Nihayet Davut
bir mağranin içine girdi. Allah örümceği, mağaranın önüne, ağını Örmesini ilham
etti. Talut mağaranın önüne varınca, örümceğin ağını gördü ve "Şayet Davut
buraya girmiş olsaydı bu ağı delerdi." dedi. Böylece Allah, Talutun Davuda
dokunmasına engel oldu.
Bu olayı İbn-i İshak,
Mücahid, Rebi' b. Enes, İbn-i Zeyd ve İbn-i Cüreyc de bazı farklarla
zikretmişlerdir...
Âyet-i kerimede:
"Allah Davuda hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği şeyleri ona
Öğretti." bu yortmaktadır. Burada zikri geçen "Hüküm d arlık
"tan maksat, iktidar, "Hikmef'ten maksat, Peygamberlik, kendisine
öğretilen şeylerden maksat ise, zırh yapma sanatı ve sağlam ömıe işidir.
Süddiye göre burada zikredilen "Hükümdarlık"tan maksat, Talutun
hükümdarlığı, "Hikmef'ten maksat da, Şem'unun Peygamberliğidir. Allah
teala Hz. Davuda hem hükümdarlığı hem de Peygamberliği vermiştir.
Âyet-i kerimede:
"Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla def etmeseydi
yeryüzü fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir."
buyrulmaktadır.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerime ile, Resulullahın döneminde bulunan ve
cihaddan geri kalan münafıkları, kalblerindeki şüphelerinden dolayı, müşrik ve
kâfirleri de inançlarının sakatlığından dolayı uyarmakta, geçmiş ümmetlerde
olduğu gibi Muhammed ümmetinde de, iman edenleri onlara galip geticerek sırlamı
bertaraf edeceğini bildinnektedir. Evet, Allah teala, salih bir kulu sayesinde
salih olmayan kullarını düzeltir. Ve salih kul, çevresinde bulunan
akrabalarına ve komşularına da faydalı olur. Bu hususta Abdullah b. Ömer-den
Resulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. "Şüphesiz ki Allah, salih
bir müminle,, komşularından yüz evin ailesinden belayı defeder." Cebir b.
Abdullah da bu hususta Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.
"Şüphesiz ki Allah, müşlüman bir insanın salih olmasıyla onun çocuğunu ve
çocuğunun çocuğunu ev halkını ve çevresinde bulunan evlerin balkını salih
kılar. O salih kul, içlerinde bulunduğu müddetçe onlar Allahın
himayesindedirler." [127]
252- Ey
Muhammed, bunlar, Allahın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Ve
şüphesiz sen Peygamberlerdensin.
Ey Muhammed, Allahın
sana, ölüm korkusuyla memleketlerinden çıkan insanların kıssalarım îsrailoğullarının
ileri gelenlerinin, Peygamberlerinden bir hükümdar isteme hadisesini ve ondan
sonra zikredilen olayları ihtiva eden âyetleri, Allahın kuvvet ve kudretini
gösteren delilleri, zikretmesi, onun varlığını ve birliğini ispat eden
alâmetlerdir. Ölümden kaçan binlerce insanı bir anda öldürüp tekrar bir anda
diriltmesi, sakalık veya dericilik yapan bir adam getirip İsrailoğullarma
hükümdar kılması, bu hükümdarın günah işlemesi yüzünden iktidarı ondan alıp
Davuda vermesi de, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara birer öğüt ve
ibrettir. Bu haberler, Tevrat ve İncil mensupları tarafından bilinen ve Kuranda
geçen şu gibi haberlerdir: "Ey Muhammed bu haberler, senin için de gizli
olan haberlerdendi. Biz bu haberleri bir gerçek olarak sana bildirdik. Yahudi v
Hristiyanlar da biliyorlar ki sen bu haberleri tahminlere dayanarak söylemedin
ve uydurmadın. Bu bakımdan, senin hak Peygamber oluşun bunlar-ca şüpheli bir
şey değildir. Açık ve seçiktir. Şüphesiz ki sen, gönderilen Peygamberlerdensin.
Bana itaat etmeyi ve benim nizamıma uygun hareket etmeyi kendine esas
edinmişsindir.". [128]
253- işte bu
Peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onların
bazılarıyla konuştu, bazılarının da derecelerini yükseltti. Meryemoğlu İsaya da
apaçık deliller verdik ve onu ruhul Kudüs ile teyid ettik. Eğer Allah
dileseydi, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra Peygamberlerin ardından
insanlar birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar arakırında ihtilafa düştüler.
Bir kısmı iman etti bir kısmı ise inkâr etti. Eğer Allah dileseydi onlar
birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini yapar.
Musa, İbrahim, İsmail,
İshak, Yakup, Davud ve diğerleri, hepsi Allahın Peygamberleridir. Bunlardan bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan İmran oğlu Musa gibi
bazılarıyla konuştu. Muhammed ve İbrahim gibi. bazılarını da üstün kılarak
derecelerini yükseltti. Biz, Meryemoğlu İsaya da, körlerin gözünü açma,
cüzzamlıları iyileştirme, ölüleri diriltme gibi, Peygamberliğini ispat eden
mucizeleri ve apaçık delileri verdik. Biz onu Cebrail ile destekledik ve
güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi insanlar, âyetlerin gelmesinden ve hak olan
yolun kendilerine açıklanmasından sonra Peygamberlerin ardından birbirlerine
düşmezlerdi. Fakat insanlar Allahın birliğini ve Peygamberlerinin Peygamberliklerini
ispat eden delillerin gelmesinden sonra da ihtilafa düştüler. Bazıları iman
etti bazıları inkâr ettiler. Eğer Allah onların kötlük yapmalarını engellemek
isteseydi onlar birbirlerini öldüremez ve ihtilafa düşmezlerdi. Fakat Allah
dilediğini yapar. Bazılarım itaat etmeye muvaffak kılar da itaat ederler,
bazılarını da başıboş bırakır onlar da inkâr ve isyan ederler.
Âyet-i kerimede Allah
teala, Peygamberlerinden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldığını beyan etmektedir.
Mesela Hz. Muhammed (s.a.v.)'i bütün in* sanlara, ve cinlere Peygamber
kılmıştır. Bu hususta Ebu Zerel-Gifari, Resuhıl-lah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Bana, benden
Önce herhangi bir Peygambere verilmeyen beş özellik verilmiştir. Ben, kırmızı
renkliye de siyah renkliye de Peygamber olarak gönderildim. Yeryüzü benim için
Mescid ve teiniz kılındı. Ganimetler bana helal kılındı ki benden önce hiçbir
kimseye helal kılınmamıştı. Düşmanın kalbine korkum salınmakla yardım olundum.
Bir aylık mesafedeki düşman benden korkar oklu. Bana "İste isteğin
verilsin." denildi. Ben de isteğimi, ümmetime şefaat etmek için âhirete
bıraktım. Sizden, Allaha herhangi bir şeyi ortak koşmayan kimseye.
Allah dilerse şefaatim erîşecektir. [129]
254- Ey iman
edenler, alış veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı o gün gelip çatmadan size
verdiğimiz rızıklardan, Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta
kendileridir.
Ey iman edenler, size
rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın, Alış verişin fayda
vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce rızıklardan, harcamanızı farz
kıldığımız kadarını yerine getirin. Çünkü o. kıyamet günü sevap ve ceza
günüdür, çalışma ve kazanç günü değildir.
Kâfirler, zalimlerin
ta kendileridir. Allahı ve onun Peygamberini yalanlayanlar, kendi kendilerine
zulmedenlerdir.
Katade diyor ki:
"Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir, "buyuran Allaha hamdolsun,
Zira o, "Zalimler kâfirlerdir." buyurmadı. Eğer böyle buyursaydı,
yaptıkları zulümler sebebiyle insanların çoğu kâfir sayılır ve mahvolurdu.
Bu âyet-i kerimede,
kendilerine şefaat edilmeyeceği bildirilen kimselerden maksat, kâfirlerdir.
Zira, daha önce de beyan edildiği gibi müminler, birbirlerine karşı şefaatçi
olacaklardır. Âyetin sonundaki: "Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir."
ifadesi de burada, şefaat görmeyecekleri beyen edilenlerin, kâfirler
olduklarını ortaya koymaktadır. [130]
255- Allah
kendisinden başka ilah olmayan, daima diri ve yarattıklarını koruyup idare
edendir. Onu ne uyuklama ne de uyku tutar. Gökler de ve yerde olanlar onundur.
Onun izni olmadan katında kini şefaat edebilir? O, insanların geleceklerini ve
geçmişlerini bilir. İnsanlar ise onun ilminden, onun dilediğinin dışında bir
şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü (hükmü) gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü
koruyup gözetmek onun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür.
Allah, kendisinden
başka ibadete layık bulunmayandır. O, bakidir, ölmeyen diridir. O,
yarattıklarını, rızkı ve korumasıyla muhafaza edendir. O, ne uyuklar ne du
uyur. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibidir. Her şey onun mülkü ve
yaratığıdır. O halde ondan başkasına ibadet etmek yakışmaz. Rahman olan Allanın
izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun bildirmesi dışında hiçbir kimse hiçbir şeyi
bilemez. Rahman olan Allanın ilmi gökleri ve yeri kuşattığı gibi, kürsüsü de
bunların hepsini kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması ve muhafazası ona
asla güç ve ağır gelmez. O, yarattıklarına karşı yücelik sahibidir. Hiçbir
şeyin yücelikte kendisine ulaşmadığı azamet sahibidir.
Bu âyet-i kerime,
putların şefaatçi olacağını zanneden ve "Biz ancak onlara, bizi Allaha
daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.
[131]diyen
kafirlere bir cevaptır.
Bu âyet-i kerimeye
"Âyet el-Kürsi" denmektedir. Bunun fazileti ve insanları, şer
güçlerden muhafaza edeceği hususunda çeşitli hadis-i şeritler zikredilmiştir.
Peygamber efendimiz,
Hadis-i Şeriflerinin birinde şöyle buyuruyor:
"Her şeyin bir
zirvesi vardır. Kur'anın zirvesi de Bakara süresidir. Bakara suresinde
âyetlerin efendisi olan bir ayet bulunmaktadır ki o da Ayet el-Kürsidir. [132]
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyuruluyor:
"Kim, mümin
suresinin üçüncü âyetine kadar ve âyet el-Kürsi'yi sabahladığında okursa o
kimse, o ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, o ikisini
akşamleyin okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar o ikisi sayesinde korunmuş
olur. [133]
Übey b. Kâ'b diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) bana şöyle dedi: "Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan Allanın
kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?" Dedim ki:
"Allah ve Resulü daha iyi bilir." Resulullah tekrar "Ey Ebul
Münzir, senin yanında bulunan, Allanın kitabındaki en büyük âyetin hangisi
olduğunu biliyormusun?" dedi. Ben de dedim ki: " Âyet el-Kürsidir."
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: "Ey
Ebul Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun. [134]
Âyet-i kerimede, Allah
tealanın daima diri olduğu ifade edilmiştir. Allah tealanın diri oluşunun
başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelden diridir. Ebedi olarak ta diri
kalacaktır.
Müfessirier, Allah
tealanın, kendisini diri olarak isimlendirmesini şu şekilde izah etmişlerdir:
Allah teala, işleri sevk ve idare ettiğinden, eşyayı ölçülerine göre takdir
etliğinden kendisine bu ismi vermiştir. Yani o sevk ve idare etmekte
diridir." demek istediğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre ise
Allah teala, bu isimle kendisinin, dirilik sıfatı bulunduğunu beyan etmek
istemiştir.
Diğer bazılarına göre
ise Allah teala, bununla, isimlerinden birinin de "Diri" olduğunu
ifade etmek istemiştir. Biz de onun emrine boyun eğerek onu bu isimle
çağırırız.
Allah teala, âyet-i
kerimede kendisinin "Kayyum" olduğunu beyan etmiştir. Kayyum ise
"her şeyin başında bulunan ve onları rızıklandırıp koruyan" demektir.
Âyet-i kerimede
"Onu ne uyuklama ne de uyku tutar" buyrulmaktadır. Allah tealanın
uyuklaması ve uyuması söz konusu değildir. Aksi takdirde gökler ve yer ve
onlarda bulunanlar, birbirine çarpar ve yok olup gider. Abdulla b. Ab-bas, âyetin
bu bölümünün izahında şunları söylemiştir, "Hz. Musa meleklere" Allah
hiç uyur mu?" diye sormuştur. Allah da meleklere, Musayı uyurken peş-peşe
üç kere uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretmiş melekler de bunu
yapmışlar ve Allanın emriyle Musanın iki eline iki şişe bağlamışlar bunları
ellerinde tutmasını ve kırmamasını söylemişler, Musa ise şişeler ellerinde
iken uyuklamaya başlamış, uyuklamış uyanmış, uyuklamış uyanmış ve sonunda
biraz derince uyuklayınca şişeleri birbirine çarpmış ve ikisini de kırmıştır.
Böylece Allah, Hz. Musaya, kendisinin uyamadığını, şayet uyuyacak olursa
göklerle yerin birbirine çarparak çarçalanmış olacaklarını göstermiştir,
Taberi, Ebu
Hureyrenin, Resulullahtan, bu mânâyı ifade eden şu hadisi rivayet ettiğini
söylemiştir. "Ben Resulullahın, minberin üzerinde iken, Musa-dan şu
kıssayı anlattığını dinledim. Resulullah buyurdu ki: "Bir zaman, Musanın
hatırına "Acaba zikri yüce Allah uyunnu?" diye bir düşünce gelmiş
Allah teala da Musaya bir melek göndermiş onu üç defa uyandınnış sonra da melek
onun ellerine birer şişe vermiş ve ona "Bu şişeleri muhafaza etmesini
emretmiştir. Musa uykuya dalmış, elleri birbirine çarpar gibi olunca uyanmış
birini diğerinden uzaklaştırmıştır. Tekrar uyumuş bu defa elleri birbirine
çarpmış ve şişelerin ikisi de kırılmıştır. Böylece Allah, Musaya, şayet
uyuyacak olsaydı göklerle yerin, bulundukları yerlerde kalmayacaklarını
göstermiş oldu."
Âyet-i kerimede
"Göklerde ve yerde olanlar onundur." buyrulmaktadır. Bu ifadeden
maksat, Allahtan başka herhangi bir şeye kulluk etmenin, kullara yakışmayan bir
davranış olduğunu beyan etmektir. Zira kulun sahibi Allahtır. Kul ise Allanın
mülkü ve kuludur. Kul, ancak efendisinin emrini uygular. Herhangi bir şeye
hizmet etmesi de efendisinin iznine bağlıdır. Bu itibarla, Allah izin vermediği
halde herhangi bir varlığa kulluk etmek, akıl sahibine yakışmayan bir
tavırdır.
Âyet-i kerimede
"Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? buyu-rulmaktadır. Yani,
Allah tealanın, mülkü olan yaratıklarını cezalandırmayı istemesi halinde kim
onun cezalandırmasına engel olabilir? veya cezalandırılacaklara yardımcı
olabilir? Elbette ki Allanın, yardımcı olmaya izin verdiği kimseler dışında
hiçbir kimse şefaatçi olamayacaktır.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanm böyle buyurmasının sebebi, puta tapan müşriklerin şöyle
demeleridir: "Biz, Allanın dışındaki varlıklara ancak bizi Al-laha
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. [135]
Allah teala, bunlara
bildirmiştir ki: "Gökler, yer ve onlarda bulunanlar benim mülkümdür. Benim
dışımda herhangi bir şeye kulluk etmeniz size yakışmaz. O halde sizi bana
yaklaştıracaklarını zannettiğiniz putlara tapmayın. Çünkü onlar size herhangi
bir fayda veya zarar sağlayamazlar. Benim yanımda şefaatçi olacaklar, ancak
benim Peygamberlerim, velileri ve bana itaat eden salih kullarımdir."
Ayet-i kerimede geçen
ye "O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir." diye tercüme
edilen cümlesindeki ifadesi Hakem Mücahid ve Süddi tarafından, "Dünyada
olanlar." diye izah edilmiş ifadesi ise "Âhirette olanlar" diye
izah edilmiştir. Bu izahlara göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir:
"Allah onların, dünyada yaptıklarını da âhirette ne yapacaklarını da
bilir."
Ibn-i Cüreyc ise
âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir:"Allah onların geçmişlerini de
geleceklerini de bilir. "Mealde bu izah şekli tercih edilmiştir.
Ayet-i kerimede Allah
tealanın kürsüsünün, gökleri ve yeri kuşattığı zikredilmektedir. Burada geçen
"Kürsü" kelimesinden neyin kastedildiği hususu, müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas ve Said b. Cübeyrden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen
"Kürsü"den maksat, Allah tealanın ilmidir.
b- Ebu Musa,
Süddi ve Dehhaka göre buradaki "Kürsü"den maksat ayakların konulduğu
yerdir. Yani göklerle yer, kürsünün içinde bulunmakta, kürsü, rahmanın,
ayaklarının koyduğu yer olmaktadır.
c- Dehhak ve
Hasanı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki "Kürsü" den
maksat Allah tealanın arşıdır.
Allah tealanın
kürsüsünün büyüklüğü hususunda şunlar zikredilmiştir: Rebi, b. Enes diyor ki:
"Onun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır." âyeti nazil olunca
Resulullahın sahabüeri: "Ey Allanın Resulü, bu kürsü gökleri ve yeri
kusattığına göre Arş nasıldır?" diye sordular. Bunun üzerine Allah teala: "Onlar,
AUahı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü, Onun kudret ve hakimiyeti
altındadır. Gökler onun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, müşriklerin koştuğu
ortaklardan münezzeh ve yücedir. [136]
âyetini indirdi. İbn-i Zeyd ise, kürsünün büyüklüğü hakkında, babasının, Resulullahtan
şunu rivayet ettiğini zikretmektedir. Resulullah buyuruyor ki: "Yedi kat
gök, kürsüye göre, halkanın içine atılmış yedi dirhem paraya benzer." Yine
İbn-i Zeyd, Ebu Zerin, Resulullahın şöyle buyurduğunu duyduğunu söylemiştir:
"Arş'a nisbetle kürsü, yeryüzünde bir çöle atılmış bir demir halka
kadardır."
Taberi diyor ki:
"Bütün bu görüşlerden her birinin kendisine göre bir izah şekli vardır.
Ancak âyet-i kerimeyi izah etmeye daha uygun olanı, hakkında Resulullahtan
hadis rivayet edilenidir. Bu da Abdullah b. Halifenin rivayet ettiği şu hadiste
zikredilendir. "Abdullah b. Halife diyor ki: "Bir kadın Resulullaha
geldi ve ona "Allaha dua et de beni cennetine koysun." dedi. Bunun
üzerine Resulullah, Allah tealanın yüceliğini zikretti sonra da şöyle buyurdu:
"Allah tealanın kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmaktadır. O, onun üzerine
oturmaktadır. Kürsünün sadece dört parmak kadar kısmı ondan fazla gelmektedir.
O kürsünün, yeni yapılmış bir semerin, üzerine ağır bir kimsenin binmesi
halinde çıkardığı gıcırtı gibi bir gıcırtısı vardır. [137]'Taberi
sözlerine devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin zahirine göre ise kürsü
hakkında tercihe şayan olan görüş, Abdullah b. Abbastan nakledilen görüştür. O
da, kürsüden maksadın, Allanın ilmi olduğunu söyleyen görüştür. Zira, âyet-i
kerimenin devamında "Yeri ve göğü koruyup gözetmek, onun için zor
değildir" buyrulmaktadır. Allahın onları koruyup gözetmesi, onları bilmiş
olmasını gerektirir ki, o da kürsüden maksadın ilim olduğunu ifade eder.
Nitekim, Allah teala. meleklerinin dua edişlerini beyan ederken de, ilimin her
şeyi kuşattığını zikrederek, dua ettiklerini şöyle bildirmiştir. "Arşı
taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler.. Müminlerin günahlarının bağışlanmasını
dileyerek şöyle derler. "Ey rabbimiz, rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.
O halde tevbe edenleri ve yoluna tabi olanları bağışla. Onları cehennem
azabından koru. [138]Taberi sözlerine devamla
diyor ki: "Kürsü" kelimesinin mânâsı ilimdir. Bu nedenle, üzerine
ilim yayılan bir sahifeye"Kürrase" denilmektedir. Keza, âlimlere de
"Kürsüler" denilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine güvenilen
kimselerdir. Nitekim şair bir sözünde:
"O insanları,
yüzleri beyaz olan ve gelecek felaketlerin Kürsüsü olan bir topluluk
kuşatmaktadır..." demiştir. Burada geçen "Felaketlerin kürsüsü"
ifadesinden maksat, felaketleri bilen ve inceleyen âlimler" demektir.
Araplar bir şeyin aslına da "onun kürsüsü" ifadesini
kullanmışlardır. Accac, Ebul Abbasi methederken: "O, yöneticiler
ocağındandir ve kürsüsü üstün olandır." demiştir. Yani "Aslı üstün
olan" demek istemiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "O, yücedir, büyüktür." buyrülmaktadır, Mii-fessirler, bu
ifadeleri farklı şekillerde izah etmişlerdir. Bazılarına göre "Yücedir"
ifadesinden maksat, Allahın benzer ve emsalden beri ve yüce olmasıdır. Diğer
bazılarına göre ise, bu ifadelerden maksat, Allah tealanın, yarattıklarından
daha yüksekte olmasıdır.
Müfessirler
"Büyüktür" sıfatını da farklı şekillerde izah etmişlerdir. Bazılarına
göre burada geçen "Büyüktür" sıfatından maksat, Ululanmıştır"
demektir. Yani yaratıktan onu uhılarlar ve ondan korkup çekinirler."
demektir; Diğer bazılarına göre "Büyüktür" kelimesi, Allah teaîanm
sıfatıdır. Biz, Allahın böyle bir sıfatı okluğunu söyler fakat bu büyüklüğün
keyfiyetini tasvir etmekten kaçv nırırz. Aksi takdirde, Allahı. yaratıklarına
benzetmiş oluruz'.
Başka bir kısım
müfessirlere göre buradaki "Büyüktür" sıfatının mânâsı, "Allah,
yaratı ki an ndan büyüktür. Bütün yaratıkları ondan küçüktür." demektir. [139]
256- Dinde
zorlama yoktur, Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim Tağutu reddedip
Allaha iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır.
Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
İslamda, dine ginnek
için zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça ortaya çıkmıştır. Kim, Şeytan
ve putlar gibi, Allahtan başka tapınılan tağutları tanımaz da Allahın,
kendisinin rabbi ve hak mabudu olduğuna iman ederse şüphesiz ki o, en sağlam
bir iman kulpuna yapışmıştır. O kulp kendisine sarılanı Allahın azabı ve
cezasından kurtaracak olan en sağlam bir kulptur. Allah, kendi birliğini tasdik
edenlerin ikrarını işiten, ihlas ve samimiyetlerini çok iyi bilendir.
Bazı âlimlere göre bu
âyetin hükmü kaldırılmıştır. Fakat sahih olan görüşe göre bu âyetin hükmü
kaldırılmamıştır. Bu âyet, İslam devletine Cizye vererek boyun eğen ehl-i
kitabın durumunu hükme bağlamaktadır. Bunlardan, cizye verenleri İslama
girmeye zorlama yoktur. Fakat putlara tapanlar ve İslam dininden donenler bu
hüküm dışmdadırlar. Onlar, İslamı kabul etmeye zorlanırlar.
Bu âyet-i kerimenin
hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hususundaki görüşleri şöylece özetlemek
mümkündür:
a- Abdullah
b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bi ve Mücahide göre bu âyet-i kerime,
Ensardan bir kısım insanlar hakkında nazil olmuştur. Bu insanların
kadınlarının çocukları yaşamadığında bu kadınlar, çocukları yaşadığı takdirde
onu Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. Çünkü bunlar müşriktiler.
Yahudiler ise ehl-i kitaptandı. Bu sebeple müşrikler ehl-i kitabın üstünlerini
kabul ediyorlardı.
Resullah (s.a.v.)
Medineden Yahudi kabilesi Nadr oğullarını uzaklaştırdığı zaman bunların
içinde, Ensarın, Yahudileşmiş bu gibi çoeuklan-tla bulunuyordu. Ensar,
"Biz çocuklarımızı bırakmayız." dediler. Bunun üzerine Allah tea-la:
"Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur."
âyetini indirdi[140]
Ensann, çocuklannı zorla Yahudilikten çevirip Müslüman yapmalarının doğru
olmadığını, onlan kendi iradelerine bırakmalım gerektiğini, onlar, İslam
gelmeden önce Yahudiliği kabul ettiklerinden, kendilerine ehl-i kitap muamelesi
yapılacağım beyan etti.
b- Abdullah
b. Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime,
Ensann Salim b. Avf oğullanndan "Hüseyni" adlı bir kişi hakkında
nazil olmuştur. Bu kişi Müslümandı ve onun, Hristiyan olan iki de oğlu vardı.
Bu kişi, oğullarının, kendi istekleriyle Hristiyanlıktan dönmemeleri üzerine,
Resulullahtan, bunların zorla Müslüman edilmelerini istedi. İşte bunun üzerine
de Allah tealabu âyeti indirdi[141]
c- Katade,
Dehhak, Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyet-i kerime, cizye verip boyun eğen ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Bu
sebeple hükmü bakidir, mensuh değildir. Zira bunlarla "Kitap ehlinden
Allaha ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allahın ve Peygamberinin haram
kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyen-İerle, boyun
eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşm. [142]ayeti
gereğince Müslümanlara boyun eğip cizye verdikleri takdirde zorla İslam dinine
sokulmaları için savaşılmaz. Daha sonra açıklanacağı üzere Taberi bu görüşü
tercih etmektedir.
d- Zeyd b.
Eslem'e göre ise bu âyet-İ kerime, kâfirlere karşı savaşmayı emreden şu
âyetlerle neshedilmiştir. Ve attık bütün insanların İslam dinine davet edilmeleri
gerekmektedir. İnsanlar bu daveti kabul ederlerse Müslümanların kardeşleri
olacaklarını, kabul etmezlerse öldürülmeleri gerektiğini, ancak bu insanlardan
ehl-i kitap olanların müslümanlara boyun eğerek cizye vermeleri halinde
Öldürülmeyeceklerini söylemiştir.
Bu konuda âyet-i
kerimelerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey müminler, çevrenizde bulunan
kâfirlerle savaşın. Sizi sert ve kuvvetli bulsunlar. İyi bilin ki Allah,
kendisinden korkanların yanındadır: [143]"Ey
Peygamber, kâfir ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların
varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası varılacak ne kötü bir yerdir[144]"Ey
Muhammed, savaşa katılmayıp geride kalan Bedevilere sen şöyle de:
"Yakında güçlü kuvvetli bir ka-vim'e savaşa çağırılacaksınız. Onlarla ya
savaşacaksınız veya müslüman olacaklar. Eğer bu davete uyarsanız Allah, size
güzel bir mükâfaat verecektir. Eğer daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine de yüz
çevirecek olursanız sizi, can yakıcı ağır bir azapla cezalandıracaktır. [145]
Taberi, âyet-i
kerimenin, cizye veren ehll-i kitap ve Mecusilerin hükümlerini beyan ettiğini
söyleyen, bu nedenle mensuh olmadığını zikreden görüşü tercih etmiş ve gerekçe
olarak ta özetle şunları zikretmiştir: Bir nasşın mensuh olabilmesi için, onu
nesneden diğer nass ile tamamen çelişmesi ve aralarını te'lif etmenin imkânsız
olması halinde söz konusu olur. Şayet iki passın birini âmm (Genel) ifadeli
diğerini hâss (Özel ifadeli) kabul etmek mümkünse, âyetlerin birbirlerini
neshettiklerini söylemek isabetli değildir. Bu âyet de bu kabilendir. Yani,
cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabı ve mecusileri zorla dine sokmak caiz
değildir. Buna makabil cizye vermeyen veya ehl-i kitap ve mecusi olmayan
kâfirleri zorla dine girmeye mecbur etmek caizdir. O halde bu âyetle, kâfirleri
öldürmeyi emreden âyetlerin arasını te'lif etmek mümkündür. Bu da bu âyetin,
özel bir kısım kâfirlerin hükmünü, yani eh-li kitap olan Yahudi ve
Hristiyanla-nn bir de Mecusilerin hükmünü beyan ettiğini göstermektedir.
Bu konuda Âlûsî de
şunları söylemektedir. "Kişiyi İslam dinine sokmaya çalışmak onu zorlamak
de ğildir. Zira zorlamak, kötü şeyleri kabul ettirmeye çalışmakla olur.
Müslüman olmak ise bütün insanların hayrınadır. Bu itibarla Müslüman olmayan
bir kişiyi kılıçla İslama davet etmek, onu zorlamak değildir. Bilakis ona
ikramda bulunmaktır. Âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.
TAĞUT: Âyette
zikredilen "Tağut" kelimesinden maksat, Ömer b. el-Hattab, Mücahid,
Şa'bi, Dehhak, Katade ve Süddiye göre "Şeytan" demektir Ebul Âliye ve
Muhammede göre sihirbaz demektir. Said b. Cübeyr, İbn-i Cüreyc ve Cabir b.
Abdullaha göre, "Kâhin" demektir.
Taberi, Tağut hakkında
söylenecek en doğru görüşün, onun, "Allaha karşı azgınlaşan ve Allanın
dışında kendisine tapınılan şeydir." diyen görüş olduğunu söylemiştir.
İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptınnış olsun, isterse onun zoru
olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu nedenle, kendisine
tapılan bu varlık Şeytan da olabilir Heykel de, put da yahut başka herhangi
bir şey de.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, ifade buyurmaktadır ki, kim Allanın dışında kendisine t apılan bir
kısım varlıkların ilahtık ve rablıktarını reddeder ve . Allaha hakkıyla iman
edecek olursa, işte kopmayan sağlam kulpa sarılan kişi o'dur.
Âyet-i kerimede,
tağutu inkâr edip Allaha iman edenin, kopmayan bir kulpa sarılmış olacağı beyan
ediliyor. Buradaki kulptan maksat, Mücahide göre iman, Süddiye göre İslam, Said
b. Cübeyre göre ve Dehhaka göre demektir. Yani, Allah teala, müminin imanını,
kopmayan sağlam bir kulpa benzetmiştir. Nasıl ki sağlam bir kulptan tutan
kimse tehlikeden kurtulur. İman eden kişi de, dünya ve âhirette hedefine
ulaşır. [146]
257- Allah,
iman edenlerin dostudur. Onları, karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr
edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları aydınlıklardan karanlıklara
düşürürler. İşte onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.
Allah, müminlerin
dostudur. Yardım ve muvaffak kılmasıyla onları korur. Onları, inkârın
karanlıklarından çıkarıp imanın nuruna kavuşturur. Allanın birliğini inkâr
edenlerin dostları ise, Allahtan başka taptıkları putlar ve benzeri
tağutlardır. Bunlar, kendilerine tapanları imanın nurundan çıkarır inkârın ve
azgınhğın karanlıklarına sürüklerler. Allahtan başka şeylere ibadet eden
kimseler ise cehennemliktirler. Orada ebedi olacak kalacaklardır.
Âyette zikredilen
"Karanlıklardan maksat, Katadeye göre, sapıklık, Dehhak ve Reb' b. Enese
göre, inkarcılıktır. "Nur"dan maksat ise Katadeye göre, Hidayet,
Dehhak ve Reb' b. Enese göre de imandır. Bu izahlara göre Allah teala, kâfirliği
ve sapıklığı, karanlıklara benzetmiştir. Çünkü inkâr içinde olan kişinin,
basireti kapanır. İmanın aydınlığını göremez olur. İman ve hidayet ise
aydınlıktır. Mümin olan kişinin basireti açıktır. Hak ve hakikati aydınlık bir
şekilde görür.
Mücahid ve Abede b.
Ebi Lübabe bu âyetin izahında şunları söylemişlerdir. Hz. İsa gelince bir
kısım insanlar, ona iman etmiş, diğerleri ise inkâr etmişlerdir. Hz. Muhammed
gelince de Hz. İsayi inkâr edenler, Hz. Muhammede iman etmiş, Hz. İsaya iman
etmiş olan Hristiynlar ise Hz. Muhammedi inkâr etmişlerdir. İşte âyet-i kerime
bu iki sınıfı beyan etmektedir. Yani Allah, Hz. Muhammede iman edenlerin
dostudur. Onlan, İsaya iman etmeyerek düştükleri inkârın karanlıklarından
çıkarır ve imanın aydınlığına kavuşturur. Muhammede iman etmeyen kâfirlerin
dostları ise Şeytanlardır. Şeytanlar onları, İsaya iman etmenin nurundan
çıkarır. Muhammedi inkâr etmek karanlıklarına sokarlar.
Görüldüğü gibi,
Mücahid ve Abede bu âyeti, özellikle Hristiyanİara ve Hz, Muhammede iman eden
putperestlere yorumlamışlardır. [147]
258-
Allahin, kendisine hükümdarlık verdiğinden dolayı, İbrahim ile, rabbi hakkında
münakaşa eden kimseyi görmedim mi? İbrahim ona: Benim rabbim dirilten ve
öldürendir." dediğinde o: "Ben de diriltir ve öldürürüm."
demişti, ibrahim ona: "Allah güneşi doğudan getiriyor sen de batıdan
getir de görelim." dediğinde ise inkâr eden kimse şaşırıp kaldı. Allah,
zalim bir topluluğu doğru yola sevketmez.
Ey Muhammed, kendisine
hükümdarlık verildi diye şımararak İbrahim ile rabbi hakkında münakaşaya giren
kimseyi kalb gözünle görüp benim de sana bildirmemle bilmedin mi?" İbrahim ona:
"Benin rabbim hayatı ve ölümü elinde bulundurandır. Dilediğini yaşatır
dilediğini ise öldürür." elediğinde: "Onu ben de yaparım. Ben de
yaşatır ve öldürürüm." demişti. İbrahim ona: "Benim rabbim güneşi
doğudan getiriyor sen de ilahlık iddiasında samimi isen onu batıdan getir de
görelim." dedi. Bunun üzerine o inkarcı şaşırıp kaldı ve ileri sürecek
hiçbir delil bulamadı. Zira Allah, zalimleri, tartr.ma ve husumetlerinde delil
bulmaya mavaffak kılmaz.
Hz. İbrahim ile rabbi
hakkında tartışan bu adamın Nemrud b. Men'an adında, yeryüzünde ilk zorbalık
yapan bir hükümdar olduğu Mücahid, Katade, Rebi' b. Enes, Sütldi ve İbn-i Zeyd
tarafından rivayet edilmektedir.
Mücahid diyor ki:
"Bu zorba hükümdara iki adam getirildi. O, adamların birisini öldürdü
diğerini bıraktı ve dedi ki: "İşte ben şunu öldürdüm şunu yaşatıyorum."
Bu davranış Nemrudun ahmaklığını, beyinsizliğini ve anlamsız bir de-megojiye
giriştiğini gösterir. Çünkü yaşatma ve öldürme, yok olan bir şeyi var edip ona
hayat venne, verdiği cam alıp onu öldürmedir. Yoksa bir insanı öldürüp
diğerini affetme değildir,
Zeyd b. Eşlem diyor
ki: "Yeryüzünde ortaya çıkan ilk zorba kişi Nemruttu. İnsanlar gelip
yiyeceklerini ondan alıyorlardı. Hz. İbrahim de bu insanlar gibi yiyecek
almaya gelmişti. Nemrut, önünden geçen herkese "Rabbiniz kimdir?"
diye sorar, onlar da "Sensin" derlerdi. Nihayet önünden İbrahim
geçerken ona da: "Rabbin kimdir?" diye sordu. İbrahim de: "Rabbim,
dirilten ve öldürendir." dedi. Nemrut "Ben de diriltir ve
öldürürüm." dedi. İbrahim ona: "Şüphesiz ki Allah güneşi doğudan
getiriyor sen de onu batıdan getirsene." dedi. Bunun üzerine inkarcı
Nemrut, şaşırıp kaldı ve İbrahime yiyecek vermeden geri çevirdi. İbrahim,
ailesine dönerken boz renkli bir kum yığının yanından geçti ve kendi kendine:
"Ben, bundan biraz alıp aileme götürsem de, onların yanına vardığımda
gönülleri hoşnut olsa acaba nasıl olur?" dedi. Sonra o kumdan biraz alıp
ailesine götürdü. Eşyasını yere koyduktan sonra yatıp uyudu. Kansı getirdiği
şeye baktı. Bir de ne görsün, o zamana kadar gördüğü yiyeceklerin en güzelini
getirmiş. Ondan yemek yapıp kocasına ikram etti. Kocası, ailesinde yiyecek bir
şey olmadığım biliyordu bu sebeple "Bunu nereden buldun?" dedi.
Karısı da: "Senin getirdiğinden yaptım." dedi. Bunun üzerine İbrahim
bu yiyeceklerin, Alla-hm verdiği bir nzik olduğunu anladı ve ona hamdetü. Sonra
Allah, bu zorba Nemruda bir melek göndererek "Bana iman et, seni
iktidarında bırakayım." diye emretti. Nemrut, "Benden başka bir rab
mı var?" dedi. Melek ikinci defa ona geldi ve aynı şeyleri söyledi. Nemrut
da aynı durumda ısrar etti. Melek üçüncü defa geldi. Nemrut yine ısrar etti
bunun üzerine Melek ona: "Üç güne kadar, toplayacağın ne gücün varsa
topla." dedi. Zorba Nemrut, gücünü topladı. Allah meleğe emretti. Melek,
sivrisineklerin gelecekleri mânevi bir kapı açtı. Sivrisineklerin havada yoğun
bir şekilde bulunuşundan dolayı güneşin doğuşunu dahi
hissedemez oldular. Allah, bu sinekleri
onlara musallat kıldı. Sinekler onların etlerini yeyip kanlarını emdi.
Kemiklerinden başka bir şey kalmadı. Nemnıda ise bir şey olmamıştı. Nihayet
Allah teala ona da bir sivrisinek gönderdi. Sinek onun burnundan girdi. Dört
yüz sene kafasının içinde kaldı. Sineğin verdiği rahatsızlığı önlemek için
kafasına çekiçlerle vuruluyordu. Ona en çok merhamet eden, iki eliyle birlikte
vuran kimseydi. Bu kişi dört yüz sene zorbalık yapmıştı. Bu sebeple Allah teala
ona, dört yüz sene azap etti. Sonra da onu öidüıdü. Nemrut, yüksekçe bir kule
yaptırmıştı. Allah onun kulesini temelinden yıkarak başına uçurdu. Şu âyet-i
kerime bu hususa işaret etmektedir. "Kendilerinden önceki kâfirler de
tuzak kurdular. Fakat Allah, onların binalarını temelinden sarstı. Tavanları
başlarına geçti. Azap, beklemedikleri bir yönden kendilerine geldi. [148]
Süddi de Hz. İbrahim
ile tartışan Nemrudun kıssasını özetle şöyle anlatmaktadır: "Hz. İbrahim,
ateşten kurtulup çıkınca onu Kralın yanına götürdüler. Hz. İbrahim daha önce
Kralın yanına hiç gitmemişti. Kral onunla konuştu. Ve ona: "Rabbin
kimdir?" diye sordu. Hz. İbrahim, "Rabbim, dirilten ve öldürendir."
dedi. Bunun üzerine Nemrut, "Ben de diriltip öldürürüm. Dört kişiyi eve
hapsederim. Onlara yiyecek içecek vermem. Açlıktan ölecek duruma gelince
ikisine yemek ve su verip ölmelerini önlerim yaşarlar. İkisini de bırakırım
Ölürler," dedi. Hz. İbrahim, Nemrudun sahip olduğu imkânlarla bunu
yapacağını anlayınca ona şu cevabı verdi: "Benim rabbim odur ki, güneşi
doğudan getirir. Sen de onu batıdan getirsene." Bunun üzerine inkarcı
Nemrut şaşırıp kaldı ve Hz. İbrahime "Bu, deli bir kimse bunu buradan
çıkarın. Görmediniz mi bu, deliliğinden dolayı putlarınıza karşı gelme
cesaretini gösterdi ve onları kırdı. Ve kendisini de ateş yakmadı." dedi.
Nemrut, daha fazla tartışırsa, kavminin huzurunda rezil olacağından korktuğu
için Hz. İbrahimi huzurunda çıkardı. Allah teala bu hususta şöyle buyurmuştur.
"Bu, İbrahime, kavmine karşı verdiğimiz delilimiz-dir. Biz, dilediğimizin
derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir. Her
şeyi iyi bilendir. [149]
Ayet-i kerimenin
sonunda "Allah, zalim bir topluluğu doğru yola sevket-mez."
buyrulmaktadır. Yani, Allah, inkâra düşerek kendine zulmeden bir kavme,
müminleri mağlup edecek herhangi bir delil göstermez. Hak ehlinin karşısında,
âciz kalıp susmaya mahkum olurlar. [150]
259- Veya
altı üstüne gelmiş bir şehire uğrayan kimseyi görmedin mi? O kimse "Burayı
ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?" demişti. Bunun üzerine Allah, o
kimseyi öldürüp yüz yıl ölü olarak bıraktı. Sonra tekrar diriltti. Ve ona:
"Ne kadar kaldın?" dedi. O da: "Bir gün veya bir günün bir
bölümü kadar kaldım." dedi. Allah da: "Hayır sen yüz sene ölü kaldın.
Yiyeceğine içeceğine bir bak, hiç değişmemiş, bir de eşeğine bak. Biz seni,
insanlara bir ibret olasın diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl bir
araya getirip sonra et giydiriyoruz." dedi. Allahın kudreti ona apaçık
belli olunca: "Artık Allahın her şeye kadar olduğunu iyice anladım."
dedi.
Ey Muhammed, İbrahim
ile münakaşa eden adam gibi, altı üstüne gelmiş şehre uğrayan adamı da kalb
gözünle görüp bizim de sana haber vermemizle bilmedin mi? O kimse dedi ki:
"Allah, bu şehri tamamen yıkılmış, halkı da yok olmuş iken nasıl
diriltilebilir?" Bunun üzerine Allah, kudretini bizzat onun üzerinde
kendisine gösterdi. Onu Öldürdü ve aradan yüz sene geçtikten sonra diriltti ve
ona: "Ben seni diriltmeden kaç sene ölü kaldın?" diye sordu. O da:
"Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldım." dedi. Çünkü Allah
onun ruhunu öğleden evvel almış ve yüz sene sonra yine bir günün öğleden
sonrası onu diriltmiş-ti. Ona ne kadar kaldığı sorulunca güneşe baktı ve
nerdeyse batmak üzere olduğunu gördü. Bunun içindir ki: "Bir günün bir
kısmı kadar kaldım." diye cevap vermişti, Allah ona: "Hayır tam yüz
sene ölü olarak kaldın." dedi. Yine devamla dedi ki: "Yiyecek ve
içeceklerine bak, bu kadar uzun bir süre içinde hiç bozulmamışlar. Allah ona
tekrar şöyle dedi: "Eşeğine bak. O da seninle beraber Ölmüştü. Bak,
kudretimizle onu da nasıl diriltiyoruz? Kudretimizden habersiz ve
büyüklüğümüzden şüphede olanlara seni bir delil yapmak için Öldürdük sonra
dirilttik. Kendi kemiklerine ve eşeğinin kemiklerine bak, onları gözlerinle
görüyorsun. Bak onlan nasıl bir araya getiriyor sonra da onları etle
kaplıyoruz." Allahın kudreti ve yüceliği açıkça ortaya çıkınca o kişi
şöyle dedi: "Artık Allahın her şeye kadir olduğunu çok iyi anlıyorum."
"Allah, ölümünden
sonra bu şehri nasıl diriltecektir?" diyerek harap olan ülkenin tekrar
diriltilebileceğini yadırgayan o kişiye bu işin olurluğunu ispat için Allah
teala, paramparça olmuş kemikleri bir araya getirip nasıl düzene koyacağını
göstererek bir mucize meydana getirdi. O kişi, merkebine baktı. Onun çürümüş
olduğunu gördü. Allah bir rüzgâr gönderdi, merkebe ait kemikleri dağlardan,
ovalardan toplayarak bir araya getirdi. O kişi, bakıp dururken o kemikleri
birbirine ekledi ve bu, Allah tealanın açık bir delili oldu.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve harabe haline gelmiş bir şehrin halkının nasıl dirileceğini soran
bu kişinin kim olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Naciye b.
Kâ'b, Süleyman b. Büreyde, Katade, Rebi' b. Enes, İkrime, Süddi, Dehhak ve
Abdullah b. Abbas göre bu kişi Hz. Üzeyirdir.
b- Vehb b.
Münebbih ve Abdullah b. Ubeyd'e göre bu kişi "Enniya" isimli bir
Peygamberdi. Taberi, doğru olan görüşün, bu kişinin kim olduğunu kesin olarak
söylemeyen görüş olduğunu bildirmiş ve özetle şunları söylemiştir: "Ayetin
zikredilişinin asıl sebebi Allah tealanın, ölüleri tekrar dirilteceğine dair,
kudretini inkâr eden kişilere karşı, insanların dikkatini çekmek ve bu
inkarcıların tavrına olan hayreti beyan etmek ve Resulullahın hicreti esnasında
çevresinde bulunan Yahudilee, Resulullahın hak Peygamber olduğunu ortaya koymak
ve Yahudilerin mazeretlerini ortadan kaldırmaktır. Âyetin maksadı, harap olmuş
bir kentin nasıl dirileceğine hayret eden bir kişiyi bize tanıtmak değildir.
Eğer böyle olacak olsaydı Allah teala, o kişinin adını açıkça Kur'anda zikrederdi.
Zikretmediğine göre bu kişi, Üzeyir de olabilir, Ermiya da, Bizim, bunun adını
bilmeye ihtiyacımız yoktur.
Müfessirler, harabe
halinde olan bu şehrin hangi şehir olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Vehb b.
Münebbih, Katade, Dehhak, İkrime ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir görüşe
göre bu şehir Kudüstür. Onu harebe haline getiren de Buhtun-nasr'dır.
b- İbn-i
Zeyde göre ise bu şehir, ölümden kaçan binlerce İsrailoğulunun öldürüldükleri
şehirdir. Bunlar, Taun hastalığına yakalanarak ölmüşlerdir. Allah teala bunlar
hakkında "Sayılan binlere vardığı halde, ölüm korkusundan memleketlerini
terkedenleri görmedin mi? Allah onlara "Ölün" dedi. Sonra kendilerine
yine hayat verdi[151]
buyun-nuştur.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Altı üstüne gelmiş bir şehir"diye tercüme edilen cümledeki
kelimesi, "Halkından boş kalmış, harap olmuş, tavanları yıkılmış"
şeklinde izah edilmiş kelimesi ise "Evler, binalar ve tavanlar"
şeklinde izah edilmiştir. .
Âyet-i kerimede
"Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?" buy-rulmaktadır.
Müfessirler, bunu söyleyen Üzeyir veya Ermiyanın bu sözünü ne maksatla
söylediği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre bu sözü söyleyen, Allanın Ölüleri dirilteceğine dair
kudretinden şüphe ettiği için bu sözü söylemiştir, Allah da bizzat o kişinin
kendisinde ve harabe olan şehirde kudretini göstererek o kişiyi ikna etmiştir.
Bu soruyu soran (Kendisine Hızır da denilen) Ermiyadır. Bu hususu Vehb b.
Münebbih, uzun bir şekilde şöyle rivayet etmiştir. "Allah teala, Ermîyayı
Peygamber olarak İsrailoğullanna gönderdiğinde ona şunları vahyetmiştir:
"Ey Ermiya, ben seni yaratmadan önce Peygamber seçtim. Annenin rahminde
şekillendirmeden önce seni takdis ettim. Seni annenin kamından çıkarmadan önce
temizledim. Yürüme durumuna gelmeden önce seni Peygamber yaptım. Olgunluk
çağına erişmeden Önce seni seçtim. Ben seni, büyük bir iş için seçtim."
Bundan sonra, Allah teala, Ermiyayi İsraioğuSlannın Kralına gönderdi. O, Kralı
irşad ediyor onu düzeltiyor ve ona Allah tarafından haberler getiriyordu. Sonra
İsraioğulla-nriçîa hadiseler büyüdü. Onlar isyana düştüler. Haramları helal
saydılar. Allahın kendilerine yaptığı şeyleri ve kendilerini, düşmanları
Sencarip'ten kurtardığını unuttular. Allah teala da Ermiyaya "Kavmin
İsrailoğullanna git. Sana emretti-ğim şeyleri onlara anlat: Onlara lütfettiğim
nimetleri hatırlat ve ne yaptıklarını da onlara göster." diye variyetti.
Sonra Allah teala Ermiyaya "Ben, İsnûloğulla-nnı, Nuhun oğlu Yafesin
soyundan gelen ve Babilde yaşayan Yafeslerin eliyle helak edeceğim." dedi.
Ermiya, rabbinin bu vahyini işitince bağırıp ağlamaya başladı. Üstünü başını
yırttı. Başına topraklar saçtı ve kendi kendine: "Lanet olsun doğdum güne
ve Tevratla karşılaştığım güne. Benim en kötü günüm, doğduğum günmüş. Benim
İsrailoğullannın son Peygamberi olmam da benim için kötü bir şey olduğundanmış.
Eğer benim için hayır dilenmiş olsaydı, İsrailoğullannın Peygamberlerinin
sonuncusu olur muydum? Benim yüzümden lsrailo-ğullan sefalete düşüyor ve helak
oluyorlar." dedi. Allah teala, Emıiyanın yalvarma ve ağlamalarını
işitince ona "Ey Enniya, vahyettiklerim sana ağır mı geldi" diye
nida etti. Enniya: "Evet ey rabbim, hiç arzu etmediğim şeyler, beni
ls-railoğullan hakkında mahvetti." diye cevap verdi. Allah teala:
"İzzetime yemin olsun ki, Kudüsü ve İsraioğullarını, sen istemedikçe helak
etmeyeceğim." dedi. Bunun üzerine Ermiya sevindi. Allah tealanın sözünden
gönlü hoşnut oldu ve kendi kendine "Musayi ve diğer Peygamberlerini hak
olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, rabbimden İsroiloğullarım helak etmesini
asla istemeyeceğim." dedi. Sonra İsrailoğullannın hükümdarına gelerek
Allahın kendisine vahyettik-lerini ona bildirdi. O da sevindi. Hoşnut oldu ve
"Eğer rabbimiz bize azabedecek olursa bizzat bizim işlediğimiz büyük
günahlar yüzündendir. Eğer bizi affedecek olursa onun kudretindendir."
dedi. Bu vahiyden sonra İsrailoğulları üç sene yaşadılar. Bu yıllar içerisinde
isyanlarını artırmak ve kötülüklerinde inat etmekten başka bir şey yapmadılar.
"Bu da onların helak olmalarına yakın bir zamandaydı. Bu sırada, vahiy
gelişi azalmıştı. Öyle ki, artık âhireti hatırlamaz oldular. İsrailoğulları,
dünyaya dalıp onunla meşgul olunca Ermiya onlardan elini çekti. Bunun üzerine
Kralları onlara: "Ey İsrailoğullan, Allahtan size bir ceza gelmeden ve
Allah size bir kısım merhametsiz Kralları musallat etmeden önce bu halinizden
vaz geçin. Zira rabbiniz, tevbeyi kabul eden, hayır nasibetmekte eli açık olan
ve tevbe edene karşı merhametli olandır." dedi. Fakat İsrailoğullan,
yaptıkları şeylerden vaz geçmediler ve Krallarına karşı direttiler. Bunun
üzerine Allah, Buhtunnasr'ın kalbine, Kudüse doğru yürümeyi ve dedesi
Sencaribin oraya yapmak istemiş olduğu şeyi yapmasını ilham etti. Buhtunnasr,
altı yüz bin sancağı ile birlikte Kudüs halkının üzerine yürüdü. Ordu hareket
edince İsrailo-ğullafmm Kralına Buhtunnasr'ın kendileriyle savaşmak üzere yola
çıktığı haberi geldi. Kral, Ermiyaya adam göndererek onu yanına çağırttı ve
ona: "Ey Enniya, hani sen, zannediyordun ki, rabbimiz sana vahyetmiş ki
sen istemedikçe o, Kudüs halkını helak etmeyecekmiş?" dedi. Enniya da
Krala: "Rabbim vaadinden dönmez. Ben buna güveniyorum." diye cevap
verdi. Zaman yaklaşıp ta, İsraio-ğullarının iktidarlarının yok edilme anı
gelince ve Allah tealanın, onları helak etmeye azmetmesi kesinleşince Allah,
kendi tarafından bir melek gönderdi ve ona, Ermiyadan bir fetva sormasını
istedi. Meleğe hangi fetvayı soracağını da emretti. Melek, İsrailoğullarından
bir adamın şekline girerek Ermiyaya geldi ve Enniya ona: "Sen
kimsin?" diye sordu. Adam da: "Ben, İsroğiloğullarından bir kişiyim.
Bir kısım meselelerim hakkında senden fetva soracağım:" dedi." dedi.
Enniya ona izin verdi. Melek ona: "Ey Allanın Peygamberi, ben sana.
Allanın bana emrettiğine göre, kendilerine iyilikte bulunduğum akrabalarım
hakkında fetva soruyoum. Ben onlara iyilikten başka bir şey yapmadım. Elimden
gelen herhangi bir ikramda bulunmaktan geri durmadım. Fakat benim onlara
ikramım, ancak onların bana kızmalarına sebep oldu. Ey Allanın Peygamberi, sen
bunlara ne yapacağımı söyle." dedi. Enniya da ona dedi ki: "Seninle
Allah arasındaki şeyleri güzelce yap. Allanın sana iyilikte bulunmanı emrettiği
kimselere iyilikte bulun ve neticede hayıra ulaşmayı bekle." Melek oradan
ayrılıp gitti. Bir kaç gün sonra Enniyaya, daha önce şekliyle geldi. Önüne
oturdu. Enniya ona: "Sen kimsin?" dedi. Melek ona: "Ben, daha
önce sana, akrabalan hakkında şikayete gelen kişiyim." dedi. Enniya da
ona: "Şimdiye kadar ahlakları düzelmedi mi? Sen onlardan istediğin durumu
görmedin mi?" dedi. Melek ona: "Ey Allahin Peygamberi, seni hak
peygamber olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, ben onlara herhangi bir
insanın, akrabalarına yapabileceği en iyi ikramı yapmaktan geri durmadım. Hatta
daha fazlasını yaptım. " Peygamber de: "Sen akrabalarına dön. Onlara
iyilikte bulun. Ben salih kullarını ıslah eder. Allahtan sizin aranızı
düzeltmesini ve sizi, razı olacağı bir
şey üzerinde birleştirmesini ve sizi gazabından uzaklaştırmasını
dilerim." dedi. Bunun üzerine melek kalkıp gitti. Aradan bir müddet
geçtikten sonra, Buhtunnasr, ordusuyla Kudüsün yakınında karargah kurdu.
Ordusu, çekirgelerden daha çoktu. İsrailoğulları bundan dolayı büyük bir korku
içine düştüler. İsrailoğullarınır. Kralı güç durumda kaldı. Enni-yayı çağırdı
ve ona: "Ey AH ahin Peygamberi, Allanın sana olan vaadi nerede?" dedi.
Enniya da: "Ben, rabbime güveniyorum." dedi. Enniya, Beytül Makdisin
duvarında otunnuş gülüyor ve rabbinin kendisine vaadettiği zaferi sevinçle bekliyordu.
İşte bu sırada ona melek geldi, önüne oturdu. Enniya ona: "Sen kimsin?"
diye sordu. Melek ona: "Ben, akrabaları hakkında senden iki defa fetva
soran kişiyim." dedi. Peygamber ona: "Onların, içinde bulundukları o
halden hâlâ uyanma zamanlan gelmedi mi?" dedi. Melek ona: "Ey Allanın
Peygamberi, bu güne kadar onlar tafarafından bana ne gibi bir kötülük
dokunuyordu ise ona karşı sabrediyor ve bu kötülüklerini sırf beni kızdınnak
için yaptıklarını biliyordum. Bu gün onların yanına vardım ve onlann, Allanın
razı olmadığı ve sevmediği bir şeyi yaptıklannı gördüm." dedi. Peygamber
de ona: "Ne yaptıklarını gördün?" dedi. O da: "Ey Allahın
Peygamberi, ben onların, Allahı gazap-landıracak bir şey yaptıklarını gördüm.
Şayet onlar, bu günden önce yaptıklarını gördüğüm şeyleri yapmış olsalardı,
benim onlara karşı öfkem kabannazdı. Onlara karşı sabreder ve onlar için iyi
dileklerde bulunurdum. Fakat ben bugün onlara Allah için ve senin için kızdım.
Durumlarını sana bildirmek için geldim. Ben, seni, hak Peygamber olarak
gönderen Allah hakkı için senden, onları helak etmesine dair Allaha niyaz
etmeni istiyorum." dedi. Enniya da: "Ey, göklerin ve yerin hükümdarı
olan Allahım, eğer onlar hak üzereyseler ve yaptıkları doğru ise sen onları sağ
bırak. Şeyat onlar, senin gazabını çekmişjerse ve senin razı olmayacağın
amelleri işliyorlarsa sen onlan helak et." dedi. Bu söz, Enniyanın
ağzından çıkar çıkmaz, Allah gökten Kudüse bir yıldırım gönderdi. Yıldırım,
kurbanların kesildiği yeri yaktı ve Kudüsün kapılarından yedisini yerin dibine
geçirdi. Enniya bunu görünce ağlayıp feryad etti. Elbiselerini yırttı, başına
küller saçtı ve "Ey göklerin hükümranı ve ey merhametlilerin en
merhametlisi olan Allahım, senin bana verdiğin vaadin nerede?" diye niyaz
etti. Bunun üzerine, Enniyaya şöyle nida edildi: "Onların başına gelenler,
senin, bizim elçimize verdiğin fetvaların icabıdır." Bunun üzerine
Enniya: "Bu olayın sebebinin, kendisinin verdiği üç fetvadan biri
olduğunu ve kendisine gelen kişinin Allahın elçisi bir melek olduğunu anladı.
Kudüşü terkedip vahşi hayvanların yaşadıkları yerlere gitti. Buhtunnasr ve
ordusu, Kudüse girdi. Düşman ordusu Şam topraklarına ayak bastı. Buhtunnasr
İsrailoğullarını, soylarını tüketircesine öldürdü. Ku-düsü yaktı. Sonra
ordusuna, kalkanlanyla toprak taşıyarak Beytül Makdisin bulunduğu yeri
doldurmalarını emretti. Ordusu da bu emri yerine getirdi. Öyle ki, Beytül
Makdisin yeri dolduruldu. Sonra da Buhtunnasr, Babile gitmek üzere
oradan ayrıldı. İsrailoğullanndan aldığı
esirleri de beraberinde götürüyordu. Buhtunnasr Kudüsten ayrılmadan önce, orada
bulunan büyük küçük herkesi toplayıp kendisine getirmelerini emretti. Bunun
üzerine İsroiloğullan, toplanıp kendisine getirilde. Buhtunnasr, onlann içinden
doksan bin çocuğu seçip ayırdı. Ordunun ganimeteleri biriktirilip dağtılması
istenince Buhtunnasr'ın yanında bulunan ileri gelenler ona şöyle dediler:
"Ey Kral bütün ganimetlerimiz senin olsun. Sen, seçip ayırdığın bu
çocukları bizim aramızda taksim et." Buhtunnasr onların bu istekerini
kabul edip çocukları onlara dağıttı. Her birine dört çocuk düştü. Danyal,
Azerya, Mesail ve Hananya bu çocçuklardandır. Buhtunnasr, onlardan aldığı
esirleri üç guruba ayırdı. Üçte birini Şam topraplarında bıraktı. Üçte birini
esir aldı, üçte birini de öldürdü. Kudüsten aldığı esirleri ve doksan bin
çocuğu Babile götürdü. İşte bu olay, Allah tealanın, Resulullaha durumunu bildirdiği
ve zulmetmeleri sebebiyle uğradıklarını haber verdiği kavmin olayıdır.
Buhtunnasr, Kudüsü terkedip Babile doğru yönelince, Ermiya, merkebine binmiş,
bir matara üzüm suyu bir sepet de inciriyle birlikte İlyaya gelmiştir. Ermiya,
İlyayı ve oranın yıkıldığım görünce içine şüphe ginniş ve kentli kendine
"Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?" demiş Allah da onu
öldürmüş ve onu ve merkebini yüz yıl ölü olarak bırakmıştır. Üzüm suyu ve
inciri de yanında kalmıştır. Allah, gözleri Enniyayı görmeye karşı kör etmiş,
herhangi bir kimse onu görmemiştir. Sonra da Allah Enniyayı diriltmiş ve ona
"Burada ne kadar kaldın?" diye sornıuş o da "Bir gün veya bir
günün bir bölümü kadar kaldım." demiştir. Allah teala da ona:
"Bilakis, sen burada yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, bunlar
değişip bozulmamıştır. Merkebine de bak. Biz seni, insanlara bir mucize olman
için böyle yaptık. Kemiklere de bak. Biz onlan nasıl bir araya getirip sonra da
onlara et giydiriyoruz." dedi. Emriya merkebine baktı. Merkep onunla
birlikte Ölmüştü bir de ne görsün, merkebinin eklemleri birbirine ulanıyor.
Damarları ve sinirleri birbirine bağlanıyor, sonra üzerine et bürünüyor ve
düzgün bir hale geldikten sonra ona ruh üfleniyor. Merkep te ayağa kalkıp
anırıyor. Emriya bir de üzüm suyuna ve incire baktı. Gördü ki onlar da aynen
bıraktığı gibi duruyorlar. Ermiya, Allanın kudretini bizzat gözleriyle görünce
"Bildim ki Allah her şeye kadirdir." dedi. Allah teala bundan sonra
da Enmiyayi yaşattı. İşte bugün yeryüzünün çöllerinde ve çeşitli şehirlerinde
göıii-len kimse budur (Yani, Ermiya ismi taşıyan Bızırdır.)
Vehb b. Münebbih,
başka bir rivayetinde Özetle şunları anlatmıştır. "Ermiya, Mısırda
bulunuyordu. Allah ona, İlya şehrine gitmesini emretti. O, merkebine binerek
bir sepet üzüm ve inciriyle bir de su kabıyla yürüyüp Kudüse geldi. Oranın
harabe haline getirildiğini görünce "Buranın halkı öldükten sonra Allah
burayı nasıl diriltecek?" dedi. Kudüste bir yeri kendisine mekan edindi.
Merkebini bir yere bağladı. Su kabını bir yere astı. Allah onu uyuttu. Uyuyunca
da canını aldı ve Ermiya bu haliyle yüz yıl kaldı. Ermiya bu haliyle, yetmiş
yıl geçirince Allah, Fars Krallarından birine bir melek göndererek ona
"Allah, sana. gidip
Kudüsü ve İlyayı yapmanı emrediyor. Böylece Kudüs, eskisinden mamur hale gelsin
istiyor." diye söyletti. Kral hazırlık için üç gün mühlet istedi. Üç
günden sonra üç yüz tane idareci seçti. Her idarecinin emrine bin kadar işçi ve
yeteri kadar malzeme verdi. Üç yüz bin işçi ile idareciler Kudüse gittiler.
Orada çalışmaya başlayınca, Allah Ermiyanın sadece gözlerine can verdi.
Vücudunun diğer ki simi an Ölü idi. Ermiya, İlya şehrine ve çevresindeki
köylere, mescitlere, nehirlere, ekinlere bakıp duruyordu. İnsanlar, oralarda
çalışıyor oraları düzeltiyorlardı. Nihayet oralar eski durumuna dönüştü.
Böylece otuz sene de geçip yüz yıl tamam olunca Allah, Ermiyanın vücudunun
tamamını diriltti. Ermiya yiyeceğine içeceğine baktı. Onlar bozulmamıştı.
Merkebine baktı. Onu, bağladığı gündeki gibi ayakta gördü. Merkebin boynundaki
yuların, yeni olarak aynen durduğunu gördü. Halbuki üzerinden, soğuk ve
sıcağıyla yüz yıl geçmişti. Ermiyanın vücudu, çürümekten mütvellit incelmişti.
Allah, ona yeniden et giydirdi. Kemiklerini bir araya getirirken de Ermiya gözleriyle
onlara bakıyordu. Allah teala ona: "Biz seni insanlara bir ibret olasın
diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onlan nasıl bir araya getirip sonra et
giydiriyoruz." dedi. Allanın kudreti apaçık belli olunca: "Artık
Allahin her şeye kadir olduğunu iyice anladım." dedi b- Süddiye göre ise
bu sözü söyleyen Üzeyirdir. O, bu sözünü Allahın, ölen kişileri ve harabe olan
bir yeri yeniden nasıl diriltip imar edeceğinden şüphe etmesinden dolayı
söylememiş, sadece yüce mevtanın kudret ve kuvvetine hayret ettiğini belirtmek
istemiştir. Bu hususta Süddi diyor ki: "üzeyir Şamdan merkebine binmiş,
yanında da bir miktar üzüm suyu ve bir sepet inciriyle birlikte gelirken bir
kasabaya uğramış orayı görünce durmuş ve ellerini kaldırarak: "Buranın
halkını öldürdükten sonra Allah burayı nasıl diriltecek?" demiştir.
Üzeyirin bu tavrı bir yalanlama ve bir şüpheden kaynaklanmıştır. Allah Üzeyiri
ve merkebini Öldürmüş, onlann üzerinden yüz yıl geçmiştir. Sonra da Allah teala
Üzeyiri diriltmiş ve ona: "Ne kadar yıl kaldın?" diye somıu o da
"Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kaldım." demiştir. Bunun
üzerine Üzeyire, orada yüz yıl kaldığı bildirilmiş ve ona, yiyeceğine,
içeceğine bakması, merkebinin diriltiliş şeklini gözlemesi emredilmiş, o da
bunları görünce Allahın her şeye kadir olduğunu söylemiştir.
Taberi diyor ki:
"Öldürülüp yüz yıl kaldıktan sonra tekrar diriltilen Enni-ya veya Üzeyir
yahut ta Allahın haberini bize naklettiği fakat kim olduğunu bilmediğimiz bu
kişinin, bu kadar zaman geçmesine rağmen "Bir gün kaldım" veya
"Bir günün bir bölümü kadar kaldım." demesinin sebebi şudur:
"Allah teala bu zatı, gündüzün başlangıcında öldürmüş ve yüz sene sonra
onu güneşin batması anında d iri İtmiştir. Bu sebeple o kişi, sabahleyin
uyuyup akşam olmadan uyandığını zannetmiş, bir gün veya bir günün bir bölümü
kadar kaldığını söylemiştir. Nitekim Katade ve İbn-i Cüreyc âyetin bu bölümünü
bu şekilde izah etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Yiyeceğine, içeceğine bir bak. Hiç değişmemiş." buy-rulmaktadir.
Buradaki yiyecek ve içecekten maksat, bazılarına göre bir sepet incir ve üzüm,
bir testi de su idi. Bazılarına göre ise, bir sepet üzüm, bir sepet incir, bir
tulum da üzüm suyu idi. Diğer bazılarına göre ise yiyecek bir sepet üzüm,
içecek te bir küp veya bir matara içki idi.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Hiç değişmemiş" diye tercüme edilen kelimesini Vehb b. Münebbih,
Katade, Südi, Dehhak, İkrime ve İbn-i Zeyd "Değişmemiştir" mânâsına
yorumlamış Mücahid ve Reb' b. Enes tarafından ise "Kokmamıştır"
şeklinde izah edilmiştir.
Âyet-i kerimede
"Bir de eşeğine bak." buyrulmaktadır. Müfessirler âyetin bu bölümünü
ve devamını farklı şekillerde izah etmişlerdir.
a- Vehb
b.Münebbih ve Süddiye göre, Allah teala dirilttiği kimsenin bütün vücudunu
düzgün hale getirip onu tamamen dirilttikten sonra merkebini de nasıl
dirilteceğini ona göstermek için bunu emretmiştir. Yani, "Merkebini nasıl
dirilteceğimize ve onun kemiklerini bir araya getirip sora da onlan etle kaplayacağımıza
bir bak." demiştir.
b- Mücahid
ve İbn-Cüreyce göre ise, Allah teala, dirilteceği kimsenin sadece gözlerine
hayat verdikten sonra, hem kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltildiğine
bakması için ona bunu emretmiştir. Yani ona "Hayata kavuşturduğumuz
gözlerinle, bizzat kendi vücudunun ve merkebinin nasıl diriltildiğine bak."
demiştir. Görüldüğü gibi bu izaha göre Allah teala, dirilttiği kimsenin önce
gözlerini diriltmiş, onlara hayat vermiş, ondan sonra da bu kişinin vücudunu ve
merkebini, gözü önünde diriltmiş, böylece kudretini ona göstemiştir.
c- Vehb b.
Münebbih, Dehhak, Katade, Rebi'i b. Enes ve İbn-i Zeyde göre ise, Allah teala,
öldürdüğü o kişinin, önce kafasını diriltmiş, gözlerine hayat vermiş sonra da
ona kendi vücudunun nasıl diriltildiğini göstenniştir. Yüz yıl boyunca ölü
kalan bu kişinin merkebi ise başucunda yemeden içmeden dipdiri ayakta
durmuştur. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Sen, başucunda bulunan
merkebine bak. Bir de kendi kemiklerine bak. Biz, çürüdükten sonra onlan nasıl
bir araya getiriyor sonra da onları et ile buruyor daha sonra da sana hayat
vererek onlan da diriltiyoruz. Böylece Allanın, öldürdükten sonra bu kasaba
halkını nasıl dirilteceğini bilmiş ol."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Allah tealanın, öldürdüğü bu kimseye
hem bizzat kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltilece-ğine bakmasını
emrettiğini söyleyen görüştür. Çünkü Allah teala, Öldürdüğü bu kişiye
"Sen, kemiklere bak." buyurmuştur. Bu kemiklerin sadece o öldürülen
kişiye veya merkebe ait olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu kemiklerin
her ikisine de ait olduğunu söylemek, âyetin genel anlamda alınmasına daha
yakındır. Ayrıca, merkebin üe telef olduğu muhakkakın". Bu itibarla,
"Merkep, ölen kişinin başucunda bıraktığı gibi mevcut duruyordu. Allah
ona, sadece kendisinin nasıl diriltileceğine bakmasını emretti." diyen
görüş isabetli değildir. Hasılı "Allah teala, altı üstüne getirilen şehrin
nasıl dirileceğini düşünün o kimseye, bizzat kendisinin ve merkebinin
diriltilmesin! göstererek şehir halkının da diriltileceğim göstermiştir.
Yiyeceğin ve içeceğin bozulmadığını göstererek de o şehrin bağ bahçe ve
evlerinin nasıl tekrar iade edileceğini ona göstenniştir.
Âyet-i kerimede
"Biz seni, insanlara ibret olasın diye böyle yaptık." buyrulmaktadır.
Yani, "Biz seni, kudretimizi bilmeyen ve azametimizde şüphe eden insanlara
bir ibret ve bir alamet olasın diye öldürüp, yüz yıl ölü olarak bıraktık ve
sonra dirilttik. Biz, öldünne, diriltme, yok etme, icadetme, nimet verme, ni-.
metleri kısma, zelil kılma, güçlü kılma gibi dilediğimiz çeşitli şeyleri yapmaya
kadiriz. Bütün bunlar, bizim elimizdedir. Bizim dışımızda hiçbir kimsenin gücü
bunlara yetmez.
Müfessirler, öldürülüp
tekrar deriltilen bu kişinin insanlara ne yönüyle ibret olduğu hususunda iki
görüş zikretmişlerdir:
A'meşe göre bu
kişinin, insanlara ibret oluşu, yüz yıl sonra ihtiyarlayan oğul ve torunlarının
yanına genç olarak gelmesidir.
Süddiye göre ise bu
kişinin, insanlara ibret olması, yüz yıl sonra geldiğinde tanıdığı insanlardan
herhangi bir kimsenin kalmamış olmasıdır. Süddi bu hususta şunlan söylemiştir.
"Öldürülüp yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilen bu kişi (Üzeyir)
ailesine dönmüş, evinin satıldığını, üzerine bina yapıldığını ve tanıdığı
kimselerin yok olduğunu gönrıüştür. Bunun üzerine: "Evimden çıkın."
demiş insanlar da "Sen kimsin?" diye sonnüşlar o da: "Ben
Üzeyirim." demiştir. Onlar da "Üzeyir şu kadar zamandır helak olmuş
değil midir?" dediler. O da: "İşte ben Üzeyirim. Bana şöyle şöyle
oldu." dedi. İnsanlar onu tanıyınca evinden çıkıp kendisine teslim
ettiler.
Taberi diyor ki:
"Âyetin izahında' söylenecek tercihe şayan görüş şudur: Allah teala, bu
âyette, sıfatlanın belirttiği kişiyi, insanlar için bir delil ve bir ibret
kıldığını zikretmiştir. Bu kişi, kendisini tanıyan çocuklanna da kavmine de bir
ibrettir. Onu tanımayan ve kendilerine Peygamber olarak gönderilen kimseler
için de bir öğüt ve ibrettir.
Âyet-i kerimede
"Kemiklere bak. Onlan nasıl bir araya getiriyoruz." buyrulmaktadır.
Burada zikredilen ve "Bir araya getiriyoruz." diye tercüme edilen
kelimesi iki şekilde okunmuştur.
a- Kûfe'li
kurralann hepsi de bu kelimeyi Kur'anda da tesbit edildiği gbi şeklinde
okumuşlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı, "Yerden yukarı kalkmak ve baş
kaldırmak" demektir. Bu itibarla çocuk boy atınca denir.
Kadın kocasına karşı itaatsizlik edince denir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı
şöyledir: "Sen kemiklere bak. Biz onları nasıl birbiriyle birleştiriyor
ve vücuttaki yerlerine yerleştiriyoruz." Abdullah b. Abbas ve Süddi,
âyetin bu kısmını buna yakın bir şekilde izah etmişlerdir.
b- Medine halkının
tümü ise bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bunun mânâsı ise "Hayat
vermek" demektir. Nitekim Allah ölüleri diriltti." demek isterken
demişlerdir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Sen
kemiklere bak. Bizonları, nasıl diriltiyoruz." Müca-hid ve Süddi, âyetin
bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.
c- Bir kısım
kurralar da bu kelimeyi şeklinde okmuşlardır. Bunun mânâsının ise bir şeyi
yaymak" demektir. Veya "Bir şeyin dirilmesi" demektir. Taberi
bu kıraatin caiz olmadığını çünkü bu kıraata göre hem âyetin mânâsı doğru
olmayacağını hem de bu kıraatin şaz bir kıraat olduğunu söylemiştir. Diğer
birinci ve ikinci kıraatların ise, mânâları birbirlerine yakın olan ki-raatlar
olduğunu ve her ikisinin de Müslümanlar tarafından okunan yaygın kıra-atlar
olduğunu, bu nedenle iki kiraatla okumanın da caiz olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Artık Allanın her şeye kadir olduğunu iyece anladım."
dedi." buyrulmaktadir. Bu bölümde geçen ve "İyice anladım." diye
tercüme edilen kelimesi, iki şekilde okunmuştur.
a- Küfe
halkının hepsi bu kelimeyi, emir olark şeklinde okumuşlardır. Bunlar, âyetin
bu bölümünün Abdullah b. Mes'udun kıraat ma göre şeklinde olduğunu rivayet
etmişler, Abdullah b. Abbas ve Reb'i b. Enesin de bu şekilde okudukları rivayet
edilmiştir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı şöyledir: "Öldürülüp, yüz yıl
Ölü olarak kaldıktan sonra diriltilen kimseye, Allanın emir ve kudretinin ne
olduğu açığa çıkınca Allah o kimseye dedi ki: "Şimdi bil ki, Allah her
şeye kadirdir." Taberi diyor ki: Bu kıraata göre âyete şu şekilde mânâ
verilmesi de mümkündür: "Öldürülüp diriltilen kimseye, Allanın kudreti
ortaya çıkınca o kimse dedi ki: "Bil ki Allah her şeye kadirdir."
Buna göre kişi başkasına emreder gibi kendi nefsine emir ve hitabetin iştir.
b- Medine
halkının hepsi ve bazı İrak kurraları bu kelimeyi şeklinde fiil-i muzari nefs-i
mütekellim olarak okumuşlardır. Âyet-i kerimeye Mealde bu kıraata göre mânâ
verilmiştir. Vehb b. Münebbih, Katade, Süddi, Dehhak ve İbn-i Zeyd, âyeti bu
kıraata göre izah etmişlerdir.
Taberi, bu
kiraatlardan emir şeklinde okuyan, emredenin de Allah teala olduğunu söyleyen
birinci kıraatin daha doğru olduğunu söylemiş ve gerekçe olarak ta şunları
zikretmiştir. "Âyetin başlangıcı: "Allah tealanm, öldürüp dirilttiği
kimseye "Yiyeceğine içeceğine bir bak hiç değişmemiş. Bir de eşeğine bak.
Kemiklere bak." şeklinde emirlerle devam etmektedir.
Âyet-i kerimenin
sonunda Allah tealanın, yine dirilttiği o kimseye: "Bil
ki Allah her şeye kadirdir."
şeklinde buyurduğunu söylemek, âyetteki ahengi sağlama yönünden daha isabetli
ve mânâ yönünden daha tesirlidir. Çünkü Allah, kudretini müşahade eden bu
kuluna "Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bil." demiş olur ki bu
da bundan sonra gelen âyet-i kerimenin son bölümüne tamamen uygundur. Zira
onun da son bölümünde "Bil ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet
sahbidir." buyrulmaktadır. [152]
260- Yine
bir zaman İbrahim: "Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin bana göster."
demişti. Allah da: "İnanmıyor musun?" dedi. İbrahim: "Evet inanıyorum,
fakat kalbim iyice mutmain olsun istiyorum." dedi. Allah: "Öyleyse
dört tane kuş al, onları kendine alıştır sonra da kesip her dağın başına
onlardan birer parça koy. Sonra onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil
ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir." dedi.
İbrahim Peygamber
demişti ki: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster."
İbrahim bunu söylerken Allanın varlığından ve kudretinden şüphe etmiyor sadece
öğrenmek istiyordju. Bunun üzerine Allah ona: "Ey İbrahim, benim buna
gücümün yeteceğini inanmıyor musun?" deyince: "İnanıyorum rabbim.
Fakat istedim ki onu bana gösteresin de gördüğüm kudretinden dolayı kalbim
iyice mutmain olsun." dedi. Allah da istediğini ona göstermek için dedi
ki: "Dört tane kuş al onlan kendine iyice alıştır sonra da onları kesip
parça parça et. Her bir parçayı götürüp bir dağa at ve ardından onları:
"Allanın izniyle gelin." diye çağır. Onlar sana koşarak
geleceklerdir.
Rivayet ediliyor ki,
bunlar, Horoz, Tavus, Karga ve Güvercin idi. Hz. İbrahim bunlan kesti ve
etlerini, kemiklerini ve tüylerini birbirine karıştırdı ve her bir parçayı
götürüp bir dağa attı. Sonra onları "Allanın izniyle gelin." diye
çağırdı. Çağırmasıyla birlikte parçalar uçarak birbirlerini buldular ve tekrar
kuş haline dönüşüp koşarak Hz. İbrahime geldiler. Bunun üzerine Allah teala
buyurdu ki: "Ey İbrahim bil ki bu kuşları dirilten ve onlara tekrar can
veren rabbin Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Müfessirler, Hz.
İbrahimin, rabbinden, ölüleri nasıl dirilteceğini sormasının sebebinin ne
olduğu hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına göre Hz. İbrahimin rabbinden bunu sormasının sebebi, onun, ölmüş bir
hayvanın, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar tarafından parçalanıp yenildiğini
görmesi ve rabbinden, gökteki kuşların kursağına ve yerdeki yırtıcı hayvanların
midesine giderek parça parça olan bu hayvanı nasıl dirilteceğini kendisine
göstermesini istemesidir Ta ki ilmiyle bilmiş olduğu şeyi bizzat gözüyle de
görmüş olsun ve kesin bilgisi pekişmiş olsun. Allah teala da ona, zikrettiği
şekliyle istediğini göstenniştir. Katade, Dehhak, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd,
Hz. İbrahimin sorusunun sebebini bu şekilde izah etmişlerdir. İbn-i Cüreyc bu
hususta şunları zikretmiştir: "3ize ulaşan rivayetlere göre İbrahim (a.s.)
bir yolda yürürken, ölmüş bir merkebin leşiyle kanşlaşmiş ve leşin çevresinde
yırtıcı hayvanların ve kuşların bulunduğunu görmüş, merkebin etlerinin didik
didik edilip yendiğini, geriye sadece kemiklerinin kaldığını görmüştür. Kuşlar semaya
doğru uçup, yırtıcı hayvanlar da dağlara ve onnanlara gidince İbrahim orada
durmuş, hayret etmiş ve kendi kendine "Rabbim, ben biliyorum ki sen bu
leşin parçalarını yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından toparlayıp bir
araya getireceksin. Rabbim sen bana, ölüleri nasıl dirilteceğini göster."
demiştir. Allah teala da: "Sen buna inanmıyor musun?" diye sormuş
İbrahim de: "Evet inanıyorum fakat haberden öğrenme ile gönne aynı
değildir." demiştir.
b- Diğer bir
kısım üfessirleie göre ise, Hz. İbrahimin, rabbinden Ölüleri nasıl
dirilteceğini istemesinin sebebi, Hz. İbrahim ile Nemrut arasında geçen
tartışmadır. Bu hususta Muhammed b. İshak şunları zikretmiştir: Allah tealanın
Enbiya suresinde anlattığı gibi Hz. İbrahim ile kavmi arasında belli hadiseler olmuş
ve Nemrut, İbrahime şunları sormuştur: "Ey İbrahim, senin kendisine taptığın
ve kendisine ibadet etmeye çağırdığın ve kendisinin diğer şeylerden daha büyük
olduğunu anlattığın ilahın nedir?" İbrahim de "Benim rabbim dirilten
ve öldürendir." demiştir. Nemrut ta "Ben de dirilitir ve
öldürürüm." demiştir. İbrahim ona: "Sen nasıl diriltir ve
öldürürsün?" diye sormuş ve neticede âyet-i kerimenin anlattığı şekilde
Nemrutu mağlup etmiştir. İşte o sırada İbrahim: "Rabbim göster bana
ölüleri nasıl diriltecesin?" demiş Allah teala da" Sen inanmadın
mı?" diye sormuş İbrahim de: "Evet inandım fakat kalbim mutmain olsun
diye bunu istiyorum." demiştir. Hz. İbrahim bunu isterken Allah tealanın
kuvvet ve kudretinden şüphe ettiği için istememiş fakat olayı bizzat gözüyle
görüp kesin bilgisinin pekişmesini arzuladığı için sormuştur.
Taberi diyor ki:
"Bu iki görüş te birbirine yakındır. Zira her ikisinde de Hz. İbrahimin
bildiği şeyi bizzat gözüyle görmesi için sorduğu nakledilmektedir.
c- Diğer bir
kısım âlimler ise Hz. İbrahimin rabbinden Ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine
göstermesini istemesinin sebebi, Allah tealanın Hz. İbrahimi dost edindiğini
müjdelemesidir. Hz. İbrahim, dost edinildiğinin derhal ortaya çıkması için
rabbinden bunu istemiş ta ki kesin bilgisi pekişsin ve kalbi mutmain olsun. Bu
hususta Süddi diyor ki: "Allah teala İbrahimi dost edinince ölüm meleği
rabbinden İbrahime bunu müjdelemesi için izin istedi. Rabbi de ona izin verdi.
Melek İbrahime geldi. İbrahim evde bulunuyordu. Melek evden içeri girdi.
İbrahim insanların en kıskanç olanı idi. Öyle ki evden dışarı çıktığında kapıyı
dıştan kilitlerdi. İbrahim evine döndü. Evinde bir kişi bulunduğunu gördü. Onu
yakalamak için hamle yaptı ve onu "Benim evime girmen için sana kim izin
verdi?" dedi. Ölüm meleği: "Bu eve girmeme dair rabbim bana izin
verdi." dedi. İbrahim: "Doğru söyledin" dedi ve onun Ölüm meleği
olduğunu anladı. Yine de ona: "Sen kimsin?" dedi. O da: "Ben
ölüm meleğiyim. Ben sana geldim ki Allahm seni dost edindiğine dair seni
müjdeliyeyim." dedi. Bunun üzerine İbrahim Allaha hamdetti ve dedi ki:
"Ey ölüm meleği, sen bana kâfirlerin ruhunu alırken göründüğün şeklini
göster." Ölüm meleği de: "Ey İbrahim, sen buna tahammül
edemezsin." dedi. İbrahim: "Evet ederim." diye cevap verdi. Bunun
üzerine ölüm meleği: "Yüzünü çevir." dedi. İbrahim yüzünü çevirdi.
Sonra dönüp ona baktı bir de ne görsün başı göklere değen simsiyah bir adam,
Ağzından alevler çıkıyor. Vücudundaki her tüyü siyah bir adam şeklinde.
Ağızlarından ve kulaklarından ateşler çıkarıyor. Bunu gören İbrahim bayılıp
düştü. Sonra ayıldı. Bu sırada ölüm meleği önceki şekline girmişti. İbrahim
ona: "Ey ölüm meleği, kâfir olan insan, ölümü sırasında hiçbir bela ve
üzücü şey göremese de sadece senin bu şeklini görse bu onun için elbette ki
kâfidir. Şimdi sen bana müminlerin ruhlarını alırken hangi şekle girdiğini
göster." dedi. Ölüm meleği ona: "Yüzünü çevir." dedi. İbrahim
yüzünü çevirdi. Sonra dönüp ona baktı. Bir de ne görsün, önünde genç bir adam
yüzü. İsanlann en güzel olanı. Kokusu en güzel olanı ve beyaz bir elbise içinde
bir kişi. İbrahim, "Ey ölüm meleği, şayet müminlerin rablerinin katında
kendilerini sevindirecek şeyler ve ikramlar bulunma-saydı sadece senin bu
şeklin bulunmuş olsaydı elbette ki onlar için kafi gelirdi." dedi. Bundan
sonra ölüm meleği geçip gitti. İbrahim ayağa kalkıp rabbine yalvarmaya ve ona
"Ey rabbim, sen bana göster, ölüleri nasıl dirilteceksin? ta ki ben senin
dostum olduğumu bilmiş olayım" diye niyaz etti. Allah teala da ona
"Sen benim, senin dostun olduğuma inanmıyor musun?" dedi. İbrahim de
"Evet inanıyorum. Fakat senin dostuluğuna dair kalbim mutmain olsun diye
bunu istiyorum." diye cevap verdi.
d- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise Hz. İbrahimin, Allah tealanın, ölüleri nasıl
dirilteceğini kendisine göstermesini istemesinin sebebi, Şeytanın, Hz.
İbrahimin kalbine, AUahın, ölüleri dirilttiğine dair kudreti hakkında şek ve
şüphe sokmasıdır. Hz. İbrahimin kalbine
doğan bu şüpheyi bertaraf etmek için Allah tealanın, ölüleri nasıl
dirilteceğini kendisine göstermesini istemiştir. Bu hususta Ata b. Ebi Rebah,
şunları söyemiştir. "Hz. îbrahimin kalbine, bir kısım insanların hatırına
gelen şeyler gelmiş o da rabbinden "Rabbim, göster bana sen Ölüleri nasıl
dirilteceksin?" demiştir. Rabbi de ona: İnanmadın mı?" demiş o da
"Evet inandım fakat kalbim mutmain olsun diye bunu görmek istiyorum."
demiştir. Rabbi de ona, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermek için "Dört
kuş al..." demiştir.
Yine bu hususta Ebu
Hureyre, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Biz, şüphe
etmeye İbrahimden daha layikız. Zira İbrahim rabbine "Ey rabbim, ölüleri
nasıl diriltirsin bana göster." demişti. Allah da "İnanmıyor musun?"
dedi. İbrahim "Evet inanıyorum fakat kalbim iyice mutmain olsun istiyorum. [153] dedi
Abdullah b. Abbas da
Hz. İbrahimin, Allahtan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istemesinin
sebebinin, hatırına gelen bir şüphe olduğuna işaret ederek bu âyet hakkında
şunu söylemiştir: "Bana göre Kur'anda bu âyetten daha çok ümit verici bir âyet
yoktur." yani kul, belli hususlarda şüpheye düşse dahi bu âyet-i kerime
kulun dinden çıkmış olmayacağını, bu şüphesini giderme yollarını aramasının
gerektiğini beyan etmektedir ki bu da devamlı olarak Şeytanın vesvesesine maruz
kalan insan için en büyük ümit kaynağıdır." Abdullah b. Ab-basın bu
kanaatini rivayet eden Said b. el-Müseyyeb diyor ki: "Bir zaman bir araya
geleceklerine dair Abdullah b. Abbasla Abdullah b. Amr b. el-Ass sözleştiler.
Biz o zaman genç çocuklardık. Onlardan biri diğerine: "Allah tealanın kitabında
bu ümmet için en büyük ümit veren âyet hangisidir?" diye sordu. Abdullah
b. Amr. dedi ki: "Ey Muhammed, kullanma şöyle dediğimi söyle. Ey kendi
aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allanın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Şüphesiz kî Allah, bütün günahları bağışlar. Muhakak ki o çok affeden ve çok
merhamet edendir. [154] âyetidir. Abdullah b. Abbas da: "Sen
ümmet için bu âyetin en büyük ümit kaynağı olduğunu söylüyor isen de aslında
ümmet için ondan da daha fazla
ümit verici âyet şu âyetir. "Bir zaman İbrahim, "Rabbim, ölüleri
nasıl diriltirsin?" demişti. Allah da, "İnanmıyor musun?" dedi.
İbrahim: "Evet inanıyorum. Fakat kalbim iyice mutmain olsun
istiyorum." dedi[155]
Taberi diyor ki:
"Hz. İbrahimin sorusunun sebebinin, kalbine Şeytan tarafından sokulan bir
şüphe olduğunu söyleyen görüş, tercihe şayan olan görüştür. Zira bu hususta
Resulullahtan nakledilen sahih bir hadis rivayet edilmektedir.
Âyet-i kerimede
"Fakat kalbim iyice mutmain olsun." buyrul m aktadır. Bu ifadede
zikredilen "Kalbim mutmain olsun." cümlesi müfessirler tarafından iki
şekilde izah edilmiştir.
a- Said b.
Cübeyr, Dehhak, Katade, Rebi' b. Enes, Mücahid ve İbrahim en-Nehaiye göre
"Kalbim mutmain olsun" ifadesinden maksat: "Kalbim sükuna ersin
ve ulaştığı yakin ile huzura kavuşsun. Yakinim ve imanım artsın." demektir.
b- Abdullah
b. Abbasa göre ise "Kalbim mutmain olsun" ifadesinden maksat,
"Kalbim senden bir şey dilediğinde dileğini kabul ettiğini ve bir şey istediğinde
de istediğini verdiğini bilmiş olsun." demektir.
Âyet-i kerimede:
"Dört tane kuş al." buyrul m aktadır. Burada zikredilen dört kuş'tan
maksat, Muhammed b. İshak, Mücahid, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd'e göre, Horoz,
Tavus kuşu , Karga ve Güvercindir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Onları kendine alıştır" diye tercüme edilen kelimesi çeşitli
şekillerde okunmuştur.
a- Bütün
Medine, Hicaz ve Basra halkı bu kelimeyi şeklinde, Sad harfinin ötresiyle
okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelime, kökünden türetilmiştir. Asıl mânâsı:
aa- Bir şeye
meyletmek ve onu Özlemek demektir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı
"Sen o kuşları kendine meylettir ve yönelt" demektir. Yani sen onlan
kendine doğru çağır sonra onlan kes sonra dağın üzerine onlardan birer parça
koy." demektir.
bb- Diğer
bir mânâsı ise "Bir şeyi kesmek ve parçalamak" demektir. Buna göre
âyetin izahı şöyledir: "Sen o kuşlardan dört tanesini kendine al. Onları
kes sonra her dağın başına onlardan bir parça koy."
b- Küfe
halkından bir topluluk âyetin bu bölümünü şeklinde Sac! harfinin esresiyle
okumuşlar mânâsının da "Sen onlan kes" demek olduğunu
söylemişlerdir.
c- Kûfeli
Navîh âlimlerinden bir topluluk, bu kelimenin, Sad harfinin öt-reli okunmasıyla
da esreli okunmasıyla da, Arap dilinde "Kesmek" mânâsına
gelmediğini, bunun her iki okunuş
şekliyle de "Meyletme" mânâsına geldiğini, Sad harfinin esresiyle
okuyan şivenin, Huzeyl ve Süleym kabilesine ait olduğunu iddia etmişlerdir.
d- Kûfeli
Nahiv âlimlerinden bir kısmı da kelimesini Sad harfinin ötreli okunmasıyla da
esreli okunması halinde de bu kelimenin "Kesmek" mânâsına gelmediğini,
ancak, Sad harfinin esresiyle okunan lehçede bu kelimenin son harfiyle orta
harfinin yer değiştirdiği ihtimaliyle bu kelimenin "Kesmek"
mânâsında kullanıldığını iddia etmişlerdir. Yani, nun aslı dir. Bu da Arapçada "Kesmek"
mânâsında kullanılmıştır.
e- Basrah
Nahiv âlimleri ise bu kelimenin kökünden türemiş olup şeklinde, Sad harfinin
ötresiyle okunması halinde de kökünden türemiş olup şeklinde Sad harfinin
esresiyle okunması durumunda da "Kesmek" mânâsına geldiğini
söylemişler ve buna dair Arap edebiyatından örnekler göstermişi erdir.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiş, buna gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir:
"Müfessirlerin hepsi bu kelimenin mânâsının ya "Onları kes" veya
"Onları tut, al" elemek olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bunlar,
Sad harfinin ötreli veya esreli okunması arasında mânâ bakımından herhangi bir
ayırım yapmamışlardır. Bu itibarla bu kelimenin "Kesmek" mânâsına
gelmediğini söyleyenler yanılmışlardır.
Diğer yandan, Abdullah
b. Abbas, Ebu Mâlik, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Dehhak, Süddi ve
İbn-i İshaktan ifadesinin mânâsının "Sen onları kes, parçala" şekilde
olduğu rivayet edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, bu kelimenin mânâsı, Sad
harfinin ötresiyle de okunsa esresiyle de okunsa "Sen onları parçala"
anlamına gelmektedir. Ancak, buna göre, Sad harfinin ötresiyle okunması daha
evladır. Çünkü yaygın olan kıraat budur.
Bu kelimenin mânâsının
"Sen onları bağlayıp tut." şeklinde olduğu pek az müfessirler
tarafından nakledilmiştir. Bunlar da, Abdullah b. Abbas, Ata ve İbn-i Zeyddir.
Ayet-i kerimede
"Sonra da onlardan her dağın başına birer parça koy." buyrulmaktadır.
Müfessirler bu ifadeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, Rebi' b. Enes, İbn-i İshak ve İbn-i Zeyd'den nakledildiğine
göre bu ifadeden maksat, şudur: "Sen o dört kuşu kesip parçaladıktan ve
parçalarını birbirlerine karıştırdıktan sonra onları dört kısma ayır, Her kısmı
da, dünyanın dört ucunda bulunan dört dağın başına koy. Sonra onları çağır.
Hepsi koşarak sana geleceklerdir." İşte Allah, kıyamet gününde dünyanın
dört bucağında bulunan ölüleri de böylece diriltip kendisine çağıracak onlar da
koşarak ona geleceklerdir. Bu hususta Katade diyor ki: "Allah teala,
Peygamberi İbrahime, dört kuş alıp
kesmesini, onların etlerini, tüylerini ve kanlarını birbirine karıştırmasını
sonra da onlan dört kısma ayırarak dört dağın başına koymasını emretmiştir.
İbrahim bunları yaptıktan sonra kuşların kanatlarına işaret koymuş kafalarını
da elinde tutmuştur. Onlan çağırınca, her kuşa ait olan kemik kendisine, tüy
kendi tüyüne her parça kendina ait olana gidip eklendi. Bütün bunlar Allanın
dostu olan İbrahim (a.s.)ın gözü önünde cereyan etti. Sonra İbrahim onları
çağırdı. Onlar ayaklan üzerinde koşarak geldiler. Her kuş kendi kafasıyla
birleşti. Bu olay, Allah tealanın, Hz. İbrahime gösterdiği misaldir. Bununla
denilmek istenmiştir ki: "Nasıl ki bu dört dağın üzerine serpilen kuşlar
bir araya getirilerek diriltilmiş ise kıyamet gününde de Allah insanları,
dünyanın dört bir tarafından toplayıp diriltilecektir.
b- İbn-i
Cüreyc ve Süddiye göre ise "Sonra da onlardan her dağın başına birer parça
koy." ifadesinden maksat şudur. "Sen o kesip parçaladığın ve birbirine
kanştırdığın dört kuşun parçalarını, bir leşi yemeleri sırasında gördüğün yırtıcı
hayvanlann ve kuşların bannaklan olan yedi dağın üzerine koy." Bu hususta
İbn-i Cüreyc diyor ki: "İbrahim, bir leşi yiyen kuş ve yırtıcı havyanların
yanlarına yaklaştığı sırada, dağılıp çeşitli yerlere gittiklerini görünce bu
ölen hayvanın nasıl diriltileceğı hususunda tefekkür etmiş, dehşete kapılmış ve
rabbinden, ölüleri nasıl dirilteceğini bir örnekle kendisine göstermesini
istemiştir. Allah teala da İbrahim, dört kuş alıp kesmesini ve âyette
zikredilen diğer hususları emretmiştir. İbrahime, kuşlan alıp kesmiş, onların
kanlarını, tüylerini ve etlerini birbirlerine kanştırmiş sonra da leşi yiyen
havyanların ve kuşlann dağılıp gittikleri yedi dağdan herbirinin üzerine,
birbirine kanşturdığı dört kuşun parçalarını koymuştur. Kuşlann kafalarım
elinde tutmuş ve sonra AHahın emriyle onları kendisine çağırmıştır. İbrahim,
her damla kanın diğer bir damla kanla, uçarak gidip birleştiğini, her tüyün
uçarak gidip diğer tüyle birleştiğini, her parça kemiğin de yine uçup giderek
diğer kemikle birleştiğini, böylece kuşlann vücutlan-nın parçlannın semada
birbirleriyle birleştiğini sonra da koşarak gelip kendi ka-falanyla
birleştiklerini görmüştür
c- Mücahid
ve Dehhaka göre ise "Sonra da onlardan her dağın başına birer parça
koy," ifadesinden maksat, Hz. îbrahimin, kesip birbirine kanştırdığı dört
kuşun parçalarını, bilebildiği her dağın başına koymuş olmasıdır. Yani İbrahim,
dört veya yedi dağa değil bilebildiği bütün dağların başına bu kuşlann
parçalannı koymuştur.
Taberi âyet-i kerimede
zikredilen ve "Her" anlamına gelen kelimesinin bulunması nedeniyle
bu son görüşü tercih etmiş "Dünyanın dört bucağındaki dört dağa koyması
emredilmiştir." diyen görüşün, yine "Yırtıcı hayvanların ve kuşlann
kaçtıklan yedi dağ üzerine koyması emredilmiştir." diyen görüşün herhangi
bir dayanağı olmadığından sahih olmadıklarını söylemiştir. [156]
261- Mallarını
Allah yolunda harcayanların durumu: Her başağında yüz tane olmak üzere yedi
başak veren bir tanenin durumuna benzer. Allah dilediğine kat kat verir.
Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.
Malını Allah yolunda
hercayan kimsenin sevabını AUah, toprağa ekilen bir adet buğday tanesinin yedi
yüz adet olması gibi yedi yüz kat verir. Aliah, kullarından dilediğinin
sevabını yedi yüz kattan daha fazla da artırır. Allah, lütfü geniş olandır,
dilediğinin mükâfaatını artırır. O, her şeyi bilendir, kimin mükâfaatının
artması gerektiğini çok iyi bilir.
Bu âyet-i kerime,
malını Allahın düşmanlarına karşı cihad için harcayan Mücahidin durumunu
anlatan bir misaldir. Allah, kendi yolunda malını harcayanlara işte böyle kat
kat ve hesapsızca maddi karşılık ve âhirette de kıymetini takdirden âciz
olduğumuz manevi nimetleri ihsan edecektir.
Ebu Mes'ud el-Ensari
diyor ki:
"Bir adam, yulan
boynunda bulunan bir devesini getirip "Bu, Allah yoiu-na olsun."
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a,v.) "Bunun karşılığında kıyamet
gününde sana yedi yüz deve verilecektir, hepsi de yularlı olacaktır."
buyurdu[157]
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) diğer bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kim, Allah yolunda
bir şey harcarsa ona yedi yüz katı yazılır, (veri) [158]
Bir başka hadis-i
şerifinde şöyle buyuruyor:
"İnsanlar dört
sınıftır. Ameller de altı çeşittir. İnsanların bazıları dünyada da âhirette de
bolluk içindedirler. Bazıları ise dünyada bolluk, âhirette kıtlık içindedirler.
Bazıları da dünyada kıtlık âhirette ise bolluk içindedirler. Bazıları da
dünyada da perişan, âhirette de perişandır. Altı çeşit olan amellere gelince:
Onlardan iki amel vardır ki neticesi kesindir. Diğer iki çeşidi vardır ki onların
sadece karşılıkları verilir.
Başka bir amel vardır
ki onun karşılığında on katı verilir. Bir başka amel vardır ki onun
karşılığında yedi yüz katı verilir. Neticeleri kesin olan iki amel şunlardır,
kim Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan Müslüman ve mümin olarak ölecek olursa
onun için cennet kesindir. Kim de kâfir olarak ölecek olursa onun için de
cehannem kesindir. Sadece karşılığı verilen ameller ise şunlardır: Kim bir
iyilik yapmayı diler de onu yapmaz ve Allah teala, kişinin bu ameli gönülden
istediğini ve bunu yapmaya gayret gösterdiğini bilirse böyle bir kişi için de
bir sevap yazılır. Yine kim bir kötülük yapmayı düşünür de onu yapmayacak
olursa karşılığında kendisine hibir günah yazılmaz. Şayet bu kötülüğü işleyecek
olursa ona, bu kötülüğe karşılık sadece bir günah yazılır ve günahı artinlmaz.
Karşılığında on kat sevap verilen amel de şudur: Kim herhangi bir güzel ameli
işleyecek olursa ona karşılığında on katı verilir. Karşılığında yedi yüz kat
sevap verilen amele gelince o amel şudur: Kim, Allah yolunda bir şey harcayacak
olursa ona, karşılığında yedi yüz katı verilir. [159]
Taberi bu âyetin
izahında özetle şunları zikretmiştir: Bu âyet-i kerime mânâ bakımından şu
âyetin devamı mahiyetindedir. "O kimdir ki, Allah için güzel bir ödünç
takdim etsin de Allah ona, karşılığını kat kat versin. Rızkı daraltan da
AUahtır, bol veren de. Ona döndürüleceksiniz. [160]
Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu iki âyet arasında zikredilen diğer
âyetler, cümleyi mu'tariza mahiyetindedir.
Allah tealanın, bu
âyetleri, mut'teriza olarak zikretmesinin sebebi ise şunlardır. "Öldükten
sonra dirilmeyi ve kıyametin kopacağını yalanlayan bir kısım müşriklere cevap vermek, bir kısım
müminlere, "Allah yolunda savaşın ve bilin-ki Allah, her şeyi işiten ve
bilendir." buyurarak onları, Allah yolunda cihad etmeye teşvik etme, o
müminlere, AH ahin rızasına uygun şekilde hareket edenlerin sayılan az dahi
olsa, düşmanlarına galip geleceklerini bildirme, Resulullahm hicret ettiği
Medinenin çevresinde yaşayan Yahudilere, kendilerine gelen Peygamberin, onlara
ait sırlan bildiğini ve haber verdiğini ortaya koyarak Yahudilerin bu
Peygambere iman etmemelerine dair herhangi bir mazeretleri bulunmadığını beyan
etme ve münafık olan insanları, kendileri gibi olan insanların şehirlerinin
altlan üstlerine çevrildiğini hatırlatarak onlan uyarma ve Hz. Muhamme-de iman
etmelerine dair herhangi bir mazeretleri bulunmadığını beyan etmedir, işte
Allah, bu iki âyet arasında, bu ve benzeri mânâ ve maksatları ifade ettikten
sonra tekrar birinci âyette verilmesi teşvik edilen karz-ı hasenin büyük
mükâfaatlara vesile olacağını bu âyet-i kerimede beyan etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyette zikredilen "Allah yolu"ndan maksat, Allah yolunda
cihad etmektir."
Âyet-i kerimede:
"Allah, dilediğine kat kat verir." buyrulmaktadır. Mü-fessirler
âyetin bu bölümünü iki şekilde izah etmişlerdir:
a- Dehhaka
göre bu ifadeden maksat, "Allah kendi yolunda harcamayan-lardan, dilediği
kimseninkini artırır." demektir. Yani, Allah, kendi yolunda harcayanların
mallarını yedi yüz katına kadar artırır. Ancak malını yolunda harca-mayanlardan
ise sadece dilediği kimselerinkini artırır. Yalnız onların, malını artırması,
sadece Allah yolunda hare ayanı nkini amrmasna asla ulaşamaz.
b- Abdullah
b. Abbasa göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: "Allah, malını kendi yolunda
infak edenin sevabım, yedi yüz katına kadar artırır. Aynca bu, in-fak
edenlerden, Allanın dilediği bazılarını nkini yedi yüz kattan da fazla artırır.
Taberi, bu görüşü
tercih etmiş ve Allah yolunda malını harcamayanm herhangi bir sevaba
erişeceğine veya sevabının artacağına dair herhangi bir zik-redilmediğini
söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir."
buyruîmaktadır. ibn-i Zeyd, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir:
"Allah, malını kendi yolunda harcayanların mükâfaatım, yedî yüz kattan
daha fazla artırmada lütfü geniş olandır. Ve bu lütfunu kim için artıracağını
çok iyi bilendir.
Diğer bir kısım
âlimler ise, âyetin bu bölümü şu şekilde izah etmişlerdir: "Allah, malını
kendi yolunda harcayanların mükâfaatım, yedi yüz kat vermede, lüfu bol olandır.
Mallarım Allah yolunda harcayanların, harcadıklarım çok iyi bilendir. [161]
262-
Mallarını Allah yolunda harcayıp sonra harcadıklarını başa kakmayan ve eziyet
etmeyenlerin mükâfaatları, rablcri katındadır. Onlara korku yoktur. Veoriİar
üzülmeyeceklerdir de.
Mallarını, Allah
rızasını ve or.#n katında olan sevabı umarak Allah yolunda harcayan ve bunu
yaparken de harcadıklarını başa kakıp eziyet ve kötülük yapmayanların
alacakları sevap ve mükâfaat, rableri katındadır. Onlar, kıyametin
sıkıntılarından korkmaz, dünyada bıraktılanna da üzülmezler.
Âyet-i kerimede,
mallarını Allah yolunda harcayanların, rableri katında kendilerine hazırlanan
mükâfaatları alabilmeleri için iki husustan kaçınmaları gerektiği beyan
edilmektedir. Bunlardan birisi yapılan iyiliği başa kakmaktır. Bu hususta
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Üç kimse vardır
ki kıyamet gününde Allah onlarala konuşmayacaktır. Bunlardan biri verdiği her
şeyi başa kakan diğeri yalan yeminle malını satan üçüncüsü ise elbisesinin
eteğini (kibir için) uzatandır. [162]
Kişilerin, rableri
katında kendileri için hazırlanan mükâfaatı alabilmeleri için, yaptıkları
iyilik sebebiyle insanlara eziyet etmemeleri de gerekmektedir. Bu hususta bir
âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadir: "Mümin erkeklere ve mümin
kadınlara, yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet edenler, şüphesiz iftira etmişler
ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir. [163]
Taberi diyor ki:
"Mallarını Allah yolunda harcayanlardan maksat, mallarını Allanın
düşmanlarına karşı cihad eden mücahitlere harcayanlardır. Harcanan şeyi başa
kakmak, yaptığını ya dille söylemek şeklinde olur veya davranışlarıyla
yaptığını hissettirme şeklinde olur. "Eziyet etme" ise, malını infak
ettiği kimselerin, gerekeni yapmadıklarını söyleme gibi davranışlarda
bulunmaktır. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki" "Bir kadın gelip babama
"Ey Üsame, sen, gerçekten Allah yolunda cihada çıkan bir adamı bana
göster. Çünkü onlar, ancak meyve yemek için gidiyorlar. Benden bir av yeleği ve
içinde dolu oklar var. Onu ona vereyim." Bunun üzerine babam o kadına dedi
ki: "Allah senin av yeleğini de oklarını da mübarek kılmadı. Çünkü sen
onları vermeden önce vereceğin kişilere eziyet ettin."
Dehhak diyor ki:
"Kişinin, malını harcayıp sonra da başa bakıp eziyet et-mesindenşe hiç
harcamaması daha evladır. [164]
263- Güzel
söz söylemek ve bağışlamak, peşinden eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır.
Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. (Yarattıklarına) yumuşak davranandır.
Kişinin, müslüman
kardeşi için dua etmesi suretiyle ona güzel bir söz söylemesi ve fakirin düşük
halini örterek kusuruna bakmaması, Allah katında, önce verilip sonra da verilen
kişiye eziyet edilen sadakadan daha hayırlıdır. Al-lahm, sizin sadaka olarak verdiğiniz
şeye ihtiyacı yoktur. O, yaptığı yardım sebebiyle eziyet edenlerin cezasını
vermekte acele etmez. Çünkü o, yumuşak davranandır. [165]
264- Ey iman
edenier, malım insanlara gösteriş için harcayan ve AI-laha, âhiret gününe iman
etmeyen kimse gibi başa kakarak ve eziyet yaparak sadakalarınızı boşa
çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir
kayaya benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet eder, üzerindekini götürür,
çıplak bir taş bırakır. İşte bunlar da kazandıklarından bir şey elde
edemezler. Allah, kâfir bir topluluğu hidayete erdirmez.
Ey iman edenler,
malını Allah rızası için değil de insanlar kendisini methetsin "Çok
cömert adam" desinler diye harcayan, Allanın birliğine ve öldükten sonra
dirileceği âhiret gününe iman etmeyen münafık bir insanın yaptığı gibi başa
kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın. İki yüzlü olan böyle
bir insanın durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki ona
şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde toprak kayıp gider. İşte bu kaygan taşın
üzerinde bulunan toprağın kayıp gitmesi gibi, yardımı yapıp sonra da onu başa
kakan insanların yaptıkları hayırın karşılığı kaybolup gider. Bunlar, kıyamet
gününde amellerinden dolayı hiçbir sevaba erişemezler. Çünkü bunlar, yaptıklarını,
insanlara gösteriş için ve kendilerini Övmelerini istedikleri için
yapmışlardır. Allah, böyle bir kâfir topluluğun hakka ve doğruya ulaşmasını
nesibetmez. Onları, sapıklıkları içerisinde bırakır, bocalar dururlar.
Görüldüğü gibi,
âyeti-i kerimede, "Allaha ve âhiret gününe iman etmeyenler." diye
sıfatlanan kimselerden maksat, münafıklarıdır. Çünkü kâfirlerin, mallarını
gösteriş için harcamaları beklememez. Zira onların kâfir oldukları bilindiği
için müminler, onların mallarını sevap bekleyerek harcamadıklarını bilmektedirler.
Bu itibarla, kâfir ve müşriklerin mallarım gösteriş için harcamaları
anlamsızdır. Halbuki, münafıklar görünüşte kendilerini müslüman gibi gösterdiklerinden,
müminler onların harcamalarının, Allah nzası için olacağına ihtimal verirler.
Onlar da müminlere gösteriş yapmak için harcarlar. Fakat gerçekte Allah nzası
için harcamadıklarından, karşılığında hiçbir sevap alamazlar. Hakiki müminler
de mallarını Allah nzası için harcadıklan halde neticede bunu başa kakarlar
veya mallarını verdikleri kimselere herhangi bir eziyette bulunacak
olurlarsa onlar da tıpkı mallarını
gösteriş için harcayan münafıklar gibi hiçbir sevap alamazlar[166]
265- Allahın
rızasını kazanmak ve içlerindeki imanı sağlamlaştırmak için mallarını
harcayanların durumu ise, yüksek yerde bulunan bir bahçeye benzer ki, oraya
bol yağmur yağınca mahsulünü iki kat verir. Yağmur yağmasa da bir çisinti
düşer. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Mallarını, Allah
rızasını isteyerek, ona itaat yolunda harcayan, Allahın vaadine kesin olarak
inanıp durumlarını sağlamlaştıranların hali yüksek yerde bulunan bir bahçenin
haline benzer ki oraya bol yağmur yağdığında mahsulü iki kat olur. Böyle
yerlere yeteri kadar yağmur yağmasa da çisinti ve ıslaklık isabet eder. Allah,
sizin amellerinizi çok iyi görür. İnsanlara gösteriş için harcayanı da, kendi
rızasını kazanmak için harcayanı da bilir.
Allah teala o bahçeyi
yüksek yerde olan bir bahçe olarak vasıflandırmışım Çünkü böyle bahçeler
bitkileri daha güzel, meyveleri daha tatlı olan bir bahçedir.
Ayet-i kerimede
zikredilen ve "İçlerindeki imanı sağlamlaştırmak için" şeklinde
tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafmdan çeşitli şekillerde izah
edilmiştir:
a- Katade,
Şa'bi ve Ebu Salih bu ifadeyi "Kendileri tasdik ederek ve kesin şekilde
bilmiş olarak mallarını harcarlar." şeklinde izah etmişlerdir. Taberi bunların
bu izahlarından maksatlarının şunu söylemek olduğunu zikretmiştir. "Onlar,
mallarını, Allahın vaadettiği şeyleri tasdik ederek ve Allahın vaadlerine ulaşacaklarını
yakinen idrak ederek harcarlar. Bu itibarla onlar, mallarını harcamada
kararlılıklarını sağlamlaştırmış bir şekilde harcarlar. Vaadedilenlerin kendilerine
ulaşacağı hususunda güvensizlik içinde harcamazlar." Taberinin de katıldığı
izaha göre kelimesinin mânâsı "Kararlı kılmak, kuvvetlendirmek ve
sağlamlaştırmak"tır. Allahın, infak edilen mallar karşısında vereceği
sevaba ulaşacağına inanan ve bunu kesin olarak bilen kişi, malım harcarken
tereddüt içinde olmaz. İradesini sağlamlaştırmış bir şekilde harcar. İşte
âyet-i kerimede bu ince
noktaya işaret buyrulmaktadır.
b- Mücahid
ve Hasan-ı Basri ise ifadesini şu şekilde izah etmişlerdir; Onlar, mallarım
harcayacakları yeri tesbit ettikten sonra harcarlar. Yani malının zekatım
verirken kimlerin onu almaya layık olduğunu tesbit ederek onlara
verirler."
Taberi bu görüşün
isabetli olmadığını söylemiştir. Zira kelimesi, "Araştırma" mânâsına
gelmemektedir. Şayet araştırma mânâsı kastedilecek olsaydı. yerine kelimesi
kullanılırdı.
c- Katadeden
nakledilen başka bir görüşe göre ifadesinden maksat, "Mükâfaatını
bekleyerek" demektir. Taberi, bu izah tarzının da
âyetin zahirinden uzak
olduğunu söylemiştir. Zira kelimesinin,
mükâfaat bekleme
mânâsına geldiği bilinmemektedir. Ancak, "Harcamada kendilerini kararlı
kılanların mükâfaat beklediklerini söylemek mümkündür. Fakat bu izah,
kelimesinin asıl mânâsını açıklama değil, onun lüzumu mânâsını açıklamadır. [167]
266- Sizden
herhangi biriniz istermi ki, altından ırmaklar akan, içinde her türlü meyvenin
de bulunduğu üzüm ve hurma bahçesi olsun ve kendi üzerine ihtiyarlık çökmüş
olsun, ayrıca âciz, zayıf çocukları da bulunsun. Sonra da bu bahçeye ateşli
bir kasırga İsabet etsin de yansın? İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar
ki düşünesiniz.
Allah teala, bu âyet-i
kerimeyi, Allah rızası için değil de insanların övgülerini kazanmak için,
gösteriş olsun diye mallarını harcayanlara bir misal olarak indirmiştir.
Kıyamet gününde bunlar, harcadıklarından faydalanmak istediklerinde Allah
bunlara sevap venneyecektir. Böylece yaptıklarının karşılığını almaya en çok
muhtaç oldukları bir zamanda hiçbir şey bulamayacaklardır. Tıpkı âyet-i
kerimede misal verilen kişinin durumuna düşeceklerdir. Öyle ki bu kişi
bahçesi için yatırım yapmış, gereken
emeği vermiş, bahçesi yetiştiğinde de kendisi yaşlanmış çoluk çocuğu çoğalmış
ve o bahçeye olan ihtiyacı şiddetle artmıştır. İşte tam o anda yakıcı bir
kasırga gelmiş ve bahçeyi tamamen yakmıştır ve o kişi bu bahçeden hiçbir fayda
elde edememiştir.
Süddiye göre bu âyet-i
kerime, yaptıklarım gösteriş için yapan münafık kimsenin, âhiretteki durumuna
bir misaldir. Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, dünya hayatında, Allaha
itaatta kusur işleyen kimsenin âhiretteki durumuna bir örnektir. Hz. Ömer,
Abdullah b. Abbas ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre bu ayet-i
kerime, önce güzel ameller işleyen daha sonra da Şeytanın vesveselerine
kapılarak isyankâr olan ve yaptığı amellerinin yok olmasına sebep olan kişiye
misaldir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Bir gün Halife
Ömer b. Hattab, Resulullahın sahabelerine şöyle dedi: "Bu âyet-i kerimenin
kim hakkında indiği kanaatindesiniz?" Onlar: "Allah daha iyi
bilir." cevabını verdiler. Bunun üzerine Ömer kızdı ve şöyle dedi:
"Biliyoruz veya bilmiyoruz deyin." Bunun üzerine kendisine ben şöyle
dedim: "Ey müminlerin emin, bu âyet hakkında benim bir kanaatim
var." Ömer: "Söyle yeğenim kendini küçük görme." dedi. Dedim ki:
"âyet, yapılan bir amele misal verilmiştir. Ömer: "Hangi amele misal
verilmiştir." dedi. Dedim ki: "Herhangi bir amele misaldir."
Ömer bunun üzerine şöyle dedi: "Bu âyet, zengin bir adama misaldir ki,
Allaha itaat uğrunda amel işler sonra Allah ona Şeytanı gönderir. Adam günah
işler ve amellerini[168]Abdullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, dünyada iken
bolluk içinde yaşayan ve âhirette hiçbir şeye sahip olamayacak olan kâfire bir
Örnektir, Reb' b. Enese göre bu âyet dünyadayken sapıklık ve isyan içinde
yaşayan, âhirette ise hiçbir şey bulamayacak olan kimseye örnektir. İbn-i Zeyde
göre ise bu âyet, verdiği sadakayı başa kakarak ve verdiği kimseye eziyet
ederek boşa çıkaran kimseye bir örnektir. Dehhaka göre de bu âyet, dünyada
bolluk içinde yaşayıp âhirette bir şey bulamayan kâfire bir örnektir. O, sevap
ve yardıma en çok muhtaç olduğu zaman hiçbir şey bulamayacak, bahçesi yanan bir
ihtiyara benzeyecektir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerimenin, gösteriş yapmak için sadaka veren münafıkın halini
beyan ettiğini söyleyen görüş tercihe şayandır. Zira Allah teala bundan Önceki
âyette, müminlere verdikleri sadakayı başa kakmalarını ve sadaka verdikleri
kimseye eziyet etmemelerini emretmiştir. Bu âyette de verdiği sadakayı başa
kakan ve eziyet eden kimseye misal olarak gösteriş için mallarını harcayan
münafıkı zikretmiştir. Münafık, verdiği sadakadan, âhirette mükâfaat
beklemediği için dünyada yeteri kadar mükâfaat görmezse, sadaka verdiği kişilerin
basma kakar, onlara eziyet eder.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Ateşli kasırga" diye tercüme edilen ifadesinde zikredilen
ateş'ten maksat, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi ve Reb'i b. Enese göre,
vücudun gözeneklerinden geçen çok güçlü bir ateştir. Abdullah b. Abbas, bu
ateşin, cinlerin kendisinden yaratıldığı güçlü ateş olduğunu söylemiştir.
Hasan-ı Basri ve Dehhaka göre ise buradaki "Ateşli kasırga"
ifadesinden maksat, "Çok soğuk olan bir kasırgadır" çünkü o da
mahsulleri yakmaktadır.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Allah size âyetlerini böyle açıklar ki düşüne-siniz."
buyrulmaktadır. Yani, Allah teala sizlere, mallarınızı onun yolunda nasıl
harcayacağınızı, nelerin lehinize, nelerin de aleyhinize olacağını beyan ettiği
gibi, bunların haricindeki âyet ve hükümlerini de size açıklar ki düşünesiniz.
Alla-hın zikrettiği delillerden öğüt ve ibret alasınız böylece kendisine itaat
edesiniz. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Dünyanın geçici olduğunu, âhiretin
ise baki olduğunu düşünmüş olasınız." [169]
267- Ey iman
edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın helal ve
temiz olanlarından Allah için harcayın. Ancak gözünüz kapalı iken
alabileceğiniz kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin. Bilin ki Allah hiçbir şeye
muhtaç değildir, övülmeye layık olandır.
Ey, Allahı ve Resulünü
tasdik edenler, ticaretten kazanmış olduğunuz mallarınızdan, elinizde
bulunanların en iyi ve güzellerinden Allah yolunda harcayın. Yerden sizin için
çıkarmış olduğumuz meyve ve her türlü mahsullerden de infak edin. Vereceğiniz
şeyin kötülerini vermeyin, iyilerini verin. Sizler, hakkınız olan şeyleri
almak istediğiniz de, sadaka olarak verdiğiniz bu kötü şeyleri ancak gözünüz
kapalı olursa alırsınız. Yani gönül hoşluğu ile değil, istemeyerek alırsınız. O
halde kendiniz için istemediğiniz bir şeyi, Allah rızası için bir fakire
vermeye gönlünüz nasıl razı olur? Bilin ki Allahın, sizin sadakalarınıza hiç
ihtiyacı yoktur. Allah, yarattıklarına bolca lütufta bulunmasından dolayı
övülmeye layıktır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Allah için harcayın." diye tercüme edilen ifadesinden maksat,
"Zekâtınızı verin ve tasaddukta bulun." demektir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Helal ve temiz olanlarından" şeklinde tercüme edilen ifadesinden
maksat, Abdullah b. Abbas göre "Mallarınızın en güzel ve en
değerlilerinden" demektir. Mücahid, Süddi ve Hz. Aliye göre ise
"Altın ve gümüş"ten demektir. Yani, ticaret yaparak veya çalışarak
kazandığınız altın ve gümüşten zekât verin, tasaddukta bulunun" demektir.
Âyet-i kerimede
"Yerden çıkardıklarımız" diye zikredilen ifadeden maksat, Hz. Aliye
göre, hububat, meyve, kendisinden zekat verilmesi icabeden her türlü mahsuldür.
Mücahidden nakledilen bir görüşe göre, hurma, diğer bir görüşe göre ise sadece
meyvedir." Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre ise burada
"Yerden çıkarıldığı zikredilen" şeyden maksat, hurma ve hububattır.
Taberi, burada ifade
edilen "Yerden çıkarılan şey"den maksadın hurma, üzüm, buğday, Arpa
ve kendilerinden zekat verilmesi gereken bütün bitkiler olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede:
"Kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin." buyrulmaktadır. Bu ifadede
zikredilen ve "Kötü şeyler" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler
tarafından iki şekilde izah edilmiştir:
a- Bera b.
Âzib, Ali b. Ebi Talib, Ebu Ümame b. Sehl. Katade ve Mücahide göre burada
zikredilen kelimesinden maksat, malın âdisi ve kö-tüsüdür. Allah teala bu
âyette kendilerine farz kılınan zekatı veren müminlere zekatı verirken
mallarının kötülerini vermemelerini emretmiştir. Bu hususta Bera b. Azib diyor
ki: "Artık bundan sonra birimiz bir şey tasadduk etmek istediğinde elinde
bulunanın en güzelini vermeye başladı. [170]
Bu hususta Hz. Ali ise
şunları söylemiştir: "Bu âyet-i kerime, farz olan zekat hakkında nazil
olmuştur. İnsanlar, hurmaları topladıktan sonra iyi olanlarını ayırıyorlardı.
Zekat memuru geldiğinde ona kötülerinden veriyorlardı. İşte bunun üzerine, Aziz
ve Celil olan Allah, "Kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin."buyurdu.
b- İbn-i
Zeyd ise demiştir ki: "Bu âyette zikredilen den maksat, haram olan mallar
demektir. Allah teala, kişiye haram olan mallarından infak etmesini
yasaklamıştır. Zira Allah, temizdir ve ancak helah ve temiz olanları kabul
eder."
Taberi birinci görüşü
tercih etmiştir. Çünkü sahabiler ve diğer müfessirler, bu ifadeyi bu şekilde
izah etmişlerdir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Ancak gözünüz kapalı iken alabileceğiniz." şeklinde tercüme
edilen ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Hz. Ali,
Süddi, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Reb' b. Enes ve Dehhak-tan nakledilen bir
görüşe göre, onlar bu ifadeyi şu şekilde izah etmişlerdir: "Sizin,
başkalarında alacağınız olsaydı, size verecekleri kötü mallan ancak düşük
değerde tutup fazlasını isterdiniz" demektir. Yani, kendinizin
başkalarında alacağınız olduğunda kötü malları kabul etmezsiniz. Değerini
düşük tutarsınız. Alacağınız miktardan daha fazlasını istersiniz. O halde,
mallarınız için üzerinize borç olan zekatları verirken, onları alma hakkına
sahip olan fakirlere, mallarınızın kötüsünü nasıl verirsiniz? Abdullah b.
Abbas, âyetin bu bölümünün izahında şöyle demiştir: "Şayet sizin bir
kimsede alacağınız olsa o da size, hakkınızı öderken kötü mal verecek olsa, siz
onu, iyi malın yerine almazsınız, değerini düşürürsünüz. O halde ey insanlar,
sizler, kendiniz için razı olmadığınız şeyi, benim rızamı kazanmak için nasıl
verebilirsiniz? Halbuki benim, sizin üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en
güzeli ve en değerlisidir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah teala, bunu
şu kelamıyla ifade buyurmuştur: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için
harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz. [171]
b- Hasan-ı
Basri ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre âyetiirbu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Sizler, bu kötü mallan, başka birinden satın aldığınız zaman,
ancak onların değerini düşürerek satın alırsınız. O halde bu kötü mallan, nasıl
tam değerinde kabul ederek zekat verirsiniz.?
c- Bera b.
Âzibden nakledilen başka bir görüşe göre, bu ifadeden maksat şudur: "Şayet
sizlere, kötü mallar hediye edilecek olsaydı, sizler onu gönül hoşluğu ile
değil istemeyerek ve utandığınızdan dolayı gözünüzü kapayarak alırdınız. O
halde bu gibi mallan başkalarına zekât olarak nasıl verirsiniz?
d- İbn-i
Ma'kilden nakledilen diğer bir görüşe bu ifadeden maksat şudur: "Sizlerin,
başkalarında alacağınız olsa kötü malları, ancak hakkinizin yenildiğini
belirterek alırsınız. 0 haide bu gibi kötü malları zekat olarak başkalarına
nasıl verirsiniz?
e- İbn-i
Zeyde göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: "Sizler, kazançlarınızdan haram
olanları zekat ve sadaka olarak vermeyin. Çünkü sizler, bu gibi haram şeyleri
ancak günahına göz yumarak alırsınız. O halele böyle mallan başkalarına
vermeyin.
Taberi diyor ki:
"Bize göre âyetin izahına en uygun olan tefsir şunu söylemek olur.
"Aziz ve Celil olan Allah, bu âyet-İ kerimesiyle kullarını tasaddukta
bulunmaya ve mallarında zekât vermeye teşvik etmiş ve zkât vermeyi kullarına
farz kılmıştır. Allah tealanın, zenginlerin mallan için, üzerlerine farz
kıldığı zekât, ona layık olanların hakkıdır. O hak sahipleri, zekât verenlerin
ortağı gibidir. Nasıl ki ortaklardan biri, ortak olan mallarından kötüsünü
almayı kabul etmezse, zekatı hak edenlere de o malın kötüsünü veremez.
Ortaklardan biri böyle bir şeyi kabul etmesi için ya verilen malı düşük değerde
tutacaktır yahut da istemeyerek kabul edecektir. Bu itibarla, kendilerine
zekat verilenlerin durumu da öyle olacaktır. O halde, Allahın rızasını kazanmak
isteyen sizler, ortağına haksızlık yapacak olan kimsenin durumuna düşmeyin,
Taberi diyor ki
"Malların kötüsünü vermenin yasak olması, zekat gibi, verilmesi farz olan
malî yükümlülükler için söz konusudur. Teberruda bulunan kimsenin böyle bir
yükümlülüğü yoktur. Her ne kadar, teberruda bulunan kimsenin de, malının en
güzelini vermesinin uygun olacağı kanaatinde isem de, ben, böyle bir kimseye
malının kötüsünü vermesinin haram olduğunu söyleyemem. Zira, malın kötüsünden
teberru eden, daha fazla miktarda verebilir, yoksullar da daha fazla
faydalanmış olur.Nitekim bu hususta Ubeyde es-Selaminin şunu söylediği rivayet
edilmiştir. "Bu âyet, zekat hakkında nazil olmuştur. Kişi teberruda
bulunurken hurma da verebilir, değeri düşük para da. Aslında, değeri düşük para
hurmadan daha evladır. [172]
268- Şeytan
sizi, fakirlikle korkutur ve sîze hayasızlığı emreder. Allah ise size katından
bağışlama ve lütuf vaadediyor. Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.
Ey insanlar, Şeytan
sizi "Eğer Allah yolunda harcarsanız fakir düşersiniz." diye
korkutur. Sizlere, Allaha isyan etmeyi ve ona itaati terkedip hayasız olmayı
emreder. Allah ise sizlere, harcamalarınıza karşılık, günahlarınızın
affedileceğini ve tarafından bir lütuf olarak azıklarınızı bol vereceğini
vaadeder. Allah, lütfü bol olan, kimin ikrama layık olduğunu çok iyi bilendir.
* Abdullah b. Mes'ud
diyor ki" "Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Âdemoğlunun
kalbine şeytan da bir şey sokar melek te. Şeytanın soktuğu şeyler, kötülükler
vaadetmek ve hakkı yal anlatmaktır. Meleğin soktuğu şey ise, hayırlı ümitler
vaadetmek ve hakkı tasdik ettirmektir. Kim, kendisinde bu durumu hissederse
bilsin ki bu, Allah tarafındandir. Bundan dolayı Allaha ham-detsin. Kim de
diğerini hissederse, kavulan şeytanın şerrinden Allaha sığınsın." ve sonra
bu âyeti okdu [173]
269- Allah,
hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş olur.
Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.
Allah, hikmeti yani
anlayışı, sözünde isabetli olmayı, işi yerli yerince yapmayı kullarından
dilediğine verir. Kime de hikmet verirse, yani kime de anlayışı, söz ve davranışlarında
isabetli olma kabiliyetini verirse şüphesiz ki o kimseye çokça hayır verilmiş
olur. Bunları ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar
Müfessirler, âyette
zikredilen hikmetten neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir: .
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, Abul Âliye ve Mücahidden nakledilen bir görüşe göre bu âyette
zikredilen "Hikmef'ten maksat, Kur'andır ve Kur'anı anlainaktır. Bu
hususta Abdullah b. Abbasııı şunları söylediği rivayet edilmektedir. Âyetteki
"Hikmef'ten maksat, Kur'anın nâsihini, mensuhunu muhkemini, müte-şabihini,
mukaddemini, muahharını, helalini, haramını ve misallerini anlamak ve
bilmektir.
b-
Mücahitten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen Hikmetten
maksat, sözde ve işte isabetli olmaktır.
c- İbn-i
Zeyde göre, burada zikredilen hikmetten maksat, dini anlamak ve ona uymaktır.
d- İbrahim
en-Nehaiye göre hikmet'ten maksat, anlayışlı olmakür.
e- Reb1 b.
Enese göre bundan maksat, Allahtan korkmadır. Çünkü her şeyin başı Allahtan
korkmaktır. Ve Allah teala: "Kullan içinde Allahtan hakkıyla korkanlar
ancak âlim kullardır. [174] buyurmuştur.
f- Süddiye göre ise
buradaki "Hikmef'ten maksat, Peygamberliktir.
Taberi diyor ki:
"Aslında hikmetten maksat, davranışlarda isabetli olmaktır.
Davranışlarında isabetli olan, bilinmesi icabedeni bilendir, Allahtan korkandır.
Fakihtir, âlimdir. Peygamberler de böyledir. Bu itibarla hikmeti, isabetli olma
anlamında almak, bu görüşlerin hepsini kapsamaktadır. [175]
270-
Harcadığınız her şeyi veya adadığınız her adağı şüphesiz Allah bilir.
Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.
Allah yolunda
verdiğiniz herhangi bir nafakayı veya hayır işleme maksadıyla adadığınız
herhangi bir adağı şüphesiz ki Allah bilir. Hiç bir şey ondan gizli kalmaz. O
size bunların karşılığını verecektir. Zalimlerin ise Allanın azabına karşı
hiçbir yardımcıları yoktur.
* Âyette zikredilen
"Zalimler"den maksat, mallarını gösteriş için harcayanlar ve AUaha
itaata vesile olmayacak bir şeyi adayanlardır. Bunlar, yapacakları şeyleri
gerçek yerlerinin dışında yaptıkları için zalim olmuşlardır. [176]
271-
Sadakaları açıkça verirseniz ne güzel. Eğer onları gizler ve fakirlere
verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Allah bununla günahlarınızdan bir
kısmını öter. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Eğer sadakalarınızı
açıkça verirseniz bu güzel bir şeydir. Şayet onları kimseye göstermeden gizler
ve gizlece fakirlere verirseniz, bu sizin için açıkça vermenizden daha
hayırlıdır. Çünkü gizli verilen sadaka daha hayırlıdır, daha faziletlidir.
Allah, sadakalarınız sebebiyle bir kısım günahlarınızı Örter. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır. Amellerinizden hiçbir şey ona gizli kalmaz.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) sadakayı gizlice verenin kıyamet gününde arşın gölgesinde
gölgelendirilecek yedi sınıf insandan biri olacağını beyanla buyuruyor ki:
"Yedi kimse
vardır ki, Allanın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir
günde Allah onları, arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar, adaletli
Halife, AUaha ibadet ederek yetişen genç, kalbi mescitlere bağlı olan kişi,
Allah için birbirlerini seven iki arkadaş (öyle ki, bunlar Allah için bir araya
gelir ve Allah için ayrılırlar.) Mevki ve güzellik sahibi bir kadın kendisini
(hayasızlığa) davet ettiği halde: "Ben, Allahtan korkarım" diyerek
onu reddeden kişi,, sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin duymayacağı kadar
gizlice sadaka veren kişi ve hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde Allahi anarak
gözlerinden yaş döken kişilerdir. [177]
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis- şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Allah teala yeryüzünü
yaratınca, yeryüzü sarsılıyordu. Bunun üzerine Allah teala dağlan yarattı.
Onları yeryüzüne yerleştirdi ve yüryüzü istikrara kavuştu. Melekler, dağların
güçlülüğüne şaşarak: "Ey rabbimiz, yaratıkların arasında dağlardan daha
güçlü bir şey var mı?" diye sordular. Allah: "Evet, demir var."
buyurdu. Melekler: "Ey rabbimiz, yaratıkların içinde demirden daha güçlü
bir şey var mı?" dediler. Aİlah: "Evet ateş var." buyurdu.
Melekler: "Ey rabbimiz, yaratıkların arasında ateşten daha güçlü bir şey
var mı?" dediler. Allah : "Evet su var." buyurdu. Melekler:
"Ey rabbimiz, yaratıkların arasında sudan daha gülçü bir şey var
mı?" dediler. Allah: "Evet rüzgâr var." buyurdu. Melekler:
"Ey rabbimiz, yaratıkların arasında rüzgârdan daha güçlü bir şey var
mı?" dediler. Allah, "Evet var. O, sağ eliyle bir sadaka verip onu
sol elinden gizleyen Âdemoğludur." buyurdu[178]
Ebu Zer el-Gifari
(r.a) diyor ki:
...Dedim ki: "Ey
Allanın Resulü, sadakanın karşılığı nedir?" Resulullah (s.a.v.) "Kat
kattır." buyurdu. Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, hangi sadaka daha
üstündür" Resulullah: "Malı az olanm zorlukla verdiği bir de gizli
olarak fakire verilen sadakadır." buyurdu[179]
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde buyurmuştur ki:
"Suyun
ateşi.söndürdüğü gibi, sadaka da hataları söndürür. [180]
Abdullah b. Abbasa göre burada gizli
verilmesinin daha efdal olduğu belirtilen infak, farz olmayan bağışlardır.
Çünkü farz onlanların açıktan verilmesi daha evladır. Bu âyetin izahında
Abdullah b. Abbasm şunları söylediği rivayet edilmektedir: Allah teala, gizli
olarak verilen bağışı, açık olarak verilenden yetmiş kat üstün kılmıştır. Farz
olan şeyin açıktan verilmesini ise gizli verilmesinden daha üstün kılmıştır.
Açıktan verilenin sevabının, gizli verilenden yirmi beş kat üstün olduğu söylenmektedir.
Diğer bütün farzlarda ve nafilelerde de durum böyledir.
Yezid b. Habib ise bu
âyet-i kerimenin, Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitap hakkında indiğini
söylemiş ve âyeti şöyle izah etmiştir: "Eğer sizler, ehl-i kitap olan
Yahudi ve Hristiyanlara verdiğiniz sadakaları açıktan verecek olursanız ne
güzel, şayet onu gizler ve onların fakirlerine verecek olursanız, bu sizin için
daha hayırlıdır." Yezid b. Habib, fakir müslümanlara verilecek olan zekatların
da bağışlarında gizli verilmelerinin, açıkça verilmeden daha evla olduğunu
söylemiştir. [181]
272- Ey
Muhammed, onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini
hidayete erdirir. Yaptığınız her hayır kendiniz içindir. Zaten siz ancak
Allahın rızasını kazanmak için sarfedersiniz. Allah yolunda yaptığınız her
bayırın karşılığı sîze tam olarak verilir. Ve siz, hiçbir haksızlığa
uğratılmazsınız.
Ey Muhammed,
müşrikleri hidayete kavuşturmak sana ait değildir. Fakat Allah, yaratıklarından
dilediğini İslama ulaştırır ve o kişiyi İslama eriştirmeye muvaffak kılar.
Allahın rızasını kazanmak için ne harcarsanız, onun sevap ve
mükâfaati size aittir. Sizin, Allah
rızası dışında harcamanız size yakışmaz. Sizin harcamış olduğunuz hayırlı,
malların karşılığı, kıyamet gününde tam olarak size verilecektir. Ve sizler,
yaptığınız amellerin karşılıkları eksiltilerek bir zul-ma uğratılmayacaksınız.
*Abdlullah b. Abbas
diyor ki: "Müslümanlar, müşrik olan akrabalarına sadaka vermek
istemiyorlardı. Resulullahtan bu hususu sordular. Bunun üzerine bu âyet-i
kerime nazil oldu. Onlara bu hususta ruhsat tanıdı. Bu rivayet, Şaid b. Cübeyr,
Katade, Rebi' b. Enes ve Süddiden de nakledilmektedir. [182]
273- Sadaka,
kendilerini Allah yoluna vakfedenler içindir. Bunlar (rızık aramak için)
yeryüzünde dolaşmazlar. Durumlarını bilmeyen kimse, iffetlerinden dolayı onları
zengin sanar. Sen onları simalarından tanırsın. Onlar, insanlardan ısrarla
dilenmezler. Harcadığınız her hayırı, şüphesiz ki Allah bilir.
Allah yolunda
harcanacak malların harcama yeri, kendilerini Allah yolunda cihad etmeye
hasreden ve bu sebeple rızık kazanma çalışması yapmayan fakirlerdir. Bunların,
yeryüzünde gezip dolaşarak nzık temin etmeye ve kazanç sağlamaya imkânları
yoktur. Hallerinden anlamayanlar onları, iffetlerinden dolayı
dilenmediklerinden, zengin zannederler. Sen onları, yüzlerindeki bitkinlik,
mağduriyet ve ihlastan tanırsan. Onlar, iffetli oldukları için, insanlardan
ısrarla dilenmezler. Siz, Allah yolunda neyi harcarsanız şüphesiz ki Allah onu
bilir. Ve size karşılığını verir.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Kendilerini Allah yoluna vakfedenler"den maksat, Katade
ve İbn-i Zeyde göre, kendilerini Allah yolunda savaşmaya vakfeden
Mücahidlerdir. Süddiye göre ise, müşrikler tarafından, Medine-i Münevverede
kuşatılan fakir müminlerdir. Taberi birinci görüşü tercih etmiştir.
Âyet-i kerimede
"Sen onlan simalarından tanırsın." buyrulmaktadır. Yani sen iffetli
fakirleri, şekillerinden tanırsın." demektir. Müfessirler, iffetli fakirlerin,
şekillerinden nasıl tanınacakları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Mücahide
göre iffetli fakirlerin siması, mütevazi ve çekingen olur. Onlar, bu
halleriyle tanınırlar.
b- Süddi ve
Reb'i b. Enese göre ise, bu fakirlerin simaları, yüzlerindeki bitkiinlik ve
fakirlik alametiyle belli olur.
c- îbn-i
Zeyde göre ise bu gibi iffetli fakirler, elbiselerinin eski ve yırtık oluşuyla
tanınırlar. Zira açlık hali gizli bir şeydir. İnsanlar kişinin bu halini pek
iyi teşhis edemezler.
Taberi diyor ki:
"Doğru olmaya daha layık olan görüş şudur: "Allah teala,
Peygamberine, iffetli fakirlerin bir kısım alametleriyle ve üzerlerindeki
yoksulluk nişaneleriyle tanindıklarnı bildirmiştir. Resulullah da sahabileri
de bu gibi fakirleri, doktorun hasta insanı tanıdığı gibi bir takım alamet ve
belirtilerinden tanıyorlardı. Bu alametler, iffetli fakirin, çekingen olması da
olabilir, üzerindeki bitkinliği de olabilir, elbisesinin yırtıklığı da
olabilir. Bunların hepsi bir arada da bulunabilir. Kişinin fakirliği,
vasfedilerek değil inceleme ile anlaşılır. Mesela bir kısım hastalar görünüşte
çok sıhhatli imiş gibi görünebilirler. Fakat muayene edildiklerinde hasta
oldukları ortaya çıkar. Bazı zengin insanlar yırtık pırtık elbise giyerler.
Siz onların fakir olduklarını sanırsınız. Halbuki onlarda fakirlik yoktur.
Âyet-i kerimede
"Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler." buy uru 1 maktadır.
Aslında iffetli fakirler, hiç dilenmezler. Burada zikredilen, ısrarla dilenmek,
diğer fakirlerin sıfatıdır. Allah teala, bu sıfatı zikrederken, ısrarla dilenen
fakirlerin yüzsüz olduklarını beyan etmek istemiş ve bu yolla iffetli
fakirleri Övmüştür. Bu hususta Ebu Said el-Hudri diyor ki: Bir zaman yoksul
düştük. Bana denildi ki: "Gidip Resulullahtan bir şey istesene." Ben
de yürüyerek Resulullaha gittim. Onun konuşmalarından önüme çıkan ilk sözü şu
oldu. "Kim iffetli ve vakarlı olursa Allah da onu iffetli vakarlı kılar.
Kim, kendisini başkasına muhtaç göstermezse Allah da onu başkasına muhtaç
etmez. Bizden bir şey isteyen kimseye, elimizde bulunanı asla esirgemeyiz.
"Bunun üzerine ben kendi kendime dedim ki: "Ben, iffetli ve vakarlı
olsam da Allah da beni böyle yapsa daha iyi olmaz mı?" Ondan sonra oradan
ayrıldım. Ve ondan sora, Resulullahtan onaya çıkan bir ihtiyaç için hiçbir şey
istemedim. Bundan sonra dünya bize meyletti. Öyle ki bizi (mala) boğdu. Ancak
Allahın koruduğu kimse bundan beri oldu. Bu hususta Katade de şunu rivayet etmiştir: Resuluüah
şöyle derdi: "Allah, halim selim, zengin ve iffetli olanı sever. Allah,
edepsiz, hayasız zengini ve ısrarla dileneni sevmez. "Yine Katade,
Resulullahın başka bir hadisinde: "Allah sizin için üç şeyi sevmez.
Bunlar, dedi kodu, malı zayi etmek ve çokça dilenmektir." buyurduğunu
rivayet etmiştir. Katade sözlerine devamla şunları söylemiştir: "Bakarsın
ki bir insan, gün boyunca dedi kodu ile meşgul olur. Bir sürü sözler
biriktirir. Geceleyin de onlan insanlara aktarır. Nihayet ruhu alındığında
döşeğinin üzerinde bir leş olarak bırakılmış olur. Allah ona ne gündüzünden ne
de gecesinden bir pay vermiş olur. Bâzı zengin insanları da görürsün ki
şehvani arzularında, zevkü safalannda, oyun ve eğlenceler içindedirler. Bu
şeyler onu, Alla-hın emirlerini yerine getirmekten alıkoyarlar. İşte malı zayi
etme de böyle olur. Bazı insanları da görürsün ki, ellerini uzatmış insanlardan
dilenir. Kendisine bir şey verilirse onu vereni aşırı derecede över.
Verilmeyecek olursa da bu sefer o insanları aşın derecede kınar."
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde gerçek yoksulu tarif ederek buyuruyor ki:
"Bir hurmanın,
iki hurmanın, bir lokmanın iki lokmanın geri çevirdiği kişi yoksul değildir.
Asıl yoksul iffetli olandır, (iffeti il iğinden dolayı dilenmeyen ihtiyaç
sahibidir.) Dilersiniz şu âyeti okuyun: "Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler,
[183]
274- Gece ve
gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah yolunda harcayanların, rablcri
katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir
de.
Mallarını Allah
yolunda, israf etmeksizin, cimrilik yapmaksızın, fesat çıkarıp saçıp
savurmadan, gizli ve aşikâr olarak harcayanların, rableri katında sevap ve
mükâfaatlan vardır. Onlar için âhirette bir korku yoktur. Dünyada bıraktıkları
şeylerden dolayı da üzülmezler.
*Ebüdderda, bu âyet-i
kerimenin, atlarıyla Allah yolunda cihad eden müminleri vasıflandırdığım
söylemiştir. Katade ise bu âyetin, israfa kaçmaksızm ve harcamada kısıtlı
davranmaksızın, mallarım Allah yolunda harcayanları vasıflandırdığını ve
bunların cennetlik kimseler olduklarını söylemiş bu hususta Resulullahın da
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Mallan çok olan zenginler, en aşağıda
bulunanlardır." dediler ki: "Ey Allanın Peygamberi, bundan kim
müstesnadır?" Resulullah yine: "Mallan çok alan zenginler, en aşağıda
bulunanlardır." buyurdu. Orada bulunanlar yine "Ey Allanın
Peygamberi, ondan kim müstesnadır?" dediler. Resulullah da tekrar:
"Mallan çok olan zenginler en aşağıda bulunanlardır." buyurdu. Yine
orada bulunanlar: "Ey Allanın Peygamberi ondan kim müstesnadır?"
dediler ve onlar, ortık bu soruya cevap verilmeyeceğini zannetiler ve cevap
alamamaktan korktular. Nihayet Resuluîlah buyurdu ki: "Ondan, malını
sağına soluna, önüne arkasına tasadduk eden müstesnadır. Bunlardan da pek azı
bu istisnaya girer. "Evet, bu âyette zikredilenler, Allanın farz kıldığı
ve razı olduğu yolda mallarını israfa, cimriliğe ve fesada kaçmaksızm
harcayanlardır.
Abdullah b. Abbas
Tevbe süresindeki zekata ait hükümleri belirten âyetler nazil olmadan önce bu
ve bundan önce geçen iki yüz yetmiş, yetmiş bir, yetmiş iki ve yetmiş üçüncü
âyetlerle amel edildiğini, Tevbe süresindeki âyetler inince de yalnızca onlarla
amel edilmeye başladığını söylemiştir. [184]
275- Faiz
yiyenler, yerlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu
onların: "Alış veriş tc aynen faiz gibidir." dcmclerinden-dir.
Halbuki Allah, alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır. Kim, rabbin-den
öğüt gelir de yaptığını terkederse, geçmişte aldığı onundur. Ve onun işi Allaha
aittir. Kim de tekrar faizciliğe dönerse işte onlar, cehennemliktirler. Orada
ebedi olarak kalacaklardır.
Faizi almak vermek ve
yemek suretiyle faizle muamele yapanlar, kıyamet gününde kabirlerinden, ancak
şeytanın çarptığı, sara hastalığına yakalanarak kendini yerden yere atan
kişinin kaltığı gibi kalkarlar. Onların, kabirlerinden bu şekilde kalkmalarının
sebebi, inkâr etmeleri ve iftirada bulunarak "Alışveriş te faiz gibidir.
Niçin bu haram olsun?" demelerindendir. Halbuki Allah, alış veriş
suretiyle ticari kazancı helal, faizi ise bütün çeşitleriyle haram kılmıştır.
Kim, rabbinden bir öğüt ve korkutma geldikten sonra faiz yemekten vaz geçerse,
haram hükmü gelmeden önce olan olmuştur. Ve onun işi allaha aittir. İsterse
onu affeder, isterse azabeder. Kim de haram kılındıktan sonra tekrar faiz yerse
onlar cehennemliktirler. Orada edebi olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerimede,
"Faiz yiyenler, yerlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi
kalkarlar." buyurulmaktadır. Arapçada "Faiz' kelimesi lafzıyla ifade
edilmiştir. Bu kelimenin mânâsı "Artmak ve fazlalaşmak." demektir.
Mallarını faize verenler, onları bu yolla artırmak istedikleri için faize
"Riba" denmiştir. Faiz yiyenlerin, yerlerinden şeytanm çarptığı kimse
gibi kalkacakları beyan edilmiştir. Burada ifade edilen "Yerler"den
maksat, Mücahid, Abdullah b. abbas, Said b. Cübeyr, Katade, Rebi' b. Enes,
Dehhak, Siklıli ve İbn-i Zeyde göre kıyamet gününde diriklikten sonra
kalkacakları kabirlerdir. Kıyamet gününde faizcilerin alametleri, şeytanın
çarpmış olduğu kişi gibi, saralı bir şekilde olmalarıdır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Âyet-i kerimede, faizi bizzat yiyenler
zikredilmektedir. Ticaretlerinde faizli işlem yapan ve onu fiilen yemeyenler
de bu âyetin beyan ettiği cezaya çarptırılacaklar mıdır? Cevaben denilir ki:
"Faizi sadece yiyenler değil, her türlü faizli muamelede bulunanlar bu
âyetin beyan ettiği hükme
dahildir. Ancak, âyetin indiği zaman-faizcilerin, faizden elde ettikleri gayr-i
meşru kazancı en çok yeme ve içmelerinde kullandıkları için âyette "Faiz
yiyenler ifadesi yer almaktadır. Yoksa bütün faizle muamele yapanlar bu âyetin
kapsamına girmektedirler. Nitekim şu âyet-i kerime ve şu ha-dis-i şerif bu
hususu ortaya koymaktadırlar. Allah teala buyuruyor ki: "Ey iman edenler,
Allahtan korkun ve eğer iman ediyorsanız faizden arta kalanı bırakın. [185]
Peygamber efedimiz de hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur.
"Allah, faizi
yiyene de yedirene de şahidine de kâtibine de lanet eder. [186]
276- Allah,
faizi mahveder, sadakaları ise artırır. Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez.
Allah, faizi eksiltir
ve yok eder.Sadakalarm sevabını ise kat kat artırır. Sadaka verilen malı
artırır. Allah, inkârda ısrar edenleri, ikaz ve nasihatlara aldırmayarak günah
işlemeye devam edenleri asla sevmez.
Allah tealanın, faizi
mahvetmesi, ya onu tamamen imha etmesi veya onun karıştığı malın bereketini
gödermesiyle olur. Resulullah (s.a.v.) efendimiz bir hadisi şerifinde:
"Faiz çoğalsa
dahi sonunda eksilmeye mahkumdur." buyurmuştur[187]
Sadakalar bunun
aksinedir. Çünkü Allah onlara bereket verir ve onlan ar-irır. Nitekim bu
hususta Allah teala diğer âyetlerinde şöyle buyumıuştur: "Malarını Allah
yolunda harcayanların durumu: Her başağında yüz tane olmak üzere ^edi başak
veren bir tanenin durumuna benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Mlah, lütfü
geniş olan ve her şeyi bilendir. [188]"O
kimdir ki, Allah için güzel )ir ödünç takdim etsin de, Allah ona karşlığım kat
kat versin? Rızkı daraltan da Mİahtır, bol veren de. Yine ona döneceksiniz. [189]
Peygamber efendimiz de
bu hususta şöyle buyuruyor:
"Kim, helal
kazancından bir hunna kadarım sadaka olarak verirse ki - Allah, ancak helal
maldan olan sadakayı kabul eder. - Allah onu sağ eliyle (güzelce) kabul eder.
Sonra onu, sizden birinin atının tayını beslediği gibi besler. Öyle ki, o dağ
gibi [190]
Diğer bir rivayette de
şöyle buyurmuştur.:
"Şüphesiz ki
Allah, sadakayı kabul eder. Onu sağ eliyle alır ve sizden birinizin atının
tayını besleyip büyüttüğü gibi o sadakayı büyütür. Öyle ki, bir lok-ma uhut
dağı gibi olur. Bunu, aziz ve celil olan Allahın kitabında doğrulayan
âyetler: "Bunlar, kullarının
tevbesini ve sadakaları ancak Allahın kabul ettiğini ve tevbeleri çokça kabul eden
ve çok merhametli olanın sadece Allah olduğunu bilmezler mi? [191]"Allah,
faizi mahveder, sadakaları ise artırır. Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez. [192]âyetleri
dir. [193]
277-
Şüphesiz ki iman edenlerin, salih amel işleyenlerin, namazı kılıp zekatı verenlerin,
rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir de.
Allahı ve Resulünü
tasdik eden ve Allahın, kendilerine emrettikleriyle amel eden, namazı bütün
erkânıyla birlikte kılan ve mallarından, farz kılınmış olan zekatı verenlerin,
âhirette rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar,
dünyada bıraktıkları şeylere de üzülmezler. [194]
278- Ey iman
edenler, Allahtan korkun ve eğer iman ediyorsanız faizden arta kalanı bırakın.
Ey iman edenler,
emirlerine itaat ederek ve yasaklarından kaçınarak Allahtan korkun ve
alacağınızdan, ana paranın üzerine ilave edilen faizi terkedin, almayın. Eğer
sözünüzde, işinizde ve imanızda samimi kişiler iseniz bunu böyle yapın.
Suddi, İbn-i Cüreyc ve
İkrime, bu âyet-i kerimenin, nüzul sebebi hakkında şunlan söylemişlerdir: Bir
kısım insanlar İslama girmeden önce mallanın faize vermişlerdi. Bunlar, faizin
bir kısmını almışlardı diğer kısmı duruyordu. Allah teala bu âyet-i kerimeyi
indirerek onların daha önce almış oldukları faizleri affettiğini ve geriye
kalan faizi de almalarının haram olduğunu bildirdi. Faize mal veren kişilerin,
Abbas b. Abdul Muttalib ve Muğire oğullarından bir kişi olduğu, faizle mal
alanların da Sakiyf kabilesinden Amr oğullan olduğu rivayet
edilmiştir. Diğer bir
rivayette ise mallarını faize verenlerin Amr oğullan olduğu, alanların da
Muğire oğullan olduğu bildirilmektedir. [195]
279- Eğer
böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından, size karşı harp ilan edilmiş
olduğunu bilin. Şayet tevbe ederseniz, sadece sermayeniz sizindir. Böylece
haksızlık etmemiş ye haksızlığa da uğramamış olursunz.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Bilin" diye tercüme edilen kelimesi iki şekilde
okunmuştur.
a- Bütün
Medine halkı bu kelimeyi, sülasî fiilden türetilmiş bir emir kabul etmişler ve
şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Şayet
sizler, bu emredileni yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafından size savaş
açılmış olduğunu bilin.
b- Küfe
kurralarımn tümü ise bu kelimeyi, rubai fıilerden türetilmiş bir emir kabul
ederek şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu ifadenin mânâsı şöyledir:
"Şayet sizler, emrolunani yapmazsanız, Allah ve Resulüne karşı
savaştığınızı diğer ihsanlara ilan edin."
Taberi : "Bu
kıraatlardan birinci kıraatin tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira, savaş
ilan etme, faiz yiyenlerin hakkı değil Allah ve Resulünün hakkıdır. Nitekim bu
hususta, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: "Şayet, faizli muamele yapan
kimse, bundan vazgeçmeyecek olursa, müslümanlann imanının bu kimseyi tevbe
etmeye çağırması gerekmektedir. Eğer vazgeçerse mesele yoktur. Aksi taktirde
imam onun boynunu vurur. Bu hususta Katade de şunları söylemiştir:
"Gördüğünüz gibi Allah, faiz yiyenleri öldünnekle tehdit etmiş ve onlar
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kanlannı heder etmiştir. Reb' b. Enes te Allah
tealanın bu âyet-i kerime ile, faiz yiyenleri öldürmekle tehdit ettiğini söylemiştir.
Ayet-i kerime, faizin
korkunç bir cinayet olduğunu ortaya koymaktadır. Bu cinayetin büyüklüğünü
anlamak için, Kur'an-ı Kerimin, faizcileri nasıl vasıflandırdığını dikkatle
incelemek yeterlidir. Kur'an-ı Kerim, faizcileri, Şeytanın çarptığı, sara
hastalığına yakalanmış, kendini yerden yere atan ve aklından zoru olan deliler
gibi sağa sola yalpa yapan bir kimseye benzetmiştir.
Faizciler ise,
Kur'an-ı Kerimin bu tasvirine rağmen faizin zararlannı yok
gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Allanın, bu kadar kötü olduğunu bildirdiği faizi meşru gören ve onunla muamele
yapanlann, Allah ve Resulünün kendilerine karşı savaş ilan ettiğini beyan eden
âyete rağmen faizle iştigal ederek rablerine karşı savaşmayı basit bir olay
gibi gösterenlerden ve o faizi helalmiş gibi takdim etmeye çalışanlardan daha
zalim ki olabilir? Hangi müslüman, bu tehdidi duyduktan sonra faizli muameleye
devam etmek ister? Bu âyet-i kerimeyi duyduktan sonra yaptığından vaz geçip
tevbe etmeyen, bu korkunç cinayeti işlemeye devam eden kişilere yazıklar
olsun. İmanla faiz birbirinin zıddıdır. Hiç bir zaman birleşmezler.
Cabirb. Abdullahın
rivayetinde bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor Cabir diyor
ki:
"Resulullah
(s.a.v.) faizi yiyene, yedirene, yazana ve şahitlerine lanet etti. Ve
"Onlar eşittir" buyurdu. [196]
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde de buyuruyor ki:
"Ben isra ve
miraç gecesinde, kannlan evler kadar büyük olan bir topluluğun yanma vardım.
Karınlarında yılanlar vardı. Bu yılanlar dışarıdan görünüyordu. Dedim ki:
"Ey Cebrail, bunlar kimdir?" dedi ki: "Bunlar, faiz
yiyenler-dir. [197]
Peygamber efendimiz
bir diğer hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Faizde yeüniş
günah vardır. En hafifi, kişinin, anası ile zina etmesi gibidir. [198]
280- Eğer
borçlu darda ise ona, genişliğe çıkıncaya kadar mühlet verin. Bağışlamanız
ise, bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.
Eğer borçlu sıkıntı
içindeyse ve ödeme gücü yoksa genişliğe çıkıp ödeme gücü elde edinceye kadar
bekleyin. Fakat, sadakanın faziletini ve sıkıntı içindeki borçlunun
sıkıntısını gidermenin sevabını bilirseniz, alacağınızdan vaz geçip onu
borçluya bağışlamanız, o malı ondan almanızdan sizin için daha hayırlıdır.
* Resulullah (s.a.v.)
efendemiz buyuruyor ki:
"Kim, bir
borçlusuna nefes aldırır veya onun borcunu silerse o kişi kıyamet gününde
arşın gölgesinde olacaktır. [199]Müfessirler
bu âyet-i kerimede, darlık içinde oldukları zaman kendilerine süre tanınması
emredilen borçlulardan hangi borçluların kastedildiği hususunda iki görüş
zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Muhammed b. Şîrîn, İbrahim en-Nehai, Katade, Dehhak vb. âlimlere göre
burada zikredilen borçludan maksat, faizli muamelede borçlu durumuda olan ve
faizle aldığı ana parayı ödemekten âciz kalan borçlulardır. Alacaklılar, ona
paralanın ödemekten âciz olan bu borçlulara, ödeme imkânları oluncaya kadar
süre tanımakla emrolunmuşlardir. Fakat, faizli muamele dışındaki herhangi bir
muameleden dolayı borçlu olan kimseler borçlarının vadesi geldiği zaman onu
ödemek zorundadırlar. Aksi halde kendilerine hapis gibi hukuki müeyyideler
uygulanır. Bu hususta, Muhammed b. Sîrî diyor ki: "Bir alacaklı kişi
borçlusunu, Kadı Şüreyhe şikayet etti. Şüreyh de borçlunun aleyhine hüküm
vererek hapsedilmesini emretti. Şüreyhin yanında bulunan bir dam, "Borçlu
oJan bu kişi dardadır. Allah teala da kitabında "Eğer borçlu darda ise ona
genişliğe çıkıncaya kadar mühlet verin." buyumıaktadır." dedi. Şüreyh
dedi ki de "Bu âyet, faizli muameleleri söz konusu etmektedir. Zira Allah
teala, kitabında, başka bir ayette buyuruyor ki: "Allah size, emanetleri
ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi
emrediyor. [200] Kadı Şüreyh, sözlerine
davamla dedi ki: "Allanın, bize bir şeyi emredip sonra da emrini yerine
getirdiğimizden dolayt bize azabetmesi beklenemez.
b- Dehhak ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet- kerime, her
türlü borçluyu ifade etmektedir. Bu borç, helal bir alış verişten de olsa,
faizden de olsa aynı hükme tabidir. Bu hususta, Dehhakm şunu söylediği rivayet
edilmiştir. "Müslüman kardeşinde alacağı olan bir mümin, kardeşinin darda
olduğunu bildiği halde, borcunu ödeyemediği için onu hapsettirmesi ve genişliğe
çıkmasını beklemeyip alacağını isteyerek onu sıkıştırması helal değildir.
Taberi diyor ki?
"Tercihe şayan olan görüş, bu âyet- kerimenin, Resulullah döneminde
mallanın faize verip sonra da müslüman olan ve müslümün olduklarında faiz alacaklanni
henüz tahsil edememiş olanlar hakkında nazil olduğunu söyleyen görüştür.
Âyet-i kerime, bu gibi insanlara faiz alacaklarını bırakıp sadece ana
paralarını almalarını emretmiş, borçluları, ana paralarını ödemekten âciz
iseler, onlara mühlet ven-nelerini emretmiştir. Bu itibarla, bu âyet, müslüman
olmadan önce, malını faize veren kimselere h i tabetmektedir. Ancak, her ne
kadar âyet, faizli muamele yapan kimseler hakkında inmişse de hükmü her
alacaklı için geçerlidir. Bu nedenle borcunu ödemede, darlık içinde olan her
borçluya, alacaklısı tarafından, imkanı oluncaya kadar zaman tanınması
gere-mektedir. Zira, alacaklının alacağı, borçlunun malı üzerinde bir haktır.
Onun vücudu üzerinde bir hakkı değildir. Borçlunun ödeme gücü yoksa
alacaklının, onun hürriyetin kayıt altına alıp onu hapsettirmeye veya onun kol
eleştirerek satmaya hakkı yoktur. Zira, alacaklının alacak hakkı ya malının
tümü üzerinde bir hak, ya borçlunun vücudu üzerinde bir hak veya malından belli
şeyler üzerinde bir hak veya malının tümü üzerinde bir hak farzedilebiler.
Şayet alacaklının hakkı, borçlunun vücudu üzerinde olsaydı, borçlunun ölmesiyle
bu hakkın sona
ermiş olması
gerekirdi. Habluki bunun böyle olduğunu kimse söylememektedir. Şayet borçlunun
belli bir malı üzeride bir hak kabul edilecek olursa o malın yok olmasıyla da
alacaklının hakkının ortadan kalkması gerekirdi. Bunun böyle olduğunu da kimse
söylememektedir. O halde, ortada, "Alacaklının hakkı, borçlunun malının
tümü Üzerindedir." demekten başka bir ihtimal kalmamıştır. Madem ki
alacaklının hakkı, borçlunun malı üzerindedir o halde alacaklının, borçlunun
vücudu üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı yoktur. Alacaklının, böyle bir
hakkı olmadığına göre, borcunu Ödemekten aciz kalan borçluya, gücü yetinceye
kadar mühlet tanımasından başka bir yol yoktur. Bu da, bu âyet-i kerimede zikredilen
borçludan maksadın her çeşit borçlu olduğunu göstermektedir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Bağışlamanız ise, bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır."
buyurulmaktadır.
a- Katade ve
İbrahim en-Nahai âyetin bu bölümünü "Sizler, mallarınızın sermayesini
almanız yerine, borçlunuz olan, zengin ve fakirlere bu mallarınızı bağışlamanız
sizin için daha hayırlıdır." şeklinde izah etmişlerdir. Buna göre,
müslüman olmadan önce faizli muamelede bulunan alacaklı kişi, müslüman olduktan
sonra borçlularından sadece malının sermayesini alabilir. Sermayeyi de almaması
daha evladır. Borçlunun zengin veya fakir olması farketmez.
b- Süddi,
Rebi' b. Enes, Dehhak ve İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, ifade etmektedir,
ki alacaklı kişinin alacağını, borcunu ödemekte güçlük çeken borçlusuna
bağışlaması daha evladır. Zengin olan borçlusuna böyle davranmasının daha evla
oluşu söz konusu değildir.
Taberi bu görüşü
tercih etmiştir. Zira âyetin bu bölümü, borcunu ödemede güç durumda olan
borçlunun durumunu izah eden âyetin sonunda zikredilmiştir. Bu itibarla
bağışlama işinin de böyle bir borçlu için yapılacağını söylemek daha uygundur.
Said b. el-Müseyyeb ve
Âmir eş-Şa'binin, Hz. Ömerden, yine Şa'binin Abdullah b. abbastan rivayet
ettiklerine göre Hz. Ömer ve Abdullah b. Abbas, faiz hükümlerini belirten bu
âyetlerin, Kur'a-nı Kerimin en son inen âyetleri olduğunu söylemişlerdir. Bu
hususta Hz. Ömerin şunu söylediği rivayet edilmektedir: "Kur'anın en son
inen âyeti faiz âyetidir. Allanın Peygamberi onu bize tefsir etmeden önce
vafat etmiştir. Siz faizi ve şüpheli şeyleri bırakın. [201]
281- Allaha
döneceğiniz günden korkun. Sonra herkese kazandığı tamamen ödenecektir. Ve
onlar, zulme uğratmayacaklardır.
Allanın huzuruna
çıkacağınız o korkulu günden sakının. Orada herkes daha önce dünyadayken
yapmış olduğu iyilik ve kötülüklerin mükâfaat veya cezasına kavuşacaktır.
Çünkü o gün amallerin karşılığının verileceği gündür. O gün insanlara,
amellerinin mükâfaatından herhangi bir şey eksilterek zulmedilmez. Kötülüğün
cezası, yapılan kötülük kadar, iyiliğin mükâfaatı ise on kat verilince kişiye
nasıl zulmedilmiş olabilir? Abdullah b. Abbas, Atıyye, Süddi ve Said b.
el-Müseyyebe göre Kur1 anı kerimin en son inen âyeti bu âyettir. İbn-i Cüreyc,
Resulullahın, bu âyetin inmesinden sonra dokuz gün yaşadığını, Cumartesi günü
hastalanıp pazartesi günü vefat ettiğini söylemiştir.
Âyet-i kerime, Ahkemül
Hakimîn olan Allah tealanın huzuruna çıkıp çetin bir hesap vereceğimizi
hatırlatmaktadır: Bu konuda diğer bir âyette şöyle buyurulmaktadır. "O
gün kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. O günmir Alla-hındır. [202]
282- Ey iman
edenler, belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.
Bunu, aranızda bir kâtip doğru olarak yazsın. Kâtip onu, Allahın kendisine
öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Borçlu olan kimse yazdırsın. Ve
rabbi olan Allahtan korksun. Borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Eğer borçlu aklı
ermez veya zayıf yahut da yazdırmaya gücü yetmeyen bir kimse ise onun yerine
velisi doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki
erkek bulunmazsa, şahitlerden kendisine güvendiğiniz bir erkek ve biri
unutunca diğerinin hatırlaması için iki kadın (şahitlik etsin) Şahitler
çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Borç büyük olsun küçük olsun onu, müddetiyle
birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en âdil, şahitlik için en doğru,
şüphe etmemeniz için en yakın bir yoldur. Ancak aranızda yaptığnız ticaret,
peşin olursa yazmamanızdan dolayı size bir günah yoktur. Alış veriş yaptığınız
zaman da şahit tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer zarar
verirseniz o sizin için doğru yoldan sapma olur. Allahtan korkun. Allah size
doğruy öğretiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
Ey iman edenler, belli
bir vadeye kadar alış veriş veya ödünç verme gibi şeylerden dolayı birbirinize
borçlandığınız zaman o borcu yazın. Aranızdaki bu borçlanmayı bir kâtip, hak ve
adaleti gözeterek yazsın. Bunu yazacak olan kâtip Allahın, kendisine öğrettiği
gibi yazmaktan kaçınmasın. Bu borcu kâtibe bizzat borçlu yazdırsın. Rabbinin
azabından korksun. Alacaklının hakkından herhangi bir şey eksiltmesin. Eğer
borçlu, yazdırmayı bilmemek veya neyin sağlam olacağım idrak edememk gibi
sebeplerden dolayı aklı ennez birisi ise yahut kekemelik veya dilsizlik gibi
sebeplerden dolayı yazdınnaktan âciz birisi ise ya da hapiste bulunmak veya
kaybolmak gibi sebeplerden dolayı yazdırma imkânı yoksa, onun yerine velisi,
kâtibe doğru olarak yazdırsın.
Bu alacak hakkınızı
yazdınrken iki mülsüman hür erkeği de şahit gösterin. Eğer iki erkek
bulunmazsa adaletli, dindar ve salih kimselerden uygun gördüğünüz bir erkek ve
iki kadın şahit gösterin. Zira bu kadınlardan birisi şaşırır
veya unutursa diğeri
ona hatırlatır. Şahitler, çağırıldıklarında şahitlik yapmaktan kaçınmasınlar.
Borç ister az olsun ister çok olsun, onun vade miktarını yazdırmaktan
üşenmeyin. Çünkü yazma, hem ödeme zamanı hem de borcun miktarını tesbit etmekte
en sağlam yoldur. Şahitlerin şahitlik etmeleri için de en sağlam yoldur. Çünkü
bu yazı satıcının da müşterinin de veya borçlunun da alacaklının da ikrar ve
ifadelerini ihtiva etmektedir. Böylece şahitlik edilecek hususta şahitler
arasında ihtilafta olamaz. Bu şekilde yazmak, şahitlerin şahitliğinden şüphe
etmemeye en yakın olanıdır.
Eğer alış veriş nakit
olarak peşin yapılırsa, onu yazmamanızda bir mahzur yoktur. Çünkü bu durumda
her iki taraf birbirlerinden ayrılmadan alacaklarını almış vereceklerini
vennişlerdir.
Haklarınız zayi
olmasın diye alış verişlerinizde şahit bulundurun. Kâtip te şahit de zarara
uğratılmasın. Yani, Özel bir işi ile meşgul olan bir kimse kâtiplik yapmaya,
yine başka bir şeyle meşgul olan bir insan da o işi bırakıp şahitlik yapmaya
zorlanmasın.
Eğer kâtibe yahut
şahide zarar verirseniz, rabbinize isyan etmiş günah işlemiş ve ona itaatten
ayrılmış olursunuz. Koymuş olduğu hudutları aşmak hususunda Allahtan korkun.
Allah size, dininizin hükümlerini, nelerin vazifeleriniz nelerin ise hakkınız
olduğunu öğretiyor. Allah, sizin bütün yaptıklarınızı bilen ve sizi,
amelelinize göre cezalandıracak olandır.
Âyet-i kerimede Allah
teala bizlere çeşitli muamelelerimizi yazı ile tesbit etmemizi öğretiyor,
hayat sistemimizi nasıl tanzim edeceğimizi bildiriyor. Buna uyduğumuz takdirde
tartışmalar yerini kaynaşmaya, ayrılmalar yerini birleşmeye terkeder. İslam
dini zannedildiği gibi sadece ibadet dini değildir. Bu din, hayatın bütününü
tanzim eden bir dindir. Evet İslam dini hem ibadet, hem ahlak hem iktisat hem
siyaset hem de idari bir sistemdir. Bu yüce İslam nimetine karşılık Allaha ne
kadar hamdetsek azdır.
Âyet-i kerimenin
başında "Ey iman edenler, belirli bir vadeye kadar birbirinize
borçlandığınız zaman" Duyurulmaktadır. Taberi buradaki
"Borçlanma" ifadesine vadeli alış vadeli satış, bir malı sipariş
etme, sipariş venne, bir malın bedelini verip belli bir süre sonra teslim
edilmek üzere ısmarlama, ödünç verme gibi bütün borçlanmaların dahil olduğunu
ve âyet-i kerimenin, bunların hepsinin yazılmasını emrettiğini söylemiştir.
Abdullah b. Abbasa
göre ise buradaki "Borçlanma" ifadesine, sadece İslam hukukunda
"Selem" diye adlandırılan, parası peşin verilip malın sonradan teslim
alınması şeklinde olan alış veriş girmektedir. Ayet-i kerimede, borçlanmanın
yazılması emredilmektedir. Müfessirler bu emrin mensuh olup olmadığı hususunda
iki görüş zikretmişlerdir.
Dehhak, ibn-i Cüreyc,
Rebi1 b. Enes ve Katadeye göre buradaki emir far-ziyet ifade etmektedir ve
halen geçerliliğini korumaktadır.
Şa'bi, İbn-i Zeyd,
Hasan-ı Basri ve Ebu Said el-Hudriye göre ise daha önce bu âyete göre borçlan
yazmak farz iken şu âyet-i kerime bu farziyeti neshet-miş ve ortadan
kaldırmıştır. "...Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse,
emaneti yerine versin. [203]
Âyet-i kerimenin
devamında "Bunu, aranızda bir katip doğru olarak yazsın. Katip onu,
Allanın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin." buyuru 1
maktadır.
Mücahid, Ata ve Amir
eş-Şa'bîye göre, borcu yazmaya çağırılan kâtibin bu vazifeyi yerine getirjnesi
onun üzerine farzdır. Çünkü âyet- kirimecle "Kâtip onu yazmaktan
çekinmesin." buyrulmaktadır.
Şa'bî, İbn-i Cüreyc,
İbn-i Zeyd, Hasan-ı Basri, Ebu Said el Hûdri, Dehhak ve Reb' b. Enese göre
ise, borcu yazmaya çağırılan kâtibin bunu yazması farz idi. Fakat daha sonra
neshedildi ve "Kâtibe de şahide de zarar verilmesin." buyuruldu.
Süddiye göre ise,
borcu yazmaya çağırılan kâtibin işi olmadığı takdirde onu yazması üzerine
farzdır. Şayet meşgul ise, onu yazmak üzerine farz değildir.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, Allah tealamn, borcunun yazılmasına dair
burada zikrettiği emir, farziyet ifade etmektedir ve mensuh da değildir. Zira,
Allah teala, belli bir vadeye kadar borçlanma ile muamelede bulunan iki
tarafa, aralarında bulunan borcu yazdırmalarını ve yazmaya çağrılan kâtibin de
hakkaniyetli bir şekilde bu borcu yazmasını emretmiştir. Allah teala-nın
emirleri ise aslında farzilet ifade etmektedir. Ancak, emrin farz olmayıp
mendup olduğuna veya irşad edici mahiyette olduğuna dair delil bulunması halinde
Allah telanın emirleri mendubiyet veya irşad hükmü ifade ederler. Bu âyet-i
kerimede böyle bir delil olmadığına göre, borçlanan tarafların borçlarını
yazdırmaları ve bunu yazmaya çağırılan kâtibin de bunu yazması farzdır. Bir kısım
âlimlerin: "Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yerine
versin. [204] âyetini delil göstererek
borcu yazma farziyetinin neshedildiğini söylemeleri isabetli değildir. Zira bu son âyet-i
kerime, borcu yazdırmaya bir imkân olmadığı veya borcu yazacak bir kâtip
bulumadığı durumları sözkonusu etmektedir. Yazma işinin mümkün olduğu ve
yazacak kâtibin de bulunduğu durumlarda borcu yazmanın farz olması hükmü
geçerlidir. Bu itibarla bu son âyetin, birinci âyeti neshettiği söylenemez.
Çünkü, iki âyetin birbirini neshetti-ğini söyleyebilmek için ikisinin hükmünün bir
mesele üzerinde aynı anda çakışmaları gerekir. Şayet birinin hükmünü uygulama
imkân dahilinde olmadan ikinci hükmü, bir alternatif olarak uygulanacaksa,
burada nâsih ve mensuh sözkonusu değildir. Bir sıralama vardır. Eğer denilirse
ki: "Şayet birbirinize güveniyorsanız güvenilen kimse, emaneti yerine
versin. [205] âyeti "Ey iman
denler, belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu
yazın." âyetini neshet-miştir. Bu takdirde "Şayet hasta iseniz yahut
yolculukta bulunuyorsanız veya herhangi biriniz tuvaletten gelmişse veya
kadınlara dokunmuşsanız ve su da bulamamtşsanız temiz toprakla teyemmün yapın[206]
ifadesinin: "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve
ellerinizi, dirseklere kadar yıkayın[207],
başlarınızı mesnedin, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın."ifadesini
neshettiğini söylemek icabeder ki bunun böyle olduğunu kimse iddia edemez.
Zira, abdest almaya imkân bulamayan kimselerin teyemmüm etmeleri emredilmiştir.
Keza, zihar, keffareti hakkında "Azad edecek köle bulamayanın ise karısı
ile temasta bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. [208]
âyetinin "Karılarına zıhar yapıp sonra da söylediklerinden dönenlerin
kanlarıyla temasta bulunmadan evvel bir köle azad etmeleri gerekir[209]
âyetini neshettiğini söylemek icabeder ki bunun da yanlış olduğu ortadadır.
Zikredilen bu son âyetlerle bahse konu olan âyetin ve onu neshettiği iddia
edilen âyetin, birbirlerine alternatif olma bakımından, aralarında hiçbir fark
yoktur. Nasıl ki, abdest alma imkânı bulamayana teyemmün etmesi emredilmiş,
zıhar keffaretinde köle azad etmeye gücü yetmeyene iki ay peşpeşe oruç tutması
emredilmiş, aynı şekilde borcu yazdırmaya imkân bulamayana da "Şayet
birbirlerine güveniyorlarsa yazdnrnadan borçlanma muamelesini
yapabileceklerine izin verilmiştir. Bunların, birbirlerini neshettiklerini
söylemek yersizdir.
Âyet-i kerimede:
"Borçlu olan kimse yazdırsın ve rabbi olan Allahtan korksun. Borcundan
hiçbir şey eksiltmesin." buyrulmaktadır. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi,
borcu yazdırma yükümlülüğü borçluya aittir. Onun borcu yazdırması, üzerine
farzdır. Borcunu yazdırırken alacaklısının hakkında herhangi bir şeyi
eksiltmemesi emredilmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Eğer borçlu, aklı ermez veya zayıf yahut da yazdı rma-ya güc yetmeyen bir
kimse ise onun yerine velisi doğru olarak yazdırsın." buy-rulmaktadir.
Âyetin bu bölümünde, borcunu yazdırmaktan âciz olan kimseler zikredilmektedir.
Onlar da şu kimselerdir:
a- Aklı
ermeyen diye tercüme edilen dir. Mücahide göre "Se-fih"ten maksat,
yazdırmayı ve diğer işleri kavramayan kimse demektir.
Süddi ve Dehhaka göre
ise buradaki "Sefih"ten maksat, küçük çocuktur. Taberi buradaki
sefihten maksadın, yazdırmayı bilemeyen kişi okluğunu söyleyen görüşün daha
evla olduğunu, küçük çocuğun da bu ifadenin kapsamına girdiğini söylemiştir.
b- Zayıf
olan kimes'den maksat ise, dilindeki peltelikten veya konuşmaktan acizliğinden
dolayı kâtibe yazdıramayan demektir. Dehhak, Süddi ve Mücahide göre buradaki
"Zayıf kimseden maksat, ahmak olan kimsedir.
c-
Yazdırmaya gücü yetmeyen kimseden maksat ise, yazma anında orada bulunmayan
veya hapsedilmiş gibi kimselerdir.
Ayet-i kerimede
"Erkeklerinizden iki de şahit tutun." buyurulmaktadir. Burada geçen
"Erkekleriniz" ifadesinden maksat, müslüman ve hür olan erkeklerdir.
Köleler ve kâfirler bu ifadenin dışındadır. Onların şahitlikleri söz konusu
değildir. Nitekim Mücahid, bu kelimeyi bu şekilde yorumlamıştır.
Âyet-i kerimede:
"Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden, kendisine güvendiğiniz bir erkek
ve biri unutunca diğerinin hatırlaması için iki kadın şahitlik etsin."
buyrulmaktadır. Burada "Kendilerine güvendiğiniz" şeklinde tercüme
ifadesinden maksat, Reb' b. Enes ve Dehhaka göre, dinine ve dürüstlüğüne
güvenilen kimselerdir
Ayet-i kerimede
"Kadınlardan biri unutursa diğerinin hatırlaması için
Şeklinde geçen ifade üç şekilde okunmuştur.
a- Bütün
Hicaz ve Medine halkı ile Irak halkının bir kısmı, âyetin bu bölümünü,
Kur'an-ı Kerimde tesbit edilmiş olan bu şekliyle okumuşlardır ve âyetin
mânâsının "Şayet şahitlik edecek iki erkek bulunmazsa bir erkek iki de
kadın şahitlik etsinler. Kadınların iki oluşunun sebebi, onlardan birinin
meseleyi toparl ayam aması halinde diğerinin ona hatırlatması içindir."
şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
b- Diğer bir
kısım âlimler ise âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Âyeti bu şekilde
okuyanlar, mânâsı hususunda iki kısma ayrılmışlardır.
Bunların bazılarına
göre âyetin mânâsı şöyledir: "Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden
kendisine güvendiğiniz bir erkek ile iki kadın şahitlik etsin. Kadınların iki
oluşunun sebebi, onlardan birinin meseleyi toparlayamaması halinde, diğeri onu
takviye ederek bir erkek gibi yapması içindir." Yani, kadınlardan biri
şahitlik esnasında irade zaafıyetine düşecek olursa diğeri onu güçlendirir.
Böylece ikisi bir erkeğin yerini tutmuş olur. Süfyan b. Uyeyne, âyetin bu
bölümünü işte bu şekilde izah etmiştir."
Âyetin bu bölümünü bu
kıraatla okuyan diğer bazı âlimlere göre ise mânâ şöyledir: "Kadınlardan
biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması için bir erkeğin yerine iki
kadın şahitliği aranmıştır."
c- Diğeri
bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünü şu şekilde okumuşlardır: Mânâsının da
şöyle olduğunu zikretmişlerdir: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer
iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendisine güvendiğiniz bir erkek ve iki
kadın şahit tutun. Eğer kadınlardan biri unutacak olursa diğeri ona
hatırlatsın." âyet-i kerimeyi bu şekilde A'meş okumuştur.
Taberi, birinci kıraat
şeklini tercih etmiş ve âyetin bu bölümünün mânâsının: "Eğer iki erkek
bulunmayacak olursa bir erkek ile iki kadın şahitlik etsin. Ta ki kadınlardan
biri unutacak olursa diğeri ona hatırlatmış olsun." şeklinde olduğunu
söylemiştir. Taberi bu kıraat şeklini tercih etmesinin sebebinin, Önceki ve
sonraki kurraların, âyet-i kerimeyi bu şekilde okumaları ve bu kıraatin yaygın
bir kıraat olduğu, bunun dışındaki A'meş'in kıraatinin ise ferdi bir kıraat
olmasıdır. Taberi, Süfyan b. Uyeynenin te'vilinin de yanlış olduğunu söylemiştir.
Zira Süfyan b. Uyeyne bütün müfessirlerin aksine bir yorumda bulunmuş, ayrıca
kadınlardan birinin diğerini erkek gibi yapacağım ifade eden bir açıklama
yapmıştır. Onun bu izahı doğru değildir. Çünkü kadınlardan birinin meseleden
sapması erkeklerde olduğu gibi onu unutmasıyla olur. Diğer kadın onu erkek
haline getirmez unuttuğunu ona hatırlatır. Nitekim Reb'i b. Enes, Süddi ve
Dehhak âyeti: "Onlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatsın."
şeklinde izah etmişlerdir. Bu da bizim izah tarzımıza uygundur.
Ayet-i kerimede:
"Şahitler çağrıldıklarında kaçınmasınlar." buyrulmaktadır.
Müfessirler, şahitlerin çağınlmalan halinde hangi çeşit şahitlikten kaçınmalarının
yasaklandığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Katade ve
Rebi' b. Enese göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir:
Bir yazışma veya
herhangi bir hak için şahit olmaya çağırılan insanlar, şahit olmaktan
kaçınmasınlar, Kendilerini çağıranın çağırışını kabul etsinler." Bu hususta
Reb1 b. Enes diyor ki: "Kişi geliyor bir çok topluluklar geziyor, şahit
tutacak birini arıyordu. Fakat kimse onun çağırışını kabul etmiyordu. Allah
teala bu âyet-i kerimeyi indirdi ve "Çağırıldıkları vakit, şahit olacak
kişiler imtina etmesinler." buyurdu. Böylece çağırılan kişinin şahitlik
etmesi gerekli oldu.
b- Şa'bi'ye
göre ise âyet-i kerimenin bu bölümü ifade etmektedir ki, herhangi bir hak için
şahit olmaya çağırılan kimsenin şahitlik yapmasının farz olması için, orada
çağırılan kimseden başkasının olmaması gerekir. Şayet başka kimse varsa
çağırılan kişi şahit olmayı kabul edip etmemekte serbesttir.
c- Hasan-i
Basri, Ma'mer ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre âyetin
bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Şahitler bir şey için şahit tutulmaya
çağırıldıkları zaman veya bildikleri bir şey hakkında şahitlik yapmaya davet
edildikleri zaman bu çağın ve daveti kabul etsinler, bundan kaçınmasınlar."
Bu hususta Ma'mer Hasan-ı Basrinin şöyle dediğini rivayet ediyor: "Bu âyet
iki şehadet şeklini ifade etmektedir. Sen, bildiğin bir şey hakkında şahitlik
etmeye çağırılacak olursan şahitlik etmekten kaçınma. Yine sen bir şey için şahit
tutulmaya çağırılacak olursan o mesele hakkında şahit olmaktan kaçınma."
d- Mücahid,
Ebu Miclez, Âmir eş-Şa'bî, İkrime, Ata, Said b. Cübeyr ve diğer bir kısım
âlimlere göre âyet-i keriminin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Şahitler,
daha önce şahit tutuldukları mesele hakkında şahitliğe çağrıldıkları zaman
şahitlik yapmaktan kaçınmasınlar." Görüldüğü gibi bunlara göre daha önce
olaya şahit olmayan kimse, şahit tutulmaya çağırıldığı zaman, onu yapıp
yapmamakta serbesttir. îbn-i Cüreyc diyor ki: "Ben Ataya dedim ki:
"Nasıl olur da bir kişi borçlanma ile ilgili bir muameleyi yapmaya
çağırıldığında onu yazmaya mecbur olur?" Ata da dedi ki: "Bu
böyledir. Kâtibin yazması, üzerine farzdır. Fakat şahidin şahit olması, üzerine
farz değildir. Çünkü şahitler çoktur.
e- Atiyye
el-Avfî ve Atadan nakledilen diğer bir görüşe göre Allah teala âyet-i kerimede,
herhangi bir hak için şahit tutulmaya çağırılan erkek ve kadına, davete icabet
etmelerini ve şahit olmaktan kaçınmamalarını emretmiştir. Ancak buradaki emir
farziyet değil mendupluk ifade etmektedir. Şahitlikten kaçınan kimse günahkâr
olmaz. Görüldüğü gibi bunlara göre buradaki şahitlikten maksat, kişinin,
bildiği bir mesele hakkında şahitlik yapması değil belli bir muamelede şahit
gösterilmesidir.
Taberi diyor ki: Bu
görüşlerden tercihe şayan olan görüş, buradaki şahitlikten maksadın, kişinin
bildiği bir şey hakkında, idarecinin veya hakimin huzurunda şahitlik etmesi ve
böylece hak sahibinin hakkının, yükümlü olandan alınmasına vasıta olmasıdır.
Kişi bu şekilde bir şahitlik yapmaya davet edildiğinde
bu davete icabet etmesi gerekir.
Taberi diyor ki:
"Burada zikredilen şahitten maksadın, bildiği bir mesele hakkında şahitlik
yapacak kimse olduğunu söylememizin ve bu görüşü tercih etmemizin sebebi, âyet-i
kerimede, bu insanlara "Şahitler" ismi verilmesidir. İnsanlar, ancak
olaylara şahit tutulmaları ve olayları daha önce bilmeleri halinde kendilerine
"Şahit" denir. İnsanları belli bir olay için şahit tutmadan onlara
"Şahit" adı vermek caiz değildir. Ayrıca "Şahitler"
kelimesinin başında harf-i tarifinin bulunması, bunlann belli şahitler
olduklarını, yani olayı daha önceden bilen kişiler olduklarını ifade eder ki bu
da bizim izah şeklimizi te'yid etmektedir.
Taberi eliyor ki:
"Her ne kadar, âyetin bu bölümünde zikredilen "şahitler" den
maksat, daha önce geçen bir olaya şahit tutulan kimseler ise de herhangi bir
olaya şahit olmayan kimselerin belli bir mesele veya hak hususunda şahit tutulmaya
çağınlmalan halinde, şayet kendilerinden başka şahitlik etmeye müsaid biri
bulunmayacak olursa bu gibi kimselerin de bu gibi çağırılan kabul etmeleri
farzdır. Şahit olma davetine icabetten imtina edemezler. Çünkü, haklan tavsik
eden bir belgeyi yazmaya çağırılan katip imtina edemeyeceği gibi, ona şahit tutulmak
istenen kimse de imtina edemez. Bu mesele tıpkı, Allanın dinini ve İslam
şeriatını bilen bir kimseye dini ve imanı bilmeyen cahil bir kimsenin, kendisine
din ve imanı öğretmesini istemesi gibidir. Şayet orada, bu çağırılan kişinin
dışında imani eseslan ve İslam şeratmı bilen başka bir kimse bulunmazsa o
kişinin, çağıranın davetini kabul etmesi farzdır. Ancak bu hüküm bu âyet-i kerimeden
değil zikrettiğimiz diğer delillerden çıkartılmaktadır.
Âyet-i kerimede
"Alış veriş yaptığınız zaman da şahit tutun." buyurul-maktadır. Bu
ifadeden maksat, peşin olarak yapılan alış verişlerde de şahit tutmaktır.
Âyetin bundan önceki bölümünde peşin olarak yapılan alış verişlerin
yazılmamasmın bir mahzuru olmadığı belirtildikten sonra bu bölümünde de şahit
tutmanın yazdırma gibi olmadığı, peşin yapılan alış verişlerde dahi şahit tutmanın
icabettiği belirtilmektedir. Zira, şahit tutulmaması halinde her iki tarafın da
zarara uğramalanndan korkulmaktadır. Mesela, müşterinin hakkının zayi olması
şu şekilde olabilir. Satıcı satışı inkâr etmiş olabilir. Sattığı malın, kendi
malı olduğuna dair bir şahit bulur, satıcı, şanidiyle birlikte malın kendisine
ait olduğuna dair yemin edecek olursa, hakim satıcı lehine karar verir. Böylece
alıcının satın aldığı mal elinden çıkmış olur. Satıcının hakkının zayi olması
ise şu şekilde olur. Müşteri teslim aldığı malı satın aldiğnu inkâr eder.
Elinde bulunan malın kendisine ait olduğuna dair yemin eder. Böylece satıcının
sattığı malın bedelini alma hakkı zayi olur. İşte bu gibi durumların meydana
gelmemesi için alış verişlerinde şahit tutmaları emredilmiştir. Ancak
müfessirler taraflara, buradaki emrin mendubiyet mi yoksa farziyet mi ifade
ettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Hasan-i
Basri ve Şa'bîye göre, âyetin bu bölümündeki şahit tutma emri, mendubiyet
ifade eder. Peşin alış veriş yapanlar, dilerlerse şahit tutarlar dilemezlerse
tutmazlar. Bunlar, görüşlerine delil olarak şu âyeti zikretmişlerdir:
"Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yerine versin. [210] Görüldüğü
gibi, birbirine güvenen kimselerin şahit tutmaktan muaf oldukları beyan
edilmektedir.
b- Dehhaka
göre ise âyetin bu bölümündeki "Şahit tutun" ifadesi, farziyet ifade
etmektedir. Buna göre peşin alış veriş yapan taraflar, muamelelerini yaz-dınmak
zorunda değillerse de ona mutlaka şahit tuüîiak zorundadırlar.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiş, bu görüşüne gerekçe olarak ta şunu zikretmiştir: Aslında Allah
tealanın bütün emirleri farziyet ifade ederler. Ancak bu emirlerin mendubiyet
ve irşad ifade ettiklerine dair kesin bir delil bulunması halinde bu emirler
mendubiyet veya irşad ifade ederler. Burada buna dair herhangi bir delil
bulunmadığına göre her satıcı ve müşterinin yaptıkları alış verişe şahit
tutmaları farzdır. Bu farziyeti ortadan kaldıran herhangi bir delil yoktur.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kâtibe de şahide de zarar verilmesin." şeklinde tercüme edilen
cümlesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Tavus,
Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir:
"Katip te şahit te, yazdıran ve şahitlik yaptıran kimselere zarar
vermesinler. Yani, katip, yazdırılandan daha fazla veya daha eksik yazarak kendisine
yazdıran tarafa ve karşı tarafa zarar vermesin. Tutulan şahit de şahitlik
ederken doğruyu söylemeyerek tarafların haklarım zayi etmesin. "Görüldüğü
gibi, âyeti bu şekilde tefsir edenler kelimesinin aslımn olduğunu kabul
etmişlerdir.
b- Ata,
Abdullah b. Abbas ve Mücahid de âyette zikredilen kelimesinin aslının olduğunu,
bu nedenle âyetin mânâsının, "Katip te şahit te, yazdırana ve şahitlik
yaptırana zarar vermesinler." demek olduğunu söylemişler ancak kâtibin ve
şahidin taraflara zarar vermelerinin, yazmaktan ve şahitlik yapmaktan
kaçınmakla meydana geleceğini söylemişlerdir. Bunlara göre alış veriş yapan
insanlar, bu muamelelerini yazmak için bir kimseyi yazmaya çağıracak olurlarsa
o kimse çağıranlara uyup muamelelerini yazmalıdır. Aksi takdirde âyetin bu
bölümünde de ifade edildiği gibi, taraflara zarar vermiş olur. Şahit olmaya
çağırılan kimsenin durumu da böyledir.
c- Hz. Ömer,
Abdullah b. Mes'ud, Mücahid, Abdullah b. Abbas, İkrime, Dehhak Süddi, Rebi1 b.
Enes ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Yaptıkları
muameleyi yazdırmak isteyen ve bu muameleye şahit tutmak isteyen kimseler,
yazacak olan kâtibe ve şahitlik yapacak olan şahide zarar vermesinler.
"Bunlara göre kelimesinin aslı dür. Katip ve şahide zarar verilmesi ise,
bunları yapacak başka insanların bulunmasına ve bunların meşgul olmalarına
rağmen, muameleyi yazmaya ve şahit olmaya manevi bir baskı ile zorlanmaları
İle olur. Mesela: "Benim işim var git başkasına yazdır." diyen
kâtibe: "Sen yazmakla emrolun-dun. Allah teala 'Katip onu, Allanın
kendisine öğrettiği gibi yazmakta!) kaçınmasın.' buyurmaktadır." diyerek
onu mecbur etme ile olur. Şahit için de aynı şeyler sözkonusudur. Mealde bu
görüş tercih edilerek âyete buna göre mânâ verilmiştir. Taberi de bu görüşü
tercih etmiş ve gerekçe olarak özetle şunları söylemiştir: "Allah teala
âyet-i kerimenin başından sonuna kadar borçla muamele yapan kimselere
hitabetmiş, onlara bir kısım şeyleri emretmiş ve bir kısım şeyleri de
yasaklamıştır."
Âyet-i kerimede,
borçla muamele yapan tarafların dışındaki kişilere yapılan hitap ise emr-i
gaip ve nehy-i gaip siygasıyla (istek ve dilek kalıplarıyla) ifade edilmiştir.
Mesela: "Katip doğru olarak yazsın" "Şahitler çağırıldıklarımla
kaçınmasınlar." şeklinde ifade edilmişlerdir. Burada da "Katip ve
şahit zarar görmesin" demek daha isabetlidir. Çünkü onlar için yine emr-i
gaip siygası kullanılmış olur. Ayrıca âyet-i kerimenin devamında ikil kalıbı
kullanılmayıp çoğul kalıbı kullanılarak: "Eğer zarar verirseniz o sizin
için doğru yoldan sapma olur" buyurulması da gösteriyor ki burada
kendilerine zarar verilmesi yasaklanan kimseler kâtip ve şahittir. Zarar
vermemeleri istenenler ise borçla muamele yapan taraflardır. Şayet, kâtip ve
şahidin zarar vermemesi istenecek olsaydı ikil kalıbı kullanılır ve "Eğer
o ikisi zarar verirse" denirdi ve muhatap yerine gaip cümleleri
kullanılırdı.
Âyet-i kerimede
"Eğer zarar verirseniz o sizin için doğru yoklan sapma olur."
Duyurulmaktadır. Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Rebi1 b. Enes âyetin bu bölümünü
"Ey borçla muamele yapan insanlar, şayet sizler, kâtibe veya şahide zarar
verecek olursanız, şüphesiz ki böyle yapmanız, doğru yoldan ayrılmak ve günah
işlemek olur." şeklinde izah etmişlerdir. İbn-i Zeyd ise "Şayet
katip, kendisine yazdı nl un in dışında bir şey yazarak şahit de -şahitliğini
değiştirerek borçla muamele yapan kişilere zarar verecek olurlarsa bu onlar
için haktan ayrılma ve yalana düşme olur." şeklinde izah etmiştir. [211]
283- Eğer
yolculukta iseniz ve katip bulamazsanız alınan rehinler de yeter. Şayet
birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yerine versin. Kabbi olan
Allahtan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse şüphesiz o, kalbi
günahkâr kimsedir. Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilendir.
Şayet yolcu olur,
alacağınızı yazdıracak bir katip de bulamazsanız mallarınızı güvence altına
almak için alacağınız karşılığında rehin alın. Şayet birbirinize güveniyor ve
borçludan rehin alamı yorsam z, borçlu kendisine bir emanet olan borcu ödesin.
Onu inkâr etmek hususunda rabbi olan Allahtan korsun. Cezasına çarpılmasın. Ey
şahitler, hakimler huzurunda şahitlik ettiğiniz zaman şahitliğinizden hiçbir
şey gizlemeyin. Kim, şahitlik edeceği konuda bazı hususları veya tamamını
gizlerse şüphesiz ki o, günahkârdır, Allaha isyan etmiştir. Allah, bütün
amellerinizi çok iyi bilen ve hayınn da şerrin de karşılğını verendir.
Kıraat âlimleri bu
âyette zikredilen kelimesini iki şekilde okumuşlardır.
a- Bütün
şehirlerin kurralan bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Taberi de bu kıraat
şeklini tercih etmiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey borçla
muamele yapan insanlar, eğer sizler, yolculuk haiinde, muamelenizi yazacak bir
katip bulamayacak olursanız ve ona şahit de tutamıyorsamz belli bir vadeye
kadar yaptığınız borçlanmaya bir teminat olmak üzere, borçlu alacaklıya rehin
versin." Dehhak ve Rebi' b. Enes âyeti bu kiraaat şekline göre izah etmişlerdir.
b- Önceki
kurralardan bir topluluk bu âyette zikredilen kelimesini şeklinde
okumuşlardır. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey borçla muamele
yapan insanlar, eğer sizler, yolculuk halinde olur ve yaptığınız borçlu
muameleyi, mürekkep yokluğundan veya kalem bulunmamasından, yahut da
yazacak-bir kişinin yokluğundan dolayı, yazdırma imkânınız olmazsa, haklarınızı
teminat altına almak üzere borçlu olan taraf, alacaklıya rehin teslim
etsin." Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Ebul Âliye, ayeti bu kıraata göre
izah etmişlerdir. Abdullah b. Abbas, "Yazma imkânf'ndan maksadın
"Kitap, kağıt, mürekkep ve kalem" olduğunu söylemiştir. Bunlardan
herhangi birinin bulunmaması halinde, tarafların yazışmayı terkederek rehine
başvurmaları icabettiği-ni söylemiştir.
Ayet-İ kerimede:
"Şayet birbirinize güveniyorsanız güvenilen kimse emaneti yerine
versin." buyrulmaktadır. Bunun izahı şöyledir; "Eğer borçlu, alacaklı
tarafından güvenilen bir kişi olur da
yolculuk esnasında alacaklı ona güvenerek kendisinden rehin almayacak olursa
borçlu, borcunu ödeme hususunda Allahtan korksun, onu nikâr etmesin, onu
savsaklamasın ve alacaklıdan uzaklaşıp Ödeyeceği borcu alıp götürmesin."
Dehhaka göre borçla
muamele yapan insanlar ancak yolculuk halinde yazma ve şahit tutma imkânı
bulamadıkları için alacakları karşılığında borçludan rehin alırlar veya borçlu
güvendikleri bir kimse ise rehin almadan da muamele yapabilirler. Şayet onlar,
yolcu değilseler, kâtip ve şahit buldukları takdirde muamelelerini yazdırmak
ve ona şahit tutmak zorundadırlar.
Taberi diyor ki:
"Dehhakm yolculuk yapan kimseler hakkında söyledikleri doğrudur. Onlar,
yazdırma imkânı bulamazlarsa rehin verirler veya hiç rehin almadan da muamele
yapabilirler. Ancak Dehhakın, yolcu olmayan kimseler hakkında ki görüşü
isabetli değildir. Zira o, yolculuk yapmayanların, borçlarını yazdirmaksızın
rehin almalarını caiz görmemektedir.
Halbuki Resulullah,
mukim iken vadeli olarak gıda maddeleri satın almış ve yerine zırhını rehin
vermiştir. Elbette ki Resulullah Medinede kâtip ve şahit bulmaktan âciz
değildi. Fakat o rehin vermişti. Bu da gösteriyor ki, mukim olan insanlar da,
kâtip ve şahit bulabilecekleri halde rehinli muamele yapabilirler. Ancak,
rehinli muamele yapan insanlar, bu muameleyi yaparken kâtip ve şahit
bulabilirlerse hem borçlanın hem de rehinlerini yazdırmak ve onlara şahit tutmak
zorundadırlar. Bunları bulamazlarsa yazdırma ve şahit tutma yükümlülüğü
onlardan düşer.
Görüldüğü gibi, Taberi
ye göre rehinli muamele yapmak, hem yolculuk halinde hem de mukim iken caizdir.
Böyle bir muameleyi yapmak, kâtip ve şahidin bulunup bulunmamasıyla alakalı
değildir. Bulunurlarsa rehinli muamele de yazılır ve şahit tutulur.
Bulunmazlarsa, yolculuk anında olduğu gibi yazdırmaya ve şahit tutulmaya gerek
yoktur.
Ayet-i kerimede:
"Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse şüphesiz p, kalbi günahkâr
kimsedir." buynılmaktadır. Allah teala bu ifade ile alacaklının ve
borçlunun şahit tuttukları kişilere hitabetmek ve onlara: "Ey şahitler,
sizler şahit tutulduktan sonra, idareciler ve hakimler huzurunda şahitlik
yapmaya çağırıldığınız zaman, bildiğiniz şahitlikten herhangi bir şeyi
gizlemeyin. Sizden kim, şahitlikten bir şey gizleyecek olursa şüphesiz ki, o
kalbi günahkâr olandır ve günah işlemiştir." buyurmuştur. Bu hususta Reb'
b. Enes diyor ki: "Herhangi bir kimsenin bildiği bir şeyi şahitlik ederken
gizlemesi helal değildir. Velev ki o şahitliği, kendi aleyhine veya annesinin
babasını aleyhine olsun.
Abdullah b. Abbas da
bu hususta şunları söylemiştir: "En büyük günah, Allaha ortak koşmaktır.
Çünkü bu hususta Allah teala, "Kim Allaha ortak koşarsa, şüphesiz ki,
Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin
hiçbir yardımcısı da yoktur. [212]
buyurmuştur. Bir de yalan yere şahitlik etmek ve şahitlik ederken bazı şeyleri
gizlemektir, çünkü bu hususta da Allah teala: "Kim şahitliği gizlerse,
şüphesiz ki o, kalbi günahkâr kimsedir." buyurmuştur. [213]
284-
Göklerde ve yerde ne varsa Allahındır. İçini/dc olanı açıklasa-nız da gizleseniz
de Allah, onunla sizi hesaba çeker. Ve dilediğini bağışlar dilediğine ise
azabeder. Allah, her şeye kadirdir.
Göklerde ve yerde
bulunan her şey Allahındır. Onları sevk ve idare etmek ve onları evirip
çevirmek Allaha aittir. Onlarda meydana gelen hiçbir şey ona gizli değildir.
Çünkü Allah onların maliki, sevk ve idare edeni ve her hususta onlar üzerinde
tasarruf sahibidir. Ey insanlar, s iz, içinizde bulunan bir şeyi açığa vursaniz
da örtüp gizleseniz ve bu sebeple onu kimse bilmese de Allah ondan dolayı sizi
hesaba çekecektir. Allah, iman ehlini affeder, şirk ve isyan eh-line-ise
azabeder. Allah, her şeye gücü yetendir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin mensuh olup olmadığı hakkımla çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Mücahid
ve Miksem'in Abdullah b. Abbastan naklettiklerine ve İkrime ve Şa'biden rivayet
edildiğine göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Hükmü bakidir ve hükmü
şahitlerle ilgilidir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey şahitler,
yaptığınız şahitlikten bir şey gizlemeyin. Kim, şahitlikten bir şey gizleyecek
olursa o, kalbi günahkâr olan kimsedir. Sizin o gizlediğiniz şey benden gizli
kalmaz. Çünkü ben her şeyi bilenim. Göklerin ve yerin mülkiyeti, sevk ve
idaresi bana aittir. Eğer sizler, şahitliğe ait gizlenmesi gereken bir şeyi
açığa vurur veya açığa vurulması gereken bir şeyi gizleyecek olursanız,
şüphesiz ki Allah, sizleri bundan dolayı hesaba çekecektir. Dilediğine kötü
amelinden dolayı azabedecek, dilediğinin ise günahlarını affedecektir.
b- Başka bir
kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, şahitler hakkında nazil olmadığını,
bu âyetin, Allah tealamn, kullarının hem fiilen yaptıkları amellerden hem de
yapmayı doşünüp te fiilen yapmamış oldukları amellerden hesaba çekeceğini
bildinnek için nazil olduğunu söylemişler faka bunlar, kendi aralarında, bu
âyetin mehsuh olup olmadığı hakkında üç ayrı görüş zikretmişlerdir:
1- Ebu
Hureyre, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Sa'bi, Abdullah b. Mes'ud,
Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Zeyd, Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud,
Süddi ve Hz. Aişeden nakledilen bir görüşe göre bu âyet~i kerime, bundan
sonraki âyetten sonra gelen "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile
mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ile aleyhinedir. [214]âyet-i
kerimesiyle neshedı im iştir. Bu hususta, Ebu Hureyre diyor ki:
"Bu âyet-i kerime
Resulullaha gelince bunun hükmü Resıılullahın sahabi-lerine çok ağır geldi.
Onlar Resulullaha geldiler ve diz çökerek şöyle dediler: "Ey Allanın
Resulü, bizler, namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüzün yettiği amellerle
mükellef tutulduk. Şimdi ise sana bu âyet indirildi. Biz buna güç yeti rem
iyoruz." Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizler de
sizden önceki iki ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi "İşittik ve
isyan ettik."mi demek istiyorsunuz? Hayır öyle demeyin. Deyin ki:
"İşitti, itaat ettik." Ey rabbi-miz, bizi afeyle, dönüş ancak
sanadır. "Bunun üzerine sahabiler: "Ey rabbimiz, işittik ve itaat
ettik, sen bizi bağışla, dönüş ancak sanadır." dediler. İnsanlar bunu
okuyup dilleri buna alışınca, bunun arkasından Allah teala: "Peygamberler
ve müminler, rabbi tarafından Peygambere indirilene iman ettiler. "Allanın
Peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz." dediler. İşittik ve itaat
ettik, rabbimiz, affını dileriz dönüş sanadır." diyerek
yalvardılar..." âyetini indirdi[215]
Sahabiler: "Bunu
böyle yapınca (İşittik itaat ettik, ey rabbimiz bizi affey-le, dönüş ancak
sanadır) demeye devam edince Allah teala:" İçinizden olanı açıklasanız da
gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." âyetin hükmünü kaldırıp
onlara şu âyetleri (Bakara suresinin bu son âyetlerini) indirdi. "Allah
bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik
lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir. Kul: "Rabbimiz, eğer unutacak ve
yanılacak olursak bizi sorumlu tutma." deyince Allah: "Evet
(tutmayacağım)der. Kul: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize
de ağır yük yükleme." deyince Allah: "Evet (yüklemeyeceğim) der.
Kul: "Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma." deyince
Allah: "Evet (Taşıtmayacağım) der. Kul: "Bizi affet, bizi bağışla,
bize merhamet et, sen bizim mevlaınızsin, Kâfir topluluğa karşı bize yardım
et." deyince Allah: "Evet (Yardım edeceğim) der. [216]
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"İçinizde olanı
açklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker ve dilediğini
bağışlar dilediğine ise azabeder." âyet-i kerimesi inince müminlerin
kalblerine daha önce hiç gelmeyen bir şey geldi. Bunu Resulullaha söylediler.
Resulullah da onlara "Deyin ki işittik itaat ettik." buyurdu. Allah
imanı onların kalblerine yerleştirdi ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi.
Onlar: "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu
tutma." dediler. Allah teala da: "Bunu yaptım. Sizi sorumlu
tutmadım." buyurdu. Onlar, "Rabbizimiz, bizden öncekilere yüklediğin
gibi bize de ağır yük yükleme." deyince Allah tea-la"Bunu yaptım size
ağır yük yüklemedim." buyurdu. Onlar: "Rabbimiz bize gücümüzün
yetmediğini de taşıtma bizi bağışla bize merhamet et." deyince Allah teala:
"Ben bunu yaptım." buyurdu. [217]
Sadi b. Mürcane diyor
ki: "Ben Abdullah b. Ömerin yanına vardım. O, "İçinizde olanı
açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker ve dilediğini
bağışlar dilediğine ise azabeder." âyetini okudu. Sonra "Allaha yemin
olsun ki eğer bizler bu âyete göre hesaba çekilecek olursak mutlaka helak oluruz."
dedi. ve ağladı. Öyle ki gözlerinden yaşlar aktı. Sonra ben Abdullah b. Ab-basa
gittim ve dedim ki: "Ey Ebu Abbas, ben Abdullah b. Ömerin yanına gitti o,
"İçinizde olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba
çeker." âyetini okudu ve sonra dedi ki: "Allaha yemin olsun ki eğer
biz bu âyetle hesaba çekilecek olursak mutlaka helak oluruz." Sonra da
ağladı ve gözlerinden yaşlar aktı." Bunun üzerine Abdullah b. Abbas dedi
ki: "Allah, Abdullah b. Ömeri af-feylesin. Resuiullahın diğer sahabileri
de bu âyetten onun gibi korkmuşlardı. Bunun üzerine Allah teala: "Allah
bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik
lehine yaptığı kötülük ise aleyhinedir." âyetini indirdi. Kişinin kalbine
gelen vesveselerin günah olmalarını neshetti. Sadece söylediği sözün ve yaptığı
işin muteber olduğunu beyan eti. Mücahid de Abduliah b. Ömer ile Abdullah b.
Abbasın arasında geçen olayda Said b. Mürcanenin değil de kendisinin
bulunduğunu rivayet etmiştir.
2- Abdullah
b. Abbas, Kays b. Ebi Hazım, Reb' ib. Enes ve Hasan-ı Bas-riden nakledilen
diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, sadece şahitler hakkında inmemiştir.
Bütün insanlar hakkında inmiştir. Hükmü mensuh değildir. Allah teala bu âyet-i
kerimesiyle kullarına hem fiilen yaptıkları amellerden dolayı kendilerini
hesaba çekeceğini hem de fiilen yapmadıkları halde yapmayı düşündükleri
şeylerden dolayı hesaba çekeceğini bildirmiştir. Bu nedenle Allah teala kulanni
hem fiilen yapmış oldukan amellerinden dolayı hesaba çekecek hem de fiilen
yapmadıkları halde içlerinden yapmak istediklerinden dolayı hesaba çekecektir.
Ancak müminlerin, fiilen yapmadıkları ve sadece yapmak istedikleri amellerini
âhirette kendilerine bildirdikten sonra affedecek, kâfirlerin ve münafıkların
ise bu gibi amellerini hem kendilerine bildirecek hem de onları cezalandıracaktır.
Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbasın "İçinizde olanı
açıklasaniz da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." âyet-i
kerimesini izah ederken şunları söylediğini rivayet etmiştir: "Bu hayet
neshedilmemiştir. Aziz ve Celil olan Allah, kıyamet gününde yaratıkları bir
araya toplayınca onlara diyecektir ki: "Ben sizlere, amellerinizi yazan
meleklerimin bilmedikleri gizlediğiniz şeyleri şimdi haber veriyorum."
Sonra Allah müminlere içlerinden geçirdikleri şeyleri bildirdikten sonra
onları affedecektir. "İşte Allah, onunla sizi hesaba çekecektir."
ifadesinden maksat budur. Yani, Allah, içinizden geçirdiğiniz şeyleri size
bildirecektir. İmanında şüphe içinde olanlara ise Allah, içlerinde gözledikleri
yalanlamayı haber verecektir. İşte Allah teala "o, dilediğini bağışlar
dilediğine ise azab eder." buyururken bu ikisini kastetmiştir. Diğer bir âyette ise : "Allah sizi, kalbinizin
kazandığından dolayı sorumlu tutar. [218]buyurmuş
ve imamlarında şek ve şüphe içinde olanları cezalandıracağını beyan etmiştir.
3- Dehhakm
Hz. Aişeden naklettiği diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime mensuh değildir.
Ancak bu âyet, şahitlerle ilgili değil bütün insanlarla ilgilidir. Allah
teala, bu âyet-i kerimesiyle kullarını, yaptıkları gizli ve aşikâr bütün
amellerden hesaba çekeceğini ve onların işledikleri veya işlemek istedikleri
gizli ve açık bütün amellerden dolayı kendilerini cezalandıracağını beyan
etmiştir. Ancak onların işleme arzusunu taşıdıkları gizli amellerin cezasını
onlara dünyada üzüntüye ve sıkıntıya sokan felaketler ve âfetler şeklinde
verir. Bu hususta, Dehhak, Hz. Aişenin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Kim, bir kötülük işlemeyi arzu eder de onu fiilen yapmayacak olursa Allah
ona, arzu ettiği kötülük kadar sıkıntı ve üzüntü gönderir. Bu sıkıntı ve
üzüntüler onun bu kötülüğü arzu etmesinin keffaretidir.
Zeyd, Ümeyyenİn Hz. Aişeden
"İçinizde olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba
çeker." âyetiyle "Kim kötülük işlerse onun cezasını görecektir. [219]
âyetinin mânaâlarmı sorduğunu, Hz. Aişenin de şu cevabı verdiğini rivayet
etmiştir: "Ben bu iki âyeti Resulullahtan sorduğumdan beri kimse benden
bunların mânâlarını sormamıştı. Resulullah demişti ki: "Ey Aişe. bu
âyetler Allahın, kulunu takibettiğini göstermektedir. Öyle ki Allah, kuluna
sıtma hastalığı veya başka bir felaket verir. (Yahut) ona bir diken batırır
hatta evinde bulunan bir eşyayı kaybettirir. Ondan dolayı kulunu üzer. Sonra da
o eşyayı koltuğunun altında buldurur, böylece kulunu takibat altında tutar.
Öyle ki kul, kırmızı altının, potadan alınmış olarak aktığı gibi mümin kul da
günahlarından arınmış olur[220]
Taberi özetle diyor
ki: "Zikrettiğimiz bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş: "Âyet-i
kerime mensuh değildir." diyen görüştür. Zira bir âyetin neshe-dilmiş
olması için onu nesneden âyetin hükmüyle, neshedilen âyetin hükmünün, herhangi
bir yönle birleştirilmemiş olması gerekir. Birinin hükmü diğerinin hükmünü
ortadan kaldırmalıdır. Halbuki "Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği
ile mes'ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ise aleyhinedir.âyet-i
kerimesi [221]"İçinizde olanı
açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." âyet-i
kerimesinin hükmünü tamemen ortadan kaldırır mahiyette değildir. '
Çünkü her hesaba çekme
mutlaka cezalandırmayı gerektirmez. Yine kulun hesaba çekildiği her günahından
dolayı cezalandırılması gerekmez. Zira Allah teala mümin kullarına büyük
günahlardan kaçınmaları halinde küçük günahlarını affedeceğini vaadetmiştir ve
buyurmuştur ki: "Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı örter sizi güzel
bir makama koyarız. [222] bu (ja gösteriyor ki
Allah teala mümin kullarım sadece içlerinden geçirdikleri kötü şeylerden
dolayı hesaba çekince onlan cezai and ırmayacak, sadece onlara, böyle şeyleri
içlerinden geçirmelerine rağmen kendilerini affetme lütfunda bulunduğunu
bildirecektir. Nitekim bu hususta Resulullahtan şu hadis-i şerif rivayet
edilmiştir: Safvanb. Muhriz diyor ki:
"Abdullah b. Ömer
tavaf derken bir adam onun önüne çıktı ve ona "Ey Ebu Adurrahman, sen
Resulullahhtan, insanın kalbinden geçirdiği şeyler hakkında bir şey işittin
mi?" dedi. Abdullah da: "Ben Resulullahın şöyle buyurduğunu
işittim" dedi. "Mümin rabbine yaklaştırılır. Öyle ki rabbi onu
koltuğunun altına çeker, ona günahlarını itiraf ettirir ve ona: "Sen şu
günahını biliyorsun değil mi?" der. O da iki defa "Biliyorum rabbim,
biliyorum rabbim." der Allah tela: "Ben o günahını sen dünyadayken
örttüm bugün de onu bağışlıyorum." buyurur. Sonra onun iyi amellerini
yazan sahifeler dürülür. Kâfirlere gelince, onlara şahitlerin huzurunda:
"Bunlar rablerine yalan nisbet ettiler[223]
diye seslenilir. [224]Evet,
Allah teala, mümin kuluna kötü amellerini söyler ki ona olan affetme lütfumı
bildirmiş olsun. İçinden geçirerek açığa vurduğu ve gizlediği şeyleri de bu
şekilde kıyamette mümin kuluna bildirecek sonra da onu affetme lütfunda bulunduğunu
kendisine haber vercektir. İşte âyet-i kerimede "O dilediği kimseyi
affeder" ifadesinden maksat, budur. Ancak münafıkların içlerinde sakladıkları
imana dair şek ve şüpheleri, kâfirlerin ise inkârları, âhirette kendilerine
açıkça bildirilecek ve içlerinde gizledikleri nifak ve yalanlarından dolayı
hesaba çekilip
cezalandırılacaklardır. Âyet-i kerimenin "Allah, dilediğine ise
azabe-der." ifadesi, Abdullah b. Abbas ve Mücahidin de dediği gibi bu
çeşit insanları gösterir. Müminlerin ise sadece içlerinden geçirdikleri
günahlardan dolayı sorumlu olmayacakları, Resulullahın şu hadis-i şerifinden
anlaşılmaktadır.
"Resulullah, Aziz
ve Celil olan Allah tealanın şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Kulum güzel
bir amel işleyeceğini içinden geçirir de onu yapmayacak olursa ben onun
karşılığında mutlaka bir sevap yazarım. Şayet düşündüğü iyiliği yapacak olursa
onun karşılığında mutlaka bir sevap yazarım. Şayet düşündüğü iyiliği yapacak
olursa onun karşılığında kendisine on sevap yazarım. Kulum kötü bir amel işleme
niyetini içinden geçirir de onu yapmayacak olursa ben onun bu düşüncesini
affederim. Şayet onu işleyecek olursa ben ona yaptığı kadar günah yazarım. [225]
Taberi devamla diyor
ki: "Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere âyetin tefsiri şöyledir:
"Ey insanlar, sizler, içinizde bulunan şeyleri açıklayıp dışarı vursanız
da veya saklayıp gizli tutsanız da içinizde bulunan şeyden dolayı Allah sizi
hesaba çekecektir. Mümin kuluna içinden geçirdiği kötülüğü affettiğini bildirerek
ona lütuftu bulunduğunu beyan edecek, münafıkları ise, yaratıcısının birliği ve
Peygamberinin hak oluşu hakkındaki içlerinden geçirdikleri şek ve şüphelerden
dolayı cezalandıracaktır."
Âyet-i kerimenin
sonunda "Allah her şeye kadirdir." buyurulmaktadır. Yani,
"Allah, mümin kulun içinden geçirdiği fakat yapmadığı kötü amel işleme
niyetini affetmeye de kadirdir. AH ahin birliği ve Peygamberinin hak oluşu hakkında
içinden şüphe eden kâfiri cezalandırmaya da kadirdir. Bunların dışındaki
şeyleri yapmaya da kadirdir. [226]
285-
Peygamber ve müminler, rabbi tarafından Peygambere İndirilene iman ettiler.
Hepsi de AHaha, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, iman ettiler.
"Allahm Peygamberlerini birbirinden ayırdctmcyiz." (dediler.)
"İşittik ve itaat ettik, rabbimiz affını dileriz, dönüş sanadır."
diyerek yalvardılar.
Peygamber Muhammed,
rabbi tarafından kentlisine indirilen Kur'ana iman etti. Müminler de. Hepsi
Allaha, meleklerine, kitaplarına ve Peygamberlerine iman ettiler. Onlar:
"Biz bütün Peygamberleri tasdik ediyoruz. Onların bir kısmına iman edip
diğerlerini inkâr ederek, Yahudi ve Hristiyanlann yaptıkları gibi onlar
arasında ayırımı yapmayız." derler. Onlar "Biz rabbimizin sözünü
işittik ve emrine itaat ettik, ey rabbimiz, günahlarımızı ört, onlara aldırma,
dönüşümüz sanadır." dediler.
Katade diyor ki
"Bize anlatıldığına göre, bu âyet-i kerime nazil olunca Resufullah
"Peygambere, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etmek yaraşır."
demiştir.
Bundan önceki âyetin
izahında da zikredildiği gibi bazı müfessirlere göre bundan sonra gelen âyet-i
kerimeler, insanların içlerinden geçirdikleri şeylerden dolayı hesaba
çekileceklerini bildiren bundan önceki âyetin, sahabilere ağır gelmesi üzerine
nazil olmuş ve insanların fiilen yaptıkları şeylerden sorumlu olacaklarını
beyan etmişlerdir.
Abadullah b. Abbas, bu
âyette zikredilen ve "Kitaplar" mânâsına gelen kelimesini şeklinde
okumuştur. Bu kıraata göre âyetin mânâsı "Allanın kitabına iman
ettiler." demek olur ki, bu kitaptan maksat da Kur'an olur. Ancak, burada
geçen "Kitap" kelimesini cins isim kabul edip bütün kitapları
kastettiği de zikredilmektedir. Taberi, birinci kıraat şeklini tercih etmiştir.
Hakim b. Cabir diyor
ki: "Bu âyet-i kerime Resulullaha indirilince Cebrail dedi ki: "Aziz
ve Celil olan Allah, seni de ümmetini de güzel bir şekilde övdü. Sen rabbinden
dile dileğin sana verilir." Resulullah da rabbinden bundan sonra gelen
âyetin ifade ettiği mânâyı diledi. [227]
286- Allah
bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mcs'ul tutar: Herkesin kazandığı iyilik
lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir. Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak
olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize
de ağır bir yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma bizi
affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim mcvlamızsın, kâfir topluluğa
karşı bize yardım et.
Allah her can
sahibini, onu güçsüz düşürecek veya sıkıntıya sokacak herhangi bir şeyle
yükümlü tutmaz. Bilakis, gücünün yettiği ile mükellef tutar. Kişinin yaptığı
hayır kendi lehine, şer de kendi aleyhinedir. Deyin ki: "Ey rabbimiz,
şayet unutur veya bir hususta kasıtsız olarak hata edersek sen bizim kusurumuza
bakma. İhmalimizden dolayı bizi cezalandırma, Ey rabbimiz, bizden önceki Yahudi
ve Hristiyanlara yüklediğin gibi sen bizlere, altından kalkamayacağımız,
bizleri sıkıntıya sokacak yükler yükleme, Ey rabbimiz, sen bizleri gücümüzün
yetmeyeceği amellerle yükümlü tutma. Kusurlarımızı affet. Günahlarımızı Ört.
Bizi rezil etme ve bizleri, her şeyi kaplayan rahmetinle kapla. Sen yardımınla
bizim dostumuzsun. Çünkü biz sana iman ediyoruz, sana itaat ediyoruz. Sen,
kâfirlere karşı bize zafer nasibet. Senin birliğini inkâr ederek putlara ve
tağutlara tapanlara karşı bizleri galip getir. Çünkü biz, senin taraftarın olan
müminleriz."
Ayet-i kerimede
"Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar."
buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Güç yetirme"den maksat,
zorlanarak veya sıkıntıya düşerek güç yetirme değil normal bir halde güç
yetirmedir.
Abdullah b. Abbas
âyetin izahında şunları söylemiştir: "Burada zikredilen
"Kimse"den maksat, müminlerdir. Allah müminlere dini hükümleri geniş
kılmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah size, dininiz İsi amel a bir
güçlük yüklemedi. [228] "Allah size,
kolaylık diler. O size zorluk dilemez. [229]
"Gücünüzün yettiği kadar, Allahtan korkun, emirlerini dinleyin ve itaat
edin. [230] Abdullah b. Abbas ve
Süddi, "Kişinin içine doğan vesveseler gücünün dışında olduğundan
bunlardan sorumlu değildir." demişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülük ise
aleyhinedir." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas kulun kazandığı amelin,
eliyle veya ayağıyla yapacağı ameller olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede:
"Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma."
buyurulmaktadır. Allah teala bu beyanıyla, mümin kullarına, kendisine nasıl dua
edip yalvaracaklarını öğretmektedir, ve onlara duyurmaktadır ki: "Siz
bana yalvarmak isteğiniz zaman deyin ki: "Ey rabbimiz, eğer bizler,
üzerimize farz kıldığın bir ameli işlemeyi unutacak olur da yapmazsak veya bize
yasakladığın bir şey hakkında yanılır da kasıtsız bir şekilde onu yanlışlıkla
işleyecek olursak sen bizi hesaba çekme." Peygamber efendimiz bir hadis-i
şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki
Allah, ümmetimden hata etmenin, unutmanın ve kendisine zorla yaptırılan şeyin
sorumluluğunu kaldırmıştır. [231]
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki"Allah îeala, kullarını unuttukları
şeylerden veya hataen işledikleri şeylerden sorumlu tutacak mıdır ki, âyet-i
kerimede: "Rabbimiz, eğer unutacak ve yanılacak olursak bizi sorumlu
tutma." Duyuruluyor? Cevaben denilir ki "Unutma iki kısma ayrılır.
Birisi, kulun kusuru ve ihmalinden kaynaklanan unutmadır. Diğeri ise, kulun
hafızasında tutmaktan âciz oluşundan ve aklî zaafıyetinden meydana gelen unutmadır.
Kulun kusuru sebebiyle meydana gelen unutmada, kulun, Allanın emrettiği şeyi
terketmesi söz konusudur, İşte kulun, rabbinden bağışlamasını istediği unutma
budur. Allah tealanın, Hz. Âdemi cezalandırıp cennetten çıkarmasına sebep olan
unutma da bu türdendir. Allah teala, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Yemin
olsun ki biz Ademe daha önce emretmiştik. Fakat o bunu unuttu. Biz onu kararlı
görmedik. [232]Yine Alah tealanın, şu
âyette zikrettiği "Umıtma"da bil türdendir. "Onlar dinlerini
eğlence ve oyun edinenler ve dünya hayatına aldananlardır. Bu güne
kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi biz de bugün
onları unutacağız. [233] Evet, kul k endi kusuru
yüzünden. Allanın ona farz kıldığı bir emri unutup ta yerine getirmeyecek
olursa, rabbinden bu kusurunun bağışlanmasını isteyecektir. Ancak kul, rabbinin emrini yerine
getirmemek kusurunda herhangi bir inkâr veya şirke düşecek olursa, iman
etmedikçe rabbinden af dilemesi yersizdir. Zira, Allah teala, kendisine ortak
koşanı affetmeyeceğini bildirmiştir. Kul inkârı ve şirki olmaksızın, sadece
kusurundan dolayı Allanın emrettiği bir şeyi yapmaması halinde, Allahtan bu
kusurunun affını diler. Mele-sa, Kur'anı ezberledikten sonra başka şeylerle
meşgul olarak onu unutması veya onu okuyamam ası yahut herhangi farz olan bir
namazı veya orucu başka şeylerle meşgul olarak unutması ve yapmaması halinde,
onları hatırlayınca, rabbinden bağışlanmasını ister.
Kulun hafızasının
acizliğinden veya aklının yetersizliğinden dolayı yükümlü olduğu bir kısım şeyleri
unutması ise, o kul için bir günah sebebi değildir. Kulun bu tür
unutmalarından dolayı rabbinden af dilemesi gerekmez. Çünkü o, işlemediği bir
günahın affını istemiş olur. Mesela: Kul Kur'anı Kerimi, bütün isteğiyle
ezberler onu okur fakat başka şeylele meşgul olduğundan değil sadece zekâsının
acizliğinden dolayı ezberlediğini unutacak olursa, sorumlu olmaz ve bundan
dolayı Allahtan af dilemesi icabetmez.
Âyette zikredilen ve
"Yanılma" diye tercüme edilen hata da iki kısımdır. Birincisi, kulun,
yasaklandığı şeyi iradesiyle ve kasıtlı bir şekilde yapmasıdır ki, kul bundan
sorumludur. Bu hata, inkârdan kaynaklanmadıkça kul, rabbinden bunun affını
dileyecektir. Hatanın ikinci şekli ise, bilgisizlikten veya yanlış tahminden
meydana gelen hatalardır ki Allah teala, kullarını işte bu gibi hatalardan
dolayı sorumlu tutmamıştır. Mesela kişinin, Ramazan ayında, henüz fecir vaktinin
girmediğini zannederek sahur yemeğini yemesi veya bulutlu bir günde belli
vaktin girmesini beklerken vakti kaçınnasi bu gibi hatalardandır.
Bir kısım âlimlere
göre âyetin bu bölümünde kulun rabbinden, unuttuğu veya hata ettiği şeyleri
affetmesini istemesi, kulun sadece rabbinin emrine uyması ve rabbinin davetine
boyun eğmesi içindir. Burada kulların, yaptıkları duanın, affedilmeleriyle
herhangi bir ilişkisi yoktur. Taberi, bu görüşte olan âlimlere katılmamaktadır.
Âyet-i kerimede
"Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük
yükleme." buyurulmaktadır. Burada zikredilen ve "Ağır yük" diye
tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah
edilmiştir.
a- Katade,
Mücahİd, Abdullah b. Abbas, Süddi, İbn-i Güreye, Dehhak ve Rebi' b. Enese göre
buradaki kelimesinden maksat, "Ahit ve söz al-mak"tır. Bu izaha göre
âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir. "Rabbimiz, bizden önce gelen Yahudi
ve Hristiyanlara, belli yükümlülükler yükleyerek, kendilerinden o işleri
yapacaklarına dair ahit aldığın gibi bize de yapmaktan âciz kalacağımız
yükümlülükler yükleyerek onları yapacağımıza dair bizden ahit alma.
Zira onlar, verdikleri ahdi yerine
getiremeyince sen onları cezalandırdın. Bizi de aynı akıbete düşürme
b- Ata b.
Ebi Rebah ve İbn-i Zeyde göre burada zikredilen kelimesinden maksat, tevbesi
ve keffareti olmayan ve cezası ağır olan günahlardır. Bu izaha göre âyetin bu
bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey rabbimiz, bizden önceki ümmetlere, ağır
günalar yükleyip onları domuzlara ve maymunlara çevirdiğin gibi bize de bu
gibi günahlar yükleyip bizi de o durumlara düşürme."
c- Reb' b.
Enes ve Malik'e göre buradaki kelimesinden maksat, ağır yük demektir. Müminler
rablerinden, kendilerine ağır gelecek yükümlülükleri yüklememesini
istemektedirler.
Âyet-i kerimede
"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma" buyrulmaktadır.
Bunun mânâsı "Ey rabbimiz, sen bizleri, gücümüzün yetmediği ve
kaldıramayacağımız amellerle yükümlü kılma." demektir.
Âyet-i kerimenin bu
son kısmı, kulların, Allah tealaya karşı nasıl dua edeceklerini öğretmektedir.
Ve bu mübarek sure işte bu âyetlerle sona ermektedir. Bu âyetlerle sure arasında
tam bir mutabakat vardır. Zira, surenin kapsadığı, namaz, zekat, oruç, hac,
kısas, evlenme, boşanma, iddet bekleme ve alış veriş yapma gibi ilahi emir ve
yükümlülüklerle, insanların âhirette görecekleri hesap ve ceza arasında büyük
bir münasebet vardır. Bu itibarla Allah teala surenin sonunda,
yarattıklarından hiç birisini, gücünün yetmediği şeyle yükümlü kılmadığını,
onları ancak güçleri ölçüsünde sorumlu tuttuğunu böylece kullarına lütufta
bulunduğunu bildirmektedir.
Bakara suresinin bu
son iki âyetinin fazileti hakkında çeşitli hadis-i şerifler rivayet
edilmiştir. Peygamber
"Bakara suresinin
son iki âyetini kim bir gece okuyacak olursa o iki âyet onun için kâfidir. [234]
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyuruyor: "Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Bir gün Cebrail
aleyhisselam Resulullah (s.a.v.) in yanında otururken yukarıdan bir gıcırtı
işitti. Başını yukarı kaldırdı ve .şöyle dedi: "Bu bugün gökte açılan bir
kapının gkcirtisıdir. Bu kapı bu güne kadar hiç açılmamıştı. Kapıdan bir melek
indi. Cebrail: "Bu, yeryüzüne inen bir melektir. Bu, bugüne kadar yeryüzüne
hiç inmemişti." dedi. Melek selam verdi ve Resulullaha şöyle dedi:
"İki nur için müjdeler olsun sana. Bu nurlar ancak sana verildi. Senden
önce hiçbir Peygambere verilmemişti. Bu iki nur, Fatihatül Kitap (Fatiha
Suresi) ve Bakara suresinin sonudur. Sen, bunlardan okuduğun her âyetin
sevabını mutlaka alırsın. [235]
[1] Maide suresi, 5/91
[2] Nisa suresi, 4/43
[3] Maide suresi, 5/90
[4] Nisa suresi, 4/43
[5] Maide suresi, 5/90
[6] Maide suresi, 5/90
[7] Nisa suresi, 4/43
[8] Maid'e suresi, 5/90, 91
[9] Ebu Davud K. el-Eşribe hab: 1, Hadis No: 3670/Tirmizi
K. Tefsir el-Kur'an, sure: 2, bab: 7/Neseî, K. el-Eşribe, bab: 1
[10] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 45, Hadis No: 1691/Nesei,
K. ez-Zekât, bab: 54.
[11] Neseî, K. el-Bûyu", bab: 84/Müslim, K. ez-Zekâl,
bab: 41, Hadis No: 997
[12] Darimi, K. ez-Zekât, bab: 25
[13] Müslim, K. ez-Zekât, bab: 97, Hadis No: 1036/Timıizi,
K. ez-Ztihd, bab: 2
[14] A'raf suresi, 7/199
[15] İsra suresi, 17/29
[16] Furkan suresi, 25/67
[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/529-537.
[18] İsra suresi, 17/34
[19] Enam .suresi, 6/152
[20] Nisa suresi, 4/10
[21] Ebu Davud, K.
el-VasâyS, hab: 7, Hadis No:.287l/Neseî, K. el-Vnsflyn, bab: 11, Hadis No: 3699
[22] Nisa suresi,
4/6
[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/537-540.
[24] Maide suresi,
5/5
[25] Mümtahine
suresi, 60/10
[26] Maide suresi,
5/4
[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/540-544.
[28] Müslim, K.
el-Hayz, hab: lfi, U:kIis No: 302/Hbıı Havini, K. el-T:ılınrel, kıb: 102, Hadis
No: 258/Tirnıizi, K. Tefsir cl-Kur'aıı, h:ıb: 23, Hadis No: 1977
[29] Rotori, K. el-ITnyz, hah: 5
[30] Müslim, K el-îtayz., hah: X Hadis No: 294
[31] Millim, K.
el-Hayz, bab: 2, Hacüs Nn: 293
[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/544-549.
[33] Buhari, K.
Tefsir el-Kıır'an, sure: 2, h;ıh: 39/Müslim, K. en-Nikâh, hah: 117, 118 Hadis
No: 1435
[34] Timıizi, K.
er-Racfâ, hah: 12, Ilaılis No: 1164/Ahıncıl b. Ilanhul, Müsneıl, c. 1, s. 86
[35] Ebu Davut K.
en-Nikfıh, bab: 45, Hadis No: 2162
[36] Bkz. Ebu Davud,
K. en, Nikâh, halı: 46, Hadis No: 2164
[37] Buharı, K.
Tefsir el-Kur'an, sure 2, hab: W/Müultm. K. cn-Nikâh, hah: 117, 118,IIaılis No:
1435
[38] Ahmed b II
Anbel, Müsned, e. 5, s. 305/Tirmizi,K Tevsiri el-Kur’an, sure: 2,bab: 25,Hadis
No: 2979
[39] Tirmizi K.
Tevsiri el-Kur’an, sure 2,bab: 26,Hadis No2980/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1.s.
297
[40] Âl-i İmran
suresi,
[41] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/549-556.
[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/556-557.
[43] Ebu Davud K. El-Hyman, bab: 7, Hadis No. 3254/Murvalla
İmanı Malik K. Hl-eyman, bab: 5, No. 9
[44] Ebu Davtıd, K. el-Tuiak, bab: 7. Hadis No. 2191
[45] İbn-i Meçe, K.
eUKaffarei, bab: 8 Hadis No. 2110
[46] Kasas Suresi,
27/55
[47] Furkan Suresi,
25/72
[48] Müslim, K. el
Eyman, balı: 11, 12, 13, 14 1 indis No 1650
[49] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/5-10.
[50] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/10-13.
[51] Bkz. Buhari, K. es-Salah, bab: 18/ Müslim. K.
ct-Talük. bab: 3 Hadis No. 1475
[52] İbn-i Kesir, e, 1 S. 269
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/13-16.
[53] ibn-ı Mi.ce, K. et Taharet ham: 115, Mntlis No. 620
Ayrıca Hhu U.vıı.i, K. ei-TahaaM, hah: 112, Hadis No. 269, 297/Nosei, K.
el-Talıarct, hnb: 135/Tirmı/.i K ol-Talıaıet, hah" 94, lla-ılisNo. 126
[54] Talak Suresi, 65/1
[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/16-23.
[56] Bkz. Ebu Davud, K. et-Talak, bab: 10. Hadis No. 2195
[57] Ebu Davud, K. et-Talak, bab: 10, Hadis No. 2195
[58] Buhari, K; et-Talak, bab: 12
[59] Tiımizi, K. et-Talnk, bab: 11 Hadis No, 1187 / Ebtı
Davııtl, K. cl-Tnliık, bsıh: 18, Hadis No. 2226 ibıı-i Mâe, K. et-Talak, b;ıb:
21, Ihulis No. 2055/Neseî, K. ut Talak, bab: 34
[60] NisaSurei, 4/20
[61] a) Bkz. Buhari, K. ct-Talak, bab, 4,43,44 / Müslim, K.
el-Lian, bab: 1, Hadis No. 1492.K. et-Talak bab: 16, Hndis No. 1473 / Ehıı
Davud, k. el-Talak, bab: 10 Hadis No. 2206, 2207 / Şcrh-i Ncvevi, C. 10 S. 7072
/ İlam el-Murakkî'in G:3 S. 30T48 («hela el-Curide, Kahire baskısı) Neylül
Eviar, çb.s. 255-264 (el-Bâbîel-Hâle'bi Kahire baskısı)
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/23-33.
[62] Ahmed b. Hanbel c. 6 S. ö2
[63] ebu Davud, K. en-Nikâh, bab: 15, Hadis No.
2067/1'irmizî, K. en-Nikâh, halı; 28, Hadis No.
II 19,1120 Neseîk,
et-Tnlak, bab: B/ihn-i Miice, K. en-Nikfıh, bab; 32 Hadis No. 1935
[64] İbn-i Mâce, K. en-Nikfıh, bab: 13, IlnJis No. 1936
[65] Bkz. Beyayi ü.ssenayi, e, 4 s. 1989, 1990/ El-Bugnî,
İhn-i Kudanıe, c 6 s. 645, 469
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/33-37.
[66] Bakara suresi, 2/151
[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/37-39.
[68] Tirmî, K,Tefsir el-Kur'an, sure 2, b;ıb: 27, Hadis No.
2981 / Buh:ıri K. Tefsir el-Kur'an, .sure 2, bab: 40
[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/39-41.
[70] Talak suresi, 65/6
[71] Talak .suresi, 65/6
[72] Ahkaf suresi, 46/15
[73] Ahkaf suresi, 46/15
[74] Ebu Hanifeye güre çotuğun iki buçuk yıla kadar emmesi
halimle siil eninle ile ilgili iıiikiiın-lcr geçerlidir.
[75] Talak suresi, 65/7
[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/42-49.
[77] Müslim, K. et-Talak, bab: 56, Hadis No. 14S4 / Ebu
Davud, K. et-Talak, bab: 47 Hadis No.
[78] Buhnri, K. el-Talak, bab:46
[79] Müslim, K. cl-Talak, hah: 63, Hadis Ne 1490
[80] Nesei, K. el. Talak, bab: 60
[81] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/49-53.
[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/54-56.
[83] Ahzab süresi, 33/49
[84] Bakara suresi, 2/237
[85] Bakara suresi, 2/241
[86] Bakara suresi, 2/241
[87] Bakara suresi, 2/2412
[88] Bakara suresi, 2/241
[89] îbn-i Mâce, K. et-Talak, babı 1 Hadis No. 2017
[90] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/56-61.
[91] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/65-64.
[92] Tilmizi, K. Tefsir el-Kur'nn, sure 2, bnb: 28, Hadis
No. 2982
[93] Tinnizî, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, bnb: 29 Hadis
No. 2983
[94] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure, bah: 31, Hadis No.
2985, Tirıjıizi, hadisin lınsen ve sîihih okluğunu, zeyd b. sabit, ütbe ve Ebıı
Ilureyrcclen de rivayet edildiğini söylemiştir.
[95] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2. bab: 42/Mü.slim,
K. el-Mcsacid, bab: 202, 205, Hadis No.627
[96] Buharı, K. Mevakit cs-Salah, bab: 14/Müslim, K.
cl-Mesacid, bab: 200, I indis No.626
[97] Müslim, K. el-Msafirim, bab: 292, Hadis No. 830/Nesei,
K. Mevakıt es-Snlah. bub: 14
[98] Buharı, K. Mevakit es-Sabah,bab: 14/ Müslim, K.
el-Mesacid, bab: 200,201, Hadis No: 626
[99] Müslim, K. el-Mesacid, bab: 213,214, Hadis No. 634
[100] Ahmed b. I lanbel, Müsned, c.3 s,75
[101] Bahari, K. Tefsir eİ-Bur';m, sure 2, bah: 4VTirmİzi,
K. Tefsir el-Kur'aıı, sure 2 bnb: 32, Hadis No. 2986
[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/65-71.
[103] Müslim, K. el-Miisafirin, bah: 305,306 Hadis No.
839/Tirmizi, Kes Salah hab: 398 HadisNo. 564
[104] Bahari, K-es. Sabah el-Havaf bab: 4
[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/71-73.
[106] Nesei, K. et-Tulak bab: 60
[107] Nesei, K. et-Talak bab: 62/İbn-i Mace K. et-Talak bab:
8, Hadis No. 2031
[108] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/73-76.
[109] Ahzab suresi, 33/49
[110] Bakara suresi, 2/236
[111] Bakara suresi, 2/236
[112] Ahzab suresi, 33/28
[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/76-77.
[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/77.
[115] Nisa suresi, 4/164
[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/78-80.
[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/80.
[118] Bakara suresi, 2/162
[119] Bkz. Ahmed b. Ilanbel, Miisnctl s.s. 146/Müslim, K.
el-Cennız, bab: 89, Hiırfis No. 965 tbn-i Macc, K. el-Ticaret, bab: 27, Hadis
Nn. 2200
[120] Tirmizi, K. el-Biiyil, bab: 73, Hadis No. 1314/Ebu
Davud, K. el-Boyii, bab: 49, Hadis No. 3451 İbn-i Mace, K. et-Ticarel, bnb: 27,
Hadis 2200
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/81-82.
[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/83-86.
[122] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/87-88.
[123] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/89-94.
[124] Buharı, K. el-Mcğazi, bab: 6
[125] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/94-97.
[126] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/97.
[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/98-104.
[128] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/104.
[129] DarinnK.es-Siycr, bab: 29 / Ahıned b. Hanbel C.l S.
503 Aynıca Bkz. Müslim K. cl-Me-sacid bab: 3 Hadis No. 521
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/104-106.
[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/106.
[131] Zümer suresi, 39/3
[132] Tirmizi, k. el Fedail el Kuran bab: 2 Hadis No. 2878
[133] Tirmizi K. el Fedaü el-Kur'an bab: 2 Hadis No.
2879
[134] Müslim, K. el-Müsafirin bab: 25S, Hadis No. 810
[135] Zümmer suresi, 39/3
[136] Zümmer suresi 39/67
[137] Bkz. Darimi. K. er~Rıkak, bab: 80 / Ebu Davud K.
es-Suresi bab: 19 Hadis No: 4726
[138] Müninun Suresi 40/7
[139] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/107-112.
[140] Ebu Davud, K, el-Cihad, bab: 126, Hadis No. 2682
[141] ibn-i Kesir, C. 1 S. 310, 311
[142] Tevbe suresi, 9/29
[143] Tevbe suresi. 9/123
[144] Tevbe suresi, 9/73
[145] Felih suresi, 48/16
[146] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/112-115.
[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/115-116.
[148] Nahi suresi, 16/26
[149] En'am suresi, 6/83
[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/116-118.
[151] Bakara suresi, 2/243
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/119-129.
[153] Baharı, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, bab: 46/MUslihi,
K. el-tman batı: 238 Hatife No. 151
[154] Zümer suresi, 39/53
[155] Bakara suresi, 2/260
[156] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/129-136.
[157] Müslim, K. el-îmare bah: 32, Hadis No. 1892/Neseî K.
el-Cihad bnb: 36
[158] Ahıned b. Hanbel, Miisned, C. 4 S, 345, 346
[159] Ahıned b. Hantal, Müsnctl, C. 4 S. 332, 345, 346
[160] Bakara suresi 2/245
[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/136-139.
[162] Müslim, K. el-iman, bab: 171, Hadi No. 106/ Ebu Davud,
K. el-Libas bab: 25, Hadis No. 4087
[163] Ahzab suresi, 33/58
[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/139-140.
[165] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/140.
[166] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/141-142.
[167] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/142-143.
[168] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, bab: 47
[169] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/143-145.
[170] Bkz. Tirmizi, K. .Tefsir el-Kur'an, sure 2 bah: 33
Hadis No. 2987
[171] Âl-i İmran, 3/92
[172] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/145-148.
[173] Tirmizi, K. Tefsir el-Kıır'an Sure 2 bnb: 34,
ftadiswı. 2988
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/148-149.
[174] Fâtır suresi, 35/28
[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/149-150.
[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/150.
[177] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 16 K. el-Ezan, bab; 36, K.
el-Hudvel bab: 19/Milslim, K. ez. Zekat bab: 91, Hadis No. 1031/Tirmizi, K.
ez-Zühd. bab: 52, Hadü No. 2391
[178] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 113, Hadis No.
3369/Ahmed b.Hanbel, Miisned C 5 S. 124
[179] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5 S. 178, 179, 265
[180] Tirmizi, K. el-îmran, bab: 8, Hadis No. 2616 / tbn-i
Mâce, K. ez-Zühd, bab: 22, Hadis No.4210
[181] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/151-153.
[182] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/153-154
[183] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sure 2 bab: 48/Müslim, K.
ez Zekat, bab: 102 Hadis No. 1039
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/154-156.
[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/157.
[185] Bakara suresi, 2/278
[186] Meseî K. ez-Ziynet, bab: 25 / Ebu Davud K. cl-Buyü
bab: 4, Hadis No: 3333 Miisliiıı. K. el-Mtisakat.bab: 105,106, Hadis No. 1597,
1598 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/158-159.
[187] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Cl S. 395,424
[188] Bakara suresi, 2/261
[189] Bakara Suresi, 2/245
[190] Buharı, K. ez-Zekat, bab: 8 / Müslim, K. ez-Zekât bab:
63,64 Hadis No. 1014
[191] Tevbe suresi, 9/104
[192] Bakara suresi, 2/276
[193] Tirmizi, K. ez~Zekât, bab: 28 Hadis No. 262
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/159-161.
[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/161.
[195] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/161-162.
[196] Müslim, K. el-Müsakat, bab: 106, Hadis No. 1598/Ebu
davud, K. el-Büyük bab: 4 Hn, 3333
[197] İbn-i Mace, K. et Ticaret, bab: 58, Hn. 2273/Ahmed b.
Hanbel, Müsned, C.2 S. 353, 363
[198] îbn-i Mace, K. et-Ticaret, bab: 58 HN, 2274
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/162-164.
[199] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S. *İOO, 308 / Darimi, K.
el-Büyii bab: 50
[200] Nisa suresi, 4/58
[201] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/164-166.
[202] înfiiar suresi, 82/19
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/167.
[203] Bakara Suresi, 2 / 238
[204] Bakara Suresi, 2 / 283
[205] Bakara suresi, 2 / 283
[206] Maide suresi, 5/6
[207] Maide suresi 5/6
[208] Mücadele suresi, 58/4
[209] Mücadele suresi, 58 / 3
[210] Bakara suresi, 2/283
[211] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/168-177.
[212] Maide suresi, 5 / 72
[213] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/178-180.
[214] Bakara suresi, 2 / 286
[215] Bakara suresi, 2 / 285
[216] Müslim, K. el-İman, bab: 199, Hadis No. 125 / Ahmed b,
Hanbel Miisncd, C.2 S. 412
[217] Tinnizi, K. Tefsir eMCur'an sure 2, Hadis No. 2992
[218] Bakara suresi, / 225
[219] Nisa suresi, 4/123
[220] Ahmed b. Hantal, Müsned, C. 6 S. 218
[221] Bakara suresi, 2/286
[222] Nisa suresi, 4/31
[223] Hud suresi, 11/18
[224] Buharı, K. Tefsir el-Kuıır'an, sure 11, bab: 4
[225] Müslim, K. cl-Iman, bab: 205, Hadis No. 129
[226] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/180-187.
[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/188
[228] Hac suresi, 22/78
[229] Bakara suresi, 2/185
[230] Tegabün suresi, 64/16
[231] İbn-i Mâee K. et-Taîak bab: 16, Ilhdis No. 2043, 2045
[232] Tâhâ Suresi 20/115
[233] A'raf suresi, 7/5
[234] Buhari, K. d-Magnzi. bah: 12 / Müslim, K. c I -M üsn d
rin, hah: 255, Mîkiis No. 807
[235] Müslim, K, el-Müsafirîıı bab: 254, Hadis No: 806
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/189-93.