Allah'ın İlmi Değişmez, Kazası Yön Değiştirmez
Peygamberimiz İnsanlıktan Yana İlahî Rahmettir
Peygamber Efendimizin Hayatında
Danışmaya Verilen Yer Ve Önem
Peygamberlerin Bazı Özellikleri
Peygamber Efendimizden Önceki Araplar
Son Peygamberin Araplardan Seçilmesi
Musîbetten Önce De Sonra Da Allah Ve Peygamberine Gönülden Bağlılık
İmânın Artmasi Şerrin Şiddetiyle Orantılıdır
Kur'ân Günümüzün Müslümanlarına Da Sesleniyor
Küfrü İmân Karşılığında Satın Alanlar
İrademiz Dişinda Bir Kâinat Düzeni Var
Zayıf İmanlılar Ve Tabii Eleme Kanunu
Her Mü'mine Gaybın Kapısı Açılsaydı Ne Olurdu?
İnsan Karakterini Ortaya Çıkaran Sebepler
Cimrilik Serdir, Felâketi Davet Eder
Allah'a İmânın Hedefi Saadettir
Allah Sözü İnsanlara Açıklanmak İçin İndirilmiştir
Ümmetin Şan Ve Şerefle Yaşaması
Her Millet En Çok Meşgul Olduğu Konuda Başarılıdır
Müslüman Bir Milletin Hür Ve Müstakil Yaşama Yolu
Yorumlar - Rivayetler İsbirû :
156— Ey imân edenler! yola çıkıp seyahatte ölen
veya savaşlarda öl-dürülen kardeşleri için, «yanımızda olsalardı ne ölür, ne de
öldürülürlerdi» diyen inkarcılar gibi olmayın ki, Allah bunu onların kalbinde
hasret olarak bıraksın. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah yaptıklarınızı
görüp bilendir.
157— Şanıma yemin
olsun ki, eğer Allah yolunda
öldürülür veya ölürseniz, herhalde Allah'tan mağfiret ve rahmet onların
toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
158— Celâlim hakkı için, eğer ölür veya
öldürülürseniz, şüphesiz ki, Allah'ın huzurunda bir araya getirilip
toplanacaksınız.
İnkarcı münafıklardan
Abdullah bin Ubey ve yandaşları, hem Uhud savaşma katılmadılar, hem de bu
savaşta şehit düşen yakınları ve hemşehrilerine hayıflanarak, «Savaşa bizim
gibi çıkmayıp Medine'de kalsalardı öldürülmezlerdi», şeklinde bozuk bir
itikada dayalı mantık ölçüleriyle bazı sözler söylediler. Yukarıdaki âyet daha
çok bu sebeple indi.
Diğer bir rivayete
göre :
Huzeyl kabilesinden
birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek, «İçimizde İslâmiyete karşı
istek ve eğilim var. Arkadaşlarından birkaç kişi gönder de bize İslâmiyeti
öğretsinler», diy.e istekte bulundular. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz altı
kişiyi görevlendirip gönderdi. Bunlar Raai' mevkiine vardıkları zaman Maune
Kuyusu yanında pusuya düşürülerek gadre uğradılar. Üçü hemen orada öldürüldü.
Diğer üçünün elleri bağlanarak Mekke müşriklerine götürülmek üzere yola
çıkarıldı. Yolda biri kaçıp kurtulma imkânı elde ettikten sonra bunlarla
savaşa karar verdi, ne yazık ki o da öldürüldü.
Münafıklar bunu istismar
ederek, «gitmeselerdi öldürülmezlerdi», şeklinde bazı sözler sarfederek
mü'minlerin inancını sarsmaya ve birtakım şüphelerin doğmasına çalıştılar. Bu
nedenle yukarıdaki âyetler indi. [1]
«Kalem, olup olacak
şeyleri yazıp bitirmiş ve böylece artık mürekkebi kurumuştur (yazılacak yeni
bir şey kalmamıştır).» [2]
«Çalışınız, herkes, herşey
yaratıldığı, takdir olunduğu şeye hazırlanıp sevk edilir.» [3]
«Allah'ın sizin fiiliniz ve
halleriniz hakkındaki ilmi, sizin üzerinize gerilen gök ve sizi üstünde
taşıyan yer gibidir. Gökten ve yerden (madde âleminden) nasıl çıkmanıza güç
getiremezseniz, bunun gibi, Allah'ın ilminden de dışarı çıkamazsınız. Gökle yer
sizi nasıl günahlara itmiyor, bu hususta zorlamryorsa, Allah'ın ilmi de sizi
günahlara itip zorlamıyor.» [4]
«Allah hem diriltir,
hem öldürür, Allah yaptıklarınızı görüp bilendir.»
Allah'ın öncesizlikle
vasıflanan ilmi değişmez. O, ezelde kendi ilmiyle her insanın irâde ve
imkânları sınırları içinde ne yapacağını bilmiştir. Kalem bunları, yani olacak
her şeyi yazmış ve artık silinmeye imkân kal-mıyacak biçim ve anlamda mürekkebi
kurumuştur. Artık ne yeniden yazı-laçak bir şey kalmış, ne de tesbit edilecek
bir olay unutulmuştur. İlâhî ilim ezelden ebede kadar olmuş-olacak her şeyi
kapsayıp kuşatmıştır. Yeniden kapsayacağı bir şey yoktur. İnsanın arzu ve
irâdesi hangi şeyin, ya da olayın meydana çıkmasına yönelecekse Allah onu
ezelde bilmiş ve bildiği için de ilmi ve takdiri onunla bağlantı kurmuştur.
Bunun değişmesi söz konusu değildir. Çünkü öyle olacağı bilinmiş ve bilindiği
gibi takdir edilmiştir. Her şey yaratıldığı, takdir olunduğu şeye hazırlanıp
sevk olunur.
Resûlüllah'ın (A.S.)
Mi'rac gecesi «kalemlerin gıcırtı seslerini duydum» hadisini. Şeyh Muhyittin
(K.S.) kendine has bir keşifle yorumlamıştır ki, ileride ona yer vereceğiz.
Bu mânayla Allah hem
öldürür, hem diriltir. Neyi dirilteceği tamamen kendi ilim ve irâdesine
bağlıdır. Neyi öldüreceği ezelde ilminin tesbitine dayalıdır.
Burada Allah'ın ilminin
meydana gelecek olan şeyler üzerinde mutlak hâkim ve müessir olduğu
düşünülmemelidir. Aksi halde cebir (zorlamaya) dönüşmüş olur. Çünkü onun
insanların fiilleri ve halleri hakkındaki ilmi, gökle yer gibidir. Nasıl gökle
yer bizi günahlara itmiyorsa, O'nun ilmi de bizi günahlara itmiyor. Ama O'nun
ilminin dışına da .çıkmamız mümkün değildir. [5]
İnkâr hastalığı ve
bozgunculuk mikrobu yalnız yerleştiği kişiyi değil çevresini de kemirmeye
başlar. Dün olduğu gibi bugün de, yarın da inkâr hastalığına yakalanan, içinde
bozgunculuk mikrobu taşıyan kimseler -ki biz bunlara münafık diyoruz- sadece
kendi hastalıklarıyla, mikroplarıyla başbaşa kalmamış, başkasını da aynı derde
uğratmak için mikroplarını durmadan yaymaya çalışmışlardır. Bu neye benzer?
Kuduz mikrobunu alan kimse belli süre içinde tedavi edilmezse, hem kendisi kudurup
ölür, hemde kendisiyle temas kuran kimseler...
Gerçek bu olunca,
hayatta arkadaş edinirken cok dikkatli olmak gerekir. İçinde nifak,
bozgunculuk ve inkâr mikrobu taşıyanlar son derece tehlikelidirler. Bunlara
arkadaş olarak yaklaşmamalıyız; bir doktor, bir mürşit, bir yol gösterici ve
eğitici olarak temas kurmalıyız. Aksi halde aynı mikrobu almaktan kendimizi
kurtaramayız. Allah'ın koruduğu müstesna.
Kur'ön bu konuda Medine
inkarcı ve münafıklarının tutumunu örnek olarak sergiliyor ve bizi uyarıyor. [6]
Âyet mü'minler için üç
yüce derece sergilerken insan ruhunun en yüksek mânada gıdalandığı nimetleri
sıralıyor. İlâhî feyiz pınarından susuzluğunu gidermek için önüne konulmuş
basamaklardan nasıl çıkması, diğer bîr deyimle yükselmesi gerekiyor? O, bunu
kalblere kademeli biçimde işliyor. Şöyle ki:
1. İmân bütün amellerden önce gelir. Ona sahip
olmayan kimsenin yükselmesi, ilâhi füyuzata mazhar olması mümkün değildir.
Karanlıktan kurtulmak için önce ışık gerek.
2. Allah yolunda ebedî mutluluğa erişebilmenin
umut ve aşkını taşımak ve bu uğurda her şeyi feda etmeyi cana minnet bilmek.
3. Bu niyette
sonuca erişildiğinde günah ve
kusurlardan paklanıp kurtulmak ve her
makam ve derecede mutlaka AllalVa muhtaç bulunduğumuzu idrâk etmek.
Mağfiret derecesini aşıp ruha
ebediyen hayat veren rahmet kapısından içeri girebilmek için Allah'tan yardım
ve inayet beklemek. Çünkü O'nun yardım ve inayeti, hidâyet ve nusratr tecelli
etmediği takdirde ölü ruhların dirilmesi mümkün değildir. Bu mâna ile «Allah
hem diriltir, hem öldürür. Aîiah yaptıklarınızı görüp bilendir.» [7]
Yukarıda geçen
âyetlerle Uhud savaşının mü'minler üzerinde bıraktığı olumsuz tesirlere yer
verildi; bunun sebebine dokunularak ilâhî sünnetin şaşmazlığına dikkatler
çekildi. Münafıkların İslâm'ı içinden çökertmek için giriştikleri menfi
propaganda ve şarlatanlıklarına atıf yapıldı; sonra da ilâhî kaza ve
kaderin ölçü ve anlamına yer verilerek bu hususta sağlam bir akide temeline
işaret edildi. Netice, kim ne yaparsa yapsın, nasıl düşünürse düşünsün
dönüşlerin ancak Allah'a olacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle, Ashab-ı
Kiramdan bir kısmının yanlış tutum ve kararlarından dolayı Peygamber'in {A.S.}
öfkelenmediği, bilâkis hoşgörüyle karşıladığı ve onlara karşı çok merhametli,
yumuşak ve müşfik olduğu açıklanarak risaletin ana temalarından biri
belirtiliyor. [8]
159— Ancak
Allah'ın rahmetiyledir ki, sen onlara yuntuşak (ve hoşgörüyle) davrandın. Eğer
kaba, katı yürekli olsaydın, herhalde etrafından dağılır, giderlerdi. O halde
onları affet, onlar için istiğfarda bulun, (dünya) işiyle ilgili hususlarda
onlara danış (görüşlerini al). (Bu yoldan hareketle) azmettiğin zaman artık
Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever,
Uhud savaşından
dönüldüğünde, Ashab-ı Kirâm'dan bir kısmı iyi niyetle de olsa verilen emre
uymadıklarını ve bu yüzden galip iken mağlup duruma düştüklerini düşünerek
Peygamberin kendilerine kırgın bulunduğunu sanıyor, bu sebeple de üzüldükçe
üzülüyorlardı. Yukarıdaki âyet, insanların her zaman hata yapabileceğini,
önemli olan hatayı işledikten sonra bunun farkına varıp dönüş yapmak olduğunu
belirtiranlamdo inmiş, Peygamberin mü'minlere karşı ne kadar merhametli bir
kalbe sahip bulunduğu açıklanmıştır. [9]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir ara yüzünü yüce âleme çevirerek İbrahim Peygamberle İsâ
Peygamberin kendi ümmetleriyle ilgili dualarına yer veren şu âyetleri okudu:
«(İbrahim dedi ki):
Rabbim! o putlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa,
şüphesiz ki o bendendir; kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki sen çok
bağışlayan ve çok merhamet edensin.» [10]
«(İsa dedi ki): Eğer
onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan, doğrusu
sen çok güçlüsün, çok üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin.» [11]
Sonra Resûlüllah
ellerini kaldırıp: «Allahım! ümmetimi, ümmetimi...» dedi ve ağladı. Bunun
üzerine Aziz ve Celi! olan Allah Cebrail'e buyurdu: «Muhammed'e git -Rabbin
daha. iyi bilir- sani ağlatan nedir? diye sor.» Cebrail bu emir üzerine geldi
ve sordu. Resûlüllah ona ne dediğini -ki Allah onu daha iyi bilir- söyledi.
Yani ümmeti hakkında duâ ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Cebrail döndü. Allah
bu kez Cebrail'e dedi ki: «Muhammed'e git, ona de ki: «Biz mutlaka ümmetin
hakkında seni hoşnut edeceğiz, seni üzmüyeceğiz.» [12]
«Şüphesiz ki Allah
farzları yerine getirmemizi emrettiği gibi insanlarla bir arada geçinmemizi de
emretti.» [13]
Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz, Ebu Bekir SIDDÎK ile Ömer FARUK'a : «Siz ikiniz bir konuda istişare
edip görüş birliğine varırsanız size muhalefet etmem.» buyurdu. [14]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden soruldu:
— Azim nedir? Cevap verdi:
— Görüş sahipleriyle danışıp (gerekirse) onlara
uymandır. [15]
«Müsteşar (kendisiyle danışılan)
güvenilir kimsedir.» [16]
«Sizden biriniz
kardeşiyle istişarede bulunduğunda kardeşi ona doğruyu göstersin.» [17]
«Müsteşar güvenilir
kimsedir; isterse görüşünü ortaya kor isterse koymaz.» [18]
«Müsteşar güvenilir
kimsedir. Kendisine danışıldığında, kendi nefsi için işleyeceğini düşünerek
aynı yolda (Müslüman kardeşini de düşünüp) işarette bulunsun.» [19]
Mevkuf sayılan ve
belki sahabeden birine ait olduğu söylenen hadîste İse şöyle ifade ediliyor:
«Danışan pişman olmaz. İstiharede bulunan ümitsiz ve mahrum kalmaz.» [20]
Peygamberler en temiz
ailelerden seçilirler. Onlarda ayrıca soydan gelen bir şefkat, sevgi, saygı ve
yumuşak bir ilgi vardır. Sonra onların bu güzel huyları ilâhî tezgâhta
geliştirilir ve daha yararlı düzeye getirilir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz yalnız bir millet ve kabileye değil bütün insanlara gönderilen en son
peygamberdir. Bu bakımdan ondaki merhamet, şefkat, sevgi ve saygı, nezaket ve
terbiye o nisbette geniş ve anlamlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde Onun
bu güzel huylarından söz edilir. Sırası gelince gerekli açıklama yapılacaktır.
Ancak konumuzu oluşturan âyette Onun birkaç mümeyyiz vasfına dokunuluyor;
rahmet peygamberi sayılması itibariyle de içinde kin, düşmanlık, haset ve benzeri
karartıcı duyguların bulunmadığına işarette bulunuluyor. O;
a) Son derece nezaketli, yumuşak ve nezih idi.
b) Kabalıktan nefret eder, nezih ve nazik
olmanın en güzel örneğini kendinde taşırdı.
c) Katı yürekliliği sevmez; insanlıktan yana
sevgi ve merhametle dolup taşardı.
d) Affetmesini sever ve böyle bir gönül ile
insanlara bakardı,
e) Günahkârlara günahlarından dolayı kızmaz,
işledikleri günah ve kusurları sevmez, fakat onlar için istiğfarda
bulunur, bağışlanmalarını dilerdi.
f) Din işlerinde Allah'tan aldığını aynen teblîğ
eder, aynı zamanda em-redildiği şeyleri kusursuz yerine getirirdi. Dünya
işlerinde çevresindeki insanlara değer verir, onların görüşünü alır; isabetli
ve makul düşünceleri
benimserdi. [21]
«Dünya işiyle ilgili
hususlarda onlara danış (görüşlerini af).»
Sevgiii Peygamberimiz
(A.S.) ilâhî emirleri kusursuz tebliğ eden ve her konuda nefsini ara yerden
çekmesini bilen bir peygamberdir. Allah ile kulları arasındaki yolu işlek
duruma getiren, hatalı tutumlara karşı kaba davranmıyan hoşgörü sahibi, aynı
zamanda yufka yürekli ve yumuşak huylu idi.
Dünya işlerinde vahiy
almadığı takdirde ashabıyla istişarede bulunur, öyiece karar verirdi. Onun
hayatının bu yönüne bakıp birkaç örnek vermekle yetinmek istiyoruz:
1. Bedir savaşında kendine göre savaş durumu
alıp stratejik nokta seçtiğinde, bunun isabetli olup olmadığını sormuş, kuyuya
yakın bir yerde karargâh kurulmasının daha isabetli olacağı söylenilince bu
görüşe uymuştur.
2. Yine Bedir savaşında elde edilen esirler
hakkında nasıl bir İşlem ve uygulama yapılması gerektiğini ashabıyla görüşerek
kararlaştırmıştı.
3. Bedir savaşına hazırlanırken bu konuyu
ashabıyla görüşmüş, onların fikirlerini almaya çalışmıştı. Ashabı onun
çevresine nasıl değer verdiğini görerek memnun clmuş ve şu cevabı vermişlerdi:
«Ya Resûlellah! eğer bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz.
Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz. Musa'nın kavminin
Musa'ya : «Senle Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız», dediği gibi biz
sana söylemiyeceğiz. Ama biz, «sen
dilediğin yere git, seninle beraber
olacağız» diyoruz.»
4. Uhud savaşma hazırlanıhrken, Medine'de kalıp
savunma durumuna mı geçmek daha iyi olur, yoksa düşmana karşı çıkmak mı? diye
ashabına sormuş, onların görüşlerini almaya çalışmış ve netice söz sahiplerinin
çoğu, düşmanı Medine dışında karşilıyalım, dediği için onlara uymuştur.
5. Uhud dağının eteğinde nerede karargah
kurulması hususunda da istişarede bulunduğu, bize kadar gelen rivayetler
arasında bulunuyor.
6. Hendek günü Medine'nin hurma mahsulünün bir
yıla mahsus olmak üzere Gatafan kabilesine verilmesi ve böylece onlarla bir
anlaşmaya gidilmesi bir tedbir olarak öne sürülmüştü. Sa'd b. Muaz ile Sa'd
bin Ubade bu görüşe katılmadılar; mahzurlarını anlatıp kendi fikirlerini belirttiler.
ResûlüIIah (A.S.) Efendimiz bu konuda onların görüşüne uymayı uygun bulmuştu.
7. Yine Hendek günü nasıl bir strateji uygulamak
gerektiği üzerinde durulmuş, ashabın görüşleri alınmış ve sonunda Selman
Farisî'nin (R.A.) hendek kazma görüşü kabul edilmişti.
8. Hudeybiye günü de ashabıyla istişarede
bulunarak bir karara vardığı bilinmektedir.
9. Hazreti Âişe Validemize atılan iftira
hususunda da Resûiüllah
(A.S.) Efendimiz vahiy almadığı için ashabıyla istişarede
bulunmaya ihtiyaç duymuştu.
Bütün bu olaylar
İstişarenin önemini belirtmektedir. Evet, «Danışan pişman olmaz. İstiharede
bulunan ümitsiz ve mahrum kalmaz.» sözünün ne kadar geçerli olduğu bir kez daha
anlaşılmış oluyor. Şüphesiz ki Re-sûlüllah'ın bu hareketleri kuvvetli bir
sünnet olarak ümmetine intikal etmiştir. Sadece kendi görüşünü beğenip iddialı
olanların kulakları çınlasın.. [22]
(DunYa) 'işleriyle
"'gü' hususlarda onlara danış...»
Allah'ın konumuzu
oluşturan âyetle, dünya işlerinde bilhassa savaş konularında mü'minlerie
istişarede bulunması için Resûiüllah (A.S.) Efendimize emretmesi, devlet
adamlarına, büyük mürşitlere, terbiyecilere, orduları sevk ve idare eden büyük
kumandanlara ışık tutmak, ölçü vermek ve yol göstermek içindir. Büyük Müfessir
Fahruddin Râzî bu âyeti tefsir ederken bunda sekiz kadar yarar bulunduğunu
belirtiyor. Onları özetle buraya nakletmeyi uygun bulduk:
1. Danışılan kişilerin kadrini yüceltmeyi,
onlara lâyık oldukları değeri vermeyi içerir.
2. Kendisinden sonra gelenlere örnek olmayı, bir kişinin
ne kadar akıllı olursa olsun
bilmediği hususların, hatâ edebileceği meselelerin bulunduğunu hatırlatmayı
amaçlar.
3. Uhud savaşına istişarede bulunarak çıkan
Resûlüllah Efendimizin, bu savaşta iyi sonuç almadığı düşünülerek bir daha
ashabiyla istişare yapmıyacağı anlaşılmasın diye böyle bir emre gerek
duyulmuştur.
4. Mü'minlerden kimin daha isabetli görüşe sahip
bulunduğunu, kimin daha çok dünya işlerine akıl erdirdiğini tesbit etmeğe
yöneliktir.
5. Mü'mınlerin önemli meselelerde içtihatta
bulunmalarına, en yararlı olanı bulup çıkarmalarına kapıyı açık tutar.
6. Müslümanlardan söz sahibi olanların düşünce
birliği halinde hareket etmelerini, bilhassa savaş gibi önemli konularda
ortaklaşa bir nokta tesbitine yönelmelerini hatırlatır. Cemaatle namaz
kılmanın faziletinin yüksekliğindeki hikmetlerden biri de budur.
7. Peygamberin mü'minlerle istişarede
bulunmasının emredilmesi, onların Allah katındaki, peygamber nezdindeki
kıymetlerini simgeler.
8. Hükümdarlar en önemli meselelerde en
yakınlarıyla danışırlar. As-hab-ı Kiramdan bir kısmının hatâ ve günah işlemesi
ve sonunda Allah tarafından affedilmesiyle beraber eski derece ve değerlerinin
kalmadığı hatırlarına gelebilir ve bu yüzden bir eziklik duyabilirlerdi.
Peygamberin onlarla istişarede bulunması böyle bir şüpheyi ortadan kaldırır.
Ayetler arasında
bağlantı
Geçen âyetle,
tedbirleri alıp gereken istişarede bulunduktan sonra bir işe azmedildiğinde
artık Allah'a tevekkül edip (Ona güvenip dayanmak suretiyle) sonucu elde etmeğe
çalışmanın lüzumu belirtildi.
Aşağıdaki âyetle,
ilâhî yardımın ölçü ve anlamına, sınır ve şartına değiniliyor ve mü'minlerin
imkân sınırlarının son noktasına geldikten sonra Allah'a tevekkül etmeleri
öneriliyor. [23]
160— Allah
size yardim ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, artık O'ndan
sonra size kim yardım edebilir? O halde mü'min-ler ancak Allah'a güvenip
dayansınlar.
Bedir savaşında
sağlanan üstünlük Uhud savaşında elde edilememişti. Bu sebeple mü'minler ister
istemez bunun tesiri altında bulunuyor, bir kısmı ise sebebini tam manasıyla
anlıyamıyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [24]
«Ümmetimden yetmiş bin
kişi hesaba tâbi tutulmaksızın Cennete girecektir.»
Bunun üzerine soruldu
; — Onlar kimlerdir? Cevap verdi:
«O kimselerdir ki,
dağlanmazlar, rukye = afsun (büyücü ve üfürükçülerin okudukları duâ)
yapmazlar; bir şeyi uğursuz saymazlar ve ancak Rablerîne güvenip dayanırlar.» [25]
«Allah size yardım
ederse, sizi yenecek yoktur...»
Allah'ın mü'minlere
yardımda bulunmasının bazı şartları vardır. Nitekim diğer insanların da
sünnetullah gereği üstünlük sağlamalarının bir takım şartlarının bulunduğunu
unutmamak gerekir. İşte bu şartlar gerçekleşmedikçe yine sünnetullah gereği,
ne mü'minlere yardım iner, ne de diğer insanlar üstünlük sağlayabilirler. Diğer
insanların, yani insan topluluklarının gerek mü'minlere, gerekse birbirlerine
karşı üstünlük elde etmeleri, dâvalarına olan inançları ve bağlılıkları
oranındadır. Bu dâva bâtıl da olsa yine durum aynıdır.
Mü'minlere ilâhî
yardımın inmesi ve düşmana karşı üstünlük sağlayabilmeleri için, daha önce de
belirttiğimiz gibi, mü'minlerîe Allah arasındaki imkân ve irâde sınırına
bağlıdır. Mü'min bütün sebep, çare ve imkânlara baş vurup kendini bu sınıra
getirdiği ve sonra da el kaldırıp «Ya Rab-1 ben ancak gücümün yetebildiğini
yaptım, gerisi Sana aittir, beni perişan etme, düşmanlarıma karşı yenilgiye
uğratma, inayetinle tecelli et, yardımını esirgeme..» diye duâ ederse, ilâhî
yardım tecelli eder. Kur'ân bunu şartlı bir anlatımla şöyle belirtmiştir: «Siz
Allah'a (Onun dinine ve sünnetine) yardım ederseniz, O da size yardım eder.» [26]
Bu durumda artık
kemiyete değil keyfiyete bakılır. İnanan ve imkânlarını kullanarak Allah'a
güvenip dayanan nice az topluluk, bu ölçü ve inançta olmayan çok büyük
toplulukları yener. Nitekim Bedir savaşında mü'minlerin durumu, imkân ve irâde,
diğer bir tabirle imkân ve inayet sınırında İdi. Bu bakımdan İlâhî yardım çok
belirgin biçimde meleklerin inmesiyle gerçekleşti. Uhud savaşındaki durum
önceleri buna yakın bir ölçü ve anlamda idi. O sebeple ilk adımda mü'minler
galip duruma geldi. Çok geçmeden bu ölçü ve anlamı -emre uymayarak- bozanlar
oldu. Bu kez düşman kuvvetleri üstün duruma geçti. Mü'minler bu arada ilâhî yardıma
mazhar olamadılar. Çünkü kendilerini İnayet sınırının gerisine itmişlerdi.
İşte konumuzla ilgili
âyetle, Sünnetullah'ın bu yönüne işaret edilerek üzgün bulunan mü'minlere bir
kez daha İlâhî yardımın hangi şart ve ölçülerle gerçekleşebileceği
hatırlatılıyor.
Bunun için diyebiliriz
ki, asıl tevekkül de ancak bu ölçüye gelindikten sonra başlar ve o zaman bir
değer taşır. Sonra da işin tamamı Allah'a aittir. Onun kazasını geri çeviren,
hükmünü reddeden bulunmaz. Mutlak hükümran ancak O'dur. [27]
Geçen âyetle, ilâhî
yardımın hem öneminden, hem de hangi sünnetle tecelli edeceğinden söz edildi.
Ayrıca tevekkülün ölçü ve anlamı, hangi şartlarla bir anlam taşıyacağı
anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî nusrat ve inayete mazhar olan peygamberlerin ası! karakterleri
belirtilerek ganimet ve millet malından bir şey aşırmalarının, ihanet
etmelerinin söz konusu olamıyacağı, çünkü bu tür düşük davranışların onlardaki
ruh asaletine, kalblerindeki Tevhîd nuruna yakışmadığı açıklandı. Bununla
devlet kadrosunda görev alanların dikkati çekildi. [28]
161— Hiç bir
peygambere ganimeti ve millet-devlet malını aşırmak yaraşmaz. Kim böyle bir
aşırma ve ihanette bulunursa, kıyamet günü aşırdığı ile gelir. Sonra da
herkese kazandığının karşılığı noksansız ödenir; onlar haksızlığa da
uğratılmazlar.
162— Allah'ın hoşnutluğuna uyup giden, O'nun
hışmına uğrayan ve varacağı yer Cehennem olan kimse gibi midir? Varış yeri
olarak ne kötüdür orası!
163— Onlar Allah katında derece derecedirler
(herkesin derecesi, inancı ve ameli
nisbetindedir). Allah onların neler işlediklerini görüp bilendir.
Bir rivayete göre. Bedir
savaşında elde edilen ganimetten bir parça kumaş ortadan kayboluverdi. Ashabdan
bazısı, İyiniyetle, «Belki onu Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz kendisine
ayırmıştır» diyerek tahminde bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi. [29]
«Allah katında hıyanet
ve aşırmanın en büyüğü, araziden aşırılan bir zira' (60-70 cm.) yerdir. Toprak
komşusu olan İki adamdan biri arkadpşının hissesinden bir zira' toprak
aşırdığını görürsünüz. Artık o bir zira'ı aşırıp kendi toprağına katınca,
kıyamet günü yedi kat yerden (ayrılarak) onun boynuna geçirilir.» [30]
«Kim bizim için
(tahsildarlık, devlet memurluğu ve benzeri) bir görevde bulunursa, evi yoksa
bir ev edinsin, karısı yoksa evlensin veya hizmetçisi yoksa bir hizmetçi
edinsin (yetkili makamlar onun bu tür ihtiyacını karşılasın). Veya bineği
yoksa bir binek edinsin. Bundan başka kendine bir şey ayıran hıyanet etmiş,
(millet ve devlet malını) aşırmıştır.» [31]
«Sizden tanıdığım biri
sırtında meleyen bir koyun ya da keçi olduğu halde gelir. «Ya Muhammedi. Ya
Muhammedi.» diye seslenir (yardım ister). Ben de ona derim ki: «Seni bugün
Allah'ın hükmünden kurtarmaya yetkili değilim. İlâhî emri sana (dünyada iken)
tebliğ ettim.» [32]
«Sizden birinizi
(tahsildar, görevli me'mur) olarak bir iş için gönderiyoruz da, o, «şu size
ait, bu da bana hediye edildi.» diyor, bunu ne cesaretle söyleyebiliyor?
Babasının ya da anasının evinde oturup beklesey-di kendisine hediye edilir
miydi? Muhammed'İn canını kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, sizden
biriniz böyle bir şey (kendine ayırıp) getirirse, mutlaka kıyamet günü o şey
boynuna asılı olarak gelir; deve ise köpürüp bağırması, koyun ise melemesi
vardır.»
Resûlüllah bu sözleri
söyledikten sonra koltuklarının altı görülebilecek kadar ellerini kaldırıp:
«Allahım! tebliğ ettim mi?» diyerek Rabbinİ şahit tuttu.[33]
«Devlet memurlarına
verilen hediyeler, hıyanet ve aşırmadır.» [34]
«Ey insanlar! kim bir
işte, bir görevde bulunur da (devlet ve millet) malından bir iğne, ya da az bir
şey bizden gizlerse, bu hıyanet ve aşırmadır ki kıyamet günü onunla gelir.» [35]
«İğne île ipliği de
geri verin. Çünkü hıyanet ve aşırmak kıyamet günü aşıran kimse üzerinde ardır,
ateştir ve kınanacak bir lekedir.» [36]
«Hayber savaşında
şehitler belirlenirken, : «bu şehit olmuş», «bu da şehit olmuş» denildi. Sonra
bir adamın cesedi üzerine gelinip «bu da şehittir» denilince, Hz. Peygamber
(A.S.) : «Hayır doğrusu ben onu aşırdığı bîr üstlük içinde görüyorum!» buyurdu.
[37]
«Hiçbir peygambere
ganimeti ve millet-devlet malını aşırmak yaraşmaz.»
Peygamberler,
Allah'tan insanlara ulaştırılması gereken en büyük emaneti ve mesuliyeti, çok
ağır olan bir görevi yüklenen kişilerdir. Ruhî yapılan, akıl ve yetenekleri,
düşünce ve davranışları bu emanetin büyüklüğü, kutsallığı ile orantılıdır. O
bakımdan peygamberler rasgele bir aileden değil de birçok yönleriyle
faziletli, disiplinli, ölçülü bir aileden seçilir. İrsî kusurlardan da -diğer
insanlara nisbetle- daha çok korunmuşlardır. Onları bu açıdan düşündüğümüzde
Allah'ın, ahlâkan düşük, karakter bakımından zayıf, vicdanen silik, dünyaya
karşı hırslı bir kimseyi kendine elçi yapmıyacağı rahatlıkla anlaşılır.
Tevrat'ta Dâvud ve Lût peygamberlerin bazı ölçüsüz davranışlarından söz
edilmiş ve Envarü'l-Âştkîn gibi ilmî değeri olmayan bazı kitaplarda bu tür
rivayetlere yer verilmiştir. Bunlar tamamen gerçek dışıdır. Tevrat'ın ilk
nüshasında mutlaka böyle bir kayıt mevcut değildir. Tercüme ve hatırlama hatası
hayli fazladır.
Kur'ân bir cümleyle
Peygamberlerin hiyânet etmiyeceklerini, devlet ve millet malından
aşırmıyacaklarıni açıklamaktadır. Hıyanet; haksızlık, alçaklık, düşüklük,
ihtiras ve açgözlülük gibi birçok kötü sıfatları içermektedir. Bir hükümdarın
bile belirtilen karakter ve kırattaki bir adamı elçi yapmıya-cağı, özel
kaleminde kullanmıyacağı, musahip ve sırdaş edinmiyeceği orta-, da iken
Allah'ın bu seviyedeki insanları peygamberlik emanetiyle elçi yapması mümkün
müdür?
O halde ilgili âyetten
peygamberlerin bazı özelliklerini çıkarıp şöyle sıralıyabiliriz:
1. Soydan gelen üstün karaktere sahiptirler.
2. İrsî kusurlardan korunmuşlardır.
3. Peygamberlik görevi verilmeden önce de,
verildikten sonra da hayatları tertemizdir. Sıradan insanların işlediği yüz
kızartıcı, haysiyet kırıcı, itibar sarsıcı ve nihayet kötü örnek niteliği
taşıyıcı söz ve davranışlarda bulunmazlar.
4. Dünyaya değer vermezler. Altın ve benzeri
maddî kıymetlerin peşine düşmezler. Bunları gayeye ulaşmak için birer vasıta
olarak bilir ve öylece değerlendirirler. Bu bakımdan mal ve servet edinmezler.
Ancak kendilerine hem peygamberlik, hem hükümdarlık payeleri verilenler -Süleyman
Peygamber gibi- mal ve servet edinirler ama kalpleri mal ve servete hiç de
bağlı değildir. Onu bir vasıta olarak kullanırlar.
5. Her işte, attıkları her adımda sadece Allah
rızasını gözetirler, nefislerinden yana bir pay ayırmaz, hisleriyle hareket
etmezler,
6. Allah'tan aldıkları buyrukları, hiçbir ilâve
yapmadan, hiçbir şey eksiltmeden insanlara tebliğ ederler. Emredildikleri
doğrultudan ayrılmazlar.
7. Üstün yeteneklidirler. Olayları
soğukkanlılıkla ve ilâhî beyân çerçevesinde değerlendirip öylece karar
verirler.
8. Olaylar karşısında sarsılmaz, önlerine çıkan
engeller onları davalarından alıkoymaz, başlarına gelen dert ve musibetler
sabırlarını taşırmaz.
9. İnsanlıktan yana kalbleri merhamet ve
şefkatla doludur. Son kertesine gelinceye kadar beddua etmezler.
10. Kınayanların kınamasından endişe duymaz,
Allah'ın emirlerini yerine getirirken inkarcılardan gelen ölçüsüzlüklere
aldırış etmezler. [38]
islâm, millet ve
devlet malına haksız el uzatmayı, affedilmesi çok zor günahlardan saymış,
denizde Allah için şehit düşmek müstesna hiçbir amel ve istiğfarın kul hakkına,
devlet ve millet malına tecavüzü affetti-remiyeceğini hükme bağlamıştır.
Meğerki hak, sahibine çevrile, hakka el uzatan da bundan dolayı bir daha
yapmamak üzere tevbe ve istiğfarda buluna. O takdirde Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.
Koca imparatorluğu
altı asır dimdik üç kıta üzerinde ayakta tutan sebeplerden biri de bu haklara
saygılı olmak değil midir? Emevî devletini kısa zamanda battığı çamurdan
kurtaran, insan haklarını çok iyi korumasını bilen, millet ve devlet malına
uzanan elleri kıran Ömer bin Abdüiaziz olmadı mı? İkinci Murat vefatına yakın
yaptığı vasiyette, «Tekfin, teçhiz ve defin masraflarımın karşılanması için
babamdan bana miras kalan iki kıymetli yüzüğümü bırakıyorum. Devlet malından
bir kuruş harcan-mjya....» demesi, bize bu konuda imparatorlukla ilgili müsbet
bir fikir vermiyor mu?
İşte Kur'ân bunun
önemine bir kez daha en duyarlı biçimde dokunuyor ve mü'minleri uyararak insan
haklarına ağırlık kazandırıyor:
«Kim böyle bir aşırma
ve ihanette bulunursa, kıyamet günü aşırdığı ile gelir.» [39]
«Allah'ın hoşnutluğuna
uyup giden, O'nun hışmına uğrayan ve varacağı yer Cehennem olan kimse gibi
midir?»
Biri ruhî yapısıyla
yücelmiş, insanlığına yakışanı yapmıştır. Diğeri nefis ve şehvet ocağında
ruhunu karartmış, vicdanını silik hale getirmiştir.
Biri Aliah'a kul
olmanın derin zevkini tatmış, kendisiyle Yaradanı arasındaki engelleri
kaldırmaya azmetmiştir. Diğeri nefsinin esiri, şehvetinin kulu olma zilletine
düşmüştür.
Biri dünyaya geliş
gayesini anlayıp varacağı yere ne gibi araçlarla gidilebileceğini idrâk
etmiştir. Diğeri, hayatı yemek, içmek, uyumak ve cinsel arzuları yerine
getirmekten ibaret sanmış ve kendini gudde ifrazatının akışına terketmiştir.
Birinin himmeti ve
gayreti Allah yolunda insanlara rahmet ve huzur kapılarını açmaya yöneliktir.
Diğerinin azim ve gayreti, mide ve kesesini doldurmaya müteveccihtir.
Birinin mesaisi millet
malını korumayı, insan haklarını savunmayı, ülkenin kalkınmasını sağlamayı
amaçlar. Diğerinin mesaisi, hiçbir hak gözetmeksizin hep kendinden yana
yontmaya bakar.
Birinin günlük ameli,
ruhla beden, dünya ile âhiret arasında denge kurma plânına bağlıdır, Diğerinin
ameli, bu dengeyi her gecen gün bozma ölçüsüzlüğünden kaynaklanır.
Bunun için biri
ebediyete uzanan saadet yurduna lâyık görülmüş, diğeri cok fena bir karargâh
sayılan ve sonsuzluğa uzanan mutsuzluk yurduna hak kazanmıştır. [40]
Gecen âyetle daha cok
Peygamber (A.S.) Efendimizin bazı özellikleri açıklandı. Çocukluğundan beri
tertemiz bir hayat geçiren ve sadece muhitinde güven ve doğruluğuyla tanınan
Peygamberin millet ve devlet malına haksız yere el uzatmasının söz konusu
olmıyacağı belirtildi ve bu nedenle millet ve devlet malına el uzatmanın büyük
bir vebal olduğuna dikkatler çekilerek İslâm devlet adamlarına bu konuda
gereken misal verildi.
Aşağıdaki âyetle,
mü'minlere gönderilen Peygamberin onlar için Allah'ın büyük bir lûtfu olduğu
açıklanarak bunun ötesinde başka bir nîmet aramanın gereksizliğine işaret
ediliyor. Ayrıca bu lütuf ile insan ruhunun muhtaç bulunduğu her türlü
malzemenin sunulduğu hatırlatılıyor. [41]
164— And
olsun ki, Allah, daha önce açık bir sapıklık içinde bulunurlarken mü'minlere
yine kendilerinden, onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, onları (küfrün
kirlerinden) temizleyip arıtan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber
göndermekle büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur.
«Âdemoğullannın
birbirini izleyen kuşaklarının (veya devir ve asırlarının) en hayırlısında
gönderildim. Bu hayır, içinde bulunduğum kuşağa kadar sürüp geldi.» [42]
«Ben, kıyamet günü
âdemoğullarmın önde geleniyim.»
Kabir ilk Onun için
açılacak, ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek olan da Odur. [43]
«Şüphesiz ki Allah
Kinâne'yi İsmail oğullarından süzüp çıkardı; Ku-reyş'i de Kinâne'den süzüp
çıkardı. Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçip çıkardı. Beni de Hâşim
oğullarından süzüp çıkardı.» [44]
«Benimle benden önceki
peygamberlerin misali, çok güzel ev yapıp sadece bir tarafında bir kerpiç
yerini açık bırakan adamın misaline benzer. İnsanlar bu evi gelip ziyaret
ederler, beğenirler ve «Bu kerpiç de yerine konulmalı değil miydi?» derler.
İşte ben o kerpicim, ben peygamberlerin hatemiyim.» [45]
Fazla gerilere
uzanmadan M.Ö. I. bin yılda Araplara ve Arabistan'a baktığımızda, onların
birçok kabile ve krallığa bölündüğünü görürüz, Musevilik ve Hıristiyanlığın
Arabistan'a girmesiyle onların Araplar arasında bir takım savaşlara ve
bölünmelere yol açtıkları da bilinmektedir. Altıncı yüzyılın başlarında bu
dağınık ülke Hıristiyan Habeşistan'ın istilasına uğradı. Sonra Habeş egemenliği
İran saldırısı karşısında yıkılarak hayli değişiklikler meydana geldi.
Putperestler Semavî dinlere pek iltifat etmediklerinden kendi dinlerine daha
çok bağlanma ihtiyacını duymuşlarveböylece putlara gösterilen ilgi bir kat daha
artmıştı.
Miladın I. yüzyılından
itibaren de Arap Yarımadasının kuzeyinde .bulunan Nabat veya Nabt krallığı
Roma'nin egemenliği altına girmekten kendini kurtaramamişti. Hicaz'da ise bir
süre Küçük ühyanlar krallığı varlığını devam ettirmişti.
Diyebiliriz ki,
Araplar İslâmiyetten önce birleşip bir devlet kuramamışlar; daha çok kabile ve
küçük krallıklar halinde yaşamışlardır. Ne Museviliği, ne de Hıristiyanlığı
bütün derinlik ve anlamıyla benimsemediklerini söylemek mümkün. Daha çok
putperestliğin çeşitli ve çetrefilli yanlan ve yönleriyle haşır-neşir olmuş
bir millettir.
Bununla beraber Asya
ile Afrika arasında coğrafî ve siyasî durumu itibariyle Arap Yarımadasının
önemli bir yer işgal ettiğini unutmamak lâzım. Diğer ülkelerle olan ticarî
münasebetlerini de dikkate alacak olursak, onun önemi bir kat daha artar. O
devirlerde dünya nüfusunun üçte ikisinin Asya kıtasında yaşadığı ise son dinin
bu kıtada ve Arap Yarımadasında ortaya çıkmasının hikmetini bütün açıklığıyla
yansıtır.
İslâm'ın bu ülkede
doğması yepyeni bir medeniyetin vücut bulmasını hazırlamış ve bu dağınık
kabileleri biraraya getirerek büyük bir imparatorluğun temelini atmıştır.
Böylece daha evvel putperest olan Araplar, rmân nîmetine, İslâm devletine
erişme imkânını bulmuşlardır. Kur'ân, Al-tah'ın bu millete uzanan büyük iûtuf
ve keremini açıklıyarak her milletten daha çok onların Allah'a şükretmesi ve
O'nun dinine sahip çıkması gerektiğine işaret etmektedir[46]
«Allah, müminlere yine
kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.»
Cihan Peygamberinin
Araplardan seçilmesi ve Mekke vadisinde dünyaya gelmesi bir tesadüf değildir.
İlâh: irâdenin tecellisinin hikmet dolu bir tezahürüdür.
Tevrat ve İncil'in
geleceğini haber verdiği Son Peygamberin niçin bu ülkeden seçildiğini daha önce
Bakara sûresinde kısmen açıklamıştık. Yeri gelmişken bunu biraz daha
genişletmemizde yarar vardır ve o takdirde âyetten murat olan mâna ancak
anlaşılmış olur.
O Devirde Araplar:
a) Daha çok kabile hayatı yaşardı. Dede-babalarıyla
övünmek onların en çok zevk aldığı bir husustu.
b) Güçlü güçsüzü ezer, insan haklan her gün
meydanlarda çiğnenir-di. Daha doğrusu kaba kuvvet önde gelir, çevresi olmayan
aileler köle muamelesi görürdü.
c) Kadınlar ticaret malı gibi alınıp satılır,
komşu iki aile arasında muvakkat mübadeleler yer yer görülür ve duyulurdu.
d) Putperestlik doruğuna yükselmiş ve çok yaygın
duruma gelmişti. Putlar hakkında en küçük bir tenkide tahammülleri yok gibiydi.
e) İlim ve medeniyetin eseri yoktu. Çok ilkel bir
hayat yaşıyorlar, beden ve ruh temizliğinden uzak bulunuyorlardı.
Mekke'nin Coğrafî
Önemi:
Mekke vadisi -Kur'ân'm
da açıkladığı gibi- ziraate elverişli değildi. San'ata da kapı açılmamıştı.
Halkın çoğu yazın Şam'a, kışın Yemen'e ticarî kervanlar düzenlerlerdi.
Yeryüzünde Allah'a
ibâdet için kurulan ilk mabet (Kabe) burada bulunuyor ve bu nedenle
Yarımadanın kutsal kabul edilen bir merkezi sayılıyordu.
Şiir ve edebiyata önem
veren Arapların Mekke çevresinde kurdukları panayırlar, bu kesime ayrı bir özellik
kazandırıyor ve burada meydana gelen bir olayın sür'atle diğer kabile ve
milletlere yayılma şansı her zaman kendini gösteriyordu.
O halde gelecek
sonpeygamber, Allah'ın dinine kısa zamanda dikkatleri çekebilmek için şiddetli
bir tepkiyle karşilaşmah, ulaşım ve haberleşme imkânları bulunan bir ülkede
işe başlamalı, diğer ülkelerde sesi duyulmalı, uğrayacağı haksızlığın ölçü
kabul etmez baskısından dolayı çevre kabileler yavaş yavaş ona meyletmeli idi.
İşte bütün bu özellikleri Araplar ve Mekke vadisi kendinde bulunduruyordu.
Ayrıea gelecek olan son peygamberin ilk'adımda kendi doğup büyüdüğü ülkede
peygamberliğini ilân etmesi gerekliydi. Çünkü tanınmadığı bir ülkede ortaya
çıkması inandırıcı olmazdı.
Bu ölçü ve ortam
içinde Hz. Muhammed (A.S.) İslâmiyetin gelişebilmesine temel teşkil edecek
olan şu dört esası ilâhî metotla işlemek için işe başladı:
1. En ünlü
edip ve şâirleri susturup hayrete düşürecek Allah Kelâmını en ahenkli ve
duyarlı biçimde okuyup çevrenin dikkatini çekmek ve
onları ister istemez
bu Kitap hakkında derin bir düşünme havasına itmek.
2. Kararan ruhları küfrün ve ahlâksızlığın bütün
kirlerinden arındırıp cilalamak, insanca yaşamayı öğretmek ve bunun her gün
model ve örneklerini sunmak,
3. Okuma-yazma öğreterek cehaleti kaldırmak-ve
bu acıdan hareketle İslâm medeniyet ve kültürünü aşılamak,
4. İlmin kapısını açmak, hiç olmazsa onu
aralamak, imânla ilmi, hukukla ahlâkı, fertle cemiyeti biraraya getirip
bütünleştirmek ve bunun en yüksek hikmetini kademe kademe gönüllere en[ekte
etmek.
Kur'ân'ın özetliyerek
açıkladığı bu yüce gayelerle sahneye çıkan ve insanlıktan yana en güzel hizmeti
sunan bir peygamber, kendi milletine ancak şeref, itibar, güven, doğruluk ve
fazîlet kazandırmıştır. Şüphesiz ki perdenin bu ölçü ve biçimde aralanması bir
millet için Allah'ın büyük lûtfudur. İnanan her millete bu lütuf ve rahmet
sunulmaktadır. Kıyamete kadar da devam edecektir. [47]
Geçen âyetle Allah'ın
mü'minlere olan lûtfu açıklandı. Son Peygamber Hz. Muhammed'in nasıl bir
rahmet olduğuna dikkatler çekildi. Özellikle Arapların birleşip hatırı sayılır
bir millet olmaları için böyle bir lütuf ve rahmete lâyık görülmelerinin ne
büyük bir nîmet olduğuna işaret edilerek bunun her an şükrünü yerine
getirmeleri hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
sözü edilen nimete rağmen mü'minlerin hatalı bir yol tutmaları yeriliyor. Kendi
hataları yüzünden Uhud savaşında yenilgiye uğradıkları. Rahmet Peygamberinin
vermiş olduğu emrin gereğini yerine getirmediklerinin cezasını çektikleri açıklanıyor.
Bu arada İslâm'ı içinden kemirip çökertmek isteyen münafıkların çevirdikleri
entrikalar gözler önüne seriliyor. [48]
165— Hal
böyle iken, düşmanlarınıza iki misli dokundurduğunuz bir musibet size dokununca
mı, «bu neden böyle?» dediniz! De ki: Bu ken-dinizdendir. Doğrusu Allah'ın
kudreti her şeye yeter.
166-167— İki
topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu
da mü'minleri belirlemesi, münafıklık yapanları da ayırt etmesi içindir ki
onlara: «Geliniz Allah yolunda savaşınız veya (hîç olmazsa) savunmaya geçiniz»
denilmişti; onlar ise «Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik
arkanızdan gelirdik» diye cevap vermişlerdi. Onlar o gün imândan çok küfre
yakındılar. Kalblerİnde olmayanı
ağızlarıyla söylüyorlardı.
Allah neyi gizlediklerin! daha iyi bilendir.
168— O
münafıklar ki, oturdular da savaşa katılan kardeşleri için, «Bize uyup
kalsalardı öldürülmezlerdi» dediler. De ki: Eğer doğrulardan iseniz haydi
kendinizden ölümü geri çevirin!
Hattab oğlu Ömer
(R.A.) eliyor ki:
«Uhud savaşında
mü'minlerin başına gelen musîbetin iki misli Bedir savaşında düşmanlarının
başına gelmişti. Bedir savaşında müşrikler 70 kadar ölü, bir o kadar da esir
vermişlerdi. Uhud savaşında Müslümanlar sadece 70 kadar şehît vermişti. Ayrıca
Resûlüllah (A,S.) Efendimiz yaralanmıştı. Böylece Müslümanlar Bedir savaşında
tam bir üstünlük, Uhud savaşının başlangıcında da kısmî bir başarı
sağlamışlardı. İslâm'ın bu iki savaşta iki galibiyeti söz konusudur. Müşrikler
ise sadece Uhud savaşında bir süre ve bir defaya mahsus olmak üzere üstünlük
elde etmişlerdi. [49]
Bedir savaşında elde
edilen esirler öldürülmeyip kurtuluş akçesi alınarak salıverilmişlerdi.
Uhud'da ise sözü edilen hezimet mü'minleri şaşkına döndürmüş, yaptıkları
hatayı unutarak «Bu neden böyle oldu?» diye söylenmişlerdi.
Yukarıdaki âyet, bunun
neden böyle olduğunu açıklar mânada inmiştir.
[50]
(Küllî ve cüz'î
irâdeler)
«Bu neden böyle?
dediniz. De kj: bu, kendinîzdendir.»
İnsan bir bakıma tam
irâdeye sahip değildir. İlâhî irâdeyle vücut bulan ve insan hayatını belli bir
süre devam ettirmeğe yönelik oian kanunlar, insan irâdesi dışında işler
durumdadır; aynı zamanda hayatımızın birçok yönleriyle ilgilidir. O halde
Sünnetullah denilen bu kanunlar biz istesek de, istemesek de şaşmadan hedefine
doğru gider; kendisine uyanları mutlu, uymayanları mutsuz eder.
Bu nedenle diyebiliriz
ki, insan îrâdesi sınırlıdır ve birçok tarafıyla İlâhî irâdeye bağlıdır. Bir
bakıma ise, bütünüyle İlâhî irâdeye bağlıdır. Şöy-leki küllî irâde cüz'î ve
sınırlı irâdeyi meydana getirmiş ve fakat onu sınırlı biçimde serbest
bırakmıştır. İlâhî irâde ve kudretle var olan insan, vücudunun bazı bölümlerini
harekete geçirme ve kullanma İrâdesine sahiptir, ama bütünüyle bu mekanizmaya
hâkim değildir. Beynimiz istesek de istemesek de faaliyetini sürdürmektedir. İç
organlarımız da öyle. Kalbimize «dur, çalışma» desek, o yine çalışacaktır.
Bundan çıkaracağımız
sonuç şudur: Biz kendimizi yaratmadığımıza göre, başka üstün bir kudretin irâdesi
yaratılmamızı sağlamıştır. O halde biz o kudrete bağlı bulunuyoruz, tamamıyla
Û'nunuzdur, kendimize ait değilizdir.
Ancak bu yüce ve
sonsuz kudret bizim önümüze -hayatımız ve varlığımızla ilgili- kanunlar
koymuş; cüz'î bir irâde vermek suretiyle bizi bu kanunlarla başbaşa
bırakmıştır. Dilediği zaman müdahale de edebilir. Akıl ve irâdemizle ona
uyduğumuz ve peygamberi dinlediğimiz nisbette hayat bize güler yüzünü gösterir.
Uymadığımız nisbette de bizi üzer ve ağlatır.
İşte Kur'ân'da
konumuzla ilgili âyet bu derin mâna ve hikmeti yansıtmaktadır. Bedir savaşında
düşmana oranla sayı ve teçhizat bakımından zayıf durumda olan İslâm mücahitleri
buna rağmen parlak bir zafer elde etmişlerdi. Uhud savaşında ise, biraz daha
güçlü ve hazırlıklı olmalarına rağmen yenilgiye uğramışlardı. Bunun verdiği
şaşkınlıkla mü'minler, «Bu neden böyle oldu?» demekten kendilerini
alamamışlardı. Kur'ân bunun cevabını, İslâm Akaidinin önemli bir bölümünü
aydınlatır ölçü ve anlamda veriyor:
«De ki: Bu,
kendinizdendir.» İrâdenizi İlâhî Sünnet doğrultusunda kullanmadığınızın tabii
sonucu ve gereken cezasıdır. Peygamberin verdiği emir, bu Sünnete tamamen
uygundu. Ama sizin bu emre muhalefetiniz Sünnete ters düşmüştür. Başınıza gelen
musibet bundandır. Küllî irâde kimseye haksızlık etmez, O en doğru yolu çizip
önünüze koymuş ve sizi serbest bırakmıştır. Ama siz cüz'î irâdenizle bu
çizginin dışına çıktınız. O halde başınıza gelen kendinizdendir.
Allah'ın kudreti her
şeye yeter Ama Allah'ın kanunları değişmez. Meğerki bir mu'cize meydana getire;
bu da istisna teşkil eder.
Allah dileseydi o anda
sizi galip duruma getirebilirdi; çünkü kudreti bütün kâinatı kapsayıp
kuşatmıştır. Fakat hem koyduğu Sünnetin şaşma-
dan devam etmesi
gereklidir; hem de böyle bir fırtınada gerçek mü'min-lerle, İslâm'a gönlü
yatışmayan münafıkları belirlemekte büyük yararlar vardır. Kur'ân buna
«Allah'ın izni» tabirini vererek akidenin diğer önemli bir kısmına dikkatleri
çekmiştir. [51]
İlâhî İrâde iki yönde
tecelli eder: Biri sebep ve sünnete bağlı olmaksızın; diğeri sebep ve sünnete
bağlı olarak ortaya çıkar, «O (Allah), bir şeyi (var kılmayı) dileyince, O'nun
emri sadece «ol!» demesidir, o şey hemen oluverir.» [52]
mealindeki âyet birinci irâdeyle ilgilidir. «İki topluluğun karşılaştığı günde
başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir.» mealindeki âyet ise, ikinci
irâdeyi yansıtır. [53]
Âyet-i KerîmeyEe daha
çok Uhud savaşında oereyan eden olayların nedeni üzerinde duruluyor. Mekke
müşrikleri savaş için Medine dolaylarına geldiklerinde, Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz bir meydan savaşından ziyade Medine'de kalıp savunma durumuna
geçmeyi düşünüyordu. Bu düşünce aynı zamanda münafıkların başı Abdullah bin
Ubey'in arzusu istikametinde idi. Ansar'ın ileri gelenleri ise, Medine'de
kalmayı bir zül sayarak Medine dışına çıkılıp gelen düşmanı karşılamayı daha
uygun görüyorlardı. Bu düşünce Ashabın çoğu tarafından tasvip gördüğü için Resûlüliah
kendi düşüncesinden vazgeçerek evine döndü ve savaşa çıkmak için zırhını
giyinip silahını kuşandı. Ansardan bazı zatlar Resûİüllah'a muhalefet
ettiklerinin farkına vararak büyük bir pişmanlık duydular ve durumu Hz.
Peygambere bildirdiler. O da : «Bîr peygambere, savaşa hazırlanıp silah
kuşandıktan sonra geri dönmek yaraşmaz» diyerek alman kararın uygulanacağını
belirtti. Münafıklar tedirgin oldular, çıkıp çıkmamakta hayli tereddüt
geçirdiler. Sonunda gizli bir plânla savaşa çıkmayı kabul eden Abdullah bin
Ubey ve yandaşları da hazırlandılar. Bin kişilik bir ordu yola çıktı. Çok
geçmeden Abdullah bin Ubey gizli plânını ortaya koydu : Kendisine uyan üçyüz
kişiyle geri döneceğini duyurdu. Mücahitlerden Amr bin Haram (R.A.) onun bu
davranışını kınadı, çünkü amacının ne olduğunu az-çok tahmin ediyordu. Rivayete
göre, Amr, Abdullah bin Ubeyy'e yaklaşarak şöyle dedi:
«Size Allah'ı
hatırlatırım; Peygamberinizi ve kendi vatandaşlarınızı terkedip gitmeniz doğru
değildir. Bu fikrinizden vazgeçiniz.» Onlar ise : «Savaşmasını veya savaş
olacağını bilseydik, herhalde size uyar. ayrtlmazdık» diyerek yarı alaylı bir
tavırla savaşa katılmıyacaklarını belirttiler. Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla
söyleyip münafıklığın alâmetini bir kez daha ortaya koydular. Allah onların
kalblerinde gizlediklerini çok daha iyi bilir.
Konumuzu oluşturan
âyet bir bakıma bu olayı hatırlatmakta, mü'min-lerin daha uyanık olmalarına
işarette bulunmaktadır.
Münafıkların amacı,
İslâm ordusunun moralini bozmak, Hz. Muham-med'e olan bağlılık ve inançlarını
sarsmak, böylece hem savaşın kaderini müşrikler lehine çevirmek, hem
Müslümanlar arasına fitne tohumlarını atıp onları bu konuda birbirine
düşürmekti.Oysa hak bir an için yenilgiye uğrasa da hakikatte üstündür. [54]
Gecen âyetlerle Uhud
savaşında mü'minlerin yenilgiye uğramasının sebebi açıklandı. O gün
münafıkların küfre daha yakın bulundukları ve nihayet ilâhî irâdenin ne yolda
tecelli ettiği ve edeceği belirtildi. Ölümden kaçmanın veya korkmanın fazla bir
yarar sağlamıyacağı hatırlatılarak imândan gelen bir cesaretin her zaman için
faydalı olacağına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
İslâm'ın insanlıktan yana açmış olduğu hidâyet yolunda Allah için şehit
edilenlerin Allah katında diri oldukları, canlarına karşılık üstün nimetlere,
ferahlatıcı saadetlere nasıl eriştikleri çok duyarlı ve anlamlı biçimde
anlatılıyor.
Sonra da İslâm
düşmanlarının toplanıp gelmesinden endişe etmiyen kâmil mü'minlerin yine
imânlarından dalga dalga yükselen kahramanlıklarına dokunularak bunun yenilmez
bir kuvvet olduğu hatırlatılıyor. Ayrıca mü'minlerin bütün felâket ve
musibetlere rağmen Allah ve Resulüne nasıl bir teslimiyet içinde bağlandıkları
en oanlı örnek olarak sergileniyor. [55]
169— Allah
yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar Rabları katında diridirler,
rızıklanırlar.
170— Allah'ın kendi fazl-u kereminden verdiği (o
yüce) nimetlerle sevinçlidirler.
Arkalarından henüz kendilerine ulaşamıyan kimselere de hiçbir korku olmayacağını,
üzüimüyeceklerini müjdelemek isterler.
171— Onlar Allah'tan gelen bir nîmeti, fazl-u
keremi ve Allah'ın mü'-minlerin mükâfatını zay'etmiyeceğini de müjdelîyerek
ferahlık duyarlar.
172— Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah
ve Peygamberin çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlardan iyilik edenlere
ve Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara büyük ecirler vardır.
173— Onlar ki, kendilerine bazı kimselerin,
«Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp hazırladılar, (aman)
onlardan korkun!» demeleri, onların ancak imânını artırdı da, «Allah bize
yeter O ne güzel Vekil'-dir (koruyucu, gözetici ve yardım edicidir)» dediler.
174— Ve sonunda kendilerine bir kötülük dokunmadan
Allah'ın (selâmet ve gönül yatıştırıcı) nimetiyle ve fazl-u keremiyle geri
döndüler; Allah'ın rızası doğrultusunda hareket edip O'na uydular. Allah çok
büyük fazl-u kerem sahibidir.
Allah Resulü (A.S.)
buyurdu :
«Uhud savaşında şehît
düşen kardeşlerinizin ruhlarını Cenâb-ı Hakk yükseltip yeşil kuşların (manevî
vasıtaların) içine yerleştirdi; onlar böylece Cennet ırmaklarından içerler,
meyvalarından yerler ve Arş'ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillerde
eyleşirler. Onlar yiyecek, içeceklerinin ve eyleşip dinlendikleri yerin
güzelliğini görünce de dediler ki: «Cihâda karşı tutulup kalmamaları, savaştan
yüz çevirmemeleri ve isteksizlikte bulunmamaları için dünyadaki kardeşlerimize
bizim Cennet'te rızık-(andığımızı kim haber verir?»
Bunun üzerine Allah :
«Ben onlara sizin arzunuzu duyururum» buyurdu. Bu sebeple yukarıdaki âyetler
indi.» [56]
Câbir bin Abdullah
(R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yüzüme baktı ve:
— Seni neden üzgün
görüyorum? Diye sordu. Dedim ki:
— Ya Resûlellah! babam
savaşta öldürüldü, geriye borç ve çoluk-cocuk bıraktı...
Buyurdu ki:
«Sana haber vereyim
mi? Allah hiç kimseyle yüzyüze konuşmadı, perde arkasından hitab etti, ancak
senin babanla yüzyüze konuştu, ona dedi ki: «Ey kulum! iste benden vereyim.» O
da: «Ya Rab! dünyaya tekrar dönüp ikinci kez senin yolunda şehit olmak
isterim.» diye cevap verdi. Allah (C.C.): «Kulum! öldükten sonra dünyaya bir
daha dönüş olmayacağı hakkında benden çıkan bir hüküm vardır. (Bu hüküm
değişmez).» buyurdu. O, bu kez: «Ya Rab! benim bu durumumu geride kalanlara
ulaştır (duyur)» diye istekte bulundu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [57]
Uhud savaşında
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, şehît edilen Mus'ab bin Ümeyr'in cesedi üzerinde
durdu ve şöyle buyurdu :
«Ben bunların kıyamet
günü Allah katında şehît olduğuna tanıklık ediyorum. Geliniz, bunları ziyaret
ediniz, selâm veriniz. Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim
ki, bunlara kıyamet gününe kadar kim selâm verirse mutlaka onlar selâmı alıp
karşılığını verirler.» [58]
«Allah kendi yolunda
cihada çıkan kimseye: «Onu evinden çıkaran sebep yalnız bana olan imânı,
peygamberime olan tasdikiyse, erişeceği ecir veya ganimetle (evine) döndüreyim»
diye tekeffül etmiş (üzerine almıştır.
Ümmetime meşakkat
etmeme sebep olmayacağını bilseydim, hiçbir savaş müfrezesinin arkasından
kalmazdım. And olsun ki, Allah yolunda öldürülüp dirilmeyi, sonra yine
öldürülüp dirilmeyi, sonra yine öldürülüp dirilmeyi çok isterdim.» [59]
«Sabah veya akşam
saatlerinden bir saatte Allah yolunda cihat için çıkıp yürümek, herhalde
dünyadan da, dünyadaki şeylerden de hayırlıdır.» [60]
«Bilakis onlar Rabları
katında diridirler, rızıklanirlar.»
Kur'ân ve Hadîslerin
açık ifadesinden, ruhların bedenlerden önce ve belli sayıda yaratıldığını
anlıyoruz. Allah'ın : «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» sorusuna muhatap olan
ruhlardır. Mahiyeti iyice bilinmiyen ruhlar bedenlere geüp girmeden önce kendi
âlemlerinde birçok esrar ve hikmete nail olmuşlar ve bir nice bilgilerle
donatılmışlardır. Aynı grupta bulunan ruhlar arasında tanışıklık da vardır.
Peygamber {A.S.) Efendimizin: «Ruhlar (kendi âlemlerinde) teçhiz edilip
bölüklere ayrılan askerler gibidirler; birbirleriyle tanışanlar (bu dünyada da)
anlaşırlar. Orada tanışmıyanlan (bu dünyada) pek anlaşamazlar.» [61]
Dünyaya geldikten
sonra eskiyen bedeni terkeden ruhlar bedenle birlikte ölmezler. Berzah âlemine
intikal ederler. Bu durumda insanî ruhların hepsi de diridirler ve diri kalacaklardır.
Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetle şehitlerin ruhlarına bir özellik verilmesi ve
«Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar Rabları katında diridirler,
rızıklanıriar.» açıklamada bulunulması neyi anlatmaktadır? Müfessirierimiz bu
konuda bazı yorumlarda bulunmuşlarsa da çoğu tatmin edici ölçü ve anlamda
değildir. Ruhu ve daha önceki ve sonraki âlemlerini bize daha çok
tasavvufçular anlatmaya, keşif ve müşahedelere dayanarak bazı ipuçları vermeye
çalışmışlar, bununla ilgili hadîsleri de yine kendi keşifleri doğrultusunda
yo-rumluyarak bilgi verme babında hayli malzeme sunmuşlardır. Biz hem
tefsircilerin, hem tasavvufçuların verdikleri bilgileri hamur yaparak bir
sonuca varmak istiyoruz; ne var ki bu sonuç da tam anlamıyla kesin değildir.
Ruhlar bedenleri
terkettikten sonra kendi amel ve irfanlarına, imân ve basiretlerine göre yedi
kısma ayrılırlar:
1. İlâhî huzurda her dem rahmânî nefhaya nail,
cemal sıfatının aralıksız tecellilerine mazhar olanlar. Bunlar Peygamberlerin
ruhlarıdır. Belirtilen makam ve mertebeleri Cennet'in çok üstündedir.
2. Arşın altında yeşil kuşların (mahiyeti
bilinmiyen manevî vasıtaların) içinde rahmânî nefhaya erişen ve Cennet
nimetlerinin derin zevkini alanlar. Bunlar Allah yolunda şehît düşen
mü'minlerin ruhlarıdır. Şehitlerin Allah katında diri olmalarının bir anlamı
budur.
3. Berzah âleminin daha çok üst tabakalarında geniş rahmete eren
ve Cennet kokusunu dem be dem alan bahtiyarlar. Bunlar ilmiyle amel eden
âlimler, kâmil veliler, salihler ve sıddîkların ruhtandır.
4. Berzah
âleminin orta tabakalarında
eyleşip zaman zaman ilâhî rahmet ve füyuzata mazhar olan ve
Cenneî'ten esen nesimle mest olanlar. Bunlar mü'minlerin ruhlarıdır.
5. Berzah âleminin yine orta tabakalarına yakın
yerde bulunan ve daha üst derecede bulunan muttaki mü'minlerin ruhlarının
nurundan ışık alanlar. Bunlar günahkâr
mü'minlerin, yani büyük-küçük günah işleyip ruhunu kısmen olsun karartan
kişilerin ruhlarıdır. Dünyada salih kişilere, muttaki mü'minlere, ilmiyle amel
eden âlimlere yaklaşıp dostluk kurduklarının mükâfatını görmektedirler.
6. Berzah âleminin alt tabakasında, Allah'ın
Celâl ve Muntakim sıfatlarının tecellileriyle her dem Cehennem havasını
alanlar. Bunlar Allah'ı ve O'nun emirlerini inkâr eden kâfirlerin ruhlarıdır.
Büyük bir pişmanlık içinde hesap gününü beklerler.
7. Yine alt tabakada kendilerine yakın
inkarcıların zulmetleriyle her dem muzdarip olanlar. Bunlar münafıkların
ruhlarıdır. Orta tabakada bulunan mü'minlerin ruhlarının nurundan ışık alırız
umuduyla beklerler, tam bu ümit kapısı açılır ve onlar da kurtulduklarını
zannederler, fakat çok geçmeden
kapı kapanır, böylece
dünyada yaptıklarının bir
benzeriyle muamele görürler.
Öldükten sonra beden
ister çürüsün, ister yanıp kül olsun, ister balıklara yem olsun, ruh ile olan
bağlantısı kıyamete kadar devam eder. Ancak bu bağlantının anlaşılması ve
anlatılması mümkün değildir, ruhlar âlemine has bir bağlantıdır; keyfiyet ve
mahiyetini ancak Allah bilir.
Ruhun yüce makamlarda
ilâhî müşahadeye mazhar olarak ve Cennet nimetleriyle telezzüz ederek aklığı
gıda, rızık deyimiyle anlatılmıştır ki, bu bizim anlamamızı kolaylaştırmak
içindir. İşte bu anlamda rızıklanması bedene de tesir eder, Bilhassa şehitlerde
bu hal çok daha belirgin ve gelişkindir. İşte : «Allah yolunda öldürülenleri
ölüler sanmayın; onlar Rab-ları katında diridirler, rızıklanırlar.» âyeti buna
işaret etmektedir. Allah daha iyisini bilir. [62]
Uyku halinde duyu
organlarımız görevlerini tatil ederler, beden gücünü kaybedip yarı bitkisel
bir hayata yaklaşır. Buna karşı ruhun kuvveti artar, bir anda Melekût ve mâna
âlemine intikal sağlar. Gayb alemiyle ilgi kurar, nioe esrar ve hikmeti
müşahade eder. Bir de bedenin öldüğünü düşünün, ruhun bu durumda ne kadar
kuvvetleneceğini, sözü edilen âlemlere daha çok intikal sağlayacağını anlatmaya
lüzum kalır mı?
Kâmil mü'minler
kalblerini bütünüyle Allah'a çevirip mârifet-i İlâhİ-yeye mazhar olunca, ruh
bedende büyük bir kuvvet kazanır ve yüce âlemden manevî gıda almaya başlar. Bu
durumda beden artık açlık ve susuzluk hissetmez olur. Yani beden ruha tabi
olmuştur. Resûlüllah {A.S.) Efendimiz buna işaret ederek şöyle buyurdu :
«Rabbim katında
akşamlıyorum; O beni yedirip içiriyor.» [63]
Kur'ân-ı Kerîm'de de buna yakın bir işarette bulunularak deniliyor ki:
«Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla yatışır, huzura kavuşur.» [64]
Peygamberler, büyük
veliler, kâmil âlimler, mürşitler ve salihlerin ruhları bedenlerine girdikten
bir süre sonra ilk bulundukları âlemde edindikleri bilgi, esrar ve hikmete
yeniden mazhar olurlar. Tabii bu hal peygamberlerde çok daha belirgin ve
açıktır. Böylece Misal ve Melekût âlemleriyle temas kurma imkânlarına erişme
bahtiyarlığı başlar. Allah daha iyisini bilir.
[65]
«Kendilerine yara
dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberin çağrısına uyup gönül verenlere, hele
onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara büyük
ecirler vardır.»
İslâm'ın insan kalbine
işleyip yerleştirdiği imân cevheri hiçbir şeyle kıyas edilmiyecek bir değer ve
mâna taşır. Çünkü bu cevherin mayası Tevhit, dayanağı Allah, ışığı Kur'ân,
ustası Hz. Muhammed (A.S.)dır. Böylesine köklü ve ölçülü, aynı zamanda
kıymetli bir imân, insan ruhunu sarıp hücrelerine kadar yerleşince derin bir
aşk, sarsılmaz bir bağlılıkla asıl gayesine yönelir; İslâm doğrultusunda
kendini Allah'a adar.
İşte Peygamber (A.S.)
Efendimizin irfan mektebinde bu cevhere sâ-hîp olan Ashab-i Kiramın çoğu, belki
hepsi bu ölçüde idi. Mekke ve dolaylarındaki evlerini, bahçe ve develerini,
aile ve yakınlarını imânları pahasına terkedip Allah ve Resulüne göçetmeleri,
geriye kalan canlarını da bu yolda vermek için sıra bekledikleri ne ile
yorumlanabilir? Bunun maddî ölçülerle izahı mümkün mü? Uhud savaşında
aldıkları yara ve çektikleri sıkıntı onları daha çok dâvalarına bağlamıştı.
Münafıkların sinsi faaliyeti bir anda tesirini kaybetmiş, imân kalesine
çarparak paramparça olmuştu. Mü'minler böyle günlerde de Allah ve Resulünün
çağrısına kulak vermiş, en küçük bir tereddüt geçirmeden teslimiyet
göstermişlerdi. Üstelik nefislerine hâkimiyeti elden bırakmamış, Allah için
iyilikte bulunmuş, kötülükten men'etmeye çalışmışlardı.
Rahatlıkla diyelim ki:
İnsan kalbinde böyle bir imânı, beşer kafasında böyle bir düşünceyi aneak
Hazreti Muhammed (A.S.)ın Tevhît Mektebi oluşturabilir.
Kur'ân, Ashab'm bu
güzel tutum ve davranışını bir örnek olarak İslâm âlemine sunmakta, onları
yetiştiren yüoe mektebin eğitim sistemine dikkatlerini çekmekte, olgun ve
erdemli insan yetiştirmenin yolunu göstermektedir. [66]
«Onların ancak imanını
artırdı da, Allah bize yeter, o ne güzel Vekîl'dir, dediler.»
Taklitten uzak,
zevkine erişilmiş, mâna ve maksadı kavranmış şuurlu bir imân, karşısına çıkan
şerrin şiddeti nisbetinde artar ve kuvvetlenir. Bu bir bakıma tez-antitez
karşılaşmasıdır. Taklide bağlı imân ise bunun aksine karşısına çıkan şerrin
şiddeti, felâket ve musibetin büyüklüğü nisbetinde eksilir ve kuvvetini
yitirir.
Cihan Peygamberi Hz.
Muhammed (A.S.)ın irfan mektebinde okuyup şekillenen mü'minlerin kök salmış
imânlarından, Allah ve Resulüne olan sevgi ve bağlılıklarından söz edilirken,
Kur'ân'da şu anlamlı eümlede özetini bulmuştur: «Onlar ki, kendilerine bazı
kimselerin, düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp hazırladılar,
(aman) onlardan korkun! demeleri, onların ancak imânını artırdı da, 'Allah
bize yeter, O ne güzel Ve-kîl'dir', dediler..»
Böyle bir imân ve
teslimiyetin sonu başarı ve zaferdir. Medine'de ilk kurulan İslâm Şehir
Devletinin temeli bu cevhere sahip mü'minlerin fe-dakârlığıyla atılmıştı. [67]
Geçen âyetlerle, Allah
yolunda şehit olanların makam ve dereceleri, Allah katındaki azizlikleri
açıklandı. Bununla, nefis ve düşman esaretinde şerefsiz bir hayat sürmektense,
ruh ve vicdan hürriyetinin tertemiz havası İçinde gönül dolu bir imânla Allah
yolunda, din uğruna ölmenin üstün bir şerefe, saadet dolu bir hayata kapı
açtığına inanarak ölmenin çok hayırlı olacağına işaret edildi.
Kalbi ve ruhu saran
hakiki imânın her zaman ölümü küçümsediği ve inkarcıların bundan tedirgin
olduğu; aşılmaz sanılan engellerin böyle bir imân karşısında nasıl eridiğini
gördükçe paniğe kapılan münafıkların uy-kuşu kaçtığı -dolaylı biçimde-
anlatıldı. İmânın tükenmez kaynağından yükselen cesareti kırmak için çeşitli
hilelere başvuranların sonunda ümitlerinin yok olacağına atıflar yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle bu
tür cesaret kırmaya yönelik hile ve entrikaları yaymak isteyenlerin ancak imân
nimetini, İslâm devletini kaybetmiş şeytanlar olduğuna dikkatler çekiliyor.
Küfürde yarışanların Allah dostlarına, hakiki imân sahiplerine zarar
veremiyeceği belirtiliyor ve böylesine şerefli bir dostluğa erişmenin her iki
âlemde de insanları mutlu edeceği açıklanıyor.
[68]
175— (Sîze o haberi getiren) ancak şeytandır;
kendi dostlarını (savaş ve ölümle) korkutur. Mü'min iseniz onlardan korkmayın
Benden korkun.
176— Küfürde yarışanlar seni kaygılandırmasın;
çünkü onlar Allah'a hiçbir surette zarar veremezler. Allah onlara âhirette
(saadetten yana) bir pay vermemeyi ister. Onlar için büyük bir azâb vardır.
177— Doğrusu küfrü imân karşılığında satın
alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar veremezler. Onîar için çok acıklı
bir azâb vardır.
Uhud savaşında da,
ondan sonra da şeytan ve o karakterde olan münafıklar, imândan kaynaklanıp
taşan üstün bir cesaret ve kahramanlığı kırmak için durmadan yalan uydurdular
ve büyük bir ordunun Müslümanlar aleyhine toplandığını haber verdiler.
Muhammed'e bağlı olanların çok geçmeden yok edileceklerini üzülürcesine sahte
bir eda ile anlatmaya çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi [69]
Diğer bir rivayete
göre:
Kureyş müşrikleri
küfürde yanşıyor, İslâm'a karşı durmadan kuvvet hazırlıyor ve adam
topluyorlardi. Onların bu tutumuna karşı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki yönden
üzülüyordu : Biri, onların küfürde ısrar edip doğru yola girmedikleri, bu
yüzden ebedî bir azaba kendilerini ittikleri; diğeri İslâm'a karşı her çareye
başvurmaları idi.
Bunun üzerine
yukarıdaki 176. ayet indi. [70]
«Doğrusu sizin görüp
bilmediğiniz şeyi ben görüp bilmekteyim. Sizin işitemediğinizi işitmekteyim.
Gök inleyip ses çıkardı, bunda o haklıdır. Çünkü dört parmak boş bir yer
yoktur ki orada bir melek alnını koyup Allah'a secde etmiş olmasın. Allah'a and
olsun ki, benim bildiğimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız; yatakta
kadınlarla yatıp teiezzüz etmez, yollara dökülüp Allah'a duâ ve niyazda
bulunurdunuz!
Allah'a yemin ederim
ki, kesilmiş bir ağaç olmayı çok arzu ederdim.» [71]
Kudsî »Hadîs
«Ey kullarım! ben
zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram kıldım; artık
birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! benim doğru yola eriştirdiğim müstesna,
hepiniz sapıklık içindesiniz. O holde benden hidâyet (doğru yol) isteyin, sizi
ona kavuşturayım.
Ey kullarım! benim
yedirdiğim müstesna, hepiniz açsınız. O halde benden yiyecek isteyin size
vereyim. Ey kullarım! hepiniz çıplaksınız, ancak benim giydirdiğim müstesna. O
halde benden giysi isteyin size giydireyim.
Ey kullarım! doğrusu
siz gece-gündüz hata ve günah işlersiniz. Ben ise bütün günahları bağışlarım. O
halde benden af ve bağışlanma dileyin, sizi bağışlıyayım.
Ey kullarım! şüphesiz
ki, bana zarar vermeye gücünüz yetmez ki zarar verebileşiniz. Bana yarar
vermeye de gücünüz yetmez ki yarar verebilesiniz.
Ey kullarım! eğer önce
gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir tek adamın
takva dolu kalbi üzere bulunsalar, bu benim mülkümde bir şey artırmaz. Ey
kullarım! eğer önce gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve
cinleriniz en çok günah işleyen ahlâksız bir adamın kalbi üzere bulunsalar, bu
benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.
Ey kullarım! eğer önce
gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz tek bir toprak
üzerinde durup benden isteseler, ben de her insanın isteğini karşılaşanı, bu
benim katımda olan nimetten bir şey eksiltmez. Ancak denize batırılan bir
iğnenin denizden eksilttiği kadar eksiltebilir.
Ey kullarım! bu ancak
sizden yana sayıp hesapladığım amellerinizdir. Sonra da onların karşılığını
size eksiksiz vereceğim. Kim iyilik ve hayra kavuşursa Allah'a hamdetsin. Kim
de bundan başkasını bulursa, ancak kendini kınasın.» [72]
Hakka imân üstün
cesareti gerektirir
îmân konusunda
insanlar genellikle üçe ayrılır:
1. Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine inanıp
O'ndan gelen her şeyi şüpheye yer vermeden kabul edenler.
2. Allah'ın varlığını, birliğini inkâr edip
mukaddes hiçbir şey tanımı-yan ve insanı doğup büyüyen, ölüp bir yığın gübre
kabul eden maddeciler.
3. Allah'ın varlığı, peygamber ve kitap hakkında
şüpheye düşüp imanla inkâr arasında bocalayanlar.
Birinciler hakiki
mü'minlerdir. İmân onların ruhî yapısının temel taşı ve değişmiyen gıdasıdır.
Ancak Allah'tan korkarlar. Cihat onların yolu, din ve ahlâka hizmet onların
sanatı, insanlıktan yana yararlı olmak amaçlan, Allah rızasını kazanmak tek
gayeleridir. Bunların cesaretleri her türlü engeli kıracak ölçü ve anlamdadır.
Bâtılın beynini dağıtan da ancak bu güçtür.
İkinciler hakiki
dinsizlerdir. Bunlara Kur'ân dilinde kâfirler denilir. Ruhları porsumuş,
vicdanları silinmiştir. Beyinleri inkâr suyuyla yıkanmış, kalbleri ölmüştür.
Maddî imkânlara mâlik oldukları ölçüde cesurdurlar. İdeallerine daha çok mide
ve şehvet bağıyla bağlıdırlar. Ölüm onlar için karanlık bir uçurum.. Yaşlanmak
büyük bir umutsuzluk..
Üçüncüler, hakiki
münafıklardır. Renkleri pek belli olmaz. Bukalemun aibi araziye uymasını
bilirler. İmandan çok küfre yakındırlar. Ruhları hasta, vicdanları paslıdır.
Cesaretlen kırık, fitne ve fesatları yaygındır. Renkleri belli olmadığı sürece
İslâm için çok tehlikelidirler.
jşte konumuzla ilgili
175. âyetle daha çok bu üçüncü kısma girenlerin tutumundan söz ediliyor.
Korkak şüphecilerin kendi dost ve yakınlarını da durmadan korkutmaya
çalıştıkları belirtiliyor. «Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplayıp
hazırladılar, aman onlardan korkun», diyenlerin bu kararsızlar olduğuna parmak
basılıyor.
«Mü'min iseniz,
onlardan korkmayın Benden korkun.» âyetiyle de hakiki mü'minlerin ölçü ve
anlamı, cesaret ve tutumu belirtiliyor. Çünkü sadık mü'min ancak Allah'tan
korkar ve o, Allah cidden korkulmaya daha lâyıktır, der. Cesaret ve kahramanlık
mü'minin değişmiyen vasfıdır. Korkaklık, ölüm endişesinden, aç kalma
kaygısından kaynaklanıp çıkar. Mü'minin kalbinde bu iki endişenin de yeri
yoktur. Çünkü ona göre bir gün önce veya bir gün sonra ölmek önemli değil,
Allah'ın dilediği şekilde, O'nun hoşnut olacağı mâna ve maksat doğrultusunda
ölmek mühimdir.
Mü'mine göre, ölüm yok
olmak değil, dar bir evden çok geniş bir eve göc etmektir. Bunun için
umutludur, kararlıdır, cesurdur ve endişesizdir. [73]
«Küfürde yarışanlar
seni kaygılandırmasın...»
Büyük bir azgınlık
içinde durmadan tırmanan küfre ve anarşiye karşı, imândan gelen bir cesaretle
çıkmadığınız ve bu yolda canınız dahii her şeyinizi feda etmeyi göze
almadığınız takdirde perişan olacaksınız. Küfür ve inkâr ateşi sizi yakıp
bitirecek, yardımcı da bulamıyacaksınız. Bu bir ilâhî kanundur ki değişmez.
Ölümden korkan, bütün gücünü servetine borçlu olan müslümanlardır ki küfre
imkân sağlamış, alanı onların at oynatmasına terketmişlerdir. Gelecek olan
fitnenin yalnız haksızları değil, bütün bir ümmeti ve milleti kasıp
kavuracağını hesaplıyamamişlardır.
Diyebiliriz ki, eğitim
noksanlığının da bundaki payı büyüktür. İslâm âlemi Kur'ân kültürünü eğitim
yoluyla kuşakların kalbine ve dimağına sistemli biçimde işlemediği müddetçe
sözü edilen fitneden kendilerini kur-taramıyacaklardır. Çünkü Kur'ân kültürüyle
beslenen bir kalp ve o kalb-deki imân şu sonucu doğurur:
a) Yalnız Allah'ı bilir ve O'nun önünde eğilir,
b) Son dinin bütün bir insanlığın dini olması
için çırpınir,
c) Mü'minlerin birlik ve beraberlik içinde Allah'a
yönelmesini, O'nun emrine göre bir hayat düzeni kurmasını ister,
d) Allah yoluna kendini adamayı, bu yoiun
üzerindeki küfür, fitne ve fesad dikenlerini bir bir temizlemeyi hizmet bilir,
gerektiğinde bütün varlığını bu uğurda harcamayı büyük bir ibâdet sayar. Onun
için Allah en doğru olanı haber veriyor:
«Küfürde yarışanlar
seni kaygılandırmasın; çünkü onlar Allah'a hiçbir surette zarar veremezler.»
Küfür ve tuğyanın,
fitne ve fesadın dört nala yarışması, hakiki mü1-minleri korkutmaz. Çünkü her
devirde küfrün bu tür tuğyanı az veya cok olmuştur. O halde inkârın şiddeti
ancak mü'minlerin imânını ve hizmet aşkını kamçılar; Allah'ın dinine daha çok
sahip çıkmalarını sağlar. Çünkü ilâhî sünnet, inandığı davaya daha çok bağlı
ve sadık olanların yüzüne tebessüm eder. Korkakların, imân ve irâdesi
zayıfların elinden tutmaz, Böylece küfürde yarışanlar da, imân ve irfan
kuvvetiyle bunun karşısında duranlar da ve ölümden korkup mü'minlere korkaklık
aşilıyanlar da kendi kaderlerini çizerler, hepsi o kadar. [74]
«Doğrusu küfrü îmân
karşılığında satın alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar veremezler.»
Büyük nîmetterin
kıymeti daha çok elden gittikten sonra bilinir. İmân nîmeti de böyle oldu.
Milletlerikaranlıktanşerefdüzeyine çıkaran, insanları insanlıktan yana hizmete
sevkeden, Allah ile kulları arasındaki her türlü engeli kaldıran, dünya ile
âhiret, ruh İle beden arasında gerçek anlamda dengeyi sağlayan İslâm ve Onun
gönüllere yerleştirdiği hakiki imân, İslâm âleminde yabancıların çevirdikleri
binlerce hile ve desiselerle eğitim dışı bırakılınca, yabancı kültüre bağlı
kuşaklar yetişmeye ve birbirini takibe ve taklide başladılar. Çok geçmeden
kendi öz kültürleri belirsiz hale geldi. Yabancı kültüre büyük bir hayranlık duyuldu.
Böylece asırların oluşturduğu köklü imân yavaş yavaş yerini inançsızlığa
terketti. Daha doğrusu Müslümanların hatırı sayılır bir bölümü, yabancı kültürü
imân karşılığında satın almakta bir sakınca görmediler. Uhud savaşından hemen
sonra paniğe kapılıp kurtuluşu küfürde arayan münafıklar gibi onlar da
kapılarını yabancı kültüre açtılar. Bu yetmiyormuş gibi, bir de kendi
aralarında bölündüler; tartışma, sürtüşme ve vuruşmaya başladılar. Olan oldu,
imân ve İslâm nimetinin büyük bir kısmı elden gitti. Sıkıntılar birbirini
izledi. Küfür kılık değiştirdi, materyalizm ve komünizmi can kurtaran simit
diye takdim etti. Kendini bir türlü aşağılık duygusundan kurtaramıyan Müslümanların
bir kısmı bu can simidine el uzatmakta bir sakınca görmüyecek kadar körleştiler.
Varlığının, şeref ve itibarının tek dayanağı olan İslâm'a sırt çevirmenin
cezasını kat kat ödediler. Ne yazık ki, hâlâ bir kısmının aklı başına gelmedi,
daldığı gafletten bir türlü uyanamadı, Uyanamadığı için de emperyalist ülkeler,
daha doğrusu İslâm düşmanları onları sömürmeye devam etmektedirler.
Evet yabancı kültüre
körükörüne kapılarını açan bazı müslümanlar önce imânları karşılığında küfrü,
İslâm'ın ilim, ahlâk ve fazîlet gölgesi altında yaşamaya bedel inkarcılara
uydu olmayı tercîh ettiler. Aİlah ve Resulünün insanlıktan yana açtıkları
saadet caddesinden ayrıldılar; dertleri mideleri, kaygıları beş yıllık ömürleri
oldu. Bugün Afganistan'daki hazin manzara bu zincirin halkalarından biridir.
Yabancı kültür İslâm
âlemine hiçbir şey kazandırmadı, ama cok şey kaybettirdi. İslâm âlemi bu yüzden
birkaç asır geriye gitti. Kaybettiği zamanı telafi etmek babında bir kısmında
halâ ciddi bir gayret de pek göze çarpmamaktadır.
İşte 177. âyet bu
hakikati bütün açıklığıyla gözlerimizin önüne sermekte, kalbimize bir neşter
gibi vurmaktadır:
«Doğrusu küfrü imân
karşılığında satın alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar veremezler.
Onlar için çok açıklı bir azâb vardır.»
Bu azâb biri dünyada,
diğeri âhirette olmak üzere iki türlüdür: Dünyadaki azâb, gayr-i İslâmî bir
düzene uydu olmanın verdiği aşağılık duygusudur, Âhiretteki azâb çok daha
açıklı olacaktır. [75]
Yukarıdaki âyetlerle
hakiki imân cevherine sahip olan mü'minlor, Allah yolunda birleşip bir güç
oluşturdukları takdirde küfredenlerin onlara zarar veremiyeceği anlatılarak
Sünnetullah'ın ilgili hükmü açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
hakka karşı gelen inkarcılara mühlet verilmesinin hikmetine parmak basılıyor,
sonuç olarak bunun onlar için hayır getir-miyeceği belirtiliyor. Böylece gerçek
saadetin dünyada birkaç yıl refah
içinde fazla yaşamak
olmadığı, fakat imân nimetinin verdiği derin zevk ile Allah dostluğunu
kazanmanın saadetin tâ kendisi olduğu açıklanıyor. Sonra da mü'minler
uyarılarak iyinin kötüden, murdarın temizden, faziletin rezaletten ayırt
edileceği ölçüye dikkatler çekilerek ilâhî irâdenin gereği anlatılıyor. Hakla
bâtılın aralıksız mücadele halinde bulunmasının sebeplerinden birinin beürtiîen
husus olduğuna işaret ediliyor. [76]
178— O küfredenler bir süre kendilerini öyle
bırakışımızı sakın kendileri için hayır sanmasınlar; onları bu bırakışımız
günah artırmaları içindir. Onlara aşağılayıcı bir azâb vardır.
179— Allah mü'minleri de şu bulunduğunuz hâl üzere
bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Allah sizi,
(Peygamberi vahiy yoluyla gaybden haberli kıldığı gibi) gaybden haberli
kılacak da değildir; ama Allah peygamberlerinden dilediğini seçer (de ona
gaybı bildirir).
O halde siz Allah'a ve
Peygamberine imân edin. Eğer inanır (ve Allah'tan korkup kötülüklerden)
sakınırsanız, sîze büyük bir ecir vardır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
«Adem bana arzolunduğu
gibi ümmetim de bana arzolundu; kimlerin bana inanacağı, kimlerin de inanmıyacağı
bildirildi.»
Bu hadîsi duyan
münafıklar kendi aralarında, «Muhammed böyle iddia ediyor, ama yanıbaşmda
bulunduğumuz halde bizim tutumumuzu bilmiyor», diyerek alaylı bir havaya
girmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet İndi. [77]
İlim adamlarımızdan
Kelbî şöyle diyor:
«Kureyş'ten bazı
şahıslar peygambere gelip dediler ki: «Ya Muhammed! sana uymayanın ateşte
kalacağını, uyanın ise Cennet ehlinden olup saadette olacağını iddia
ediyormuşsun. O halde kimlerin Sana inanacağını, kimlerin de inanmıyacağını
bize haber versen ya!»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. Ebû Âliye diyor ki:
«Mü'minler, Peygamber
(A.S.)dan, mü'minle münafıkı birbirinden ayıracak bir alâmet istediler. (Bu
konuda kendilerine keşif kapısının açılmasını talep ettiler). O sebeple yukarıdaki
âyetler indi.» [78]
«İnsanların hayırlısı,
ömrü uzun olup ameli güzel olandır. İnsanların şerlisi, ömrü uzun olup ameli
kötü olandır.» [79]
«Ümmetimin hayırlıları
o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de Resûlüllah
bulunduğuma şehadet edip iyilikte bulundukları zaman sevinirler, kötülükte
bulundukları zaman istiğfar ederler. Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki,
nîmet ve bolluk içinde doğmuş, onunla beslenip büyümüş, ama bütün himmet ve
gayretleri çeşitli yemekler ve renk renk elbiselerdir. Konuşurken de ağızlarını
eğip bükerek tumturaklı cümle kullanmaya çalışırlar.» [80]
«Allah'ın, isyan ve
günahlara karşı hâlâ (süre ve bol nîmet) verdiğini gördüğünde bil ki bu
Allah'ın onlara bir istidracı (mühlet vermesi)dir.» [81]
«O küfredenler bir süre
kendilerini öyle birakişımızı sakın kendileri için hayır sanmasınlar.»
İnsan vücudunu bir
bütün olarak dikkate aldığımızda, organları arasında bir bağlantı ve sağlam
bir köprü bulunduğunu görürüz. Gelişen tıp ve anatomi bunu her geçen gün biraz
daha belirgin hale getirmektedir. Elimizin bir parmağı sakatlanınca kavrama
dengesi bozuluyor. Safra kesesi alınınca metabolizmada bazı aksaklıklar
doğuyor. Ensemizdeki ufak pembe doku kitlesinin yirminci asrın yarılarına
kadar ne işe yaradığı bilinmiyordu. Sonunda ilim adamları insan vücudunda
yararsız bir organ, bir kitle olmayacağı acısından hareketle bütün organlar
arasında sıkı bir bağ bulunduğunu, birinin arızalanmasıyla diğerlerinin
fonksiyonuna tesir ettiğini ortaya çıkardılar. Aynı zamanda sözü edilen
guddenin bedenin hastalıklarla mücadele vasıtası olduğunu isbat ettiler. Bu
gudde çalışmayınca yabancı organizmalarla savaşan antikorlar imâl edilemiyor.
Bunun gibi doğumu
önleme haplarının kadınlarda bir takım anormallikler meydana getirdiği
anlaşılmıştır. Çillerin çıkması, saçların dökülmesi bundan dolayıdır. Son
yıllarda spiralin zararlı etkileri olduğu görüldü. Şöyle ki, yapılan
araştırmaya göre, spiral kullanan kadınlar diğerlerine oranla dokuz defa daha
fazla yumurtalık ve yumurtalık kanalı enfeksiyonuna yakalanıyorlar.
Bademciklerin bedenimizi mikroplardan koruduğu kesinlik kazanmıştır. Bu
misalleri çoğaltmak mümkün. Asıl anlatmak istediğimiz şudur:
Sosyal olaylar da
kâinat düzeninin bir oluşumunu, bir dengesini meydana getirmektedir. Konumuzu
oluşturan âyetle, bir bakıma bu hususa işaret ediliyor: «O küfredenler bir süre
kendilerini öyle bırakışımızı sakın kendileri için hayır sanmasınlar; onları bu
bırakişımız günah artırmaları içindir. Onlara aşağılayıcı bir azap vardır.»
Sosyal dengeyi ayakta
tutan sebeplerden biri de işte budur. Küfredenler olmasaydı inkâr fırtınası
esmeseydi, imân edenlerde hareketsizlik başlar, dinî ve ilmî araştırma durur,
hakla bâtıl arasındaki denge bozulurdu. Artık ne imânın gerçek anlamı bilinir
ne hakiki mü'minin ölçüsü... İyi ile kötü, aşağılık ile erdemlik birbirinden
ayırt edilemez duruma gelirdi.
O halde hem sosyal
dengeyi -bu açıdan da- sağlamak, hem düşünce ve inanca aktivite kazandırmak,
hem insanlar arasındaki fikir ve inanç alış-verişini sürdürmek için inanmışlara
yer verildiği kadar inkarcılara da planda yer verilmiştir. İnkarcılar küfür ve
inatlarını artırdıkça, inanmışlar da imân ve faziletlerini artırır; tıpkı
başağın olgunlaşması, güneşin ısısının artmasına bağlı bulunduğu gibi. İşte bu
oluşum ve olaylar sosyal hayatımızın organları mesabesindedir. Kâfirlerin
tamamen yok edilmesi mücadele ruhunun durması demektir.
Şu halde mü'minin
Allah yolunda can vermesi, insanlığa saadet havasını estirir. Münafıkların
cihada katılmayıp biraz daha yaşamaya çalışma arzulan ve mü'minlerin kötü bir
akıbete uğramalarını istemeleri, aşağılık ve rüsvaylık havası estirir. Ama
saadet havasının değeri bir bakıma bununla anlaşılır. Ölen veya gazi olarak
yaşayan hem güzel örnek, hem saygın bir ortam hazırlamıştır. Ölümden kaçan,
inanmadığı için cihada katılmayan ise hem kötü misal bırakmıştır, hem de
itibarını kaybetmiştir. Bu iki organ anlamındaki tutum ve davranış birbirine
bağlı bulunuyor. Birinin olmayışı diğerinin fonksiyonunu zedeliyor. [82]
«Sonunda murdarı
temizden ayıracaktır.»
Canlılar âleminde
«Doğal Seleksiyon» dedikleri tabii eleme kanunu, güçlünün yaşamasını, güçsüzün
elenmesini tezgâhlar. Böylece güçlüyle güçsüz birbirinden ayrılır ve kâinattaki
bu tür oluşumlar kendi ortamlarında denge ve düzeni sağlar.
İnanan bir toplulukta
da durum bundan farksızdır: Tahkiki imânla Taklidi imânı, mü'minle münafıkı
ayırt edebilmek veya İmân ve irâdesi sağlam ve sadık olan mü'minle imân ve
irâdesi çok zayıf kişileri birbirinden ayırmak da Sünnetultah ile gerçekleşir.
Bu sünnet sırası gelince hükmünü yürütür. Böylece tabii eleme kanununa bağlı
bulunan olay toplum yapısında meydana gelir. Kur'ân buna Uhud savaşını misal
veriyor. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşa hazırlanırken bir taraftan
münafıklar, bir yandan da imân ve irâdesi zayıf olanlar derhal renklerini belli
ettiler. İlk adımda tabii eleme kanunu zayıfları elemeye başladı. Savaş sonrası
uğranılan hezimet ve yenilgiyi hakiki mü'minler İslâm'ın lehine değerlendirirken,
zayıf mü'minler ve münafıklar İslâm'ın aleyhine yorumladılar, ümitleri
sarsıldı, cihat ruhunu bir anda kaybeder gibi oldular. Böylece iyiler
kötülerden, gerçek ve sadık mü'minler münafıklardan ayırt edilmiş oldu. Herkes
kendine lâyık yeri aldı, itirazlar kalktı. Daha önce güçlü bir İmâna sahip
olduğunu iddia eden veya öyle sananların bu olaydan sonra kaç kırat oldukları
anlaşıldı.
Kur'ân bu eleme
kanununu şu âyetle bize hatırlatmakta, Sünnetul-lah'ı daha iyi anlamamıza
yardımcı olmaktadır:
«Allah mü'minleri de
şu bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden
ayıracaktır.» [83]
Allah sizi gaybden
haberli kılacak değildir.»
Bu, aslında Devr-i
Saadette mü'minlerin bir istek ve samimi arzusu olarak belirmişti. Münafıkların
her devirde ve her toplumda olduğu gibi, bir takım gizli planları, sinsî
faaliyetleri vardı. Savaşa çıkılırken bazı mazeretler ileri sürerek
katılmıyanlar oluyordu. Ölçülü ölçüsüz konuşanlar da eksik değildi. Bu durumda
kim ne idi ve öne sürdüğü mazeret ve sarfettiği sözün samimiyetle ilgi nisbeti
neydi? Bu pek bilinmiyordu. Gerçi Allah'ın Resulü vahiy yoluyla bütün bunları
biliyordu, fakat açıklamaya mezun değildi. Mü'minlerden çoğu Allah'ın
kendilerine bu konuda gaybın kapılarını açmasını, insanların içyüzü hakkında
keşif ve müşahede yoluyla bilgi verilmesini arzuladılar. Böyle bir arzunun
gerçekleşmesi iyi niyetle de olsa birçok sakıncalar doğururdu. O kadar ki,
toplum yapısındaki organlar arasında dengesizliğe yol acar, bir takım
huzursuzlukları davet ederdi. Bunları kısaca özetliyecek olursak, şöyle
sırahyabiliriz:
Gaybe muttali' olmak :
a) İnsan tabiatını değiştirir,
b) Toplum düzenini bozar,
c) Sınıf farkı doğurur,
d) Aklın ve sıhhatli düşüncenin değerini
düşürür,
e) Sevgi bağlarını koparır, akrabalık ilgisini
dumura uğratır,
f) Çalışma zevkini giderir, mücadele aşkını
başka biçimde geliştirir.
Bu ve benzeri
sebeplerle Allah murdarı temizden ayırmayı mü'minle-re keşif ve keramet yoluyla
değil, cihat yoluyla, çetin imtihanlara tabi tutma sünnetiyle bağlantılı
kılmıştır. [84]
İmlâ : Uzun ömür,
tatlı hayat, bir süre kendi haline bırakmak anlamlarına gelir.
«Şu bulunduğunuz hal
üzere bırakacak değildir» :
Ayetinde kime hitap
edilmiştir, yani muhatap kimdir? Bu hususta farklı yorumlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas, Dahhak, Mukatİl, Kelbî ve birçok
müfessirlere göre, muhatap kâfirler ile münafıklardır. Yani Allah, sizin ey
inkarcılar bulunduğunuz küfür, nifak ve Peygambere düşmanlık üzere, müminleri
yardımsız bırakacak değildir.
b) Hitap müşrikleredir. Mü'minlerden maksat,
henüz baba sulbünde, ana rahminde olanlardır. Yani Allah sizin çocuklarınızdan
imân edecek olanları, sizin bulunduğunuz şirk ve inkâr üzere bırakacak
değildir.
c) Hitap mü'minleredir. Yani Allah sizleri ey
mü'minler! bulunduğunuz şu mü'minle münafık karması üzere bırakacak değildir.
İlim adamlarımızın
çoğu bu üçüncü yorumu daha çok benimsemişlerdir. [85]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân nîmetinden, şehit olanların Allah katındaki yüksek derecelerinden, imân
birliğine yönelmenin yararlarından bahsedildi. Mü'minler kendi aralarında
sağlam bir cemaat oluşturdukları ve bu yoldan hareketle imkân ve irâde sınırına
gelme şuurunu taşıdıkları takdirde inkarcıların onlara zarar veremiyeceği
belirtildi. Kâfirlerin Sünnetullah gereği bir süre bulundukları hal üzere
bırakılacakları, yani kendilerine mühlet verileceği açıklandı.
Aşağıdaki âyetle,
mü'minlerin, bulundukları mü'min, münafık karması üzere bırakılmıyacağı,
murdarı temizden, samimi imân sahibini, mü'min görünümündeki sahte münafıktan
ayırmak için Sünnetullah'ın hükmünü yürüteceği ve cimriliğin de bir kıstas olacağı belirtiliyor. [86]
180—
Allah'ın kendilerine verdiği bol nîmetiyle cimrilik edenler, sakın onu
kendileri için hayırlı sanmasınlar; bilâkis bu onlar için serdir. Cimrilik
ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberlidir.
Bir rivayete göre, bu
âyet zekât vermiyenler hakkında inmiştir. Çünkü mâlî ibâdet imân cevherinin
bir bakıma ölçüsünü ortaya çıkarır. Cihat da bunun bir diğer sebebidir.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Tevrat'ta yazılı bulunan sıfatlarını
gizleyip halka söylemiyen hahamlar hakkında inmiştir. Cimrilikten maksat
burada ilmi gizleyip insanlara neşretmemektir. [87]
«Allah bir kimseye mal
verir de o zekâtını ödemezse, o mal kıyamet günü başı dazlak (parlak),
gözlerinin üst kısmında siyah iki nokta bulunan bir yılana temsil edilerek
onun boynuna dolanır, sonra da ağzının iki yanını tutarak: «Ben senin malınım,
ben senin hazinenim» der.» [88]
«Yakın akrabasına
gelip, Allah'ın ona verdiği bol nimetinden ister, Bu hadîsle, zekâtı, sadakası,
vergisi ve kul-millet hakkı verilmiyen bir mal ve servetin fertler ve milletler
için zehirleyici bir yılan olduğu hatırlatılıyor.
o da cimrilik edip bir
şey vermezse, mutlaka Cehennemiden dilini ağzında döndüren bir yılan çıkar da
onun boynuna dolanır.» [89]
aCimrilikten sakının
çünkü sizden öncekileri aşırı hırs ve cimrilik yok etmiştir.» [90]
aiki huy var, bunlar
bir mü'minin (kalbin)de birleşemez: Cimrilik ve kötü ahlâk.» [91]
«Kim de bildiği ilimden
sorulur da onu gizleyip söylemezse, ateşten bir gem ile gemlenir.» [92]
«Allah'ın kendilerine
verdiği bol nîmetiyle cimrilik edenler, sakın onu kendileri için hayır
sanmasınlar.»
İçyüzü anlaşılması en
zor canlı, insandır. «İnsan, bû meçhul» diyenler haksız bir yargıda
bulunmamışlardır. İnsan karakteri, diğer bir deyimle içyüzü kapalıdır, hemen
bilinemez. Savaş ve benzeri felâket ve musibetler bir ölçüde bu perdeyi aralar.
Allah yolunda insanlıktan yana fedakârlık, farz olan zekât, sünnet olan sadaka
ve benzen malî ibâdetler de bu perdenin geri kalan kısmını açar; sahnede olan
bütün açıklığıyla görünür. Bunun için Kur'ân değişik ifadelerle bu gerçeğe
dokunur: «And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık ile, biraz da maldan,
candan ve ürünlerden noksanlık vermekle deneriz.» [93]
Konumuzu oluşturan
âyetle de buna parmak basılmakta ve mü'minler uyarılmaktadır.
«Ortalığı kaplayan sis
ve duman çekilince, altındaki binitin at mı, yoksa eşek mi olduğunu anlarsın»
mısraları da bir bakıma bu sünneti yansıtır.. [94]
İslâm cemaati, günün
gereği olarak ilim ve tekniğe sahip olduktan sonra daha çok şu iki kuvveti bir
araya getirip bütünleştirmek zorundadır : Samimi imân ve mâlî fedakârlık. Aksi
halde şer ve fesadın önüne geçemez, tuğyanı durduramaz. Çünkü samimi imân
Tevhît odağında birleşip yenilmez bir kuvvete; mâlî fedakârlık hem sınıf
farkının ortadan kalkmasına, hem din kardeşliğinin yaygınlaşmasına kapı açar.
Hazreti Peygamberin (A.S.) etrafında kenetlenen Ashab-ı Kiram bu iki hususta
da en güzel örneği vermiş ve elde ettikleri başarı ile bunu simgelemişlerdir.
Böylece inkâr ve tuğyan hezimete uğramış, fitne ve fesat dolabı gücünü yitirmişti.
Kur'ân günümüzün
Müslümanlanna bilhassa bu hususu hatırlatmakta, cimrilikle imânın aynı kalbde
birleşemiyeceğine işarette bulunarak imânlarını tazelemelerinin iüzumuna atıf yapmaktadır. [95]
Geçen âyetle, imânla
cimriliğin bir kalpte birleşemeyeceğine ve cimriliğin şerri davet edeceğine
işaret edildi. Aşağıdaki âyetlerle, maddeye karşı aşırı tutkusu bulunan ve bu
yüzden cimriliğin en kötüsünü ortaya koyan; peygamberleri öldürecek kadar kaba
ve katı davranan Yahudiler misal veriliyor. Amellerinin karşılığını hem dünyada,
hem âhirette gördüklerine dikkatler çekilerek maddeye tapmanın hiçbir millete
saadet getirmediği ve getirmiyeceği açıklanıyor. [96]
181— «Allah fakirdir, biz zenginiz» diyenlerin
sözünü şüphesiz ki Allah işitti. O dediklerini ve haksız yere peygamberleri
öldürdüklerini yazacağız ve: «Tadınız o yakıcı azabı!» diyeceğiz.
182— İşte ellerinizle önden gönderdiğinizin
karşılığıdır bu! Çünkü Allah elbette kullarına haksızlık edici değildir.
183— «Ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe
hiçbir peygambere imân etmiyeceğimize dair Allah bize ahidde bulundu.
(Tevrat'ta emir verdi)» diyenlere, de ki: «Benden önce size peygamberler açık
belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler, doğru sözlüler iseniz neden
onları öldürdünüz?»
184— Ey
Muhammedi eğer seni(n peygamberliğini) yalan saydılarsa, senden önceki birçok
peygamberler de yalanlanmıştir ki, onlar açık belgeler, mu'cizeler, irşat dolu
sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi.
Rivayete göre Ebû
Bekir SIDDÎK (R.A.) bir gün Yahudilerin medresesine uğradı. Birçok kimsenin
Yahudi ilim adamlarından FAHNAS'ın başına toplandığını gördü. Ebû Bekir (R.A.),
Tevrat'ı bilen bu bilgine seslendi:
— Ey Fahnas! Allah'tan kork, İslâm'a gir.
Allah'a yemin ederim ki, sen, Muhammed'in Resûlüllah olduğunu, Allah'tan size
hak ile geldiğini ve bunun Tevrat'ta yazılı bulunduğunu biliyorsun. O halde
inadı bırak, imân et, Muhammed'i doğruia
ve Allah'a faizsiz ödünç ver ki seni Cennete koysun ve sevabını kat kat
artırsın.
Fahnas ona şu cevabı
verdi;
— Ey Ebû Bekir! sen Rabbimizin bizden ödünç
istediğini mi iddia ediyorsun? Halbuki ancak fakir zenginden istikrazda
bulunur. Eğer senin dediğin haksa, o takdirde Allah fakir, biz zenginizdir.
Eğer Allah zengin olsaydı bizden istikrazda bulunur muydu? diyerek Ebû Bekir'i
alaya aldı ve kelime oyunu yapmak suretiyle küfür ve inadını artırdı.
Ebû Bekir onun bu
alaylı cevabına ve Allah'a dil uzatmasına fazlasıyla sinirlendi, kendine hâkim
olamıyarak Fahnas'a şiddetli bir tokat vurdu, sonra da şöyle dedi:
— Canımı kudret elinde tutan Rabbıma yemin
ederim ki, aramızda bir anlaşma ve sözleşme bulunmasaydı, herhalde boynunu
vururdum, ey Allah'ın düşmanı!
Bu olay üzerine Fahnas
kalkıp Hazreti Peygamber'e gelerek şikâyette bulundu. Peygamber (A.S.)
Efendimiz, Ebû Bekir'i çağırarak sordu : «Ya Ebâ Bekir! Seni buna iten nedir?»
O da : «Ya Resûlellah! Allah düşmanı olan bu adam, Allah'ın fakir,
kendilerinin zengin olduğunu söyledi. Dayanamadım, Allah için öfkelendim ve bir
tokat vurdum» diye cevap verdi. Fahnas inkâr etti, böyle bir söz
sarfetmediğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Bekir'i doğrular mahiyette yukarıdaki
âyetler indi. [97]
Diğer bir sebep :
Yahudilerden* birkaç
kişi toplanıp Resûlüllah (A.S.) Efendimize geldiler ve: «Ey Muhammedi dediler,
sen bizlere peygamber olarak gönderildiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah
ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere imân etmiyeceğimize
dair Tevrat'ta bize ahid-de bulundu, emir verdi, söz aldı. Eğer gaibden bir
ateş gelir de bir kurban yerse, o takdirde seni tasdîk ederiz.» dediler. Bunun
üzerine 183. âyet indi. [98]
«Yeryüzünde bir günah
işlendiği zaman ona hazır olup da hoş karşi-lamîyan veya onu men'etmeye çalışan
kimse, orada hazır bulunmayan gibidir. O günahın işlendiğini görmiyen fakat
duyup da rıza gösteren kimse ise orada hazır bulunan gibidir.» [99]
«O dediklerini ve haksız yere peygamberleri
öldürdüklerini yazacağız.»
Peygamberleri öldüren
Yahudiler asırlarca önae gelip geçtiği halde Kur'ân'da Hazreti Peygamber
devrinde yaşayan Yahudilerin böyle bir suçla muhatap tutulmaları üzerinde
duran Üim adamlarımız, şu neticeyi çıkarmışlardır :
Geçmişte işlenen bir
günah ve suçu -aradan ne kadar zaman geçerse geçsin- tasvip edenler varsa,
aynı suçu işlemiş sayılırlar. Yahudilerin durumu da böyle olmuştur. Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden asırlarca önce Zekeriya, Yahya ve diğer bazı peygamberler
Yahudiler tarafından öldürülmüştür. Ama halen yaşamakta olan Yahudiler bu
cinayeti tasvip ediyor, aynı itikadı taşıyorsa, sözü edilen suç ve günaha
iştirak etmiş sayılırlar.
Nitekim ilim
adamlarından Âmir eş-Şa'bî Hazretleri, Hz. Osman (R.A.) Efendimizin katlini
tasvip edenlere, geçmişte işlenen bu cinayeti yerinde görenlere benzeterek,
yukarıdaki âyeti okuyup aynı suça katıldıklarını hatırlatmıştır. [100] Mealini yazdığımız Hadîs-i Şerîfte de
bilhassa bu husus belirtilmekte, küfre
rızanın küfür, günaha rızanın günah, suçu tasvibin suç olduğu
hatırlatılmaktadır. [101]
«Ateşin yiyeceği bir
kurban getirmedikçe...»
Mevcut Tevrat
nüshalarında gaipten gelen bir ateşle kurban ya da takdimelerin yanıp yok
olduğunu veya gaipten gelen bir kurbanın takdime yapıldığını belirten bir
belgeye raslanmamıştir. Müfessirlerimizden çoğu, bu belgenin Tevrat'ın Musa'ya
inen ük nüshasında mevcut olduğunu, bu ilk nüsha ortadan kaybolunca sonradan
yazılan Tevrat nüshalarında yer almadığını belirtmişlerdir. Bu, isabetli
olabilir. Çünkü Tevrat'ın birçok belgeleri kısmen, ya da tamamen değiştirilmiş
ve bir kısım belgelere yer verilmemiştir.
Yine ilim
adamlarımızın tesbitine göre, bu hüküm İsâ Peygamberin tamamlayıcı nitelikte
olan şeriatıyla kaldırılmıştır. Çünkü buna gerek kalmamış, İsâ Peygamber
ölüleri diriltecek kadar büyük mu'cizelerle gönderilmişti.
Tevrat'ta, sözü edilen
kurbandan değil, Allah'a yakın olmak, işlenen günahtan kurtulmak için «takdime»
deyimiyle kurbanlardan sık sık bahsedilir. Özellikle Tevrat'ın üçüncü kitabı
Levililer bölümünde bu konuya geniş yer verilmiştir. Harun oğullarından gelme
kâhinler tarafından yakılan «takdîme»lerin, yukarıda sözü edilen kurbandan
mülhem olduğu sanılmaktadır. Konuyu biraz daha aydınlatabilmemiz için
Tevrat'taki bu belgelerden birini nakletmekte yarar görüyoruz:
«Ve Rab Musa'yı
çağırdı ve toplanma çadırından ona söyleyip dedi: İsrail oğullarına söyle ve
onlara de: Sizden biri Rabbe takdime arzettiği zaman, takdimenizi hayvanlardan,
sığır ve davardan arzedeceksiniz.
Eğer takdîmesi
sığırdan, yakılan takdime ise, onu erkek, kusursuz olarak arzedeeek; kendisi
RABBİN önünde makbul olsun diye onu toplanma çadırının kapısında arzedecek. Ve
elini yakılan takdimenin başı üzerine koyacak ve kendisi için keffaret etmek
üzere kabul olunacaktır. Ve genç boğayı RABBİN önünde boğazhyacak ve Harun
oğulları, kâhinler, kanı takdim edecekler ve kanı toplanma çadırının kapısında
olan mez-bah üzerine çepeçevre serpecekler. Ve yakılan takdimeyi yüzecek ve onu
kendi parçalarına göre kesecek ve kâhin Harun'un oğulları mezbah üzerine ateş
koyacaklar ve ateşin üzerine odunlar dizecekler ve Harun oğullan kâhinler mezbahta
olan ateşin üzerindeki odunların üstüne parçalan, başı ve yağı dizecekler,
fakat içlerini ve paçalarını su ile yıkıyacak ve kâhin hepsini yakılan
takdime, ateşle yapılan takdime, RABBE hoş koku olarak, mezbah üzerinde
yakacaktır.» [102]
«Allah fakirdir, biz
zenginiz, diyenler...»
Yahudilerle Arap
Yarımadasında yaşayan putperestler arasında faiz muamelesi son derece yaygındı.
Karşılıksız ödünç verip almak tamamen unutulmuş, her şey maddî değer ve
karşılıklı menfaatle ölçülmeye başlanmıştı. Düşkünün elinden tutan olmadığı
gibi, faiz İşlemiyle fakirlerin ilikleri emiliyor, altından kalkılmaz yükler
altına sokuluyordu. Tevrat'ın faizi yasaklayan emirlerine, İsâ Peygamberin
getirdiği kardeşliğe iltifat eden yok gibiydi. Dinlerin aslı unutulmuş para ve
put her şeyin üstünde tutulmuştu. Yahudiler, Allah fakirdir diyecek kadar
şımarıp küstahlaşmalardı.
Kur'ân böyle bir
devirde indi. İnsanları madde çukurundan kurtarmayı hedef ve amaç edinerek
cihan kardeşliğini getirdi. Faizsiz ödünç vermenin aslında Allah'a verilmiş
bir ödünç sayılacağını ve bunun sadakadan çok ileri bir mâna taşıdığını
gönüllere işlemeye yöneldi. Maksat, maddeye aşırı derecede tutkusu olan katı
yürekleri yumuşatmak, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümünü ve
sömürüsünü kaldırmak, insanca yaşamanın bütün yollarını ve kapılarını açık
tutmaktı. Hattâ Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, karşılıksız ödünç vermenin
sadakanın sekiz misli sevap kazandıracağını belirtmesi hep bunun içindi.
Ama insan karakteri bu
ya, menfaatine dokunulunca hiçbir kıstas kabul etmez, tepki gösterir,
gerekirse basar feryadı. Yine gerekirse inat ve inkâra sapar, bütün kutsal
ölçüleri bir çırpıda iter.
İşte Kur'ân inince
Yahudilerin de tutumu böyle oldu. Kur'ân'ın bu insancıl, insancıl olduğu kadar
cihanşümul belgesini alaya aldılar, ters bir mâna vererek karşılıksız ödünç
isteyen fakir sayılır, yargısıyla yola çıkıp Allah'ın fakir, kendilerinin
zengin olduğunu diyecek kadar gayr-i ciddi davrandılar. Bu da yetmiyormuş
gibi, son peygamberi tasdik edebilmeleri için, gökten bir ateşin yiyip
bitireceği bir kurban mu'cizesi gösterilmesini talep ettiler. Halbuki Tevrat'ta
bununla ilgili belge değiştirilmiş, emir mahiye-
tinde bir hüküm çoktan
unutulmuştu. Ama Yahudi inat ve zekâsı, dede babalarının yolundan ayrılmayıp
aynı isteği son peygambere de teklîf ettiler. Halbuki daha önce gelen
peygamberler böyle bir mu'cize getirdikleri halde Yahudiler yine inat ve
inkârlarında devam etmiş, üstelik o peygamberleri öldürmüşlerdi.
Kur'ân onların bunca
ölçüsüzlüklerini, inat ve inkârlarını açıklıyor. Maksatlarının mu'cize
olmadığını bildiriyor.
Dün ne ise, bugün de
aynı; Yahudilerde bir değişiklik yoktur. Maddeciler de böyle. Dünyayı huzursuz
edenler, materyalist felsefeyle beyinleri yıkanan maddeciler değil midir.
Müslümanlar da
kendilerini madde çukuruna iter, faiz işlemini kurtarıcı bir simit olarak
benimser ve faizsiz ödünç sistemini ortadan kaldırır-sa, spiritüalizm ile
materyalizm arasındaki denge bozulur; İslâm'ın anlamı kalmaz. Aynı sistemin
kurbanları arasında yerlerini, yurtlarını almış olurlar. [103]
«De ki Benden önce size peygamberler açık
belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler, doğru sözlüler iseniz neden
onları öldürdünüz?»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, bilindiği gibi rahmet peygamberidir. Kaİ-bi insanlıktan yana
merhamet ve şefkatla doludur. Ne Yahudilerin maddeye tapmasına, ne Arapların
putların önünde eğilmesine dayanabilirdi. İnsanların bu tür sapık yollara
sapmasına gönlü hiçbir suretle razı değildi. Bunun için zaman zaman üzülür,
bunca insanın kendini Allah'tan uzaklaştırıp elim bir azaba itmesini
düşündükçe kalbi daralırdı. Kur'ân'da sık sık Onun bu halinden söz edilir ve
kendisine düşenin açık bir tebliğ olduğu, hidâyetin ise Allah'a ait bulunduğu
hatırlatılır.
Konumuzu oluşturan
âyetle de bu anlamda bir teselliye kapı açılmış, her gelen peygamberin kendini
inat ve inkâr oklarından uzak tutamadığına, bu yüzden bir çok çileler, eziyet
ve meşakkatler çektiklerine işaret edilmiş, hak ile bâtıl mücadelesinin insanla
başladığına ve bunun kıyamete kadar sürüp gideceğine atıf yapılarak bu
konudaki ilâhî sünnetin hükmünü yürüteceğine dikkatler çekilmiştir. [104]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Kitap ehli ile müşriklerin küfürde inat etmeleri ve Müslümanlara
incitici anlamda dil uzatmaları söz konusu edildi. Bunca İnsanın doğru yola
girmemelerinin Resûlüllah'i için için üzdüğü
belirtilerek, her
gelen peygamberin bu tür söz ve davranışlara maruz kaldığı hatırlatıldı. Hattâ
bazı peygamberlerin öldürüldüğüne dikkat çekilerek tesellide bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle bu
teselliye daha geniş bir anlam kazandırılarak her şeyin ölümle sona ereceği,
geriye iyi ve kötü amellerin hesabı ve karşılığı kalacağı; dünya hayatının
aldatıcı ve oyalayıcı bir geçimlik olduğu belirtiliyor. Herkesin işlediği
iyilik ve kötülüğe göre bir karşılık göreceği ve asıl karşılığın noksansız
biçimde âhiret günü verileceği hatırlatılıyor.
[105]
185— Her canlı ölümü tadıcıdır (tadar).
(Amellerinizin) karşılığını ancak kıyamet günü tam olarak göreceksiniz. Artık
kim ateşten uzaklaştırılıp Cennet'e konulursa, gerçekten o kurtulmuştur. Dünya
hayatı ise aldatıcı bir yararlanma ve geçimlikten ibarettir.
186— Şanıma and olsun ki, mallarınızda ve
canlarınızda ciddi bir sınavdan geçirileceksiniz ve gerek sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden, gerekse müşriklerden birçok incitici (sözler
ve davranışlar) duyacak-
sıntz. Eğer sabreder
(takva ölçüleri içinde) sakınırsanız, işte bu azmedilecek işlerdendir.
Resûlüllah (A.S.}
Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra bu beldede üç ayrı sınıf oluştu:
Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikler. Bunlar arasında idarî bir otorite ve
karşılıklı hakları koruyucu anlamda bir diyalog kurmayı tasarlıyan Efendimiz,
her üç sınıf ile ölçülü biçimde temas halindeydi. Tabii Yahudiler İslâmın
Medine'yi merkez seçmesinden hiç ama hiç memnun değillerdi. Bu bakımdan ünlü
şâir ve hatiplerini son din ve onun peygamberi aleyhine harekete geçirdiler. Bu
sebeple yukarıdaki âyetler indi. [106]
Diğer bir rivayete
göre :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir merkebe binip yedeğinde Zeyd oğlu Üsame olduğu halde, sözü edilen
üç ayrı sınıftan meydana gelen bir toplantıya rasladı. Durup selâm verdi.
Müslümanlar Onun selâmını saygı ile aldılar; Medine'de bir baş olma sevdasıyla
yıllar yılı çalışan fakat Hz. Peygamberin gelmesiyle bütün plânlan suya düşen
Abdullah bin Ubey üstlüğünün bir ucuyla burnunu kapadı. Böyle yapmakla,
Resûlüllah'tan tiksindiğini ve kötü bir koku hissettiğini anlatmak istiyordu.
Buna rağmen Rahmet Peygamberi hiçbir şey olmamış gibi davranarak Kur'ân okudu.
Müslümanlar hürmetle dinlediler. Buna daha fazla dayanamiyan Abdullah bin
Ubey, Peygambere dönerek şöyle dedi: «Ey kişi! Senin söylediklerin hiç de hoşa
giden cinsten değildir. Eğe/ okuduğun şey hak söz ise, ne diye bizi burada
rahatsız ediyorsun, var git kendi meclisinde oku, sana gelen olursa ona oku..»
Aynı toplantıda bulunan Abdullah bin Revaha ise, «hayır, onu sen bizim
meclisimizde oku, ya Resûlellah! Çünkü hoşumuza gidiyor» diyerek İslâm
düşmanını susturmak istemişti. Derken bir tartışma başladı. Hz. Peygamber
onları yatıştırıp ayrıldı. Hasta yatan Sa'd bin Ubade Hazretlerini ziyarete
gitti. Sa'd olanları duyunca üzüldü ve tesellide bulunarak onların
affedilmesini diledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [107]
«Cennet'te bir
değneğin işgal ettiği yer, dünya ve ondaki şeylerden hayırlıdır. İsterseniz
FEMEN ZUHZİHA ANİ'N-NAR... âyetim okuyun.» [108]
«And olsun ki, dünya,
âhiret yanında sadece sizden birinin parmağını suya daldırması gibidir, hele
bir baksın parmağı ne kadar su ile kendisine dönmüştür.» [109]
Üsame bin Zeyd (R.A.)
diyor ki:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz ile Ashabı, Allah'ın emrettiği gibi Kitap Ehlini ve müşrikleri
affeder; onların incitici söz ve davranışlarına karşı sabrederlerdi.» [110]
«Kim ateşten
uzaklaştırılmasını, Cennet'e sokulmasını arzu ediyorsa, Allah'a, âhiret gününe
(samimi bir gönülle) inansın ve kendisine nasıl gelinmesini istiyorsa öylece
insanlara gitmeyi istediği halde eceli kendisine erişsin.)[111]
Her can'' ölumu
tanıcıdır.»
Bu âyetten, ölümü
tadanın öleceği anlaşılıyor. O halde tadan rûh mu, yoksa beden mi? Ruh bedeni
terkedeceğini anlar; ölümü tadan ise, insanî ruh değil, hayvanî ruhtur. O da
bedenle birlikte ölür. Bazılarına göre, insanî ruh ölümü tadar, beden ölür.
«Yerin üstündeki her
şey fânidir.» [112]
Âyetinden de ruhların
bu son bulmanın dışında kalacağı İstidlal edilmiştir. Çünkü insan ölünce ruhu
dünyada kalmaz, ruhlar (Berzah) âlemine geçer. Hem ruh Rabbimizin emrindedir.
Maddeye te'sir eden şeyler ona tesir etmez.
Cennet'teki Huri ve
Vildanlara gelince, onların ölüp ölmiyeceği hakkında farklı yorumlarda
bulunulmuştur. Ama biz diyoruz ki, ölüm bir istihale, bir halden başka bir
hale geçişinin kaçınılmaz kapısıdır; şartlan çok değişik diğer bir âleme
göçmenin hazırlığı ve ruhun gideceği âleme uygun elbise değiştirmesidir.
Cennet'teki Huri ve Vildanlann oranın hayat şartlarına göre yaratıldığına göre
bir istihale geçirmelerine gerek kalmıyor. Aynı şey melekler için de söz
konusudur. Ancak ilim adamlarımızın meteklerin ölüp ölmüyeceği hakkında cok
farklı yorumlan vardır. Buna girmek istemiyorum.
Nitekim Kur'ân'da buna
işaret edilerek deniliyor ki:
aSûr'a üfürülünce,
Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp
cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üfürülür derken (ölenlerin tamamı) kalkıp
bakışırlar.» [113]
«Allah'ın dilediği
hâriç» istisnasından bazı varlıkların örneğin meleklerin. Cennetteki Huri ve
Vildanların ölmiyeceği anlaşılıyor. «Cansız yere düşer» diye mealini verdiğimiz
«SAİKA» fiilinin mutlaka ölüm anlamına gelmediği de bilinmektedir. «Sesin
şiddetinden aklı başından gidip baygınlık geçirdi», «Korkudan dengesini
kaybedip yere düştü», «Tıpkı yıldırım çarpmış kimse gibi düşüp
kendinden.geçti,» biçiminde de buna mâna verilebilir. Ne var ki
müfessirlerimizin çoğu, ilgili hadîsleri de dikkate alarak buna «düşüp ölür»
mânasını daha uygun bulmuşlardır.
Bu konuya Zümer
sûresinde 68. âyetin tefsirinde geniş yer verilmiştir. Arzu edenler oraya
baksınlar. [114]
(Amellerinizin)
karşılığını ancak kıyamet günü tam olarak göreceksiniz.»
Eserden müessire kapı
acılorak kâinattaki mutlak düzenin sahibine yönelip O'na şuurlu ölçü ve anlamda
imân etmek insanı faziletin doruğuna, insan olmanın şeref düzeyine eriştirir.
İşte böyle bir imânın hedefi mutlak saadettir. Ne var ki, bu dünyada sözü
edilen saadete çoğu kez erişilmemekte, erişileni ise birkaç günlük bir zamania
bağlı bulunmaktadır. Halbuki fazîlet ve kemalin temelini oluşturan imânın
hedefi herhalde saadettir. Bu, Sünnetullah'm şaşmayan kıstaslarından biridir. O
halde bu dünyadan başka bir âlemin varlığını kabul etmek zorundayız. Aksi halde
ne imânın, ne de fazîlet ve kemalin değeri kalır. Bunlar gayeden uzak boş
sözler olarak anlamını yitirir.
Aslında ne imân ve
fazîlet, ne de olgunluk ve hayrrhahlık hedefinden sapar. Bu dünyada hedefini
bulamıyan ve bulmamış gibi görünen bu yüce değerler bir gün mutlaka
hedeflerini bulacaklardır.
İşte Kur'ân, «imân
ettim, fazîlet mücadelesi verdim, insanlıktan yana bir nice fedakârlıklara
katlanarak hizmet sundum da ne oldu? Bir sürü inkarcı ve çıkarcı ham ervah bol
nîmet içinde yüzerken ben dertten, felâket ve musîbetten yakamı kurtaramadım!»
diye yanlış bir düşünceye sa-pılmamasıni hatırlatarak gerçek saadetin şu geçici
birkaç günlük dünya hayatında değil, ebedî olan âhiret yurdunda olduğunu
Sünnetullah ölçüsü içinde veriyor:
«(Amellerinizin)
karşılığını ancak kıyamet günü tam olarak göreceksiniz», yani noksansız
verilecek ve böylece imân temeli üzerinde yükselen fazîlet saadete, inkâr
bataklığında yeşeren rezîlet de felakete kavuşacaktır. [115]
«Canıma and olsun ki,
mallarınızda ve canlarınızda ciddi bir sınavdan geçirileceksiniz..»
Kur'ân ferdi ve
toplumu dar acıdan kurtarıp onlara geniş ufuklar acar. Yakın ve önemsiz amaç ve
hedefe takılıp kalanları çekip alır, yüce ve sonsuzluk va'deden hedef ve
amaçlara yöneltir. Zira mal ve oan gibi iki fâniye gönül verip hayattan
maksadın bu ikisine kavuşmak ve devam ettirmek olduğunu sanan bir kafa ve
kalbin büyük dâvaları, insanlığın selâmetiyle ilgili meseleleri düşünüp
anlaması çok zordur. Hani küçük ve önemsiz işlerle uğraşanların büyük işlere
yüzçevirmesini görmek âdeta mümkün değildir. Yeryüzünde en üstün bir hizmeti
yüklenen, Allah'ın halîfesi olma payesine lâyık görülen insan bu doğrultuda
hareket ettiği, diğer bir deyimle bu imân bilinciyle hayatın anlam ve amacını
düşünebildiği ölçüde muhteremdir, huzurludur, başarılıdır. Mal ve cana gelen
felâket, noksanlık ve musibete, çoktan hazır bulunduğu için de üzgün değildir.
Saadet caddesinde Allah'a uzanan yolda -yüce nîmetlere doğru yönelirken- bu tür
engel ve dikenlerin varlığını bildiği için katlanır; sonucun selâmetle
noktalanacağına yürekten inanır.
Bu bakımdan onun
hayatı kendi çıkarından yana değil, toplum ve milletin Yaratan'a kul olmasını
sağlamaktan yanadır. Bunu da ancak ilâhî nizam ölçüleri içinde gerçekleştirmeye
çalışır; himmet ve gayreti Allah'ı memnun etmeye yöneliktir. Gözleri büyük
dâvaların, yüksek gayelerin gerçekleştirilmesine çevrilmiştir. O artık yemek,
evlenmek, nefsi tatmin etmek için yaşamıyor, yaşamak için bunlardan meşru
olanına el uzatıyor.
Büyük dâvaların büyük
himmetler, yüksek ve sağlam irâdeler, sarsıl-mıyan imânlar istediğini çok iyi
bilir. Bunun karşısına küfür ve tuğyanın, şahsî çıkarların, makam ve koltuk
meraklılarının çıkacağını hesaba katarak gelen incitici, üzücü ve yorucu söz
ve davranışlara karşı sabır gösterir.
Kur'ân-ı Kerîm mü'mine
bunu hatırlatarak sesleniyor:
((Şanıma and olsun ki,
mallarınızda ve canlarınızda ciddi bir sınavdan geçirileceksiniz ve gerek
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden, gerekse müşriklerden birçok
incitici (sözler ve davranışlar) duyacaksınız. Eğer sabreder (takva ölçüleri
içinde) sakınırsanız, işte bu azmedilecek işlerdendir.» [116]
Meta':
a) Bir süre yararlanılan şey,
b) İhtiyacı bir müddet için gidermekte
kullanılan sıradan eşya, alet ve edavat,
c) Satılık kumaş, gibi mânalara delâlet eder.
Meta-ı gurur:
a) Dış görünümüyle çekici olup aslında aldatıcı
olan bir mal, makam ve dünyalık,
b) Alıcıyı aldatmak için ambalajını çekici yapıp
satıldıktan sonra değeri çok düşük olduğu anlaşılan herhangi bir eşya,
c) Refah dolu bir hayat gibi manalara gelir.
Çünkü mevcut nimetler ne kadar çekici olursa olsun, âhirette mü'minlere
sunulacak nimetler karşısında çok önemsiz kalır. Ve işte o zaman dünya
metaının insanı ne kadar aldattığı anlaşılır, neden sonra. [117]
Yukarıdaki âyetlerle
Kitap ehlinden daha çok Yahudilerin İslâm'a ve onun Peygamberine incitir ölçüde
söz sarfettikleri; bazı kırıcı ve mesafeyi açıcı davranışlarda bulundukları
belirtildi. Buna karşı takvanın gereğine bağlı kalınarak sabredilmesi ve
böylece iyi bir sonucun elde edilebileceği hatırlatılarak bazı tavsiyeler
yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle.
Kitap ehlinin Tevrat ve İncil'deki hakikatleri giz-
liyerek Allah'a vermiş
oldukları sözü yerine getirmediklerine değiniliyor; bu anlayış ve tutum içinde
ısrar eden bir milletten iyi niyet ve yakın ilgi beklenemiyeceğine işaret
ediliyor. Allah kitabının önemsiz meta' karşılığında değiştirilmesinin veya
belgelerinin gizlenmesinin din ve ilim adına bir cinayet olduğuna atıflar
yapılarak İslâm ilim adamlarının dikkati çekiliyor. [118]
187— Hani Allah, kitap verilenlerden, «Şanıma and
olsun ki, onu insanlara herhalde açıklayacaksınız; hiçbir şeyi ondan
gizlemiyeceksiniz!» diye kesin söz almıştı. Ne var ki, onlar bu sözü arkalarına
(kulak ardına) attılar da önemsiz bir paha ile onu sattılar. Satın aldıkları
şey ne kötü!
188— Yaptıklarına ferahlanan, yapmadıkları şey ile
övülmesini sevenlerin sakın azâbdan kurtulacaklarını sanma; sakın sanma, çünkü
onlar için çok acıklı bir azap vardır.
Münafıklardan bir grup,
Resülüllah (A.S.) Efendimiz savaşa çıktığında bir takım mazeretler öne sürerek
ona katılmadılar. Savaş sona erip Resûlüllah ilâhî yardıma mazhar olarak
döndüğünde özür dilediler; bununla da kalmayıp yalan yere yemin ederek
yapmadıkları şey ile övülmek istediler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [119]
Muhammed bin Kâ'b
el-Kurezî diyor ki:
«Bu âyet, hakkı
gizleyen fsrâiloğullan'nın bilginleri hakkında inmiştir. Onlar hükümdarlarını,
devlet adamlarını memnun etmek ve değersiz bir karşılık elde etmek için Tevrat'ın
hükümlerini değiştirir, gerçeğe uymayacak biçimde te'vîl ederlerdi. Yukarıdaki
âyet onların bu tutumunu yerer mahiyette inmiştir.» [120]
Sabit b.Kays (R.A.)
şöyle diyor: Bu âyet inince kendi halime çok üzüldüm ve Resûlüllah (A.S.)
Efendimize gelerek dedim ki:
— Ya Resûlellah! helak olacağımdan endişeliyim,
— Neden? diye sordu. Ben de:
— Allah kişiyi yapmadığı şeyle övünmekten
menetmiştir. Ben övünmeyi sevdiğimi hissediyorum. Allah büyüksenmeyi
yasaklamıştır; ben güzel giyinip yakışıklı görünmeyi seviyorum, Huzurunda
senin sesin üstünde yüksek sesle konuşmamızı Allah men'etti, ben ise yüksek
sesli bir adamım, diye cevap verdim.
Bunun üzerine Allah
Resulü şöyle buyurdu:
— Övülmeye lâyık yaşamana, şehît olarak ölmene
ve Cennet'e girmene razı değil misin?
Ben de:
— Evet, razıyım, ya Resûlellah! dedim.
Cidden öyle oldu, Hz.
Sabit övülmeye lâyık bir hayat sürdü ve sonunda Yemame savaşında şehît oldu.
Böylece Peygamber (A.S.) Efendimizin geleceğe ait vermiş olduğu gaybî haber
gerçekleşti. [121]
«Kim bir ilimden
sorulur da (bildiği halde) onu gizlerse, Allah kıyâmet günü onu ateşten bir gem
ile gemler.» [122]
{Hani A"ah' kitaP
verilenlerden, Şanıma andolsun ki, Onu insanlara elbette açıklayacaksınız diye
kesin söz almıştı.»
Kur'ân konumuzu
oluşturan âyetle cok önemli bir hususa temasla İslâm alimlerini uyarıyor.
Allah tarafından gönderilen kitapların insanlara açıklanmasının, anlatılmasının
ve öğretilmesinin gerektiğini belirtiyor. Yahudiler Tevrat'ın, Hıristiyanlar
İncil'in dünya saltanatı uğruna bazı belgelerini bile bile değiştirerek çok
yanlış yorumlara kapı açmışlardır. Din bilginlerinden bir kısmı kilise veya
havranın çıkarı için Kitabı arkalarına alıp şahsın sosyal durumuna ve kişisel
arzusuna göre fetva verme küçüklüğünü göstermişlerdir. Kimi de inansınlar diye
dini insan aklına ve mantığına göre değiştirme hevesine kapılmış, bu yüzden
yüzlerce İncil -ama hiçbiri diğerine uymaz ölçü ve muhtevada- ortaya
çıkmıştır. Böylece önemsiz ve geçici menfaatler, makam ve çıkarlar
karşılığında doğru yolu gösteren ilâhî sözler aslından uzaklaştırılmış oldu.
Mâbedler aşk odaları haline getirilecek kadar din adına taviz verildi. Bu
sonuçtan üzülecekleri yerde övünme payı çıkaranların sayısı belli değif. Çarpık
bir tutumla dine hizmet ettiklerini sananlar için elbette acıklı bir azabın
hazırlanması ilâhî adaletin gereğidir. Kur'ân bunu hatırlatıyor.
Tevrat ve İncil'de son
peygamberin geleceğiyle ilgili belgelerin bir kısmının çıkdrılması, diğer bir
kısmında kelime değişikliği yapılması ne ile yorumlanabilir? Hz. İsa'nın göğe
yükseltilmesinden sonra ilk yazılan Ber-nabc İncil'inin ortaya çıkması
papazları şaşırtmış; o kadar ki, mevcut İncil'lerdeki yanlışları gün gibi
ortaya çıkarmış olması, bu İncil'in bir tarafa itilmesine neden olmuştur.
Allah, Müslüman din
âlimlerini böyle bir sapıklık ve şaşkınlığa düşmekten korumak, kendilerine
ilâhî emanet olarak verilen Kitab'ın dosdoğru açıklanmasını, insanlara
taşıdığı hükümlerin anlatılmasını sağlamak için geçmişte işlenen cinayetin bir
daha işlenmemesini emretmektedir. Çünkü her devirde madde ve makam hastası
zavallılar vardır. Bu tipler dünyevî amaç ve arzularına erişebilmek
karşılığında birçok değerlen arkalarına atabilirler. Yakın tarihimizde de bu
tür sapıklık içinde bulunan din âlimlerini (!) gördük ve duyduk. Kimi banka
faizini helâl saydı. Kimi az içkiye, kimi şaraptan başka içkilere cevaz
kapısını açtı. Kimi üçüncü şahsın müdahalesiyle de olsa doğum kontrolünde bir
sakınca bulunmadığını söyledi. Kimi Allah'a ve Muhammed'e inanmıyan veya
Allah'a inanıp Muhammed'e inanmıyan bir mucit, bir kâşifi Cennet'e sokma
cömertliğinde bulundu. Kimi baş örtüsüne gerek olmadığını savundu;«din bir
kalb işidir, baş örtüsü işi değil»diyeoek kadar tahrife yeltenenler görüldü.
Kimi tezelden TÜP BEBEK konusuna eğilerek İslâm dininde bir sakınca olmadığı
fetvasını yaydı. Kimi de İslâm'ın sadece bir vicdan işi olduğu görüşünü
savundu; bütün hayat kapılarını dine kapatma kahramanlığında bulundu. İslâm'ın
siyaset olmadığını, Müslümanın evinden camiye, cami'-den iş yerine gitmesi
gereği üzerinde ısrarla durulması gereğini yıllarca işleyip durdu.
Bir kısmı da Kur'ân'ı
entellektüelin ve yarı aydınların mantığına göre küçültmeye, mu'cizeleri, fizik
ötesi hususları te'vîle yellenip din adına taviz üstüne taviz, tahrif peşine
tahrif sıralamaya koyuldu. Bütün bu sakat tutumlar neticesi din daha çok eğitim
dışı bırakıldı. Dindarlık bir âdet ve gelenek atmosferi içinde kuşaktan kuşağa
devam ettirildi. Böylece İslâm âleminde Kur'ân'ın asra yön veren, ışık tutan
kapılan, bir ifme temel teşkil eden esasları bir daha açılmamak üzere
kapatılmak istendi.
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün. Ama sözü edilen fetvacılara soruyoruz : Bütün bu sakat ve yanlış
gayretler, gayr-i ilmî, gayr-i dinî fetvalar İslâm'ı nereye götürdü? İslâm
adına, insanlık adına elde edilen sonuç nedir? Biz cevap verelim: İslâm
ülkelerinin çoğunda ruhları gıdasız bırakılan, hayat damarları kurutulan; dede
ve babasına küfreden, kutsal hiçbir ölçü tanımıyan materyalist kuşaklar
yetiştirildi. Anarşinin hortlaması için bundan daha uygun vasat bulunabilir mi?
İslâm'ın derin
anlamını, ruh ve mayasını kavrayamamış din âlimi geçinen, aslında dini
bilmiyen yan câhillerin, sözü edilen fetvacıların işlediği bunca günah çok elim
sonuçlar doğurdu, Müslüman halkın din âlimlerine karşı güvenini sarstı; dinî
müesseselere karşı saygılarını kaldırdı. Dinî alanda büyük bir boşluk meydana
geldi. Oysa İslâm bütünüyle akıl ve İlim yolunu seçmiştir.
Aynı zamanda İslâm ve
O'nun ana kitabı Kur'ân başlıbaşına ve nev'i şahsına mahsus ilâhî bir
müessesedir. Onu insan eseri olan başka müesseselere uydurmaya hiç kimsenin
hak ve yetkisi yoktur. O, bir bütündür; ya tamamı kabul edilir, ya da tamamı
rededilir. Bir hükmünü beğenip, diğer bir hükmünü beğenmemek diye bir kuralı
yoktur.
Halbuki kendilerine
Kitap verilen toplumlar ve milletler bu ilâhî emaneti yüklendikleri ân
Allah'a, onu dosdoğru açıklıyacaklarına (zımnen) söz vermişlerdir. İşte yukarıdaki âyet bunu hatırlatıyor.
Kitaplıların verdikleri
bu sözü arkalarına atması insanlığa çok pahalıya mal olmuştur. Hiçbir şey
kazandırmamış, fakat çok şey kaybettirmiştir. En azından materyalizmin ve
komünizmin gelişmesine yol açmıştır. [123]
Geçen âyetlerle gerek
Kitap ehlinin, gerekse müşriklerin İslâm'a karşı olumsuz yöndeki söz ve
davranışlarından ve İslâm'ın da onlara karşı barışçı bir yol takip etmesinden
söz edildi. Bu arada sünnetullah'a dikkatler çekildi. Hak ve bâtıl
mücadelesinin ölçü ve metoduna işaret edilerek aşırı gitmenin hiç kimseye yarar
sağlamiyacağina işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
ruhu sıkan günlük olayların tesirinden kurtulmak için sik sık ilâhî kudreti
bütün inceliğiyle yansıtan ve O'nun varlığını sim-geliyen göklerle yerin
yaratılışına dikkatler çekiliyor. Hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı, tesadüfi
hiçbir şeyin vücut bulmadığı belirtilerek eserden müessire bir geçiş sağlanması
isteniliyor. [124]
189— Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır.
Allah'ın kudreti her şeye yeter.
190— Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını iyi kullananlar için (yoi
gösterici) belgeler vardır,
191— o akıl sahipleri ki, ayakta, otururken ve
yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (iyice)
düşünüp, «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın! Seni (boş ve gereksiz şey
yaratmaktan) tenzih ederiz. Bizi (Cehennem) ateşinin azabından koru» (derler).
192— Rabbimiz! şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan,
elbette onu rezîl ve rüsvay edersin. Zâlimler için yardımcılar da yoktur.
193— Rabbimiz! doğrusu biz, imâna çağıran,
Rabbinize imân edin, diyen bir çağına duyduk, imân ettik, Rabbimiz! artık
günahlarımızı bağışla; kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al..
194— Rabbimiz! peygamberlerine bizim için
va'dettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi rezîl ve rüsvay etme. Şüphesiz ki
sen va'dinden dönmezsin.
Kureyş ulularından
birkaç kişi toplanıp önce Yahudilerin din âlimlerine gittiler ve : «Musa
Peygamber size ne gibi âyetler (mu'cizeler) getirdi?» diye sordular. Onlar da :
«O bize Âsa, Yed-i beyzâ mu'cizelerini getirdi; denizi İsrâiloğulları'na açtı»
diye cevap verdiler. Sonra Hıristiyan din âlimlerine uğrayıp: «İsâ Peygamber
size ne gibi mu'cizeler getirdi?» diye sordular. Onlar da: «İsâ Peygamber
dilsizleri, körleri ve alaca tenlileri iyileştirme, ölüleri diriltme
mu'cizelerini getirdi» diye karşılık verdiler. Bu kez Peygamber (A.S.)
Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Muhammedi Rabbine duâ et de Safa tepesini
bize altın yapsın..» Bunun üzerine yuka-ndoki âyetler indi. [125]
Bu âyetlerle, kâinatın
baştan sonuna kadar mu'cizeierie dolu olduğu, aklını iyice kullanan kişilerin
her an nice belgelerle yüzyüze bulunduğu hatırlatıldı. [126]
«Bir adam sırtüstü
yatağında uzanırken bir ara başını kaldırıp yıldızlara ve göğe baktı, «Ben
şahitlik ederim ki, senin bir düzenleyicin ve yaratanın vardır.» diyor, sonra
şu duayı yapıyor: «Allahım! beni bağışla..» Allah da rahmet nazarıyla bakıp onu
bağışlıyor.» [127]
«Her şey hakkında iyice
düşünün, ama Allah'ın Zat'ı hakkında düşünmeyin. Çünkü yedinci gökle O'nun
Kürsi'si arasında yedi bin nûr (dan perde) vardır. Allah bütün bunların da
ötesindedir.» [128]
«Mahlûkat (yaratıklar)
hakkında düşünün, ama Yaratan hakkında düşünmeyin. Çünkü O'nun kadrini ölçecek
durumda değilsiniz.» [129]
Hasan el-Basrî (R.A.)
diyor ki:
«{Kâinata bakıp) bir
saat düşünmek, bir yıl (nafile) ibâdetten hayırlıdır.»
Ebû Derdâ (R.A.)ın
anasına soruldu:
— Oğlunuzun durumu ve ameli nedir?
— Çoğu zaman düşünür, diye cevap verdi,
İbn Müseyyeb'den öğle
ile ikindi arasındaki ibâdetten sorulduğunda dedi ki: «Sizin bu dediğiniz
ibâdet değildir. Asıl ibâdet Allah'ın haram kıldığından korkup kaçınmak,
iffetli olup Allah'ın yarattığı şeyler hakkında düşünmektir.»
Ibn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Bir gece teyzem
Meymune (R.A.)nın evinde kaldım. Resûlüllah (A.S.) uykudan uyanınca Âl-i İmrân
sûresinin son on âyetini okudu, sonra ab-dest için asılı bulunan kırbaya
yaklaştı, hafif bir abdest alıp onüç rek'at namaz kıldı.» [130]
Hz. Aişe Validemiz
(R.A.) diyor ki:
«Bu âyetler indiğinde
gece idi. Resûlüllah kalkıp namaz kıldı. O esnada Bilâl gelip namaz vaktini
bildirdi, ama Resûlüllah'ı ağlar vaziyette görünce dayanamadı sordu:
ah'a şükreden bir kul
olmayayım mı? And olsun ki
__Ya Resûlellah! ağlıyor
musunuz? Halbuki Allah Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu :
«Ya Bilâl! Allah'
Allah bu gece âyetini indirdi.» Sonra Allah Resulü devamla: «Bu âyeti okuyup
da düşünmiyen kimseye yazıklar olsun!.» buyurdu. [131]
Bunun için İslâm
büyükleri: «Düşünmek gibi ibâdet yoktur», demişlerdir. [132]
«Şüphesiz ki göklerin
ve yerin
yaratılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını iyi kullananlar için belgeler
vardır.»
Kur'ân-ı Kerîm
yukarıdaki âyetlerle mü'minlerin dikkatini Astronomi'-ye çekmektedir. Bunun
için Hz. Ali (R.A.) Allah'ın varlığını, birliğini iyice anlayıp imânı bu konuda
sağlamlaştırmak için Astronomi öğrenmeyi tavsiye etmiştir. Fizik ile kimya
nasıl bize elementler arasındaki dengeli bileşim ve ilgiyi gösteriyor; diğer
bir tanımla fizik cisimlerin özelliğini ve yapılarında bir değişiklik meydana
getirmeksizin durumlarını veya hareketlerini değiştiren kanunları
incelememize; kimya da cisimlerin yapı ve atom düzeni bakımından değişik
cisimlere dönüşmesini sağlamamıza yarıyor ve bununla cisimlerde câri olan
ilâhî sünneti bize hatırlatıyorsa, Astronomi de etrafımızı çevreleyen kâinatı,
yani gök cisimleri ve bunların birbirine oranla konumların! öğreterek mutlak
bir düzene dikkatimizi çekip çok mükemmel bir düzenleyicinin varlığını
isbatlıyor.
Yukarıdaki âyetlerle,
yerkürenin güneş sistemi içindeki konumu, güneş sistemindeki gezegenlerin
birbirine oranla aldıkları durumu ve bağlı bulundukları yörünge özellikleri
hatırlatılıyor. Gökler tabiriyle de feza alemindeki mutlak düzeni
anlayabilmemize yardımcı anafikir sunuluyor.
Bilindiği gibi
yerküre, güneş sistemine dahil gezegenlerden biridir, insan ve diğer canlıların
yaşamasına uygun bütün şartlan kendinde taşımaktadır. Ağırlık merkezinden
geçen bir eksen etrafında oldukça düzgün bir hareketle kendi üzerinde dönerken,
bir yandan da elips şeklinde bir yörünge üzerinde güneşin çevresinde dolanır.
İşte bu düzenli hareket ve dönüş bir bakıma canlıların yaşamasına uygun şartlan
ve imkânları hazırlar.
Yerin güneş etrafında
dolanması yıl'ın süresini, kendi ekseni etrafında dolanması gün'ün süresini;
bu dönme ekseninin değişen eğiklik dereceleri de mevsim'leri tayin eder.
Merkezkag kuvvetiyle güneşin çekim kuvvetine belli bir mesafede mukavemet
gösterir. Ortalama hızı saniyede 29,76 km, saatte 107.000 km.'dir.
Dünyamızın bu iki
türlü hareketi ve 23 derece meyilli bulunması, güneş ve diğer gezegenlere olan
uzaklığı, başdöndürücü bir hızla dönmesi, kutuplardan basık bir görünüm
arzetmesi, dörtte üçünün su ile kaplı olması, atmosfer tabakasının kalınlık ve
özelliği birer tesadüf müdür? Tesadüflerin birbirini -belli kanunları
kendiliğinden oluşturarak- zincirleme takip etmesi mümkün müdür? Bir düşünürün
dediği gibi: yazı makinası üzerinde akılsızca çalışan altı maymunun milyon kere
milyon senede meydana getirmiş olduğu milyarlarca sahifenin köroyunu ürünü
olarak, Sha-kespear'in bir vecizesini veya şiirlerinden bir iki mısraını
bulabilirsek bunu çok hem çok dikkat çekici bir tesadüf sayarız. Aslında böyle
bir tesadüfe de raslamak pek mümkün değildir.
iyi ama kâinatta
öylesine mükemmel bir düzen ve her yönüyle bir plân var ki bunu onun her
bölümünde her zaman görmek mümkün. Bütün bunların kör tesadüflerin birbirini
izleyerek meydana geldiğini iddia etmek, altı maymunun akılsızca ve
milyonlarca yıl tuşlara vurmalarıyla çok mükemmel bir kitabın yazılıp meydana
geldiğini iddia etmek kadar gülünçtür.
Bunun için Kur'ân
yukarıdaki âyetle insan aklını kamçılıyarak harekete geçiriyor, kâinatın her
satırında Allah'ın varlığı ve üstün kudreti yazılıdır diyor. [133]
«O akıl sahipleri ki,
ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar...»
Kur'ân insan hayatını
iç ve dış bağlantılarıyla dengede tutar. Günlük olayların ruhumuz üzerinde
bırakıp biriktirdiği tesirler hayli çoktur. Bunların ekserisi veya bir kısmı
şuuraltında depolanır. Sırası geldikçe açığa çıkar da olumlu, ya da olumsuz
yönde etki yapar.
Daha önceki âyetler
savaş, inkarcılarla tartışma ve sürtüşme, onların incitici söz ve
davranışları, Kitap Ehlinin Müslümanlara karşı menfi tavırları ve ilâhî
âyetlerden son din ve son peygamberle ilgili belgeleri gizlemeleri veya
değiştirmelerini konu edinmişti. Bunların hemen hepsinin ayrı ayrı, ruhlar
üzerinde oluşturduğu gergin hava, kalb ve dimağları olaylar doğrultusunda
devamlı meşgul etmesi, az da olsa bir dengesizlik doğurur. Bunun için Kur'ân
bir anda konuyu değiştirdi, başka bir hava ve anlam getirerek ruhları günlük
olayların ötesine çekti; düşünce ufkunu genişleterek maddeden mânaya, fâniden
ebediye, beşer âleminden yüce âleme kapı açtı.
Taşkınlık düzeyine
gelen şuuraltı birikimlerinin önemsizliğini şimşek hızıyla gönül duvarına
aksettirdi. Göklerin ve yerin yaratılışındaki ilâhî kudretin en ince hesaplarla
ve çok mükemmel bir plânla şaşmaz bir denge ve düzende bulunduğunu hatırlattı.
Gece ile gündüzün bu düzen içinde birbiri ardınca uzanıp kısalarak gelişindeki
hikmeti çok anlamlı bir cümle (le sergiledi.
Böylece dikkat ve ilgi
günlük olaylardan kesildi. Ruh tam bir dinlenme ve gıda alma devresine girdi.
Şuuraltı birikimlerin kalbi istilâ etme taşkınlığı sona erdi. Düşünceler ilâhî
sanat ve kudretin en etkileyici plân ve programıyla yüzyüze geldi.
Bu, daha önce denizin
sığ kıyılarında birbirini izleyen küçük dalgaları gören ve fakat denizin
derinliklerinde kudret fırçasının meydana getirdiği esrarengiz âlemi
göremiyen, ilâhî sanatın muhteşem tablosunun farkında olmayan kimsenin haline
bir bakıma benzer. Sonra denizin derinliklerine nüfuz ettikçe dikkati dış
âlemden kesilip ruhunu ve dimağını bir anda büyüleyen başka bir âleme geçmenin
verdiği huzur ve denge ile başbaşa kalır.
Kur'ân bu ince
metoduyla insanı böylece günlük olayların dağdağasından sıyırıp ilâhî kudretin
erişilmezliğine yöneltir.
fnsan bu mazhariyete
eriştikten sonra bu kez ruhu doyuracak, dimağı berraklaşttracak, nefsin kötü
isteklerini frenliyecek, düşünceye yön verecek, vicdanı serinletecek ve tek
kelimeyle iç âlemle dış âlem, ruhla beden arasında gerçek dengeyi sağlayacak
ibâdete -içten gelen şiddetli bir arzu ve istekle- sarılır. O kadar ki,
yürürken, ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah İle beraber olmanın aşk
ve heyecanı içinde zikir ve tes-bîhle, ibâdet ve taatle meşgul olur.
işte Kur'ân insanı
cidden insan yapan bu dereceyi şöyle tasvir etmektedir : «O akıl sahipleri ki
ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar.»
Görülüyor ki günlük
olayların ve şuuraltmdaki birikimlerin tesirini azaltıp dengeli yaşamak için
İlâhî kudret ve sanatın örneksiz eseri olan kâinata ve ondan bir parça sayılan
göklerle yere, gece ile gündüzün birbirini takip etmesine kafamızı çevirmemiz
gerekiyor. Bu, Allah'ı insana daha çok hatırlatıyor. İmanı taklit vadisinden
kurtarıp tahkik doruğuna yükseltiyor. Böylece İlâhî korku ve ümidi ilham ederek
bu ikisi arasında bir yol takip etmemizi vurguluyor.
İnsan bu basamağa
yükselince Yaratanının yüce huzurunda eğilerek: «Rabbimiz! Sen bunu boşuna
yaratmadın; Seni (boş ve gereksiz şey yaratmaktan) tenzih
ederiz, Bizi (Cehennem)
ateşinin azabından koru,.»
diyerek tam bir
teslimiyet gösterir. [134]
(Sevgi ve saygı dolu
bir haşyet). ) «Seni (boş ve gereksiz şey yaratmaktan) tenzih ederiz. Bizi
ateşin azabından koru.»
Kur'ân bunca yüksek
hikmetleri, ince metotları işledikten sonra, ilâhî kudret ve azametin ve
kâinatta sergilediği sayısız belgelerin insanda iki zıt duyguyu daha anlamlı
biçimde geliştireceğini hatırlatır: Korku ile ümit; sevgi ve saygı dolu haşyet.
Zaten insan için erişilmesi güç olan derecelerden biri ve belki de önde geleni
budur. Çünkü zıtlar âleminde ruhumuzu korku ve ümitle doldurup birbirine zıt
iki duyguyu dengeli biçimde -terazinin iki kefesi gibi- tuttuğumuz ölçüde
mü'min olmanın şuuruna, Allah'a kul olmanın faziletine erişmiş olabiliriz.
Korku, nefsin ölçüsüzlüklerini, şehvetin taşkınlıklarını durdurur. Ümit ibâdet
zevkini, irâde gücünü artırır.
«Sizin Allah yanında
en şerefli ve itibarlınız, (O'ndan saygı ile en çok) korkup (fenalıklardan)
sakinanızdır.» [135]
Mealindeki âyet bu
hakikati yansıtır.
«Doğrusu ben Allah'tan
en çok korkanınız ve O'nu en çok bilenini-zim.» [136]
hadîsi de yukarıdaki âyeti tamamlar ve açıklar mahiyettedir. Çünkü takva'da
hem korku, hem ümit; hem sevgi, saygı, hem haşyet mânaları vardır.
İslâm'ın insan ruhuna
sunduğu bu iki zıt duygunun hikmet ve anlamını düşünemiyen, Kur'ân ve
Hadîslerin bu konuyla ilgili açıklamalarını ve getirdikleri hükümleri
bilmeyenler, «Din sadece sevgi ve ümit kaynağıdır. Korkutucu bir silah
değildir. Hem kimi kimden niçin korkutuyoruz?» gibi bir takım ölçüsüz düşünce ve
hükümlerde bulunurlar. Bu tür sözlerin İslâm nazarında dinî ve ilmî hiçbir
değeri yoktur.
Allah Kur'ân'da
buyurmuştur:
«Ey kullarım, Benden
korkup sakının.» [137]
«Allah'tan ise, O'nun
kullarından ancak ilim sahipleri saygı ile korkarlar.» [138]
«Rabbı'nın (hüküm ve
adalet) makamından korkan kimseye iki Cennet vardır.» [139]
«İşte bu (derece ve
mükâfatlar) makamımdan ve tehdidimden korkanlaradır.» [140]
«Gerçek mü'minler o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir (saygı dolu bir korku
ile eğilirler).» [141]
«Kim Allah'a ve
Peygamberi'ne itaat eder de Allah'tan saygı ile korkar ve (karşı gelmekten)
sakınırsa, işte kurtuluşa erenler onlardır.» [142]
Buyurulduğu halde,
«Allah aneak sevilir. Ondan korkulmaz» demek küstahlık olmaz mı? Hattâ insanı
küfre düşürmez mi?
İşte Kur'ân sağlam
düşüncenin, kâmil imânın, şuurlu ibâdetin insanı takva makamına yükselteceğini,
bunun da korku ile ümit duygusunu dengede tutacağını haber vererek Allah'a
gerçek kul olmanın ölçü ve anlamını şöyle belirtiyor:
«Bizi (Cehennem)
ateşinin azabından koru.»
«Rabbimiz! şüphesiz
Sen kimi ateşe sokarsan, elbette onu rezil ve rüsvay edersin. Zâlimler için
yardımcılar da yoktur.» [143]
Kur'ân üçüncü kademede
insan ruhunda yatan korku ile ümidi zıt duygu ve düşünceler biçiminde
belirleyip onun iç dengeyi sağlamada çok önemli bir faktör olduğuna dikkatleri
çekmektedir. Bu denge bozulduğu takdirde ölçüsüz bir taşkınlığın başlayacağı,
haksızlıklara kapı açılacağı muhakkaktır. Şöyle ki:
Allah'tan gerçek
anlamda korkmayan kimse daha çok mütecaviz olur; insan haklarına el uzatır;
birtakım temayülleri disipline edilmedik kalır ve ölçüsüzlük başlar da had
safhaya gelebilir. O kadar ki, iç ve dış dünyasında huzur bozulur. Böyle olan
tipler hem dünyada, hem âhireîte yardımcı bulamaz. İlâhî Sünnet böylelerinin
elinden tutmaz; hayat kanunu hiçbir zaman bunların yüzüne gülmez. Kendilerine
göre oluşturdukları çevre er-geç sürtüşme ve vuruşmaya dönüşür. Makam ve
şöhret ihtirası dört nala koşar, engel tanımaz, hak bilmez de sonu bir uçurum,
derin bir çukur olur. [144]
«Rabbımız! şüphesiz ki biz, imana çağıran
Rabbınıza iman edin diyen bir cağına duyduk, imân ettik...»
Kur'ân Yahudi ve
Hıristiyanlardan çoğunun böyle bir imân ve dengeye erişemedikleri için Allah
tarafından gönderilen ve tekâmül halindeki dinlerin son halkasını oluşturan
İslâm'a gönül kapısını açmadıklarına işarette bulunuyor. Çünkü Musa
Peygamberin açmış oldu «Tevhît Mektebi»-nin müfredatı değiştirilmiş, böylece
zamanla ilâhî özelliğini kaybetmişti. İsâ Peygamberin açmış olduğu âhirete
yönelik irfan mektebi de maddeci ellerin tahribine uğramıştır. Bu sebeple son
peygamberi çok çetin mücadeleler bekliyordu. Nitekim öyle oldu. Çeyrek asır
amansız bir cihâtla sürüp gitti. İnsanlıktan yana açmış olduğu en son ilâhî
mektep, ruhla beden, ümitle korku, dünya ile âhiret, nefs ile ruh arasında
kurulması gerekli olan dengenin müfredatını taviz vermeden uyguladı. Bu
mektebe girenlerin sesi şöyle yükseldi:
«Rabbimiz! doğrusu
biz, imâna çağıran, Rabbînize imân edin, diyen bir çağrıcıyı duyduk, imân
ettik..,.»
Bugün de Tevhît
pınarının aralıksız hayat suyu akıtabilmesi için, böylesine samimi, samimi
olduğu kadar cefakâr ve fedakâr mü'minlerin sesine ihtiyaç var. Tâki bozulan
akideler düzelsin, son halkanın nasıl bir anlam taşıdığı anlaşılsın. [145]
«Şüphesiz ki göklerin
ve yerin yaratılışında, gece île gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını
iyi kullananlar için belgeler vardır.»
Bu âyetle, kalbler ve
ruhlar halk ile meşgul olmaktan çekilip alınmakta, ilâhî marifetin gönülleri
aydınlatan ve ruhları aşk ve istiğrakla dolduran nuruna döndürülmektedir.
Âyetlerle, bâtılı
temsil edenlerin yersiz şüpheleri, Hakk'a karşı olumsuz tutumları üzerinde
durulduktan sonra, ruhları sıkan o havadan sıyrılmaya kapı açıldı. Kalbleri
nûrlandıran İlâhî azamete yönelmeye gerek duyuldu.
Çünkü kalbi bir anda
iki şeyle meşgul etmek mümkün değildir. Onu günlük olaylarla meşgul
kıldığımızda, ilâhî kudret ve azametten gelen feyizlerden habersiz kalırız.
Böylece ruhumuz arzuladığı gıdadan mahrum edilmiş olur. Kur'ân kalbi ilâhî
marifet nuruyla sık sık aydınlatmak için ilâhî kudretin yücelik ve kemalini
perde perde yansıtan kâinat tablosuna ve bu tablodaki değişmez düzene çekip
götürmeyi planlamıştır. Bu sayede marifet yolunda tekrar yürünmeye başlanır.
Sâlik önce birçok deliller toplayıp kendini tatmine çalışır; sonunda nura
kavuşur, kavuşunca da bu kez delilleri azaltır. Derken kalbi karartan bütün
meşguliyetler bir bir kaybolur; mârifetulah nurları tecelliye başlar.
Ashab-ı Kiram bu
vadinin öncüleri olarak bulunuyorlardı. Kur'ân, «Rabbimiz! doğrusu biz, imâna
çağıran, Rabbinize imân edin, diyen bir çağıncıyı duyduk, imân ettik.» âyetiyle
onların bu güzel halinden bahsedip örnekler verir.
Ayrıca Kur'ân bu
âyetlerle Allah'ın varlığına ve yüce kudretine delâlet eden belgeleri
sergilerken ona kul olmanın üç mertebesini sunuyor:
1. Kalb ile tasdîk,
2. Dil ile ikrar,
3. Beden ile amel.
«Allah'ı anarlar»
sözü, dil'in ubudiyyetine,- «ayakta, otururken ve yatarken» sözü, beden ubudiyyetine;
«göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (iyice) düşünüp» sözü kalbin ve ruhun
ubudiyyetine işarettir. İşte insan ancak bu üç ubudiyyetle kulluk mertebesinin
zevkine erişebilir. Böylece ilk âyetler nasıl Kemâi-i Rububiyyete delâlet
ediyorsa, bu âyetler de Ke-mâl-i
Ubudiyyete delâlet eder. [146]
«O akıl shipleri ki
ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar.»
Abdestli, abdestsiz
durumlarda Allah'ı anmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bunda zarar yok, ama
sayılmıyacak kadar yararlar vardır. Hattâ cünüp kimse, Kur'ân okuyamaz, namaz
kılamaz, camiye giremez, tavaf yapamaz ama Allah'ı zikredebilir; tesbîh ve
tehlîlde bulunabilir.
Allah'ı her hal-ü
kârda anmak bir saygısızlık değil; kalbin korku ve ümit, sevgi ve haşyet
duygusu içinde Allah ile beraber olmanın bahtiyarlığıdır.
Allah'ı zikretmek kaib
ile olabileceği gibi, di! ile de olabilir. İkisi de burada söz konusudur.
Namaz da böyledir:
Hiçbir ahvalde terki caiz değildir. Ancak cinnet, uyku, koma halt hastalık,
aş|ri bunama, ayhali ve loğusalık gibi haller müstesna. O halde, ayakta namaz
kılamıyan oturarak kılar. Oturarak kılamı-yan uzanarak kılar. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre sırt üstü uzanarak, ayakları kıbleye gelecek şekilde başının
altına konulan bir yastık ile yüzünü kıbleye çevirip namaz kılar. İmam Şâfiîye
göre, sağ yanı üzerine uzanıp hafif kıbleye meylederek kılar. [147]
«Rabbimiz! canımızı
iyilerle beraber al..»
Fert, sosyal yapının
kopmaz bir parçasıdır. Hayatını ve ihtiyaçlarını bu yapı içinde sürdürebilir.
Ancak ferdi toplum hayatına iterken, diğer bir deyimle onu sosyal yapının bir
tuğlası anlamında kullanırken, tuğlayı lâyık olduğu yere yerleştirmemiz
gerekir. Çünkü çocuk bir bakıma anne ve babanın değil, cemiyetin çocuğudur.
Anne-baba ona sevgisini verebilir, ama fikirlerini ve inançlarını vermekte
zorluk çeker. O daha çok konulduğu yerin rengini, biçimini ve karakterini alır.
O halde çocuğu aile
tezgâhında şekillendirilen bir ok gibi kendi yayımıza yerleştirip toplum
bünyesine atarken çok dikkatli olmaya mecburuz. Aksi halde ona karşı
görevimizi hakkıyla yapmamış sayılırız.
Kur'ân konumuzu
oluşturan âyetle bu önemli konu üzerinde dururken çok anlamlı bir cümleyle
hareket tarzımızı belirliyon İyi insanlara arkadaş olmak, onlarla birlikte
yaşamak ve onlarla beraber ölmek.. Unutmayalım ki, arkadaşın insan ruhu ve
kafası üzerindeki tesiri küçümsen-miyecek bir anlam taşır. Kötü bir çevreye
kurban verilen bir fertten daha fazla hayır beklenemez. Meğerki Allah kendi
lûtfuyla korumuş ola. Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimiz bunun önemine birçok
hadîslerle dokunmuş ve «Ölülerinizi sâlih bir kavmin arasına gömün!» [148]
buyurmuştur. Yani iyilerin dünyada da, kabirde de, âhirette de birçok
yararları vardır. İslâm büyükleri bu hadîsin sonunda şu cümlelerin de yer aldığını
tesbit etmişlerdir : «Diri kişi kötü komşudan incindiği, eziyet duyduğu gibi,
ölü de kötü komşudan eziyet duyar.»
«Kişi dostunun dini
üzeredir.» sözü boşuna söylenmemiştir.
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'minlerin kalbi ve kafası günlük mücadele ve tartışmanın üzücü havasından
alınarak kâinattaki ilâhî düzene çevrildi. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrar ve
beden ile ortaya konulacak amelin ruhlar üzerindeki olumlu tesirine değinilerek
korku ile ümidin feyizli anlamı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu düzeye erişen mü'minlerin duasının kabul edildiği açıklanarak gerçek
olgunluk ve mutluluğun bu olduğu; inkâr fırtınası ve kalb körlüğü içinde
birkaç günlük lüks bir hayatın saadet va'det-mediğl hatırlatılıyor. Allah
yolunda eziyete uğrayıp yurdundan çıkarılanlar, bu uğurda ölenler ve
öldürülenlerin günahlarının temizleneceği ve sonunda ebedî saadet yurduna
sokulacakları müjdeleniyor. [149]
195— Rableri onların dualarını kabul buyurdu da,
«Sizden erkek ve kadın hiç kimsenin amelini zayi' etmem; birbirinizdensiniz.
Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkenceye
uğratıldılar; savaştılar, öldürüldüler, şanıma and olsun ki, onların günah ve
kötülüklerini örtüp temizleyeceğim, altlarından ırmaklar akan Cennetlere
herhalde sokacağım; (böylece) Allah katından bir sevaba (erişecekler). Sevabın
güzeli Allah kalındadır.
196— İnkarcıların diyar diyar refah içinde gezip dolaşmaları sakın seni
aldatmasın.
197__ Az bir
geçim ve yararlanma, sonra da varacakları yer Cehen-
nem'dir; o ne kötü eyleşim
yeridir!
Hz. Ümmü Seleme (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimize dedim ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Cenab'ı Hak hicret konusunda
hiçbir şey ile kadınlardan söz etmemiştir. Böyle bir şey duymadık..»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [150]
«Cennet'e ilk girecek
cemaat, Muhacirlerin fakirleridir. İnsanlar (birçok) kötülüklerden onların
vasıtasıyla korunurlar. Evet, onlar emredildik-leri zaman işitir ve itaat
ederlerdi.» [151]
İkinci Halife Ömer
(R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimize uğradığımda yanında bir maşraba bulunuyordu; kuru bir hasır üzerine
uzanmıştı, içinde hurma elyafı dolu deriden bir yastık başının altında dikkati
çekiyordu. Hasırın izleri bedeninde iyice yeretmişti. Bu manzara beni çok
duygulandırdı, gözlerim yaşardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz benim ağladığımı
görünce sordu :
— Ya Ömer! seni ağlatan ne?
— Ya Resûlellah! dedim, Kisrâ ve Kayserler
refah ve ihtişam içinde yüzerken, sen Allah Resulü olduğun halde bu şartlar
içinde yaşıyorsun!.
Bunun üzerine
Efendimiz şöyle buyurdu :
— Ya Ömer! onlara dünya, bize âhiret verilmiş
olmasına razı değil misin? [152]
Bu, âhiret saadetinin
mü'minlere has olduğunu belirtir anlamda Ömer'i teselli için söylenmiştir. [153]
«Onlar ki hicret
ettiler, yurtlarından çık Ümmetin şan ve şerefle varlığını sürdürmesi, Tevhît
burcuna dikilen Kelime-i Şehadet'in gölgesi altında toplanması şu
fedakârlıklara kat-lanmasıyla mümkündür:
1.
Gerektiğinde Ailah yolunda, din ve vicdan hürriyeti uğrunda her şeyi feda
etmesini bilmek,
2. Karşımıza çıkan şiddet ve tehlikelere göğüs
germek,
3. Savaş ruhunu yitirmemek, her ân savaşa hazır
olmak,
4. Günün gelişen tekniğinden yeterince
yararlanma yollarını araştırmak, ekonomik güç oluşturmak,
5. Allah'ını,
Peygamberini, din kardeşini ve vatanını
seven nesiller yetiştirmenin
bütün çarelerini araştırmak, eğitim sistemini ona göre hazırlamak ve bunu,
kalbe, kafaya ve ruha işleyecek öğretmenler yetiştirmek..
İşte Kur'ân belirtilen
ölçü ve vasıfta oian mü'minlerden söz ederken, kendini İslâm'a adayıp
Resûlüllah'ın direktifiyle hareket eden Ashab-ı Kiramı örnek göstermektedir.
Ayrıca ümmetin duasının kabulünün ancak bu şartların gerçekleşmesiyle mümkün
olduğuna işaret etmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır. [154]
«Benim yolumda
işkenceye uğratıldılar; sayaştılar ve öldürüldüler.....»
Allah yolunda hizmetin
alanı, alabildiğine geniştir. Hayatımızın her döneminde ayrı bir ölçü ve başka
bir anlamla karşımıza çıkar. Diyebiliriz ki, hizmet; sosyal durumumuz, kişisel
yeteneğimiz, malî imkânlarımız ve tek kelimeyle kalbimizdeki imân çevremizle
orantılıdır. Dinî kültürümüz genişledikçe, hizmet aşkımız o nisbette artabilir.
Böyle bir hizmetin hedefi, Allah rızasını kazanmaktır. Buna en yüksek gaye de
diyebiliriz, İn-
san bu düzeye
geldiğinde kadri yüee bir nîmete erişmiş sayılır. Çünkü ilâhî rıza bütün
nimetlerin üstünde bir değer ve anlam taşır. Cennet bu nimetin yanında çok
basit kalır. Cennet'i Cennet yapan ancak budur. İşte böyle bir nimetin pahası,
elbetteki onun değeriyle orantılı olmalıdır. Kur'ân onun pahasını noksansız
ödeyen bahtiyarları ve onların mümtaz vasıflarını bize açıklıyor. [155]
«Sizden erkek ve kadın
hiç kimsenin amelini zayi' etmem; birbirinizdensiniz...»
Kadının her bakımdan
erkeğe eşit olduğunu iddia edemeyiz. Önce bu iki cins fizikî ve ruhî yönleriyle
farklıdırlar. Genellikle erkekler daha kuvvetli, daha cesaretli ve daha
dayanıklıdırlar. Duygusal davranmada kadın öndedir. Uzağı görüp temkinli
harekette erkek daha başarılıdır. Sevgi ve şefkatta ise kadın daha farklı bir
seviyededir. Toplum psikolojisini bilip kitleleri sürüklemede erkek daha
beceriklidir.
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün. Ama bütün farklı durumlarına rağmen bu iki cins birbirini tamamlar.
Biri olmayınca diğeri noksan sayılır. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle bu iki cinsin
Allah katında eşit oldukları hususlara dikkatler çekiliyor:
a) Aynı işi yapıyorlarsa, aynı karşılığı
göreceklerdir. Aynı ibâdeti yapıyorlarsa, aynı sevabı kazanacaklardır. Makam
ve mevki farkı durumu değiştirmez.
b) Kadın ile erkek birbirinden meydana gelir.
İnsan olma itibariyle aralarında fark
yoktur. Üstünlük takva (Allah korkusu,
Ona bağlılık ve kötülüklerden
kaçınmakladır.
c) İkisi de Allah'a kullukta aynı emirlerle
yükümlü tutulmuşlardır.
d) Miras, şahitlik, nikâh, boşanma ve benzeri
konulardaki farklılığın sebep ve hikmetleri, belirtilen eşitliğin özelliğini
zedelemez. Nisa sûresinde bu husus yeterince açıklanmıştır. [156]
«İnkarcıların diyar
diyar refan içinde gezip dolaşmaları sakın sent aldatmasın...»
İnsan hayatıyla ilgili
sünnetlerden biri de budur! Her toplum, ya da millet daha çok ne ile uğraşır,
fikrî ve ekonomik gücünü daha çok nereye çevirirse o şeyde ve o konuda başarılı
olur.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, kendini Allah yoluna adayan İslâm mü-cahitleriyle birlikte hareketle
dini yaymaya; ilim, ahlâk ve fazîlet havasını estirmeye; zulüm ve tuğyanı
durdurmaya; yeryüzünde Kur'ân'ın sunduğu adalet düzenini hâkim kılmaya
çalıştılar. Mesailerinin tamamını bu amaca yönelttiler. Sonunda tahminlerin çok
üstünde bir başarı elde ettiler. Çeyrek asırda, dünyada bir benzeri daha
görülmemiş inkılâbı gerçekleştirdiler. Kitap ehlinden sayılan Yahudi ve
Hıristiyanlar; müşrik sayılan putperestler ise daha çok dünya işleriyle
uğraştılar; mal ve servet edinmek için tiearî kervanlar düzenleyip ülkeleri
dolaştılar, bu bakımdan kendi konularında başarılı oldular.
Ama ne de olsa insan
dünyalığa karşı, içindeki sökülüp atılmıyan istekle yaratılmıştır. Zaman zaman
bu istek ortaya çıkar, kalbe ve dimağa sinyal verir. Kur'ân bu hususu çok
duyarlı ve anlamlı biçimde işliyor; herkesin başarısının daha çok meşgul
bulunduğu konuda noktalandığını hatırlatıyor.
Mü'minlerin, imân,
İslâm ve erdemlik mücadelesinin bir dengi daha bulunmadığına işaretle,
inkarcıların refah ve bolluk içinde diyar diyar gezip dolaşmalarının fazla
imrenilecek bir saadet olmadığı belirtiliyor^ Çünkü çalışmasını bilen ve
aklını kullanan her insan dünyalık elde edebilir. Bu, üstün bir başarı ve
sonsuza dek bir mutluluk değildir. Ama sıkıntılara katlanıp insanlıktan yana
son dinin üstün nîmetini sunmaya çalışmak, her hal-ü kârda fazîlet mücadelesini
sürdürmek her kişinin gönül vereceği, baş koyacağı bir yol değildir. Çünkü bu
yol imân ve irfan ister, fedakârlık ve diğerkâmlık ister, mal ve canı Allah
için feda etme basireti ister. Saadet, hem de sonsuz saadet ise, bu yolun
sonundadır.
O halde Kur'ân
mü'minleri iki ayrı konuya çekmekte ve her ikisini, birine öncelik verip
gerçekleştirdikten sonra paralel yürütmesini teklîf etmektedir: Önce Allah'ı
bilip O'na kulluğun bütün yön ve yöntemlerini bilmek, bu imân ile fazîlet
mücadelesi verip dindar bir nesil yetiştirmek, Sonra maddî ve manevî iki ayrı
gücü birleştirip kuvvetli, şerefli, itibarlı ve inanan bir millet haline
gelmek. [157]
Geçen âyetlerle, Allah
ve gönderdiği son din için yurtlarını terkeden, bu uğurda sıkıntı çeken,
işkenceye mâruz kalan, savaşan, ölen ve öldürülen mü'minlerin duâ ve
amellerinin zayi' edilmediği, bütün kusurlarının affedildiği belirtildi. Hakiki
saadetin birkaç günlük refah içinde yaşamak olmadığı, asıl saadetin imân
cevherine sahip olduktan sonra belirtilen ölçü ve anlamda fazîlet mücadelesini
sürdürmekle gerçekleşebileceği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle bu
saadetin daha çok belirgin hale geleceği âhi-ret yurduna dikkatler çekiliyor.
Kitap ehlinden bir kısmının bu hakikatleri anlayınca Allah ve Resulüne imân
ettiklerine parmak basılarak Abdullah bin Selâm, Necaşî ve benzeri ünlü
kişilerin İslâm'a girmeleri hatırlatılıyor. [158]
198— Ama Rablerinden (üstün saygı ile) korkanlar
için altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları Cennetler, Allah tarafından
konaklar vardır. Allah katındaki (nimetler), iyi ve temiz bir hayat yaşayanlar
için daha hayırlıdır.
199— Şüphesiz ki Kitap Ehli'nden Allah'a imân edip
size ve kendilerine indirilene inanan, Allah'a karşı üstün saygı duyup O'nun
yüce huzurunda kalbi ürpererek eğilenler ve Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz
bir değere değiştirmeyenler vardır. İşte onların mükâfatı
Rableri katındadır. Şüphesiz ki
Allah, hesabı çabuk görendir.
200— Ey imân edenler! Sabredin ve dayanıklı olma
yarışında (düşmanlarınızı) geçin; düşmana karşı hazır vaziyette durun ve Allah'tan
(üstün saygı duyarak) korkun ki, kurtuluşa erişesiniz.
İnkarcıların ticarî
kervanlar düzenleyip zevk-u safa içinde gezip dolaşmaları, mü'minlerden bir
kısmının dikkatini çekiyor ve kalblerinde bir şüphe doğuruyordu : Allah düşmanları,
inkâr ve inatlarına rağmen refah içinde yüzüyorlar. Biz ise açlık ve sefalet
içinde sürünüyoruz, diye düşünüyorlardı. Bunun üzerine 198. âyet indi. [159]
Habeş kralı NECAŞÎ,
Peygamberimize inanan bahtiyarlardan biridir. Bütün isteğine rağmen Peygamberi
görmesi mümkün olmamıştır. Vefat ettiğinde Cebrail onun ölüm haberini
Peygamberimize getirdiğinde, Peygamberimiz (A.S.) İslâm'a ve Müslümanlara
hizmet eden bu büyük zatın vefatına çok üzüldü ve ashabına : «Toplanın hep
birlikte vefat eden bir kardeşinizin cenaze namazını kılalım!» diye emretti.
Baki1 Kabristanına gittiler. İbn Kesîr ve İbn Cerîr gibi rivayete ağırlık veren
müfessirlerimizin tesbitine göre, Allah mesafeyi arayerden kaldırdı. Necaşi'nin
nâşını taşıyan sanduka Peygamberimizin önüne getirildi ve öylece cenaze
namazını kıldırdı. Sonra Efendimiz cemaate dönerek : «Necaşi için Allah'tan mağfiret
dileyin!» buyurdu, Münafıklar bu meseleyi de istismar ederek, «Mu-hammed
görmediği, tanımadığı bir Hıristiyan kralın cenaze namazını kıldı, olur şey
değil..» dediler.
Bunun üzerine 199.
âyet indi. [160]
«Üç kimse var ki
mükâfatları iki kat verilir:
1. Allah'ın hakkını ve efendisinin hakkını
ödeyen köle,
2. Yanındaki güzel bîr cariyeyi eğitip onu iyi
terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturan ve sonra da onunla evlenen ve
bütün bunları Allah rızasını arzulayarak yapan adam,
3. İlk inen kitaba imân ettikten sonra indirilen
diğer kitaba da imân eden kimse,
İşte bunların mükâfatı
iki defa verilir.» [161]
«Allah'ın hataları ne
ile sildiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size haber vereyim mi?
Sıkıntılara ve kötü şartlara rağmen tastamam abdest almak ve bir namazdan sonra
diğer namazı beklemek. İşte bu RİBAT'tır, işte bu RİBAT'tir, işte bu RİBAT'tır.
(Yani Allah yolunda, din ve memleket uğrunda düşmana karşı durup sabr-u sebat
göstermektir).» [162]
«Allah yolunda bir gün
düşmana karşı nöbet beklemek hem dünyadan, hem dünyadaki şeylerden daha
hayırlıdır.» [163]
«Bir gün bir geçe
düşmana karşı durup nöbet beklemek, bir ay (nafile) oruç tutup namaz kılmaktan
daha hayırlıdır. Nöbette ölecek olursa, işlemekte olduğu amel devam eder
(defterine yazılır), rızkı (Cennct'ten gelen mânevi gıdalar) kendisine verilir;
fitnelerden de emin olur.» [164]
«Ölen her kişinin
ameli kesilir (amel defteri kapanır); ancak Allah yolunda nöbet bekleyip
düşmana karşı duran kimse müstesna, onun ameli kıyamete kadar artmaya devam
eder ve kabir fitnesinden güven içinde kalır.» [165]
«Ey iman edenler!
Sabredin ve dayanıklı olma yarışında (düşmanlarınızı) geçin......»
Dünyada Allah'a ve
indirdiği şeylerin tamamına inandıktan sonra bu yüce nîmete erişmenin
bahtiyarlığı içinde hür ve müstakil yaşayabilmenin beş şey ile mümkün olduğunu
Kur'ân konumuzu oluşturan âyetle haber veriyor:
1. Dinin emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız
uymak ve nefsin bu ölçüleri aşan isteklerini durdurmaya çalışmak; bütün bunlar
için imânla birleşip bütünleşen sabır silahını elden bırakmamak,
2. İmân ve İslâm'ın karşısında amansız bir mücadele halinde olan küfür ve
tuğyandan gelen her türlü eziyet,
haksızlık ve işkencelere dişini sıkmak;
başarıya ulaşabilmek için
bu hususta yarışırcasına
dayanıklık göstermek.
Bu hal İslâm'ın ilk
yıllarında Ashab-ı Kiramın başına gelmişti. Bugün şartlar çok değişmiştir.
Düşmanın çok sinsi faaliyetleri, İslâm aleyhine milyarlarca para harcaması,
kurduğu misyon teşkilatıyla kendi dinini ve kültürünü yayma gayretleri sürüp
gitmektedir. Düşmanın bize karşı kullandığı silâhın ve uyguladığı metot ve stratejinin
ölçüsünü ve tesir alanını bilmek, ona göre hazırlıklı olmamız gerekmektedir.
Bizi devamlı tedirgin edip üzen bu tür faaliyetler karşısında eli-kolu bağlı
kalmamalıyız.
3. Düşman saldırısını dikkate alarak her türlü
tedbire başvurup ülkeyi ve kutsal değerleri korumaya devam etmek,
4. Her şeyin
başında ve sonunda Allah'tan korkmak,
hizmeti Onun hoşnudluğunu kazanmak niyetiyle yapmak..
5. İmân ve
İslâm'ın birlik ve beraberlik istediğini unutmamak, din kardeşliğini her türlü
bağların üstünde tutup sulh ve selâmet havasını aralıksız estirmeye çalışmak.. [166]
ki. Kitap ehlinden
Allah'a iman edip size ve kendilerine indirilene inanan...»
Âl-i İmrân sûresinde
yer yer Kitap ehli üzerinde duruldu, hepsinin İslâm'a karşı tutumunun aynı
ölçüde olmadığı gibi, onlardan ciddi araştırma yapıp son peygamberin
geleceğine bilgi edinenlerin, Hz. Muham-med'i(A.S.) görmediklerihaldeinananları
oldu.Gördükten sonra imân edenler de oldu. Sûrenin son bölümü bilhassa bu
hususu açıklamakta ve Kitap ehlinin hepsinin bir olmadığı hatırlatılarak
aradaki diyalogun sürdürülmesine işaret edilmektedir.
Âl-i İmrân sûresinin
sonundaki bu âyet, Bakara ve diğer sûrelerde Kitap ehliyle ilgili âyetleri hem
açıklamakta, hem onların bir özetini vermektedir. Kitap ehlinin İslâm'a göre
mü'min ve müslim sayılabilmesi için kendilerinde şu vasıfların bulunması
gerekir:
1. Bir olan
Allah'a inanmak,
2. Son Peygamber Muhammed'e (A.S.) indirilene
inanmak,
3. Daha önce gönderilen bütün peygamberlere ve
semavî kitaplara inanmak,
4. Üstün saygı ile Allah'tan korkup O'nun yüce
huzurunda eğilmek,
5. Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında
değiştirmemek, din adına taviz vermemek, onu Allah ve Peygamberlerden geldiği
gibi kabul edip öylece yaymak..
Bu beş vasıf, İslâm'a giren
her insanın sahip olması gereken temel inançlardır. O halde Kitap ehlinden
yalnız Allah'a inanıp milletinin bağlı bulunduğu Peygamberi kabul eden ve fakat
son Peygamberi ve Kur'ân'ı inkâr edenler, İslâmî esaslara göre müslim ve mü'min
sayılmazlar. Bu hüküm kesindir, ayrı bir yorum ve görüş ortaya koyan
olmamıştır.
Kur'ân'ın belirttiği
bu düzeye gelindikten sonra mü'mine dört önemli1 görev düşmekte ve hizmet
ölçüsü belirlenmektedir:
a) Dinde, ibâdette, görevde, hayatı kazanmada,
nefsi yenmede sabır göstermek,
b) Olaylar karşısında sarsılmamak, dayanıklı
olma, dâvaya bağlı bulunma yarışmasında düşmanların önüne geçmek,
c) Düşmanın çalışma metotlarını, hazırladıkları
teknik imkânları bilmek, onlardan daha bilgili ve şuurlu çalışıp tedbirli
olmak ve yılmadan bu çalışmayı sürdürmek,
d) Bütün bu
kademelerde başarılı olabilmek için Allah'tan saygı ile korkmak ve yalnız O'nun
rızasını kazanmak.. [167]
Ey mârifet-i İlâhiye
vadisinde yürümek isteyenler, Allah'a ulaşabilmeniz için Kur'ân'm feyiz
pınarından içmeniz gerekmektedir. Belâ ve musibetler birer imtihandır ki kutsî
âlemden bu perdeye bürünerek size gönderilmiştir. Ama perdenin altında vuslat
ve saadet gizlenmiştir. Sabırla karşıladığınız takdirde perde size açılır.
Marifet vadisine ayak basamayıp inkâr hicapları ardında kalan kâfirlerden daha
çok inandığınız dâvaya sarılıp hizmet etmedikçe, bu husustaki yarışmada
onların önüne geçmedikçe, vuslat ve saadetin hayat veren havasını teneffüs
edemezsiniz. İş bununla da bitmiyor; imân ve irfanla birlikte size yönelen
sayısız nimetleri -asıl sahibini hatırlayarak- kullanmalısınız. Otlağı görüp,
canavar tehlikesini unutan aşağı mahlûklar gibi nefis esaretine düşmeyin. Aksi
halde marifet vadisinden kovulur, nefs ikliminin öldürücü çölünde perişan olursunuz..
Görüyorsunuz ki, nîmet
otlağına ayak basıp, imân ve irfan pınarından içen kişilerin düşmanı çoktur.
Dünya ehli, inkâr zümresi, nefs ve şeytan bu düşmanların en belâlılarıdır.
Senin gaflet anını bekler, az uyanık bulunduğun sürece pusuya girerler.
Nîmetin, yani dünyalığın sarhoşluğu içinde Rabbu'l-âlemîn'i unuttuğun an
düşmanların pusudan çıkar, dört yandan saldırı başlar. Bunun için düşmanlarına
karşı her ân hazırlıklı olun; küfür ve tuğyanlarının, inkâr ve inatlarının,
hayvani taraflarının çekiciliğini aranıza sokmamaya çalışın. Bunlar öyle arsız
tohumlardır ki düştükleri yerde hemen filizlenmeye başlarlar.
Kurtulabilmenizin tek yolu var, o da mülkün sahibine teslimiyet gösterip O'nu
her şeyden çok sevmenîz-dir. Bu, öyle bir sevgidir ki, nefsin isteklerini
kısırlaştınr, şeytanın saldırı ve sinyallerini durdurur, inkarcıların İslâm'a
karşı kötü niyetlerini tesirsiz hale getirir.
Ancak cemaatleşme
ruhuyla bütünleştiğiniz, ÂMENÛ fiilinden ilâhî hitabı anladığınız, bu sesin
verdiği zevk ve heyecanla yola çıktığınız takdirde üstün gelenler sizler
olacaksınız. VE SÂBİRÛ emri sizi bu hakikate çağırmaktadır. ISBIRÛ emri nefis
mücadelesinde bulunmanızı, fert olarak içinizi düzeltip imân gücünün nasıl
yüksek bir nimet olduğunu anlamanızı terennüm eder. VE SÂBİRÛ hitabı, cemaat
halinde Hakk'a ve dâvaya yönelmenizi, iş bu yönelişte küfür ehlinin kendi
dâvalarına sahip çıktıklarının çok üstünde ve nisbet kabul etmez bir anlamda
Allah'ın dinine sahip çıkmanızı yansıtır.
İTTEKULLAH emrine
uyarak, hayatınızın her safhasında, hizmetinizin her bölümünde, erişilen
nimetlerin her kademesinde Allah sevgisini korkusuy-
la birleştirip üstün
bir saygı duygusuyla Hazreti Muhammed'in (S.A.V.) edep ve terbiyesi
doğrultusunda Yaratandan korkun; korkun ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza
kavuşasınız..
FELAH, ferdin kendi iç
âleminde, nefis esaretinden kurtulmasıdır. Dışında ise, şeytanın dürtüşlerini
durdurmak, ondan uzaklaşmaktır. Cemaatleşme alanında ise, toptan Allah'ın
ipine sarılmak, gönülleri tek gönül edip bir olan Allah için mücahede ve
mücadele etmektir.
FELAH, bir diğer
tarifle, dünyanın gönül çekici havasından kurtulup âhiretin ruhlara gıda veren
bağına adım atmaktır. Eşyayı değil, eşyada âyet ve kudretini izhâr eden
AHSENÜ'L-HÂLİKİN'i kalb gözüyle görmek, böylece fâniden bakiye yüz çevirmektir.
Onun İçin Kur'ân'da :
Ey imân edenler!
Dünyaya ve ondaki mihnetlere sabredin, buyurul-muştur. Çünkü bu mihnetlerin
getireceği saadet ^baş gözüyle değil, kalb ve irfan gözüyle farkedilebilir.
Bunun için Büyüfc'veli Bayezid Bestamî (K.S.) Hazretleri sofraya otururken :
«Ya Rab! hîrrfet önümde ama bunun mihneti nerede? Onu bekliyorum» der ve perde
arkasındaki saadeti görmek isterdi. [168]
a) Din ve onun getirdiği tekliflere karşı sabırlı
olun. Çünkü dindarlık sabır işidir..
b) Allah'ın yasak kıldığı nesnelere karşı
kendinize hâkim olun..
c) Nimete el
uzatırken sahibini unutmayın, O'na şükretmeyi
ihmal etmeyin; aç kurdun leşe daldığı gibi, nimete dalmayın.. [169]
a) Savaşta Allah düşmanlarına karşı direnip
dayanmakta yarışın, düşmanların
önüne geçin..
b) Savaşın şiddetine karşı sabretmekte
birbirinizle yarışın..
c) Toplu
halde cemaatleşme şuuru
içinde birbirinize kenetlenerek bu yarışa katılın..
d) Beş vakit namazı kılmakta birbirinizle
yarışırcasına sabır ve tahammül gösterin..
e) Size va'dedilen hususları
hatırlayarak onun gerçekleşmesi için yarışırcasına sabır gösterin..
Ümitsizliğe düşmeyin, her sıkıntıdan sonra mutlaka bir ferahlık vardır, onu sabırla
bekleyin.. [170]
a)
Atlarınızla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı durunuz..
b) Serhadlerde atlarınızı bağlayıp karakol
bekleyiniz..
c) Allah düşmanlarının saldırısını önlemek için
nöbet bekleyin .
d) Bir namazdan sonra diğer namazı bekleyin..
Al-i İmrân Sûresi Biterken :
Âl-i İmrân sûresine
Allah'tan başka ilâh olmadığı, O'nun hep diri, kudretiyle tutup duran, gözetip
koruyan bulunduğu temelinancıyla başlanıldı; Allah'ın sonsuz kudret ve
merhametini yansıtan bu sıfatlardan kuvvet alarak gerek günlük ibâdetimizde,
gerek nefsimizi terbiyede, gerekse düşmana karşı sabr-u metanetle karşı
koymamızda başarıya ulaşabilmemiz için gereken ölçü ve metot belirtildi ve
saygı dolu bir kalb ile Allah'tan korkmamız emredilerek sûre bitirilmiş oldu.
Âl-i İmrân sûresinin
tefsirini bize kolaylaştıran ve bize bu hususta da tevfikini refik eden Allah'a
hamd olsun!. Yalnız O'na ibâdet eder, yalnız O'ndan yardım bekleriz. O bize
yeter ve ne güzel vekildir O!. [171]
[1] Kurtubi Tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1108.
[2] Taberânî: İbn Abbas (R.A.)dan, (Sahihtir)
[3] » : ibn
Ömer (R.A.)dan
[4] Tabakatu'l-Mu'zetile / Kaadı Abdülcebbar
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1108.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1109.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1109-1110.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1110.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1110-1111.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1111.
[10] ibrahim sûresi: 36
[11] Mâide sûresi: 118
[12] Sahih-i Müslim _ Kitabu'1-îmân: Abdullah bin Amr
(R.A.)dan
[13] Tirmizî: Hz. Âige (R.A.)dan
[14] Ahmed bin Hanbel: Abdurrahman bin Ganem'den
[15] îbn Murdeveyh: Ali bin Ebî Tâlib (R.A.)den
[16] İbn Mâce - Tirmizî - Ebû Düvud - Nesâl: Ebu
Hüreyre (R.A.)den. Müste-şar'ın
güvenilir bir kimse olmasına dikkatler çekilmiş ve danışılan kimsenin bu Ölçüde
olması gerektiği belirtilmek
istenmiştir.
[17] îbn Mâce
[18] Taberânî: Semure
(R.A.)den. Sahihtir
[19] > :
Ali bin Ebî Tâüb'den (R.A.). Yani
müsteşar kendi nefsi için uygun gördüğünü damgan için de uygun görmeli
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1112-1113.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1113-1114.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1114-1115.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1115-1116.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1117.
[25] Sahih-i Müslim: tmrân b. Husayn (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1117.
[26] Muhammed sûresi: 7
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1118.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1119.
[29] Esbab-ı
Nüzül/Nisabûrî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1120.
[30] Ahmed bin Hanbel: Ebû Mâlik El-Egcal (R.A.)den
[31] »
» - Ebû Dâvud: Ibn Şeddad'dan
[32] îbn Cerir: Ibn Abbas
(R.A.)dan
[33] Ahmed bin Hanbel: Hz. Urve'den
[34] »
» » »
[35] Ahmed bin Hanbel :Adiy bin Umeyr (R.A.)den
[36] Ibn Mâce
[37] Ahmed bin Hanbel
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1120-1121.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 3/1121-1122.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1123.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1123-1124.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 3/1124.
[42] Buharî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[43] Müslim _ Ebû Dâvud - Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[44] Müslim _ Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[45] Buharî - Müslim - Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1125.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1125-1126.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1126-1128.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1128.
[49] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - tbn Kesir
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1130.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1130-1132.
[52] Yâsîn sûresi : 82
[53] Âl-1 İmrân :
166
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1132.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1132-1133.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1133.
[56] Müslim/imaret:
121- Ebû Davud/cihad : 25- Tirmizî/tefsir : 3, fezâilü'l-cihad : 13-
Ahmed: 1/226- 6/386
[57] Tirmizî/tefsîr :
3 -îbn Mâce/mukadderae : 13,
cihad : 16
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1135-1136.
[58] el-Beğavî :
Ubeydullah b. Umeyr (R.A.)den
[59] Buharî/imân :
26 - Nesâî/cihad : 14, iman: 24 - Ahmed : 2/231, 384,494
[60] » cihad
: 5, 6, 73, rikak : 2, 15 - Müslim/imaret : 12, 115 - Tirmizî/ fezâilü'l, cihad : 17, 26 - Nesâî/cihad : 11, 12 - Ahmed : 1/256 - 2/532, 533 - 3/ 132, 141, 152, 157,
207-5/266, 335, 6/401
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1136.
[61] Buharî - Müslim - Ebû Dâvud - Ahmed bin Hanbel: Hz.
Âişe ve Ebû Hüreyre (R.A.)den
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1136-1138.
[63] Buharî/savm :
49,50. Müslim/Siyam: 57, 58, 60, 61. Tirmizî/Savm : 61. Dâremî/Siyam : 14. Ahmed :
2/23, 231, 237, 244, 257, 261, 281.
[64] Râd : 28.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1138-1139.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1139-1140.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1140.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1141.
[69] İbn Cerir ,- Lübabu't-Te'vîl
[70] s
t> - Kurtub!
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1142-1143.
[71] Tirmizî : Hadisün hasenün garibün
[72] Sahih-i Müslim - Tirmizî: Ebû Zer (R.A.)den
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1143-1145.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1145-1146.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1146-1147.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1147-1148.
[77] Eshab-ı Nüzul/Nlsaburl
- Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
[78] Lübab - tbn Cerir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1149.
[79] Tirmizî - Ahmed bin Hanbel: Abdullah b. Büsr'den.
Sahihtir
[80] Ahmed bin Hanbel - Taberânî - tbn Hibban: Akabe b.
Amır'den
[81] Ebû Nuaym Hilye'de : Urve bin Ruvaym'den mürselen
rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1149-1150.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1150-1151.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1151-1152.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1152-1153.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları:32/1153.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1153.
[87] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabutte'vîl/Alaeddln Ali
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1154.
[88] Buharî: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[89] îbn Cerir Taberî - îbn Kesîr
[90] Eshab-ı Sünen
[91] Ebû Dâvud - Tirmizî
[92] Tirmizî : Ebû Hüreyre'den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1154-1155.
[93] Bakara süresi:
155
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1155.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1156.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1156.
[97] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Ibn Cerir - Âlûsî - Kurtubî -
LÜbabutte'vîl/ Alâeddin Ali
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1158-1159.
[99] Ebû Dâvud
: ürs
b. Umeyr El-Kindî'den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1159.
[100] Kurtubî :
4/296
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1159-1160.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1160-1161.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1161-1162.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1162.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1162-1163.
[106] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - İbn Kesir - Kurtubî
[107] »
» Lübabu't-te'vîl - İbn
Cerir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1164.
[108] Buharı - Müslim - İbn Ebî Hatim : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[109] Ahmed bin Hanbel - Müslim - îbn Mâce : Sahihtir
[110] îbn Kesir :
1/435
[111] Taberanî - Ebû Nuaym
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1164-1165.
[112] Rahman sûresi:
26
[113] Zümer sûresi:
68
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1165-1166.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1166-1167.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1167-1168.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1168.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1168-1169.
[119] Esbab-i Nüzul/Nisaburİ : Saîd el-Hudrî (R.A.)den.
İbn-Kesîr kendi tefsirinde
[120] Kurtubî: 4/306
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1169-1170.
[121] İbn Murdeveyh
[122] Ebû Dâvud - Tirmizî: Ebû Hüreyre CR.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1170-1171.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1171-1173.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1173.
[125] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî. Bu konuda İbn Kesîr diyor ki:
«Bu rivayet bir müşkil arzetmektedir. Çünkü âyet Medine'de inmiştir. Sözü
edilen olay ise Mekke'de geçmiştir.» Bir ihtimal, Kureyşlilerin Medine'ye
gelmiş olamları mümkündür.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1175.
[127] Kurtubî: Ebü Hüreyre
(RA.)den
[128] Ebû Şeyh : îbn Abbas (R.A.)dan
[129] » » :
p >
[130] Buharı - Müslim: îbn Abbas (R.A.)dan
[131] tbn Ebî Hatim - Îbn Hibban : Kendi Sahihinde
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1176-1177.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1177-1178.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1178-1180.
[135] Hücurat sûresi :
13
[136] Buharı /imân: 13, i'tisam :
5
[137] Zümer sûresi :
16
[138] Patır sûresi:
28
[139] Rahman sûresi :
46
[140] İbrahim
sûresi: 14
[141] Enfâl sûresi :
2
[142] Nûr sûresi: 52
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1180-1181.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1181-1182.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1182.
[146] Bu konuda fazla bilgi için bak :
Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1183-1184.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1184.
[148] Ebû Nuaym / Hiiye'de rivayet etmiştir.
[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1184-1185.
[150] Esbab-ı Nüzul -
Lübabu't-Te'vîl - Hâkim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1187.
[151] tbn Cerir Taberî:
Amr b. Âs (R.A.)den
[152] Buhari - Müslim ve diğer Sünen Sahipleri: Ömer
(R.A.)den
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1187.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1188.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1188-1189.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1189.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1189-1190.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1191.
[159] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî
- LÜbabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1192.
[160] İbn Kesîr - Esbab-ı Nüzul - İbn Cerir -
Mefatihü'1-Gayb
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1192-1193.
[161] Sahih-i Buharî - Tirmizî - Müslim - Nesâî
[162] Müsned/Ahmed
bin Hanbel
[163] Buharı: Seni b.
Sa'd (RA.)den
[164] Müslim:
Selmân el-Farisî'den
[165] Ahmed bin Hanbel - Taberanî : Sahihtir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1193.
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1194.
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1194-1195.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1196-1197.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1197.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1197-1198.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1198.