Meali : 4

İniş Sebebi 4

İlgili Hadîsler. 4

Allah'ın İlmi Değişmez, Kazası Yön Değiştirmez. 4

İnkar Hastalığı 5

Tasavvuf! Yönü. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali    : 5

İniş Sebebi 5

İlgili Hadîsler. 6

Peygamberimiz İnsanlıktan Yana İlahî Rahmettir. 6

Peygamber   Efendimizin   Hayatında   Danışmaya Verilen Yer Ve  Önem   7

İstişarenin  Emredilmesi 7

Meali: 8

İniş Sebebi 8

İlgili Hadîsler. 8

Allah'ın  Yardimi 8

Âyetler  Arasında  Bağlanti 9

Meali : 9

İniş Sebebi 9

İlgili Hadîsler. 9

Peygamberlerin Bazı Özellikleri 10

Millet Ve Devlet Malı 10

Zıtları Mukayese. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali : 11

İlgili Hadîsler. 11

Peygamber Efendimizden Önceki Araplar. 11

Son Peygamberin Araplardan Seçilmesi 12

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali : 13

İniş Sebebi 13

İtîkadî Yönü. 13

İlâhî İrâde. 14

Tarihî Yönü. 14

Âyetler Arasinda Bağlanti 15

Meali  : 15

İniş Sebebi 15

İlgili Hadisler. 16

Şehitler Diridirler. 16

Beden Ölünce Ruh Kuvvetlenir. 17

Musîbetten Önce De Sonra Da Allah Ve Peygamberine Gönülden  Bağlılık  17

İmânın Artmasi Şerrin Şiddetiyle Orantılıdır. 17

Âyetler Arasında Bağlanti 18

Meali ; 18

İniş Sebebi 18

İlgili Hadîsler. 18

Kur'ân Günümüzün Müslümanlarına Da Sesleniyor. 19

Küfrü İmân Karşılığında Satın Alanlar. 20

Âyetler Arasında Bağlanti 20

Meali.: 21

İniş Sebebi 21

İlgili Hadisler. 21

İrademiz Dişinda Bir Kâinat Düzeni Var. 21

Zayıf İmanlılar Ve Tabii Eleme Kanunu. 22

Her Mü'mine Gaybın Kapısı Açılsaydı Ne Olurdu?. 22

Rivayetler - Yorumlar. 23

Âyetler Arasinda Bağlantı 23

Meali : 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 23

İnsan Karakterini Ortaya Çıkaran Sebepler. 24

Cimrilik Serdir, Felâketi Davet Eder. 24

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali : 24

İniş Sebebi 24

İlgili  Hadîs. 25

Fıkhî Ve İtikadı Yönü. 25

Tarihî Yönü. 25

Faizsiz Ödünç Ve Maddeciler. 26

Peygamberi Teselli 26

Ayetler Arasında Bağlantı 27

Meali : 27

İniş Sebebi 27

İlgili Hadîsler. 27

Ruhlar Da Ölümü Tadar Mı?. 28

Allah'a İmânın Hedefi Saadettir. 28

Mal Ve Can İle İmtihan Edilme. 29

Yorumlar. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali : 29

İniş Sebebi 30

İlgili Hadis. 30

Allah Sözü İnsanlara Açıklanmak İçin İndirilmiştir. 30

Âyetler Arasında Bağlanti 31

Meali : 31

İniş Sebebi 31

İlgili Hadisler. 32

Kur'an Ve Astronomi 32

Psikolojik Yönü. 33

Korku İle Ümit 34

Dengesizlik Zulme Neden Olur. 34

İtikadî Yönü. 35

Tasavvuf! Yönü. 35

Fikhî Yönü. 35

Sosyal Ve Ahlâkî Yönü. 36

Meali 36

İniş Sebebi 36

İlgili Hadîsler. 36

Ümmetin Şan Ve Şerefle Yaşaması 37

Yüksek Nimetin Pahası 37

Kadın-Erkek Eşitliği 37

Her Millet En Çok Meşgul Olduğu Konuda Başarılıdır. 38

Âyetler Arasında Bağlantı 38

Meali : 38

İniş Sebebi 38

Diğer Bir Rivayet: 39

İlgili Hadîsler. 39

Müslüman Bir Milletin Hür Ve Müstakil Yaşama Yolu. 39

Kitap Ehlinin  Durumu. 40

Tasavvuf! Yönü. 40

Yorumlar - Rivayetler İsbirû : 41

Sâbirû. 41

Râbitû. 41


Meali :

 

156—  Ey imân edenler! yola çıkıp seyahatte ölen veya savaşlarda öl-dürülen kardeşleri için, «yanımızda olsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi» diyen inkarcılar gibi olmayın ki, Allah bunu onların kalbinde hasret ola­rak bıraksın. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah yaptıklarınızı görüp bilendir.

157—  Şanıma yemin  olsun  ki, eğer Allah  yolunda  öldürülür veya ölürseniz, herhalde Allah'tan mağfiret ve rahmet onların toplayıp biriktir­diklerinden daha hayırlıdır.

158—  Celâlim hakkı için, eğer ölür veya öldürülürseniz, şüphesiz ki, Allah'ın huzurunda bir araya getirilip toplanacaksınız.

 

İniş Sebebi

 

İnkarcı münafıklardan Abdullah bin Ubey ve yandaşları, hem Uhud savaşma katılmadılar, hem de bu savaşta şehit düşen yakınları ve hem­şehrilerine hayıflanarak, «Savaşa bizim gibi çıkmayıp Medine'de kalsa­lardı öldürülmezlerdi», şeklinde bozuk bir itikada dayalı mantık ölçüleriy­le bazı sözler söylediler. Yukarıdaki âyet daha çok bu sebeple indi.

Diğer bir rivayete göre :

Huzeyl kabilesinden birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek, «İçimizde İslâmiyete karşı istek ve eğilim var. Arkadaşlarından birkaç kişi gönder de bize İslâmiyeti öğretsinler», diy.e istekte bulundular. Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz altı kişiyi görevlendirip gönderdi. Bunlar Raai' mev­kiine vardıkları zaman Maune Kuyusu yanında pusuya düşürülerek gadre uğradılar. Üçü hemen orada öldürüldü. Diğer üçünün elleri bağlanarak Mekke müşriklerine götürülmek üzere yola çıkarıldı. Yolda biri kaçıp kur­tulma imkânı elde ettikten sonra bunlarla savaşa karar verdi, ne yazık ki o da öldürüldü.

Münafıklar bunu istismar ederek, «gitmeselerdi öldürülmezlerdi», şek­linde bazı sözler sarfederek mü'minlerin inancını sarsmaya ve birtakım şüphelerin doğmasına çalıştılar. Bu nedenle yukarıdaki âyetler indi. [1]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kalem, olup olacak şeyleri yazıp bitirmiş ve böylece artık mürekke­bi kurumuştur (yazılacak yeni bir şey kalmamıştır).» [2]

«Çalışınız, herkes, herşey yaratıldığı, takdir olunduğu şeye hazırla­nıp sevk edilir.» [3]

«Allah'ın sizin fiiliniz ve halleriniz hakkındaki ilmi, sizin üzerinize ge­rilen gök ve sizi üstünde taşıyan yer gibidir. Gökten ve yerden (madde âle­minden) nasıl çıkmanıza güç getiremezseniz, bunun gibi, Allah'ın ilminden de dışarı çıkamazsınız. Gökle yer sizi nasıl günahlara itmiyor, bu husus­ta zorlamryorsa, Allah'ın ilmi de sizi günahlara itip zorlamıyor.» [4]

 

Allah'ın İlmi Değişmez, Kazası Yön Değiştirmez

 

«Allah hem diriltir, hem öldü­rür, Allah yaptıklarınızı görüp bilendir.»

Allah'ın öncesizlikle vasıflanan ilmi değişmez. O, ezelde kendi ilmiy­le her insanın irâde ve imkânları sınırları içinde ne yapacağını bilmiştir. Kalem bunları, yani olacak her şeyi yazmış ve artık silinmeye imkân kal-mıyacak biçim ve anlamda mürekkebi kurumuştur. Artık ne yeniden yazı-laçak bir şey kalmış, ne de tesbit edilecek bir olay unutulmuştur. İlâhî ilim ezelden ebede kadar olmuş-olacak her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Ye­niden kapsayacağı bir şey yoktur. İnsanın arzu ve irâdesi hangi şeyin, ya da olayın meydana çıkmasına yönelecekse Allah onu ezelde bilmiş ve bil­diği için de ilmi ve takdiri onunla bağlantı kurmuştur. Bunun değişmesi söz konusu değildir. Çünkü öyle olacağı bilinmiş ve bilindiği gibi takdir edil­miştir. Her şey yaratıldığı, takdir olunduğu şeye hazırlanıp sevk olunur.

Resûlüllah'ın (A.S.) Mi'rac gecesi «kalemlerin gıcırtı seslerini duydum» hadisini. Şeyh Muhyittin (K.S.) kendine has bir keşifle yorumlamıştır ki, ileride ona yer vereceğiz.

Bu mânayla Allah hem öldürür, hem diriltir. Neyi dirilteceği tamamen kendi ilim ve irâdesine bağlıdır. Neyi öldüreceği ezelde ilminin tesbitine dayalıdır.

Burada Allah'ın ilminin meydana gelecek olan şeyler üzerinde mutlak hâkim ve müessir olduğu düşünülmemelidir. Aksi halde cebir (zorlamaya) dönüşmüş olur. Çünkü onun insanların fiilleri ve halleri hakkındaki ilmi, gökle yer gibidir. Nasıl gökle yer bizi günahlara itmiyorsa, O'nun ilmi de bizi günahlara itmiyor. Ama O'nun ilminin dışına da .çıkmamız mümkün değildir. [5]

 

İnkar Hastalığı

 

İnkâr hastalığı ve bozgunculuk mikrobu yalnız yerleştiği kişiyi değil çevresini de kemirmeye başlar. Dün olduğu gibi bugün de, yarın da inkâr hastalığına yakalanan, içinde bozgunculuk mikrobu taşıyan kimseler -ki biz bunlara münafık diyoruz- sadece kendi hastalıklarıyla, mikroplarıyla başbaşa kalmamış, başkasını da aynı derde uğratmak için mikroplarını durmadan yaymaya çalışmışlardır. Bu neye benzer? Kuduz mikrobunu alan kimse belli süre içinde tedavi edilmezse, hem kendisi kudurup ölür, hemde kendisiyle temas kuran kimseler...

Gerçek bu olunca, hayatta arkadaş edinirken cok dikkatli olmak ge­rekir. İçinde nifak, bozgunculuk ve inkâr mikrobu taşıyanlar son derece tehlikelidirler. Bunlara arkadaş olarak yaklaşmamalıyız; bir doktor, bir mürşit, bir yol gösterici ve eğitici olarak temas kurmalıyız. Aksi halde ay­nı mikrobu almaktan kendimizi kurtaramayız. Allah'ın koruduğu müs­tesna.

Kur'ön bu konuda Medine inkarcı ve münafıklarının tutumunu örnek olarak sergiliyor ve bizi uyarıyor. [6]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Âyet mü'minler için üç yüce derece sergilerken insan ruhunun en yüksek mânada gıdalandığı nimetleri sıralıyor. İlâhî feyiz pınarından su­suzluğunu gidermek için önüne konulmuş basamaklardan nasıl çıkması, diğer bîr deyimle yükselmesi gerekiyor? O, bunu kalblere kademeli bi­çimde işliyor. Şöyle ki:

1.  İmân bütün amellerden önce gelir. Ona sahip olmayan kimsenin yükselmesi, ilâhi füyuzata mazhar olması mümkün değildir. Karanlıktan kurtulmak için önce ışık gerek.

2.  Allah yolunda ebedî mutluluğa erişebilmenin umut ve aşkını taşı­mak ve bu uğurda her şeyi feda etmeyi cana minnet bilmek.

3.  Bu niyette   sonuca   erişildiğinde günah ve kusurlardan   paklanıp kurtulmak ve her makam ve derecede mutlaka AllalVa muhtaç bulunduğu­muzu idrâk etmek.

Mağfiret derecesini aşıp ruha ebediyen hayat veren rahmet kapısın­dan içeri girebilmek için Allah'tan yardım ve inayet beklemek. Çünkü O'nun yardım ve inayeti, hidâyet ve nusratr tecelli etmediği takdirde ölü ruhların dirilmesi mümkün değildir. Bu mâna ile «Allah hem diriltir, hem öldürür. Aîiah yaptıklarınızı görüp bilendir.» [7]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Uhud savaşının mü'minler üzerinde bıraktığı olumsuz tesirlere yer verildi; bunun sebebine dokunularak ilâhî sünnetin şaşmazlığına dikkatler çekildi. Münafıkların İslâm'ı içinden çökertmek için giriştikleri  menfi  propaganda ve şarlatanlıklarına atıf yapıldı; sonra da ilâhî kaza ve kaderin ölçü ve anlamına yer verilerek bu hususta sağlam bir akide temeline işaret edildi. Netice, kim ne yaparsa yapsın, nasıl dü­şünürse düşünsün dönüşlerin ancak Allah'a olacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, Ashab-ı Kiramdan bir kısmının yanlış tutum ve ka­rarlarından dolayı Peygamber'in {A.S.} öfkelenmediği, bilâkis hoşgörüy­le karşıladığı ve onlara karşı çok merhametli, yumuşak ve müşfik olduğu açıklanarak risaletin ana temalarından biri belirtiliyor. [8]

 

Meali    :

 

159— Ancak Allah'ın rahmetiyledir ki, sen onlara yuntuşak (ve hoş­görüyle) davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, herhalde etrafından dağılır, giderlerdi. O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun, (dünya) işiyle ilgili hususlarda onlara danış (görüşlerini al). (Bu yoldan hareketle) azmettiğin zaman artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine gü­venip dayananları sever,

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşından dönüldüğünde, Ashab-ı Kirâm'dan bir kısmı iyi ni­yetle de olsa verilen emre uymadıklarını ve bu yüzden galip iken mağlup duruma düştüklerini düşünerek Peygamberin kendilerine kırgın bulundu­ğunu sanıyor, bu sebeple de üzüldükçe üzülüyorlardı. Yukarıdaki âyet, insanların her zaman hata yapabileceğini, önemli olan hatayı işledikten sonra bunun farkına varıp dönüş yapmak olduğunu belirtiranlamdo inmiş, Peygamberin mü'minlere karşı ne kadar merhametli bir kalbe sahip bu­lunduğu açıklanmıştır. [9]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir ara yüzünü yüce âleme çevirerek İb­rahim Peygamberle İsâ Peygamberin kendi ümmetleriyle ilgili dualarına yer veren şu âyetleri okudu:

«(İbrahim dedi ki): Rabbim! o putlar insanlardan bir çoğunu saptır­dılar. Artık kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir; kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.» [10]

«(İsa dedi ki): Eğer onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kul­larındır; bağışlarsan, doğrusu sen çok güçlüsün, çok üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin.» [11]

Sonra Resûlüllah ellerini kaldırıp: «Allahım! ümmetimi, ümmetimi...» dedi ve ağladı. Bunun üzerine Aziz ve Celi! olan Allah Cebrail'e buyurdu: «Muhammed'e git -Rabbin daha. iyi bilir- sani ağlatan nedir? diye sor.» Cebrail bu emir üzerine geldi ve sordu. Resûlüllah ona ne dediğini -ki Al­lah onu daha iyi bilir- söyledi. Yani ümmeti hakkında duâ ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Cebrail döndü. Allah bu kez Cebrail'e dedi ki: «Muham­med'e git, ona de ki: «Biz mutlaka ümmetin hakkında seni hoşnut edece­ğiz, seni üzmüyeceğiz.» [12]

«Şüphesiz ki Allah farzları yerine getirmemizi emrettiği gibi insanlar­la bir arada geçinmemizi de emretti.» [13]

Resûlüliah (A.S.) Efendimiz, Ebu Bekir SIDDÎK ile Ömer FARUK'a : «Siz ikiniz bir konuda istişare edip görüş birliğine varırsanız size muhale­fet etmem.» buyurdu. [14]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden soruldu:

  Azim nedir? Cevap verdi:

  Görüş sahipleriyle danışıp (gerekirse) onlara uymandır. [15]

«Müsteşar (kendisiyle danışılan) güvenilir kimsedir.» [16]

«Sizden biriniz kardeşiyle istişarede bulunduğunda kardeşi ona doğ­ruyu göstersin.» [17]

«Müsteşar güvenilir kimsedir; isterse görüşünü ortaya kor isterse koymaz.» [18]

«Müsteşar güvenilir kimsedir. Kendisine danışıldığında, kendi nefsi için işleyeceğini düşünerek aynı yolda (Müslüman kardeşini de düşünüp) işarette bulunsun.» [19]

Mevkuf sayılan ve belki sahabeden birine ait olduğu söylenen hadîste İse şöyle ifade ediliyor: «Danışan pişman olmaz. İstiharede bulunan ümit­siz ve mahrum kalmaz.» [20]

 

Peygamberimiz İnsanlıktan Yana İlahî Rahmettir

 

Peygamberler en temiz ailelerden seçilirler. Onlarda ayrıca soydan gelen bir şefkat, sevgi, saygı ve yumuşak bir ilgi vardır. Sonra onların bu güzel huyları ilâhî tezgâhta geliştirilir ve daha yararlı düzeye getirilir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yalnız bir millet ve kabileye değil bütün insanlara gönderilen en son peygamberdir. Bu bakımdan ondaki merha­met, şefkat, sevgi ve saygı, nezaket ve terbiye o nisbette geniş ve an­lamlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde Onun bu güzel huylarından söz edilir. Sırası gelince gerekli açıklama yapılacaktır. Ancak konumuzu oluş­turan âyette Onun birkaç mümeyyiz vasfına dokunuluyor; rahmet pey­gamberi sayılması itibariyle de içinde kin, düşmanlık, haset ve benzeri karartıcı duyguların bulunmadığına işarette bulunuluyor. O;

a)  Son derece nezaketli, yumuşak ve nezih idi.

b)  Kabalıktan nefret eder, nezih ve nazik olmanın en güzel örneğini kendinde taşırdı.

c)   Katı yürekliliği sevmez; insanlıktan yana sevgi ve merhametle dolup taşardı.

d)  Affetmesini sever ve böyle bir gönül ile insanlara bakardı,

e)  Günahkârlara günahlarından dolayı  kızmaz,  işledikleri günah ve kusurları sevmez, fakat onlar için istiğfarda bulunur, bağışlanmalarını di­lerdi.

f)  Din işlerinde Allah'tan aldığını aynen teblîğ eder, aynı zamanda em-redildiği şeyleri kusursuz yerine getirirdi. Dünya işlerinde çevresindeki in­sanlara değer verir, onların görüşünü alır; isabetli ve makul düşünceleri

benimserdi. [21]

 

Peygamber   Efendimizin   Hayatında   Danışmaya Verilen Yer Ve  Önem

 

«Dünya işiyle ilgili hususlarda onlara danış (gö­rüşlerini af).»

Sevgiii Peygamberimiz (A.S.) ilâhî emirleri kusursuz tebliğ eden ve her konuda nefsini ara yerden çekmesini bilen bir peygamberdir. Allah ile kulları arasındaki yolu işlek duruma getiren, hatalı tutumlara karşı ka­ba davranmıyan hoşgörü sahibi, aynı zamanda yufka yürekli ve yumuşak huylu idi.

Dünya işlerinde vahiy almadığı takdirde ashabıyla istişarede bulunur, öyiece karar verirdi. Onun hayatının bu yönüne bakıp birkaç örnek ver­mekle yetinmek istiyoruz:

1.  Bedir savaşında kendine göre savaş durumu alıp stratejik nokta seçtiğinde, bunun isabetli olup olmadığını sormuş, kuyuya yakın bir yer­de karargâh kurulmasının daha isabetli olacağı söylenilince bu görüşe uy­muştur.

2.  Yine Bedir savaşında elde edilen esirler hakkında nasıl bir İşlem ve uygulama yapılması gerektiğini ashabıyla görüşerek kararlaştırmıştı.

3.  Bedir savaşına hazırlanırken bu konuyu ashabıyla görüşmüş, on­ların fikirlerini almaya çalışmıştı. Ashabı onun çevresine nasıl değer ver­diğini görerek memnun clmuş ve şu cevabı vermişlerdi: «Ya Resûlellah! eğer bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz. Musa'nın kavminin Musa'­ya : «Senle Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız», dediği gibi biz sana söylemiyeceğiz. Ama biz,  «sen dilediğin yere git, seninle beraber

olacağız» diyoruz.»

4.  Uhud savaşma hazırlanıhrken, Medine'de kalıp savunma durumu­na mı geçmek daha iyi olur, yoksa düşmana karşı çıkmak mı? diye asha­bına sormuş, onların görüşlerini almaya çalışmış ve netice söz sahiple­rinin çoğu, düşmanı Medine dışında karşilıyalım, dediği için onlara uy­muştur.

5.  Uhud dağının eteğinde nerede karargah kurulması hususunda da istişarede bulunduğu, bize kadar gelen rivayetler arasında bulunuyor.

6.  Hendek günü Medine'nin hurma mahsulünün bir yıla mahsus ol­mak üzere Gatafan kabilesine verilmesi ve böylece onlarla bir anlaşma­ya gidilmesi bir tedbir olarak öne sürülmüştü. Sa'd b. Muaz ile Sa'd bin Ubade bu görüşe katılmadılar; mahzurlarını anlatıp kendi fikirlerini belirt­tiler. ResûlüIIah (A.S.) Efendimiz bu konuda onların görüşüne uymayı uy­gun bulmuştu.

7.  Yine Hendek günü nasıl bir strateji uygulamak gerektiği üzerinde durulmuş, ashabın görüşleri alınmış ve sonunda Selman Farisî'nin (R.A.) hendek kazma görüşü kabul edilmişti.

8.  Hudeybiye günü de ashabıyla istişarede bulunarak bir karara var­dığı bilinmektedir.

9.  Hazreti Âişe Validemize atılan    iftira    hususunda da  Resûiüllah (A.S.)   Efendimiz  vahiy almadığı için ashabıyla istişarede bulunmaya ih­tiyaç duymuştu.

Bütün bu olaylar İstişarenin önemini belirtmektedir. Evet, «Danışan pişman olmaz. İstiharede bulunan ümitsiz ve mahrum kalmaz.» sözünün ne kadar geçerli olduğu bir kez daha anlaşılmış oluyor. Şüphesiz ki Re-sûlüllah'ın bu hareketleri kuvvetli bir sünnet olarak ümmetine intikal et­miştir. Sadece kendi görüşünü beğenip iddialı olanların kulakları çınlasın.. [22]

 

İstişarenin  Emredilmesi

 

(DunYa) 'işleriyle "'gü' hususlarda onlara danış...»

Allah'ın konumuzu oluşturan âyetle, dünya işlerinde bilhassa savaş konularında mü'minlerie istişarede bulunması için Resûiüllah (A.S.) Efen­dimize emretmesi, devlet adamlarına, büyük mürşitlere, terbiyecilere, or­duları sevk ve idare eden büyük kumandanlara ışık tutmak, ölçü vermek ve yol göstermek içindir. Büyük Müfessir Fahruddin Râzî bu âyeti tefsir ederken bunda sekiz kadar yarar bulunduğunu belirtiyor. Onları özetle buraya nakletmeyi uygun bulduk:

1.  Danışılan kişilerin kadrini yüceltmeyi, onlara lâyık oldukları değe­ri vermeyi içerir.

2.  Kendisinden sonra  gelenlere örnek olmayı,  bir kişinin  ne  kadar akıllı olursa olsun bilmediği hususların, hatâ edebileceği meselelerin bu­lunduğunu hatırlatmayı amaçlar.

3.  Uhud savaşına istişarede bulunarak çıkan Resûlüllah Efendimizin, bu savaşta iyi sonuç almadığı düşünülerek bir daha ashabiyla istişare yapmıyacağı anlaşılmasın diye böyle bir emre gerek duyulmuştur.

4.  Mü'minlerden kimin daha isabetli görüşe sahip bulunduğunu, ki­min daha çok dünya işlerine akıl erdirdiğini tesbit etmeğe yöneliktir.

5.  Mü'mınlerin önemli meselelerde içtihatta bulunmalarına, en yarar­lı olanı bulup çıkarmalarına kapıyı açık tutar.

6.  Müslümanlardan söz sahibi olanların düşünce birliği halinde ha­reket etmelerini, bilhassa savaş gibi önemli konularda ortaklaşa bir nok­ta tesbitine yönelmelerini hatırlatır. Cemaatle namaz kılmanın faziletinin yüksekliğindeki hikmetlerden biri de budur.

7.  Peygamberin mü'minlerle istişarede bulunmasının emredilmesi, on­ların Allah katındaki, peygamber nezdindeki kıymetlerini simgeler.

8.  Hükümdarlar en önemli meselelerde en yakınlarıyla danışırlar. As-hab-ı Kiramdan bir kısmının hatâ ve günah işlemesi ve sonunda Allah ta­rafından affedilmesiyle beraber eski derece ve değerlerinin kalmadığı ha­tırlarına gelebilir ve bu yüzden bir eziklik duyabilirlerdi. Peygamberin onlar­la istişarede bulunması böyle bir şüpheyi ortadan kaldırır.

Ayetler arasında bağlantı

Geçen âyetle, tedbirleri alıp gereken istişarede bulunduktan sonra bir işe azmedildiğinde artık Allah'a tevekkül edip (Ona güvenip dayanmak suretiyle) sonucu elde etmeğe çalışmanın lüzumu belirtildi.

Aşağıdaki âyetle, ilâhî yardımın ölçü ve anlamına, sınır ve şartına de­ğiniliyor ve mü'minlerin imkân sınırlarının son noktasına geldikten sonra Allah'a tevekkül etmeleri öneriliyor. [23]

 

Meali:

 

160— Allah size yardim ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, artık O'ndan sonra size kim yardım edebilir? O halde mü'min-ler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.

 

İniş Sebebi

 

Bedir savaşında sağlanan üstünlük Uhud savaşında elde edilememiş­ti. Bu sebeple mü'minler ister istemez bunun tesiri altında bulunuyor, bir kısmı ise sebebini tam manasıyla anlıyamıyordu. Bunun üzerine yukarıda­ki âyet indi. [24]

İlgili Hadîsler

 

«Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba tâbi tutulmaksızın Cennete gi­recektir.»

Bunun üzerine soruldu ; — Onlar kimlerdir? Cevap verdi:

«O kimselerdir ki, dağlanmazlar, rukye = afsun (büyücü ve üfürükçü­lerin okudukları duâ) yapmazlar; bir şeyi uğursuz saymazlar ve ancak Rablerîne güvenip dayanırlar.» [25]

 

Allah'ın  Yardimi

 

«Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur...»

Allah'ın mü'minlere yardımda bulunmasının bazı şartları vardır. Ni­tekim diğer insanların da sünnetullah gereği üstünlük sağlamalarının bir takım şartlarının bulunduğunu unutmamak gerekir. İşte bu şartlar gerçek­leşmedikçe yine sünnetullah gereği, ne mü'minlere yardım iner, ne de diğer insanlar üstünlük sağlayabilirler. Diğer insanların, yani insan toplu­luklarının gerek mü'minlere, gerekse birbirlerine karşı üstünlük elde etme­leri, dâvalarına olan inançları ve bağlılıkları oranındadır. Bu dâva bâtıl da olsa yine durum aynıdır.

Mü'minlere ilâhî yardımın inmesi ve düşmana karşı üstünlük sağla­yabilmeleri için, daha önce de belirttiğimiz gibi, mü'minlerîe Allah arasın­daki imkân ve irâde sınırına bağlıdır. Mü'min bütün sebep, çare ve im­kânlara baş vurup kendini bu sınıra getirdiği ve sonra da el kaldırıp «Ya Rab-1 ben ancak gücümün yetebildiğini yaptım, gerisi Sana aittir, beni pe­rişan etme, düşmanlarıma karşı yenilgiye uğratma, inayetinle tecelli et, yardımını esirgeme..» diye duâ ederse, ilâhî yardım tecelli eder. Kur'ân bunu şartlı bir anlatımla şöyle belirtmiştir: «Siz Allah'a (Onun dinine ve sünnetine) yardım ederseniz, O da size yardım eder.» [26]

Bu durumda artık kemiyete değil keyfiyete bakılır. İnanan ve imkân­larını kullanarak Allah'a güvenip dayanan nice az topluluk, bu ölçü ve inançta olmayan çok büyük toplulukları yener. Nitekim Bedir savaşında mü'minlerin durumu, imkân ve irâde, diğer bir tabirle imkân ve inayet sı­nırında İdi. Bu bakımdan İlâhî yardım çok belirgin biçimde meleklerin in­mesiyle gerçekleşti. Uhud savaşındaki durum önceleri buna yakın bir öl­çü ve anlamda idi. O sebeple ilk adımda mü'minler galip duruma geldi. Çok geçmeden bu ölçü ve anlamı -emre uymayarak- bozanlar oldu. Bu kez düşman kuvvetleri üstün duruma geçti. Mü'minler bu arada ilâhî yar­dıma mazhar olamadılar. Çünkü kendilerini İnayet sınırının gerisine itmiş­lerdi.

İşte konumuzla ilgili âyetle, Sünnetullah'ın bu yönüne işaret edilerek üzgün bulunan mü'minlere bir kez daha İlâhî yardımın hangi şart ve ölçü­lerle gerçekleşebileceği hatırlatılıyor.

Bunun için diyebiliriz ki, asıl tevekkül de ancak bu ölçüye gelindikten sonra başlar ve o zaman bir değer taşır. Sonra da işin tamamı Allah'a ait­tir. Onun kazasını geri çeviren, hükmünü reddeden bulunmaz. Mutlak hü­kümran ancak O'dur. [27]

 

Âyetler  Arasında  Bağlanti

 

Geçen âyetle, ilâhî yardımın hem öneminden, hem de hangi sünnetle tecelli edeceğinden söz edildi. Ayrıca tevekkülün ölçü ve anlamı, hangi şartlarla bir anlam taşıyacağı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî nusrat ve inayete mazhar olan peygamber­lerin ası! karakterleri belirtilerek ganimet ve millet malından bir şey aşır­malarının, ihanet etmelerinin söz konusu olamıyacağı, çünkü bu tür dü­şük davranışların onlardaki ruh asaletine, kalblerindeki Tevhîd nuruna yakışmadığı açıklandı. Bununla devlet kadrosunda görev alanların dikka­ti çekildi. [28]

 

Meali :

 

161— Hiç bir peygambere ganimeti ve millet-devlet malını aşırmak yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa, kıyamet günü aşır­dığı ile gelir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı noksansız ödenir; onlar haksızlığa da uğratılmazlar.

162—  Allah'ın hoşnutluğuna uyup giden, O'nun hışmına uğrayan ve varacağı yer Cehennem olan kimse gibi midir? Varış yeri olarak ne kötü­dür orası!

163—  Onlar Allah katında derece derecedirler (herkesin  derecesi, inancı ve ameli nisbetindedir). Allah onların neler işlediklerini görüp bi­lendir.

 

İniş Sebebi

 

Bir rivayete göre. Bedir savaşında elde edilen ganimetten bir parça kumaş ortadan kayboluverdi. Ashabdan bazısı, İyiniyetle, «Belki onu Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz kendisine ayırmıştır» diyerek tahminde bulun­dular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [29]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah katında hıyanet ve aşırmanın en büyüğü, araziden aşırılan bir zira' (60-70 cm.) yerdir. Toprak komşusu olan İki adamdan biri arkadpşının hissesinden bir zira' toprak aşırdığını görürsünüz. Artık o bir zira'ı aşırıp kendi toprağına katınca, kıyamet günü yedi kat yerden (ayrılarak) onun boynuna geçirilir.» [30]

«Kim bizim için (tahsildarlık, devlet memurluğu ve benzeri) bir gö­revde bulunursa, evi yoksa bir ev edinsin, karısı yoksa evlensin veya hiz­metçisi yoksa bir hizmetçi edinsin (yetkili makamlar onun bu tür ihtiyacı­nı karşılasın). Veya bineği yoksa bir binek edinsin. Bundan başka kendi­ne bir şey ayıran hıyanet etmiş, (millet ve devlet malını) aşırmıştır.» [31]

«Sizden tanıdığım biri sırtında meleyen bir koyun ya da keçi olduğu halde gelir. «Ya Muhammedi. Ya Muhammedi.» diye seslenir (yardım is­ter). Ben de ona derim ki: «Seni bugün Allah'ın hükmünden kurtarmaya yetkili değilim. İlâhî emri sana (dünyada iken) tebliğ ettim.» [32]

«Sizden birinizi (tahsildar, görevli me'mur) olarak bir iş için gönderi­yoruz da, o, «şu size ait, bu da bana hediye edildi.» diyor, bunu ne ce­saretle söyleyebiliyor? Babasının ya da anasının evinde oturup beklesey-di kendisine hediye edilir miydi? Muhammed'İn canını kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, sizden biriniz böyle bir şey (kendine ayırıp) getirirse, mutlaka kıyamet günü o şey boynuna asılı olarak gelir; deve ise köpürüp bağırması, koyun ise melemesi vardır.»

Resûlüllah bu sözleri söyledikten sonra koltuklarının altı görülebile­cek kadar ellerini kaldırıp: «Allahım! tebliğ ettim mi?» diyerek Rabbinİ şa­hit tuttu.[33]

«Devlet memurlarına verilen hediyeler, hıyanet ve aşırmadır.» [34]

«Ey insanlar! kim bir işte, bir görevde bulunur da (devlet ve millet) malından bir iğne, ya da az bir şey bizden gizlerse, bu hıyanet ve aşırma­dır ki kıyamet günü onunla gelir.» [35]

«İğne île ipliği de geri verin. Çünkü hıyanet ve aşırmak kıyamet günü aşıran kimse üzerinde ardır, ateştir ve kınanacak bir lekedir.» [36]

«Hayber savaşında şehitler belirlenirken, : «bu şehit olmuş», «bu da şehit olmuş» denildi. Sonra bir adamın cesedi üzerine gelinip «bu da şe­hittir» denilince, Hz. Peygamber (A.S.) : «Hayır doğrusu ben onu aşırdığı bîr üstlük içinde görüyorum!» buyurdu. [37]

 

Peygamberlerin Bazı Özellikleri

 

«Hiçbir peygambere ganimeti ve millet-devlet malını aşırmak yaraşmaz.»

Peygamberler, Allah'tan insanlara ulaştırılması gereken en büyük emaneti ve mesuliyeti, çok ağır olan bir görevi yüklenen kişilerdir. Ruhî yapılan, akıl ve yetenekleri, düşünce ve davranışları bu emanetin büyük­lüğü, kutsallığı ile orantılıdır. O bakımdan peygamberler rasgele bir aile­den değil de birçok yönleriyle faziletli, disiplinli, ölçülü bir aileden seçilir. İrsî kusurlardan da -diğer insanlara nisbetle- daha çok korunmuşlardır. Onları bu açıdan düşündüğümüzde Allah'ın, ahlâkan düşük, karakter ba­kımından zayıf, vicdanen silik, dünyaya karşı hırslı bir kimseyi kendine elçi yapmıyacağı rahatlıkla anlaşılır. Tevrat'ta Dâvud ve Lût peygamber­lerin bazı ölçüsüz davranışlarından söz edilmiş ve Envarü'l-Âştkîn gibi il­mî değeri olmayan bazı kitaplarda bu tür rivayetlere yer verilmiştir. Bun­lar tamamen gerçek dışıdır. Tevrat'ın ilk nüshasında mutlaka böyle bir kayıt mevcut değildir. Tercüme ve hatırlama hatası hayli fazladır.

Kur'ân bir cümleyle Peygamberlerin hiyânet etmiyeceklerini, devlet ve millet malından aşırmıyacaklarıni açıklamaktadır. Hıyanet; haksızlık, alçak­lık, düşüklük, ihtiras ve açgözlülük gibi birçok kötü sıfatları içermektedir. Bir hükümdarın bile belirtilen karakter ve kırattaki bir adamı elçi yapmıya-cağı, özel kaleminde kullanmıyacağı, musahip ve sırdaş edinmiyeceği orta-, da iken Allah'ın bu seviyedeki insanları peygamberlik emanetiyle elçi yap­ması mümkün müdür?

O halde ilgili âyetten peygamberlerin bazı özelliklerini çıkarıp şöyle sıralıyabiliriz:

1.  Soydan gelen üstün karaktere sahiptirler.

2.  İrsî kusurlardan korunmuşlardır.

3.  Peygamberlik görevi verilmeden önce de, verildikten sonra da ha­yatları tertemizdir. Sıradan insanların işlediği yüz kızartıcı, haysiyet kı­rıcı, itibar sarsıcı ve nihayet kötü örnek niteliği taşıyıcı söz ve davranış­larda bulunmazlar.

4.  Dünyaya değer vermezler. Altın ve benzeri maddî kıymetlerin pe­şine düşmezler. Bunları gayeye ulaşmak için birer vasıta olarak bilir ve öylece değerlendirirler. Bu bakımdan mal ve servet edinmezler. Ancak kendilerine hem peygamberlik, hem hükümdarlık payeleri verilenler -Sü­leyman Peygamber gibi- mal ve servet edinirler ama kalpleri mal ve ser­vete hiç de bağlı değildir. Onu bir vasıta olarak kullanırlar.

5.  Her işte, attıkları her adımda sadece Allah rızasını gözetirler, ne­fislerinden yana bir pay ayırmaz, hisleriyle hareket etmezler,

6.  Allah'tan aldıkları buyrukları, hiçbir ilâve yapmadan, hiçbir şey ek­siltmeden insanlara tebliğ ederler. Emredildikleri doğrultudan ayrılmazlar.

7.  Üstün yeteneklidirler. Olayları soğukkanlılıkla ve ilâhî beyân çer­çevesinde değerlendirip öylece karar verirler.

8.  Olaylar karşısında sarsılmaz, önlerine çıkan engeller onları dava­larından alıkoymaz, başlarına gelen dert ve musibetler sabırlarını taşırmaz.

9.  İnsanlıktan yana kalbleri merhamet ve şefkatla doludur. Son ker­tesine gelinceye kadar beddua etmezler.

10.  Kınayanların kınamasından endişe duymaz, Allah'ın emirlerini ye­rine getirirken inkarcılardan gelen ölçüsüzlüklere aldırış etmezler. [38]

 

Millet Ve Devlet Malı

 

islâm, millet ve devlet malına haksız el uzatmayı, affedilmesi çok zor günahlardan saymış, denizde Allah için şehit düşmek müstesna hiçbir amel ve istiğfarın kul hakkına, devlet ve millet malına tecavüzü affetti-remiyeceğini hükme bağlamıştır. Meğerki hak, sahibine çevrile, hakka el uzatan da bundan dolayı bir daha yapmamak üzere tevbe ve istiğfarda buluna. O takdirde Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Koca imparatorluğu altı asır dimdik üç kıta üzerinde ayakta tutan se­beplerden biri de bu haklara saygılı olmak değil midir? Emevî devletini kısa zamanda battığı çamurdan kurtaran, insan haklarını çok iyi koruma­sını bilen, millet ve devlet malına uzanan elleri kıran Ömer bin Abdüiaziz olmadı mı? İkinci Murat vefatına yakın yaptığı vasiyette, «Tekfin, teçhiz ve defin masraflarımın karşılanması için babamdan bana miras ka­lan iki kıymetli yüzüğümü bırakıyorum. Devlet malından bir kuruş harcan-mjya....» demesi, bize bu konuda imparatorlukla ilgili müsbet bir fikir ver­miyor mu?

İşte Kur'ân bunun önemine bir kez daha en duyarlı biçimde dokunu­yor ve mü'minleri uyararak insan haklarına ağırlık kazandırıyor:

«Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa, kıyamet günü aşırdığı ile gelir.» [39]

 

Zıtları Mukayese

 

«Allah'ın hoşnutluğuna uyup giden, O'nun hışmına uğrayan ve varacağı yer Cehennem olan kimse gibi midir?»

Biri ruhî yapısıyla yücelmiş, insanlığına yakışanı yapmıştır. Diğeri ne­fis ve şehvet ocağında ruhunu karartmış, vicdanını silik hale getirmiştir.

Biri Aliah'a kul olmanın derin zevkini tatmış, kendisiyle Yaradanı ara­sındaki engelleri kaldırmaya azmetmiştir. Diğeri nefsinin esiri, şehvetinin kulu olma zilletine düşmüştür.

Biri dünyaya geliş gayesini anlayıp varacağı yere ne gibi araçlarla gidilebileceğini idrâk etmiştir. Diğeri, hayatı yemek, içmek, uyumak ve cinsel arzuları yerine getirmekten ibaret sanmış ve kendini gudde ifraza­tının akışına terketmiştir.

Birinin himmeti ve gayreti Allah yolunda insanlara rahmet ve huzur kapılarını açmaya yöneliktir. Diğerinin azim ve gayreti, mide ve kesesini doldurmaya müteveccihtir.

Birinin mesaisi millet malını korumayı, insan haklarını savunmayı, ülkenin kalkınmasını sağlamayı amaçlar. Diğerinin mesaisi, hiçbir hak gözetmeksizin hep kendinden yana yontmaya bakar.

Birinin günlük ameli, ruhla beden, dünya ile âhiret arasında denge kurma plânına bağlıdır, Diğerinin ameli, bu dengeyi her gecen gün boz­ma ölçüsüzlüğünden kaynaklanır.

Bunun için biri ebediyete uzanan saadet yurduna lâyık görülmüş, di­ğeri cok fena bir karargâh sayılan ve sonsuzluğa uzanan mutsuzluk yur­duna hak kazanmıştır. [40]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetle daha cok Peygamber (A.S.) Efendimizin bazı özellikleri açıklandı. Çocukluğundan beri tertemiz bir hayat geçiren ve sadece mu­hitinde güven ve doğruluğuyla tanınan Peygamberin millet ve devlet ma­lına haksız yere el uzatmasının söz konusu olmıyacağı belirtildi ve bu ne­denle millet ve devlet malına el uzatmanın büyük bir vebal olduğuna dik­katler çekilerek İslâm devlet adamlarına bu konuda gereken misal verildi.

Aşağıdaki âyetle, mü'minlere gönderilen Peygamberin onlar için Al­lah'ın büyük bir lûtfu olduğu açıklanarak bunun ötesinde başka bir nîmet aramanın gereksizliğine işaret ediliyor. Ayrıca bu lütuf ile insan ruhunun muhtaç bulunduğu her türlü malzemenin sunulduğu hatırlatılıyor. [41]

 

Meali :

 

164— And olsun ki, Allah, daha önce açık bir sapıklık içinde bulu­nurlarken mü'minlere yine kendilerinden, onlara Allah'ın âyetlerini oku­yan, onları (küfrün kirlerinden) temizleyip arıtan, onlara kitap ve hikme­ti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütuf ve ikramda bulun­muştur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Âdemoğullannın birbirini izleyen kuşaklarının (veya devir ve asır­larının) en hayırlısında gönderildim. Bu hayır, içinde bulunduğum kuşağa kadar sürüp geldi.» [42]

«Ben, kıyamet günü âdemoğullarmın önde geleniyim.»

Kabir ilk Onun için açılacak, ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek olan da Odur. [43]

«Şüphesiz ki Allah Kinâne'yi İsmail oğullarından süzüp çıkardı; Ku-reyş'i de Kinâne'den süzüp çıkardı. Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçip çıkardı. Beni de Hâşim oğullarından süzüp çıkardı.» [44]

«Benimle benden önceki peygamberlerin misali, çok güzel ev yapıp sadece bir tarafında bir kerpiç yerini açık bırakan adamın misaline ben­zer. İnsanlar bu evi gelip ziyaret ederler, beğenirler ve «Bu kerpiç de ye­rine konulmalı değil miydi?» derler. İşte ben o kerpicim, ben peygamber­lerin hatemiyim.» [45]

 

Peygamber Efendimizden Önceki Araplar

 

Fazla gerilere uzanmadan M.Ö. I. bin yılda Araplara ve Arabistan'a baktığımızda, onların birçok kabile ve krallığa bölündüğünü görürüz, Mu­sevilik ve Hıristiyanlığın Arabistan'a girmesiyle onların Araplar arasında bir takım savaşlara ve bölünmelere yol açtıkları da bilinmektedir. Altıncı yüzyılın başlarında bu dağınık ülke Hıristiyan Habeşistan'ın istilasına uğ­radı. Sonra Habeş egemenliği İran saldırısı karşısında yıkılarak hayli de­ğişiklikler meydana geldi. Putperestler Semavî dinlere pek iltifat etmediklerinden kendi dinlerine daha çok bağlanma ihtiyacını duymuşlarveböylece putlara gösterilen ilgi bir kat daha artmıştı.

Miladın I. yüzyılından itibaren de Arap Yarımadasının kuzeyinde .bu­lunan Nabat veya Nabt krallığı Roma'nin egemenliği altına girmekten kendini kurtaramamişti. Hicaz'da ise bir süre Küçük ühyanlar krallığı var­lığını devam ettirmişti.

Diyebiliriz ki, Araplar İslâmiyetten önce birleşip bir devlet kurama­mışlar; daha çok kabile ve küçük krallıklar halinde yaşamışlardır. Ne Mu­seviliği, ne de Hıristiyanlığı bütün derinlik ve anlamıyla benimsemedikle­rini söylemek mümkün. Daha çok putperestliğin çeşitli ve çetrefilli yan­lan ve yönleriyle haşır-neşir olmuş bir millettir.

Bununla beraber Asya ile Afrika arasında coğrafî ve siyasî durumu itibariyle Arap Yarımadasının önemli bir yer işgal ettiğini unutmamak lâ­zım. Diğer ülkelerle olan ticarî münasebetlerini de dikkate alacak olur­sak, onun önemi bir kat daha artar. O devirlerde dünya nüfusunun üçte ikisinin Asya kıtasında yaşadığı ise son dinin bu kıtada ve Arap Yarım­adasında ortaya çıkmasının hikmetini bütün açıklığıyla yansıtır.

İslâm'ın bu ülkede doğması yepyeni bir medeniyetin vücut bulması­nı hazırlamış ve bu dağınık kabileleri biraraya getirerek büyük bir impa­ratorluğun temelini atmıştır. Böylece daha evvel putperest olan Araplar, rmân nîmetine, İslâm devletine erişme imkânını bulmuşlardır. Kur'ân, Al-tah'ın bu millete uzanan büyük iûtuf ve keremini açıklıyarak her milletten daha çok onların Allah'a şükretmesi ve O'nun dinine sahip çıkması ge­rektiğine işaret etmektedir[46]

 

Son Peygamberin Araplardan Seçilmesi

 

«Allah, müminlere yine kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bu­lunmuştur.»

Cihan Peygamberinin Araplardan seçilmesi ve Mekke vadisinde dün­yaya gelmesi bir tesadüf değildir. İlâh: irâdenin tecellisinin hikmet dolu bir tezahürüdür.

Tevrat ve İncil'in geleceğini haber verdiği Son Peygamberin niçin bu ülkeden seçildiğini daha önce Bakara sûresinde kısmen açıklamıştık. Ye­ri gelmişken bunu biraz daha genişletmemizde yarar vardır ve o takdirde âyetten murat olan mâna ancak anlaşılmış olur.

O Devirde Araplar:

a)  Daha çok kabile hayatı yaşardı. Dede-babalarıyla övünmek on­ların en çok zevk aldığı bir husustu.

b)  Güçlü güçsüzü ezer, insan haklan her gün meydanlarda çiğnenir-di. Daha doğrusu kaba kuvvet önde gelir, çevresi olmayan aileler köle muamelesi görürdü.

c)  Kadınlar ticaret malı gibi alınıp satılır, komşu iki aile arasında muvakkat mübadeleler yer yer görülür ve duyulurdu.

d)  Putperestlik doruğuna yükselmiş ve çok yaygın duruma gelmişti. Putlar hakkında en küçük bir tenkide tahammülleri yok gibiydi.

e)  İlim ve medeniyetin eseri yoktu. Çok ilkel bir hayat yaşıyorlar, be­den ve ruh temizliğinden uzak bulunuyorlardı.

Mekke'nin Coğrafî Önemi:

Mekke vadisi -Kur'ân'm da açıkladığı gibi- ziraate elverişli değildi. San'ata da kapı açılmamıştı. Halkın çoğu yazın Şam'a, kışın Yemen'e ti­carî kervanlar düzenlerlerdi.

Yeryüzünde Allah'a ibâdet için kurulan ilk mabet (Kabe) burada bu­lunuyor ve bu nedenle Yarımadanın kutsal kabul edilen bir merkezi sayılı­yordu.

Şiir ve edebiyata önem veren Arapların Mekke çevresinde kurduk­ları panayırlar, bu kesime ayrı bir özellik kazandırıyor ve burada meydana gelen bir olayın sür'atle diğer kabile ve milletlere yayılma şansı her za­man kendini gösteriyordu.

O halde gelecek sonpeygamber, Allah'ın dinine kısa zamanda dikkat­leri çekebilmek için şiddetli bir tepkiyle karşilaşmah, ulaşım ve haberleş­me imkânları bulunan bir ülkede işe başlamalı, diğer ülkelerde sesi duyul­malı, uğrayacağı haksızlığın ölçü kabul etmez baskısından dolayı çevre kabileler yavaş yavaş ona meyletmeli idi. İşte bütün bu özellikleri Araplar ve Mekke vadisi kendinde bulunduruyordu. Ayrıea gelecek olan son pey­gamberin ilk'adımda kendi doğup büyüdüğü ülkede peygamberliğini ilân etmesi gerekliydi. Çünkü tanınmadığı bir ülkede ortaya çıkması inandırıcı olmazdı.

Bu ölçü ve ortam içinde Hz. Muhammed (A.S.) İslâmiyetin gelişebil­mesine temel teşkil edecek olan şu dört esası ilâhî metotla işlemek için işe başladı:

1. En ünlü edip ve şâirleri susturup hayrete düşürecek Allah Kelâ­mını en ahenkli ve duyarlı biçimde okuyup çevrenin dikkatini çekmek ve

onları ister istemez bu Kitap hakkında derin bir düşünme havasına itmek.

2.  Kararan ruhları küfrün ve ahlâksızlığın bütün kirlerinden arındırıp cilalamak, insanca yaşamayı öğretmek ve bunun her gün model ve ör­neklerini sunmak,

3.  Okuma-yazma öğreterek cehaleti kaldırmak-ve bu acıdan hareket­le İslâm medeniyet ve kültürünü aşılamak,

4.  İlmin kapısını açmak, hiç olmazsa onu aralamak, imânla ilmi, hu­kukla ahlâkı, fertle cemiyeti biraraya getirip bütünleştirmek ve bunun en yüksek hikmetini kademe kademe gönüllere en[ekte etmek.

Kur'ân'ın özetliyerek açıkladığı bu yüce gayelerle sahneye çıkan ve insanlıktan yana en güzel hizmeti sunan bir peygamber, kendi milletine ancak şeref, itibar, güven, doğruluk ve fazîlet kazandırmıştır. Şüphesiz ki perdenin bu ölçü ve biçimde aralanması bir millet için Allah'ın büyük lûtfudur. İnanan her millete bu lütuf ve rahmet sunulmaktadır. Kıyamete kadar da devam edecektir. [47]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle Allah'ın mü'minlere olan lûtfu açıklandı. Son Peygam­ber Hz. Muhammed'in nasıl bir rahmet olduğuna dikkatler çekildi. Özel­likle Arapların birleşip hatırı sayılır bir millet olmaları için böyle bir lütuf ve rahmete lâyık görülmelerinin ne büyük bir nîmet olduğuna işaret edilerek bunun her an şükrünü yerine getirmeleri hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, sözü edilen nimete rağmen mü'minlerin hatalı bir yol tutmaları yeriliyor. Kendi hataları yüzünden Uhud savaşında ye­nilgiye uğradıkları. Rahmet Peygamberinin vermiş olduğu emrin gereğini yerine getirmediklerinin cezasını çektikleri açıklanıyor. Bu arada İslâm'ı içinden kemirip çökertmek isteyen münafıkların çevirdikleri entrikalar gözler önüne seriliyor. [48]

 

Meali :

 

165— Hal böyle iken, düşmanlarınıza iki misli dokundurduğunuz bir musibet size dokununca mı, «bu neden böyle?» dediniz! De ki: Bu ken-dinizdendir. Doğrusu Allah'ın kudreti her şeye yeter.

166-167— İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu da mü'minleri belirlemesi, münafıklık yapanları da ayırt etmesi içindir ki onlara: «Geliniz Allah yolunda savaşınız veya (hîç olmazsa) savunmaya geçiniz» denilmişti; onlar ise «Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik arkanızdan gelirdik» diye cevap vermiş­lerdi. Onlar o gün imândan çok küfre yakındılar. Kalblerİnde olmayanı

ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerin! daha iyi bilendir.

168— O münafıklar ki, oturdular da savaşa katılan kardeşleri için, «Bize uyup kalsalardı öldürülmezlerdi» dediler. De ki: Eğer doğrulardan iseniz haydi kendinizden ölümü geri çevirin!

 

İniş Sebebi

 

Hattab oğlu Ömer (R.A.) eliyor ki:

«Uhud savaşında mü'minlerin başına gelen musîbetin iki misli Bedir savaşında düşmanlarının başına gelmişti. Bedir savaşında müşrikler 70 kadar ölü, bir o kadar da esir vermişlerdi. Uhud savaşında Müslümanlar sadece 70 kadar şehît vermişti. Ayrıca Resûlüllah (A,S.) Efendimiz ya­ralanmıştı. Böylece Müslümanlar Bedir savaşında tam bir üstünlük, Uhud savaşının başlangıcında da kısmî bir başarı sağlamışlardı. İslâm'ın bu iki savaşta iki galibiyeti söz konusudur. Müşrikler ise sadece Uhud savaşında bir süre ve bir defaya mahsus olmak üzere üstünlük elde etmişlerdi. [49]

Bedir savaşında elde edilen esirler öldürülmeyip kurtuluş akçesi alı­narak salıverilmişlerdi. Uhud'da ise sözü edilen hezimet mü'minleri şaşkı­na döndürmüş, yaptıkları hatayı unutarak «Bu neden böyle oldu?» diye söylenmişlerdi.

Yukarıdaki âyet, bunun neden böyle olduğunu açıklar mânada in­miştir. [50]

 

İtîkadî Yönü

 

(Küllî ve cüz'î irâdeler)

«Bu neden böyle? dediniz. De kj: bu, kendinîzdendir.»

İnsan bir bakıma tam irâdeye sahip değildir. İlâhî irâdeyle vücut bu­lan ve insan hayatını belli bir süre devam ettirmeğe yönelik oian kanun­lar, insan irâdesi dışında işler durumdadır; aynı zamanda hayatımızın bir­çok yönleriyle ilgilidir. O halde Sünnetullah denilen bu kanunlar biz iste­sek de, istemesek de şaşmadan hedefine doğru gider; kendisine uyan­ları mutlu, uymayanları mutsuz eder.

Bu nedenle diyebiliriz ki, insan îrâdesi sınırlıdır ve birçok tarafıyla İlâhî irâdeye bağlıdır. Bir bakıma ise, bütünüyle İlâhî irâdeye bağlıdır. Şöy-leki küllî irâde cüz'î ve sınırlı irâdeyi meydana getirmiş ve fakat onu sı­nırlı biçimde serbest bırakmıştır. İlâhî irâde ve kudretle var olan insan, vücudunun bazı bölümlerini harekete geçirme ve kullanma İrâdesine sa­hiptir, ama bütünüyle bu mekanizmaya hâkim değildir. Beynimiz istesek de istemesek de faaliyetini sürdürmektedir. İç organlarımız da öyle. Kal­bimize «dur, çalışma» desek, o yine çalışacaktır.

Bundan çıkaracağımız sonuç şudur: Biz kendimizi yaratmadığımıza göre, başka üstün bir kudretin irâdesi yaratılmamızı sağlamıştır. O hal­de biz o kudrete bağlı bulunuyoruz, tamamıyla Û'nunuzdur, kendimize ait değilizdir.

Ancak bu yüce ve sonsuz kudret bizim önümüze -hayatımız ve var­lığımızla ilgili- kanunlar koymuş; cüz'î bir irâde vermek suretiyle bizi bu kanunlarla başbaşa bırakmıştır. Dilediği zaman müdahale de edebilir. Akıl ve irâdemizle ona uyduğumuz ve peygamberi dinlediğimiz nisbette hayat bize güler yüzünü gösterir. Uymadığımız nisbette de bizi üzer ve ağlatır.

İşte Kur'ân'da konumuzla ilgili âyet bu derin mâna ve hikmeti yansıt­maktadır. Bedir savaşında düşmana oranla sayı ve teçhizat bakımından zayıf durumda olan İslâm mücahitleri buna rağmen parlak bir zafer elde etmişlerdi. Uhud savaşında ise, biraz daha güçlü ve hazırlıklı olmalarına rağmen yenilgiye uğramışlardı. Bunun verdiği şaşkınlıkla mü'minler, «Bu neden böyle oldu?» demekten kendilerini alamamışlardı. Kur'ân bunun cevabını, İslâm Akaidinin önemli bir bölümünü aydınlatır ölçü ve anlamda veriyor:

«De ki: Bu, kendinizdendir.» İrâdenizi İlâhî Sünnet doğrultusunda kullanmadığınızın tabii sonucu ve gereken cezasıdır. Peygamberin verdiği emir, bu Sünnete tamamen uygundu. Ama sizin bu emre muhalefetiniz Sünnete ters düşmüştür. Başınıza gelen musibet bundandır. Küllî irâde kimseye haksızlık etmez, O en doğru yolu çizip önünüze koymuş ve sizi serbest bırakmıştır. Ama siz cüz'î irâdenizle bu çizginin dışına çıktınız. O halde başınıza gelen kendinizdendir.

Allah'ın kudreti her şeye yeter Ama Allah'ın kanunları değişmez. Meğerki bir mu'cize meydana ge­tire; bu da istisna teşkil eder.

Allah dileseydi o anda sizi galip duruma getirebilirdi; çünkü kudreti bütün kâinatı kapsayıp kuşatmıştır. Fakat hem koyduğu Sünnetin şaşma-

dan devam etmesi gereklidir; hem de böyle bir fırtınada gerçek mü'min-lerle, İslâm'a gönlü yatışmayan münafıkları belirlemekte büyük yararlar vardır. Kur'ân buna «Allah'ın izni» tabirini vererek akidenin diğer önemli bir kısmına dikkatleri çekmiştir. [51]

 

İlâhî İrâde

 

İlâhî İrâde iki yönde tecelli eder: Biri sebep ve sünnete bağlı olmak­sızın; diğeri sebep ve sünnete bağlı olarak ortaya çıkar, «O (Allah), bir şeyi (var kılmayı) dileyince, O'nun emri sadece «ol!» demesidir, o şey he­men oluverir.» [52] mealindeki âyet birinci irâdeyle ilgilidir. «İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir.» mealin­deki âyet ise, ikinci irâdeyi yansıtır. [53]

 

Tarihî Yönü

 

Âyet-i KerîmeyEe daha çok Uhud savaşında oereyan eden olayların nedeni üzerinde duruluyor. Mekke müşrikleri savaş için Medine dolayla­rına geldiklerinde, Resûlüliah (A.S.) Efendimiz bir meydan savaşından zi­yade Medine'de kalıp savunma durumuna geçmeyi düşünüyordu. Bu dü­şünce aynı zamanda münafıkların başı Abdullah bin Ubey'in arzusu isti­kametinde idi. Ansar'ın ileri gelenleri ise, Medine'de kalmayı bir zül sa­yarak Medine dışına çıkılıp gelen düşmanı karşılamayı daha uygun gö­rüyorlardı. Bu düşünce Ashabın çoğu tarafından tasvip gördüğü için Re­sûlüliah kendi düşüncesinden vazgeçerek evine döndü ve savaşa çık­mak için zırhını giyinip silahını kuşandı. Ansardan bazı zatlar Resûİüllah'a muhalefet ettiklerinin farkına vararak büyük bir pişmanlık duydular ve durumu Hz. Peygambere bildirdiler. O da : «Bîr peygambere, savaşa ha­zırlanıp silah kuşandıktan sonra geri dönmek yaraşmaz» diyerek alman kararın uygulanacağını belirtti. Münafıklar tedirgin oldular, çıkıp çıkma­makta hayli tereddüt geçirdiler. Sonunda gizli bir plânla savaşa çıkmayı kabul eden Abdullah bin Ubey ve yandaşları da hazırlandılar. Bin kişilik bir ordu yola çıktı. Çok geçmeden Abdullah bin Ubey gizli plânını ortaya koydu : Kendisine uyan üçyüz kişiyle geri döneceğini duyurdu. Mücahit­lerden Amr bin Haram (R.A.) onun bu davranışını kınadı, çünkü amacının ne olduğunu az-çok tahmin ediyordu. Rivayete göre, Amr, Abdullah bin Ubeyy'e yaklaşarak şöyle dedi:

«Size Allah'ı hatırlatırım; Peygamberinizi ve kendi vatandaşlarınızı terkedip gitmeniz doğru değildir. Bu fikrinizden vazgeçiniz.» Onlar ise : «Savaşmasını veya savaş olacağını bilseydik, herhalde size uyar. ayrtlmazdık» diyerek yarı alaylı bir tavırla savaşa katılmıyacaklarını belirttiler. Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyip münafıklığın alâmetini bir kez daha ortaya koydular. Allah onların kalblerinde gizlediklerini çok daha iyi bilir.

Konumuzu oluşturan âyet bir bakıma bu olayı hatırlatmakta, mü'min-lerin daha uyanık olmalarına işarette bulunmaktadır.

Münafıkların amacı, İslâm ordusunun moralini bozmak, Hz. Muham-med'e olan bağlılık ve inançlarını sarsmak, böylece hem savaşın kaderi­ni müşrikler lehine çevirmek, hem Müslümanlar arasına fitne tohumlarını atıp onları bu konuda birbirine düşürmekti.Oysa hak bir an için yenilgiye uğrasa da hakikatte üstündür. [54]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Gecen âyetlerle Uhud savaşında mü'minlerin yenilgiye uğramasının sebebi açıklandı. O gün münafıkların küfre daha yakın bulundukları ve nihayet ilâhî irâdenin ne yolda tecelli ettiği ve edeceği belirtildi. Ölümden kaçmanın veya korkmanın fazla bir yarar sağlamıyacağı hatırlatılarak imândan gelen bir cesaretin her zaman için faydalı olacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, İslâm'ın insanlıktan yana açmış olduğu hidâyet yo­lunda Allah için şehit edilenlerin Allah katında diri oldukları, canlarına karşılık üstün nimetlere, ferahlatıcı saadetlere nasıl eriştikleri çok duyar­lı ve anlamlı biçimde anlatılıyor.

Sonra da İslâm düşmanlarının toplanıp gelmesinden endişe etmiyen kâmil mü'minlerin yine imânlarından dalga dalga yükselen kahramanlık­larına dokunularak bunun yenilmez bir kuvvet olduğu hatırlatılıyor. Ayrı­ca mü'minlerin bütün felâket ve musibetlere rağmen Allah ve Resulüne nasıl bir teslimiyet içinde bağlandıkları en oanlı örnek olarak sergileniyor. [55]

 

Meali  :

 

169— Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar Rabları ka­tında diridirler, rızıklanırlar.

170—  Allah'ın kendi fazl-u kereminden verdiği (o yüce)  nimetlerle sevinçlidirler. Arkalarından  henüz  kendilerine ulaşamıyan  kimselere de hiçbir korku olmayacağını, üzüimüyeceklerini müjdelemek isterler.

171—  Onlar Allah'tan gelen bir nîmeti, fazl-u keremi ve Allah'ın mü'-minlerin mükâfatını zay'etmiyeceğini de müjdelîyerek ferahlık duyarlar.

172—  Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygambe­rin çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlardan iyilik edenlere ve Al­lah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara büyük ecirler vardır.

173—  Onlar ki, kendilerine bazı kimselerin, «Düşmanınız olan insan­lar size karşı ordu toplayıp hazırladılar, (aman) onlardan korkun!» deme­leri, onların ancak imânını artırdı da, «Allah bize yeter O ne güzel Vekil'-dir (koruyucu, gözetici ve yardım edicidir)» dediler.

174—  Ve sonunda kendilerine bir kötülük dokunmadan Allah'ın (se­lâmet ve gönül yatıştırıcı) nimetiyle ve fazl-u keremiyle geri döndüler; Al­lah'ın rızası doğrultusunda hareket edip O'na uydular. Allah çok büyük fazl-u kerem sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Allah Resulü (A.S.) buyurdu :

«Uhud savaşında şehît düşen kardeşlerinizin ruhlarını Cenâb-ı Hakk yükseltip yeşil kuşların (manevî vasıtaların) içine yerleştirdi; onlar böyle­ce Cennet ırmaklarından içerler, meyvalarından yerler ve Arş'ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillerde eyleşirler. Onlar yiyecek, içecekle­rinin ve eyleşip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de dediler ki: «Ci­hâda karşı tutulup kalmamaları, savaştan yüz çevirmemeleri ve isteksiz­likte bulunmamaları için dünyadaki kardeşlerimize bizim Cennet'te rızık-(andığımızı kim haber verir?»

Bunun üzerine Allah : «Ben onlara sizin arzunuzu duyururum» buyur­du. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [56]

Câbir bin Abdullah (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yüzü­me baktı ve:

— Seni neden üzgün görüyorum? Diye sordu. Dedim ki:

— Ya Resûlellah! babam savaşta öldürüldü, geriye borç ve çoluk-cocuk bıraktı...

Buyurdu ki:

«Sana haber vereyim mi? Allah hiç kimseyle yüzyüze konuşmadı, perde arkasından hitab etti, ancak senin babanla yüzyüze konuştu, ona dedi ki: «Ey kulum! iste benden vereyim.» O da: «Ya Rab! dünyaya tek­rar dönüp ikinci kez senin yolunda şehit olmak isterim.» diye cevap ver­di. Allah (C.C.): «Kulum! öldükten sonra dünyaya bir daha dönüş olma­yacağı hakkında benden çıkan bir hüküm vardır. (Bu hüküm değişmez).» buyurdu. O, bu kez: «Ya Rab! benim bu durumumu geride kalanlara ulaş­tır (duyur)» diye istekte bulundu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [57]

 

İlgili Hadisler

 

Uhud savaşında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, şehît edilen Mus'ab bin Ümeyr'in cesedi üzerinde durdu ve şöyle buyurdu :

«Ben bunların kıyamet günü Allah katında şehît olduğuna tanıklık ediyorum. Geliniz, bunları ziyaret ediniz, selâm veriniz. Canımı kudret elin­de bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bunlara kıyamet gününe kadar kim selâm verirse mutlaka onlar selâmı alıp karşılığını verirler.» [58]

«Allah kendi yolunda cihada çıkan kimseye: «Onu evinden çıkaran sebep yalnız bana olan imânı, peygamberime olan tasdikiyse, erişeceği ecir veya ganimetle (evine) döndüreyim» diye tekeffül etmiş (üzerine al­mıştır.

Ümmetime meşakkat etmeme sebep olmayacağını bilseydim, hiçbir savaş müfrezesinin arkasından kalmazdım. And olsun ki, Allah yolunda öldürülüp dirilmeyi, sonra yine öldürülüp dirilmeyi, sonra yine öldürülüp dirilmeyi çok isterdim.» [59]

«Sabah veya akşam saatlerinden bir saatte Allah yolunda cihat için çıkıp yürümek, herhalde dünyadan da, dünyadaki şeylerden de hayırlı­dır.» [60]

 

Şehitler Diridirler

 

«Bilakis onlar Rabları katında diridirler, rızıklanirlar.»

Kur'ân ve Hadîslerin açık ifadesinden, ruhların bedenlerden önce ve belli sayıda yaratıldığını anlıyoruz. Allah'ın : «Ben sizin Rabbiniz değil mi­yim?» sorusuna muhatap olan ruhlardır. Mahiyeti iyice bilinmiyen ruhlar bedenlere geüp girmeden önce kendi âlemlerinde birçok esrar ve hikme­te nail olmuşlar ve bir nice bilgilerle donatılmışlardır. Aynı grupta bulunan ruhlar arasında tanışıklık da vardır. Peygamber {A.S.) Efendimizin: «Ruh­lar (kendi âlemlerinde) teçhiz edilip bölüklere ayrılan askerler gibidirler; birbirleriyle tanışanlar (bu dünyada da) anlaşırlar. Orada tanışmıyanlan (bu dünyada) pek anlaşamazlar.» [61]

Dünyaya geldikten sonra eskiyen bedeni terkeden ruhlar bedenle bir­likte ölmezler. Berzah âlemine intikal ederler. Bu durumda insanî ruhların hepsi de diridirler ve diri kalacaklardır. Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetle şehitlerin ruhlarına bir özellik verilmesi ve «Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar Rabları katında diridirler, rızıklanıriar.» açıklamada bulunulması neyi anlatmaktadır? Müfessirierimiz bu konuda bazı yorum­larda bulunmuşlarsa da çoğu tatmin edici ölçü ve anlamda değildir. Ru­hu ve daha önceki ve sonraki âlemlerini bize daha çok tasavvufçular an­latmaya, keşif ve müşahedelere dayanarak bazı ipuçları vermeye çalış­mışlar, bununla ilgili hadîsleri de yine kendi keşifleri doğrultusunda yo-rumluyarak bilgi verme babında hayli malzeme sunmuşlardır. Biz hem tefsircilerin, hem tasavvufçuların verdikleri bilgileri hamur yaparak bir sonuca varmak istiyoruz; ne var ki bu sonuç da tam anlamıyla kesin de­ğildir.

Ruhlar bedenleri terkettikten sonra kendi amel ve irfanlarına, imân ve basiretlerine göre yedi kısma ayrılırlar:

1.  İlâhî huzurda her dem rahmânî nefhaya nail, cemal sıfatının ara­lıksız tecellilerine mazhar olanlar. Bunlar Peygamberlerin ruhlarıdır. Be­lirtilen makam ve mertebeleri Cennet'in çok üstündedir.

2.  Arşın altında yeşil kuşların (mahiyeti bilinmiyen manevî vasıtala­rın) içinde rahmânî nefhaya erişen ve Cennet nimetlerinin derin zevkini alanlar. Bunlar Allah yolunda şehît düşen mü'minlerin ruhlarıdır. Şehitle­rin Allah katında diri olmalarının bir anlamı budur.

3.  Berzah âleminin  daha çok üst tabakalarında geniş rahmete eren ve Cennet kokusunu dem be dem alan bahtiyarlar. Bunlar ilmiyle amel eden âlimler, kâmil veliler, salihler ve sıddîkların ruhtandır.

4.  Berzah  âleminin  orta  tabakalarında  eyleşip zaman  zaman   ilâhî rahmet ve füyuzata mazhar olan ve Cenneî'ten esen nesimle mest olan­lar. Bunlar mü'minlerin ruhlarıdır.

5.  Berzah âleminin yine orta tabakalarına yakın yerde bulunan ve daha üst derecede bulunan muttaki mü'minlerin ruhlarının nurundan ışık alanlar.  Bunlar günahkâr mü'minlerin, yani  büyük-küçük günah  işleyip ruhunu kısmen olsun karartan kişilerin ruhlarıdır. Dünyada salih kişilere, muttaki mü'minlere, ilmiyle amel eden âlimlere yaklaşıp dostluk kurduk­larının mükâfatını görmektedirler.

6.  Berzah âleminin alt tabakasında, Allah'ın Celâl ve Muntakim sı­fatlarının tecellileriyle her dem Cehennem havasını alanlar. Bunlar Allah'ı ve O'nun emirlerini inkâr eden kâfirlerin ruhlarıdır. Büyük bir pişmanlık içinde hesap gününü beklerler.

7.  Yine alt tabakada kendilerine yakın inkarcıların zulmetleriyle her dem muzdarip olanlar. Bunlar münafıkların ruhlarıdır. Orta tabakada bu­lunan mü'minlerin ruhlarının nurundan ışık alırız umuduyla beklerler, tam bu ümit kapısı açılır ve onlar da kurtulduklarını zannederler, fakat çok geçmeden   kapı   kapanır,   böylece  dünyada   yaptıklarının   bir  benzeriyle muamele görürler.

Öldükten sonra beden ister çürüsün, ister yanıp kül olsun, ister ba­lıklara yem olsun, ruh ile olan bağlantısı kıyamete kadar devam eder. An­cak bu bağlantının anlaşılması ve anlatılması mümkün değildir, ruhlar âlemine has bir bağlantıdır; keyfiyet ve mahiyetini ancak Allah bilir.

Ruhun yüce makamlarda ilâhî müşahadeye mazhar olarak ve Cennet nimetleriyle telezzüz ederek aklığı gıda, rızık deyimiyle anlatılmıştır ki, bu bizim anlamamızı kolaylaştırmak içindir. İşte bu anlamda rızıklanması bedene de tesir eder, Bilhassa şehitlerde bu hal çok daha belirgin ve ge­lişkindir. İşte : «Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar Rab-ları katında diridirler, rızıklanırlar.» âyeti buna işaret etmektedir. Allah daha iyisini bilir. [62]

 

Beden Ölünce Ruh Kuvvetlenir

 

Uyku halinde duyu organlarımız görevlerini tatil ederler, beden gücü­nü kaybedip yarı bitkisel bir hayata yaklaşır. Buna karşı ruhun kuvveti artar, bir anda Melekût ve mâna âlemine intikal sağlar. Gayb alemiyle il­gi kurar, nioe esrar ve hikmeti müşahade eder. Bir de bedenin öldüğünü düşünün, ruhun bu durumda ne kadar kuvvetleneceğini, sözü edilen âlemlere daha çok intikal sağlayacağını anlatmaya lüzum kalır mı?

Kâmil mü'minler kalblerini bütünüyle Allah'a çevirip mârifet-i İlâhİ-yeye mazhar olunca, ruh bedende büyük bir kuvvet kazanır ve yüce âlem­den manevî gıda almaya başlar. Bu durumda beden artık açlık ve susuz­luk hissetmez olur. Yani beden ruha tabi olmuştur. Resûlüllah {A.S.) Efen­dimiz buna işaret ederek şöyle buyurdu :

«Rabbim katında akşamlıyorum; O beni yedirip içiriyor.» [63] Kur'ân-ı Kerîm'de de buna yakın bir işarette bulunularak deniliyor ki: «Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla yatışır, huzura kavuşur.» [64]

Peygamberler, büyük veliler, kâmil âlimler, mürşitler ve salihlerin ruh­ları bedenlerine girdikten bir süre sonra ilk bulundukları âlemde edindik­leri bilgi, esrar ve hikmete yeniden mazhar olurlar. Tabii bu hal peygam­berlerde çok daha belirgin ve açıktır. Böylece Misal ve Melekût âlemleriy­le temas kurma imkânlarına erişme bahtiyarlığı başlar. Allah daha iyisini bilir. [65]

 

Musîbetten Önce De Sonra Da Allah Ve Peygamberine Gönülden  Bağlılık

 

«Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygambe­rin çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlardan iyilik edenlere ve Al­lah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara büyük ecirler vardır.»

İslâm'ın insan kalbine işleyip yerleştirdiği imân cevheri hiçbir şeyle kıyas edilmiyecek bir değer ve mâna taşır. Çünkü bu cevherin mayası Tevhit, dayanağı Allah, ışığı Kur'ân, ustası Hz. Muhammed (A.S.)dır. Böy­lesine köklü ve ölçülü, aynı zamanda kıymetli bir imân, insan ruhunu sa­rıp hücrelerine kadar yerleşince derin bir aşk, sarsılmaz bir bağlılıkla asıl gayesine yönelir; İslâm doğrultusunda kendini Allah'a adar.

İşte Peygamber (A.S.) Efendimizin irfan mektebinde bu cevhere sâ-hîp olan Ashab-i Kiramın çoğu, belki hepsi bu ölçüde idi. Mekke ve do­laylarındaki evlerini, bahçe ve develerini, aile ve yakınlarını imânları pa­hasına terkedip Allah ve Resulüne göçetmeleri, geriye kalan canlarını da bu yolda vermek için sıra bekledikleri ne ile yorumlanabilir? Bunun mad­dî ölçülerle izahı mümkün mü? Uhud savaşında aldıkları yara ve çektik­leri sıkıntı onları daha çok dâvalarına bağlamıştı. Münafıkların sinsi faa­liyeti bir anda tesirini kaybetmiş, imân kalesine çarparak paramparça ol­muştu. Mü'minler böyle günlerde de Allah ve Resulünün çağrısına kulak vermiş, en küçük bir tereddüt geçirmeden teslimiyet göstermişlerdi. Üs­telik nefislerine hâkimiyeti elden bırakmamış, Allah için iyilikte bulunmuş, kötülükten men'etmeye çalışmışlardı.

Rahatlıkla diyelim ki: İnsan kalbinde böyle bir imânı, beşer kafasın­da böyle bir düşünceyi aneak Hazreti Muhammed (A.S.)ın Tevhît Mektebi oluşturabilir.

Kur'ân, Ashab'm bu güzel tutum ve davranışını bir örnek olarak İs­lâm âlemine sunmakta, onları yetiştiren yüoe mektebin eğitim sistemine dikkatlerini çekmekte, olgun ve erdemli insan yetiştirmenin yolunu gös­termektedir. [66]

 

İmânın Artmasi Şerrin Şiddetiyle Orantılıdır

 

«Onların ancak imanını artırdı da, Allah bize yeter, o ne güzel Vekîl'dir, dediler.»

Taklitten uzak, zevkine erişilmiş, mâna ve maksadı kavranmış şuur­lu bir imân, karşısına çıkan şerrin şiddeti nisbetinde artar ve kuvvetlenir. Bu bir bakıma tez-antitez karşılaşmasıdır. Taklide bağlı imân ise bunun aksine karşısına çıkan şerrin şiddeti, felâket ve musibetin büyüklüğü nis­betinde eksilir ve kuvvetini yitirir.

Cihan Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.)ın irfan mektebinde okuyup şekillenen mü'minlerin kök salmış imânlarından, Allah ve Resulüne olan sevgi ve bağlılıklarından söz edilirken, Kur'ân'da şu anlamlı eümlede öze­tini bulmuştur: «Onlar ki, kendilerine bazı kimselerin, düşmanınız olan in­sanlar size karşı ordu toplayıp hazırladılar, (aman) onlardan korkun! de­meleri, onların ancak imânını artırdı da, 'Allah bize yeter, O ne güzel Ve-kîl'dir', dediler..»

Böyle bir imân ve teslimiyetin sonu başarı ve zaferdir. Medine'de ilk kurulan İslâm Şehir Devletinin temeli bu cevhere sahip mü'minlerin fe-dakârlığıyla atılmıştı. [67]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle, Allah yolunda şehit olanların makam ve dereceleri, Allah katındaki azizlikleri açıklandı. Bununla, nefis ve düşman esaretinde şerefsiz bir hayat sürmektense, ruh ve vicdan hürriyetinin tertemiz hava­sı İçinde gönül dolu bir imânla Allah yolunda, din uğruna ölmenin üstün bir şerefe, saadet dolu bir hayata kapı açtığına inanarak ölmenin çok ha­yırlı olacağına işaret edildi.

Kalbi ve ruhu saran hakiki imânın her zaman ölümü küçümsediği ve inkarcıların bundan tedirgin olduğu; aşılmaz sanılan engellerin böyle bir imân karşısında nasıl eridiğini gördükçe paniğe kapılan münafıkların uy-kuşu kaçtığı -dolaylı biçimde- anlatıldı. İmânın tükenmez kaynağından yükselen cesareti kırmak için çeşitli hilelere başvuranların sonunda ümit­lerinin yok olacağına atıflar yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle bu tür cesaret kırmaya yönelik hile ve entrika­ları yaymak isteyenlerin ancak imân nimetini, İslâm devletini kaybetmiş şeytanlar olduğuna dikkatler çekiliyor. Küfürde yarışanların Allah dostla­rına, hakiki imân sahiplerine zarar veremiyeceği belirtiliyor ve böylesine şerefli bir dostluğa erişmenin her iki âlemde de insanları mutlu edeceği açıklanıyor. [68]

 

Meali ;

 

175—  (Sîze o haberi getiren) ancak şeytandır; kendi dostlarını (savaş ve ölümle) korkutur. Mü'min iseniz onlardan korkmayın Benden korkun.

176—  Küfürde yarışanlar seni kaygılandırmasın; çünkü onlar Allah'a hiçbir surette zarar veremezler. Allah onlara âhirette (saadetten yana) bir pay vermemeyi ister. Onlar için büyük bir azâb vardır.

177—  Doğrusu küfrü imân karşılığında satın alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar veremezler. Onîar için çok acıklı bir azâb vardır.

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşında da, ondan sonra da şeytan ve o karakterde olan münafıklar, imândan kaynaklanıp taşan üstün bir cesaret ve kahraman­lığı kırmak için durmadan yalan uydurdular ve büyük bir ordunun Müslü­manlar aleyhine toplandığını haber verdiler. Muhammed'e bağlı olanların çok geçmeden yok edileceklerini üzülürcesine sahte bir eda ile anlatma­ya çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi [69]

Diğer bir rivayete göre:

Kureyş müşrikleri küfürde yanşıyor, İslâm'a karşı durmadan kuvvet hazırlıyor ve adam topluyorlardi. Onların bu tutumuna karşı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki yönden üzülüyordu : Biri, onların küfürde ısrar edip doğru yola girmedikleri, bu yüzden ebedî bir azaba kendilerini ittikleri; diğeri İslâm'a karşı her çareye başvurmaları idi.

Bunun üzerine yukarıdaki 176. ayet indi. [70]

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğrusu sizin görüp bilmediğiniz şeyi ben görüp bilmekteyim. Sizin işitemediğinizi işitmekteyim. Gök inleyip ses çıkardı, bunda o haklıdır. Çün­kü dört parmak boş bir yer yoktur ki orada bir melek alnını koyup Allah'a secde etmiş olmasın. Allah'a and olsun ki, benim bildiğimi bilmiş olsaydı­nız az güler, çok ağlardınız; yatakta kadınlarla yatıp teiezzüz etmez, yol­lara dökülüp Allah'a duâ ve niyazda bulunurdunuz!

Allah'a yemin ederim ki, kesilmiş bir ağaç olmayı çok arzu eder­dim.» [71]

Kudsî »Hadîs

«Ey kullarım! ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram kıldım; artık birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! benim doğru yola eriştirdiğim müstesna, hepiniz sapıklık içindesiniz. O holde benden hidâyet (doğru yol) isteyin, sizi ona kavuşturayım.

Ey kullarım! benim yedirdiğim müstesna, hepiniz açsınız. O halde benden yiyecek isteyin size vereyim. Ey kullarım! hepiniz çıplaksınız, an­cak benim giydirdiğim müstesna. O halde benden giysi isteyin size giydi­reyim.

Ey kullarım! doğrusu siz gece-gündüz hata ve günah işlersiniz. Ben ise bütün günahları bağışlarım. O halde benden af ve bağışlanma dileyin, sizi bağışlıyayım.

Ey kullarım! şüphesiz ki, bana zarar vermeye gücünüz yetmez ki za­rar verebileşiniz. Bana yarar vermeye de gücünüz yetmez ki yarar verebilesiniz.

Ey kullarım! eğer önce gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir tek adamın takva dolu kalbi üzere bulunsalar, bu benim mülkümde bir şey artırmaz. Ey kullarım! eğer önce gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz en çok günah işleyen ahlâksız bir adamın kalbi üzere bulunsalar, bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.

Ey kullarım! eğer önce gelenlerinizle sonra gelenleriniz, insanlarınız ve cinleriniz tek bir toprak üzerinde durup benden isteseler, ben de her insanın isteğini karşılaşanı, bu benim katımda olan nimetten bir şey ek­siltmez. Ancak denize batırılan bir iğnenin denizden eksilttiği kadar ek­siltebilir.

Ey kullarım! bu ancak sizden yana sayıp hesapladığım amellerinizdir. Sonra da onların karşılığını size eksiksiz vereceğim. Kim iyilik ve hayra kavuşursa Allah'a hamdetsin. Kim de bundan başkasını bulursa, ancak kendini kınasın.» [72]

Hakka imân üstün cesareti gerektirir

îmân konusunda insanlar genellikle üçe ayrılır:

1.  Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine inanıp O'ndan gelen her şeyi şüpheye yer vermeden kabul edenler.

2.  Allah'ın varlığını, birliğini inkâr edip mukaddes hiçbir şey tanımı-yan ve insanı doğup büyüyen, ölüp bir yığın gübre kabul eden maddeciler.

3.  Allah'ın varlığı, peygamber ve kitap hakkında şüpheye düşüp iman­la inkâr arasında bocalayanlar.

Birinciler hakiki mü'minlerdir. İmân onların ruhî yapısının temel taşı ve değişmiyen gıdasıdır. Ancak Allah'tan korkarlar. Cihat onların yolu, din ve ahlâka hizmet onların sanatı, insanlıktan yana yararlı olmak amaçlan, Allah rızasını kazanmak tek gayeleridir. Bunların cesaretleri her türlü en­geli kıracak ölçü ve anlamdadır. Bâtılın beynini dağıtan da ancak bu güç­tür.

İkinciler hakiki dinsizlerdir. Bunlara Kur'ân dilinde kâfirler denilir. Ruhları porsumuş, vicdanları silinmiştir. Beyinleri inkâr suyuyla yıkanmış, kalbleri ölmüştür. Maddî imkânlara mâlik oldukları ölçüde cesurdurlar. İdeallerine daha çok mide ve şehvet bağıyla bağlıdırlar. Ölüm onlar için karanlık bir uçurum.. Yaşlanmak büyük bir umutsuzluk..

Üçüncüler, hakiki münafıklardır. Renkleri pek belli olmaz. Bukalemun aibi araziye uymasını bilirler. İmandan çok küfre yakındırlar. Ruhları has­ta, vicdanları paslıdır. Cesaretlen kırık, fitne ve fesatları yaygındır. Renk­leri belli olmadığı sürece İslâm için çok tehlikelidirler.

jşte konumuzla ilgili 175. âyetle daha çok bu üçüncü kısma girenle­rin tutumundan söz ediliyor. Korkak şüphecilerin kendi dost ve yakınları­nı da durmadan korkutmaya çalıştıkları belirtiliyor. «Düşmanınız olan in­sanlar size karşı ordu toplayıp hazırladılar, aman onlardan korkun», di­yenlerin bu kararsızlar olduğuna parmak basılıyor.

«Mü'min iseniz, onlardan korkmayın Benden korkun.» âyetiyle de ha­kiki mü'minlerin ölçü ve anlamı, cesaret ve tutumu belirtiliyor. Çünkü sa­dık mü'min ancak Allah'tan korkar ve o, Allah cidden korkulmaya daha lâyıktır, der. Cesaret ve kahramanlık mü'minin değişmiyen vasfıdır. Kor­kaklık, ölüm endişesinden, aç kalma kaygısından kaynaklanıp çıkar. Mü'­minin kalbinde bu iki endişenin de yeri yoktur. Çünkü ona göre bir gün önce veya bir gün sonra ölmek önemli değil, Allah'ın dilediği şekilde, O'nun hoşnut olacağı mâna ve maksat doğrultusunda ölmek mühimdir.

Mü'mine göre, ölüm yok olmak değil, dar bir evden çok geniş bir eve göc etmektir. Bunun için umutludur, kararlıdır, cesurdur ve endişesizdir. [73]

 

Kur'ân Günümüzün Müslümanlarına Da Sesleniyor

 

«Küfürde yarışanlar seni kaygılandırmasın...»

Büyük bir azgınlık içinde durmadan tırmanan küfre ve anarşiye karşı, imândan gelen bir cesaretle çıkmadığınız ve bu yolda canınız dahii her şeyinizi feda etmeyi göze almadığınız takdirde perişan olacaksınız. Küfür ve inkâr ateşi sizi yakıp bitirecek, yardımcı da bulamıyacaksınız. Bu bir ilâhî kanundur ki değişmez. Ölümden korkan, bütün gücünü servetine borçlu olan müslümanlardır ki küfre imkân sağlamış, alanı onların at oy­natmasına terketmişlerdir. Gelecek olan fitnenin yalnız haksızları değil, bütün bir ümmeti ve milleti kasıp kavuracağını hesaplıyamamişlardır.

Diyebiliriz ki, eğitim noksanlığının da bundaki payı büyüktür. İslâm âlemi Kur'ân kültürünü eğitim yoluyla kuşakların kalbine ve dimağına sis­temli biçimde işlemediği müddetçe sözü edilen fitneden kendilerini kur-taramıyacaklardır. Çünkü Kur'ân kültürüyle beslenen bir kalp ve o kalb-deki imân şu sonucu doğurur:

a)  Yalnız Allah'ı bilir ve O'nun önünde eğilir,

b)  Son dinin bütün bir insanlığın dini olması için çırpınir,

c)  Mü'minlerin birlik ve beraberlik içinde Allah'a yönelmesini, O'nun emrine göre bir hayat düzeni kurmasını ister,

d)  Allah yoluna kendini adamayı, bu yoiun üzerindeki küfür, fitne ve fesad dikenlerini bir bir temizlemeyi hizmet bilir, gerektiğinde bütün var­lığını bu uğurda harcamayı büyük bir ibâdet sayar. Onun için Allah en doğru olanı  haber veriyor:

«Küfürde yarışanlar seni kaygılandırmasın; çünkü onlar Allah'a hiç­bir surette zarar veremezler.»

Küfür ve tuğyanın, fitne ve fesadın dört nala yarışması, hakiki mü1-minleri korkutmaz. Çünkü her devirde küfrün bu tür tuğyanı az veya cok olmuştur. O halde inkârın şiddeti ancak mü'minlerin imânını ve hizmet aşkını kamçılar; Allah'ın dinine daha çok sahip çıkmalarını sağlar. Çün­kü ilâhî sünnet, inandığı davaya daha çok bağlı ve sadık olanların yüzü­ne tebessüm eder. Korkakların, imân ve irâdesi zayıfların elinden tutmaz, Böylece küfürde yarışanlar da, imân ve irfan kuvvetiyle bunun karşısında duranlar da ve ölümden korkup mü'minlere korkaklık aşilıyanlar da kendi kaderlerini çizerler, hepsi o kadar. [74]

 

Küfrü İmân Karşılığında Satın Alanlar

 

«Doğrusu küfrü îmân karşılığında satın alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar vere­mezler.»

Büyük nîmetterin kıymeti daha çok elden gittikten sonra bilinir. İmân nîmeti de böyle oldu. Milletlerikaranlıktanşerefdüzeyine çıkaran, insanları insanlıktan yana hizmete sevkeden, Allah ile kulları arasındaki her türlü engeli kaldıran, dünya ile âhiret, ruh İle beden arasında gerçek anlamda dengeyi sağlayan İslâm ve Onun gönüllere yerleştirdiği hakiki imân, İslâm âleminde yabancıların çevirdikleri binlerce hile ve desiselerle eğitim dışı bırakılınca, yabancı kültüre bağlı kuşaklar yetişmeye ve birbirini takibe ve taklide başladılar. Çok geçmeden kendi öz kültürleri belirsiz hale geldi. Yabancı kültüre büyük bir hayranlık duyuldu. Böylece asırların oluşturdu­ğu köklü imân yavaş yavaş yerini inançsızlığa terketti. Daha doğrusu Müslümanların hatırı sayılır bir bölümü, yabancı kültürü imân karşılığında satın almakta bir sakınca görmediler. Uhud savaşından hemen sonra paniğe kapılıp kurtuluşu küfürde arayan münafıklar gibi onlar da kapılarını yabancı kültüre açtılar. Bu yetmiyormuş gibi, bir de kendi aralarında bö­lündüler; tartışma, sürtüşme ve vuruşmaya başladılar. Olan oldu, imân ve İslâm nimetinin büyük bir kısmı elden gitti. Sıkıntılar birbirini izledi. Küfür kılık değiştirdi, materyalizm ve komünizmi can kurtaran simit diye takdim etti. Kendini bir türlü aşağılık duygusundan kurtaramıyan Müslü­manların bir kısmı bu can simidine el uzatmakta bir sakınca görmüyecek kadar körleştiler. Varlığının, şeref ve itibarının tek dayanağı olan İslâm'a sırt çevirmenin cezasını kat kat ödediler. Ne yazık ki, hâlâ bir kısmının aklı başına gelmedi, daldığı gafletten bir türlü uyanamadı, Uyanamadığı için de emperyalist ülkeler, daha doğrusu İslâm düşmanları onları sömür­meye devam etmektedirler.

Evet yabancı kültüre körükörüne kapılarını açan bazı müslümanlar önce imânları karşılığında küfrü, İslâm'ın ilim, ahlâk ve fazîlet gölgesi al­tında yaşamaya bedel inkarcılara uydu olmayı tercîh ettiler. Aİlah ve Re­sulünün insanlıktan yana açtıkları saadet caddesinden ayrıldılar; dertleri mideleri, kaygıları beş yıllık ömürleri oldu. Bugün Afganistan'daki hazin manzara bu zincirin halkalarından biridir.

Yabancı kültür İslâm âlemine hiçbir şey kazandırmadı, ama cok şey kaybettirdi. İslâm âlemi bu yüzden birkaç asır geriye gitti. Kaybettiği za­manı telafi etmek babında bir kısmında halâ ciddi bir gayret de pek göze çarpmamaktadır.

İşte 177. âyet bu hakikati bütün açıklığıyla gözlerimizin önüne ser­mekte, kalbimize bir neşter gibi vurmaktadır:

«Doğrusu küfrü imân karşılığında satın alanlar, elbette hiçbir şey ile Allah'a zarar veremezler. Onlar için çok açıklı bir azâb vardır.»

Bu azâb biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki türlüdür: Dün­yadaki azâb, gayr-i İslâmî bir düzene uydu olmanın verdiği aşağılık duy­gusudur, Âhiretteki azâb çok daha açıklı olacaktır. [75]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle hakiki imân cevherine sahip olan mü'minlor, Al­lah yolunda birleşip bir güç oluşturdukları takdirde küfredenlerin onlara zarar veremiyeceği anlatılarak Sünnetullah'ın ilgili hükmü açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle hakka karşı gelen inkarcılara mühlet verilmesinin hikmetine parmak basılıyor, sonuç olarak bunun onlar için hayır getir-miyeceği belirtiliyor. Böylece gerçek saadetin dünyada birkaç yıl refah

içinde fazla yaşamak olmadığı, fakat imân nimetinin verdiği derin zevk ile Allah dostluğunu kazanmanın saadetin tâ kendisi olduğu açıklanıyor. Sonra da mü'minler uyarılarak iyinin kötüden, murdarın temizden, fazile­tin rezaletten ayırt edileceği ölçüye dikkatler çekilerek ilâhî irâdenin ge­reği anlatılıyor. Hakla bâtılın aralıksız mücadele halinde bulunmasının sebeplerinden birinin beürtiîen husus olduğuna işaret ediliyor. [76]

 

Meali.:

 

178—  O küfredenler bir süre kendilerini öyle bırakışımızı sakın ken­dileri için hayır sanmasınlar; onları bu bırakışımız günah artırmaları için­dir. Onlara aşağılayıcı bir azâb vardır.

179—  Allah mü'minleri de şu bulunduğunuz hâl üzere bırakacak de­ğildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Allah sizi, (Peygamberi va­hiy yoluyla gaybden haberli kıldığı gibi) gaybden haberli kılacak da değil­dir; ama Allah peygamberlerinden dilediğini seçer (de ona gaybı bildirir).

O halde siz Allah'a ve Peygamberine imân edin. Eğer inanır (ve Allah'tan korkup kötülüklerden) sakınırsanız, sîze büyük bir ecir vardır.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

«Adem bana arzolunduğu gibi ümmetim de bana arzolundu; kimlerin bana inanacağı, kimlerin de inanmıyacağı bildirildi.»

Bu hadîsi duyan münafıklar kendi aralarında, «Muhammed böyle id­dia ediyor, ama yanıbaşmda bulunduğumuz halde bizim tutumumuzu bil­miyor», diyerek alaylı bir havaya girmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet İndi. [77]

İlim adamlarımızdan Kelbî şöyle diyor:

«Kureyş'ten bazı şahıslar peygambere gelip dediler ki: «Ya Muham­med! sana uymayanın ateşte kalacağını, uyanın ise Cennet ehlinden olup saadette olacağını iddia ediyormuşsun. O halde kimlerin Sana inanacağı­nı, kimlerin de inanmıyacağını bize haber versen ya!»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. Ebû Âliye diyor ki:

«Mü'minler, Peygamber (A.S.)dan, mü'minle münafıkı birbirinden ayıracak bir alâmet istediler. (Bu konuda kendilerine keşif kapısının açılmasını ta­lep ettiler). O sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [78]

 

İlgili Hadisler

 

«İnsanların hayırlısı, ömrü uzun olup ameli güzel olandır. İnsanların şerlisi, ömrü uzun olup ameli kötü olandır.» [79]

«Ümmetimin hayırlıları o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına, benim de Resûlüllah bulunduğuma şehadet edip iyilikte bulunduk­ları zaman sevinirler, kötülükte bulundukları zaman istiğfar ederler. Üm­metimin şerlileri o kimselerdir ki, nîmet ve bolluk içinde doğmuş, onunla beslenip büyümüş, ama bütün himmet ve gayretleri çeşitli yemekler ve renk renk elbiselerdir. Konuşurken de ağızlarını eğip bükerek tumturaklı cümle kullanmaya çalışırlar.» [80]

«Allah'ın, isyan ve günahlara karşı hâlâ (süre ve bol nîmet) verdiğini gördüğünde bil ki bu Allah'ın onlara bir istidracı (mühlet vermesi)dir.» [81]

 

İrademiz Dişinda Bir Kâinat Düzeni Var

 

«O küfredenler bir sü­re kendilerini öyle birakişımızı sakın kendileri için hayır sanmasınlar.»

İnsan vücudunu bir bütün olarak dikkate aldığımızda, organları ara­sında bir bağlantı ve sağlam bir köprü bulunduğunu görürüz. Gelişen tıp ve anatomi bunu her geçen gün biraz daha belirgin hale getirmektedir. Eli­mizin bir parmağı sakatlanınca kavrama dengesi bozuluyor. Safra kesesi alınınca metabolizmada bazı aksaklıklar doğuyor. Ensemizdeki ufak pem­be doku kitlesinin yirminci asrın yarılarına kadar ne işe yaradığı bilinmi­yordu. Sonunda ilim adamları insan vücudunda yararsız bir organ, bir kit­le olmayacağı acısından hareketle bütün organlar arasında sıkı bir bağ bulunduğunu, birinin arızalanmasıyla diğerlerinin fonksiyonuna tesir et­tiğini ortaya çıkardılar. Aynı zamanda sözü edilen guddenin bedenin has­talıklarla mücadele vasıtası olduğunu isbat ettiler. Bu gudde çalışmayın­ca yabancı organizmalarla savaşan antikorlar imâl edilemiyor.

Bunun gibi doğumu önleme haplarının kadınlarda bir takım anormal­likler meydana getirdiği anlaşılmıştır. Çillerin çıkması, saçların dökülmesi bundan dolayıdır. Son yıllarda spiralin zararlı etkileri olduğu görüldü. Şöy­le ki, yapılan araştırmaya göre, spiral kullanan kadınlar diğerlerine oranla dokuz defa daha fazla yumurtalık ve yumurtalık kanalı enfeksiyonuna ya­kalanıyorlar. Bademciklerin bedenimizi mikroplardan koruduğu kesinlik kazanmıştır. Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Asıl anlatmak istediğimiz şudur:

Sosyal olaylar da kâinat düzeninin bir oluşumunu, bir dengesini mey­dana getirmektedir. Konumuzu oluşturan âyetle, bir bakıma bu hususa işaret ediliyor: «O küfredenler bir süre kendilerini öyle bırakışımızı sakın kendileri için hayır sanmasınlar; onları bu bırakişımız günah artırmaları içindir. Onlara aşağılayıcı bir azap vardır.»

Sosyal dengeyi ayakta tutan sebeplerden biri de işte budur. Küfre­denler olmasaydı inkâr fırtınası esmeseydi, imân edenlerde hareketsizlik başlar, dinî ve ilmî araştırma durur, hakla bâtıl arasındaki denge bozulur­du. Artık ne imânın gerçek anlamı bilinir ne hakiki mü'minin ölçüsü... İyi ile kötü, aşağılık ile erdemlik birbirinden ayırt edilemez duruma gelirdi.

O halde hem sosyal dengeyi -bu açıdan da- sağlamak, hem düşünce ve inanca aktivite kazandırmak, hem insanlar arasındaki fikir ve inanç alış-verişini sürdürmek için inanmışlara yer verildiği kadar inkarcılara da planda yer verilmiştir. İnkarcılar küfür ve inatlarını artırdıkça, inanmışlar da imân ve faziletlerini artırır; tıpkı başağın olgunlaşması, güneşin ısısının artmasına bağlı bulunduğu gibi. İşte bu oluşum ve olaylar sosyal haya­tımızın organları mesabesindedir. Kâfirlerin tamamen yok edilmesi müca­dele ruhunun durması demektir.

Şu halde mü'minin Allah yolunda can vermesi, insanlığa saadet ha­vasını estirir. Münafıkların cihada katılmayıp biraz daha yaşamaya çalış­ma arzulan ve mü'minlerin kötü bir akıbete uğramalarını istemeleri, aşa­ğılık ve rüsvaylık havası estirir. Ama saadet havasının değeri bir bakıma bununla anlaşılır. Ölen veya gazi olarak yaşayan hem güzel örnek, hem saygın bir ortam hazırlamıştır. Ölümden kaçan, inanmadığı için cihada katılmayan ise hem kötü misal bırakmıştır, hem de itibarını kaybetmiştir. Bu iki organ anlamındaki tutum ve davranış birbirine bağlı bulunuyor. Bi­rinin olmayışı diğerinin fonksiyonunu zedeliyor. [82]

 

Zayıf İmanlılar Ve Tabii Eleme Kanunu

 

«Sonunda murdarı temizden ayıracaktır.»

Canlılar âleminde «Doğal Seleksiyon» dedikleri tabii eleme kanunu, güçlünün yaşamasını, güçsüzün elenmesini tezgâhlar. Böylece güçlüyle güçsüz birbirinden ayrılır ve kâinattaki bu tür oluşumlar kendi ortamların­da denge ve düzeni sağlar.

İnanan bir toplulukta da durum bundan farksızdır: Tahkiki imânla Taklidi imânı, mü'minle münafıkı ayırt edebilmek veya İmân ve irâdesi sağlam ve sadık olan mü'minle imân ve irâdesi çok zayıf kişileri birbirin­den ayırmak da Sünnetultah ile gerçekleşir. Bu sünnet sırası gelince hük­münü yürütür. Böylece tabii eleme kanununa bağlı bulunan olay toplum yapısında meydana gelir. Kur'ân buna Uhud savaşını misal veriyor. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşa hazırlanırken bir taraftan münafıklar, bir yandan da imân ve irâdesi zayıf olanlar derhal renklerini belli ettiler. İlk adımda tabii eleme kanunu zayıfları elemeye başladı. Savaş sonrası uğ­ranılan hezimet ve yenilgiyi hakiki mü'minler İslâm'ın lehine değerlendi­rirken, zayıf mü'minler ve münafıklar İslâm'ın aleyhine yorumladılar, ümit­leri sarsıldı, cihat ruhunu bir anda kaybeder gibi oldular. Böylece iyiler kötülerden, gerçek ve sadık mü'minler münafıklardan ayırt edilmiş oldu. Herkes kendine lâyık yeri aldı, itirazlar kalktı. Daha önce güçlü bir İmâna sahip olduğunu iddia eden veya öyle sananların bu olaydan sonra kaç kırat oldukları anlaşıldı.

Kur'ân bu eleme kanununu şu âyetle bize hatırlatmakta, Sünnetul-lah'ı daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır:

«Allah mü'minleri de şu bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır.» [83]

 

Her Mü'mine Gaybın Kapısı Açılsaydı Ne Olurdu?

 

Allah sizi gaybden haberli kılacak değildir.»

Bu, aslında Devr-i Saadette mü'minlerin bir istek ve samimi arzusu olarak belirmişti. Münafıkların her devirde ve her toplumda olduğu gibi, bir takım gizli planları, sinsî faaliyetleri vardı. Savaşa çıkılırken bazı ma­zeretler ileri sürerek katılmıyanlar oluyordu. Ölçülü ölçüsüz konuşanlar da eksik değildi. Bu durumda kim ne idi ve öne sürdüğü mazeret ve sarfettiği sözün samimiyetle ilgi nisbeti neydi? Bu pek bilinmiyordu. Ger­çi Allah'ın Resulü vahiy yoluyla bütün bunları biliyordu, fakat açıklamaya mezun değildi. Mü'minlerden çoğu Allah'ın kendilerine bu konuda gaybın kapılarını açmasını, insanların içyüzü hakkında keşif ve müşahede yo­luyla bilgi verilmesini arzuladılar. Böyle bir arzunun gerçekleşmesi iyi ni­yetle de olsa birçok sakıncalar doğururdu. O kadar ki, toplum yapısında­ki organlar arasında dengesizliğe yol acar, bir takım huzursuzlukları da­vet ederdi. Bunları kısaca özetliyecek olursak, şöyle sırahyabiliriz:

Gaybe muttali' olmak :

a)  İnsan tabiatını değiştirir,

b)  Toplum düzenini bozar,

c)  Sınıf farkı doğurur,

d)  Aklın ve sıhhatli düşüncenin değerini düşürür,

e)  Sevgi bağlarını koparır, akrabalık ilgisini dumura uğratır,

f)  Çalışma zevkini giderir, mücadele aşkını başka biçimde geliştirir.

Bu ve benzeri sebeplerle Allah murdarı temizden ayırmayı mü'minle-re keşif ve keramet yoluyla değil, cihat yoluyla, çetin imtihanlara tabi tut­ma sünnetiyle bağlantılı kılmıştır. [84]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

İmlâ : Uzun ömür, tatlı hayat, bir süre kendi haline bırakmak anlam­larına gelir.

«Şu bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir» :

Ayetinde kime hitap edilmiştir, yani muhatap kimdir? Bu hususta farklı yorumlar yapılmıştır:

a)  İbn Abbas, Dahhak, Mukatİl, Kelbî ve birçok müfessirlere göre, muhatap kâfirler ile münafıklardır. Yani Allah, sizin ey inkarcılar bulundu­ğunuz küfür, nifak ve Peygambere düşmanlık üzere, müminleri yardımsız bırakacak değildir.

b)  Hitap müşrikleredir. Mü'minlerden maksat, henüz baba sulbünde, ana rahminde olanlardır. Yani Allah sizin çocuklarınızdan imân edecek olanları, sizin bulunduğunuz şirk ve inkâr üzere bırakacak değildir.

c)  Hitap mü'minleredir. Yani Allah sizleri ey mü'minler! bulunduğu­nuz şu mü'minle münafık karması üzere bırakacak değildir.

İlim adamlarımızın çoğu bu üçüncü yorumu daha çok benimsemiş­lerdir. [85]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, imân nîmetinden, şehit olanların Allah katında­ki yüksek derecelerinden, imân birliğine yönelmenin yararlarından bahse­dildi. Mü'minler kendi aralarında sağlam bir cemaat oluşturdukları ve bu yoldan hareketle imkân ve irâde sınırına gelme şuurunu taşıdıkları takdir­de inkarcıların onlara zarar veremiyeceği belirtildi. Kâfirlerin Sünnetullah gereği bir süre bulundukları hal üzere bırakılacakları, yani kendilerine mühlet verileceği açıklandı.

Aşağıdaki âyetle, mü'minlerin, bulundukları mü'min, münafık karma­sı üzere bırakılmıyacağı, murdarı temizden, samimi imân sahibini, mü'min görünümündeki sahte münafıktan ayırmak için Sünnetullah'ın hükmünü yürüteceği    ve cimriliğin de bir kıstas olacağı belirtiliyor. [86]

 

Meali :

 

180— Allah'ın kendilerine verdiği bol nîmetiyle cimrilik edenler, sakın onu kendileri için hayırlı sanmasınlar; bilâkis bu onlar için serdir. Cimri­lik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberlidir.

 

İniş Sebebi

 

Bir rivayete göre, bu âyet zekât vermiyenler hakkında inmiştir. Çün­kü mâlî ibâdet imân cevherinin bir bakıma ölçüsünü ortaya çıkarır. Cihat da bunun bir diğer sebebidir.

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Tevrat'ta yazı­lı bulunan sıfatlarını gizleyip halka söylemiyen hahamlar hakkında inmiş­tir. Cimrilikten maksat burada ilmi gizleyip insanlara neşretmemektir. [87]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah bir kimseye mal verir de o zekâtını ödemezse, o mal kıyamet günü başı dazlak (parlak), gözlerinin üst kısmında siyah iki nokta bulu­nan bir yılana temsil edilerek onun boynuna dolanır, sonra da ağzının iki yanını tutarak: «Ben senin malınım, ben senin hazinenim» der.» [88]

«Yakın akrabasına gelip, Allah'ın ona verdiği bol nimetinden ister, Bu hadîsle, zekâtı, sadakası, vergisi ve kul-millet hakkı verilmiyen bir mal ve servetin fertler ve milletler için zehirleyici bir yılan olduğu hatırlatılıyor.

o da cimrilik edip bir şey vermezse, mutlaka Cehennemiden dilini ağzında döndüren bir yılan çıkar da onun boynuna dolanır.» [89]

aCimrilikten sakının çünkü sizden öncekileri aşırı hırs ve cimrilik yok etmiştir.» [90]

aiki huy var, bunlar bir mü'minin (kalbin)de birleşemez: Cimrilik ve kötü ahlâk.» [91]

«Kim de bildiği ilimden sorulur da onu gizleyip söylemezse, ateşten bir gem ile gemlenir.» [92]

 

İnsan Karakterini Ortaya Çıkaran Sebepler

 

«Allah'ın kendileri­ne verdiği bol nîmetiyle cimrilik edenler, sakın onu kendileri için hayır sanmasınlar.»

İçyüzü anlaşılması en zor canlı, insandır. «İnsan, bû meçhul» diyenler haksız bir yargıda bulunmamışlardır. İnsan karakteri, diğer bir deyimle iç­yüzü kapalıdır, hemen bilinemez. Savaş ve benzeri felâket ve musibetler bir ölçüde bu perdeyi aralar. Allah yolunda insanlıktan yana fedakârlık, farz olan zekât, sünnet olan sadaka ve benzen malî ibâdetler de bu per­denin geri kalan kısmını açar; sahnede olan bütün açıklığıyla görünür. Bunun için Kur'ân değişik ifadelerle bu gerçeğe dokunur: «And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık ile, biraz da maldan, candan ve ürünlerden noksanlık vermekle deneriz.» [93]

Konumuzu oluşturan âyetle de buna parmak basılmakta ve mü'minler uyarılmaktadır.

«Ortalığı kaplayan sis ve duman çekilince, altındaki binitin at mı, yok­sa eşek mi olduğunu anlarsın» mısraları da bir bakıma bu sünneti yansıtır.. [94]

 

Cimrilik Serdir, Felâketi Davet Eder

 

İslâm cemaati, günün gereği olarak ilim ve tekniğe sahip olduktan sonra daha çok şu iki kuvveti bir araya getirip bütünleştirmek zorunda­dır : Samimi imân ve mâlî fedakârlık. Aksi halde şer ve fesadın önüne ge­çemez, tuğyanı durduramaz. Çünkü samimi imân Tevhît odağında birle­şip yenilmez bir kuvvete; mâlî fedakârlık hem sınıf farkının ortadan kalk­masına, hem din kardeşliğinin yaygınlaşmasına kapı açar. Hazreti Pey­gamberin (A.S.) etrafında kenetlenen Ashab-ı Kiram bu iki hususta da en güzel örneği vermiş ve elde ettikleri başarı ile bunu simgelemişlerdir. Böy­lece inkâr ve tuğyan hezimete uğramış, fitne ve fesat dolabı gücünü yitir­mişti.

Kur'ân günümüzün Müslümanlanna bilhassa bu hususu hatırlatmak­ta, cimrilikle imânın aynı kalbde birleşemiyeceğine işarette bulunarak imânlarını tazelemelerinin   iüzumuna atıf yapmaktadır. [95]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle, imânla cimriliğin bir kalpte birleşemeyeceğine ve cimriliğin şerri davet edeceğine işaret edildi. Aşağıdaki âyetlerle, mad­deye karşı aşırı tutkusu bulunan ve bu yüzden cimriliğin en kötüsünü or­taya koyan; peygamberleri öldürecek kadar kaba ve katı davranan Ya­hudiler misal veriliyor. Amellerinin karşılığını hem dünyada, hem âhirette gördüklerine dikkatler çekilerek maddeye tapmanın hiçbir millete saadet getirmediği ve getirmiyeceği açıklanıyor. [96]

 

Meali :

 

181—  «Allah fakirdir, biz zenginiz» diyenlerin sözünü şüphesiz ki Al­lah işitti. O dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini yaza­cağız ve: «Tadınız o yakıcı azabı!» diyeceğiz.

182—  İşte ellerinizle önden gönderdiğinizin karşılığıdır bu! Çünkü Al­lah elbette kullarına haksızlık edici değildir.

183—  «Ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere imân etmiyeceğimize dair Allah bize ahidde bulundu. (Tevrat'ta emir ver­di)» diyenlere, de ki: «Benden önce size peygamberler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler, doğru sözlüler iseniz neden onları öldürdünüz?»

184— Ey Muhammedi eğer seni(n peygamberliğini) yalan saydılarsa, senden önceki birçok peygamberler de yalanlanmıştir ki, onlar açık bel­geler, mu'cizeler, irşat dolu sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi.

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre Ebû Bekir SIDDÎK (R.A.) bir gün Yahudilerin medrese­sine uğradı. Birçok kimsenin Yahudi ilim adamlarından FAHNAS'ın başına toplandığını gördü. Ebû Bekir (R.A.), Tevrat'ı bilen bu bilgine seslendi:

  Ey Fahnas! Allah'tan kork, İslâm'a gir. Allah'a yemin ederim ki, sen, Muhammed'in Resûlüllah olduğunu, Allah'tan size hak ile geldiğini ve bunun Tevrat'ta yazılı bulunduğunu biliyorsun. O halde inadı  bırak, imân et, Muhammed'i doğruia ve Allah'a faizsiz ödünç ver ki seni Cen­nete koysun ve sevabını kat kat artırsın.

Fahnas ona şu cevabı verdi;

  Ey Ebû Bekir! sen Rabbimizin bizden ödünç istediğini mi iddia edi­yorsun? Halbuki ancak fakir zenginden istikrazda bulunur. Eğer senin de­diğin haksa, o takdirde Allah fakir, biz zenginizdir. Eğer Allah zengin ol­saydı bizden istikrazda bulunur muydu? diyerek Ebû Bekir'i alaya aldı ve kelime oyunu yapmak suretiyle küfür ve inadını artırdı.

Ebû Bekir onun bu alaylı cevabına ve Allah'a dil uzatmasına fazla­sıyla sinirlendi, kendine hâkim olamıyarak Fahnas'a şiddetli bir tokat vur­du, sonra da şöyle dedi:

  Canımı kudret elinde tutan Rabbıma yemin ederim ki, aramızda bir anlaşma ve sözleşme bulunmasaydı, herhalde boynunu vururdum, ey Allah'ın düşmanı!

Bu olay üzerine Fahnas kalkıp Hazreti Peygamber'e gelerek şikâyet­te bulundu. Peygamber (A.S.) Efendimiz, Ebû Bekir'i çağırarak sordu : «Ya Ebâ Bekir! Seni buna iten nedir?» O da : «Ya Resûlellah! Allah düş­manı olan bu adam, Allah'ın fakir, kendilerinin zengin olduğunu söyledi. Dayanamadım, Allah için öfkelendim ve bir tokat vurdum» diye cevap ver­di. Fahnas inkâr etti, böyle bir söz sarfetmediğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Bekir'i doğrular mahiyette yukarıdaki âyetler indi. [97]

Diğer bir sebep :

Yahudilerden* birkaç kişi toplanıp Resûlüllah (A.S.) Efendimize gel­diler ve: «Ey Muhammedi dediler, sen bizlere peygamber olarak gönde­rildiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah ateşin yiyeceği bir kurban getir­medikçe hiçbir peygambere imân etmiyeceğimize dair Tevrat'ta bize ahid-de bulundu, emir verdi, söz aldı. Eğer gaibden bir ateş gelir de bir kurban yerse, o takdirde seni tasdîk ederiz.» dediler. Bunun üzerine 183. âyet indi. [98]

 

İlgili  Hadîs

 

«Yeryüzünde bir günah işlendiği zaman ona hazır olup da hoş karşi-lamîyan veya onu men'etmeye çalışan kimse, orada hazır bulunmayan gi­bidir. O günahın işlendiğini görmiyen fakat duyup da rıza gösteren kimse ise orada hazır bulunan gibidir.» [99]

 

Fıkhî Ve İtikadı Yönü

 

 «O dediklerini ve hak­sız yere peygamberleri öldürdüklerini yazacağız.»

Peygamberleri öldüren Yahudiler asırlarca önae gelip geçtiği halde Kur'ân'da Hazreti Peygamber devrinde yaşayan Yahudilerin böyle bir suç­la muhatap tutulmaları üzerinde duran Üim adamlarımız, şu neticeyi çı­karmışlardır :

Geçmişte işlenen bir günah ve suçu -aradan ne kadar zaman geçer­se geçsin- tasvip edenler varsa, aynı suçu işlemiş sayılırlar. Yahudilerin durumu da böyle olmuştur. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden asırlarca ön­ce Zekeriya, Yahya ve diğer bazı peygamberler Yahudiler tarafından öl­dürülmüştür. Ama halen yaşamakta olan Yahudiler bu cinayeti tasvip edi­yor, aynı itikadı taşıyorsa, sözü edilen suç ve günaha iştirak etmiş sayı­lırlar.

Nitekim ilim adamlarından Âmir eş-Şa'bî Hazretleri, Hz. Osman (R.A.) Efendimizin katlini tasvip edenlere, geçmişte işlenen bu cinayeti yerinde görenlere benzeterek, yukarıdaki âyeti okuyup aynı suça katıldıklarını ha­tırlatmıştır. [100]  Mealini yazdığımız Hadîs-i Şerîfte de bilhassa bu  husus belirtilmekte, küfre rızanın küfür, günaha rızanın günah, suçu tasvibin suç olduğu hatırlatılmaktadır. [101]

 

Tarihî Yönü

 

«Ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe...»

Mevcut Tevrat nüshalarında gaipten gelen bir ateşle kurban ya da takdimelerin yanıp yok olduğunu veya gaipten gelen bir kurbanın takdime yapıldığını belirten bir belgeye raslanmamıştir. Müfessirlerimizden çoğu, bu belgenin Tevrat'ın Musa'ya inen ük nüshasında mevcut olduğunu, bu ilk nüsha ortadan kaybolunca sonradan yazılan Tevrat nüshalarında yer almadığını belirtmişlerdir. Bu, isabetli olabilir. Çünkü Tevrat'ın birçok bel­geleri kısmen, ya da tamamen değiştirilmiş ve bir kısım belgelere yer ve­rilmemiştir.

Yine ilim adamlarımızın tesbitine göre, bu hüküm İsâ Peygamberin ta­mamlayıcı nitelikte olan şeriatıyla kaldırılmıştır. Çünkü buna gerek kalma­mış, İsâ Peygamber ölüleri diriltecek kadar büyük mu'cizelerle gönderil­mişti.

Tevrat'ta, sözü edilen kurbandan değil, Allah'a yakın olmak, işlenen günahtan kurtulmak için «takdime» deyimiyle kurbanlardan sık sık bah­sedilir. Özellikle Tevrat'ın üçüncü kitabı Levililer bölümünde bu konuya geniş yer verilmiştir. Harun oğullarından gelme kâhinler tarafından yakı­lan «takdîme»lerin, yukarıda sözü edilen kurbandan mülhem olduğu sa­nılmaktadır. Konuyu biraz daha aydınlatabilmemiz için Tevrat'taki bu bel­gelerden birini nakletmekte yarar görüyoruz:

«Ve Rab Musa'yı çağırdı ve toplanma çadırından ona söyleyip dedi: İsrail oğullarına söyle ve onlara de: Sizden biri Rabbe takdime arzettiği zaman, takdimenizi hayvanlardan, sığır ve davardan arzedeceksiniz.

Eğer takdîmesi sığırdan, yakılan takdime ise, onu erkek, kusursuz olarak arzedeeek; kendisi RABBİN önünde makbul olsun diye onu toplan­ma çadırının kapısında arzedecek. Ve elini yakılan takdimenin başı üze­rine koyacak ve kendisi için keffaret etmek üzere kabul olunacaktır. Ve genç boğayı RABBİN önünde boğazhyacak ve Harun oğulları, kâhinler, kanı takdim edecekler ve kanı toplanma çadırının kapısında olan mez-bah üzerine çepeçevre serpecekler. Ve yakılan takdimeyi yüzecek ve onu kendi parçalarına göre kesecek ve kâhin Harun'un oğulları mezbah üze­rine ateş koyacaklar ve ateşin üzerine odunlar dizecekler ve Harun oğullan kâhinler mezbahta olan ateşin üzerindeki odunların üstüne parçalan, başı ve yağı dizecekler, fakat içlerini ve paçalarını su ile yıkıyacak ve kâ­hin hepsini yakılan takdime, ateşle yapılan takdime, RABBE hoş koku ola­rak, mezbah üzerinde yakacaktır.»  [102]

 

Faizsiz Ödünç Ve Maddeciler

 

«Allah fakirdir, biz zenginiz, diyenler...»

Yahudilerle Arap Yarımadasında yaşayan putperestler arasında faiz muamelesi son derece yaygındı. Karşılıksız ödünç verip almak tamamen unutulmuş, her şey maddî değer ve karşılıklı menfaatle ölçülmeye başlan­mıştı. Düşkünün elinden tutan olmadığı gibi, faiz İşlemiyle fakirlerin ilik­leri emiliyor, altından kalkılmaz yükler altına sokuluyordu. Tevrat'ın faizi yasaklayan emirlerine, İsâ Peygamberin getirdiği kardeşliğe iltifat eden yok gibiydi. Dinlerin aslı unutulmuş para ve put her şeyin üstünde tutul­muştu. Yahudiler, Allah fakirdir diyecek kadar şımarıp küstahlaşmalardı.

Kur'ân böyle bir devirde indi. İnsanları madde çukurundan kurtarma­yı hedef ve amaç edinerek cihan kardeşliğini getirdi. Faizsiz ödünç ver­menin aslında Allah'a verilmiş bir ödünç sayılacağını ve bunun sadakadan çok ileri bir mâna taşıdığını gönüllere işlemeye yöneldi. Maksat, maddeye aşırı derecede tutkusu olan katı yürekleri yumuşatmak, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümünü ve sömürüsünü kaldırmak, insanca yaşa­manın bütün yollarını ve kapılarını açık tutmaktı. Hattâ Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, karşılıksız ödünç vermenin sadakanın sekiz misli sevap ka­zandıracağını belirtmesi hep bunun içindi.

Ama insan karakteri bu ya, menfaatine dokunulunca hiçbir kıstas ka­bul etmez, tepki gösterir, gerekirse basar feryadı. Yine gerekirse inat ve inkâra sapar, bütün kutsal ölçüleri bir çırpıda iter.

İşte Kur'ân inince Yahudilerin de tutumu böyle oldu. Kur'ân'ın bu in­sancıl, insancıl olduğu kadar cihanşümul belgesini alaya aldılar, ters bir mâna vererek karşılıksız ödünç isteyen fakir sayılır, yargısıyla yola çıkıp Allah'ın fakir, kendilerinin zengin olduğunu diyecek kadar gayr-i ciddi dav­randılar. Bu da yetmiyormuş gibi, son peygamberi tasdik edebilmeleri için, gökten bir ateşin yiyip bitireceği bir kurban mu'cizesi gösterilmesini talep ettiler. Halbuki Tevrat'ta bununla ilgili belge değiştirilmiş, emir mahiye-

tinde bir hüküm çoktan unutulmuştu. Ama Yahudi inat ve zekâsı, dede babalarının yolundan ayrılmayıp aynı isteği son peygambere de teklîf et­tiler. Halbuki daha önce gelen peygamberler böyle bir mu'cize getirdik­leri halde Yahudiler yine inat ve inkârlarında devam etmiş, üstelik o pey­gamberleri öldürmüşlerdi.

Kur'ân onların bunca ölçüsüzlüklerini, inat ve inkârlarını açıklıyor. Maksatlarının mu'cize olmadığını bildiriyor.

Dün ne ise, bugün de aynı; Yahudilerde bir değişiklik yoktur. Madde­ciler de böyle. Dünyayı huzursuz edenler, materyalist felsefeyle beyinleri yıkanan maddeciler değil  midir.

Müslümanlar da kendilerini madde çukuruna iter, faiz işlemini kurta­rıcı bir simit olarak benimser ve faizsiz ödünç sistemini ortadan kaldırır-sa, spiritüalizm ile materyalizm arasındaki denge bozulur; İslâm'ın anlamı kalmaz. Aynı sistemin kurbanları arasında yerlerini, yurtlarını almış olur­lar. [103]

 

Peygamberi Teselli

 

 «De ki Benden önce size peygamberler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldiler, doğru sözlüler iseniz neden onları öldürdünüz?»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bilindiği gibi rahmet peygamberidir. Kaİ-bi insanlıktan yana merhamet ve şefkatla doludur. Ne Yahudilerin madde­ye tapmasına, ne Arapların putların önünde eğilmesine dayanabilirdi. İn­sanların bu tür sapık yollara sapmasına gönlü hiçbir suretle razı değildi. Bunun için zaman zaman üzülür, bunca insanın kendini Allah'tan uzaklaş­tırıp elim bir azaba itmesini düşündükçe kalbi daralırdı. Kur'ân'da sık sık Onun bu halinden söz edilir ve kendisine düşenin açık bir tebliğ olduğu, hidâyetin ise Allah'a ait bulunduğu hatırlatılır.

Konumuzu oluşturan âyetle de bu anlamda bir teselliye kapı açılmış, her gelen peygamberin kendini inat ve inkâr oklarından uzak tutamadığı­na, bu yüzden bir çok çileler, eziyet ve meşakkatler çektiklerine işaret edilmiş, hak ile bâtıl mücadelesinin insanla başladığına ve bunun kıya­mete kadar sürüp gideceğine atıf yapılarak bu konudaki ilâhî sünnetin hükmünü yürüteceğine dikkatler çekilmiştir. [104]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Kitap ehli ile müşriklerin küfürde inat et­meleri ve Müslümanlara incitici anlamda dil uzatmaları söz konusu edil­di. Bunca İnsanın doğru yola girmemelerinin Resûlüllah'i için için üzdüğü

belirtilerek, her gelen peygamberin bu tür söz ve davranışlara maruz kal­dığı hatırlatıldı. Hattâ bazı peygamberlerin öldürüldüğüne dikkat çekilerek tesellide bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle bu teselliye daha geniş bir anlam kazandırılarak her şeyin ölümle sona ereceği, geriye iyi ve kötü amellerin hesabı ve kar­şılığı kalacağı; dünya hayatının aldatıcı ve oyalayıcı bir geçimlik olduğu belirtiliyor. Herkesin işlediği iyilik ve kötülüğe göre bir karşılık göreceği ve asıl karşılığın noksansız biçimde âhiret günü verileceği hatırlatılıyor. [105]

 

Meali :

 

185—  Her canlı ölümü tadıcıdır (tadar). (Amellerinizin) karşılığını an­cak kıyamet günü tam olarak göreceksiniz. Artık kim ateşten uzaklaştırı­lıp Cennet'e konulursa, gerçekten o kurtulmuştur. Dünya hayatı ise alda­tıcı bir yararlanma ve geçimlikten ibarettir.

186—  Şanıma and olsun ki, mallarınızda ve canlarınızda ciddi bir sı­navdan geçirileceksiniz ve gerek sizden önce kendilerine kitap verilenler­den, gerekse müşriklerden birçok incitici (sözler ve davranışlar) duyacak-

sıntz. Eğer sabreder (takva ölçüleri içinde) sakınırsanız, işte bu azmedile­cek işlerdendir.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.} Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra bu bel­dede üç ayrı sınıf oluştu: Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikler. Bunlar arasında idarî bir otorite ve karşılıklı hakları koruyucu anlamda bir diya­log kurmayı tasarlıyan Efendimiz, her üç sınıf ile ölçülü biçimde temas halindeydi. Tabii Yahudiler İslâmın Medine'yi merkez seçmesinden hiç ama hiç memnun değillerdi. Bu bakımdan ünlü şâir ve hatiplerini son din ve onun peygamberi aleyhine harekete geçirdiler. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [106]

Diğer bir rivayete göre :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir merkebe binip yedeğinde Zeyd oğlu Üsame olduğu halde, sözü edilen üç ayrı sınıftan meydana gelen bir top­lantıya rasladı. Durup selâm verdi. Müslümanlar Onun selâmını saygı ile aldılar; Medine'de bir baş olma sevdasıyla yıllar yılı çalışan fakat Hz. Peygamberin gelmesiyle bütün plânlan suya düşen Abdullah bin Ubey üstlüğünün bir ucuyla burnunu kapadı. Böyle yapmakla, Resûlüllah'tan tiksindiğini ve kötü bir koku hissettiğini anlatmak istiyordu. Buna rağmen Rahmet Peygamberi hiçbir şey olmamış gibi davranarak Kur'ân okudu. Müslümanlar hürmetle dinlediler. Buna daha fazla dayanamiyan Abdul­lah bin Ubey, Peygambere dönerek şöyle dedi: «Ey kişi! Senin söyledik­lerin hiç de hoşa giden cinsten değildir. Eğe/ okuduğun şey hak söz ise, ne diye bizi burada rahatsız ediyorsun, var git kendi meclisinde oku, sa­na gelen olursa ona oku..» Aynı toplantıda bulunan Abdullah bin Revaha ise, «hayır, onu sen bizim meclisimizde oku, ya Resûlellah! Çünkü hoşu­muza gidiyor» diyerek İslâm düşmanını susturmak istemişti. Derken bir tartışma başladı. Hz. Peygamber onları yatıştırıp ayrıldı. Hasta yatan Sa'd bin Ubade Hazretlerini ziyarete gitti. Sa'd olanları duyunca üzüldü ve te­sellide bulunarak onların affedilmesini diledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [107]

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet'te bir değneğin işgal ettiği yer, dünya ve ondaki şeylerden hayırlıdır. İsterseniz FEMEN ZUHZİHA ANİ'N-NAR... âyetim okuyun.» [108]

«And olsun ki, dünya, âhiret yanında sadece sizden birinin parmağını suya daldırması gibidir, hele bir baksın parmağı ne kadar su ile kendisi­ne dönmüştür.» [109]

Üsame bin Zeyd (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz ile Ashabı, Allah'ın emrettiği gibi Kitap Ehlini ve müşrikleri affeder; onların incitici söz ve davranışlarına karşı sabrederlerdi.» [110]

«Kim ateşten uzaklaştırılmasını, Cennet'e sokulmasını arzu ediyorsa, Allah'a, âhiret gününe (samimi bir gönülle) inansın ve kendisine nasıl ge­linmesini istiyorsa öylece insanlara gitmeyi istediği halde eceli kendisine erişsin.)[111]

 

Ruhlar Da Ölümü Tadar Mı?

 

Her can'' ölumu tanıcıdır.»

Bu âyetten, ölümü tadanın öleceği anlaşılıyor. O halde tadan rûh mu, yoksa beden mi? Ruh bedeni terkedeceğini anlar; ölümü tadan ise, insanî ruh değil, hayvanî ruhtur. O da bedenle birlikte ölür. Bazılarına göre, in­sanî ruh ölümü tadar, beden ölür.

«Yerin üstündeki her şey fânidir.» [112]

Âyetinden de ruhların bu son bulmanın dışında kalacağı İstidlal edil­miştir. Çünkü insan ölünce ruhu dünyada kalmaz, ruhlar (Berzah) âlemi­ne geçer. Hem ruh Rabbimizin emrindedir. Maddeye te'sir eden şeyler ona tesir etmez.

Cennet'teki Huri ve Vildanlara gelince, onların ölüp ölmiyeceği hak­kında farklı yorumlarda bulunulmuştur. Ama biz diyoruz ki, ölüm bir isti­hale, bir halden başka bir hale geçişinin kaçınılmaz kapısıdır; şartlan çok değişik diğer bir âleme göçmenin hazırlığı ve ruhun gideceği âleme uygun elbise değiştirmesidir. Cennet'teki Huri ve Vildanlann oranın hayat şart­larına göre yaratıldığına göre bir istihale geçirmelerine gerek kalmıyor. Aynı şey melekler için de söz konusudur. Ancak ilim adamlarımızın meteklerin ölüp ölmüyeceği hakkında cok farklı yorumlan vardır. Buna gir­mek istemiyorum.

Nitekim Kur'ân'da buna işaret edilerek deniliyor ki:

aSûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üfürülür derken (ölenlerin tamamı) kalkıp bakışırlar.» [113]

«Allah'ın dilediği hâriç» istisnasından bazı varlıkların örneğin melek­lerin. Cennetteki Huri ve Vildanların ölmiyeceği anlaşılıyor. «Cansız yere düşer» diye mealini verdiğimiz «SAİKA» fiilinin mutlaka ölüm anlamına gelmediği de bilinmektedir. «Sesin şiddetinden aklı başından gidip bay­gınlık geçirdi», «Korkudan dengesini kaybedip yere düştü», «Tıpkı yıldı­rım çarpmış kimse gibi düşüp kendinden.geçti,» biçiminde de buna mâna verilebilir. Ne var ki müfessirlerimizin çoğu, ilgili hadîsleri de dikkate ala­rak buna «düşüp ölür» mânasını daha uygun bulmuşlardır.

Bu konuya Zümer sûresinde 68. âyetin tefsirinde geniş yer verilmiş­tir. Arzu edenler oraya baksınlar. [114]

 

Allah'a İmânın Hedefi Saadettir

 

(Amellerinizin) karşılığını ancak kıyamet günü tam olarak göreceksiniz.»

Eserden müessire kapı acılorak kâinattaki mutlak düzenin sahibine yönelip O'na şuurlu ölçü ve anlamda imân etmek insanı faziletin doruğu­na, insan olmanın şeref düzeyine eriştirir. İşte böyle bir imânın hedefi mutlak saadettir. Ne var ki, bu dünyada sözü edilen saadete çoğu kez erişilmemekte, erişileni ise birkaç günlük bir zamania bağlı bulunmakta­dır. Halbuki fazîlet ve kemalin temelini oluşturan imânın hedefi herhalde saadettir. Bu, Sünnetullah'm şaşmayan kıstaslarından biridir. O halde bu dünyadan başka bir âlemin varlığını kabul etmek zorundayız. Aksi halde ne imânın, ne de fazîlet ve kemalin değeri kalır. Bunlar gayeden uzak boş sözler olarak anlamını yitirir.

Aslında ne imân ve fazîlet, ne de olgunluk ve hayrrhahlık hedefinden sapar. Bu dünyada hedefini bulamıyan ve bulmamış gibi görünen bu yü­ce değerler bir gün mutlaka hedeflerini bulacaklardır.

İşte Kur'ân, «imân ettim, fazîlet mücadelesi verdim, insanlıktan yana bir nice fedakârlıklara katlanarak hizmet sundum da ne oldu? Bir sürü inkarcı ve çıkarcı ham ervah bol nîmet içinde yüzerken ben dertten, fe­lâket ve musîbetten yakamı kurtaramadım!» diye yanlış bir düşünceye sa-pılmamasıni hatırlatarak gerçek saadetin şu geçici birkaç günlük dünya hayatında değil, ebedî olan âhiret yurdunda olduğunu Sünnetullah ölçü­sü içinde veriyor:

«(Amellerinizin) karşılığını ancak kıyamet günü tam olarak görecek­siniz», yani noksansız verilecek ve böylece imân temeli üzerinde yükselen fazîlet saadete, inkâr bataklığında yeşeren rezîlet de felakete kavuşacak­tır. [115]

 

Mal Ve Can İle İmtihan Edilme

 

«Canıma and olsun ki, mallarınız­da ve canlarınızda ciddi bir sınavdan geçirileceksiniz..»

Kur'ân ferdi ve toplumu dar acıdan kurtarıp onlara geniş ufuklar acar. Yakın ve önemsiz amaç ve hedefe takılıp kalanları çekip alır, yüce ve son­suzluk va'deden hedef ve amaçlara yöneltir. Zira mal ve oan gibi iki fâni­ye gönül verip hayattan maksadın bu ikisine kavuşmak ve devam ettirmek olduğunu sanan bir kafa ve kalbin büyük dâvaları, insanlığın selâmetiyle ilgili meseleleri düşünüp anlaması çok zordur. Hani küçük ve önemsiz iş­lerle uğraşanların büyük işlere yüzçevirmesini görmek âdeta mümkün de­ğildir. Yeryüzünde en üstün bir hizmeti yüklenen, Allah'ın halîfesi olma payesine lâyık görülen insan bu doğrultuda hareket ettiği, diğer bir de­yimle bu imân bilinciyle hayatın anlam ve amacını düşünebildiği ölçüde muhteremdir, huzurludur, başarılıdır. Mal ve cana gelen felâket, noksan­lık ve musibete, çoktan hazır bulunduğu için de üzgün değildir. Saadet caddesinde Allah'a uzanan yolda -yüce nîmetlere doğru yönelirken- bu tür engel ve dikenlerin varlığını bildiği için katlanır; sonucun selâmetle noktalanacağına yürekten inanır.

Bu bakımdan onun hayatı kendi çıkarından yana değil, toplum ve mil­letin Yaratan'a kul olmasını sağlamaktan yanadır. Bunu da ancak ilâhî nizam ölçüleri içinde gerçekleştirmeye çalışır; himmet ve gayreti Allah'ı memnun etmeye yöneliktir. Gözleri büyük dâvaların, yüksek gayelerin ger­çekleştirilmesine çevrilmiştir. O artık yemek, evlenmek, nefsi tatmin etmek için yaşamıyor, yaşamak için bunlardan meşru olanına el uzatıyor.

Büyük dâvaların büyük himmetler, yüksek ve sağlam irâdeler, sarsıl-mıyan imânlar istediğini çok iyi bilir. Bunun karşısına küfür ve tuğyanın, şahsî çıkarların, makam ve koltuk meraklılarının çıkacağını hesaba kata­rak gelen incitici, üzücü ve yorucu söz ve davranışlara karşı sabır gös­terir.

Kur'ân-ı Kerîm mü'mine bunu hatırlatarak sesleniyor:

((Şanıma and olsun ki, mallarınızda ve canlarınızda ciddi bir sınavdan geçirileceksiniz ve gerek sizden önce kendilerine kitap verilenlerden, ge­rekse müşriklerden birçok incitici (sözler ve davranışlar) duyacaksınız. Eğer sabreder (takva ölçüleri içinde) sakınırsanız, işte bu azmedilecek işlerdendir.» [116]

 

Yorumlar

 

Meta':

a)  Bir süre yararlanılan şey,

b)  İhtiyacı bir müddet için gidermekte kullanılan sıradan eşya, alet ve edavat,

c)  Satılık kumaş, gibi mânalara delâlet eder. Meta-ı gurur:

a)  Dış görünümüyle çekici olup aslında aldatıcı olan bir mal, makam ve dünyalık,

b)  Alıcıyı aldatmak için ambalajını çekici yapıp satıldıktan sonra de­ğeri çok düşük olduğu anlaşılan herhangi bir eşya,

c)  Refah dolu bir hayat gibi manalara gelir. Çünkü mevcut nimetler ne kadar çekici olursa olsun, âhirette mü'minlere sunulacak nimetler kar­şısında çok önemsiz kalır. Ve işte o zaman dünya metaının insanı ne ka­dar aldattığı anlaşılır, neden sonra. [117]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kitap ehlinden daha çok Yahudilerin İslâm'a ve onun Peygamberine incitir ölçüde söz sarfettikleri; bazı kırıcı ve mesa­feyi açıcı davranışlarda bulundukları belirtildi. Buna karşı takvanın gere­ğine bağlı kalınarak sabredilmesi ve böylece iyi bir sonucun elde edilebi­leceği hatırlatılarak bazı tavsiyeler yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle. Kitap ehlinin Tevrat ve İncil'deki hakikatleri giz-

liyerek Allah'a vermiş oldukları sözü yerine getirmediklerine değiniliyor; bu anlayış ve tutum içinde ısrar eden bir milletten iyi niyet ve yakın ilgi beklenemiyeceğine işaret ediliyor. Allah kitabının önemsiz meta' karşılı­ğında değiştirilmesinin veya belgelerinin gizlenmesinin din ve ilim adına bir cinayet olduğuna atıflar yapılarak İslâm ilim adamlarının dikkati çeki­liyor. [118]

 

Meali :

 

187—  Hani Allah, kitap verilenlerden, «Şanıma and olsun ki, onu in­sanlara herhalde açıklayacaksınız; hiçbir şeyi ondan gizlemiyeceksiniz!» diye kesin söz almıştı. Ne var ki, onlar bu sözü arkalarına (kulak ardına) attılar da önemsiz bir paha ile onu sattılar. Satın aldıkları şey ne kötü!

188—  Yaptıklarına ferahlanan, yapmadıkları şey ile övülmesini se­venlerin sakın azâbdan kurtulacaklarını sanma; sakın sanma, çünkü on­lar için çok acıklı bir azap vardır.

 

İniş Sebebi

 

Münafıklardan bir grup, Resülüllah (A.S.) Efendimiz savaşa çıktığın­da bir takım mazeretler öne sürerek ona katılmadılar. Savaş sona erip Resûlüllah ilâhî yardıma mazhar olarak döndüğünde özür dilediler; bunun­la da kalmayıp yalan yere yemin ederek yapmadıkları şey ile övülmek is­tediler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [119]

Muhammed bin Kâ'b el-Kurezî diyor ki:

«Bu âyet, hakkı gizleyen fsrâiloğullan'nın bilginleri hakkında inmiştir. Onlar hükümdarlarını, devlet adamlarını memnun etmek ve değersiz bir karşılık elde etmek için Tevrat'ın hükümlerini değiştirir, gerçeğe uymaya­cak biçimde te'vîl ederlerdi. Yukarıdaki âyet onların bu tutumunu yerer mahiyette inmiştir.» [120]

 

İlgili Hadis

 

Sabit b.Kays (R.A.) şöyle diyor: Bu âyet inince kendi halime çok üzül­düm ve Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedim ki:

  Ya Resûlellah! helak olacağımdan endişeliyim,

  Neden? diye sordu. Ben de:

  Allah kişiyi yapmadığı şeyle övünmekten menetmiştir. Ben övün­meyi sevdiğimi hissediyorum. Allah büyüksenmeyi yasaklamıştır; ben gü­zel giyinip yakışıklı görünmeyi seviyorum, Huzurunda senin sesin üstün­de yüksek sesle konuşmamızı Allah men'etti, ben ise yüksek sesli bir ada­mım, diye cevap verdim.

Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:

  Övülmeye lâyık yaşamana, şehît olarak ölmene ve Cennet'e gir­mene razı değil misin?

Ben de:

  Evet, razıyım, ya Resûlellah! dedim.

Cidden öyle oldu, Hz. Sabit övülmeye lâyık bir hayat sürdü ve sonun­da Yemame savaşında şehît oldu. Böylece Peygamber (A.S.) Efendimizin geleceğe ait vermiş olduğu gaybî haber gerçekleşti. [121]

«Kim bir ilimden sorulur da (bildiği halde) onu gizlerse, Allah kıyâmet günü onu ateşten bir gem ile gemler.» [122]

 

Allah Sözü İnsanlara Açıklanmak İçin İndirilmiştir

 

{Hani A"ah' kitaP verilenlerden, Şanıma andolsun ki, Onu insanlara elbette açıklayacaksınız diye kesin söz almıştı.»

Kur'ân konumuzu oluşturan âyetle cok önemli bir hususa temasla İs­lâm alimlerini uyarıyor. Allah tarafından gönderilen kitapların insanlara açıklanmasının, anlatılmasının ve öğretilmesinin gerektiğini belirtiyor. Ya­hudiler Tevrat'ın, Hıristiyanlar İncil'in dünya saltanatı uğruna bazı belgele­rini bile bile değiştirerek çok yanlış yorumlara kapı açmışlardır. Din bilgin­lerinden bir kısmı kilise veya havranın çıkarı için Kitabı arkalarına alıp şah­sın sosyal durumuna ve kişisel arzusuna göre fetva verme küçüklüğünü göstermişlerdir. Kimi de inansınlar diye dini insan aklına ve mantığına göre değiştirme hevesine kapılmış, bu yüzden yüzlerce İncil -ama hiçbiri diğeri­ne uymaz ölçü ve muhtevada- ortaya çıkmıştır. Böylece önemsiz ve geçi­ci menfaatler, makam ve çıkarlar karşılığında doğru yolu gösteren ilâhî sözler aslından uzaklaştırılmış oldu. Mâbedler aşk odaları haline getirile­cek kadar din adına taviz verildi. Bu sonuçtan üzülecekleri yerde övünme payı çıkaranların sayısı belli değif. Çarpık bir tutumla dine hizmet ettik­lerini sananlar için elbette acıklı bir azabın hazırlanması ilâhî adaletin ge­reğidir. Kur'ân bunu hatırlatıyor.

Tevrat ve İncil'de son peygamberin geleceğiyle ilgili belgelerin bir kısmının çıkdrılması, diğer bir kısmında kelime değişikliği yapılması ne ile yorumlanabilir? Hz. İsa'nın göğe yükseltilmesinden sonra ilk yazılan Ber-nabc İncil'inin ortaya çıkması papazları şaşırtmış; o kadar ki, mevcut İncil'lerdeki yanlışları gün gibi ortaya çıkarmış olması, bu İncil'in bir ta­rafa itilmesine neden olmuştur.

Allah, Müslüman din âlimlerini böyle bir sapıklık ve şaşkınlığa düş­mekten korumak, kendilerine ilâhî emanet olarak verilen Kitab'ın dosdoğ­ru açıklanmasını, insanlara taşıdığı hükümlerin anlatılmasını sağlamak için geçmişte işlenen cinayetin bir daha işlenmemesini emretmektedir. Çünkü her devirde madde ve makam hastası zavallılar vardır. Bu tipler dünyevî amaç ve arzularına erişebilmek karşılığında birçok değerlen ar­kalarına atabilirler. Yakın tarihimizde de bu tür sapıklık içinde bulunan din âlimlerini (!) gördük ve duyduk. Kimi banka faizini helâl saydı. Kimi az içkiye, kimi şaraptan başka içkilere cevaz kapısını açtı. Kimi üçüncü şahsın müdahalesiyle de olsa doğum kontrolünde bir sakınca bulunmadı­ğını söyledi. Kimi Allah'a ve Muhammed'e inanmıyan veya Allah'a inanıp Muhammed'e inanmıyan bir mucit, bir kâşifi Cennet'e sokma cömertliğin­de bulundu. Kimi baş örtüsüne gerek olmadığını savundu;«din bir kalb işi­dir, baş örtüsü işi değil»diyeoek kadar tahrife yeltenenler görüldü. Kimi tezelden TÜP BEBEK konusuna eğilerek İslâm dininde bir sakınca ol­madığı fetvasını yaydı. Kimi de İslâm'ın sadece bir vicdan işi olduğu gö­rüşünü savundu; bütün hayat kapılarını dine kapatma kahramanlığında bulundu. İslâm'ın siyaset olmadığını, Müslümanın evinden camiye, cami'-den iş yerine gitmesi gereği üzerinde ısrarla durulması gereğini yıllarca işleyip durdu.

Bir kısmı da Kur'ân'ı entellektüelin ve yarı aydınların mantığına göre küçültmeye, mu'cizeleri, fizik ötesi hususları te'vîle yellenip din adına ta­viz üstüne taviz, tahrif peşine tahrif sıralamaya koyuldu. Bütün bu sakat tutumlar neticesi din daha çok eğitim dışı bırakıldı. Dindarlık bir âdet ve gelenek atmosferi içinde kuşaktan kuşağa devam ettirildi. Böylece İslâm âleminde Kur'ân'ın asra yön veren, ışık tutan kapılan, bir ifme temel teş­kil eden esasları bir daha açılmamak üzere kapatılmak istendi.

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Ama sözü edilen fetvacılara soru­yoruz : Bütün bu sakat ve yanlış gayretler, gayr-i ilmî, gayr-i dinî fetvalar İslâm'ı nereye götürdü? İslâm adına, insanlık adına elde edilen sonuç ne­dir? Biz cevap verelim: İslâm ülkelerinin çoğunda ruhları gıdasız bırakılan, hayat damarları kurutulan; dede ve babasına küfreden, kutsal hiçbir öl­çü tanımıyan materyalist kuşaklar yetiştirildi. Anarşinin hortlaması için bundan daha uygun vasat bulunabilir mi?

İslâm'ın derin anlamını, ruh ve mayasını kavrayamamış din âlimi geçi­nen, aslında dini bilmiyen yan câhillerin, sözü edilen fetvacıların işlediği bunca günah çok elim sonuçlar doğurdu, Müslüman halkın din âlimlerine karşı güvenini sarstı; dinî müesseselere karşı saygılarını kaldırdı. Dinî alanda büyük bir boşluk meydana geldi. Oysa İslâm bütünüyle akıl ve İlim yolunu seçmiştir.

Aynı zamanda İslâm ve O'nun ana kitabı Kur'ân başlıbaşına ve nev'i şahsına mahsus ilâhî bir müessesedir. Onu insan eseri olan başka mües­seselere uydurmaya hiç kimsenin hak ve yetkisi yoktur. O, bir bütündür; ya tamamı kabul edilir, ya da tamamı rededilir. Bir hükmünü beğenip, di­ğer bir hükmünü beğenmemek diye bir kuralı yoktur.

Halbuki kendilerine Kitap verilen toplumlar ve milletler bu ilâhî ema­neti yüklendikleri ân Allah'a, onu dosdoğru açıklıyacaklarına (zımnen) söz vermişlerdir.  İşte yukarıdaki âyet bunu hatırlatıyor.

Kitaplıların verdikleri bu sözü arkalarına atması insanlığa çok paha­lıya mal olmuştur. Hiçbir şey kazandırmamış, fakat çok şey kaybettirmiş­tir. En azından materyalizmin ve komünizmin gelişmesine yol açmıştır. [123]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle gerek Kitap ehlinin, gerekse müşriklerin İslâm'a kar­şı olumsuz yöndeki söz ve davranışlarından ve İslâm'ın da onlara karşı barışçı bir yol takip etmesinden söz edildi. Bu arada sünnetullah'a dikkat­ler çekildi. Hak ve bâtıl mücadelesinin ölçü ve metoduna işaret edilerek aşırı gitmenin hiç kimseye yarar sağlamiyacağina işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle ruhu sıkan günlük olayların tesirinden kurtulmak için sik sık ilâhî kudreti bütün inceliğiyle yansıtan ve O'nun varlığını sim-geliyen göklerle yerin yaratılışına dikkatler çekiliyor. Hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı, tesadüfi hiçbir şeyin vücut bulmadığı belirtilerek eserden müessire bir geçiş sağlanması isteniliyor. [124]

 

Meali :

 

189—  Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın kudreti her şeye yeter.

190—  Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını iyi kullananlar için (yoi gösterici) belgeler vardır,

191—  o akıl sahipleri ki, ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anar­lar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (iyice) düşünüp, «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın! Seni (boş ve gereksiz şey yaratmaktan) tenzih ederiz. Bizi (Cehennem) ateşinin azabından koru» (derler).

192—  Rabbimiz! şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, elbette onu re­zîl ve rüsvay edersin. Zâlimler için yardımcılar da yoktur.

193—  Rabbimiz! doğrusu biz, imâna çağıran, Rabbinize imân edin, diyen bir çağına duyduk, imân ettik, Rabbimiz! artık günahlarımızı bağış­la; kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al..

194—  Rabbimiz! peygamberlerine bizim için va'dettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi rezîl ve rüsvay etme. Şüphesiz ki sen va'dinden dönmez­sin.

 

İniş Sebebi

 

Kureyş ulularından birkaç kişi toplanıp önce Yahudilerin din âlimleri­ne gittiler ve : «Musa Peygamber size ne gibi âyetler (mu'cizeler) getirdi?» diye sordular. Onlar da : «O bize Âsa, Yed-i beyzâ mu'cizelerini getirdi; denizi İsrâiloğulları'na açtı» diye cevap verdiler. Sonra Hıristiyan din âlim­lerine uğrayıp: «İsâ Peygamber size ne gibi mu'cizeler getirdi?» diye sor­dular. Onlar da: «İsâ Peygamber dilsizleri, körleri ve alaca tenlileri iyi­leştirme, ölüleri diriltme mu'cizelerini getirdi» diye karşılık verdiler. Bu kez Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Muhammedi Rabbine duâ et de Safa tepesini bize altın yapsın..» Bunun üzerine yuka-ndoki âyetler indi. [125]

Bu âyetlerle, kâinatın baştan sonuna kadar mu'cizeierie dolu olduğu, aklını iyice kullanan kişilerin her an nice belgelerle yüzyüze bulunduğu hatırlatıldı. [126]

 

İlgili Hadisler

 

«Bir adam sırtüstü yatağında uzanırken bir ara başını kaldırıp yıldız­lara ve göğe baktı, «Ben şahitlik ederim ki, senin bir düzenleyicin ve ya­ratanın vardır.» diyor, sonra şu duayı yapıyor: «Allahım! beni bağışla..» Allah da rahmet nazarıyla bakıp onu bağışlıyor.» [127]

«Her şey hakkında iyice düşünün, ama Allah'ın Zat'ı hakkında düşün­meyin. Çünkü yedinci gökle O'nun Kürsi'si arasında yedi bin nûr (dan per­de) vardır. Allah bütün bunların da ötesindedir.» [128]

«Mahlûkat (yaratıklar) hakkında düşünün, ama Yaratan hakkında dü­şünmeyin. Çünkü O'nun kadrini ölçecek durumda değilsiniz.» [129]

Hasan el-Basrî (R.A.) diyor ki:

«{Kâinata bakıp) bir saat düşünmek, bir yıl (nafile) ibâdetten hayır­lıdır.»

Ebû Derdâ (R.A.)ın anasına soruldu:

  Oğlunuzun durumu ve ameli nedir?

  Çoğu zaman düşünür, diye cevap verdi,

İbn Müseyyeb'den öğle ile ikindi arasındaki ibâdetten sorulduğunda dedi ki: «Sizin bu dediğiniz ibâdet değildir. Asıl ibâdet Allah'ın haram kıl­dığından korkup kaçınmak, iffetli olup Allah'ın yarattığı şeyler hakkında düşünmektir.»

Ibn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Bir gece teyzem Meymune (R.A.)nın evinde kaldım. Resûlüllah (A.S.) uykudan uyanınca Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini okudu, sonra ab-dest için asılı bulunan kırbaya yaklaştı, hafif bir abdest alıp onüç rek'at namaz kıldı.» [130]

Hz. Aişe Validemiz (R.A.) diyor ki:

«Bu âyetler indiğinde gece idi. Resûlüllah kalkıp namaz kıldı. O esna­da Bilâl gelip namaz vaktini bildirdi, ama Resûlüllah'ı ağlar vaziyette gö­rünce dayanamadı sordu:

ah'a şükreden bir kul olmayayım mı? And olsun ki

__Ya Resûlellah! ağlıyor musunuz? Halbuki Allah Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu :

«Ya Bilâl! Allah' Allah bu gece âyetini indirdi.» Sonra Allah Resulü devamla: «Bu âye­ti okuyup da düşünmiyen kimseye yazıklar olsun!.» buyurdu. [131]

Bunun için İslâm büyükleri: «Düşünmek gibi ibâdet yoktur», demiş­lerdir. [132]

 

Kur'an Ve Astronomi

 

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin

yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını iyi kulla­nanlar için belgeler vardır.»

Kur'ân-ı Kerîm yukarıdaki âyetlerle mü'minlerin dikkatini Astronomi'-ye çekmektedir. Bunun için Hz. Ali (R.A.) Allah'ın varlığını, birliğini iyice anlayıp imânı bu konuda sağlamlaştırmak için Astronomi öğrenmeyi tav­siye etmiştir. Fizik ile kimya nasıl bize elementler arasındaki dengeli bi­leşim ve ilgiyi gösteriyor; diğer bir tanımla fizik cisimlerin özelliğini ve ya­pılarında bir değişiklik meydana getirmeksizin durumlarını veya hareket­lerini değiştiren kanunları incelememize; kimya da cisimlerin yapı ve atom düzeni bakımından değişik cisimlere dönüşmesini sağlamamıza ya­rıyor ve bununla cisimlerde câri olan ilâhî sünneti bize hatırlatıyorsa, Astronomi de etrafımızı çevreleyen kâinatı, yani gök cisimleri ve bunların birbirine oranla konumların! öğreterek mutlak bir düzene dik­katimizi çekip çok mükemmel bir düzenleyicinin varlığını isbatlıyor.

Yukarıdaki âyetlerle, yerkürenin güneş sistemi içindeki konumu, gü­neş sistemindeki gezegenlerin birbirine oranla aldıkları durumu ve bağlı bulundukları yörünge özellikleri hatırlatılıyor. Gökler tabiriyle de feza ale­mindeki mutlak düzeni anlayabilmemize yardımcı anafikir sunuluyor.

Bilindiği gibi yerküre, güneş sistemine dahil gezegenlerden biridir, insan ve diğer canlıların yaşamasına uygun bütün şartlan kendinde taşı­maktadır. Ağırlık merkezinden geçen bir eksen etrafında oldukça düzgün bir hareketle kendi üzerinde dönerken, bir yandan da elips şeklinde bir yörünge üzerinde güneşin çevresinde dolanır. İşte bu düzenli hareket ve dönüş bir bakıma canlıların yaşamasına uygun şartlan ve imkânları hazırlar.

Yerin güneş etrafında dolanması yıl'ın süresini, kendi ekseni etrafın­da dolanması gün'ün süresini; bu dönme ekseninin değişen eğiklik dere­celeri de mevsim'leri tayin eder. Merkezkag kuvvetiyle güneşin çekim kuvvetine belli bir mesafede mukavemet gösterir. Ortalama hızı saniyede 29,76 km, saatte 107.000 km.'dir.

Dünyamızın bu iki türlü hareketi ve 23 derece meyilli bulunması, gü­neş ve diğer gezegenlere olan uzaklığı, başdöndürücü bir hızla dönmesi, kutuplardan basık bir görünüm arzetmesi, dörtte üçünün su ile kaplı ol­ması, atmosfer tabakasının kalınlık ve özelliği birer tesadüf müdür? Te­sadüflerin birbirini -belli kanunları kendiliğinden oluşturarak- zincirleme takip etmesi mümkün müdür? Bir düşünürün dediği gibi: yazı makinası üzerinde akılsızca çalışan altı maymunun milyon kere milyon senede mey­dana getirmiş olduğu milyarlarca sahifenin köroyunu ürünü olarak, Sha-kespear'in bir vecizesini veya şiirlerinden bir iki mısraını bulabilirsek bunu çok hem çok dikkat çekici bir tesadüf sayarız. Aslında böyle bir tesadüfe de raslamak pek mümkün değildir.

iyi ama kâinatta öylesine mükemmel bir düzen ve her yönüyle bir plân var ki bunu onun her bölümünde her zaman görmek mümkün. Bütün bunların kör tesadüflerin birbirini izleyerek meydana geldiğini iddia et­mek, altı maymunun akılsızca ve milyonlarca yıl tuşlara vurmalarıyla çok mükemmel bir kitabın yazılıp meydana geldiğini iddia etmek kadar gü­lünçtür.

Bunun için Kur'ân yukarıdaki âyetle insan aklını kamçılıyarak hare­kete geçiriyor, kâinatın her satırında Allah'ın varlığı ve üstün kudreti ya­zılıdır diyor. [133]

 

Psikolojik Yönü

 

«O akıl sahipleri ki, ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar...»

Kur'ân insan hayatını iç ve dış bağlantılarıyla dengede tutar. Günlük olayların ruhumuz üzerinde bırakıp biriktirdiği tesirler hayli çoktur. Bun­ların ekserisi veya bir kısmı şuuraltında depolanır. Sırası geldikçe açığa çıkar da olumlu, ya da olumsuz yönde etki yapar.

Daha önceki âyetler savaş, inkarcılarla tartışma ve sürtüşme, onla­rın incitici söz ve davranışları, Kitap Ehlinin Müslümanlara karşı menfi tavırları ve ilâhî âyetlerden son din ve son peygamberle ilgili belgeleri giz­lemeleri veya değiştirmelerini konu edinmişti. Bunların hemen hepsinin ayrı ayrı, ruhlar üzerinde oluşturduğu gergin hava, kalb ve dimağları olay­lar doğrultusunda devamlı meşgul etmesi, az da olsa bir dengesizlik do­ğurur. Bunun için Kur'ân bir anda konuyu değiştirdi, başka bir hava ve anlam getirerek ruhları günlük olayların ötesine çekti; düşünce ufkunu genişleterek maddeden mânaya, fâniden ebediye, beşer âleminden yüce âleme kapı açtı.

Taşkınlık düzeyine gelen şuuraltı birikimlerinin önemsizliğini şimşek hızıyla gönül duvarına aksettirdi. Göklerin ve yerin yaratılışındaki ilâhî kudretin en ince hesaplarla ve çok mükemmel bir plânla şaşmaz bir den­ge ve düzende bulunduğunu hatırlattı. Gece ile gündüzün bu düzen içinde birbiri ardınca uzanıp kısalarak gelişindeki hikmeti çok anlamlı bir cümle (le sergiledi.

Böylece dikkat ve ilgi günlük olaylardan kesildi. Ruh tam bir dinlen­me ve gıda alma devresine girdi. Şuuraltı birikimlerin kalbi istilâ etme taş­kınlığı sona erdi. Düşünceler ilâhî sanat ve kudretin en etkileyici plân ve programıyla yüzyüze geldi.

Bu, daha önce denizin sığ kıyılarında birbirini izleyen küçük dalga­ları gören ve fakat denizin derinliklerinde kudret fırçasının meydana ge­tirdiği esrarengiz âlemi göremiyen, ilâhî sanatın muhteşem tablosunun farkında olmayan kimsenin haline bir bakıma benzer. Sonra denizin de­rinliklerine nüfuz ettikçe dikkati dış âlemden kesilip ruhunu ve dimağını bir anda büyüleyen başka bir âleme geçmenin verdiği huzur ve denge ile başbaşa kalır.

Kur'ân bu ince metoduyla insanı böylece günlük olayların dağdağa­sından sıyırıp ilâhî kudretin erişilmezliğine yöneltir.

fnsan bu mazhariyete eriştikten sonra bu kez ruhu doyuracak, dima­ğı berraklaşttracak, nefsin kötü isteklerini frenliyecek, düşünceye yön ve­recek, vicdanı serinletecek ve tek kelimeyle iç âlemle dış âlem, ruhla be­den arasında gerçek dengeyi sağlayacak ibâdete -içten gelen şiddetli bir arzu ve istekle- sarılır. O kadar ki, yürürken, ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah İle beraber olmanın aşk ve heyecanı içinde zikir ve tes-bîhle, ibâdet ve taatle meşgul olur.

işte Kur'ân insanı cidden insan yapan bu dereceyi şöyle tasvir etmek­tedir : «O akıl sahipleri ki ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar.»

Görülüyor ki günlük olayların ve şuuraltmdaki birikimlerin tesirini azaltıp dengeli yaşamak için İlâhî kudret ve sanatın örneksiz eseri olan kâinata ve ondan bir parça sayılan göklerle yere, gece ile gündüzün bir­birini takip etmesine kafamızı çevirmemiz gerekiyor. Bu, Allah'ı insana daha çok hatırlatıyor. İmanı taklit vadisinden kurtarıp tahkik doruğuna yükseltiyor. Böylece İlâhî korku ve ümidi ilham ederek bu ikisi arasında bir yol takip etmemizi vurguluyor.

İnsan bu basamağa yükselince Yaratanının yüce huzurunda eğilerek: «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın; Seni (boş ve gereksiz şey ya­ratmaktan)  tenzih  ederiz,   Bizi   (Cehennem)   ateşinin  azabından   koru,.»

diyerek tam bir teslimiyet gösterir. [134]

 

Korku İle Ümit

 

(Sevgi ve saygı dolu bir haşyet). ) «Seni (boş ve gereksiz şey yaratmaktan) tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından koru.»

Kur'ân bunca yüksek hikmetleri, ince metotları işledikten sonra, ilâ­hî kudret ve azametin ve kâinatta sergilediği sayısız belgelerin insanda iki zıt duyguyu daha anlamlı biçimde geliştireceğini hatırlatır: Korku ile ümit; sevgi ve saygı dolu haşyet. Zaten insan için erişilmesi güç olan de­recelerden biri ve belki de önde geleni budur. Çünkü zıtlar âleminde ru­humuzu korku ve ümitle doldurup birbirine zıt iki duyguyu dengeli biçim­de -terazinin iki kefesi gibi- tuttuğumuz ölçüde mü'min olmanın şuuruna, Allah'a kul olmanın faziletine erişmiş olabiliriz. Korku, nefsin ölçüsüzlük­lerini, şehvetin taşkınlıklarını durdurur. Ümit ibâdet zevkini, irâde gücünü artırır.

«Sizin Allah yanında en şerefli ve itibarlınız, (O'ndan saygı ile en çok) korkup (fenalıklardan) sakinanızdır.» [135]

Mealindeki âyet bu hakikati yansıtır.

«Doğrusu ben Allah'tan en çok korkanınız ve O'nu en çok bilenini-zim.» [136] hadîsi de yukarıdaki âyeti tamamlar ve açıklar mahiyettedir. Çün­kü takva'da hem korku, hem ümit; hem sevgi, saygı, hem haşyet mâ­naları vardır.

İslâm'ın insan ruhuna sunduğu bu iki zıt duygunun hikmet ve anla­mını düşünemiyen, Kur'ân ve Hadîslerin bu konuyla ilgili açıklamalarını ve getirdikleri hükümleri bilmeyenler, «Din sadece sevgi ve ümit kaynağıdır. Korkutucu bir silah değildir. Hem kimi kimden niçin korkutuyoruz?» gibi bir takım ölçüsüz düşünce ve hükümlerde bulunurlar. Bu tür sözlerin İs­lâm nazarında dinî ve ilmî hiçbir değeri yoktur.

Allah Kur'ân'da buyurmuştur:

«Ey kullarım, Benden korkup sakının.» [137]

«Allah'tan ise, O'nun kullarından ancak ilim sahipleri saygı ile kor­karlar.» [138]

«Rabbı'nın (hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki Cen­net vardır.» [139]

«İşte bu (derece ve mükâfatlar) makamımdan ve tehdidimden korkan­laradır.» [140]

«Gerçek mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ür­perir (saygı dolu bir korku ile eğilirler).» [141]

«Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat eder de Allah'tan saygı ile kor­kar ve (karşı gelmekten) sakınırsa, işte kurtuluşa erenler onlardır.» [142]

Buyurulduğu halde, «Allah aneak sevilir. Ondan korkulmaz» demek küstahlık olmaz mı? Hattâ insanı küfre düşürmez mi?

İşte Kur'ân sağlam düşüncenin, kâmil imânın, şuurlu ibâdetin insanı takva makamına yükselteceğini, bunun da korku ile ümit duygusunu dengede tutacağını haber vererek Allah'a gerçek kul olmanın ölçü ve an­lamını şöyle belirtiyor:

«Bizi (Cehennem) ateşinin azabından koru.»

«Rabbimiz! şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, elbette onu rezil ve rüsvay edersin. Zâlimler için yardımcılar da yoktur.» [143]

 

Dengesizlik Zulme Neden Olur

 

Kur'ân üçüncü kademede insan ruhunda yatan korku ile ümidi zıt duy­gu ve düşünceler biçiminde belirleyip onun iç dengeyi sağlamada çok önem­li bir faktör olduğuna dikkatleri çekmektedir. Bu denge bozulduğu takdirde ölçüsüz bir taşkınlığın başlayacağı, haksızlıklara kapı açılacağı mu­hakkaktır. Şöyle ki:

Allah'tan gerçek anlamda korkmayan kimse daha çok mütecaviz olur; insan haklarına el uzatır; birtakım temayülleri disipline edilmedik ka­lır ve ölçüsüzlük başlar da had safhaya gelebilir. O kadar ki, iç ve dış dünyasında huzur bozulur. Böyle olan tipler hem dünyada, hem âhireîte yardımcı bulamaz. İlâhî Sünnet böylelerinin elinden tutmaz; hayat kanunu hiçbir zaman bunların yüzüne gülmez. Kendilerine göre oluşturdukları çev­re er-geç sürtüşme ve vuruşmaya dönüşür. Makam ve şöhret ihtirası dört nala koşar, engel tanımaz, hak bilmez de sonu bir uçurum, derin bir çukur olur. [144]

 

İtikadî Yönü

 

 «Rabbımız! şüphesiz ki biz, imana çağıran Rabbınıza iman edin diyen bir cağına duy­duk, imân ettik...»

Kur'ân Yahudi ve Hıristiyanlardan çoğunun böyle bir imân ve denge­ye erişemedikleri için Allah tarafından gönderilen ve tekâmül halindeki dinlerin son halkasını oluşturan İslâm'a gönül kapısını açmadıklarına işa­rette bulunuyor. Çünkü Musa Peygamberin açmış oldu «Tevhît Mektebi»-nin müfredatı değiştirilmiş, böylece zamanla ilâhî özelliğini kaybetmişti. İsâ Peygamberin açmış olduğu âhirete yönelik irfan mektebi de maddeci ellerin tahribine uğramıştır. Bu sebeple son peygamberi çok çetin müca­deleler bekliyordu. Nitekim öyle oldu. Çeyrek asır amansız bir cihâtla sü­rüp gitti. İnsanlıktan yana açmış olduğu en son ilâhî mektep, ruhla be­den, ümitle korku, dünya ile âhiret, nefs ile ruh arasında kurulması ge­rekli olan dengenin müfredatını taviz vermeden uyguladı. Bu mektebe gi­renlerin sesi şöyle yükseldi:

«Rabbimiz! doğrusu biz, imâna çağıran, Rabbînize imân edin, diyen bir çağrıcıyı duyduk, imân ettik..,.»

Bugün de Tevhît pınarının aralıksız hayat suyu akıtabilmesi için, böy­lesine samimi, samimi olduğu kadar cefakâr ve fedakâr mü'minlerin se­sine ihtiyaç var. Tâki bozulan akideler düzelsin, son halkanın nasıl bir an­lam taşıdığı anlaşılsın. [145]

 

Tasavvuf! Yönü

 

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece île gündüzün birbiri ar­dınca gelişinde, aklını iyi kullananlar için belgeler vardır.»

Bu âyetle, kalbler ve ruhlar halk ile meşgul olmaktan çekilip alınmak­ta, ilâhî marifetin gönülleri aydınlatan ve ruhları aşk ve istiğrakla doldu­ran nuruna döndürülmektedir.

Âyetlerle, bâtılı temsil edenlerin yersiz şüpheleri, Hakk'a karşı olum­suz tutumları üzerinde durulduktan sonra, ruhları sıkan o havadan sıyrıl­maya kapı açıldı. Kalbleri nûrlandıran İlâhî azamete yönelmeye gerek du­yuldu.

Çünkü kalbi bir anda iki şeyle meşgul etmek mümkün değildir. Onu günlük olaylarla meşgul kıldığımızda, ilâhî kudret ve azametten gelen fe­yizlerden habersiz kalırız. Böylece ruhumuz arzuladığı gıdadan mahrum edilmiş olur. Kur'ân kalbi ilâhî marifet nuruyla sık sık aydınlatmak için ilâ­hî kudretin yücelik ve kemalini perde perde yansıtan kâinat tablosuna ve bu tablodaki değişmez düzene çekip götürmeyi planlamıştır. Bu sayede marifet yolunda tekrar yürünmeye başlanır. Sâlik önce birçok deliller top­layıp kendini tatmine çalışır; sonunda nura kavuşur, kavuşunca da bu kez delilleri azaltır. Derken kalbi karartan bütün meşguliyetler bir bir kaybo­lur; mârifetulah nurları tecelliye başlar.

Ashab-ı Kiram bu vadinin öncüleri olarak bulunuyorlardı. Kur'ân, «Rabbimiz! doğrusu biz, imâna çağıran, Rabbinize imân edin, diyen bir çağıncıyı duyduk, imân ettik.» âyetiyle onların bu güzel halinden bahsedip örnekler verir.

Ayrıca Kur'ân bu âyetlerle Allah'ın varlığına ve yüce kudretine delâ­let eden belgeleri sergilerken ona kul olmanın üç mertebesini sunuyor:

1.  Kalb ile tasdîk,

2.  Dil ile ikrar,

3.  Beden ile amel.

«Allah'ı anarlar» sözü, dil'in ubudiyyetine,- «ayakta, otururken ve ya­tarken» sözü, beden ubudiyyetine; «göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (iyice) düşünüp» sözü kalbin ve ruhun ubudiyyetine işarettir. İşte insan ancak bu üç ubudiyyetle kulluk mertebesinin zevkine erişebilir. Böylece ilk âyetler nasıl Kemâi-i Rububiyyete delâlet ediyorsa, bu âyetler de Ke-mâl-i  Ubudiyyete delâlet eder. [146]

 

Fikhî Yönü

 

«O akıl shipleri ki ayakta, otu­rurken ve yatarken Allah'ı anarlar.»

Abdestli, abdestsiz durumlarda Allah'ı anmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bunda zarar yok, ama sayılmıyacak kadar yararlar vardır. Hattâ cünüp kimse, Kur'ân okuyamaz, namaz kılamaz, camiye giremez, tavaf yapamaz ama Allah'ı zikredebilir; tesbîh ve tehlîlde bulunabilir.

Allah'ı her hal-ü kârda anmak bir saygısızlık değil; kalbin korku ve ümit, sevgi ve haşyet duygusu içinde Allah ile beraber olmanın bahtiyar­lığıdır.

Allah'ı zikretmek kaib ile olabileceği gibi, di! ile de olabilir. İkisi de burada söz konusudur.

Namaz da böyledir: Hiçbir ahvalde terki caiz değildir. Ancak cinnet, uyku, koma halt hastalık, aş|ri bunama, ayhali ve loğusalık gibi haller müs­tesna. O halde, ayakta namaz kılamıyan oturarak kılar. Oturarak kılamı-yan uzanarak kılar. İmam Ebû Hanîfe'ye göre sırt üstü uzanarak, ayak­ları kıbleye gelecek şekilde başının altına konulan bir yastık ile yüzünü kıbleye çevirip namaz kılar. İmam Şâfiîye göre, sağ yanı üzerine uzanıp hafif kıbleye meylederek kılar. [147]

 

Sosyal Ve Ahlâkî Yönü

 

«Rabbimiz! canımızı iyilerle beraber al..»

Fert, sosyal yapının kopmaz bir parçasıdır. Hayatını ve ihtiyaçlarını bu yapı içinde sürdürebilir. Ancak ferdi toplum hayatına iterken, diğer bir deyimle onu sosyal yapının bir tuğlası anlamında kullanırken, tuğlayı lâyık olduğu yere yerleştirmemiz gerekir. Çünkü çocuk bir bakıma anne ve ba­banın değil, cemiyetin çocuğudur. Anne-baba ona sevgisini verebilir, ama fikirlerini ve inançlarını vermekte zorluk çeker. O daha çok konulduğu yerin rengini, biçimini ve karakterini alır.

O halde çocuğu aile tezgâhında şekillendirilen bir ok gibi kendi ya­yımıza yerleştirip toplum bünyesine atarken çok dikkatli olmaya mecbu­ruz. Aksi halde ona karşı görevimizi hakkıyla yapmamış sayılırız.

Kur'ân konumuzu oluşturan âyetle bu önemli konu üzerinde durur­ken çok anlamlı bir cümleyle hareket tarzımızı belirliyon İyi insanlara ar­kadaş olmak, onlarla birlikte yaşamak ve onlarla beraber ölmek.. Unut­mayalım ki, arkadaşın insan ruhu ve kafası üzerindeki tesiri küçümsen-miyecek bir anlam taşır. Kötü bir çevreye kurban verilen bir fertten daha fazla hayır beklenemez. Meğerki Allah kendi lûtfuyla korumuş ola. Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimiz bunun önemine birçok hadîslerle dokun­muş ve «Ölülerinizi sâlih bir kavmin arasına gömün!» [148] buyurmuştur. Ya­ni iyilerin dünyada da, kabirde de, âhirette de birçok yararları vardır. İs­lâm büyükleri bu hadîsin sonunda şu cümlelerin de yer aldığını tesbit et­mişlerdir : «Diri kişi kötü komşudan incindiği, eziyet duyduğu gibi, ölü de kötü komşudan eziyet duyar.»

«Kişi dostunun dini üzeredir.» sözü boşuna söylenmemiştir.

Yukarıdaki âyetlerle, mü'minlerin kalbi ve kafası günlük mücadele ve tartışmanın üzücü havasından alınarak kâinattaki ilâhî düzene çevrildi. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrar ve beden ile ortaya konulacak amelin ruhlar üzerindeki olumlu tesirine değinilerek korku ile ümidin feyizli anlamı be­lirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bu düzeye erişen mü'minlerin duasının kabul edildiği açıklanarak gerçek olgunluk ve mutluluğun bu olduğu; inkâr fır­tınası ve kalb körlüğü içinde birkaç günlük lüks bir hayatın saadet va'det-mediğl hatırlatılıyor. Allah yolunda eziyete uğrayıp yurdundan çıkarılanlar, bu uğurda ölenler ve öldürülenlerin günahlarının temizleneceği ve sonun­da ebedî saadet yurduna sokulacakları müjdeleniyor. [149]

 

Meali

 

195—  Rableri onların dualarını kabul buyurdu da, «Sizden erkek ve kadın hiç kimsenin amelini zayi' etmem; birbirinizdensiniz. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkenceye uğratıldılar; sa­vaştılar, öldürüldüler, şanıma and olsun ki, onların günah ve kötülüklerini örtüp temizleyeceğim, altlarından ırmaklar akan Cennetlere herhalde so­kacağım; (böylece) Allah katından bir sevaba (erişecekler). Sevabın gü­zeli Allah kalındadır.

196—  İnkarcıların diyar diyar refah  içinde gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın.

197__ Az bir geçim ve yararlanma, sonra da varacakları yer Cehen-

nem'dir; o ne kötü eyleşim yeridir!

 

İniş Sebebi

 

Hz. Ümmü Seleme (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimize dedim ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Cenab'ı Hak hicret konusunda hiçbir şey ile kadınlardan söz etmemiştir. Böyle bir şey duymadık..»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [150]

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet'e ilk girecek cemaat, Muhacirlerin fakirleridir. İnsanlar (bir­çok) kötülüklerden onların vasıtasıyla korunurlar. Evet, onlar emredildik-leri zaman işitir ve itaat ederlerdi.» [151]

İkinci Halife Ömer (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimize uğradığımda yanında bir maşraba bu­lunuyordu; kuru bir hasır üzerine uzanmıştı, içinde hurma elyafı dolu de­riden bir yastık başının altında dikkati çekiyordu. Hasırın izleri bedeninde iyice yeretmişti. Bu manzara beni çok duygulandırdı, gözlerim yaşardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz benim ağladığımı görünce sordu :

  Ya Ömer! seni ağlatan ne?

  Ya Resûlellah! dedim, Kisrâ ve Kayserler refah ve ihtişam içinde yüzerken, sen Allah Resulü olduğun halde bu şartlar içinde yaşıyorsun!.

Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu :

  Ya Ömer! onlara dünya, bize âhiret verilmiş olmasına razı değil misin? [152]

Bu, âhiret saadetinin mü'minlere has olduğunu belirtir anlamda Ömer'i teselli için söylenmiştir. [153]

 

Ümmetin Şan Ve Şerefle Yaşaması

 

«Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çık Ümmetin şan ve şerefle varlığını sürdürmesi, Tevhît burcuna dikilen Kelime-i Şehadet'in gölgesi altında toplanması şu fedakârlıklara kat-lanmasıyla mümkündür:

1. Gerektiğinde Ailah yolunda, din ve vicdan hürriyeti uğrunda her şeyi feda etmesini bilmek,

2.  Karşımıza çıkan şiddet ve tehlikelere göğüs germek,

3.  Savaş ruhunu yitirmemek, her ân savaşa hazır olmak,

4.  Günün gelişen tekniğinden yeterince yararlanma yollarını araştır­mak, ekonomik güç oluşturmak,

5.  Allah'ını,  Peygamberini, din  kardeşini  ve vatanını  seven  nesiller yetiştirmenin bütün çarelerini araştırmak, eğitim sistemini ona göre ha­zırlamak ve bunu, kalbe, kafaya ve ruha işleyecek öğretmenler yetiştir­mek..

İşte Kur'ân belirtilen ölçü ve vasıfta oian mü'minlerden söz ederken, kendini İslâm'a adayıp Resûlüllah'ın direktifiyle hareket eden Ashab-ı Ki­ramı örnek göstermektedir. Ayrıca ümmetin duasının kabulünün ancak bu şartların gerçekleşmesiyle mümkün olduğuna işaret etmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır. [154]

 

Yüksek Nimetin Pahası

 

«Benim yolumda işkenceye uğratıldılar; sayaştılar ve öldürüldüler.....»

Allah yolunda hizmetin alanı, alabildiğine geniştir. Hayatımızın her döneminde ayrı bir ölçü ve başka bir anlamla karşımıza çıkar. Diyebiliriz ki, hizmet; sosyal durumumuz, kişisel yeteneğimiz, malî imkânlarımız ve tek kelimeyle kalbimizdeki imân çevremizle orantılıdır. Dinî kültürümüz genişledikçe, hizmet aşkımız o nisbette artabilir. Böyle bir hizmetin he­defi, Allah rızasını kazanmaktır. Buna en yüksek gaye de diyebiliriz, İn-

san bu düzeye geldiğinde kadri yüee bir nîmete erişmiş sayılır. Çünkü ilâhî rıza bütün nimetlerin üstünde bir değer ve anlam taşır. Cennet bu nimetin yanında çok basit kalır. Cennet'i Cennet yapan ancak budur. İş­te böyle bir nimetin pahası, elbetteki onun değeriyle orantılı olmalıdır. Kur'ân onun pahasını noksansız ödeyen bahtiyarları ve onların mümtaz vasıflarını bize açıklıyor. [155]

 

Kadın-Erkek Eşitliği

 

«Sizden erkek ve kadın hiç kimsenin amelini zayi' etmem; birbirinizdensiniz...»

Kadının her bakımdan erkeğe eşit olduğunu iddia edemeyiz. Önce bu iki cins fizikî ve ruhî yönleriyle farklıdırlar. Genellikle erkekler daha kuvvetli, daha cesaretli ve daha dayanıklıdırlar. Duygusal davranmada kadın öndedir. Uzağı görüp temkinli harekette erkek daha başarılıdır. Sev­gi ve şefkatta ise kadın daha farklı bir seviyededir. Toplum psikolojisini bilip kitleleri sürüklemede erkek daha beceriklidir.

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Ama bütün farklı durumlarına rağ­men bu iki cins birbirini tamamlar. Biri olmayınca diğeri noksan sayılır. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle bu iki cinsin Allah katında eşit oldukları hu­suslara dikkatler çekiliyor:

a)  Aynı işi yapıyorlarsa, aynı karşılığı göreceklerdir. Aynı ibâdeti ya­pıyorlarsa, aynı sevabı kazanacaklardır. Makam ve mevki farkı durumu değiştirmez.

b)  Kadın ile erkek birbirinden meydana gelir. İnsan olma  itibariyle aralarında fark yoktur. Üstünlük takva  (Allah korkusu, Ona  bağlılık ve kötülüklerden kaçınmakladır.

c)  İkisi de Allah'a kullukta aynı emirlerle yükümlü tutulmuşlardır.

d)  Miras, şahitlik, nikâh, boşanma ve benzeri konulardaki farklılığın sebep ve hikmetleri, belirtilen eşitliğin özelliğini zedelemez. Nisa sûresin­de bu husus yeterince açıklanmıştır. [156]

 

Her Millet En Çok Meşgul Olduğu Konuda Başarılıdır

 

«İnkarcıların diyar diyar refan içinde gezip dolaşmaları sakın sent aldatmasın...»

İnsan hayatıyla ilgili sünnetlerden biri de budur! Her toplum, ya da millet daha çok ne ile uğraşır, fikrî ve ekonomik gücünü daha çok nereye çevirirse o şeyde ve o konuda başarılı olur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kendini Allah yoluna adayan İslâm mü-cahitleriyle birlikte hareketle dini yaymaya; ilim, ahlâk ve fazîlet havasını estirmeye; zulüm ve tuğyanı durdurmaya; yeryüzünde Kur'ân'ın sunduğu adalet düzenini hâkim kılmaya çalıştılar. Mesailerinin tamamını bu amaca yönelttiler. Sonunda tahminlerin çok üstünde bir başarı elde ettiler. Çey­rek asırda, dünyada bir benzeri daha görülmemiş inkılâbı gerçekleştirdi­ler. Kitap ehlinden sayılan Yahudi ve Hıristiyanlar; müşrik sayılan putpe­restler ise daha çok dünya işleriyle uğraştılar; mal ve servet edinmek için tiearî kervanlar düzenleyip ülkeleri dolaştılar, bu bakımdan kendi konu­larında başarılı oldular.

Ama ne de olsa insan dünyalığa karşı, içindeki sökülüp atılmıyan is­tekle yaratılmıştır. Zaman zaman bu istek ortaya çıkar, kalbe ve dimağa sinyal verir. Kur'ân bu hususu çok duyarlı ve anlamlı biçimde işliyor; her­kesin başarısının daha çok meşgul bulunduğu konuda noktalandığını ha­tırlatıyor.

Mü'minlerin, imân, İslâm ve erdemlik mücadelesinin bir dengi daha bulunmadığına işaretle, inkarcıların refah ve bolluk içinde diyar diyar ge­zip dolaşmalarının fazla imrenilecek bir saadet olmadığı belirtiliyor^ Çün­kü çalışmasını bilen ve aklını kullanan her insan dünyalık elde edebilir. Bu, üstün bir başarı ve sonsuza dek bir mutluluk değildir. Ama sıkıntılara katlanıp insanlıktan yana son dinin üstün nîmetini sunmaya çalışmak, her hal-ü kârda fazîlet mücadelesini sürdürmek her kişinin gönül vereceği, baş koyacağı bir yol değildir. Çünkü bu yol imân ve irfan ister, fedakârlık ve diğerkâmlık ister, mal ve canı Allah için feda etme basireti ister. Saa­det, hem de sonsuz saadet ise, bu yolun sonundadır.

O halde Kur'ân mü'minleri iki ayrı konuya çekmekte ve her ikisini, birine öncelik verip gerçekleştirdikten sonra paralel yürütmesini teklîf etmektedir: Önce Allah'ı bilip O'na kulluğun bütün yön ve yöntemlerini bilmek, bu imân ile fazîlet mücadelesi verip dindar bir nesil yetiştirmek, Sonra maddî ve manevî iki ayrı gücü birleştirip kuvvetli, şerefli, itibarlı ve inanan bir millet haline gelmek. [157]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, Allah ve gönderdiği son din için yurtlarını terkeden, bu uğurda sıkıntı çeken, işkenceye mâruz kalan, savaşan, ölen ve öldü­rülen mü'minlerin duâ ve amellerinin zayi' edilmediği, bütün kusurlarının affedildiği belirtildi. Hakiki saadetin birkaç günlük refah içinde yaşamak olmadığı, asıl saadetin imân cevherine sahip olduktan sonra belirtilen öl­çü ve anlamda fazîlet mücadelesini sürdürmekle gerçekleşebileceği ha­tırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle bu saadetin daha çok belirgin hale geleceği âhi-ret yurduna dikkatler çekiliyor. Kitap ehlinden bir kısmının bu hakikatleri anlayınca Allah ve Resulüne imân ettiklerine parmak basılarak Abdul­lah bin Selâm, Necaşî ve benzeri ünlü kişilerin İslâm'a girmeleri hatırlatı­lıyor. [158]

 

Meali :

 

198—  Ama Rablerinden (üstün saygı ile) korkanlar için altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları Cennetler, Allah tarafından konaklar var­dır. Allah katındaki (nimetler), iyi ve temiz bir hayat yaşayanlar için daha hayırlıdır.

199—  Şüphesiz ki Kitap Ehli'nden Allah'a imân edip size ve kendi­lerine indirilene inanan, Allah'a karşı üstün saygı duyup O'nun yüce huzu­runda kalbi ürpererek eğilenler ve Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir de­ğere değiştirmeyenler vardır. İşte onların    mükâfatı   Rableri   katındadır. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir.

200—  Ey imân edenler! Sabredin ve dayanıklı olma yarışında (düş­manlarınızı) geçin; düşmana karşı hazır vaziyette durun ve Allah'tan (üs­tün saygı duyarak) korkun ki, kurtuluşa erişesiniz.

 

İniş Sebebi

 

İnkarcıların ticarî kervanlar düzenleyip zevk-u safa içinde gezip do­laşmaları, mü'minlerden bir kısmının dikkatini çekiyor ve kalblerinde bir şüphe doğuruyordu : Allah düşmanları, inkâr ve inatlarına rağmen refah içinde yüzüyorlar. Biz ise açlık ve sefalet içinde sürünüyoruz, diye dü­şünüyorlardı. Bunun üzerine 198. âyet indi. [159]

 

Diğer Bir Rivayet:

 

Habeş kralı NECAŞÎ, Peygamberimize inanan bahtiyarlardan biridir. Bütün isteğine rağmen Peygamberi görmesi mümkün olmamıştır. Vefat ettiğinde Cebrail onun ölüm haberini Peygamberimize getirdiğinde, Pey­gamberimiz (A.S.) İslâm'a ve Müslümanlara hizmet eden bu büyük zatın vefatına çok üzüldü ve ashabına : «Toplanın hep birlikte vefat eden bir kardeşinizin cenaze namazını kılalım!» diye emretti. Baki1 Kabristanına gittiler. İbn Kesîr ve İbn Cerîr gibi rivayete ağırlık veren müfessirlerimizin tesbitine göre, Allah mesafeyi arayerden kaldırdı. Necaşi'nin nâşını taşı­yan sanduka Peygamberimizin önüne getirildi ve öylece cenaze namazını kıldırdı. Sonra Efendimiz cemaate dönerek : «Necaşi için Allah'tan mağ­firet dileyin!» buyurdu, Münafıklar bu meseleyi de istismar ederek, «Mu-hammed görmediği, tanımadığı bir Hıristiyan kralın cenaze namazını kıldı, olur şey değil..» dediler.

Bunun üzerine 199. âyet indi. [160]

 

İlgili Hadîsler

 

«Üç kimse var ki mükâfatları iki kat verilir:

1.  Allah'ın hakkını ve efendisinin hakkını ödeyen köle,

2.  Yanındaki güzel bîr cariyeyi eğitip onu iyi terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturan ve sonra da onunla evlenen ve bütün bunları Al­lah rızasını arzulayarak yapan adam,

3.  İlk inen kitaba imân ettikten sonra indirilen diğer kitaba da imân eden kimse,

İşte bunların mükâfatı iki defa verilir.» [161]

«Allah'ın hataları ne ile sildiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size haber vereyim mi? Sıkıntılara ve kötü şartlara rağmen tastamam abdest almak ve bir namazdan sonra diğer namazı beklemek. İşte bu RİBAT'tır, işte bu RİBAT'tir, işte bu RİBAT'tır. (Yani Allah yolunda, din ve memleket uğrunda düşmana karşı durup sabr-u sebat göstermektir).» [162]

«Allah yolunda bir gün düşmana karşı nöbet beklemek hem dünya­dan, hem dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.» [163]

«Bir gün bir geçe düşmana karşı durup nöbet beklemek, bir ay (na­file) oruç tutup namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Nöbette ölecek olursa, işlemekte olduğu amel devam eder (defterine yazılır), rızkı (Cennct'ten gelen mânevi gıdalar) kendisine verilir; fitnelerden de emin olur.» [164]

«Ölen her kişinin ameli kesilir (amel defteri kapanır); ancak Allah yolunda nöbet bekleyip düşmana karşı duran kimse müstesna, onun ame­li kıyamete kadar artmaya devam eder ve kabir fitnesinden güven içinde kalır.» [165]

 

Müslüman Bir Milletin Hür Ve Müstakil Yaşama Yolu

 

«Ey iman edenler! Sabredin ve dayanıklı olma yarışında (düşmanla­rınızı) geçin......»

Dünyada Allah'a ve indirdiği şeylerin tamamına inandıktan sonra bu yüce nîmete erişmenin bahtiyarlığı içinde hür ve müstakil yaşayabilme­nin beş şey ile mümkün olduğunu Kur'ân konumuzu oluşturan âyetle ha­ber veriyor:

1.  Dinin emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız uymak ve nefsin bu öl­çüleri aşan isteklerini durdurmaya çalışmak; bütün bunlar için imânla bir­leşip bütünleşen sabır silahını elden bırakmamak,

2.  İmân ve İslâm'ın karşısında  amansız bir mücadele halinde olan küfür ve tuğyandan gelen her türlü  eziyet, haksızlık ve işkencelere dişini sıkmak;  başarıya   ulaşabilmek  için   bu   hususta  yarışırcasına  dayanıklık göstermek.

Bu hal İslâm'ın ilk yıllarında Ashab-ı Kiramın başına gelmişti. Bugün şartlar çok değişmiştir. Düşmanın çok sinsi faaliyetleri, İslâm aleyhine milyarlarca para harcaması, kurduğu misyon teşkilatıyla kendi dinini ve kültürünü yayma gayretleri sürüp gitmektedir. Düşmanın bize karşı kul­landığı silâhın ve uyguladığı metot ve stratejinin ölçüsünü ve tesir alanını bilmek, ona göre hazırlıklı olmamız gerekmektedir. Bizi devamlı tedirgin edip üzen bu tür faaliyetler karşısında eli-kolu bağlı kalmamalıyız.

3.  Düşman saldırısını dikkate alarak her türlü tedbire başvurup ül­keyi ve kutsal değerleri korumaya devam etmek,

4. Her şeyin başında ve sonunda Allah'tan  korkmak, hizmeti Onun hoşnudluğunu kazanmak niyetiyle yapmak..

5. İmân ve İslâm'ın birlik ve beraberlik istediğini unutmamak, din kardeşliğini her türlü bağların üstünde tutup sulh ve selâmet havasını aralıksız estirmeye çalışmak.. [166]

 

Kitap Ehlinin  Durumu

 

ki. Kitap ehlinden Allah'a iman edip size ve kendilerine indirilene inanan...»

Âl-i İmrân sûresinde yer yer Kitap ehli üzerinde duruldu, hepsinin İs­lâm'a karşı tutumunun aynı ölçüde olmadığı gibi, onlardan ciddi araştır­ma yapıp son peygamberin geleceğine bilgi edinenlerin, Hz. Muham-med'i(A.S.) görmediklerihaldeinananları oldu.Gördükten sonra imân eden­ler de oldu. Sûrenin son bölümü bilhassa bu hususu açıklamakta ve Kitap ehlinin hepsinin bir olmadığı hatırlatılarak aradaki diyalogun sürdürül­mesine işaret edilmektedir.

Âl-i İmrân sûresinin sonundaki bu âyet, Bakara ve diğer sûrelerde Kitap ehliyle ilgili âyetleri hem açıklamakta, hem onların bir özetini ver­mektedir. Kitap ehlinin İslâm'a göre mü'min ve müslim sayılabilmesi için kendilerinde şu vasıfların bulunması gerekir:

1. Bir olan Allah'a inanmak,

2.  Son Peygamber Muhammed'e (A.S.) indirilene inanmak,

3.  Daha önce gönderilen bütün peygamberlere ve semavî kitaplara inanmak,

4.  Üstün saygı ile Allah'tan korkup O'nun yüce huzurunda eğilmek,

5.  Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında değiştirmemek, din adı­na taviz vermemek, onu Allah ve Peygamberlerden geldiği gibi kabul edip öylece yaymak..

Bu beş vasıf, İslâm'a giren her insanın sahip olması gereken temel inançlardır. O halde Kitap ehlinden yalnız Allah'a inanıp milletinin bağlı bulunduğu Peygamberi kabul eden ve fakat son Peygamberi ve Kur'ân'ı inkâr edenler, İslâmî esaslara göre müslim ve mü'min sayılmazlar. Bu hü­küm kesindir, ayrı bir yorum ve görüş ortaya koyan olmamıştır.

Kur'ân'ın belirttiği bu düzeye gelindikten sonra mü'mine dört önemli1 görev düşmekte ve hizmet ölçüsü belirlenmektedir:

a)  Dinde, ibâdette, görevde, hayatı kazanmada, nefsi yenmede sabır göstermek,

b)  Olaylar karşısında sarsılmamak, dayanıklı olma, dâvaya bağlı bu­lunma yarışmasında düşmanların önüne geçmek,

c)  Düşmanın çalışma metotlarını, hazırladıkları teknik imkânları bil­mek, onlardan daha bilgili ve şuurlu çalışıp tedbirli olmak ve yılmadan bu çalışmayı sürdürmek,

d) Bütün bu kademelerde başarılı olabilmek için Allah'tan saygı ile korkmak ve yalnız O'nun rızasını kazanmak.. [167]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Ey mârifet-i İlâhiye vadisinde yürümek isteyenler, Allah'a ulaşabilme­niz için Kur'ân'm feyiz pınarından içmeniz gerekmektedir. Belâ ve musi­betler birer imtihandır ki kutsî âlemden bu perdeye bürünerek size gön­derilmiştir. Ama perdenin altında vuslat ve saadet gizlenmiştir. Sabırla karşıladığınız takdirde perde size açılır. Marifet vadisine ayak basamayıp inkâr hicapları ardında kalan kâfirlerden daha çok inandığınız dâvaya sa­rılıp hizmet etmedikçe, bu husustaki yarışmada onların önüne geçmedik­çe, vuslat ve saadetin hayat veren havasını teneffüs edemezsiniz. İş bu­nunla da bitmiyor; imân ve irfanla birlikte size yönelen sayısız nimetleri -asıl sahibini hatırlayarak- kullanmalısınız. Otlağı görüp, canavar tehli­kesini unutan aşağı mahlûklar gibi nefis esaretine düşmeyin. Aksi halde marifet vadisinden kovulur, nefs ikliminin öldürücü çölünde perişan olur­sunuz..

Görüyorsunuz ki, nîmet otlağına ayak basıp, imân ve irfan pınarın­dan içen kişilerin düşmanı çoktur. Dünya ehli, inkâr zümresi, nefs ve şey­tan bu düşmanların en belâlılarıdır. Senin gaflet anını bekler, az uyanık bulunduğun sürece pusuya girerler. Nîmetin, yani dünyalığın sarhoşluğu içinde Rabbu'l-âlemîn'i unuttuğun an düşmanların pusudan çıkar, dört yandan saldırı başlar. Bunun için düşmanlarına karşı her ân hazırlıklı olun; küfür ve tuğyanlarının, inkâr ve inatlarının, hayvani taraflarının çe­kiciliğini aranıza sokmamaya çalışın. Bunlar öyle arsız tohumlardır ki düş­tükleri yerde hemen filizlenmeye başlarlar. Kurtulabilmenizin tek yolu var, o da mülkün sahibine teslimiyet gösterip O'nu her şeyden çok sevmenîz-dir. Bu, öyle bir sevgidir ki, nefsin isteklerini kısırlaştınr, şeytanın saldırı ve sinyallerini durdurur, inkarcıların İslâm'a karşı kötü niyetlerini tesirsiz hale getirir.

Ancak cemaatleşme ruhuyla bütünleştiğiniz, ÂMENÛ fiilinden ilâhî hitabı anladığınız, bu sesin verdiği zevk ve heyecanla yola çıktığınız tak­dirde üstün gelenler sizler olacaksınız. VE SÂBİRÛ emri sizi bu hakikate çağırmaktadır. ISBIRÛ emri nefis mücadelesinde bulunmanızı, fert olarak içinizi düzeltip imân gücünün nasıl yüksek bir nimet olduğunu anlamanızı terennüm eder. VE SÂBİRÛ hitabı, cemaat halinde Hakk'a ve dâvaya yö­nelmenizi, iş bu yönelişte küfür ehlinin kendi dâvalarına sahip çıktıkları­nın çok üstünde ve nisbet kabul etmez bir anlamda Allah'ın dinine sahip çıkmanızı yansıtır.

İTTEKULLAH emrine uyarak, hayatınızın her safhasında, hizmetinizin her bölümünde, erişilen nimetlerin her kademesinde Allah sevgisini korkusuy-

la birleştirip üstün bir saygı duygusuyla Hazreti Muhammed'in (S.A.V.) edep ve terbiyesi doğrultusunda Yaratandan korkun; korkun ki korktuğu­nuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız..

FELAH, ferdin kendi iç âleminde, nefis esaretinden kurtulmasıdır. Dışında ise, şeytanın dürtüşlerini durdurmak, ondan uzaklaşmaktır. Ce­maatleşme alanında ise, toptan Allah'ın ipine sarılmak, gönülleri tek gö­nül edip bir olan Allah için mücahede ve mücadele etmektir.

FELAH, bir diğer tarifle, dünyanın gönül çekici havasından kurtulup âhiretin ruhlara gıda veren bağına adım atmaktır. Eşyayı değil, eşyada âyet ve kudretini izhâr eden AHSENÜ'L-HÂLİKİN'i kalb gözüyle görmek, böylece fâniden bakiye yüz çevirmektir.

Onun İçin Kur'ân'da :

Ey imân edenler! Dünyaya ve ondaki mihnetlere sabredin, buyurul-muştur. Çünkü bu mihnetlerin getireceği saadet ^baş gözüyle değil, kalb ve irfan gözüyle farkedilebilir. Bunun için Büyüfc'veli Bayezid Bestamî (K.S.) Hazretleri sofraya otururken : «Ya Rab! hîrrfet önümde ama bunun mihneti nerede? Onu bekliyorum» der ve perde arkasındaki saadeti gör­mek isterdi. [168]

 

Yorumlar - Rivayetler İsbirû :

 

a)  Din ve onun getirdiği tekliflere karşı sabırlı olun. Çünkü dindarlık sabır işidir..

b)  Allah'ın yasak kıldığı nesnelere karşı kendinize hâkim olun..

c)  Nimete el  uzatırken  sahibini  unutmayın, O'na  şükretmeyi  ihmal etmeyin; aç kurdun leşe daldığı gibi, nimete dalmayın.. [169]

 

Sâbirû

 

a)  Savaşta Allah düşmanlarına karşı   direnip   dayanmakta   yarışın, düşmanların önüne geçin..

b)  Savaşın şiddetine karşı sabretmekte birbirinizle yarışın..

c)  Toplu  halde  cemaatleşme  şuuru   içinde  birbirinize  kenetlenerek bu yarışa katılın..

d)  Beş vakit namazı kılmakta birbirinizle yarışırcasına sabır ve ta­hammül gösterin..

e)  Size va'dedilen   hususları   hatırlayarak  onun   gerçekleşmesi   için yarışırcasına sabır gösterin.. Ümitsizliğe düşmeyin, her sıkıntıdan sonra mutlaka bir ferahlık vardır, onu sabırla bekleyin.. [170]

 

Râbitû

 

a) Atlarınızla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı du­runuz..

b)  Serhadlerde atlarınızı bağlayıp karakol bekleyiniz..

c)  Allah düşmanlarının saldırısını önlemek için nöbet bekleyin .

d)  Bir namazdan sonra diğer namazı bekleyin.. Al-i İmrân Sûresi Biterken :

Âl-i İmrân sûresine Allah'tan başka ilâh olmadığı, O'nun hep diri, kudretiyle tutup duran, gözetip koruyan bulunduğu temelinancıyla başlanıl­dı; Allah'ın sonsuz kudret ve merhametini yansıtan bu sıfatlardan kuvvet alarak gerek günlük ibâdetimizde, gerek nefsimizi terbiyede, gerekse düş­mana karşı sabr-u metanetle karşı koymamızda başarıya ulaşabilmemiz için gereken ölçü ve metot belirtildi ve saygı dolu bir kalb ile Allah'tan korkmamız emredilerek sûre bitirilmiş oldu.

Âl-i İmrân sûresinin tefsirini bize kolaylaştıran ve bize bu hususta da tevfikini refik eden Allah'a hamd olsun!. Yalnız O'na ibâdet eder, yalnız O'ndan yardım bekleriz. O bize yeter ve ne güzel vekildir O!. [171]

 



[1] Kurtubi Tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1108.

[2] Taberânî: İbn Abbas (R.A.)dan, (Sahihtir)

[3] »         : ibn Ömer (R.A.)dan

[4] Tabakatu'l-Mu'zetile / Kaadı Abdülcebbar

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1108.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1109.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1109-1110.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1110.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1110-1111.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1111.

[10] ibrahim sûresi: 36

[11] Mâide sûresi: 118

[12] Sahih-i Müslim _ Kitabu'1-îmân: Abdullah bin  Amr  (R.A.)dan

[13] Tirmizî: Hz. Âige (R.A.)dan

[14] Ahmed bin Hanbel: Abdurrahman bin Ganem'den

[15] îbn Murdeveyh: Ali bin Ebî Tâlib (R.A.)den

[16] İbn Mâce - Tirmizî - Ebû Düvud - Nesâl: Ebu Hüreyre  (R.A.)den. Müste-şar'ın güvenilir bir kimse olmasına dikkatler çekilmiş ve danışılan kimsenin bu Öl­çüde olması gerektiği  belirtilmek istenmiştir.

[17] îbn Mâce

[18] Taberânî: Semure  (R.A.)den. Sahihtir

[19] >         : Ali bin Ebî Tâüb'den  (R.A.). Yani müsteşar kendi nefsi için uy­gun gördüğünü damgan için de uygun görmeli

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1112-1113.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1113-1114.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1114-1115.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1115-1116.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1117.

[25] Sahih-i Müslim: tmrân b. Husayn (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1117.

[26] Muhammed sûresi: 7

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1118.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1119.

[29] Esbab-ı  Nüzül/Nisabûrî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1120.

[30] Ahmed bin Hanbel: Ebû Mâlik El-Egcal (R.A.)den

[31] »                   »     - Ebû Dâvud: Ibn Şeddad'dan

[32] îbn Cerir: Ibn Abbas  (R.A.)dan

[33] Ahmed bin Hanbel: Hz. Urve'den

[34] »                  »           »        »

[35] Ahmed bin Hanbel :Adiy bin Umeyr (R.A.)den

[36] Ibn Mâce

[37] Ahmed bin Hanbel

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1120-1121.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1121-1122.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1123.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1123-1124.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1124.

[42] Buharî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

[43] Müslim _ Ebû Dâvud - Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

[44] Müslim _ Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

[45] Buharî - Müslim - Tirmizî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1125.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1125-1126.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1126-1128.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1128.

[49] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - tbn Kesir

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1130.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1130-1132.

[52] Yâsîn sûresi :  82

[53] Âl-1 İmrân :   166

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1132.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1132-1133.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1133.

[56] Müslim/imaret:  121- Ebû Davud/cihad : 25- Tirmizî/tefsir :  3, fezâilü'l-cihad :   13-  Ahmed:   1/226-  6/386

[57] Tirmizî/tefsîr :   3     -îbn Mâce/mukadderae :   13,  cihad :   16

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1135-1136.

[58] el-Beğavî :  Ubeydullah b. Umeyr   (R.A.)den

[59] Buharî/imân :  26 - Nesâî/cihad :  14, iman:  24 - Ahmed : 2/231, 384,494

[60] »      cihad :  5, 6, 73, rikak :  2, 15 - Müslim/imaret :  12, 115 - Tirmizî/ fezâilü'l, cihad :  17, 26 - Nesâî/cihad :  11, 12 - Ahmed :   1/256 - 2/532, 533 - 3/ 132, 141, 152, 157, 207-5/266, 335, 6/401

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1136.

[61] Buharî - Müslim - Ebû Dâvud - Ahmed bin Hanbel: Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre (R.A.)den

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1136-1138.

[63] Buharî/savm :  49,50. Müslim/Siyam:   57,  58, 60, 61. Tirmizî/Savm :  61. Dâremî/Siyam :   14. Ahmed :  2/23, 231, 237, 244, 257, 261, 281.

[64] Râd :   28.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1138-1139.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1139-1140.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1140.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1141.

[69] İbn Cerir ,- Lübabu't-Te'vîl

[70] s                     t>           -  Kurtub!

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1142-1143.

[71] Tirmizî : Hadisün hasenün garibün

[72] Sahih-i Müslim - Tirmizî: Ebû Zer (R.A.)den

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1143-1145.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1145-1146.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1146-1147.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1147-1148.

[77] Eshab-ı Nüzul/Nlsaburl  -  Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali

[78] Lübab - tbn Cerir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1149.

[79] Tirmizî - Ahmed bin Hanbel: Abdullah b. Büsr'den. Sahihtir

[80] Ahmed bin Hanbel - Taberânî - tbn Hibban: Akabe b. Amır'den

[81] Ebû Nuaym Hilye'de : Urve bin Ruvaym'den mürselen rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1149-1150.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1150-1151.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1151-1152.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1152-1153.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:32/1153.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1153.

[87] Esbab-ı   Nüzul/Nisaburî   -   Lübabutte'vîl/Alaeddln   Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1154.

[88] Buharî:  Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[89] îbn Cerir Taberî - îbn Kesîr

[90] Eshab-ı Sünen

[91] Ebû Dâvud - Tirmizî

[92] Tirmizî : Ebû Hüreyre'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1154-1155.

[93] Bakara süresi:   155

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1155.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1156.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1156.

[97] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Ibn Cerir - Âlûsî - Kurtubî - LÜbabutte'vîl/ Alâeddin Ali

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1158-1159.

[99] Ebû  Dâvud :   ürs  b.  Umeyr  El-Kindî'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1159.

[100] Kurtubî :   4/296

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1159-1160.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1160-1161.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1161-1162.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1162.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1162-1163.

[106] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - İbn Kesir - Kurtubî

[107] »                       »           Lübabu't-te'vîl - İbn Cerir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1164.

[108] Buharı - Müslim - İbn Ebî Hatim : Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[109] Ahmed bin Hanbel - Müslim - îbn Mâce : Sahihtir

[110] îbn Kesir :   1/435

[111] Taberanî - Ebû Nuaym

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1164-1165.

[112] Rahman sûresi:  26

[113] Zümer sûresi:  68

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1165-1166.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1166-1167.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1167-1168.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1168.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1168-1169.

[119] Esbab-i Nüzul/Nisaburİ : Saîd el-Hudrî (R.A.)den. İbn-Kesîr kendi tef­sirinde

[120] Kurtubî:  4/306

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1169-1170.

[121] İbn Murdeveyh

[122] Ebû Dâvud - Tirmizî: Ebû Hüreyre CR.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1170-1171.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1171-1173.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1173.

[125] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî. Bu konuda İbn Kesîr diyor ki: «Bu rivayet bir müşkil arzetmektedir. Çünkü âyet Medine'de inmiştir. Sözü edilen olay ise Mek­ke'de geçmiştir.» Bir ihtimal, Kureyşlilerin Medine'ye gelmiş olamları mümkün­dür.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1175.

[127] Kurtubî: Ebü Hüreyre  (RA.)den

[128] Ebû Şeyh : îbn Abbas (R.A.)dan

[129] »        »    :    p        >

[130] Buharı - Müslim: îbn Abbas (R.A.)dan

[131] tbn Ebî Hatim - Îbn Hibban : Kendi Sahihinde

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1176-1177.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1177-1178.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1178-1180.

[135] Hücurat sûresi :   13

[136] Buharı /imân:   13,  i'tisam :   5

[137] Zümer sûresi :   16

[138] Patır sûresi:   28

[139] Rahman sûresi :  46

[140] İbrahim  sûresi:   14

[141] Enfâl sûresi :   2

[142] Nûr sûresi:   52

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1180-1181.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1181-1182.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1182.

[146] Bu konuda fazla bilgi için bak : Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1183-1184.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1184.

[148] Ebû Nuaym / Hiiye'de rivayet etmiştir.

[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1184-1185.

[150] Esbab-ı Nüzul  - Lübabu't-Te'vîl -  Hâkim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1187.

[151] tbn Cerir Taberî:   Amr b. Âs   (R.A.)den

[152] Buhari - Müslim ve diğer Sünen Sahipleri:  Ömer  (R.A.)den

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1187.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1188.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1188-1189.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1189.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1189-1190.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1191.

[159] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî  - LÜbabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1192.

[160] İbn Kesîr - Esbab-ı Nüzul - İbn Cerir - Mefatihü'1-Gayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1192-1193.

[161] Sahih-i Buharî - Tirmizî - Müslim  - Nesâî

[162] Müsned/Ahmed  bin  Hanbel

[163] Buharı:  Seni b. Sa'd  (RA.)den

[164] Müslim:   Selmân  el-Farisî'den

[165] Ahmed bin Hanbel - Taberanî :  Sahihtir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1193.

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1194.

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1194-1195.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1196-1197.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1197.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1197-1198.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1198.